68

Gencay Dergisi - Sayı 53 - Haziran 2016

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 53 - Haziran 2016 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 5 Sayı 53 – Haziran 2016

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

EĞİTİMDE GERÇEK ÖZGÜRLÜK / Yunus Emre UYAR

SUÇLULARIN TELAŞI İÇİNDESİNİZ / Çağhan SARI

ÇEVRESEL KİRLİLİKTE MİKROBİYAL BİOSENSÖRLER / Fatma Özge ÖZDEMİR

SOYKIRIM SUÇLAMASININ HUKUKİ BOYUTU ÜZERİNE / Nami Cem İYİGÜN

AYLAK ATMACA’NIN DÜŞÜ / Veysel Gökberk MANGA

ATATÜRK’ÜN 23 NİSAN’INI ANLAMAK / Açelya OĞUZ

BİZ BİRKAÇ YÜZYILLIK GENÇLERİZ/ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

H. NİHAL ATSIZ'IN "BOZKURLARIN ÖLÜMÜ" ROMANININ TANITIMI / Serdar NASİP

KURGU METİNLERDE GERÇEKÜSTÜLÜK VE KÜLTÜR TAŞIYICILIĞI/ Aslıhan KAYA

BENCİL/ Zehra Aybüke KARAUZ

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 5 Sayı 53 – Haziran 2016

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

BAŞLANGIÇ; FEMİNİZM/ Dilek AKILLIOĞLU

VARSA GÖĞÜN KALBİ/ Onur ÇELİK

KİTAP TANITIMI: İBRAHİM KAFESOĞLU – TÜRK İSLAM SENTEZİ/ Milli Kitap

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ’NİN MESELESİ – MODERN BOYCULUK/ Nizameddin TOPCU

AYARSIZ DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi

EDEBİCE DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi

İHTİMAL DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi

DERGİCİLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME/ Burçin ÖNER

GENCAY

1

EĞİTİMDE GERÇEK ÖZGÜRLÜK

Yunus Emre UYAR

“Gerçek özgürlük” en özlü ifadesiyle

“kültür robotu” olmaktan kurtulmakla

mümkün. Kültür robotu, Cüceloğlu’nun bu

kitapta ortaya koyduğu en önemli kavram.

Birey olabilmenin önündeki engellerin

büyük bir bölümünü barındırır. İnsan,

toplumsal bir varlık olarak toplumun

hayat algısını oluşturan kültürün de doğal

bir parçası ancak bu parça-bütün ilişkisi

bizim gibi toplumlarda çoğu kez bütünün

parçayı yutması şeklinde ortaya çıkıyor.

Bu koşullar altında kültürün çevreleyerek

öznel, özerk kişisellik alanı bırakmadığı

kişilikler ortaya çıkmış durumda. Bu da

aslında insanların yaşam mutluluğunu

derinden etkileyenlerin başında gelir.

Öyleyse özgürmüş gibi hissetmek ya da

davranmak yerine esaslı bir özgürlük,

kitabın adı gibi gerçek özgürlük isteyen

kimselerin kültür robotu olmaktan

kurtulup kültür yapılandıran bireyler

hâline gelmesi gerekir.

Cüceloğlu, kitabında meselesini bir

psikoloji profesörü ile üniversite

öğrencisinin karşılıklı konuşmaları

formatında ele alır. Kitapta değinilen,

kültürün bize hazır lokma halinde verdiği

ilk kalıp şu: “büyüklere saygı, küçüklere

sevgi” Koca psikoloji profesörü Yakup Bey,

genç bir üniversite öğrencisi olan Timur’a

hitabının bile eşitlikçi olmasından yanadır.

Hoca, gence şöyle der: “Size ‘Timur Bey’

demek istiyorum çünkü ‘bey’ sözcüğü

ilişkimizdeki ‘eşit saygınlığı’ ifade ediyor.”

“Timur hayretler içindeydi. Böyle bir şey

ilk defa başına geliyordu. ‘Eşit saygınlık’ ne

demekti? Timur büyüklerle birlikteyken

hep saygı duymuş ama kendisini ‘saygı

duyulacak’ biri olarak görmemiş,

düşünmemişti.” Aslında Yakup Bey henüz

konuşmanın başında sağlıklı bireyin kendi

toplumsal rollerinin ötesinde bir benliğe

sahip olduğundan karşısındakiyle

ilişkilerinde eşitlikçi bir tavrı yeğlediğini

belirtir. Bizim toplumumuzda küçüğe

saygının yeterince yer etmeyişini yerer. Bu

da içinde bulunduğumuz kültürün bize

ustalıkla aktardığı bir durum. Ancak Yakup

Bey, bunu aşmaya niyetli görünür. Böyle

bir tavır genç öğrenciye fark edilen,

önemsenen birisi olmanın coşkusunu

verir. Karşısında mürit-mürşit ilişkisi

istemeyen bir bilim adamı vardır. Aslında

bu değinti çağdaş sınıf yönetimi ülkü ve

ilkeleri için de önemlidir.

Yeni öğretim programlarında benimsenen

Yapılandırmacı felsefe gereği artık

öğretmenin bilginin, sınıfın, sürecin

merkezi konumundaki salt bir otorite

olmaktan çıkıp öğrenenin de birey olarak

öğrenme ortamında daha fazla değer

görmeye, katılımcı kılmaya önem

GENCAY

2

verilmeye başlandı. Yani tam olarak Yakup

Bey’in sözünü ettiği ilişki biçimi öğrenme

ortamlarında istendik hâle geldi. Buna

ilişkin kuramsal materyaller elde mevcut.

MEB, öğrencilerin henüz çocuk yaşta birey

olma yolunu tutmaları, öğrenme

ortamlarında birer özne olarak yer almak

suretiyle hem öğrenme hem de kişilik

gelişiminde yepyeni bir anlayışın yoluna

girmiş durumda. Ancak hâlâ önceki

asırlardan kalma insan telakkisiyle

hareket eden, etkisi çok su götüren hizmet

içi eğitimlerin kendi zihnindeki insan

anlayışını biçimlendirmesine karşı direnen

koca bir öğretmen kitlesiyle bu anlayışın

yerleştirilmesi çok güç. Kendisi ile

öğrencisinin ilişkisini âdeta mürid-mürşid

ilişkisi gibi gören, kendisini merkezdeki

tek kaynak, otorite vb. gibi gören;

öğrencisini edilgen, verdiklerini alan ve

ancak onun tasarısıyla varlığını

belirtebilen silik nesneler gibi gören

anlayış öğretmen kadromuzda oldukça

yaygın. Böyle bir kadrodan da aynı

anlayışla yetişip aynı bakış açısını taşıyan

kişiler yetişecek, onlar da benzerini

yetiştirecek. Aslında bu örnek bile kültür

robotu olmanın topluma etkisi için

verilebilir. Böyle olunca Doğan

Cüceloğlu’nun Yakup Bey karakterine

söylettiği çok önemli bir gerçeğin

toplumsal kabulü epey güçleşecek gibi

görünüyor.

Söz konusu ilişki biçiminin eğitimciler için

en önemli cephesini Doğan Hoca yine

karşılıklı konuşma içinde verir. Böyle

olunca ne olur, sorusunu şöyle yanıtlar:

“İnsan insana sohbet olur. Böyle bir sohbet

içinde öğrenme kendiliğinden olur.”

Aslında bu söz öğretmenliğin büyüsünü

içerir. Öğrencisini kendisine birtakım bilgi

ve değerler yüklenecek nesne olarak

görmek yerine onun da tıpkı kendisi gibi

bir özne olduğunu kabul edip buna göre

eşitlikçi davranmak, Doğan Hoca’nın

deyişiyle insan insana bir ilişki biçimi

kurmak çocuktaki öğrenme yollarını epey

açar. Bu yüzden öğrencilerine birtakım

sınav sorusu çözme taktikleri dışında

değer, tavır, tutum katabilen

öğretmenlerin öğrencileriyle kurdukları

ilişki alt-üst ilişkisinden çok farklıdır. Öte

türlü tavır ve tutumlar ancak birtakım

alışkanlıkların ürünü olur. Ancak belli

uyaranların etkisi altında ortaya

çıkarılabilen davranışlar uzun ömürlü

olmadığı gibi ortam dışında pek kendini

göstermez.

Sözü edilen ilişki biçimi insanın en insanca

gereksinimlerinden olan tanıklık edilmeyi

de beraberinde getirebilir. “Tanık

olunmak” Doğan Cüceloğlu’nun “Başarıya

Götüren Aile” kitabında da değindiği

önemli bir kavram. O, insanlarımızda

yaygın olarak bulunan birtakım

komplekslerin temelinde daha çocuk

yaştan beri kendisine yeterince tanıklık

edilmemiş olma durumunun yattığını

savlar. Hem ebeveynlerin hem

öğretmenlerin çocuklara olabildiğince

tanık olmasını önerir. Heveslerinin,

arzularının, varlığının değer verdiği

kişilerce fark edildiğini yeterince

duyumsamak sağlıklı bir benlik

gelişiminde oldukça önemli olmakla

birlikte tarihte çoğu kez büyük atılımların

da kaynaklarından olmuştur.

Böyle felsefi dokuntuları yüklü bir yapıtta

tahmin edilebileceği üzere hayatın anlamı

bahsine de değinilir. Cüceloğlu, bu noktada

toplum Mermi Uygur’la aynı çizgide

GENCAY

3

seyreder. Uygur, Batı’yı anlamaya

çalışırken Batılı bireyselliğin bencilliğe

savrulmaksızın toplumla birlikte olduğu

sürece anlam kazandığını söyler. Aslında

Cüceloğlu da kitabında “Bir insanın

yaşamının anlamı, o insanın ‘ben’ini aştığı

yerde oluşur.” diyerek birey-toplum

ilişkisi bahsinde önemli bir yeri işaretler.

Doğuluların bireyselliği epey öteleyen

hatta yer yer yok etmeye dönük

anlayışından uzaklaştıkça soluğu sığ

bencillikte alanların öyküsü bu

topraklarda bol bulunur. Ancak

psikolojinin verileri bize kitapta da sözü

edilen birey-toplum dengesinin

gerekliliğini gösterir. Öncelikle bu iki

kavramın binişmesini önlemek için Rus

psikolog Vygotsky’nin kolektif “benlik-

bireysel benlik” ayrımına dayanmak

mümkün. Buna göre insan nesneler

evrenine iki ayrı pencereden bakabilir. Bir

siyasi grubu kendi grubu için tehdit olarak

görürken o grubun bir üyesiyle yakın ve

sıcak ilişkiler kurabilir. Yine psikolojide

çok bilindik “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ne

bakıldığında temel basamakların bile tek

başına giderilemeyecek ihtiyaçlardan

oluştuğu görülür. Bu da her ne kadar

bireyselliği vurgulayan bir hümanist

psikolog olsa da Maslow’dan hareketle de

güçlü bir bireyselliğin sağlıklı toplumsal

ilişkilerden geçtiğini söylememize yarar.

Görülen o ki “insan insana sohbet”

deyişiyle özetlenen ilişki biçimi ve onun

getirdikleri, gerek eğitim ortamında

gerekse ondan bağımsız görülmemesi

gereken gündelik yaşamda sağlıklı ilişkiler

kurmak ve anlamlı öğrenmelere kavuşmak

için oldukça önemli. Ancak bunu kabul

etmek bir sorunu da beraberinde getiriyor.

O da söz konusu ilişki biçiminin ve bunu

üreten zihin dünyasının Ortadoğu

halklarında nasıl karşılanacağı. Büyüğe

saygının küçüğe sevginin epey vurgulanıp

küçüğe saygının adının bile alınmadığı

toplumlarda “insan insana” sohbet etmek

belli ki birtakım olumsuzlukları da

beraberinde getirir. Bunlar da başka bir

yazının bahsidir.

GENCAY

4

SUÇLULARIN TELAŞI İÇİNDESİNİZ Çağhan SARI

İsmet İnönü'ye ait olan bu söz, son iki

yüzyılda Türk devletinin dış politikada en

fazla teşrik-i mesai yaptığı devlet olan

Almanya'nın 1915 Ermeni Tehciri

hakkında soykırım kararı alması üzerine

yine akıllara gelecektir. Malum olunduğu

üzere Haziran ayı içerisinde Gencay

Dergisi yayına hazırlanırken, Alman

meclisi Bundestag, bir milletvekilinin hayır

oyuyla, oybirliği ile değil oy çokluğu ile

Ermeni Tehcirini soykırım olarak tanıdı.

Birçok kesim, yazılı ve görsel basından

hadiseyi yorumladı. Almanya'yı kınama

gerekliliği üzerinde devlet aygıtının en

tepesinden sokaktaki sade vatandaşa

kadar herkes hemfikir iken bu noktada

zikrettiğimiz herkes kelimesine

parlamentoda vekil sayısı olarak üçüncü

olan güdümlü parti ve onun seçmenleri

dâhil değildir. Zira milli hassasiyet iktiza

ettiği sırada o partinin olması da hayatın

matematiğine aykırı. Anlam bütünlüğünü

daha fazla zedelememek için Almanya'ya

dönelim ve bir kaç soru üzerinden yaşanan

bu gelişme hakkında sürç-i lisan edersek

hoşgörünüze sığınarak fikirlerimizi ve

bildiklerimizi nakşedelim.

İlk yanıtlayacağımız soru, Almanya'nın,

tehciri soykırım olarak görme eğiliminin

ne zaman başladığıdır. Sorunun cevabı,

konuya ilgisi olanlar için basit ama sosyal

medyadaki tepkilerden ölçüldüğü üzere

üzerinde durmakta fayda var. Birinci

Dünya Savaşı'ndan önce, Almanya'da

kurulan ve Türkiye'de faaliyette bulunan

misyoner dernekleri sadece Müslüman

Türkleri Hıristiyan yapma maksadı

güdenlerden ibaret değildir. Gregoryan

Ermenileri de Protestan -bazı derneklerde

Katolik- yapmayı programına alan Alman

misyoner dernekleri mevcuttur. Bu

derneklerden bir tanesinin kurucusu olan

papaz Johannes Lepsius, daha 1900'lerin

başında Ermeniler lehine faaliyetlerde

bulunmuş, Alman çıkarlarını Türk

müttefikliğinde değil, Doğu Anadolu'da

kurulacak bir Ermenistan'da olduğunu

savunmuştur. Daha savaş bitmeden

kaleme aldığı iki kitapta Ermenilerin

katliama uğradığını yazmış, Bahs isimli

başka bir Alman gazeteci tarafından

kitabın uydurma olduğu ortaya çıkmıştır.

Lepsius, savaş bittikten sonra da 1919'da

tehcirdeki Alman sorumluluğu örtbas

etmek için Dış İşleri Bakanlığı'ndan aldığı

arşiv belgelerini tahrif ederek

yayınlamıştır.

Enteresan olan bu belgelerin tahrif edildiği

tehciri soykırım olarak niteleyen

çevrelerce de kabul edilmesidir.

Görüldüğü üzere daha hadiseler sırasında

dahi Almanya'da bir ''Ermenici'' muhit söz

konusudur. Alman parlamentosunun da

2005'te çıkardığı bir yasa zaten mevcuttur.

Ancak bu yasayı yetersiz bulan ve genel bir

kabul için mesai veren aşağıda

değineceğimiz olan Hofmann ve ekibidir.

Geçen yıl 1915'in 100 yıl sonrasında

Almanya Cumhurbaşkanı soykırım

kelimesini telaffuz etmediği için Ermeni

çevreler tatmin olmamıştır.

Peki, Almanya tehcirin neresindedir? Bu

soruyla ilgili birçok akademik makale ve

kitap mevcut olmaktadır. Prof. Dr. Selami

GENCAY

5

Kılıç, Prof. Dr. Mustafa Çolak, Taner

Balcıoğlu, Burhan Oğuz ve Kerem Çalışkan

çalışmalarının okunmasında fayda olan

isimler arasında hemen ilk başta

zikredilenlerdir. Birinci Dünya Savaşı

sırasında neredeyse bütün Osmanlı

ordusuna hâkim olan, genelkurmay

başkanlığından alt birimlere kadar birçok

mevkide görev yapan Alman subaylar

arasında Goltz Paşa'nın tehciri bizzat

askeri gerekçelerle önerdiği iddiası

önemlidir. Bir belge bulunmamakla

beraber, tehciri soykırım göstermek

isteyen maksatlı çevreler arasından

Dadrian'ın da kabul ettiği bu iddiaya göre

Goltz Paşa, Doğu Anadolu'da, Ruslarla

mücadelenin sağlıklı sürmesi için bir

tehcir istemiş, hatta tehcir edilecek

Ermenilerin Berlin-Bağdat demiryolu

güzergâhı üzerinde iskân edilerek,

tehcirde dahi Almanya'nın ekonomik

kazancını tasarlamıştır.

Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı yapmış

Bronzart Paşa da tehcirin gerekliliğini

yıllar sonra kaleme aldığı bir gazete

köşesinde savunmuştur. Daha çok

detaylandıramıyoruz nitekim bu yazının

hududunu aşmamak ve diğer soruları

yanıtlamak için Alman sorumluluğunu tek

bir cümle ile özetleyebiliriz. 1914-1918

yılları arası (hatta 1913-1918) Alman

Islahat Heyeti olarak göreve başlayan, kısa

süre sonra da Alman askeri misyonu olan,

nihayetinde de Osmanlı ordusunun yüksek

komuta kademesini oluşturan Alman

subaylara ve bağlı oldukları Berlin'in

bilgisi dahi olmadan bir tümenin yerinden

oynatılması dahi gerçekçi değildir.

Almanya'nın tehciri soykırım olarak

tanımasının altındaki sebepler nedir?

Bu soruya verilebilecek tek cevap

bulunurken tek cevabın altında birleşen iki

kesim bulunuyor. Yanıt elbette

Almanya'nın dünya tarihinde kendisinden

başka bir soykırım daha yapıldığı tezini

işleyerek soykırım suçunu basite

indirgemek ve kendi sabit suçuna ortak

başka milletler olduğuna dair kamuoyu

oluşturmak çabasıdır. Ermeni dostu,

kurduğu enstitü ile Taner Akçam gibi

''Soykırımcı'' kitapların yayınlanmasını

sağlayan Hofmann ve onun başını çektiği

grup işi daha da ileriye taşıyarak;

Almanya'nın soykırım yapmayı da

Türklerden öğrendiği, Atatürk'ün beş

milyon Rum, Ermeni ve Kürt'ü katlettiği,

ilk gaz odalarının Anadolu'da, Trabzon'da

kurulduğu yalanlarını yazarak,

Almanya'nın suçunu paylaşmanın da

ötesinde Holokost'u da Türklere mal

etmeye çalışmaktadır.

Öteki kesim ise Neonazi çevreler olup

soykırımı basite indirgeme dışında ikinci

bir amacı olmayan gruptur. Almanya'daki

on bir Türk milletvekilinin kabul oyu

vermesi üzerine ise değerlendirme

yapmaya lüzum yoktur. Maalesef, göçmen

travması, kültür kopukluğu gibi nedenlere

ihtiras, yükselme arzusu ve ''anadan'' öç

alma eksenindeki üvey evlat sendromu

dışında söylenecek fazla bir şeyin olmadığı

kanısındayız.

Almanya'ya gösterilecek tepkiler neler

olmalı hususunu yanıtlarken daha ziyade

ne olmamalı noktasından hareket

edeceğiz. Türk parlamentosunun da

Yahudi Soykırımı'nı tanıması şu aşamada

bir tepki olmayacaktır. Çünkü Türkiye,

Birleşmiş Milletler üzerinden bu soykırımı

tanımıştır. Dahası Almanya, İsrail'e

tazminat ödemesi yapmıştır. Esas

GENCAY

6

itibariyle Almanya için Holokost konusu

kapanmıştır. Ancak Almanya'nın ilk

soykırımı Holokost değildir. 20. Yüzyılın

başında Afrika'da binlerce Namibyalıyı

doğrudan katleden Almanya, alınan

mahkeme kararlarına rağmen soykırım

suçunu kabul etmemektedir. Tıpkı

Fransa'nın Cezayir’deki ikircikli tutumunu

örnek gösterebiliriz. Tanınması için

çalışma gösterilmesi gereken soykırım

Namibya'daki Alman katliamıdır. Fransa

ve Amerika gibi ciddi bir Ermeni lobisinin

olmadığı, üç buçuk milyonu aşkın Türk'ün

yaşadığı Almanya'da Türkiye'nin lobi

gücünün olmaması, tepkilerden önce

kişinin kendisine yönelteceği tenkit

oklarıdır.

Sonuç olarak, sorumluluğundan sıyrılmak

isteyen, insanlığa önceki yüzyılda yaşattığı

acılara ortak arayan Almanya’nın bu

kararı, tarih yazımını etkilemek şöyle

dursun, hakikat arayışındaki tarih yazımı

için kara mizah olarak kaydedilecektir.

GENCAY

7

ÇEVRESEL KİRLİLİK TAKİBİNDE

MİKROBİYAL BİOSENSÖRLER Fatma Özge ÖZDEMİR

Mikrobiyal biosensörler; kompakt,

taşınabilir, ucuz, etkileyici, kullanımları ve

yapımları nedeniyle fazlasıyla basit

özelliktedir ve kirliliğin yerinde izlenmesi

için uygun özelliklere sahiptirler. Hücreler,

mikrobiyal biosensörler için çevresel

izlemede kullanılan yeni moleküler

araçlardan birisidir (Shin, 2011).

Biosensör uygulamalarındaki birçok

raporda, kirletici, toksisite ve biyolojik

tahlil özellikleri kullanılmaktadır. Bu

konuda genetiğe bağlı bakterilerde

işlenmiş organizma sayısı hızlı bir gelişme

göstermiştir. Son zamanlarda çevresel

kirlilik takibinde biosensör kullanımları

hızla gelişmektedir. Bu yüzden mikrobiyal

biosensörler, çevresel kirlilik takibinde

önemli bir yer almıştır. Mikrobiyal

biosensörlerin çeşitli alanlardaki tespiti

için fiziksel ve kimyasal sinyal hedefleri

çok kullanışlıdır (Shin, 2011).

Çevre sorunları gün geçtikçe artmaktadır.

Bu artışın başında da tarım ve endüstri

sektörü gelmektedir. Kirliliğin nedenini

anlamak için düzenleyici elemanlar ve

potansiyel iyileştirme araçları gereklidir.

Fakat bu sistemler oldukça pahalıdır ve

karmaşıktır. Bu kapsamlı analizlerin

yapılıp, analitik işlemlerin kesin verilere

dayanması için özel laboratuvarlara

ihtiyaç vardır. Yerinde izleme (in situ) adı

verilen sistem pahalı fakat kesin verilere

dayanan bir sistemdir. Bu sistem bazı

toksik kirleticilerin taşıma sırasındaki

olası uçuculuğunu engelleyip, daha kesin

veriler elde etmek adına oldukça

uygundur. Çevre odaklı biyoanalizler canlı

sistemlerin kullanımına dayanmaktadır.

Bu sistemin amacı; canlı organizma

deneyleri ile değişen alt hücre

bileşenlerine dayalı başka hücrelerde

toksisite ve enzim testleri yapmaktır

(Belkin, 2003).

Bakterilerin popülasyon büyüklüğü, hızlı

büyüme oranı, düşük maliyeti ve kolay

üretilebilir olması özellikleri kirliliğin

izlenmesi için bakterileri kazançlı bir

seçenek yapmaktadır. Bakterilerin sahip

oldukları bu karakteristik özellikler ‘’özel’’

çevre koşullarında bir sinyal ile yanıt

vermek için önceden belirlenmiş

değişiklikleri de tespit edebilme özelliğine

sahiptir. Ayrıca bakteriler genetik

manipülasyona daha kolay adapte

olduklarından giderek daha cazip hale

gelmektedirler (Belkin, 2003).

Rekombinant DNA teknolojisi; reporter

gen ile doğal düzenleyici genleri

füzyonlayıp, başka bir sistemde bulunan

mikroorganizmaya uyarlamak için

kullanılmıştır. En sık kullanılan reporter

genler; yeşil florasan proteinini kodlayan

lux/luc, gfp ve β-galaktosidaz kodlayan

lacZ genleridir (Shin, 2011). Mikrobiyal

biosensörlerin yerinde izlenmesi için

kimyasal analizler etkili bir araç olarak

görülmüştür. Fakat çevresel izlemede

Rekombinant DNA teknolojisinin kimyasal

GENCAY

8

analizleri daha düşük tekrarlanabilirlik ve

hassasiyet sağlamaktadır.

Son zamanlarda mikrobiyal biosensör

etkinliğini iyileştirmek amacıyla bazı

konularda ilerlemeler olmuştur. Mesela

hassasiyetler mikrobiyal seçicilikler

kullanılarak geliştirilmiştir. Bu konuya

ilişkin önemli ilerlemeler olmasına rağmen

kullanımı henüz yaygın değildir.

Mikrobiyal biosensörlerin optimum

koşullarda düzgün çalışıp, daha sert

ortamlarda farklı sonuçlar doğurması

mikrobiyal pazar uygulaması için

dezavantajdır. Fakat buna dezavantajlara

rağmen, mikrobiyal biosensörler başarıyla

uygulanmaktadır. Çevre kirliliğinin

yerinde izlenmesi (in situ) için ticari

amaçlı olarak üretilmektedir. Bu yüzden

biosensörler laboratuvar koşullarında

optimum çevre izleme potansiyel ağı

oluşturmaktadırlar.

Biyosensörler

Canlıların çevrelerindeki değişimi algılama

ve yanıt verme mekanizmaları

biyosensörlerin geliştirilmesi için baz

alınarak, temel oluşturmuştur.

Biyosensörler, sıklıkla biyolojik analizler

için kullanılan bir çeşit özel sensördür ve

‘’International Union of Pure and Appşied

Chemistry’’ (IUPAC) tarafından, ‘’kimyasal

bir bileşiğe karşı verilen biyolojik yanıtı

optik, termal ya da elektriksel sinyallere

dönüştüren cihazlar’’ olarak

tanımlanmaktadır (Rasooly, 2005).

Son yıllardaki mikroelektrik alanındaki

gelişmeler ve biyolojik moleküllerin

mükemmel duyarlılıktaki yanıt verme

kapasitesinin keşfedilmesi, biyosensör

teknolojilerinin hızla gelişmesini teşvik

etmiştir. Biyosensörler genel olarak,

analizlenecek madde ile seçimli bir şekilde

etkileşime giren biyoaktif bir bileşenin, bu

etkileşim sonucu ortaya çıkan sinyalini

ileten bir iletici sistemle birleştirilip,

bunlarla birlikte bir ölçüm sistemi

kombinasyonu oluştururlar.

Biyosensörler, biyolojik sistemler ve bu

sistemlerden gelen bilgiyi analitik olarak

kullanışlı bir sinyale dönüştüren iletici

sistemlerden meydana gelir. Spesifik bir

analit ya da analitler grubunun

konsantrasyonuna bağlı olarak sinyal

oluştururlar. Biyosensörlerin biyolojik

bileşeni; katalitik özellik taşıyan ve

katalitik özellik taşımayan biyomateryaller

olarak iki önemli gruba ayrılır. Katalitik

özellikteki grup enzim, mikroorganizma ve

dokuları içerirken, katalitik özellik

göstermeyen grup ise antikorlar,

reseptörler ve nükleik asitlerden oluşur.

Bir biyosensörün fonksiyonu biyolojik

aktif materyalin biyokimyasal

spesifikliğine bağlıdır. Biyolojik materyalin

seçimi spesifiklik, depolama, operasyonel

stabilite gibi birçok faktöre bağlıdır. Bu

kimyasal bileşenler; nükleik asitler,

antijenler, mikroplar ve hormonlar gibi

parametreleri de engeller. Biyolojik

GENCAY

9

sistemlerde immobilizasyon tekniğinin

kullanılması da biyosensörün

hızlanmasında önemli bir etkendir.

Bir elektronik sinyale dönüşen sistem,

bileşiğin derişimine bağlı olarak değişik

sinyaller analizleyebilir. Elektrokimyasal

ölçüm prensibini temel alan mikrobiyal

biyosensörleri metabolik aktiviteyi ve

mikroorganizmalar tarafından üretilen

aktif metabolitlerin ölçümünü temel alan

sistemler olarak iki grupta toplamak

mümkündür. Metabolik aktivitenin

ölçümü; hücrelerin asilimilasyonu sonucu

metabolik aktivelerindeki değişimi temel

alır ve genel olarak substratın ortama

eklenmesiyle artar. Bu değişim substrat

derişimi ile ilişkilendirilir ve ortamdaki

oksijen değişimine bağlı olarak izlenir. Bu

yüzden bu sensörlerde aerobik

mikroorganizmalar kullanılır. Diğer sınıf

mikrobiyal biyosensörlerde ise;

mikroorganizmalar tarafından ortama

salınan H2, CO2, NH3 ve organik asitler

gibi elektrokimyasal aktif metabolitlerin

ölçümü esas alınır. Bu tip sensörlerde

aerobik mikroorganizma kullanma

zorunluluğu yoktur.

Biyosensörlerin, yüksek spesifikliğinin

yanında; renkli ve bulanık çözeltilerde

geniş bir konsantrasyon aralığında

doğrudan ölçüme olanak sağlamak gibi

üstünlükleri vardır. Fakat reseptör olarak

adlandırılan biyokompenentler ph,

sıcaklık, iyon şiddeti gibi ortam

koşullarından etkilenirler. Bu olay,

biyosensörün kullanım ömrünü kısalttığı

için bir dezavantaj konumundadır.

Biyosensörler için mümkün uygulama

alanları;

• Klinik diyagnostik, biyomedikal sektör

uygulamaları

• Proses kontrolü uygulamaları

• Tarla tarımı, bağ-bahçe tarımı ve

veterinerlik uygulamaları

• Bakteriyal ve viral diyagnostik

uygulamaları

• İlaç analizi uygulamaları

• Endüstriyel atık su kontrolü

uygulamaları

• Çevre koruma ve kirlilik kontrolü

uygulamaları

• Maden işletmelerinde toksik gen

analizleri uygulamaları

• Askeri uygulamalar.

Biyoreseptör moleküller; biyosensör

teknolojisinin gelişmesinde anahtar rol

oynamışlardır. Analiz edilecek madde ile

seçici olarak etkileşime giren oldukça

duyarlı biyolojik moleküllerdir.

Biyoreseptör moleküller, enzim, antikor,

protein, nükleik asit gibi biyolojik

molekülleri ve hücre, doku,

mikroorganizmalar gibi de biyolojik

sistemleri içermektedir. Biyoreseptör

olarak kullanılan moleküllerin en önemli

özelliği tespit edilmesi istenen hedef

moleküle karşı yüksek afinite ve özgüllük

göstermeleridir. (Rasooly, 2005)

Biyoreseptör olarak kullanılan birçok

biyolojik molekülün orijini

mikroorganizmalardır.

Mikroorganizmaların kendileri de

biyoreseptör olarak kullanılabilirler.

Çoğunlukla inorganik veya organik toksik

kimyasal maddelerin tespitinde

GENCAY

10

kullanılırlar ve diğer biyoreseptör

moleküllerine göre daha fazla çeşitlilikte

kimyasal yapı saptayabilirler. Genetik

modifikasyonlara uyumlu olmaları, farklı

pH ve sıcaklıklarda işlev görebilmeleri

mikroorganizmaları ideal biyosensörler

yapmaktadır.

Mikrobiyal Biosensörler

Mikrobiyal biyosensörler yararlı birçok

bileşikle birlikte endüstriyel ve bilimsel

çalışmalarda kullanılmaktadır. Özellikle

son dönemler de oldukça fazla

uygulamaları mevcuttur. Çevresel sistem

tayinlerinde mikrobiyal biyosensörler için

yapılan uygulamalar karşımıza

çıkmaktadır. Bunların büyük bir kısmı

enzim katalizli ya da mikrobiyal katalizli

reaksiyonları temel almaktadır. Enzim

sensörleri ilgili substratlarına karşı yüksek

spesifiklik gösterir, ancak enzimler

genelde pahalıdır ve stabil değildir.

Mikrobiyal biyosensörler biyokimyasal

süreçlerin on-line kontrolü için uygundur.

Bu yüzden birçok araştırmacı için çalışma

konusu olmuştur.

Mikrobiyal biyosensörler avantajlara sahip

oldukları gibi dezavantajlara da

sahiptirler. Mikrobiyal biyosensörlerin

belli başlı avantajları;

1- Geniş bir alanda bulunarak, kimyasal

analizleri kontrol ederler.

2- Farklı koşullara adapte olabilirler.

3- Farklı koşullara karşı tolerans

gösterirler ve çözgen inhibisyonundan

kolay etkilenmezler.

4- Aktif enzim izolasyonuna ihtiyaç

duymadıkları için ucuzdurlar.

Dezavantajlarından bazıları ise aşağıdaki

gibidir.

1- Ürün ya da substratın hücre

membranından difüzyonu zordur.

2- Kullanıldıktan sonra rejenerasyon için

daha fazla zamana ihtiyaç duyarlar.

3- Hücreleri birden fazla enzim içerdiği

için seçicilik oranı düşüktür.

Mikrobiyal biyosensörlerin, yapılacak

uygulamalarda avantajları ve

dezavantajları dengelenmelidir. Böylece

daha verimli değerlere ulaşılacaktır.

Sistemin dengede olması matematiksel

verilerin takibi açısından yararlı olacaktır.

Bir biyosensörün en basit ihtiyacı,

biyolojik materyali fizikokimyasal

değişimleri ölçmeye yarayan sistem ile

başarılı bir şekilde kombine olmasıdır.

Mikrobiyal biyosensörlerin ölçümünde,

mikrobiyal biyosensörler ilgili türün

spesifik olarak tanınmasında

mikroorganizma bileşeni olarak kullanılır.

Mikrobiyal biyosensörde ölçüm

prensipleri

Yapılan çalışmalara bakıldığında

geliştirilen mikrobiyal biyosensörlerin

çoğunun metabolik aktiviteyi temel aldığı

görülmektedir. Optik esaslı mikrobiyal

biyosensörler ise, lüminesans temelli

fiziksel iletim elemanlarını

kullanmaktadır. Burada, fotobakterilerin

yüksek duyarlılıkları temel alınmıştır.

Biyolüminesans hücre biyosensörleri

GENCAY

11

genetik olarak modifiye edilmiş

mikroorganizmalar (GEM) kullanılarak da

geliştirilebilir. Bunlar organik, pestisit ve

ağır metal kontaminasyonlarının

görüntülenmesinde kullanılabilirler.

Örneğin, ilgili analiti tanıyan promotorun

kontrolü altında lüsiferazı kodlayan genler

plazmide yerleştirilerek modifiye

organizmalar hazırlanabilir. Bu şekilde

hazırlanan mikroorganizmalar organik

kirleticileri metabolize ettiğinde genetik

kontrol mekanizması lüsiferazın sentezi

için devreye girer ve üretilen ışık

lüminometre ile belirlenebilir. (D'Souza,

2001)

Sonuç

Biyosensörler, örnek alımı ve sonuç verme

arasındaki süreyi oldukça

kısaltmaktadırlar. Nanolitre veya daha az

miktarlarda örnek gerektirmeleri ve aynı

zamanda yüksek düzeyde duyarlılık ve

özgüllüğe sahip olmaları en önemli

avantajlarıdır. Ölçüm sistemlerinin

otomasyona uygun ve taşınabilir olması

değişik alanlarda kullanımlarına imkân

vermektedir. Buna karşın biyosensörlerin

geleceğini maliyeti ve örnekler üzerindeki

etkinlikleri belirleyecektir. Çevre

sorunlarındaki artış taleple eş değerdir.

Talebin artmasıyla tarımsal ve endüstriyel

kirlilik de artmaktadır. Mikrobiyal

biosensörlerin çeşitli alanlardaki tespiti

için fiziksel ve kimyasal sinyal hedefleri

çok kullanışlıdır. Çevre odaklı

biyoanalizler canlı sistemlerin kullanımına

dayanmaktadır. Bu sistemin amacı; canlı

organizma deneyleri ile değişen alt hücre

bileşenlerine dayalı başka hücrelerde

toksisite ve enzim testleri yapmaktır.

Teknolojik yenilikler açısından başka

gelişmeler ile kıyaslandıklarında çağımız

aynı anda birden fazla çevre

parametrelerini izleme yeteneğine sahip

mikrobiyal biyosensör nesli olacaktır.

Gelecekte daha ekonomik, daha kullanıcı

dostu bir ekipman tercih edilmesiyle bu

dizilerin daha ileri versiyonları piyasaya

çıkacaktır. Genel toksisite ve bir numune

içinde bulunan ayrı ayrı bileşenlerin

hepsinin in-situ izlemeyi kolaylaştırması

sağlanacaktır. Tek hücreliler için

biyosensörlerde görüntüleme fiber

demetler sayesinde olmaktadır. Gelecekte

daha etkin biyosensör kullanımı, tamamen

yerinde izleme sistemlerinin otomatik

gelişimini sağlayacaktır. Bu sistem gerekli

atık üreten numunelerin hacmini azaltarak

çevreye ve ekonomiye yarar sağlanmasına

da yardımcı olacaktır.

Mikrobiyal biyosensörlerin hızla yerinde

ve çevresel değişkenlerin daha kompakt,

mobil, otomatik ve kablosuz cihazlara

dönüşmesi gerekir. O yüzden mikrobiyal

biyosensörler yakın gelecekte daha geniş

uygulamalarda yer alacağı ve daha büyük

umutlar vadedeceği açıkça görülmektedir.

Kaynaklar

Belkin, S. (2003). Microbialwhole-cellsensing

System of Environmental Pollutants.

Currentopinion in Microbiology.

D'Souza, S. (2001). Microbial Biosensors. Biosens

Bioelectron.

Rasooly, A. (2005). Biosensor Technologies.

Methods.

Shin, H. J. (2011). Genetically Engineered Microbial

Biosensor For In Situ Monitoring Of Environmental

Pollution. Applmicrobial Biotechnol.

GENCAY

12

SOYKIRIM SUÇLAMASININ HUKUKİ

BOYUTU ÜZERİNE

Nami Cem İYİGÜN

Geçen yıl sözde Ermeni soykırımının 100.

yılı dolayısıyla Vatikan’da düzenlenen

ayinde Katolik dünyasının dini lideri Papa

“20. Yüzyılın ilk soykırımı” ifadesini

kullandı. Ardından Avrupa

Parlamentosu’nun aldığı kararda 1915

olaylarına “soykırım” nitelemesi getirilip

Türkiye’ye geçmişle yüzleşme çağrısı

yapıldı. Hemen peşine Avusturya

Parlamentosu 24 Nisan 1915’te

Ermenilerin tutuklaması ile başlayan

olayların tehcir ile devam ettiğini ve

soykırım ile son bulduğunu öne süren bir

bildiri yayınladı. Avusturya

Parlamentosu’nun bildirisini Rusya Devlet

Başkanı Putin’in “soykırım” mesajı takip

etti. Geçtiğimiz 24 Nisan’da ilk defa

“soykırım” sözcüğünü sarf edebileceği

düşünülen ABD Başkanı’nın “katliam”

demekle yetinmesi Türkiye’ye geçici bir

rahatlama sağladıysa da, önümüzdeki

birkaç yıl içerisinde başımıza geleceklerin

sinyali gibiydi.

Bu yıl ise Almanya’nın hamlesi geldi ve

sözde Ermeni soykırımının tanınmasına

ilişkin önergenin 2 Haziran 2016 günü

Alman parlamentosunda oylanacağı

duyuruldu. II. Dünya Savaşı ertesinde

Alman siyasetçiler usta bir manevrayla

Yahudi soykırımının sorumluğunu

Nazilere yıkarak Alman milletini

sorumluluktan uzak tutmaya çalıştıkları

halde, işlenen insanlık suçunun ağır

yükünü Alman kolektif hafızasından

silemediler. Suçluluk algısı, Alman

toplumunda güncelliğini yitirmeyen utanç

duygusuna ve derin psikolojik etkilere yol

açtı. İşte o sebeple Avrupa bütünleşme

sürecinde tarihi bir rol oynamak ve dünya

politikasında ekonomik gücüyle orantılı

bir güç merkezine dönüşmek isteyen

Almanya, suçunu paylaşacak tarihi

ortaklar aramakta ve vicdanını

temizlemek için Türk milletini hiçbir

hukuki geçerliliği olmayan Ermeni

soykırımıyla suçlamaya yeltenmektedir.

Ermeni İddialarının Hukuki Değeri

Türkiye, Ermeni Diasporası’nın iddialarını

tarihi ve siyasi boyutlarıyla ele almak

üzere istikrarlı bir devlet stratejisi

oluşturmakta epey geç kaldığından dünya

kamuoyu nezdinde diasporadan kat be kat

avantajsız konumda bulunmaktadır.

Soykırımı tanıyan ülkelerin sayısı yıldan

yıla artmakta ve bazı ülkelerde “1915

olayları soykırım değildir” diyenleri

cezalandıran yasalar çıkartılmaktadır.

1915’te yaşananları tarihi alanda

tartışmaktan kaçan Ermeni Diasporası,

propaganda faaliyetlerini siyasi alanda

sürdürmekte ve “3T” kısaltmasıyla

adlandırılan “Tanıma-Tazminat-Toprak”

idealleri doğrultusunda sözde soykırımı

olabildiğince fazla ülkeye tanıtmaya

çabalamaktadır.

Artık tartışmanın tarihçilere bırakılması

önerisinin geçerliliğini kaybettiği ve

meselenin tamamen siyasileştiği bir

aşamaya varılmıştır. Türkiye’nin Ermeni

GENCAY

13

iddialarıyla mücadelede şimdiden itibaren

yapması gereken, soykırım kavramının

hukuki boyutundan azami ölçüde

yararlanmak ve yargısız infaza geçit

vermemektir. Rastgele kullanılabilecek bir

sözcük olmayan “soykırım”, uluslararası

bir suçtur ve bir uluslararası hukuk

enstrümanıyla kodifiye edilmiştir. Bu

enstrüman, 9 Aralık 1948 tarihinde

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda

oybirliğiyle kabul edilen ve 12 Ocak 1951

tarihinde yürürlüğe giren “Birleşmiş

Milletler Soykırımın Önlenmesi ve

Cezalandırılması Sözleşmesi”dir.

Anılan sözleşmenin 2. Maddesi “Bu

Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal

veya dinsel bir grubu veya o gruba

mensup olanların tümünü veya bir kısmını

yok etmek kastıyla öldürmek (…) gibi

fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu

oluşturur” demiş ve grupları sayarken

“politik grup”tan söz etmemiştir. Politik

grup, özerklik veya bağımsızlık kabilinden

politik amaçlarla mücadele eden grup

anlamı taşır ve 1. Dünya Savaşı sırasında

Osmanlı topraklarında bağımsız devlet

kurmak amacıyla isyan çıkaran Ermeniler

bir politik gruptur. Keza Osmanlı

Devleti’nin 24 Nisan 1915’te ülke

güvenliğini korumak adına çıkarttığı

kararla tutuklanan Ermenilerin tamamı da

örgüt mensubu olmaktan

tutuklanmışlardır.

Yine aynı sözleşmeye göre “Bir zanlının

ve/veya devletin soykırım suçu ile

suçlanabilmesi için, yetkili mahkeme

tarafından suçun objektif ve sübjektif

unsurlarının kanıtlanması ve bilhassa

suçun özel kasıtla işlendiğinin hiçbir

kuşkuya mahal vermeyecek şekilde

saptanması şarttır“. Sözleşme, soykırım

iddialarını kapsayan davalara bakmakla

yetkili mahkemeleri olayın vuku bulduğu

ülke mahkemesi ve tarafların üzerinde

anlaşacakları uluslararası ceza mahkemesi

olarak belirlemiştir. Gelin görün ki

günümüze değin ne bir Türk

mahkemesinde, ne de bir uluslararası

mahkemede herhangi biri Ermenileri

soykırıma tabi tutmaktan ceza yemiştir.

Sözleşmeyle devletlerin soykırım

hususunda aralarında çıkabilecek

ihtilafları Uluslararası Adalet Divanı’na

götürebilecekleri de öngörülmüş, fakat

Ermeni tarafı iddialarında son derece

kendine güvenli görünmesine rağmen

Uluslararası Adalet Divanı’na gitmeyi

aklından geçirmemiştir. Zira Uluslararası

Adalet Divanı’nın ortaya koyduğu

içtihatların hepsini terk etmedikçe Türkiye

aleyhine bir hüküm kuramayacağı

anlaşılmış ve gelecekte meselenin oralara

kadar uzanması ihtimali Türkiye’den

ziyade Ermeni tarafını endişelendirmeye

başlamıştır.

Sözleşmede vurgu yapılan özel kasıt,

soykırım suçunun ancak belli bir grubu

veya o grubun mensuplarını sırf grup

mensubiyetlerinden ötürü katletme

kastıyla hareket edilmiş olması halinde

gündeme geleceği anlamındadır. 1915’teki

tehcir, Ermeni nüfusunu yok etme kastıyla

değil, askeri mecburiyetlerle

kararlaştırılmış ve talimatnameler

çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.

Yüzbinlerce insanın hayatını yitirmesi

zorlu savaş koşullarının sonucudur ve

ölenler sadece Ermeniler olmamıştır.

Öte yandan evrensel hukukun en temel

ilkesi olan kanunilik ilkesi uyarınca

kanunsuz suç ve ceza olmaz, ceza

GENCAY

14

kanunları makable şamil uygulanamaz.

Başka deyişle işlendiğinde suç kapsamına

girmeyen bir fiil daha sonra suç

kapsamına sokuldu diye zanlının aleyhine

olacak şekilde geriye yürütülemez. Bu

bağlamda bir anlığına 1915’deki tehcir

olayının tüm diğer unsurları yönünden

soykırımın tarifine uyduğunu varsaysak

bile Türkiye’yi soykırımla suçlama imkânı

oluşmaz. Soykırım ilk defa 1951 yılında

yürürlüğe giren BM sözleşmesiyle

tanımlanmış bir suç tipidir ve 1915’te

meydana geldiği iddia edilen olaylardan

kaynaklı sorumluluk yaratmaz.

Neticede bir zanlıya yöneltilen soykırım

suçunun objektif ve sübjektif unsurlarının

mevcudiyeti ile özel kasıtla işlendiği yetkili

mahkemece kesin hükme bağlanmadığı

sürece soykırım iddialarının hiçbir hukuki

değeri yoktur. Batılı tarihçilerin yanı sıra

pek çok ülke parlamentosu ifrat

derecesinde bir önyargıyla Türkiye’yi

suçlamaya devam ededursun, Türkiye’nin

uluslararası hukuk açısından eli güçlüdür

ve yukarıda bahsedilen temel hukuk

prensipleri ışığında soykırımla suçlanması

mümkün değildir.

Perinçek-İsviçre Davası ve AİHM

Kararının Anlamı

Kaldı ki Türkiye’nin hukuken elini

güçlendiren yeni bir gelişme olarak

uluslararası hukuk nezdinde kazanılmış

somut bir başarı da mevcuttur. Geçtiğimiz

yıl Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

(AİHM)’nin Büyük Dairesi, Doğu

Perinçek’in İsviçre’de “Ermeni soykırımı

emperyalist bir yalandır” dediği

gerekçesiyle ceza alması hakkında 2. Daire

tarafından Aralık 2013’te verilen ihlal

kararıyla ilgili İsviçre devletinin yaptığı

itiraz başvurusunu 7’ye karşı 10 oyla

reddetmiş ve Perinçek’i haklı bulan karara

uymuştur. Yani 1915 hadiselerinin

soykırım olmadığını söylemenin suç

sayılamayacağı ve soykırımı inkârı

cezalandırmanın ifade özgürlüğünü ihlal

anlamına geleceği, AİHM önünde

tescillenmiştir. Avrupa Konseyi üyesi kırk

iki ülkeye doğrudan bağlayıcılığı olan bu

içtihat, evrensel hukukun en önemli

mabedi sayılan AİHM’in nihai kararı

olması hasebiyle diğer dünya ülkelerini de

ister istemez bağlayacaktır.

Perinçek, 2005 yılında İsviçre’de verdiği

konferanslarda “Ermeni soykırımı

emperyalist bir yalandır” demesi üzerine

İsviçre mahkemesinde “ırkçı ayrımcılık”

suçlamasıyla yargılanmış ve cezaya

çarptırılmıştı. 2008’de konuyu AİHM’e

götürünce AİHM 2. Dairesi 17 Aralık 2013

tarihinde Perinçek’in sözlerinin ifade

özgürlüğüne girdiğine karar vermiş ve

İsviçre’yi haksız bulmuştu. İsviçre’nin

karara itiraz etmesiyle dava AİHM’in

temyiz organı Büyük Daire’ye taşınmış ve

Büyük Daire 28 Ocak 2015’teki ilk

oturumda tarafların savunmasını

dinlemişti. O sırada Perinçek’in Ergenekon

davası kapsamında yurt dışına çıkış yasağı

bulunması dolayısıyla Büyük Daire

oturumuna katılabilmek için yurt dışı

yasağına itiraz yapması gerekmiş ve itirazı

değerlendiren İstanbul 4. Ağır Ceza

Mahkemesi Perinçek’in yasağını

kaldırmıştı.

Yurt dışı yasağının kaldırılmasını takiben

Strasbourg’daki oturuma katılan Perinçek,

savunmasında “Osmanlı devletinin

Ermenileri topyekûn yok etmek kastıyla

hareket etmediğini, Birinci Dünya

Savaşı’nda karşılıklı ölümler ve zorunlu

GENCAY

15

göçün söz konusu olduğunu, Ermeni

probleminde dönemin büyük devletlerini

sorumlu gördüğünü” ifade etmiş; Perinçek

adına söz alan Avukat Mehmet Cengiz ise

“davanın özünün ırkçı söylem ve nefret

suçuna değil, düşünce ve ifade

özgürlüğüne dayandığını, müvekkili

Perinçek’in 1915’teki trajediyi

reddetmediğini, ancak yaşananların

hukuki bakımdan soykırım kavramıyla

nitelendirilemeyeceğini savunduğunu ve

kaynağının tamamen hukuki olduğunu”

belirtmişti. Davaya Perinçek tarafının

yanında müdahil olan Türkiye ve İsviçre

tarafının yanında müdahil olan

Ermenistan’ın heyetleri de oturumda hazır

bulunmuşlardı. Nihayet 15 Ekim 2015

Perşembe günü AİHM’in Büyük Dairesi

nihai kararını verdi ve tarafların

savunmalarını dinlediği ilk oturumdan

yaklaşık dokuz ay sonra vardığı kararında

Perinçek’in haklılığına hükmetti.

Doğu Perinçek’in AİHM’de kazandığı dava,

yüz yıllık Ermeni soykırımı iftiralarına

karşı uluslararası hukuk düzleminde elde

ettiğimiz tek ve en büyük başarıdır.

Perinçek’in başarısıyla birlikte Türk

milletinin eli güçlenmiş, morali düzelmiş

ve korkusuzca “Ermeni soykırımı

emperyalist bir yalandır” diye

haykırabileceği geniş bir mevziiye

kavuşmuştur. Ayrıca Perinçek’in AİHM’de

kazandığı davanın gerekçeli kararı, sadece

soykırımın inkârını suç saymanın fikir

hürriyetini ihlal anlamına geleceğini tespit

etmekle kalmamış, aynı zamanda

soykırımın var olup olmadığına karar

vermek noktasındaki yetkinin siyasi

parlamentolarda değil, uluslararası

mahkemelerde olduğunu da vurgulamıştır.

Böylece bizim de yukarıda açıkladığımız

“Zanlıya yöneltilen soykırım suçunun

objektif ve sübjektif unsurlarının

mevcudiyeti ile özel kasıtla işlendiği yetkili

mahkemece kesin hükme bağlanmadığı

sürece soykırım iddialarının hiçbir hukuki

değer taşımayacağı” gerçeği ilk defa bir

uluslararası hukuk metninde yer almıştır.

Sonuç

Arşivlerini açma, çeşitli dillerde yayın

yapma ve tarih tezlerini dünyaya kabul

ettirme trenini kaçıran Türkiye’nin en

azından bundan sonrasında uluslararası

hukuk bakımından sahip olduğu

avantajları etkili biçimde kullanması ve

haykırması elzemdir. Savaş sırasındaki bir

tür nefis müdafaası olan tehcire soykırım

demenin hukuken mümkün olamayacağını

ve hiçbir siyasi organın mahkeme rolüne

soyunamayacağını dünyaya anlatmak

konusunda her bir Türk vatandaşına

büyük görevler düşmektedir. Hamasi

nutuklarla Türk’ün Türk’e propagandasını

yapmak yerine haklılığımızı dünyanın

gözünün içine sokma yollarını aradığımız

takdirde ise önümüze set çekebilecek

kimse bulunmamaktadır.

Kaynakça:

“No:275, 15 Ekim 2015, AİHM’in Perinçek/İsviçre

Davasına İlişkin Büyük Daire Kararı Hk.”,

http://www.mfa.gov.tr

“Alman Parlamentosu Taassubun Esiri”, Milliyet Gazetesi

(Düşünenlerin Düşüncesi), 23.05.2016

Çakır (K.O.), “Uluslararası Hukuk Bakımından

Ermenilerin Soykırım İddialarının İncelenmesi”, 2012

Elekdağ (Ş.M.), “Ermeni Savları ve Soykırım Suçunun

Hukuksal Niteliği – Ermeni Soykırımı İddiasının

Uluslararası Hukuk Açısından Değerlendirilmesi”, 2006

Elekdağ (Ş.M.), “Tarihsel Gerçekler ve Uluslararası

Hukuk Işığında Ermeni Soykırımı İddiası”, 2010

GENCAY

16

AYLAK ATMACA’NIN DÜŞÜ

Veysel Gökberk MANGA

Nihâyet insanız. Sayısız hissin, râbıtanın,

sezginin ve tefekkürün telkîni altında

yaşıyoruz. Dünyâda ve evrende, duyup

anlayamayacaklarımızın sayısı, geri

kalanlarla gâlibâ kıyas götürmeyecek

kadar fazla. Büyük ve toplu varlığın içinde

belki teker teker hiçbir şey ifâde etmiyor

olabiliriz; fakat yine de, kendi varlığımız

içinde hepimiz muayyen ağırlık ve

kıymetlere sâhibiz. Bunun için, uçup giden

ve ancak üzerine yazıldığı kâğıt kadar bir

ağırlığa mâlik olabilen yazının yanında,

her biri en az “üç değirmen taşı”

çekebilecek sözler vardır; her söz bunun

için kıymetlidir ve bizim tarihimizin en

esaslı yanlışlarından birini tevil

mecbûriyeti, böylece doğar; doğrusu

şudur: yazı-rüzgâra tutulmuş bir kâğıt

gibi-uçar, söz kalır!

Yûnus-hattâ bakın, o kadar Yûnus’tur ki o,

Hazret-i Yûnus-bir şiirini, Türkçenin en

veciz ifâdelerinden biriyle bitirir. Gerçi bu

lâf daha önce hiç söylenmemiş değildir ve

bütün kültürlere mensûp kulakların

duvarlarında ondan önce bunu çınlatanlar

olmuştur ve ondan sonra da olmuştur ve

olacaktır ama gelmiş geçmiş ünleyişlerden

hiçbiri, girdiği yeri böyle dolduracak kadar

kaabiliyetli olamamış olsalar gerektir. En

büyük şâir aydır:

“Be hey Yûnus, sana söyleme derler;

Ya ben öleyim mi söylemeyince!”

Bâzı şey vardır ki, ham maddesi dikendir,

içi dışı dikendir, gülü çiçeği dikendir.

Çöküp oturduğu yeri kanatır durur.

Kurtulmanın, iyileşmenin tek yolu, bince

yıldır bu hayâtı yaşayan adamların

yaptığını yapmaktan ibârettir yalnızca:

aytmak, yâni söylemek.

“İnsan düşündükçe yaşar.” derler de

“İnsan konuştukça yaşar.” demeyi nedense

unutuverirler. Hâlbuki onlar,

düşündüklerini söylemeden

duramayanlardır; fakat bunun böyle

olduğunun da maalesef farkına varmayı

“unutmuşlardır.” Ben, damarlarımızda,

kanla berâber “söz”ün de taşındığını

bilenlerdenim. Kalp çarpıntısı denen şey,

kadim ve kebir sözün, rûhun odalarında

yankılanmasından ibârettir. Sâdece bu

sebeple dahi olsa söyleyen ve sırf söylediği

için yaşayabilen binlerce adam vardır;

bunlara şâir denir ki ölmemek için

konuşmak zorundadırlar. Ancak

konuştuğu, söylediği hâlde ölenler de

vardır ve işte bunlar bütün insanlık

tarihinde bambaşka bir yer işgâl ederler.

Yetik Ozan, Türk edebiyât tarihinin-birkaç

bakımdan-görmediği, tanımadığı bir şâir

tipidir. Yapılması gerekeni yapmış, şiirini

gelenekle beslemiş, eski ve yeni usûlde

birçok şiir yazmıştır. Onu diğerlerinden

ayıran ise, şiirinin ses tonu, vurgularının

kendine özgülüğü, başka kimsede

bulunmayan ve bulunamayacak gibi duran

hasretli üslûbu ve nihâyet ölüm şeklidir.

Bu özellikler Yetik Ozan’ı, ölmemek için

söyleyenlerin dünyâsında söylediği için

ölen adam olmak ayrıcalığına eriştirir ve

hayât ağacının şanlı tepesinde, muhayyel

GENCAY

17

Türk tanrısının yanına, onun için bir taht

daha konmasına neden olur. Şamanlar ve

bozkurtlar Tanrı’dan kut ve ondan şiir

almak için ulukayına tırmanırlar.

Yarın yapacaklarını kendi ses tonuyla

anlatır:

“Eğer vurup borana dağlardan akacağım;

Hışmımdan boz başaklar dalgalanacak

gene,

Çelikten kanatlarla göklere çıkacağım;

Başımda dolunaylar tolgalanacak gene.”

Kendine özgü vurguları davullarını çalar:

“Salınıp geçerken sen gökçe belden

Düşer devşirdiğim çiçekler elden,

İncesin lâleden, sümbülden, gülden;

Hangisini taksam yük başına yar.”

Hasretli üslûbu eski günlerin

bohçalarından çıkarak yürekler dağlar:

“…

En ulu yangından sağ çıkan sazı

Son sofu omzuna astı götürdü.

Bir ümmi çobanın yazdığı cöngü

Bilginler bağrına bastı götürdü.

Bozkırın sırrını açık denize

En sabırlı ırmak sustu götürdü.”

Ve nihâyet, kendince ölür:

“Var, gökçe gülleri al eyleyip git!

Bakır bulutları şal eyleyip git!

Kısır ahlatları dal eyleyip git!

Göğe adam asılır mı?

Kırık divitlerde özüm bu sıra.”

Yetik Ozan, yâni Turgut GÜNAY, o gün hiç

kimseye bir şey demeden, yalnızca bir

ölüm muştucusu sayılabilecek olan 37.

Damla’yı bırakarak Ulus’ta bir otel

odasında kendini asar. Fakat onun

intihârını diğer intihârlar gibi görmemek

lâzımdır. O, bizim aramızda, bizim gibi

yaşamayan, yere başka basan, gülü farklı

duyan, yemeği ayrı tadan adam, bizim bir

duvar olarak gördüğümüz otel odasının

tavanında göğü görmüş, kendini “göğe

asmış,” kendi divitini, anlayacağınız gibi,

kendisi kırmıştır.

Yazımı, onun 37. Damla'sına nazîre olarak

yazdığım bir şiirle bitirmek istiyorum.

Buyurun:

Bardaktan Taşan Damla

-kendi divitini kıran, kendi bardağını

taşıran Yetik Ozan’ın 37. Damla’sına

naziredir-

“Değme geç, değme geç bana tan yeli!”

Bırak bahçelerim küleksiz kalsın,

Yârin saçlarını elbet tararsın,

GENCAY

18

Bir lâhza ara ver, dindir şu seli.

İpekten elleri yâdlarım sarsın,

Vuslattan, hatrını, hasretler sorsun,

Âteşîn şûleler uzakta dursun,

“Tünle kırbaçlanmış yüzüm bu sıra.”

Fikrimi astılar, darlarda kaldım,

Kışın karlar, yazın hârlarda kaldım,

Aşılmaz geçilmez yarlarda kaldım

“Gerçi, gönlüm yedi kuşak Egeli.”

Bıçağım gök kinlerde bilenmiştir,

Merhamet, nefretten hak dilenmiştir,

Yolum yok, ayağım çivilenmiştir,

“Ağrı doruğunda gözüm bu sıra.”

*****

Değ de geç, değ de geç bana tan yeli,

“Var, gökçe gülleri al eyleyip git.”

Kanımı kinine çal eyleyip git,

Bir hey çekişinde kızarsın gökler,

“Bakır bulutları şal eyleyip git.”

İntikâm burcunda doğsun bebekler,

Zehrimi diline bal eyleyip git;

Dökük yaprakları sal eyleyip git.

Ardım “Kansu,” önüm Balkan’dı benim,

Elim, savaşlarla yıkandı benim,

Dilim denizlerde çalkandı benim,

Sus deme; sus deme! Alçaklar sussun!

Gölgesinden kaçan korkaklar sussun!

Hiddetim göklere dayandı benim,

“Üç değirmen taşı sözüm bu sıra.”

*****

Ki benim ellerimden baharlar dökülürdü,

Rûhumda sırtlanların dişleri sökülürdü

Ve kötü adamların düşleri yıkılırdı;

“Kırık divitlerde özüm bu sıra.”

“Yaraya tuz basılır,” basılır buralarda;

“Başak boşa kasılır,” kasılır buralarda;

“Göğe adam asılır!” Asılır buralarda!

GENCAY

19

ATATÜRK’ÜN 23 NİSAN’INI ANLAMAK

Açelya OĞUZ

“Küçük hanımlar, küçük beyler; sizin hepiniz,

geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız.

Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz.

Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu

düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey

bekliyoruz.”

M. Kemal ATATÜRK

Ülkemizde her yıl “Ulusal Egemenlik ve

Çocuk Bayramı” olarak kutlanan,

çocuklarımızın etkinlikleriyle renklenen

bu bayram ne zaman kutlanmaya başlandı,

amacı nedir? Bu sorunsal metnin ana

eksenini şekillendirecektir.

Kelime etimolojisi yaptığımızda “Ulusal

Egemenlik” kavramını irdelememiz

gerekmektedir. Ulus, aynı topraklar

üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih,

ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği

olan insanların oluşturduğu topluluk

olarak tanımlanmaktadır. Egemenlik ise

“Milletin ve onun tüzel kişiliği olan

devletin yetkilerinin hepsi, hükümranlık,

hâkimiyet”(www.tdk.gov.tr) olarak

tanımlanmaktadır. O halde Ulusal

Egemenlik; bir milletin hiçbir diktaya,

baskıya boyun eğmeden ortak kurallar

oluşturarak kendini yönetmesi, hürriyetini

korumasıdır. Bayramın adında geçen

“çocuk” kelimesi ise Atatürk’ün dünya

görüşü ve milli algısıyla birlikte

yorumlanmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk,

biyolojik olarak evlat sahibi olmamakla

birlikte on bir çocuğu evlat edinmiştir.

İhsan, Ömer, Afife, Abdurrahim, Zehra'yı

(Zühre) Cumhuriyet öncesinde; Sabiha,

Afet, Rukiye, Nebile, Ülkü ve Sığırtmaç

Mustafa'yı Cumhuriyet sonrasında manevi

evlatları olarak kabul etmiştir. Bu

çocukların ortak özellikleri ebeveynlerini

savaşta kaybeden kimsesiz çocuklar

olmalarıdır. Bu çocuklar Atatürk’ün

gözetiminde iyi bir eğitim alıp çeşitli

kademelerde görev yapmışlardır. Atatürk

bu çocuklarla zaman geçirmiş, onların

yaşantısındaki savaşın acılarını silmeye

çalışmıştır. Atatürk evlat edinemediği

savaş sırasında öksüz ve yetim kalan daha

yüzlerce yoksul çocukları bir bahar şenliği

ortamında sevindirmeyi amaçlamaktadır.

23 Nisan’ın çocuklara adanmasının milli

sebebi budur.

(Atatürk ve oğlu Abdurrahim Tuncak)

Atatürk’ün düşünce dünyasındaki “çocuk”

algısı ise bağımsızlığın bayrağını taşıyacak

olan neferleri ifade etmektedir. Bu bayram

ülkemizin ilk Cumhurbaşkanı olarak

Atatürk tarafından dünya çocuklarına

GENCAY

20

armağan edilmiştir. Sevmeyi, hoşgörüyü,

kardeşçe yaşamayı bilen bir toplumu

ancak dünya çocuklarının

oluşturabileceğini bilen Atatürk aslında bu

bayramı barışa adamıştır. Bu iki kavramın

birlikte addedilmesinin sebebi budur.

Atatürk’ün 23 Nisan’ı yorumlamasında

etki eden dünya görüşü ve milli algısı bu

bayramı çıkış noktasıyla ulusal, uygulanış

noktasıyla evrensel bir hüviyete

büründürmüştür.

(Atatürk ve kızı Ülkü)

TBMM’nin açılışının birinci yılında

kutlanmaya başlanan bu bayram

saltanatın kaldırılmasıyla “23 Nisan Ulusal

Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak

adlandırıldı. Türk’ün dünya milletleri

karşısında ölüm kalım mücadelesini

sembolize eden milli bayramlarımız

topraklarımızı kanlarıyla besleyen

şehitlerimizin, öksüz ve yetim

çocuklarımızın anısına, onlara

duyduğumuz şükran borcuyla en iyi

şekilde yad edilmelidir. Bu şekilde hem

bağımsızlığımız kutlanmalı hem de

atalarımızın ruhları onurlandırılmalıdır.

Kaynakça:

Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, Sarı Mustafam, Truva

Yayınları, İstanbul, Kasım 2010, S. 119-124.

www.tdk.gov.tr

GENCAY

21

BİZ BİRKAÇ YÜZYILLIK GENÇLERİZ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI

Biz birkaç yüzyıllık gençleriz;

Bu iftar sofrasında…

Ruhumuzdan aşağı;

Cennet şarapları, kımızlar…

Soframıza konuktur;

Soğuk kış gününde,

Bozkırda yahut

Orhun kıyısında,

Kışlamışlar…

Biz birkaç yüzyıllık gençleriz.

Bizde saklıdır mukaddes

Fecri istikbalin…

Muhteşem atinin

Işığında saklı abide yazmışlar.

Bizde saklıdır ulular,

Ulu uluyuşları…

Ergenekon renkli tomurcukların

Ve tomurcuklardan, ordular kurmuşlar.

Biz birkaç yüzyıllık gençleriz,

Bu iftar sofrasında…

Ruhumuzdan aşağı;

Cennet şarapları, kımızlar…

GENCAY

22

HÜSEYİN NİHAL ATSIZ'IN "BOZKURLARIN

ÖLÜMÜ" ADLI ROMANININ TANITIMI Serdar NASİP

Hüseyin Nihal Atsız’ın Hayatı ve Yazın

Yaşamı

Hayatı:

12 Ocak 1905’te İstanbul Kadıköy’de doğan

Atsız, baba tarafından Gümüşhane’ye bağlı

Torul kazasının Midi köyündeki

Çiftçioğluları ailesine, anne tarafından ise

Trabzon’un Kadıoğluları ailesine mensuptur.

Hüseyin Nihal Atsız, Deniz Kuvvetleri’nde

Deniz Güverte Binbaşılığından emekli olan

Mehmet Nail Bey’in, bir Deniz Yarbay’ının

kızı olan Fatma Zehra Hanım ile evliliğinden

olan üç çocuklarından biridir. Atsız’ın bir

kardeşi yine bir eğitimci ve yazar olan

Ahmet Necdet Sançar, diğer kardeşi ise

Fatma Nezihe Çiftçioğlu’dur.

Atsız, ilk ve orta öğrenimini Kadıköy’deki

Fransız ve Alman Mektebi’nde, Kadıköy ve

İstanbul Sultanisinde yapmıştır. Lisenin

onuncu sınıfındayken sınavı kazanarak

Askeri Tıbbiye ’ye girmiştir. (1922) Buradan

çıkarılınca Kabataş Lisesi’nde üç ay yardımcı

öğretmenlik, sonrasında ise Deniz Yolları’na

bağlı bir Vapur’da kâtip yardımcısı olarak

çalışmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi’nin “Yüksek Muallim Mektebi”ne

girdikten bir hafta sonra askere alınmıştır.

İstanbul’da askerliğini yaptıktan sonra

yeniden okuluna dönmüş ve mezun olup

aynı bölümde asistan olarak kalmıştır.

1931 yılında felsefe bölümünde okuyan

Mehpare Hanım ile evlenmiş; fakat 1935’te

ayrılmıştır. Bu dönemden sonra aylık

yayımlanan “Atsız Mecmua”yı çıkarmaya

başlamıştır. Çıkardığı dergilerin çoğu, bir

süre sonra mahkeme kararları ile

kapatılmıştır. Atsız, bir dönem Milli Eğitim

Bakanlığı da yapan Reşit Galib’in Prof. Dr.

Zeki Velidi Togan’ı ağır bir dille eleştirmesi

üzerine, aralarında Pertev Naili Boratav’ın

da bulunduğu sekiz arkadaşıyla birlikte

“Zeki Velidi’nin öğrencisi olmakta iftihar

ederiz.” diyen bir protesto telgrafı çekmiştir.

Bu telgraftan sonra Reşit Galib, Atsız’ı

mimlemiş ve onu üniversiteden

uzaklaştırmak için fırsat gözetmiştir.

Nihayet Atsız’ın bir makalesi ile bu fırsatı

yakalamış ve 13 Mart 1933 tarihinde onu

görevden uzaklaştırmıştır. Üniversite

görevinden uzaklaştırıldıktan sonra, üç ay

Malatya Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni

olarak; dört ay Edirne Lisesi’nde edebiyat

öğretmeni olarak çalışmıştır.

“Atsız Mecmua”nın devamı niteliğinde olan

“Orhun” dergisini çıkarmaya başlamıştır. Bu

dergide, o dönemde liselerde ders kitabı

olarak okutulan tarih kitaplarındaki

yanlışlıkları dile getirmesi üzerine 1933’te

bakanlık emrine alınmış, Orhun dergisi de

kapatılmıştır. Dokuz ay bakanlık emrinde

kalan Atsız, 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki

Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe

öğretmeni olarak atanmıştır.

Yazın Yaşamı:

Usta kalem Atsız’ın, okuyanı kendi

dünyasına çeken büyük bir yazarlığı ve

şairliği, ne yazık ki birçok çevre tarafından

görmezden gelinmiş ve o yalnızca bir

“siyaset adamı” olarak gösterilmeye

GENCAY

23

çalışılmıştır. Oysa Atsız, hiçbir zaman

siyasete girmemiş, yalnızca ömrünü adadığı

Türkçülük sevdasını kalemiyle yüceltmeye

çalışmıştır.

Atsız, henüz 25 yaşındayken “Türklere Ait

Yer İsimleri” adlı bir makale hazırlamış ve

hem yazarlığındaki güç hem de çalışkanlığı

ile hocası Fuat Köprülü’nün dikkatini

çekmiştir. Çok genç yaşta yazmaya başlayan

ve Mahmut Kemal İnal’ın “atlıyı atından

indirecek kişi” olarak tanımladığı Atsız,

geçirdiği zorlu günlerde bugün milyonlarca

kişinin tekrar tekrar okuduğu büyük eserler

yazmıştır.

Roman ve şiiri herkes yazabilir; fakat

yazdıklarıyla milyonlarca genci harekete

geçirip, bir düşünce akımı yaratarak

yaşadığı döneme damgasını vurmak güç

iştir. İşte Atsız, bunu başarabilmiş bir

şahsiyettir. Şiirlerinin çok azında aruz

veznini kullanmış, geri kalanında hep milli

ölçümüz olan hece ölçüsünü kullanmıştır.

Ayrıca şiirleri yalnızca Türkçülüğü konu

almamıştır. Sevgi ve ayrılık konulu şiirleri de

vardır.

Bazı romanları, bölümler halinde

gazetelerde yayımlanmıştır. Tarihi

romanlarıyla, tarihi yaşatmıştır. Ölmeden

önce “Yalnız Adam”ı ve Bozkurtlar’ın üçüncü

cildini yazacağını söylemiş; fakat buna ömrü

yetmemiştir.

“Bozkurtların Ölümü” Adlı Romanın

Tanıtımı

Hüseyin Nihal Atsız “Bozkurtların Ölümü”

nü 1946 yılında yargılandıktan sonraki üç

yıllık işsizlik döneminde yazmıştır. Kitap,

yazarın ilk romanıdır.

Bu romanda genel olarak Göktürkler

dönemindeki Türk yaşantısı ve töresi, tarihi

olaylarla canlandırılmıştır. Çin’e yapılan

seferler ve çerilik romanın temelini

oluşturmaktadır.

Kitapta Geçen Başlıca Kişiler

Yüzbaşı İşbara Alp: Romanın birçok

yerinde karşımıza çıkmaktadır. Göktürk

askeridir.

Çalık: Yüzbaşı İşbara Alp’ın at uşağıdır.

Onbaşı Yamtar: Göktürk askeridir.

Onbaşı Pars: Göktürk askeridir. İşbara

Alp’ın kızı Almıla’yı sevmektedir. Romanın

ilerleyen bölümlerinde Almıla ile kaçarlar.

Çuluk Kağan: Göktürk hakanıdır. Kürşad’ın

babasıdır. Çinli karısı İçing Katun tarafından

kitaptaki deyimle ağulanarak, günümüzdeki

kullanımıyla zehirlenerek öldürülmüştür.

İçing Katun: Göktürk hakanı Çuluk Kağan’ın

kitaptaki deyimle evdeşidir. Kitabın

17.sayfasında verilen bilgiye göre Çin’de

eskiden kağanlık yapan Sui Kağan

ailesindendir. Daha sonra tahta Tang Kağan

ailesi sahip olmuştur. İçing Katun da

yeniden kendi ailesinin tahta çıkması için

Çuluk Kağan’ı kışkırtmaktadır.

Kara Ozan: İslamiyet öncesi Türk

edebiyatında “ozan, kam, baksı, şaman” diye

tabir ettiğimiz kişilerin bir yansıması

benzemektedir. Çuluk Kağan’ın ölümü

üzerine yaktığı ağıt yürekleri dağlamıştır.

Kara Kağan: Çuluk Kağan’ın kardeşidir.

Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra tahta

geçmiştir. Çuluk Kağanı zehirleyen İçing

Katun’la evlenmesi Türk töresine uygun

olmadığı için hoş karşılanmamıştır. Kağan

olmadan önceki adı Bağatur Şad’dır.

GENCAY

24

Tulu Han: Çuluk Kağan’ın büyük oğlu,

Kürşad’ın da abisidir. Tulu Han adını Kara

Kağan’dan almıştır. Daha önceki adı Yaşar

Şad’dır. Eserin başından sonuna kadar Çin

karşıtı bir politika izlemiş, Kara Kağan’ı

izlediği politika nedeniyle eleştirmiştir.

Kürşad: Çuluk Kağan’ın küçük oğlu, Tulu

Han’ın kardeşidir. Kürşad ismi Kara Kağan

tarafından verilmiştir. Daha önceki ismi Şu

Tegin’dir. Kitabın başından sonuna kadar

devletine bağlı bir politika izlemiştir.

Yukarıda adı geçen diğer kahramanlar da

dâhil bağımsızlık vazgeçilmezdir. Bu

nedenle Kürşad öncülüğünde kırk yiğit Türk,

öleceklerini bildikleri halde Çin sarayını

basmış ve kahramanca can vermişlerdir.

Roman genel anlamda üç bölümden

oluşmaktadır. Her bölümün kendi altında da

konu başlıkları vardır.

Kitap ilk olarak “621 Yılında Bir Yaz Gecesi”

bölümüyle başlamaktadır. Bu bölümde

Atlıların geniş çayırlara yayıldıklarını İşbara

Alp’in kılıç yarışında Tunga Tegin’e yenildiği

için dalgın olarak atlılar arasında dolaşması,

kımız içmesi anlatılmaktadır. Göktür ordusu

Çin’e sefere gitmektedir. Daha sonra şiddetli

bir fırtına çıkar ve yağmur başlar, şimşekler

çakar. Burada dikkatimi çeken nokta ise

günümüzde de çok fazla şimşek çaktığında

yağmurun altına demir atılmasıdır ki burada

da askerler kılıçlarını atmışlardır.

Daha sonra Çuluk Kağan’ın ölüm haberi

gelmiştir. Çuluk Kağan’ı evdeşi İçing Katun

zehirlemiştir. İşbara alp orduya geri

dönülmesini söyler ve ordu atlarını dörtnala

sürerek geri döner. Kara Ozan gece ordunun

konakladığı yerde Çuluk Kağan için ağıt

yakmaktaydı.

Çuluk Kağan öldü mü?

Türkler başsız kaldı mı?

Korkak Çinli güldü mü?

Parçalanır yürekler

Görüldüğü gibi bu şiir ünlü Alper Tunga

sagusunu andırmaktadır. Göktürk ordusu

“parçalanır yürekler” diye hep bir ağızdan

ağlayarak bağırdığında binlerce bozkurt

uluyormuş gibi bozkır inlemekte ve karşıki

ormandan bozkurtlar bu sese kendi

sesleriyle cevap vermektedir.

Çuluk Kağan’ın ölümünden on gün sonra

kardeşi Bağatur Şad Göktürk kağanı seçilmiş

ve Çuluk Kağan’ın oğulları Yaşar Şad’la Şu

Tegin’e Tulu Han ve Kürşad adı verilmiştir.

Kara Kağan’ın İçing Katun’la evlenmesi pek

hoş karşılanmasa da otağı önünde kağan

olması şerefine şenlikler düzenlenmiş,

kımızlar içilmiştir. Ertesi gün sabah güreşler,

öğleden sonra da ok atıcılığı yapılmıştır.

Bunlar o dönemin kutlamalarında kullanılan

eğlence unsurlarıdır.

Kara Kağan tahta geçtikten sonra seferler

durmuştur. Göktürk Devleti git gide

gerilemektedir. Eski gücünü

kaybetmektedir. Fakat kağan bunun farkına

varamamaktadır. Çünkü inli evdeşi İçing

Katun kağanı gözünü boyamaktadır. İçing

Katun’un Çin’den gelen kardeşi Şen-King’in

askeri rütbe alması, yönetim meclisine

katılması diğer askerleri rahatsız

etmektedir.

Aradan geçen süre içerisinde çok büyük

kıtlık olmuş ve ağustos ayında kuşbaşı kar

yağmıştır. Aynı yıl doğanın dengesi

bozulunca kıtlık da artmış ve çok sayıda

Göktürk halkı bu yüzden hayatını

kaybetmiştir. Göktürk halkı ise bunun

nedenini Kara Kağan’ın devleti

yönetememesine, İçing Katun’un etkisinde

kaldığı için Tanrı’nın ona ve bu duruma

engel olmadığı için de Göktürk halkına

GENCAY

25

kızdığını düşünmektedir. Bu nokta

Göktürklerin inanç biçimleriyle ilgilidir.

Kitapta değinilen bir diğer nokta ise, Türk

kızlarının Çin kızlarından daha becerikli v

daha güzel olduklarıdır. Yazar bu konuyu

işlemek için İşbara Alp’ın kızı Almıla’yı

örnek göstermiştir. Almıla, zeki, çalışkan

azimli, at binmesini bilen, güzel bir kızdır.

Bu kıza Onbaşı Pars ve İçing Katun’un

kardeşi Şen-king âşık olurlar. Türk töresine

göre erkek sevdiği kızın çadırına üç gece üst

üste gidip kızdan yüz bulamazsa müsabaka

düzenlenir. Neticede Şen-king üç gece üst

üste Almıla’nın çadırına gider ve Almıla ona

yüz vermez. Bunun sonucunda da, Almıla

evlenmek istediğini duyurur. Almıla2yla

evlenmek isteyenler bir meydanda toplanır

ve müsabaka düzenlenir. Müsabaka şu

şekilde yapılacaktır: Boru öttüğünde

erkekler Almıla’ya yetişmeye çalışıp elindeki

oğlağı kapacaklardır. Bunu yapan Almıla’yla

evlenme hakkına sahip olacaktır. İçing Katun

bir hile yapar ve Almıla Şen-king’in

yakınındayken boru öttürülür. Almıla atını

sürer ve bütün erkekler peşinden gider. Şen-

king tam yetişmişken Almıla kırbaçla Şen-

king’in eline vurur ve onu attan düşürür.

Daha sonra Onbaşı Pars gelir ve Almıla

oğlağı kendi eliyle teslim eder.

Burada da Göktürklerin evlenme kültürüyle

alakalı ögelerle karşılaşıyoruz.

Kitapta Göktürk Devleti’nin yıkılış nedeni

olarak Çinli prenseslerle evlenme ve

yönetimde bulunan tecrübesiz kağanlar

gösterilmektedir.

Bu gelişmeler arasında Kürşad'ı arka planda

görmekteyiz. Daima devletine bağlı biridir.

Abisi Tulu Han Kara Kağan'a karşı bir ittifak

yapmak istemişse de Kürşad kabul

etmemiştir. Çıkılan her seferde umudunu

kaybetmeyerek son ana kadar

savaşmaktadır

Seferlerde Göktürk ordusu başarılı

olamamaktadır. Bunun sonucunda Çinlilerle

yapılan bir savaş sonucu bütün Göktürkler

Çin esiri olur. Kara Kağan dayanamayarak

kahrından ölür. Bütün Göktürk komutanları

durumdan rahatsızdır. Hepsinin tek bir

amacı vardır: Göktürk Devleti'ni tekrar

kurmak. Bunun sonucunda Çin Kağanını

gezinti sırasında yakalayıp esir ederek

istediklerini yaptırmaktır. Baskının

yapılacağı gece aşırı bir yağmur

yağmaktadır ve Çin Kağanı bu nedenle

akşam gezintisine çıkmamıştır. Artık

yapacakları tek bir şey vardır: Saraya

saldırmak! Kırk yiğit Türk arkalarına bile

bakmadan yürümektedirler. Amaçları

bellidir. Çin Kağanını tutsak edip Tulu

Han'ın oğlu Urku'yu kurtarıp Ötüken'e

götürmek ve Göktürk Kağanı yapmak.

Kırk yiğit Türk sarayı basarlar ve

öleceklerine bile bile kanlarının son

damlasına kadar savaşırlar. Bu kırk yiğit

Türk'ün başında Kürşad gelmektedir. Hepsi

ölürler ve kitabın sonundaki şu cümleler her

şeyi anlatmaktadır:

Kürşad ölmüş fakat attan düşmemişti.

Ölmüş, fakat yenilmemişti!

GENCAY

26

KURGU METİNLERDE GERÇEKÜSTÜLÜK VE

KÜLTÜR TAŞIYICILIĞI

Aslıhan KAYA

Gerçek dünyayı gerçek zaman, mekân, kişi

ve olay örgüsü ile yansıtan bugünkü

romanın ortaya çıkışı Orta Çağ sonlarına

denk gelir. Lakin roman türünün geçmişi

çok eskiye gider. Roman türünden önce

dünyada anlatı ihtiyacını karşılamak

amacıyla gerçek özellikler taşımayan

masal, destan, halk hikâyesi gibi türler

vardı. Yani roman birden bire ortaya

çıkmış bir tür değildir. Özellikle destanlar,

hacim bakımından uzun ve geniş, kişi ve

olayları fazla, tasvirli olmaları sebebiyle

roman türünün atası kabul edilir.

Destanlardan yararlanarak ortaya çıkan

roman türünün doğuşunda destan

döneminin çok tanrılı inançlarının terk

edilip tek tanrı inancının başlaması büyük

bir etkendir. Bağımsız bir tür olarak

14.yüzyılda ortaya çıkan roman 16.

Yüzyılda Cervantes ve matbaanın icadı ile

saygınlık kazanmaya başlar. 17. Yüzyılda

ise roman iyiden iyiye hissedilmeye ve

kendi içinde türlere ayrılmaya yani

bugünkü kullandığımız roman olmaya çok

yakınlaşmıştır.

18 ve 19. Yüzyıllarda ise sosyal, bilimsel ve

kültürel şartlarına bağlı olarak şekillenip

gelişir. Bu dönemde yeni düşünce

sistemlerinin ortaya çıkması ile roman tür

ve içerik olarak zenginleşmiştir. “16. yy.

Rönesans, 17. yy. Akıl Çağı, 18. yy.

Aydınlanma Çağı ve 19. yy.

egzistansiyalizm akımı ile roman

değişerek kendisini geliştirir.” (Ayyıldız,

2011: 63).

Daha sonraları Batıdaki gelişmeler, 1. ve 2.

Dünya savaşları, kurulmak istenen

yenidünya düzenleri, özellikle işçi sınıfının

ezilmesinin karşısında konuların

edebiyata dökülmesi, arzu edilen lakin

anlatılamayan durumlar, yazarların dışa

vuramadıkları iç sıkıntıları ve bir şeyleri

anlatma isteği roman türünün

varyantlaşmasını sağladı. Zamanla ortaya

tarihi, suç, macera, belgesel, korku,

fantastik, bilim kurgu roman türleri çıktı.

Hüseyin Nihal Atsız tarihi ve fantastik

roman türlerini bir arada kullanarak farklı

tarzlara sahip romanlar yazmıştır. Bu

türün ortaya çıkmasının nedeni yine masal

ve destanlardır. Özellikle fantastik

romanlarda karşılaşılan gerçeküstülük

durumu destan ve masalların hemen

hepsinde görülür. “Destanlar kültür ve

medeniyetlerin ifade alanlarından biridir.”

(Çetin, 2013:13) bir toplumun tarih

sahnesine çıkmasını, o milletin tarihi süreç

içerisinde başına gelen durumları,

milletleşme sürecini üstün nitelikli

kahraman ve abartılı heyecanlı bir dille

anlatan destan türünün en önemli

işlevlerinden biri aktarıcı olmasıdır. Çünkü

amacı gerçeği yansıtmak değil;

kahramanlar ve olaylar karşısında oluşan

duygusal tepkileri ve vicdani izleri

aktararak milli ruhun canlı tutulmasıdır.

GENCAY

27

Menkıbevi destanlar gerçek olay ve

kişilere dayanıyorsa da zaman içerisinde

gerçekliğini kaybetmiş veya zaten en

baştan olan değil aslında olması gereken

durumlar olduklarından onları da

gerçeklik olarak algılamak yanlış olacaktır.

Mitolojik destanlarda böyle bir durum

yoktur. Bu tür tamamen inanılması

mümkün olmayan tamamen hayali

durumlar üzerine kurulmuştur. Lakin her

iki durumda da gerçeküstülük ağır

bastığından fantastik romanın temelinin

destan türü olduğu su götürmez bir

gerçekliktir.

Türkler kültürlerini ve geleneklerini

yaşatmak için gerçeküstü durumlara

edebiyatları içinde çok sık yer

vermişlerdir. Abartılan ve heyecan

uyandıran anlatı her zaman daha taze

kalacaktır. İslamiyet öncesi Türk

geleneğinde destanlarda kullanılan

şiirsellik ve mitolojik unsurlar kültürün

daha uzun yaşamasında ve kulaktan

kulağa aktarımın kolaylaşmasında,

duyulan heyecanın çoğaltılmasında etkili

olmuştur. Gerçeküstülük her zaman önde

olmuştur. Bunun nedenlerinden biri

kuşkusuz yapılan bir kahramanlık,

yaşanılan bir olay karşısında duyguların

ifade edilmesinde sorun yaşanılmasıdır.

Bir kahramanı, yaptığı kahramanlığın

mertebesine yükseltmek çabası çok sık

kullanılan yöntemdir. Öyle ki Oğuz Kağan

Destanında Oğuz Kağan’ın daha bebekken

göstermeye başladığı insanüstü nitelikler

onun ileride yapacağı kahramanlıklara

zemin hazırlamak için kurgulanmıştır. O ki

ilerde ne iller fethedecek ne kralları

titretecekti, sıradan biri olması doğru

olmazdı. Bu gibi durumlarla İslamiyet

öncesinde Türk geleneği kulaktan kulağa

aktarılarak taze tutuldu.

İslamiyet etkisinde gelişen Türk

edebiyatında ise kültür aktarıcılığı

görevini gazavatnameler ve halk

hikâyeleri aldı. Bu türlerde de görülen

gerçek üstü unsurlar destanlardaki

unsurlarla aynı amacı taşısa da değişen

inanç sistemi nedeniyle yöntem

farklılaşmıştır. İslamiyet öncesinde

tabiatın sunduğu hayat suyunu

İslamiyet’ten sonra Hızır sunmaya

başlamıştır. İslamiyet öncesinde görülen

kahramanların gerçeküstü özellikleri

burada da görülür. Saltuk name de Saltuk

Buğra Han’ın doğumunda görülen

mucizevi olaylar, yerin yarılması, suların

kuruması kişinin ileride özel ve farklı biri

olacağına işarettir.

Bir diğer örnek ise Halk hikâyesi olan

Kirman Şah Hikâyesinde de Kirman Şah’ın

normal olmayan yetenekleri göze çarpar. 7

yaşında okula başlar ve 14 olduğunda

artık hocalarından öğrenecek bir şeyi

kalmamıştır. Koca Arap’la buluşmaya

giderken yolda karşılaştığı ejderhayı,

aslanı, kaplanı pirin verdiği badenin

gücüyle öldürmeyi başarır.

Ahmet Yesevi’nin, Yunus Emre’nin

gösterdiği kerametler de kısmen aynı

nitelikleri taşır. Bu gibi durumlar İslamiyet

sonrası Türk Edebiyatında kültürün

aktarılmasında kullanılan gerçeküstü

unsurların en önemli örneklerindendir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına

bakıldığı zaman roman türünde Türk

geleneklerini, Türk mitolojik unsurlarını,

Türk kahramanlarını yaşatmak ve bir

GENCAY

28

sonraki nesle aktarmak adına yazılmış

yeterli roman yoksa da bu konuda ortaya

konmuş sayılı örnekler tarihi roman

sınıfına girmektedir.

Hüseyin Nihal Atsız her ne kadar sayıca az

roman örnekleri ortaya koymuşsa da Türk

edebiyatı içinde önemli bir yeri vardır.

Romanlarında milli ve fantastik unsurları

bir arada kullanarak tarihi-fantastik

romanlar yazan Atsız, daha sonra bu

tarzda yazılacak romanlara bir kaynak ve

rol-model olarak tarihi-fantastik romanın

Türk edebiyatı içerisinde yerinin

sağlamlaşması ve özgünleşmesi adına

önemli bir isimdir. Atsız romanlarında

hem tarihi hem milli hem de gerçeküstü

unsurları bir arada kullanarak romana

yeni bir hava vermekle beraber fantastik

roman türünün kapsama alanını

geliştirmiştir. Yazdığı “Bozkurtların

Ölümü”, “Bozkurtlar Diriliyor”, “Ruh

Adam”,“ Deli Kurt”, “Dalkavuklar Gecesi ve

Z vitamini” romanları ile yeni yazarlara

ufuklar açmıştır.

Atsız Türk geleneklerini devam ettirmek,

kültür aktarıcılığını sağlamak adına

yazdığı romanlarda gerçeküstü unsurlara

çok sık yer vermiştir. Kuşkusuz bu

unsurlar rastgele seçilmiş, bir anlam

barındırmayan, sadece dikkat çekmek

amaçlı oluşturulup kullanılmış değildir.

Atsız’ın kullandığı gerçeküstü unsurların

hemen hemen hepsi Türk tarihi ve

mitolojisi içinde yer etmiş, Türk geleneğini

devam ettirerek ve kalıcılığı etkileyicilik

ile bir araya getirerek sabitlemiştir.

Romanların içeriği düşünülünce

kullanılmış olan gerçeküstü unsurların

azımsanmayacak kadar çok olduğu

görülür. Bu unsurlardan bazıları fantastik

roman türüne tamamen uygunluk gösterir,

bazıları ise Atsız romanlarındaki en

belirgin fantastik unsur olan gerçeküstü

mekânların ve birçok fantastik durumun

hazırlayıcısı olarak görülen küçük

gerçeküstü unsurlardır.

Eğer ki kültür aktarıcılığı kalıcı bir şekilde

yapılmak isteniliyorsa ortaya çıkarılacak

eserlerde gerçeküstü unsurlara yer

vermek çok da yanlış bir durum değildir.

Lakin gerçeküstü unsurlar kullanırken

gerçek olayların arasına gerçeküstülük

eklemek toplumun zihnine yerleşmesi

gereken asıl tarihi gerçekleri baltalayacak

bazen ise öğrenime mani olacaktır. Bu

nedenle gerçeküstü unsurlar

kullanılacağında metnin tarihi

gerçeklikten uzak bir kurgu metin olması

elzemdir.

GENCAY

29

BENCİL Zehra Aybüke KARAUZ

Bencil, bencil dünyaya gözlerini açtığında,

yalnızlık ruhuyla can bulmuş, varoluşunun

arkasındaki acı duyguyu, belli belirsiz

hissederek, hiç yabancılamadan, tek

başına yaşamaya başlamıştı. Kendisini,

ancak böyle büyütebildiğini sanıyor,

etrafına sözlerden kalın duvarlar

örüyordu. “İşgal edemezsiniz Albayım,

burası benim muhitim!” sloganı yazılıydı

duvarlarda. Bir amazon savaşçısı

kadınının, siyah saçlarıyla kazıdığı sözler.

Sabahları, yatağında gözlerini açtığında,

geceleri gözlerini uykuya kapadığında,

sofrada kaşığı ağzına götürdüğünde,

okuldayken kitapların, defterlerin,

bilgilerin karşısında, caddede yürürken,

trafiğe takılıp kırmızı ışıkta beklerken...

Her yerde ama her yerde yalnızlığın

pençesinde yaşanıyor, sloganlar zihinlerde

uçuşuyordu. Bir gün durduğu durakta,

korkunç bir sahneye şahit olmuş, kaskatı

kesilmişti. Dünyada işler böyle yürümezdi,

nasıl olur? Bir serap mı gördüm ben,

ellerim ve ayaklarım titriyor, kalbim

bedenimden çıkacak gibi diye

sayıklıyordu, bencil. Kendisini

sakinleştiremiyordu, nasıl olur nasıl, bir

kadın bir erkeğe nasıl böyle bakar?

Gözlerinde ışıltıyla, sensin benim

yaratılışımdaki mükemmellik, sensin

benim yaratılışımdaki eksiklik der gibi.

Dahası, bir erkek bir kadına nasıl böyle

bakabilir? İçinde kor alevlerin, haset

ateşinin, yanmasına sebep olan bu olay,

onu, duraktan yolculuğa sürüklüyordu.

Saçlarından sürükleyerek, gözlerine aşk

boyasını çalarak, çıkmaz sokaklara, sokup

sokup çıkartıyordu. Bir varlık, başka bir

varlığa, ezelden beri tanıyormuşçasına

bakabiliyorsa böyle, beni, bencillerin kralı

yapan bu bencil dünyada, ezelden

tanıştığım varlığı bulmak, boynumun

borcu olsun dedi. Kendisini arayışa iten bu

olaydan kırk gün sonra, "sevgi" ile tanıştı.

Ama bu kırk gün, onun ömrü hayatında

görmediği ızdıraplara, zevklere kavuştuğu,

kırk koca yıl gibi gelmişti. Kâh geceleri

uykularda sayıkladı, kâh tan vakti kuşlarla

beraber şakıdı. Tüm bu duygular, onun bu

vakte kadar hayalini dahi kuramadığı, ama

artık kimde ondan bir emare görse,

imrendiği, mertebesine erişmek istediği,

bir hâl halini almıştı.

Vaktiyle içinde barındırdığı, kibir

duvarları yavaş yavaş yıkılıyor, benlik

şehri tarumar oluyordu. Öyle ya sevginin

aşamayacağı ne olabilirdi ki? Ve öyle de

oldu. Sevgi, o karanlık şehri, sarıp

sarmaladı, şefkat duygusuyla

aydınlatmaya, ısıtmaya çalıştı. Ara ara

karşısına bazı yanılsamalar çıkıyor fakat

yaşanılan en ufak anlaşmazlıkta, sinir

küpüne dönüşüp, eski karanlık şehrine

çekiliyordu. Bu durumlarda, tabiatında

olan ve boğmaya çalıştığı kibir

GENCAY

30

duygusundan kurtulamadığını fark etti. Ta

ki; “Aşk gelesiye kadar”… İşte o anda sevgi,

bencilin elinden sonsuz bir sabırla tuttu ve

onu yerden yerlere, duvarlardan duvarlara

çarpmaya başladı. Kâh susuz, kâh

yemeksiz bıraktı. Bazen hor gördü, bazen

güzel sözlerle davet edip, ardından

kapısından kovdu. Aşk onun sabrını ve

gayretini gördükçe şiddetini artırıyor, bir

uyuşturucu gibi beyninin tüm

kıvrımlarında onu hapsediyordu. Bir kere,

içine sevgi tohumu yerleşmişti ve

parçalayabileceği büyük benlik duvarını

hedef olarak gösteriyordu. Bencil, bu

sevginin onu büyüttüğünü ve hayata karşı

bakışını nasıl değiştirdiğini, varlığı ve

yokluğu ayırt etmeyi nasıl öğrettiğini

gördü. Sevginin arkasındaki sırrın

sonsuzluğuna, onun aklı ermiyordu belki

ama asla şüphe duymuyordu. Nasıl? Nasıl

olabilir de benim gibi şımarık, kaprisli,

kibirli, asi bir bencili, böyle yollardan

yollara atıp, kendine bağlayabilir diye

sormak aklına bile gelmiyordu. Sevginin

sonsuzluğuyla dönüşürken, artık kendisini

yalnız hissetmiyor ve "yalnızlık" duygusu

onu terk ettiğinde, birliğe varıyordu.

Bencil, bir gün dayanamayıp, sevgiye,

bunu nasıl başarabildiğini, bencilliği sevgi

gibi bir duyguyla nasıl yok ettiğini sordu.

Sevgi de ona:

“Keramet bende değil, bencil diye hor

gördüğün sendedir.” dedi. Başından beri

kendini "yalnız" zannediyorsun ama öyle

değil. Kibrin de bu zanlarından öte geliyor.

O zanlar gidip de Tevhid’i görünce, kibir de

usulca senin yanından uzaklaştı. Ben bir

şey yapmadım sadece biri gösterdim.

Bencil, uzaklara bakarken, derin derin

düşünüyor, geçmişinin muhasebesini

yapıyordu. Kimilerine göre faydasız bir iş,

ama hayatı tümden değişenler için tam

tersi. Sevginin dediklerinden sonra,

aslında kibirle büyüdüğünü düşündüğü

anlarda, yok olduğunu anlamıştı. Ne garip,

şimdi de, sevgiyle yok olmanın hazzına

erişmek için nice eziyetlere katlanıyordu.

Hem de, bunu katlanma olarak görmeyip,

binbir şükür ve sözle ahdini yineliyordu:

“Bu eşsiz duyguyu, hiçbir zaman

bırakamam, bu duyguyu bir kere

yüreğinde hisseden, bırakmaz.”

GENCAY

31

BAŞLANGIÇ; FEMİNİZM Dilek AKILLIOĞLU

Geçmişten yakın tarihe doğru Feminizm

kavramı üzerinde duracağımız bu yazıda

Feminizm kelimesinin içeriğinden ziyade

tarihçesine değineceğiz. Zira Feminizmin

nasıl bir savla ilerlemesi gerektiği

hakkında birçok koldan açıklamalar, yol

göstermeler asırlar boyu yapılmıştır.

Bizler ise onun bu yolculukta nelerden,

nerelerden geldiğine bakacağız.

Feminizmin oluşum tarihçesine girmeden

kadın hareketinin ne denli sıfırdan, yoktan

başladığını bir cümle belirtmek isterim.

“Kadın ruhu var mıdır yok mudur?” Diye

tartışan kilise kurullarının, din

adamlarının, toplum üyelerinin ve

filozofların karşısına “kadın insandır”

sloganıyla çıkmıştır. Böyle işe başlamıştır.

Feminizm durumsal olarak birçok kavramı

içinde barındıran bir olgudur. Tarihsel ve

güncel olarak sorgulayan, kadın-erkek

arasındaki güç ilişkisini dengelemeye

sağlayan, amaçlayan bir harekettir.

Bilindik Britinannica ansiklopedisine göre

feminizm, cinsiyetler arasındaki sosyal,

ekonomik ve politik eşitliğe inanmak

anlamına gelmektedir. Bu tanıma göre her

insan feminist olabilmektedir. Fakat

çoğunlukla yapılan tasvirlere bakılırsak

feministlik kadınlara özgü bir hak arayışı

kabul edilmiştir.

Feminizm kelimesinin ortaya çıkışına dair

çeşitli anlatımlar olması sebebiyle

feminizm için tek bir çıkış noktası

türetmek mümkün olmaz. Kimileri bu

kelimenin, Latince “Femina” yani dişi,

kadın kelimesinden türediğini ileri

sürerken, bazıları da feminizmi sadece

diğer 19. yüzyıl ideolojik “izm”leri gibi

değerlendirmektedir. Ama şu bir gerçektir

ki bu kavram kesinlikle tamamıyla kadınca

kabul edilimiştir. Genel bir tasnifle

söyleyecek olursak o kesinlikle kadın

hakları hareketidir. Fakat tüm kadınların

özellikleri, nitelikleri aynı olmadığı içinde

birbirinden farklı feminizm söylemleri

olduğu doğrudur. Yakın zamanda bile

radikal feminizm, liberal feminizm, eko

feminizm, siyah feminizm, sol feminizm,

post feminizm, yeni feminizm gibi bir dolu

akım görülebilmektedir.

Feminizm için birçok tarihe dikkat

çekilirken bu hareketin başlangıcı büyük

ihtimal ile Fransız Devrimi dönemidir. Bu

devrim yenilik hareketlerinin birçoğunu

kapsadığı ve insan hakları arayışının en

yüksek potansiyelini taşıdığı için

kadınlarda bu arayıştan etkilenmiş ve

farkındalık sağlamışlardır. Fransız

Devrimi’nin temeline karşı yazılmış olan

Mary Wollstonecraft’ın Kadın hakları

savunması ilk modern feminizm metnidir.

Mary’a göre var olan toplumda kadınların

duygusallıkları ve zayıflıkları körüklenip

kadınlığın narinlik, edilgenlik ve bağımlılık

ile özdeşleştirilmesi onları aşağı konumda

tutmaya ve ev içine hapsetmeye sebebiyet

vermiştir. Hazırladığı metinde eşitlik fikri

ön planda tutulmuştur. Kadının erkek ile

konumunun hemen hemen aynı

olabileceği, nasıl bir vatandaş olarak erkek

toplumdaki haklarından

yararlanabiliyorsa kadının da bunlardan

yararlanabilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

GENCAY

32

Aslında bu dönemlerde göreceksiniz ki

kadın normalde insan olarak elinde

bulunması gereken temel haklar için

savaşmıştır. Bunlar erkeğin doğal hakları

iken kadına neden lütuf edilmediği

sorgulanmıştır. Fransız devriminin

niteliklerden olan devlet, siyasal, sosyal

alanda kadına yer vermemiştir. Sanayi

toplumu yükselirken kadın sadece ailenin

içinde kalabilmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda

kadın hareketinin alanı biraz daha

genişlemiş, kadın kamusal alandaki yerini

daha fazla sorgulamaya, peşinde koşmaya

başlamıştır. 18. yüzyılda Mary Stanecaft

kadın olmanın öğrenilen, yapan bir durum

olmasına rağmen doğal sayılan bir olgu

olduğunu, 19 yüzyılda Sarah Girimke

görevlerin erkeklerin görevleri, kadınların

görevleri olarak ayrılmasının keyfi fikirler

olduğunu söylemiştir. Toplumsal cinsiyet

ilişkilerine, tüm alanların bu ilişkiler

çevresinde yapıldığına dikkat çekmiştir.

Cinsiyet ilişkilerine toplumun sosyal

olarak verdiği roller üzerinden gidildiğini

belirtmiştir. Kadını erkekten ayıranın

yaradılışından ziyade yaşadığı kitlenin

verdiği rol olduğunu söylemiştir. Bu

noktada kadının izleyeceği, kendi haklarını

savunacağı kadın hareketinin de içeriğinin

ayrımcı olmaması gerektiği

vurgulanmıştır. Zira Feminizm

hareketinin temelinde kadın-erkek eşitliği

varken ya da yatarken insan haklarına

beyannamesine karşılık bir kadın hakları

beyannamesi kadın-erkek olarak bir

ayrılığa, ayrı yasa, tedbir, özgürlükler

oluşturma niyetine dayanmış olur. Oysaki

asıl hedef kadın-erkek ayrımı olmadan

‘insan’ ‘vatandaş’ kavramında buluşmaktır.

Örneğin aziz Simoncuların o dönem talep

ettiği kadınsal kuralların hâkimiyeti ve

bunun yol açacağı toplum biçimi de

ayrımcı bir politikadır. Feminizm kadını

erkekten ayırıp toplumu sadece kadınsal

veya erkeksel yöntemlerle yönetmek

değildir, olmamalıdır.

Feminizm için en büyük yarar olan

kadınlar arası dayanışma 19. yüzyılda

kuvvet kazanmıştır. Bununda nedeni

yukarıda dediğimiz gibi sanayi devrimi ile

gelen iş gücü, istihdam imkânıdır. 17.

yüzyılda kadın hakları ile alakalı olarak

daha çok eğitim üzerinde durulmuş

kadının çocuğunu iyi eğitmesi için kendin

eğitmesi gerektiği söylenmiştir. 19.

yüzyılda bu eğitim hakkı talebi sanayi ve iş

imkânları ile gelişmiştir.

Tarihi açıdan gelişime bakmaya devam

edersek Fransız devrimden sonra ortaya

çıkan sınıflar kadınların kendini savunma

biçimlerini de sınıflara ayrılmaya

başlamıştır. Burjuva kadın hareketiyle

birlikte 21 Nisan 1849’da bugün ilk

feminist dergi olarak adlandırılan “kadın

gazetesi” kurulmuştur. Kadınlar devrimci

kamusal alanlara katılım gösterme

bakımından eylemlere girişmişlerdir. 1973

anayasası kabul edilirken Paris’ten

taşradaki kadınlara mektuplar yazılmış,

anayasanın yasa kabul edilirken onları oy

vermeden mahrum bıraktıklarına dikkat

çekmişlerdir. Bu dönemde yine kadınlar

1792’nin bahar ve yaz silahlı geçit

törenine katılmışlar, yine 1793’de

Cumhuriyetçi Kadınlar Birliği Örgütü

başkaldırısını gerçekleştirmişlerdir.

Liberal Feministler ise hukuksal alanda

mücadele konusunda etkin olmuşlardır.

İleride verilecek velayet hakkı, genel oy

hakkı için yol açmışlardır.

Birinci Dünya Savaşı zamanına

gelindiğinde ise Alman Kadın hareketinde

GENCAY

33

olumlu gelişmeler olmuştur. 1904’de

Dünya Kadın Konferansı toplanılmış,

sosyalist kadınlar 17 Ağustos 1907’de ilk

uluslararası konferansı düzenlemiştir.

Fakat siyasi yaşamdaki en sesli, kalıcı

hareketi Clara Zetkin yapmıştır. Clara

Zetkin başkanlığında Avrupa ve denizaşırı

15 ülkede 58 kadın delege, sosyalist kadın

enternasyonalini kurmuşlardır. Seçme-

seçilme hakkı, hastalanma riskini artıran

çalışma koşulları, sosyal-cinsiyetçi

eşitsizleri çözmeyi hedeflemişlerdir.

Birinci Dünya savaşının başladığı sıralarda

gerçekleşen radikal kadın hareketinin

birçok temsilcisi etkinlikler düzenlemiş ve

bu etkinliklere kadın kollarının hepsi

katılım göstermiştir. Bu şekilde o dönem

kollara ayrılan kadın hareketleri bir nevi

tek çatı altında toplanmış, bu sosyalist ve

burjuva kadınların kamu önünde nadiren

gösterdikleri mutabakatlarına bir örnek

olmuştur. Ayrıca Birinci Dünya savaşı

sonunda kadınlar gösterdikleri

fedakârlıklar sebebi ile seçme seçilme

haklarını aramaya hak kazandılar. Bu

kapsamda Almanya’da kadın günü

düzenlenmiştir. Almanya dışında ise kadın

günü Amerika, İsviçre, Danimarka ve

Avusturya’da da düzenlemiştir. Birinci

Dünya Savaşı süresince geçen sürede buna

Fransa, Hollanda, İsveç, Rusya ve Böhmen

de katılmıştır. Bunun yanı sıra yüzlerce

kadın toplantısında devlet seçimlerine ilgi

kendini belli etmiştir.

1960’lı yıllarda oy haklarının elde

edilmesiyle yeni bir Feminizm anlayışı

ortaya çıkmaya başlamıştır. İkinci dalga

Feminizm olarak isimlendirilen bu

dönemde, dünyanın çoğu yerinde kadınlar

taleplerini yaygınlaştırma yoluna gitmiştir.

İş bölümünde de eşitlikler istemeye

başlamışlardır. Dünyadaki tüm kadınları,

kadınların ortak çıkarlarına sahip çıkmaya

davet etmişlerdir. Erkek egemen toplumda

yaşadıkları sıkıntıları, deneyimleri

paylaşarak bu durumun üstesinden

gelmeyi hedeflemişlerdir. Dönemin sloganı

kişisel olan siyasaldır cümlesidir. Bu cümle

ile kadınlar özel alanda ezilmişliklerini,

yaşadıkları zayıf tecrübeleri paylaşarak

bunu toplumsal hale dönüştürebilecekler,

bu şekilde özel olan aslında ortak

yaşanmışlıklar olduğu için politik olarak

değerlendirilecektir.

1970 yılların sonun gelindiğinde feminist

hareketinde sosyalizm ve feminizm

arasındaki ilişkilerde tartışmalar ortaya

çıkmıştır. Sosyalistler feminizm olmadan

sosyalizmin olamayacağını vurgulamış,

Marksçılar feminizm kavramına şüpheli

yaklaşmıştır. Diğerlerinin işin içine dahil

olmasıyla daha sonra çoğu kez atıfta

bulunulan 'biz’ duygusu bulanık ve dağınık

hedefler, belirsiz planlar yeni kadın

hareketinin birlik ve beraberlik anlayışı

için ortak programların geliştirilmesini

zora sokmuştur. Hatta kadın hareketiyle

feminizm ayrılmaya başlamış, karşı

karşıya gelmiştir. Bazı feminist düşünürler

tarafından feminizm sert biçimde

eleştirilmiş, feminizmin kadınların ortak

hareketlerini kendilerini aşağılayan ve

köleleştiren erkeklere karşı kışkırttığı öne

sürülmüştür. Bu harekette oldukça etkin

olan Frigga Haug’a göre “Halk

tabakalarının özgürleşmesi

bulunmuyordu, bilakis tüm insanlığın

özgürleşmesini savunulması gerekiyordu.

Düşünürün savunması değişik grupların

var olmasına rağmen bir fikir birliği

oluşturmuştu; kadın hareketinin ne sol

politikaların kadın köşesinde, ne de sağ

GENCAY

34

hareketin alt başlığı altında yer

almamalıdır.

Fransız Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı

süresinde gerçekleşen kadın

hareketlenmeleri yukarıdaki gibi inişli

çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bu tarihlerden

sonraki gelişmelere diğer yazıda değinmek

istediğimden kadın hareketiyle ilgili

başlangıcı sonlandırıyoruz.

Kaynaklar

NOTZ, Gisela, Çeviri: Sinem Derya Çetinkaya

“Feminizm,” Phonex Yayınevi, Ankara, Ocak

2012

AKTAŞ, Gül, “Feminist söylemler Bağlamında

Kadın Kimliği, Erkek Egemen Bir Toplumda

Kadın Olmak”, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat

Fakültesi Dergisi, 2011

DURAKBAŞA, Ayşe, “Toplumsal Cinsiyet

Sosyolojisi” Anadolu Üniversitesi, Açık öğretim

Fakültesi Yayını, Nu:1304, Eskişehir, Ağustos,

2011

SANCAR, Serpil, “Feminizmin Siyasal Bilimlere

Etkisi” İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilimler

Fakültesi Dergisi, Mart 2009

GENCAY

35

VARSA GÖĞÜN KALBİ Onur ÇELİK

Bir mana isterim göğün kalbinden;

Sevdalar, yangınlar görsün.

Bir mana isterim göğün kalbinden;

Küçücük gönül evime, bütün efsunuyla dolsun.

Bir mana isterim göğün kalbinden;

Ruhuma estetik katsın, Çocukluk uzatsın bana.

Bir mana isterim göğün kalbinden;

Yorgunum... Kelimelerin öldüğü günden bu yana.

Bir mana isterim göğün kalbinden

Beni kollarında sarsın,

Beni her dem kucaklasın.

Bir mana isterim göğün kalbinden;

Hüzün dolu yüreğimi sonsuza kadar saklasın.

Bir mana isterim göğün kalbinden;

Umut kapısı göstersin, Elleriyle Aşk'ı sunsun

Bir mana isterim göğün kalbinden;

Kalbime dokunduğumda dünya dursun, zaman donsun...

GENCAY

36

KİTAP TANITIMI: İBRAHİM

KAFESOĞLU – TÜRK İSLAM SENTEZİ Milli Kitap

Bir toplumda yalnızca bir tane egemen

ideoloji bulunmaz. İdeoloji, kelime anlamı

olarak sadece düşüncelerde yer almaz.

İnsanların hayat tarzlarına kadar nüfuz

eder. 12 Eylül sonrası etkinliklerin temel

aracı ve sembolü olan Türk İslam sentezi

ideolojisinin taşıyıcılığını ve

savunuculuğunu yapan Aydınlar Ocağı

(Kurt, 2009)’nın İstanbul’da tertiplemiş

olduğu “Milli Kültürümüzün Temel

Meseleleri” isimli seminerde İbrahim

Kafesoğlu’nun “Milli Kültürümüz” adı

altında yaptığı konuşmanın meyvesi

olarak “Türk İslam Sentezi” isimli eser

ortaya çıkmıştır. Bu konuşmada yazar,

Türk Milletinin, ne parlayıp sönen göçebe

bir kavim, ne de Anadolu’daki ırk

kalıntılarının bir uzantısı ve karmaşası

olmadığını, yabancı ilim adamlarının

referanslarıyla ortaya koyarken, onun

beşer tarihi, kültür ve medeniyetleri

içindeki müstesna ve parlak yerini de

göstermektedir (Yalçın, 1999). Türk İslam

Sentezi süreci, Türk milletinin Orta Asya

steplerinde başlayan kültürel sürecinin

İslamlaşmayla birlikte yeni bir kimliğe

bürünmesinden bahsetmektedir.

Devlet kurmak medeniliğin ve devlet-

merkezli bir tarih toplumu olmanın

göstergesidir. Devletçiliğin Türklerin

varoluş biçimi olduğunu Ziya Gökalp

“Türk, devlet teşkilatından mahrum

kalınca, yalnız aile teşkilatıyla yaşayamaz,

mahvolur. Türkler, en eski zamanlardan

beri, devlet teşkilatını, aile teşkilatının

fevkine çıkarmışlardır” sözleriyle

anlatmıştır (Gökalp, 1981). Türk İslam

Sentezi öğretisinin isim babası bu tarih

tezinin sahibi İbrahim Kafesoğlu’dur (Kurt,

2009). Bu tezini de 1989 yılında kitap

GENCAY

37

halinde yayımlamıştır. 3. Basımı 1999

yılında Ötüken Neşriyat tarafından

yayımlanan kitapta Türklerin tek

tanrıcılığının, Gök-Tanrı inancı ile

yakınlığından bahsedilmektedir. Bu

önermeden yola çıkılarak Türklerin bütün

varlıkların yaratıcısı olarak gördükleri

ebedi, uçsuz bucaksız, soyut bir varlık olan

göğün, bu önermeye benzer soyut bir

Tanrı algısının doğuşuyla benzerlik

göstermektedir. Bu yüzden yazar, İslam'da

Türklerin tek tanrılı dinine geçişle, Gök-

Tanrı inancının İslamiyet ile uyumunu

kendi kadim inançlarının daha sağlam ve

inandırıcı bir sisteme kavuşması olarak

ifade etmektedir. Türklerin kitleler halinde

İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte Türk-

İslam sentezi gerçekleşme yoluna

girmiştir. Yazar kitapta, Türklerin

İslamiyet'i yalnızca siyasal olarak

kurtarmakla kalmayıp, onu gerçekçilik,

akılcılık ve geliştiricilik çerçevesinde

geliştirdiklerinden de bahsetmektedir.

Türk’ün isim anlamı, Türk Soyu’nun ne

demek olduğu, anayurt ve göçler hakkında

detaylı bilgilerin verildiği kitapta, tarihe

Asya Hunları’ndan anlatılmaya başlanıp

eski Türk devletleri hakkında da önemli

bilgiler verilmiştir. İlginizi çekecek,

sıkılmadan okuyacağınız bir eser.

İyi okumalar.

Kaynaklar

Gökalp, Z. (1981). Türk Devletinin Tekâmülü.

Kurt, Ü. (2009). 12 Eylül Rejimi’nin Resmi İdeolojisi

Olarak “Türk-İslam Sentezi Doktrini”: Devlet’in

İdeolojik Aygıtı Olarak “Aydınlar Ocağı”.

Civilacademy, 7.

Yalçın, S. (1999). Takdim. İ. Kafesoğlu içinde, Türk

İslam Sentezi (s. 7). Ötüken Yayınevi.

GENCAY

38

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ’NİN MESELESİ

– MODERN BOYCULUK Nizameddin TOPCU

“Tanrı yeri ve göğü yarattıktan sonra ikisi

arasına kişioğlunu yarattı. Kişioğlunun

üstüne de Türkleri oturttu.”

Ancak kişioğlunun üzerine bir idareci

olarak oturtulmuş olan Türk’ün kim

olduğu konusu geçmişteki Türk kavimleri

arasında ayrı bir mücadele sahası

doğurduğu gibi günümüzde de farklı

alanlarda aynı sahayı oluşturmuştu.

Geçmişten bir misal olarak; Çarlık Rusyası

hâkimiyetinin Türk İlleri’nde yayılmaya

başladığı yıllarda Türkistan Hanlıkları ve

Kazaklar birbirlerinden bağımsız olarak

Rus yayılmasına karşı durdular ancak

birbirleriyle olan mücadeleleri devam

ettiğinden dolayı Rus yardımını almaktan

da geri durmadılar. Zamanla, bu Rus

gücünün esiri olarak, aldıkları yardımın

bedelini ödediler. Akabinde, birinin yıkılışı

diğerinin yıkılışına zemin hazırladı.

Domino taşları gibi Rus tehdidiyle birlikte,

birbirlerine çarparak kendilerinin ve bir

diğerinin sonunu hazırladılar.

Farklı hanlıkların çekim alanlarında

birleşen bu Türk boyları ortak düşmana

karşı eylem birliği gösteremediler. “Cihan”

olarak gördükleri hanlıklarının

egemenliğini tesis etmek için kendilerini

bu hapishane içinde mahkûm etmişlerdir.

Daha sonraki dönemlerde Çarlık

Rusyası’nın yıkılmasıyla birlikte ayaklanan

Doğu Türkleri, birbirleriyle üstünlük

mücadelelerini devam ettirmişler ve

kurtulma fikrinde birleşseler de

birbirlerinden çok farklı mücadele

yöntemleri izlemişlerdi. Sovyet baskısının

olduğu zorlu günlerde dâhi birleşmeyi

başaramadılar. Enver Paşa bile bu boy

taassubuna dayalı yapıyı kıramamıştı.

İktidar hırslarını her şeye tercih edenler

tarafından etrafı boşaltıldı ve ardından

satılmış karargâhında şehit edildi.

Günümüzde ise dilde ve hâkimiyet ülküsü

gibi temel meselelerde birlik arz eden

Türk Milliyetçileri etkili hizmet edebilmek

için çeşitli cemiyet ve teşkilatlarda

bulunarak ülkülerini eylem birliğinden

yoksun olarak gerçekleştirme çabalarına

girişmişlerdir.

Türk Milliyetçileri’nin büyük bir kısmı,

girmiş oldukları cemiyetlerde “Ben yokum,

cemiyet var.” ve “Fenâ fi’l-Cemiyet”

düşünceleri ile önce benliklerini yitirdiler.

Kutsal addettikleri bu cemiyetler, kendi

yanlışlarını ve doğrularını doğurarak

bireylerin kendine uymayan dişlilerini

kırarak onları kendilerine uydurdular.

Ardından kendisini cemiyet ilan etmeyi

başaran bir kişi, yanlışların ve doğruların

yargıcı vazifesini üstlendi. Cemiyete

uymayanlar ya tavırsız ve hareketsiz

kaldılar ya da içerisinde yok olabilecekleri

daha uygun bir cemiyet buldular.

GENCAY

39

Millî ülküler için araç olan bu cemiyetlerin

kutsallaştırılmasıyla, cemiyetin kendisi bir

ülkü halini almıştır. Artık cemiyete hizmet

eden her Türk Milliyetçisi; Oğuz Kağan

unvanına layıktır(!), Türk Cihan

Hâkimiyeti’ni gerçekleştirmiş ve zamanı

tan atımından bir dakika öncesine

getirmeyi başarmıştır.

Cemiyette yok olanlar açısından bu kutsal

ülküye(!) zarar verebilecek rakip başka bir

cemiyet ile mücadele etmek millî bir vazife

halini arz eder. Kişioğlunun üzerine

oturtulmuş Türk olabilmek için

cemiyetlerin mücadeleleri kısır bir döngü

içinde birbirleri üzerinde sürekli olmayan

hâkimiyetler kurmalarına yol açar.

Cemiyet, Türk Milliyetçiliği’ni en iyi

kendisinin temsil ettiğine inanarak

diğerlerini tekfir etme lüksünü de kendi

kudretinde bulmakta gecikmemiştir.

Sonuç olarak; cemiyetlerin kendilerini

“Millî Ülkü” olarak görmeleri ve

değişmeyen katı kanunlar niteliğini

taşıyan hukukları, itaat kültürünü

doğurdu. Bu şekliyle cemiyet, önce, kendi

modeline göre insanları biçimlendirerek

bireylerin “yanlışa yanlış, doğruya doğru

deme tavırları”nı ortadan kaldırdı.

Cemiyet bireylerini, o anki menfaatleri

doğrultusunda kendi doğrularına boyun

eğdirdi. İtaat kültürü altında bulunan Türk

Milliyetçileri, cemiyetin geleneklerini

devam ettirmekten ileri gidemez, duruma

göre vaziyet almaz ve kendi tekniklerini

yenileyemez bir durumda kaldılar. Bu

kültür çerçevesinde Türk millî

düşüncesine hizmet eden aydınlar

yetişemedi. Ancak cemiyet, kendisine

hizmet eden neferleri yetiştirerek

devamlılığını sağladı.

Türk Milliyetçileri geçmişte daha güçlü

olan boy taassuplarına benzer bir yapıyı

arz eden Cemiyetler/Teşkilatlar/Kurumlar

içerisinde kendilerini kaybetmeden Türk

Ülküsü için gerekli olan atılım gücünü

kuvvetlendirerek, doğrular lehine tavır

alarak, Tanrı’nın vermiş olduğu ışığı O’nun

adına berraklaştırmalıdırlar. Bu sayede

cemiyet, şekillendiren değil şekillenen;

hizmet edilen değil hizmet eden olur. Türk

Milliyetçileri belli bir bilince sahip

olduktan sonra da eylem birliğine doğru

büyük bir adım atacaklardır.

“Birlikten yoksun bir hürriyet, esarete

mahkûmdur.”

GENCAY

40

AYARSIZ DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi

Sevgili Ayarsız ailesi; Türk Milliyetçiliği

fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş

kitlelere duyurulması konusunda biz de

destek vermek amacıyla sizinle bir söyleşi

yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi

teklifimizi kabul ettiğiniz için Millî

Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay

Dergisi adına teşekkür ederiz.

SORU 1-

Derginizin içeriği nedir?

M. Ragıp Vural- Ayarsız’ı fikir, kültür,

sanat ve edebiyat dergisi olarak tarif

etmek mümkün. Bu tanımın içine giren

alanlarda yazılar yayımlamaya gayret

gösteriyoruz. Bunun dışında mizah ve

karikatüre de yer vermeye çalışıyoruz.

SORU 2-

Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı

duydunuz?

Ayarsız çıkmadan önce yaptığımız

toplantıda neden böyle bir dergi çıkartma

ihtiyacı içinde olduğumuzu açıklamaya

gayret etmiş, bunu da derginin ilk

sayısında özetleyerek şu şekilde ifade

etmiştim:

“ ‘İçimizden konuşmaktan kendi sesimizi

unuttuk. İçimizi konuşmaktan kendi

sözlerimizi tükettik. Ve sıkıldık, yorulduk…

Hangi konuda ne söyleyeceği üç aşağı beş

yukarı belli insanlar olarak bir araya

geliyor, bir vazife gibi söylenmesi

gerekenleri söylüyoruz. Sonra mutlu-mesut

dağılıyoruz. Ama yeni bir şey söylememiz ve

kendi etrafımıza ördüğümüz bu duvarların

ötesinde bakmamız lâzım.’

Oysa biliyorum ki hepimiz farklı farklı

pencerelerden görüyoruz şu koca dünyayı.

Ama birçoğumuz gördüklerini anlatmayı

çoktan bıraktı ya da buna hiç teşebbüs

etmedi; yıldığından, anlaşılamama

endişesinden ya da zahmete gerek

olmadığını düşündüğünden. Bir araya

gelince, herkesin üstünde hemen hemen

ortaklaştığı konularla sınırlı bir muhabbet

yapmanın, biraz geçmişi yâd etmenin,

“hayırlısı” kelimesini nokta yerine

kullanarak dağılmanın riski azdı üstelik ve

her şeyden önemlisi bir yere ait

hissetmemizi en kestirme yoldan temin

ettiğinden hayli konforluydu.

Yeni tanıştığım, eskiden beri tanış olduğum

ve tekrar tekrar tanıştığım insanlar vardı

masanın etrafında. Orada söyledim mi

hatırlamıyorum fakat o toplantının

ardından içimden şu cümlelerin geçtiğini

çok iyi hatırlıyorum; yeniden tanışacağız

arkadaşlar, bıkmadan, usanmadan yeniden

tanışacağız, ta ki birbirimizi anlayana

kadar, tahammül etmeyi öğrenene kadar

yeniden tanışacağız. Çünkü birbirimizden

öğreneceğimiz çok şey olduğunu bir kez

GENCAY

41

daha görmüştüm Ayarsız’ın ilk

toplantısında.

Derdimizi iyi anlattığımızı sanmıyorum,

doğrusu ya aklımızın da net olduğunu

söyleyemem, sâdece korunaklı

alanlarımızın dışına çıkmanın, ezber

cümlelerimizi tekrar etmekten

vazgeçmenin zamanı geldiğini

düşünüyorduk. Bunları aktardık katılan

arkadaşlara, onlar da kendi çevrelerine

anlattılar, bir anda muhtelif ağlardan

yazılar, şiirler akmaya başladı. Herkes bir

tarafından tutarak bu mütevazı gayreti bir

coşkuya çevirdi. Kısa sürede 48 sayfa olarak

tasarladığımız Ayarsız’ın planlanan

hacminin epey üstünde yazı ulaştı elimize,

mümkün olduğunca çok yazıya yer açmak

için bu sayılık 56 sayfaya çıktık, hâlen de

yayınlayamadıklarımız var. Daha ne olsun!

Çaresiz insanlardan daha muhtaç kim

olabilir ki? Biliyorum insanoğlu muhtaçtır

ama çaresiz bir adam, neye muhtaç

olduğunu bile bilemeyen adamdır. Bir

heykel gibi dikilir hayatın kıyısında, başka

türlüsü de elinden gelmez. Giderek çaresiz

adamlar hâline dönüştüğümüzü söylesem

çok mu ileri gitmiş olurum bilmiyorum ama

en azından zaman zaman eline tutsak

düştüğüm bu histen kurtulmanın reçetesi

olarak Ayarsız’ın ruhuma şimdiden iyi

geldiğini söyleyebilirim. Dilerim sizlere de

iyi gelir.

Gelmezse de henüz yolun başındayız,

ruhumuza iyi geleceğini düşündüğünüz

reçeteleriniz varsa bekliyoruz. Koca karı

ilacı ya da modern tıp fark etmez, yeter ki

derd-i derûnumuz şifa bulsun.”

Velhasıl-ı kelâm Türkiye’nin içinde

bulunduğu durumdan sıkıldık, yüksek

siyasî analizler içeren gündelik

konuşmaların bizi sıkıntılarımızdan

kurtarmaya yetmediğini gördük, farklı

sesleri ve sözleri işitmek için de Ayarsız’ı

çıkartmaya karar verdik. 4. sayıya ulaştı ve

şu ana kadar bu maksadın hâsıl olduğunu

söyleyebilirim.

SORU 3-

Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar

çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce

nereden doğdu?

Aşağı yukarı bir önceki soruya verdiğim

cevapta yer alan endişelerden ve

ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyorum.

Türk milliyetçileri, söyleyecek sözlerimiz

var diyerek egemen dilin kuşatmasını

çıkarttıkları dergiler vasıtasıyla aşmaya

çalışıyorlar. Bir meydan okuma bana göre.

Genç arkadaşlar çıkarttıkları dergilerde

“Daha anlatacak çok hikâyemiz, dile

gelecek çok isyanımız, şiire dökecek çok

umudumuz var” diyorlar ve bunu da güzel

yapıyorlar. Bir kuşatmayı kırmanın

bundan daha güzel bir yolunu da

düşünemiyorum. Nihayetinde bu

gayretlerinin toplamı büyük yarını inşa

edecek, herkes gücü nispetinde bir tuğla

koyuyor ve her çaba takdir edilmeyi hak

ediyor.

GENCAY

42

SORU 4-

Camiamızın okuma durumu ortada. Bu

konuda çok da parlak bir seviyede

olduğumuz söylenemez, ne yazık ki…

Eğer derginizin tirajı düşerse benzer

dergilerle güç birliği yapmayı düşünür

müsünüz?

Evet, camiamızda pek çok sorun var,

bunlardan birisi de okuma alışkanlığının

yeterince yaygın olmaması. Fakat çıkan

dergilerin hepsi bir alışkanlık

kazandıracak ve bir sinerji oluşturacak

kanâatimdeyim. Şikâyet etmeyi seviyoruz,

yapılan iyi işleri takdir etmeyi pek

sevmiyoruz, ama yavaş yavaş bunun da

değiştiğini görüyorum. Ayarsız

macerasında bunu memnuniyetle

müşâhede ettik. Tanımadığımız insanlar

sahip çıktı, kitlelere ulaştırmak için âdeta

bir seferberlik başlattılar ve büyük bir

dayanışma içine girdiler. Aynı gayreti

diğer dergiler için de gösterdiklerini

görüyoruz. Biz de elimizden geldiğince

çıkan bütün yayınlara destek olmaya

çalışıyoruz.

Ayarsız çıkmadan önce önümüze bir

senelik bir hedef koyduk. Bu bir sene

zarfında derginin yayınını sürdürmesine

imkân tanıyacak bir satış rakamına

ulaşmasını hedefliyoruz. Şimdilik bu

hedefe epey yaklaştığımızı söyleyebiliriz.

Ayarsız’ı geniş kitlelere ulaştırmak için

ciddî rakamlar ödeyerek Yay-sat

vasıtasıyla dağıtıyoruz. Türkiye’nin hemen

hemen bütün illerinde Ayarsız’ı

okuyucusuyla buluşturmaya çalışıyoruz.

Eğer bir sene sonucunda istediğimiz

hedefe ulaşamazsak, oturup ne

yapacağımızı değerlendiririz. Diğer

yayınlara destek olmak ya da güç birliği

yapmak elbette dikkate alacağımız bir

seçenektir. Bizimle aynı derdi paylaşan

herkese kapımız ve sayfalarımız açık ve

onların da bize kapılarını açacağını

düşünüyoruz.

SORU 5-

Genellikle sayılarınızda bir konu

üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık

konular işlemeyi tercih ediyorsunuz.

Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu

yoksa azaltıyor mu?

Ayarsız’ı rahat okunan bir dergi yapmak

istedik. Bu rahatlığı da sayfa tasarımından

içeriğe kadar her konuda hissettirmeye

çalıştık. Aynı konu etrafında farklı

isimlerin yazdığı dergilerde ister istemez

bir tekrar sorunu ortaya çıkıyor. Ayrıca

ciddiyetin anlamın önüne geçmesi gibi bir

sorun var. Biz biraz daha sıcak, samimî bir

dergi tasarladık, okuyucuyu ilk başta

ciddiyete davet ederek gözünü korkutan

bir yayın olmak istemedik. Bunu kısmen

başardığımızı sanıyorum. Ama daha

alacağımız epey yol var. Bu anlamda

piyasada bulunan muadili dergilerin

benimsediği yolu kendi anlayışımız

çerçevesinde hayata geçirmeye

çalışıyoruz. Okuyucunun da farklı konuları

okumaktan memnun olduğunu gördük.

GENCAY

43

Her ay 30-40 yazar arkadaşımızın

yazılarını yayımlıyoruz. Herkes her yazarı

ve düşüncelerini beğenmek zorunda değil,

kendi anlam dünyasına göre beğendiği

yazarları okuma imkânına sahip oluyorlar

böylelikle. Bu tarz bir yayın tercihinin ana

sebebi de başından beri çok

önemsediğimiz çeşitliliğe imkân tanıması.

SORU 6-

Derginizde bayan yazar arkadaşlara

çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın

eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?

Biz mümkün olduğu kadar kadın yazarlara

yer veriyoruz, hatta bunun için özel bir

gayret sarf ediyoruz. Fakat camiamızda bu

noktada büyük bir eksiklik olduğunu

söyleyebiliriz, bu durum tabiî olarak

Ayarsız’a da yansıyor. Kadınlara buradan

çağrı yapayım o hâlde: Lütfen bize

eserlerinizi gönderin ve dergiyi ele geçirin

efendim. Bu bizi ziyadesiyle memnun

edecektir.

SORU 7-

Yazar kadronuzu neye göre

belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman

yazarların olmasına önem veriyor

musunuz?

Alanında uzman yazarlar aramıyoruz,

derdini doğru cümlelerle aktaran yazarlar

arıyoruz. Mümkün olduğu kadar genç

arkadaşların yazmasını istiyoruz. Biraz

önce de söylediğim gibi kasvetli bir dergi

çıkartmak istemiyoruz. Bizim için önemli

olan yazıların, şiirlerin, hikâyelerin mesajı.

O mesaj doğru cümlelerle aktarılmış mı,

insanları düşünmeye sevk ediyor ya da

tebessüm ettiriyor mu? Bizim yazılara

bakışımız budur. Tebessümü önemsiyoruz,

tebessüm ettiren yazılara ihtiyacımız

olduğunu düşünüyoruz. Şu ana kadar bu

hususta isteğimiz seviyede değiliz, ama

ileriki sayılarımızda bunu da

yakalayacağımıza inanıyoruz.

SORU 8-

Derginizdeki akademik yazıların

bilimsellik seviyesini hangi düzeyde

buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da)

yükseltmek için neler yapmayı

düşünüyorsunuz?

Hiçbir akademik derdimiz yok, bilimsellik

diye bir iddiamız da yok. Mümkün olduğu

kadar da buradan uzak durmak istiyoruz.

Akademik yazıların seviyesinin yüksek

olduğuna dair bir kanâate de sahip değiliz.

Seviyeyi belirleyen de bize göre yazarların

düşüncelerini hangi cümlelerle, nasıl ifâde

ettiğidir. Akademik dergiler çıkıyor, hatta

15 senedir 2023 isimli akademik bir dergi

çıkartıyorum, ama bu alanda bir ihtiyaç

olduğunu düşünmüyorum. Üniversite

bünyelerinde çıkan dergiler var.

Roman, hikâye, şiir okumak en az

akademik yazılar kadar insanların ufkunu

açar. “Efendim, ben daha ziyade bilimsel

yayınları okuyorum” diyen bir insanın

tercihine saygı duyarım, lâkin hayatı

anlamak ve ona katkı sunmak adına edebî

eserlerin de çok mühim bir yere sahip

olduğunu düşünüyorum. Mümkün olduğu

kadar günümüzdeki okuma alışkanlığını

belirleyen şartların içinde kendimize ayrı

bir yer açma gayretindeyiz. İnsanların

fazla vakitleri yok, uzun makaleler

okumaktan hoşlanmıyorlar. Öyleyse biz de

düşüncelerimizi, fikirlerimizi onların

ihtiyaçlarını ve taleplerini göz önünde

bulundurarak ifâde etmenin yollarını

GENCAY

44

bulmalıyız. Bir hikâye, bir şiir vasıtasıyla

insanların anlam dünyalarına temas

edebileceğimize ve o temas üstünden

onlarda bir iz bırakacağımıza inanıyoruz.

Hatta günümüzün mekanik dünyasında

hepimizin şiire, edebiyata, hikâyeye,

gülmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Hayata ruh katan da bütün bu gayretlerdir.

Çok iyi bir inşaat mühendisi olabilirsiniz,

insanların ihtiyaçlarını giderecek projelere

imza atabilirsiniz, ama ona bir de ruh

katmanız gerekir. Bu ruhu da edebiyat ve

sanat eserleri vasıtasıyla edindiğiniz

estetik anlayış çerçevesinde projelerinize

yansıtırsınız. Yoksa kaba bir modernizme

kurban edersiniz bütün güzellikleri.

TOKİ’nin bu ülkeye kattığı bir şey olması

için hayatı estetik açıdan da görmesi

gerekir. İnsanlar barınma ihtiyacını

gidermek için yapılan binaların birer

Panoptikon hâline dönüşmesi işte bu

bakışın ürünüdür. Estetik kaygumuz var

dolayısıyla, güzele hasret duyuyoruz,

güzele yer vermek istiyoruz. Ezberlerin

tekrarlanmasına izin vermeden, farklı

bakışı açılarına sahip yazarların fikirlerine

dergimizde yer vermek en büyük

idealimiz.

SORU 9-

Yazar kadronuz sâbit mi yoksa yeni

yazarları da değerlendiriyor musunuz?

Sâbit yazarlarımız var ama yeni yazılara da

yer açıyoruz. Her yazarımız bize, “daha

güzel bir yazı gelirse lütfen ona yer verin,

ben alınmam” diyor. Çok güzel bir şey bu…

Müthiş ve epeydir hasret kaldığımız bir

diğerkâmlık. İyi olduğunu düşündüğümüz

hikâyeler, yazılar, şiirler geliyor ve onları

sırayla yayınlamaya gayret ediyoruz.

SORU 10-

Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve

tasarımları okunurluğu etkiler mi?

Derginizi hazırlarken tasarım

açısından nelere dikkat ediyorsunuz?

Tasarım bana göre derginin içeriği kadar

önemlidir. Her şeyin çok renkli ve hızlı

olduğu, görsel algının geliştiği bir çağda

tasarımı ihmal eden bir yayının ayakta

kalamayacağını düşünüyorum. Tasarımın

da içerikle bütünleşik olması gerektiğine

inanıyorum. Bazen bir görsel bütün

hikâyeyi özetleyebilir. Mümkün olduğu

kadar yazının ruhuna uygun görseller

kullanmaya çalışıyoruz. Ayrıca

kullandığımız kâğıdı ve baskıyı dikkate

alarak tasarımlar yapıyoruz. Her yazıyı

biraz da, nasıl bir giriş ya da görsel

kullanılır burada diyerek okuyorum. Sonra

yıllardır birlikte çalıştığımız tecrübeli bir

grafiker arkadaşımız var, onun da desteği

ile sayfaları hazırlıyoruz. Bazı yazıları

ressam arkadaşlara gönderiyoruz, onlar

yazının ruhuna uygun resimler çiziyorlar.

Bu da Ayarsız’ın görselliğini

zenginleştiriyor.

GENCAY

45

SORU 11-

Basılı dergilerin geleceği hakkında

neler düşünüyorsunuz?

Şu anda pek çok edebiyat dergisi çıkıyor,

Ayarsız’ın formatında da birçok dergi var.

Dolayısıyla henüz dergiciliğin ölmediğini

düşünüyorum. Dijital ortamda yayın yapan

dergilerde bir ciddiyet eksikliği var, daha

ziyade amatör uğraşlar olarak kalıyor.

Profesyonel olarak dijital bir yayını

yürütmek ise şu anda pek mümkün değil.

Çünkü reklam geliri böylesine bir

profesyonel uğraşıyı finanse etmeye

yetmiyor. Ayrıca aylık periyotta bir dijital

dergi de, dijital ortamın ruhuna aykırı

olması sebebiyle anlamsız geliyor bana.

Dijital bir dergi olacaksa en azından

günlük güncellemenin olması gerekiyor.

Çünkü insanlar dijital ortamda anlık ve

kısa süreli olarak tüketmeye alışmış

durumdalar. Anlık iletişim imkânı sunan

bir platformda aylık yayın yapmak

okuyucunun ilgisini diri tutmak pek

mümkün değil gibi. Dijital ortamdaki

tüketim alışkanlığına uygun bir dergicilik

anlayışı geliştirmek gerekiyor dolayısıyla.

Gün içinde birkaç kez güncellenen, dikkat

çekici başlıkların ve görsellerin

kullanıldığı bir yayıncılık anlayışı… Bunu

başaranlar ancak o platformda başarılı

olacaktır.

Basılı dergiler hâlen dokunulabilir

olmaklığından kaynaklı bir gerçeklik algısı

ve hissi verme avantajına sahipler.

Dolayısıyla kısa vadede dergicilik bana

göre bitmeyecek. Zamanla evrilecek, belki

dijital platforma uygun içerik üretmeye

çabalayarak ikisinin karması bir anlayış

dergicilikte egemen olacak, ama bana göre

bunun için daha zaman var.

SORU 12-

Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı

geride bırakmış olan Gencay Dergisi

hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya

olumsuz düşünceleriniz nelerdir?

Bugün fikir üretmek ve onu okuyucuyla

buluşturmak için gösterilen her çaba

takdiri hak ediyordur. 52 sayı, büyük bir

başarı. Lâkin yukarıda bahsettiğim

hususlar Gencay dergisi için de geçerli.

Bilgisayar başında uzun okumalar yapmak

hayli zor. Çünkü her an başka uyarıcılar

tarafından okuyucunun ilgisinin

bölünmesi hayli yüksek bir ihtimal. Ayrıca

insanlar nasılsa duruyor orada diyerek,

okumayı erteliyorlar. Dolayısıyla interaktif

bir hâle getirmek ve dinamik bir içerik

kazandırmak Gencay’ın okuyucu kitlesini

genişletmesine imkân tanıyabilir. Ayrıca

52 sayılık bir tecrübe var önünüzde, sizler

daha iyi bir noktaya gelmek için neler

yapmak icap ettiğini benden daha iyi

biliyorsunuzdur. Benim bu husustaki

tecrübem size göre hayli sınırlı. Büyük

özveri isteyen dergiciliği 52 sayıdır devam

ettirdiğiniz için sizleri tebrik ediyorum.

Allah yolunuzu açık etsin.

GENCAY

46

EDEBİCE DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi

Sevgili Edebice ailesi; Türk Milliyetçiliği

fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş

kitlelere duyurulması konusunda biz de

katkı sunmak amacıyla sizinle bir söyleşi

yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi

teklifimizi kabul ettiğiniz için Milli

Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay

Dergisi adına teşekkür ederiz.

SORU 1-

Derginizin içeriği nedir?

Merhaba. Öncelikle kardeş bir derginin

sayfalarında kendimizi anlatmak ve

duygularımızı paylaşmak imkânını bize

verdiğiniz için teşekkür ederim. Dergimiz,

adından da anlaşılacağı üzere bir edebiyat

dergisi. Fikrî yönümüzü ihmâl etmeyen,

kültür ve sanat dergisi. Edebi verimlerini

yayımlama ihtiyacı hisseden herkesin yazı

ve şiirlerini yayımlayabileceği bir ortam

Edebice.

SORU 2-

Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı

duydunuz?

Cevaplaması zor sorulardan biri de bu

şüphesiz. Çünkü bir edebiyat dergisinin

cevaplaması gereken en önemli sorulardan

birisi de bu “niçin?” sorusudur. Biz de bu

soruya ilk sayımızda yer alan ve bir bildiri

mahiyetindeki “Neden Edebice?” başlıklı

yazımızda cevap verdik. Edebice, yüz

yıllardır hazırdan tüketmeye karşı bir

tavrın ürünüdür. “Artık yeni şeyler

söylemek lazım! Hayatın yeni dokunuşlara,

edebiyatın yeni heyecanlara, yeni

söyleyişlere ihtiyacı var.” çıkışıyla bir nevi

bu dergiyi çıkarmaktaki amacımızı ortaya

koyduk. Dahası “yinelemeden” bir

“yeni”nin peşindeyiz. “Güneş altında

söylenmemiş söz yoktur.” inancına karşı

“Güneş altında söylenmemiş söz var.”

dedik. Biz o sözün peşindeyiz. Bir sürü

lakırdının laf kalabalığının arasında

“edebice bir söz” söyleyebilmenin

çabasındayız. Edebiyat ve sanat dünyamız

bir bayağılık ve basitlik çukuruna

gömülmüş durumda. Bu bayağılık ve

basitlikten mümkün olduğunca uzak

durarak, hem edepli hem edebi bir yol

tutmanın hesabındayız. Sorunuzda

belirttiğiniz gibi aslında bir “ihtiyaç”tan

doğdu Edebice…

SORU 3-

Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar

çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce

nereden doğdu?

GENCAY

47

Fikir, düşünce ve verimlerimizi aynı cephe

ve cemiyetin içine hapsetmeyi düşünmek

hatadır bizce. Beslendiğimiz kaynaklar

ortak olabilir ama bazen hedefler farklı

olabilir. Bizimle aynı duygu ikliminde olan

ve gayet başarılı bulduğumuz dergilerimiz

var. Bunların varlığı bizim gücümüze güç

katar ve ayrıca bizim varlığımız da onlara

güç verecektir. Sonra fikirlerimizin

zirvelerde temsili için birçok koldan

ilerlemek gerekmez mi? Bizim bu dergi

fikrimiz çok önceden beridir var aslında.

Kısmet bu zamanaymış. Edebice yayın

hayatına başladığında hakikaten hem

kardeş hem de tabir yerindeyse rakip

denebilecek birçok dergimiz vardı. Ama

biz bu durumdan çok memnunuz. Olması

gereken tam da budur aslında. Edebi bir

canlılık, çoğalma ve üretmedir bu bolluk…

SORU 4-

Camiamızın okuma durumu ortada. Bu

konuda çok da parlak bir seviye

olduğumuz söylenemez, ne yazık ki…

Eğer derginizin tirajı düşerse benzer

dergilerle güç birliği yapmayı düşünür

müsünüz?

Camiamızın okuma durumundan ziyade

ülkemizin okuma durumu ortada. Okuma

oranları ile hareket edersek hiçbir kesimi

harekete geçiremeyiz. Parlak bir seviye

yakalamak için insanları okuma ve

yazmaya yönlendirmek gerekiyor.

Çevremizde okuma yazma ile meşgul

olmayanlarda, bizlerin bu meşguliyetini

gördükçe, üretme isteğimizi gördükçe, bu

ihtiyaç hâsıl olacaktır. Bunun yani

insanları okumaya sevk etmenin başka

yolu var mı? Bizim tiraj endişemiz yok.

Çünkü çok büyük beklentilerle başlamadık

Edebice’ye. Biz işimizi iyi yapalım,

dergimizi kaliteli çıkaralım yeter. İyi bir

ekibimiz var. Her şey, tiraj ve para değil

inanın. Derginin basım maliyetini

karşıladıktan sonra gerisi çok da önemli

değil. Benzer dergilerle tirajımızın

düşmesi durumunda değil, her zaman

işbirliği yaparız. Mesela dergimizin bazı

yazarları bize yazı verdiği gibi size ve

diğer dergilerimize de yazı gönderiyor. Bu

bir işbirliği değil midir?

SORU 5-

Genellikle sayılarınızda bir konu

üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık

konular işlemeyi tercih ediyorsunuz.

Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu

yoksa azaltıyor mu?

İlk sayımızda böyle bir yol izledik, bu yolu

birkaç sayı daha takip edeceğiz. Zira

dergicilik de “dosya” hazırlamak büyük bir

emek, çaba, birikim ve kadronun

ürünüdür. İlk sayıdan bir dosya ile

okuyucunun karşısına çıkmak çok da

anlamlı olmazdı bence. Zaten şuan yayın

hayatını sürdüren köklü dergilerimiz de

her sayılarında dosya yapmıyorlar. Dosya

ihtiyacı döneme ve zamana göre şekillenir,

yazı kurulunun kararıyla ortaya çıkar. Bir

dosya ile okuyucu karşısına çıkmanın

okunurluğu doğrudan etkileyeceğini

düşünmüyorum. Derginin yazar kadrosu,

yazı kalitesi ve tanıtımıyla okunurluğu

arasında doğrudan bir ilişki vardır. Dosya

hazırlamak dergicilikte elbette önemlidir.

Ancak olmazsa olmaz değildir.

SORU 6-

Derginizde bayan yazar arkadaşlara

çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın

eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?

GENCAY

48

Siz bu soruyu soruncaya kadar daha önce

dergilerin yazar kadrosunda kaç bayan,

kaç erkek var diye bakmamıştım. Biz

dergimize gelen yazıların yazarlarının

bayan ya da erkek oluşuna değil, yazının

ağırlığına, edebi ve sanatsal boyutuna

bakıyoruz. Biz ilk sayımızda bir ressam

arkadaşımızla birlikte 7 bayan yazar ve

şairimize yer vermişiz. Bu vesileyle köklü

diyebileceğimiz Türk Dili ve Türk

Edebiyatı dergilerinin yazar kadrolarına

baktım. Mesela Türk Dili dergisinin Ocak

2016 sayısında 6 bayana, Türk Edebiyatı

dergisinin son sayısında (Mayıs 2016) 7

bayana yer verilmiş. Yani bayan yazar, şair

veya çizer sayıları genelde dergilerimizde

düşük. Bunu camiamızın bir eksikliği

olarak kabul etmek mümkündür ama

bayanlarımızın edebi alanda daha az

görünmesinin başkaca sebeplerinin

olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.

Mesela bizim bayanlarımız edebiyata karşı

biraz daha ilgisiz. Genelleme doğru değilse

de rakamlar ortada. Gelen yazılar arasında

biz özellikle erkekleri seçmiş değiliz. Hem

böyle bir “seçicilik” nasıl olabilir?

SORU 7-

Yazar kadronuzu neye göre

belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman

yazarların olmasına önem veriyor

musunuz?

Yayın kurulumuz gönüllülük esası

çerçevesinde bir araya gelmiş birbirinden

değerli arkadaşlarım ve hocalarımdan

oluşuyor. İlk sayımızda birçok yazara biz

teklif götürdük. Bu yazarlar, daha önce

yazı deneyimi olan usta isimler genelde.

Bunun yanında e-posta hesabımıza gelen

yazıları da değerlendirip uygun olanları

dergimizde yayımladık. Edebi ve sanatsal

yönü olan yazıları değerlendirmeye

çalışıyoruz. Kendini ispat etmiş, uzman

yazarlarımızın dergimizde yazıyor oluşu

da bizim için oldukça önemlidir. Ama

dediğim gibi dergimizde sadece tanınmış,

usta isimler olsun istemiyoruz. Bunların

yanında duygu ve düşüncelerini ifade için

zemin arayan genç kardeşlerimize de

dergimizde yer veriyoruz.

SORU 8-

Derginizdeki akademik yazıların

bilimsellik seviyesini hangi düzede

buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da)

yükseltmek için neler yapmayı

düşünüyorsunuz?

Biz dergimizin hazırlık aşamasında

arkadaşlarımızla şu sorunun cevabını

aradık: Edebice, akademik bir dergi mi

olmalı yoksa edebiyat ve sanatla uğraşan

az çok okuyup yazanların da ilgi

gösterebileceği bir dergi hüviyetinde mi

çıkmalı? Dergimizin şekillenmesinde de bu

soru belirleyici oldu. Edebice, bir

akademik dergi olmayacaktır, ancak

akdemi çevrelerinin de takip edebileceği

bir dergi olmalıdır. Yani Edebice’de,

yazacak bir şeyi olan herkes, edebi

ölçülerde, estetik yanı olan her yazı

kendine yer bulabilir. Bu yazıyı bir liseli

genç de yazmış olsa biz onun yazısını

yayımlarız. İnsanlar dergiyi okudukça ve

dergiye yazdıkça akademik düzeyleri

artacaktır inanın. Dolayısıyla dergimiz

sadece akademik çevrelere hitap eden bir

dergi olmadığı için derginin akademik

boyutuyla ilgili de herhangi bir tasarrufta

bulunmaya gerek yoktur. Akademik

düzeyde bir makale de dergimiz

sayfalarında kendine yer bulacaktır. Bu

yazıların bilimsellik boyutunu da

GENCAY

49

dergimizin yayın kurulundaki

akademisyen yazarları ölçüp

tartacaklardır.

SORU 9-

Yazar kadronuz sabit mi yoksa yeni

yazarları da değerlendiriyor musunuz?

Yazar kadromuzda kemikleşmiş bazı

isimler elbette olacaktır. Ancak her sayıda

aramıza yeni isimler katılacak. Mesela yeni

sayımızda birçok yeni isim aramızda

olacak. Dolayısıyla sabit bir yazar

kadromuz var diyemeyiz.

SORU 10-

Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve

tasarımları okunurluğu etkiler mi?

Derginizi hazırlarken tasarım

açısından nelere dikkat ediyorsunuz?

Derginin gerek kapağı gerekse iç tasarımı

çok önemli. Kapağın ilgi çekici, alışılmışın

dışında olması okuyucunun dikkatini

çekecektir. Mesela, bir kitapçıda hakkında

hiçbir fikrimizin bulunmadığı kitaplara

bakarken en çok dikkatimizi ne çeker?

Kitap kapağı satış ve okunurluğu etkileyen

en önemli faktörlerden biridir. O yüzden

profesyonellik başarının ilk anahtarıdır.

Profesyonel tasarım da derginin albenisini

arttırır.

SORU 11-

Basılı dergilerin geleceği hakkında

neler düşünüyorsunuz?

Birçok alanda olduğu gibi basılı

yayınlarımız da dijital ortama ve sanal

âleme yenik düşüyor. Her türlü bilgiye

internet ortamında ulaşılıyor ve e-dergi, e-

kitap ortamlarının yaygınlaşmaya

başlaması basılı yayınların, gazetelerin

satış oranlarını düşürüyor elbette. Fakat

ben, kağıda basılmış bir kitabın, bir

derginin ve bir gazetenin hükmünü yakın

zamanda kaybedeceğini düşünmüyorum.

Bu konuda dergimizin ilk sayısında

yayımladığımız “Neden Edebice?” adlı

bildirimizde şöyle demiştik: “Sanal dünya

birçok kıymeti yok ediyor, birçok geleneği

öldürüp, bazı edebî türleri de mazide tatlı

bir anı olarak bırakıyor. Özelde edebiyat

dergiciliği genelde bütün basılı yayımlar

yavaş yavaş bu kaçınılmaz sona doğru

gidiyor. Bunun farkındayız. Ama usta bir

şairin kaleminden çıkmış bir şiiri bir dergi

ya da kitap sayfalarına dokunarak, kitabın

veya derginin kendine has kokusunu içine

çekerek okumanın keyfini, hangi internet

sitesi, hangi sanal sayfa verebilir? Bazı

alışkanlıklar başımıza sıkıntı getirebilir

ama güzel alışkanlıklarımızın değişmesine

gönlümüz razı olmuyor ve edebî

ürünlerimizin dergi ve kitaplardan

basılması alışkanlığımızı değiştirmeyecek

ve “edebîce” olarak bu değişime sonuna

kadar direneceğiz.” Dediğimiz gibi biz bu

değişime sonuna kadar direneceğiz.

SORU 12-

Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı

geride bırakmış olan Gencay Dergisi

hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya

olumsuz düşünceleriniz nelerdir?

Gencay’ı en başından beri takip eden biri

olarak ben, bu derginin konumunu Türk

toplumunun süreli yayınlarla ilişkisi

bağlamında düşündüğümde umut verici

olarak görüyorum. Bu umudumun en

büyük kaynaklarından biri de dergide rol

alanların bir kısmını tanımam, onların

GENCAY

50

hevesini ve içtenliğini biliyor olmam.

Dergi yayıncılığı bir arz-talep

meselesinden çok öte görünüyor bana.

Daha çok, dergiyi sırtlayanların hevesi onu

ticari yayıncılıklardan apayrı bir yerde

düşünmeyi gerektirir. Gencay ekibindeki

duyarlılık ve kararlılık “Toplumsal ya da

ekonomik koşullar ne olursa olsun…”larla

başlayan cümleler kurabilme fırsatı

veriyor. Bu da en başında söylediğim gibi

umut veriyor.

GENCAY

51

İHTİMAL DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi

Sevgili İhtimal ailesi; Türk Milliyetçiliği

fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş

kitlelere duyurulması konusunda biz de

katkı sunmak amacıyla sizinle bir söyleşi

yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi

teklifimizi kabul ettiğiniz için Milli

Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay

Dergisi adına teşekkür ederiz.

SORU 1-

Derginizin içeriği nedir?

(İhtimal Dergisi Adına Genel Yayın

Yönetmeni Haydar Barış Aybakır)

İlk önce ben İhtimal Dergisi adına, bize

sunduğunuz bu imkân ve temennileriniz

için sizlere teşekkür etmek istiyorum.

Dergimizin içeriğine gelince, bu konuda

uzaktan bakıldığında çok ketum

durduğumuz söylenebilir. Genel olarak

bizimle benzerlik arz eden dergiler, kültür

& sanat, fikir & kültür, fikir & edebiyat ve

benzeri kavram bütünlükleri ya da

ilişkileri içerisinde çerçevelendirilmekte /

sınırlandırılmakta.

Biz böyle bir ifade kullanmadık; iki aylık

süreli yayın olarak tanıttık kendimizi.

Dikkat ederseniz derginin içeriğini de

kapağa taşımadığımızı görürsünüz. Bu

anlamda biraz farklılık kattığımız açık ve

elbette merak uyandırdığımız da… Ancak

neden bunu yapıyoruz sorusuna

vereceğimiz cevap, dergiyi okuyucusuna

saklamak olacaktır.

SORU 2-

Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı

duydunuz?

Bizim İhtimal Dergisi’ni çıkarmaktaki

amacımız, alınması gereken bir tavrın

gerçekleşebileceği koşulların

oluşturulmasına yardımcı olmak. Bir

duruş sergilemeye çalışıyoruz ve bu

tutumun şaşırtıcı olduğunun gayet

bilincindeyiz. Lakin bizim manifestosuz,

büyük laflar etmeden, büyük anlatılara

yaslanmadan yola çıkışımızdaki gaye de

bu.

Şu an içinde bulunduğumuz camia kendini

arıyor desek, çok da yanlış bir söz

söylemiş olmayız. Bu bizim kanaatimiz

değil, tespitimiz. Bir paradigma değişimi

söz konusu ve belki de bunu en sancılı

yaşayan bizleriz. Muazzam bir saldırı

altındayız ve savunmaya geçmenin yenilgi

olduğunun da gayet bilincindeyiz.

Karşımızda iki yol vardı, ya sırtımızı

GENCAY

52

dönüp gidecektik, bütün bu yaşananlara

kayıtsız kalacaktık ya da biz de

saldıracaktık ki bizden de istenen buydu.

Hayır, bunlar bize dayatılan, daha biz yola

çıkmadan yürümemiz için önümüze konan

yollardı. Kabul etmedik; kendi yolumuzu

açalım istedik. İhtimal Dergisi, bu yolun

açılma mücadelesidir bir bakıma.

Ayağımızı bastığımız toprağın yabancısı

olmuşuz. Zemin her geçen gün ayaklarımız

altından biraz daha çekiliyor ve bizler

adeta boşlukta savruluyoruz. Aksini iddia

edebilecek var mı? Hangi görüş olursa

olsun bu böyle. Biz böyle bir ortamda

birincisi yolunu kaybettiğimiz “Ev”imizi

arıyoruz, daha da önemlisi kendimizi

arıyoruz. En nihayetinde bir “yer”

tutuyoruz ya da tutmaya çalışıyoruz.

Şimdilik İhtimal Dergisi ile çıktığımız

yolun yolcusuyuz.

SORU 3-

Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar

çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce

nereden doğdu?

Bir kere bu muazzam bir şey, bunu itiraf

etmeliyim. Çok değil, bundan bir yıl önce

herhangi bir kitabevine girip dergi

raflarına göz gezdirdiğimizde bizden çok

bir şey bulamıyorduk ama artık öyle değil.

Kendimizi ifade etmede yetersiz

kalıyorduk. Burada iki durumdan

bahsedilebilir. Birincisi, Allah’tan böyle bir

şey yaşanmadı ama kendini ifade

edemeyen tepkiler, ancak şiddet yoluyla

açığa çıkar ki bu da kimsenin istemediği

bir şeydir. Hiç olmazsa biz istemiyoruz

veyahut farklı kesimlerle dirsek temasına

geçilir. Bizde daha çok farklı kesimlerle

dirsek teması söz konusuydu. Çok şükür

artık neredeyse her alanda dergilerimiz

var. Artık kimsenin mazereti olmayacak,

çok yoğun olmanın dışında (gülüyor).

Burada şunu da ifade etmek istiyorum.

Malum “çözüm süreci” rafa kaldırıldıktan

sonra ya da “boz dolabına” ya da her

nereye ne yapıldıysa; bu süreçten sonra

yaşananlar karşısında, milliyetçi bir

tepkinin ortaya çıkması, milliyetçiliğin

yükselmesi çok doğal. Bunu sürekli

pompalayan bir irade de söz konusu. Daha

dün milliyetçilikleri ayaklarının altına

almaya çalışanlar bugün neredeyse bizden

daha milliyetçi olacaklar. “İnsan hayret

ediyor doğrusu”. Ancak ben dergiler

konusunda böyle düşünmüyorum, bir tek

neden olarak bunu görmüyorum ya da

buna indirgemek istemiyorum. Biz

istenildiğinde ortaya çıkan, istenildiğinde

kabuğuna çekilen bir kesim falan değiliz.

Biz Türkiye’nin ta kendisiyiz. Bizi bugüne

kadar başka başka şeylerle meşgul

ediyorlardı, halen de ediyorlar. En

basitinden arkadaşlarımızın rızık endişesi

var. Böyle bir şey olabilir mi ya Hû?! Ben

biraz da bu çıkışmayı, açıkçası bir rest

GENCAY

53

çekme olarak görüyorum. Bu, sadece bir

dergicilik faaliyeti değildir. Bu, dünyada

yaşanabilecek en iyi yerin Türkiye olması

duasıyla yola çıkanların türküsüdür. Bize

de bu türküyü hep beraber çığırmak

kalıyor. Çığırmak dedim, bizim köyde öyle

derler. Kimseye boyun bükmeden, ağız

eğmeden, ona buna kavuk sallamadan

birbirimize ait insanlar olarak şerefimizi

koruyarak ve yükselterek yaşamak

istiyoruz.

SORU 4-

Camiamızın okuma durumu ortada. Bu

konuda çok da parlak bir seviye

olduğumuz söylenemez, ne yazık ki…

Eğer derginizin tirajı düşerse benzer

dergilerle güç birliği yapmayı düşünür

müsünüz?

Bir önceki sorunuzla birlikte şunu da

söylemek istiyorum. Malum siz de

belirttiniz, bir anda cemiyet içerisinde

birçok dergi çıkmaya başladı. Bir kere bu

piyasa şartları bizleri rakip olarak

kodluyor, burası kesin. Yine bu piyasaya

göre hareket edildiğinde herkes kendi

pazar payını arttırmanın, kârını

azamileştirmenin derdine düşer. Nitelik

yerini niceliğe bırakır ve tek bir amaç

ortaya çıkar “tekel”. Bu kesimde bir tek biz

olalım, herkes bizi bilsin, bizi görsün...

Evet, piyasa şartları altında hareket

edilirse diğer kesimlerden de bildiğimiz

üzere böyle içler acısı bir hale düşülür.

O yüzden biz İhtimal Dergisi olarak, evet

bu piyasa içerisindeyiz ama bu piyasanın

bizi belirlemesine, konumlandırmasına

karşı da mücadele ediyoruz. Bu yüzden

kimseyi rakibimiz olarak görmediğimizi,

aksine bu çeşitliliğin bizim gücümüze güç

kattığına inandığımızı belirtmek isterim.

Tabi bu çeşitlilik, sevgili okuyucularımızı

biraz yoracak, lütfen kusurumuza

bakmasınlar. Bu noktada, sizin de ifade

ettiğiniz gibi ülkemizde okuma durumu da

ortada. Bunu yıkacak olan da yine bizleriz.

Çeşitli projeler geliştirilebilir, farklı şeyler

denenebilir. Zaten biz de bunun için varız,

öyle değil mi? Şöyle düşünmeliyiz; daha

fazla okuyucu ile buluşmak için ortak neler

yapılabilir? Evet, her dergi gibi bizim de

illa ki bir tiraj kaygımız var, bunu kimse

inkâr edemez. Ancak biraz önce de

söylediğim gibi bunu salt bir maddi getiri

olarak görmüyoruz. Biz, insanlara

ulaşmayı hedefliyoruz.

SORU 7-

Yazar kadronuzu neye göre

belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman

yazarların olmasına önem veriyor

musunuz?

SORU 9-

Yazar kadronuz sabit mi yoksa yeni

yazarları da değerlendiriyor musunuz?

7. VE 9. SORULARIN CEVABI

GENCAY

54

İhtimal Dergisi olarak bizimle ortak

paydada yer alabilecek herkese açık

olduğumuzu belirtmek isteriz. Kendi içine

kapalı bir cemaat değiliz. En nihayetinde

memleket hassasiyeti taşıyan insanlarız ve

bu hassasiyetimizi farklı bir şekilde dile

getirmeye çalışıyoruz. Buradaki farklılık

lütfen yanlış anlaşılmasın, kendimizi

beğenmek, kendi kafamıza göre iş

çıkarmak değil; çünkü böyle de

anlaşılabiliyor ve biz buna gerçekten çok

üzülüyoruz. Belki denilebilir ki bu konuda

kendimizi ifade edemedik. Olabilir ama bir

yıla yaklaştık, artık bizim yaptığımız işe de

önyargıyla bakılmasın lütfen. En başından

itibaren bu camia içerisinde çeşitliliğin

olmasını bir zenginlik olarak görüyoruz.

Yazar kadromuzu da belirleyen bu

çeşitliliktir. Takdir edersiniz ki milliyetçi

düşünce bir kesimin ya da bir kişinin

tekelinde değil.

Bu minvalde tek bir görüş doğrultusunda

değil de bu çeşitliliği belirli hassasiyetleri

ve aralarındaki dengeyi de gözeterek ortak

bir potada buluşturuyoruz. Bu alandaki

birikimi ve tecrübeyi de hesaba katarak,

kılavuz edinerek herkesin kendi alanında

konularını gündeme taşımasını ve bu

gündemlerini okuyucu ile buluşturmasına

yardımcı olmaya çalışıyoruz. Konuları

akademik alandan daha popüler bir alana

yeni nesil bir dergi ile taşıma gayreti

içerisindeyiz. Böylece hem daha geniş bir

kesime hitap etmek hem de yeni nesil ile

dergimizi buluşturmak istiyoruz.

Genelde yazar kadromuz akademide yer

alan, az önce de ifade ettiğim gibi kendi

konularında uzmanlıkları olan,

çalışmalarını büyük bir titizlikle sürdüren

insanlardan oluşmakta. Sabit bir kadrodan

ziyade sürekli değişebilen bir kadromuz

mevcut. Bu bizim en büyük avantajımız.

Her sayıda yeni yüzleri aramıza katmaya

ve onlarla bu birlikteliği sürdürmeye

çalışıyoruz. Yeni arkadaşlarımızla

tanışıyoruz, bu çok heyecan verici bir

duygu. Birçok yeni ismi dergimiz

vasıtasıyla yayın hayatına katma telaşemiz

var.

SORU 6-

Derginizde bayan yazar arkadaşlara

çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın

eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?

İşte bu çok güzel bir soru. Her dergi

çıkmadan ve çıktıktan sonra aksatmadan

bir değerlendirme toplantısı yaparız. Bu

toplantılarda hep dile getirdiğimiz en

önemli konu da bu olmakta. Dergide kadın

yazarların yer almasını istiyoruz ama bu

da kendi iradeleri ile olacak bir şey. Biz, bu

konuda uygun ortam ve şartları

sağlamakla mükellefiz, bunun dışında

yapacaklarımız etik olmaz. Bu konuda çok

hassasız. Eğer onların iradesi olduğunu

kabul ediyorsak, onları yönlendiremeyiz.

Bu saygısızlık olur. Türkiye’de kadına

bakış ana kimliğini bir türlü aşamıyor yani,

bunu aşağılamak için falan söylemiyorum

ama erkek tarafından bir konumlandırma

söz konusu. Erkeğinin arkasında

yürüyecek, doğuracak, çocuklarına analık

yapacak, evde duracak… Hayatımıza

nereden sirayet ettiği malum fakat bunun

din ile falan da alakası yok. Her kesim için

bu aynı. Biz bunu aşma gayretindeyiz ve

gösteriş olsun diye de yapmıyoruz. Bizim

dünya telakkimizde kadının yeri bellidir ve

bunu belirleyen de yine kendisidir.

Şimdiye kadar bir arkadaşımız yazıyordu,

bundan sonra iki arkadaşımız daha

GENCAY

55

aramıza katılacak. İhtimal Dergisi olarak

bu sayının artmasını çok olumlu

bulduğumuzu belirtmek isterim.

SORU 5-

Genellikle sayılarınızda bir konu

üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık

konular işlemeyi tercih ediyorsunuz.

Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu

yoksa azaltıyor mu?

SORU 8-

Derginizdeki akademik yazıların

bilimsellik seviyesini hangi düzede

buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da)

yükseltmek için neler yapmayı

düşünüyorsunuz?

5. VE 8. SORULARIN CEVABI

Dergimizde dosya konusu hazırlamayı

gündemimize almadık. İleride ne olur

bilemem; çünkü kararları ortak alıyoruz

ama şu an için böyle bir şey düşünmedik.

Bir konu üzerine yoğunlaşarak okuyucuyu

da o konu üzerine sabitlemeyi açık

konuşmak gerekirse sıkıcı buluyoruz. Biz,

biraz daha rahat okunabilen, herkesin

kendisinden bir şeyler bulabileceği bir

dergi ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu

dağınıklık olarak anlaşılabilir. Aslında öyle

değil. Her sayıda en az iki röportaja yer

veriyoruz ve bir de “Kürsü” adı altında bir

bölümümüz var. Kürsü bölümünde bir

akademik makale veya daha çok bir

sempozyum bildirisi oluyor. Genelde

sempozyumlarda sunulan çok değerli

metinler maalesef o sempozyum

kitapçıklarında kalıyor ve unutuluyor.

Sadece konunun ilgilisi ulaşırsa, kaldı ki bu

da yine akademik bir alan için geçerli bir

durum, okunuyor. Biz Kürsü Bölümüyle

şöyle bir şey amaçladık: bu metinleri genel

okuyucu ile buluşturmak, böylece tekrar

okunmasını sağlamak.

Dergimizde sabit olan röportaj ve kürsü

bölümümüz aslında yazıları da konularına

göre bölmekte. Biz bu sayfaları

isimlendirmedik. Dediğim gibi okuyucu

rahat bırakmak istiyoruz, aslında okuyucu

da bizden bunu talep ediyor. Bu dağınık

olmaktan ziyade bir bütünlüğün olduğunu

gösterir. Yenilikten kastettiğimiz de biraz

da böylesi uygulamalar aslında.

Akademik makalelere ya da sempozyum

bildirilerine sadece Kürsü Bölümü’nde yer

veriyor görünüyor olabiliriz ama aslında

dergide yer alan bütün yazılar akademik

bir ciddiyet ve entelektüel titizlikle işlenen

yazılardır. Lakin akademinin dili toplumla

buluşamadığı da bir gerçek, akademinin

dili toplumla buluşma noktasında çok

yetersiz. Bunda toplumun suçu yok, bu

toplumu oluşturan herkes biriciktir.

Akademidekilerin kendilerine çeki düzen

vermesi gerekiyor. Şu anda akademi

denilen camia, içinden çıktığı toplumun

çok uzağında ve kültürüne çok yabancı,

soğuk duvarlarının ardında ruhsuz ve

cansız bir yapı arz etmekte. İşte biz, bunu

kendimize sorun ediyoruz ve bu uzaklığı

yakın etme gayretindeyiz. Bunda ne kadar

başarılı olabiliyoruz göreceğiz. Bu da bizim

sınavımız.

SORU 10-

Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve

tasarımları okunurluğu etkiler mi?

Derginizi hazırlarken tasarım

açısından nelere dikkat ediyorsunuz?

Dergi tasarımında biraz daha yeni nesil

dergi tasarımlarından yana tercihimizi

GENCAY

56

kullandık. Bizim tarzımızda çıkan dergiler,

daha çok klasik tarz diyebileceğimiz bir

dergi tasarımını tercih ediyor. Türkiye’de

örneği de çok yok. Okuyucu alıştığı bir

tarzdan yeni nesil diyebileceğimiz bir

dergi tasarımı ile buluşturmak ve bu

konuları işlemek, açıkçası biraz riskliydi

de. Nasıl bir şey ile karşılaşacağımızı biz

de bilmiyorduk ama durum olumsuz da

olmadı. Benimsendi ve karşılık buldu. Bu

çok güzel bir şey yani, muhatabımız

yeniliğe açık. Bunu tecrübe ettik. Dergide

yer alan yazıların daha anlaşılır kılınması

ya da çekiciliğini arttırmak amacıyla

konuyu anlatan görsellerden

faydalanıyoruz. Bunu ne kadar iyi

yapabiliyoruz, bu tamamen okuyucunun

takdiri ama şimdiye kadar bu konuda

olumsuz bir geri dönüş almadık. Aksine

olumlu karşılandı diyebiliriz.

SORU 11-

Basılı dergilerin geleceği hakkında

neler düşünüyorsunuz?

Ben bu konuda açık konuşmak gerekirse

biraz muhafazakârım (gülümsüyor). Basılı

dergilerin geleceği çok aydınlık

görünmüyor, hafif teknolojiler ve buna

bağlı gelişen yayın hayatı yeni dönem

dergiciliğini de etkiliyor. Muhakkak bu

gelişmelerin getirileri de var, götürüleri

de. Maliyet açısından, okuyucu ile buluşma

açısından, belirli sınırlandırmalardan

kurtulmak anlamında olumlu gelişmeler

olduğu gibi dergiye yönelik ilginin

sabitlenememesi, katı olanın buharlaşması

gibi konuların havada kalması da

olumsuzlukları. Biz, dediğim gibi bu

konuda muhafazakâr bir tutum

sergiliyoruz; geriye bir şeyler bırakmak

istiyoruz. O yüzden basılı dergi konusunda

ısrarcıyız İhtimal Dergisi olarak.

SORU 12-

Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı

geride bırakmış olan Gencay Dergisi

hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya

olumsuz düşünceleriniz nelerdir?

Gencay Dergisini ilk günden beri takip

etme şansımız oldu. Tek cümleyle "bir

başarı öyküsüdür". İnancın, idealizmin,

“paramız olmadığı için dergi

çıkaramıyoruz” bahanesine en büyük

darbesi olmuştur Gencay Dergisi. "Yeter ki

sen samimi ol kardeşim!" demiştir genç

nesle. Ne de güzel etmiştir. Mesela,

şimdilerde ismini çokça duyduğumuz eli

kalem tutan arkadaşlarımızın pek çoğunun

buradan yetiştiğini söylemek abartı

olmayacaktır. Hatta derginin gördüğü

işlevi en iyi şekilde somutlaştırmış

olacaktır. Gencay adına pek çok şey daha

söylenebilir. Ancak son olarak şunu

söyleyebiliriz ki bir gün üzerine akademik

çalışmalar yapılacak bir dergidir.

GENCAY

57

DERGİCİLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME Burçin ÖNER

“Okuyabiliyor musun? Öyleyse anlamalısın.

Yazabiliyor musun? Öyleyse bir şeyler

bilmelisin. İnanabiliyor musun? Öyleyse

kavramalısın. İstiyorsan zorunda olacaksın;

bekliyorsan ulaşacaksın ve tecrübeliysen

yararlanmalısın.”

Wolfgang Van Goethe

GİRİŞ:

İnsan, doğası gereği düşünür. Zaten onu

diğer canlılardan ayıran en büyük özellik

de budur. Zaman içinde ilkelden moderne

doğru olan bir evrilme ile toplumlaşma

bilincine ulaşan insan, düşüncelerinin

birinden diğerine farklılık gösterdiğinin ve

bu farklılığın da istemli yahut istemsiz bir

biçimde rekabete ve de üstünlük kurma

psikolojisine yol açtığının farkına

varmıştır. Bu farkındalık, kendisinde bir

takım “silah”lar edinmek zorunluluğu

doğurmuştur. Bu silahlanma şekillerinden

biri de “ikna ve metotları” olarak

karşımıza çıkmaktadır.

İkna ve ikna teknikleri insanlık tarihi

boyunca çeşitli amaçlar için çeşitli

biçimlerde kullanılmıştır. Liderlerin

güçlerini anlatmak ve kabul ettirmeleri

için, din adamları dinlerini başka insanlara

yaymak için, politikacılar toplum üstünde

baskı yaratmak ve toplumu istenilen

davranışa yönlendirmek için ikna ve ikna

tekniklerini her zaman kullanmışlardır

(Şahin, 2010).

Geçmişten günümüze kullanılan ve

kullanılmasına devam edilecek olan ikna

kavramına ilişkin yapılmış birçok tanım

bulunmakla beraber Brembeck ve

Howell’e (1952) göre ikna “önceden

belirlenmiş sonuçlara ulaşmak amacıyla,

bilinçli olarak, insan güdülerinin

manipülasyonu yoluyla düşünce ve

eylemlerin değiştirilmesi girişimi”dir

(Yüksel, 2001). Burada biz, değiştirilmesi

ifadesinin yanına geliştirilmesi ifadesini de

eklemekte fayda görmekteyiz.

İkna hedef kitlede yeni bir tutum

geliştirmek, hedef kitlenin var olan

tutumunun şiddetini arttırmak ya da

azaltmak, hedef kitlenin var olan

tutumunu değiştirmek amacı ile

yapılmaktadır (Şahin, 2010).

İkna kelimesi Arapçadan Türkçeye

kandırma şeklinde geçmiş olsa da yapıcı

olarak ve tüm gücüyle kullanıldığında,

“satış” (Burada fikir satma anlamında

kullanılmıştır.) ve aldatmanın da tam

tersidir. Günümüzde iknanın bir baskı ve

zorlama tekniği olmadığı vurgulanmakla

birlikte bir bilim dalı olarak da

ilgilenilmektedir.

Biz bu makalede ikna yöntemlerinin

kullanılma sahalarından biri olan

“dergicilik” üzerinde duracağız ve özelde

Cumhuriyet tarihinden bu yana

dergicilikte milliyetçilik anlayışına farklı

bir pencereden bakmayı deneyeceğiz.

GENCAY

58

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE

DERGİCİLİK VE MİLLİYETÇİLİK ALGISI

Osmanlı Devleti’nin son döneminde

yaşanan ve dergiciliğe de yansıyan kimlik

arayışı Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte ulus-

devlet algısının benimsendiği bir dönem

ortaya çıkmış ve bu kimlik tanımlamasıyla

birlikte dergicilikte, daha ayakları yere

basan bir tavır benimsenmiştir.

Cemal Süreya, Cumhuriyet sonrası

dergicilik anlayışını şu şekilde

değerlendirmektedir: “Son elli yılın

dergilerine çok tepeden bakıldığında

edebiyat sorunlarının altında bir Türk

düşüncesinin ne olması gerektiğinin

yoklandığı, uygarlık sorununun ele

alınmak istendiği görülür. Edebiyat

kavramlarının yanı sıra 1930'lara kadar

tarih terimleriyle, 1940'lara kadar felsefe

terimleriyle konuşulmaktadır;

1950'lerden sonra toplumbilim terimleri,

1960'tan sonra da ekonomi terimleri öne

gelecektir” (Süreya, 1976).

Cumhuriyet sonrası dönemin ilk on yılında

dergicilik faaliyetlerinin arttığı

görülmektedir. Osmanlı Türkçesinden

ulusal dile geçişte TDK, kelimeler için

yapacağı değişim için dergilere ilan

vermiş, okuyuculardan öneri almış ve

birçok kelime de bu okuyucu tavsiyesi ile

dilimize girmiştir. Bu ve bunun gibi

faaliyetler, 1923’lü yıllarda dergiciliği

önemli kılmıştır (Bahadıroğlu, 2015).

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüne kadar

Türkiye’de bir milliyetçilik ideolojisi

hâkimdi. Türkiye, daha yeni olan Türk

inkılaplarına alışmaya çalışıyordu ve bu

durum büyük bir coşku ile karşılanıyordu.

Bu coşku, Dergâh dergisinden başlayarak

Anayurt gibi dergilerde de sürmüştür. Bu

dergilerdeki millet sevgisi Atsız

Mecmua’da ve Orhon dergilerinde de

devam eder.

1940’lı yılların Türkiye’sinde, fikir ve

edebiyat hayatı, ikinci dünya savaşının

sosyal ve siyasal hareketliliğinden nasibini

almıştır. Özellikle 1960’lı yıllarda

entelektüel aydınlar arasında gittikçe

belirginleşecek olan kutuplaşmanın ilk

belirtilerini bu dönemde görüyoruz. Bu

ayrışmalar, farklı dünya görüşlerinin

savunulduğu fikrî ve edebî muhitlerin

ortaya çıkmasına zemin hazırlamış, sağ ve

sol eğilimli bazı yeni yayın organları boy

göstermiştir. Fakat dergi ve gazetelerde

görülen bu çeşitlilik, düşünce

yelpazesindeki genişlemeye denk düşen

çoğulcu bir basın ortamı ile alakalı

değildir. Tek Parti yönetimi, savaş

sırasında bir denge politikası izlemiş ve

bunun bir gereği olarak da bu yayınların

çıkartılmasına göz yummuştur (Gürkan,

1998).

GENCAY

59

Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türklerin

yaşadığı zorluklar, “İslamiyet öncesi

dönemde Türkler” gibi konular da son

derece dikkatli bir üslupla kaleme

alınıyordu. Örneğin Türkçülüğün en

önemli isimlerinden olan Nihal Atsız’ın

kendi adını taşıyan Atsız Mecmua’sı, keza

bu derginin kapatılışından sonra yine Atsız

tarafından çıkartılan Orhun adlı dergi,

1938 yılında Reha Oğuz Türkkan

tarafından hazırlanan Ergenekon adlı

dergi, Ağustos 1940’ta Celalettin Ezine

öncülüğünde yayına başlayan aylık Hamle

dergisi, Ağustos 1941 tarihinde haftalık

olarak yayınlanmaya başlayan Çınaraltı

dergisi, 1931 yılında yayını durdurulan

Türk Yurdu dergisinin 1942’de Zeki V.

Togan, Ferit Cansever, F. Tevetoğlu gibi

isimlerce yeniden canlandırılması, yazar

kadrosunu M. Feyzi Togay, Kadircan Kaflı,

Ahmet Caferoğlu, A. Zihni Soysal, Saadettin

Buluç, Fahrettin Çelik ve Ali Genceli’nin

oluşturduğu ve 1942 Temmuzunda çıkan

Türk Amacı dergisi bunlara örnektir

(Develi, 2009).

1960-1980 yılları arası, ideolojik

çeşitliliğin eylemsel bir boyut kazandığı

dönemler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu eylemselliğin fikri temellerinin

boyutlandırıldığı yerlerin başında yine

dergi faaliyetleri gelmektedir. Belirtilen

tarihler arasında Milliyetçi ideolojiyi

savunan dergilerin başında Toprak,

Bozkurt ve Devlet dergilerinin geldiğini

görmekteyiz. Bu dergilerin ortak

özellikleri arasında sahip oldukları

ideolojik görüş doğrultusunda “milli

devlet, güçlü iktidar” ilkesini esas almaları,

dış ve iç politika ile ilgili çalışmalar

yayınlamaları yer almaktadır. Yalnız

burada dikkat edilmesi gereken bir nokta

şudur: bütün bu dergiler dış politikada her

ne kadar “Dış Türkler”i ele alsalar ve

savundukları fikir göz önünde

bulundurulduğunda bu durum normal

görünse de her derginin farklı bir bölgeyi

ele alması ilgi çekicidir. “Örneğin; Toprak

dergisi Batı Trakya ve Türkistan

Türklüğü’nü; Bozkurt dergisi Kerkük,

Musul, Batı Trakya Türklüğü’nü; Devlet

dergisi Kıbrıs, Kafkas ve Balkan

Türklüğü’nün meselelerini Türk

kamuoyuna taşımışlar, dış Türkler konusu

Türk devletinin meselesi haline

getirilmeye çalışmışlardır (Öztürk, 2008)”.

1970-1990 yılları arasında yayınlanmış;

"milli düşünce tarzına sahip" dergiler

arasında Türk Yurdu, Töre, Milli Eğitim,

Milli Eğitim Kültür Dergisi, Milli Hareket,

Devlet, Milli Işık gibi dergiler yer

almaktadır. Aynı fikri temellere dayanan

bu dergiler milli ve manevi meseleleri hem

akademik hem sanatsal ve kültürel hem

siyasi hem de edebi açıdan ele almışlardır.

Belli noktalarda (milli eğitim gibi)

akademik çalışmalara da konu olan

dergiler milliyetçi fikriyatın hareketli

yıllarında mevcut nesle büyük katkılar

sunmuşlardır. Bununla da kalmayıp

milliyetçi camianın bugünkü yeni nesli de

düşünce dünyalarının pınarları olarak bu

dergileri görmekte ve

faydalanmaktadırlar.

Bu dergiler arasında Töre dergisi 2012

yılında yeniden canlandırılmaya

çalışılmıştır ancak çok da başarılı

olamayarak birkaç sayı sonunda yayın

hayatını sonlandırmıştır. Türk Yurdu

dergisi ise Türk Ocakları bünyesinde hâlâ

canlılığını korumaktadır.

GENCAY

60

Günümüzde ise milliyetçi cemiyet içinde

dergicilik faaliyetleri belli başlı noktalarda

varlıklarını sürdüyor olsalar da can çekişir

bir hâl almıştır. Toplumun en azından

önemli bir kesimine hitap edip etkinlik

kurmaları gerekirken hem bu konuda kısır

kalmaları hem de sayılarının az olması

düşündürücü bir boyut almaktadır. Bunun

bir sebebi camianın bir bölümünün

gündelik yaşamın hengâmesi içinde

boğuşuyor olmaları bir bölümünün de

akademik çalışmalara ağırlık verip o

yönde ürün ortaya çıkartma çabaları

olabilir. Dolayısıyla etki sahaları da

kısıtlanmaktadır. Ancak çok yakın bir

geçmiş incelendiğinde özellikle milliyetçi

camianın 18 - 35 yaş grubunu içine alan

genç kesim tarafından dergicilik

faaliyetleri yeniden filizlenmeye

başlamıştır. Yazımızın ana temasını da

içeren bu konu pek çok açıdan

değerlendirilmelidir.

Bu çoğalma, bir takım soruları da özellikle

bu çoğalmaya sebep olan gençlerin

akıllarına getiriyor. Bunlar; “Aynı fikri

yapıya sahip çok sayıda dergi iyi midir

kötü müdür?”, “Gençler kendi

jenerasyonlarından önceki nesilleri

ayrışmaları sebebi ile eleştirip birlik

mesajları vermeye çalışırken bu çoğalma

kendilerinde de bir ayrışmaya sebep

olabilir mi?” şeklindedir.

SONUÇ

Yukarıda belirtilen sorulara, yaşımızla

orantılı olarak uzun sayılabilecek bir

zamandır yazma eylemi ile iç içe olan,

çeşitli site ve dergilerde yazan ve yaklaşık

olarak iki buçuk yıldır editörlüğünü

yaptığımız Milli Düşünce Merkezi Gencay

Grubu tarafından çıkarılan Gencay

Dergisi’nin de yazarlığını yapan biri olarak

kendi düşüncelerimiz çerçevesinde cevap

vermeye çalışacağız.

Öncelikle söylenmesi gerekir ki yazımızın

giriş bölümünde Cumhuriyet’in

başlangıcından günümüze gelene kadar

yapılan milliyetçi dergicilik faaliyetlerine

değindik. Gördük ki aynı dönemler içinde

birden fazla dergi hem de birbiri ile

etkileşimi kuvvetli olan kişiler tarafından

çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu açıdan bir

değerlendirme yapılırsa birden fazla dergi

çıkartmak bir sorun teşkil etmemektedir.

Diğer yandan geçmişteki tecrübeler

dikkate alındığında bunun herhangi bir

ayrışmaya sebep olduğu da görülmemiştir.

Var olan ayrışmalar dergicilik konusunu

değil farklı temalı konuları kapsamaktadır.

Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen sorular,

aslında kanaatimize göre geçmişte siyasi

ve konjonktürel açıdan ayrışma

psikolojisine giren grupların ortamlara

yaydıkları bir algı yönetiminin

tezahürüdür. Zira günümüz milliyetçi

gençliğinin en büyük özelliği, belki biraz Y

Kuşağı olmanın verdiği genetik kodlarla da

GENCAY

61

ilintili olarak “sorgulayıcı, eleştirel bir

bakış açısına sahip olmalarıdır.” Hepsinin

kendine ait düşünceleri, eylemleri ve

tavırları mevcuttur. Bu noktada yöntem

farklılıklarını benimsemelerine rağmen

aynı makro çatıda buluşabilme yetisine

sahiptirler. Ancak bu durumu

içselleştirememiş X ve öncesi kuşakların

kendi psikolojik ön yargı tohumlarını bu

yeni kuşağın üretken ekipleri arasına

serpme çabası ne yazık ki genç dimağlar

arasında bocalamalara sebebiyet

vermektedir. Bunu yaparken bilinçli ya da

bilinçsiz olarak başka bir psikolojik

yöntemi kullanmaktadırlar. Bunu bir

alıntı ile açıklamakta fayda var.

"İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra

dünyadaki birçok sosyal bilimcinin beynini

bir soru kemiriyordu: Kant, Hegel gibi

büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri,

Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi

büyük bestecileri çıkarmış bir Alman

toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir

delinin peşinden gitmişti? Üstelik 20

milyondan fazla insanın ölmesine neden

olduğu halde… Hitler "mühendis kafalı"

olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı?

Onların mantıklarını nasıl "servis dışı"

hale getirmişti?

Sorunun özü şuydu: Mantıklı

insanların/toplumların mantıksız

davranmaya başlamasına sebep olan

neydi? Uzun süren araştırmalarla cevabın

bazı parçaları keşfedildi. En önemli

kavram "R-kompleks" denilen olguydu.

Almanların beyninde "R-Kompleks"

denilen beyin bölgesi, baskın hale

getirilmişti. R-kompleks, "sürüngen beyin

bölgesi" demektir. Her beyinde bulunur. R

kompleksle yönetmek, kitlelerin

beynindeki "ilkel içgüdüleri aktive ederek,

mantıklı düşünmeyi baskılamak"

demektir.

Peki, bu tip liderlerin metodu neydi?

Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir

insanın beyinin R-kompleks seviyesine

indirgemenin en iyi yollarından biri onu

bir gruba dahil etmekti. İnsanları "biz ve

onlar" diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir

grup içindeki kişi "akıl ihalesi" yoluyla

mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.

Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri

"korku kültüründe" yaşatmaktı. Aynı

şekilde "dış düşmanlar" göstererek

korkuya dayalı politik propaganda

yapılarak da kitleler R-kompleks

seviyesine indirilebiliyor. Bu siyasi

stratejide 3-D çok önemlidir: Düşman

göster, Dayanışma duygusunu kışkırt,

Düşündürme! Sürekli çatışma çıkar ki

taraftarların düşünemesinler! İnsanların

mantığına değil içgüdülerine hitap et!

GENCAY

62

Peki, kitleler bu tip "R kompleksli"

liderlerde ne buluyorlar? En önemli

açıklamalardan biri özdeşlik kurma

psikolojisiydi. Kendi hayatında yenik, ezik,

kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi

temsil eden liderler üzerinden, kendilerini

ezen kocalarından, patronlarından, üst

sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı.

R-komplekse hitap eden liderlerin en

büyük sırrı, kendisini bir "intikam aracı"

olarak sunmalarıydı. Onlar hep;

kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı!

Kimliklerini bir düşmana göre

konumlandırıyorlardı. Mesajları şöyleydi:

"Ben de senin gibiyim ama senin

olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç

ver, nefret ettiğin herkesin canını

okuyayım!" Bu tip liderler kolaylıkla

iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük

bedel öder ve ödetirler. Bu tip liderler,

toplumlar için bir zekâ testidir” (Sekman,

2006).

İşte topluma yayılan bu algı yönetiminin

özelde bilerek ya da bilmeden yapılmaya

çalışılan tezahürü budur. Ekipçilik, bu

camianın en büyük yarasıdır. Başına ne

gelmişse bu hâlden gelmiştir. Toplum

nezdinde de kendi içinde de kapıların

kilitlenmesinin sebebi de budur. O sebeple

dikkatli olunmalıdır. Dahası bu kilidin bir

tek anahtarı vardır. O da “sevmek”…

Birbirimizi sevmek…

Gencay Dergisi, 53. Sayısını çıkarttığı bu

ayda “sevmek” eyleminden yola çıkmıştır.

Son dönemde artan (basılı) dergi sayımız

bize umut vermektedir. Cemiyetin

gelişmişlik seviyesini göstermektedir.

Gencay için bir diğer iftihar konusu, çıkan

bu (yeni) dergilerde yazan arkadaşların

yazarlık basamaklarını tırmanmaları için

onlara yol gösterici olmuş olmasıdır.

Bugün diğer tüm dergilerde yazan

arkadaşlarımızın hatırı sayılır bir bölümü

Gencay Dergisi ile bu yolculuğa

başlamışlardır. Sevindiricidir ki cemiyetin

ahd-e vefası darbe alsa da hâlâ dimdik

ayaktadır.

Ez-cümle; birlik, beraberlik ve kardeşlik

içinde nice sayılara hep beraber ulaşmak

temennisi ile…

Kaynakça

• Şahin, B., 2010, “Dergi Reklâmları ve İkna Bilgisi

Modeli”, Yüksek Lisans Tezi, Akdeniz Üniversitesi,

Antalya.

• Yüksel, A. H., “İkna Edici İletişim”, Anadolu

Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1994.

• Süreya, C., “Politika”, Adam Yayınları, İstanbul,

1976.

• Bahadıroğlu, D., 2015, “Cumhuriyet Dönemi ve

Sonrasında Dergicilik”

(http://www.makaleler.com/cumhuriyet-

d%C3%B6nemi-ve-sonras%C4%B1nda-dergicilik)

• Gürkan, N., “Türkiye’de Demokrasiye Geçişte

Basın 1945-1950”, İstanbul: İletişim Yay. 1998.

• Öztürk, A., 2008, “1960-1980 Döneminde

Milliyetçi İdeolojiyi Savunan Dergi Muhtevalarının

Tahlili (Toprak, Bozkurt, Devlet)”, Yüksek Lisans

Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul.

Develi, TO., 2009, “Türkçülüğü Anlamak:

Tanrıdağ Dergisi ve 1940’larda Türk Milliyetçiliği”,

Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Hacettepe Üniversitesi, Ankara.

• Sekman, M., 2006, “Her Şey Beyinde Başlar”, Alfa

Yayıncılık, İstanbul.

GENCAY

63

millikanal.com

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’nin kitaplarını millikitap.com

adresinden temin edebilirsiniz.