48

Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 3 Sayı 24 - Ocak 2014

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

SAYMALI’DA AŞK – DAMGALARIN ÖYKÜSÜ / Emre SEVİNÇ

ORHUN ABİDELERİNE GÖRE KÜL TİGİN / Emre KUM

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN MESELELERİ / Bahadırhan DİNÇASLAN

HANGİ MİLLİ İRADEYE DARBE? AYAKLAR ALTINDAKİNE Mİ? / Ahmet KANBUR

BİR DÜŞ GÖRDÜM / Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU

KADIN ANLAYIŞLARI - 3 / Dilek AKILLIOĞLU

BİTKİSEL İLAÇ OLARAK PAZARLANAN ÜRÜNLER HAKKINDA / Alperen KIZIKLI

SELÇUKLULARDA EĞİTİMİN TEMEL DİNAMİĞİ / Fatih ORTA - Konuk Yazar

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

1

SAYMALI’DA AŞK

-Damgaların Öyküsü- Emre SEVİNÇ

Çağlardan bir çağ idi…

Saymalı'da karlar erimeye başlayınca doğa

eşsiz güzelliğini gösterir; çiçekler, otlar

yeşermeye başlardı. Çiçeklerle, otlarla

birlikte kaya resimleri de ortaya çıkar;

binlerce yıllık anılar tazelenir; sevgiler-

sevgililer hatırlanır; hayat, adeta yeniden

başlardı.

Günlerden böyle bir gündü. Saymalı'da

uzun ve yorucu bir kışın ardından karlar

erimiş, ortalık cıvıl cıvıl olmuştu. Geyikler

alana yayılmış, yemyeşil otlarda

yaylanıyorlardı. İnatçı dağ keçileri,

yamaçlara tırmanmış, birbirleri ile kafa

tokuşturuyor, oynaşıyorlardı. Ok atan

adamlar ise atlarını dörtnala koşturup

keçileri okluyor, birbirleri ile

yarışıyorlardı. Karların kalkmasını

sevinçle karşılayan Saymalı halkı, Güneş

Başlı Adamlar'ın çevresine toplanmış,

halaylarla oynaşıyor, şiirlerle söyleşiyor,

elleri Gök'e kaldırıp dualaşıyorlardı.

Saymalının verimkâr toprağını delerek

ortaya çıkan gelincikler, ballıbabalar,

şebnemler, beyaz kar ile birleşmiş kayaları

süslüyor, alana yayılmış yeşil dağ

soğanları da yayılan hayvanlara bayram

ettiriyordu.

Çok eski çağlarda Türkler, Tanrı’ya

minnetlerini, yakarışlarını, Tanrı’dan

dileklerini, yüksek yerlerde, turkuaz

taşlara kazır, nakış nakış işlerlerdi. Külbey

de böyle yapmış ve çok sevdiği Asya’sını

bir taşa kazımış, Tanrı’ya ‘hiç

ayrılmayalım’ diye yalvarmıştı.

Neydi burada amaç? Tanrı Asya’yı bu

hayatta mı Külbey’ine kavuşturacaktı

yoksa bir başka alemde mi? Kim bilir?..

Asya, kahve bakışları ile yıllardır Külbey'i

büyüler, nazlanmalarıyla avlar, gülüşüyle

ona cenneti yaşatırdı. Rüzgâr, Asya'nın

saçlarını uçuşturduğunda Külbey’in de

hayalleri uçuşur, Gök’e ulaşırdı. Asya

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

2

kızınca köz olur, sert bakışları sevdiğini

kül ederdi.

Asya nazlanarak ve sevgilisinin elini

şefkatle sıkarak:

-Ah, ah! Aşkımızı çizecek başka bir yer

bulamadın değil mi?

Derken Asya’nın yumuşak ellerinin

sıcaklığı Külbey’i daha da yakıyordu.

Sevgilisinin ne denli nazlı olduğunu

biliyordu:

-Fena mı yaptım çizdim de? Bak binlerce

yıldır beraberiz. Sen demiyor muydun hiç

ayrılmayalım diye?..

Kız biraz yumuşamıştı. Nazlanmasının

yanına biraz da cilve kattı şimdi. Bakışları

sevgilisine kızıyor gibiydi. Gözlerinin içi

ise binlerce yıldır süren bir aşkı

betimliyordu Saymalı halkına... Külbey’in

ateşine su serpmezdi hiç… Sevgilisini kül

etmeye bayılırdı. Arada sırada güler,

gülünce bir başka güzel olur, dolgun

yanaklarında gamzeler can bulurdu.

Külbey de bu gamzelerin çukuruna düşer

kaybolurdu.

Küçük dağ keçileri Saymalı’ya neşe

katarlardı. Alaylar eder, güldürür,

eğlendirirlerdi. Avcıları gördüklerinde ise

kaçacak delik ararlardı. Bir yandan

Külbey’i boynuzları ile itekleyen bir dağ

keçisi:

-Hey nazlı Asya! Anlat bakalım şu

Külbey’in Ad Törenini…

dedi gülerek. Saymalı halkı bu hikâyeyi

biliyordu; kahkahalar göğe ulaşmıştı.

Türk beyleri kan dökmeden Ad almazlardı

o zamanlar. Törenler yapılır, büyükler

toplanır, adsız çocuklara ad verilirdi.

Yanaklarında ıssız bir gülüş, içinde

sevilmenin gururu vardı Asya’nın. Başladı

anlatmaya:

-Okuyucular ev ev gezmişlerdi, bu adsız

beyin ad töreninin yapılacağını bildirmek

için. Heyecanlıydım. Aylardır birbirimize

aşk ile bakışır dururduk. Şimdi sevdiğim

gerçek bir Türk olacaktı. Gün geldi; şiirler

söylendi; dualar edildi; yemekler yenildi.

Ben de tabi korkuyorum bey için... Ne o

gözlerini benden alabiliyor ne de ben

ondan. Bu adsız beyin karşısına bir boğa

saldılar. Bey de sağlamdı boğa da... Bey

toydu; boğa kaçgın... Bey kutsanmışdı;

boğa hırslanmış... Aylardır kalbimdeydi

tabi bu bey. Pek korkuyor gibi değildi.

Gözleri boğanın üzerinde değildi zaten.

Sanki birini arıyordu. Bakışları beni

yakaladığında durdu kaldı. Gözlerinde bir

beklenti vardı. Sanki benden bir şey

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

3

bekliyordu. Salınan boğa ise hızla onun

üzerine koşuyordu burunlarından duman

çıkartarak... ‘Beyyy boğa geliyor’ diye

bağırdım.

Külbey gülerek girdi araya:

-Asya’nın bağırışını duyunca gücüme güç

geldi tabi. Ancak boğa da kafasıyla yere

sermişti beni. Kalkarsam boğayı alt

edecektim ama boğa beni kendimden

geçirmişti, bayılayazdım. Kalkmam,

Asya’ma kavuşmam lazımdı. Gözlerimi

açtığımda Asya’nın yanakları yaşlıydı.

Ve Asya devam etti:

-Bey, beni ağlar görünce birden zıpladı

düştüğü yerden ve boğaya doğru atıldı.

Boğa da kafasını eğmiş onun üzerine

geliyordu. Bey ile boğa çarpıştı. Bey boğayı

alt etmişti. Bey kesti bıçağı ile boğanın

başını...

Herkes toplandı boğa ile beyin başına.

Başını okşayanlar, alnını öpenler… Beyin

gözü bende... Bir dede geldi yavaş yavaş

başlarına, adı Gökbeg. Dedi ki, ‘He, he,

heyyyy! Bu bey aşkından kül olmuş. Adı da

Külbey ola gerek’.

Saymalı halkı şimdi daha da heyecanlıydı.

İki sevgili her yıl böylecene bu hikâyeyi

anlatır, Külbey de en son Asya’sına bir şiir

yakardı.

-Kahverengin bu kalbimi dağladı

-Seni bana büyüledi, bağladı

-Bu deniz gözler her gece dalgalı

-Islattı yanaklarımı sen ile

Kızın kahve gözleri yaşlanmıştı. Gözyaşları

dolgun yanaklarından süzülüverdi. Külbey

şiiriyle onu etkileyeceğini biliyordu. Şimdi

Asya ile Külbey’in kalpleri Saymalı’nın

sessizliğine bir ritim olmuş, gözleri ise bu

ritimde dans ediyordu.

Tam bu sırada bir yiğidin haykırışı çiniletti

Saymalı'yı… Sonra bir kamçı sesi ve bir

atın kişnemesi... Yiğit, atı dörtnala

koşturageldi.

-‘Gelen vaaarrr!’

Diye heyecanla bağırdı. Saymalı’da kalpler

küt küt atmaya başladı. Binlerce yıldır

Türk Milleti’nin uğrak yeri olan Saymalı,

son yıllarda oldukça ıssızdı. Arada sırada

gelen olurdu. Onlar da coşku ile

karşılanırdı. Hele bir de Türk'se...

Saymalı halkı kayalarda can buluyordu.

Yıllar önce Türk milleti tarafından

çizilmişlerdi ve halen canlıydılar.

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

4

Gelen bir Türk'tü, hissetmişlerdi. Saymalı

halkı sevinçle koşuşturdu sese doğru. Dağ

keçileri şimdi heyecanla koşarken bile

tokuşuyorlardı birbirleri ile... Okçular da

bir yandan keçileri okluyor bir yandan da

sese doğru sevinçle, naralar atarak atlarını

koşturuyorlardı. Göklerin kağanları

kartallar da süzülerek bu gelen Türk’ü

selamlıyorlardı. Karlar Saymalı’yı terk

etmiş olsa da güneş görmeyen vadiler,

oyuklar halen kar ile doluydu. Üzeri kar

kaplı kaya resimleri çırpınıyorlardı;

ağlaşıyorlardı gelen bu Türk’e koşabilmek

için…

Asya, Külbey'i de unutmuştu artık,

yanaklarından akan yaşları da. Külbey de

hemen onun peşinden koşuyordu.

Kimdi bu gelen kişi? Herkes merak

ediyordu.

Yazın tam ortanca günüydü. Saymalı’ya

hâlen kar yağıyordu ve bu kaya

resimlerinin pek hoşuna gitmiyordu. Uzun

boylu, aksakallı adam atını dörtnala sürdü

kaya resimlerine doğru… Vücudunda sanki

uzun bir yolun yorgunluğu vardı ama

bakışlarında da başarmanın gururu

görünüyordu. ’İşte şimdi oldu.’ diyor

gibiydi kaşlarının altından ürkek ama

emin bakan gözleri... Saymalıların

gördükleri bu adam bir bilgeydi, belli... Bu

bilge, ellerini göğe açtı ve aynı Saymalılar

gibi şükretti.

Saymalı halkının heyecanı ise dinmemişti.

Külbey ile Asya şimdi gelen bu bilgenin

sevinci ile birbirlerine sarılıyorlardı.

Keçiler sevinçten boynuzları ile

birbirlerini iteliyor, koşuşturuyorlardı.

Sevinç çığlıkları, mutluluk gözyaşları

birbirine karışmıştı. Bilge adam sanki

duyuyordu da onları. Bir dağ keçilerine

koşup bakıyordu; bir Asya ile Külbey’e

dokunuyor; üzerlerindeki karı tekrar

tekrar serpip uzun uzun izliyordu.

Bilge adam elindeki fotoğraf makinesini

hiç kullanmadı o gece. Masmavi gecenin

arasından sıyrılan yıldızları, yıldızlara

anlam veren hilali seyretti ve hayallar

kurdu.

Ve Saymalıların artık bir Servet’i olmuştu.

Külbey ile Asya birbirlerine

kavuşabilmişler miydi; kim bilir?

Bilge Adam o gece ne hayaller kurmuştu o

gece; kim bilir?

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

5

ORHUN ABİDELERİNE GÖRE

KÜL TİGİN Emre KUM

“Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti.

Ben yaslandım.

Görür gözüm görmez gibi; bilir bilgim

bilmez gibi oldu.

Ben yaslandım.

Zamanı Tanrı takdir eder; kişioğlu hep

ölmek için türemiş”

-Özet-

Altay ve Tanrı Dağlarının eteklerinde

doğup, tarih boyunca geniş coğrafyalara

yayılan ve gittiği her yerde hâkim unsur

olarak bulunan Türkler, hâkim oldukları

coğrafyalarda en çok savaşçılıkları ile

akıllarda yer etmişlerdir. Bu

savaşçılıklarına layık olarak nice ölümsüz

bahadırlar yetiştirmişler ve bu

bahadırların başarılarını hatırlamak ve

gelecek nesillere aktarmak için, onları

anlatan eserler bırakmışlardır. Şüphesiz ki

bu eserlerin başında Orhun Abideleri gelir.

II. Gök-Türk Devleti döneminde, bu

imparatorluğun kurucusu olan İlteriş

(Kutluk) Kağan vefat ettiğinde ardında biri

yedi, diğeri sekiz yaşında olmak üzere iki

erkek çocuk bırakmıştı. Zamanla büyüyen

ve Gök-Türk Devletinin yönetiminde

bulunan bu iki kardeşten büyüğü Türk

Bilge Kağan, küçüğü ise Kül Tigin’dir. Kül

Tigin, Türk Milletinin yetiştirdiği en büyük

bahadırlardan biri olmakla beraber,

vefatında da arkasından yıllarca ağıt

yakılan bir kardeş, komutan ve Türk

Milletinin unutamadığı bir savaşçı haline

gelmiştir. Onun arkasından ağabeği Türk

Bilge Kağan’ın diktirdiği muazzam abide,

onun ne büyük bir bahadır olduğunu

gözler önüne sermekte ve bize yaşamı

boyunca neler yaptığını anlatmaktadır.

İşte söz konusu olan bu büyük bahadırın

hayatını, yaptıklarını, ardında

bıraktıklarını ve ardından söylenenleri

kaleme aldığımız bu makalenin amacı Kül

Tigin’in ölümsüz hatırasını yaşatmak ve

Türk Milletinin her ferdine öz

kahramanının vasıflarını anlatmaktır.

Anahtar kelimeler: Gök-Türk Devleti, Gök-

Türkler, Orhun Abideleri, Kül Tigin, Türk

Bilge Kağan.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

6

-GİRİŞ-

Dünya tarihinde askeri kültür ve harp

sanatı açısından dikkat çeken milletlerin

başında Türkler gelir. Türk milletinin tarih

boyunca elde etmiş olduğu siyasi ve askeri

başarılar bunun en belirgin göstergesi

olduğu gibi, Türklerin askerlik sanatındaki

ustalıklarından, savaşlarda uyguladıkları

taktik ve stratejilerden ve bu silahları

kullanma konusundaki ustalıklarından

bahseden muasır kaynaklar da bu gerçeği

açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Türklerin askerlik sanatının en ince

ayrıntılarını ve bu sanatı uygulayan en iyi

bahadırını Orhun Abidelerinde

görmekteyiz.

Orhun Abideleri (Bilge Kağan ve Kül Tigin

anıtları) Moğolistan Halk

Cumhuriyetindeki Orhun ırmağının eski

yatağı yakınlarında, ‘Koço Çaydam’ adlı göl

civarındadır (Aşağı-yukarı 47 derece

enlem ve 102 derece boylam). Anıtlar

arsındaki uzaklık 1 km. kadardır.

Kül Tigin anıtı düşük nitelikli kireç taşı

veya mermerden yapılmış dört yüzlü tek

parça büyük bir taştır. Taşın yüksekliği

3.75 m.’dir. Taşın doğu ve batı yüzleri

dipte 1.32 m. üstte ise 1.22 m.

genişliğindedir. Anıtın kuzey ve güney

yüzlerinin eni de 46 ile 44 cm. dir.

Kül Tigin anıtının bütün yüzleri 2.75 m.

boyunda yazıtlarla kaplıdır. Batı yüzünde

uzun bir Çince yazıt vardır. Anıtın öbür

yüzleri baştan başa Türkçe yazıtlarla

doludur. Anıtın doğu yüzünde 40 satır,

güney ve kuzey yüzlerinde de 13’er satır

vardır. Ayrıca, anıtın kuzey ve doğu, güney

ve doğu yüzleri ile güney ve batı yüzleri

arasındaki kenar kısımlarında da küçük

yazıtlar bulunmaktadır. Türkçe küçük bir

yazıt anıtın batı yüzüne kazınmıştır.

Bu anıt ‘kon yılka yiti yigirmike’ yan,

‘Koyun yılının on yedisinde (27 Şubat

731)’ ölen ve hükümdar Türk Bilge

Kağan’ın kardeşi olan Kül Tigin’in anısına

dikilmiştir. Batı yüzündeki Çince yazıt 1

Ağustos 732 tarihinde, Türkçe yazıtlar ise

bundan yirmi gün sonra, yani 21 Ağustos

732’de tamamlanmıştır. Buna göre de

anıtın dikiliş tarihi de 21 Ağustos 732

olmalıdır.

Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının

yazıcısı Kül Tigin’in “atı’sı” Yollug

Tigin’dir. Moğolca karşılığı ‘açi’ olan ‘atı’

kelimesinin oradaki (Orhun Abideleri)

anlamları “Kız veya erkek torun; birinin

oğlunun veya erkek kardeşinin çocuğu”

dur.

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

7

Kül Tigin anıtının güney-doğu ve güney-

batı kenarındaki kısa yazıt Yollug Tigin’in

sözleridir. Kül Tigin yazıtının güney

yüzündeki son cümle de Yollug Tigin

tarafından yazılmıştır.

* * *

684 yılında doğduğu anlaşılan Kül Tigin’in

savaş alanlarındaki bilinen ilk başarısı 700

yılındaki Kansu seferi sırasında, Çin

ordusunun kumandanı “Wei Yüan-

chung’un” yeğenini canlı yakalayıp amcası

Kapgan Kağan’a sunmasıdır. Ancak

bundan önce Kül Tigin’in katıldığı diğer

askeri faaliyetler olabilir.

Altı Çub Soğdaklarına yapılan Kapgan

Kağan idaresindeki Kül Tigin ve Bilge’nin

de katıldığı hücumda, önce onlar

(Soğdaklar) bozguna uğratılmıştı.

Arkasından Çinli Ong Tutuk, yani Wei

Yüan-chung elli bin kişilik bir ordu ile

üzerlerine geldi. Her halde atı çarpışmalar

esnasında öldü ki; (Kül Tigin) yaya olarak

atılıp, hücum etti ve yakaladığı

kumandanın yeğenini, kağanına götürdü.

Neticede Çin ordusu orada imha edildi. Bu

husus Orhun Abideleri Kül Tigin Anıtında,

Türk Bilge Kağan tarafından şöyle

anlatılmıştır: “Umay gibi annem hatun

devletine, küçük kardeşim Kül Tigin er

adını aldı. On altı yaşında amcam kağanın

(Kapgan Kağan) ilini, töresini şöyle

kazandı: Altı Çub Soğdak’a doğru ordu

sevkettik, bozduk. Çinli Ong vali, elli bin

asker geldi, savaştık. Kül Tigin yaya olarak

atılıp, hücum etti. Ong valinin yeğenini,

silahlı, elle tuttu, silahlı olarak kağana

takdim etti. O orduyu orda yok ettik!”

Kül Tigin 705 yılında Çinli General Sha-t’o

Chung-i ile yapılan savaşa katıldı.

Çarpışmalar sırasında önce Tadık Çor’un

boz atına, arkasından Işbara Yamtar’ın boz

atına, sonra Yeğen Silig Beğ’in giyimli doru

atına binerek hücum etmiş, ancak atların

hepsi ölmüştü. Neticede adı geçen Çinli

kumandanın 80 bin kişilik ordusu da

mağlup edildi.

Kül Tigin’in bu kahramanca mücadelesi ve

savaşçılığını ağabeği Bilge Kağan’ın şu

sözlerinden anlıyoruz; “Yirmi bir yaşında

iken, Çaça generale karşı savaştık. En önce

Tadıg’ın Çor’un boz atına binip hücum etti.

O at orada öldü. İkinci olarak Işbara

Yamtar’ın boz atına binip hücum etti. O at

orada öldü. Üçüncü olarak Yeğen Silig

Beğ’in giyimli doru atına binip hücum etti.

O at orada öldü. Zırhından, kaftanından

yüzden fazla ok ile vurdular, yüzüne,

başına bir tane değirmedi. Hücum ettiğini,

Türk beğleri, hep bilirsiniz. O orduyu

orada yok ettik!”

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

8

Gök-Türklerin 710 yılından önce, Türgi

Yargun gölünün kenarında Yir

Bayırkuların Uluğ Erkin’i ile yaptıkları

savaşta Kül Tigin büyük yararlılıklar

göstermiş, mağlup Uluğ Erkin az sayıdaki

askeri ile kaçıp gitmişti. Bilge’nin 710

yılındaki Kırgız seferinin arkasından

Türgişler üzerine yapılan hücumlara Kül

Tigin bizzat katılarak, çok sayıda

muvaffakiyet elde etmişti. Hatta Az’ların

valisini eliyle yakalamak gibi üstün bir

başarı da göstermiş, Türgişlerin arta

kalanları öldürülmüştü. Geri kalanlar ise

Tabar’da yerleştirilmişti. ,

Türk Bilge Kağan, bahsi geçen vuruşmanın

detaylarını, inceliklerini ve Kül Tigin’in

kahramanca mücadelesini şöyle

anlatmıştır: “O yılda Türgiş’e doğru Altın

ormanını aşarak, İrtiş nehrini geçerek

yürüdük. Türgiş kavmini uykuda bastık.

Türgiş kağanının ordusu Bolçu’da ateş

gibi, fırtına gibi geldi. Savaştık. Kül Tigin,

alnı beyaz boz ata binip hücum etti. Alnı

beyaz boz …. (bu kısım abidede silindiği

veya zarar gördüğü dolayısıyla

okunamamıştır) tutturdu. İkisini kendi

yakalattı. Ondan sonra tekrar girip Türgiş

kağanının buyruğu Az valisini elle tuttu.

Kağanını orada öldürdük, ilini aldık. Türgiş

avam halkı (kara budun) hep tabi oldu. O

kavmi Tabar’da kondurduk. Bu akından

sonra Gök-Türkler Demir Kapı’ya sefere

çıkmışlar, fakat arkada bıraktıkları

Türgişler yine düşman olmuşlar ve

Maveraünnehr’e doğru gitmişlerdi. Kül

Tigin az sayıda askerle onların peşinden

gönderilmiş, büyük bir savaş olmuş ve

neticede Türgişler yine bozguna

uğratılmıştı.

Bu olaylar Gök-Türk ülkesinde ve o

coğrafyada büyük yankı uyandırmış olacak

ki Türk Bilge Kağan bu konudan

bahsederken pişmanlığını vurgulamış ve

küçük kardeşinin kahramanlığından söz

etmiştir; “Soğd milletini düzene sokayım

diye İnci nehrini geçerek Demir Kapı’ya

kadar ordu sevk ettik. Ondan sonra Türgiş

avam halkı (kara budun) düşman olmuş.

Kengeris’e doğru gitti. Bizim askerin atı

zayıf, azığı yok idi. Kötü kimse er ….( bu

kısım abidede silindiği veya zarar gördüğü

için okunamamıştır) kahraman er bize

hücum etmişti. Öyle bir zamanda pişman

olup, Kül Tigin’i az erle eriştirip gönderdik.

Büyük savaş savaşmış. Türgiş avam halkını

(kara budun) orda öldürmüş, yenmiş!”

Türgişlere yapılan akından önce bir de

Kırgızlara doğru sefer yapılmıştır. Girişte

vurguladığımız Türklerin harp sanatının

ve stratejisinin en önemli örneklerinden

biri olan bu seferin ince ayrıntılarını Türk

Bilge Kağan detayları ile anlatmış ve bu

başarıyı yine küçük kardeşine ithaf

etmiştir: “Kül Tigin yirmi altı yaşında iken

Kırgız’a doğru ordu sevk ettik. Mızrak

batımı karı söküp, Kögmen ormanını

aşarak yürüyüp, Kırgız kavmini uykuda

bastık. Kağanı ile Songa ormanında

savaştık. Kül Tigin, Bayırku’nun ak

aygırına binip atılarak hücum etti. Bir eri

ok ile vurdu, iki eri kovalayıp, takip ederek

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

9

mızrakladı. O hücum ettiğinde,

Bayırku’nun ak aygırını, uyluğunu kırarak

vurdular. Kırgız kağanını öldürdük. İlini

aldık!”

Kül Tigin 711 yılında patlak veren Karluk

isyanlarının bastırılması işlerinde de baş

rol oynadı. Karluklarla Tamag İduk Baş’ta

savaştı (714). Karluklar yenildikten sonra

Az’lar üzerine yüründü; çünkü onlar da

düşman olmuştu. Kara Göl’de Az’larla

savaşılmış, Kül Tigin üzerine düşen görevi

yapıp Az’ların reisi İlteber’i canlı

yakalamış, boy halkları da ağır bir bozguna

uğratılmıştı.

II. Gök-Türk Ülkesi tamamen karıştığında,

Doğuz-Oğuz boyları da başkaldırmışlardı.

İzgiller mağlup edilmiş; ancak Kül Tigin’in

çok değerli Alp Salçı Kır At’ı çarpışmalar

esnasında ölmüştü.

Türk Bilge Kağan bu isyanlardan üzüntü

ile bahsetmiştir: “Amcam Kağan’ın ili

sarsıldığında, millet, ‘hükümdar’ diye ikiye

ayrıldığında; İzgil milleti ile savaştık. Kül

Tigin Alp Salçı Ak’ına binip atılarak hücum

etti. O at orada düştü. İzgil milleti öldü!

Türk Bilge Kağan’ın bahsettiği “İl’in

sarsılması” döneminde Dokuz Oğuzlarla

bir yılda tam beş kez savaşılmış, hepsi de

Kül Tigin’in gayret ve başarıları ile

kazanılmıştı.

Çin kaynaklarından ve Orhun

Abidelerinden anlaşıldığı üzere milletini

çok seven ve bu konuda hassas olan Türk

Bilge Kağan, bu isyanlar hakkında da uzun

uzun bilgi vermiş ve olayları büyük bir

ızdırapla anlatmıştır. Bu olayların

bastırılmasında önemli bir yeri olan

kardeşini de şu sözlerle yüceltmiştir:

“Dokuz Oğuz milleti kendi milletim idi.

Gök, yer bulandığı için düşman oldu. Bir

yılda beş defa savaştık.

En önce Togu Balık’ta savaştık. Kül Tigin

Azman akına binip atılarak hücum etti. Altı

eri mızrakladı. Askerin hücumunda

yedinci eri kılıçladı.

İkinci olarak Kuşalguk’ta Ediz ile savaştık.

Kül Tigin Az Yağızı’na binip atılarak

hücum edip, bir eri mızrakladı. Dokuz eri

çevirerek vurdu. Ediz kavmi orada öldü.

Üçüncü olarak Bolçu’da Oğuz ile savaştık.

Kül Tigin Azman Ak’ına binip hücum etti,

mızrakladı. Askerini mızrakladık, ilini

aldık.

Dördüncü olarak Çuş Başında savaştık.

Türk Milleti ayak diretti. Perişan olacaktı.

Beşinci olarak Ezginti Kadız’da Oğuz ile

savaştık. Kül Tigin Az Yağızı’na binip

hücum etti. İki eri mızrakladı, çamura

soktu. O ordu orada öldü!

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

10

Bütün bu olaylardan sonra Gök-Türkler

devlet yöneticileri ve orduları çok zor

durumlara düşmüşlerdi. Bu savaşlarda

öldüğü kuvvetle muhtemel olan Kapgan

Kağan’ın küçük oğlu Tonga Tigin’in yuğ

merasiminde de Tongralar baskın

yapmıştı. “İlerleyip gelmiş ordusunu Kül

Tigin püskürtüp, Tongra’dan bir boyu,

yiğit on eri çevirip öldürmüştü.”

715 yılına gelindiğinde Gök-Türk ordusu

Amgı Kalesi’nde kışlamış ve kıtlık

başlamıştı. Bu yılın ilkbaharında Gök-

Türkler Oğuzlara doğru sefer etti. Sefer

sırasında birinci ordu yola çıkmış iken

ikinci ordu daha merkezde (Ötüken) idi.

İşte bu sırada üç Oğuz ordusu baskın yaptı.

Hatta Oğuzların bir grubu Bilge ve Kül

Tigin’in evini barkını yağmalamaya

kalkışmış, onları zor durumda bırakmıştı.

Gök-Türklerce kutsal, ‘İduk’ sayılan

Ötüken’in savunması işini başarı ile yerine

getiren Kül Tigin’in yaşadığı müddetçe

yaptığı en büyük işin bu olduğunu

söyleyebiliriz. Zira yaşamlarını Kül Tigin’in

savaşçılığına bağlayan Türk Bilge Kağan

milletine ve ailesine şöyle demiştir: “

Amga Kalesinde kışlayıp ilkbaharında

Oğuz’a doğru ordu çıkardık. Kül Tigin’i

evin başında bırakarak, müdafaa tedbiri

aldık. Oğuz düşman, merkezi bastı. Kül

Tigin Öksüz Akı’na binip dokuz eri

mızrakladı, merkezi (Ötüken) vermedi.

Annem hatun ve analarım, ablalarım,

gelinlerim, prenseslerim! Bunca

yaşayanlar cariye olacaktı, ölenler yurtta,

yolda yatıp kalacaktınız. Kül Tigin olmasa

hep ölecektiniz!”

Bir süre de olsa durulan olaylardan sonra

bir akın yapılmış ve bu akın başarı ile

tamamlanıp dönülürken Gök-Türklerin

Kağanı Kapgan, pusuya düşürülüp

öldürülmüştü. Çin kaynakları bu olayı

bütün ayrıntıları ile açıkça göz önüne

sermiştir.

“Evvelce Kapgan Kağan kuzeye doğru bir

sefer yaparak Bayırkuları ‘Tu-lo-shui’

(Tola) nehrinin kıyılarında büyük bir

bozguna uğratmıştı. Fakat zafer

sarhoşluğu içinde bulunan Kapgan,

yurduna dönerken kendisi için gereken

emniyet tedbirlerini almamıştı. Bir gün

Kapgan bir söğüt ormanından geçerken,

‘Hsieh- chic-lo’ adındaki, bozguna

uğramıştı. Bayırku askeri aniden

ormandan çıkarak Kapgan’ı öldürdü. O

sırada da ‘Ta-wu-chün’ ordusunda ‘Tzu-

chiang’ rütbesini taşıyan ‘Hao Ling Chü’an’,

Çin elçisi olarak Gök-Türk ülkesinde

bulunuyordu. ‘Hsieh-chic-lo’ Kapgan

Kağan’ın başını ‘Hoahing-chüan’a’ teslim

ettikten sonra onunla beraber Çin sarayına

geldiler. İmparator ‘Hsüan-tsung’, Kapgan

Kağan’ın başının Çin başkenti ‘Cha’ang-

an’ın ana caddesinde bir direğe asılıp,

halka gösterilmesini emretti…”

Kapgan Kağan ölmeden önce oğlu fu-

chü’yü “İni-İl Kağan” ilan etmişti. Fakat

Türk karizmasına göre İlteriş’in

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

11

oğullarından birisinin tahta geçmesi

gerekiyordu.

Devletin her tarafını isyanların sardığı

dönemde İnel Kağan başarılı olamadı.

Bunun üzerine Kül Tigin, bütün boyunu

topladı.

Yeni kağana ihtilal yapan ve bu mücadele

sırasında her şeyini ortaya koyan cesur

Kül Tigin, İnel Kağan (İni-İl Kağan) ile

birlikte bütün çocuklarını ve adamlarını

ortadan kaldırarak kağanlığın kaderini

değiştirmiş ve o, Çin kaynaklarında adı

‘Mo-chih-lien’ şeklinde okunan ve

abidelerde ise Bilge olarak geçen

ağabeğini kağanlık tahtına oturtmuştur.

Gök-Türkler arasında ‘Küçük Şad’ olarak

tanınan Bilge, kardeşi Kül Tigin’in kağan

olmasında ısrar etmiş, fakat Kül Tigin

büyük bir erdemlilik göstererek bunu

reddetmiştir. Bunun üzerine kağan olan

‘Türk Bilge’ kardeşini orduda ki en üst

makam olan Sol Şad (sol bilge elig)

makamına tayin etmiştir.

Bu olaylar Çin arşivlerinde şöyle

anlatılmıştır:

“…Bu sırada Kapgan Kağan’ın küçük oğlu

küçük kağan (fu-chü) tahta çıktı. Fakat çok

geçmeden Kutluğ’un (İlteriş) oğlu ‘Chüeh

Tigin’ tarafından basılıp, öldürüldü. Kül

Tigin ayrıca adeta Kapgan Kağan’ın bütün

oğulları ve candan adamlarını öldürüp,

ağabeğisi Sağ Şad olan ‘Mo-chic-lien’

(Bilge)’i kağan ilan etti. Bu zat ‘Pi-ch ieh’

(Bilge) Kağandır. Bilge Kağan Gök-Türkler

arasında ‘Hsiao-sha’ (küçük şad) olarak

tanınırdı. Bilge Kağan, Kardeşi Kül Tigin’in

kağan olmasında ısrar etti. Fakat Kül tigin

bunu şiddetle reddetti. Bu sebeple Bilge

kağan, Kül Tigin’i Sol Şad tayin ederek ona

bütün askeri yetkileri verdi.”

Türk Bilge Kağan ise bu ihtilal ile ilgili

şunlara değinmiştir ve bu ihtilali

meşrulaştıran ana bir sebep sunmuştur:

“Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk.

Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu

milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk

milleti için gece uyumadım, gündüz

oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile

iki şad ile öle yite kazandım.”

7 yaşından beri ömrünü Türk milletinin

yücelmesine hasreden, cesareti ve

savaşçılığı hem Türk, hem Çin

vesikalarında övülen Kül Tigin bu övgüleri

fazlası ile hak etmiştir. Hatta 725 yılında

imparator ‘Hüan-tsung’`un başkanlığında

yapılan bir toplantıda şöyle

konuşuluyordu:

“… Gök-Türklerin ne zaman ne yapacağı

bilinmez. Kağan Bilge iyidir, milletini

sever, Türkler de ondan memnundurlar…

Kül Tigin harp sanatının üstadıdır, ona

karşı koyacak bir kuvvet güç bulunur…”

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

12

Çin kaynaklarında Kül Tigin’i büyüklerine

karşı gösterdiği saygı ve bağlılıktan dolayı

överler. Kül Tigin kendi siyasi kuvvetine

bakarak Türk töresini ve adaletini hiçbir

zaman bozmamış, devlet içerisindeki

görevini eksiksiz yerine getirmiş ve

yaptıklarına karşılık daha fazlasını

istememiştir. Hatta bu husus Bilge

Kağan’a Orhun abidelerinin Çince

kısmında şöyle arz edilmiştir: “O (Türk

Bilge Kağan), işlerinde muhabbet ve

kardeşlik hissi ile hareket ettiğinden ve

kardeşinin askeri başarılarından ve onunla

(Kül Tigin) beraber çalıştığından dolayı

muvaffak oldu.” Yani Çin Devleti, Türk

Bilge Kağan’ın başarılı olmasının tek

sebebini kardeşi Kül Tigin’e bağlıyordu.

731 yılına gelindiğinde ise II. Gök-Türk

Devleti büyük bir kahramanını kaybetti.

Türk Bilge Kağan’ın küçük kardeşi Kül

Tigin vefat etmişti. Ölümü kağanlıkta

büyük üzüntü yaratan kahraman hakkında

abidelerde samimi ifadeler yer almıştır.

Öyle ki Türk Bilge Kağan; “Bunca Töreyi

kazanıp, küçük kardeşim Kül Tigin öylece

vefat etti.” derken onun ölümünün erken

olduğunu düşünmüş olmalıdır.

Kül Tigin için bir abide dikilecekti. Kül

Tigin’in ölümü Çin’de de aynı üzüntüyü

yarattığı için imparator hususi elçi ile

Ötüken’e başsağlığı mektubu göndermiş,

Kül Tigin’in hatırasına dikilecek abidede

Çince bir metnin de bulunmasını arzu

etmişti.

Kül Tigin yazıtı bilindiği gibi, Türk Bilge

Kağan tarafından küçük kardeşinin

hatırası yaşatılmak için diktirilmiştir. Gök-

Türk tarihi, kültürü ve Türk dil ve

edebiyatı yönlerinden emsalsiz bir değer

taşıyan bu kitabe ile birlikte Kül Tigin’in

anıt-kabri ve içindeki nakış ve tasvirler

tamamlanmış ve büyük yuğ töreni 1 Kasım

731 günü (“Koyun” yılının 9. Ayının 27’si)

yapılmıştır.

Kül Tigin’in yuğ törenine Gök-Türklerin

komşularının hepsinden katılımlar

olmuştur. Doğuda Kıtanlar temsilci

göndermişlerdi. Başlarında Uder vardı. Çin

imparatoru ise binlerce top ipekli kumaş,

altın ve gümüş eşya yollamıştı (Çin

kaynaklarında Chang Ch’ü-i ve Lü

Hsiang’ın cenaze törenine katılmak ve

kurban kesmek için gönderildiği

bildirilmektedir). Tatabılar ise

hükümdarlarının temsilci Bökün ile

katıldılar. Batı taraftaki uzak komşulardan

Soğdlar, İranlılar ve Buhara şehri

halkından General Nek ve Oğul Tarkan

gelmişlerdi. Türk Bilge Kağan’ın damadı da

olan Türgiş (on-ok) kağanından ‘Tamgaçı’

(mühürdar) Makaraç ve Oğuz Bilge onları

temsilen katılırken, Kırgız kağanını Tarduş

İnançu Çor temsil etmişti.

Kahraman Kül Tigin için olağanüstü güzel

bir türbe inşa ettirilmişti. Ressam ve

heykeltıraşlara içi süslettirildiği gibi,

türbenin içine heykeller de konulmuştu.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

13

Çin Yıllıkları Kül Tigin’in Çinli ressamlar

tarafından yapılan heykelinin çok güzel

olduğunu ve Türk Bilge Kağan’ın buna her

bakışında kardeşi Kül Tigin’i hatırlayarak

hüngür hüngür ağladığını yazmıştır. Yazıt

tamamlanınca, Kül Tigin’in hatırasının

ölümsüz olmasına ve canlı tutulmasına

binaen, kaplumbağa şeklinde oyuk bir

kaide taşına oturtulmuştur.

Kardeşinin vefatı ile tarifsiz bir kedere

bürünen Türk Bilge Kağan, Kül Tigin için

diktirdiği abidede içine düştüğü karanlığın

ancak bir kısmını ifade etmiştir: “Kül Tigin

kendisi 47 yaşında bulut çöktürdü…

Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Ben

yaslandım. Görür gözüm görmez gibi; bilir

bilgim bilmez gibi oldu. Ben yaslandım.

Zamanı Tanrı takdir eder; kişioğlu hep

ölmek için türemiş. Öyle düşünceye

daldım. Gözden yaş gelse mani olarak,

gönülden ağlamak gelse geri çevirerek

düşünceye daldım. Müthiş düşünceye

daldım. İki şadın ve küçük kardeş

yeğenimin, oğlumun, beğlerimin,

milletimin gözü kaşı kötü olacak deyip

düşünceye daldım.”

Kardeşinin ölümü ile ilgili en acı sözleri

dile getiren Türk Bilge Kağan, eli pusat

tuttuğu günden bu yana hep Türk Milleti

için çalışan Kül Tigin’e ölümsüz olan

ismini şu sözlerle vermiştir: “Küçük

kardeşim Kül Tigin …. (bu kısım abidede

silindiği veya zarar gördüğü dolayısıyla

okunamamıştır) için, öle yite işi gücü

verdiği için, Türk Bilge Kağan, nezaret

etmek üzere, küçük kardeşim Kül Tigin’i

gözeterek oturdum. ‘İnançu Apa Yargan

Tarkan’ adı verdim. Onu övdürdüm.

Türk Bilge Kağandan başka bu ölümsüz

kahramanı yad etmek maksadıyla ‘atısı’

Yollug Tigin de abidede kendi görüşlerini

şairane bir biçimde şöyle vurgulamıştır:

“Bunca yazıyı Kül Tigin’in atısı Yollug

Tigin, yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa,

bu duvara hep Yollug Tigin yazdım.

Değerli oğlunuzdan, evladınızdan çok daha

iyi beslerdiniz. Uçup gittiniz…”

Kül Tigin’in ölümü, Gök-Türklerin

amansızca mücadele ettiği Çin’i bile yasa

boğmuştu. Çin İmparatoru böyle mert,

cesur ve hayranlık uyandıran bir

savaşçının ölümünden duydukları

üzüntüyü abidelerin Çince kısmında

uzunca bir edebi dil ile şöyle belirtmeye

çalışmıştır: “Bu methiyede mevzubahis

olan şahıs Kül Tigin ismi ile maruftu. O,

Kutlug Han’ın ikinci oğlu ve şimdi hüküm

süren Bilge Han’ın küçük kardeşi idi. Onun

adının şöhreti kendi yurdunda kabilesi

halkına dehşet verirken, babasına ve

kardeşine olan hürmet ve merbutiyeti

uzak memleketlerde gayet iyi biliniyordu.

Kül Tigin’in bu tarzda tanınması, evvela

onun kendi şahsında toplayıp inkişaf

ettirebildiği büyük babasının babası olan

Beg İtimish’in mevrus iyi niyetlerinin,

saniyen büyük babası Ghekin Kutlug’un

alışkın olduğu ve haleflerinin birbirleri ile

gıpta edercesine taklide çalıştıkları hayır

ve lütufkârlığın neticesinden başka ne

olabilirdi? Aksi takdirde bu kadar değerli

bir adamın başardığı işler için ne sebep

gösterilebilir?”

Methiye şöyle devam ediyor: “Kumların ve

soğukların diyarı olan Ting-Ling ülkesi,

senin evvelki krallarının arasında birçok

kudretli ve asker ruhlu şahsiyetler

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

14

yetiştirdi. Senin kişiliğin yabancı ülkelere

böylece şeref vererek payidar olsunlar!

Senin prensiplerin, bizim Tang’ımızla

dostluğu gaye edinerek ‘her yerde’

tanınsınlar! Böyle adamların (Kül Tigin)

ebediyen payidar olacaklarının muhakkak

olmadığını kim söyleyebilir? Uğurlu

haberleri ebediyen ilan için, gelecek hadsiz

hesapsız nesillerin dimağlarında onların

müşterek muvaffakiyetlerinin şaşaasının

hergün yeniden canlanması için, uzakta ve

yakında bulunan herkesin bunu öğrenmesi

için, şimdi dağ gibi yüksek ve bilhassa

muhteşem bir yazıt dikilmiştir!”

Kahraman Kül Tigin öldüğü vakit çok

büyük bir servete sahip idi. Abidelerde

Kül Tigin’in altınını, gümüşünü, hazinesi,

servetini idare eden Tuygut adında

birinden bahsedilir. Hatta atlarının

sayısının dört bin olduğu söylenmektedir.

Herhalde bu servet, onun ölümünden

sonra ağabeği Türk Bilge Kağan’a ve

çocuklarına, dolayısıyla devlete kalmış

olmalıdır.

II. Gök-Türk Devletinun Kül Tigin’e kadar

olan soy ağacı şöyledir:

-SONUÇ-

Sadece Gök-Türk tarihinin değil, bütün

Türk tarihinin en önemli şahsiyetlerinden

biri olan Kül Tigin, savaşçılığı, harp

sanatındaki mahareti, zekâsı ve milletine

olan bağlılığı ile yaşadığı döneme damga

vurmuş bir kahramandı.

Kül Tigin’in devleti ve milleti uğrunda

çalışıp çabalaması ve fedakârlıkları, sadece

hafızalarda yer edinip dilden dile

dolaşmakla kalmamış, hatırasına dikilen

bengü taşlara kazınarak

ölümsüzleştirilmişti. O, örnek şahsiyeti ve

tarihi rolü itibarıyla sadece Türklerin değil

komşu devlet ve kavimlerin de saygı ve

sevgini kazanmıştı. Öyle ki Gök-Türklerin

düşmanı olan kavimler dahi böyle mert bir

düşmanın ölümü için yas tutmuştu.

O, hayatı boyunca ağabeyi Türk Bilge

Kağan’ın en büyük yardımcı ve destekçisi

olmuş, asla daha fazlasını istememişti. Bu

bakımdan Gök-Türk devletinin dönemin

en büyük gücü hâline gelmesinde onun

büyük bir payı vardı.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

15

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN

MESELELERİ M. Bahadırhan DİNÇASLAN

Esen olsun.

Elbette yazının başlığı çok iddialı ve ben

kendimi “efradını cami ağyarını mani” bir

yazıyla Türk Milliyetçiliği’nin bütün

meselelerini anlatabilecek çapta

görmüyorum. Ayrıca, her bir tespit için bu

tespiti yaratan ya da bu tespitle ilişkili

milyonlarca noktanın açımlanması, uzun

uzun irdelenmesi gerekir; bunu da

yapamayacağım. Ancak bu, genç bir

milliyetçi olarak Türk Milliyetçiliği’nin

meselelerini nasıl gördüğüme dair

fikirlerimi beyan etmeme mani değildir.

Meseleleri ele alırken alanına göre

bölümlendirmek faydalı olacaktır. Öyleyse,

ilk olarak, “fikir meselesi” diyebiliriz.

Türk Milliyetçiliği’nin fikri evrimini uzun

uzadıya analiz ettiğim çeşitli yazılarım

varsa da bu yazıda buna girişmeyeceğim.

Ancak şunu diyebilirim ki Türkiye’de

cumhuriyeti kuran, buraya seküler

anlayışı getiren, toplumculuk ve

aydınlanmacılığı büyük ölçüde tesis

edenler, Türk Milliyetçileridir. Ancak,

sebepleri başka ve uzun bir yazının

konusu olmakla birlikte, bir “kokuşturucu

evrim”, Türk Milliyetçiliği’ni fikri açıdan

git gide yoz, yüzeysel ve saçma bir hale

dönüştürmüştür.

Sözgelimi, Türk milliyetçileri, evrensel bir

düzlemde, “hakem”in kör ve tarafsız

olduğu bir “müsabaka”da kendilerinin

üstünlükleri ve haklılıklarını ispat edecek

bir fikir arayışı ve sürekli gelişme meyli

yerine sair sebeplerden, “el yumruğunu

yemeyen kendininkini balyoz sanır.”

atasözüne benzer bir ruh haliyle, boş ve

saçma bir kendini övme kısır döngüsüne

girmiştir. Türkiye’ye bilimsel düşünceyi ve

birçok bilimsel disiplini tanıtan Türkçüler

olduğu halde (öyle ya, bilimsel olmayan

Türk Tarih Tezi’ne karşı çıkan Zeki Velidi

Togan bir Türkçüydü, Sosyoloji’yi

Türkiye’de tesis etmeye başlayan Gökalp

de, Milliyet Duygusunun Sosyolojik

Esasları kitabını yazan, dilbilim üzerine

eserler vermiş Sadri Maksudi Arsal da,

Türk tarihine İskender Öksüz’ün deyimiyle

“özüne oryantalist” bakışla bakılmasındaki

çarpıklığı gözler önüne serip, Türk’ü

“içeriden” anlayarak tarihe bakmayı

savunan Atsız da...) şimdi Türk

milliyetçileri, bilimsellikten, akıldan uzak,

mistik, ne idüğü belirsiz zırvaların tutsağı

bir fikrin git gide artan tahakkümü

tehlikesiyle karşı karşıyadırlar ki bu sorun,

“Türk’ü tanımadan Türkçülük yapmak”

çıkmazına Türk milliyetçilerini

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

16

götürmektedir. Kısmet olursa Dava

dergisinin gelecek sayısında bu konuya

değineceğim. Bu konuda sadece şunu

söylemekle yetineyim ki Oğuz Ata’mızın

“Kün tuğ bolgıl kök kurıkan” (güneş tuğ

olsun gök çadır) deyişi, Türk’ün her zaman

evrensel bir değer yaratmak arzusunda

olduğunun işaretidir; körü körüne var

olanı muhafaza etmek arayışında değil…

Milliyetçi fikrin bilimsel eksikliğinin

yanında (ki söz gelimi benim milliyetçi

fikrim- bilimsel bir temel üzerine

oturmuştur. Sonuçlar, yorumlar ya da

hedefler farklı olmakla beraber, çeşitli

milliyetçi fert ya da gruplarda da bu

müspet tavır mevcuttur; ancak “genel

kitle” git gide yobazlaşmakta, nasıl bir

veraset sistemine dâhil olduğunu

unutmakta ve dolayısıyla

Ortadoğululaşmakta, aptallaşmaktadır.)

bir de, “görev sorunu”muz var. Öyleyse

ikinci mesele, “görev” meselesidir.

Milliyetçilik, özetle, milletinin kültürel

verasetine vakıf olup, bunu özümseyerek

“üzerine koymak”, geleceğe aktarmak,

mümkünse bu mayadan evrensel bir değer

yaratıp -sözgelimi bugün Amerikan

kültürünün “kültür endüstrisi” denen

çağımız laneti vasıtasıyla dünyayı

“etkileyen kültür” olması gibi, kendi

kültürünün “etkileyen kültür” olmasını;

milletini olduğu gibi (sözgelimi tecavüzcü

bir Türk, Türk Milliyetçisi’nin muhafaza

etmek isteyeceği bir Türklük anlayışına

sahip değildir.)- muhafaza etmek değil;

milletinin daha iyi, daha doğru, daha

gerçek ve daha güzele evrilmesini, son

tahlilde, toplumsal dönüşümleri yaratan

temel erk (ben bunu “mit ve rit” kuramıyla

açıklıyorum ancak, milliyetçiliğin üzerine

kurulduğu temellerin, sosyalizmin de,

diğer görüşlerin de kapsayamayacağı

kadar “derin”, “geniş” ve başat olduğu

iddiasının ispatı başka bir yazının

konusudur.) milli motifler olduğu için

bunları kullanarak, milletinin ve imkân

olursa milleti vasıtasıyla elini uzatacağı

dünya insanlığının “daha güzel bir

dünyada” yaşamasını amaçlamaktır.

Bu konuda, Siyah Beyaz Kültür ve Sanat

Platformu dergisinin 6. Sayısı’nda kısa bir

tarif yapmıştım:

“Biz, Türk’ün ve Türkçü’nün diğerlerini

boğduğu bir dünya değil, insanlığın

müşterek ziggurat inşası olan “medeniyet”

harikasının en tepesindeki rasathanenin

bileği, yüreği ve kaleminin hakkıyla Türk’e

ait olduğu bir dünya düşlüyoruz.”

(Buradaki “hakkıyla” ibaresi, bir evvel

değindiğim mesele ile ilgilidir. Hak

etmiyorsan, objektif bir sahada kendini

ispatlamadıysan, salt “biz şöyle uluyuz;

böyle mükemmeliz” diyerek üstün bir

millet olduğunu iddia edemezsin;

milliyetçilik yapmak hakkın da yoktur. Bu

tarz milliyetçiler, birey olmayı

başaramamış, dolayısıyla kendinde

sevilecek ya da övülecek bir şey

bulamayan ya da başka bir takım

psikolojik komplekslerin elinde esir

insanlardır.)

Haliyle, milliyetçilerin bir “görevi” vardır.

Vaktiyle, “MHP’nin Görevi” başlıklı bir

yazımda şöyle demiştim:

Görülüyor ki insanoğlu, “toplumsal

hafıza”sını zaman içinde git gide,

kurumlara terk ediyor, ki internetten

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

17

bulunabilecek “Millet Kavramının Evrimi”

yazımda da değindiğim gibi bu sebepten,

bütün “kavram”lar git gide, müşahhastan

mücerrede yöneliyor ve bir kurumun

tekeline terk ediliyor. Fransız İhtilali ile

olan da budur; milli hisler, milliyetçilerin

ve ulusal devletin egemenliğine terk

edilmiş, kurumsallaştırılmıştır.

Bu görev, milletinin öncüsü, hamisi, banisi,

sözcüsü ve en önemlisi öğretmeni

olmaktır. Alıntıda değinmiş oldum, uzun

uzadıya ta ilk insandan bu güne

“sanallaşma”, “devletleşme”, “dinleşme” ve

dolayısıyla “kurumlaşma”yı

anlatmayacağım ancak, tekrar edeyim ki

Fransız İhtilali akabinde değişen algı ve

dünya “milliyetçiliği yaratmamıştır.”

Aksine, “tıp” biliminin bir takıp mistikler

(söz gelimi şamanlar ya da druidler, yaşlı

kadınlar) elinden alınıp, kurumsallaşıp

doktorlara terki gibi bir şekilde

milliyetçilik tanımı değişmiş ve

kurumsallaşmıştır. Değişen toplum

yapısında, eskinin “kolektif anlayışında”,

kolektif bilinçaltında, kasıtsız ve

kendiliğinden oluşan motif ve itkilerle

“manifesto edilen” milliyetçilik, artık bir

kurum haline dönüşmüş, “üst bilinç

düzeyi”ne çıkmıştır.

Türk milliyetçiliğinde bu evrimi

özetlersek, söz gelimi Budizm’e karşı

duran Tonyukuk’ta bir tavır ve yönelim

olarak, Firdevsi’nin mezarını “Kalk ayağa!

Küçük gördüğün Türk geldi!” diye

tekmeleyen Timur’da bir savunma güdüsü

olarak, Gaspıralı, Akçura, Gökalp gibi

aydınlarda bir toplumcu kaygı ve fikir,

İttihat ve Terakki Hükümeti, Atatürk

Cumhuriyeti deneylerinde önce fikri

reaksiyonun politik boyutu, ardından

müstakil-politik birer doktrin ve kurum,

Alaş-Orda ve İsa Yusuf Alptekin’in Uygur

hareketlerinde bir milli

kıyam/rönesans/restorasyon, MHP’de bir

siyasi/partici oluşum olarak, milliyetçilik

dallansa da ana “yol”unu muhafaza eden

bir evrim takip ederek bu güne gelmiştir.

Hâl böyleyken, Türkiye’de Türk

milliyetçileri, Türk Milleti’nin

hastalıklarını muhafaza etme çabasını terk

etmeli, öğretmenlik görevlerini

hatırlamalı, Türk Milleti’ne öncülük

etmelidirler.

İlginç değil mi? İnsan hakları, adalet,

eşitlik, doğruculuk, bilimsellik, akılcılık,

insan merkezcilik, evrensellik, halkçılık

gibi konulara hiç değinme, bu alanlara hiç

girme; bu boşluğu ya sol, ya da Fetullahçı

kafa doldursun. “Ben neden bütün müspet

şeyleri bu adamlara terk ettim” diye

kendini hiç sorgulama, sadece bu adamlar

savunuyor göründüğü için İnsan hakları,

adalet, eşitlik, doğruculuk, bilimsellik,

akılcılık, insan merkezcilik, evrensellik,

halkçılık gibi konulara düşmanlık besle.

Bu, şüphesiz milliyetçinin yapacağı şey

değildir, Türkiye’de insan haklarının,

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

18

bilimselliğin, halkçılığın öncüleri

Türkçüler olmalıdır.

Ki, bu konuda ufak bir yazı yazmıştım

Kuzey Kıbrıs özelinde. Ondan bir parçayı

burada alıntılamak istiyorum: (kendi

yazılarımdan sık sık alıntı yapıyorum.

Bunun sebebi, farklı mecralarda

yayımlanmış olmalarıdır.)

…Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye Cumhuriyeti’nin

uyguladığı politika tam bir faciadır. Yaptığı

işin devamını getirememekte, hadi güçsüz

olduğundan getiremiyor desek, çözüm de

sunmamakta. Günübirlik politikalarla

Kıbrıs’ın anasını ağlatıyor devletimiz. Halk

git gide soğuyor, meydan kafasızlara

kalıyor, halk kafasıza meylediyor; özellikle

yeni nesil.

O açıdan, her Türk milliyetçisi için “Kıbrıs

meselesi” ciddi derecede önemlidir. Çok

uzağa gitmeye gerek yok; “özgürlük

götüreceğimiz kardeşler”imizden ilki

Kıbrıs’tı, ilk “deney”imiz buysa, Turan hiç

kurulmasın, daha iyi. İğne kendine,

çuvaldız başkasına demişler; “milli” ve

akıllı, insan odaklı, asil bir anlayışla

politika güdülmezse, ambalajın milli

olması bir şey ifade etmez.

Türkçülük ve Turancılık, bugün üzücü bir

şekilde ruh hastalarının ve temelini bir

takım ilkel duygularının üzerine bina ettiği

“sözde fikir” takipçi ve öncülerinin eline

kalıyor olsa da, beslendiği gelenek ve sahip

olduğu potansiyel ile son derece akılcı,

bilimsel, tutarlı ve insan odaklı bir

görüştür. Öyleyse, Türkçü Turancı için ilk

hedef, milletinin refahı ve bekasıdır. Savaş

zamanları seferberliği kuvvetlendirmek

için yaratılan ruh iklimi ve propagandanın

bugün dahi etkisinde kalarak, Türkçü

Turancı fikri “herkes ölsün işte, ne

bileyim” kafasına indirgeyenler, meselenin

bu boyutunu görmezler.

Mahiyetini ve bize kaybettirdiklerini çeşiti

yazılarımda açıkladığım devletçilik

tekelinde hastalıklı bir yapıya bürünmüş

milliyetçilik ve Türkiye Cumhuriyeti’ne

şimdiye dek hakim olan Türk’e zararlı kafa

da, meselenin bu noktaya gelmesine

hizmet etmiştir. Görülüyor ki, milliyetçilik

büyük bir güç, bir ülkeyi Hitler

Almanyasında olduğu gibi müthiş bir

cehenneme de çevirebilir, yeryüzünde bir

cennet de yaratabilir. Milliyetçiliğimizi,

devletin bir takım oligarklar ve dünya

düzeni denetçileriyle ittifak halinde ortaya

koyduğu insanlık, eşitlik, özgürlük gibi

evrensel ilkelere ve aynı zamanda bizzat

milliyetçiliğe aykırı politikalarına alet

ettik. Oysaki, milliyetçilik, “evrensel”e

“milli” bakmak, evrensel kıstaslarda

milletin konumunu yükseltmeye

çabalamak ve milliyetçi

aydınlarımızdan/önderlerimizden

öğrendiğimize göre en hakir bir ruh ile

kendimizi kardeş sayıp, paçavralar

altındaki yoksulun acısıyla acılanmaktır. O

yüzden bu savruk ve kötürüm yazıda esas

söylemek istediğimi söyleyeyim: Ben,

derece derece ülkemde, Türk dünyasında

ve dünyada herhangi bir olumsuzluk,

haksızlık, zulüm olduğunda buna ilk sesini

yükseltenlerin Türkçüler olduğu, buna

çözümü Türkçülerin bulduğu bir gelecek

hayal ediyorum, yanıbaşındaki Kıbrıs

meselesine merkeze “Türk”ü koyarak bir

tavır geliştirmekten aciz, “anlamıyorum

niye böyle yapıyorlar, biz onları

kesilmekten kurtardık”tan öte bir şey

diyemeyen milliyetçiler beni kahrediyor.

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

19

Aynı zamanda bu durum, Türk’ün

Türklükten uzaklaşmasını hızlandırıyor,

çeşitli yazılarımda değindiğim gibi, bu

çağda, milli bilinç toplumun tamamından

beslenen ve tamamını etkileyen bir

primordial ve “kendiliğinden” bileşenden,

etken, dolayısıyla daha “gün yüzünde” ve

bu sebepten daha savunmasız bir “kurum”

haline geldi. Bu, “milli bilinç eskiden doğal

bir şekilde oluşur ve edilgen bir şekilde,

evrimin kör saatçisinin kontrolünde,

kolektif şuuraltında yaşadığı halk ile

birlikte savrulur, evrilir, yaşardı. Artık,

milli bilinç etken yüzeye çıkmıştır,

milliyetçilerin emrindedir ve milliyetçileri

emri altına almıştır. Eğer milliyetçiler

yenilirse milli bilinç yenilir, milliyetçiler

bozulursa milli bilinç bozulur” demektir.

Özetle, milliyetçi, Türkiye’yi değiştiren,

kokuşturan ve bozan İslamcılık,

Ortadoğululuk gibi zehirlerin (bugünlerde

adına muhafazakâr demokrasi diyorlar.)

karşısında duracak olan adamdır, oy

kaygısı ya da körlük sebebiyle bunu

aptalca savunacak olan değil. “Sağ

seçmen”i kaybetmemek adına onun

damarlarına giren zehri görmezlikten

gelmek değil, “sağ seçmen”i uyandırmak

bizim görevimizdir ki bu kitle, Türkiye’nin

ekserisini oluşturan bu kitle, bu “yanlış”ını

söyleyen ülkücüler olduğu zaman,

solculara verdiği tepkiyi vermeyecektir,

sanırım hasbelkader milliyetçilerin lideri

olanlar, milliyetçilerin gerçek gücü,

sorumluluğu, görevi ve etki değerinden

habersizler.

Bir diğer meseleye geçersek, “kurum

sorunu”ndan söz edebiliriz. Bu aslında bir

“sorun şemsiyesidir” ve ben “MHP’nin

İletişim Sorunu”, “Ülkü Ocakları’nın

Geleceği”, “Ülkücüler ve Sokak” gibi

yazılarda daha ayrıntılı alt sorunlara

bölerek bu konuyu incelemiştim.

Özetleyecek olursak; milliyetçi kurumlar,

iletişimsel, kurgusal, konumladırma ve

yönetme sorunları yaşamaktalar ve bu

sorunlar, “fikir” kurumların etki alanında

olduğu için, Türk milliyetçiliği ve milletine

zarar vermektedir.

Bir örnek verecek olursak, milliyetçi

kurumlar, milletimizden kopmuş, tecrit

olmuş bir vaziyetteler. Sözgelimi bir

“ülkücü şarkıcı”, ocak gecelerinde sahne

alıyorsa, milletin geri kalanı tarafından

benimsenmiyorlar, oysa bir “solcu şarkıcı”,

marjinalize edilmenin zararını daha az

görüyor, halkla iç içe geçebiliyor. Bu,

milliyetçilerin yanlış bir kafayla milletten

koparılmasının sonucudur ki sebeplerine

değindiğim “MHP’nin İletişim Sorunu”

başlıklı kısa yazımdan bir parçayı, yazının

genelini tamamlayacağı için, buraya

koymak istiyorum:

MHP’de Korku Havası, Kongre ve Ülkücü

Gençler diye bir yazı yazmış, siyasi

hesaplar yüzünden birbirine düşen

“büyük” ülkücülerin ben ve benim gibi

düşünen gençleri nasıl tiksindirdiğini

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

20

anlatmıştım. MHP’ye sızan bu “Bizans

hastalığı” ne zaman müşahade etsem

midemi bulandırıyor. Yazıya giriş

yapmadan önce, “parti içi iletişim

sorunu”na değineyim hemen: Bir mevzuda

fikir ayrılığı yaşayanlar hemen “ocak dışı”

ilan ediliyor. Böyle olduğunda, Paşa

Tambay’ı ve ölümünü hatırlıyorum.

Kendisiyle görüşlerimiz aynı değildi ama,

ölmeden evvel son sözlerinden biri, “Bizim

ülkücülüğümüzden şüphe eden, anasının

nikahından şüphe etsin” oldu. O ve onun

gibi insanlar belki hatalar yapmışlar, başka

yollara sapmışlardır ama, bu sapışta, hep

baskıya uğramalarının, muhatap

bulamamalarının, en ufak muhalif

tavırlarında kovulmalarının da payı vardır

mutlaka.

Bu “hızlı ve öfkeli” girişten sonra, genç bir

iletişimci olarak, aldığım eğitim ve şahsi

okumalarıma dayanarak, MHP’de iletişim

sorunları nelerdir, onlara değinmeye

başlayayım.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin beslendiği

fikir havzası, beğenelim ya da

beğenmeyelim, Türkiye insanının kültürel

kodlarıyla en uyumlu arkaplana sahiptir.

Buna rağmen, üstelik yeterli [kırk yıldan

uzun] bir süre geçmiş olmasına ve parti bir

şekilde baskı ve “yok sayma”yı kırıp

meclise defalarca girmiş, medyayı

kendisine yer vermeye mecbur bırakmış

bulunmasına rağmen, iktidar alternatifi

yaratamıyor, iktidar olamıyorsa, orada

mutlaka bir iletişim sorunu vardır. MHP

adını anmadan değineceğimiz savlar,

farazi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı

algısında olumlu imaj yaratacakken, MHP

boyası çalındığında insanları itiyorsak, bu

iletişim sorunu hayli büyük demektir.

Şahsen, fikir açısından da MHP’nin

geneline hakim olan görüşten ayrılıyorum

ve buna dair yazıp çiziyorum, ancak bu

fikren farklı olmak hiç sorun

yaratmamışken, iletişim sorunu, beni ve

benim gibileri MHP’den uzağa itiyor, bu

yüzden hayli önemlidir.

İlk ve genel sorun, “insan kaynaklı

sorun”lar. Ülkü Ocakları’na dair yazdığım

çeşitli yazılarda, mevcut anlayışın, parti

tarafından ocağa biçilen rolün, ülkücülerin

tecrit olmasına, insan kazanamamasına,

kötü imaj çizmesine sebep olduğuna

değinmiştim, o yüzden “Ocak” konusuna

girmeyeceğim.

MHP’nin “omzu düşük” tabir ettiğimiz, 80

faciası sonrası yeni düzende kendine yer

bulamayışıyla “dejenere” olmuş “kayıp”

neslinin mümessilleri, insanlara itici

mesajlar veriyorlar. Bu konuya, yazının

sonunda Gezi olaylarına değinerek

yeniden gireceğim, o yüzden bu kadarlık

bir tespitle yetineyim. Bu neslin arasında,

hem eylemci ve gerekirse silahla çatışacak

ruhunu muhafaza eden, hem de değişen

dünyayı “kimliğini değiştirmeden” realist

bir şekilde okuyarak kendini yeniden

konumlandıranlar da var, onlar, bayrağı

devralacağımız “öncü”lerdir.

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

21

İnsan kaynaklı sorunlardan bir diğeri,

liyakat ölçüsüne göre değil, “kulis” ve

“para” gücüyle belli makamlara gelmiş

insanların, liyakatli gençlerin

yükselmesini, “koltuğumu kaybederim”

korkusuyla engellemesidir. Bu sorun,

MHP’nin maalesef “ortadoğu partisi”

haline gelmesine zemin hazırlamaktadır.

İkinci sorun ise, “bilimsel yetersizlik”

sorunudur. MHP, -yapıyorsa bilmiyorum,

eğer öyleyse, yanlış yapıyor demektir. Zira

burada örneklemekten utandığım o kadar

ciddi iletişimsel hatalar var ki, AKP ya da

CHP hiç propoganda yapmasa dahi, kendi

kendimizi fena halde baltalıyoruz- ciddi

iletişimcilerin bilimsel rehberliğinde

kendisine bir yol çizerek, bilimsel,

kurumsal ve realist bir iletişim karması

hazırlamalı, bütün söylemlerini buna göre,

çok yönlü ve uzun vadeli bu karmaya

uygunluk esasına dikkat ederek

belirlemelidir. Sözgelimi, Gezi Parkı

olayları sırasında Bahçeli’nin bir

destekleyen, bir köstekleyen, sağdan sola

savrulan açıklamaları ciddi bir eksikliği

gözler önüne serdi. Kendi partim olmasa

gülerdim, maalesef dişlerimi sıkıp

üzülmekle yetindim.

Üçüncü sorun, yönetim sorunudur. Yaşım

ve ilgi alanım itibariyle siyasi

dedikodulara derinlemesine vakıf değilim

ama, MHP sürekli ön plana çıkan, sorun

yaratan ve ayrılan/üstü çizilen adamlar

döngüsü yaşıyor. Son örneği Mansur

Yavaş’tır. Ümit Özdağ bunlardan biridir. İş,

git gide, Stalin’in, Ekim Devrimi’ni

gerçekleştiren isimlerden her birini teker

teker kurşuna dizdirip “sağcı”, “troçkist”,

“menşevik” suçlamalarıyla karalamasına

dönüyor: Partinin yetiştirdiği eli yüzü

düzgün, ön plana çıkan isimlerin biri

diyelim cemaat ajanı, diğeri Ergenekoncu,

öbürü kripto Ermeni, beriki mason, öteki

dönek; tek doğru ülkücü partiyi şu kadar

yıldır yönetip iktidar yapamayan, Hüseyin

Çelik gibi bir hadsizin bizi öfkeden deliye

döndüren açıklamalarına ortam

hazırlayan, gençlere açılım yapamayan,

“AKP Payandası” sıfatını üstümüze

bırakan, en önemlisi, gündem

belirleyemeyip, hep yaratılan gündemde

küçük hesapların peşinde “merkez sağ”

odağında konum almaya çalışan mevcut

yönetim midir? Ben şahsen Mansur Yavaş’ı

pek sevmem, mevcut yönetimi

eleştirenlerin de, özellikle kongre

zamanında, ne kadar iğrençleşebildiğini

görüp, yönetimi müdafaa eden yazılar

yazmıştım ki genel merkezden kimi

isimlerin sevgisini kazanmıştım. Ama bunu

söylemek lazım, söylemek lazım ki

Hüseyin Çelik gibiler, Mümtazer Türköne

gibilerden değil, ülkücü bir gençten duyun,

ağırınıza gitmesin, el yıkmak için eleştirir,

“gardaş” yapmak için.

Dördüncü sorun, girişte değindiğim,

“tahammülsüzlük” sorunudur ki, üçüncü

sorunla da ilişkilidir. Tepeden inmeci,

“lider teşkilat doktrin tartışılmaz” diyen

usul, Türkiye’deki iç savaş şartlarındaki

gereksinimlerden ortaya çıkmıştır, artık

ne MHP’de, ne genel siyasette yeri vardır.

Hal böyleyken, bir ülkücü genç olarak,

tahammüllü, kapsayıcı, kuşatıcı, gerekirse

özür dileyebilen, samimi bir şekilde

aramıza karışan, “odunla adam döven

öğretmen” tipi değil, “müşfik ve vakur

baba” karizmasında bir lider istiyorum.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

22

Beşinci sorun, söylem sorunu. MHP ana

propogandasını hep hamasi tutuyor,

sosyal sorunlara, Gezi Parkı gibi sosyal

reaksiyonlara yeterince eğilmiyor, “insana

dair ne varsa” bütünüyle kapsamıyor,

sanki varoluş karmasının içinden sadece

“milli reaksiyonerlik”i seçmiş ve “ben

iktidara gelmeyeyim, sadece arada bir

Türk lafını kullanarak hamasi bir nutuk

çekecek bir parti mecliste, renklerden biri

olarak mevcut olsun” der gibi. Bu bizim

çok eskiden beri gelen bir sorunumuzdur

ve buna karşı şahsen önerdiğim “evrensel

milliyetçilik” bakışı, kimileri tarafından

“beynelminelcilik” olarak algılanıyor, beni

eleştiriyorlar. Varsın eleştirsinler, haklı

olduğum ortaya çıktığında onlar bu fikrin

en ateşli savunucuları olacaklar.

MHP, ne olursa olsun benim partim olduğu

için, yazasım gelenleri kırptım,

diyeceklerimin çoğunu demedim.

Ülkücüler ve Sokak, Gezi Parkı Olayları ve

Milliyetçi Analiz başlıklı yazılarımı

okursanız, daha aydınlatıcı olacaktır. Eğer

bu yazıya “öyle değil” gibisinden geri

dönüşler alırsam, böyle olduğunu

ispatlayacak, daha etraflı bir yazı

yazacağım, ayrıca “çözüm ne olmalıdır?”

sorusuna eğileceğim. Şimdilik, mevcut

yönetimi, doğru olanın o olduğuna

inandığım için savunduğumda

teveccühünü kazandığım “makamlı” ve

“makamsız” kimi isimlerin tepkilerini

ölçmek istiyorum.

Gelelim Gezi Parkı olayları meselesine.

Uzun uzun dört yazı yazdım bu konuyla

ilgili, tekrar analize girişmeyeceğim.

Sadece ilerisi için bir öngörüde bulunmaya

çalışayım. Bahçeli, “10 milyon oy iktidar

değiştirir” diyor, gençleri MHP’ye kanalize

etmek amacını belirtiyor.

Evet, 10 milyon oy iktidar değiştirir, ve

Bahçeli’nin meyl u muhabbetini

kazanmaya çalıştığı bu 18-25 yaş arası

gençler, gezi parkı için düzenlenen

eylemlere büyük oranda destek veriyorlar.

Bahçeli tam tersi bir konumlandırma yaptı

kendine. Şimdi, “gençler bize oy verin”

diyor. İlk yazdığım yazıda açıklamıştım, o

gençlerin büyük çoğunluğunun ilk

“politize olmak” tecrübesiydi bu eylemler,

ve orada “yanında” gördüklerine meyl

edecekler. Biz milliyetçi gençler, orada

bulunarak, hiç değilse bizi gören gençlerin

teveccühünü kazandık, Bahçeli, Gezi Parkı

olaylarının en büyük kaybedeni oldu.

-Yahu ülkücü anne babanın ülkücü

çocuğuyum, ben verirken gönülsüz

veriyorum, dışladığın, aşağıladığın,

görmezden geldiğin, dilinden konuşma

ihtiyacı duymadığın herhangi bir Türk

genci neden oy versin?-

[Mhp'nin bu iletişim sorunu, genel merkez

binası kadar büyük. Bunun sorumlusu

Bahçeli de değil, çok derine inen ve genişe

yayılan bütüncül bir "dekadans".

(sözcüğün türkçesini kullanmaya içim

elvermedi.)]

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

23

Gezi parkı olaylarını, bu açıdan

yorumlayınca, bir işarettir: Yeni neslin

“algı”sı farklı. Bu algının ne olduğuna,

neden değiştiğine dair sosyolojik analizler

başka bir yazının konusudur. Sadece şunu

diyeyim, ben ki ülkücüyüm, MHP’nin

ortaya koyduğu eylem ve söylem karması

beni çekmek şöyle dursun, itiyor, yanlış,

saçma, gereksiz ve muzır bir kurgu var

çünkü. Ülkücülükle hiç alakası olmayan

gençler içinse, çok daha feci bir durum var.

Öyleyse, Gezi parkı olayları, yeni neslin,

“arabesk” kafadan, “avrupalı” kafaya

geçişinin göstergesidir. Buradaki

“arabesk” ve “avrupalı” terimlerini, henüz

dönüşüm yeterince tamamlanmadığından,

uygun terimlerimiz yokluğu sebebiyle,

müteşabih olarak seçtim, “araplar” ya da

“avrupalılar” ile ilgisi yoktur.

Bu “Avrupalı algısı”na geçiş, en büyük

kazanımdır. Bu yeni algı, bir alternatif

yaratmayacak, AKP’yi indirmeyecek, ihtilal

tetiklemeyecek. Bu algı, mevcut

hareketlerin “kendine çeki düzen

vermesini sağlayacak: İslamcılar avrupa

hristiyan demokratlarına benzer bir

“muhafazakar liberal” havaya, solcular

“sosyal demokratlık”a meyledecekler.

Milliyetçiler ise, treni kaçırdıkları için yok

olacaklar, yok olmaması için tek çare,

bahsettğim sorunları aşıp, seküler, bilimci,

realist ve çok yönlü bir “evrensel

milliyeçtilik” anlayışıyla Türk

miliyetçiliğinin ve milletinin öncüsü haline

gelmektir.

Zaman darlığından oldukça yüzeysel

tuttuğum bu yazı yine de bir dergi yazısı

olarak biraz uzunca oldu, okuyucunun

affına sığınırım. Uzun yılların sorunlarını

23 yaşında genç bir iletişimci olarak ele

almak zaten benim yetkinliğimi aşan bir iş,

üstüne bir de gündelik hayatın gailesi

eklenince, yazı savruk ve lezzetsiz olmuş

olabilir. Dilerim, “Türk’ü Tanımadan

Türkçülük Yapmak” meselesini kaleme

alırken daha güzel bir yazıyla sizlerle

buluşurum.

Ezen bolsun karındaş kalık.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

24

HANGİ MİLLİ İRADEYE DARBE?

AYAKLAR ALTINDAKİNE Mİ? Ahmet KANBUR

Neden mi bahsediyorum? Tabi ki

ülkemizde son dönemin en önemli

hadiselerinden biri olan yolsuzluk

iddialarından sonraki gelişmelerden

bahsediyorum. Hiç şüphesiz büyük

çoğunluğunu Müslüman kesimin

oluşturduğu bir ülkede, yolsuzluk gibi bir

olay pek de hoş karşılanmaz. Hatta "yetim

ve öksüzlerin hakkı yenmektedir."

düşüncesiyle haram kabul edilir ve bu

inanç konunun manevi boyutunu

oluşturur. Manevi düşüncenin yanında bir

de konunun Milli yönü vardır ki o da

devletin ve devleti oluşturan milletin

çıkarlarını esas alır.

Yolsuzluk oldu mu, olmadı mı? Bu sorunun

cevabı sadece yargıda olmakla birlikte,

masumiyet karinesi gereği ceza

kesinleşinceye kadar her bir zanlı masum

kabul edilmek mecburiyetindedir. O

sebeple, biz de kamuoyu olarak yargı

sonucunu bekleyeceğiz.

Ancak konunun bizleri ilgilendiren önemli

bir kısmı daha var. Hatırlayacağınız üzere,

olayın ardından Sayın Başbakan açıklama

yapmış ve bu olayın uluslararası bir

operasyon olduğunu söylemişti. Hatta bu

sözlerle yetinmeyip vurgulu bir ses

tonuyla "BU OLAY MİLLİ İRADEYE DARBE

TEŞEBBÜSÜDÜR." demişti. Tabi, milli olan

her şeyi ayaklarının altına aldığını ifade

eden Başbakan'ın bu çıkışı, her kesimi

fazlasıyla şaşırttı. Biz de hem bu

şaşkınlığın verdiği sersemlik halini

üzerimizden atabilmek, hem de bu olayın

gerçekten Milli İrade'nin engellenmesi

olup olmadığını öğrenebilmek adına,

zihinlerimizi biraz yorarak geçmişe bir göz

attık.

Şimdi sayacak olduğumuz konular

derinlemesine bir araştırma değil; aksine

yüzeysel ve üzerinde çok çaba sarf

etmeden herkesin hatırlayabileceği

konulardır. ”Bu konuları sıralamaktaki

amacımız, gerçekten ortada bahsedildiği

gibi bir Milli İrade varsa bu yaşananlar,

yaman bir çelişki değil midir?” Sorusunun

cevabını aramaktır.

(Yukarıda ifade ettiğim gibi bu yazı

derinlemesine bir araştırmayı içermediği

için kronolojik sılama göz ardı edilmiştir.)

- Sayın Reisi Cumhur, "Güzel Şeyler

Olacak!" açıklamasını yaptıktan sonra

"KÜRT AÇILIMI!" dahil her konuda açılım

yapıldı; bir tek TÜRK MİLLETİ açılamadı!

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

25

- Diyarbakır Belediye Başkanı Osman

Baydemir, TÜRK DEVLETİ'ne " Meşe

Ağacının Dalları"nı önerdi. Cevap

verilmedi!

- Habur'da dağdan inen PKK'lılar, şimdiki

isimleriyle "Aktivistler" için kurulan TÜRK

MAHKEMELERİ, TÜRK MİLLETİ dışında

bütün milletler adına karar vererek hem

hukuk, hem de MİLLİ İRADE hiçe sayıldı!

- Vatani görev olan "Askerlik Görevi"

paralı hale getirildi!

- Ülkemizin ve cumhuriyetimizin banisi

yüce Atatürk'e "Ayyaş" benzetmesi yapıldı.

Bırakın özür dinlenmesini, bu ithama

cevap dahi verilemedi!

- "MİLLİ İRADE"nin tecellisi için canlarını

ortaya koyan aziz şehitlerimize "KELLE",

onlarının canlarına sebep olan terör

hamisine "SAYIN" denildi!!!

- İsminde barış ve demokrasi kelimelerinin

bulunduğu siyasal partinin milletvekilleri

TÜRK POLİSİ'ni tokatladı, demokrasiye

geçiş sürecinde aşama kaydediyoruz

cevabı alındı!

- İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif

ERSOY'un TÜRK olmadığı söylendi!

- Yine İstiklal Marşı’mızdaki "Kahraman

Irkıma Bir Gül" bölümü, ırkçı bulunduğu

gerekçesi ile tartışmaya açıldı. Yine cevap

verilmedi

- Irak'ta TÜRK ASKERİ'nin başına çuval

geçirildi. TÜRK MİLLETİ "nota" verilmesini

beklerken, "NE NOTASI, BU MÜZİK

NOTASINA BENZEMEZ." cevabı alındı!

- Gazze için yakılan ağıtlar, Musul, Kerkük,

Süleymaniye ve Halep gibi TÜRKMEN

ŞEHİRLERİ'nde yapılan katliamlar için

yakılmadı!

- Mısır'daki olaylarda sembol haline gelen

"Rabia", miting meydanlarının

propagandasını oluştururken; Çin

zulmüne maruz kalarak sistematik bir

şekilde yok edilmeye çalışılan Doğu

Türkistan'ın sembol ismi olan "RABİA

KADİR" görmezden gelindi!

- Barzani Türkiye'ye geldi. Toplantı

salonunda "Türkiye Seninle Gurur

Duyuyor" sloganlarıyla karşılanan

Barzani'nin, ülkemize takım elbise ile girip

toplantıya peşmerge kıyafetiyle katıldığı

anlatılmadı! (Güzel şeyler olmaya devam

ediyordu.)

- Ergenekon gibi TÜRK MILLETİ için

önemi anlatılmayacak kadar büyük olan

bir kelime, Silahlı Kuvvetler'i kapsayan bir

operasyona isim olarak verildi. Daha sonra

bu isim iddia edilen örgütün ismiymiş gibi

kamuoyuna takdim edilerek hem ruhsal

bir karmaşa yaratılmasına sebep olundu

hem de bir gurur abidesi olan Ergenekon

kelimesinin halk tarafından korkulan bir

karşılığı oluştu. Kimse çıkıp bu konunun

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

26

aydınlatılması için açıklama yapma

tenezzülünde dahi bulunmadı!

- TÜRK KIZILAYI'nın çıkardığı ürünlerin

üzerindeki bu ibare değiştirilerek, sadece

"KIZILAY" yazıldı. TÜRK kelimesinin

neden kaldırıldığı açıklanmadı!

- Kurumlarımızın başında yazılı bulunan

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ibaresi olan

"T.C." kaldırılmak istendi. Birçok kurumda

kaldırıldı ancak tepkiler yoğunlaşınca

birkaç noktada geri adım atıldı. Vatandaş

açıklama beklerken, gerekli açıklama

Başbakan'dan geldi: "Uygulamadan

Haberim Yok." dedi!

- Yetişecek yeni nesillerin milli şuura sahip

olabilmeleri için her sabah okullarımızda

okutulan "ANDIMIZ" kaldırıldı!

- Alfabemizde bulunmayan "X, W, ve Q"

harfleri alfabemize eklenerek, TÜRK

MİLLETİ'nin en önemli değerlerinden olan

TÜRK DİLİ'nin yozlaşmasına zemin

hazırlandı!

- AKP MKYK üyesi Prof. Dr. Yasin AKTAY,

"TÜRK IRKI YOKTUR" dedi. Bu açıklamaya

karşı tepki oluşsa da vatandaş diplomanın

sadece bir kağıttan ibaret olduğu

gerekçesiyle AKTAY'ı kâle almadı!

- Başbakan "Her Türlü Milliyetçilik

Ayaklarımın Altındadır." dedi. Tepki olsa

da geri adım atılmadı!

Milliyetçilik adına burada yazılı olan ve

aklımıza gelmeyen bütün değerler hiçe

sayılmışken, bugün MİLLİ İRADEYE

DARBE YAPILIYOR iddiasının pek

inandırıcı olmadığını belirtmek isterim. Bu

vesileyle, yazımı bitirirken başlık haline

getirdiğim soruyu tekrar sormak

istiyorum:

HANGI MİLLİ İRADEYE DARBE, AYAKLAR

ALTINDAKİNE Mİ?

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

27

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

28

BİR DÜŞ GÖRDÜM, PEMBE Mİ BEMBE Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU

Furkan günlerinin bekleyişindeydik

Avuçlarımızda zerdali çiçekleriyle Pembe mi pembe

Günahtı belki sükut, cılız kollarından

Ayak bastığımız ikindi yağmurlarına

Tutarak serçe kanatlarından ayna

Ardına yazılmış elif be Pembe mi pembe

***

Anlatıları olur yortu günlerinin

Çıplak bir heykel hayasızlığında

Kaşlarımızdan ibibikler yükselirdi

Sonra, sonra ve daha sonra

Kaçtık seninle şehirlerinden

Nefeslerimiz yoldaşımız oldu en derinden

***

Tembihledim sana korkmayacağız

Ama savaşmayacağızda

Kaçmayacağız hem bir daha

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

29

Tamam değişini tesbih gözlerinden okudum

***

Mor muydu ne gördüğüm düş

Rüzgarlar öpüyordu boynumu

Terliyorduk boncuk boncuk

İpe diziliyordu sonra gözlerimiz

Amma lakin imamesiz

Boncuk boncuk

***

Ağlamamalıyız demiştim hani

Eski şairlerin şiirlerine

Gizli bir hakikat ifşa etti dudakların

Konuşmadım oysaki daha sonra

Ben 'SEN' demiştim, şair 'MONA ROSA'

***

Yılsızsız akşamlardan korkardın

Ateş saçardı tutamadığım ellerin

Sahi tutamazdım

Dokunurdum fakat,

Tutsam yanardım

***

Ismarlanılıp adi kaldırım taşlarına

Kaç ayak bastı şimdiye dek

Küçük, büyük, düz, kadınsı

Söylenip yabancı şarkılarda sendeleyerek

Islandım gözlerimde gözlerini bekleyerek

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

30

***

Lal mıydı ki bu hancı

Yoksa konuşmayı mı unutmuştu

Tuz ekmek samimiyeti de yoktu

***

Duvarlara resmediyorduk birbirimizi

Kireç tadındaydı yanaklarımız

Önce arkama baktım durup durup, sonra sola

Daha sonrada daima sana

Ben 'SEN' demiştim, şair 'MONA ROSA'

***

Irgatı olurduk fesleğen tarlalarının

Ay çiçeklerinin gece bekçisi

Onlar 'güne aşık'tılar bilirsin bizim oralarda

Benzerlerdi çocuk resimlerine

Pembe mi pembe

***

Zaman yelesindeydi yağız bir atın

Ve toynaklarına kazılıydı kaderimiz

Bir gece ansızın yokuşlara vurdular

Saatleri on birde durdular

Pembe mi pembe

Peki ya sonra Ben 'SEN' demiştim

Şair mi? O da 'MONA ROSA'

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

31

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

32

KADINLAR Dilek AKILLIOĞLU

'Sonsuz Sayıda Çözüm'

İnsan hakları söylemi, 1789 İnsan ve

Yurttaş Hakları Bildirgesi ile pozitif

hukuka geçen, özellikle de 1949 Birleşmiş

Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi

ve Avrupa Sözleşmesi ile olgunlaşan

hukuk teorisidir. Ünlü olması ve insan

yaşamına girişi bu şekilde gerçekleşen

insan hakları söylemi, aynı zamanda

savunucularının eşit olmayanlar

tarafından yaptıkları bir koşuşturmadır.

Bu biçimde bir savunuculuğun örneklerini

görmek mümkün olduğu için insanın kendi

eliyle yarattığı hukuk ve benzeri yasa,

haklarda, eşitliklerde denge mutlak

bozulmaktadır. İşte bozuk dengede 'kadın'

kavramı ve yarattığı sorunlar hakkında iki

yazı boyunca yorumlara yer verilmeye

çalışılmıştır. İnsan haklarının, insanlara

verilmesi mümkün olamayacağına göre bu

haklardaki eşitsizliklerin kadın yönüne

değinerek sonuç yazıma başlamak

istiyorum.

Kadın hareketinin toplandığı bir yer ya da

kurum belirlemek güç olmasına rağmen

tarih boyunca insan hakları denildiğinde

kadınlar ve çocuklar kavramları hep ön

planda tutulmuştur. Bu eksik

vasıflandırmanın getirdiği algılar

sayesinde de hakları savunma meselesi

haksız olan kadına değil diğer mercilere

kalmıştır. Zira diğer merci olan erkekte

hak ya da eşitliğin evrim teorisi gibi kısır

bir alan olduğunu düşünerek öncü olmayı

reddetmiştir. Muhafazakârların yaptığı

davranışlarla başka köşelere saklanmıştır.

Kadında hak neye yarar?

Eşitlik ya da bir çağ düzeni olan adaletin

sağlamasına kadınların açısından

bakmamak lazımdır. Çünkü kadınların

gelişmesini sağlamak demek, aynı

zamanda ana-çocuk unvanlarında köklü

değişiklere, aile yaşamında da kendini

geliştirmiş kadının daha verimli hale

gelmesini sağlamak demektir. İsveç,

toplumsal cinsiyet eşitliği planında:

“Cinsiyet eşitliğini geliştirme konusundaki

çabalar çok uzun bir süredir sadece

kadınlara yöneltildi. Böylece sanki sorun

onlardaymış ve erkeklerin yaşam tarzına

ve düşünce yapısına uyarlanma

sorumluluğu onlara aitmiş gibi algılandı.

Oysa toplumsal cinsiyet eşitliği, erkek

değerlerine uyum göstermekle ilgili bir

şey değildir. Cinsiyet eşitliği, kadınlar ve

erkekler için eşit haklara, yükümlülüklere

ve fırsatlara dayanan yeni ve eşit ilişkiler

kurulması anlamına gelir.” uydu- uyum

ilişkisi yerine daha gelişimci bir ortam

kurulduğunda her alana kadın girebilecek,

aile, ana ve yurttaşlığın etkin yanı olarak

demokratik ülkenin kültürünü

oluşturabilecektir. Francis Bacon'un

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

33

dediği gibi dersek; “Bilinebilir doğa,

kadınsı bir şey gibi sunulur ve bilimin

görevi bu kadın üzerinde doğru türden

tahakküm kurmaktır.”

Felsefeciler 'Kadın' dediler mi?

Hukuksal olarak baktığımız kadın için

toplum bilimi olarak felsefeciler de

yorumlar yapmışlardır. Kadının sorun ve

sorunsallarının üzerine, kadının varlığı

üzerine bir cümle de olsa belirtmişlerdi ki

onların bu gibi cümleler belirtmeleri

kadınlar sonucu için olumludur. Öncelikle

Platon, evrendeki akıl ve düzenin

yansımasının kadın ruhunda erkek

ruhundaki kadar net olmadığını

varsaymıştır. Örneklere devam

ettiğimizde, Philo, “Aslında erkek olana

yönelerek, kadın cinsiyetini terk atmaktan

başka bir şey değildir; çünkü kadın cinsi

maddidir, edilgendir, cisimsel ve duygu-

algısaldır; oysa erkek olan etken, rasyonel,

cisim dışı ve zihin ve düşünceye daha

yakın olandır. “ demiştir. Augustinus göre

kadın, rasyonel zihinsel zekâ kapasitesi

bakımından eşit yaradılışa sahiptir; fakat

taşıdığı bedenin cinsiyeti nedeni ile

eyleme arzusunun rasyonel zihinle

doğrudan edimde bulunma becerisi için

erkeğe bağımlı yaratılmıştır yani, erkek

varken her şeydir. Erkek yokken bir hiçtir.

Descartes metot üzerine konuşmada kesin

bilgiye ulaşmak için geliştirdiği bilgi

yönteminin 'kadınlarda bile' işe

yarabileceğini yazmıştır. Kartezyan ise

“Erkek Akıl'ın şeylerin doğru bilgisine

ulaşmak için aşması gereken duyusal

alandan kadınlar sorumludur. O, erkek ise

eğer bilimin nihaî temelini yakalamak

istiyorsa, bilimsel etkinliğin büyük bir

bölümünde, disiplinli imgelem düzeyinde

ve katı, saf anlık düzeyine geçmek

zorundadır. Kadının görevi, erkek aklın

avuntu, ısı ve gevşeklik ihtiyacını

gidereceği alanı, zihin ve bedenin birbirine

karıştığı alanı korumaktır. Erkek, eğer

aklın en yüce biçimini uygulamak istiyorsa

yumuşak duyguları ve duygusallığı geride

bırakmak zorundadır; onları erkek için

koruyacak olan kadındır.” Kadına erkeği

yöneteceği mesajını vermiştir.

Rousseau, D' Alambert'e Mektup'ta

kadından şikâyet eder: “Hiçbir halk hiçbir

zaman aşırı şaraptan mahvolup

gitmemiştir; mahvolanlar hep kadınların

kural tanımazlıklarından mahvolmuştur.”

der.

Kant, Yüce ve Güzel Üzerine de bilgilenme

çabasında olan bir kadın, “sakal sahibi

olmayı istese daha iyi olur; çünkü

edinmeye uğraştığı derinlik havasını bu

şekilde daha iyi ifade edebilir.” demiştir.

Shopenhauer 'Kadınlar Hakkında' adlı bir

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

34

denemesinde kadının akıl yürütme

gücünün yoksun oluşunu, doğuştan gelen

bir olgunlaşmamışlık olarak dile

getirmiştir. Shopenhauer, kadınların sınırlı

türden bir hafıza yürütme becerisi

olduğunu “bütün yaşamları boyunca

büyük bir çocuk olarak” kalacaklarını

düşünmüştür. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde,

kadın bilincinin kişiliği olan “mutlu

düşünceleri, beğeni ve zerafet”i erkeğin

“tümel bir yeti” gerektiren başarısı ile

ölçmüştür. “Kadın, bilgiyi edinerek değil,

yaşayarak adeta fikirleri soluyarak

öğrenir. Buna karşılık erkek, erkeğin

statüsü ancak düşüncenin gerilimiyle ve

teknik bir çabayla kazanılır.” (1)

Bunca söylemin içinde kadının ne olduğu

ve ne isteği toplumu gözlemleyenler

tarafından savlar halinde sunulmuştur.

Toplamda kadın için ortak bir yorum

çıkmamasına rağmen toparlayıcı fakat

aynı zaman dağıtıcı vasıflar ortak kanaat

olarak alınabilir. Geçerli çözümleyici

cümleler olarak kabul edilebilir.

Bilmecenin sonu; 'Şemsiyemi

unutmuşum' (2)

“-Ancak konum kadın olacak.” (3)

Derrida yukarıdaki cümleyi Nietzsche'nin

Üsluplarını incelerken kurmuştur. Derrida

kadın ve hakikat ilişkisini değinmiş,

Nietzsche'nin üslubunu, kullandığı isimleri

incelerken kadın kavramına da eğilmiştir.

Derrida'nın dikkat çektiği Nietzsche'nin

kullandığı dilde dişil özellik taşımasıdır.

Benim ise metinlerinde kullanmak

istediğim bu dişil durum üzerinden

nitelendirdiği kadın tipleridir. Bu

tiplemeler kadın kavramı hakkında kesin

olmasa bile kimlik ve arayış açısından

bana kalırsa kadına tam oturan

yorumlardır.

Derrida, ilişkilendirdiği felsefede üç kadın

biçimi ortaya çıkarmıştır:

Birinci tiplemede bahsettiği kadın

korkulan kadındır. Bu kadın gerçek kadını

bulma çabasında olan kadındır. Katı

kuralcı ve feministtir. Derrida’nın

ifadeleriyle, “Bir erkek gibi olmayı

arzulayan bir kadının işleminden başka bir

şey değildir ve eril dogmatik filozofa

benzemek için bu kadın, bütün iğdiş

edilmiş erkeklik/iktidar yanılsamalarıyla

hakikate, bilime ve nesnelliğe-onun sahip

çıktığı kadar-sahip çıkar.” (Derrida, 2007,

s.151) Var olana olduğu gibi inanan bir

kadın tiplemesi şeklinde belirtilen bu

kadın metafizikseldir. Nesnel olarak

konuşmayı sevmektedir.

İkinci biçimleyici tanımda ise kadın

yanılsama ile özdeşleştirilmiştir. Derrida

bu kadın için unutkan olmasından ve

hedeften gözünü ayırmasından dolayı

yakınmaktadır. “Kendisini gizlemek,

metafizikçinin kendisini ve kendi anlamını

sabit kılma girişimine karşı koymak için

hakikatle oynayan sanatçıdır: “En büyük

sanatı yalandır, en yüce ilgisi görünüş ve

güzellik” (Derrida, 2007, s.153). Ancak bu

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

35

tür kadın, fanatik biçimde kendi

ideallerine yapışır ve aslında bu idealleri

kendisinin yarattığını unutursa, kendi

yanılsaması tarafından rahatça

ayartılabilir. “ Ayartma sonucu olarak

yanlış sonuçlara ulaşabilir.

“Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye

dek ona yöneltilmemiş en çetin istekle

çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim

olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum.

Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi

saklamış” değilim çünkü…” (Nietzsche,

1998, s.7)

Nietzsche'nin bu cümlelerinden destek

alarak kimliğini saklamayan, sonuncu

kadın tiplemesinde ise Derrida şöyle

söylemektedir: Olumlayıcı kadın ise

hakikat ve yaşamı perspektife

dayandırarak bütün temelleri ve

kesinlikleri terk eden Dionysosçu güce

karşılık gelir: “Olumlayıcı bir güç, bir usta

bir sanatçı, bir coşku olarak kabul edilip

olumlanır ve artık onu olumlayan erkek

değildir. Kadın, erkekte bizzat kendini

olumlar.” (Derrida, 2007, s.165).

Derrida’nın vermiş olduğu anlayışlardan

‘kadın için kadına ait olan her şey

kullanılmaya hazırdır’ çıkarımını yapabilir.

Çünkü kadın Derrida'nın dediği gibi

hakikat ile ilgilenmeyi pek sevmez. Kadın

hakikatlerini kendi ayartır. Süslerini,

aldanışlarını, güzelliğini, asilliğini,

dişiliğini, analığını, siyasetçiliğini ele

geçirmeyi kendi gün yüzüne çıkarır. Sonuç

olarak denilebilir ki onu ifade eden imza,

yine onu tanımakla mümkündür.

KAYNAKLAR

1. (Erkek Akıl, Genevieve Lloyd,

Ayrıntı,1996, İst.)

2. Mahmuzlar Nietzsche'nin Üslupları,

Jacgues Derrida, Babil Yayınları, 2002

3. Öztürk, H. (2008). Derrida’nın

Nietzscheleri: İsim, kadınlar ve şemsiye

üzerine denemeler. Uluslararası İnsan

Bilimleri Dergisi

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

36

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

37

BİTKİSEL İLAÇ OLARAK PAZARLANAN

ÜRÜNLER HAKKINDA DERLEME Dr. Alperen KIZIKLI

Ülkemizde son on yıl içinde dünyada

alternatif tıp olarak tanımlanan bitkisel

ilaçlara ilginin arttığı görülmektedir. Bu

artış gelişmiş ülkelerde son yirmi yılda

olmuştur. Şu anda bitkisel ilaçların bütün

dünyadaki toplam pazar payının 2000 yılı

için yaklaşık altmış milyar dolar olduğu

tahmin edilmektedir ve bu, dünyadaki

yıllık ilaç pazarının yaklaşık %20’sini

oluşturmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 2000

yılındaki raporunda, Avrupa, Avustralya

ve Kuzey Amerika’da yaşayan insanların

yaklaşık %50’sinin alternatif-destekleyici

tedavi metotlarından birini kullandıklarını

ve bu metotlar içinde en çok kullanılanın

da bitkisel ilaçlar olduğunu açıklamıştır.

Aynı raporda Çin’de kullanılan bitkisel

ilaçların, aynı ülkede total olarak

kullanılan ilaçların yaklaşık %30-50’ni

oluşturduğu ve ekonomik açıdan daha

sıkıntılı olan ülkelerde ise (Afrika kıtası

gibi) halkın halen geleneksel tedavi

metotlarını kullandığı ifade edilmiştir.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2004 yılında

yayınladığı raporunda, bu konuda birçok

ülkede yasal düzenlemelerin yetersiz

olduğu, kalite kontrol, etkinlik ve güvenlik

çalışmalarının yapılmadığı, bunun

sonucunda da halk sağlığı için büyük bir

tehdit olduğu ifade edilmiştir. Raporda

özellikle Çin, Hindistan ve Pakistan’dan

gelen ürünlere daha fazla dikkat edilmesi

gerektiği de vurgulanmıştır. Yıllarca

piyasada ilaç olarak satılan zayıflama ilacı

“Sibutramin”in, kalp ve karaciğere

olumsuz etkileri nedeniyle piyasadan

çekilmesine karar verilmiştir. Buna

rağmen Çin’den ithal edilen ‘tamamen

doğal’ bazı bitkisel zayıflama ilaçlarının

içinde yasak olmasına rağmen yüksek

dozlarda Sibutramin olduğu tespit

edilmiştir.

Kişilerin özellikle hekim veya eczacı

kontrolü olmadan kendi kendilerine ya da

uzman olmayan kişilerin tavsiyeleri ile

kullandıkları bitkisel ilaçlar ve ürünler

yaşamı tehdit edebilecek ölçüde ciddi yan

etkilere yol açabilmektedir. Bu konu ile

ilgili olarak, özellikle lisansı olmayan,

kalite, etkililik ve güvenirliliği

gösterilmemiş, etiketlenmesi ve

standardizasyonu uygun olarak

yapılmamış, daha çok denetimsiz ve

reçetesiz ilaçların kullanımlarının artması

üzerine başta ABD ve Avrupa olmak üzere

tüm dünyada yan etkilere dikkat çekmek

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

38

için yapılan bilimsel yayınların sıklığı

belirgin şekilde artmıştır. Bu yan etkiler

daha çok öngörülemeyen, doza-bağımlı

olmayan, bazen çok ufak etkisiz dozda bile

ortaya çıkabilen, olağan-dışı ve potansiyel

olarak daha ciddi reaksiyonlardır. Bununla

birlikte “Doğaldır, o halde zararsızdır.”

fikrinin doğru olmadığını, yapılan klinik

çalışmalar açık bir şekilde göstermiştir.

Bitkisel ilaçlar hakkında birçok kişi genel

olarak “Bunlar doğal ürünlerdir, o nedenle

güvenlidir.” görüşünü benimsemiştir. Bu

görüş, tüm dünyada bu ürünlerin

kullanımının hızla artmasına neden

olmuştur. Ayrıca bu ürünlerin herhangi bir

fiyat kontrol mekanizması da

bulunmaktadır ve yüksek kârlılığı

nedeniyle bitkisel ürünlerin

pazarlanmasına olan ticari ilgi giderek

artış göstermektedir.

Hem ülkemizde hem de dünyada bitkisel

ilaç furyası, kontrolsüz bir biçimde tavan

yapmıştır. Tüketimin artmasına paralel,

bitkisel ürün pazarı giderek genişlemiştir.

Doğal tedavi şeklinde de pazarlanan

ürünler hastalara çok cazip gelmiş ve

ürünlerin zararsız olabileceği algısına da

yol açmıştır. İnternet üzerinden yapılan

ticaret, bitkisel ürün pazarının, hem

yaygınlaşmasına katkıda bulunmuş hem

de denetlenmesini zorlaştırmıştır.

Ülkemizde bu tür bitkisel ürünleri

hazırladıklarını iddia ederek satan

kişilerin bilinçsizlikleri ve kontrol

mekanizmalarının yetersiz olması,

hastalarda çeşitli yan etkilerin ortaya

çıkmasına ve ölümlere yol açabilmektedir.

Bitkisel ürünlerin bazıları gerçekten

yararlı olabilir fakat bu ürünlerin yararlı

olduklarını gösteren kanıtlar ve bilimsel

çalışmalar sınırlı sayıdadır. Eczanelerde

satılan herhangi bir ruhsatlı ilaç, çeşitli faz

çalışmalarından geçip piyasaya çıkarken

bitkisel ürünler kısa sürelerde daha kolay

ve güçlü söylemlerle ortaya çıkabiliyor.

Bitkilerle tedavinin temelinde gözlem,

kültür ve gelenek ön plandadır; bilimsel

deneyler daha ziyade geri planda

kalmaktadır. O nedenle bu ürünlerin

yararları kanıta değil, varsayımlara

dayanmaktadır.

Bitkisel ürünlerin içinde çoğu zaman ne

olduğu tam olarak bilinmemektedir;

üretici firmaların ürünlerinin içerdiği

madde miktarlarını dozlarıyla birlikte

yazmadığı görülmektedir.

Bitkisel ürünlerin içeriği mevsimsel

ritimler, iklim değişiklikleri, tarım metodu

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

39

ve hasat sonrası depolama koşullarına

göre değişmektedir. Sonuç olarak; aynı

miktar bitki içinde, çok farklı miktarlarda

aktif madde olabilir. Bununla birlikte tüm

bu süreçlerde bitkilere mikrop veya ağır

metallerin bulaşması birçok yan etkiye

neden olabilmektedir. İçlerinde ağır metal

olarak adlandırılan kurşun, cıva gibi

yabancı maddeler tespit edilebilir.

Bitkisel ürünlerin yarattığı çeşitli sorunlar,

hastanın doktor tarafından verilen ilaç

tedavisini aksatması, tedaviye uyumsuzluk

yaratması, bitkisel ürünlerin ilaçlarla

etkileşime girmesi, kan basıncını

yükseltebilmesi, medikal tedaviye direnç

geliştirebilmesi şeklinde ifade edilebilir.

Ayrıca bitkisel ürünlerin gebelerde, süt

veren annelerde kullanılması sakıncalıdır.

Bu tür ürünlerin çocuklarda

kullanımından kaçınılması gerekmektedir.

Çünkü çocukların vücut metabolizmaları

erişkinlerden farklıdır; metabolik enzim

sistemleri tam olarak gelişmemiştir ve

vücut ağırlıklarına göre doz ayarlaması

yapılamadığı için öldürücü dozlara

kolaylıkla ulaşılması mümkündür. Bunun

yanında çok miktarda ilaç kullanmak

durumunda olan yaşlı hastaların

kullandıkları ilaçlarla aldıkları bitkisel

ilaçların etkileşimleri de göz ardı

edilmemesi gereken başka bir konudur.

Bilimsellikten uzak söylemlerle yapılan

reklamlarda, sanki bitkisel tedavi ile tüm

hastalıkların iyileşeceğine dair yanıltıcı

bilgiler verilmektedir. Bitkisel ürünlerin

etkilerinin ortaya konması için gerekli

laboratuvar değerlendirmelerinin ne

düzeyde yapıldığına dair şüpheler

giderilmeden tamamen bitkisel, hiçbir yan

etkisi olmayan, bakanlık onaylı, alternatif

tedavi ya da destekleyici tedavi gibi

söylemlerle insan sağlığı tehlikeye

atılmaktadır.

Daha vahim bir nokta ise hastalar

reklamların etkisiyle bu ürünleri ilaç gibi

kullanmalarına rağmen doktora

muayeneye geldiklerinde kullandıkları bu

ürünleri ilaçtan saymamaktadırlar.

Hekime bu ürünleri kullandığına dair

herhangi bir bilgi vermemektedirler.

Toplumda yaygın olarak doktorların

bitkisel ürünlere karşı olduğu gibi bir

düşünce vardır. Aslında hekimler bitkisel

ürünlere karşı değildir. Ancak bu konuda

kanıtlanmış bilgilerin az olması ve

bitkideki madde miktarlarının standart

olmaması nedeniyle hekimler bitkisel

ürünlerle tedavi seçeneğini hastalarına

sunamamaktadırlar.

1987 yılından itibaren, Sağlık

Bakanlığı’nın bitkisel ilaç politikası kesinti

ve dalgalanmalar gösterdiği için bu

ürünleri ithal etmek isteyenler Tarım

Bakanlığı'na başvurmuş ve gıda desteği

şeklinde izin alarak bu ürünleri (Ginseng,

Ginkgo biloba) piyasaya sürmüşlerdir. Bu

yol çok sayıda bitkisel zayıflama çayı ve

bitkisel ilaçlar için de kullanılmıştır. Gıda,

Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı sahip

olduğu izin verme işini, Türk Gıda Kodeksi

çıktıktan sonra daha yoğun bir şekilde

yapmaya başlamış ve aslında ilaç gibi

eczanelerde satılması gereken birçok

ürün, eczane dışında aktar ve benzeri

dükkânlarda, süper marketlerde, zincir

mağazaların dükkânlarında satılmaya

başlamıştır. 2002 yılında Tarım Bakanlığı

ve Sağlık Bakanlığı arasında bir protokol

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

40

imzalanarak bu tür ürünlerin

ruhsatlandırılma ve ithâl izinleri Sağlık

Bakanlığı’na devredilmiştir. Türkiye’de

Sağlık Bakanlığı’nın bitkisel ürünler

üzerindeki denetimi halen istenilen

düzeyde değildir.

Halen piyasada yer alan birçok bitkisel

ürünün geçmişte piyasaya sürülmesini

onaylamış bakanlık, Gıda-Tarım ve

Hayvancılık Bakanlığı'dır. Kişiden kişiye

değişen çeşitli etkileri tam anlamıyla

ortaya konmamış olan bu bitkisel ürünler

Sağlık Bakanlığı tarafından

denetlenmediği ve ruhsatlandırılmadığı

için ilaç vasfını tam manasıyla

taşımamaktadır. Bu sebeple kullanımı

konusuna şüpheler giderildiği zamana

kadar hiç bir gerçek hekim bu ürünleri

hastalarına bir çare olarak sunmamalıdır.

Hastalarımızın da bu ilaçları öneren hekim

ünvanlı pazarlamacılara dikkat etmesi,

reklamlara kanarak kendi medikal

tedavilerini aksatmamaları gerekmektedir.

Siz değerli okuyucularımıza huzur ve

mutluluk dolu bir ömür diliyorum.

Sağlıcakla kalınız.

Bu derleme yazının hazırlanması

esnasında Uz. Dr. Süleyman URAZ 'ın

“Bitkisel ilaçlar hakkında bilmeniz

gerekenler” adlı makalesinden; Prof. Dr.

Mine Sibel GÜRÜN ve Prof. Dr. Öner SÜZER

tarafından yazılmış “Süzer Farmakoloji”

kitabının 62. konusu olan “Bitkisel İlaçlar”

bölümünden faydalanılmıştır.

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

41

SELÇUKLULARDA EĞİTİMİN TEMEL

DİNAMİĞİ: NİZAMİYE MEDRESELERİ Fatih ORTA / Konuk Yazar

Giriş

Selçuklular Türk tarihinin en önemli

kısımlarından birini teşkil etmektedir.

Çağrı Beğ’in keşif harekâtlarıyla

Anadolu’yu yurt kurmak için plânlamalar

yapılmış ve Türkmen kitleleri fethe zemin

olmaları amacıyla Anadolu’ya intikal

ettirilmiştir. Dandanakan (1040) zaferiyle

bağımsız bir devlet hüviyetine bürünen

Selçuklular 1071 Malazgirt Savaşı ile de

Anadolu’yu fethedebileceğine iman

etmişlerdir. Böylece Selçuklu Türkleri

Anadolu’da iz bırakabilmek ve kalıcı

olabilmek amacıyla büyük ilim ve kültür

atağına kalkarak Türk-İslâm

Medeniyeti’nin en mühim eserlerini

yapmışlardır. İlim hayatında da tesis

edilen Nizamiye Medreseleri Türk-İslâm

Medeniyeti’nin neticelerinden birisidir.

1.Nizamiye Medreseleri’nin Kurulması

Hz. Peygamberimizin vefatını takiben ve

Hulefa-i Raşidin dönemlerinde ortaya

çıkan olaylar İslâm âlemini iki zıt kutba

ayırmıştır. Şia itikadı ve Rafizilik İslâm

âleminde içtimaî nizamı tehdit eden

seviyeye gelmişlerdir. Bu durumda Sünnî

Abbasî halifesi dahi müşkül durumda

kalmıştır. Bu sırada Tuğrul Beğ de Abbasî

halifesinin ve dahi İslâm âleminin

hamiliğine soyunarak Türk milletini bir

nevi İslâm âleminin koruyucusu

makamına getirmiştir. Tabi böyle bir

durumda Türklerin diğer mezheplere

düşmanlığı olası bir beklentidir ama öyle

olmamıştır. İslâm dinini ve Selçuklu

İmparatorluğu’nu yıkmak için çeşitli

teşkilâtlar kuran Batıniler ve müfrit Şi’iler

müstesna, Selçuklu sultanları ve beyleri

mezhepler arası farklara ve kavgalara asla

müdahale etmemişler; ancak nadir

ahvalde içtimaî nizamı korumak ve

mücadeleleri yatıştırmak maksadiyle

uzlaştırıcı bir rol oynamışlardır.

Selçuklular kendi devlet teşkilâtlarını ve

İslâm âlemini batıl itikatlardan muhafaza

etmek için bazı tedbirler almışlardır.

Selçuklular Şiî ve Rafizi cereyanlara aynı

zamanda kültürel sahada da karşı

çıkmışlar, bu maksatla türlü himaye ve

eğitim faaliyetleri ile fikri yönden

İslamiyeti takviye edici tedbirler

almışlardır ki bunların başında

medreselerin kuruluşu gelmektedir.

İsmaililer eliyle Suriye ve Irak, hatta İran

coğrafyasının muayyen bir kısmında güçlü

bir örgütlenme inşa etmiş olan Şiî

Fatımîlere karşı bir yandan Abbasîleri bir

yandan da Sünnî İslamı koruma rolüne

soyunan Selçuklular, askeri mücadelenin

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

42

yetersizliğinin farkına vararak Fatımîlerin

üst düzey medreseleri olan Darü’l

Hikme’ye karşı Nizamiye Medreseleri’ni

kurmuşlar; bu şekilde İslâm âleminde yeni

bir çığır açmışlardır.

Şiî ve Sünnî diye iki ayrı kutba ayrılan

İslâm âleminde Fatımîler Şiîliğin,

Abbasîler ise Sünnîliğin hamisi veya lideri

konumundaydılar. Selçuklular, Şiî

Fatımîlere karşı güçsüz durumda bulunan

Abbasî halifesine yardım sağlayarak onları

tekrardan muktedir kılmaya çalışmıştır.

İslâm âleminde kendisine bir vazife veya

mevki arayan Selçuklular da Abbasî

halifeliğinin acziyetini fark ederek onlara

yardım etmiş ve böylece İslâm âleminde

sevilir, sayılır ve sözü geçer olmuştur.

Sünnî akidelere bağlı Selçuklu sultanları

önce Bağdad hilâfetini kurtarmışlar ve

halife el-Kaaim bi-emrillah’-ın

minnettarlığını kazanmak yoluyla

Müslüman memleketlerini kolayca

hâkimiyetlerine almaya muvaffak

olmuşlardır. Bu itibarla Sünnîliğin

korunması Selçuklu Devleti’nin devamı

için hayatî bir mesele idi. Kılıçla müdafaa

edilmekte olan bu ana prensibin birçok

ilim ve fikir kuruluşlarıyla takviyesine

girişildi. İşbu noktada faaliyete geçirilen

Nizamiye Medreseleri’nden evvelde İslâm

illerinde medrese ve türevleri mevcuttu.

Ancak bunlar basit usullerle ve sistemsiz

bir şekilde faaliyet gösteren kurumlardı.

Nizamiye Medreseleri, dağınık ve usulsüz

bir şekilde eğitim vermekte olan

medreseleri devlet bünyesinde

birleştirerek çağın en önemli eğitim

kurumu haline getirmiştir.

İlk Selçuklu medresesi Tuğrul Beğ

vaktinde 1030’lu yıllarda Nişabur’da

açılmış iken Sultan Alp Arslan devrinde,

Nizamü’l Mülk’ün gayretleri ve teşvikiyle

ilk olarak Bağdat’ta açılan Nizamiye

Medreseleri dini, fenni ilimlerin İslâm

âlemindeki öncüsü konumuna gelmiştir.

Adını Sultan Alp Arslan’ın veziri İranlı

Nizamü’l Mülk ’ten alan Nizamiye

Medreseleri ilimdeki öncülüğünün yanı

sıra Sünnî akaidin batıl itikatlara karşı

mücadele ettiği bir merkez durumundadır.

Bu medreseler sayesinde eğitim

sistemleştirilmiş ve teşkilâtlandırılmıştır.

2.Nizamiye Medreseleri’nde Verilen

Eğitim

Bağdad’da, Dicle kenarında, bütün teşkilât

ve binalarının o devrin parası ile 60.000

dinar (altın)a yapılmıştır. Masrafları Sulan

tarafından vakfedilen çarşı ve çiftliklerin

gelirinden karşılanan iç düzeni ve ders

programları özenle tertiplenip devlet

kontrolünde uygulanan ve bir de zengin

kütüphane ile donatılan Nizamiye, o

zamana kadar eşi görülmemiş bir yüksek

ilim ocağı olup dini bilgilerle birlikte

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

43

felsefe (kelâm), filoloji, matematik,

astronomi vb. ilimler de okutulduğu ve

Avrupa’da ve başka ülkelerde bu tip

öğretim çok daha sonraları görüldüğü için

dünyada ilk üniversite sayılmaktadır.

Medreseler İslâmî ilimler yanında riyaziye,

hey’et, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlerin

okutulması mahalli kültür durumuna ve

ilim adamlarının ihtisas ve mevcudiyetine

bağlı bulunuyordu.

Medreslerde eğim öğretimden sorumlu

kişi müderrislerdi. Günümüzde

üniversitelerde vazifeli öğretim üyeleri

veya profesör unvanlarının karşılığı olan

müderrislik, medreselerde ders veren

kişidir. Nizamiye medreselerinde ders

veren müderrislerin mezhebi bir sıkıntı

kaynağı değildi ve ölünceye kadar göreve

devam ediyorlardı. Büyük medreselerde

müderrislik görevi çok önemli idi. Eğer bu

görevde şöhretli bir ilim adamı

bulunmakta ise talebeler onunla çalışmak

için uzak mesafelerden gelmekte idiler.

Müderrislere ve talebelere aylık olarak

maaş bağlanıyor, çalışkanlar ve

kabiliyetliler içinde teşvikler tahsis

edilerek ilmi yaşantıdaki mükemmeliyet

arttırılıyordu. Bağdad medresesinde ilim

tahsil edip buradan yetişenler her zaman

önemli vazifelere atanmışlar, yüksek

makamlara getirilmişler ve memlekette

saygıdeğer kişiler olmuşlardır.

Nizamiye Medreseleri’nde en başta gelen

görevli müderris olmasına rağmen daha

pek çok alanda çalışan görevliler

mevcuttu. Nizam’ül-Mülk’ün vakfiyesine

göre medreselerde müderrislerden başka

bir vaiz, kütüphaneci, Kur’an okumayı

öğretmek üzere bir öğretmen, Arap dilini

öğretecek bir gramerci görevli idiler.

Nizamiye Medreseleri hızlı bir

teşkilâtlanma ile kısa süre içerisinde

Selçuklu ilinin birçok yerinde açılmıştır.

Nizamiye Medreseleri Bağdat’dan sonra

Selçuklu ilinin Belh, Herat, Basra, Nişabur,

İsfahan, Rey, Tus, Amul ve Musul gibi

şehirlerde de tesis edilerek ilmin

gelişmesini, âlimlerin yetişmesini ve Sünnî

İslâm akadininde yayılmasını ve

savunulması vazifelerini ifa etmiştir. Fakat

açılan nizamiye medreseleri içerisinde

Bağdat Medresesi’nin her zaman önemi

diğerlerinden daha yüksek olmuştur.

Bununla birlikte Nişabur, Belh, Herat,

Merv gibi önemli merkezlerdeki

nizamiyelerin ders programları ve usulleri

de Bağdat Nizamiyesi ile aynıdır.

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

44

3.Selçuklu Sultanları ve Nizamiye

Medreseleri

Selçukluların ve onlardan doğan

devletlerin medeniyet tarihinde en büyük

hizmetleri, şüphesiz, Tuğrul Bey’den

itibaren İslâm dünyasının her tarafını

cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi,

hastane, imaret, zaviye ve kervansarayla

ile doldurmaları bu müesseslere büyük

vakıflar yapmalarıydı. Melikşah, kurduğu

medreseler ve kültür müesseselerinden

başka âlim ve mutasavvıflara yılda

300.000 dinar (altın) ihsan ediyordu.

Sultan Sancar medeniyet tarihinde çok

büyük bir mevki sahibidir. Altmış yıllık

saltanatı esnasında zamanın âlimlerini,

ediplerini, ve sanatkârlarını yetiştirmesi

ve himayesiyle çok hizmet etmişti.

İlmi önemseyen ve âlimi destekleyen

Selçuklu Sultan ve beğleri hem

Anadolu’nun ve Orta Doğunun bir ilim

yuvası olmasını sağlamış hem Anadolu’da

yaptıkları işlerle kalıcı olmayı istemiş ve

sağlamış hem de batıl itikatlara karşı

Sünnî akaidini muhafaza ederek İslâm

dünyasının hamiliğini gerçekleştirmiştir.

İşbu yolda Nizamiye Medreseleri de ilim

yuvaları yetiştirdiği öğrencilerle Selçuklu

ilim ve bürokratik yaşantısını ilerletmiş ve

İslâm âleminin Avrupa’dan çok önde

olmasını sağlamıştır.

Netice

Sultan Alp Arslan’ın veziri olan Nizam’ül

Mülk’ün adından gelen Nizamiye

Medreseleri, Şiî ve Sünnî diye iki kutba

bölünmüş İslâm âleminde Şiî Fatımîlere

karşı acziyet içinde olan Abbasî

halifelerine yardımın bir neticesi olarak

Sünnî akaidin ilim âleminde temsilcisi ve

lideri olmuştur. Bağdat, İsfehan, Rey, Belh,

Herat ve daha birçok önemli şehirlerde

faaliyet gösteren Nizamiye Medreseleri

arasında en çok tercih edilen, saygı

gösterilen ve ilim merkezi olarak görülen

medrese ise Bağdat Nizamiyesi’dir. Burada

tıp, matematik, astronomi, felsefe gibi çok

önemli dersler verilmiştir. Buraya İslâm

âleminin hemen hemen her yerinden

talebe gelmekteydi. Talebeler kabiliyet ve

çalışkanlıklarına göre teşvike tabi

tutuluyorlardı. Buradan mezun olan

talebeler önemli işlere getirilirdi. Selçuklu

Sultanları Nizamiye medreselerine maddî-

manevî tüm yardımları yapmışlar ve

desteklemişlerdir. Nizamiye Medreseleri

aynı zamanda dünyadaki ilk üniversite

olma özelliğini de taşımaktadır. Nizamiye

Medreseleri ufak tefek farklılıklarla

kendilerinden sonra teşekkül edecek olan

birçok Türk-İslâm devletinde de var

olmuştur. Nihayetinde Sünnî İslam’ın

temsilciliğini yapan Selçuklular ilim

alanında da Nizamiye Medreseleri’ni tesis

ederek İslâm âleminin hamiliğini ve

liderliğini üstlenmiştir.

KAYNAKÇA

ERSAN, Mehmet-ALİCAN, Mustafa,

Selçukluları Yeniden Keşfetmek, İstanbul,

2012

KAFESOĞLU, İbrahim, Büyük Selçuklu

İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul, 1973

KAFESOĞLU, İbrahim, Selçuklu Tarihi,

İstanbul, 1972

KAFESOĞLU, İbrahim, Türk-İslâm Sentezi,

4.Baskı, İstanbul, 2008

MERÇİL, Erdoğan, Müslüman-Türk

Devletleri Tarihi, 3.Baskı, Ankara, 1997

TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-

İslâm Medeniyeti, 16.Baskı, İstanbul, 20

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.