Upload
gencay-dergisi
View
230
Download
4
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 24 - Ocak 2014 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 3 Sayı 24 - Ocak 2014
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
SAYMALI’DA AŞK – DAMGALARIN ÖYKÜSÜ / Emre SEVİNÇ
ORHUN ABİDELERİNE GÖRE KÜL TİGİN / Emre KUM
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN MESELELERİ / Bahadırhan DİNÇASLAN
HANGİ MİLLİ İRADEYE DARBE? AYAKLAR ALTINDAKİNE Mİ? / Ahmet KANBUR
BİR DÜŞ GÖRDÜM / Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU
KADIN ANLAYIŞLARI - 3 / Dilek AKILLIOĞLU
BİTKİSEL İLAÇ OLARAK PAZARLANAN ÜRÜNLER HAKKINDA / Alperen KIZIKLI
SELÇUKLULARDA EĞİTİMİN TEMEL DİNAMİĞİ / Fatih ORTA - Konuk Yazar
GENCAY
1
SAYMALI’DA AŞK
-Damgaların Öyküsü- Emre SEVİNÇ
Çağlardan bir çağ idi…
Saymalı'da karlar erimeye başlayınca doğa
eşsiz güzelliğini gösterir; çiçekler, otlar
yeşermeye başlardı. Çiçeklerle, otlarla
birlikte kaya resimleri de ortaya çıkar;
binlerce yıllık anılar tazelenir; sevgiler-
sevgililer hatırlanır; hayat, adeta yeniden
başlardı.
Günlerden böyle bir gündü. Saymalı'da
uzun ve yorucu bir kışın ardından karlar
erimiş, ortalık cıvıl cıvıl olmuştu. Geyikler
alana yayılmış, yemyeşil otlarda
yaylanıyorlardı. İnatçı dağ keçileri,
yamaçlara tırmanmış, birbirleri ile kafa
tokuşturuyor, oynaşıyorlardı. Ok atan
adamlar ise atlarını dörtnala koşturup
keçileri okluyor, birbirleri ile
yarışıyorlardı. Karların kalkmasını
sevinçle karşılayan Saymalı halkı, Güneş
Başlı Adamlar'ın çevresine toplanmış,
halaylarla oynaşıyor, şiirlerle söyleşiyor,
elleri Gök'e kaldırıp dualaşıyorlardı.
Saymalının verimkâr toprağını delerek
ortaya çıkan gelincikler, ballıbabalar,
şebnemler, beyaz kar ile birleşmiş kayaları
süslüyor, alana yayılmış yeşil dağ
soğanları da yayılan hayvanlara bayram
ettiriyordu.
Çok eski çağlarda Türkler, Tanrı’ya
minnetlerini, yakarışlarını, Tanrı’dan
dileklerini, yüksek yerlerde, turkuaz
taşlara kazır, nakış nakış işlerlerdi. Külbey
de böyle yapmış ve çok sevdiği Asya’sını
bir taşa kazımış, Tanrı’ya ‘hiç
ayrılmayalım’ diye yalvarmıştı.
Neydi burada amaç? Tanrı Asya’yı bu
hayatta mı Külbey’ine kavuşturacaktı
yoksa bir başka alemde mi? Kim bilir?..
Asya, kahve bakışları ile yıllardır Külbey'i
büyüler, nazlanmalarıyla avlar, gülüşüyle
ona cenneti yaşatırdı. Rüzgâr, Asya'nın
saçlarını uçuşturduğunda Külbey’in de
hayalleri uçuşur, Gök’e ulaşırdı. Asya
GENCAY
2
kızınca köz olur, sert bakışları sevdiğini
kül ederdi.
Asya nazlanarak ve sevgilisinin elini
şefkatle sıkarak:
-Ah, ah! Aşkımızı çizecek başka bir yer
bulamadın değil mi?
Derken Asya’nın yumuşak ellerinin
sıcaklığı Külbey’i daha da yakıyordu.
Sevgilisinin ne denli nazlı olduğunu
biliyordu:
-Fena mı yaptım çizdim de? Bak binlerce
yıldır beraberiz. Sen demiyor muydun hiç
ayrılmayalım diye?..
Kız biraz yumuşamıştı. Nazlanmasının
yanına biraz da cilve kattı şimdi. Bakışları
sevgilisine kızıyor gibiydi. Gözlerinin içi
ise binlerce yıldır süren bir aşkı
betimliyordu Saymalı halkına... Külbey’in
ateşine su serpmezdi hiç… Sevgilisini kül
etmeye bayılırdı. Arada sırada güler,
gülünce bir başka güzel olur, dolgun
yanaklarında gamzeler can bulurdu.
Külbey de bu gamzelerin çukuruna düşer
kaybolurdu.
Küçük dağ keçileri Saymalı’ya neşe
katarlardı. Alaylar eder, güldürür,
eğlendirirlerdi. Avcıları gördüklerinde ise
kaçacak delik ararlardı. Bir yandan
Külbey’i boynuzları ile itekleyen bir dağ
keçisi:
-Hey nazlı Asya! Anlat bakalım şu
Külbey’in Ad Törenini…
dedi gülerek. Saymalı halkı bu hikâyeyi
biliyordu; kahkahalar göğe ulaşmıştı.
Türk beyleri kan dökmeden Ad almazlardı
o zamanlar. Törenler yapılır, büyükler
toplanır, adsız çocuklara ad verilirdi.
Yanaklarında ıssız bir gülüş, içinde
sevilmenin gururu vardı Asya’nın. Başladı
anlatmaya:
-Okuyucular ev ev gezmişlerdi, bu adsız
beyin ad töreninin yapılacağını bildirmek
için. Heyecanlıydım. Aylardır birbirimize
aşk ile bakışır dururduk. Şimdi sevdiğim
gerçek bir Türk olacaktı. Gün geldi; şiirler
söylendi; dualar edildi; yemekler yenildi.
Ben de tabi korkuyorum bey için... Ne o
gözlerini benden alabiliyor ne de ben
ondan. Bu adsız beyin karşısına bir boğa
saldılar. Bey de sağlamdı boğa da... Bey
toydu; boğa kaçgın... Bey kutsanmışdı;
boğa hırslanmış... Aylardır kalbimdeydi
tabi bu bey. Pek korkuyor gibi değildi.
Gözleri boğanın üzerinde değildi zaten.
Sanki birini arıyordu. Bakışları beni
yakaladığında durdu kaldı. Gözlerinde bir
beklenti vardı. Sanki benden bir şey
GENCAY
3
bekliyordu. Salınan boğa ise hızla onun
üzerine koşuyordu burunlarından duman
çıkartarak... ‘Beyyy boğa geliyor’ diye
bağırdım.
Külbey gülerek girdi araya:
-Asya’nın bağırışını duyunca gücüme güç
geldi tabi. Ancak boğa da kafasıyla yere
sermişti beni. Kalkarsam boğayı alt
edecektim ama boğa beni kendimden
geçirmişti, bayılayazdım. Kalkmam,
Asya’ma kavuşmam lazımdı. Gözlerimi
açtığımda Asya’nın yanakları yaşlıydı.
Ve Asya devam etti:
-Bey, beni ağlar görünce birden zıpladı
düştüğü yerden ve boğaya doğru atıldı.
Boğa da kafasını eğmiş onun üzerine
geliyordu. Bey ile boğa çarpıştı. Bey boğayı
alt etmişti. Bey kesti bıçağı ile boğanın
başını...
Herkes toplandı boğa ile beyin başına.
Başını okşayanlar, alnını öpenler… Beyin
gözü bende... Bir dede geldi yavaş yavaş
başlarına, adı Gökbeg. Dedi ki, ‘He, he,
heyyyy! Bu bey aşkından kül olmuş. Adı da
Külbey ola gerek’.
Saymalı halkı şimdi daha da heyecanlıydı.
İki sevgili her yıl böylecene bu hikâyeyi
anlatır, Külbey de en son Asya’sına bir şiir
yakardı.
-Kahverengin bu kalbimi dağladı
-Seni bana büyüledi, bağladı
-Bu deniz gözler her gece dalgalı
-Islattı yanaklarımı sen ile
Kızın kahve gözleri yaşlanmıştı. Gözyaşları
dolgun yanaklarından süzülüverdi. Külbey
şiiriyle onu etkileyeceğini biliyordu. Şimdi
Asya ile Külbey’in kalpleri Saymalı’nın
sessizliğine bir ritim olmuş, gözleri ise bu
ritimde dans ediyordu.
Tam bu sırada bir yiğidin haykırışı çiniletti
Saymalı'yı… Sonra bir kamçı sesi ve bir
atın kişnemesi... Yiğit, atı dörtnala
koşturageldi.
-‘Gelen vaaarrr!’
Diye heyecanla bağırdı. Saymalı’da kalpler
küt küt atmaya başladı. Binlerce yıldır
Türk Milleti’nin uğrak yeri olan Saymalı,
son yıllarda oldukça ıssızdı. Arada sırada
gelen olurdu. Onlar da coşku ile
karşılanırdı. Hele bir de Türk'se...
Saymalı halkı kayalarda can buluyordu.
Yıllar önce Türk milleti tarafından
çizilmişlerdi ve halen canlıydılar.
GENCAY
4
Gelen bir Türk'tü, hissetmişlerdi. Saymalı
halkı sevinçle koşuşturdu sese doğru. Dağ
keçileri şimdi heyecanla koşarken bile
tokuşuyorlardı birbirleri ile... Okçular da
bir yandan keçileri okluyor bir yandan da
sese doğru sevinçle, naralar atarak atlarını
koşturuyorlardı. Göklerin kağanları
kartallar da süzülerek bu gelen Türk’ü
selamlıyorlardı. Karlar Saymalı’yı terk
etmiş olsa da güneş görmeyen vadiler,
oyuklar halen kar ile doluydu. Üzeri kar
kaplı kaya resimleri çırpınıyorlardı;
ağlaşıyorlardı gelen bu Türk’e koşabilmek
için…
Asya, Külbey'i de unutmuştu artık,
yanaklarından akan yaşları da. Külbey de
hemen onun peşinden koşuyordu.
Kimdi bu gelen kişi? Herkes merak
ediyordu.
Yazın tam ortanca günüydü. Saymalı’ya
hâlen kar yağıyordu ve bu kaya
resimlerinin pek hoşuna gitmiyordu. Uzun
boylu, aksakallı adam atını dörtnala sürdü
kaya resimlerine doğru… Vücudunda sanki
uzun bir yolun yorgunluğu vardı ama
bakışlarında da başarmanın gururu
görünüyordu. ’İşte şimdi oldu.’ diyor
gibiydi kaşlarının altından ürkek ama
emin bakan gözleri... Saymalıların
gördükleri bu adam bir bilgeydi, belli... Bu
bilge, ellerini göğe açtı ve aynı Saymalılar
gibi şükretti.
Saymalı halkının heyecanı ise dinmemişti.
Külbey ile Asya şimdi gelen bu bilgenin
sevinci ile birbirlerine sarılıyorlardı.
Keçiler sevinçten boynuzları ile
birbirlerini iteliyor, koşuşturuyorlardı.
Sevinç çığlıkları, mutluluk gözyaşları
birbirine karışmıştı. Bilge adam sanki
duyuyordu da onları. Bir dağ keçilerine
koşup bakıyordu; bir Asya ile Külbey’e
dokunuyor; üzerlerindeki karı tekrar
tekrar serpip uzun uzun izliyordu.
Bilge adam elindeki fotoğraf makinesini
hiç kullanmadı o gece. Masmavi gecenin
arasından sıyrılan yıldızları, yıldızlara
anlam veren hilali seyretti ve hayallar
kurdu.
Ve Saymalıların artık bir Servet’i olmuştu.
Külbey ile Asya birbirlerine
kavuşabilmişler miydi; kim bilir?
Bilge Adam o gece ne hayaller kurmuştu o
gece; kim bilir?
GENCAY
5
ORHUN ABİDELERİNE GÖRE
KÜL TİGİN Emre KUM
“Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti.
Ben yaslandım.
Görür gözüm görmez gibi; bilir bilgim
bilmez gibi oldu.
Ben yaslandım.
Zamanı Tanrı takdir eder; kişioğlu hep
ölmek için türemiş”
-Özet-
Altay ve Tanrı Dağlarının eteklerinde
doğup, tarih boyunca geniş coğrafyalara
yayılan ve gittiği her yerde hâkim unsur
olarak bulunan Türkler, hâkim oldukları
coğrafyalarda en çok savaşçılıkları ile
akıllarda yer etmişlerdir. Bu
savaşçılıklarına layık olarak nice ölümsüz
bahadırlar yetiştirmişler ve bu
bahadırların başarılarını hatırlamak ve
gelecek nesillere aktarmak için, onları
anlatan eserler bırakmışlardır. Şüphesiz ki
bu eserlerin başında Orhun Abideleri gelir.
II. Gök-Türk Devleti döneminde, bu
imparatorluğun kurucusu olan İlteriş
(Kutluk) Kağan vefat ettiğinde ardında biri
yedi, diğeri sekiz yaşında olmak üzere iki
erkek çocuk bırakmıştı. Zamanla büyüyen
ve Gök-Türk Devletinin yönetiminde
bulunan bu iki kardeşten büyüğü Türk
Bilge Kağan, küçüğü ise Kül Tigin’dir. Kül
Tigin, Türk Milletinin yetiştirdiği en büyük
bahadırlardan biri olmakla beraber,
vefatında da arkasından yıllarca ağıt
yakılan bir kardeş, komutan ve Türk
Milletinin unutamadığı bir savaşçı haline
gelmiştir. Onun arkasından ağabeği Türk
Bilge Kağan’ın diktirdiği muazzam abide,
onun ne büyük bir bahadır olduğunu
gözler önüne sermekte ve bize yaşamı
boyunca neler yaptığını anlatmaktadır.
İşte söz konusu olan bu büyük bahadırın
hayatını, yaptıklarını, ardında
bıraktıklarını ve ardından söylenenleri
kaleme aldığımız bu makalenin amacı Kül
Tigin’in ölümsüz hatırasını yaşatmak ve
Türk Milletinin her ferdine öz
kahramanının vasıflarını anlatmaktır.
Anahtar kelimeler: Gök-Türk Devleti, Gök-
Türkler, Orhun Abideleri, Kül Tigin, Türk
Bilge Kağan.
GENCAY
6
-GİRİŞ-
Dünya tarihinde askeri kültür ve harp
sanatı açısından dikkat çeken milletlerin
başında Türkler gelir. Türk milletinin tarih
boyunca elde etmiş olduğu siyasi ve askeri
başarılar bunun en belirgin göstergesi
olduğu gibi, Türklerin askerlik sanatındaki
ustalıklarından, savaşlarda uyguladıkları
taktik ve stratejilerden ve bu silahları
kullanma konusundaki ustalıklarından
bahseden muasır kaynaklar da bu gerçeği
açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Türklerin askerlik sanatının en ince
ayrıntılarını ve bu sanatı uygulayan en iyi
bahadırını Orhun Abidelerinde
görmekteyiz.
Orhun Abideleri (Bilge Kağan ve Kül Tigin
anıtları) Moğolistan Halk
Cumhuriyetindeki Orhun ırmağının eski
yatağı yakınlarında, ‘Koço Çaydam’ adlı göl
civarındadır (Aşağı-yukarı 47 derece
enlem ve 102 derece boylam). Anıtlar
arsındaki uzaklık 1 km. kadardır.
Kül Tigin anıtı düşük nitelikli kireç taşı
veya mermerden yapılmış dört yüzlü tek
parça büyük bir taştır. Taşın yüksekliği
3.75 m.’dir. Taşın doğu ve batı yüzleri
dipte 1.32 m. üstte ise 1.22 m.
genişliğindedir. Anıtın kuzey ve güney
yüzlerinin eni de 46 ile 44 cm. dir.
Kül Tigin anıtının bütün yüzleri 2.75 m.
boyunda yazıtlarla kaplıdır. Batı yüzünde
uzun bir Çince yazıt vardır. Anıtın öbür
yüzleri baştan başa Türkçe yazıtlarla
doludur. Anıtın doğu yüzünde 40 satır,
güney ve kuzey yüzlerinde de 13’er satır
vardır. Ayrıca, anıtın kuzey ve doğu, güney
ve doğu yüzleri ile güney ve batı yüzleri
arasındaki kenar kısımlarında da küçük
yazıtlar bulunmaktadır. Türkçe küçük bir
yazıt anıtın batı yüzüne kazınmıştır.
Bu anıt ‘kon yılka yiti yigirmike’ yan,
‘Koyun yılının on yedisinde (27 Şubat
731)’ ölen ve hükümdar Türk Bilge
Kağan’ın kardeşi olan Kül Tigin’in anısına
dikilmiştir. Batı yüzündeki Çince yazıt 1
Ağustos 732 tarihinde, Türkçe yazıtlar ise
bundan yirmi gün sonra, yani 21 Ağustos
732’de tamamlanmıştır. Buna göre de
anıtın dikiliş tarihi de 21 Ağustos 732
olmalıdır.
Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarının
yazıcısı Kül Tigin’in “atı’sı” Yollug
Tigin’dir. Moğolca karşılığı ‘açi’ olan ‘atı’
kelimesinin oradaki (Orhun Abideleri)
anlamları “Kız veya erkek torun; birinin
oğlunun veya erkek kardeşinin çocuğu”
dur.
GENCAY
7
Kül Tigin anıtının güney-doğu ve güney-
batı kenarındaki kısa yazıt Yollug Tigin’in
sözleridir. Kül Tigin yazıtının güney
yüzündeki son cümle de Yollug Tigin
tarafından yazılmıştır.
* * *
684 yılında doğduğu anlaşılan Kül Tigin’in
savaş alanlarındaki bilinen ilk başarısı 700
yılındaki Kansu seferi sırasında, Çin
ordusunun kumandanı “Wei Yüan-
chung’un” yeğenini canlı yakalayıp amcası
Kapgan Kağan’a sunmasıdır. Ancak
bundan önce Kül Tigin’in katıldığı diğer
askeri faaliyetler olabilir.
Altı Çub Soğdaklarına yapılan Kapgan
Kağan idaresindeki Kül Tigin ve Bilge’nin
de katıldığı hücumda, önce onlar
(Soğdaklar) bozguna uğratılmıştı.
Arkasından Çinli Ong Tutuk, yani Wei
Yüan-chung elli bin kişilik bir ordu ile
üzerlerine geldi. Her halde atı çarpışmalar
esnasında öldü ki; (Kül Tigin) yaya olarak
atılıp, hücum etti ve yakaladığı
kumandanın yeğenini, kağanına götürdü.
Neticede Çin ordusu orada imha edildi. Bu
husus Orhun Abideleri Kül Tigin Anıtında,
Türk Bilge Kağan tarafından şöyle
anlatılmıştır: “Umay gibi annem hatun
devletine, küçük kardeşim Kül Tigin er
adını aldı. On altı yaşında amcam kağanın
(Kapgan Kağan) ilini, töresini şöyle
kazandı: Altı Çub Soğdak’a doğru ordu
sevkettik, bozduk. Çinli Ong vali, elli bin
asker geldi, savaştık. Kül Tigin yaya olarak
atılıp, hücum etti. Ong valinin yeğenini,
silahlı, elle tuttu, silahlı olarak kağana
takdim etti. O orduyu orda yok ettik!”
Kül Tigin 705 yılında Çinli General Sha-t’o
Chung-i ile yapılan savaşa katıldı.
Çarpışmalar sırasında önce Tadık Çor’un
boz atına, arkasından Işbara Yamtar’ın boz
atına, sonra Yeğen Silig Beğ’in giyimli doru
atına binerek hücum etmiş, ancak atların
hepsi ölmüştü. Neticede adı geçen Çinli
kumandanın 80 bin kişilik ordusu da
mağlup edildi.
Kül Tigin’in bu kahramanca mücadelesi ve
savaşçılığını ağabeği Bilge Kağan’ın şu
sözlerinden anlıyoruz; “Yirmi bir yaşında
iken, Çaça generale karşı savaştık. En önce
Tadıg’ın Çor’un boz atına binip hücum etti.
O at orada öldü. İkinci olarak Işbara
Yamtar’ın boz atına binip hücum etti. O at
orada öldü. Üçüncü olarak Yeğen Silig
Beğ’in giyimli doru atına binip hücum etti.
O at orada öldü. Zırhından, kaftanından
yüzden fazla ok ile vurdular, yüzüne,
başına bir tane değirmedi. Hücum ettiğini,
Türk beğleri, hep bilirsiniz. O orduyu
orada yok ettik!”
GENCAY
8
Gök-Türklerin 710 yılından önce, Türgi
Yargun gölünün kenarında Yir
Bayırkuların Uluğ Erkin’i ile yaptıkları
savaşta Kül Tigin büyük yararlılıklar
göstermiş, mağlup Uluğ Erkin az sayıdaki
askeri ile kaçıp gitmişti. Bilge’nin 710
yılındaki Kırgız seferinin arkasından
Türgişler üzerine yapılan hücumlara Kül
Tigin bizzat katılarak, çok sayıda
muvaffakiyet elde etmişti. Hatta Az’ların
valisini eliyle yakalamak gibi üstün bir
başarı da göstermiş, Türgişlerin arta
kalanları öldürülmüştü. Geri kalanlar ise
Tabar’da yerleştirilmişti. ,
Türk Bilge Kağan, bahsi geçen vuruşmanın
detaylarını, inceliklerini ve Kül Tigin’in
kahramanca mücadelesini şöyle
anlatmıştır: “O yılda Türgiş’e doğru Altın
ormanını aşarak, İrtiş nehrini geçerek
yürüdük. Türgiş kavmini uykuda bastık.
Türgiş kağanının ordusu Bolçu’da ateş
gibi, fırtına gibi geldi. Savaştık. Kül Tigin,
alnı beyaz boz ata binip hücum etti. Alnı
beyaz boz …. (bu kısım abidede silindiği
veya zarar gördüğü dolayısıyla
okunamamıştır) tutturdu. İkisini kendi
yakalattı. Ondan sonra tekrar girip Türgiş
kağanının buyruğu Az valisini elle tuttu.
Kağanını orada öldürdük, ilini aldık. Türgiş
avam halkı (kara budun) hep tabi oldu. O
kavmi Tabar’da kondurduk. Bu akından
sonra Gök-Türkler Demir Kapı’ya sefere
çıkmışlar, fakat arkada bıraktıkları
Türgişler yine düşman olmuşlar ve
Maveraünnehr’e doğru gitmişlerdi. Kül
Tigin az sayıda askerle onların peşinden
gönderilmiş, büyük bir savaş olmuş ve
neticede Türgişler yine bozguna
uğratılmıştı.
Bu olaylar Gök-Türk ülkesinde ve o
coğrafyada büyük yankı uyandırmış olacak
ki Türk Bilge Kağan bu konudan
bahsederken pişmanlığını vurgulamış ve
küçük kardeşinin kahramanlığından söz
etmiştir; “Soğd milletini düzene sokayım
diye İnci nehrini geçerek Demir Kapı’ya
kadar ordu sevk ettik. Ondan sonra Türgiş
avam halkı (kara budun) düşman olmuş.
Kengeris’e doğru gitti. Bizim askerin atı
zayıf, azığı yok idi. Kötü kimse er ….( bu
kısım abidede silindiği veya zarar gördüğü
için okunamamıştır) kahraman er bize
hücum etmişti. Öyle bir zamanda pişman
olup, Kül Tigin’i az erle eriştirip gönderdik.
Büyük savaş savaşmış. Türgiş avam halkını
(kara budun) orda öldürmüş, yenmiş!”
Türgişlere yapılan akından önce bir de
Kırgızlara doğru sefer yapılmıştır. Girişte
vurguladığımız Türklerin harp sanatının
ve stratejisinin en önemli örneklerinden
biri olan bu seferin ince ayrıntılarını Türk
Bilge Kağan detayları ile anlatmış ve bu
başarıyı yine küçük kardeşine ithaf
etmiştir: “Kül Tigin yirmi altı yaşında iken
Kırgız’a doğru ordu sevk ettik. Mızrak
batımı karı söküp, Kögmen ormanını
aşarak yürüyüp, Kırgız kavmini uykuda
bastık. Kağanı ile Songa ormanında
savaştık. Kül Tigin, Bayırku’nun ak
aygırına binip atılarak hücum etti. Bir eri
ok ile vurdu, iki eri kovalayıp, takip ederek
GENCAY
9
mızrakladı. O hücum ettiğinde,
Bayırku’nun ak aygırını, uyluğunu kırarak
vurdular. Kırgız kağanını öldürdük. İlini
aldık!”
Kül Tigin 711 yılında patlak veren Karluk
isyanlarının bastırılması işlerinde de baş
rol oynadı. Karluklarla Tamag İduk Baş’ta
savaştı (714). Karluklar yenildikten sonra
Az’lar üzerine yüründü; çünkü onlar da
düşman olmuştu. Kara Göl’de Az’larla
savaşılmış, Kül Tigin üzerine düşen görevi
yapıp Az’ların reisi İlteber’i canlı
yakalamış, boy halkları da ağır bir bozguna
uğratılmıştı.
II. Gök-Türk Ülkesi tamamen karıştığında,
Doğuz-Oğuz boyları da başkaldırmışlardı.
İzgiller mağlup edilmiş; ancak Kül Tigin’in
çok değerli Alp Salçı Kır At’ı çarpışmalar
esnasında ölmüştü.
Türk Bilge Kağan bu isyanlardan üzüntü
ile bahsetmiştir: “Amcam Kağan’ın ili
sarsıldığında, millet, ‘hükümdar’ diye ikiye
ayrıldığında; İzgil milleti ile savaştık. Kül
Tigin Alp Salçı Ak’ına binip atılarak hücum
etti. O at orada düştü. İzgil milleti öldü!
Türk Bilge Kağan’ın bahsettiği “İl’in
sarsılması” döneminde Dokuz Oğuzlarla
bir yılda tam beş kez savaşılmış, hepsi de
Kül Tigin’in gayret ve başarıları ile
kazanılmıştı.
Çin kaynaklarından ve Orhun
Abidelerinden anlaşıldığı üzere milletini
çok seven ve bu konuda hassas olan Türk
Bilge Kağan, bu isyanlar hakkında da uzun
uzun bilgi vermiş ve olayları büyük bir
ızdırapla anlatmıştır. Bu olayların
bastırılmasında önemli bir yeri olan
kardeşini de şu sözlerle yüceltmiştir:
“Dokuz Oğuz milleti kendi milletim idi.
Gök, yer bulandığı için düşman oldu. Bir
yılda beş defa savaştık.
En önce Togu Balık’ta savaştık. Kül Tigin
Azman akına binip atılarak hücum etti. Altı
eri mızrakladı. Askerin hücumunda
yedinci eri kılıçladı.
İkinci olarak Kuşalguk’ta Ediz ile savaştık.
Kül Tigin Az Yağızı’na binip atılarak
hücum edip, bir eri mızrakladı. Dokuz eri
çevirerek vurdu. Ediz kavmi orada öldü.
Üçüncü olarak Bolçu’da Oğuz ile savaştık.
Kül Tigin Azman Ak’ına binip hücum etti,
mızrakladı. Askerini mızrakladık, ilini
aldık.
Dördüncü olarak Çuş Başında savaştık.
Türk Milleti ayak diretti. Perişan olacaktı.
Beşinci olarak Ezginti Kadız’da Oğuz ile
savaştık. Kül Tigin Az Yağızı’na binip
hücum etti. İki eri mızrakladı, çamura
soktu. O ordu orada öldü!
GENCAY
10
Bütün bu olaylardan sonra Gök-Türkler
devlet yöneticileri ve orduları çok zor
durumlara düşmüşlerdi. Bu savaşlarda
öldüğü kuvvetle muhtemel olan Kapgan
Kağan’ın küçük oğlu Tonga Tigin’in yuğ
merasiminde de Tongralar baskın
yapmıştı. “İlerleyip gelmiş ordusunu Kül
Tigin püskürtüp, Tongra’dan bir boyu,
yiğit on eri çevirip öldürmüştü.”
715 yılına gelindiğinde Gök-Türk ordusu
Amgı Kalesi’nde kışlamış ve kıtlık
başlamıştı. Bu yılın ilkbaharında Gök-
Türkler Oğuzlara doğru sefer etti. Sefer
sırasında birinci ordu yola çıkmış iken
ikinci ordu daha merkezde (Ötüken) idi.
İşte bu sırada üç Oğuz ordusu baskın yaptı.
Hatta Oğuzların bir grubu Bilge ve Kül
Tigin’in evini barkını yağmalamaya
kalkışmış, onları zor durumda bırakmıştı.
Gök-Türklerce kutsal, ‘İduk’ sayılan
Ötüken’in savunması işini başarı ile yerine
getiren Kül Tigin’in yaşadığı müddetçe
yaptığı en büyük işin bu olduğunu
söyleyebiliriz. Zira yaşamlarını Kül Tigin’in
savaşçılığına bağlayan Türk Bilge Kağan
milletine ve ailesine şöyle demiştir: “
Amga Kalesinde kışlayıp ilkbaharında
Oğuz’a doğru ordu çıkardık. Kül Tigin’i
evin başında bırakarak, müdafaa tedbiri
aldık. Oğuz düşman, merkezi bastı. Kül
Tigin Öksüz Akı’na binip dokuz eri
mızrakladı, merkezi (Ötüken) vermedi.
Annem hatun ve analarım, ablalarım,
gelinlerim, prenseslerim! Bunca
yaşayanlar cariye olacaktı, ölenler yurtta,
yolda yatıp kalacaktınız. Kül Tigin olmasa
hep ölecektiniz!”
Bir süre de olsa durulan olaylardan sonra
bir akın yapılmış ve bu akın başarı ile
tamamlanıp dönülürken Gök-Türklerin
Kağanı Kapgan, pusuya düşürülüp
öldürülmüştü. Çin kaynakları bu olayı
bütün ayrıntıları ile açıkça göz önüne
sermiştir.
“Evvelce Kapgan Kağan kuzeye doğru bir
sefer yaparak Bayırkuları ‘Tu-lo-shui’
(Tola) nehrinin kıyılarında büyük bir
bozguna uğratmıştı. Fakat zafer
sarhoşluğu içinde bulunan Kapgan,
yurduna dönerken kendisi için gereken
emniyet tedbirlerini almamıştı. Bir gün
Kapgan bir söğüt ormanından geçerken,
‘Hsieh- chic-lo’ adındaki, bozguna
uğramıştı. Bayırku askeri aniden
ormandan çıkarak Kapgan’ı öldürdü. O
sırada da ‘Ta-wu-chün’ ordusunda ‘Tzu-
chiang’ rütbesini taşıyan ‘Hao Ling Chü’an’,
Çin elçisi olarak Gök-Türk ülkesinde
bulunuyordu. ‘Hsieh-chic-lo’ Kapgan
Kağan’ın başını ‘Hoahing-chüan’a’ teslim
ettikten sonra onunla beraber Çin sarayına
geldiler. İmparator ‘Hsüan-tsung’, Kapgan
Kağan’ın başının Çin başkenti ‘Cha’ang-
an’ın ana caddesinde bir direğe asılıp,
halka gösterilmesini emretti…”
Kapgan Kağan ölmeden önce oğlu fu-
chü’yü “İni-İl Kağan” ilan etmişti. Fakat
Türk karizmasına göre İlteriş’in
GENCAY
11
oğullarından birisinin tahta geçmesi
gerekiyordu.
Devletin her tarafını isyanların sardığı
dönemde İnel Kağan başarılı olamadı.
Bunun üzerine Kül Tigin, bütün boyunu
topladı.
Yeni kağana ihtilal yapan ve bu mücadele
sırasında her şeyini ortaya koyan cesur
Kül Tigin, İnel Kağan (İni-İl Kağan) ile
birlikte bütün çocuklarını ve adamlarını
ortadan kaldırarak kağanlığın kaderini
değiştirmiş ve o, Çin kaynaklarında adı
‘Mo-chih-lien’ şeklinde okunan ve
abidelerde ise Bilge olarak geçen
ağabeğini kağanlık tahtına oturtmuştur.
Gök-Türkler arasında ‘Küçük Şad’ olarak
tanınan Bilge, kardeşi Kül Tigin’in kağan
olmasında ısrar etmiş, fakat Kül Tigin
büyük bir erdemlilik göstererek bunu
reddetmiştir. Bunun üzerine kağan olan
‘Türk Bilge’ kardeşini orduda ki en üst
makam olan Sol Şad (sol bilge elig)
makamına tayin etmiştir.
Bu olaylar Çin arşivlerinde şöyle
anlatılmıştır:
“…Bu sırada Kapgan Kağan’ın küçük oğlu
küçük kağan (fu-chü) tahta çıktı. Fakat çok
geçmeden Kutluğ’un (İlteriş) oğlu ‘Chüeh
Tigin’ tarafından basılıp, öldürüldü. Kül
Tigin ayrıca adeta Kapgan Kağan’ın bütün
oğulları ve candan adamlarını öldürüp,
ağabeğisi Sağ Şad olan ‘Mo-chic-lien’
(Bilge)’i kağan ilan etti. Bu zat ‘Pi-ch ieh’
(Bilge) Kağandır. Bilge Kağan Gök-Türkler
arasında ‘Hsiao-sha’ (küçük şad) olarak
tanınırdı. Bilge Kağan, Kardeşi Kül Tigin’in
kağan olmasında ısrar etti. Fakat Kül tigin
bunu şiddetle reddetti. Bu sebeple Bilge
kağan, Kül Tigin’i Sol Şad tayin ederek ona
bütün askeri yetkileri verdi.”
Türk Bilge Kağan ise bu ihtilal ile ilgili
şunlara değinmiştir ve bu ihtilali
meşrulaştıran ana bir sebep sunmuştur:
“Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk.
Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu
milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk
milleti için gece uyumadım, gündüz
oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile
iki şad ile öle yite kazandım.”
7 yaşından beri ömrünü Türk milletinin
yücelmesine hasreden, cesareti ve
savaşçılığı hem Türk, hem Çin
vesikalarında övülen Kül Tigin bu övgüleri
fazlası ile hak etmiştir. Hatta 725 yılında
imparator ‘Hüan-tsung’`un başkanlığında
yapılan bir toplantıda şöyle
konuşuluyordu:
“… Gök-Türklerin ne zaman ne yapacağı
bilinmez. Kağan Bilge iyidir, milletini
sever, Türkler de ondan memnundurlar…
Kül Tigin harp sanatının üstadıdır, ona
karşı koyacak bir kuvvet güç bulunur…”
GENCAY
12
Çin kaynaklarında Kül Tigin’i büyüklerine
karşı gösterdiği saygı ve bağlılıktan dolayı
överler. Kül Tigin kendi siyasi kuvvetine
bakarak Türk töresini ve adaletini hiçbir
zaman bozmamış, devlet içerisindeki
görevini eksiksiz yerine getirmiş ve
yaptıklarına karşılık daha fazlasını
istememiştir. Hatta bu husus Bilge
Kağan’a Orhun abidelerinin Çince
kısmında şöyle arz edilmiştir: “O (Türk
Bilge Kağan), işlerinde muhabbet ve
kardeşlik hissi ile hareket ettiğinden ve
kardeşinin askeri başarılarından ve onunla
(Kül Tigin) beraber çalıştığından dolayı
muvaffak oldu.” Yani Çin Devleti, Türk
Bilge Kağan’ın başarılı olmasının tek
sebebini kardeşi Kül Tigin’e bağlıyordu.
731 yılına gelindiğinde ise II. Gök-Türk
Devleti büyük bir kahramanını kaybetti.
Türk Bilge Kağan’ın küçük kardeşi Kül
Tigin vefat etmişti. Ölümü kağanlıkta
büyük üzüntü yaratan kahraman hakkında
abidelerde samimi ifadeler yer almıştır.
Öyle ki Türk Bilge Kağan; “Bunca Töreyi
kazanıp, küçük kardeşim Kül Tigin öylece
vefat etti.” derken onun ölümünün erken
olduğunu düşünmüş olmalıdır.
Kül Tigin için bir abide dikilecekti. Kül
Tigin’in ölümü Çin’de de aynı üzüntüyü
yarattığı için imparator hususi elçi ile
Ötüken’e başsağlığı mektubu göndermiş,
Kül Tigin’in hatırasına dikilecek abidede
Çince bir metnin de bulunmasını arzu
etmişti.
Kül Tigin yazıtı bilindiği gibi, Türk Bilge
Kağan tarafından küçük kardeşinin
hatırası yaşatılmak için diktirilmiştir. Gök-
Türk tarihi, kültürü ve Türk dil ve
edebiyatı yönlerinden emsalsiz bir değer
taşıyan bu kitabe ile birlikte Kül Tigin’in
anıt-kabri ve içindeki nakış ve tasvirler
tamamlanmış ve büyük yuğ töreni 1 Kasım
731 günü (“Koyun” yılının 9. Ayının 27’si)
yapılmıştır.
Kül Tigin’in yuğ törenine Gök-Türklerin
komşularının hepsinden katılımlar
olmuştur. Doğuda Kıtanlar temsilci
göndermişlerdi. Başlarında Uder vardı. Çin
imparatoru ise binlerce top ipekli kumaş,
altın ve gümüş eşya yollamıştı (Çin
kaynaklarında Chang Ch’ü-i ve Lü
Hsiang’ın cenaze törenine katılmak ve
kurban kesmek için gönderildiği
bildirilmektedir). Tatabılar ise
hükümdarlarının temsilci Bökün ile
katıldılar. Batı taraftaki uzak komşulardan
Soğdlar, İranlılar ve Buhara şehri
halkından General Nek ve Oğul Tarkan
gelmişlerdi. Türk Bilge Kağan’ın damadı da
olan Türgiş (on-ok) kağanından ‘Tamgaçı’
(mühürdar) Makaraç ve Oğuz Bilge onları
temsilen katılırken, Kırgız kağanını Tarduş
İnançu Çor temsil etmişti.
Kahraman Kül Tigin için olağanüstü güzel
bir türbe inşa ettirilmişti. Ressam ve
heykeltıraşlara içi süslettirildiği gibi,
türbenin içine heykeller de konulmuştu.
GENCAY
13
Çin Yıllıkları Kül Tigin’in Çinli ressamlar
tarafından yapılan heykelinin çok güzel
olduğunu ve Türk Bilge Kağan’ın buna her
bakışında kardeşi Kül Tigin’i hatırlayarak
hüngür hüngür ağladığını yazmıştır. Yazıt
tamamlanınca, Kül Tigin’in hatırasının
ölümsüz olmasına ve canlı tutulmasına
binaen, kaplumbağa şeklinde oyuk bir
kaide taşına oturtulmuştur.
Kardeşinin vefatı ile tarifsiz bir kedere
bürünen Türk Bilge Kağan, Kül Tigin için
diktirdiği abidede içine düştüğü karanlığın
ancak bir kısmını ifade etmiştir: “Kül Tigin
kendisi 47 yaşında bulut çöktürdü…
Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Ben
yaslandım. Görür gözüm görmez gibi; bilir
bilgim bilmez gibi oldu. Ben yaslandım.
Zamanı Tanrı takdir eder; kişioğlu hep
ölmek için türemiş. Öyle düşünceye
daldım. Gözden yaş gelse mani olarak,
gönülden ağlamak gelse geri çevirerek
düşünceye daldım. Müthiş düşünceye
daldım. İki şadın ve küçük kardeş
yeğenimin, oğlumun, beğlerimin,
milletimin gözü kaşı kötü olacak deyip
düşünceye daldım.”
Kardeşinin ölümü ile ilgili en acı sözleri
dile getiren Türk Bilge Kağan, eli pusat
tuttuğu günden bu yana hep Türk Milleti
için çalışan Kül Tigin’e ölümsüz olan
ismini şu sözlerle vermiştir: “Küçük
kardeşim Kül Tigin …. (bu kısım abidede
silindiği veya zarar gördüğü dolayısıyla
okunamamıştır) için, öle yite işi gücü
verdiği için, Türk Bilge Kağan, nezaret
etmek üzere, küçük kardeşim Kül Tigin’i
gözeterek oturdum. ‘İnançu Apa Yargan
Tarkan’ adı verdim. Onu övdürdüm.
Türk Bilge Kağandan başka bu ölümsüz
kahramanı yad etmek maksadıyla ‘atısı’
Yollug Tigin de abidede kendi görüşlerini
şairane bir biçimde şöyle vurgulamıştır:
“Bunca yazıyı Kül Tigin’in atısı Yollug
Tigin, yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa,
bu duvara hep Yollug Tigin yazdım.
Değerli oğlunuzdan, evladınızdan çok daha
iyi beslerdiniz. Uçup gittiniz…”
Kül Tigin’in ölümü, Gök-Türklerin
amansızca mücadele ettiği Çin’i bile yasa
boğmuştu. Çin İmparatoru böyle mert,
cesur ve hayranlık uyandıran bir
savaşçının ölümünden duydukları
üzüntüyü abidelerin Çince kısmında
uzunca bir edebi dil ile şöyle belirtmeye
çalışmıştır: “Bu methiyede mevzubahis
olan şahıs Kül Tigin ismi ile maruftu. O,
Kutlug Han’ın ikinci oğlu ve şimdi hüküm
süren Bilge Han’ın küçük kardeşi idi. Onun
adının şöhreti kendi yurdunda kabilesi
halkına dehşet verirken, babasına ve
kardeşine olan hürmet ve merbutiyeti
uzak memleketlerde gayet iyi biliniyordu.
Kül Tigin’in bu tarzda tanınması, evvela
onun kendi şahsında toplayıp inkişaf
ettirebildiği büyük babasının babası olan
Beg İtimish’in mevrus iyi niyetlerinin,
saniyen büyük babası Ghekin Kutlug’un
alışkın olduğu ve haleflerinin birbirleri ile
gıpta edercesine taklide çalıştıkları hayır
ve lütufkârlığın neticesinden başka ne
olabilirdi? Aksi takdirde bu kadar değerli
bir adamın başardığı işler için ne sebep
gösterilebilir?”
Methiye şöyle devam ediyor: “Kumların ve
soğukların diyarı olan Ting-Ling ülkesi,
senin evvelki krallarının arasında birçok
kudretli ve asker ruhlu şahsiyetler
GENCAY
14
yetiştirdi. Senin kişiliğin yabancı ülkelere
böylece şeref vererek payidar olsunlar!
Senin prensiplerin, bizim Tang’ımızla
dostluğu gaye edinerek ‘her yerde’
tanınsınlar! Böyle adamların (Kül Tigin)
ebediyen payidar olacaklarının muhakkak
olmadığını kim söyleyebilir? Uğurlu
haberleri ebediyen ilan için, gelecek hadsiz
hesapsız nesillerin dimağlarında onların
müşterek muvaffakiyetlerinin şaşaasının
hergün yeniden canlanması için, uzakta ve
yakında bulunan herkesin bunu öğrenmesi
için, şimdi dağ gibi yüksek ve bilhassa
muhteşem bir yazıt dikilmiştir!”
Kahraman Kül Tigin öldüğü vakit çok
büyük bir servete sahip idi. Abidelerde
Kül Tigin’in altınını, gümüşünü, hazinesi,
servetini idare eden Tuygut adında
birinden bahsedilir. Hatta atlarının
sayısının dört bin olduğu söylenmektedir.
Herhalde bu servet, onun ölümünden
sonra ağabeği Türk Bilge Kağan’a ve
çocuklarına, dolayısıyla devlete kalmış
olmalıdır.
II. Gök-Türk Devletinun Kül Tigin’e kadar
olan soy ağacı şöyledir:
-SONUÇ-
Sadece Gök-Türk tarihinin değil, bütün
Türk tarihinin en önemli şahsiyetlerinden
biri olan Kül Tigin, savaşçılığı, harp
sanatındaki mahareti, zekâsı ve milletine
olan bağlılığı ile yaşadığı döneme damga
vurmuş bir kahramandı.
Kül Tigin’in devleti ve milleti uğrunda
çalışıp çabalaması ve fedakârlıkları, sadece
hafızalarda yer edinip dilden dile
dolaşmakla kalmamış, hatırasına dikilen
bengü taşlara kazınarak
ölümsüzleştirilmişti. O, örnek şahsiyeti ve
tarihi rolü itibarıyla sadece Türklerin değil
komşu devlet ve kavimlerin de saygı ve
sevgini kazanmıştı. Öyle ki Gök-Türklerin
düşmanı olan kavimler dahi böyle mert bir
düşmanın ölümü için yas tutmuştu.
O, hayatı boyunca ağabeyi Türk Bilge
Kağan’ın en büyük yardımcı ve destekçisi
olmuş, asla daha fazlasını istememişti. Bu
bakımdan Gök-Türk devletinin dönemin
en büyük gücü hâline gelmesinde onun
büyük bir payı vardı.
GENCAY
15
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN
MESELELERİ M. Bahadırhan DİNÇASLAN
Esen olsun.
Elbette yazının başlığı çok iddialı ve ben
kendimi “efradını cami ağyarını mani” bir
yazıyla Türk Milliyetçiliği’nin bütün
meselelerini anlatabilecek çapta
görmüyorum. Ayrıca, her bir tespit için bu
tespiti yaratan ya da bu tespitle ilişkili
milyonlarca noktanın açımlanması, uzun
uzun irdelenmesi gerekir; bunu da
yapamayacağım. Ancak bu, genç bir
milliyetçi olarak Türk Milliyetçiliği’nin
meselelerini nasıl gördüğüme dair
fikirlerimi beyan etmeme mani değildir.
Meseleleri ele alırken alanına göre
bölümlendirmek faydalı olacaktır. Öyleyse,
ilk olarak, “fikir meselesi” diyebiliriz.
Türk Milliyetçiliği’nin fikri evrimini uzun
uzadıya analiz ettiğim çeşitli yazılarım
varsa da bu yazıda buna girişmeyeceğim.
Ancak şunu diyebilirim ki Türkiye’de
cumhuriyeti kuran, buraya seküler
anlayışı getiren, toplumculuk ve
aydınlanmacılığı büyük ölçüde tesis
edenler, Türk Milliyetçileridir. Ancak,
sebepleri başka ve uzun bir yazının
konusu olmakla birlikte, bir “kokuşturucu
evrim”, Türk Milliyetçiliği’ni fikri açıdan
git gide yoz, yüzeysel ve saçma bir hale
dönüştürmüştür.
Sözgelimi, Türk milliyetçileri, evrensel bir
düzlemde, “hakem”in kör ve tarafsız
olduğu bir “müsabaka”da kendilerinin
üstünlükleri ve haklılıklarını ispat edecek
bir fikir arayışı ve sürekli gelişme meyli
yerine sair sebeplerden, “el yumruğunu
yemeyen kendininkini balyoz sanır.”
atasözüne benzer bir ruh haliyle, boş ve
saçma bir kendini övme kısır döngüsüne
girmiştir. Türkiye’ye bilimsel düşünceyi ve
birçok bilimsel disiplini tanıtan Türkçüler
olduğu halde (öyle ya, bilimsel olmayan
Türk Tarih Tezi’ne karşı çıkan Zeki Velidi
Togan bir Türkçüydü, Sosyoloji’yi
Türkiye’de tesis etmeye başlayan Gökalp
de, Milliyet Duygusunun Sosyolojik
Esasları kitabını yazan, dilbilim üzerine
eserler vermiş Sadri Maksudi Arsal da,
Türk tarihine İskender Öksüz’ün deyimiyle
“özüne oryantalist” bakışla bakılmasındaki
çarpıklığı gözler önüne serip, Türk’ü
“içeriden” anlayarak tarihe bakmayı
savunan Atsız da...) şimdi Türk
milliyetçileri, bilimsellikten, akıldan uzak,
mistik, ne idüğü belirsiz zırvaların tutsağı
bir fikrin git gide artan tahakkümü
tehlikesiyle karşı karşıyadırlar ki bu sorun,
“Türk’ü tanımadan Türkçülük yapmak”
çıkmazına Türk milliyetçilerini
GENCAY
16
götürmektedir. Kısmet olursa Dava
dergisinin gelecek sayısında bu konuya
değineceğim. Bu konuda sadece şunu
söylemekle yetineyim ki Oğuz Ata’mızın
“Kün tuğ bolgıl kök kurıkan” (güneş tuğ
olsun gök çadır) deyişi, Türk’ün her zaman
evrensel bir değer yaratmak arzusunda
olduğunun işaretidir; körü körüne var
olanı muhafaza etmek arayışında değil…
Milliyetçi fikrin bilimsel eksikliğinin
yanında (ki söz gelimi benim milliyetçi
fikrim- bilimsel bir temel üzerine
oturmuştur. Sonuçlar, yorumlar ya da
hedefler farklı olmakla beraber, çeşitli
milliyetçi fert ya da gruplarda da bu
müspet tavır mevcuttur; ancak “genel
kitle” git gide yobazlaşmakta, nasıl bir
veraset sistemine dâhil olduğunu
unutmakta ve dolayısıyla
Ortadoğululaşmakta, aptallaşmaktadır.)
bir de, “görev sorunu”muz var. Öyleyse
ikinci mesele, “görev” meselesidir.
Milliyetçilik, özetle, milletinin kültürel
verasetine vakıf olup, bunu özümseyerek
“üzerine koymak”, geleceğe aktarmak,
mümkünse bu mayadan evrensel bir değer
yaratıp -sözgelimi bugün Amerikan
kültürünün “kültür endüstrisi” denen
çağımız laneti vasıtasıyla dünyayı
“etkileyen kültür” olması gibi, kendi
kültürünün “etkileyen kültür” olmasını;
milletini olduğu gibi (sözgelimi tecavüzcü
bir Türk, Türk Milliyetçisi’nin muhafaza
etmek isteyeceği bir Türklük anlayışına
sahip değildir.)- muhafaza etmek değil;
milletinin daha iyi, daha doğru, daha
gerçek ve daha güzele evrilmesini, son
tahlilde, toplumsal dönüşümleri yaratan
temel erk (ben bunu “mit ve rit” kuramıyla
açıklıyorum ancak, milliyetçiliğin üzerine
kurulduğu temellerin, sosyalizmin de,
diğer görüşlerin de kapsayamayacağı
kadar “derin”, “geniş” ve başat olduğu
iddiasının ispatı başka bir yazının
konusudur.) milli motifler olduğu için
bunları kullanarak, milletinin ve imkân
olursa milleti vasıtasıyla elini uzatacağı
dünya insanlığının “daha güzel bir
dünyada” yaşamasını amaçlamaktır.
Bu konuda, Siyah Beyaz Kültür ve Sanat
Platformu dergisinin 6. Sayısı’nda kısa bir
tarif yapmıştım:
“Biz, Türk’ün ve Türkçü’nün diğerlerini
boğduğu bir dünya değil, insanlığın
müşterek ziggurat inşası olan “medeniyet”
harikasının en tepesindeki rasathanenin
bileği, yüreği ve kaleminin hakkıyla Türk’e
ait olduğu bir dünya düşlüyoruz.”
(Buradaki “hakkıyla” ibaresi, bir evvel
değindiğim mesele ile ilgilidir. Hak
etmiyorsan, objektif bir sahada kendini
ispatlamadıysan, salt “biz şöyle uluyuz;
böyle mükemmeliz” diyerek üstün bir
millet olduğunu iddia edemezsin;
milliyetçilik yapmak hakkın da yoktur. Bu
tarz milliyetçiler, birey olmayı
başaramamış, dolayısıyla kendinde
sevilecek ya da övülecek bir şey
bulamayan ya da başka bir takım
psikolojik komplekslerin elinde esir
insanlardır.)
Haliyle, milliyetçilerin bir “görevi” vardır.
Vaktiyle, “MHP’nin Görevi” başlıklı bir
yazımda şöyle demiştim:
Görülüyor ki insanoğlu, “toplumsal
hafıza”sını zaman içinde git gide,
kurumlara terk ediyor, ki internetten
GENCAY
17
bulunabilecek “Millet Kavramının Evrimi”
yazımda da değindiğim gibi bu sebepten,
bütün “kavram”lar git gide, müşahhastan
mücerrede yöneliyor ve bir kurumun
tekeline terk ediliyor. Fransız İhtilali ile
olan da budur; milli hisler, milliyetçilerin
ve ulusal devletin egemenliğine terk
edilmiş, kurumsallaştırılmıştır.
Bu görev, milletinin öncüsü, hamisi, banisi,
sözcüsü ve en önemlisi öğretmeni
olmaktır. Alıntıda değinmiş oldum, uzun
uzadıya ta ilk insandan bu güne
“sanallaşma”, “devletleşme”, “dinleşme” ve
dolayısıyla “kurumlaşma”yı
anlatmayacağım ancak, tekrar edeyim ki
Fransız İhtilali akabinde değişen algı ve
dünya “milliyetçiliği yaratmamıştır.”
Aksine, “tıp” biliminin bir takıp mistikler
(söz gelimi şamanlar ya da druidler, yaşlı
kadınlar) elinden alınıp, kurumsallaşıp
doktorlara terki gibi bir şekilde
milliyetçilik tanımı değişmiş ve
kurumsallaşmıştır. Değişen toplum
yapısında, eskinin “kolektif anlayışında”,
kolektif bilinçaltında, kasıtsız ve
kendiliğinden oluşan motif ve itkilerle
“manifesto edilen” milliyetçilik, artık bir
kurum haline dönüşmüş, “üst bilinç
düzeyi”ne çıkmıştır.
Türk milliyetçiliğinde bu evrimi
özetlersek, söz gelimi Budizm’e karşı
duran Tonyukuk’ta bir tavır ve yönelim
olarak, Firdevsi’nin mezarını “Kalk ayağa!
Küçük gördüğün Türk geldi!” diye
tekmeleyen Timur’da bir savunma güdüsü
olarak, Gaspıralı, Akçura, Gökalp gibi
aydınlarda bir toplumcu kaygı ve fikir,
İttihat ve Terakki Hükümeti, Atatürk
Cumhuriyeti deneylerinde önce fikri
reaksiyonun politik boyutu, ardından
müstakil-politik birer doktrin ve kurum,
Alaş-Orda ve İsa Yusuf Alptekin’in Uygur
hareketlerinde bir milli
kıyam/rönesans/restorasyon, MHP’de bir
siyasi/partici oluşum olarak, milliyetçilik
dallansa da ana “yol”unu muhafaza eden
bir evrim takip ederek bu güne gelmiştir.
Hâl böyleyken, Türkiye’de Türk
milliyetçileri, Türk Milleti’nin
hastalıklarını muhafaza etme çabasını terk
etmeli, öğretmenlik görevlerini
hatırlamalı, Türk Milleti’ne öncülük
etmelidirler.
İlginç değil mi? İnsan hakları, adalet,
eşitlik, doğruculuk, bilimsellik, akılcılık,
insan merkezcilik, evrensellik, halkçılık
gibi konulara hiç değinme, bu alanlara hiç
girme; bu boşluğu ya sol, ya da Fetullahçı
kafa doldursun. “Ben neden bütün müspet
şeyleri bu adamlara terk ettim” diye
kendini hiç sorgulama, sadece bu adamlar
savunuyor göründüğü için İnsan hakları,
adalet, eşitlik, doğruculuk, bilimsellik,
akılcılık, insan merkezcilik, evrensellik,
halkçılık gibi konulara düşmanlık besle.
Bu, şüphesiz milliyetçinin yapacağı şey
değildir, Türkiye’de insan haklarının,
GENCAY
18
bilimselliğin, halkçılığın öncüleri
Türkçüler olmalıdır.
Ki, bu konuda ufak bir yazı yazmıştım
Kuzey Kıbrıs özelinde. Ondan bir parçayı
burada alıntılamak istiyorum: (kendi
yazılarımdan sık sık alıntı yapıyorum.
Bunun sebebi, farklı mecralarda
yayımlanmış olmalarıdır.)
…Kuzey Kıbrıs’ta Türkiye Cumhuriyeti’nin
uyguladığı politika tam bir faciadır. Yaptığı
işin devamını getirememekte, hadi güçsüz
olduğundan getiremiyor desek, çözüm de
sunmamakta. Günübirlik politikalarla
Kıbrıs’ın anasını ağlatıyor devletimiz. Halk
git gide soğuyor, meydan kafasızlara
kalıyor, halk kafasıza meylediyor; özellikle
yeni nesil.
O açıdan, her Türk milliyetçisi için “Kıbrıs
meselesi” ciddi derecede önemlidir. Çok
uzağa gitmeye gerek yok; “özgürlük
götüreceğimiz kardeşler”imizden ilki
Kıbrıs’tı, ilk “deney”imiz buysa, Turan hiç
kurulmasın, daha iyi. İğne kendine,
çuvaldız başkasına demişler; “milli” ve
akıllı, insan odaklı, asil bir anlayışla
politika güdülmezse, ambalajın milli
olması bir şey ifade etmez.
Türkçülük ve Turancılık, bugün üzücü bir
şekilde ruh hastalarının ve temelini bir
takım ilkel duygularının üzerine bina ettiği
“sözde fikir” takipçi ve öncülerinin eline
kalıyor olsa da, beslendiği gelenek ve sahip
olduğu potansiyel ile son derece akılcı,
bilimsel, tutarlı ve insan odaklı bir
görüştür. Öyleyse, Türkçü Turancı için ilk
hedef, milletinin refahı ve bekasıdır. Savaş
zamanları seferberliği kuvvetlendirmek
için yaratılan ruh iklimi ve propagandanın
bugün dahi etkisinde kalarak, Türkçü
Turancı fikri “herkes ölsün işte, ne
bileyim” kafasına indirgeyenler, meselenin
bu boyutunu görmezler.
Mahiyetini ve bize kaybettirdiklerini çeşiti
yazılarımda açıkladığım devletçilik
tekelinde hastalıklı bir yapıya bürünmüş
milliyetçilik ve Türkiye Cumhuriyeti’ne
şimdiye dek hakim olan Türk’e zararlı kafa
da, meselenin bu noktaya gelmesine
hizmet etmiştir. Görülüyor ki, milliyetçilik
büyük bir güç, bir ülkeyi Hitler
Almanyasında olduğu gibi müthiş bir
cehenneme de çevirebilir, yeryüzünde bir
cennet de yaratabilir. Milliyetçiliğimizi,
devletin bir takım oligarklar ve dünya
düzeni denetçileriyle ittifak halinde ortaya
koyduğu insanlık, eşitlik, özgürlük gibi
evrensel ilkelere ve aynı zamanda bizzat
milliyetçiliğe aykırı politikalarına alet
ettik. Oysaki, milliyetçilik, “evrensel”e
“milli” bakmak, evrensel kıstaslarda
milletin konumunu yükseltmeye
çabalamak ve milliyetçi
aydınlarımızdan/önderlerimizden
öğrendiğimize göre en hakir bir ruh ile
kendimizi kardeş sayıp, paçavralar
altındaki yoksulun acısıyla acılanmaktır. O
yüzden bu savruk ve kötürüm yazıda esas
söylemek istediğimi söyleyeyim: Ben,
derece derece ülkemde, Türk dünyasında
ve dünyada herhangi bir olumsuzluk,
haksızlık, zulüm olduğunda buna ilk sesini
yükseltenlerin Türkçüler olduğu, buna
çözümü Türkçülerin bulduğu bir gelecek
hayal ediyorum, yanıbaşındaki Kıbrıs
meselesine merkeze “Türk”ü koyarak bir
tavır geliştirmekten aciz, “anlamıyorum
niye böyle yapıyorlar, biz onları
kesilmekten kurtardık”tan öte bir şey
diyemeyen milliyetçiler beni kahrediyor.
GENCAY
19
Aynı zamanda bu durum, Türk’ün
Türklükten uzaklaşmasını hızlandırıyor,
çeşitli yazılarımda değindiğim gibi, bu
çağda, milli bilinç toplumun tamamından
beslenen ve tamamını etkileyen bir
primordial ve “kendiliğinden” bileşenden,
etken, dolayısıyla daha “gün yüzünde” ve
bu sebepten daha savunmasız bir “kurum”
haline geldi. Bu, “milli bilinç eskiden doğal
bir şekilde oluşur ve edilgen bir şekilde,
evrimin kör saatçisinin kontrolünde,
kolektif şuuraltında yaşadığı halk ile
birlikte savrulur, evrilir, yaşardı. Artık,
milli bilinç etken yüzeye çıkmıştır,
milliyetçilerin emrindedir ve milliyetçileri
emri altına almıştır. Eğer milliyetçiler
yenilirse milli bilinç yenilir, milliyetçiler
bozulursa milli bilinç bozulur” demektir.
Özetle, milliyetçi, Türkiye’yi değiştiren,
kokuşturan ve bozan İslamcılık,
Ortadoğululuk gibi zehirlerin (bugünlerde
adına muhafazakâr demokrasi diyorlar.)
karşısında duracak olan adamdır, oy
kaygısı ya da körlük sebebiyle bunu
aptalca savunacak olan değil. “Sağ
seçmen”i kaybetmemek adına onun
damarlarına giren zehri görmezlikten
gelmek değil, “sağ seçmen”i uyandırmak
bizim görevimizdir ki bu kitle, Türkiye’nin
ekserisini oluşturan bu kitle, bu “yanlış”ını
söyleyen ülkücüler olduğu zaman,
solculara verdiği tepkiyi vermeyecektir,
sanırım hasbelkader milliyetçilerin lideri
olanlar, milliyetçilerin gerçek gücü,
sorumluluğu, görevi ve etki değerinden
habersizler.
Bir diğer meseleye geçersek, “kurum
sorunu”ndan söz edebiliriz. Bu aslında bir
“sorun şemsiyesidir” ve ben “MHP’nin
İletişim Sorunu”, “Ülkü Ocakları’nın
Geleceği”, “Ülkücüler ve Sokak” gibi
yazılarda daha ayrıntılı alt sorunlara
bölerek bu konuyu incelemiştim.
Özetleyecek olursak; milliyetçi kurumlar,
iletişimsel, kurgusal, konumladırma ve
yönetme sorunları yaşamaktalar ve bu
sorunlar, “fikir” kurumların etki alanında
olduğu için, Türk milliyetçiliği ve milletine
zarar vermektedir.
Bir örnek verecek olursak, milliyetçi
kurumlar, milletimizden kopmuş, tecrit
olmuş bir vaziyetteler. Sözgelimi bir
“ülkücü şarkıcı”, ocak gecelerinde sahne
alıyorsa, milletin geri kalanı tarafından
benimsenmiyorlar, oysa bir “solcu şarkıcı”,
marjinalize edilmenin zararını daha az
görüyor, halkla iç içe geçebiliyor. Bu,
milliyetçilerin yanlış bir kafayla milletten
koparılmasının sonucudur ki sebeplerine
değindiğim “MHP’nin İletişim Sorunu”
başlıklı kısa yazımdan bir parçayı, yazının
genelini tamamlayacağı için, buraya
koymak istiyorum:
MHP’de Korku Havası, Kongre ve Ülkücü
Gençler diye bir yazı yazmış, siyasi
hesaplar yüzünden birbirine düşen
“büyük” ülkücülerin ben ve benim gibi
düşünen gençleri nasıl tiksindirdiğini
GENCAY
20
anlatmıştım. MHP’ye sızan bu “Bizans
hastalığı” ne zaman müşahade etsem
midemi bulandırıyor. Yazıya giriş
yapmadan önce, “parti içi iletişim
sorunu”na değineyim hemen: Bir mevzuda
fikir ayrılığı yaşayanlar hemen “ocak dışı”
ilan ediliyor. Böyle olduğunda, Paşa
Tambay’ı ve ölümünü hatırlıyorum.
Kendisiyle görüşlerimiz aynı değildi ama,
ölmeden evvel son sözlerinden biri, “Bizim
ülkücülüğümüzden şüphe eden, anasının
nikahından şüphe etsin” oldu. O ve onun
gibi insanlar belki hatalar yapmışlar, başka
yollara sapmışlardır ama, bu sapışta, hep
baskıya uğramalarının, muhatap
bulamamalarının, en ufak muhalif
tavırlarında kovulmalarının da payı vardır
mutlaka.
Bu “hızlı ve öfkeli” girişten sonra, genç bir
iletişimci olarak, aldığım eğitim ve şahsi
okumalarıma dayanarak, MHP’de iletişim
sorunları nelerdir, onlara değinmeye
başlayayım.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin beslendiği
fikir havzası, beğenelim ya da
beğenmeyelim, Türkiye insanının kültürel
kodlarıyla en uyumlu arkaplana sahiptir.
Buna rağmen, üstelik yeterli [kırk yıldan
uzun] bir süre geçmiş olmasına ve parti bir
şekilde baskı ve “yok sayma”yı kırıp
meclise defalarca girmiş, medyayı
kendisine yer vermeye mecbur bırakmış
bulunmasına rağmen, iktidar alternatifi
yaratamıyor, iktidar olamıyorsa, orada
mutlaka bir iletişim sorunu vardır. MHP
adını anmadan değineceğimiz savlar,
farazi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
algısında olumlu imaj yaratacakken, MHP
boyası çalındığında insanları itiyorsak, bu
iletişim sorunu hayli büyük demektir.
Şahsen, fikir açısından da MHP’nin
geneline hakim olan görüşten ayrılıyorum
ve buna dair yazıp çiziyorum, ancak bu
fikren farklı olmak hiç sorun
yaratmamışken, iletişim sorunu, beni ve
benim gibileri MHP’den uzağa itiyor, bu
yüzden hayli önemlidir.
İlk ve genel sorun, “insan kaynaklı
sorun”lar. Ülkü Ocakları’na dair yazdığım
çeşitli yazılarda, mevcut anlayışın, parti
tarafından ocağa biçilen rolün, ülkücülerin
tecrit olmasına, insan kazanamamasına,
kötü imaj çizmesine sebep olduğuna
değinmiştim, o yüzden “Ocak” konusuna
girmeyeceğim.
MHP’nin “omzu düşük” tabir ettiğimiz, 80
faciası sonrası yeni düzende kendine yer
bulamayışıyla “dejenere” olmuş “kayıp”
neslinin mümessilleri, insanlara itici
mesajlar veriyorlar. Bu konuya, yazının
sonunda Gezi olaylarına değinerek
yeniden gireceğim, o yüzden bu kadarlık
bir tespitle yetineyim. Bu neslin arasında,
hem eylemci ve gerekirse silahla çatışacak
ruhunu muhafaza eden, hem de değişen
dünyayı “kimliğini değiştirmeden” realist
bir şekilde okuyarak kendini yeniden
konumlandıranlar da var, onlar, bayrağı
devralacağımız “öncü”lerdir.
GENCAY
21
İnsan kaynaklı sorunlardan bir diğeri,
liyakat ölçüsüne göre değil, “kulis” ve
“para” gücüyle belli makamlara gelmiş
insanların, liyakatli gençlerin
yükselmesini, “koltuğumu kaybederim”
korkusuyla engellemesidir. Bu sorun,
MHP’nin maalesef “ortadoğu partisi”
haline gelmesine zemin hazırlamaktadır.
İkinci sorun ise, “bilimsel yetersizlik”
sorunudur. MHP, -yapıyorsa bilmiyorum,
eğer öyleyse, yanlış yapıyor demektir. Zira
burada örneklemekten utandığım o kadar
ciddi iletişimsel hatalar var ki, AKP ya da
CHP hiç propoganda yapmasa dahi, kendi
kendimizi fena halde baltalıyoruz- ciddi
iletişimcilerin bilimsel rehberliğinde
kendisine bir yol çizerek, bilimsel,
kurumsal ve realist bir iletişim karması
hazırlamalı, bütün söylemlerini buna göre,
çok yönlü ve uzun vadeli bu karmaya
uygunluk esasına dikkat ederek
belirlemelidir. Sözgelimi, Gezi Parkı
olayları sırasında Bahçeli’nin bir
destekleyen, bir köstekleyen, sağdan sola
savrulan açıklamaları ciddi bir eksikliği
gözler önüne serdi. Kendi partim olmasa
gülerdim, maalesef dişlerimi sıkıp
üzülmekle yetindim.
Üçüncü sorun, yönetim sorunudur. Yaşım
ve ilgi alanım itibariyle siyasi
dedikodulara derinlemesine vakıf değilim
ama, MHP sürekli ön plana çıkan, sorun
yaratan ve ayrılan/üstü çizilen adamlar
döngüsü yaşıyor. Son örneği Mansur
Yavaş’tır. Ümit Özdağ bunlardan biridir. İş,
git gide, Stalin’in, Ekim Devrimi’ni
gerçekleştiren isimlerden her birini teker
teker kurşuna dizdirip “sağcı”, “troçkist”,
“menşevik” suçlamalarıyla karalamasına
dönüyor: Partinin yetiştirdiği eli yüzü
düzgün, ön plana çıkan isimlerin biri
diyelim cemaat ajanı, diğeri Ergenekoncu,
öbürü kripto Ermeni, beriki mason, öteki
dönek; tek doğru ülkücü partiyi şu kadar
yıldır yönetip iktidar yapamayan, Hüseyin
Çelik gibi bir hadsizin bizi öfkeden deliye
döndüren açıklamalarına ortam
hazırlayan, gençlere açılım yapamayan,
“AKP Payandası” sıfatını üstümüze
bırakan, en önemlisi, gündem
belirleyemeyip, hep yaratılan gündemde
küçük hesapların peşinde “merkez sağ”
odağında konum almaya çalışan mevcut
yönetim midir? Ben şahsen Mansur Yavaş’ı
pek sevmem, mevcut yönetimi
eleştirenlerin de, özellikle kongre
zamanında, ne kadar iğrençleşebildiğini
görüp, yönetimi müdafaa eden yazılar
yazmıştım ki genel merkezden kimi
isimlerin sevgisini kazanmıştım. Ama bunu
söylemek lazım, söylemek lazım ki
Hüseyin Çelik gibiler, Mümtazer Türköne
gibilerden değil, ülkücü bir gençten duyun,
ağırınıza gitmesin, el yıkmak için eleştirir,
“gardaş” yapmak için.
Dördüncü sorun, girişte değindiğim,
“tahammülsüzlük” sorunudur ki, üçüncü
sorunla da ilişkilidir. Tepeden inmeci,
“lider teşkilat doktrin tartışılmaz” diyen
usul, Türkiye’deki iç savaş şartlarındaki
gereksinimlerden ortaya çıkmıştır, artık
ne MHP’de, ne genel siyasette yeri vardır.
Hal böyleyken, bir ülkücü genç olarak,
tahammüllü, kapsayıcı, kuşatıcı, gerekirse
özür dileyebilen, samimi bir şekilde
aramıza karışan, “odunla adam döven
öğretmen” tipi değil, “müşfik ve vakur
baba” karizmasında bir lider istiyorum.
GENCAY
22
Beşinci sorun, söylem sorunu. MHP ana
propogandasını hep hamasi tutuyor,
sosyal sorunlara, Gezi Parkı gibi sosyal
reaksiyonlara yeterince eğilmiyor, “insana
dair ne varsa” bütünüyle kapsamıyor,
sanki varoluş karmasının içinden sadece
“milli reaksiyonerlik”i seçmiş ve “ben
iktidara gelmeyeyim, sadece arada bir
Türk lafını kullanarak hamasi bir nutuk
çekecek bir parti mecliste, renklerden biri
olarak mevcut olsun” der gibi. Bu bizim
çok eskiden beri gelen bir sorunumuzdur
ve buna karşı şahsen önerdiğim “evrensel
milliyetçilik” bakışı, kimileri tarafından
“beynelminelcilik” olarak algılanıyor, beni
eleştiriyorlar. Varsın eleştirsinler, haklı
olduğum ortaya çıktığında onlar bu fikrin
en ateşli savunucuları olacaklar.
MHP, ne olursa olsun benim partim olduğu
için, yazasım gelenleri kırptım,
diyeceklerimin çoğunu demedim.
Ülkücüler ve Sokak, Gezi Parkı Olayları ve
Milliyetçi Analiz başlıklı yazılarımı
okursanız, daha aydınlatıcı olacaktır. Eğer
bu yazıya “öyle değil” gibisinden geri
dönüşler alırsam, böyle olduğunu
ispatlayacak, daha etraflı bir yazı
yazacağım, ayrıca “çözüm ne olmalıdır?”
sorusuna eğileceğim. Şimdilik, mevcut
yönetimi, doğru olanın o olduğuna
inandığım için savunduğumda
teveccühünü kazandığım “makamlı” ve
“makamsız” kimi isimlerin tepkilerini
ölçmek istiyorum.
Gelelim Gezi Parkı olayları meselesine.
Uzun uzun dört yazı yazdım bu konuyla
ilgili, tekrar analize girişmeyeceğim.
Sadece ilerisi için bir öngörüde bulunmaya
çalışayım. Bahçeli, “10 milyon oy iktidar
değiştirir” diyor, gençleri MHP’ye kanalize
etmek amacını belirtiyor.
Evet, 10 milyon oy iktidar değiştirir, ve
Bahçeli’nin meyl u muhabbetini
kazanmaya çalıştığı bu 18-25 yaş arası
gençler, gezi parkı için düzenlenen
eylemlere büyük oranda destek veriyorlar.
Bahçeli tam tersi bir konumlandırma yaptı
kendine. Şimdi, “gençler bize oy verin”
diyor. İlk yazdığım yazıda açıklamıştım, o
gençlerin büyük çoğunluğunun ilk
“politize olmak” tecrübesiydi bu eylemler,
ve orada “yanında” gördüklerine meyl
edecekler. Biz milliyetçi gençler, orada
bulunarak, hiç değilse bizi gören gençlerin
teveccühünü kazandık, Bahçeli, Gezi Parkı
olaylarının en büyük kaybedeni oldu.
-Yahu ülkücü anne babanın ülkücü
çocuğuyum, ben verirken gönülsüz
veriyorum, dışladığın, aşağıladığın,
görmezden geldiğin, dilinden konuşma
ihtiyacı duymadığın herhangi bir Türk
genci neden oy versin?-
[Mhp'nin bu iletişim sorunu, genel merkez
binası kadar büyük. Bunun sorumlusu
Bahçeli de değil, çok derine inen ve genişe
yayılan bütüncül bir "dekadans".
(sözcüğün türkçesini kullanmaya içim
elvermedi.)]
GENCAY
23
Gezi parkı olaylarını, bu açıdan
yorumlayınca, bir işarettir: Yeni neslin
“algı”sı farklı. Bu algının ne olduğuna,
neden değiştiğine dair sosyolojik analizler
başka bir yazının konusudur. Sadece şunu
diyeyim, ben ki ülkücüyüm, MHP’nin
ortaya koyduğu eylem ve söylem karması
beni çekmek şöyle dursun, itiyor, yanlış,
saçma, gereksiz ve muzır bir kurgu var
çünkü. Ülkücülükle hiç alakası olmayan
gençler içinse, çok daha feci bir durum var.
Öyleyse, Gezi parkı olayları, yeni neslin,
“arabesk” kafadan, “avrupalı” kafaya
geçişinin göstergesidir. Buradaki
“arabesk” ve “avrupalı” terimlerini, henüz
dönüşüm yeterince tamamlanmadığından,
uygun terimlerimiz yokluğu sebebiyle,
müteşabih olarak seçtim, “araplar” ya da
“avrupalılar” ile ilgisi yoktur.
Bu “Avrupalı algısı”na geçiş, en büyük
kazanımdır. Bu yeni algı, bir alternatif
yaratmayacak, AKP’yi indirmeyecek, ihtilal
tetiklemeyecek. Bu algı, mevcut
hareketlerin “kendine çeki düzen
vermesini sağlayacak: İslamcılar avrupa
hristiyan demokratlarına benzer bir
“muhafazakar liberal” havaya, solcular
“sosyal demokratlık”a meyledecekler.
Milliyetçiler ise, treni kaçırdıkları için yok
olacaklar, yok olmaması için tek çare,
bahsettğim sorunları aşıp, seküler, bilimci,
realist ve çok yönlü bir “evrensel
milliyeçtilik” anlayışıyla Türk
miliyetçiliğinin ve milletinin öncüsü haline
gelmektir.
…
Zaman darlığından oldukça yüzeysel
tuttuğum bu yazı yine de bir dergi yazısı
olarak biraz uzunca oldu, okuyucunun
affına sığınırım. Uzun yılların sorunlarını
23 yaşında genç bir iletişimci olarak ele
almak zaten benim yetkinliğimi aşan bir iş,
üstüne bir de gündelik hayatın gailesi
eklenince, yazı savruk ve lezzetsiz olmuş
olabilir. Dilerim, “Türk’ü Tanımadan
Türkçülük Yapmak” meselesini kaleme
alırken daha güzel bir yazıyla sizlerle
buluşurum.
Ezen bolsun karındaş kalık.
GENCAY
24
HANGİ MİLLİ İRADEYE DARBE?
AYAKLAR ALTINDAKİNE Mİ? Ahmet KANBUR
Neden mi bahsediyorum? Tabi ki
ülkemizde son dönemin en önemli
hadiselerinden biri olan yolsuzluk
iddialarından sonraki gelişmelerden
bahsediyorum. Hiç şüphesiz büyük
çoğunluğunu Müslüman kesimin
oluşturduğu bir ülkede, yolsuzluk gibi bir
olay pek de hoş karşılanmaz. Hatta "yetim
ve öksüzlerin hakkı yenmektedir."
düşüncesiyle haram kabul edilir ve bu
inanç konunun manevi boyutunu
oluşturur. Manevi düşüncenin yanında bir
de konunun Milli yönü vardır ki o da
devletin ve devleti oluşturan milletin
çıkarlarını esas alır.
Yolsuzluk oldu mu, olmadı mı? Bu sorunun
cevabı sadece yargıda olmakla birlikte,
masumiyet karinesi gereği ceza
kesinleşinceye kadar her bir zanlı masum
kabul edilmek mecburiyetindedir. O
sebeple, biz de kamuoyu olarak yargı
sonucunu bekleyeceğiz.
Ancak konunun bizleri ilgilendiren önemli
bir kısmı daha var. Hatırlayacağınız üzere,
olayın ardından Sayın Başbakan açıklama
yapmış ve bu olayın uluslararası bir
operasyon olduğunu söylemişti. Hatta bu
sözlerle yetinmeyip vurgulu bir ses
tonuyla "BU OLAY MİLLİ İRADEYE DARBE
TEŞEBBÜSÜDÜR." demişti. Tabi, milli olan
her şeyi ayaklarının altına aldığını ifade
eden Başbakan'ın bu çıkışı, her kesimi
fazlasıyla şaşırttı. Biz de hem bu
şaşkınlığın verdiği sersemlik halini
üzerimizden atabilmek, hem de bu olayın
gerçekten Milli İrade'nin engellenmesi
olup olmadığını öğrenebilmek adına,
zihinlerimizi biraz yorarak geçmişe bir göz
attık.
Şimdi sayacak olduğumuz konular
derinlemesine bir araştırma değil; aksine
yüzeysel ve üzerinde çok çaba sarf
etmeden herkesin hatırlayabileceği
konulardır. ”Bu konuları sıralamaktaki
amacımız, gerçekten ortada bahsedildiği
gibi bir Milli İrade varsa bu yaşananlar,
yaman bir çelişki değil midir?” Sorusunun
cevabını aramaktır.
(Yukarıda ifade ettiğim gibi bu yazı
derinlemesine bir araştırmayı içermediği
için kronolojik sılama göz ardı edilmiştir.)
- Sayın Reisi Cumhur, "Güzel Şeyler
Olacak!" açıklamasını yaptıktan sonra
"KÜRT AÇILIMI!" dahil her konuda açılım
yapıldı; bir tek TÜRK MİLLETİ açılamadı!
GENCAY
25
- Diyarbakır Belediye Başkanı Osman
Baydemir, TÜRK DEVLETİ'ne " Meşe
Ağacının Dalları"nı önerdi. Cevap
verilmedi!
- Habur'da dağdan inen PKK'lılar, şimdiki
isimleriyle "Aktivistler" için kurulan TÜRK
MAHKEMELERİ, TÜRK MİLLETİ dışında
bütün milletler adına karar vererek hem
hukuk, hem de MİLLİ İRADE hiçe sayıldı!
- Vatani görev olan "Askerlik Görevi"
paralı hale getirildi!
- Ülkemizin ve cumhuriyetimizin banisi
yüce Atatürk'e "Ayyaş" benzetmesi yapıldı.
Bırakın özür dinlenmesini, bu ithama
cevap dahi verilemedi!
- "MİLLİ İRADE"nin tecellisi için canlarını
ortaya koyan aziz şehitlerimize "KELLE",
onlarının canlarına sebep olan terör
hamisine "SAYIN" denildi!!!
- İsminde barış ve demokrasi kelimelerinin
bulunduğu siyasal partinin milletvekilleri
TÜRK POLİSİ'ni tokatladı, demokrasiye
geçiş sürecinde aşama kaydediyoruz
cevabı alındı!
- İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif
ERSOY'un TÜRK olmadığı söylendi!
- Yine İstiklal Marşı’mızdaki "Kahraman
Irkıma Bir Gül" bölümü, ırkçı bulunduğu
gerekçesi ile tartışmaya açıldı. Yine cevap
verilmedi
- Irak'ta TÜRK ASKERİ'nin başına çuval
geçirildi. TÜRK MİLLETİ "nota" verilmesini
beklerken, "NE NOTASI, BU MÜZİK
NOTASINA BENZEMEZ." cevabı alındı!
- Gazze için yakılan ağıtlar, Musul, Kerkük,
Süleymaniye ve Halep gibi TÜRKMEN
ŞEHİRLERİ'nde yapılan katliamlar için
yakılmadı!
- Mısır'daki olaylarda sembol haline gelen
"Rabia", miting meydanlarının
propagandasını oluştururken; Çin
zulmüne maruz kalarak sistematik bir
şekilde yok edilmeye çalışılan Doğu
Türkistan'ın sembol ismi olan "RABİA
KADİR" görmezden gelindi!
- Barzani Türkiye'ye geldi. Toplantı
salonunda "Türkiye Seninle Gurur
Duyuyor" sloganlarıyla karşılanan
Barzani'nin, ülkemize takım elbise ile girip
toplantıya peşmerge kıyafetiyle katıldığı
anlatılmadı! (Güzel şeyler olmaya devam
ediyordu.)
- Ergenekon gibi TÜRK MILLETİ için
önemi anlatılmayacak kadar büyük olan
bir kelime, Silahlı Kuvvetler'i kapsayan bir
operasyona isim olarak verildi. Daha sonra
bu isim iddia edilen örgütün ismiymiş gibi
kamuoyuna takdim edilerek hem ruhsal
bir karmaşa yaratılmasına sebep olundu
hem de bir gurur abidesi olan Ergenekon
kelimesinin halk tarafından korkulan bir
karşılığı oluştu. Kimse çıkıp bu konunun
GENCAY
26
aydınlatılması için açıklama yapma
tenezzülünde dahi bulunmadı!
- TÜRK KIZILAYI'nın çıkardığı ürünlerin
üzerindeki bu ibare değiştirilerek, sadece
"KIZILAY" yazıldı. TÜRK kelimesinin
neden kaldırıldığı açıklanmadı!
- Kurumlarımızın başında yazılı bulunan
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ibaresi olan
"T.C." kaldırılmak istendi. Birçok kurumda
kaldırıldı ancak tepkiler yoğunlaşınca
birkaç noktada geri adım atıldı. Vatandaş
açıklama beklerken, gerekli açıklama
Başbakan'dan geldi: "Uygulamadan
Haberim Yok." dedi!
- Yetişecek yeni nesillerin milli şuura sahip
olabilmeleri için her sabah okullarımızda
okutulan "ANDIMIZ" kaldırıldı!
- Alfabemizde bulunmayan "X, W, ve Q"
harfleri alfabemize eklenerek, TÜRK
MİLLETİ'nin en önemli değerlerinden olan
TÜRK DİLİ'nin yozlaşmasına zemin
hazırlandı!
- AKP MKYK üyesi Prof. Dr. Yasin AKTAY,
"TÜRK IRKI YOKTUR" dedi. Bu açıklamaya
karşı tepki oluşsa da vatandaş diplomanın
sadece bir kağıttan ibaret olduğu
gerekçesiyle AKTAY'ı kâle almadı!
- Başbakan "Her Türlü Milliyetçilik
Ayaklarımın Altındadır." dedi. Tepki olsa
da geri adım atılmadı!
Milliyetçilik adına burada yazılı olan ve
aklımıza gelmeyen bütün değerler hiçe
sayılmışken, bugün MİLLİ İRADEYE
DARBE YAPILIYOR iddiasının pek
inandırıcı olmadığını belirtmek isterim. Bu
vesileyle, yazımı bitirirken başlık haline
getirdiğim soruyu tekrar sormak
istiyorum:
HANGI MİLLİ İRADEYE DARBE, AYAKLAR
ALTINDAKİNE Mİ?
GENCAY
27
GENCAY
28
BİR DÜŞ GÖRDÜM, PEMBE Mİ BEMBE Muhammed BÜYÜKKÖROĞLU
Furkan günlerinin bekleyişindeydik
Avuçlarımızda zerdali çiçekleriyle Pembe mi pembe
Günahtı belki sükut, cılız kollarından
Ayak bastığımız ikindi yağmurlarına
Tutarak serçe kanatlarından ayna
Ardına yazılmış elif be Pembe mi pembe
***
Anlatıları olur yortu günlerinin
Çıplak bir heykel hayasızlığında
Kaşlarımızdan ibibikler yükselirdi
Sonra, sonra ve daha sonra
Kaçtık seninle şehirlerinden
Nefeslerimiz yoldaşımız oldu en derinden
***
Tembihledim sana korkmayacağız
Ama savaşmayacağızda
Kaçmayacağız hem bir daha
GENCAY
29
Tamam değişini tesbih gözlerinden okudum
***
Mor muydu ne gördüğüm düş
Rüzgarlar öpüyordu boynumu
Terliyorduk boncuk boncuk
İpe diziliyordu sonra gözlerimiz
Amma lakin imamesiz
Boncuk boncuk
***
Ağlamamalıyız demiştim hani
Eski şairlerin şiirlerine
Gizli bir hakikat ifşa etti dudakların
Konuşmadım oysaki daha sonra
Ben 'SEN' demiştim, şair 'MONA ROSA'
***
Yılsızsız akşamlardan korkardın
Ateş saçardı tutamadığım ellerin
Sahi tutamazdım
Dokunurdum fakat,
Tutsam yanardım
***
Ismarlanılıp adi kaldırım taşlarına
Kaç ayak bastı şimdiye dek
Küçük, büyük, düz, kadınsı
Söylenip yabancı şarkılarda sendeleyerek
Islandım gözlerimde gözlerini bekleyerek
GENCAY
30
***
Lal mıydı ki bu hancı
Yoksa konuşmayı mı unutmuştu
Tuz ekmek samimiyeti de yoktu
***
Duvarlara resmediyorduk birbirimizi
Kireç tadındaydı yanaklarımız
Önce arkama baktım durup durup, sonra sola
Daha sonrada daima sana
Ben 'SEN' demiştim, şair 'MONA ROSA'
***
Irgatı olurduk fesleğen tarlalarının
Ay çiçeklerinin gece bekçisi
Onlar 'güne aşık'tılar bilirsin bizim oralarda
Benzerlerdi çocuk resimlerine
Pembe mi pembe
***
Zaman yelesindeydi yağız bir atın
Ve toynaklarına kazılıydı kaderimiz
Bir gece ansızın yokuşlara vurdular
Saatleri on birde durdular
Pembe mi pembe
Peki ya sonra Ben 'SEN' demiştim
Şair mi? O da 'MONA ROSA'
GENCAY
31
GENCAY
32
KADINLAR Dilek AKILLIOĞLU
'Sonsuz Sayıda Çözüm'
İnsan hakları söylemi, 1789 İnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirgesi ile pozitif
hukuka geçen, özellikle de 1949 Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
ve Avrupa Sözleşmesi ile olgunlaşan
hukuk teorisidir. Ünlü olması ve insan
yaşamına girişi bu şekilde gerçekleşen
insan hakları söylemi, aynı zamanda
savunucularının eşit olmayanlar
tarafından yaptıkları bir koşuşturmadır.
Bu biçimde bir savunuculuğun örneklerini
görmek mümkün olduğu için insanın kendi
eliyle yarattığı hukuk ve benzeri yasa,
haklarda, eşitliklerde denge mutlak
bozulmaktadır. İşte bozuk dengede 'kadın'
kavramı ve yarattığı sorunlar hakkında iki
yazı boyunca yorumlara yer verilmeye
çalışılmıştır. İnsan haklarının, insanlara
verilmesi mümkün olamayacağına göre bu
haklardaki eşitsizliklerin kadın yönüne
değinerek sonuç yazıma başlamak
istiyorum.
Kadın hareketinin toplandığı bir yer ya da
kurum belirlemek güç olmasına rağmen
tarih boyunca insan hakları denildiğinde
kadınlar ve çocuklar kavramları hep ön
planda tutulmuştur. Bu eksik
vasıflandırmanın getirdiği algılar
sayesinde de hakları savunma meselesi
haksız olan kadına değil diğer mercilere
kalmıştır. Zira diğer merci olan erkekte
hak ya da eşitliğin evrim teorisi gibi kısır
bir alan olduğunu düşünerek öncü olmayı
reddetmiştir. Muhafazakârların yaptığı
davranışlarla başka köşelere saklanmıştır.
Kadında hak neye yarar?
Eşitlik ya da bir çağ düzeni olan adaletin
sağlamasına kadınların açısından
bakmamak lazımdır. Çünkü kadınların
gelişmesini sağlamak demek, aynı
zamanda ana-çocuk unvanlarında köklü
değişiklere, aile yaşamında da kendini
geliştirmiş kadının daha verimli hale
gelmesini sağlamak demektir. İsveç,
toplumsal cinsiyet eşitliği planında:
“Cinsiyet eşitliğini geliştirme konusundaki
çabalar çok uzun bir süredir sadece
kadınlara yöneltildi. Böylece sanki sorun
onlardaymış ve erkeklerin yaşam tarzına
ve düşünce yapısına uyarlanma
sorumluluğu onlara aitmiş gibi algılandı.
Oysa toplumsal cinsiyet eşitliği, erkek
değerlerine uyum göstermekle ilgili bir
şey değildir. Cinsiyet eşitliği, kadınlar ve
erkekler için eşit haklara, yükümlülüklere
ve fırsatlara dayanan yeni ve eşit ilişkiler
kurulması anlamına gelir.” uydu- uyum
ilişkisi yerine daha gelişimci bir ortam
kurulduğunda her alana kadın girebilecek,
aile, ana ve yurttaşlığın etkin yanı olarak
demokratik ülkenin kültürünü
oluşturabilecektir. Francis Bacon'un
GENCAY
33
dediği gibi dersek; “Bilinebilir doğa,
kadınsı bir şey gibi sunulur ve bilimin
görevi bu kadın üzerinde doğru türden
tahakküm kurmaktır.”
Felsefeciler 'Kadın' dediler mi?
Hukuksal olarak baktığımız kadın için
toplum bilimi olarak felsefeciler de
yorumlar yapmışlardır. Kadının sorun ve
sorunsallarının üzerine, kadının varlığı
üzerine bir cümle de olsa belirtmişlerdi ki
onların bu gibi cümleler belirtmeleri
kadınlar sonucu için olumludur. Öncelikle
Platon, evrendeki akıl ve düzenin
yansımasının kadın ruhunda erkek
ruhundaki kadar net olmadığını
varsaymıştır. Örneklere devam
ettiğimizde, Philo, “Aslında erkek olana
yönelerek, kadın cinsiyetini terk atmaktan
başka bir şey değildir; çünkü kadın cinsi
maddidir, edilgendir, cisimsel ve duygu-
algısaldır; oysa erkek olan etken, rasyonel,
cisim dışı ve zihin ve düşünceye daha
yakın olandır. “ demiştir. Augustinus göre
kadın, rasyonel zihinsel zekâ kapasitesi
bakımından eşit yaradılışa sahiptir; fakat
taşıdığı bedenin cinsiyeti nedeni ile
eyleme arzusunun rasyonel zihinle
doğrudan edimde bulunma becerisi için
erkeğe bağımlı yaratılmıştır yani, erkek
varken her şeydir. Erkek yokken bir hiçtir.
Descartes metot üzerine konuşmada kesin
bilgiye ulaşmak için geliştirdiği bilgi
yönteminin 'kadınlarda bile' işe
yarabileceğini yazmıştır. Kartezyan ise
“Erkek Akıl'ın şeylerin doğru bilgisine
ulaşmak için aşması gereken duyusal
alandan kadınlar sorumludur. O, erkek ise
eğer bilimin nihaî temelini yakalamak
istiyorsa, bilimsel etkinliğin büyük bir
bölümünde, disiplinli imgelem düzeyinde
ve katı, saf anlık düzeyine geçmek
zorundadır. Kadının görevi, erkek aklın
avuntu, ısı ve gevşeklik ihtiyacını
gidereceği alanı, zihin ve bedenin birbirine
karıştığı alanı korumaktır. Erkek, eğer
aklın en yüce biçimini uygulamak istiyorsa
yumuşak duyguları ve duygusallığı geride
bırakmak zorundadır; onları erkek için
koruyacak olan kadındır.” Kadına erkeği
yöneteceği mesajını vermiştir.
Rousseau, D' Alambert'e Mektup'ta
kadından şikâyet eder: “Hiçbir halk hiçbir
zaman aşırı şaraptan mahvolup
gitmemiştir; mahvolanlar hep kadınların
kural tanımazlıklarından mahvolmuştur.”
der.
Kant, Yüce ve Güzel Üzerine de bilgilenme
çabasında olan bir kadın, “sakal sahibi
olmayı istese daha iyi olur; çünkü
edinmeye uğraştığı derinlik havasını bu
şekilde daha iyi ifade edebilir.” demiştir.
Shopenhauer 'Kadınlar Hakkında' adlı bir
GENCAY
34
denemesinde kadının akıl yürütme
gücünün yoksun oluşunu, doğuştan gelen
bir olgunlaşmamışlık olarak dile
getirmiştir. Shopenhauer, kadınların sınırlı
türden bir hafıza yürütme becerisi
olduğunu “bütün yaşamları boyunca
büyük bir çocuk olarak” kalacaklarını
düşünmüştür. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde,
kadın bilincinin kişiliği olan “mutlu
düşünceleri, beğeni ve zerafet”i erkeğin
“tümel bir yeti” gerektiren başarısı ile
ölçmüştür. “Kadın, bilgiyi edinerek değil,
yaşayarak adeta fikirleri soluyarak
öğrenir. Buna karşılık erkek, erkeğin
statüsü ancak düşüncenin gerilimiyle ve
teknik bir çabayla kazanılır.” (1)
Bunca söylemin içinde kadının ne olduğu
ve ne isteği toplumu gözlemleyenler
tarafından savlar halinde sunulmuştur.
Toplamda kadın için ortak bir yorum
çıkmamasına rağmen toparlayıcı fakat
aynı zaman dağıtıcı vasıflar ortak kanaat
olarak alınabilir. Geçerli çözümleyici
cümleler olarak kabul edilebilir.
Bilmecenin sonu; 'Şemsiyemi
unutmuşum' (2)
“-Ancak konum kadın olacak.” (3)
Derrida yukarıdaki cümleyi Nietzsche'nin
Üsluplarını incelerken kurmuştur. Derrida
kadın ve hakikat ilişkisini değinmiş,
Nietzsche'nin üslubunu, kullandığı isimleri
incelerken kadın kavramına da eğilmiştir.
Derrida'nın dikkat çektiği Nietzsche'nin
kullandığı dilde dişil özellik taşımasıdır.
Benim ise metinlerinde kullanmak
istediğim bu dişil durum üzerinden
nitelendirdiği kadın tipleridir. Bu
tiplemeler kadın kavramı hakkında kesin
olmasa bile kimlik ve arayış açısından
bana kalırsa kadına tam oturan
yorumlardır.
Derrida, ilişkilendirdiği felsefede üç kadın
biçimi ortaya çıkarmıştır:
Birinci tiplemede bahsettiği kadın
korkulan kadındır. Bu kadın gerçek kadını
bulma çabasında olan kadındır. Katı
kuralcı ve feministtir. Derrida’nın
ifadeleriyle, “Bir erkek gibi olmayı
arzulayan bir kadının işleminden başka bir
şey değildir ve eril dogmatik filozofa
benzemek için bu kadın, bütün iğdiş
edilmiş erkeklik/iktidar yanılsamalarıyla
hakikate, bilime ve nesnelliğe-onun sahip
çıktığı kadar-sahip çıkar.” (Derrida, 2007,
s.151) Var olana olduğu gibi inanan bir
kadın tiplemesi şeklinde belirtilen bu
kadın metafizikseldir. Nesnel olarak
konuşmayı sevmektedir.
İkinci biçimleyici tanımda ise kadın
yanılsama ile özdeşleştirilmiştir. Derrida
bu kadın için unutkan olmasından ve
hedeften gözünü ayırmasından dolayı
yakınmaktadır. “Kendisini gizlemek,
metafizikçinin kendisini ve kendi anlamını
sabit kılma girişimine karşı koymak için
hakikatle oynayan sanatçıdır: “En büyük
sanatı yalandır, en yüce ilgisi görünüş ve
güzellik” (Derrida, 2007, s.153). Ancak bu
GENCAY
35
tür kadın, fanatik biçimde kendi
ideallerine yapışır ve aslında bu idealleri
kendisinin yarattığını unutursa, kendi
yanılsaması tarafından rahatça
ayartılabilir. “ Ayartma sonucu olarak
yanlış sonuçlara ulaşabilir.
“Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye
dek ona yöneltilmemiş en çetin istekle
çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim
olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum.
Aslında bilinmeliydi bu: “Kimliğimi
saklamış” değilim çünkü…” (Nietzsche,
1998, s.7)
Nietzsche'nin bu cümlelerinden destek
alarak kimliğini saklamayan, sonuncu
kadın tiplemesinde ise Derrida şöyle
söylemektedir: Olumlayıcı kadın ise
hakikat ve yaşamı perspektife
dayandırarak bütün temelleri ve
kesinlikleri terk eden Dionysosçu güce
karşılık gelir: “Olumlayıcı bir güç, bir usta
bir sanatçı, bir coşku olarak kabul edilip
olumlanır ve artık onu olumlayan erkek
değildir. Kadın, erkekte bizzat kendini
olumlar.” (Derrida, 2007, s.165).
Derrida’nın vermiş olduğu anlayışlardan
‘kadın için kadına ait olan her şey
kullanılmaya hazırdır’ çıkarımını yapabilir.
Çünkü kadın Derrida'nın dediği gibi
hakikat ile ilgilenmeyi pek sevmez. Kadın
hakikatlerini kendi ayartır. Süslerini,
aldanışlarını, güzelliğini, asilliğini,
dişiliğini, analığını, siyasetçiliğini ele
geçirmeyi kendi gün yüzüne çıkarır. Sonuç
olarak denilebilir ki onu ifade eden imza,
yine onu tanımakla mümkündür.
KAYNAKLAR
1. (Erkek Akıl, Genevieve Lloyd,
Ayrıntı,1996, İst.)
2. Mahmuzlar Nietzsche'nin Üslupları,
Jacgues Derrida, Babil Yayınları, 2002
3. Öztürk, H. (2008). Derrida’nın
Nietzscheleri: İsim, kadınlar ve şemsiye
üzerine denemeler. Uluslararası İnsan
Bilimleri Dergisi
GENCAY
36
GENCAY
37
BİTKİSEL İLAÇ OLARAK PAZARLANAN
ÜRÜNLER HAKKINDA DERLEME Dr. Alperen KIZIKLI
Ülkemizde son on yıl içinde dünyada
alternatif tıp olarak tanımlanan bitkisel
ilaçlara ilginin arttığı görülmektedir. Bu
artış gelişmiş ülkelerde son yirmi yılda
olmuştur. Şu anda bitkisel ilaçların bütün
dünyadaki toplam pazar payının 2000 yılı
için yaklaşık altmış milyar dolar olduğu
tahmin edilmektedir ve bu, dünyadaki
yıllık ilaç pazarının yaklaşık %20’sini
oluşturmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 2000
yılındaki raporunda, Avrupa, Avustralya
ve Kuzey Amerika’da yaşayan insanların
yaklaşık %50’sinin alternatif-destekleyici
tedavi metotlarından birini kullandıklarını
ve bu metotlar içinde en çok kullanılanın
da bitkisel ilaçlar olduğunu açıklamıştır.
Aynı raporda Çin’de kullanılan bitkisel
ilaçların, aynı ülkede total olarak
kullanılan ilaçların yaklaşık %30-50’ni
oluşturduğu ve ekonomik açıdan daha
sıkıntılı olan ülkelerde ise (Afrika kıtası
gibi) halkın halen geleneksel tedavi
metotlarını kullandığı ifade edilmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün 2004 yılında
yayınladığı raporunda, bu konuda birçok
ülkede yasal düzenlemelerin yetersiz
olduğu, kalite kontrol, etkinlik ve güvenlik
çalışmalarının yapılmadığı, bunun
sonucunda da halk sağlığı için büyük bir
tehdit olduğu ifade edilmiştir. Raporda
özellikle Çin, Hindistan ve Pakistan’dan
gelen ürünlere daha fazla dikkat edilmesi
gerektiği de vurgulanmıştır. Yıllarca
piyasada ilaç olarak satılan zayıflama ilacı
“Sibutramin”in, kalp ve karaciğere
olumsuz etkileri nedeniyle piyasadan
çekilmesine karar verilmiştir. Buna
rağmen Çin’den ithal edilen ‘tamamen
doğal’ bazı bitkisel zayıflama ilaçlarının
içinde yasak olmasına rağmen yüksek
dozlarda Sibutramin olduğu tespit
edilmiştir.
Kişilerin özellikle hekim veya eczacı
kontrolü olmadan kendi kendilerine ya da
uzman olmayan kişilerin tavsiyeleri ile
kullandıkları bitkisel ilaçlar ve ürünler
yaşamı tehdit edebilecek ölçüde ciddi yan
etkilere yol açabilmektedir. Bu konu ile
ilgili olarak, özellikle lisansı olmayan,
kalite, etkililik ve güvenirliliği
gösterilmemiş, etiketlenmesi ve
standardizasyonu uygun olarak
yapılmamış, daha çok denetimsiz ve
reçetesiz ilaçların kullanımlarının artması
üzerine başta ABD ve Avrupa olmak üzere
tüm dünyada yan etkilere dikkat çekmek
GENCAY
38
için yapılan bilimsel yayınların sıklığı
belirgin şekilde artmıştır. Bu yan etkiler
daha çok öngörülemeyen, doza-bağımlı
olmayan, bazen çok ufak etkisiz dozda bile
ortaya çıkabilen, olağan-dışı ve potansiyel
olarak daha ciddi reaksiyonlardır. Bununla
birlikte “Doğaldır, o halde zararsızdır.”
fikrinin doğru olmadığını, yapılan klinik
çalışmalar açık bir şekilde göstermiştir.
Bitkisel ilaçlar hakkında birçok kişi genel
olarak “Bunlar doğal ürünlerdir, o nedenle
güvenlidir.” görüşünü benimsemiştir. Bu
görüş, tüm dünyada bu ürünlerin
kullanımının hızla artmasına neden
olmuştur. Ayrıca bu ürünlerin herhangi bir
fiyat kontrol mekanizması da
bulunmaktadır ve yüksek kârlılığı
nedeniyle bitkisel ürünlerin
pazarlanmasına olan ticari ilgi giderek
artış göstermektedir.
Hem ülkemizde hem de dünyada bitkisel
ilaç furyası, kontrolsüz bir biçimde tavan
yapmıştır. Tüketimin artmasına paralel,
bitkisel ürün pazarı giderek genişlemiştir.
Doğal tedavi şeklinde de pazarlanan
ürünler hastalara çok cazip gelmiş ve
ürünlerin zararsız olabileceği algısına da
yol açmıştır. İnternet üzerinden yapılan
ticaret, bitkisel ürün pazarının, hem
yaygınlaşmasına katkıda bulunmuş hem
de denetlenmesini zorlaştırmıştır.
Ülkemizde bu tür bitkisel ürünleri
hazırladıklarını iddia ederek satan
kişilerin bilinçsizlikleri ve kontrol
mekanizmalarının yetersiz olması,
hastalarda çeşitli yan etkilerin ortaya
çıkmasına ve ölümlere yol açabilmektedir.
Bitkisel ürünlerin bazıları gerçekten
yararlı olabilir fakat bu ürünlerin yararlı
olduklarını gösteren kanıtlar ve bilimsel
çalışmalar sınırlı sayıdadır. Eczanelerde
satılan herhangi bir ruhsatlı ilaç, çeşitli faz
çalışmalarından geçip piyasaya çıkarken
bitkisel ürünler kısa sürelerde daha kolay
ve güçlü söylemlerle ortaya çıkabiliyor.
Bitkilerle tedavinin temelinde gözlem,
kültür ve gelenek ön plandadır; bilimsel
deneyler daha ziyade geri planda
kalmaktadır. O nedenle bu ürünlerin
yararları kanıta değil, varsayımlara
dayanmaktadır.
Bitkisel ürünlerin içinde çoğu zaman ne
olduğu tam olarak bilinmemektedir;
üretici firmaların ürünlerinin içerdiği
madde miktarlarını dozlarıyla birlikte
yazmadığı görülmektedir.
Bitkisel ürünlerin içeriği mevsimsel
ritimler, iklim değişiklikleri, tarım metodu
GENCAY
39
ve hasat sonrası depolama koşullarına
göre değişmektedir. Sonuç olarak; aynı
miktar bitki içinde, çok farklı miktarlarda
aktif madde olabilir. Bununla birlikte tüm
bu süreçlerde bitkilere mikrop veya ağır
metallerin bulaşması birçok yan etkiye
neden olabilmektedir. İçlerinde ağır metal
olarak adlandırılan kurşun, cıva gibi
yabancı maddeler tespit edilebilir.
Bitkisel ürünlerin yarattığı çeşitli sorunlar,
hastanın doktor tarafından verilen ilaç
tedavisini aksatması, tedaviye uyumsuzluk
yaratması, bitkisel ürünlerin ilaçlarla
etkileşime girmesi, kan basıncını
yükseltebilmesi, medikal tedaviye direnç
geliştirebilmesi şeklinde ifade edilebilir.
Ayrıca bitkisel ürünlerin gebelerde, süt
veren annelerde kullanılması sakıncalıdır.
Bu tür ürünlerin çocuklarda
kullanımından kaçınılması gerekmektedir.
Çünkü çocukların vücut metabolizmaları
erişkinlerden farklıdır; metabolik enzim
sistemleri tam olarak gelişmemiştir ve
vücut ağırlıklarına göre doz ayarlaması
yapılamadığı için öldürücü dozlara
kolaylıkla ulaşılması mümkündür. Bunun
yanında çok miktarda ilaç kullanmak
durumunda olan yaşlı hastaların
kullandıkları ilaçlarla aldıkları bitkisel
ilaçların etkileşimleri de göz ardı
edilmemesi gereken başka bir konudur.
Bilimsellikten uzak söylemlerle yapılan
reklamlarda, sanki bitkisel tedavi ile tüm
hastalıkların iyileşeceğine dair yanıltıcı
bilgiler verilmektedir. Bitkisel ürünlerin
etkilerinin ortaya konması için gerekli
laboratuvar değerlendirmelerinin ne
düzeyde yapıldığına dair şüpheler
giderilmeden tamamen bitkisel, hiçbir yan
etkisi olmayan, bakanlık onaylı, alternatif
tedavi ya da destekleyici tedavi gibi
söylemlerle insan sağlığı tehlikeye
atılmaktadır.
Daha vahim bir nokta ise hastalar
reklamların etkisiyle bu ürünleri ilaç gibi
kullanmalarına rağmen doktora
muayeneye geldiklerinde kullandıkları bu
ürünleri ilaçtan saymamaktadırlar.
Hekime bu ürünleri kullandığına dair
herhangi bir bilgi vermemektedirler.
Toplumda yaygın olarak doktorların
bitkisel ürünlere karşı olduğu gibi bir
düşünce vardır. Aslında hekimler bitkisel
ürünlere karşı değildir. Ancak bu konuda
kanıtlanmış bilgilerin az olması ve
bitkideki madde miktarlarının standart
olmaması nedeniyle hekimler bitkisel
ürünlerle tedavi seçeneğini hastalarına
sunamamaktadırlar.
1987 yılından itibaren, Sağlık
Bakanlığı’nın bitkisel ilaç politikası kesinti
ve dalgalanmalar gösterdiği için bu
ürünleri ithal etmek isteyenler Tarım
Bakanlığı'na başvurmuş ve gıda desteği
şeklinde izin alarak bu ürünleri (Ginseng,
Ginkgo biloba) piyasaya sürmüşlerdir. Bu
yol çok sayıda bitkisel zayıflama çayı ve
bitkisel ilaçlar için de kullanılmıştır. Gıda,
Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı sahip
olduğu izin verme işini, Türk Gıda Kodeksi
çıktıktan sonra daha yoğun bir şekilde
yapmaya başlamış ve aslında ilaç gibi
eczanelerde satılması gereken birçok
ürün, eczane dışında aktar ve benzeri
dükkânlarda, süper marketlerde, zincir
mağazaların dükkânlarında satılmaya
başlamıştır. 2002 yılında Tarım Bakanlığı
ve Sağlık Bakanlığı arasında bir protokol
GENCAY
40
imzalanarak bu tür ürünlerin
ruhsatlandırılma ve ithâl izinleri Sağlık
Bakanlığı’na devredilmiştir. Türkiye’de
Sağlık Bakanlığı’nın bitkisel ürünler
üzerindeki denetimi halen istenilen
düzeyde değildir.
Halen piyasada yer alan birçok bitkisel
ürünün geçmişte piyasaya sürülmesini
onaylamış bakanlık, Gıda-Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı'dır. Kişiden kişiye
değişen çeşitli etkileri tam anlamıyla
ortaya konmamış olan bu bitkisel ürünler
Sağlık Bakanlığı tarafından
denetlenmediği ve ruhsatlandırılmadığı
için ilaç vasfını tam manasıyla
taşımamaktadır. Bu sebeple kullanımı
konusuna şüpheler giderildiği zamana
kadar hiç bir gerçek hekim bu ürünleri
hastalarına bir çare olarak sunmamalıdır.
Hastalarımızın da bu ilaçları öneren hekim
ünvanlı pazarlamacılara dikkat etmesi,
reklamlara kanarak kendi medikal
tedavilerini aksatmamaları gerekmektedir.
Siz değerli okuyucularımıza huzur ve
mutluluk dolu bir ömür diliyorum.
Sağlıcakla kalınız.
Bu derleme yazının hazırlanması
esnasında Uz. Dr. Süleyman URAZ 'ın
“Bitkisel ilaçlar hakkında bilmeniz
gerekenler” adlı makalesinden; Prof. Dr.
Mine Sibel GÜRÜN ve Prof. Dr. Öner SÜZER
tarafından yazılmış “Süzer Farmakoloji”
kitabının 62. konusu olan “Bitkisel İlaçlar”
bölümünden faydalanılmıştır.
GENCAY
41
SELÇUKLULARDA EĞİTİMİN TEMEL
DİNAMİĞİ: NİZAMİYE MEDRESELERİ Fatih ORTA / Konuk Yazar
Giriş
Selçuklular Türk tarihinin en önemli
kısımlarından birini teşkil etmektedir.
Çağrı Beğ’in keşif harekâtlarıyla
Anadolu’yu yurt kurmak için plânlamalar
yapılmış ve Türkmen kitleleri fethe zemin
olmaları amacıyla Anadolu’ya intikal
ettirilmiştir. Dandanakan (1040) zaferiyle
bağımsız bir devlet hüviyetine bürünen
Selçuklular 1071 Malazgirt Savaşı ile de
Anadolu’yu fethedebileceğine iman
etmişlerdir. Böylece Selçuklu Türkleri
Anadolu’da iz bırakabilmek ve kalıcı
olabilmek amacıyla büyük ilim ve kültür
atağına kalkarak Türk-İslâm
Medeniyeti’nin en mühim eserlerini
yapmışlardır. İlim hayatında da tesis
edilen Nizamiye Medreseleri Türk-İslâm
Medeniyeti’nin neticelerinden birisidir.
1.Nizamiye Medreseleri’nin Kurulması
Hz. Peygamberimizin vefatını takiben ve
Hulefa-i Raşidin dönemlerinde ortaya
çıkan olaylar İslâm âlemini iki zıt kutba
ayırmıştır. Şia itikadı ve Rafizilik İslâm
âleminde içtimaî nizamı tehdit eden
seviyeye gelmişlerdir. Bu durumda Sünnî
Abbasî halifesi dahi müşkül durumda
kalmıştır. Bu sırada Tuğrul Beğ de Abbasî
halifesinin ve dahi İslâm âleminin
hamiliğine soyunarak Türk milletini bir
nevi İslâm âleminin koruyucusu
makamına getirmiştir. Tabi böyle bir
durumda Türklerin diğer mezheplere
düşmanlığı olası bir beklentidir ama öyle
olmamıştır. İslâm dinini ve Selçuklu
İmparatorluğu’nu yıkmak için çeşitli
teşkilâtlar kuran Batıniler ve müfrit Şi’iler
müstesna, Selçuklu sultanları ve beyleri
mezhepler arası farklara ve kavgalara asla
müdahale etmemişler; ancak nadir
ahvalde içtimaî nizamı korumak ve
mücadeleleri yatıştırmak maksadiyle
uzlaştırıcı bir rol oynamışlardır.
Selçuklular kendi devlet teşkilâtlarını ve
İslâm âlemini batıl itikatlardan muhafaza
etmek için bazı tedbirler almışlardır.
Selçuklular Şiî ve Rafizi cereyanlara aynı
zamanda kültürel sahada da karşı
çıkmışlar, bu maksatla türlü himaye ve
eğitim faaliyetleri ile fikri yönden
İslamiyeti takviye edici tedbirler
almışlardır ki bunların başında
medreselerin kuruluşu gelmektedir.
İsmaililer eliyle Suriye ve Irak, hatta İran
coğrafyasının muayyen bir kısmında güçlü
bir örgütlenme inşa etmiş olan Şiî
Fatımîlere karşı bir yandan Abbasîleri bir
yandan da Sünnî İslamı koruma rolüne
soyunan Selçuklular, askeri mücadelenin
GENCAY
42
yetersizliğinin farkına vararak Fatımîlerin
üst düzey medreseleri olan Darü’l
Hikme’ye karşı Nizamiye Medreseleri’ni
kurmuşlar; bu şekilde İslâm âleminde yeni
bir çığır açmışlardır.
Şiî ve Sünnî diye iki ayrı kutba ayrılan
İslâm âleminde Fatımîler Şiîliğin,
Abbasîler ise Sünnîliğin hamisi veya lideri
konumundaydılar. Selçuklular, Şiî
Fatımîlere karşı güçsüz durumda bulunan
Abbasî halifesine yardım sağlayarak onları
tekrardan muktedir kılmaya çalışmıştır.
İslâm âleminde kendisine bir vazife veya
mevki arayan Selçuklular da Abbasî
halifeliğinin acziyetini fark ederek onlara
yardım etmiş ve böylece İslâm âleminde
sevilir, sayılır ve sözü geçer olmuştur.
Sünnî akidelere bağlı Selçuklu sultanları
önce Bağdad hilâfetini kurtarmışlar ve
halife el-Kaaim bi-emrillah’-ın
minnettarlığını kazanmak yoluyla
Müslüman memleketlerini kolayca
hâkimiyetlerine almaya muvaffak
olmuşlardır. Bu itibarla Sünnîliğin
korunması Selçuklu Devleti’nin devamı
için hayatî bir mesele idi. Kılıçla müdafaa
edilmekte olan bu ana prensibin birçok
ilim ve fikir kuruluşlarıyla takviyesine
girişildi. İşbu noktada faaliyete geçirilen
Nizamiye Medreseleri’nden evvelde İslâm
illerinde medrese ve türevleri mevcuttu.
Ancak bunlar basit usullerle ve sistemsiz
bir şekilde faaliyet gösteren kurumlardı.
Nizamiye Medreseleri, dağınık ve usulsüz
bir şekilde eğitim vermekte olan
medreseleri devlet bünyesinde
birleştirerek çağın en önemli eğitim
kurumu haline getirmiştir.
İlk Selçuklu medresesi Tuğrul Beğ
vaktinde 1030’lu yıllarda Nişabur’da
açılmış iken Sultan Alp Arslan devrinde,
Nizamü’l Mülk’ün gayretleri ve teşvikiyle
ilk olarak Bağdat’ta açılan Nizamiye
Medreseleri dini, fenni ilimlerin İslâm
âlemindeki öncüsü konumuna gelmiştir.
Adını Sultan Alp Arslan’ın veziri İranlı
Nizamü’l Mülk ’ten alan Nizamiye
Medreseleri ilimdeki öncülüğünün yanı
sıra Sünnî akaidin batıl itikatlara karşı
mücadele ettiği bir merkez durumundadır.
Bu medreseler sayesinde eğitim
sistemleştirilmiş ve teşkilâtlandırılmıştır.
2.Nizamiye Medreseleri’nde Verilen
Eğitim
Bağdad’da, Dicle kenarında, bütün teşkilât
ve binalarının o devrin parası ile 60.000
dinar (altın)a yapılmıştır. Masrafları Sulan
tarafından vakfedilen çarşı ve çiftliklerin
gelirinden karşılanan iç düzeni ve ders
programları özenle tertiplenip devlet
kontrolünde uygulanan ve bir de zengin
kütüphane ile donatılan Nizamiye, o
zamana kadar eşi görülmemiş bir yüksek
ilim ocağı olup dini bilgilerle birlikte
GENCAY
43
felsefe (kelâm), filoloji, matematik,
astronomi vb. ilimler de okutulduğu ve
Avrupa’da ve başka ülkelerde bu tip
öğretim çok daha sonraları görüldüğü için
dünyada ilk üniversite sayılmaktadır.
Medreseler İslâmî ilimler yanında riyaziye,
hey’et, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlerin
okutulması mahalli kültür durumuna ve
ilim adamlarının ihtisas ve mevcudiyetine
bağlı bulunuyordu.
Medreslerde eğim öğretimden sorumlu
kişi müderrislerdi. Günümüzde
üniversitelerde vazifeli öğretim üyeleri
veya profesör unvanlarının karşılığı olan
müderrislik, medreselerde ders veren
kişidir. Nizamiye medreselerinde ders
veren müderrislerin mezhebi bir sıkıntı
kaynağı değildi ve ölünceye kadar göreve
devam ediyorlardı. Büyük medreselerde
müderrislik görevi çok önemli idi. Eğer bu
görevde şöhretli bir ilim adamı
bulunmakta ise talebeler onunla çalışmak
için uzak mesafelerden gelmekte idiler.
Müderrislere ve talebelere aylık olarak
maaş bağlanıyor, çalışkanlar ve
kabiliyetliler içinde teşvikler tahsis
edilerek ilmi yaşantıdaki mükemmeliyet
arttırılıyordu. Bağdad medresesinde ilim
tahsil edip buradan yetişenler her zaman
önemli vazifelere atanmışlar, yüksek
makamlara getirilmişler ve memlekette
saygıdeğer kişiler olmuşlardır.
Nizamiye Medreseleri’nde en başta gelen
görevli müderris olmasına rağmen daha
pek çok alanda çalışan görevliler
mevcuttu. Nizam’ül-Mülk’ün vakfiyesine
göre medreselerde müderrislerden başka
bir vaiz, kütüphaneci, Kur’an okumayı
öğretmek üzere bir öğretmen, Arap dilini
öğretecek bir gramerci görevli idiler.
Nizamiye Medreseleri hızlı bir
teşkilâtlanma ile kısa süre içerisinde
Selçuklu ilinin birçok yerinde açılmıştır.
Nizamiye Medreseleri Bağdat’dan sonra
Selçuklu ilinin Belh, Herat, Basra, Nişabur,
İsfahan, Rey, Tus, Amul ve Musul gibi
şehirlerde de tesis edilerek ilmin
gelişmesini, âlimlerin yetişmesini ve Sünnî
İslâm akadininde yayılmasını ve
savunulması vazifelerini ifa etmiştir. Fakat
açılan nizamiye medreseleri içerisinde
Bağdat Medresesi’nin her zaman önemi
diğerlerinden daha yüksek olmuştur.
Bununla birlikte Nişabur, Belh, Herat,
Merv gibi önemli merkezlerdeki
nizamiyelerin ders programları ve usulleri
de Bağdat Nizamiyesi ile aynıdır.
GENCAY
44
3.Selçuklu Sultanları ve Nizamiye
Medreseleri
Selçukluların ve onlardan doğan
devletlerin medeniyet tarihinde en büyük
hizmetleri, şüphesiz, Tuğrul Bey’den
itibaren İslâm dünyasının her tarafını
cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi,
hastane, imaret, zaviye ve kervansarayla
ile doldurmaları bu müesseslere büyük
vakıflar yapmalarıydı. Melikşah, kurduğu
medreseler ve kültür müesseselerinden
başka âlim ve mutasavvıflara yılda
300.000 dinar (altın) ihsan ediyordu.
Sultan Sancar medeniyet tarihinde çok
büyük bir mevki sahibidir. Altmış yıllık
saltanatı esnasında zamanın âlimlerini,
ediplerini, ve sanatkârlarını yetiştirmesi
ve himayesiyle çok hizmet etmişti.
İlmi önemseyen ve âlimi destekleyen
Selçuklu Sultan ve beğleri hem
Anadolu’nun ve Orta Doğunun bir ilim
yuvası olmasını sağlamış hem Anadolu’da
yaptıkları işlerle kalıcı olmayı istemiş ve
sağlamış hem de batıl itikatlara karşı
Sünnî akaidini muhafaza ederek İslâm
dünyasının hamiliğini gerçekleştirmiştir.
İşbu yolda Nizamiye Medreseleri de ilim
yuvaları yetiştirdiği öğrencilerle Selçuklu
ilim ve bürokratik yaşantısını ilerletmiş ve
İslâm âleminin Avrupa’dan çok önde
olmasını sağlamıştır.
Netice
Sultan Alp Arslan’ın veziri olan Nizam’ül
Mülk’ün adından gelen Nizamiye
Medreseleri, Şiî ve Sünnî diye iki kutba
bölünmüş İslâm âleminde Şiî Fatımîlere
karşı acziyet içinde olan Abbasî
halifelerine yardımın bir neticesi olarak
Sünnî akaidin ilim âleminde temsilcisi ve
lideri olmuştur. Bağdat, İsfehan, Rey, Belh,
Herat ve daha birçok önemli şehirlerde
faaliyet gösteren Nizamiye Medreseleri
arasında en çok tercih edilen, saygı
gösterilen ve ilim merkezi olarak görülen
medrese ise Bağdat Nizamiyesi’dir. Burada
tıp, matematik, astronomi, felsefe gibi çok
önemli dersler verilmiştir. Buraya İslâm
âleminin hemen hemen her yerinden
talebe gelmekteydi. Talebeler kabiliyet ve
çalışkanlıklarına göre teşvike tabi
tutuluyorlardı. Buradan mezun olan
talebeler önemli işlere getirilirdi. Selçuklu
Sultanları Nizamiye medreselerine maddî-
manevî tüm yardımları yapmışlar ve
desteklemişlerdir. Nizamiye Medreseleri
aynı zamanda dünyadaki ilk üniversite
olma özelliğini de taşımaktadır. Nizamiye
Medreseleri ufak tefek farklılıklarla
kendilerinden sonra teşekkül edecek olan
birçok Türk-İslâm devletinde de var
olmuştur. Nihayetinde Sünnî İslam’ın
temsilciliğini yapan Selçuklular ilim
alanında da Nizamiye Medreseleri’ni tesis
ederek İslâm âleminin hamiliğini ve
liderliğini üstlenmiştir.
KAYNAKÇA
ERSAN, Mehmet-ALİCAN, Mustafa,
Selçukluları Yeniden Keşfetmek, İstanbul,
2012
KAFESOĞLU, İbrahim, Büyük Selçuklu
İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul, 1973
KAFESOĞLU, İbrahim, Selçuklu Tarihi,
İstanbul, 1972
KAFESOĞLU, İbrahim, Türk-İslâm Sentezi,
4.Baskı, İstanbul, 2008
MERÇİL, Erdoğan, Müslüman-Türk
Devletleri Tarihi, 3.Baskı, Ankara, 1997
TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-
İslâm Medeniyeti, 16.Baskı, İstanbul, 20
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.