Upload
milli-kanal
View
1.765
Download
9
Embed Size (px)
DESCRIPTION
http://www.gencaydergisi.com Gencay Dergisi Sayı: 02 - Mart 2012
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 1 Sayı 2 - Mart 2012
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
ÇANAKKALE ZAFERİ: TÜRK MİLLETİ’NİN DİRİLİŞİ / Sertaç EKEMEN
MİLLÎ BİR DEYİŞ İLE “YENİGÜN” / Fatma ORAKCI
SÖYLEŞİ: REŞAT GENÇ KONU: YENİGÜN
YENİGÜN ŞİİRLERİ
SÖYLEŞİ: AHMET BİCAN ERCİLASUN
DÜŞMANA KARŞI ŞANLI, KAHRAMAN, GAZİ OLMAK / Aybike Gökçen ŞİMŞEK
MİLLİ MÜCADELEDE TIBBİYELİ BİR GENÇ: HİKMET BORAN / Alperen KIZIKLI
TÜRKİYE, AÇ HÜRLER VE TOK ESİRLER ÜLKESİ OLAMAZ / Abdullah SOMUNCUOĞLU
SIKI DURUN! ÇİNLİLER GELİYOR! / Recep BAYRAM
SUBLİMİNAL MESAJLAR (BİLİNÇALTINA YÖNELİK) / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MİLLÎ DAVAMIZ KIBRIS / Serhat ÇAKIR
UYUYANLARA AĞIT / Galip ERDEM
KİTABİYAT / Aybike Gökçen ŞİMŞEK
BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKÇI
GENCAY
1
ÇANAKKALE ZAFERİ:
TÜRK MİLLETİ’NİN DİRİLİŞİ Sertaç EKEMEN
Rus Emperyalizmi tarihinin en büyük iç
karışıklığıyla boğuşuyordu. II. Nikola
Başkumandan Gregory Rasputi’nin Kızıl
komutası ile yeri yerinden oynatmış, Rus
halkı artık Rusların Babası ve kiliselerinin
başı Nikola Petoviç’ ten deyim yerindeyse
illallah etmişti. 1905 devimlerinin
getirdiği kaotik durumlar Çarı liberal
konularda politikalar üretmeye itmiş,
1905 yılı içerisinde Duma parlamentosu
resmen kurulmuştu. Bunun akabinde de
ülkede, sular biraz daha durultulmaya
çalışılsa da, halkın ve bilhassa köylülerin
reform beklentileri olağanca hızıyla
artmaya devam etmişti. Nihayet yapılan
toprak reformu da halk içinde kabul
görmeyince, Rus Çarlığı için kaçınılmaz
son başlamıştı
28 Haziran 1914 yılında başlayan birinci
dünya savaşında Rusya Almanya ile karşı
karşıya kalmıştı. Zaten iç isyanlarla
boğuşan Rusya güçlü Alman ordusuna
karşı ağır kayıplar veriyordu. Bu
kayıpların çoğunluğunun köylü sınıftan
oluşması içerideki gerginliği iyice
tırmandırıyordu. Bu durum, Rusya’dan çok
İtilaf kanadının diğer ucu İngiliz ve
Fransızları derinden etkiliyordu. Engin
coğrafyasıyla hem cephe avantajını
korumak, hem de hammadde
kaynaklarından yararlanmayı en önemlisi
‘tehlikeli ideoloji’ olarak gördükleri
sosyalist akımın bu büyük coğrafyada
hüküm sürmesini istemiyorlardı. Almanya
ve İngiltere’de yükselen sosyalist
hareketlenmeler ve Bunun dışında bir
Fransız Komünü süreci ışığında Rus
emperyalizminin Sosyalist akımla
perçinlenmesi olmaması gereken bir şeydi.
Osmanlı İmparatorluğu ise, kabuğuna
çekilmiş, balkan savaşlarından nasibini
almıştı. Mehmet Reşat 76 yaşında
oturduğu tahtında ağabeyi II.
Abdülhamit’in denge politikasını
olağanca gücüyle korumaya çalışmaktaydı.
Ne var ki yönetimdeki ortağı İttihat ve
Terakki yöneticileri, bu politikanın
geçerliliğini yitirdiğini düşünüyorlardı.
Başta Talat Cemal ve Enver Paşalar, yeni
güç dağılımında taze bir devlet olan ve
sanayisi ile taş çıkartan Almanya’nın
yanında yer almanın gerekliliğini
vurgulamaktaydılar. Fakat bu durumu
henüz payitahttan gizlemekteydiler.
Savaşın başlaması ile saflar ve kozlar belli
olmuştu. Rus ve Fransız ateşi arasında
kalan Almanya anakarası, Alman
ordusunun Belçika’yı işgal etmesiyle
İngiltere’yi de savaşa sokunca üç büyük
ateşle karşı karşıya kalmıştı. İşte bu
durum itibari ile hem Osmanlı sıcak
gücünden yararlanmak hem de cephe
genişletip, üzerindeki baskıları hafifletmek
amacıyla son dönem yakın dost olan II.
Wilhelm diplomasisi Osmanlı kapılarını
aşındırmaya başladı.
İtilaf kanadı ise, böyle bir olayın hem
savaşın uzamasına ve var olan savaş
gidişatını Almanya lehine bir denge
GENCAY
2
konumuna getireceğini düşünüyorlardı.
Bu suretle Fransa İngiltere ve Rusya,
bildirge ile Osmanlı tarafsızlığını ilan
etmesi takdirinde Kapitülasyonların ve
her türlü ekonomik-ticari imtiyazların
kaldırılmasını önermişlerdir. Bu gelişme
ışığında Sultan Reşat, savaş başladıktan
kısa süre sonra tarafsızlığını ilan etti.
Ne var ki Almanya, Kapitülasyonlar
konusunda İtilaf kanadının samimiyetsiz
olduğunu ve Osmanlının ekonomik
hürriyetinin ancak galibiyetle
sonuçlanması takdirinde gerçekleşeceğini
söylüyor. Ayrıca Rus imparatorluğundaki
Türklerin hürriyetini de vadetmesi Türkçü
Enver Paşa’nın düşüncelerini
cezbediyordu. Nihayet 2 ağustos 1914’te
Alman-Osmanlı ittifak anlaşması, Cemal,
Talat ve Enver üçlüsü ve yüksek Alman
diplomatları ile imzalanmıştı.
Goben ve Breslav’ın, Türk sancağı çekilip
Sivastopol’u bombalaması ile Osmanlı
resmen dünya savaşına girmişti.
Artık itilaf kanadının seçeneği kalmamıştı;
hasta adamın ya fişi çekilmeli ya da
Avrupa, Alman veyahut kurulması
muhtemel Komünist emperyalizmin
gölgesine düşecekti.
İşte tüm bunlardan sıyrılıp, Osmanlıyı da
biran önce paylaşmak için, itilaf devletleri
tarafından açılmış bir cephe Çanakkale
cephesi.
Çanakkale konumu gereği, İstanbul’un ön
kalesi ve Osmanlıyı dünyaya bağlayan bir
köprüydü. Bu yüzden Çanakkale’nin, itilaf
kanadı tarafından ilhakı hem İstanbul’u
açacak hem de Osmanlı imparatorluğunun
dünya ile bağını koparacaktı. Ayrıca
Mehmet Reşat’ın Alman direktifiyle hilafet
makamını kullanıp, Cihat ilan etmesi
sömürgelerdeki hareketlenmeler
açısından tehlike arz etmeye başlamıştı.
Osmanlıyı biran önce sindirmek bu
hareketlenmeleri de sindirmek olacaktı.
Bu netice ışığında 28 Ocak 1915 te savaş
kararı alınmıştı.
15 Şubat’tan 15 Mart’a kadar itilaf
donanması tarafından ağır bombardıman
altında tutulan Çanakkale boğazı;
İnflexible, Agammennon, İrirestible, Queen
Elizabeth Charlamagne, Albion,
Vengeance, Swiftsun gibi dönemin en
büyük zırhlıları ile İstanbul’u
yağmalamaya hazırlanıyordu. İtilaf
donanmasının boğazın içine doğru
tecavüze başladığında tarih 18 Şubat’ı saat
ise; sabaha karşı 05.00’i gösteriyordu.
Gerek Nusret mayının dâhiyane mayın
döşemesi, gerek İtilaf harekâtının kendine
aşırı güven beslemesi ve Türk Topçusunun
yılmayan azmi ile deniz harekâtının a ve b
planının yok olmasına sebep olmuştu.
Denizlerdeki en büyük iki yapıt olan,
Ocean ve İrirestible’i kaybetmişlerdi.
Hasta adamın şamarı, Güneş Batmaz
İmparatorluğu şaşkına çevirdi.
Askeri durumu tetkik için Çanakkale’ye
gönderilen General Sir William Birdwood,
5 Mart’ta Kitchener’a gönderdiği raporda,
Donanmanın tek başına Boğaz’dan
GENCAY
3
geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir
ordunun karadan donanmayı desteklemesi
gerektiğini bildiriyordu. Kendilerine bir
sömürge birliği göndermeleri için
Fransızları ikna edeceğini de ilave
ediyordu. Böylece Mısır’daki Anzak
Tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir
kolordu bu işe ayrılmış oluyordu.
Cephedeki Kara Harekâtını
konuşlandırmak için harekete geçirilen
General Hamilton, eğer donanma tekrar
başarılı olursa tümenine hiç karaya
ulaştırmayacaktı. Olası geçiş durumunda,
Karadeniz’den gelen Rus birlikleri ile
İstanbul’daki istihdamları işgal edecekti.
Fakat gene başarılı bir geçiş sergilemeyen
müttefikler, Gelibolu’ya asker çıkarmıştı.
Kara harekâtı içinde ise, teknolojiden
yoksun fakat azimkâr Türk Ordusu ve
idealist subayı Yarbay Mustafa Kemal’le
karşı karşıya kalmıştı.
25 Nisan, Arıburnu, Kumkale
muharebeleri ile umduğunu bulamayan
itilaf güçleri, Türk birliklerinin Anafarta
zaferi sonucunda ve İngiliz hükümetine
karşı halk ve kraliyet baskılarının da
artması ile sistemli bir çekilme fikrine
girmişlerdir.
Sonuç olarak; 9 Ocak 1916’da Gelibolu
Yarımadası’nda tek bir itilaf askeri bile
kalmamıştı. Boğazdan, Akdeniz’in derin
sularına kadar düşman gemilerinden
temizlenmişti.
İstanbul’u alamayıp, boğazlarda sıkışan
denizler imparatoru Britanya, büyük bir
prestij kaybetmiş, yepyeni cepheler
kazanmıştı. Rusya gibi bir müttefikini
kaybedip önündeki 80 yıllık
şekillenmesine sebep olacak siyasetin,
Sovyet emperyalist hareketinin
yaratılışına çaresiz şahit olmuştu. Öte
yandan, Müslüman hareketlenmelerini bu
başarısızlıktan sonra durduramayan
İngiltere ve Fransa imparatorluklarında
isyanlar başlamıştı. Bu durum cephelerde
Alman galibiyetlerine bir vesile yaratmıştı.
Tarih ihtimalleri göz önünde barındırmaz
fakat Çanakkale galibiyetinden sonraki
yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri’nin
savaşa girmemiş olması durumu, muzaffer
tarafın İttifak kanadı olmasına neden
olabilirdi.
GENCAY
4
MİLLÎ BİR DEYİŞ İLE “YENİGÜN” Fatma ORAKCI
Türkçede ‘Yenigün/Yengi Kün’ Farsçada
‘Nevruz’ anlamına gelmektedir. Yılbaşı’
şeklinde algılanan bu bayram Türklerde
güneş yılı hesabına göre On İki Hayvanlı
Takvimde ve Celali Takviminde Güneş’in
Koç burcuna girişi, yani 22 Mart’a ve Rumi
Takvime göre 9 Mart’a tekabül etmektedir.
Türkler, İranlılar ile münasebetleri
dolayısıyla ‘Yenigün’ anlamına gelen
‘Nevruz’ sözcüğünü de almışlardır. Divan-ı
Lügati’t-Türk’te ‘Nevruz’ olarak geçen bu
bayram, Osmanlı Devleti’nde ‘Nevruz-ı
Sultani’, ‘Sultan Nevruz’ ve ‘Nevruz-ı
Hümayun’; Kıbrıs Türklüğünde ‘Mart
Dokuzu’; Gagavuz Türklerinde ‘Nevroz’;
Kumuk Türklüğünde ‘Navruz’ ya da
‘Yazbaş’; Karaçay-Malkar Türklüğünde
‘Gollu’, ‘Gutan’, ‘Çoppa’, ‘Altın Hardar’ ve
‘Saban Toy’; Nogay Türklüğünde ‘Navruz’;
Kırım Türklüğünde ‘Nawrez’ ve ‘Kantar’;
Güney Azerbaycan Türklüğünde ‘Noruz’ ve
Kuzey Azerbaycan Türklüğünde ‘Novruz’;
Türkmenistan Türklüğünde ‘Nowruz’;
Özbek Türklerinde ‘Navruz’; Karakalpak
Türklüğünde ‘Nevruz’; Afganistan’ın
kuzeyinde yaşayan Türkler arasında ‘Yenpi
Kün’; Kırgız Türklerinde ‘Nooruz’; Kazak
Türklerinde ‘Nawrız’, ‘Navrız
Merekesi/Mayramı’, ‘Ulıstıng Ulı Küni’, ‘Ulıs
Küni’; İdil-Ural Bölgesi Tatar Türklerinde
‘Newruz’; Başkurt Türklerinde ‘Nawruz’;
Uygur Türklerinde ‘Noruz’; Hakas
Türklerinde ‘Çıl Pazı’; Karay Türklerinde
‘Artarıh Ayı’; Çuvaş Türklerinde ‘Kallm’;
Saha(Yakut) Türklerinde ‘Isıakh’ şeklinde
kullanılmaktadır, söylenilmektedir.
Hem dini hem milli bir bayram olan ve 21
Mart’a tekabül eden Yenigün Türk
kültüründe doğma, büyüme, kurtulma,
yeni bir yılın başlangıcı, tabiatın
yenilenmesi, hayatın canlanması,
güzelliklerin gelip kötülüklerin bertaraf
edilmesini ve ürünlerin bereketlenmesini
sembolize eder.
Türk kültüründe önemli bir yeri olan
Yenigün Bayramı edebiyata, tiyatroya,
felsefeye, estetiğe, el sanatlarına,
yemeklere, fala, resme, minyatüre, müziğe,
oyun ve spora vb. birçok kültür unsuruna
tesir etmiştir ve aynı zamanda dine ve
inançlara, mitolojiye göre de kutlanış
şekilleri çeşitlilik arz etmiştir.
Etkinliklerde Türk kültür unsurlarında,
motiflerinde Yenigün’e ait birçok kült
mevcuttur. Kült, yüce ve kutsal olarak
bilinen varlıklara karşı saygı ve onlara
tapınmadır. Ateş, su, atalar ve Hızır-Nebi
kültü ön önde gelenleridir.
Türk Dünyasında büyük bir coşku ile
kutlanan bu bayram, birçok Türk
Cumhuriyetlerinde Sovyet Hükümeti
tarafından yasaklanmıştır. Dini ve milli
GENCAY
5
değerlerimizi yansıtması bakımından
onların çıkarlarına tehlike arz etmiş olsa
gerek ki Yenigün’ün kutlanılmaması için
baskılar, yasaklamalar uygulanmıştır fakat
ceddimizden bize yadigâr olan hoşgörüyü,
saflığı, iyi niyeti, sevgi ve barışı, kardeşliği
aşılayan bu bayram günümüzde çok şükür
ki ihya olmuştur.
Yılbaşı sayılan bu kutlu günde
hükümranlığı, siyasi otoriteyi, bağımsızlığı,
dirilişi, diriliği, ifade eden sarı, kırmızı ve
yeşil renkleri otağlarımızda,
sancaklarımızda, elbiselerimizde gerek
birlikte gerek tek tek kullanılagelmiştir.
Yenigün Bayramı gibi bu üç renk de bize
yani Türk milletine aittir. Bu mevzuu da
belirttikten sonra Türk edebiyatının ilk
ürünlerinden olan Divan-ı Lügat-it Türk’te
geçen şu mısraları sizlerle paylaşmak
istedim:
Türlü çeçek yarıldı
Barçın yadhım kerildi
Uçmak yeri körüldi
Tumlug yana kelgüsüz
Türlü çiçek açıldı
İpek kumaştan yaygı serildi
Cennetin yeri görüldü
Kış gene gelecek değildir
Türk Dünyasında Yenigün Bayramı’nın
kutlanışına dair bölümlerde yemekler,
oyunlar, hazırlıklar vs. üzerinde durmaya
çalışacağım.
Azerbaycan’da Yenigün
Azerbaycan Türklerinde de bütün Türk
Dünyasında olduğu gibi Yenigün hayatın
canlandığı bayram; temizlik, zenginlik,
bereket, toplumsal barış, yeniden doğuş
bayramıdır.
Azerbaycan Türklüğünde Yenigün 21 Mart
tarihinde kutlanmaktadır. Bu bayramda
kırlardan toplanan Nevruzçiçeği ve
Nevruzgülü ile evler süslenir. Nişanlanan
kız ve delikanlının ev ahalisi birbirlerine
hediye gönderir. Sofralarda yedi çeşit kuru
yemiş bulundurulur; şekerbura, baklava,
gorğa (buğday kavurması), feseli, nohut,
hurma, fındık, ceviz, kişmiş(üzüm
kurusu).Yüz elliden fazla çeşidi olan
Azerbaycan pilavı pişirilir. Kompostolar,
şerbetler, boyanmış yumurtalar ve
şekerlerle sofralar renklenir,
zenginleştirilir.
Azerbaycan’da üç gün içerisinde oynanan
‘Bey-Vezir’ ve ‘Şah Oyunu’ toplum düzenini
ve barışı simgelemektedir. Yaşlılar ziyaret
edilir, büyüklerin elleri öpülür, mezarlar
ziyaret edilerek ruhlar yâd edilir. Soy
kökünün anıldığı Yenigün Bayramı’nda
âşıklar, ozanlar, saz ustaları imtihan edilir.
Yel Baba’nın adının geçtiği türküler
söylenen milli ve dini bayramda bahar
töreni ile ilgili düzenlenen maske tiyatrosu
GENCAY
6
şeklindeki ‘Kosa-Gelin’ oyunu
oynanmaktadır.
Köylerde ‘Kapı Kusma’, ‘Tongal Yapma’
(ateş çatma), kulak falı ve yarışlar
yapılmaktadır. Azerbaycan yaşantısında
‘Belilbelican’, ‘Bahis oyunu’, ‘Fal oyunu’,
‘Vesfi-Hal’, ‘Vicah’, ‘Kapıpustu’, ‘Papakattı’,
‘Enzeli’, ‘Dibevurma’, ‘Ay karakuşum, salma
yere birerler’, ‘’Kosa-Kosa’, ‘Mirnevruzu’,
‘Ninnigetti’, ‘Semeni toyu’, ‘’Tekem-Tekem’,
‘Telkesme’, ‘Hıdırnebi’, ‘Haftaseyri’,
‘Çömeçgelin’, ‘Çütçü bala’ ve ‘Şalsallama’
adlı merasim ve oyunlar eşliğinde Yenigün
Bayramı eğlenceli bir şekilde
yaşatılmaktadır.
Nevruz musikisi ve Nevruz makamları
oldukça yaygındır. ‘Nevruz-ı revende’,
‘Nevruz-i seba’ ve ‘Nevruz-i hara’ rast
makamı ile okunmaktadır.
Yine yılbaşı ile ilgili deyimler, atasözleri ve
maniler söylenmektedir. Yenigün,
Azerbaycan Türk kültürünün bütün
motiflerini içeren inanç, gelenek, örf ve
adet, insaniyet ve hoşgörünün en güzel
temsillerinden biridir.
Milli ve dini bayram olan Yenigün, Çağdaş
Azerbaycan’da devlet düzeyinde bir
günlük tatil olarak kutlanmaktadır.
Kazakistan’da Yenigün
Kazakistan Türklüğünde Yenigün, Navrız
ayının 22. Gününde kutlanılmaktadır.
Kazakistan’da yılbaşı yaklaşırken evler
temizlenir. Kutlamaların yapılacağı yere
‘Kiyiz üyler’ (keçe çadır) kurulur ve bu üyin
sahibi, mensubu olduğu ailenin tamgasını
ya da söz konusu yerleşim yerinin işleme
flamasını kiyiz üyin önüne asar. Yemekler
için ocaklar hazırlanır. Al, yeşil, sarı, ak,
mavi ve kara renkli flamalar asılır.
Navrız ayının 21. Gecesini 22. Güne
bağlayan saat 03.00’dan itibaren başlayan
geceye ‘Kıdır tünü’ (Hızır gecesi) adı
verilmektedir. Bu gecede evin köşesine çift
kandil yakılır, kaplar tahıl ve pınar suyu ile
doldurulur ki yıl boyunca iyilikler,
güzellikler devam etsin. Kıdır tününde,
kötü ruhları kovuşturmak için boğa ve
tayın üzerine kuklalar bindirilir. Boynuna
zil, başına da tüy takılır ve dolaştırılır.
Bayrama katılanlardan kimileri yüzlerine
maske takarlar. Kıdır tününde yağan
yağmur ve kar bereketin göstergesidir ve
uğurlu sayılmaktadır.
Gök Kuş ile sembolize edilen Kıdır Ata,
Yenigün’de bütün yeryüzünü dolaşır ve
yoksulu varlıklı, çıplağı giyinik, açı tok
yapar.
Köpköje ( Navruz köjesi), Jeti Jut ( Yedi
yokluk: Kuraklık, mal kaybı, yangın, savaş,
veba, sel, zelzele), Jeti Jok (Yedi yok:
Ölümsüzlük, göğün direği, taşta demir,
kaplumbağada dalak, kuğuda süt, atta öd,
Tanrı’da ciğer), Jeti Jetim (Yedi yetim:
Dinlenmeyen söz, sahipsiz bez, sahipsiz
yer, başsız el, kuğusuz kazsız göl, vatandan
ayrılan il,, akransız insan), Jeti Kat Kök
(Yedi kat gök: Bunlar yedi yıldızdır. Ay,
Merkür, Şolpan, Güneş, Kızıl Yıldız ‘’Mars’’,
GENCAY
7
Müşteri ‘’Jüpiter’’, Satürn), Jeti Şerip-
Evliye (Yedi evliya: Mekke, Medine,
Buhara, Şam, Katım, Mısır, Kur’an)
şeklinde eski inançlardan bugünkü güne
kadar yedi sayısının kutsallığı inancı
yemek kültürüne de yansımıştır. Yenigün
kutlamaları için hazırlanan yemek
listesinde mayalı hamurun yağda
kızartılması ile yapılan ‘Bavursak’ ve
‘Şelpek’ de mevcuttur.
Davulcular, bayramı renklendiren etkin
kişilerdir. Bunların yanı sıra
‘Beyge/Kökpar’, ‘Kız kuvuv’, ‘Tüye tartıs’
(deve yarışı), ‘Avdarıspak’, ‘Küres’, ‘Tayak
şaşu’, ‘Tırmanu/Begana’, ‘Aksüyek’, ‘Arkan
tartıs’, ‘Sokır teke’, ‘Tayak jürütü jigit
kuvuv’, ‘Kümis alu’ gibi spor ve oyunların
yanında ‘Dama’, ‘Satranç’, ‘Dokuz kumalak’,
‘Bes tas’, ‘Asık’, ‘Kumar’, ‘Mırş mırş’ ve ‘Tepe
dengdik’ gibi zekâya dayalı oyunlar için
meydanda özel yerler hazırlanmaktadır.
En eğlenceli oyunlardan biri olan ‘Kız
kuvuv’ oyununda oyunculardan biri kız
diğeri erkek, iki atlı ile oynanmaktadır.
Düz bir alana, bir-iki km ara ile iki çizgi
çekilir. İlk çizgide erkek oyuncu durur ve
kız oyuncudan on adım ileridedir. Kızın
delikanlıyı geçmesi ve delikanlının da kızı
kovalaması sebebi ile oyuna bu ad
verilmiştir. Kızı kovalayan genç, varış
çizgisine varıncaya kadar at üzerindeki
kızı öper. Çizgiye ulaştıklarında geri
dönülür ve kız delikanlıyı kovalamaya
başlar. Kız, gence ulaşırsa kamçı ile ona
vurur. Başlangıç çizgisine varınca oyun
biter.
Dini bir bayram kabul edildiği gerekçesiyle
bayramlaşırken karşılıklı dualar edilir.
‘Körüsüv’ (görüşme) oldukça ehemmiyetli
bir gelenektir. Yaşça küçük olanlar
büyüklerin bayramını kutlamaya giderler.
Zengin sofralar kurulurken, dini bayram
gereklerinden olan Mevlid okutulur.
‘Dastarhan’ (sofra) gün boyu yerden
kaldırılmaz.
Bu bayramda bekârlar evlendirilmeye
çalışılır ve bunun sevabı üzerinde durulur.
Her çadırın önünde ellerinde tuz ve ekmek
bulunan gençler ve kızlar, dombra ve
geleneksel kıyafetler ile konukları
karşılarlar.
Kırgızistan’da Yenigün
Kırgız Türklerinde Yenigün Bayramı
ideolojik sebeplerden ötürü
yasaklanmıştır fakat 1989 yılında
Gorbaçov döneminde tekrar izin
verilmiştir. Resmi bir program
düzenlenmiş ve Kur’an okunarak,
kurbanlar kesilerek bayram kutlamaları
tekrar başlamıştır.
Kırgız Türkleri bayram hazırlıklarına bir
hafta önceden başlarlar. Yeni elbiseler
alınır, boz üyler temizlenir ve tamir edilir.
Bayram günü ocaklar hazırlanır ve
yemekler yedi kazanda bu ocaklar
üzerinde pişirilir. En ünlü yemekler
‘Sümölök’ ve ‘Köcö’dür.
Bayramda kızlar ve gelinler öküzlerin
kulak ile boynuzlarına erik ağacı dalları ve
yeşillikler sararlar. Bu öküzler daha sonra
GENCAY
8
tarlaya sürülür. Böylelikle yeni yıl için
tarlada yapılan ilk çalışma temsil edilir.
Ateş yakılır ve hastalıklardan temizlenme
amacıyla herkes bu ateşin üzerinden atlar.
İnsanlar evine dönünce su kapları,
insanların başının üzerinden dökülür ki
yeni yıla sıkıntılardan arınmış şekilde
girilsin. Bayramda kimse çalışmaz ve
herkes açık renkli kıyafetler giyer.
‘Kız kuumay’ (atlı bir kızın atlı bir delikanlı
tarafından kovalanıp taş atarak oynanan
oyun), ‘Ulak tartış’ (atlı delikanlıların bir
oğlağı kapmak üzere oynadıkları oyun),
‘Tıyın enmey’ (at üzerinden eğilerek parayı
alma oyunu), ‘Eniş’ (at üzerinde yapılan
güreş), ‘Ak çölmök’, ‘Coluk tatlamay’,
‘Balban küröş’, ‘Arkan taştamay’, ‘Corgo’,
‘Cöö çabış’, ‘Er oodarış’, ‘Köz tanmay’,
‘Tokuz karool’, ‘Töö çeçmey’ gibi oyunlar
eşliğinde eğlenceli bir kutlama yapılır.
Yenigün yenilenme, bolluk, bereket, eşitlik,
misafirperverlik, merhamet ve dostluk
bayramıdır. Hal hatır sorulur, mezarlar ve
büyükler ziyaret edilir, dualar ve Kur’an-ı
Kerim okunur ve Kadir Gecesini andıran
bir gün yaşanır. Evlerde kurutulmuş ardıç
ağacı ile tütsü yakılır. Ölenler için Kur’an-ı
Kerim okunur. Gelenlere sümölök ikram
edilir. Fakir ve kimsesizlere sadakalar
verilir.
Özbekistan’da Yenigün
Özbek Türkleri, Yenigün Bayramını mesire
yerlerinde ve vadilerde kutlar. Bayram
günü erkenden zurnalar çalınır; at
binicileri, pehlivanlar, palyaçolar, falcılar,
şarkıcılar hafızlar, rakkaseler bayrama
özel yeteneklerini sergilerler.
‘Sümelek’, ‘Kök samsa’, ‘Patir nan’ (büyük
ekmek), ‘Qatlama’, ‘Çuçvara’, ‘Kesken aş’
(kesme aş), ‘Pilav’ ve ‘Haşlanmış et’ gibi
yemekler sofralara servis edilir.
‘Ak terekmi, kök terek’ (beyaz ağaç mı mavi
ağaç mı), ‘Ak süyek’ (beyaz kemik), ‘Çillik’
adlı oyunlar oynanır. Yenigün;’e özgü
‘Bayçiçek Koşuğu’ gibi Nevruz koşukları
söylenir. Büyük bir ateş yakılır ve çeşitli
eğlencelerle koşuklar söylenir.
Özbek Türk geleneğine göre herkesin iyi
niyet ile sümelek pişen kazanı karıştırması
şarttır. Sümeleğin piştiği zamanı, insanlar
küskünlüklerini unutarak barışmak için
vesile görür ve buna da ‘Nevruz şerafeti
anı’ derler.
Bayram kutlamalarında kızlar ve erkekler
ip atlarlar, salıncağa binerler. Tarlalar
sürülmeden önce kurbanlar kesilir,
öküzlerin boynuzları yağlanır. Bu ‘Şah
maylar’ (boynuzunu yağlama) merasimi
yılın bereketli geçmesi arzusunu, bolluğun
ümit edildiğini göstermek içindir.
GENCAY
9
Türkmenistan’da Yenigün
Türkmen Türklerinde Yenigün
Bayramında söylenen ‘Moncukattılar’ yılda
bir defa söylenir. Halk Edebiyatı biliminde
moncukattılara ‘Takvim türküsü’, ‘Takvim
türü’, ‘Takvim oyunu’ şeklinde isimler
verilmektedir ve aynı zamanda kadere
bakmak, fal bakmak için bir vesile, kâhin
oyunu olarak da görülmektedir.
Akşamüzeri başlanan moncukattılar
oyunu katılımcıların sayısına, coşkunun
derecesine göre devam eder. Oyun
oynanırken çeşitli bentler ile oyun daha da
eğlenceli hale getirilir. Bu bentlerle
kızların iyi dilekleri, iyi niyeti, güzel kader,
gönlündeki genç ile görüşmek, evlenmek
beyan edilir ve devamında da kırmızı
cübbe giyen, kara edik (çizme), ak kalpak
giyen, atmaca gibi yiğitler tarif edilirken
bu bentlerde yaşayan kızlar, gül gibi nazik,
utangaç, yardıma muhtaç seklinde tasvir
edilir. Erkekler adına çekilen moncukattı
kuralarında ise bentler genellikle duygusal
muhtevalıdır. Güzel, ferasetli kıza sahip
olmak, sevgilisine kavuşmak, vefalılık gibi
duygu, düşünce ve arzular yer almaktadır.
Türkmen Türklüğünde Yenigün, atalar
sözüne ve bulmacalara da konu olmuştur.
Doğu Türkistan’da Yenigün
Doğu Türkistan Uygur Türklerinde
Yenigün, eski yıla veda edip yeni yıla
kavuşmak ve yeni yılın bereket ve bolluk
getirmesi amacıyla kutlanan bayram
niteliğindedir.
1938 yılında Aksu’da bir yaylada Yenigün
Bayramını kutlamak gayesiyle toplanan
30000 kadar Uygur Türk’ü, Çinli diktatör
Sheng Shicai’nin emri ile dağıtılmış ve o
tarihten sonra Yenigün kutlamaları
yasaklanmıştır. Ancak bu tür dar
zihniyetlere ve yasaklamalara rağmen
milli şuura vakıf olan kardeşlerimiz
1980’li yıllardan itibaren Yenigün
kutlamalarını yapabilmektedir.
Bayram öncesinde evler, köyler, mahalle
ve kasabalar temizlenir. Eksiklikler
giderilir, bozukluklar tamir edilir.
Köprüler süslenir. Keçe kilim ve halılar
yıkanır, yeni elbiseler alınır.
Buğday, mısır, arpa, nohut, pirinç,
mercimek gibi yedi çeşit hububat ile
iğdenin karıştırılmasıyla yapılan ‘köce’ adı
da verilen ‘Nevruz aşı’ pişirilir.
İğde, şeftali kurusu, et, koyun kelleri,
sarımsak, sirke gibi yedi malzemenin
karışımından oluşturulan ‘Nevruz suyu’ da
Yenigün Bayramına özgü bir içecektir.
GENCAY
10
Bütün halk yaylalara gider. Yol boyunca
şarkılar ve türküler söylenir. Alana
çadırlar kurulur. ‘Nevruz hademeleri’
büyük kazanlarda Nevruz aşı hazırlarlar.
Uygur Türklerinin ‘Sezende’ dedikleri
müzisyenler davul, zurna, dutar, rebap,
tambur, kalun, çenk, huştar, keman, tef
gibi çeşitli milli çalgılarla Nevruznameler,
on iki makam parçaları ve halk türküleri
çalıp söylerler. Bunların ardından ‘Nevruz
meşrebi’ müziğini icra ederler. Bu
meşrepte genç ihtiyar, büyük küçük, kadın
erkek herkes dans eder. Ateş yakılır ve
üzerinden atlanır. Ardından toplu halde
‘Ateş dansı’ oynanır.
Kutlamalarda meddahlar, destancılar,
kıssahanlar destan, kıssa ve hikâyeler
anlatarak eğlencelere katkıda bulunurlar.
Destancılar kendilerine has kılık, hareket
ve ses tonlamalarıyla ‘Bin bir gece
masalları’ ve ‘ Çahar derviş’ gibi destan ve
hikâyeleri anlatarak bayramı
renklendirirler.
‘Novruz keldi’, ‘Köklem’, ‘Ay keldi’, ‘Noruz
gül’ ve ‘Hızır Noruz’ gibi önemli
Nevruznamelere sahip olan Uygur Türkleri
arasında ‘Oğlak tartışış’ (oğlak kapmaca),
‘Darvazlık’ (cambazlık), hayvan dövüşleri
gibi spor faaliyetleri de oldukça yaygındır.
Ebediyete intikal eden kişilerin, dini
zatların, devlet büyüklerinin mezarları
ziyaret edilir ve buna ‘Nevruz duası’ adı
verilir. Küs olan karı kocalar barıştırılır.
Evlenme yaşı gelenler için teşebbüslerde
bulunur. Yaşlılara, bakımsızlara, yetimlere,
fakirlere yemek ve para gibi maddi
yardımlarda bulunulur.
Kırım Türklerinde Yenigün
Kırım’da hazırlıklara bir hafta kala
hazırlıklar başlamaktadır. Erkekler tarım
aletlerini tamir eder, kadınlar ise ev ve
avluları temizlerler. Yenigün’e iki gün kala
genç kızlar evlerde toplanıp Yenigün
gecesi fal bakmak için hazırlıklar yaparlar.
Erkek çocuklar ise eski kürk ve cübbeye
kuyruk takarak, kürklü elbiselerin kürklü
tarafını dışarıya doğru çıkararak keçi
elbiseleri hazırlarlar. Yine kadınlar, çeşitli
‘Köbete’ ler (et, pirinç, kuru üzüm
katılarak hamurdan yapılan yemek),
kurabiyeler ve tatlılar pişirirler.
Yenigün sabahı mezarlar ziyaret edilir.
Kadınlar evde köbeteler, sarı burmalar,
tava lokumları, cantık gibi milli yemekleri
hazırlarlar. Erkekler ise pullukları alıp
tarlaya giderler ve en yaşlı erkek bereket
duasını okuduktan sonra eline sabanı alıp
toprağı açar ve buraya bir avuç buğday
tohumu serper.
‘Haza Nevruz mübarek’ diye Yenigün
türküsü söyleyerek köydeki evler tek tek
ziyaret edilir. Çocuklara pembe ve yeşil
elbiseler giydirilir. Kızların feslerinin
kenarlarına kardelenler takılır. Çocuklar
evlere yaklaşırken Nevruz türküsü
söylerler.
Akşama doğru köyün kenarındaki
külobasının bulunduğu yerde salıncaklar
GENCAY
11
kurulur ve ateş yakılır. Gençler ve çocuklar
bu ateşin üzerinden atlarlar.
Türkiye’de Yenigün
Türkiye’de 1924’e kadar coşku ile
kutlanan bu bayram 1924’ten sonra gerek
ekonomik gerek toplumsal sebeplere bağlı
olarak unutulmaya yüz tutmuştur.
Türkiye’de günler öncesinden hazırlıklara
başlanır. Bayramdan bir hafta önceki Salı
ve Perşembe günleri mezarlar ziyaret
edilir. Bayram günü ‘Cihan kokola’ adı
verilen ateş üzerinden atlanır. Yedi gün
bekletilen ‘Nevruz közü’ adlı suya kırk dul
kadın ve erkek adı sayılır ve atılır. Ruhsal
rahatsızlıkları olanların bu suyu
içtiklerinde iyileşeceklerine dair inanç
mevcuttur. Nevruz gecesi doğum yapan
kadın olursa, o gece geç saatlere kadar
evin damında ateş yakılır ve bayram günü
dünyaya gelen çocuklara Nevruz, Doğan,
Gündoğan, Aydoğan ve Yenigül gibi isimler
verilir.
Bayram sabahı gençler, kendi aralarında
yumurta tokuşturur, at yarışı yapar, cirit
oyunları oynarlar. ‘Kulak asmak/Kapı
kusmak/Kapı dinlemek’, ‘Yeddi levin/ Yeddi
nevin’, ‘ Mendil atma/ Desmal atma/ Şal
atma/ Baca baca’ gibi etkinliklerle
kutlamalara heyecan katılır. ‘Oyun dede’
(kümbet), ‘ Saklambaç’, ‘Pamuk-iğne
oyunu’, ‘Uzu eşek’, ‘Çellik’, ‘Mazı’, ‘Evcilik’,
‘Beş taş’, ‘Yasan’, ‘Dalya’, ‘Mantuvar açma’,
‘Kosa kosa’ oyunları oynanır. Folklor
ekipleri halk oyunları gösterisi yaparlar.
Kutlama alanına kuzu ve oğlak getirilir ve
kurban kesilir. Emicek, sarmuk, körmen,
çiğdem, nevruz, yarpız, soğancık vb.
bitkiler toplanır, yıkanır, temizlenir ve
kazanlarda kavrulduktan sonra yenilir.
Bayram alanına oğmaç, haşlanmış renkli
yumurta, piyaz, baklalı dolma, haşlanmış
patates, zeytinyağlı dolma, çörek, katmer,
yumurta haşlaması, börek ve çörek
getirilir. Bayramdan önce ‘Fadimana
Bekmezi’ yapılır ve bayramda misafirlere
ikram edilir. Yenigün’den bir hafta sonra
gençler ev ev dolaşarak buğday, mercimek,
nohut, mısır, ceviz ve dut kurusu toplarlar
ve ceviz ile dut kurusu dışında kalanlar
kazanda kaynatılır ve tabaklara konularak
dağıtılır. Buna ‘Yel Hediği’ adı
verilmektedir.
Bayramdan sonraki ilk hafta içerisinde
ürün bereketi için toplu ibadet yapılır,
dualar yapılır. ‘Bişi’ ler dağıtılarak küs
olanlar barıştırılır.
Kaynakça
-Türk Dünyası Nevruz Ansiklopedisi,
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 2004.
GENCAY
12
SÖYLEŞİ: REŞAT GENÇ
KONU: YENİGÜN Fatma ORAKCI - Metehan ÇAĞRI
Yenigün (Nevruz) Türkistan’da milli bir
bayram olarak coşkuyla kutlanırken,
Türkiye’de yapılan etkinlikleri nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Genel olarak Türk Dünyasının bütününe
baktığımızda, Türkiye’deki Nevruz algısı
ve kutlamaları daha sönük daha zayıf.
Neden? Nevruz 1920’li yılların sonlarına
kadar Türkiye’de de Selçuklu, Osmanlı
döneminden beri devam edip geldiği gibi
bir hayli coşkulu bir biçimde yaşanır
kutlanırdı. Cumhuriyet döneminde ne
oldu? Cumhuriyet dönemi tarihimizde
büyük ve hızlı dönüşümler dönemi ve bu
süreç içinde insanlar sosyokültürel
gelişme dediğimiz sosyolojik manada
süratle köylerin giderek boşalmaya
başladığı bir dönem. Cumhuriyetin
başlangıcında %70 nüfus köylerde
yaşamaktayken giderek bu tablonun tam
tersine dönüp %30 nüfus köylerde yaşar
durumdadır. Köy nüfusunun düşmesi
insanların büyük şehirlerde ve varoşlarda
kendilerini şehirli uğraşlarla geçindirme
durumunda olması, nevruzu halk
nazarında geri plana itti.
Biz yaşta olanların çocukluk dönemlerinde
coşku ile yaşanırdı. Hıdrellez’de olduğu
gibi halk bunu kendi yaşardı. Tatil olsun
diye beklemezdi. Ancak unutulmaması için
resmi bayram olmasında yarar vardır.
Türk Cumhuriyetlerinde bazılarında bir
gün, bazılarında iki gün coşku içinde,
müzikle, oyunla, eğlence biçiminde
yaşatılmakta, o güzellikler ve coşku bizleri
de imrendirmektedir.
Şunu da unutmamak lazım; Türk
dünyasının büyük kesimi 20 yıl önceye
kadar Sovyet sınırlarındaydı. Dini
inançları, milli inançları kutlayamadıkları
için Nevruza sıkı sıkıya sarıldılar.
Türkiye’de Nevruz ne zaman gündeme
gelmeye başladı?
Ciddi, kâmil manada ilk gelişim 1994
yılıdır. Çünkü 1991’de bugünkü Türk
Cumhuriyetleri birer birer Sovyetlerden
ayrılarak bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Demirperde kalktı. Onlar nasıl Nevruz
kutlarlar, yaşarlar, onların ekranları –en
çok da bizim kameramanlarımız- oraya
gidip çekim yaptıkları için bizim
ekranlarımız bize aktarmaya başladı.
“Türk Dünyası’nın bir milli bayramı
varmış. Bizde de kutlansın, Nevruz’u
unutmuş olan Türkiye Türklüğü Nevruz’u
yeniden öğrensin, yeniden hatırlasın,
bizde de yaşatılsın” dendi. Bir gayretle
bizde de Nevruz kutlamaları başlatıldı.
Türk Dünyasından Kültür Bakanları bazen
GENCAY
13
bir araya gelirler, ateşler yakarlar, yürüyüş
yaparlar. Nevruz oyunları oynanır, ateş
üstünden atlanır vs. falan ama bunu
hayatımızın son 70-75 senesinde unutmuş,
bir kenara koymuş olan Türk halkı
köylüsüyle, kasabalısıyla, şehirlisiyle
yeniden öğrenmediği için, yeniden
öğretilmediği için, devlet eliyle resmi
bayram ilan edilip de tıpkı 19 Mayıs gibi,
23 Nisan gibi, Cumhuriyet Bayramımız gibi
devlet eliyle yaşar, yaşatılır kutlanır
konuma gelmediği, getirilmediği için,
eğitim programlarımızda ilkokuldan
üniversiteye kadar Nevruz ile ilgili bilgi
verilmediği için, hala bizde Nevruz, Türk
cumhuriyetlerindeki coşkunun 1/10’i
boyutunda ancak bulunur.
Sarı – Kırmızı – Yeşil renkleri Nevruz ile
özdeşleşmiş durumda. Bu renklerin
kültürümüzdeki yeri nedir?
Türklerde de başka bir takım milletlerin
tarihi süreçlerinde olduğu gibi renklerin
tarihi, kültürel, anlamları ola geldi. Türkler
en eskiden beri dünyanın merkezini
(yaşadıkları toprağı), orta kesimini sarı
renk ile simgelerlerdi. Sarı renk söz
konusu olduğu yerde hep altın sarısıdır.
Altın, dünyanın merkezini ifade etti. Ve
merkezin rengi olunca tabi yönlerinde
rengi olması lazımdı. Kara, Kuzey’in rengi
oldu. Ak, Batının rengi oldu. Gök – bakın
yeşil de demedim mavi de demedim-
Doğuyu ifade eden bir renk oldu ve kızıl,
güneyi ifade eden bir renk oldu. Türkler
gittiler bunu Anadolu’ya da getirdiler.
Kuzeyine “Karadeniz” dediler. Batısına
“Akdeniz” dediler. Akdeniz, Türkiye’yi
şöyle aşağıya doğru kuşattığı için ona
ayrıca isim veremezlerdi, atladılar ta
aşağıya “Kızıldeniz “ dediler. Doğuda ne
vardı Türkiye’nin deniz olarak? Hazar
Denizi var. Ona da “Gökçe Deniz” dediler.
Gün geldi o Gökçe Deniz, Türkiye’nin
uzantısı dışında kaldığı için onu bir şekilde
sembolize etmeliydi. Oradaki bir gölümüze
“Gökçe Göl” dedik. Hala da öyle diyoruz.
Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar, ta
Şamanist dönem sürecinden beri getirmiş
olduğumuz Türk kültürü, Anadolu’da en
gelişmiş şekliyle kök saldığı, yaşadığı,
devam ettiği için bakanız şimdi bir büyük
Türk düşünürü, dini düşünürdür de aynı
zamanda biliyorsunuz - Hacı Bektaşi Veli –
onun öğretisi var; onu dört kapı ve her
kapıda onar makam olmak üzere kırk
makam olarak ifade etti. Hacı Bektaşi
Veli’nin Velâyetnamesi’nde karşımıza
çıkan bu: 4 kapı 40 makam. 4 kapısından
biri mavi kapıdır, Doğu kapısı. Biri kara
kapıdır, Kuzey kapısı. Öteki beyaz kapıdır,
ak kapı, Batı kapısı. Bir diğeri kızıl kapıdır,
Güney kapısı. Bakınız kültür nasılda
devam edip geliyor.
Şimdi geldik sarı renge. Sarı renk niye
dünyanın merkezini temsil ediyor idi?
Şunun için: En eski Türk inanışı- Türk
kozmogonisi diyelim ona, Erlik ya da
Yerlik Han var. Tanrı, yer altı dünyasının
Tanrı’sı. O, orada bir altın sarayda ve bir
altın taht üzerinde otururdu. Her tarafı
idare eder, yönetir. Dolayısıyla altın
sarısının dünyanın merkezini ifade
etmesindeki nedeni, Erlik Han’ın sarayının
ve tahtının rengi ve o renk, sarı renk
devlet otoritesinin devlet kudretinin rengi
oldu. Gelelim renkler üçlüsündeki al
(kırmızı) renge. Alev rengidir. Adını
oradan alır zaten alev. Eski Türk
inanışlarında alev kutsaldı. Nevruz’da ateş
yakılması, ateşin üzerinden atlanması
GENCAY
14
bundandır. Ateşin üzerinden atlanarak
kötü ruhların, kötülüklerin etkisinden
kurtulmak, birtakım hastalıklardan
korunmak beklenirdi. İşte bu inanışta
dolayı Türkler o al rengi başlarının
üstünde, öncülük yapan liderlerin elinde
ya da yanı başlarında görmek arzusunda
oldular. O nedenle bayraklar, sancaklar al
renk oldu. Hatta hükümdarların otağda al
renk idi.
Geldik yeşile. Sarıyı söyledik, al’ı söyledik.
Yeşil, Eski Türkçe “yaşıl” Erlik Han’ın
oğullarından birinin adıydı Yaşıl Han. O,
ister bitki, ister hayvan, ister insan, bütün
canlıların doğup büyümeleri, gelişmeleri
ile sorumlu olan bir Han idi. Dolayısıyla o
inanıştan başlayarak, yeşil renk Türklerde
hayatın, canlılığın, diriliğin, çoğalmanın,
tabiat ananın rengi oldu.
Devlet gücünün, devlet kudretinin rengi
olarak “sarı”; bir diğeri, kutluluğun,
kutsallığın, koruma himaye etme,
kötülüklerden uzak kılma duygusunun
rengi olarak “al” ve nihayet yaşamanın,
varlığını sürdürmenin, hayatiyetin,
canlılığın rengi olarak yeşil renk…
Bu renkleri Türk tarihinde en erken
Köktürkler döneminde görüyoruz. Çin
Seddi’ne yakın yerlerde yapılan kazı
çalışmalarında Köktürk hükümdarlık
ailesine mensup bazı şehzadelerin
mezarları bulundu, açtılar ve bir de
görüldü ki o şehzadeler defnedilirken iç
kat elbise giydirilerek defnedilmiş.
Elbiselerden biri al ipek, biri sarı ipek, biri
yeşil ipek. Oradan anlaşılıyor ki, bu üç
renk en geç – hunlar dönemini bilmiyoruz-
Köktürkler zamanından başlayarak
Türklerde hükümdarlığı, devleti, devlet
hayatını ifade eden renkler olarak
görülmeye başlamış.
Oradan Büyük Selçuklulara geliyoruz.
Büyük Selçuklularda bakıyoruz yine sarı-
kırmızı-yeşil renkli bayraklar. Selçuklu
Devletini Selçuklu Ordusunu sembolize
etmek amaçlı kullanılıyor. Osmanlılara
gelene kadar bu üç renk, bir kırmızı, bir
sarı, bir yeşil bayrak olarak kullanılıyor.
Ayrı ayrı renkler halinde. Osmanlı
Devletine geldiğimiz zaman bu üç rengi
birden, Osmanlı Devlet Başkanlığı
forsunda görüyoruz. O renklerin
yansımasını Osmanlı Devletinin ortadan
kalkmasına kadar görürüz. Tipik bir örnek
vereceğim size, Atatürk’ün mareşal
üniformalı resmine bakınız kalbinin
üstünde “imtiyaz madalyası” vardır. Yeşil,
kırmızı renklerden oluşan şeridin ucunda
altın. Osmanlı padişahları tarafından
verilmiş en üstün madalyon.
Türk kültürünün çok önemli bir parçası
olan ve Nevruz ile anılan bu
renklerimizin başka çevreler
tarafından sahiplenilmesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Onun çok hazin bir hikâyesi var veyahut
da ibretlik bir hikâyesi var. O şöyle:
Osmanlı saltanatı bitene kadar bu renkler
devleti sembolize etti hatta istiklal
madalyası ile cumhuriyet sürecine de
yansıdı. Biz biraz garip bir milletiz bazı
şeyleri çabuk unuturuz.
Sene 1943. II. Dünya Savaşı bütün harareti
ile devam ediyor ve Almanlar o kadar çok
cepheye yayılmışlar ki, askeri araçları,
tankları vs. hareket ettirmekte petrol
sıkıntısı yaşamaya başlıyorlar. Ne
yapalım? Bir bakıyorlar ki Kuzey Irak’ta
GENCAY
15
bol petrol var. Kim var Kuzey Irak’ta?
İngilizler var. İngiliz yönetimi hâkim
oraya. Ne yaparız da oradan İngilizleri
çıkartırız, oradan petrol alırız? Kuzey
Irak’ın güçlü aşiretlerinde biriyle temasa
geçiyorlar. Alman ordusundan “Godfried
Johannes Müller” , “Nafi Remzi Reşid” ile
temasa geçiyor. Sonuçta bu ikisi bir
uzlaşmaya varıyor. Almanlar Kuzey Irak’a
ulaşacaklar. Oradaki Kürtleri, İngilizlere
karşı isyan ettirecekler, destekleyecekler
ve orada bağımsız bir Kürt Devleti
kurduracaklar. Buna karşılık Kürtler de
Almanları bol bol istifade ettirecek. Hesap
bu!
Anılarını yazdı Müller, anılarının o
kısmının başlığı “Üç renkli bayrak,
Kürtlere benim armağanımdır” diyor ve
hazırlanış hikâyesini de şöyle anlatıyor; “
Yemin edecektik birbirimize ve her ne
suretle olursa olsun ihanet etmeyecek,
birbirimizi ele vermeyeceğimize, yarı
yolda bırakmayacağımıza dair. Gel yemin
edeceğiz. Neyin üzerine? Kutsal
kitaplarımız ve bayraklarımız üzerine.
Baktık bizim kutsal kitabımız var,
bayrağımız var ama Nafi Remzi Reşid’in
sadece kutsal kitabı var. Bayrak yok.
Remzi ben ve eşim, sarı-kırmızı-yeşil
renklerden oluşan bayrağı birlikte
hazırladık.”
“Bu üç renkten oluşan bayrağı biz
hazırladık, İngiliz istihbaratı da bunlardan
haberdar olmuş, takipteler. Kırım üzerinde
Türkiye’den de geçip semadan Hakurk
vadisine paraşütle indiğimiz zaman, o
bayraklardan da yanımıza bol miktarda
almıştık aşiretlere dağıtmak üzere ama
İngilizler bir hafta önceden haber almışlar.
Maalesef bizi Kuzey Irak’a götüren uçağın
pilotu da İngiliz casuslarındanmış. Bizi
ihbar etmişler, her birimizin başına 1000
dinar ödül koymuşlar ve o aşiretler dağa
taşa dökülmüşler bizi bulmak için, o parayı
almak için.” Biz yakalındık diyor Müller.
Osmanlı tarihe karıştıktan 23 sene sonra
birileri aldılar bu üç rengi. Bağımsızlık ilan
edeceğiz diye Kuzey Irak Kürtlerine
verdiler. E şimdi bir Kürtçülük, bölücülük
hareketi başladığı zamanda bir sembol
lazım. Nerede? Orada buldular kendilerine
göre sözüm ona sembolü.
Kültürünü unutan toplulukların başına her
zaman gelen musibettir, beladır bu…
Rengimizin çalınıp sahiplenilmesine
müsaade etmeseydik olay bitecekti ama
hafızayı beşer, nisyan ile maluldür.
Unuttuk kendi kültürümüz çocuklar.
Nevruzda böyle oldu.
Biz unuttuğumuz için birileri buna sanki
bir başka unsurun ifadesiymiş gibi
sunmaya başladılar. Kürt bayramı dendi,
İran Bayramı(!). İran bayramı idiyse bu
menşei itibariyle İranlı kaynaklardan 800
GENCAY
16
sene evvel 1000 sene evvel ta Çin
Seddinde bu renklerin oralarda ne işi var?
Bunu izah etmeleri lazım. Bunun varlığı
Çin kaynaklarında biliniyor. O tarihte bir
İran kaynağı mı var? En erken kayıt
İran’da Firdevs-i’nin şehnamesidir.
Biliyorsunuz 11.yy’ın ilk yarısı. Ben
bundan 1800 sene evvele dair kaynak
gösteriyorum.
Neden “Nevruz” ifadesi yerine
“Yenigün” kullanılmıyor? Son olarak bu
konuya da kısaca değinebilir misiniz?
Nevruz, adı üstünde Yenigün. Kültürel
farklar, kültürel dalalet içinde olmanın
başımıza getirmiş olduğu sıkıntılardan söz
etmiyor muyuz? Nevruz, İran bayramı diye
iddia edenler bize diyorlar ki “adı bile
Farsça, nerden sizin oluyor ?”
Yenigün neyin yeni günü oluyor? Bir yılın
yeni günü. O zaman ki uygulamada yılın ilk
günü 21 Mart. O yılın ilk günü 21 Mart aynı
zamanda tabiatında yeni günü oluyor.
Bahar başlangıcı… Ancak Orta Asya’dan
göç edince bu ismi kullanmayı bırakmışız.
İran üzerinden batıya ilerleyip o
topraklarda hâkimiyet sürdüğümüzden ve
çabuk etkilendiğimizden dolayı “Yenigün”
ismini bırakmışız. İranlılardan “Nevruz”
ismini almışız.
YENİGÜN
Ergenekon, destan olmuş kutlu bozkurt yolu bize
Tanrı Dağı ata yurttur, beş bin yıllık ocak bize
Anadolu Alp-Erenle mesken olmuş bin yıl bize
Nevruz Türk’e bahar olmuş, nevruz yeni gündür bize
Allah’a şükürler olsun bir yıl daha verdi bize
Cihan bugün bahar oldu, Çağan bayram olsun bize
Ulu Türk’ün yeni yılı bereket getirsin bize
Kutlu yolda yürüyenler; bu yıl bozkurt yılı bize
Metehan Çağrı
GENCAY
17
YENİGÜN ŞİİRLERİ NEVRUZ
Altaylar’dan, Viyana’ya Nevruz, Türk’ün bayramıdır. İlan ediyom cihana, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Türk, cefaya katlanacak, Muhabbetle tatlanacak, İlelebet kutlanacak, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Vurmasınlar yanlış aşı, Nerde Türk var, Türk gardaşı, Türk takviminin yılbaşı, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Tarihinden al haberi, Türk isen gel, kaçma geri, Ta Satık Buğra’dan beri, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Türk olan alsın nasibi, O, bu yurdun öz sahibi, Sinsin gibi, Cirit gibi, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Kem fikirler duysun hele, Bunu böyle herkes bile, Töreleşti kanun ile, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Körükle ateş yakalı, Bakırdan dağı yıkalı, Ergenekon’dan çıkalı, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Almaatı, Bişkek, Taşkent, Bakü, Yesi ve Semerkant, Oba oba, kasaba, kent, Nevruz, Türk’ün bayramıdır.
Kırcaali, Gümülcine, Tibet, Moğolistan, Çin’e, Varna, Kırım, Urumçi’ne, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Bosna Hersek, usul usul, Şam, Şiraz, Kerkük ve Musul, Feymânî der ki; velhasıl, Nevruz, Türk’ün bayramıdır. Aşık Feymani (Osman Taşkaya)
NEVRUZ MANİSİ
Nevruz geldi, yaz geldi. Karga geldi, saz geldi. Oturan adamlara, Bülbülden avaz geldi. Bizim atlar karadır. Başın silkip varadır. Nevruz geldi, gelmedin Kız yüreğim yaradır. Günorladır çoğludur Kızlar evde bağlıdır. Her yıl Nevruz gecesi, Yar yarına bağlıdır. Sülgünün civcivleri Çıkarın biceleri Allah muradın ersin Nevruzun geceleri
Anonim
GENCAY
18
GENCAY
19
SÖYLEŞİ: AHMET BİCAN ERCİLASUN Fatma ORAKCI - Metehan ÇAĞRI
Türkistan’da Nevruz (Yenigün) milli bir
bayram olarak kutlanırken,
Türkiye’deki etkinlikleri nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Nevruz, gece ile gündüzün eşit olduğu gün
dönümüne denk geldiği için birçok millet
ve kavim tarafından özel bir gün olarak
kabul edilmektedir. 12 hayvanlı Türk
takviminin 21 Martta başladığı çok eski
kaynaklarda kayıtlıdır. Yani eski Türk
takvimine göre 21 Mart yılbaşıdır.
Türklerin 21 Martta Ergenekon’dan
çıktığına da inanılır. Bu inanış, bir tabiat
olayının millî bir gün hâline getirildiğini de
gösterir. Bazı izleri devam etmiş olmakla
birlikte son asırlarda Anadolu Türkleri
Nevruz kutlamalarını unutmuşlardı.
Azerbaycan dâhil diğer Türklerde ise
canlılığını korumuştu. Gerçi Sovyet
döneminde onlarda da bir kesinti oldu;
fakat hafızalarda Nevruz canlı idi. Sovyet
dönemi bitince hafızalardaki Nevruz
yeniden ortaya çıkıverdi. Biz ise unutmuş
olduğumuz Nevruz’u yeniden
canlandırmaya çalışıyoruz. İyi de ediyoruz.
Türk kültürünün önemli bir parçası
olan Nevruz’u, Türkiye’de bölücü
unsurların sahiplenmesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bir tabiat olayı birçok topluluk tarafından
kutlanabilir. Ancak kutlamaların bir
bölücülük aracı hâline getirilmesi son
derece yanlıştır. 21 Martta gece ile gündüz
sadece belli bir bölgede veya belli bir
topluluk için eşit olmuyor ki…
Balkanlarda, Türkiye’nin batısında ve
doğusunda, Azerbaycan’da, Batı ve Doğu
Türkistan’da, Moğolistan’da ve daha
birçok yerde 21 Mart gün dönümüdür.
İsteyen bu günü kutlayabilir; ama hiç
kimse Türkiye’yi bölmek amacıyla
kutlama, bayram veya başka bir faaliyet
yapamaz. Tabii bunu benim söylememden
çok yetkililerin bilmesi gerekir.
Ergenekon’a olumsuz anlam yükleyen
yetkililerin ise daha iyi bilmesi gerekir.
Türk dili esperantosu mümkün müdür?
Eğer mümkünse olumlu ya da olumsuz
etkileri neler olur?
Türk dili esperantosu mümkün değildir.
Yalnız bizim için değil hiçbir millet için
yapma dil mümkün olamaz.
GENCAY
20
Altay dil teorisi hakkındaki
görüşleriniz nelerdir?
Altay dil teorisi Türk, Moğol, Mançu-
Tunguz dillerini akraba kabul eden bir
teoridir. Buna göre adı geçen diller, Ana
Altayca adı verilen ortak bir dilden
türemiştir. Altay ailesine Kore ve Japon
dillerini katan bilginler de vardır. Teoriyi
reddeden bilginler ise bu diller arasındaki
ortak kelimelerin alış veriş olduğunu ileri
sürerler. Bence Moğol ve Mançu-Tunguz
dillerinin üst katmanları Türkçe ile
akrabadır; alt katmanları farklıdır.
Biz Türk’üz diyoruz ancak Türkistan’da
yaşayan Türk boyları ‘biz Kazak’ız’, ‘biz
Özbek’iz’ diyorlar. Özbek Türk’üyüz,
Kazak Türk’üyüz demiyorlar. Bu
noktada Türk oldukları bilincinin
yerleştirilmesi için mi çalışmalar
yapılmalı yoksa “Türk” kavramı yerine
“Turan” kavramı mı kullanılmalı?
Diğer Türklerin kendilerini farklı adlarla
adlandırmaları, 70 yıl boyunca içinde
yaşadıkları Sovyet rejiminin sonucudur.
Yani 1917’de ve sonra doğan bir Kırgız,
Özbek… Çocukluklarından itibaren ne
öğrendilerse tutumlarını ona göre
belirlemektedirler. Hepsinin Türk ve
Türkçe ile ilgili olarak öğrendikleri şudur:
Türk, Türkiye’de yaşayan milletin adı,
Türkçe de onların dilidir. Kavramları bu
şekilde öğrenen bir Özbek, Kazak, Tatar…
Türkiye’de yaşamadığına göre “ben
Türküm, benim dilim Türkçe” diyebilir mi?
“Kökümüz bir” sözüne itiraz etmiyorlar;
çünkü rejim de bunu inkâr etmemişti.
Yapılacak iş, Sovyetlerden önce Türk ve
Türkçe terimlerinin onlar için de
kullanıldığını tarihî belgelerle anlatmaktır.
Benim “Makaleler” adlı eserimde yer alan
“Dilimizin Adı” başlıklı araştırmada bunun
birçok örneği vardır. Bu konuda ilim
yolundan ve sabırla ilerlemek gerekir.
Zorlamak ters netice verir. Bugün
Azerbaycan aydınlarının birçoğu bu
konuda bizim gibi düşünmektedir. Doğru
bilginin diğerlerine de yavaş da olsa
ulaşacağına eminim. Turan kavramı ise
Türk birliği anlamında kullanılmaya
devam edecektir.
Yakın zamanlarda Türk Dünyası’nın
önemli isimlerinden Rauf Denktaş’ı
kaybettik, Rauf Denktaş hakkındaki
düşüncelerinizi kısaca alabilir miyiz?
Rauf Denktaş, Türk tarihinin son
dönemlerde yetiştirdiği en büyük
isimlerden biridir. Bence, uykuda
zannedilen Türklük yapısının uykuda
olmadığını gösteren canlı bir örnektir.
Mütevazı, fakat tuttuğunu koparan, bu
vasfıyla dünya diplomasisine de kendisini
kabul ettiren gerçek bir millet önderidir.
Türkiye’yi yönetenlerin ondan alacakları
çok dersler vardır.
Geçtiğimiz günlerde Taksim’de Hocalı
Soykırımını anmak için bir açık hava
toplantısı düzenlendi. Yapılan etkinlik
hakkındaki görüşleriniz nelerdir? İdris
Naim Şahin’in parti propagandasına
dönüşen konuşmalarını ve açılan bazı
pankartların ırkçı ve provakatif oldu
yönündeki eleştirileri siz nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Hocalı katliamını anmakta geç bile kaldık.
Azerbaycan’ın beşte biri düşman çizmesi
altında ve biz buna tepki göstermiyoruz.
Bu nasıl tasada birlik? Ortada vahşice
işlenmiş cinayetler vardır. Türk elbette
ayağa kalkacaktır ve kalkmalıdır. Ermeni,
GENCAY
21
Ermeni çıkarlarını korumak ister; Türk de
Türk çıkarlarını. Türk olan için bu
böyledir; gerisi lâfügüzaftır.
Eğitim sisteminde köklü bir reform
yapılmaya çalışılıyor ancak yapılan
çalışmaya birçok eleştiri geldi. Bir
eğitimci gözüyle yapılan çalışmaları
kısaca değerlendirebilir misiniz?
Şu anda eğitimde yapılana reform değil
zorba yöntemlerle bildiğini okumak denir.
Eğitim ciddi bir iştir. Öncelikle zorbalık ve
dayatma bırakılmalı, konuyla ilgili gerçek
uzmanlar dinlenilmelidir. İleri gitmiş
ülkelerin eğitim sistemleri önümüzde
duruyor. Eğitim ataşe ve müşavirlerimiz
de yıllardan beri o ülkelerde görev
yapıyor. Baksınlar, bu iş oralarda nasıl
yürüyor. Gelişmiş ülkelerin hemen hemen
hepsinde mesleğe yönlendirme 16
yaşından sonradır ve hepsinde
üniversiteye girebilmenin şartları çok
ağırdır. ABD’de binlerce üniversite var,
ama orada da iyi bir üniversiteye
girebilmek çok zordur. İmam-Hatip
okulları başlangıçta meslek okulları olarak
açılmıştır. Doğru olan da budur. Bilgili
imam, vaiz, hatip vb din görevlileri
yetiştirmek için bu okullar açıldı ve sonra
da onların üstüne Yüksek İslam
Enstitüleri. Müslüman ve dindar
yöneticilerimiz bunu kötü bir şey mi kabul
ediyorlar? Farklı meslek isteyen genç, lise
bitirme sınavlarına girip lise diploması da
alır ve istediği fakülteye gidebilirdi. Şimdi
düz liselerin yanında bir de İmam-Hatip
liseleri, yani ikili eğitim var. Nerede
öğretimin birliği (tevhid-i tedrisat) yasası?
Yoksa birçok yasa gibi bu da işletilmemek
üzere mi çıkarıldı? Bence eğitimde en
önemli konu kalite konusudur ve yetkililer
dayatmayı bırakıp kaliteyi yükseltme
konusuna yoğunlaşmalıdır.
GENCAY
22
DÜŞMANA KARŞI ŞANLI, KAHRAMAN,
GAZİ OLMAK: ŞEHİRLERİN İSTİKLÂLİ Aybike Gökçen ŞİMŞEK
“Ey Milleti Neci beyi İslamiye; bin üç yüz
senedir Allah’ını, peygamberini, senden
memnun ettiğin bir din ölüyor. Yani
ecdadının kanı pahasına fethettiği bir
kalenin burcunda ki Al Sancağın bugün
Fransızlar tarafından indiriliyor. Şimdi,
acaba bunu alıp yerine koyacak sende
birkaç yüz İslam kanı ve gayreti hiç yok
mu? İsyan etmeyin, yalnız vakarlı ve
azametli olarak sadece o Al Sancağımızı
geri yerine koyalım. Tekrar kemali
azamet ve muhabbetle yerlerimize avdet
edelim. Korkma! Seni burada ki birkaç
Fransız kuvveti kıramaz.
Sen mevcudiyetini gösterecek olursan,
değil birkaç yüz Fransız kuvveti hatta
bütün Fransız milleti kıramaz. Buna
emin ol!”
Bu bildiri, 28 Kasım 1919’da Maraş’ta,
Türk bayrağının indirilmesi üzerine halkı
uyanmaya, ayaklanmaya çağıran Avukat
Kısakürek Mehmet Ali’nin yürekli sesidir.
Bu milletin o dönemde ki ruhunu yansıtan
bir sesleniştir. Gaziantep, Şanlıurfa,
Kahramanmaraş direnişleri istiklal
harbinin ilk kıvılcımını oluşturmuştur.
Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş
maalesef, Ermeni destekli Fransız ordusu
tarafından işgal edilmiş ve şehirde
bulunan halk birçok istismara uğramıştır.
Bu şehirlerarasından ilk işgale uğrayan
Gaziantep’tir. 15 Ocak 1919’da İngilizler
daha sonra da Fransızlar tarafından işgal
edilen bu şehrin halkı galeyana gelmiş ve
vatanlarını savunmak için her türlü çareye
başvurmaya mecbur edilmiştir. Şehirde
bulunan Ermeniler ise bu işgali fırsat
bilerek Türklere hakaret etmişler, yıllardır
hoşgörü ile yaşadıkları bu vatana ihanet
etmişlerdir.29 Ekim 1919’da Gaziantep’te,
Şanlıurfa ve Kahramanmaraş gibi,
Fransızlar tarafından işgal edildiğinde
Türkler çok yeise düşmüşlerdir. Hiç bir
hareket yokken Türk topraklarının bu
şekilde bir düşmandan bir düşmana
devredilmesi, Türk haysiyetini zedelediği
aşikârdır. Bütün bunlara tepki olarak
mitingler yapıldı ve Gaziantep’te ki Fransız
komutanına bir protesto mektubu
gönderildi.
Gaziantep’te de her yerde var olduğu gibi
vatanı savunmak ve teşkilatlanmak için
“Cemiyeti İslamiye” adında bir cemiyet
kuruldu. Cemiyet, birçok vatanseverin
yardımıyla şehir içinde ve köylerde
genişletilmiş, tamamen gelişmiş ve bir
taraftan da silah ve cephane tedariki
sağlanmaya başlanmıştır.
GENCAY
23
Gaziantep’in kurtuluşundan bahsederken
Şahin Bey’i asla göz ardı edemeyiz. Vatanın
müdafaasını her şeyin üstünde bilen
Teğmen Şahin ve kuvvetleri Gaziantep’in
savunması için ellerinden gelenleri
yaptılar. Teğmen Şahin, kuvvetleriyle
Fransızların şehre giriş ve çıkış yollarını
tıkamış ve bu netice sonucunda
Fransızlarla bir anlaşma yapılmak
istenmiştir. Tamamıyla Türk lehine olan
bu teklifi Fransızlar tarafından kabul
edilmemiştir. Bunun üzerine Teğmen
Şahin düşmanı kesin olarak bu yoldan
geçirmemek ve son mermiyi atıncaya
kadar direnmek kararı verdi ve bu kutsi
dava uğruna şehit düştü.
Bu olaylar tarihimizde sadece bir şehre ya
da bir defaya mahsus değildir;
Kahramanmaraş’ta ise, Ermenilerin de
desteğiyle önce İngilizler daha sonra da
Fransızlar tarafından işgal edildi. Bu olay
sonucunda bütün Türk Milleti galeyana
geldi ve bölgede ki komutanlar esaslı
tedbirler almaya başladı.
Kahramanmaraş’ın istiklal savaşında
adını yaptığı kahramanlıkla
ölümsüzleştiren bir Sütçü İmam’ı vardır
ki; çok şükür Türk Milleti henüz
unutacak kadar gaflete düşmedi. Türk
Milletinin mukaddesatına kirli elleriyle
uzanan bu hainlerin karşısında gözünü
kırpmadan silahına davranan kahraman;
yılmayan Türk azmini göstermiştir.
Kahramanmaraş’ta yapılan bu işgalde;
Fransızlardan çok Ermeniler millete çok
büyük acılar çektirmişlerdir. Bu satılmış
insanlar; camileri bombalama planları
yapıyor, Türklere olmadık eziyetler
yaptıkları gibi, gençlerinden birçokları
Fransız ordularına katılıyordu.
Kahramanmaraşlılar bu devamlı yapılan
eziyetler ve işgalin getirdiği onur kırıcı
durumdan dolayı, vatanlarının kurtulması
için cemiyet faaliyetle yürütmeye başladı.
Bir diğer şanlı istiklal savaşı şehrimiz
Şanlıurfa. Şanlıurfa’nın da kaderi;
Kahramanmaraş ve Gaziantep gibi önce
İngilizler daha sonra da Fransızlar
tarafından işgal edildi. Fransızlar,
Şanlıurfa’da ilk iş olarak Şanlıurfa
jandarma tabur komutanına işten el
çektirmişlerdir, kaymakamı ve komutanı
Adana’ya sürmüşlerdir. Suçluları tahliye
etmeye kadar devletin iç işlerine ve hatta
adliye işlerine haksız ve yersiz olarak el
atmış olurlar. Bütün bunlar Şanlıurfa
mutasarrıfı tarafından lazım gelen
makamlara bildirilmişse de bir sonuç
alınamamış ve ancak bütün milletin
GENCAY
24
silahlanarak vatanlarını koruması
kararlaştırılmıştır.
20 Ekim 1921’de yapılan Ankara
Anlaşması ile Gazi, Şanlı Kahraman
şehirlerimiz; önce İngilizlerin sonra da
Ermenilerin ihanetiyle katmerleşen
Fransızların yapmış olduğu işgalden; bu
şehirlerde ki vatan aşkıyla yanan
milletimizin desteğiyle resmen
kurtulmuşlardır.
Son olarak; istiklal için düşmanla çarpışan
bu şehirlere unvanları verilerek; milletin
yürekli davasının hakkı verilmiştir.
Şahinbey Destanı / Mehmet Sait
“Antep Kalesi’nde ve her mahallesinde,
Karabıyıklı Dağı’nda,, Dülük Dağı’ında,
Güreniz’de, Sof’da, Karadağ’da,
Ve Antep’in her tepesinde, her dağında,
Ve Antep’in her yanında,
Bir meşale yandı…
İşte;
Şahin’im bunun için dayandı…
Dayandı Şahin’im bir kere daha dayandı…
Kevser’e sevindi,
Antep’e içi yandı…
Şahin’im bir çınar gibi devrildi yattı…
Bir süre, Anteplinin ruhunu dağıttı…
Anaları bacıları mateme attı…
Anteplinin o’na yaktığı feryat, figan,
Koca bir türkü, derin bir ağıttı…
…
Uyan Şahin uyan, uyanmaz mısın?
Diz çöküp düşmana dayanmaz mısın?
Al kızıl kanlara boyanmaz mısın?
Uyan Şahin uyan, gör neler oldu.
Sevgili Antep’e Fransız doldu.
….
Şahin’i sorarsan, otuz yaşında.
Süngüyle vuruldu köprübaşında,
Çeteler oturmuş ağlar başında…
Uyan Şahin uyan, gör neler oldu.
Sevgili Antep’e Fransız doldu.
GENCAY
25
MİLLİ MÜCADELEDE TIBBİYELİ BİR
GENÇ: HİKMET BORAN Alperen KIZIKLI
“Ben Milli Mücadeleye çıktığımda
ordunun da halini gördüm, saltanatın
da. Bir de bağımsızlık ışığı gözünden
parlayan Dr. Hikmet’i”
Mustafa Kemal ATATÜRK
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde
Osmanlı milyonlarca kilometrekare
toprağını kaybetmiş ve yüz binlerce
insanını yitirmiş bir şekilde Anadolu
topraklarına çekilmişti.
Mondros Ateşkes’in hayata geçirilmesiyle
birlikte Anadolu, Rumeli ve Ortadoğu
topraklarının büyük bir kısmı da düşman
işgaline uğramıştı. Musul, İstanbul,
Boğazlar, Doğu Trakya, İskenderun,
Maraş, Urfa, Antep, Batum, Adana yer
İtilaf Devletleri'nin askerleriyle dolmuştu.
Türkleri, öz yurtlarından atmak için ne
gerekiyorsa yapılıyordu.
İngiliz maşası olan Yunanlıların, İzmir'i
işgal etmesi, bardağı taşırmış, düşmana
karşı ilk kurşunun Hasan Tahsin Bey
tarafından atılmasına neden olmuştu.
Milli mücadelenin milatlarından biri olan
bu olay, tüm Anadolu ve Rumeli
topraklarında milli bilincin uyanmasına
katkı sağlamıştır.
Fakat toplumdaki herkesim işgale karşı
direnişe sıcak bakmıyor ve bu konuda
farklı fikirler ortaya atılıyordu. Bazı Türk
aydınları tarafından Amerikan, İngiliz
veya Fransız mandası olma fikri sıcak
karşılanıyordu. Türk’ün tarihinde işgaller
karşısında umutsuzluğa ve karamsarlığa
düşülen bir vaka yoktu. Nitekim bu
teslimiyetçi zihniyet, halkın milli
mücadele istek ve azmine balta vuramadı.
Çünkü yüce Türk milleti her zaman
vatanını savunmak ve topraklarında hür
yaşayabilmek adına taşın altına elini
koymaya hazırdı. Fakat bir önder, bir
başbuğ gerekiyordu. Bu önder,
Çanakkale’de destan yazmış bir Türk
subayı olan Mustafa Kemal’di.
Mustafa Kemal Paşa, bütün bu
olumsuzluklar karşısında Türk
milletine “Memleketi bu müthiş badireden
kurtarmak için yalnız bir kuvvetin temini
lazımdır: milletin birliği” diyerek, vatan
müdafaası için milletin birliği sağlamanın
önemine işaret ediyordu.
Bu ülkü için öncelikle milli kongrelerin
yapılması şarttı. Böylelikle milletin
temsilcileri bir araya gelerek ülkenin
içinde bulunduğu duruma çözüm
getirecekti.
Bu çözümün en önemli kararları Sivas
Kongresi'nde (4-11 Eylül 1919)
alınmıştır. Fakat yazının giriş kısmında
belirtildiği gibi, vatan müdafaasıyla yanıp
tutuşan bir millet olduğu gibi manda ve
himayeye sıcak bakan bir kesimde vardı.
GENCAY
26
Üstelik bunlar azımsanmayacak bir sayıda
idi. Kongrede manda lehine söz alıp
görüşlerini ifade ediyorlardı.
Manda tartışmalarının yoğun olarak
yaşandığı 8 Eylül gününün gecesi Mustafa
Kemal Paşa manda lehindeki
konuşmalara ithafen etrafındakilere şöyle
seslenmiştir: “İstanbul'da ve buradakiler
nevmit ve hasta insanlardır. Ecnebi işgal
etkisi altında cesaret ve ümitlerini
kaybetmiş olmanın verdiği teessürle ve
marazi bir haleti ruhiye içinde hareket
ediyorlar. Bunun başka türlü izahı yoktur.
Bir milletin istiklâl hakkını aramasından
ve bu yolda gerekiyorsa son damla kanını
akıtmasından daha tabii ne tasavvur
edilebilir? Şerefsiz, istiklâlsiz, esir bir millet
çocukları olarak yaşamak yerine, efendice
ve kahramanca ölmek elbette ki şayanı
tercihtir. Bunu anlayamamak ne garip
mantıktır?”
Kongreye katılanlar arasında genç, yiğit,
milletperver bir Türk delikanlısı, bir tıbbiye
öğrencisi de vardı. Mekteb-i Tıbbiye-i
Şahane (İstanbul Askeri Tıp Okulu) 3. sınıf
öğrencisi Hikmet Bey, tıbbiyelilerin
temsilcisi olarak Sivas Kongresi'nde
bulunuyordu.
İşgal altındaki İstanbul’da neler
yaşanmaktaydı? İstanbul’da milli bilinç
ne durumdaydı? Tıbbiyeli Hikmet’in
Sivas Kongresi’ne katılması nasıl
gerçekleşti?
Başkent İstanbul’un işgal edilmesiyle
birlikte 1919'un Mart ayında Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane (İstanbul Askeri Tıp
Okulu) İngiliz birlikleri tarafından ele
geçirilmişti. Tıbbiye öğrencileri, okullarını
kurtarmak için çare aramaktaydılar. Bu
nedenle Tıbbiye’nin kuruluş tarihi olan 14
Mart'ı hep birlikte kutlamaya karar
verdiler. Fakat asıl amaçları işgal
kuvvetlerine tepki göstermek, tüm
yurttaki işgalleri protesto etmekti.
Tıbbiyeliler 14 Mart 1919’da tıbbiye 3.
sınıf talebesi olan Hikmet Bey’in
önderliğinde büyük bir gösteri yaptılar.
Okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk
Bayrağı astılar. Bunu gören işgal
kuvvetleri, olaya müdahale etseler de
engel olamadılar. Böylelikle 14 Mart
resmen tıbbiyelilerin tepkilerini
gösterdikleri, milli tavırlarını ortaya
koyduğu gün olarak tarihe geçti. (Nitekim
cumhuriyetin kuruluşundan sonra 14 Mart
tarihi her yıl Tıp Bayramı olarak
kutlanılmaya başlanmıştır.)
Bu tepkinin yetmeyeceğini bilen 25
tıbbiyeli okullarından Sivas Kongresine
gönderecekleri delegeleri seçtiler. Fakat
iki kişi seçilmesine karşın iki kişi için
paraları çıkışmayınca bir öğrencinin
gitmesine karar verdiler.
14 Mart gösterilerini organize eden 3.
sınıf öğrencisi Hikmet Bey'in,
tıbbiyelilerin temsilcisi olarak Sivas
GENCAY
27
Kongresi'ne gönderilmesi hususunda
mutabık olundu ve 19 yaşındaki tıbbiyeli
Hikmet (Boran) Sivas Kongresinin 35
delegesinden biri olarak tıbbiyelileri
temsilen gönderildi.
Tıbbiyeli Hikmet Bey’in Sivas
Kongresindeki Tarihi Sözleri
Manda ve himaye konusunda
görüşmelerim yapıldığı esnada Tıbbiyeli
hikmet gençliğinin verdiği heyecanla,
mandanın lehine konuşanlara duyduğu
hiddetle söz aldı. Ve şu sözleri haykırdı:
”Paşam! Temsilcisi bulunduğum
tıbbiye, bağımsızlık savaşımızı
başarmak için açtığınız çalışmalara
katılmak üzere beni gönderdi.
Amerikan mandasını kabul edemem.
Kongre bu yolda bir karar verecek olsa
bile, bunlar kim olursa olsun, bütün
gücümüzle karşı çıkarız. Varsayalım ki,
Amerikan mandasını siz de onayladınız.
Size de karşı geliriz. Sizi kurtarıcı değil,
vatan batırıcı sayarız. Tel’in (ilan)
ederiz.”
Mustafa Kemal bu sözlerin üzerine
‘Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk milli
bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat
edin’ dedi. Tıbbiyeli Hikmet’e dönerek:
‘Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar
ediyorum ve gençliğe güveniyordum. Biz
mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız
tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm’
dedi.
- ‘Varol Paşam’ diyen Hikmet
memnuniyetini ifade ederek ve Mustafa
Kemal’in elini öpmüştür. Tıbbiyeli
Hikmet’i alnından öpen Mustafa Kemal ise
gençliğe güvenmenin ne kadar doğru bir
karar olduğunu bir kez daha görmüştür.
Son Söz
Hikmet Bey’in bağımsızlık aşkı tüm
hekimlere ve ülke gençlerine örnek
olmalıdır. “Che Guevara’nın
hekimleriyiz.” diyen tıp hekimleri
öncelikle onu tanımalıdır, onu
anlamalıdır. Tıbbiyeli Hikmet Boran’ın
bağımsızlık aşkından bi’haber bir hekimin
Che Guevara’nın mücadelesini kendi milli
mücadelesiymiş gibi sahiplenmesi aklın
almayacağı bir durumdur.
Tıbbiyeli Hikmet’in hayatı tıp
fakültelerinde derslerde anlatılmalı, milli
şuuru ne kadar yüksek bir genç olduğu
belirtilmeli, bununla birlikte tıbbiyelilerin
Türk Ocakları gibi nice milli teşebbüsün
kuruluşunda rol aldıkları, vatan
müdafaasına olan katkıları tüm tıp
fakülteli gençlere öğretilmelidir.
GENCAY
28
Tıbbiyeli Hikmet Boran’ın ışığının bizlere
her zaman yol göstermesi için ise;
doğduğu şehir olan Balıkesir’in Savaştepe
ilçesine ve mezun olan her hekimin bir
şekilde yolunun düştüğü Ankara’daki
Sağlık Bakanlığı’nın bahçesine Tıbbiyeli
Hikmet anıtı dikilmelidir.
Hikmet Boran: (1901-1944) Balıkesir’in
Savaştepe ilçesinde doğmuştur. Posta-
Telgraf memurlarından Hakkı Bey’in
oğludur. Ailesi Abhazya'dan Çerkez
göçmenleri arasında gelmiştir. Ünlü
sunucu Orhan Boran’ın babasıdır.
GENCAY
29
TÜRKİYE, AÇ HÜRLER VE TOK
ESİRLER ÜLKESİ OLAMAZ Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
Milliyetçi camianın 80 öncesi
söylemlerinden bir olan “Türkiye, aç
hürler ve tok esirler ülkesi olamaz” tarihi
lafını 30 sene sonrasına, günümüze
gelerek incelemeye alacağız. O zamandaki
bir cümleden bu zamana geniş bir bakış ile
hep beraber değerlendirmeler yapmaya
çalışacağız. Bu 8 kelimeden oluşan
küçücük bir cümlenin aslında bugün ne
kadar fazla karşılık bulduğunu birlikte
göreceğiz.
Açık söyleyeyim ben bu cümleyi ilk
duyduğumda, tam olarak anlayabilmek
için üzerinde bir süre düşündüm. Çünkü
zaten benim de üzerinde çalıştığım ve
biraz sonra da anlatacak olduğum
meseleleri o kadar kısa ve öz olarak
anlatıyordu ki, bir kere daha bu tür
söylemleri geliştiren bu millî davayı takdir
ettim. Şimdi cümlemizi incelemeye
başlayalım.
Evvela cümlemizin ilk tarafına bakalım,
yani “aç hürler”e. Ben bu kavram için daha
önce şöyle bir tanım yapmıştım. “Eski
köleler, şimdiki özgür köleler.” Peki,
kim bunlar?
Bu insanlar, köylerde, kasabalarda, küçük
şehirlerde, büyük şehirlerde, kısacası her
yerde bulunan, gelirleri açlık sınırının
altında, oldukça zor şartlarda yaşamak
zorunda, eğer bir işi de var ise sadece işten
eve, evden işe gidip gelmek durumunda
olan ve başka bir şansları da maalesef
genellikle olmayan, ülkemizin en büyük
çoğunluğudur. Evet, tahmin ettiğiniz üzere
nüfusumuzun büyük bir kesimini ve de
asgari ücret ile çalışan insanlarımızı da
içerisine alan büyük bir kitleden
bahsediyorum.
Bugün, devletin belirlediği aylık asgari
ücret miktarı 701 TL’dir. Eş çalışmıyorsa
ve 2 tane de çocuk varsa, buna istinaden
asgari ücret 734 TL olmaktadır.
Ülkemizde, hem devlet kurumları, hem de
çeşitli kuruluşların yaptığı çalışmalar
sonucu belirlenen açlık sınırı ise 4 kişilik
bir aile için aylık 1077 TL, yoksulluk sınırı
ise 2867 TL’dir. Yani, belirlenen asgari
ücret, gene belirlenen yoksulluk ve hatta
açlık sınırının da altında bir miktardadır.
Ne ilginç, garip ve hazin bir durum değil
mi? İzahı mümkün değil. Ama maalesef
durum bu şekildedir. Peki, anlattığımız bu
durumun sonuçları da olmayacak mı?
Biraz da onlardan bahsedelim.
İşte bu noktada da incelediğimiz bu tarihi
lafın ikinci kısmı devreye giriyor, yani “tok
esirler”. (Aslında “aç hürler” kısa bir süre
sonra mecburî “tok esirler” haline geliyor.)
Değerli okuyucular, Abraham Maslow’un
“ihtiyaçlar hiyerarşisi” isimli bir ünlü
söylemi vardır. Bu söylem, bir piramit ile
insan ihtiyaçlarının hiyerarşik olarak
GENCAY
30
sıralamasını yapmış ve buradan çeşitli
sonuçlar çıkarmıştır.
Bu piramitte de görüleceği üzere,
insanların fizyolojisinden gelen bedensel
ihtiyaçları vardır. Karnının doyması,
ısınması, uyuması, giyinmesi vb. şeklinde.
Bu ihtiyaçlar sağlanamadan bir üst
basamağa geçilmesi genellikle pek
mümkün değildir. Çünkü insanoğlunda
sistem bu şekilde çalışmaktadır. Örneğin,
karnı aç olan veya üşüyen bir insandan
bilim yapmasını, düşünmesini, çalışmasını
bekleyemezsiniz. Bizim atalarımız ise bu
durumu doğadan bir örnek ile basitçe
şöyle izah etmiştir: “Aç ayı oynamaz.”
Bunun büyük oranda doğru olduğunu
hepimiz biliriz.
Piramidin yorumuna biraz daha devam
edelim. Piramit bize şunları söylüyor:
İhtiyaçlar şu sıralama ile giderilmek
isterler: Fizyolojik, güvenlik, sosyal,
saygınlık, kendini gerçekleştirme. Bu
sıralamada tamamlanan her basamak bir
diğer basamağa geçmek için ön şart
oluşturur. Bu teze göre bir basamaktaki
ihtiyaçlar karşılanmadan, bir sonraki
basamağa geçmek mümkün değildir.
Yukarıdaki kısımlarda ülkemizde yaşayan
insanların büyük bir kesiminin yoksulluk
ve hatta açlık sınırının altında bir gelirinin
olduğunu belirtmiştik. Buradan Stalin’in
meşhur tavuk hikâyesine geçelim.
Soğuk bir kış günü… Stalin ve arkadaşları
şöminenin başında oturmuş votka içip
sohbet ediyorlar. Stalin yanındakilere
soruyor; “bir toplumu en iyi, en sessiz ve
sakin bir şekilde nasıl yönetirsiniz bunu
bana anlatın.” Hemen bir tanesi atılıyor ve
“cebir kullanırım” diyor, bir diğeri “onlara
haklar veririm” diyor, öteki ise “iyi
yöneticiler seçerim” diye söylüyor. Stalin
bu cevapları beğenmiyor ve “yok” diyor,
hizmetçisini çağırıyor ve “bana bir tavuk
getirin” diyor. Hizmetçi bir tavuk getiriyor
ve Stalin’e veriyor. Stalin tavuğu kucağına
alıyor ve canlı tavuğun tüylerini
acımasızca yolmaya başlıyor. Tavuk
canhıraş bir şekilde feryat ediyor,
bağırıyor. Ama Stalin bu, hiç duymuyor…
Tavuğun tüylerini tamamen yolduktan
sonra ortaya atıyor. Bu arada dış kapı açık
ve dışarısı da -40 derece. Tavuk feryadı
figan ederek dışarı atıyor kendisini. Ama
GENCAY
31
dışarı o kadar soğuk ki, hayvanın dışarıda
durması mümkün değil. Tekrar o yarı açık
kapıdan içeri diriyor. Dışarıda soğuktan
donmuş olan tavuk hemen gelip
şöminenin karşısına geçiyor ve sırtını
ateşe veriyor. Ancak şimdi de sırtı yanıyor,
tüyleri yok çünkü. Sonra duvar dibine
gidiyor, duvardaki sıvalar vs. rahatsız
ediyor tüyleri olmayan tavuğu. Daha sonra
masa ve sandalye ayaklarının dibine
gidiyor, onlardan da rahatsız oluyor. Ve en
sonunda tekrar Stalin’in ayaklarının
arasına doğru yürüyor. Stalin cebinden bir
miktar yem çıkarıyor ve tavuğa atıyor.
Tavuk yemeye başlıyor ve sonra Stalin
ayağa kalkıyor, yürüyor, yürürken az önce
vahşice tüylerini yolduğu tavuk da
peşinden gitmeye başlıyor. Ve Stalin şunu
söylüyor: “Bir toplumu yönetmek
istiyorsanız onu önce çıplak hale
getireceksiniz, sonra ona istediğinizi
yaptırırsınız.”
Bu açıklamalardan sonra konumuza tekrar
dönersek, anlattığımız önce bilimsel
verilerde sonra da bu bilimin hayattaki
kurgusunda karşımıza şöyle bir süreç
çıkıyor.
Öncelikle insanlar fakirleştirilirler.
Sonra bu insanlar, fakirleştirene
muhtaç olurlar.
Sonra bu insanları fakirleştirenler,
onlara ancak karınlarını
doyurabilecek kadar bir ücret
verirler. Gözlerini açtırmazlar.
Bu aşamadan sonra, karnının
doymasının da kesilmemesi için bu
insanlar ne denirse sorgulamadan
yapmaya başlarlar. Resmî olarak
köle değillerdir. Aslında özgürlerdir
de. Ancak özgürlükleri paralarıyla
doğru orantılı olduğundan, o kadar
özgürdürler. Sistem budur! “Eski
köleler, şimdiki özgür köleler”
Bu durumu anlatan benzer bir örnek daha
bizim yöremizde şöyle anlatılır. Eskiden
tavuk çalmak için hırsızlar şöyle bir
yöntem izlerlermiş:
Bir mısır tanesini önce ortasından iğne ile
deler ve oradan bir uzunca bir iplik geçirir
ve çalacağı tavuğun önüne doğru atarlar.
Mısır tanesini gören tavuk büyük bir
sevinçle bir hamlede onu kursağına
indirir. Daha sonra hırsızlar sanki oltaya
takılan balık gibi ipliği yavaşça çekmeye
başlarlar. Tavuk ne olduğunu anlamadan
mecburi bir şekilde hırsıza doğru
yürümeye başlar. Sahibi uzaktan baksa da
garip bir durum göremez. Çünkü iplik
incedir ve tavuk da bir yere doğru
yürüyordur. En sonunda hırsız yavaş
yavaş çekerek tavuğu alır ve kaçar.
GENCAY
32
Bu hikâyeyi referans alarak da insanlar
için bir deyim söylenir, “kursağından
bağlı” şeklinde. Bir önceki hikâye ile
benzer anlamdadır.
SONUÇ: MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİ’NİN
EVLATLARI NEYİ HAK EDİYOR?
İslam özgürlük demektir. İslam
bağımsızlık demektir. İslam karanlıktan
aydınlığa çıkmak demektir. İslam iyilik ve
doğruluk mücadelesi demektir. İslam’da
özgür olmak temel şarttır. Özgür olmayan
bir insan İslam’ı tam olarak ne anlayabilir
ne de uygulayabilir.
Asırlardır İslam’ın bayraktarlığını yapan
ve Allah’ın izni ile kıyamete kadar da
yapacak olan, İslam üzerine yaratılmış
mübarek Türk Milleti, tarihi boyunca
hiçbir zaman boyunduruk altına
girmemiştir. Büyük âlim ve de şair Akif’in
dediği gibi:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür
yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?
Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner
aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam
taşarım.”
Bu milletin şimdiki durumundan çok daha
iyileri hak ettiğini hepimiz düşünüyoruz.
Ancak “daha iyi” kavramı belirsiz bir
kavramdır. Ben bunun için (aslında
dünyanın başka bir yerinde daha önce de
gündeme gelmiş bir şekilde) bir çıta
koyacağım. Benim düşüncem, öncelikle
toplu olarak bu hedefe ulaşılmalı, daha
fazlası daha sonra ortaya koyulmalıdır.
Türk Milleti’nin her evladının şu doğal
hakları olmalı:
Bir iş: Yararlı ve kazançlı.
Geçinecek kadar bir maaş: Yeterli gıda,
kıyafet ve sosyal faaliyetlerden
faydalanabilecek kadar.
Bir ev: Doğru dürüst, insana yaraşır
bir şekilde.
Sağlık hizmetleri: İnsana yaraşır bir
biçimde.
Yaşlılık, özürlülük, emeklilik, işsizlik
için ekonomik koruma.
Ve tabi ki iyi bir eğitim.
Bu haklar Türk Devleti tarafından güvence
altına alınmalıdır.
Yazımı Gazi Paşa’nın konu ile ilgili bir özlü
sözü ile tamamlamak istiyorum.
“Cumhuriyet Sizden Fikri Hür, Vicdanı
Hür, İrfanı Hür Nesiller İster”
GENCAY
33
SIKI DURUN! ÇİNLİLER GELİYOR! Recep BAYRAM
Geçen Şubat ayında Çin Devlet Başkan
Yardımcısı ve büyük ihtimalle de
önümüzdeki dönemde Çin’in yeni lideri
olacak olan Xi Jinping’in heyetiyle
Türkiye’yi ziyaret ederek, ekonomi
üzerine bir takım toplantılar yapmasını ve
Türkiye’nin önümüzdeki ekonomi sürecini
daha iyi okuyabilmemizi değerlendirmek
açısından önemli buluyorum.
Ziyaret, usulen devlet protokolü ve
karşılıklı iyi niyet temennileri üzerine
gerçekleşti gibi görünse de öne çıkan
konular itibari ile her iki ülke için stratejik
öneme sahip olduğunu öncelikle belirtmek
isterim.
Çin’in dünyanın en büyük ihracatçısı
olduğunu, 2011’de dış ticaret hacminin 3
Trilyon Dolara ulaşarak yeni bir rekora
imza attığını, dünyanın en hızlı büyüyen
ekonomisi olduğunu, en fazla patent
alımında dünyada ikinci ülke olduğunu
belirterek Türkiye-Çin ilişkileri üzerine
durmak gerektiğini düşünüyorum. Bu
göstergeler, karşımızdakinin nasıl dostane
ilişkiler içinde olmamız gerektiğini
bilmemiz ve bu ilişkinin ters tepmesi
halinde nelerle karşılaşabileceğimizi
yorumlamamızı kolaylaştıracaktır.
Dört yıl öncesine kadar küresel politikalar
izleyen ülkelerde ki buna Türkiye’de dahil,
Çin mallarına kota uygularken bugün
dünyada ne değişti de Türkiye, Çin’e
kucağını açtı? 2008 krizi ile piyasaların
allak bullak olması, bankacılık
sektöründeki batışlar ve Türkiye’nin Cari
Açığını kontrol edememesi bu sıcak
havanın sebeplerinden olsa gerek. Buna
Türkiye’nin Otomotiv Sektöründeki
atacağı hamleleri ve Üçüncü Köprü ile
Kanal İstanbul projesini de eklersek Çin’in
Türkiye için ne derece önemli olduğunu
görürüz.
Bu sürecin öncesine bakarsak, şu an hali
hazırda Çinli müteahhitler, 10 Milyar
Dolarlık sözleşmeye imza atmış
durumdalar ve Bakan Zafer Çağlayan’ın
yaptığı açıklamaya göre Elazığ ve Bolu’ya
bu anlaşmalar neticesinde Santral
kurulacak. Çin’in Türkiye’den doğrudan 3
Milyar Dolarlık tahvil alacağı ise
Türkiye’nin yeni bir borç ağına
bağlanacağının işaretidir. Başbakan
Yardımcısı Ali Babacan da açıklamasında
GENCAY
34
iki ülke arasında 2002 yılı sonunda 1
Milyar Dolar olan dış ticaret hacminin
2011 yılı sonu itibari ile 24 Milyar Dolara
çıktığını söyledi. Bunları bu şekilde
değerlendirdiğimizde iyi şeylerin
olduğunu söylemek mümkün ancak kim
kime kaç dolarlık satış yapmış diye
baktığımızda Türkiye, 2011 yılı sonu
itibari ile Çin’e 3 Milyar 130 Bin Dolarlık
mal ve hizmet satarken, Çin Türkiye’ye 21
Milyar 692 Bin Dolarlık mal ve hizmet
satmıştır. Bu mal ya da hizmetin ülke
içindeki katma değerleri de aslında ayrıca
hesaplanmalıdır. Bu rakamlara göre Çin,
Türkiye’den 7 kat fazla kazanç elde
etmektedir. Oysa Milli bir devletin dış
ticareti, denge usulüne göre hareket
etmelidir. Aksi halde Türkiye gibi Cari Açık
kıskacından kurtulamaz.
Bir de bu duruma Babacan’ın ölçü olarak
verdiği 2002 yılının öncesi olan 2001
yılından bakalım. İki ülkenin bu
dönemdeki toplam dış ticaret hacimleri 1
Milyar 156 Bin Dolar ve Çin’in Türkiye’ye
toplam ihracatı 925 Bin Dolar iken
Türkiye’nin Çin’e ihracatı 230 Bin Dolar
kadardır. Bu iki rakamın oranına
baktığımızda Çin, Türkiye’den 4 kat fazla
kazanç elde etmektedir. Buna göre
Türkiye’nin dış ticaret dengesinin bu
dönemlerde 2011’e göre daha düzenli
olduğu ve cari açığın da 2011’dekinden
daha az olduğu görülecektir.
İki ülke arasındaki dış ticaret hacmi, 2015
yılında 50 Milyar Dolara, 2020 yılında ise
100 Milyar Dolara ulaşacağını
hedeflediklerini belirten Çağlayan, inşallah
bu hacimlerdeki aldı verdi dengesini de
gözetiyordur. Aksi halde çok satmakla
kazançlı satmanın ayrımının nasıl
olduğunu daha çok sorgulamamız
gerekecektir.
Ali Babacan’ın Çin’den Bankacılık
Sektöründe de yatırımlar beklediğini ve
Türk Bankaların Çin’de hizmet
sunabilmeleri için kolaylaştırıcı hamleler
yapılması gerektiğini belirtti. Bu durum,
Ziraat Bankası’nın halka arz olunarak bir
kısmının da Çin tarafından alınabileceği ya
da Çinlilerin yeni bir banka ile piyasalarda
dengeleri bozabileceğini akıllara getiriyor.
Çin hükümetinin Türkiye’den alacağı
tahvil faizlerinin bu bankalar eli ile
vatandaşlarımıza kredi olarak döneceğini
düşünürsek, bir taş ile iki kuş vuracak,
hem devleti hem de vatandaşlarımızı
borçlandıracaklardır. Maden sektöründe
de yapılacak yatırımlar, öz kaynakların
doğrudan kullanımını ne derece etkiler
bunu zaman gösterecektir. Yerli otomobil
konusunda da yan sanayiyi oluşturan
firmaların da Çin’in ucuz maliyet gücünü
göz önünde bulundurarak hareket
etmelerini gerektirecektir. Yerli
otomobilin bütün parçalarının Çin’de
üretildikten sonra montajın Türkiye’de
yapılması, Bursa’nın da şimdiye kadar
getirmiş olduğu sanayi birikimini bir
çırpıda silebilecektir.
Amerika’nın ise böylesine bir durumdan
habersiz ya da bu işin içinde herhangi bir
tedbirinin olmadığını da düşünemeyiz.
GENCAY
35
100 Milyar Dolarlık Savunma harcaması
yapan Çin, acaba bu konuda Amerika’yı
neden endişelendirmiyor? Bu husus
üzerinde dikkat edilecek bir açıklama olan,
Amerika’nın bu hususlardaki menfaatleri
ile uyuşan ancak kamuoyunun dikkatinden
kaçan ve gözdağını andıran öngörü,
Amerika’nın Eski Dışişleri Bakanlarından
Henry Kissenger’ın açıklamasıyla geldi. Bu
açıklamaya göre Kissenger, Çin’in artan
etkisine rağmen, gelecek yıllarda süper
güç olmak yerine kendi iç sorunları ile
uğraşacağını söyledi. Bu durum elbette ki
Çin yöneticileri için de endişe vericidir.
İran üzerinde de bu tip öngörülerin sık sık
konuşulması, Doğu Türkistan Türkleri ve
Türk Dünyası’nı doğrudan ilgilendirecek
kötü hadiselerin olacağına gebedir.
Bunların devamında ise Xi Jinping’in
Türkiye’nin Ortadoğu’da üstlendiği rolden
memnun oldukları yönünde açıklama
yapması, Rusya’nın, Amerika’nın, Avrupa
Birliği’nin olduğu gibi Çin’in de Türkiye’yi
Ortadoğu’ya sürükleme politikası olsa
gerek. Bu süreçte Türkiye’nin Kazakistan,
Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve
Kırgızistan ile ilişkilerini güçlendirmesi, bu
devletlerle ekonomik ve askeri işbirliğine
giderek dünyanın bu bakir ve enerji dolu
topraklarından daha fazla pay almayı
hedeflemesi gerekmektedir. Aksi halde
Batı’nın Ortadoğu’da karakolluğunu, Çin’in
de ekonomi üssü olmak görevinden başka
bir durum Türkiye için söz konusu
değildir.
Milli Ekonomi politikalarının en lazım
olduğu bir dönemde sırf liberalleşmek için
sonu muğlak olan kararlara imza atmak ve
geri dönüşü olmayan yollara sapmak, ne
yazık ki tam bağımsızlığı tartışılır hale
getirecektir.
GENCAY
36
SUBLİMİNAL MESAJLAR
(BİLİNÇALTINA YÖNELİK) Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU
Hipnoz, kişinin bilincini devre dışı bırakıp,
bilinçaltına etki ederek uyaranlardan kısa
bir süreliğine uzaklaşmasını sağlamak ve
telkin alabilecek düzeye getirmektir.
Beş duyuyu etkileyerek insanların
bilinçaltına yerleştirilen telkinlerle
insanların davranış ve alışkanlıklarını
değiştirmek mümkün olmaktadır. Bu
amaçla yıllardır yapılan hipnoz
uygulamaları gelişerek ve çeşitlenerek
günümüzde birçok alana yayılmıştır.
Eğitimde öğrencilerin sınav korkusunun
geçirilmesi ve performanslarının
arttırılması için verilen telkinlerde,
psikiyatride fobilerin ve birçok
hastalıkların tedavisinde, cerrahide
hipnoz-anestezi olarak, diş hekimliğinde
diş gıcırdatmalarının önlenmesinde vb.
birçok alanda, hipnoz ve telkin yöntemleri
kullanılmaktadır.
Hipnozun uygulama şekillerinden biri
de ‘Subliminal Telkin Verme Yöntemi’
dir.
Subliminal, bilinçaltını etkilemeyi
hedefleyen gizli mesajlar olarak tarif
edilebilir. Başka bir objenin içinde saklı
işaret, resim veya seslerle normal insan
algısı limitlerinin altında kalmasını
sağlayarak o anda fark edilmemesi üzere
tasarlanır. Bir ürünün reklâmını
yapmaktan, bir inancın ya da görüşün
propagandasını yapmaya kadar birçok
alanda; sanat çalışmalarında, müzik
alanında, sinemalarda, reklamcılıkta,
siyasette ve tıbbi alanlarda bu teknik
kullanılmaktadır.
Bilincimiz, duyusal girdileri analiz eder.
Düşünür, muhakeme eder, eleştirir,
değerlendirir. Fikirleri, telkinleri yargılar,
kabul eder veya reddeder. Yani mantık
süreçleri egemendir ve bilişsel
fonksiyonlar üstlenir.
GENCAY
37
Bilinçaltı ise beynimizin farkında
olmadığımız yanıdır. Beden dili
bilinçaltının hâkimiyetindedir.
Vücudumuzdaki reaksiyonlar bilinçaltına
bağlıdır. Bilinçaltımız, fark etmesek de
büyük bir buzdağının görünmeyen
yüzüdür. Bilincimiz 1/1000’lik bir kısmı
kaplarken bilinçaltımız geri kalan 999’luk
bölümü etkisi altında tutar.
Bilinçaltımız bütün deneyimlerimizi
depolar. Heyecanlarımızı, sezgilerimizi,
alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi
depoladığı gibi bunların harekete
geçirilmesinden de sorumludur. Bilinçaltı,
zihin telkin ve imgeleme yoluyla iknaya
hazırdır. Bilinçli zihnin aksine
sorgulamadan tekrarlı önerileri kabul
eder, pekiştirir. Bütün otomatik
davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve
heveslerimiz hafızada kayıtlı bilgiler
arasındadır.
Bilinç aynı anda 3 ilâ 7 işi yapabilir. Daha
fazla görev yüklendiğinde kilitlenir. Bu
yüzden dikkatimizi yönlendirmediğimiz,
bizi o anda ilgilendirmeyen birçok veri bu
filtreden süzülür. Beş duyumuzun
karşılaştığı çok sayıda duyum,
algılanmadan bilinçaltı hafıza deposuna
aktarılır. İşte bu aşamada bilişsel sürece
değil ama bilinçaltına hitap eden tüm
propaganda ve veriler, bizim
davranışlarımıza yön çizen güdüler olarak
karşımıza çıkar. Bu özelliğinden dolayı
subliminal tekniklerle bilinçaltımıza
istenilen mesajlar verilebilmektedir.
Subliminal mesaj ile bilinçaltımızı
etkilemede en çok kullanılan teknikler
şunlardır:
Alışılagelmiş olarak kullanılan semboller
tarafından bilinçaltına yönelik olarak bazı
düşünce ve davranışları etkileyebilmek
için verilen telkinler; İşitsel mesajlar,
reklam afişleri, logolar ve benzeri
nitelikteki görsel malzemenin içine
saklanmış şekil, kelime ve rakamlar, 25.
Kare tekniği.
İnsan beyninde bilinçaltının tepki verdiği
iki önemli olay vardır: Doğum ve ölüm.
Bunlara arketip denir. Beyin, bu iki olaya
daha fazla tepki verir. Bilinçaltı bu iki
arketipe giren mesajlara daha duyarlıdır.
GENCAY
38
Sex mesajı doğum arketipinde, kill mesajı
da ölüm arketipinde karşılanıyor.
Kuzuların Sessizliği filminin afişinde de
aynı şeyi görebiliriz. Oradaki kelebek
figürünün üzerinde bir kuru kafa
vardır(ölümü simgeler). Biraz daha
dikkatli bakınca o kuru kafanın nü
şeklinde resmedilmiş 7 kadından
oluştuğunu görürüz. Bu afişte ölüm ve
doğum arketipleri (ve bununla bağlantılı
cinsellik) birlikte kullanılmıştır. Bunu
gördüğümüz anda herhangi bir filmin
afişinden öncelikli olarak bilinçaltımızda
yer eder.
- İşitsel subliminal mesajlar; Dijital ses
dosyalarına gizlenen işitsel yollardır. İnsan
kulağı sadece belirli frekans
aralıklarındaki sesleri duyabilir. Eğer bir
müzik parçasını rahatça duyabiliyorsak,
bu bizim duyabileceğimiz frekans
aralığında olduğunu gösterir. İnsan
beyninin algısı ise, bundan daha düşük ya
da daha yüksek frekansları algılayabilecek
kapasitededir. Subliminal mesaj içeren bir
MP3′ü dinlediğimizde, içindeki gizli mesajı
sadece beynimiz algılar açıkça bunu
duyamayız. Algılamak duymak değildir.
- Görsel subliminal mesajlar; Gözle
algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık
patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da
televizyon görüntüsü yoluyla bilinçaltına
itilen 25. kareler. Ekrana bakarken
yalnızca "göz kırpma" hızında bir görüntü
ekrana gelip kaybolur. Bunu fark edemeyiz
fakat bilinçaltımız bu mesajı alır.
Gördüğümüz bir anlık görüntü, 655 satır
ve frame/çerçeve denilen 24 kareden
oluşur. Sinema bandında, saat, dakika,
saniye olarak bir diziliş vardır. Saniyeden
sonra kare gelir ve bir saniye 24 karedir.
Her 24 kare ise bir ekran büyüklüğündeki
kareyi oluşturur. Her 327,5 satırda bir de
"control-track" denilen aralık vardır. İşte
bu aralıktaki görüntüler kesilip, aralarına
başka görüntüler atılarak 25. kare
oluşturulur. Bu son kare olan 25inci kare
anlıktır. Yani görüntü saniyede 1/24
olacakken, bu 1/25'e çıkar. Kareler 25
olunca bir anda bir görüntü gelir ve anında
kaybolur. Genellikle görünmez, daha
doğrusu görülür ama bilinçaltında kalır.25.
karenin temel mantığı da mesajı bilinç-
altına göndermek olduğu için, artık dünya
sinema sanayisinde bu tekniği
kullanmayan yok gibidir. Herhangi bir
televizyon kanalındaki herhangi bir dizi/
film ya da bir belgeseli seyrederken aynı
zamanda 25. karelerle bilinçaltımız
gönderilen mesajlara/ telkinlere/
saldırılara maruz kalabilir. Bu gizli
mesajlar sayesinde, o reklâmı, diziyi, filmi
ya da herhangi bir resmi hazırlayanların
kendi hedefine, niyetine ve ideolojisine
göre vermek istediği telkinler
bilinçaltımıza gönderilmiş olabilir.
GENCAY
39
Filmlerle, reklamlarla her türlü mesaj
rahatlıkla verilebildiği halde 25. Kare
tekniğini kullanarak bilinçaltına
ulaşılmasının sebebi bu mesajları açıkça
verdiklerinde bu kadar etkili olmamasıdır.
Kişi, bilinçli bir tercih ile gördüklerini veya
duyduklarını ya reddediyor ya da kabul
ediyor. Çünkü baştan önüne seçenek
olarak getirilmiş oluyor. 25. Kare tekniği
ile saklı mesajları görmüyor, duymuyor ve
hissedemiyoruz, yani algı frekanslarımızın
tamamen altında veya üstünde yer alıyor.
Böyle bir şeyi kabul yahut reddetme gibi
bir seçeneğimiz de olmuyor. Temel
mantık; hedefteki kitlenin bilinçli tercih
hakkını elinden alarak gizlice amaçlarına
ulaşmaktır.
İnsanla ilgili uyguladıkları, gözlemledikleri
ve deneylerle ortaya koydukları bilgi ve
bulgulardan yola çıkarak “İnsanı nasıl
etkileyebiliriz” sorusuna cevap arayan
psikolog ve psikanalistler, ilk başta ticari
hedefler ve büyük şirketlerin mallarını
halka pazarlamanın bir yolu olarak bu
bilinçaltı telkinlerin uygulanması yolunu
açmıştır. Daha sonra ise bu taktiği
öğrenenler, bilhassa yapımcılar kendi
niyet, inanç ve ideolojisine göre vermek
istediği mesajları bu yolla insanlara
vermeye başladılar.
Bir grup psikolog ve yazar bu konunun
gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin
uydurma ve efsane olduğunu ve insanları
etkilemeyeceğini söylediler. Ancak, beyin
dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi
ile gizli mesaj içeren reklama beynin daha
farklı ve fazla tepki verdiği
gözlemlendikten sonra, bu yöntemin etkisi
ispatlanmış oldu. Aynı ürünün gizli mesaj
içerenini gören deneklerin beyin
dalgalarıyla gizli mesaj içermeyenini gören
deneklerin beyin dalgaları karşılaştırıdı ve
arada ciddi bir fark olduğu ortaya çıktı.
Örneğin 5 Temmuz 1971 tarihli Time’ın
arka kapağında çıkmış Gilbey’s London
Dry Gin reklamı. Reklamda bardaktaki
buzlar üzerinde ‘sex’ yazıyor. Bu reklam
sayesinde Gilbey’s’in 1.5 milyon dolarlık
satış yaptığı tespit edilmiş. Bunun üzerine
reklamla ilgili bir araştırma yapılmış. Bu
reklam deneklere gösterildiğinde yüzde
60’ı reklamın kendilerinde uyandırdığı
etkiyi ‘doyuma ulaşma’, ‘sex düşkünlüğü’,
GENCAY
40
‘heyecanlanma’, ‘romantizm’, ‘duyguları
okşayıcı’ gibi ifadelerle tanımlamış.
Reklamın gizli mesaj içermeyen versiyonu
ise denekler tarafından bu şekilde
tanımlanmamıştır.
Knight Dunlap adında Amerikalı bir
psikoloji profesörü gözbağcılık gösterisi
yaparken bilinç gücüyle algılanmayan
“hissedilemez gölgeler” kullanarak aynı
uzunluktaki 2 çizgiyi seyircilerin farklı
ölçülerde algılamasını sağlamıştı. James
Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema
salonlarında yaptığı bir deney sonucu
patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını
iddia etti. Bu deneyde film perdede
oynarken, saliselik görüntüler hâlinde
gözle görülemeyen gizli mesajlarda :
“patlamış mısır ye” ve “kola iç” sloganları
çıkıyordu. Bu sloganlar neticesinde kola
satışlarının yüzde 18,1, patlamış mısır
satışlarının ise yüzde 57,7 arttığı görüldü.
1957 Senesinde Vance Packard bu gizli
ikna yollarını ele aldığı “The Hidden
Persuaders” adlı kitabında, umut, korku,
suçluluk ve cinsellikleri üzerine
odaklanmış reklâmlar ile insanların
ihtiyaçları olmayan malları dahi satın
almaya ikna edildiğini tespit etmiştir.
1980 yılında Olimpiyatlarda, Ruslar kendi
oyuncularının odalarını kırmızı renkle
ışıklandırırken, diğer oyuncuların
odalarını mavi ışıkla aydınlatmışlardır.
Çünkü kırmızı, canlandırıcı ve hareket
vericidir. Oysa mavi sakinleştirir. Aynı
şekilde İngiliz milli takımı daha çok beyaz
formayı tercih eder, rakip takımın ise
uygun olduğu zaman kırmızı forma ile
sahaya çıkması için teklifte bulunur.
Çünkü beyaz saflığı temsil eder sükûnet
verir. Kırmızı canlandırır. Böylece, karşı
takımın sükûnet içinde kalması ve kırmızı
formaları gören İngiliz oyuncularının da
aksine daha canlı olması sağlanmaktadır.
Bunlar renk ve şekillerle bilinçaltına
verilen subliminal telkin örnekleridir.
Yapılan bir araştırmada, ‘hırsızlık
yapmayacağım’ şeklindeki subliminal
işitsel mesajla, mağaza içi hırsızlıklarda %
37 azalma saptanmıştır.
Bu tip reklamlar, birçok ülkede, ticari
alanda ürünlerin daha fazla tüketilmesine
yönelik olarak kullanılmaktadır. Yapılan
bir deneyde 100 km lik bir yola belirli
aralıklarla dikilen farklı renkli
tabelalardan, yoldan arabasıyla geçen
şahısların fark etmemesine rağmen, yolun
sonunda istenilen renge sempati artışının
sağlandığı saptanmıştır. Bu şekilde yapılan
afişlemeler ve el kol işaretleri de aynı
derecede etkili olmaktadır.
GENCAY
41
Siyasi alanda da kullanılmaya başlanan bu
yöntemi, ABD başkanlık seçimlerinde
tarafların televizyon programları dahil her
konuşma ortamlarında fazlasıyla
kullandıkları belirtilmektedir. Time
dergisinin Kaddafi’ yi kapak yaptığı bir
sayısında bu teknik kullanılarak, resim
içine çıplak gözle görülemeyecek şekilde
‘kill’ (öldür) yazılması bu tip telkin
mesajlarına örnek olarak gösterilebilir.
Twinkle Twinkle Little Star şarkısında,
arka planda ‘Allah Yoktur’ subliminal
telkini yer almaktadır. Bu nedenle bu şarkı
bazı İslam ülkelerinde yasaklanmıştır.
John Lennon’ ‘İmagine’ şarkısının geri
planında Marksist ve Komünist
ideolojilerin yayılmasına yönelik telkinlere
yer vermiştir.
Subliminal mesaj tekniği, çizgi filmlerde,
şarkılarda, reklam panolarında, filmlerde
yasal olmayan bir şekilde
kullanılmaktadır. Çocuklara sevgiyi
kardeşliği öğütleyen masum zannettiğimiz
çizgi filmlerin arasına pornografik
resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler,
masonik örgütlerin ya da gizli tarikatların
propagandasını yapmak için gizli
semboller, bu teknolojiyle saklanmaktadır.
Özellikle Disney, yaptığı çizgi filmlerde
cinsellik temasını yıllardır çocukların
bilinçaltına kazımıştır. Bütün dünyada
milyonlarca çocuğun seyrettiği Aladdin
çizgi filminde; Aladdin bir kaplanla
konuşurken, geri planda esrarengiz bir
sesin ‘elbiselerini çıkart’ şeklindeki
tekrarları açıkça duyulabilir. Kaptan Popey
çizgi filminde de çocukları pornoya teşvik
eden mesajların daha da bariz olduğu
görülmektedir. Tom ve Jerry, Mickey
Mouse ve Aslan Kral çizgi filmlerinden
Dövüş Kulübü'ne kadar pek çok ünlü
Hollywood ürününün sahneleri arasına
'sex' kelimesi ustaca yerleştirilmiştir.
Çocuklar, fark etmeden o görüntüleri
beynine misafir etmekte ve şahsiyetinin
oluştuğu o en ciddî yaş diliminde (sıfır-
yedi yaş arası) bu görüntüler
bilinçaltlarında hapsolmaktadır. Bilinçaltı
asimilasyonu ile çocuklar cismen ailesi
yanında ama ruhen başkalarının oyuncağı
olacak şekilde yetiştirilmektedir.
Bu yöntem; ahlaki değerler üzerine etkili
olabilen bir savaş silahı olarak da
gelişebilecek niteliktedir. Bir milleti yok
etmek için benliği olmayan öz değerlerden
yoksun her zaman kullanılmaya ve
GENCAY
42
birilerinin kuklası olmaya müsait bir nesil
oluşturmak yeterlidir.
Film ve programların alt yazılarında ‘bu
programda sanal reklam uygulanmıştır ‘
ibaresi verilmektedir. Ancak hangi
telkinin, ne şekilde yüklendiğini bilemeyiz.
Belki yeni bir ürün satışı, belki bir siyasi
partiye oy vermemiz, belki de yapmamızı
istedikleri çok daha başka şeyler
bilinçaltımıza yüklenmektedir. İşte bu
nedenle, bugün bu reklamların geçerliliği,
gerçeklik payı ve etik değerleri üzerinde
tartışmalar başlamıştır. ABD, İngiltere ve
Rusya gibi bir çok ülkede ‘Subliminal
Telkin Yöntemleri’ yasaklanmıştır. Ancak
bu ülkelere ait birçok kuruluş, ürünlerini
pazarladığı ülkelerde bu yöntemlere
başvurmaktadır.
25. Kare Subliminalt tekniğinde ve diğer
Subliminal bilinçaltı tekniklerinde dikkat
edilmesi gereken nokta; kullanılan
teknikten ziyade, hangi alanda hangi
hedef-niyet çerçevesinde kullanıldığıdır.
Bu mesaj yönteminin insanlığa faydalı
olacak şekilde kullanılması için gerekli
özenin gösterilmesi gerekmektedir. Stres
yönetimi, sigarayı bırakma, kendine güven
eksikliği gibi daha onlarca farklı konularda
artık bu subliminal teknikten
yararlanılabilir.
Bilgisayarımızı yanlış kodlamalarla iş
görmez hali getirebiliriz. Bilinçaltımız da
tıpkı bir bilgisayar gibidir. Bu nedenle
izlediğimiz, gördüğümüz ve duyduğumuz
her şeye dikkat etmemiz gerekir. Zira
insan beyni büyük ve kusursuz bir
yazılımdır, bu yazılımın kodlarıyla
oynamak çok yanlış sonuçlar doğurabilir.
GENCAY
43
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
MİLLÎ DAVAMIZ KIBRIS Serhat ÇAKIR
Kıbrıs’ın Jeopolitik Önemi ve Tarihi
Kıbrıs meselesine değinmeden önce
Kıbrıs’ın tarihi ve jeopolitik öneminden
bahsetmek gerekir. Kıbrıs Sicilya ve
Sardunya’dan sonra Akdeniz’in üçüncü
büyük adasıdır. Kıbrıs tarih boyunca
sürekli el değiştirmiştir. Mısırlılar, Hititler,
Akalar, Dorlar, Finikeliler, Asurlular,
Persler, Romalılılar, Araplar, Lüzinyanlar,
Cenevizliler, Venedikliler, Osmanlılar,
İngilizler Kıbrıs’tan gelip geçmişlerdir. Bu
kadar el değiştirmesinde adanın stratejik
öneminden kaynaklanmaktadır. Ülkemiz
açısından önemine değinmek gerekirse
Güneyden Türkiye’nin coğrafi güvenliğini
sağlamakta Türkiye’nin derinliklerine etki
edebilecek hava ve deniz üssü
karakterinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika
ülkeleriyle olan deniz ticareti yollarını
kontrol altında bulundurmaktadır. Adanın
önemine ulu önder Atatürk’ün Kıbrıs
hakkında söylediği şu sözler Kıbrıs’ın
Türkiye açısından önemli olduğunu
kanıtlar niteliktedir.
‘’Efendiler, Kıbrıs düşman elinde
bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal
yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat
ediniz Bu ada bizim için çok önemlidir’’
diye konuşur.
Ada 1 Ağustos 1571’de Osmanlı
imparatorluğunun eline geçmiştir. Adada
Türk hâkimiyeti öncesi adada Katolik dini
hâkimken Ortodokslar büyük baskı altına
alınmış, Türklerin adayı almasında en çok
Ortodokslar memnun olurken yoğun bir
şekilde adaya Anadolu’dan Türk nüfusu
göç ettirilmiştir. Adada Osmanlının
adaletli yönetim anlayışıyla huzur içinde
yaşayan halk Yunanistan’ın bağımsızlığını
kazanmasıyla uyguladığı yayılmacı
siyasetiyle huzur ve barış kalmamıştır.4
Haziran 1878’de 92 bin altın karşılığında
İngilizlere devredilerek adadaki 308 yıllık
Osmanlı idaresi sona bulur. Adanın
mülkiyeti Osmanlı Devletinde olmak
şartıyla yönetim geçici olarak İngiltere’ye
geçer, bu durum kâğıt üzerinde kalarak 29
Ekim 1914’te İngiltere tarafından ada tek
taraflı olarak ilhak edilir. Ayrıca adanın
İngilizlere kiralanmasıyla ENOSİS’ i
gerçekleştirme için fırsat olduğunu
düşünen Rumların Yunanistan’dan gelen
destekle ilhak faaliyetlerine hız
vermişlerdir. Rumlar İngilizlere sürekli bu
ENOSİS dileklerini usanmadan bıkmadan
dile getirip baskı altına almayı
çabalamışlar İngilizlerde zaman zaman
Rumları bu isteklerinde dolaylıda olsa
desteklemişlerdir. İngiliz idaresindeki
GENCAY
44
Kıbrıs da planlı bir şekilde hem Osmanlı
imparatorluğu hem de Türkiye
Cumhuriyeti döneminde Türk halkı göçe
zorlanır. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı
Devletinin İngiltere’ ye karşı cephede
olması Kıbrıs Türklerinin üzerinde büyük
baskıların doğmasına sebebiyet vermiştir.
Lozan Antlaşmasıyla 1923’te Kıbrıs adası
İngiltere’ye resmen bırakılarak Lozan’dan
1959’ a kadar Rumların ada üzerinde
sadece kendilerinin egemen olmak
istemesi sonucunda Ortodoks kilisesinin
kışkırtmaları ile İngiliz yönetiminin 11
ağustos 1931’de koyduğu gümrük
yasalarını protesto eden Rumlar ENOSİS
için ayaklanmışlardır. Her ne kadar
İngilizler geçmişte Rumları
desteklemesine rağmen Kıbrıs’ı Rumlara
vermek istememektedir.
Kıbrıs Türklerine Yapılan Katliamlar
İkinci Dünya Savaşından sonra Rumların
EOKA terör eylemleri hızlı bir şekilde
artarak 2.Dünya Savaşı sonrasında
kazanan tarafta olan İngiltere ve
Yunanistan olması nedeniyle Atina
açısından güven ve rahatlama olmuştur.
On iki adanın Yunanistan’a verilmesiyle
Türkiye bu durum karşısında tepki
gösterememiş çünkü Sovyetler Birliği
tehdidinin diplomasideki pazarlık gücünü
zayıflatması ve ABD’nin desteğini
istemektedir. Türkiye’nin uluslararası
alanda durumu Rumları cesaretlendirmiş
ENOSİS girişimlerinin artmasına sebebiyet
vermiştir. ENOSİS’in en büyük savunucu
Kilise olmuş, bunun yanı sıra da Rumların
Komünist Akel partisi de ENOSİS’e destek
vermiştir. İngiltere’nin Kıbrıs konusunda
geçmişte Rumlara destek vermesi Kıbrıs
Türklerine ekonomik siyasi ve kültürel
alanda uyguladıkları baskılar sonucu
binlerce Kıbrıs Türkü göçe zorlanarak
bunun en büyük sorumlusu olan İngiltere
Rumların ENOSİS düşüncesine karşı
uluslararası alanda Türkiyenin’ de
varlığını görmek istemektedir. Bu
düşüncesindeki asıl sebep İngiltere’nin
Kıbrıs konusunda kendisine biçtiği pay
Ortadoğu’ya hâkim olmak ama o günün
şartlarında görevini ABD’ ye bırakarak bu
sebeple Kıbrıs’ ı bir üs olarak kullanmak
istemektedir. ENOSİS’e karşı çıkmasında
en önemli sebepte bu durumdur.
Yunanistan 23 Temmuz 1955 tarihinde
BM Genel kuruluna başvurarak Kıbrıs
meselesini yeniden gündeme getirerek
İngiltere’nin çağrısıyla Londra konferansı
toplanır. Yunanistan ENOSİS’i talep
etmekte Türkiye’ de Yunanistan’ın
ilhakına karşı çıkmaktadır. Konferanstan
sonuç çıkmayınca dağılarak Rumların
uluslararası alanda başarılı olamayacağını
anlamasıyla Makarios’un önderliğinde
terör örgütü kurularak Kıbrıs Türkü’nü
katletme kararı alırlar. Bu örgütün adı
EOKA başına da Grivas adlı terörist
geçerek Makarios ve Yunanistan’dan emir
beklemekte beklediği emir 1955 yılının
Ocak ayında gelmiştir. OKA’nın
eylemlerinin artmasıyla öldürülen
Türklerin sayısı 8’e ve yaralıların sayısı
39’a ulaşmış, EOKA’nın bir polis
karakoluna saldırısıyla 15 Türk
yaralanmıştır. 4 yıllık faaliyet
dönemlerinde 30 Türk köyüne saldırılar
düzenleyen ve bu köylerin Türk halkına
göçe zorlayan EOKA 200 civarında Türkü
katletmiş yüzlercesini yaralayarak faaliyet
süresi içinde 4750 Bombalı saldırıda
bulunmuş 2979 sabotaj eylemi
gerçekleştirmiştir. Bu eylemlerle hedef
Kıbrıs Türkünü adadan temizlemek ve
GENCAY
45
ENOSİS’i gerçekleştirmektir. Bu
katliamların olması durumunda
Türkiye’nin sesiz kalmaması on iki
adaların Yunanistan’a verilmesi ile Kıbrıs’
da aynı duruma düşünülmesi
beklenemezdi, yoksa Türkiye’nin de
güvenliği tehlike altına girecekti. Türklerin
ilk yığınsal tepkileri olan 5-6 Haziran 1956
olayları iki halk arasında gerginliği
tırmandırmıştır. Türkiye’nin Kıbrıs’ın
ilhakın’a karşı yeni çözüm bulunması
gerekiyordu. Adnan Menderes döneminde
‘’Taksim’’ fikri işte bu arayışların sonucu
ortaya atılmıştır. İsmet İnönü de bu fikre
destek vermiştir. BM sorunun barışçı
yollarla halledilmesi gerektiğini
söylemekte daha sonrasın da sürgünde
bulunan Makarios’un serbest bırakılması
ile sorun ne kadar barışçı yollarla
halledebilirdi ki bu esnada Kıbrıs’ta EOKA
eylemlerine devam etmektedir. Türk
kesimi de bu saldırılara karşı Fazıl
Küçük’ün kurduğu Volkan, Ağrı gibi
küçük direniş örgütleri ile Rumların
saldırılarına karşılık vermekte fakat her
türlü maddi ve manevi desteği
Yunanistan’dan sağlayan EOKA’ ya karşı
durması beklenemezdi. Daha geniş
anlamda örgütlenmesi ve bilimsel esaslara
göre teşkilatlandırılacak örgüte ihtiyaç
vardı. Bu sebeple EOKA terörüne karşı
Rauf Denktaş Burhan Nalbantoğlu ve
Mustafa Kemal Tanrısevdi tarafından
Türk Mukavemet Teşkilatı(TMT)
kurulmuştur.
Bu zamana kadar Rumların yaptığı
katliamlardan bahsetmiştik Kıbrıs Türkleri
için dönüm noktası olan 27-28 Ocak
olayları sonucunda Kıbrıs da Türklere
sürdürülen vahşetin artık İngilizler
tarafından gerçekleştiğini göreceğiz. Kısa
sürede olsa roller değişmiş bu değişimi
meydana getiren Kıbrıs’ta yüksek sayıda
basılan Bozkurt gazetesinde yayınlanan
haberler olmuştur. Dışişleri Bakanı Fatih
Rüştü Zorlu’nun açıklamaları Bozkurt
gazetesince yanlış yorumlanıp İngiltere
taksimi kabul etti şeklinde
değerlendirilerek gazete baskıdan
çıkmadan haber dışarıya sızarak, haberi
duyan Kıbrıs Türkü sokaklara dökülür.
Lefkoşa sokakları ‘’ Taksim’’ nidalarıyla
çınlar, yıllardır Rumların tedhis
hareketleri karşısında ses çıkarmayan
İngiltere’nin silahsız Türk Halkına karşı
acımaz davranması da emperyalist
Batılıların çifte standardını göstermekte,
İngiliz askerleri resmen terörist
olmuşlarıdır. Burada şunu belirtmek
gerekirse İngiltere her ne kadar
Uluslararası alanda Rumlara bazen destek
vermemiş gibi görülse de ortak amaçları
her zaman aynı olmuş Kıbrıs Türküne
soykırım faaliyetleri devam etmiştir.
Anavatan Türkiye’de tepkiler
gösterilmekte mitingler yapılmakta
ENOSİS’e karşı ‘’Taksim’’ tezi ileri
sürülmektedir. Kıbrıs da iki taraf arasında
geçen çatışmalarının sonunun gelmemesi
üzerine çözüm yolları aranmakta kısa
sürede olsa Yunanistan ve Türkiye
Başbakanlarının Zürih’te buluşarak varılan
anlaşmalar sonucunda 16 Ağustos 1960’da
iki halkın kurucu egemenliğinde ve
yönetimiyle federatif Kıbrıs Cumhuriyeti
kuruldu. ENOSİS ve TAKSİM bir süre geri
plana itilmiştir. Anayasa hazırlanıp Rumlar
artık Türkler üzerinde baskı
uygulamayacağı için bu durumu içlerine
sindiremeyerek, Kıbrıs Cumhuriyetini
ENOSİS için sıçrama tahtası olarak
gördüler. Rumlar yine Rumluğunu yapıp
Türk milletvekillerine kamu yöneticilerine
GENCAY
46
silah zoru ile görevinden uzaklaştırıp
Kıbrıs cumhuriyetinin meşruluğunu
ortadan kaldırarak Anayasada’ da 13
maddelik değişiklik teklifleri ile Türkleri
Devletin ortağı olarak değil de azınlık
olarak lanse etmektedirler. Anayasa
değişikliği Türkiye ve Kıbrıs Türkleri
tarafından reddedilerek Rumlar tekrardan
silahlı eylemlerine başlayarak bu
amaçlarına ulaşmak için Akritas planını
uygulamaya koymuşlardır. Akritas
planının okunması rahmetli Denktaş’ın
vasiyetidir.
Bu savaş Kırmızı-Beyaz bayrağın adada
kalması veya Mavi-Beyaz bayrağın
adanın tümünde dalgalanması
savaşıydı. Denktaş haklıdır çünkü
Akritas planı hala yürürlüktedir.
Bu planın sonucu olarak ortaya çıkan 21
Aralık 1963’ de Kanlı Noel Türklere
yapılan soykırım gerçeğini yansıtmaktadır.
Tahtakale, Aspava (Kumsal) ,Küçük
Kaymaklı’ya sızan EOKA’cı Rumlardan
kaçamayan Türkler katledilmiştir. TMT
artık yeraltından yerüstüne çıkarak saldırı
amaçlı değil de tamamen savunma
niteliğinde Kıbrıs Türkünü koruma
görevini üstlenmiştir. Türkiye garantörlük
hakkını kullanarak Yeşil hat anlaşması
imzalanmış, Rumlar bir taraftan görüşme
masasına gelirken diğer taraftan Ayvasal
köyünde katliamlarına devam ederek 12
Türkü toplu mezarlara gömmüşlerdir.
Kıbrıs Türkü Anavatandan yardım
istemekte Makarios’ un görüşmelere
yanaşmaması ve saldıra devam etmesi
üzerine Türkiye garantörlük hakkını
kullanarak Türk jetleri Lefkoşa
semalarında dolaşmakta bunun
sonucunda Rum saldırıları kesilmiş,
1967’de Kıbrıs Geçici Yönetimi
kurulmuştur. Makarios artık saldırı
yöntemini değiştirerek ekonomik siyasal
baskılarla Türk halkı göçe zorlanarak Türk
halkının erime süreci 1974 Türk Barış
harekatına kadar sürmüştür. Kıbrıs sorunu
yepyeni boyutlara girecek Türk Halkı
özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuşacak
20 Temmuz 1974 Türk Barış harekâtı
gerçekleştirilecektir.’’ Kıbrıs Barış
Harekâtı’ ’Kıbrıs’ın Yunanistan’la
birleşmesini önlemek adada iki halk için
de geçerli olan barışı gerçekleştirmeyi
amaçlamıştır. Kıbrıs’taki Nicos Sampson
Cumhurbaşkanlığından uzaklaştırılmış
Yunanistandaki cuntada yönetimi sivillere
devrederek Türkiye ve Yunanistan
arasında diplomasi başlamış, iki ülkenin
Dışişleri bakanları cenevrede toplanarak
cenevre protokolünü yayınlamışlardır.
Protokolün 1. Maddesine göre Türkiye
garantör devlet olarak haklılığını resmen
tescil ettirdi.Cenevre Protokolü Türk
Diplomasisinde büyük başarı olmuş, 2.
Cenevre konferansında ise Türkiye
federasyon tezini benimsemiştir.
Başbakan Bülent Ecevit istenildiği
şekilde sonuç alınmazsa ikinci bir
harekatın söz konusu olacağını belirterek
14 Ağustos 1974’ de İkinci Barış harekatı
gerçekleştirildi.TSK Atilla hattı olarak
isimlendirlen hedefe ulaşıp Magosa-Lefke
hattı çizildi.Türkiyenin birinci harekatı
dünya kamuoyunca yasal bulunurken
GENCAY
47
ikinci harekat işgal olarak
nitelendirilmiştir.Türkiyenin’de buna
cevap olarak Zürih ve Londra antlaşmaları
çerçevesinde garantörlük hakkını
kullanmış yasal olduğunu söyleyerek bu
tezinde de haklılığını dile getirmiştir.
1974 Kıbrıs Barış Harekatından Sonrası
Kıbrıs Barış harekatından sonra Kıbrıs
Türkü kendi bölgesini oluşturmuş, 1960
antlaşmalarının Rumlar tarafından ihlal
edilmesiyle kendini siyasi boşlukta
hisseden Kıbrıs Türk halkı 13 Şubat
1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletini
kurmuştur. Rauf Denktaş’ın bundan sonra
asıl amacın bir federesyon çevreçevesinde
Kıbrıs Rum toplumuyla birleşmek
olduğunu açıklamasıyla Rauf Denktaş’ın
Rum kesimiyle görüşmeleri sürerken Rum
kesimi Kıbrıs meselesini sürekli çıkmaza
sokmakta ekonomisi giderek gelişen Rum
kesiminin tersine ekonomik sıkıntı çeken
Kıbrıs Türkünün bu durumunu sürekli
fırsat olarak kullanlanarak iki taraf
arasında kesinteye uğrayan ilişki 1980’de
yeniden başlamıştır. Türk tarafı iki
toplumlu iki bölgeli federe devlet
önerisine karşı Rum tarafı iki
toplumluluğu kabul etmekte ama iki
bölgeleliliği reddetmektedir. Türk kesimi
ayrıca can ve mal güveliğine karşı TSK’ yı
bölgesinde istemekte Kıbrıs Türkünü
yıldırma politikası sonucu göçe
zorlamalarına Kıbrıs Türkü’ nün kesinlikle
Rum yönetimi altına girmeyeceğini ve son
olarak da ENOSİS’ i kabul etmeyeceğini
söylemekte ve söylemlerinde son derece
haklıdır. 1983’ e değin Kıbrıs’ ın BM
gündeminde yer almasına rağmen çözüm
bulunamamış bunda da suçlu tarafın Rum
kesiminde olduğunu görmekteyiz.Kıbrıs
Türkü 1975 yıllından itabaren devlete
sahip olduğundan 1960 Anayasasından
doğan self-determinasyon hakkını
kullanarak KKTC’ yi ilan etti.Rauf Denktaş
yeni Devletin Cumhurbaşkanı seçilerek
artık bu süreden sonra Denktaş’ın
diplomasi savaşı başlamakta BM
bünyesiden Kıbrıs meselesi çözülmeye ele
alınmaktadır. BM artık çözüm önerileri
sunmakta bu önerilerinin bazıları
Türklerin aleyhine olmasına karşılık
Rumların itirazlarının olması Kıbrısı
içinden çıkılmaz duruma düşürmüştü.
Rumlar bütün adayı kendi himayelerine
almak istemektedir. O dönemde
Türkiye’de Özal Hükümeti bulunmakta
Kıbrıs meselesine gereken önemi
vermemiş çünkü Özal’ın dış politikası Batı
ile bütünleşmek olduğu için Denktaş’ ta
Kıbrıs meselesinde büyük ödünler
verileceğinden kaygı duymakta kaygısında
da haklıydı. 1992’de ANAP dönemi sona
ermiş DYP-SHP koalisyonunda Kıbrıs
politikası Özal dönemine göre değişmiş
Denktaş büyük ölçüde rahatladı. Denktaş
Kıbrıs konusunda masaya oturmaya her
koşulda hazır iken kırmızı çizgilerinden
ödün vermemek şartıyla her platformda
dile getirmekte 1994’ lerin sonlarına
gelindiğinde Kıbrıs’a hala çözüm
bulunamamiştı. Kıbrıs meselesinde
GKRY’nin AB birliği üyeliğine başvurması
GENCAY
48
ayrıca Türk tarafına danışmadan tek
taraflı bu tutum sergilemesi meseleyi iyice
çıkmaza sokmuştur. Avrupa komisyonu
1993’te Rum yönetiminin başvurusunu
kabul etti.Şimdi bu durumları
değerlendirmek gerekirse geçmişte
yapılan antlaşmalar gereği gerek Rum
tarafının gerek AB’nin böle tutum
sergilemesi Uluslararası Hukuku
çiğnemek degilmiydi? KKTC’nin sadece
siyasi anlamda değil ekonomik anlamda da
ambargo uygulunmıştır .
Kıbrıs Türk ile Kıbrıs Rum tarafları
arasında sorunun çözümünde uzlaşmaya
varılamayınca BM Genel Sekreteri
tarafından Annan isimli plan sunulmuş,
Akritas’tan Annan planı’na;
Makarios’tan Hristofyas’a 24 Nisan
2004’te Kıbrıs’ın her iki kesiminde Annan
Belgesi üzerinde refaranduma gidilmiş
KKTC halkı kabul ederken GKRY halkı ise
belgeye hayır diyerek Belge yasal açıdan
geçersiz sayılmıştır. Rumlar da çoğunlukla
‘’evet’’ demiş olsalardı Maraş Güzelyurt
Rumlara verilmiş,Rumlara Kuzeydeki
taşınmazlara dönmüş,Türk askeri adadan
çekilmiş askersizleşme süreci sürüyo
olacaktı.Ne var ki Rumlar AKEL’in de
desteklediği bir çoğunlukla ‘’hayır’’
diyerek gerçekte istediklerinin gündeme
getirdiklerinden ibaret olmadığını
gösterdiler. Bu zamana kadar anlattığımız
Kıbrıs meselesini diplomasi mekiği
içerisinde değilde ağırliklı olarak Kıbrıs
Türkü’ne yapılan katliamları dile
getirdim.Türk Mukavemet Teşkilatı(TMT)
üzerinde durmak gerekir çünkü GKRY’i
2005 yılını EOKA yılı ilan ederken TMT’ yi
günümüzde fazla kimse
bilmemektedir.Ulusal bilincimizi
güçleştirmek adına önemli bir yere
sahiptir.Yakın zaman da kaybettiğimiz
TMT’nin kurucuları arasında olan KKTC
Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş
başta olmak üzere ismi sanı anılmıyan bu
dava uğrana canını veren
kahramanlarımızın ve hunharca
katdedilen Kıbrıs Türkü’nün ruhları şad
mekanları cennet olsun…
Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
GENCAY
49
UYUYANLARA AĞIT Galip ERDEM
Derin bir uyku içindesiniz. Rahatsınız,
huzurlusunuz, memnunsunuz! Olup
bitenleri görememenin, uyandırılacağınızı
düşünememenin keyfini sürüyorsunuz.
Saadetinizin hep böyle devam etmesini,
hiç uyandırılmamanızı isterdim.
Ama maalesef bir gün gelecek, siz de
uyandırılacaksınız. Yazık ki o zaman,
“Artık çok geç olacak!” Bir daha uyumak
şöyle dursun, yatak bile bulamayacaksınız.
Ve o vakit, sizin hesabınıza üzülmek yine
bize düşecek.
Biliyorum: Düşünmeyi sevmiyorsunuz.
Düşünürseniz rahatınızın kaçmasından
korkuyorsunuz. Yuvanızın temeline
dinamit koymak istiyorlar, diyoruz,
aldırmıyorsunuz. Sözümüze kulak
verirseniz tedbir almak gerekeceğini
anlıyor, zahmete girmek istemiyorsunuz.
Bir tek endişeniz var: Gününüzü gün
etmek, dilediğiniz gibi yaşamak.
Mücadeleden ürküyorsunuz. Öylesine
ürküyorsunuz ki, sizin için yapılan
mücadelelerle ilginiz olmadığını
göstermek ihtiyacını duyuyorsunuz.
Memleketimizin bin bir dâvası var.
Nizamınızı yıkmak isteyen düşman
kuvvetler sayılamayacak kadar çok. Diken
üzerindesiniz. Fakat dikenli bir yolda
ayağınızı yaralamadan yürümenin
mümkün olmayacağını unutuyorsunuz.
Tehlikeyi görünce, korkulu bir rüya
görmüşçesine, sırtınızı dönüyor, yeni ve
eskiden daha derin bir uykuya
dalıyorsunuz. Canınıza kastedenler her
geçen gün yatağınıza daha fazla yaklaşıyor,
korunma imkânlarınızı gittikçe
azaltıyorlar. Hiçbir feryat sizi
uyandıramıyor, tehlikeyi anlamanızı temin
edemiyor. Yaklaşan düşmanın ara sıra
yumruğunu yiyor, hassas bir yerinize iğne
batırılmış gibi şöyle bir sıçrıyor, şaşkın
şaşkın bakıyor ve sonra da sayın başınızı
tekrar yastığa gömüyorsunuz. Kurtuluş
ümitlerine veda etmeden uyanmanızı
istiyoruz. İyi niyetimize akıl erdiremiyor,
gayretlerimize yabancı kalıyorsunuz. Hatta
biz olmasak daha rahat uyuyacağınızı
sandığınız, bu yüzden bize düşman
kesildiğiniz bile oluyor. Yine de
başucunuzda davul çalmaktan
vazgeçmeyeceğiz. Gözünüzün açılması için
ne mümkünse yapacağız. Gafletten
sıyrılmağa biraz da sizin çalışmanızı
bekliyorsak, acaba haksızlık mı ediyoruz?
1969
GENCAY
50
KİTABİYAT Aybike Gökçen ŞİMŞEK
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi... Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider, gelirdi...
Orta Asya’nın en ortasında, bir demiryolu istasyonu çevresinde yaşayan bir avuç insanın hayatıyla, tüm dünyayı ilgilendiren bir gelişme nasıl mı gelişir? Cengiz Aytmatov’un bu şaheserinde kendinizi çölün ortasında bir bozkır çocuğu olarak bulacaksınız. İnsanların basit sorunlarına şahit olacak, bildiğimiz evrenin sınırlarında dolaşacaksınız.
"...Yalnızım, evet yalnızız. Yani, bak, büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal varlık kendi iç dünyasının mahpusu halinde, şifasız bir yalnızlığa mahkûm. Yalnızım, evet herkes yalnızdır, yalnızız. Bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz birbirine karşı yalnızdır..."
Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çemberini kırmaya, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah’ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükûn bulamayacaktır.
GENCAY
51
BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKCI
Etimoloji (kök ve köken bilgisi) üzerine
deneme sahası olan yazımda, birkaç
kelime üzerine durmak amacındayım.
Denemelerim öncesinde, sık yapılan
hatalar için şu kuralları belirmek
lüzumunu görüyorum: Türkçede bir fiil
kök veya gövdesine iyelik eki, hal ekleri,
gelmez. Fiil köküne kip ekleri ile şahıs
ekleri gelmektedir. İsim kök ya da
gövdesine ise iyelik eki ve hal ekleri
gelmektedir. Aksi iddia edilemez. Bunu
da belirtmiş olmakla sözcüklere
geçebiliriz.
1. Uygula- : Tatbik etmek
Uy-gu+la-
Uy: 1. Ölçüleri birbirine tutmak;
2. renk, biçim vb. yönünden birbirini
tutmak;
3. zevke, anlayışa uygun düşmek;
4. bir inanca, bir anlayışa, bir
duruma veya egemen güce uygun
davranışta bulunmak;
5. bağlı olmak, tabi olmak
6. uygun düşmek, münasip olmak.
Uy-: fiil kökü
-gu-: fiilden isim yapım eki
+la-: isimden fiil yapım eki
NOT: Türkiye Türkçesinde ‘uygu’
diye bir ad yoktur fakat “+la” eki
isimden sonra gelir ve “-gu” ekinin
de fiilden isim yahut isimden isim
yapma işlevleri vardır.
2. Ütülü: Ütülenmiş, ütü ile kırışıkları
giderilmiş
Üt-ü+lü
Üt: 1. Kesilmiş tavuğun tüylerini
yakmak;
2. Kesilmiş koyun, keçi, dana gibi
hayvanların baş ve ayak tüylerini
yakmak.
Üt-: fiil kökü
NOT: Orta Türkçede üt-, üti- (Divan-ı
Lügati-t Türk’te üti-, ütüle-, ütük,
ütül-, ütülen- ) şekillerine rastlarız
-ü(k): fiilden isim yapma eki
Ütü: Giysilerin kırışıklıklarını
gidermek için bunların üzerinde
geçirilen kızgın demir araç.
3. Sınıkçı: Kırık, çıkık bağlayan kimse.
Sı-n-ık+çı
Sı-: Kırmak
Sı-: fiil kökü
-n-: fiilden fiil yapım eki
Sın-: Kırılmak
-ık: fiilden isim yapım eki
Sınık: Kırık, çıkık
NOT: Orta Türkçede, Divan-ı Lügatit
Türk’te “sınuk, sınguk” şeklinde
geçmektedir. Türkmen Türkçesinde
‘sınık’, Özbek Türkçesinde ‘sinık’,
Yeni Uygur Türkçesinde ‘sunuk’,
Kazak ve Kırgız Türkçesinde
‘sıngan’, Başkurt Türkçesinde
‘hınğan’, Azerbaycan Türkçesinde
‘gırıg’ şeklindedir.
GENCAY
52
4. Çıplak: Yalın
Eski Türkçede “yabı- ‘örtmek’ +
-l-(a)k” kullanımını görürüz. Divan-ı
Lügati-t Türk’te “yabıdak, yabıtak”
kelimesinden hareketle “yabılak
>*çabılak>*çapılak>*çıpılak>çıplak
çözümlemesini yapan Prof. Dr.
Tuncer Gülensoy’un yönteminden
yola çıkarak şu şekilde tahlil etmiş
bulunmaktayım:
Çıpı-l-(a)k
Çıpı: fiil tabanı
-l-: fiilden fiil yapım eki
-(a)k: fiilden isim yapım eki
NOT: Anadolu ağızlarında “çılbak,
çılbah, cıblak” ; Altay Türkçesinde
“cılangaş”; Türkmen Türkçesinde ise
“çıplak” şeklindedir.
5. Aşıla-: Aşı yapmak
Aş+ı+la
Aş: Divan-ı Lügati-t Türk’te kenet
anlamında kullanılmıştır.
aş: isim kökü
+ı: isimden isim yapım eki
Aşı: Bitki aşısı, hastalık aşısı. (Eski
Türkçede “ek, perçin, kaynak”
anlamına gelmektedir.)
+la: isimden fiil yapım eki
6. Aşağılık: Aşağı olma durumu, adilik.
*aş-ak+ı+lık
Orta Türkçede “dağ eteği” anlamına
gelen ‘aşak’ kelimesi mevcuttur. Bu
kelime Türkmen Türkçesinde “alt
taraf, dip” manasında
kullanılmaktadır.
aş: fiil kökü
-ak: fiilden isim yapma eki
+ı: isimden isim yapma eki
+lık: isimden isim yapma eki
7. Görsel: Görme ile görme duyusu ile
ilgili.
*kö-r-sel
kö-: fiil kökü
-r: fiilden fiil yapım eki
-sel: fiilden isim yapım eki
NOT: (*) işareti; kökün bir tahmin,
bir faraziye, olduğu manasına
gelmektedir. Fransızca “-sal, -sel, -al,
-el, -l” ekleri hiçbir Türk lehçesinde,
şivesinde, tarihi döneminde yoktur.
Bu ek ile yapılan gövdeler, tamamen
uydurma bir sözcüktür. Prof. Dr.
Fındıoğlu’nun şu sözü bilinçsizce
kullanılan bu ekin yerleştirilmeye
çalışılması vehametini özetler
mahiyettedir: “Türkçemizi ‘-sal’ a
bindirdiler, ‘-sel’ e verdiler.”
8. Çarıklı: çarığı olan.
Çar+(u)k+lug(Divan-ı Lügati-t Türk)
çar-: fiil kökü
+(u)k: fiilden isim yapım eki
Çarık: Sığır kellesinin derisinden
yapılan ayak giyeceği. Eski Türkçede
ve Orta Türkçede “çaruk” şeklinde
geçmektedir.
+lug: isimden isim yapım eki
NOT: Türkiye Türkçesinde, bu
kelime /g/ sesinin düşmesi ile ünsüz
düşmesi ve ünlü düzleşmesi sonucu
“çarıklı” kelimesi mevcuttur.
KAYNAKÇA:
1) Gülensoy, Tuncer, Türkiye
Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin
Köken Bilgisi Sözlüğü, TDK
Yayınları, Ankara, 2011
2) Eyuboğlu, İsmet Zeki, Türk Dilinin
Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları,
İstanbul, 2004
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABI “YENİ” ANAYASANIN ŞİFRELERİ’Nİ
İNTERNET SİTESİNDEN İNDİREBİLİR VEYA MERKEZİMİZDEN BASILI OLARAK
TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
millidusunce.org