52

Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 3 Sayı 33 - Ekim 2014

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

DAMGALARIN MASALI: TENGRİ’YE DOĞRU / Emre SEVİNÇ

ZİYA GÖKALP ve YAKILAN / YAĞMALANAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ / Metehan ÇAĞRI

AMERİKA HİNDULARININ TÜRK RUHU / Aslıhan KAYA

TÜRK KIYAMETİ İLE İSLAM KIYAMET ANLAYIŞININ BENZERLİKLERİ / Emre KUM

ŞEHZADELER ŞEHRİ: AMASYA/ Canan CAVŞAK

CAMİLERİN IŞIKLI GERDANLIKLARI: MAHYALAR / Cem Ozan AVCI

SONBAHAR BUNALIMININ SONU: CUMHURİYET / Çağhan SARI

KLASİK METİNLERİN ÖĞRETİMİNE DAİR BİR MESELE / Yunus Emre UYAR

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR: TÜFEK, MİKROP VE ÇELİK / Fatma Özge ÖZDEMİR

EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU 3 / Ahmet Afşin KÜÇÜK

BAĞIMSIZ GAZETE / Ahmet KANBUR

KAZIZADELİLER / Merve KARAGÜL

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

1

DAMGALARIN MASALI:

TENGRİ’YE DOĞRU Emre SEVİNÇ

Çizimin Notu: Servet Hoca’yı (Somuncuoğlu) Özleyerek…

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

2

ZİYA GÖKALP VE YAKILAN /

YAĞMALANAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Metehan ÇAĞRI

Dünyada ilk defa sosyoloji kürsüsü

Fransa’da kurulurken bunun ardından

1914’te İstanbul’da Ziya Gökalp tarafından

kurulan Sosyoloji kürsüsünün dünyanın en

eski ikinci sosyoloji kürsüsü olduğunu

belki pek çoğumuz bilmiyoruzdur. Fakat

Atatürk’ün; “Bedenimin babası Ali Rıza

Efendi, hislerimin Namık Kemal,

fikirlerimin ise Ziya Gökalp'dir.” dediğini

duymayanımız, okumayanımız yoktur

herhâlde.

Cumhuriyetin kurucu ideologlarından Ziya

Gökalp “Türkçülüğün Esasları”nı kaleme

alalı 91 yıl olmuş. Öyle ki aramızdan

ayrılalı da tam 90 yıl!

Türkçülüğün esaslarını okumayan Türk

Milliyetçisi / Türkçü var mıdır bilmiyorum

ama Türkiye Cumhuriyetinin kurucu

ideolojisinin Türk Milliyetçiliği olduğunu

bilmeyen Türk Milliyetçisi yoktur

herhâlde.

Evet, Türkçülüğün esasları kaleme alınalı

da, cumhuriyet kurulalı da 91 yıl oldu.

Yaklaşık bir asır zamandır birçok badire

atlattı bu cumhuriyet. Gençti, toydu ama

küçük bir filiz olan cumhuriyet bir fidan

oldu ve zorluklara rağmen büyüdü. Fakat

son 10 yılda yaşadıklarımız belki de

cumhuriyetin en uzun 10 yılıydı ki; genç

cumhuriyetin genleriyle oynanmak istendi

ve bu saldırı hala devam ediyor.

Tek tek tek saymayacağım bu son yıllarda

yaşanan badireleri. İşler o kadar çığırından

çıktı ki en son gelinen noktada yeni bir

anayasa yapılmak istenip “Türk” adı

anayasadan çıkartılmak, yok sayılmak

istenirken 300 Türk Aydını çıktı ve bu

duruma müsaade edilemeyeceğini

haykırarak bunu önledi.

Milli – Üniter Türk Devleti’nin genleriyle

oynamak isteyen düşman o an yaşadığı

şok ile belki bu durumdan bir süreliğine

vaz geçti belki de bazı şeyleri yavaş yavaş

sindire sindire yapmaya karar verdi. Fakat

şu an öyle bir duruma gelindi ki

Türkiye’nin Ortadoğu sınırı cayır cayır

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

3

yanıyor ve etnik bölücüler bu durumu

fırsat bilip ayaklanma provaları yapıyorlar.

Türk bayrağı indiriliyor, Atatürk büstleri

yakılıyor!..

Ve son olarak Ekim 2014 (bu ay)

yaşadığımız hadise; Ziya Gökalp’in

Diyarbakır’da bulunan müze evi içindeki el

yazması eserler, belgeler, koleksiyonlarla

birlikte yağmalandı ve yakıldı!

Kültür bakanlığından ses yok…

Hükümetten ses yok… ( olmasını da

beklemiyorum zaten, Türkçülüğü

ayaklarının altına aldığını söyleyenler

gereğini yapıyorlar/uyguluyorlar.)

Be hey Türk Milliyetçileri / Türkçüler !..

Peki biz ne yapıyoruz?!

Bu devletin kurucu ideologlarından,

Türkçülüğün Esaslarını kaleme alan büyük

Türk Milliyetçisi Ziya Gökalp’in hatıraları

bölücüler tarafından çiğnenirken,

yakılırken yağmalanırken biz ne

yapıyoruz?!

Milliyetçiliği tabelasında yazarak Türk

Milliyetçiliği iddiasında olan parti

yönetimi, genel başkanı, vekilleri ne yaptı

?!

Bu devlet ki bir ocaklılar hareketi olarak

kurulmuşken, bir asırlık çınar Türk

Ocakları internet sayfasında bu durumu

kınayan bir metin kaleme almaktan başka

ne yaptı ?!

Bizler kınamaktan başka ne yaptık?!

Şu soruyu sorun kendinize; “Yakılan,

yanan Ziya Gökalp’in Müze Evi midir yoksa

Türk Milliyetçiliği midir ?!” “Yağmalanan

Ziya Gökalp’in Müze evi midir yoksa

devletin kurucu ideolojisi mi?”

Dedik ya bizler ne yapıyoruz/yaptık diye…

Evet, bizler provokasyona

gelmiyoruz/gelmedik elhamdülillah…

Bölündüğümüzde de aynı tepkisizliğimizle

buna devam edeceğiz!

Sağlıcakla…

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

4

AMERİKA HİNDULARININ

TÜRK RUHU Aslıhan KAYA

Son devirlerde yapılan bir dizi teknolojik

araştırmalar ortaya her gün yeni kuramlar

atmaktadır. Öyle ki artık bazı dillerde Türk

kökenli kelimelerin olduğu ve bazı

halkların din ve mitoloji gibi milli

unsurlarında Türk soylu obje, şahıs ve

motiflerin mevcutluğu kabul edilmeye

başlanmıştır.

Dünyanın birkaç öncü Türkoloğu, Amerika

Hinduları ile Türklerin menşei bağlılığı

hakkında ilginç söylemlerde

bulunmuşlardır. Hindu kabilelerinin

dünyaya bakışlarında, dinlerinde,

efsanelerinde, adet ve ananelerinde

Türklerle fazlasıyla benzerlikler olduğunu

görmüşlerdir.

Amerika kıtasında yaşayan Hinduların

Türk soylu olduklarını söyleyenler

çıkmışsa da bu etnik akrabalığın yahut

aradaki kültürel ahengin mümkünlüğü

ciddi bir ilmi problemdir ve ünlü

araştırmacılardan Otto Reriğ, Ahmet Ali

Arslan ve birkaç araştırmacı daha bu

konuda ilginç fikirler söylemiş ve eserler

yazmışlardır. Konu hala tam açılamamıştır

lakin “Âlim” Batı dünyası için maceralı

karakterler barındıran Hindu edebiyatı ve

folkloru son derece iştah kabartıcı

olmuştur.

Bir kültürün nasıl inşa edildiğini

öğrenmek, bu alanda kavramları

aydınlatmak adına yapılacak çalışmalarda

bu kültürün tarih boyunca dünyanın hangi

halklarından etkilenmiş, hangileriyle

iletişimde bulunmuş olduklarını izlemek

birinci koşuldur. Araştırmacılar şöyle

sonuçlara vardılar ki; Hindular

Sibirya’dan, Alaska’dan ve Merkezi

Asya’dan geçerek Amerika’ya gelmişlerdir

ve bu, ilim adamlarının fikir hayatında

Türklerle akrabalığını mümkün kılmıştır.

Amerika Hindularının ve Türklerin dünya

görüşlerindeki genel faktörlere bakılacak

olduğu zaman esas rol kesinlikle totem ve

tabulardan geçmektedir. Ünlü Türk Abide

ve Yazıtlarının hemen hemen çoğunda

görülen mes, tulu kuşu, gaba ağaç ve kurt

yüzü Türk milleti için tarihin birçok

döneminde mübarek sayılmıştır.

Sayılmış olan bu totem ve tabular

içerisinde “ Kurt “ konusu büyük önem arz

eder. Şöyle ki hem Türk Tarihi’nde hem de

eski Hindularda Kurt, her zaman önemli ve

kalıcı bir nitelik taşımıştır. Değişen

durumlar, gelişen olaylar çeşitli kabile ve

tayfaların günlük yaşamlarını değiştirmiş,

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

5

totem ve tabularının bir kısmı değişmiş,

bir kısmı silinmiş olduğu halde Kurt daha

da derinlere kök salmıştır; zor anlarda yol

gösterici olmuştur ve bu durum her iki

halk için de geçerlidir.

Türklerin kurda bağlılığı, bilindiği gibi

cedlerinin kurttan türediği inancından

gelmektedir. Bu konuyla alakalı olmak

üzere eski Çin ve Türk kaynaklarında

önemli ve değerli bilgiler mevcuttur. Rus

Seyyah Biçuri, bu konuda derin

araştırmalar yapmış; Türklerin Kurttan

türemesi konusunu gözlemiştir. Ömrünün

20 yılını adadığı araştırmalarından birinde

der ki “Türkyuk evinin cedleri Batı

denizinin batısında yaşıyor ve tek bir

toplum oluşturuyorlar. Bu Aşna denilen

Kunn evinin dolu olmasıydı. Sonraları bu

nesil komşu hükümdar tarafından yenildi

ve tamamen kökü kesildi.

Onlardan yalnız 10 yaşlı ile bir oğlan sağ

kaldı. Yaşı küçük olduğu için askerler ona

acıdılar. Kollarını ve ayaklarını kesip onu

bir göle attılar. Dişi Kurt oğlanı buldu ve

onu etle besledi. Hükümdar duydu ki oğlan

yaşıyor, oğlanı bulup öldürmesi için adam

gönderdi. Gelen adamlar oğlanın yanında

dişi kurt gördüler.

O zaman, Çin rivayetinde denildiği gibi, bu

dişi kurt Batı denizinin doğusundaki Qao-

Çan’ın kuzeybatısında olan dağlarda

göründü. Dişi Kurt burada sığınak buldu

ve oğlandan on çocuğu doğdu ve onlar da

büyüdükten sonra evlendiler ve çocukları

oldu. Sonradan her biri kendi neslini

oluşturdu.”

Hindu folklorunu araştıran Rus Vaşşenko

bir yazısında şu cümleleri kullanır; “İnsan-

Kurtlar Doğu ve Kuzey’e doğru ilerlediler.”

ve “Görünür hemen, o insan kurtlar

mogikanlardı. Kurtlar onların totemi idi.”

Hinduların ünlü “Vallamolum”

poemasında -Bizdeki manzum hikâyelere

benzer- Kurt isimleri dikkat çeker;

“Veliahtların arasında Güçlü Kurt vardı ve

o kabilenin başıydı.”, “Beyaz Kurtların

babaları ve Kartalların babaları uzun

zaman balıkla zengin olan suların yanına

yerleştiler. (Bilinmelidir ki kartalın Türk

folklorundaki yeri de Hindulardaki kadar

büyüktür.”

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

6

Hinduların masal ve efsanelerinde de

Kurtlar sık sık kullanılmıştır; “Kuzey,

güney ve doğunun adamlarını getirdiler.

Daha sonra ilk avcılar, rehberler, şamanlar

ve onların karıları, kızları, kurtları geldi.”

“Kara kurt her şeyi anladı. Tayfanın

adamları avdan döndüğünde büyük bir

ateş yaktılar ve et kızardığında halkına

yeni bir dans öğretti. Şimdi tüm Dakota

tayfasının oynadığı ve Kara Kurt’a şöhret

kazandıran bu yeni dans “onların

dansı”ydı.”

“… O ansızın kıpırdamadan oturmuş. Gri

Kurtla karşılaştı. Kurt dedi ki: Ben kutsal

dağların bekçisiyim. Seni daha yukarılara

götüreceğim.”

“Gri Kurt yolda yalnız başına giderdi.

Kuyruğunu sallayıp, gözünü sahibinden

çekmeden köpek de onun arkasından

sürünürdü.”

Türkler kurdu mübarek bulmuşlar lakin

Amerika Hinduları işin boyutunu biraz

değiştirmişler hatta büyütmüşlerdir

diyebiliriz. Ünlü Türk tarihçi B. Ögel

Kızılderilerin dini merasimlerini şöyle

anlatır; “Önce köpeği iyice beslerler.

Köpek şişmanladıktan sonra onun

boynuna renkli ip bağlarlar. Ölünün

ruhunun ona kurban edilen köpek

tarafından korunacağına inanırlar.”

Bu adet aynıyla İronez kabilesinde de var;

“Birinci gün köpeğin boğulması törenidir.

Bunun için en sağlıklı ve beyaz köpek

bulunur. Beyaz renk –İronezler için- temiz

ve inanç sembolüdür. Köpeği boğdukları

zaman yere bir damla kan düşmemesine

ve kemiklerin kırılmamasına çalışırlar.

Köpeğin boynuna beyaz renkli ip bağlanır.

Bu bir itibar sembolüdür. Ayrıca köpeği

çok istekli süslerler ve bunu kendileri için

hayırlı bir iş sayarlar. Süslenmiş köpek

cesedi yerden sekiz lut yüksekliğe asarlar

ve beş gün gece gündüz asılı kalır. Beşinci

gün sabahı onu yakmak için indirirler ve

cesedi yaktıkları zaman hemen hemen

herkes ağlar.”

Şair ve araştırmacı Longfello da kurtların

değerini görür ve Hindu hayatını anlattığı

ünlü poeması “Hayavatta Hakkında

Nağmeler” isimli eserinde kurt derisinden

olma şehirli torbayı şöyle anlatır:

“Pok-kiviş tantomeyle

Kurt derisinin torbasını

Açıp ordan önce bir

Cam çıkarttı sonra bir bir

Çıktı çöle bu torbadan

Pogasenin fikurları

Tomagouk, ponkevogon

Bir helaca balıg-kigo

Bir çift yılan bir çift yaya!”

Sanılıyor ki kutsal torba yer kürenin

kendisiydi ve yer küre kutsal sayıldığı için

Kurt derisinden dikilmiş torbaya

benzetmek uygun görülmüştü.

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

7

Tüm bu söylenenlerden sonra şu sonuca

varıyoruz ki halkların kökenlerini açığa

çıkarmak için antropolojik deneylerin yanı

sıra günlük hayat ve dini semboller gibi

birçok unsur göz önünde

bulundurulmalıdır.

Biraz araştırma yaptığımda sembolleri ayı,

geyik, tilki, horoz, kanguru olan milletlerin

nezdinde Bozkurt huylu bir Türk olmanın

kesinlikle bir ayrıcalık olduğundan bir kez

daha emin oldum. Bu konular deşildikçe

bir Türkün soyuyla ve mazisiyle gurur

duyması çok olağan… Niyetim kalkıp bir

de kurdun özelliklerini saymak değil ama

gerek destanlarımız gerekse tarihimizin

her satırına, her kelimesine işlemiş;

kanımdaki Bozkurt ruhuyla ömrümün

sonuna dek övünürüm. Bunu başka

halklara da örnek olarak kanıtlamış olan:

“Bozkurtluk erdemdir, ahlaktır.

Bozkurtluk okumaktır, ülkü uğruna geceyi

gündüze katmaktır.

Bozkurtluk yiğitliktir, cesarettir.

Bozkurtluk gereğince barışçı, sonuna dek

savaşçı olmaktır.”

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

8

TÜRK KIYAMETİ KALGANÇI ÇAK İLE

İSLAM KIYAMET ANLAYIŞININ

BENZERLİKLERİ Emre KUM

İslamiyet öncesi Türk tarihinden

bahsederken, hiç şüphesiz Türklerin eski

inançlarından da bahis açmak gerekir.

Gerek yapılan araştırmalar, gerekse o

dönemden kalma ana kaynaklar, Türklerin

eski inançlarını gözler önüne serer. Bozkır

Türk topluluğunun asıl dini inancı "Kök-

Tengri" yani, Gök Tanrı'dır. Eski çağlarda

başka hiçbir kavim ile iştirakı olmayan bu

inanç sisteminde "Tengri" yani, Tanrı;

itikadın merkezinde yer almıştı. Tanrı her

şeyin yaratıcısı olup, yaratılmış her şeyin

üzerinde tam bir iktidar sahibi ve mutlak

hükümdardı. Çeşitli tarihçilere göre "Gök

Tanrı doğrudan doğruya bütün Türklerin

ana kültü durumundadır."

Bu inancın esaslarını Çin kaynaklarından,

Orhun Abideleri’nden, o döneme ait,

bulunmuş Türk vesikalarından öğrenmek

mümkündür. Eğer kısa örnekler verecek

olursak; Asya Hun Devleti'nin Kağanı ve

ölümsüz başbuğu Tanrı-Kut Mete Han, M.Ö

176 yılında Çin imparatoruna gönderdiği

bitig ile kendisini "Gök Tanrı'nın tahta

çıkardığını ve bütün zaferlerini Gök

Tanrı'nın izni ve yardımı ile kazandığını"

söylemiştir. Yine 328 yılında diğer bir

Türk kağanı, bir başarısı üzerine kollarını

semaya kaldırmış ve "Ey Gök(Tanrı)! Sana

şükürler olsun!" demiştir. Bunların yanı

sıra Türk kağanları antlarında Tanrı'nın

adını zikrediyorlar ve Tanrı için kurban

kesiyorlardı. Orhun Abideleri’nde ise

"Türk Tengrisi" deyiminin geçmesi,

Türklerin o dönemde Gök Tanrı'yı "Milli

bir Tanrı" olarak kabul ettiklerini

göstermesi açısından büyük önem arz

eder. Yine Abidelerde Gök Türklerin

kağanlık kurması onun isteği ile olmuş,

kağanlığın yıkılması ise onun tasarrufu ile

vuku bulmuştur.

(Gök'e yükselen ok adam. Cennete ulaşmayı temsil ediyor.

Ankara-Güdül-Kabaoyuk)

Gök Tanrı kut verir, alır. İradesine

uymayanı cezalandırır. Her şey onun

iradesindedir; ölüm, yaşam, mevsimlerin

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

9

düzeni, afetler... Peki, bu kadar kesin

temelleri atılmış; kuralları ile Türkler

üzerinde koşulsuz itaate sebep olmuş Gök

Tanrı inancında, her şeyin sonu; yani

kıyamet anlayışı yok muydu? Gök Tanrı

inancına sahip olan Türkler şüphesiz ki

her şeyin bir sonu olduğuna ve bu sondan

itibaren yeni ve ebedi bir hayatın

olduğuna inanıyorlardı.

Eski Türkler dünyanın sonunun geleceğini

biliyorlardı ve çeşitli efsanelerle bunu

anlatmışlardı. Kıyamet ve dünyanın sonu

ile ilgili rivayetlerin başında Altay ve

Telengit Türklerine ait efsaneler gelir. Bu

efsaneler manzum şekilde olup, bir ana

tema üzerinde şekillenerek birbirleri ile

benzerlik gösterir.

(M.Ö. 500'lere tarihlenen Esik Kurgan'da çıkan Altın

Elbiseli Adam ve ona ait eşyalar öteki dünyaya ait bir

inancın olduğunu gösteriyor. Kılıç, kamçı, kepçe vb.

malzemeler)

Efsanelerin belli başlı bölümlerinin

manzum ve düzyazıya aktarılmış

hallerinden kısaca örnekler verecek

olursak bunlar şöyledir:

Telengit rivayeti:

"Kalgançı Çak geldiği, kara yer ateşle

kaplandığı zaman, büyük kağan Ata Tanrı

kulaklarını tıkar, o çağda dünya bozulur;

yer ve insan nesli mahvolur. Töre bozulur.

Tepeler çalkalanır; demir üzenginin dibi

delinir. Çuvaldızın deliği yırtılır. Soy

bozulur. İnsan kara böcek gibi kanatlanıp,

gözlerine kan dolar; kara su kanla karışıp

akar, yer uğuldar, dağlar sallanır, çukurlar,

hendekler yıkılır, gök gürler, göğün kenarı

açılır, deniz çalkalanır dibi görünür, yerin

altı üstüne gelir; yosunlar öğütülüp kül

(toz) olur, gök sallanıp eteği açılır, deniz

dalgalanıp dibi görünür..."

Teleüt rivayeti:

"Kalgançı çak geldiği vakit gök demir, yer

sarı bakır olur, hanlar hanlara saldırır,

uluslar birbirine kötülük düşünür, katı

taşlar ufalanır, sert ağaçlar kırılır, kişi bir

dirsek (arşın) kadar küçük olur,

başparmak kadar erkek olur. Erlerin

dizgini kısa olur (güçlülerin elinde

oyuncak olurlar). Ayaklar başa bey olur.

Baba çocuğunu tanımaz, çocuk babasını

tanımaz. Yaban soğanı pahalı olur. At başı

kadar altına bir kap yemek verilmez, ayak

altında altın bulunur, onu alacak kimse

bulunmaz..."

Altay Türklerine göre kıyamet:

"...

Deniz dibinde dokuz çatallı kara taş,

Dokuz yerinden koparak ayrılır,

Demir atlara binmiş dokuz süvari hasıl

olur,

Bunların bindiği atlar,

Gayet açık ve koyu sarıdır,

Ağaca hücum etseler keserler,

Canlıya hücum etseler öldürürler,

Ay ve güneşin ışığı yok olur..."

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

10

(Odalı kurgan. At, ok-yay gibi kişisel eşyalar ile gömülmüş.)

Altay Türklerine ait bir diğer efsane:

"Nebat mahvolacak, tohum tükenecek,

anne sevgilisinden ayrılacak, yerden

'köngül' denilen nebat bitecek; (bu)

nebattan çekirge çıkacak; (bunlar) davara

rastladığında davarı mahvedecek, insana

rastladığında insanı mahvedecek. O zaman

Şal-Yime haykıracak; 'buraya bak

Mangdışire, bana bir yardım et!' Diyecek;

'köngül denen nebata elim yetişmedi!'

diyecek; 'köngül denilen nebatın kökü,

sarımtırak bir yılandır!' diyecek.

Mangdışire susacak. Bunun faydası

olmadığından, Şal-Yime haykıracak,

'büyük Han, halkını terketti, iyi aygır,

sürüsünü terketti, sahil çöktü, sular

çekildi, yakalı kürk eskidi, yakası yırtıldı,

idare edilen halk, kanunsuz kaldı, dünya

cansızlaştı, yuvalı kuş, yuvasını terketti,

durağı olan geyik, durağını terketti,

çocuklu kadın, çocuğunu terketti.' May-

Tere susacak. Bunun üzerine Erlik'in

bahadırları, Karaş ile Karayıl, yeryüzüne

çıkacak, bunlar yeryüzüne çıkınca Ülgen

(Tanrı)'nın bahadırları, Mangdışire ile

Maytere, onlarla mücadele için, gökten

inecek. Maytere'nin kanından, dünya

ateşler içinde kalacak, işte o zaman

Kalgançı Çak olacak!"

(Balbal mezar taşlarının öte dünyada ölüye hizmet edeceği

düşünülmektedir.)

İşte bu yukarıda görülen çeşitli rivayet ve

efsaneler, Gök Tanrı inancına sahip olan

Türklerin dünyanın sonu düşüncesi

üzerine meydana getirdikleri genel

inanıştır. Eğer üzerinde biraz düşünülecek

olursa, eski Türk kıyamet anlayışının, bazı

kısımlar hariç, İslamiyet'teki kıyamet

anlayışı ve çeşitli rivayetleri ile örtüştüğü

görülür. Bu benzerlik dikkate ve takdire

şayandır.

Kalgançı Çak, kelime manası olarak

"Kalacak olan çağ" demektir yani,

efsanelerde bahis konusu olan yıkım

gerçekleşince ve dünya yok olunca yeni bir

zaman başlayacak ve bu çağ ebediyen

kalacaktır.

İslam inancının üç temel esasından birini

oluşturan kıyamet konusu ise sayısı yüzü

aşan, çok değişik ve etkileyici üsluplar

taşıyan ayetlerde ve müstakil surelerde ele

alınmıştır. Kıyamet koptuktan sonra

insanlar diriltilecek ve hesapları

görüldükten sonra ebedi mekanları olan

Cennet ya da Cehenneme yerleştirilecektir.

Eski Türk inancında ise Cehennem

"Tamu", Cennet ise "Uçmağ" kelimeleri ile

karşılanır.

Kozmik anlamda kıyametin ne zaman

kopacağı bilinmemektedir. Kuran'da kırk

yerde geçen "Saat" kelimesi ile anlatılan

kıyametin gerçekleşmesinin -jeolojik

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

11

zaman çerçevesinde- Yakın olduğu, ansızın

geleceği ve alametlerin belirdiği

(Muhammed 47/18) ifade edilmektedir.

Kuran'da kıyametin fiilen kopması "Sura

üflemek" eylemi ile ifade edilmiştir. Ancak

Sur'a üflenmeden önce meydana gelecek

bazı hadiseler vardır ki bunlar, az önce

yukarıda bahis konusu olan "Kalgançı Çak"

efsaneleri ile birbirlerine benzerlik

gösterir.

Kuran'da kıyamet alametleri ile ilgili fazla

bilgi verilmemiş, sadece Ye'cüc ve

Me'cücün gelişinden (El-Enbiya 21/96),

Dabbet'ül-Arz'ın çıkışından (El-Neml

27/82), göğün insanları saracak bir duman

(duhan) yayacağından (Ed-Duhan 44/11-

12) ve ayın yarılacağından (El-Kamer

54/1) bahsedilmiştir. Burada dikkat

çekmek istediğimiz husus Dabbet'ül-Arz

olmakla beraber, bu mesele İslam alimleri

tarafından uzun uzadıya tartışma konusu

haline getirilmiştir. Zira Neml suresinin

82. ayetinde geçen "O (azab) söz(ü)

başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı)

zaman ise, onlara yerden bir dabbe

(hareketli bir canlı) çıkarırız." bilgisine

göre bazı alimlerin yorumu; bu dabbenin

tek bir varlık olamayacağı, çünkü her yere

aynı anda yetişemeyeceği, o halde

dabbenin yerin altından çıkan milyonlarca

hayvan olup, insanlara musallat olacağı

konusunda şekillenmiştir. Burada bahis

olan konu, Kalgançı Çak efsanelerindeki

"Yerden köngül denilen bir ot bitmesi ve

dibinde sarı çekirgenin, yahut konur

yılanın olması" rivayeti ile

benzeşmektedir. Çünkü dabbe ve köngül

otu da yerden bitecek ve insanlara

musallat olup onları mahvedecektir.

Hz. Peygamber'e atfedilen bazı hadisler

vardır. Bunlara örnek olarak kıyamete

yakın Yec'üc Mec'üc'ün çıkışı ile Hz. İsa'nın

gökten dünyaya inişidir. Eski Türk

inancına göre yerin altında Tanrı

tarafından hapis edilen Erlik'in bahadırları

Karaş ile Kerey de yer altından çıkacaklar

ve Tanrı tarafından gökten indirilen

Mangdışire ve Maytere onlarla

savaşacaklardır. Hadis zayıf olsa da bu

benzerlik de göz ardı edilmemelidir. Yine

İslam'da kıyamet alametleri arasında yer

alan "Zekat verilecek kimse bulunmayacak

kadar servetlerin çoğalması" hadisesi ile

Kalgançı Çak rivayetlerinden olan "Yerde

at başı kadar altın olup da onu alacak

kimsenin bulunmaması", "Aynı davayı

güden toplulukların birbiri ile savaşması"

alameti ile "Hanların hanlara saldırıp,

ulusların birbirlerine kötülük düşünmesi"

rivayetleri birbirleri ile paralellik gösterir.

Hz. Muhammed'e göre; "Seviyesiz ve

şahsiyetsiz kişilerin yönetici olması,

çocukların ana ve atasına isyankar

olmaları ve onları tanımamaları

(saymamaları)" gibi olaylar kıyamet

alameti olarak görülmüş, bu olaylar da

Kalgançı Çak'ta "Ayak takımı bey olur,

çocuk babasını tanımaz" rivayetlerinde yer

bulmuştur. Kuran-ı Kerim'de geçen,

kıyamet esnasında meydana gelecek olan

yıkımlar da Kalgançı Çak'da konu

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

12

edinilmiştir. Kuran'da geçen bazı ayetlerde

"Güneşin dürülmesi, göğün yarılması,

yerin şiddetle sarsılıp dağların ufalanıp,

yayılıp, toz toprak haline gelecek

olmasından" söz edilir. Bu da verdiğimiz

Türk kıyamet efsanesindeki gerçekleşmesi

öngörülen olaylarla örtüşmektedir. Daha

fazla örneklerle açıklamak mümkün olsa

da buradaki asıl amaç İslamiyet'teki

kıyamet anlayışının, eski Türklerde de çok

yakın benzerlikler ile bulunduğunu

göstermektir.

Burada sorulması gereken bazı sorular şu

yönde olmalıdır: İslam dini gelmezden

asırlar evvel rivayet edilen ve

efsaneleştirilen Kalgançı Çak, kendisinden

asırlar sonra gelecek olan İslam dininin

kıyamet alametleri ile nasıl bu kadar

benzeşebilir? Üstelik İslamiyet'in zuhur

ettiği coğrafya ile o dönemde Türklerin

yaşadığı bölgeler arasında binlerce

kilometre mesafe bulunurken bu benzerlik

gayet doğaldır diyebilmek mümkün

müdür? Yine Kalgançı Çak efsanesinin

gayet ciddi olması, Gök Tanrı inancının

ritüel ve ibadet anlayışı, İslamiyet ile nasıl

bu kadar benzerlik gösterebilir?

Oğuz Kağan destanının son kısmında yer

alan Oğuz Kağan'ın çok savaşıp, çok

ülkeler alması ve bununla "Gök Tanrı'ya

olan borcunu" ödediğini söylemesi;

İslam’daki "Gaza ve Cihad" anlayışının,

Gök Tanrı inancında da var olduğu

anlamına gelmez mi?

O halde, bütün bu benzeşmeler,

örtüşmeler ve uyuşmalara bakarak,

tamamının şayan-ı tesadüf hadiseler

olduğunu mu söylemek; yoksa Kuran'da

yer bulan "Her kavme bir peygamber

gönderilmesi" konusundan yola çıkarak,

Eski Türklerin de semavi bir din anlayışına

sahip olup, peygamberlerinin

bulunduğunu, ancak bunun belge, kaynak

ve delil yetersizliğinden bir türlü

ispatlanamadığını mı söylemek gerekir?

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

13

ŞEHZADELER ŞEHRİ: AMASYA Canan CAVŞAK

“Aziz Amasyalılar;

Hep beraber aziz vatanımızı ve istiklalimizi

kurtarmak için bütün gayretimizle

çalışacağız. Vatanı en son kayasına kadar

müdafaa edeceğiz. Allah milletimize

mağlubiyeti gösterirse bütün evlerimizi,

mallarımızı ateşe vererek ve vatanı bir

harabeye çevirerek boş bir çöl halinde

düşmana bırakacağız. Amasyalılar, buna

hep beraber yemin edelim. Zaferi

kazanacağız, vatan kurtulacaktır.”

“ - Bütün Amasyalılar yemin ettiler,

emirlerinizi bekliyoruz paşam.”

Memleketin dört bir yanında bulunan

vatanseverler gibi Amasyalılar da işgalden

kurtulmak için mücadele edeceğini

Mustafa Kemal’e verdikleri bu yeminle

göstermişlerdir. Milli Mücadele’nin beyni

durumundaki Amasya, hem mücadele hem

de daha önceki dönemlerde tarihi açıdan

önemli bir konumda bulunmuştur.

7500 yıllık tarihi boyunca pek çok

uygarlığa ev sahipliği yapmış; Anadolu’nun

küçük ama örnek bir şehridir. Birçok tarihi

yapı ve günümüze kadar ulaşan sanat

eserlerine sahip olduğu gibi kültür

birikimi de oldukça zengindir.

Sırtını Harşena Dağı’na yaslayıp,

Yeşilırmak boyunca uzanan, tarihi olaylara

olduğu kadar Ferhat ile Şirin’in dağlara

kazınan aşkına tanıklık etmiş özge bir

diyardır Amasya... Yeşilırmak boyunca inci

gibi dizilmiş Yalıboyu evleri ise yakın

tarihin en değerli mirasıdır. Şehrin her

tarafında tarihi eserlere rastlamak

mümkündür. Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı

dönemlerinden kalan camii, külliye,

medrese, türbe, darüşşifa, han, hamam,

köprü, saat kulesi şehrin tarihi

hazineleridir. Bunlardan en önemlisi 2.

Bayezid Camii’dir. Bu camii şehrin kalbi

gibidir. Camii 2. Bayezid Han’ın isteği

üzerine onun adına 1481-1486 yılları

arasında, o esnada Amasya valisi olan oğlu

Şehzade Ahmed tarafından yaptırılmıştır.

Külliyenin geniş bahçesinde camii,

medrese, imaret, şadırvan, çeşme ve başta

Hz. Osman (ra)’nın yazdığı Kur’an-ı Kerim

olmak üzere birçok el yazması eser vardır.

Bahçesindeki ulu çınar ise tarihin canlı bir

şahidi gibidir (1a).

Önemli eserlerden diğeri ise 2. Bayezid’in

Kapıağası Hüseyin Ağa tarafından

yaptırılan Büyük Kapıağa Medresesi’dir.

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

14

Medrese, sekizgen plan üzerine inşa

edilmiştir. Ön Asya ve Selçuklu

türbelerinde görülen bu şekil Türk

mimarisinde istisna teşkil eder (1b).

Diğer önemli eserler ise şunlardır: Burmalı

Minare, Çilehane Camii, Gökmedrese,

Yakup Paşa Tekkesi, Gümüşlü Camii,

Mehmet Çelebi Camii, Bimarhane, Pir

Sücaaddin İlyas Türbesi, İsmail Sıraceddin

Şirvani Hazretleri Türbesi, Torumtay

Türbesi, köprüler, saat kulesi ve

konaklardır (1c).

Amasya yalnızca Türk tarihinden değil;

çeşitli devirlerin izlerini taşıyan birçok

yapıta da ev sahipliği yapar. Bunların en

eskisi Harşena Kalesi ve Pontus Krallarına

ait kaya mezarlarıdır (1d).

Amasya’nın 7500 yıllık –belki de daha

eski- bir tarihi olduğunu söylemiştik.

Amasya’nın tarihi Hititlere kadar

uzanmaktadır. M.Ö. 1260 yıllarında

Amasya’da hükümdarlık yapmış olan

Karsan Han, Turani kavimlere mensup bir

hükümdar idi ve o dönemlerde

Amasya’nın da içinde bulunduğu

bölgelerde yaşayan halk, Turani

kavimlerden oluşmaktaydı. Turanilerden

Anadolu’ya ikinci defa gelen ise Uygur

Türkleri olmuştur. Amasya’ya ise On

Uygurlardan Bozoklar yerleşmiştir.

Amasya bölgesi On-Hun olarak anılmıştır.

Roma ve Bizans döneminde ise şehir, farklı

devletler tarafından birçok kez

fethedilmiş; Müslümanlarla Bizanslılar

arasında sürekli el değiştirmiştir.

Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’da

Bizans hâkimiyeti zayıflamış ve Amasya

1075 yılında Alp Arslan’ın emirlerinden

Melik Ahmed Gazi (Danişmend Gazi)

tarafından fethedilmiştir. Böylece 700

yıllık Bizans hâkimiyeti Amasya’da sona

ermiş ve Türk-İslam hâkimiyeti

başlamıştır (2).

Danişmentliler döneminde Anadolu’ya

gelen haçlı ordusuna karşı Selçuklu Sultanı

Kılıç Arslan ile Danişmend Ahmed Gazi’nin

birlikleri 5 Ağustos 1101’de Amasya-

Merzifon arasında yapılan savaşta Haçlı

ordusunu bozguna uğratmıştır.

Danişmentliler dönemi Anadolu Selçuklu

Sultanı 2. Kılıç Arslan’ın 1175’te Amasya’yı

ele geçirmesiyle sona ermiştir. Anadolu

Selçuklu Devleti’nin 1243 Kösedağ

Savaşı’nda Moğollara yenilmesi ve

Amasya’da yaşanan Baba İshak Olayı

Amasya ve çevresini etkilemiştir.

Selçukluların yıkılışının ardından

Anadolu’ya tamamen hâkim olan İlhanlı

Devleti’nin Amasya’daki hâkimiyeti

1243’ten 1341’e kadar sürmüştür.

İlhanlıların son hükümdarlarından Ebu

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

15

Said Bahadır Han’ın ölümü üzerine

İlhanlıların Anadolu valisi olan Sultan

Alaeddin Eratna bağımsızlığını ilan edip

Eratnalılar Devleti’ni kurmuştur. 1341

yılında Amasya Eratnalıların egemenliği

altına girmiştir. Sultan Eratna’dan sonra

gelen sultanların zayıf olmaları, zevk ve

sefaya düşkünlükleri devlet otoritesinin

sarsılmasına yol açmış ve şehir 1393

yılında Osmanlı idaresine girmiştir (3).

Osmanlı döneminde Amasya, şehzadelerin

ve padişahların yetiştiği, sancak beyliği

yaptığı bir merkez olmuştur. Bu yüzden

Amasya, ‘Şehzadeler Şehri’ olarak anılır.

Amasya’da 12 tane Osmanlı şehzadesi

valilik yapmış, eğitim almıştır. Amasya’nın

şehzadelerin yetiştirilmesi için bir merkez

olarak seçilmesinin sebebi; 15. yüzyılda

Amasya’da 18 tane medresenin

bulunmasıdır yani, şehzadelerin iyi bir

eğitim alması için Amasya, uygun bir

ortam sunmaktadır. Amasya bünyesinde

eğitilen şehzadelerden 7 tanesini padişah

olarak yetiştirmiş, cihan sultanı yapmıştır.

Bunlar sırasıyla; Yıldırım Bayezid Han,

Çelebi Mehmed Han, 2. Murad Han, Fatih

Sultan Mehmed Han, 2.Bayezid Han, Yavuz

Sultan Selim Han ve 3. Murad’dır (4).

Amasya, Osmanlı döneminde yaşanan

Fetret Devri ve Celali İsyanları gibi tarihi

olaylara tanıklık etmiştir. Kanuni Sultan

Süleyman döneminde, 1555 yılında İran-

Safevi Hanedanıyla yapılmış ilk ve önemli

antlaşmalardan biri olan Amasya

Antlaşması da yine burada imzalanmıştır.

XVIII. yüzyıldan sonra, Milli Mücadele

dönemine kadar Amasya, sakin bir şehir

görüntüsü sergilemiştir (5a).

I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı

Devleti, İtilaf Devletleri tarafından işgal

edilmeye başlanmış; Türk devletinin

içinde bulunduğu zor durumdan

kurtulmasının çaresini millette gören

Mustafa Kemal ve arkadaşları önce 19

Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış, ardından

Amasya’ya geçmiştir. 22 Haziran 1919

tarihinde ise Saraydüzü Kışla Binası’nda

hazırlanan, Amasya Tamimi olarak bilinen

kurtuluş genelgesini tüm yurda

Amasya’dan ilan etmiştir.

Anadolu ve İstanbul arasındaki farkı gören

Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas

Kongresi’ne davetiye niteliği taşıyan ve

öncülüğünü ettikleri Amasya Tamimi ile

ulusal birlik ve beraberlik sağlanırsa her

şeyin üstesinden gelinebileceği fikrini

hayata geçirmişlerdir. Milletin harekete

geçmesini sağlayan bir uyarı ve uyanış

niteliğindeki Amasya Tamimi, ulusal

birlikteliği sağlayarak Türk milletinin

kurtuluş mücadelesinin başladığını tüm

dünyaya göstermiştir (5b).

Amasya Tamimi bir bağımsızlık

bildirisidir. Milli egemenliğin ve onu

gerçekleştirebilecek tek gücün millet

olduğu önemini vurgular. Amasya

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

16

Tamimi’nin diğer bir önemi ise Türk

Milliyetçiliği’nin, inkılabın temel bir

prensibi olarak değerlendirilmesidir.

Milliyetçilik, Amasya Tamimi’nden

itibaren milli mücadelenin özü, milleti

harekete geçiren, ona milli şuur

farkındalığı sağlayan bir prensip olmuştur.

Tamim’de millet, milli vicdan, milli irade,

milliyet, bağımsızlık ve egemenlik

kavramları üzerinde sıkça durulmuştur.

Amasya Tamimi, Türk milletinin haksız

işgal ve katliamlara karşı milli isyanının

bildirisi olmuştur. Hâkimiyetin kayıtsız

şartsız Türk milletine ait olduğu yine

Amasya Tamimi ile ilan edilmiştir (6).

Amasya Tamimi Türk milletinde

demokrasi şuurunun yerleşmesine de

katkıda bulunmuştur. Halk, demokrasi

kavramını işgallere karşı yapılan ve

yayınlanan kongre ve bildirilerle anlamaya

başlamıştır. Zaten sonrasında da

demokrasinin önemli bir unsuru olan

seçim sonucunda Büyük Millet Meclisi

açılmış ve ardından Türkiye Cumhuriyeti

Devleti kurulmuştur. Amasya Tamimi’nde

“Milletin istiklalini yine milletin azim ve

kararı kurtaracaktır.” sözleriyle ifade

edilen tam bağımsız Türkiye ideali,

Cumhuriyet döneminde yapılan

anayasaların da temel felsefesi olarak

kabul edilmiştir. “Egemenlik kayıtsız

şartsız milletindir.” Sözü, bugün de

Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ruhunu

yansıtmaktadır (7).

Görüldüğü üzere geçmişte sergilediğimiz

milliyetçi duruşumuzu bugün de

göstermeli, gerek Türkiye’de gerekse tüm

Türk dünyası için bütünlüğümüzü

korumaya çalışmalı, bir olduğumuzu

göstermeliyiz. Bunun için Türk dünyasının

merkezi konumundaki Türkiye’de

ülkemizin ve bize umutla bakan Türk

devletlerinin geleceği için milletimizin

doğru kararlar alması gerekmektedir.

Özellikle günümüzde bunu yapmaya çok

ihtiyacımız var. Son zamanlarda şiddetini

artırarak devam eden; Kerkük’te,

Telafer’de Türkmenlere yapılan zulüm bu

kanaatin bir kanıtıdır. Hem oralardaki öz

kardeşlerimize umut olabilmek için hem

de kendi vatanımız için tüm gücümüzle

çalışmalı, mücadele etmeli, gerekirse

Amasya’dan bir ateş daha yakıp tüm yurdu

harekete geçirmeliyiz.

KAYNAKLAR:

1. Değişen Türkiye Programı TGRT Belgesel-

Amasya

http://www.youtube.com/watch?v=AA9xXVuBoIU

2. Erdoğan, İsmail. (1996); “XX. Yüzyıl Amasya

Tarihi ve İnanç Coğrafyası” Yüksek Lisans Tezi, Fırat

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din

Bilimleri Ana Bilim Dalı Dinler Tarihi Bilim Dalı.

3. Er, Fırat. (2009); “XV ve XVI. Yüzyılda Amasya”

Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı

İslam Tarihi Bilim Dalı.

4. Amasya Belediyesi-Amasya Tarihi

http://www.amasya.bel.tr/icerik/245/30/amasya-

tarihi.aspx

5. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Amasya İl Kültür

ve Turizm Müdürlüğü-Tarihçe

http://www.amasyakulturturizm.gov.tr/TR,59475/t

arihce.html

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

17

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

18

CAMİLERİN IŞIKLI GERDANLIKLARI:

MAHYALAR Cem Ozan AVCI

İslam dünyası cami süslemeciliğine çok ilgi

göstermiştir. İslam’ın ilk zamanlarında

olmasa bile, ilerleyen zamanlarda

karşılaşılan kültürlerin de etkisiyle

camileri süslemeye ihtiyaç duyulmuş,

farklı tarzlar yaratılmıştır.

Müslümanlığın ilk zamanlarında yapılan

yapıların basitliği göze çarpmaktadır

ancak Emevi döneminde Bizans; Abbasi

döneminde İran kültürünün etkilerini

camilerde görmek mümkündür. Ayrıca

hattan tezhibe; çiniden minyatüre birçok

farklı sanat da camilerin içine veya dışına

işlenmiştir. Farklı sanatlar kullanılarak

yapılan cami süslemeciliği, zamanla

değişik arayışlar doğurmuş ve kendine

özgü sanatlar ortaya çıkarmıştır. Tabiî ki

bu arayışlara İslam kültürünün yanı sıra

her Müslüman ülkenin kendi sahip olduğu

kültür değerlerinin de etkisi büyüktür.

Türkler, cami süslemeciliğinde ölümsüz

eserler ortaya çıkarmışlardır. Kültürün ve

dini inancın da birbirini etkilemesiyle

farklı sanatlar üzerinde çalışmış ve önemli

eserler ortaya koymuşlardır. Müslüman

dünyasında mübarek kabul edilen dini

gecelerde kandil yakma geleneği de bize

has sanatlardan olan ‘mahyacılığı’

doğurmuştur.

Mahyacılık ilhamını İslam’dan alan ancak

diğer Müslüman ülkelerde olmayan,

topluma dini ve sosyal mesajlar veren,

sadece bize has bir ışıklandırma sanatıdır.

Türk zevk ve kültürünün İslam

değerleriyle sentezi sonucu ortaya

çıkmıştır. Türk buluşudur ve yalnız bizim

topraklarımızda yapılmaktadır.

Kandille ışıklandırmanın İslam kültürüne

girişine bakacak olursak; İslam

dünyasında kandil yakma geleneği hicretin

dokuzuncu yılına dayanmaktadır.

Müslüman olmak için Medine’ye gelen

Yemenli bir Hıristiyan Hz. Muhammed’e

hediye olarak kandiller getirir. O zamana

kadar kuru hurma dalları yakılarak

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

19

aydınlatılan Mescid-i Nebevi, o günden

sonra getirilen kandillerle aydınlatılır. Bu

kandilleri Hz. Muhammed çok beğenir ve

Müslüman olmak isteyen bu kişiye

”Mescidimizi aydınlattın; Allah da seni

münevver etsin. Eğer bir kızım olsaydı

sana verirdim.” diyerek iltifatta bulunur.

Bizim kültürümüzde, bu gibi önemli

gecelerde evlerin kapılarının önlerine

kandiller asılır, minareler ve camiler de

kandillerle süslenirmiş. Hatta kandiller

dizilerek asılan mahyalardan dolayı da

mübarek gecelere “kandil gecesi” deriz.

Dini gecelerimizle mahya o kadar

özdeşleşmiştir ki birbirimizin gecesini

kutlarken “geceniz mübarek olsun” yerine

”kandiliniz mübarek olsun” deriz.

İlk mahyanın asılışıyla ilgili iki farklı

rivayet vardır. Fakat kesin bir bilgi yoktur.

Yaygın olarak bilineni ise şu şekildedir:

“1614 yılında Fatih Cami müezzinlerinden

Hattat Hafız Kefevi, iki minare arasına

ortası yazılı son derece sanatkârane bir

levha işler ve dönemin padişahı I. Ahmet’e

hediye eder. Bu durum, genç sultanın çok

hoşuna gider. Dini adabın dışına

çıkılmamak şartıyla bunun gibi mahyaların

kurulması arzu edilir ve ilk mahya 1617

yılında padişahın kendi yaptırdığı Sultan

Ahmet Camiine kurulur.”

Diğer rivayete göre ise “Koca Mustafa

Paşa’daki Sünbül Efendi Tekkesi şeyhi

Necmettin Hasan Efendi, bir mevlit

gecesinde caminin minaresini kandillerle

süsler. I. Ahmet bunu görünce beğenir ve

bundan böyle mübarek gecelerde mahya

asılmasını ister.” Her iki rivayette de I.

Ahmet dönemine işaret edilmektedir. Bu

da ilk mahyanın bu dönemde asıldığını

göstermektedir. Ancak 1578’de İstanbul’a

gelen bir seyyahın seyahatnamesinde yer

alan mahya resmi, bu sanatın daha önce de

yapıldığını göstermektedir. Anlayacağınız

üzere mahyacılık tam olarak şu tarihte

ortaya çıktı diyemiyoruz.

İlk mahyanın hoşa gitmesinden sonra III.

Ahmet devrinde sadrazam İbrahim Paşa

tarafından bir ferman çıkarılır. Lale

Devri’nde çıkarılan bu fermanda bütün

selatin camilerinde mahya kurulması

emredilir. Selatin camileri, birden fazla

minaresi olan camilerdir. Zaten mahya da

çift minare arasına kurulabilir. Ferman

çıktıktan sonra halk o kadar sevmiştir ki

mahyayı, Eyüplüler mahya kurulamadığı

için Eyüp Camii’nin kısa minarelerini

uzattırmış, Üsküdarlılar ‘biz de mahya

isteriz’ diye ısrar edince tek minaresi olan

Mihmirah Sultan Camii’ne bir minare daha

yaptırılmıştır.

Yalnız minarelerin arasına değil, bazen

camilerin içine de iç-mahyalar

kurulmuştur. Süheyl Ünver, Ayasofya,

Sultan Ahmet, Süleymaniye gibi birçok

camide iç-mahyayı gördüğünü anlatır. Bir

başka mahya şekli de minarelere kaftan

giydirilmesidir. Bu tür mahyalarda da

hazırlanan kandiller yine iplerle birbirine

bağlanır ama minarelerin arasına

gerilmez, minarelerden aşağıya doğru

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

20

sarkıtılır. Ayrıca gezdirme mahyalar da

yapılmıştır ki bunlar öyle her mahyacının

yapabileceği mahyalar değildir; beceri

ister.

Mahyacılığın büyük isimlerinden

Abdüllatif Efendi, bir gezdirme mahya

yapar; çok ilgi çekicidir. Bu mahya da

Unkapanı Köprüsü’nü ve Azaplar Camii’ni

resmeder. Üç halat çeker. Ortadaki esastır.

Üst halata bir araba, üçüncü ipe de balıklar

ve kayıklar yapar. Arabayı iki minare

arasında götürüp getirir. Yalnız köprü ve

camii sabittir; diğerleri yürür. Düşünün

güzelliği.. İstanbullular bu sanatkârane

yapıtı görmek için günlerce

beklemişlerdir.

Mahyacı, yapacağı şekil veya yazıları ilk

önce bir kâğıt üzerine planlar. Sonra

yapılacak düğümleri hesaplar ve kandilleri

iplere dizer. Bu şekilde mahyalar

minareler arasındaki yerini alır. Eskiden

her mahyacı büyük bir hüner ve gizlilik

içinde mahyasını hazırlar, diğer

mahyacılarla bir rekabet havası yaşardı.

Her gece farklı mahyalar kuranlar olduğu

gibi teravihten önce kurduğu mahyayı

herkes namazda iken değiştiren

mahyacılar da vardı.

Bu işin de kendine özgü kuralları vardır.

”Maşallah”, ”Bismillah”, ”Ya Şehr-i

Ramazan”, ”Dua ibadetin özüdür” gibi dini

içerikli yazılar olduğu gibi “Kızılay’ı

unutma”, ”İçkiden kaç”, ”Temizlik

imandandır”,” Vergi namustur” gibi

nasihat ve sosyal mesaj veren mahyalar da

asılmıştır. Savaş zamanlarında da “Yaşasın

gazimiz”,” Yaşasın İstiklaliyet”, ”Yüce Fatih

ruhun şad olsun”,” Vatan sevgisi

imandandır” gibi mahyalar asılmıştır.

Hatta Halide Nusret Zorlutuna anlatır:

”Mahyalar içinde bir mahya vardır ki

unutamam. İstanbul’un mütareke içinde

bunaldığı bir ramazandı. İstiklal savaşı

Anadolu ufkundan bir umut güneşi gibi

kâh parlıyor, kâh sönüyordu. Bir gece,

teravih namazından çıkanlar Beyazıt

Camii’nin minareleri arasında bir şaheser

beyit gördüler. Yahya Kemal’in Akifane bir

beyiti, karanlık gökte ışık ışık parlıyordu:

‘Ta ki yükselsin ezanlarla müebbed namın

Galip et! Çünkü bu son ordusudur İslamın’

Binlerce Müslüman o gece bu duaya

hıçkırarak amin dedi.” Şeklindeki

satırlarla Türk Milletinin istiklal

mücadelesini bu iki mısralık mahyada

hisseder.

Bu Türk sanatı yazarlara ilham, gezginlere

unutulmaz anı olmuştur. Mahyayı gören

yabancı bir gezgin demiş ki: ”Dünya

yüzünde sevilmeğe ve sayılmaya layık

Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa

bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp

minareler arasında yazı yazmayı akıl

edişleri ve bunda muvaffak olmaları,

onların medeniyette ne kadar ilerde

olduklarının bir ifadesidir.” Yahya Kemal

de mahyaları gören bir yabancının ”Bu

şehir Türk’tür ve Türk olmasa insaniyet

güzelliğinden bir âlem kaybederdi”

dediğini anlatır.

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

21

Mehmet Gökalp mahyalar karşısındaki

duygularını şöyle ifade ediyor:

“Bir şehrayin var.

İki minare arasında

Ayet ayet kalbimize yazar,

Mukaddes gecelerin manasını;

Bu nokta nokta ışıklar.

Lacivert zemine işlenmiş

Allah'a İman'ın her harfi

Kamaştıran böyle gözlerimizi

Işık dolu, şanlı, büyük gecenin

İçimize doğan parlak güneşi”

Mahya o kadar beğenilmiştir ki talep

üzerine Süleymaniye mahyacısı Mısır’a

gitmiş ama minare araları yeterli derecede

açık olmadığında iyi mahya kuramamıştır.

20. yy’nin başlarında elektrik kullanımının

da yaygınlaşmasıyla bir ara elektrikle

mahya kurmak da denenmiş ancak

kandillerin verdiği zarafeti

veremediğinden ve ampullerin fazla

parlamasından dolayı da yazılar okunamaz

hale geldiğinden halk tarafından da

beğenilmeyince çok geçmeden

kaldırılmıştır. Bunun üzerine Mebani-i

Hayriye (hayır amaçlı binalar) müdürü,

Meclis-i Vükelâ(bakanlar kurulu)’dan

çağırılarak, “Niçin zeytinyağı ile mahya

kuruluyor da fennin ihtiraından istifade

edip elektrikle kurmuyorsunuz?” diye

sorar. Mebani-i Hayriye müdürü verdiği

cevapta, “Bu milli bir sanattır; elektrikle

olmaz. Mahya yalnız göstermelikten ibaret

değildir; halka heyecan da vermektir. Halk

arasında bugün nasıl bir mahya yapılacak

şeklinde bir heyecan, bir bekleyiş vardır.

Elektrikle mahya aynı şeyi yazar” der.

Anlayacağınız üzere ilk elektrikli mahya

girişiminde pek başarılı olunamamıştır.

Mahyacılığın devrin şartları da göz önüne

bulundurulduğunda ne denli zor ve beceri

isteyen bir iş olduğu açıktır. Devrin

mahyacılarında tulumbacı Sami Reis bir

röportajında şöyle anlatıyor: “Öyle günler

bilirim ki bütün gün sırtımda tulumba ile

altı saatlik yolu koştuktan ve yangını

söndürdükten sonra, akşama tek

yardımcımla beraber 300 kandillik mahya

kurar ve gene gık bile demezdim. (...)

Bunun için bilek ister. Bir saat içinde 500

kandilli mahyayı kuracak yiğit

göremiyorum ben. Hem fırtınalı havada bir

kaza çıkarmadan kandilleri toplamak da

yürek ister.”

Günümüz mahyacılarından Kahraman

Yıldız da işin zorluğundan bu işi yapacak

adam bulamadığında yakınıyor:

“Mahyacılık biraz zor iş. Yaz, kış, soğuk,

tipi demeden minare tepelerine

çıkacaksınız. Yerden 100 metre yukarıda

hava şartları çok daha sert oluyor. Buna

dayanmak kolay değil. Sabır ve sevda

isteyen bir iş… Bizim yanımıza yardımcı

eleman veriliyor ama fazla

dayanamıyorlar. Bir yolunu bulup ya

başka bölümlere geçiyorlar ya da bu işi

yapamayacaklarını söylüyorlar.” Her ne

kadar şu an ampullerle yapılıyor da olsa

mahya kurmak çok zahmetli ve emek

gerektiren bir iştir.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

22

Elektriğin hayatımızın her alanına

girmesiyle birlikte kandillerle yapılan

mahyacılık da zamana ayak uydurarak

yerini daha kolay olan elektrikli mahyalara

bıraktı. Elektrikle yapılıyor olması da

sanatsal yönünü zamanla yitirmesine

neden olmuştur. Sadece teknik olarak

değil; uygulamalar da değişmiştir. Eskiden

mübarek gecelerde de asılan mahyalar

yalnız ramazana ait olup yalnız

ramazanlarda asılmaya başlanmıştır.

Eskiden yapılan minarelere kaftan

giydirme, resimli ve gezdirme mahyalar

unutuldu ve elektrikli mahyayı dahi yapan

çok kişi kalmadı.

Eskiden halkın heyecanla sabırsızlıkla

beklediği mahya şölenleri günümüzde

unutulmaya yüz tutmuştur. Şimdi bu eşsiz

Türk sanatından bihaber olanlar, ismini

bilmeyenler bile var. Yaklaşık dört yüz

yıllık geçmişi olan bu kültürün yeniden

canlandırılması, yeni mahya ustaları

yetiştirilmesi gerekli. Mahyacılık için bir

şeyler yapılmadığı takdirde sadece bu ve

bunun gibi yazıları okuyup ah edeceğiz. Ya

ışıkların arasında fark edilemez oldu

mahyalar, ya da biz bir değerimizi daha

karanlığa gömdük.

KAYNAKÇA:

ÜNVER, Süheyl, ’Mahya ve Mahyacılık’

Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, 1965,

Sayı:186

AKYAVAŞ Ragıp, Mahya ve Kandilin

Tarihi, Türkiye Turing ve Otomobil

Kurumu Belleteni, İstanbul, 1958 sayı:201

ŞAPOLYO, Enver Behnan, ’Türkler’de

Mahyacılık’ Eski Ramazan Adetlerinden

Çınaraltı, İstanbul, 1943 sayı:105

Temel Britannica Ansiklopedisi, Ana

Yayıncılık, 1988, Cilt:12

Büyük Larausse Ansiklopedisi, Milliyet

Gazetecilik AŞ., Cilt:15

Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas

Gazetecilik AŞ., İstanbul, 1994, Cilt:13

Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,

Ana Basım AŞ., İstanbul, 1994 cilt:5

http://www.kto.org.tr/tr/dergi/dergiy

azioku.asp?yno=1409&ano=86 *Yrd. Doç.

Dr. Hasan ÖZÖNDER, Konya Ticaret Odası

Dergisi, Mübarek Gecelerde Gökyüzünde

Altın Kolyemiz: Mahya, 01.09.2008

http://www.tumgazeteler.com/?a=409

4519

http://www.milliyet.com.tr/2005/10/

18/guncel/gun04.html

http://yenisafak.com.tr/Ramazan/?t=2

0.10.2006&i=7595

http://www.tgrthaber.com.tr/news_vie

w.aspx?guid=cb76ab8b-3bc9-4e69-b68f-

1c433acfdb38

http://www.diriklik.net/eskiistanbul/e

kler/skylife/skylife_2/mahya.htm

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

23

SONBAHAR BUNALIMININ SONU:

CUMHURİYET

Çağhan SARI

Ekim ayının şüphesiz en önemli başlığı

Cumhuriyet'in ilanıdır. Bu yıl 91. yaşını

dolduracak Cumhuriyet'in kuruluş

gününün izlerine bakalım…

Bilindiği üzere Milli Mücadele yılları

boyunca parola, düşmanı yenmek ve

işgallere son vermek idi. Bu parola adı

altında farklı görüşlere sahip insanlar

toplanabiliyordu. Rejim tartışma konusu

olmuyordu. Nitekim buna gerek de yoktu.

Çünkü iç isyanlar, üç cephede sürdürülen

savaş, meclis içerisinde mücadele, cephe

gerisinde ortaya çıkan sorunlar Ankara'nın

daima gündeminin rejim tartışması

olmasına izin vermiyordu.

(30 Ekim 1923 tarihli Hakimiyet-i milliye gazetesi)

Ancak savaş bittiğinde ilk defa mevcut

rejim ile hesaplaşma oldu. Lozan

görüşmelerine İstanbul hükümeti de davet

edilince cephede savaşı kazanan Ankara,

Mustafa Kemal'in ataklığıyla saltanatı

kaldırdı. Takvimler 1 Kasım 1922'yi

gösteriyordu. Aslında görüşmeler bir gün

önce başlamıştı. Saltanatın kaldırılmasını

engellemek isteyen muhalifler söz konusu

kanun teklifinin Anayasa Adalet ve Şerriye

Komisyonları'ndan oluşan bir ortak

komisyonda görüşülmesi için bir önerge

vermişlerdi ve bu önerge kabul edilmişti.

1 Kasım sabah saatlerinde ise saltanat

kaldırıldığında bu günün milli bir bayram

olarak kutlanılması da kabul edilmişti. 1

Kasım Milli Egemenlik bayramı olacaktı

ama şimdi yeni bir sorun ortaya çıkmıştı.

Saltanat kaldırılırken bünyesindeki

halifelik ayrı bir müessese olarak

sürdürülecekti ve siyasi kudreti

olmayacaktı. Türkiye devletinde

anayasaya göre de meclis hükümeti ve

güçler birliği esası bulunuyordu. Saltanat

sahibi devlet başkanı makamında idi.

Şimdi bu makam halife olmadığına göre

meclis başkanı mı olacaktı? Milli Mücadele

sırasında olağanüstü şartlar gereği meclis

hükümeti sistemi vardı yani, bir başbakan

yoktu. Bakanlar tek tek meclis tarafından

oylanıyor, kurulan hükümete aynı

zamanda meclis başkanı başkanlık

ediyordu. Güçler birliği prensibi ile

yürütme yasama ve yargı TBMM'de

toplanıyordu.

Başlayan bu yeni dönemle beraber hem

ortada bir devlet başkanı sorunu hem de

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

24

bakanların kabine hükümeti sistemiyle

değil meclis tarafından ayrı ayrı

seçilmesinden dolayı bir kabine sorunu

vardı. Bu sefer de Lozan'ın harareti ile

zaman geçiyordu. 11 Ağustos 1923'te ilk

olarak TBMM yenilendi. Üç hafta önce

de Lozan Barış Anlaşması imzalanmıştı.

1923 yılının sonbaharına girerken

akislerini çok hissettirmeyen bu

sorunların halledilmesi gerektiği anlaşıldı.

Mustafa Kemal, yeni devletin adının artık

resmen konulması için zamanın geldiği

kanısına vardı. Bakanların seçiminde

yaşanan ufak çaplı kriz ile süreç başladı.

Başbakan Fethi Okyar, Mustafa Kemal'in

ricası ile 24 Ekim günü makamından ve

vekâlet ettiği İç İşleri Bakanlığı'ndan istifa

etti. 25 Ekim'de toplanan meclis İç İşleri

Bakanlığı'na Sabit Sağıroğlu'nu seçti.

Hâlbuki Sabit Bey o gün mecliste değildi ve

onu aday gösteren Halk Fırkası grubu

olduğu halde Mustafa Kemal ile Sabit

Bey'in arası İttihatçılık meselesinden

ötürü iyi değildi. Bu gelişmenin üstüne

Meclis İkinci Başkanlığı'na Lozan

tartışmaları sırasında Başbakanlıktan

istifa eden Rauf Orbay seçilince, Mustafa

Kemal, meclis hükümeti sisteminin

anayasa değişikliği ile yerini kabine

sistemine bırakması gerektiğine karar

verdi. Böylece açıkça anayasada devletin

rejimi Cumhuriyet olarak değiştirilecekti.

26 Ekim'de Çankaya'da Mustafa Kemal'in

başkanlığında toplanan bakanlar,

görevlerinden istifa etme kararı aldılar.

Tekrar seçilme ihtimalinde de görev kabul

etmemeyi açıkladılar. Hükümet sorunu

ülkenin gündemine iyice yerleşmişti. 28

Ekim akşamı Çankaya'da bir kez daha

toplanan kurmaylarına Mustafa Kemal,

'yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz' dedi.

İsmet İnönü, Kazım Özalp, Ruşen Eşref

Günaydın, Fuat Bulca, Kemalettin Sami,

Halit Kılıçarslan toplantıda hazır bulunan

isimlerdi. Akşam cumhuriyetin ilanı

hakkında yapılan görüşmeler

tamamlandıktan sonra, İnönü dışındaki

konuklar Çankaya'dan ayrıldı. İnönü ile

Mustafa Kemal gereken anayasa değişikliği

yasa tasarısını hazırlamaya başladı. Beş

saatlik bir çalışmanın ardından altı

maddelik yasa değişikliği tasarısı hazırdı.

Birinci madde “Devletin şekli

Cumhuriyet’tir” diyordu. İkinci madde ise

saltanatın kaldırılması tartışmalarındaki

gibi tekrar çıkmazlar oluşmaması için

devletin dini İslam’dır, maddesi idi. Bu

madde ile hilafet yanlılarının, 'Cumhuriyet

dinsizliktir!' propagandası yapması

engellenecekti.

29 Ekim günü sabah saat 10.00'da Halk

Fırkası mecliste toplandı. Bakanların

seçimi hakkında görüşmeler başladı.

Ancak bir neticeye varılamadı. Kemalettin

Sami önceki akşam kararlaştırıldığı üzere,

sorunun Halk Fırkası Genel Başkanı

Mustafa Kemal tarafından çözülmesini

talep eden bir önerge verdi. Önerge kabul

edildi. Mustafa Kemal kürsüye gelerek bir

saat süre istedi. Bu bir saat boyunca grup

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

25

içerisindeki önemli isimler ile tek tek

görüşmeye başladı. Onlara cumhuriyet

hakkındaki fikirlerini aktarıp sorunun halli

hakkındaki projesini anlattı. Saat 13.30'da

grup tekrar toplandı. Mustafa Kemal

kürsüye çıktı ve tasarı metnini kâtip

koltuğundaki Ruşen Eşref Bey'e uzattı.

Teklif okunduktan sonra görüşmelere

başlandı. Birçok vekil, hükümet krizini

çözen geçici bir teklif beklerken büyük bir

değişime şaşırdılar. Çünkü bu değişiklik ile

Başbakanın belirlenmesi meclis oylaması

ile değil Cumhurbaşkanı'nın

görevlendirmesi ile olacaktı.

Sabit Sağıroğlu, anayasa değişikliğini

sonraya bırakıp önce bir bakanlar kurulu

başkanı seçilmesi gerektiğini söyledi.

Niğde mebusu Hazım Bey de önce

hükümet başkanının seçilip daha sonra

anayasa değişikliğinin ele alınması

yönünde fikrini açıkladı. Yunus Nadi Bey,

mevcut meclisin kurucu meclis

hüviyetinde olduğunu söyleyerek bu

değişimin yapılabileceğini, duraksamamak

gerektiğini belirtti. Hamdullah Suphi Bey

tasarıya destek verdi. Kütahya mebusu

Ragıp Bey, anayasanın tamamlanması için

bir an önce oylamaya geçilmesini teklif

etti. Ardından söz alan İsmet İnönü, Lozan

görüşmeleri sırasında karşısına çıkan

devlet başkanlığı sorununa atıfta

bulunarak teklifi destekleyen konuşmasını

yaptı. İsmet Paşa'dan sonra kürsüye gelen

isim ise Osmanlı devletinin son vakanüvisi

Abdurrahman Şeref Bey idi; 'Hükümet

biçimlerini birer birer saymak gereksizdir.

Egemenlik sınırsız ve koşulsuz milletindir,

kime sorarsanız sorunuz bu cumhuriyettir.

Yeni doğan çocuğun adı budur ama bu ad

kimilerine hoş gelmezmiş, varsın

gelmesin!'' dedi.

Abdullah Azmi Efendi'nin itirazlarına

rağmen oylamaya geçilmek üzere

hazırlıklara başlandı. Bu sırada muhalif

milletvekillerinin ret oyu vermektense

oylamaya katılmayacağı kararını almaları

üzerine çoğunluğu sağlamak üzere henüz

meclise gelmeyerek yemin etmemiş dokuz

vekil apar topar gelip yeminlerini ederek

oylama öncesinde salonda yerlerini aldı.

287 vekilden oluşan mecliste o an 158

vekil vardı. Saat 18.00'da grup toplantısı

sona erdi ve BMM Genel Kurulu başladı.

Önce tasarı Anayasa Komisyonu'na

gönderildi. Komisyon ivedilikle kabul

ederek tasarıyı tekrar genel kurula

gönderdi. Saat 20.00'da 158 üyenin

tamamı ilk değişiklik maddesine evet oyu

vererek cumhuriyeti ilan etti. Genel kurul

üç defa “Yaşasın Cumhuriyet!” nidalarıyla

yankılandı. Ardından Ertuğrul Mebusu Dr.

Fikret Bey cumhurbaşkanının hemen

seçilmesini içeren önergeyi verdi. Derhal

seçime geçildi. Bir aday olmaksızın oy

veriliyordu. 20.45'te 158 vekilin 158

oyuyla Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı

seçildi. Saat 21.05'te Mustafa Kemal Genel

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

26

Kurul salonundan çıktı. Cumhuriyet'in

ilanı üzerine 101 pare top atışı oldu.

İstanbul'da ise top atışlarının saat

03.00'da başlaması üzerine halk bir

düşman saldırısı sanarak panik halde

sokağa çıktı. Ancak sabah saatlerinde halk

kutlamalara başladı. Cumhuriyet'in ilanı

ile hiç kutlanılmayacak olan 1 Kasım

yerine 29 Ekim artık cumhuriyet

bayramıydı. Birinci Dünya Savaşı'nda

Osmanlı Devleti'nin imzaladığı Mondros

Ateşkes anlaşmasının 30 Ekim 1918 de

olduğunu hatırlayan Fahrettin Altay Paşa,

iki sene sonra bu tarihsel benzerliği

sorduğunda Mustafa Kemal 'milletin

hayatına kastedenlere karşı milletin öcü'

demiştir.

Tasarı Metni:

Türkiye Reisicumhuru Devletin Reisidir.

Madde1: Hâkimiyet bila-kayd ü şart

milletindir. İdare usulü halkın

mukadderatını bizzat ve bilfiil idare

etmesi esasına müsteniddir. Türkiye

Devleti'nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir.

Madde2: Türkiye Devleti'nin dini din-i

İslam'dır; resmi lisanı Türkçe'dir.

Madde4: Türkiye Devleti Büyük Millet

Meclisi tarafından idare olunur. Meclis,

hükümetin inkısam ettiği şuabat-ı idareyi

İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder.

Madde10: Türkiye reisicumhuru Türkiye

Büyük Millet Meclisi heyeti umumiyesi

tarafından ve kendi azası meyanından bir

intihab devresi için intihab olunur. Vazife-i

riyaset yeni reisicumhurun intihabına

kadar devam eder. Tekrar intihab olunmak

caizdir.

Madde 11: Türkiye reisicumhuru devletin

reisidir. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclise

ve Heyet-i Vekile'ye riyaset eder.

Madde12: Başvekil, reisicumhur

tarafından ve Meclis azası meyanından

intihab olunur. Diğer vekiller başvekil

tarafından yine Meclis azası arasından

intihab olunduktan sonra heyet-i

umumiyesi reisicumhur tarafından

Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis hal-i

içtimada değilse, keyfiyet-i tasvib Meclisin

içtimaına talik olunur.

Kaynakça Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk

Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997, s.537-

544.

Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, c.II, Bilgi

Yayınevi, Ankara 1998, s.295-298.

Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi, c.V, İş

Bankası Kültür Yayınları, s.321-332.

Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, haz. Ortak

Komisyon, c. II, Atatürk Araştırma Merkezi

Yayınları, Ankara 2010.

Can Dündar, O Gün Belgeseli, ''Milat'', 32. Gün

Yapımı.

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

27

KLASİK METİNLERİN ÖĞRETİMİNE

DAİR BİR MESELE

Yunus Emre UYAR

Milletlerin kültürlerinde önemli bir yer

kaplayan destan, efsane, masal, türkü,

ortaoyunu vb. türlerdeki metinler özellikle

milliyetçi ve muhafazakâr eğitim

politikaları tarafından her zaman el

üstünde tutulan değerler oldu. Millî

kültüre ilişkin birçok ögeyi –duyuşu,

duyarlılığı, eğilimi, motifi vb.- barındıran

bu ürünlerin en önemli özelliği milletin

kültürel kodlarının okunabileceği

materyaller olmasıdır. Nitekim bu sebeple

yıllarca yerli ve yabancı türkologlar

tarafından malzeme olarak büyük ve haklı

bir değer görmüştür. Ancak eğitim

felsefesini belirlemede söz sahibi olanlar

arasında bu türden ürünlerin eğitim

ortamları aracılığıyla yeni kuşaklara

aktarılması gerektiğini savunanlar

çokçadır. Onların bu kanıyı taşımakta

oldukça haklı sebepleri vardır. Bu ürünler,

taşıdıkları değerlerle milletin geleceğini

oluşturacak olan yeni kuşak için bir

“kültürleme” vasıtası olarak

kullanıldığında bir tür değer muhafazası

sağlanacaktır. Her toplum doğal olarak

bekasını sağlamak için değer yargılarının

da gençlerine aktarılmasını savunur.

Bunun için en önemli yol eğitim, onun en

önemli malzemesi olarak da destan,

efsane, masal vb. ürünler görülür.

Gerçekten de bu tür ürünler milletlerin

değerlerini barındırmak ve onları

aktarmakta kullanmaya yarayacak

materyallerdir. Eğitim ortamlarındaki

hedef kitlelerin gelişim dönemlerinin

özelliklerine göre yeniden yapılandırılacak

olan bu ürünler değerlerin aktarımı için

biçilmiş kaftandır. Böylelikle milletin sahip

olduğu değerler yeni kuşaklara aktarılmak

suretiyle “muhafaza edilmiş” olunur.

Yukarıda özetlenen anlayış okurlara epey

tanıdık gelebilir çünkü uzun süre yurttaki

eğitim ortamlarına büyük ölçüde etki

etmiştir. Bunun işe koşulması nedeniyle

ilk ve ortaöğretimdeki ders kitaplarına

toplumun kemikleşmiş değer yargılarını

aktarması umuduyla masal, destan,

ortaoyunu vb. ürünler yerleştirilmiştir.

Zaten ders kitaplarındaki metinlerin değer

aktarım aracı olarak görüldüğü Türkiye’de

bu oldukça sıradan bir durumdur. Yani

sözü edilen anlayış, kendini bir ölçüde

uygulamaya da dökmüştür.

Eğitimde –özellikle dil- toplumların değer

yargılarının sonraki kuşaklara

aktarılmasına karşı çıkmak her şeyden

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

28

önce pedagojinin gerçekleriyle

çelişecektir. Nitekim eğitim, tanımı gereği

bir kasıtlı “kültürleme” uğraşısıdır. Doğal

olarak kültürün tüm bileşenleri olduğu

gibi değer yargıları ve onları taşıyan

destan, masal, efsane vb. ürünler de

eğitimi malzemesi olmak durumundadır.

Böyle bir şeye itiraz etmek ancak eğitimin

bilimsel temellerini hiçe sayacak derecede

geçmişten kopukçu bir ideolojik

saplantıyla mümkün olabilir.

Görülen o ki bu yazı eğitimde değer

aktarımını oldukça olağan

karşılamaktadır. Ancak değerlerin eğitimi

hususunda dikkat çekmek istediği bir

nokta vardır: Eğitim ortamlarında, ders

kitabı vb. materyallerle aktarılacak olan

“değerler”in sınırı ile asrın gerektirdiği

çağdaş değerlerin uzlaşması gerekir. Ne de

olsa milletin sahip olduğu değerlerin tümü

bugün için çağdaş-evrensel ahlak ilkeleri

tarafından içerilmemekte, bazıları bunun

dışında kalmaktadır. Ancak bu değerler,

değer aktarımında kullanılacak olan

materyallerde istendik olanıyla

olmayanıyla iç içe girmiş bir durumdadır.

Asıl sorun bunları ayıklamaktadır.

Meseleyi somutlaştırmak üzere örnek

üzerinden gitmek için Ortaokul 7. Sınıf

Türkçe Ders Kitabı ele alınsın. Bu kitapta

öğrenciye sunulan metinlerden biri “Altın

Perçemli Çocukla Sırma Saçlı Kız” adlı

masaldır. Belli ki bu eser, genç kuşakların

millî bir değer olan masallarla tanışması

amacıyla ders kitabına konmuştur. Ancak

bu masal, aynı zamanda belli başlı iletileri

vermekte, belli bir yaşam algısını

sezdirmektedir. Ve bunlar modern

dönemin gerektirdikleriyle bire bir

örtüşmemektedir. Sözgelimi o masaldaki

anne ve baba çocuklarına eş seçerken

tümüyle sınıf vurgusu yapmaktadırlar.

Oğlanın vezir kızına bile layık görülmeyip

padişahın kızına layık görülmesi, kızın

vazir oğluna bile layık görülmeyip ancak

padişah oğluna layık görülmesi durumu

masalın sınıfsal bir ayrımı imlediğini

gösterir. Üstelik bu anlayış masalda

cezalandırılmamış, yani bir kötülük olarak

değil olağan bir durum olarak

görülmüştür. Böyle bir metinden

çocukların sınıfçı bir yaklaşımın doğallığı

sonucunu çıkarmaları olasıdır. Görüldüğü

gibi millî kültürel değerleri aktarması

amacıyla çocuklara sunulan bir metin

istendik olmayan iletilere de gebe

olabilmektedir. Burada istendik olmayan

ifadesi MEB’in genel amaçlarında ya da

dersin hedeflerinde sınıfsal farklılıkları

kavratıcı bir niyetin olmamasına

dayanarak kullanılmıştır.

Bir başka örnek de Hasan Kallimci

tarafından hazırlanan Destan Romanlar

adlı seridir. Yurdun gençlerini kültürel

zenginliklerinden olan destanlarla

tanıştırmak yoluyla değerler eğitimi

vermeyi amaçlayan yazar gerçekten de

Türk kültürünün yurtseverlik, görev

ahlâkı, barış, konukseverlik vb. değerlerini

çocuklara sunmuştur ancak bunun

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

29

yanında istendik olmayan birtakım

değerlere de çocuklarca maruz

kalınabildiği görülebilir. Sözgelimi Köroğlu

destanının anlatımından oluşan

Süpermarketteki Sürpriz adlı yapıt önemli

bir millî değeri çocuklarla buluştursa da

“öç için kız kaçırma”yı olağan bir

durummuş gibi sergilemektedir. Bu eserde

Köroğlu yengesini kurtarmaya gitmekte

ancak onu alamayınca onun yerine öç için

genç bir kızı kaçırıp amcasıyla

evlendirmektedir. Görüldüğü gibi burada

çocuğa kadının söz hakkına sahip olmayan,

alınıp kaçırılabilen, istenilen kişiyle

evlendirilen, bir öç malzemesi olarak

görülen bir durumu vardır. Ve bu

durumların hiçbiri eserde cezalandırılıp

çocuğa bunların bir olumsuzluk olduğu

iletisini verme kaygısı güdülmemiştir.

Aksine, bunar olağan hâller olarak

gösterilmiştir.

Sorun yalnızca destan ve masallarda

bitmemekte, onun dışındaki kültürel

kaynaklarda da gözlemlenmektedir. Bunu

örneklendirmek için basında yeni çıkan bir

habere göz atmak gerekir. Habere göre

ortaokul düzeyinde hazırlanan bir sosyal

bilgiler dersi öğretmen kılavuzunda

öğretmenlerin öğrencilere “kına gecesi”

uygulaması yaptırılması istenmiştir.

Habere göre duruma itiraz eden Muğla

milletvekili Nurettin Demir’in henüz on bir

yaşındaki öğrencilerin gelin olmaya

özendirilmesi, cinsiyet rollerini

pekiştirileceği, çocuk gelinlerin önünün

açılabileceği gibi haklı kaygıları

bulunmaktadır.

Sözü edilen eğitsel uygulama önerisi belli

ki kültürel bir değer olan kına gecesi,

düğün vb. motifleri öğrencilere aktarma

gayesi gütmektedir. Ancak görüldüğü gibi

buna yönelik belli başlı kaygılar da

mevcuttur. Böyle bir durumda tutulması

gereken yolu saptamak değerler

eğitiminin felsefesi açısından oldukça

önemlidir. Aktarılması hedeflenen kültürel

değerden mi vazgeçilmelidir yoksa çocuk

gelin tehlikesini önleme duyarlılığından

mı?

Her üç örnekte de istendikle istendik

olmayanın iç içe geçmiş olduğu görülür. Ve

asıl sorun burada baş gösterir. Olumlu ve

olumsuz durumları barındıran metinlerin

değerler aktarımındaki yerleri ne

olacaktır? Bunları tümüyle eğitim

ortamlarından çıkarıp atmak bir yoldur.

Bununla deyim yerindeyse pire için

yorgan yakılmış olunur. Sözgelimi Köroğlu

destanındaki gerekliliğini ve geçerliliğini

bugüne taşımayı başarabilmiş onca değere

ve kültürel motife rağmen “kadın”a verilen

değer bugüne uymadığı için o eseri eğitim

ortamlarından dışlamak pek kârlı bir yol

gibi durmamaktadır. İkinci yol istenmeyen

iletilere göz yumup “olur o kadar”

demektir ki bu da bir tür idealistlik olan

eğitimciliğin ruhuna aykırıdır. Üçüncü yol

bu türden metinlerin çağın gerekliliklerine

uygun bir biçimde, tümüyle eğitsel

kaygıyla yeniden yazılmasıdır. Bu da

doğrudan edebî metinlerin ruhuna aykırı

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

30

bir tavır olur. Hem Hasan Kallimci’nin

yukarıda sözü edilen yapıtı bunun bir

denemesi niteliğinde olsa da bu,

istenmeyen iletilerden arı olma durumunu

sağlamamıştır.

Akla gelen her üç yolun da kendine özgü

sakıncaları olduğuna göre meseleyi

çıkmazda bırakmak yerine bu yolları

olabildiğince zararsız bir biçimde

kullanmakta yarar var. Sorulması

gerekenler şunlardır: Bugünün

gerektirdiği değerlerle çatışan

değerlerden hiçbirini barındırmayan bir

masal, efsane vb. ürün bulunabilir mi?

Edebiyat metnini edebî yapan unsurları

zedelemeksizin istenmeyen değerler eski

metinlerden ayıklanamaz mı?

Tüm bu hengâmenin haricinde

tutulabilecek olan bir yol da “eleştirel

okuma”dır. Bu, çocuk hangi metinle

karşılaşırsa karşılaşsın onu onun olumsuz

etkilerinden koruyacak vazgeçilmez bir

silahtır. Sözgelimi çocuk kına gecesi, evlilik

ritüelleri vb. kültürel değerlerle

karşılaşacak ancak rehberinin yardımıyla

eleştirel aklını işleterek bunların yeri ve

zamanı hakkında hüküm verebilecektir.

Yine Köroğlu destanını okuyup oradaki

değerleri özümseyecek ancak kadının

oradaki konumuna itiraz edebilecektir.

Böyle bir seçenek diğerlerinden oldukça

zor olup çocuğun okuma sürecinde yalnız

bırakılmamasını, velinin ya da öğretmenin

de onla birlikte okunanla üzerinde

eleştirel konuşmalar yapmasını gerektirir

ve bu yazının ortaya koyduğu sorunun

çözümü olur.

Ancak sözü edilen çözüm önerisi oldukça

idealdir. Yurt gerçekliğiyle tümüyle

bağdaşmama tehlikesi vardır. Buna hemen

şöyle bir itiraz gelebilir: “Kaç çocuk

eleştirel okuyabilecek?” ya da “Kaç

ebeveyn, öğretmen öğrencileri böyle bir

bilişsel etkinliğe sokabilecek?” “Bu

etkinliklerden yoksun kalanlar olumsuz

iletilere boyun mu eğecek?”

Görülen o ki bu türden sorular da

öğrenciler için okuma eyleminin

kılavuzlanmaksızın sürdürülmemesi

gerektiği fikrini destekler. O hâlde

öğretmenler için okutma kılavuzlarının

olabildiğince fazla hazırlanması söz

konusu kaygıların giderilmesinde önemli

işlev görür.

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

31

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR:

TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK Fatma Özge ÖZDEMİR

Tüfek, mikrop ve çelik- İnsan

Topluluklarının Yazgıları isimli kitap Jared

Diamond tarafından yazılmıştır. Kitap

1997’de yayınlanmış olup; Tüfek, Çelik ve

Mikrop’tan bugüne kadar 100.000 adet

basılmıştır. Türkçeye çevirisi Ülker İnce

tarafından yapılan kitap, TÜBİTAK Popüler

Bilim Kitapları tarafından basılmıştır.

Tüfek, Mikrop ve Çelik’in konusu, son

13.000 yıl içinde farklı anakaralarda

karmaşık insan toplumlarının niçin farklı

biçimde geliştiğidir.

***

“İleri teknoloji, merkezi siyasal

örgütlenme ve karmaşık toplumların

başka özellikleri, ancak yiyecek fazlasını

biriktirme kabiliyetine sahip, yerleşik

nüfuslarda ortaya çıkabilirdi.”

***

Yerleşik nüfuslar nasıl ortaya çıktı?

Yiyecek üretimine geçiş süreci nasıl

başladı? İnsanlar “toplum” olma

konumuna nasıl gelebildi? Sorularla dolu

bir serüvendi Tüfek, Mikrop ve Çelik

kitabı.

***

İşte bu kitap için o cümle şu: ‘’Tarih farklı

halklar için farklı yönde gelişti ama bu

çevresel farklardan dolayı böyle oldu; o

halkların biyolojik farklılıklarından dolayı

değil.’’

***

Anlamak çoğu kez sonuçları tekrarlamak

ya da ebedileştirmek amacına değil; o

sonuçları değiştirmeye çalışma amacına

hizmet eder. İşte bu yüzden psikologlar

katillerin ve tecavüzcülerin ruhlarını

anlamaya çalışır, toplumsal tarihçiler

soykırımları anlamaya çalışır, doktorlar

hastalıkların nedenlerini anlamaya çalışır.

Bu araştırmacıların amacı cinayeti,

tecavüzü, soykırımı, hastalıkları haklı

göstermek değildir. Tam tersine onlar,

zincirleme nedenleri anlayarak o zinciri

kırmak isterler.

***

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

32

Cro-Magnonların bize kadar ulaşmış olan

ürünleri arasında en ünlüleri sanat

ürünleridir: Olağanüstü güzel mağara

resimleri, heykeller, bugün de sanat olarak

hayranlığımızı kazanan müzik aletleri...

Güneybatı Fransa’da Lascaux

Mağaraları’nda normal büyüklükteki boğa

ve at resimlerinin büyüleyici gücüne kendi

gözleriyle tanık olmuş bir kişi, bunların

yaratıcılarının yalnızca iskeletleri

bakımından değil zihinsel olarak da çağdaş

olduklarını hemen anlayacaktır.

***

Avrupa ve Amerika yerlileri arasındaki ilk

ilişkilerin en dokunaklısı, 16 Kasım

1532’de Peru’nun bir dağ kasabası olan

Cajamarca’da İnka imparatoru Atahualpa

ile İspanyol fatih Francisco Pizarro

arasındaki ilk karşılaşmaydı. (…) Pizarro,

Atahualpa’yı esir aldı. Pizarro savaş esirini

sekiz ay elinde tuttu ve onu serbest

bırakma sözü karşılığında tarihin en

büyük fidyesini topladı. Fidyeyi - 5 metre

eninde, 7 metre boyunda, 2,5 metre

yüksekliğinde bir odayı dolduracak kadar

altını - topladıktan sonra sözünü tutmadı

ve Atahualpa’yı öldürdü. (…) Pizarro’nun

Atahualpa’yı esir almasında rol oynayan

etkenler, aslında çağdaş dünyanın başka

yerlerinde yerli halklar ile sömürgeciler

arasındaki benzer çatışmalarda sonucu

belirleyen etkenlerle tıpatıp

benzeşmektedir. Bu yüzden Atahualpa’nın

esir alınış öyküsü dünya tarihine büyük bir

pencere açar niteliktedir.

***

Niçin Atahualpa’yı Pizarro esir aldı?

Pizarro’nun askeri üstünlüğü,

İspanyolların sahip oldukları çelik kılıçlar

ve diğer kesici silahlardan, çelik

zırhlardan, tüfeklerden, atlardan

kaynaklanıyordu. Atahualpa’nın, üzerine

binip savaşacakları hayvanları olmayan

birlikleri bu silahlara ancak taş, bronz ya

da tahta sopalarla, topuzlarla, baltalarla

karşılık verebilirlerdi, bunlara ek olarak

sapanları ve yorgan gibi zırhları vardı. Bu

tür donanım eksiklikleri Avrupalılar ile

Amerikan yerlileri ya da başka halklar

arasındaki çatışmalarda belirleyici rol

oynamıştı.

***

(…) Yiyecek üretimi tüfeklerin,

mikropların ve çeliğin gelişiminin dolaylı

bir ön koşuluydu. Bunun sonucu olarak da

farklı kıtalarda halkların çiftçiliğe ve

hayvan yetiştiriciliğine geçip geçmeme ya

da geçiş zamanlarındaki coğrafi

farklılıklar, bu halkların daha sonraki

yazgıları arasındaki benzeşmezliklerini

büyük oranda açıklar.

***

Yeryüzündeki 148 büyük yaban otobur

memeli kara hayvanlarının -

evcilleştirilmeye aday türlerin- yalnızca 14

tanesi sınavı geçebildi. Neden geri kalan

134 tür bunu başaramadı? Bunun yanıtı

Anna Karenina İlkesi’nden çıkıyor.

Evcilleştirilebilmek için yaban adayın pek

çok farklı özelliklere sahip olması

gerekiyor. Bu gerekli özelliklerden birinin

bile eksikliği evcilleştirme çabalarını boşa

çıkarıyor, tıpkı mutlu bir evlilik kurma

çabalarını boşa çıkardığı gibi. Zebra/insan

çiftine ya da başka uyumsuz çiftlere evlilik

danışmanlığı oyunu oynayarak

evcilleştirmeyi engelleyen en az altı grup

neden saptayabiliriz. Bunlar; “Beslenme,

Büyüme Hızı, Bir yere Kapatarak

Yetiştirmenin Zorlukları, Kötü Huyluluk,

Toplumsal Yapı, Korku ve Telaş Eğilimi.”

***

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

33

(Mor renkli alan Bereketli Hilal olarak

adlandırılan bölgedir.)

Sfenksleri ve piramitleri aslında Mısır

kökenli değil Bereketli Hilal kökenli

ürünleri yiyen insanlar yaptılar.

***

Kuşkusuz tekerlek ve yazı, tarım ürünleri

gibi enlemle, gün uzunluğuyla dolaysız

olarak ilişkili değildir. Özellikle yiyecek

üretimi ve sonuçları yoluyla, dolaylı bir

biçimde ilişkilidir. İlk tekerlekler tarım

ürünlerini nakletmek için kullanılan öküz

arabalarının birer parçasıydı. İlk yazı,

yiyecek üreticisi köylülerin desteğiyle

ayakta duran seçkinler sınıfının

tekelindeydi; ekonomik ve toplumsal

açıdan karmaşık toplumların (saltanat

propagandası, mal envanteri, bürokrasi

kayıtları tutma gibi) amaçlarına hizmet

ediyordu. Genel olarak tarım bitkisi,

hayvan varlığı, yiyecek üretimiyle ilgili

teknoloji değiş tokuşu yapan toplumların

başka şeylerin değiş tokuşunu yapma

olasılıkları daha yüksekti.

***

Eski savaşların galipleri her zaman en iyi

komutanlara ve silahlara sahip olan

ordular değil, çoğu kez yalnızca

düşmanlarına bulaştıracak en berbat

mikropları taşıyanlardı.

***

Hiç kuşku yok ki Avrupalılar egemenlikleri

altına aldıkları Avrupalı olmayan halklar

karşısında silah, teknoloji ve siyasal

örgütlenme açısından büyük bir üstünlüğe

sahipti ama yine de çok az sayıdaki

Avrupalı göçmenin Amerika kıtalarındaki

ve dünyanın başka yerlerindeki onca yerel

nüfusu yok etmeye başarmasını bu

üstünlükle açıklayamayız. Avrupalıların

öteki kıtalara götürdükleri bu armağan

olmasaydı- Avrasyalıların evcil

hayvanlarla nicedir içli-dışlılığı sonucunda

evrimleşmiş mikroplar olmasaydı-

bunların hiçbiri olmayabilirdi.

***

On dokuzuncu yüzyıl yazarları genellikle

tarihi, vahşilikten uygarlığa bir geçiş

olarak yorumlama eğiliminde olmuşlardır.

Bu geçiş tarım, metal işleme teknolojisi,

karmaşık teknoloji, merkezi yönetim ve

yazı gibi kilit önemdeki gelişmelerin

damgasını taşıyordu. Bunların içindeki

yazı geleneksel olarak coğrafi bakımdan

en sınırlı kalmış olanıydı: İslamiyetin ve

Avrupa sömürgeciliğinin yayılışına kadar

Avustralya’da; Büyük Okyanus

Adaları’nda, Afrika’da sahra’nın

güneyinde, Mezoamerika’nın küçük

bölgesi dışında Yeni Dünya’nın bütününde

yazı diye bir şey yoktu. Bu sınırlı dağılımın

sonucu olarak da uygar olmakla öğünen

halklar her zaman yazıyı kendilerini

‘’barbarlar’’dan ya da ‘’vahşi’’lerden üstün

kılan en önemli ayırıcı özellik olarak

görmüşlerdir. Bilgi güç demektir. Bu

yüzden de yazı, çok daha uzak ülkelere ve

çok daha eski zamanlara ait çok daha fazla

bilgiyi çok daha sağlıklı ve çok daha

ayrıntılı bir biçimde aktarma olanağı

verdiği için çağdaş toplumlara güç

kazandırır.

***

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

34

İlkyazı sistemlerine sahip toplumlar

yazının birkaç işlevle ve birkaç yazıcıyla

sınırlı kalmasına yol açan kapalılıklarına

niçin razı oldular? Ancak bu soruyu

sormak bile eski bakış açılarıyla bizim

kendi kitlesel okuryazarlık beklentimiz

arasındaki uçurumu ortaya koymak

oluyor. İlk yazıların kullanım alanlarının

sınırlılığı istenen bir şey olduğu için daha

az kapalı bir yazı sistemi geliştirme

dürtüsü vermiyordu kimseye. Eski Sümer

kralları ve rahipleri yazının uzman

yazıcılar tarafından vergi borcu olarak

koyunların kayıtlarının tutulması için

kullanılmasını istiyordu, yoksa kitlelerin

şiir yazmasını, kumpaslar kurmasını değil.

İnsan bilimci Claude Lêvi-Strauss’un

dediği gibi, eski zamanlarda yazının en

önemli işlevi ‘’öteki insanları köle etmeyi

kolaylaştırmak’’tı. Yazının uzman olmayan

kişilerce kişisel olarak kullanılması çok

sonra, yazı sistemlerinin giderek

basitleşmesi ve daha fazla anlatım gücü

kazanması sonucunda oldu.

***

Dolayısıyla salgın insan hastalıklarına yol

açan mikropların gelişmesi için nasıl

yiyecek üretimiyle, yiyecek üretimini

izleyen binlerce yıllık toplumsal gelişme

gerekiyorsa yazının gelişmesi için de

gerekiyordu. Yazı bağımsız olarak

Bereketli Hilal’de, Meksika’da ve belki de

Çin’de ortaya çıktı çünkü bu bölgelerin her

biri bulundukları yarım kürede yiyecek

üretiminin ilk başladığı yerlerdi. Yazı o

birkaç toplum tarafından bir kez icat

edildikten sonra, ticaret, fetih ve din

yoluyla, aynı ekonomik ve toplumsal

örgütlere sahip başka toplumlara

yayılmaya başladı.

***

Önemli icatların fark edilen ihtiyaçları

gidermek amacıyla yapıldığını düşünürüz.

Aslında icatların pek çoğu ya da büyük

çoğunluğu, sırf merak ya da tamircilik

aşkının etkisiyle harekete geçen kişilerin

eseriydi; onların kafalarındaki ürüne

başlangıçta hiçbir talep yoktu. Bir şey icat

edildikten sonra mucidin o şey için bir

uygulama alanı bulması gerekiyordu.

Ancak uzunca bir süre kullanıldıktan sonra

tüketiciler o şeye ‘’ihtiyaçları’’ olduğunu

hissetmeye başlıyorlardı.

***

Aslında çağdaş icatların en ünlüleri ve

görünüşte en belirleyicileri için bile ileri

sürülen ‘’Falan şeyi falanca icat etti’’ gibi

çıplak bir iddianın gerisinde o icadın göz

ardı edilen ilk habercileri yatmaktadır.

Örneğin, bize hep ‘’James Watt buharlı

makineyi 1769’da icat etti,’’ denir; güya bir

çaydanlığın emziğinden çıkan buharı

seyrederek ondan esinlenmiş. Bu harika

öykü iyi hoş ama Watt’ın kafasında aslında

kendi buharlı makine düşüncesi Thomas

Newcomen’ın bir buharlı makine modelini

tamir ederken doğdu; Newcomen o

makineyi 57 yıl önce icat etmişti ve

Watt’ın tamir ettiği zaman gelinceye kadar

İngiltere’de söz konusu makineden yüzden

fazla üretilmişti. Beri yandan

Newcomen’in buharlı makinesi de İngiliz

Thomas Savery’nin 1968 patentli

makinesine dayanıyordu, Savery’ninki

1680 dolaylarında Fransız Denis Papin’in

tasarımladığı (ama yapmadığı) buharlı

makineye dayanıyordu; Papin’inki ise

Hollandalı bilim adamı Christiaan Huygens

ve başkalarının düşüncelerinden

esinlenmişti.

***

Teknoloji, teknolojiyi doğurduğu için bir

icadın yayılması, gelecek açısından,

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

35

yapılmasından daha önemlidir. Teknoloji

tarihi kendi kendini hızlandırma süreci

denen şeyin örnekleriyle doludur yani,

zamanla artan bir oranda hızlanan bir

süreçtir bu; çünkü süreç kendi kendini

hızlandırıcı olur. Sanayi Devrimi’nden bu

yana teknolojideki patlama bugün bizi

etkiliyor ama ortaçağdaki patlama da

Bronz Çağı’ndakiyle karşılaştırıldığımda

aynı derece etkileyicidir; Bronz Çağı’nın

yanında Üst Yontma Taş Çağı cüce kalır.

***

Teknolojinin genelde kendi kendini

hızlandırmasının bir nedeni ilerlemelerin

ilk önce daha basit sorunların aşılmasına

bağlı olmasıdır. Örneğin, Taş Çağı çiftçileri

doğrudan demir ayrıştırmaya ve demiri

işlemeye geçemediler çünkü bu iş yüksek

sıcaklıkta fırınlar gerektirir. Bunun yerine

demir madeni işçiliği, ısıya gerek

kalmadan çekiçle dövülerek biçim

verebilecek kadar yumuşak olan ve

kendiliğinden yeryüzüne çıkan saf

metallerin (bakır ve altının) işlenmesiyle

elde edilmiş binlerce yıllık deneyimden

sonra gelişti.

***

Çoğu kez icat ihtiyacın anasıdır; ihtiyaç

icadın değil. Buna iyi bir örnek yakın

çağların en büyük mucidi Thomas

Edison’un en özgün icadının tarihidir.

Edison 1877’de ilk gramafonu yaptığı

zaman bir makale yayımladı, bu makalede

icadının kullanabileceği yerleri on madde

halinde belirtti. Bunların arasında ölmekte

olan kişilerin son sözlerini kaydetmek,

görme özürlü kişilerin dinlemesi için

kitapları plağa almak, saatin kaç olduğunu

duyurmak, hecelemeyi öğretmek vardı.

Edison’un öncelikler listesinde müziğin

yeniden üretimi ilk sıralarda yer

almıyordu. Birkaç yıl sonra Edison

yardımcısına icadının hiçbir ticari

değerinin olmadığını söylemişti. Daha

sonraki birkaç yıl içinde düşüncesini

değiştirdi, gramafon satmak üzere iş

hayatına atıldı- ama bürolarda dikte

ettirme makinesi olarak. Başka girişimciler

madeni bir para atıldığı zaman popüler

müzik çalacak şekilde gramafonu

değiştirip müzik kutusu adı verilen şeyi

ürettikleri zaman, ciddi büro işlerinde

kullanılan icadının değerini düşürdüğü

için olsa gerek, Edison buna karşı çıktı.

Ancak 20 yıl kadar sonra istemeye

istemeye gramafonun aslında müzik

kaydetmeye ve çalmaya yaradığını kabul

etti.

***

Yüzölçümü, yayılma kolaylığı, yiyecek

üretiminin başlama tarihi bakımından

kıtalar arasındaki farkların teknolojinin

ortaya çıkışı üzerindeki bütün bu etkileri,

teknoloji kendi kendisini hızlandırdığı için

daha da abartılı boyutlara ulaşmıştır.

Avrasya’nın başlangıçtaki hayli önemli

üstünlüğü böylece 1492’de çok öne

geçmesini sağladı-insan zekâsının değil

Avrasya’nın belli coğrafi özellikleri sağladı

bunu. Benim tanıdığım Yeni Gineliler

arasında da gizli Edison’lar var ama onlar

yaratıcılıklarını kendi durumlarıyla ilişkili

teknolojik sorunları çözmeye

yönlendiriliyorlar: Onların sorunu

gramafon icat etmek değil, Yeni Gine’nin

sık ormanlarında, dışarıdan hiçbir şey

almadan hayatta kalmak.

***

Devletlerin nereden kaynaklandığı

sorusunu ele alan kuramlardan en basiti

çözülecek herhangi bir soru olduğunu

yadsıyanıdır. Aristoteles devletin insan

toplumunun doğal bir durumu olduğunu,

bir açıklamaya gerek olmadığını

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

36

düşünüyordu. Onun hatası anlaşılabilir bir

şeydir; çünkü onun tanıyor olabileceği

bütün toplumlar –M.Ö. dördüncü

yüzyıldaki Yunan toplumları- devletti.

Oysa biz M.S. 1492’de dünyanın çoğu

bölgesinin şeflikler, kabileler, obalar

şeklinde örgütlendiğini biliyoruz. Devlet

oluşumu gerçekten de bir açıklama

gerektiriyor.

***

Küçük birimlerin birleşmesiyle büyük

birimlerin oluşması tarihsel ya da

arkeolojik olarak belgelenmiştir.

Rousseau’nun dediği gibi bu birleşmeler,

hiçbir tehdit altında olmayan küçük

toplumların vatandaşlarının mutluluğunu

arttırmak için özgürce birleşme kararı

almalarıyla oluşmamıştır. Küçük

toplumların liderleri, büyüklerinki gibi

kendi bağımsızlıklarını ve yetkilerini çok

kıskanırlar. Oysa birleşme iki şekilde olur:

ya dış bir gücün tehdidiyle ya da gerçek bir

fetihle... Bu iki yolu örnekleyen sayısız

durum vardır.

***

Avustralya’daki yerli toplumların kültürel

olarak ‘’geri’’ kalmasının nedenleri

sorulduğunda beyaz Avustralyalıların

basit bir yanıtı var: Kabahat güya yerlilerin

kendisinde… Yüz çizgileri ve deri renkleri

olarak yerliler elbette Avrupalılardan

farklı, bu fark bazı on dokuzuncu yüzyıl

sonu yazarlarını onların insansı

maymunlarla insanlar arasındaki eksik

halkayı oluşturduğunu düşünmeye itti.

Halkı 40.000 yıldan farklı bir süredir

okuması yazması olmayan avcı/yiyecek

toplayıcılardan oluşan bir kıtayı

sömürgeleştirmelerinin üzerinden birkaç

on yıl geçmeden, beyaz İngiliz

sömürgecilerin okuryazar, yiyecek

üreticisi bir sanayi demokrasisi

yaratmalarını insan başka nasıl

açıklayabilir? Avustralya’da zengin bakır,

kalay, kurşun, çinko yataklarının yanı sıra

dünyanın en zengin demir ve alüminyum

yataklarının bulunması da özellikle dikkat

çekicidir. Öyleyse Avustralya yerlileri niçin

metal aletlerden hâlâ habersizdi ve

Yontma Taş Çağı’nda yaşıyorlardı?

***

İnsan toplumlarının evriminde bu son

derece denetimli bir deneye benziyor. Kıta

aynı kıta; ancak insanlar farklı. Bundan

dolayı, Avustralya yerli toplumlarıyla

Avrupalı Avustralya toplumlarının

arasındaki farkın açıklanması bu

toplumları oluşturan insanlardaki farkta

aranmalı. Öte yandan bunda küçük bir

yanılgı olduğunu göreceğiz.

***

Şimdi biz Yeni Ginelilerin ve

Avustralya’nın Yontma Taş Çağı

toplumlarının Demir Çağı Avrupalılarıyla

karşılaştırmalarına bakmak kalıyor. Yeni

Gine’yi Portekizli bir gemici 1526’da

‘’keşfetti’’, Hollanda 1828’de batı yarısı

üzerinde hak iddia etti, Britanya ile

Almanya 1884’te doğu yarısını bölüştüler.

İlk gelen Avrupalılar kıyıya yerleşti, iç

bölgelere yayılmaları uzun zaman aldı ama

1960’ta Avrupa yönetimleri Yeni Gine’nin

büyük bir bölümünü siyasal denetimleri

altına aldılar.

***

Avrupa’yı Yeni Ginelilerin değil de Yeni

Gine’yi Avrupalıların

sömürgeleştirilmesinin nedenleri çok

açıktır. Okyanusları aşabilecek gemileri,

Yeni Gine’ye kadar gitmelerini sağlayacak

pusulaları olanlar Avrupalılardı; haritayı

basmak için gerekli yazı sistemleri, matbaa

makineleri, betimsel anlatılar, Yeni Gine

üzerinde egemenlik kurarken

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

37

yararlanılacak yönetsek kırtasiyecilik

onlarda vardı; gemileri, askerleri, yönetimi

örgütlemeye yarayan siyasal kurumlar; ok,

yaylarla, sopalarla direnen Yeni Ginelileri

vurup öldürecek tüfekler onlardaydı. Yine

de yerleşmeye gelen Avrupalıların sayısı

her zaman çok azdı; bugün hala Yeni

Gine’de daha çok Yeni Gineliler

yaşamaktadır. Avustralya’daki durumun

tam tersidir bu; oralara çok sayıda

Avrupalı gelip yerleşmişti, göçler uzun

sürmüştü ve geniş bölgelerde yerli

nüfusun yerini yeni gelenler almıştı. Yeni

Gine niçin farklıydı?

***

Bunun en önemli nedeni Avrupalıların

1880’e kadar Yeni Gine’nin ovalık

bölgelerine yerleşme girişimlerinin

başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan

etmendi: Sıtma ile öteki tropik

hastalıklar…

***

Yakın geçmişteki pota kuralına uymayan

tek örnek dünyanın en kalabalık nüfuslu

ülkesi Çin’dir. Bugün Çin siyasal, kültürel,

dilsel olarak tekparça bir ülke

görünümündedir; hiç değilse konunun

yabancısı için bu böyledir. M.Ö. 221’de

Çin’de siyasal birlik sağlanmıştı ve Çin o

zamandan bu yana yüzyıllar boyu

çoğunlukla bu birliği korudu. Çin’de

yazının başladığı zamandan bu yana tek

bir yazı sistemi kullanıldı; oysa çağdaş

Avrupa onlarca kez değişmiş alfabeler

kullanıyor. Çin’deki 1 milyar 2 yüz milyon

kişiden 800 milyonu Mandarin dilini

kullanıyor, dünyada anadil olarak en

yüksek sayıda insanın konuştuğu bir dil.

Üç yüz milyon kadar kişi ise yedi farklı dil

konuşuyor, bu diller Mandarinceye ve

birbirlerine İspanyolcanın İtalyancaya

benzediği kadar benziyorlar. Dolayısıyla

Çin bir pota olmadığı gibi Çin nasıl Çinli

oldu diye sormak da saçma görünüyor. Çin

neredeyse yazılı tarihin ta başından beri

hep Çinliydi.

***

Sanayi Devrimi’ni rasgele bir şekilde 18.

Yüzyıl İngilteresi’nde buhar gücünün

kullanılmasıyla başlatmak adettendir ama

aslında su ve rüzgâr gücüne dayalı bir

sanayi devrimi ortaçağda Avrupa’nın pek

çok bölgesinde zaten başlamıştı.

Avrasya’da 1492’de hayvan, su, rüzgâr

gücünün uygulandığı bütün işler Amerika

kıtalarında hâlâ kol gücüyle yapılıyordu.

***

Avrasya ve yerli Amerikan toplumları

teknoloji ve mikroplar açısından olduğu

kadar siyasal örgütlenme bakımından da

farklıydı. Ortaçağ ya da Rönesans çağı

sonlarında Avrasya çoğunlukla örgütlü

devletlerle yönetiliyordu. Bunların

arasında Habsburg, Osmanlı, Çin

devletleri, Hindistan’daki Moğol devletleri

ve 13. Yüzyılda zirvesine ulaşmış olan

Moğol devletleri, başka devletlerin ele

geçirilmesiyle oluşan büyük ve çok-dilli

birer alaşım olarak başlamıştı. Bu yüzden

onlardan genellikle imparatorluk olarak

söz edilir. Pek çok Avrasya devletinin ya

da imparatorluğunun devleti bir arada

tutmaya yarayan resmi bir dini vardı,

siyasal önderler bu dinin kanatları altında

yasallık kazanıyor, başka halklara karşı

savaşmak için haklı gerekçeler

bulabiliyorlardı. Avrasya’daki kabile ve

oba toplumları daha çok kuzey kutup

rengeyiği sığırtmaçlarıyla, Sibirya

avcı/yiyecek toplayıcılarıyla,

Hindistan’daki ve tropik Güneydoğu

Asya’daki avcı/yiyecek toplayıcılarıyla

sınırlıydı.

***

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

38

Amerikalıların ve Avrupalıların çoğu için

Afrika yerlisi demek ‘’karaderililer’’

demektir; beyaz Afrikalılar son

zamanlarda dışarıdan gelen insanlardır;

Afrika’nın ırk tarihi demek Avrupa

sömürgeciliği ve esir ticareti hikâyesi

demektir. Dikkatimizin bu belli olgular

üzerinden toplanmasının çok açık bir

nedeni vardır: Amerikalıların çoğu Afrika

yerlisi olarak yalnızca siyahları tanır

çünkü Amerika Birleşik Devletleri’ne köle

olarak pek çok siyah getirilmişti. Ancak

birkaç bin yıl öncesine kadar bugünkü

kara Afrika’nın çoğu bölgesinde çok farklı

halklar yaşamış olabilir ve kara Afrikalı

denen insanların kendileri de ayrışıktır.

Beyaz sömürgeciler gelmeden önce bile

Afrika’da yalnızca siyahlar değil dünyadaki

belli başlı altı grup insanlardan beşi

yaşıyordu ve bunların üçü Afrika’dan

başka yerde bulunmayan Afrika

yerlileriydi. Yalnızca Afrika’da dünyadaki

dillerin dörtte biri konuşulmaktadır.

Yeryüzünde bu kadar insan çeşitliliğine

sahip başka bir kıta yoktur.

***

Niçin Avrasya sınırları içinde Bereketli

Hilal, Çin ya da Hindistan toplumları değil

de Avrupa toplumları Amerika’yı ve

Avustralya’yı sömürgeleri haline

getirdiler; teknolojik üstünlüğü ele

geçirdiler, siyasal ve ekonomik açıdan

dünyaya egemen oldular? M.Ö. 8500 ile

M.S. 1450 arasında herhangi bir zamanda

yaşayan ve o zaman gelecekteki tarihsel

yörüngeleri tahmin etmeye çalışan bir

tarihçi hiç kuşkusuz Avrupa’nın

egemenliğini en az olası sonuç olarak

görürdü. Çünkü o 10.000 yılın büyük bir

bölümünde Avrupa söz konusu üç Eski

Dünya bölgesi arasında en geri kalmış

olanıydı. M.Ö. 8500’den Yunanistan’ın ve

İtalya’nın doğuşuna yani, M.Ö. 500’e kadar

-hayvanların evcilleştirilmesi, bitkilerin

evcilleştirilmesi, yazı, metal işleme

teknolojisi, tekerlek, devlet, vb.- ne kadar

yenilik varsa hepsi ya Bereketli Hilal’de ya

da yakın çevresinde ortaya çıktı. M.S.

yaklaşık 900’den sonra su değirmenleri

gelişip serpilinceye kadar Batı Avrupa ya

da Alplerin kuzeyi, Eski Dünya

teknolojisine ya da uygarlığına hiçbir

katkıda bulunmadı; tem tersine

gelişmeleri Doğu Akdeniz’den, Bereketli

Hilal’den ve Çin’den ithal eder

konumundaydı. M.S. 1000’den 1540’ye

kadar bile bilim ve teknolojinin akış yönü

daha çok, Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya

kadar yayılmış İslam toplumlarından

Avrupa’ya doğruydu, bunun tersine değil.

Bu yüzyıllar sırasında, Çin yiyecek

üretimine neredeyse Bereketli Hilal kadar

erken bir tarihte başlamış olduğu için

dünyaya teknolojide önderlik ediyordu.

***

Bereketli Hilal ve Çin’in tarihinden çağdaş

dünya için çıkarılacak yararlı bir ders var:

Koşullar değişir, geçmişteki üstünlük

gelecekteki üstünlüğün güvencesi değildir.

Acaba bu kitapta kullanılan coğrafyaya

dayalı mantık, düşüncelerin internet

aracılığıyla hemen her yere yayıldığı,

kargoların uçaklarla kıtalar arasında

düzenli olarak bir gecede taşındığı

çağımızda tamamıyla geçersiz hale

gelmedi mi, sorusu da gelebilir aklınıza.

Dünyadaki halklar arasında yarışmada

yepyeni kurallar geçerliymiş, bunun

sonucu olarak da- Tayvan, Kore, Malezya

ve özellikle Japonya gibi- yeni güçler

ortaya çıkıyormuş gibi görünebilir.

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

39

EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN

KOLU: YABANCI DİLLE EĞİTİM -3- Ahmet Afşin KÜÇÜK

Yabancı Dille Eğitim İsteminin Temelleri

ve Bu İsteğin Ülke İçin Muhtemel

Zararları

Anadolu’da XIX. Yüzyılın ikinci

çeyreğinden itibaren misyoner faaliyetler

görülmektedir. Atilla İlhan bu dönemi

“Osmanlı'nın Tanzimat döneminden

itibaren çok ciddî bir misyoner saldırısı

oluyor Osmanlı topraklarına. Amerikalılar

Doğu Anadolu'da, Fransızlar daha ziyade

Suriye, Lübnan çevrelerinde ve Batı

Anadolu'da, İngilizler İstanbul ve

çevresinde etkili olmaya çalışıyorlar.

Benim elimde şöyle rakamlar var: 1890'la

1900 arasında Amasya'da 10, Harput'ta 9,

Mersin'de 2, Diyarbakır'da 3, Ergani'de 2,

Mardin'de 3, Bitlis'te 2, Muş'ta 1, Siirt'te 3,

Van'da 2, Sivas'ta 20 Amerikan okulu

bulunuyormuş, 1890-1900 arasında.

Bir de elimde şöyle bir demeç var;

American Board of Michen adına

Mr.Divade 1895'te şöyle bir demeç

vermiş: "Derneğimiz yaklaşık 65 yıldır

Türkiye'de faaliyette bulunmaktadır.

Ticarî ilişkiler yönünden misyonlar bu

bölgede elverişli bir ortam yaratmışlardır.

Bu ortam misyonların iki yönlü çalışmaları

sayesinde gerçekleşmiştir. Bir, geniş bir

eğitim düzeni; iki, geniş bir basın yayın

örgütü. Biz bu bölge halkını yalnız bizim

sattıklarımızı almaları için değil, gelecekte

kurulacak tesisleri geliştirip yaşatabilecek

bir düzeye gelmeleri için de eğitiyoruz. Bu

yoldan Amerikan yatırımlarına yeni

alanlar açmak umudundayız. Örgütün

devamlı olarak yaşayabilmesi için yapılan

harcamalar yıllık 6 milyon dolar

civarındadır.

Amerikalılar Asya Türkiye'sinde şimdiden

kâra geçen bir iş kurmuşlardır. Bu durum,

bütün bölge halkını bir gün bizim

müşterimiz olacağına dair umudumuzu

gerçekleştirmektedir. Şu anda Asya

Türkiye'sinde değişik bölgelerde 435

okulumuz ve bunlarda eğitim gören

19.795 öğrencimiz mevcuttur."1”

aktarmaktadır.

Anadolu’daki bu bir buçuk asırlık

faaliyetler Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

40

artarak devam etmiştir. 1950'lere gelene

kadar, yabancı dille eğitime direnme

görülüyor. Yabancı dille eğitim veren

Robert Kolej, Sen Josef gibi bir kaç okul

var. O zaman bu okullara İstanbul’un ‘tatlı

su frengi’ zenginlerinin çocukları giderdi.

Bizler misyoner okullarına gidenlere

soğuk bakardık. Daha sonra, özellikle Türk

okullarına çengel attılar. Bir de baktık ki

her tarafta Anadolu Lisesi adıyla İngiliz

misyonerliğini bize yaptırmaya başladılar.

Hem de maliyeti bize ödetilerek… Ortada

dolaşan yabancı misyonerler olmadığı için

tepki de almıyor. Böylece bu ülkede

muazzam bir beyin yıkama programı

uygulandı ve bunu da ilericilik, çağdaşlık

adıyla aşıladılar. Bir kaç sömürge hariç,

hiçbir Avrupa ülkesinde kendi dili yerine

yabancı dille öğretim yöntemi

uygulanmaz. Çünkü bu, evvela pedagojik

olarak son derece mahzurludur. Siz

dersleri İngilizce öğretmeye kalkarsanız,

ne o dersi ne de İngilizce’yi dosdoğru

öğrenebilirsiniz. Üstelik kendi dilinizi de

unutursunuz.

Dil milleti yüzdüren gemidir yani; inancın,

hissiyatın, felsefenin, sanatın, fikrin…

Hepsi dile bağlıdır. Dil gidince bunların

hepsi de gider. Geriye alışveriş yapan

robot köle takımı kalır.2

12 Eylül 1980 rejiminin en büyük

kötülüklerinden biri de yabancı dille

eğitime yasallık kazandırması olmuştur.

1983’te kabul edilen 2923 sayılı yasa Türk

Milli Eğitimi’ne yıkım getirmektedir.

Yabancı dille eğitim; yüksek, orta,

ilköğretim ve hatta ana öğretime kadar

girmiştir.

Yabancı dille eğitim, öğrencileri

ezberciliğe yönlendirmektedir. Tek taraflı,

ruhsuz, ezberci ve öykünmecidir. Askeri

liselerde 1974-90 döneminde yabancı dille

eğitimden verim alınmadığından yeniden

Türkçe eğitime dönülmüştür. Yabancı

dilde eğitim Türkiye’yi yeniden ‘Sevr’

yıllarına götürmek isteyen sömürgeci

güçlerin oyunudur. Diğer yandan bilim

üretimi casusluğa neden olacak kadar

ulusaldır. Bilimini üretmeyen ülkeler yok

olmaya mahkûmdurlar. Önemsenmeyen

ve işlenmeyen bir bilim dili olarak Türkçe,

giderek zayıflayacak, evde ve sokakta basit

bildirişimler olarak kullanılan bir ağza

dönüşecektir. Özellikle 1980’li yıllardan

sonra dışarı açılmanın bir ön koşuluymuş

gibi yabancı sözcükleri olduğu gibi almak

doğal karşılanmaya başlamıştır.3

Türkiye’nin İngilizce Açmazı

Ülkemizde yabancı dil eğitiminin yaşı,

zamanı, müfredatı, gösteriliş biçimi ve

süresi sürekli değişiklik göstermektedir.

Örneğin; zorunlu hazırlık sınıfı okutulan

birçok bölüm hazırlık sınıfını kaldırmış ve

hatta bazı üniversitelerde kaldırılan bu

sınıflar tekrar açılmıştır. Bir dönem

Anadolu Liseleri ortaokul ve lise

düzeyinde eğitim dillerini % 100 İngilizce

yapmıştır. Sonrasında eğitim dili

tekrardan Türkçe’ye dönmüş ancak bir yıl

hazırlık okutulmuştur; daha sonraları ise

hazırlık sınıfları da kaldırılmış, eğitim yılı

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

41

4 (dört) yıla çıkarılarak yabancı dil eğitimi

yıllara yayılmıştır. Üniversitelerde de

durum çokta farklı değildir.

Yıllardan beri uygulanan bu sistem,

başarısı tartışılmaksızın gitgide

yaygınlaşmaktadır. Öğrenciler

üniversitenin onlara vermeye çalıştığı

evrensel değerleri, düşünce yapısını,

yaratıcılık ve özgünlük vasıflarını bir yana

bırakalım, bir meslek öğrenmeyi dahi

içinde bulundukları toplumun genel

değerlerine uygun olarak sadece derste

anlatılanı eleştirmeksizin bellemek olarak

görmektedirler. Sınavdan geçer not

almaya yönelik çalışmaya yoğunlaştıkları

için derslerde örnek olarak çözülenin

dışında problemlerle karşılaştıklarında

yeni düşünce biçimleri geliştirmekte

yetersiz kalmaktadırlar. Bunun

nedenlerinin başında düşünmeye,

araştırmaya yönelik bir eğitim yapısının

oluşturulamamış olması ve ezber

kalıplarının ne yazık ki aşılamaması

gelmektedir. En önemli nedenlerden biri

de yabancı dille eğitimin ülkemizde

giderek ağırlık kazanmasıdır.

Hem yabancı dili, hem matematiği, fiziği ya

da herhangi bir mühendislik meslek

bilgisini aynı derste öğretmek gibi bir

yöntem dünyanın bilinçli hiçbir ülkesinde

yoktur. İster Güney Amerika’da; ister

Çekoslavakya’da; ister Almanya’da; ister

Rusya’da; ister Çin’de olsun her ülke

sömürge olmadıkça kendi ulusal dilini

eğitim dili olarak kullanmaz. Hiçbir ülke,

yabancı dille eğitim yoluyla ilerlememiştir.

Bu şekilde bir eğitim, Türkiye’yi Uganda

veya Filipin düzeyine taşımaktadır.

İngilizlerin tarihsel süreçte

sömürgeleştirmek ve bilinçsizleştirmek

için İrlandalılara yaptığı budur. Şimdilerde

İrlandalılar uyanmış; dillerine tekrar sahip

çıkmaya çalışmışlardır. Görülmüştür ki

eğitimde bir yabancı dili, anaokulundan

itibaren benimseyen bir ülke, en çok

birkaç nesil sonra sömürge haline gelip

dağılmaktadır. Ayrıca yabancı dil

eğitiminde önemli unsurlardan biri olan

yaş, üniversite çağlarında oldukça

ilerlemiş olduğundan, yabancı dil

öğreniminin yapılacağı yerin üniversiteler

olmaması gerektiği açıktır. Genç nesilleri

hayata hazırlarken her eğitim seviyesinde

yapılması gereken yabancı dilde eğitim

değil; “yabancı dil eğitimi”dir.

Elbette ki en az bir yabancı dilin en iyi

şekilde öğretilmesi zorunlu olmalıdır fakat

bunun yeri üniversiteler değildir. Ayrıca,

yabancı dili çok hızlı öğreten ve teknolojik

araçları da bunun için kullanan pek çok

sistem geliştirilmekte olup vasat bir İngiliz

öğrenciye bile zor bir dil olan Çince’nin

birkaç ayda yoğun eğitimle öğretildiği

günümüzde, kıt ülke kaynaklarımızın

yıllarca hazırlık sınıflarında heba olması

da ciddi olarak üzerinde düşünülmesi

gereken bir olgudur.

KAYNAKÇA

Cevizoğlu H: Bütün Kaleler Zaptedilmedi: Atilla

İlhan'la Birkaç Saat. 2.basım, Ankara, 2004,s.46

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Bir Nev-York Rüyası

Bye Bye Türkçe, Otopsi Yayınevi,s.396

Prof. Dr. İsmail Haluk Gökçora, Bilim Dili Olarak

Türkçe; Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi; Haziran

2004, Cilt 4, Sayı 2

TURAN, Şerafettin: Atatürk ve Ulusal Dil,

Cumhuriyet Kitap Kulübü,1998

DEMİRÖREN, A. : Yabancı Dilde Eğitim, İTÜ

Elektrik Elektronik Fakültesi, 2007.

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

42

BAĞIMSIZ GAZETE Ahmet KANBUR

Giriş

Ankara'ya geleli birkaç hafta olmuştu.

İkinci kez Ankara'ya gelişinin sebebi de

önceki gelişinde olduğu gibi eğitimdi.

Aslında bu geliş öncekine göre biraz

farklıydı. Artık normal bir üniversite

öğrencisi olmaktan çıkmış, akademik

hayatın temellerini atmış, tabir-i caiz ise

‘Akademili’ olmuştu. Bundan sonra atacağı

adımlar daha ciddi ve mesleğinin

gereklerine göre olmalıydı. Akademi'de

aldığı eğitimin yanında meslek hayatında

da etkin olmalı ve Ankara'ya gelmeden

önce sahip olduğu tecrübeleri daha da

ileriye taşımalıydı.

İş teklifi...

Dedim ya, mesleğini en iyi şekilde icra

etmeliydi. Bu düşünceyle gelir gelmez iş

başvuruları yaptı. Bir iki tanesinden çok

geçmeden cevap alsa da istediği şartları

bir türlü oluşturamıyordu. İnsanın en

değerli varlığı olan zamanı kaybetmemek

için sürekli çabalıyordu. Günlerden Salı ve

öğle saatiydi. Telefonun sesiyle birden

irkildi.

Tanımadığı bir numara arıyordu.

- "Efendim!" diyerek telefonu açtı.

Karşısında konuşan kişi gayet vakur bir

ses tonuyla:

- "Gazetemize yapmış olduğumuz iş

başvurusu için aramıştım." dedi.

Yüzünde beliren tebessüm ve heyecanın

getirdiği sendelemeyle cevap verdi.

- "Buyurun, sizi dinliyorum."

Karşıdaki ses:

- "Öğleden sonra Ulus'taki yerimizde sizi

bekliyoruz.", diyerek telefonu kapattı.

Heyecanı daha da artarak:

- "Peki!" diyebildi sadece.

Telefonu kapattığında farkında olmadan

düşünmeye başladı.

Ekim ayı idi…

Öyle ya; Cumhuriyet’in ilan edildiği, Türk

Milleti'nin dünya sahnesine yeni bir fikri

temelle çıktığı ve belki de en önemlisi,

Türk gençliğinin önündeki karanlık

ufuklara ışık tutulduğu bir aydı.

Değerliydi, kutsaldı. Ekim ayında,

Cumhuriyet'in başkenti Ankara'da

bulunmak ayrı bir gurur ve mutluluk

kaynağıydı.

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

43

Bu duygu ve düşüncelerle geldiğiniz

Ankara, yine o "kasvetli" havasını

koruyordu. Sahip olduğu resmiyeti hiç

kaybetmemesinin yanında, benliğinizde

oluşturduğu ruhaniyetiyle "Gönlünüzün

Payitahtı" idi. Yüz yıla yaklaşan geçmişinin

yanında Cumhuriyetin bütün birikimlerini

bünyesinde barındırıyordu. Attığınız her

adımda gördüğünüz tarih, aldığınız her

nefeste sizinle bütünleşiyor, kısa sürede

bütün bir Anadolu'yu hissetmiş olmanın

gururunu yaşıyordunuz. Anadolu'nun her

yöresinden insanın yaşaması, bu duygu

yoğunluğunun temel kaynağını

oluşturuyordu. Öylesi duygu yüklü anlar

oluyordu ki şehrin bir köşesine çekilip

gözlerinizi kapatıyor, bir anda kendinizi

İzmir'in işgali sonrasında yapılan tepki

mitinglerinde buluyor ve milli mücadeleye

hazırlanıyordunuz. "Aynı ruh yine olsa,

aynı çaba tekrar yaşansa, bende... "

düşüncesiyle kendinize bir rol belirliyor ve

ilk meclisin önünde, Cuma günü, Bursa

Mebusu Hoca Fehmi Efendi'nin ettirdiği

duaya eşlik ederken; Türk milletinin

makûs talihini kırmanın verdiği şevkle yeri

göğü "Amîn!" diye inletiyordunuz.

Kazanılan zaferin sarhoşluğunu

üzerinizden çabuk atıp, <Ey Türk! Titre ve

kendine dön!> haykırışının kulaklarınızda

işitilmesiyle harekete geçiyor, büyük Türk

medeniyetinin devrimlerini tek tek

gerçekleştirmenin onurunu yaşıyordunuz.

Bazen başka bir köşeye çekilip;

“Değiştir artık soğuk geceleri

Yeni doğan güne bir bak.

Çiçeklere, ağaçlara, güllere!

Uçmayı yeni öğrenen kuşların sevincine…”

Diyen Halide Edip ADIVAR'ı hatırlıyor,

sonra birkaç satır da siz karalıyordunuz

gönlünüzün payitahtına... Belki yarım

yamalak bir şey çıkıyordu ortaya;

anlamsız, düzensiz... Ama siz

yazıyordunuz. Bütün samimiyetinizle,

yüreğinizin sesini kâğıda döküyordunuz.

Çünkü o, sizin başkentinizdi!

Ve bazen de yeni yetme bir çocuk gibi

sokaklarını tek tek arşınlıyordunuz bu

Kut'lu başkentin, sevinçle, istekle… Hiçbir

karşılık beklemeksizin bütün benliğinizle

"Ben buradayım!" diyordunuz.

Derken birden kendine geldi. "Ben ne

yapıyorum!" diye söylendi. Sonra öğleden

sonra yapılacak olan görüşme için

hazırlanmaya gitti. Hazırlıklarını bitirip

buluşma için Ulus'taki gazete binasının

önüne vardığında kalp atışlarını kontrol

edemez hale gelmişti. Kendine yaptığı

"Sakin ol!" telkininden sonra, gücünü

toplayıp binanın merdivenlerine doğru

yöneldi. Binanın her bir basamağında

beliren tarih kokusunu içine çekerken bir

taraftan da mırıldanıyordu: "Kim bilir nice

şairler/yazarlar adımlamıştır bu

merdivenleri…" Sonunda üçüncü kattaki

gazetenin önüne gelmiş ve usulen kapıyı

tıklayarak içeriye girmişti. İlk bakışta

ortalıkta kimseyi göremedi; biraz daha

içeriye doğru ilerlediğinde, masa başında

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

44

oturan 40'lı yaşlardaki bayanı fark etti.

Kendisine “Hoş geldiniz!” diyen bayanın

telefonda konuştuğu "vakur" ses olduğunu

anlaması zor olmadı. “Hoş bulduk!” dedi ve

ekledi:

- "Telefondaki konuşmamız üzerine

geldim, müsaitseniz görüşebiliriz."

Bayan o sakin duruşunu hiç bozmadan:

- "Sizinle yayın yönetmenimiz görüşecek,

şu an buradaki en yetkili isim o.” dedi.

Sonra önünde yığınla duran sayfaları

incelerken, bir taraftan da farkında

olmadan mırıldanıyordu:

- "Şu haberlere bakın, nereye gidiyoruz

Allah aşkına! Kime/neye güveneceğimizi

şaşırdık. Allah sonumuzu hayır eylesin..."

Bir süre böyle devam ederken, içerideki

sessizliği dâhili telefon bozdu. Olgun bayan

telefonu açıp kısa bir süre karşı tarafı

dinledikten sonra telefonu kapattı ve

yerinden kalkarak arka tarafta bulunan

odaya yöneldi. Bu sırada gazetenin

özelliklerini inceleme imkânı bulan "genç

gazeteci", gazetenin duvarlarında bulunan

resimlere bakarken farkında olmadan

düşlerine devam ediyordu.

“Cumhuriyet bizimdir!..”

Devrimler gerçekleştirmiş, yeni ufkun

adının "Cumhuriyet" olduğunun bütün bir

millet tarafından kabul edilmesini

sağlamışsınız. Milli ve manevi varlığınızla

sahip çıktığınız bu değerleri, "İlelebet

payidar kalacaktır." sözüyle dağa taşa

kazımışsınız. Artık bu Kut'lu meşalenin

sönmemesi için hiçbir engelin olmadığını

kabul etmişsiniz. Hiçbir ayrıcalığın kabul

edilmeyeceğini, her vatandaşın bir ve

beraber oluğunu, inançların dahi serbestçe

yaşanabileceğini dosta düşmana

göstermişsiniz. Fabrikalar kurmuş, sanayii

geliştirmiş, tarım toplumunun üzerine

çıkmış, bu sayede Cumhuriyet’in ne demek

olduğunun herkesçe anlaşılmaya

başlanmasını sağlamışsınız. Tam

bağımsızlığın ancak "ekonomik"

bağımsızlıkla mümkün olabileceğini

haykıran Gazi Paşa dönüp: "Uygarlığımız

için emrinizdeyiz paşam!" demişsiniz.

Anadolu'nun her bir köşesini karış karış

gezmiş, Türk'ün uygarlığını bütün

memlekete kabul ettirmişsiniz. Bununla da

yetinmemiş, dünyanın gıpta ettiği, hayran

kaldığı Türk medeniyetini zirveye

çıkarmışsınız. En temiz, en saf halinizle siz

de uygarlığın sembolü için haykırmışsınız

"Cumhuriyet bizimdir!.."

Kapı sesiyle yeniden irkildi. Kendisine

doğru gelen bayan:

- "Yayın yönetmenimiz sizi bekliyor." dedi.

Bunun üzerine yayın yönetmeninin

odasına doğru yöneldi ve kapıyı vurarak,

sert bir "Geeel!" sesinden sonra içeriye

girdi. Karşısında asık suratlı, biraz irice bir

adam duruyordu. Arkası kapıya dönüktü.

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

45

Bir yandan pencereden dışarıyı izlerken

bir yandan da sorular soruyordu.

- "Ne iş yapacağını biliyor musun?"

Bu basit soruya kolay cevap vermişti

- "Evet biliyorum."

- "Peki, daha önceden tecrüben var mı ?"

- "Evet var."

- "Gazetemizi iyi tanıyor musun?"

- "Ancak takip edebildiğim kadarıyla…"

- “Bak çocuğum(!) biz <Bağımsız

Gazeteyiz> ancak bağımsızlığımızın belli

sınırları var.” Çocuk(!):

- "Nasıl yani? Anlayamadım."

- "Şöyle anlatayım. Bazı haberler vardır biz

bu haberleri kesinlikle yayınlamak

zorundayız; bazı haberler de vardır onları

yayınlamayız. Ayakta kalabilmemiz için

dengeleri iyi gözetmek zorundayız. Bu

meslekte ayakta kalabilmek için bunlar

şart!"

Garip bir yüz ifadesiyle yayın yönetmenine

bakan çocuk(!) birden öne doğru yöneldi.

Sesini biraz yükselterek:

- "Peki, bunun neresi bağımsızlık?

Verdiğiniz ilanda gazetenin bağımsız

olduğunu yazmışsınız; şimdi de bağımsız

olunamayacağını söylüyorsunuz!" dedi.

Sinirlenen yayın yönetmeni birden

çocuğa(!) döndü ve:

- "Ne demek istiyorsun? Burada kuralları

biz koyarız. İşine gelirse çalışırsın,

gelmezse defolur gidersin." dedi.

Bunun üzerine "genç gazeteci" yaşadığı

moral bozukluğu ve öfkeyle odadan dışarı

çıktı. Dışarıda duran bayan meseleyi

anlamıştı.

- "Üzülme, buradan ayrılan ilk kişi sen

değilsin!" dedi. Bunun üzerine genç

gazeteci gazeteden dışarı çıktı. Bütün

sevinci gitmişti. Artık heyecan

duymuyordu. "Acaba herkes böyle mi?"

sorusunu sordu kendine. Sonra caddede

yürürken hayallerine noktayı koyuyordu.

Gazi Paşa, hayata gözlerini yumalı daha ne

oldu ki? Bu kadar kısa sürede her şeyi

nasıl değiştirdiniz? "İlelebet yaşayacak!"

dediği Cumhuriyeti, nasıl oldu da bu hale

getirdiniz? Peki, ülküsü?.. Bıraktığı

değerler?.. Bu kadar çabuk mu

vazgeçtiniz? Hani "Emrinizdeyiz paşam!”

demiştiniz. Hani bütün varlığınızın

sembolü haline getirmiştiniz! Yoksa

Cumhuriyeti ve ilkelerini hiç mi

benimsemediniz? Sahte miydi bütün

yaşananlar? Peki, peki Türk medeniyeti?

İnanç eşitliği? Özgürce yaşam? Bunların

hiç mi değeri kalmadı nazarınızda? Bu

uğurda her şeyini feda eden ağabeylerimiz,

ablalarımız, ya onlar? Onların veballerini

de mi düşünmediniz?

Yazık hem de çok yazık...

Bu yazıların üzerine etkili olur mu

bilmiyorum ama vicdanen sorumluluğumu

yerine getirmek ve üzerimdeki vebali

atmak için "hak edenlerin" 29 Ekim

Cumhuriyet Bayramı ve 13 Ekim

‘Gönlümüzün Payitahtı’ Ankara'nın

başkent oluşunun 91. Yılı Kutlu Olsun!..

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

46

KADIZADELİLER Merve KARAGÜL

Günümüz fikir ve düşünce hayatına

oldukça etkisi olduğunu düşündüğüm, 16.

yüzyıl sonlarında Osmanlı

İmparatorluğu’nun klasik yapısının

bozulmaya başladığı dönemde İmam

Birgivi’yle fikri temelleri atılmış, 17.

yüzyılda da Kadızadeli Mehmed Efendi ile

siyasi bir kimlik kazanmaya başlamış olan

Kadızadeliler Hareketi’nin iyi tahlil

edilmesi gerektiğine inanıyorum.

16. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığı dönem

Osmanlı’nın zor günler geçirdiği bir

dönemdir. Avrupa’da coğrafi keşiflerin

sonucunda kıymetli madenlerin bolluğu,

hızlı nüfus artışı, ticaret yollarının

değişmesi, uzun süren savaşlar ve askeri

sistemdeki değişiklikler Osmanlı’da halk

ve yönetim üzerinde buhrana neden

olmuştur. Tam da bu yıllarda, Osmanlı’nın

resmi düşüncesine karşı çıkan İmam

Birgivi, yaşanan bütün bu buhrana sebep

olarak dini emirlerin terkedilip Hz.

Muhammed Dönemi’nde bulunmayan

birçok uygulamanın dine sokulmasını

göstermektedir. Asıl adı Takiyyüddin

Mehmed olan Birgivi’nin bu fikirleri kendi

döneminde devlet ve halk katında fazla

itibar görmese de 17. yüzyılda

Kadızadeliler Hareketi ile en parlak

günlerini yaşamaya başlamıştır.

17. yüzyıla gelindiğinde ise fikri alanda

zayıf kalmış fakat uygulamada saldırgan

bir tutum izlemiş olan Kadızadeliler

Hareketi’nin öncülüğünü Kadızade

Mehmed Efendi yapmıştır. Sığ bir bakış

açısına sahip bu düşünce Hazreti

Muhammed’den sonra ortaya çıkan her

şeyin reddedilmesi gerektiğini

savunmuştur. Halkın ve devlet

yöneticilerinin bunalımda olduğu hayli

sıkıntılı geçen bu yıllarda Kadızade

Mehmed Efendi hatipliğini de kullanarak

verdiği vaazlarla halkı ve yöneticileri etkisi

altına almış, kurtuluşun sadece şeriatta

olduğunu söylemiştir. Yalnız bu öyle bir

şeriattır ki başkalarına haram olan her şey

kendilerine helaldir ve kendilerinden

olmayanların idamları vaciptir. Dönemin

Vekayinüvistlerinden Naima,

Kadızadeliler’in başlangıçta dünya malına

aldırış etmeden sade bir hayat

yaşadıklarını, ancak daha sonra siyasi

sahneyi ellerine geçirince kendilerini din

yolunda gösterip her türlü dalavereyi

çevirdiklerini, rüşvet aldıklarını söyler.

Saray ve çevresinde siyasi nüfuz elde eden

ve padişahlar üzerinde hayli etkili olan

Kadızadeliler, kendilerinden olanları

devletin üst kademelerine yerleştirirken

muhalif olanları ya yerlerinden etmiş ya da

idam ettirmişlerdir. Ayrıca siyaset

meydanında istedikleri gibi at koşturmaya

başlayan Kadızadeliler, halkın Kadızadeli

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

47

ve Tarikat mensubu olarak ikiye

bölünmesine sebep olmuş, kimse diğerinin

imamlık yaptığı camiye gitmez, birbirine

selam vermez olmuştur. Silahlarla

tekkeleri basan, yakaladıkları imamları

döven Kadızadeliler, Anadolu’da birçok

şeyhin idam edilmesinde de etkili

olmuştur.

Yıllarca İstanbul’da istediklerini yaptıran,

devlet işlerine müdahaleden kaçınmayan,

devletin kötü gidişatına çözüm arayışı adı

altında halkın dini duygularını sömüren,

siyasi nüfuzlarını din adına kullandıklarını

iddia eden Kadızadeliler Hareketi’ni

Köprülü Mehmed Paşa sadrazam

olmasıyla birlikte bir günde bitirmiş,

birçok Kadızadeli’yi sürgüne göndermiştir.

Daha sonra tekrar toparlanmaya çalışsalar

da bir daha eski güçlerine

ulaşamamışlardır.

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

48

millikanal.com

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.