Upload
gencay-dergisi
View
254
Download
9
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 32 - Eylül 2014 http://www.gencaydergisi.com
Citation preview
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 3 Sayı 33 - Ekim 2014
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
DAMGALARIN MASALI: TENGRİ’YE DOĞRU / Emre SEVİNÇ
ZİYA GÖKALP ve YAKILAN / YAĞMALANAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ / Metehan ÇAĞRI
AMERİKA HİNDULARININ TÜRK RUHU / Aslıhan KAYA
TÜRK KIYAMETİ İLE İSLAM KIYAMET ANLAYIŞININ BENZERLİKLERİ / Emre KUM
ŞEHZADELER ŞEHRİ: AMASYA/ Canan CAVŞAK
CAMİLERİN IŞIKLI GERDANLIKLARI: MAHYALAR / Cem Ozan AVCI
SONBAHAR BUNALIMININ SONU: CUMHURİYET / Çağhan SARI
KLASİK METİNLERİN ÖĞRETİMİNE DAİR BİR MESELE / Yunus Emre UYAR
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR: TÜFEK, MİKROP VE ÇELİK / Fatma Özge ÖZDEMİR
EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN KOLU 3 / Ahmet Afşin KÜÇÜK
BAĞIMSIZ GAZETE / Ahmet KANBUR
KAZIZADELİLER / Merve KARAGÜL
GENCAY
1
DAMGALARIN MASALI:
TENGRİ’YE DOĞRU Emre SEVİNÇ
Çizimin Notu: Servet Hoca’yı (Somuncuoğlu) Özleyerek…
GENCAY
2
ZİYA GÖKALP VE YAKILAN /
YAĞMALANAN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Metehan ÇAĞRI
Dünyada ilk defa sosyoloji kürsüsü
Fransa’da kurulurken bunun ardından
1914’te İstanbul’da Ziya Gökalp tarafından
kurulan Sosyoloji kürsüsünün dünyanın en
eski ikinci sosyoloji kürsüsü olduğunu
belki pek çoğumuz bilmiyoruzdur. Fakat
Atatürk’ün; “Bedenimin babası Ali Rıza
Efendi, hislerimin Namık Kemal,
fikirlerimin ise Ziya Gökalp'dir.” dediğini
duymayanımız, okumayanımız yoktur
herhâlde.
Cumhuriyetin kurucu ideologlarından Ziya
Gökalp “Türkçülüğün Esasları”nı kaleme
alalı 91 yıl olmuş. Öyle ki aramızdan
ayrılalı da tam 90 yıl!
Türkçülüğün esaslarını okumayan Türk
Milliyetçisi / Türkçü var mıdır bilmiyorum
ama Türkiye Cumhuriyetinin kurucu
ideolojisinin Türk Milliyetçiliği olduğunu
bilmeyen Türk Milliyetçisi yoktur
herhâlde.
Evet, Türkçülüğün esasları kaleme alınalı
da, cumhuriyet kurulalı da 91 yıl oldu.
Yaklaşık bir asır zamandır birçok badire
atlattı bu cumhuriyet. Gençti, toydu ama
küçük bir filiz olan cumhuriyet bir fidan
oldu ve zorluklara rağmen büyüdü. Fakat
son 10 yılda yaşadıklarımız belki de
cumhuriyetin en uzun 10 yılıydı ki; genç
cumhuriyetin genleriyle oynanmak istendi
ve bu saldırı hala devam ediyor.
Tek tek tek saymayacağım bu son yıllarda
yaşanan badireleri. İşler o kadar çığırından
çıktı ki en son gelinen noktada yeni bir
anayasa yapılmak istenip “Türk” adı
anayasadan çıkartılmak, yok sayılmak
istenirken 300 Türk Aydını çıktı ve bu
duruma müsaade edilemeyeceğini
haykırarak bunu önledi.
Milli – Üniter Türk Devleti’nin genleriyle
oynamak isteyen düşman o an yaşadığı
şok ile belki bu durumdan bir süreliğine
vaz geçti belki de bazı şeyleri yavaş yavaş
sindire sindire yapmaya karar verdi. Fakat
şu an öyle bir duruma gelindi ki
Türkiye’nin Ortadoğu sınırı cayır cayır
GENCAY
3
yanıyor ve etnik bölücüler bu durumu
fırsat bilip ayaklanma provaları yapıyorlar.
Türk bayrağı indiriliyor, Atatürk büstleri
yakılıyor!..
Ve son olarak Ekim 2014 (bu ay)
yaşadığımız hadise; Ziya Gökalp’in
Diyarbakır’da bulunan müze evi içindeki el
yazması eserler, belgeler, koleksiyonlarla
birlikte yağmalandı ve yakıldı!
Kültür bakanlığından ses yok…
Hükümetten ses yok… ( olmasını da
beklemiyorum zaten, Türkçülüğü
ayaklarının altına aldığını söyleyenler
gereğini yapıyorlar/uyguluyorlar.)
Be hey Türk Milliyetçileri / Türkçüler !..
Peki biz ne yapıyoruz?!
Bu devletin kurucu ideologlarından,
Türkçülüğün Esaslarını kaleme alan büyük
Türk Milliyetçisi Ziya Gökalp’in hatıraları
bölücüler tarafından çiğnenirken,
yakılırken yağmalanırken biz ne
yapıyoruz?!
Milliyetçiliği tabelasında yazarak Türk
Milliyetçiliği iddiasında olan parti
yönetimi, genel başkanı, vekilleri ne yaptı
?!
Bu devlet ki bir ocaklılar hareketi olarak
kurulmuşken, bir asırlık çınar Türk
Ocakları internet sayfasında bu durumu
kınayan bir metin kaleme almaktan başka
ne yaptı ?!
Bizler kınamaktan başka ne yaptık?!
Şu soruyu sorun kendinize; “Yakılan,
yanan Ziya Gökalp’in Müze Evi midir yoksa
Türk Milliyetçiliği midir ?!” “Yağmalanan
Ziya Gökalp’in Müze evi midir yoksa
devletin kurucu ideolojisi mi?”
Dedik ya bizler ne yapıyoruz/yaptık diye…
Evet, bizler provokasyona
gelmiyoruz/gelmedik elhamdülillah…
Bölündüğümüzde de aynı tepkisizliğimizle
buna devam edeceğiz!
Sağlıcakla…
GENCAY
4
AMERİKA HİNDULARININ
TÜRK RUHU Aslıhan KAYA
Son devirlerde yapılan bir dizi teknolojik
araştırmalar ortaya her gün yeni kuramlar
atmaktadır. Öyle ki artık bazı dillerde Türk
kökenli kelimelerin olduğu ve bazı
halkların din ve mitoloji gibi milli
unsurlarında Türk soylu obje, şahıs ve
motiflerin mevcutluğu kabul edilmeye
başlanmıştır.
Dünyanın birkaç öncü Türkoloğu, Amerika
Hinduları ile Türklerin menşei bağlılığı
hakkında ilginç söylemlerde
bulunmuşlardır. Hindu kabilelerinin
dünyaya bakışlarında, dinlerinde,
efsanelerinde, adet ve ananelerinde
Türklerle fazlasıyla benzerlikler olduğunu
görmüşlerdir.
Amerika kıtasında yaşayan Hinduların
Türk soylu olduklarını söyleyenler
çıkmışsa da bu etnik akrabalığın yahut
aradaki kültürel ahengin mümkünlüğü
ciddi bir ilmi problemdir ve ünlü
araştırmacılardan Otto Reriğ, Ahmet Ali
Arslan ve birkaç araştırmacı daha bu
konuda ilginç fikirler söylemiş ve eserler
yazmışlardır. Konu hala tam açılamamıştır
lakin “Âlim” Batı dünyası için maceralı
karakterler barındıran Hindu edebiyatı ve
folkloru son derece iştah kabartıcı
olmuştur.
Bir kültürün nasıl inşa edildiğini
öğrenmek, bu alanda kavramları
aydınlatmak adına yapılacak çalışmalarda
bu kültürün tarih boyunca dünyanın hangi
halklarından etkilenmiş, hangileriyle
iletişimde bulunmuş olduklarını izlemek
birinci koşuldur. Araştırmacılar şöyle
sonuçlara vardılar ki; Hindular
Sibirya’dan, Alaska’dan ve Merkezi
Asya’dan geçerek Amerika’ya gelmişlerdir
ve bu, ilim adamlarının fikir hayatında
Türklerle akrabalığını mümkün kılmıştır.
Amerika Hindularının ve Türklerin dünya
görüşlerindeki genel faktörlere bakılacak
olduğu zaman esas rol kesinlikle totem ve
tabulardan geçmektedir. Ünlü Türk Abide
ve Yazıtlarının hemen hemen çoğunda
görülen mes, tulu kuşu, gaba ağaç ve kurt
yüzü Türk milleti için tarihin birçok
döneminde mübarek sayılmıştır.
Sayılmış olan bu totem ve tabular
içerisinde “ Kurt “ konusu büyük önem arz
eder. Şöyle ki hem Türk Tarihi’nde hem de
eski Hindularda Kurt, her zaman önemli ve
kalıcı bir nitelik taşımıştır. Değişen
durumlar, gelişen olaylar çeşitli kabile ve
tayfaların günlük yaşamlarını değiştirmiş,
GENCAY
5
totem ve tabularının bir kısmı değişmiş,
bir kısmı silinmiş olduğu halde Kurt daha
da derinlere kök salmıştır; zor anlarda yol
gösterici olmuştur ve bu durum her iki
halk için de geçerlidir.
Türklerin kurda bağlılığı, bilindiği gibi
cedlerinin kurttan türediği inancından
gelmektedir. Bu konuyla alakalı olmak
üzere eski Çin ve Türk kaynaklarında
önemli ve değerli bilgiler mevcuttur. Rus
Seyyah Biçuri, bu konuda derin
araştırmalar yapmış; Türklerin Kurttan
türemesi konusunu gözlemiştir. Ömrünün
20 yılını adadığı araştırmalarından birinde
der ki “Türkyuk evinin cedleri Batı
denizinin batısında yaşıyor ve tek bir
toplum oluşturuyorlar. Bu Aşna denilen
Kunn evinin dolu olmasıydı. Sonraları bu
nesil komşu hükümdar tarafından yenildi
ve tamamen kökü kesildi.
Onlardan yalnız 10 yaşlı ile bir oğlan sağ
kaldı. Yaşı küçük olduğu için askerler ona
acıdılar. Kollarını ve ayaklarını kesip onu
bir göle attılar. Dişi Kurt oğlanı buldu ve
onu etle besledi. Hükümdar duydu ki oğlan
yaşıyor, oğlanı bulup öldürmesi için adam
gönderdi. Gelen adamlar oğlanın yanında
dişi kurt gördüler.
O zaman, Çin rivayetinde denildiği gibi, bu
dişi kurt Batı denizinin doğusundaki Qao-
Çan’ın kuzeybatısında olan dağlarda
göründü. Dişi Kurt burada sığınak buldu
ve oğlandan on çocuğu doğdu ve onlar da
büyüdükten sonra evlendiler ve çocukları
oldu. Sonradan her biri kendi neslini
oluşturdu.”
Hindu folklorunu araştıran Rus Vaşşenko
bir yazısında şu cümleleri kullanır; “İnsan-
Kurtlar Doğu ve Kuzey’e doğru ilerlediler.”
ve “Görünür hemen, o insan kurtlar
mogikanlardı. Kurtlar onların totemi idi.”
Hinduların ünlü “Vallamolum”
poemasında -Bizdeki manzum hikâyelere
benzer- Kurt isimleri dikkat çeker;
“Veliahtların arasında Güçlü Kurt vardı ve
o kabilenin başıydı.”, “Beyaz Kurtların
babaları ve Kartalların babaları uzun
zaman balıkla zengin olan suların yanına
yerleştiler. (Bilinmelidir ki kartalın Türk
folklorundaki yeri de Hindulardaki kadar
büyüktür.”
GENCAY
6
Hinduların masal ve efsanelerinde de
Kurtlar sık sık kullanılmıştır; “Kuzey,
güney ve doğunun adamlarını getirdiler.
Daha sonra ilk avcılar, rehberler, şamanlar
ve onların karıları, kızları, kurtları geldi.”
“Kara kurt her şeyi anladı. Tayfanın
adamları avdan döndüğünde büyük bir
ateş yaktılar ve et kızardığında halkına
yeni bir dans öğretti. Şimdi tüm Dakota
tayfasının oynadığı ve Kara Kurt’a şöhret
kazandıran bu yeni dans “onların
dansı”ydı.”
“… O ansızın kıpırdamadan oturmuş. Gri
Kurtla karşılaştı. Kurt dedi ki: Ben kutsal
dağların bekçisiyim. Seni daha yukarılara
götüreceğim.”
“Gri Kurt yolda yalnız başına giderdi.
Kuyruğunu sallayıp, gözünü sahibinden
çekmeden köpek de onun arkasından
sürünürdü.”
Türkler kurdu mübarek bulmuşlar lakin
Amerika Hinduları işin boyutunu biraz
değiştirmişler hatta büyütmüşlerdir
diyebiliriz. Ünlü Türk tarihçi B. Ögel
Kızılderilerin dini merasimlerini şöyle
anlatır; “Önce köpeği iyice beslerler.
Köpek şişmanladıktan sonra onun
boynuna renkli ip bağlarlar. Ölünün
ruhunun ona kurban edilen köpek
tarafından korunacağına inanırlar.”
Bu adet aynıyla İronez kabilesinde de var;
“Birinci gün köpeğin boğulması törenidir.
Bunun için en sağlıklı ve beyaz köpek
bulunur. Beyaz renk –İronezler için- temiz
ve inanç sembolüdür. Köpeği boğdukları
zaman yere bir damla kan düşmemesine
ve kemiklerin kırılmamasına çalışırlar.
Köpeğin boynuna beyaz renkli ip bağlanır.
Bu bir itibar sembolüdür. Ayrıca köpeği
çok istekli süslerler ve bunu kendileri için
hayırlı bir iş sayarlar. Süslenmiş köpek
cesedi yerden sekiz lut yüksekliğe asarlar
ve beş gün gece gündüz asılı kalır. Beşinci
gün sabahı onu yakmak için indirirler ve
cesedi yaktıkları zaman hemen hemen
herkes ağlar.”
Şair ve araştırmacı Longfello da kurtların
değerini görür ve Hindu hayatını anlattığı
ünlü poeması “Hayavatta Hakkında
Nağmeler” isimli eserinde kurt derisinden
olma şehirli torbayı şöyle anlatır:
“Pok-kiviş tantomeyle
Kurt derisinin torbasını
Açıp ordan önce bir
Cam çıkarttı sonra bir bir
Çıktı çöle bu torbadan
Pogasenin fikurları
Tomagouk, ponkevogon
Bir helaca balıg-kigo
Bir çift yılan bir çift yaya!”
Sanılıyor ki kutsal torba yer kürenin
kendisiydi ve yer küre kutsal sayıldığı için
Kurt derisinden dikilmiş torbaya
benzetmek uygun görülmüştü.
GENCAY
7
Tüm bu söylenenlerden sonra şu sonuca
varıyoruz ki halkların kökenlerini açığa
çıkarmak için antropolojik deneylerin yanı
sıra günlük hayat ve dini semboller gibi
birçok unsur göz önünde
bulundurulmalıdır.
Biraz araştırma yaptığımda sembolleri ayı,
geyik, tilki, horoz, kanguru olan milletlerin
nezdinde Bozkurt huylu bir Türk olmanın
kesinlikle bir ayrıcalık olduğundan bir kez
daha emin oldum. Bu konular deşildikçe
bir Türkün soyuyla ve mazisiyle gurur
duyması çok olağan… Niyetim kalkıp bir
de kurdun özelliklerini saymak değil ama
gerek destanlarımız gerekse tarihimizin
her satırına, her kelimesine işlemiş;
kanımdaki Bozkurt ruhuyla ömrümün
sonuna dek övünürüm. Bunu başka
halklara da örnek olarak kanıtlamış olan:
“Bozkurtluk erdemdir, ahlaktır.
Bozkurtluk okumaktır, ülkü uğruna geceyi
gündüze katmaktır.
Bozkurtluk yiğitliktir, cesarettir.
Bozkurtluk gereğince barışçı, sonuna dek
savaşçı olmaktır.”
GENCAY
8
TÜRK KIYAMETİ KALGANÇI ÇAK İLE
İSLAM KIYAMET ANLAYIŞININ
BENZERLİKLERİ Emre KUM
İslamiyet öncesi Türk tarihinden
bahsederken, hiç şüphesiz Türklerin eski
inançlarından da bahis açmak gerekir.
Gerek yapılan araştırmalar, gerekse o
dönemden kalma ana kaynaklar, Türklerin
eski inançlarını gözler önüne serer. Bozkır
Türk topluluğunun asıl dini inancı "Kök-
Tengri" yani, Gök Tanrı'dır. Eski çağlarda
başka hiçbir kavim ile iştirakı olmayan bu
inanç sisteminde "Tengri" yani, Tanrı;
itikadın merkezinde yer almıştı. Tanrı her
şeyin yaratıcısı olup, yaratılmış her şeyin
üzerinde tam bir iktidar sahibi ve mutlak
hükümdardı. Çeşitli tarihçilere göre "Gök
Tanrı doğrudan doğruya bütün Türklerin
ana kültü durumundadır."
Bu inancın esaslarını Çin kaynaklarından,
Orhun Abideleri’nden, o döneme ait,
bulunmuş Türk vesikalarından öğrenmek
mümkündür. Eğer kısa örnekler verecek
olursak; Asya Hun Devleti'nin Kağanı ve
ölümsüz başbuğu Tanrı-Kut Mete Han, M.Ö
176 yılında Çin imparatoruna gönderdiği
bitig ile kendisini "Gök Tanrı'nın tahta
çıkardığını ve bütün zaferlerini Gök
Tanrı'nın izni ve yardımı ile kazandığını"
söylemiştir. Yine 328 yılında diğer bir
Türk kağanı, bir başarısı üzerine kollarını
semaya kaldırmış ve "Ey Gök(Tanrı)! Sana
şükürler olsun!" demiştir. Bunların yanı
sıra Türk kağanları antlarında Tanrı'nın
adını zikrediyorlar ve Tanrı için kurban
kesiyorlardı. Orhun Abideleri’nde ise
"Türk Tengrisi" deyiminin geçmesi,
Türklerin o dönemde Gök Tanrı'yı "Milli
bir Tanrı" olarak kabul ettiklerini
göstermesi açısından büyük önem arz
eder. Yine Abidelerde Gök Türklerin
kağanlık kurması onun isteği ile olmuş,
kağanlığın yıkılması ise onun tasarrufu ile
vuku bulmuştur.
(Gök'e yükselen ok adam. Cennete ulaşmayı temsil ediyor.
Ankara-Güdül-Kabaoyuk)
Gök Tanrı kut verir, alır. İradesine
uymayanı cezalandırır. Her şey onun
iradesindedir; ölüm, yaşam, mevsimlerin
GENCAY
9
düzeni, afetler... Peki, bu kadar kesin
temelleri atılmış; kuralları ile Türkler
üzerinde koşulsuz itaate sebep olmuş Gök
Tanrı inancında, her şeyin sonu; yani
kıyamet anlayışı yok muydu? Gök Tanrı
inancına sahip olan Türkler şüphesiz ki
her şeyin bir sonu olduğuna ve bu sondan
itibaren yeni ve ebedi bir hayatın
olduğuna inanıyorlardı.
Eski Türkler dünyanın sonunun geleceğini
biliyorlardı ve çeşitli efsanelerle bunu
anlatmışlardı. Kıyamet ve dünyanın sonu
ile ilgili rivayetlerin başında Altay ve
Telengit Türklerine ait efsaneler gelir. Bu
efsaneler manzum şekilde olup, bir ana
tema üzerinde şekillenerek birbirleri ile
benzerlik gösterir.
(M.Ö. 500'lere tarihlenen Esik Kurgan'da çıkan Altın
Elbiseli Adam ve ona ait eşyalar öteki dünyaya ait bir
inancın olduğunu gösteriyor. Kılıç, kamçı, kepçe vb.
malzemeler)
Efsanelerin belli başlı bölümlerinin
manzum ve düzyazıya aktarılmış
hallerinden kısaca örnekler verecek
olursak bunlar şöyledir:
Telengit rivayeti:
"Kalgançı Çak geldiği, kara yer ateşle
kaplandığı zaman, büyük kağan Ata Tanrı
kulaklarını tıkar, o çağda dünya bozulur;
yer ve insan nesli mahvolur. Töre bozulur.
Tepeler çalkalanır; demir üzenginin dibi
delinir. Çuvaldızın deliği yırtılır. Soy
bozulur. İnsan kara böcek gibi kanatlanıp,
gözlerine kan dolar; kara su kanla karışıp
akar, yer uğuldar, dağlar sallanır, çukurlar,
hendekler yıkılır, gök gürler, göğün kenarı
açılır, deniz çalkalanır dibi görünür, yerin
altı üstüne gelir; yosunlar öğütülüp kül
(toz) olur, gök sallanıp eteği açılır, deniz
dalgalanıp dibi görünür..."
Teleüt rivayeti:
"Kalgançı çak geldiği vakit gök demir, yer
sarı bakır olur, hanlar hanlara saldırır,
uluslar birbirine kötülük düşünür, katı
taşlar ufalanır, sert ağaçlar kırılır, kişi bir
dirsek (arşın) kadar küçük olur,
başparmak kadar erkek olur. Erlerin
dizgini kısa olur (güçlülerin elinde
oyuncak olurlar). Ayaklar başa bey olur.
Baba çocuğunu tanımaz, çocuk babasını
tanımaz. Yaban soğanı pahalı olur. At başı
kadar altına bir kap yemek verilmez, ayak
altında altın bulunur, onu alacak kimse
bulunmaz..."
Altay Türklerine göre kıyamet:
"...
Deniz dibinde dokuz çatallı kara taş,
Dokuz yerinden koparak ayrılır,
Demir atlara binmiş dokuz süvari hasıl
olur,
Bunların bindiği atlar,
Gayet açık ve koyu sarıdır,
Ağaca hücum etseler keserler,
Canlıya hücum etseler öldürürler,
Ay ve güneşin ışığı yok olur..."
GENCAY
10
(Odalı kurgan. At, ok-yay gibi kişisel eşyalar ile gömülmüş.)
Altay Türklerine ait bir diğer efsane:
"Nebat mahvolacak, tohum tükenecek,
anne sevgilisinden ayrılacak, yerden
'köngül' denilen nebat bitecek; (bu)
nebattan çekirge çıkacak; (bunlar) davara
rastladığında davarı mahvedecek, insana
rastladığında insanı mahvedecek. O zaman
Şal-Yime haykıracak; 'buraya bak
Mangdışire, bana bir yardım et!' Diyecek;
'köngül denen nebata elim yetişmedi!'
diyecek; 'köngül denilen nebatın kökü,
sarımtırak bir yılandır!' diyecek.
Mangdışire susacak. Bunun faydası
olmadığından, Şal-Yime haykıracak,
'büyük Han, halkını terketti, iyi aygır,
sürüsünü terketti, sahil çöktü, sular
çekildi, yakalı kürk eskidi, yakası yırtıldı,
idare edilen halk, kanunsuz kaldı, dünya
cansızlaştı, yuvalı kuş, yuvasını terketti,
durağı olan geyik, durağını terketti,
çocuklu kadın, çocuğunu terketti.' May-
Tere susacak. Bunun üzerine Erlik'in
bahadırları, Karaş ile Karayıl, yeryüzüne
çıkacak, bunlar yeryüzüne çıkınca Ülgen
(Tanrı)'nın bahadırları, Mangdışire ile
Maytere, onlarla mücadele için, gökten
inecek. Maytere'nin kanından, dünya
ateşler içinde kalacak, işte o zaman
Kalgançı Çak olacak!"
(Balbal mezar taşlarının öte dünyada ölüye hizmet edeceği
düşünülmektedir.)
İşte bu yukarıda görülen çeşitli rivayet ve
efsaneler, Gök Tanrı inancına sahip olan
Türklerin dünyanın sonu düşüncesi
üzerine meydana getirdikleri genel
inanıştır. Eğer üzerinde biraz düşünülecek
olursa, eski Türk kıyamet anlayışının, bazı
kısımlar hariç, İslamiyet'teki kıyamet
anlayışı ve çeşitli rivayetleri ile örtüştüğü
görülür. Bu benzerlik dikkate ve takdire
şayandır.
Kalgançı Çak, kelime manası olarak
"Kalacak olan çağ" demektir yani,
efsanelerde bahis konusu olan yıkım
gerçekleşince ve dünya yok olunca yeni bir
zaman başlayacak ve bu çağ ebediyen
kalacaktır.
İslam inancının üç temel esasından birini
oluşturan kıyamet konusu ise sayısı yüzü
aşan, çok değişik ve etkileyici üsluplar
taşıyan ayetlerde ve müstakil surelerde ele
alınmıştır. Kıyamet koptuktan sonra
insanlar diriltilecek ve hesapları
görüldükten sonra ebedi mekanları olan
Cennet ya da Cehenneme yerleştirilecektir.
Eski Türk inancında ise Cehennem
"Tamu", Cennet ise "Uçmağ" kelimeleri ile
karşılanır.
Kozmik anlamda kıyametin ne zaman
kopacağı bilinmemektedir. Kuran'da kırk
yerde geçen "Saat" kelimesi ile anlatılan
kıyametin gerçekleşmesinin -jeolojik
GENCAY
11
zaman çerçevesinde- Yakın olduğu, ansızın
geleceği ve alametlerin belirdiği
(Muhammed 47/18) ifade edilmektedir.
Kuran'da kıyametin fiilen kopması "Sura
üflemek" eylemi ile ifade edilmiştir. Ancak
Sur'a üflenmeden önce meydana gelecek
bazı hadiseler vardır ki bunlar, az önce
yukarıda bahis konusu olan "Kalgançı Çak"
efsaneleri ile birbirlerine benzerlik
gösterir.
Kuran'da kıyamet alametleri ile ilgili fazla
bilgi verilmemiş, sadece Ye'cüc ve
Me'cücün gelişinden (El-Enbiya 21/96),
Dabbet'ül-Arz'ın çıkışından (El-Neml
27/82), göğün insanları saracak bir duman
(duhan) yayacağından (Ed-Duhan 44/11-
12) ve ayın yarılacağından (El-Kamer
54/1) bahsedilmiştir. Burada dikkat
çekmek istediğimiz husus Dabbet'ül-Arz
olmakla beraber, bu mesele İslam alimleri
tarafından uzun uzadıya tartışma konusu
haline getirilmiştir. Zira Neml suresinin
82. ayetinde geçen "O (azab) söz(ü)
başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı)
zaman ise, onlara yerden bir dabbe
(hareketli bir canlı) çıkarırız." bilgisine
göre bazı alimlerin yorumu; bu dabbenin
tek bir varlık olamayacağı, çünkü her yere
aynı anda yetişemeyeceği, o halde
dabbenin yerin altından çıkan milyonlarca
hayvan olup, insanlara musallat olacağı
konusunda şekillenmiştir. Burada bahis
olan konu, Kalgançı Çak efsanelerindeki
"Yerden köngül denilen bir ot bitmesi ve
dibinde sarı çekirgenin, yahut konur
yılanın olması" rivayeti ile
benzeşmektedir. Çünkü dabbe ve köngül
otu da yerden bitecek ve insanlara
musallat olup onları mahvedecektir.
Hz. Peygamber'e atfedilen bazı hadisler
vardır. Bunlara örnek olarak kıyamete
yakın Yec'üc Mec'üc'ün çıkışı ile Hz. İsa'nın
gökten dünyaya inişidir. Eski Türk
inancına göre yerin altında Tanrı
tarafından hapis edilen Erlik'in bahadırları
Karaş ile Kerey de yer altından çıkacaklar
ve Tanrı tarafından gökten indirilen
Mangdışire ve Maytere onlarla
savaşacaklardır. Hadis zayıf olsa da bu
benzerlik de göz ardı edilmemelidir. Yine
İslam'da kıyamet alametleri arasında yer
alan "Zekat verilecek kimse bulunmayacak
kadar servetlerin çoğalması" hadisesi ile
Kalgançı Çak rivayetlerinden olan "Yerde
at başı kadar altın olup da onu alacak
kimsenin bulunmaması", "Aynı davayı
güden toplulukların birbiri ile savaşması"
alameti ile "Hanların hanlara saldırıp,
ulusların birbirlerine kötülük düşünmesi"
rivayetleri birbirleri ile paralellik gösterir.
Hz. Muhammed'e göre; "Seviyesiz ve
şahsiyetsiz kişilerin yönetici olması,
çocukların ana ve atasına isyankar
olmaları ve onları tanımamaları
(saymamaları)" gibi olaylar kıyamet
alameti olarak görülmüş, bu olaylar da
Kalgançı Çak'ta "Ayak takımı bey olur,
çocuk babasını tanımaz" rivayetlerinde yer
bulmuştur. Kuran-ı Kerim'de geçen,
kıyamet esnasında meydana gelecek olan
yıkımlar da Kalgançı Çak'da konu
GENCAY
12
edinilmiştir. Kuran'da geçen bazı ayetlerde
"Güneşin dürülmesi, göğün yarılması,
yerin şiddetle sarsılıp dağların ufalanıp,
yayılıp, toz toprak haline gelecek
olmasından" söz edilir. Bu da verdiğimiz
Türk kıyamet efsanesindeki gerçekleşmesi
öngörülen olaylarla örtüşmektedir. Daha
fazla örneklerle açıklamak mümkün olsa
da buradaki asıl amaç İslamiyet'teki
kıyamet anlayışının, eski Türklerde de çok
yakın benzerlikler ile bulunduğunu
göstermektir.
Burada sorulması gereken bazı sorular şu
yönde olmalıdır: İslam dini gelmezden
asırlar evvel rivayet edilen ve
efsaneleştirilen Kalgançı Çak, kendisinden
asırlar sonra gelecek olan İslam dininin
kıyamet alametleri ile nasıl bu kadar
benzeşebilir? Üstelik İslamiyet'in zuhur
ettiği coğrafya ile o dönemde Türklerin
yaşadığı bölgeler arasında binlerce
kilometre mesafe bulunurken bu benzerlik
gayet doğaldır diyebilmek mümkün
müdür? Yine Kalgançı Çak efsanesinin
gayet ciddi olması, Gök Tanrı inancının
ritüel ve ibadet anlayışı, İslamiyet ile nasıl
bu kadar benzerlik gösterebilir?
Oğuz Kağan destanının son kısmında yer
alan Oğuz Kağan'ın çok savaşıp, çok
ülkeler alması ve bununla "Gök Tanrı'ya
olan borcunu" ödediğini söylemesi;
İslam’daki "Gaza ve Cihad" anlayışının,
Gök Tanrı inancında da var olduğu
anlamına gelmez mi?
O halde, bütün bu benzeşmeler,
örtüşmeler ve uyuşmalara bakarak,
tamamının şayan-ı tesadüf hadiseler
olduğunu mu söylemek; yoksa Kuran'da
yer bulan "Her kavme bir peygamber
gönderilmesi" konusundan yola çıkarak,
Eski Türklerin de semavi bir din anlayışına
sahip olup, peygamberlerinin
bulunduğunu, ancak bunun belge, kaynak
ve delil yetersizliğinden bir türlü
ispatlanamadığını mı söylemek gerekir?
GENCAY
13
ŞEHZADELER ŞEHRİ: AMASYA Canan CAVŞAK
“Aziz Amasyalılar;
Hep beraber aziz vatanımızı ve istiklalimizi
kurtarmak için bütün gayretimizle
çalışacağız. Vatanı en son kayasına kadar
müdafaa edeceğiz. Allah milletimize
mağlubiyeti gösterirse bütün evlerimizi,
mallarımızı ateşe vererek ve vatanı bir
harabeye çevirerek boş bir çöl halinde
düşmana bırakacağız. Amasyalılar, buna
hep beraber yemin edelim. Zaferi
kazanacağız, vatan kurtulacaktır.”
“ - Bütün Amasyalılar yemin ettiler,
emirlerinizi bekliyoruz paşam.”
Memleketin dört bir yanında bulunan
vatanseverler gibi Amasyalılar da işgalden
kurtulmak için mücadele edeceğini
Mustafa Kemal’e verdikleri bu yeminle
göstermişlerdir. Milli Mücadele’nin beyni
durumundaki Amasya, hem mücadele hem
de daha önceki dönemlerde tarihi açıdan
önemli bir konumda bulunmuştur.
7500 yıllık tarihi boyunca pek çok
uygarlığa ev sahipliği yapmış; Anadolu’nun
küçük ama örnek bir şehridir. Birçok tarihi
yapı ve günümüze kadar ulaşan sanat
eserlerine sahip olduğu gibi kültür
birikimi de oldukça zengindir.
Sırtını Harşena Dağı’na yaslayıp,
Yeşilırmak boyunca uzanan, tarihi olaylara
olduğu kadar Ferhat ile Şirin’in dağlara
kazınan aşkına tanıklık etmiş özge bir
diyardır Amasya... Yeşilırmak boyunca inci
gibi dizilmiş Yalıboyu evleri ise yakın
tarihin en değerli mirasıdır. Şehrin her
tarafında tarihi eserlere rastlamak
mümkündür. Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı
dönemlerinden kalan camii, külliye,
medrese, türbe, darüşşifa, han, hamam,
köprü, saat kulesi şehrin tarihi
hazineleridir. Bunlardan en önemlisi 2.
Bayezid Camii’dir. Bu camii şehrin kalbi
gibidir. Camii 2. Bayezid Han’ın isteği
üzerine onun adına 1481-1486 yılları
arasında, o esnada Amasya valisi olan oğlu
Şehzade Ahmed tarafından yaptırılmıştır.
Külliyenin geniş bahçesinde camii,
medrese, imaret, şadırvan, çeşme ve başta
Hz. Osman (ra)’nın yazdığı Kur’an-ı Kerim
olmak üzere birçok el yazması eser vardır.
Bahçesindeki ulu çınar ise tarihin canlı bir
şahidi gibidir (1a).
Önemli eserlerden diğeri ise 2. Bayezid’in
Kapıağası Hüseyin Ağa tarafından
yaptırılan Büyük Kapıağa Medresesi’dir.
GENCAY
14
Medrese, sekizgen plan üzerine inşa
edilmiştir. Ön Asya ve Selçuklu
türbelerinde görülen bu şekil Türk
mimarisinde istisna teşkil eder (1b).
Diğer önemli eserler ise şunlardır: Burmalı
Minare, Çilehane Camii, Gökmedrese,
Yakup Paşa Tekkesi, Gümüşlü Camii,
Mehmet Çelebi Camii, Bimarhane, Pir
Sücaaddin İlyas Türbesi, İsmail Sıraceddin
Şirvani Hazretleri Türbesi, Torumtay
Türbesi, köprüler, saat kulesi ve
konaklardır (1c).
Amasya yalnızca Türk tarihinden değil;
çeşitli devirlerin izlerini taşıyan birçok
yapıta da ev sahipliği yapar. Bunların en
eskisi Harşena Kalesi ve Pontus Krallarına
ait kaya mezarlarıdır (1d).
Amasya’nın 7500 yıllık –belki de daha
eski- bir tarihi olduğunu söylemiştik.
Amasya’nın tarihi Hititlere kadar
uzanmaktadır. M.Ö. 1260 yıllarında
Amasya’da hükümdarlık yapmış olan
Karsan Han, Turani kavimlere mensup bir
hükümdar idi ve o dönemlerde
Amasya’nın da içinde bulunduğu
bölgelerde yaşayan halk, Turani
kavimlerden oluşmaktaydı. Turanilerden
Anadolu’ya ikinci defa gelen ise Uygur
Türkleri olmuştur. Amasya’ya ise On
Uygurlardan Bozoklar yerleşmiştir.
Amasya bölgesi On-Hun olarak anılmıştır.
Roma ve Bizans döneminde ise şehir, farklı
devletler tarafından birçok kez
fethedilmiş; Müslümanlarla Bizanslılar
arasında sürekli el değiştirmiştir.
Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’da
Bizans hâkimiyeti zayıflamış ve Amasya
1075 yılında Alp Arslan’ın emirlerinden
Melik Ahmed Gazi (Danişmend Gazi)
tarafından fethedilmiştir. Böylece 700
yıllık Bizans hâkimiyeti Amasya’da sona
ermiş ve Türk-İslam hâkimiyeti
başlamıştır (2).
Danişmentliler döneminde Anadolu’ya
gelen haçlı ordusuna karşı Selçuklu Sultanı
Kılıç Arslan ile Danişmend Ahmed Gazi’nin
birlikleri 5 Ağustos 1101’de Amasya-
Merzifon arasında yapılan savaşta Haçlı
ordusunu bozguna uğratmıştır.
Danişmentliler dönemi Anadolu Selçuklu
Sultanı 2. Kılıç Arslan’ın 1175’te Amasya’yı
ele geçirmesiyle sona ermiştir. Anadolu
Selçuklu Devleti’nin 1243 Kösedağ
Savaşı’nda Moğollara yenilmesi ve
Amasya’da yaşanan Baba İshak Olayı
Amasya ve çevresini etkilemiştir.
Selçukluların yıkılışının ardından
Anadolu’ya tamamen hâkim olan İlhanlı
Devleti’nin Amasya’daki hâkimiyeti
1243’ten 1341’e kadar sürmüştür.
İlhanlıların son hükümdarlarından Ebu
GENCAY
15
Said Bahadır Han’ın ölümü üzerine
İlhanlıların Anadolu valisi olan Sultan
Alaeddin Eratna bağımsızlığını ilan edip
Eratnalılar Devleti’ni kurmuştur. 1341
yılında Amasya Eratnalıların egemenliği
altına girmiştir. Sultan Eratna’dan sonra
gelen sultanların zayıf olmaları, zevk ve
sefaya düşkünlükleri devlet otoritesinin
sarsılmasına yol açmış ve şehir 1393
yılında Osmanlı idaresine girmiştir (3).
Osmanlı döneminde Amasya, şehzadelerin
ve padişahların yetiştiği, sancak beyliği
yaptığı bir merkez olmuştur. Bu yüzden
Amasya, ‘Şehzadeler Şehri’ olarak anılır.
Amasya’da 12 tane Osmanlı şehzadesi
valilik yapmış, eğitim almıştır. Amasya’nın
şehzadelerin yetiştirilmesi için bir merkez
olarak seçilmesinin sebebi; 15. yüzyılda
Amasya’da 18 tane medresenin
bulunmasıdır yani, şehzadelerin iyi bir
eğitim alması için Amasya, uygun bir
ortam sunmaktadır. Amasya bünyesinde
eğitilen şehzadelerden 7 tanesini padişah
olarak yetiştirmiş, cihan sultanı yapmıştır.
Bunlar sırasıyla; Yıldırım Bayezid Han,
Çelebi Mehmed Han, 2. Murad Han, Fatih
Sultan Mehmed Han, 2.Bayezid Han, Yavuz
Sultan Selim Han ve 3. Murad’dır (4).
Amasya, Osmanlı döneminde yaşanan
Fetret Devri ve Celali İsyanları gibi tarihi
olaylara tanıklık etmiştir. Kanuni Sultan
Süleyman döneminde, 1555 yılında İran-
Safevi Hanedanıyla yapılmış ilk ve önemli
antlaşmalardan biri olan Amasya
Antlaşması da yine burada imzalanmıştır.
XVIII. yüzyıldan sonra, Milli Mücadele
dönemine kadar Amasya, sakin bir şehir
görüntüsü sergilemiştir (5a).
I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı
Devleti, İtilaf Devletleri tarafından işgal
edilmeye başlanmış; Türk devletinin
içinde bulunduğu zor durumdan
kurtulmasının çaresini millette gören
Mustafa Kemal ve arkadaşları önce 19
Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış, ardından
Amasya’ya geçmiştir. 22 Haziran 1919
tarihinde ise Saraydüzü Kışla Binası’nda
hazırlanan, Amasya Tamimi olarak bilinen
kurtuluş genelgesini tüm yurda
Amasya’dan ilan etmiştir.
Anadolu ve İstanbul arasındaki farkı gören
Mustafa Kemal ve arkadaşları Sivas
Kongresi’ne davetiye niteliği taşıyan ve
öncülüğünü ettikleri Amasya Tamimi ile
ulusal birlik ve beraberlik sağlanırsa her
şeyin üstesinden gelinebileceği fikrini
hayata geçirmişlerdir. Milletin harekete
geçmesini sağlayan bir uyarı ve uyanış
niteliğindeki Amasya Tamimi, ulusal
birlikteliği sağlayarak Türk milletinin
kurtuluş mücadelesinin başladığını tüm
dünyaya göstermiştir (5b).
Amasya Tamimi bir bağımsızlık
bildirisidir. Milli egemenliğin ve onu
gerçekleştirebilecek tek gücün millet
olduğu önemini vurgular. Amasya
GENCAY
16
Tamimi’nin diğer bir önemi ise Türk
Milliyetçiliği’nin, inkılabın temel bir
prensibi olarak değerlendirilmesidir.
Milliyetçilik, Amasya Tamimi’nden
itibaren milli mücadelenin özü, milleti
harekete geçiren, ona milli şuur
farkındalığı sağlayan bir prensip olmuştur.
Tamim’de millet, milli vicdan, milli irade,
milliyet, bağımsızlık ve egemenlik
kavramları üzerinde sıkça durulmuştur.
Amasya Tamimi, Türk milletinin haksız
işgal ve katliamlara karşı milli isyanının
bildirisi olmuştur. Hâkimiyetin kayıtsız
şartsız Türk milletine ait olduğu yine
Amasya Tamimi ile ilan edilmiştir (6).
Amasya Tamimi Türk milletinde
demokrasi şuurunun yerleşmesine de
katkıda bulunmuştur. Halk, demokrasi
kavramını işgallere karşı yapılan ve
yayınlanan kongre ve bildirilerle anlamaya
başlamıştır. Zaten sonrasında da
demokrasinin önemli bir unsuru olan
seçim sonucunda Büyük Millet Meclisi
açılmış ve ardından Türkiye Cumhuriyeti
Devleti kurulmuştur. Amasya Tamimi’nde
“Milletin istiklalini yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır.” sözleriyle ifade
edilen tam bağımsız Türkiye ideali,
Cumhuriyet döneminde yapılan
anayasaların da temel felsefesi olarak
kabul edilmiştir. “Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir.” Sözü, bugün de
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ruhunu
yansıtmaktadır (7).
Görüldüğü üzere geçmişte sergilediğimiz
milliyetçi duruşumuzu bugün de
göstermeli, gerek Türkiye’de gerekse tüm
Türk dünyası için bütünlüğümüzü
korumaya çalışmalı, bir olduğumuzu
göstermeliyiz. Bunun için Türk dünyasının
merkezi konumundaki Türkiye’de
ülkemizin ve bize umutla bakan Türk
devletlerinin geleceği için milletimizin
doğru kararlar alması gerekmektedir.
Özellikle günümüzde bunu yapmaya çok
ihtiyacımız var. Son zamanlarda şiddetini
artırarak devam eden; Kerkük’te,
Telafer’de Türkmenlere yapılan zulüm bu
kanaatin bir kanıtıdır. Hem oralardaki öz
kardeşlerimize umut olabilmek için hem
de kendi vatanımız için tüm gücümüzle
çalışmalı, mücadele etmeli, gerekirse
Amasya’dan bir ateş daha yakıp tüm yurdu
harekete geçirmeliyiz.
KAYNAKLAR:
1. Değişen Türkiye Programı TGRT Belgesel-
Amasya
http://www.youtube.com/watch?v=AA9xXVuBoIU
2. Erdoğan, İsmail. (1996); “XX. Yüzyıl Amasya
Tarihi ve İnanç Coğrafyası” Yüksek Lisans Tezi, Fırat
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din
Bilimleri Ana Bilim Dalı Dinler Tarihi Bilim Dalı.
3. Er, Fırat. (2009); “XV ve XVI. Yüzyılda Amasya”
Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı
İslam Tarihi Bilim Dalı.
4. Amasya Belediyesi-Amasya Tarihi
http://www.amasya.bel.tr/icerik/245/30/amasya-
tarihi.aspx
5. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Amasya İl Kültür
ve Turizm Müdürlüğü-Tarihçe
http://www.amasyakulturturizm.gov.tr/TR,59475/t
arihce.html
GENCAY
17
GENCAY
18
CAMİLERİN IŞIKLI GERDANLIKLARI:
MAHYALAR Cem Ozan AVCI
İslam dünyası cami süslemeciliğine çok ilgi
göstermiştir. İslam’ın ilk zamanlarında
olmasa bile, ilerleyen zamanlarda
karşılaşılan kültürlerin de etkisiyle
camileri süslemeye ihtiyaç duyulmuş,
farklı tarzlar yaratılmıştır.
Müslümanlığın ilk zamanlarında yapılan
yapıların basitliği göze çarpmaktadır
ancak Emevi döneminde Bizans; Abbasi
döneminde İran kültürünün etkilerini
camilerde görmek mümkündür. Ayrıca
hattan tezhibe; çiniden minyatüre birçok
farklı sanat da camilerin içine veya dışına
işlenmiştir. Farklı sanatlar kullanılarak
yapılan cami süslemeciliği, zamanla
değişik arayışlar doğurmuş ve kendine
özgü sanatlar ortaya çıkarmıştır. Tabiî ki
bu arayışlara İslam kültürünün yanı sıra
her Müslüman ülkenin kendi sahip olduğu
kültür değerlerinin de etkisi büyüktür.
Türkler, cami süslemeciliğinde ölümsüz
eserler ortaya çıkarmışlardır. Kültürün ve
dini inancın da birbirini etkilemesiyle
farklı sanatlar üzerinde çalışmış ve önemli
eserler ortaya koymuşlardır. Müslüman
dünyasında mübarek kabul edilen dini
gecelerde kandil yakma geleneği de bize
has sanatlardan olan ‘mahyacılığı’
doğurmuştur.
Mahyacılık ilhamını İslam’dan alan ancak
diğer Müslüman ülkelerde olmayan,
topluma dini ve sosyal mesajlar veren,
sadece bize has bir ışıklandırma sanatıdır.
Türk zevk ve kültürünün İslam
değerleriyle sentezi sonucu ortaya
çıkmıştır. Türk buluşudur ve yalnız bizim
topraklarımızda yapılmaktadır.
Kandille ışıklandırmanın İslam kültürüne
girişine bakacak olursak; İslam
dünyasında kandil yakma geleneği hicretin
dokuzuncu yılına dayanmaktadır.
Müslüman olmak için Medine’ye gelen
Yemenli bir Hıristiyan Hz. Muhammed’e
hediye olarak kandiller getirir. O zamana
kadar kuru hurma dalları yakılarak
GENCAY
19
aydınlatılan Mescid-i Nebevi, o günden
sonra getirilen kandillerle aydınlatılır. Bu
kandilleri Hz. Muhammed çok beğenir ve
Müslüman olmak isteyen bu kişiye
”Mescidimizi aydınlattın; Allah da seni
münevver etsin. Eğer bir kızım olsaydı
sana verirdim.” diyerek iltifatta bulunur.
Bizim kültürümüzde, bu gibi önemli
gecelerde evlerin kapılarının önlerine
kandiller asılır, minareler ve camiler de
kandillerle süslenirmiş. Hatta kandiller
dizilerek asılan mahyalardan dolayı da
mübarek gecelere “kandil gecesi” deriz.
Dini gecelerimizle mahya o kadar
özdeşleşmiştir ki birbirimizin gecesini
kutlarken “geceniz mübarek olsun” yerine
”kandiliniz mübarek olsun” deriz.
İlk mahyanın asılışıyla ilgili iki farklı
rivayet vardır. Fakat kesin bir bilgi yoktur.
Yaygın olarak bilineni ise şu şekildedir:
“1614 yılında Fatih Cami müezzinlerinden
Hattat Hafız Kefevi, iki minare arasına
ortası yazılı son derece sanatkârane bir
levha işler ve dönemin padişahı I. Ahmet’e
hediye eder. Bu durum, genç sultanın çok
hoşuna gider. Dini adabın dışına
çıkılmamak şartıyla bunun gibi mahyaların
kurulması arzu edilir ve ilk mahya 1617
yılında padişahın kendi yaptırdığı Sultan
Ahmet Camiine kurulur.”
Diğer rivayete göre ise “Koca Mustafa
Paşa’daki Sünbül Efendi Tekkesi şeyhi
Necmettin Hasan Efendi, bir mevlit
gecesinde caminin minaresini kandillerle
süsler. I. Ahmet bunu görünce beğenir ve
bundan böyle mübarek gecelerde mahya
asılmasını ister.” Her iki rivayette de I.
Ahmet dönemine işaret edilmektedir. Bu
da ilk mahyanın bu dönemde asıldığını
göstermektedir. Ancak 1578’de İstanbul’a
gelen bir seyyahın seyahatnamesinde yer
alan mahya resmi, bu sanatın daha önce de
yapıldığını göstermektedir. Anlayacağınız
üzere mahyacılık tam olarak şu tarihte
ortaya çıktı diyemiyoruz.
İlk mahyanın hoşa gitmesinden sonra III.
Ahmet devrinde sadrazam İbrahim Paşa
tarafından bir ferman çıkarılır. Lale
Devri’nde çıkarılan bu fermanda bütün
selatin camilerinde mahya kurulması
emredilir. Selatin camileri, birden fazla
minaresi olan camilerdir. Zaten mahya da
çift minare arasına kurulabilir. Ferman
çıktıktan sonra halk o kadar sevmiştir ki
mahyayı, Eyüplüler mahya kurulamadığı
için Eyüp Camii’nin kısa minarelerini
uzattırmış, Üsküdarlılar ‘biz de mahya
isteriz’ diye ısrar edince tek minaresi olan
Mihmirah Sultan Camii’ne bir minare daha
yaptırılmıştır.
Yalnız minarelerin arasına değil, bazen
camilerin içine de iç-mahyalar
kurulmuştur. Süheyl Ünver, Ayasofya,
Sultan Ahmet, Süleymaniye gibi birçok
camide iç-mahyayı gördüğünü anlatır. Bir
başka mahya şekli de minarelere kaftan
giydirilmesidir. Bu tür mahyalarda da
hazırlanan kandiller yine iplerle birbirine
bağlanır ama minarelerin arasına
gerilmez, minarelerden aşağıya doğru
GENCAY
20
sarkıtılır. Ayrıca gezdirme mahyalar da
yapılmıştır ki bunlar öyle her mahyacının
yapabileceği mahyalar değildir; beceri
ister.
Mahyacılığın büyük isimlerinden
Abdüllatif Efendi, bir gezdirme mahya
yapar; çok ilgi çekicidir. Bu mahya da
Unkapanı Köprüsü’nü ve Azaplar Camii’ni
resmeder. Üç halat çeker. Ortadaki esastır.
Üst halata bir araba, üçüncü ipe de balıklar
ve kayıklar yapar. Arabayı iki minare
arasında götürüp getirir. Yalnız köprü ve
camii sabittir; diğerleri yürür. Düşünün
güzelliği.. İstanbullular bu sanatkârane
yapıtı görmek için günlerce
beklemişlerdir.
Mahyacı, yapacağı şekil veya yazıları ilk
önce bir kâğıt üzerine planlar. Sonra
yapılacak düğümleri hesaplar ve kandilleri
iplere dizer. Bu şekilde mahyalar
minareler arasındaki yerini alır. Eskiden
her mahyacı büyük bir hüner ve gizlilik
içinde mahyasını hazırlar, diğer
mahyacılarla bir rekabet havası yaşardı.
Her gece farklı mahyalar kuranlar olduğu
gibi teravihten önce kurduğu mahyayı
herkes namazda iken değiştiren
mahyacılar da vardı.
Bu işin de kendine özgü kuralları vardır.
”Maşallah”, ”Bismillah”, ”Ya Şehr-i
Ramazan”, ”Dua ibadetin özüdür” gibi dini
içerikli yazılar olduğu gibi “Kızılay’ı
unutma”, ”İçkiden kaç”, ”Temizlik
imandandır”,” Vergi namustur” gibi
nasihat ve sosyal mesaj veren mahyalar da
asılmıştır. Savaş zamanlarında da “Yaşasın
gazimiz”,” Yaşasın İstiklaliyet”, ”Yüce Fatih
ruhun şad olsun”,” Vatan sevgisi
imandandır” gibi mahyalar asılmıştır.
Hatta Halide Nusret Zorlutuna anlatır:
”Mahyalar içinde bir mahya vardır ki
unutamam. İstanbul’un mütareke içinde
bunaldığı bir ramazandı. İstiklal savaşı
Anadolu ufkundan bir umut güneşi gibi
kâh parlıyor, kâh sönüyordu. Bir gece,
teravih namazından çıkanlar Beyazıt
Camii’nin minareleri arasında bir şaheser
beyit gördüler. Yahya Kemal’in Akifane bir
beyiti, karanlık gökte ışık ışık parlıyordu:
‘Ta ki yükselsin ezanlarla müebbed namın
Galip et! Çünkü bu son ordusudur İslamın’
Binlerce Müslüman o gece bu duaya
hıçkırarak amin dedi.” Şeklindeki
satırlarla Türk Milletinin istiklal
mücadelesini bu iki mısralık mahyada
hisseder.
Bu Türk sanatı yazarlara ilham, gezginlere
unutulmaz anı olmuştur. Mahyayı gören
yabancı bir gezgin demiş ki: ”Dünya
yüzünde sevilmeğe ve sayılmaya layık
Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa
bile, yalnız şu gökten yıldızları toplayıp
minareler arasında yazı yazmayı akıl
edişleri ve bunda muvaffak olmaları,
onların medeniyette ne kadar ilerde
olduklarının bir ifadesidir.” Yahya Kemal
de mahyaları gören bir yabancının ”Bu
şehir Türk’tür ve Türk olmasa insaniyet
güzelliğinden bir âlem kaybederdi”
dediğini anlatır.
GENCAY
21
Mehmet Gökalp mahyalar karşısındaki
duygularını şöyle ifade ediyor:
“Bir şehrayin var.
İki minare arasında
Ayet ayet kalbimize yazar,
Mukaddes gecelerin manasını;
Bu nokta nokta ışıklar.
Lacivert zemine işlenmiş
Allah'a İman'ın her harfi
Kamaştıran böyle gözlerimizi
Işık dolu, şanlı, büyük gecenin
İçimize doğan parlak güneşi”
Mahya o kadar beğenilmiştir ki talep
üzerine Süleymaniye mahyacısı Mısır’a
gitmiş ama minare araları yeterli derecede
açık olmadığında iyi mahya kuramamıştır.
20. yy’nin başlarında elektrik kullanımının
da yaygınlaşmasıyla bir ara elektrikle
mahya kurmak da denenmiş ancak
kandillerin verdiği zarafeti
veremediğinden ve ampullerin fazla
parlamasından dolayı da yazılar okunamaz
hale geldiğinden halk tarafından da
beğenilmeyince çok geçmeden
kaldırılmıştır. Bunun üzerine Mebani-i
Hayriye (hayır amaçlı binalar) müdürü,
Meclis-i Vükelâ(bakanlar kurulu)’dan
çağırılarak, “Niçin zeytinyağı ile mahya
kuruluyor da fennin ihtiraından istifade
edip elektrikle kurmuyorsunuz?” diye
sorar. Mebani-i Hayriye müdürü verdiği
cevapta, “Bu milli bir sanattır; elektrikle
olmaz. Mahya yalnız göstermelikten ibaret
değildir; halka heyecan da vermektir. Halk
arasında bugün nasıl bir mahya yapılacak
şeklinde bir heyecan, bir bekleyiş vardır.
Elektrikle mahya aynı şeyi yazar” der.
Anlayacağınız üzere ilk elektrikli mahya
girişiminde pek başarılı olunamamıştır.
Mahyacılığın devrin şartları da göz önüne
bulundurulduğunda ne denli zor ve beceri
isteyen bir iş olduğu açıktır. Devrin
mahyacılarında tulumbacı Sami Reis bir
röportajında şöyle anlatıyor: “Öyle günler
bilirim ki bütün gün sırtımda tulumba ile
altı saatlik yolu koştuktan ve yangını
söndürdükten sonra, akşama tek
yardımcımla beraber 300 kandillik mahya
kurar ve gene gık bile demezdim. (...)
Bunun için bilek ister. Bir saat içinde 500
kandilli mahyayı kuracak yiğit
göremiyorum ben. Hem fırtınalı havada bir
kaza çıkarmadan kandilleri toplamak da
yürek ister.”
Günümüz mahyacılarından Kahraman
Yıldız da işin zorluğundan bu işi yapacak
adam bulamadığında yakınıyor:
“Mahyacılık biraz zor iş. Yaz, kış, soğuk,
tipi demeden minare tepelerine
çıkacaksınız. Yerden 100 metre yukarıda
hava şartları çok daha sert oluyor. Buna
dayanmak kolay değil. Sabır ve sevda
isteyen bir iş… Bizim yanımıza yardımcı
eleman veriliyor ama fazla
dayanamıyorlar. Bir yolunu bulup ya
başka bölümlere geçiyorlar ya da bu işi
yapamayacaklarını söylüyorlar.” Her ne
kadar şu an ampullerle yapılıyor da olsa
mahya kurmak çok zahmetli ve emek
gerektiren bir iştir.
GENCAY
22
Elektriğin hayatımızın her alanına
girmesiyle birlikte kandillerle yapılan
mahyacılık da zamana ayak uydurarak
yerini daha kolay olan elektrikli mahyalara
bıraktı. Elektrikle yapılıyor olması da
sanatsal yönünü zamanla yitirmesine
neden olmuştur. Sadece teknik olarak
değil; uygulamalar da değişmiştir. Eskiden
mübarek gecelerde de asılan mahyalar
yalnız ramazana ait olup yalnız
ramazanlarda asılmaya başlanmıştır.
Eskiden yapılan minarelere kaftan
giydirme, resimli ve gezdirme mahyalar
unutuldu ve elektrikli mahyayı dahi yapan
çok kişi kalmadı.
Eskiden halkın heyecanla sabırsızlıkla
beklediği mahya şölenleri günümüzde
unutulmaya yüz tutmuştur. Şimdi bu eşsiz
Türk sanatından bihaber olanlar, ismini
bilmeyenler bile var. Yaklaşık dört yüz
yıllık geçmişi olan bu kültürün yeniden
canlandırılması, yeni mahya ustaları
yetiştirilmesi gerekli. Mahyacılık için bir
şeyler yapılmadığı takdirde sadece bu ve
bunun gibi yazıları okuyup ah edeceğiz. Ya
ışıkların arasında fark edilemez oldu
mahyalar, ya da biz bir değerimizi daha
karanlığa gömdük.
KAYNAKÇA:
ÜNVER, Süheyl, ’Mahya ve Mahyacılık’
Türk Folklor Araştırmaları, İstanbul, 1965,
Sayı:186
AKYAVAŞ Ragıp, Mahya ve Kandilin
Tarihi, Türkiye Turing ve Otomobil
Kurumu Belleteni, İstanbul, 1958 sayı:201
ŞAPOLYO, Enver Behnan, ’Türkler’de
Mahyacılık’ Eski Ramazan Adetlerinden
Çınaraltı, İstanbul, 1943 sayı:105
Temel Britannica Ansiklopedisi, Ana
Yayıncılık, 1988, Cilt:12
Büyük Larausse Ansiklopedisi, Milliyet
Gazetecilik AŞ., Cilt:15
Yeni Rehber Ansiklopedisi, İhlas
Gazetecilik AŞ., İstanbul, 1994, Cilt:13
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
Ana Basım AŞ., İstanbul, 1994 cilt:5
http://www.kto.org.tr/tr/dergi/dergiy
azioku.asp?yno=1409&ano=86 *Yrd. Doç.
Dr. Hasan ÖZÖNDER, Konya Ticaret Odası
Dergisi, Mübarek Gecelerde Gökyüzünde
Altın Kolyemiz: Mahya, 01.09.2008
http://www.tumgazeteler.com/?a=409
4519
http://www.milliyet.com.tr/2005/10/
18/guncel/gun04.html
http://yenisafak.com.tr/Ramazan/?t=2
0.10.2006&i=7595
http://www.tgrthaber.com.tr/news_vie
w.aspx?guid=cb76ab8b-3bc9-4e69-b68f-
1c433acfdb38
http://www.diriklik.net/eskiistanbul/e
kler/skylife/skylife_2/mahya.htm
GENCAY
23
SONBAHAR BUNALIMININ SONU:
CUMHURİYET
Çağhan SARI
Ekim ayının şüphesiz en önemli başlığı
Cumhuriyet'in ilanıdır. Bu yıl 91. yaşını
dolduracak Cumhuriyet'in kuruluş
gününün izlerine bakalım…
Bilindiği üzere Milli Mücadele yılları
boyunca parola, düşmanı yenmek ve
işgallere son vermek idi. Bu parola adı
altında farklı görüşlere sahip insanlar
toplanabiliyordu. Rejim tartışma konusu
olmuyordu. Nitekim buna gerek de yoktu.
Çünkü iç isyanlar, üç cephede sürdürülen
savaş, meclis içerisinde mücadele, cephe
gerisinde ortaya çıkan sorunlar Ankara'nın
daima gündeminin rejim tartışması
olmasına izin vermiyordu.
(30 Ekim 1923 tarihli Hakimiyet-i milliye gazetesi)
Ancak savaş bittiğinde ilk defa mevcut
rejim ile hesaplaşma oldu. Lozan
görüşmelerine İstanbul hükümeti de davet
edilince cephede savaşı kazanan Ankara,
Mustafa Kemal'in ataklığıyla saltanatı
kaldırdı. Takvimler 1 Kasım 1922'yi
gösteriyordu. Aslında görüşmeler bir gün
önce başlamıştı. Saltanatın kaldırılmasını
engellemek isteyen muhalifler söz konusu
kanun teklifinin Anayasa Adalet ve Şerriye
Komisyonları'ndan oluşan bir ortak
komisyonda görüşülmesi için bir önerge
vermişlerdi ve bu önerge kabul edilmişti.
1 Kasım sabah saatlerinde ise saltanat
kaldırıldığında bu günün milli bir bayram
olarak kutlanılması da kabul edilmişti. 1
Kasım Milli Egemenlik bayramı olacaktı
ama şimdi yeni bir sorun ortaya çıkmıştı.
Saltanat kaldırılırken bünyesindeki
halifelik ayrı bir müessese olarak
sürdürülecekti ve siyasi kudreti
olmayacaktı. Türkiye devletinde
anayasaya göre de meclis hükümeti ve
güçler birliği esası bulunuyordu. Saltanat
sahibi devlet başkanı makamında idi.
Şimdi bu makam halife olmadığına göre
meclis başkanı mı olacaktı? Milli Mücadele
sırasında olağanüstü şartlar gereği meclis
hükümeti sistemi vardı yani, bir başbakan
yoktu. Bakanlar tek tek meclis tarafından
oylanıyor, kurulan hükümete aynı
zamanda meclis başkanı başkanlık
ediyordu. Güçler birliği prensibi ile
yürütme yasama ve yargı TBMM'de
toplanıyordu.
Başlayan bu yeni dönemle beraber hem
ortada bir devlet başkanı sorunu hem de
GENCAY
24
bakanların kabine hükümeti sistemiyle
değil meclis tarafından ayrı ayrı
seçilmesinden dolayı bir kabine sorunu
vardı. Bu sefer de Lozan'ın harareti ile
zaman geçiyordu. 11 Ağustos 1923'te ilk
olarak TBMM yenilendi. Üç hafta önce
de Lozan Barış Anlaşması imzalanmıştı.
1923 yılının sonbaharına girerken
akislerini çok hissettirmeyen bu
sorunların halledilmesi gerektiği anlaşıldı.
Mustafa Kemal, yeni devletin adının artık
resmen konulması için zamanın geldiği
kanısına vardı. Bakanların seçiminde
yaşanan ufak çaplı kriz ile süreç başladı.
Başbakan Fethi Okyar, Mustafa Kemal'in
ricası ile 24 Ekim günü makamından ve
vekâlet ettiği İç İşleri Bakanlığı'ndan istifa
etti. 25 Ekim'de toplanan meclis İç İşleri
Bakanlığı'na Sabit Sağıroğlu'nu seçti.
Hâlbuki Sabit Bey o gün mecliste değildi ve
onu aday gösteren Halk Fırkası grubu
olduğu halde Mustafa Kemal ile Sabit
Bey'in arası İttihatçılık meselesinden
ötürü iyi değildi. Bu gelişmenin üstüne
Meclis İkinci Başkanlığı'na Lozan
tartışmaları sırasında Başbakanlıktan
istifa eden Rauf Orbay seçilince, Mustafa
Kemal, meclis hükümeti sisteminin
anayasa değişikliği ile yerini kabine
sistemine bırakması gerektiğine karar
verdi. Böylece açıkça anayasada devletin
rejimi Cumhuriyet olarak değiştirilecekti.
26 Ekim'de Çankaya'da Mustafa Kemal'in
başkanlığında toplanan bakanlar,
görevlerinden istifa etme kararı aldılar.
Tekrar seçilme ihtimalinde de görev kabul
etmemeyi açıkladılar. Hükümet sorunu
ülkenin gündemine iyice yerleşmişti. 28
Ekim akşamı Çankaya'da bir kez daha
toplanan kurmaylarına Mustafa Kemal,
'yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz' dedi.
İsmet İnönü, Kazım Özalp, Ruşen Eşref
Günaydın, Fuat Bulca, Kemalettin Sami,
Halit Kılıçarslan toplantıda hazır bulunan
isimlerdi. Akşam cumhuriyetin ilanı
hakkında yapılan görüşmeler
tamamlandıktan sonra, İnönü dışındaki
konuklar Çankaya'dan ayrıldı. İnönü ile
Mustafa Kemal gereken anayasa değişikliği
yasa tasarısını hazırlamaya başladı. Beş
saatlik bir çalışmanın ardından altı
maddelik yasa değişikliği tasarısı hazırdı.
Birinci madde “Devletin şekli
Cumhuriyet’tir” diyordu. İkinci madde ise
saltanatın kaldırılması tartışmalarındaki
gibi tekrar çıkmazlar oluşmaması için
devletin dini İslam’dır, maddesi idi. Bu
madde ile hilafet yanlılarının, 'Cumhuriyet
dinsizliktir!' propagandası yapması
engellenecekti.
29 Ekim günü sabah saat 10.00'da Halk
Fırkası mecliste toplandı. Bakanların
seçimi hakkında görüşmeler başladı.
Ancak bir neticeye varılamadı. Kemalettin
Sami önceki akşam kararlaştırıldığı üzere,
sorunun Halk Fırkası Genel Başkanı
Mustafa Kemal tarafından çözülmesini
talep eden bir önerge verdi. Önerge kabul
edildi. Mustafa Kemal kürsüye gelerek bir
saat süre istedi. Bu bir saat boyunca grup
GENCAY
25
içerisindeki önemli isimler ile tek tek
görüşmeye başladı. Onlara cumhuriyet
hakkındaki fikirlerini aktarıp sorunun halli
hakkındaki projesini anlattı. Saat 13.30'da
grup tekrar toplandı. Mustafa Kemal
kürsüye çıktı ve tasarı metnini kâtip
koltuğundaki Ruşen Eşref Bey'e uzattı.
Teklif okunduktan sonra görüşmelere
başlandı. Birçok vekil, hükümet krizini
çözen geçici bir teklif beklerken büyük bir
değişime şaşırdılar. Çünkü bu değişiklik ile
Başbakanın belirlenmesi meclis oylaması
ile değil Cumhurbaşkanı'nın
görevlendirmesi ile olacaktı.
Sabit Sağıroğlu, anayasa değişikliğini
sonraya bırakıp önce bir bakanlar kurulu
başkanı seçilmesi gerektiğini söyledi.
Niğde mebusu Hazım Bey de önce
hükümet başkanının seçilip daha sonra
anayasa değişikliğinin ele alınması
yönünde fikrini açıkladı. Yunus Nadi Bey,
mevcut meclisin kurucu meclis
hüviyetinde olduğunu söyleyerek bu
değişimin yapılabileceğini, duraksamamak
gerektiğini belirtti. Hamdullah Suphi Bey
tasarıya destek verdi. Kütahya mebusu
Ragıp Bey, anayasanın tamamlanması için
bir an önce oylamaya geçilmesini teklif
etti. Ardından söz alan İsmet İnönü, Lozan
görüşmeleri sırasında karşısına çıkan
devlet başkanlığı sorununa atıfta
bulunarak teklifi destekleyen konuşmasını
yaptı. İsmet Paşa'dan sonra kürsüye gelen
isim ise Osmanlı devletinin son vakanüvisi
Abdurrahman Şeref Bey idi; 'Hükümet
biçimlerini birer birer saymak gereksizdir.
Egemenlik sınırsız ve koşulsuz milletindir,
kime sorarsanız sorunuz bu cumhuriyettir.
Yeni doğan çocuğun adı budur ama bu ad
kimilerine hoş gelmezmiş, varsın
gelmesin!'' dedi.
Abdullah Azmi Efendi'nin itirazlarına
rağmen oylamaya geçilmek üzere
hazırlıklara başlandı. Bu sırada muhalif
milletvekillerinin ret oyu vermektense
oylamaya katılmayacağı kararını almaları
üzerine çoğunluğu sağlamak üzere henüz
meclise gelmeyerek yemin etmemiş dokuz
vekil apar topar gelip yeminlerini ederek
oylama öncesinde salonda yerlerini aldı.
287 vekilden oluşan mecliste o an 158
vekil vardı. Saat 18.00'da grup toplantısı
sona erdi ve BMM Genel Kurulu başladı.
Önce tasarı Anayasa Komisyonu'na
gönderildi. Komisyon ivedilikle kabul
ederek tasarıyı tekrar genel kurula
gönderdi. Saat 20.00'da 158 üyenin
tamamı ilk değişiklik maddesine evet oyu
vererek cumhuriyeti ilan etti. Genel kurul
üç defa “Yaşasın Cumhuriyet!” nidalarıyla
yankılandı. Ardından Ertuğrul Mebusu Dr.
Fikret Bey cumhurbaşkanının hemen
seçilmesini içeren önergeyi verdi. Derhal
seçime geçildi. Bir aday olmaksızın oy
veriliyordu. 20.45'te 158 vekilin 158
oyuyla Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı
seçildi. Saat 21.05'te Mustafa Kemal Genel
GENCAY
26
Kurul salonundan çıktı. Cumhuriyet'in
ilanı üzerine 101 pare top atışı oldu.
İstanbul'da ise top atışlarının saat
03.00'da başlaması üzerine halk bir
düşman saldırısı sanarak panik halde
sokağa çıktı. Ancak sabah saatlerinde halk
kutlamalara başladı. Cumhuriyet'in ilanı
ile hiç kutlanılmayacak olan 1 Kasım
yerine 29 Ekim artık cumhuriyet
bayramıydı. Birinci Dünya Savaşı'nda
Osmanlı Devleti'nin imzaladığı Mondros
Ateşkes anlaşmasının 30 Ekim 1918 de
olduğunu hatırlayan Fahrettin Altay Paşa,
iki sene sonra bu tarihsel benzerliği
sorduğunda Mustafa Kemal 'milletin
hayatına kastedenlere karşı milletin öcü'
demiştir.
Tasarı Metni:
Türkiye Reisicumhuru Devletin Reisidir.
Madde1: Hâkimiyet bila-kayd ü şart
milletindir. İdare usulü halkın
mukadderatını bizzat ve bilfiil idare
etmesi esasına müsteniddir. Türkiye
Devleti'nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir.
Madde2: Türkiye Devleti'nin dini din-i
İslam'dır; resmi lisanı Türkçe'dir.
Madde4: Türkiye Devleti Büyük Millet
Meclisi tarafından idare olunur. Meclis,
hükümetin inkısam ettiği şuabat-ı idareyi
İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder.
Madde10: Türkiye reisicumhuru Türkiye
Büyük Millet Meclisi heyeti umumiyesi
tarafından ve kendi azası meyanından bir
intihab devresi için intihab olunur. Vazife-i
riyaset yeni reisicumhurun intihabına
kadar devam eder. Tekrar intihab olunmak
caizdir.
Madde 11: Türkiye reisicumhuru devletin
reisidir. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclise
ve Heyet-i Vekile'ye riyaset eder.
Madde12: Başvekil, reisicumhur
tarafından ve Meclis azası meyanından
intihab olunur. Diğer vekiller başvekil
tarafından yine Meclis azası arasından
intihab olunduktan sonra heyet-i
umumiyesi reisicumhur tarafından
Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis hal-i
içtimada değilse, keyfiyet-i tasvib Meclisin
içtimaına talik olunur.
Kaynakça Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997, s.537-
544.
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, c.II, Bilgi
Yayınevi, Ankara 1998, s.295-298.
Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele Tarihi, c.V, İş
Bankası Kültür Yayınları, s.321-332.
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, haz. Ortak
Komisyon, c. II, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara 2010.
Can Dündar, O Gün Belgeseli, ''Milat'', 32. Gün
Yapımı.
GENCAY
27
KLASİK METİNLERİN ÖĞRETİMİNE
DAİR BİR MESELE
Yunus Emre UYAR
Milletlerin kültürlerinde önemli bir yer
kaplayan destan, efsane, masal, türkü,
ortaoyunu vb. türlerdeki metinler özellikle
milliyetçi ve muhafazakâr eğitim
politikaları tarafından her zaman el
üstünde tutulan değerler oldu. Millî
kültüre ilişkin birçok ögeyi –duyuşu,
duyarlılığı, eğilimi, motifi vb.- barındıran
bu ürünlerin en önemli özelliği milletin
kültürel kodlarının okunabileceği
materyaller olmasıdır. Nitekim bu sebeple
yıllarca yerli ve yabancı türkologlar
tarafından malzeme olarak büyük ve haklı
bir değer görmüştür. Ancak eğitim
felsefesini belirlemede söz sahibi olanlar
arasında bu türden ürünlerin eğitim
ortamları aracılığıyla yeni kuşaklara
aktarılması gerektiğini savunanlar
çokçadır. Onların bu kanıyı taşımakta
oldukça haklı sebepleri vardır. Bu ürünler,
taşıdıkları değerlerle milletin geleceğini
oluşturacak olan yeni kuşak için bir
“kültürleme” vasıtası olarak
kullanıldığında bir tür değer muhafazası
sağlanacaktır. Her toplum doğal olarak
bekasını sağlamak için değer yargılarının
da gençlerine aktarılmasını savunur.
Bunun için en önemli yol eğitim, onun en
önemli malzemesi olarak da destan,
efsane, masal vb. ürünler görülür.
Gerçekten de bu tür ürünler milletlerin
değerlerini barındırmak ve onları
aktarmakta kullanmaya yarayacak
materyallerdir. Eğitim ortamlarındaki
hedef kitlelerin gelişim dönemlerinin
özelliklerine göre yeniden yapılandırılacak
olan bu ürünler değerlerin aktarımı için
biçilmiş kaftandır. Böylelikle milletin sahip
olduğu değerler yeni kuşaklara aktarılmak
suretiyle “muhafaza edilmiş” olunur.
Yukarıda özetlenen anlayış okurlara epey
tanıdık gelebilir çünkü uzun süre yurttaki
eğitim ortamlarına büyük ölçüde etki
etmiştir. Bunun işe koşulması nedeniyle
ilk ve ortaöğretimdeki ders kitaplarına
toplumun kemikleşmiş değer yargılarını
aktarması umuduyla masal, destan,
ortaoyunu vb. ürünler yerleştirilmiştir.
Zaten ders kitaplarındaki metinlerin değer
aktarım aracı olarak görüldüğü Türkiye’de
bu oldukça sıradan bir durumdur. Yani
sözü edilen anlayış, kendini bir ölçüde
uygulamaya da dökmüştür.
Eğitimde –özellikle dil- toplumların değer
yargılarının sonraki kuşaklara
aktarılmasına karşı çıkmak her şeyden
GENCAY
28
önce pedagojinin gerçekleriyle
çelişecektir. Nitekim eğitim, tanımı gereği
bir kasıtlı “kültürleme” uğraşısıdır. Doğal
olarak kültürün tüm bileşenleri olduğu
gibi değer yargıları ve onları taşıyan
destan, masal, efsane vb. ürünler de
eğitimi malzemesi olmak durumundadır.
Böyle bir şeye itiraz etmek ancak eğitimin
bilimsel temellerini hiçe sayacak derecede
geçmişten kopukçu bir ideolojik
saplantıyla mümkün olabilir.
Görülen o ki bu yazı eğitimde değer
aktarımını oldukça olağan
karşılamaktadır. Ancak değerlerin eğitimi
hususunda dikkat çekmek istediği bir
nokta vardır: Eğitim ortamlarında, ders
kitabı vb. materyallerle aktarılacak olan
“değerler”in sınırı ile asrın gerektirdiği
çağdaş değerlerin uzlaşması gerekir. Ne de
olsa milletin sahip olduğu değerlerin tümü
bugün için çağdaş-evrensel ahlak ilkeleri
tarafından içerilmemekte, bazıları bunun
dışında kalmaktadır. Ancak bu değerler,
değer aktarımında kullanılacak olan
materyallerde istendik olanıyla
olmayanıyla iç içe girmiş bir durumdadır.
Asıl sorun bunları ayıklamaktadır.
Meseleyi somutlaştırmak üzere örnek
üzerinden gitmek için Ortaokul 7. Sınıf
Türkçe Ders Kitabı ele alınsın. Bu kitapta
öğrenciye sunulan metinlerden biri “Altın
Perçemli Çocukla Sırma Saçlı Kız” adlı
masaldır. Belli ki bu eser, genç kuşakların
millî bir değer olan masallarla tanışması
amacıyla ders kitabına konmuştur. Ancak
bu masal, aynı zamanda belli başlı iletileri
vermekte, belli bir yaşam algısını
sezdirmektedir. Ve bunlar modern
dönemin gerektirdikleriyle bire bir
örtüşmemektedir. Sözgelimi o masaldaki
anne ve baba çocuklarına eş seçerken
tümüyle sınıf vurgusu yapmaktadırlar.
Oğlanın vezir kızına bile layık görülmeyip
padişahın kızına layık görülmesi, kızın
vazir oğluna bile layık görülmeyip ancak
padişah oğluna layık görülmesi durumu
masalın sınıfsal bir ayrımı imlediğini
gösterir. Üstelik bu anlayış masalda
cezalandırılmamış, yani bir kötülük olarak
değil olağan bir durum olarak
görülmüştür. Böyle bir metinden
çocukların sınıfçı bir yaklaşımın doğallığı
sonucunu çıkarmaları olasıdır. Görüldüğü
gibi millî kültürel değerleri aktarması
amacıyla çocuklara sunulan bir metin
istendik olmayan iletilere de gebe
olabilmektedir. Burada istendik olmayan
ifadesi MEB’in genel amaçlarında ya da
dersin hedeflerinde sınıfsal farklılıkları
kavratıcı bir niyetin olmamasına
dayanarak kullanılmıştır.
Bir başka örnek de Hasan Kallimci
tarafından hazırlanan Destan Romanlar
adlı seridir. Yurdun gençlerini kültürel
zenginliklerinden olan destanlarla
tanıştırmak yoluyla değerler eğitimi
vermeyi amaçlayan yazar gerçekten de
Türk kültürünün yurtseverlik, görev
ahlâkı, barış, konukseverlik vb. değerlerini
çocuklara sunmuştur ancak bunun
GENCAY
29
yanında istendik olmayan birtakım
değerlere de çocuklarca maruz
kalınabildiği görülebilir. Sözgelimi Köroğlu
destanının anlatımından oluşan
Süpermarketteki Sürpriz adlı yapıt önemli
bir millî değeri çocuklarla buluştursa da
“öç için kız kaçırma”yı olağan bir
durummuş gibi sergilemektedir. Bu eserde
Köroğlu yengesini kurtarmaya gitmekte
ancak onu alamayınca onun yerine öç için
genç bir kızı kaçırıp amcasıyla
evlendirmektedir. Görüldüğü gibi burada
çocuğa kadının söz hakkına sahip olmayan,
alınıp kaçırılabilen, istenilen kişiyle
evlendirilen, bir öç malzemesi olarak
görülen bir durumu vardır. Ve bu
durumların hiçbiri eserde cezalandırılıp
çocuğa bunların bir olumsuzluk olduğu
iletisini verme kaygısı güdülmemiştir.
Aksine, bunar olağan hâller olarak
gösterilmiştir.
Sorun yalnızca destan ve masallarda
bitmemekte, onun dışındaki kültürel
kaynaklarda da gözlemlenmektedir. Bunu
örneklendirmek için basında yeni çıkan bir
habere göz atmak gerekir. Habere göre
ortaokul düzeyinde hazırlanan bir sosyal
bilgiler dersi öğretmen kılavuzunda
öğretmenlerin öğrencilere “kına gecesi”
uygulaması yaptırılması istenmiştir.
Habere göre duruma itiraz eden Muğla
milletvekili Nurettin Demir’in henüz on bir
yaşındaki öğrencilerin gelin olmaya
özendirilmesi, cinsiyet rollerini
pekiştirileceği, çocuk gelinlerin önünün
açılabileceği gibi haklı kaygıları
bulunmaktadır.
Sözü edilen eğitsel uygulama önerisi belli
ki kültürel bir değer olan kına gecesi,
düğün vb. motifleri öğrencilere aktarma
gayesi gütmektedir. Ancak görüldüğü gibi
buna yönelik belli başlı kaygılar da
mevcuttur. Böyle bir durumda tutulması
gereken yolu saptamak değerler
eğitiminin felsefesi açısından oldukça
önemlidir. Aktarılması hedeflenen kültürel
değerden mi vazgeçilmelidir yoksa çocuk
gelin tehlikesini önleme duyarlılığından
mı?
Her üç örnekte de istendikle istendik
olmayanın iç içe geçmiş olduğu görülür. Ve
asıl sorun burada baş gösterir. Olumlu ve
olumsuz durumları barındıran metinlerin
değerler aktarımındaki yerleri ne
olacaktır? Bunları tümüyle eğitim
ortamlarından çıkarıp atmak bir yoldur.
Bununla deyim yerindeyse pire için
yorgan yakılmış olunur. Sözgelimi Köroğlu
destanındaki gerekliliğini ve geçerliliğini
bugüne taşımayı başarabilmiş onca değere
ve kültürel motife rağmen “kadın”a verilen
değer bugüne uymadığı için o eseri eğitim
ortamlarından dışlamak pek kârlı bir yol
gibi durmamaktadır. İkinci yol istenmeyen
iletilere göz yumup “olur o kadar”
demektir ki bu da bir tür idealistlik olan
eğitimciliğin ruhuna aykırıdır. Üçüncü yol
bu türden metinlerin çağın gerekliliklerine
uygun bir biçimde, tümüyle eğitsel
kaygıyla yeniden yazılmasıdır. Bu da
doğrudan edebî metinlerin ruhuna aykırı
GENCAY
30
bir tavır olur. Hem Hasan Kallimci’nin
yukarıda sözü edilen yapıtı bunun bir
denemesi niteliğinde olsa da bu,
istenmeyen iletilerden arı olma durumunu
sağlamamıştır.
Akla gelen her üç yolun da kendine özgü
sakıncaları olduğuna göre meseleyi
çıkmazda bırakmak yerine bu yolları
olabildiğince zararsız bir biçimde
kullanmakta yarar var. Sorulması
gerekenler şunlardır: Bugünün
gerektirdiği değerlerle çatışan
değerlerden hiçbirini barındırmayan bir
masal, efsane vb. ürün bulunabilir mi?
Edebiyat metnini edebî yapan unsurları
zedelemeksizin istenmeyen değerler eski
metinlerden ayıklanamaz mı?
Tüm bu hengâmenin haricinde
tutulabilecek olan bir yol da “eleştirel
okuma”dır. Bu, çocuk hangi metinle
karşılaşırsa karşılaşsın onu onun olumsuz
etkilerinden koruyacak vazgeçilmez bir
silahtır. Sözgelimi çocuk kına gecesi, evlilik
ritüelleri vb. kültürel değerlerle
karşılaşacak ancak rehberinin yardımıyla
eleştirel aklını işleterek bunların yeri ve
zamanı hakkında hüküm verebilecektir.
Yine Köroğlu destanını okuyup oradaki
değerleri özümseyecek ancak kadının
oradaki konumuna itiraz edebilecektir.
Böyle bir seçenek diğerlerinden oldukça
zor olup çocuğun okuma sürecinde yalnız
bırakılmamasını, velinin ya da öğretmenin
de onla birlikte okunanla üzerinde
eleştirel konuşmalar yapmasını gerektirir
ve bu yazının ortaya koyduğu sorunun
çözümü olur.
Ancak sözü edilen çözüm önerisi oldukça
idealdir. Yurt gerçekliğiyle tümüyle
bağdaşmama tehlikesi vardır. Buna hemen
şöyle bir itiraz gelebilir: “Kaç çocuk
eleştirel okuyabilecek?” ya da “Kaç
ebeveyn, öğretmen öğrencileri böyle bir
bilişsel etkinliğe sokabilecek?” “Bu
etkinliklerden yoksun kalanlar olumsuz
iletilere boyun mu eğecek?”
Görülen o ki bu türden sorular da
öğrenciler için okuma eyleminin
kılavuzlanmaksızın sürdürülmemesi
gerektiği fikrini destekler. O hâlde
öğretmenler için okutma kılavuzlarının
olabildiğince fazla hazırlanması söz
konusu kaygıların giderilmesinde önemli
işlev görür.
GENCAY
31
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR:
TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK Fatma Özge ÖZDEMİR
Tüfek, mikrop ve çelik- İnsan
Topluluklarının Yazgıları isimli kitap Jared
Diamond tarafından yazılmıştır. Kitap
1997’de yayınlanmış olup; Tüfek, Çelik ve
Mikrop’tan bugüne kadar 100.000 adet
basılmıştır. Türkçeye çevirisi Ülker İnce
tarafından yapılan kitap, TÜBİTAK Popüler
Bilim Kitapları tarafından basılmıştır.
Tüfek, Mikrop ve Çelik’in konusu, son
13.000 yıl içinde farklı anakaralarda
karmaşık insan toplumlarının niçin farklı
biçimde geliştiğidir.
***
“İleri teknoloji, merkezi siyasal
örgütlenme ve karmaşık toplumların
başka özellikleri, ancak yiyecek fazlasını
biriktirme kabiliyetine sahip, yerleşik
nüfuslarda ortaya çıkabilirdi.”
***
Yerleşik nüfuslar nasıl ortaya çıktı?
Yiyecek üretimine geçiş süreci nasıl
başladı? İnsanlar “toplum” olma
konumuna nasıl gelebildi? Sorularla dolu
bir serüvendi Tüfek, Mikrop ve Çelik
kitabı.
***
İşte bu kitap için o cümle şu: ‘’Tarih farklı
halklar için farklı yönde gelişti ama bu
çevresel farklardan dolayı böyle oldu; o
halkların biyolojik farklılıklarından dolayı
değil.’’
***
Anlamak çoğu kez sonuçları tekrarlamak
ya da ebedileştirmek amacına değil; o
sonuçları değiştirmeye çalışma amacına
hizmet eder. İşte bu yüzden psikologlar
katillerin ve tecavüzcülerin ruhlarını
anlamaya çalışır, toplumsal tarihçiler
soykırımları anlamaya çalışır, doktorlar
hastalıkların nedenlerini anlamaya çalışır.
Bu araştırmacıların amacı cinayeti,
tecavüzü, soykırımı, hastalıkları haklı
göstermek değildir. Tam tersine onlar,
zincirleme nedenleri anlayarak o zinciri
kırmak isterler.
***
GENCAY
32
Cro-Magnonların bize kadar ulaşmış olan
ürünleri arasında en ünlüleri sanat
ürünleridir: Olağanüstü güzel mağara
resimleri, heykeller, bugün de sanat olarak
hayranlığımızı kazanan müzik aletleri...
Güneybatı Fransa’da Lascaux
Mağaraları’nda normal büyüklükteki boğa
ve at resimlerinin büyüleyici gücüne kendi
gözleriyle tanık olmuş bir kişi, bunların
yaratıcılarının yalnızca iskeletleri
bakımından değil zihinsel olarak da çağdaş
olduklarını hemen anlayacaktır.
***
Avrupa ve Amerika yerlileri arasındaki ilk
ilişkilerin en dokunaklısı, 16 Kasım
1532’de Peru’nun bir dağ kasabası olan
Cajamarca’da İnka imparatoru Atahualpa
ile İspanyol fatih Francisco Pizarro
arasındaki ilk karşılaşmaydı. (…) Pizarro,
Atahualpa’yı esir aldı. Pizarro savaş esirini
sekiz ay elinde tuttu ve onu serbest
bırakma sözü karşılığında tarihin en
büyük fidyesini topladı. Fidyeyi - 5 metre
eninde, 7 metre boyunda, 2,5 metre
yüksekliğinde bir odayı dolduracak kadar
altını - topladıktan sonra sözünü tutmadı
ve Atahualpa’yı öldürdü. (…) Pizarro’nun
Atahualpa’yı esir almasında rol oynayan
etkenler, aslında çağdaş dünyanın başka
yerlerinde yerli halklar ile sömürgeciler
arasındaki benzer çatışmalarda sonucu
belirleyen etkenlerle tıpatıp
benzeşmektedir. Bu yüzden Atahualpa’nın
esir alınış öyküsü dünya tarihine büyük bir
pencere açar niteliktedir.
***
Niçin Atahualpa’yı Pizarro esir aldı?
Pizarro’nun askeri üstünlüğü,
İspanyolların sahip oldukları çelik kılıçlar
ve diğer kesici silahlardan, çelik
zırhlardan, tüfeklerden, atlardan
kaynaklanıyordu. Atahualpa’nın, üzerine
binip savaşacakları hayvanları olmayan
birlikleri bu silahlara ancak taş, bronz ya
da tahta sopalarla, topuzlarla, baltalarla
karşılık verebilirlerdi, bunlara ek olarak
sapanları ve yorgan gibi zırhları vardı. Bu
tür donanım eksiklikleri Avrupalılar ile
Amerikan yerlileri ya da başka halklar
arasındaki çatışmalarda belirleyici rol
oynamıştı.
***
(…) Yiyecek üretimi tüfeklerin,
mikropların ve çeliğin gelişiminin dolaylı
bir ön koşuluydu. Bunun sonucu olarak da
farklı kıtalarda halkların çiftçiliğe ve
hayvan yetiştiriciliğine geçip geçmeme ya
da geçiş zamanlarındaki coğrafi
farklılıklar, bu halkların daha sonraki
yazgıları arasındaki benzeşmezliklerini
büyük oranda açıklar.
***
Yeryüzündeki 148 büyük yaban otobur
memeli kara hayvanlarının -
evcilleştirilmeye aday türlerin- yalnızca 14
tanesi sınavı geçebildi. Neden geri kalan
134 tür bunu başaramadı? Bunun yanıtı
Anna Karenina İlkesi’nden çıkıyor.
Evcilleştirilebilmek için yaban adayın pek
çok farklı özelliklere sahip olması
gerekiyor. Bu gerekli özelliklerden birinin
bile eksikliği evcilleştirme çabalarını boşa
çıkarıyor, tıpkı mutlu bir evlilik kurma
çabalarını boşa çıkardığı gibi. Zebra/insan
çiftine ya da başka uyumsuz çiftlere evlilik
danışmanlığı oyunu oynayarak
evcilleştirmeyi engelleyen en az altı grup
neden saptayabiliriz. Bunlar; “Beslenme,
Büyüme Hızı, Bir yere Kapatarak
Yetiştirmenin Zorlukları, Kötü Huyluluk,
Toplumsal Yapı, Korku ve Telaş Eğilimi.”
***
GENCAY
33
(Mor renkli alan Bereketli Hilal olarak
adlandırılan bölgedir.)
Sfenksleri ve piramitleri aslında Mısır
kökenli değil Bereketli Hilal kökenli
ürünleri yiyen insanlar yaptılar.
***
Kuşkusuz tekerlek ve yazı, tarım ürünleri
gibi enlemle, gün uzunluğuyla dolaysız
olarak ilişkili değildir. Özellikle yiyecek
üretimi ve sonuçları yoluyla, dolaylı bir
biçimde ilişkilidir. İlk tekerlekler tarım
ürünlerini nakletmek için kullanılan öküz
arabalarının birer parçasıydı. İlk yazı,
yiyecek üreticisi köylülerin desteğiyle
ayakta duran seçkinler sınıfının
tekelindeydi; ekonomik ve toplumsal
açıdan karmaşık toplumların (saltanat
propagandası, mal envanteri, bürokrasi
kayıtları tutma gibi) amaçlarına hizmet
ediyordu. Genel olarak tarım bitkisi,
hayvan varlığı, yiyecek üretimiyle ilgili
teknoloji değiş tokuşu yapan toplumların
başka şeylerin değiş tokuşunu yapma
olasılıkları daha yüksekti.
***
Eski savaşların galipleri her zaman en iyi
komutanlara ve silahlara sahip olan
ordular değil, çoğu kez yalnızca
düşmanlarına bulaştıracak en berbat
mikropları taşıyanlardı.
***
Hiç kuşku yok ki Avrupalılar egemenlikleri
altına aldıkları Avrupalı olmayan halklar
karşısında silah, teknoloji ve siyasal
örgütlenme açısından büyük bir üstünlüğe
sahipti ama yine de çok az sayıdaki
Avrupalı göçmenin Amerika kıtalarındaki
ve dünyanın başka yerlerindeki onca yerel
nüfusu yok etmeye başarmasını bu
üstünlükle açıklayamayız. Avrupalıların
öteki kıtalara götürdükleri bu armağan
olmasaydı- Avrasyalıların evcil
hayvanlarla nicedir içli-dışlılığı sonucunda
evrimleşmiş mikroplar olmasaydı-
bunların hiçbiri olmayabilirdi.
***
On dokuzuncu yüzyıl yazarları genellikle
tarihi, vahşilikten uygarlığa bir geçiş
olarak yorumlama eğiliminde olmuşlardır.
Bu geçiş tarım, metal işleme teknolojisi,
karmaşık teknoloji, merkezi yönetim ve
yazı gibi kilit önemdeki gelişmelerin
damgasını taşıyordu. Bunların içindeki
yazı geleneksel olarak coğrafi bakımdan
en sınırlı kalmış olanıydı: İslamiyetin ve
Avrupa sömürgeciliğinin yayılışına kadar
Avustralya’da; Büyük Okyanus
Adaları’nda, Afrika’da sahra’nın
güneyinde, Mezoamerika’nın küçük
bölgesi dışında Yeni Dünya’nın bütününde
yazı diye bir şey yoktu. Bu sınırlı dağılımın
sonucu olarak da uygar olmakla öğünen
halklar her zaman yazıyı kendilerini
‘’barbarlar’’dan ya da ‘’vahşi’’lerden üstün
kılan en önemli ayırıcı özellik olarak
görmüşlerdir. Bilgi güç demektir. Bu
yüzden de yazı, çok daha uzak ülkelere ve
çok daha eski zamanlara ait çok daha fazla
bilgiyi çok daha sağlıklı ve çok daha
ayrıntılı bir biçimde aktarma olanağı
verdiği için çağdaş toplumlara güç
kazandırır.
***
GENCAY
34
İlkyazı sistemlerine sahip toplumlar
yazının birkaç işlevle ve birkaç yazıcıyla
sınırlı kalmasına yol açan kapalılıklarına
niçin razı oldular? Ancak bu soruyu
sormak bile eski bakış açılarıyla bizim
kendi kitlesel okuryazarlık beklentimiz
arasındaki uçurumu ortaya koymak
oluyor. İlk yazıların kullanım alanlarının
sınırlılığı istenen bir şey olduğu için daha
az kapalı bir yazı sistemi geliştirme
dürtüsü vermiyordu kimseye. Eski Sümer
kralları ve rahipleri yazının uzman
yazıcılar tarafından vergi borcu olarak
koyunların kayıtlarının tutulması için
kullanılmasını istiyordu, yoksa kitlelerin
şiir yazmasını, kumpaslar kurmasını değil.
İnsan bilimci Claude Lêvi-Strauss’un
dediği gibi, eski zamanlarda yazının en
önemli işlevi ‘’öteki insanları köle etmeyi
kolaylaştırmak’’tı. Yazının uzman olmayan
kişilerce kişisel olarak kullanılması çok
sonra, yazı sistemlerinin giderek
basitleşmesi ve daha fazla anlatım gücü
kazanması sonucunda oldu.
***
Dolayısıyla salgın insan hastalıklarına yol
açan mikropların gelişmesi için nasıl
yiyecek üretimiyle, yiyecek üretimini
izleyen binlerce yıllık toplumsal gelişme
gerekiyorsa yazının gelişmesi için de
gerekiyordu. Yazı bağımsız olarak
Bereketli Hilal’de, Meksika’da ve belki de
Çin’de ortaya çıktı çünkü bu bölgelerin her
biri bulundukları yarım kürede yiyecek
üretiminin ilk başladığı yerlerdi. Yazı o
birkaç toplum tarafından bir kez icat
edildikten sonra, ticaret, fetih ve din
yoluyla, aynı ekonomik ve toplumsal
örgütlere sahip başka toplumlara
yayılmaya başladı.
***
Önemli icatların fark edilen ihtiyaçları
gidermek amacıyla yapıldığını düşünürüz.
Aslında icatların pek çoğu ya da büyük
çoğunluğu, sırf merak ya da tamircilik
aşkının etkisiyle harekete geçen kişilerin
eseriydi; onların kafalarındaki ürüne
başlangıçta hiçbir talep yoktu. Bir şey icat
edildikten sonra mucidin o şey için bir
uygulama alanı bulması gerekiyordu.
Ancak uzunca bir süre kullanıldıktan sonra
tüketiciler o şeye ‘’ihtiyaçları’’ olduğunu
hissetmeye başlıyorlardı.
***
Aslında çağdaş icatların en ünlüleri ve
görünüşte en belirleyicileri için bile ileri
sürülen ‘’Falan şeyi falanca icat etti’’ gibi
çıplak bir iddianın gerisinde o icadın göz
ardı edilen ilk habercileri yatmaktadır.
Örneğin, bize hep ‘’James Watt buharlı
makineyi 1769’da icat etti,’’ denir; güya bir
çaydanlığın emziğinden çıkan buharı
seyrederek ondan esinlenmiş. Bu harika
öykü iyi hoş ama Watt’ın kafasında aslında
kendi buharlı makine düşüncesi Thomas
Newcomen’ın bir buharlı makine modelini
tamir ederken doğdu; Newcomen o
makineyi 57 yıl önce icat etmişti ve
Watt’ın tamir ettiği zaman gelinceye kadar
İngiltere’de söz konusu makineden yüzden
fazla üretilmişti. Beri yandan
Newcomen’in buharlı makinesi de İngiliz
Thomas Savery’nin 1968 patentli
makinesine dayanıyordu, Savery’ninki
1680 dolaylarında Fransız Denis Papin’in
tasarımladığı (ama yapmadığı) buharlı
makineye dayanıyordu; Papin’inki ise
Hollandalı bilim adamı Christiaan Huygens
ve başkalarının düşüncelerinden
esinlenmişti.
***
Teknoloji, teknolojiyi doğurduğu için bir
icadın yayılması, gelecek açısından,
GENCAY
35
yapılmasından daha önemlidir. Teknoloji
tarihi kendi kendini hızlandırma süreci
denen şeyin örnekleriyle doludur yani,
zamanla artan bir oranda hızlanan bir
süreçtir bu; çünkü süreç kendi kendini
hızlandırıcı olur. Sanayi Devrimi’nden bu
yana teknolojideki patlama bugün bizi
etkiliyor ama ortaçağdaki patlama da
Bronz Çağı’ndakiyle karşılaştırıldığımda
aynı derece etkileyicidir; Bronz Çağı’nın
yanında Üst Yontma Taş Çağı cüce kalır.
***
Teknolojinin genelde kendi kendini
hızlandırmasının bir nedeni ilerlemelerin
ilk önce daha basit sorunların aşılmasına
bağlı olmasıdır. Örneğin, Taş Çağı çiftçileri
doğrudan demir ayrıştırmaya ve demiri
işlemeye geçemediler çünkü bu iş yüksek
sıcaklıkta fırınlar gerektirir. Bunun yerine
demir madeni işçiliği, ısıya gerek
kalmadan çekiçle dövülerek biçim
verebilecek kadar yumuşak olan ve
kendiliğinden yeryüzüne çıkan saf
metallerin (bakır ve altının) işlenmesiyle
elde edilmiş binlerce yıllık deneyimden
sonra gelişti.
***
Çoğu kez icat ihtiyacın anasıdır; ihtiyaç
icadın değil. Buna iyi bir örnek yakın
çağların en büyük mucidi Thomas
Edison’un en özgün icadının tarihidir.
Edison 1877’de ilk gramafonu yaptığı
zaman bir makale yayımladı, bu makalede
icadının kullanabileceği yerleri on madde
halinde belirtti. Bunların arasında ölmekte
olan kişilerin son sözlerini kaydetmek,
görme özürlü kişilerin dinlemesi için
kitapları plağa almak, saatin kaç olduğunu
duyurmak, hecelemeyi öğretmek vardı.
Edison’un öncelikler listesinde müziğin
yeniden üretimi ilk sıralarda yer
almıyordu. Birkaç yıl sonra Edison
yardımcısına icadının hiçbir ticari
değerinin olmadığını söylemişti. Daha
sonraki birkaç yıl içinde düşüncesini
değiştirdi, gramafon satmak üzere iş
hayatına atıldı- ama bürolarda dikte
ettirme makinesi olarak. Başka girişimciler
madeni bir para atıldığı zaman popüler
müzik çalacak şekilde gramafonu
değiştirip müzik kutusu adı verilen şeyi
ürettikleri zaman, ciddi büro işlerinde
kullanılan icadının değerini düşürdüğü
için olsa gerek, Edison buna karşı çıktı.
Ancak 20 yıl kadar sonra istemeye
istemeye gramafonun aslında müzik
kaydetmeye ve çalmaya yaradığını kabul
etti.
***
Yüzölçümü, yayılma kolaylığı, yiyecek
üretiminin başlama tarihi bakımından
kıtalar arasındaki farkların teknolojinin
ortaya çıkışı üzerindeki bütün bu etkileri,
teknoloji kendi kendisini hızlandırdığı için
daha da abartılı boyutlara ulaşmıştır.
Avrasya’nın başlangıçtaki hayli önemli
üstünlüğü böylece 1492’de çok öne
geçmesini sağladı-insan zekâsının değil
Avrasya’nın belli coğrafi özellikleri sağladı
bunu. Benim tanıdığım Yeni Gineliler
arasında da gizli Edison’lar var ama onlar
yaratıcılıklarını kendi durumlarıyla ilişkili
teknolojik sorunları çözmeye
yönlendiriliyorlar: Onların sorunu
gramafon icat etmek değil, Yeni Gine’nin
sık ormanlarında, dışarıdan hiçbir şey
almadan hayatta kalmak.
***
Devletlerin nereden kaynaklandığı
sorusunu ele alan kuramlardan en basiti
çözülecek herhangi bir soru olduğunu
yadsıyanıdır. Aristoteles devletin insan
toplumunun doğal bir durumu olduğunu,
bir açıklamaya gerek olmadığını
GENCAY
36
düşünüyordu. Onun hatası anlaşılabilir bir
şeydir; çünkü onun tanıyor olabileceği
bütün toplumlar –M.Ö. dördüncü
yüzyıldaki Yunan toplumları- devletti.
Oysa biz M.S. 1492’de dünyanın çoğu
bölgesinin şeflikler, kabileler, obalar
şeklinde örgütlendiğini biliyoruz. Devlet
oluşumu gerçekten de bir açıklama
gerektiriyor.
***
Küçük birimlerin birleşmesiyle büyük
birimlerin oluşması tarihsel ya da
arkeolojik olarak belgelenmiştir.
Rousseau’nun dediği gibi bu birleşmeler,
hiçbir tehdit altında olmayan küçük
toplumların vatandaşlarının mutluluğunu
arttırmak için özgürce birleşme kararı
almalarıyla oluşmamıştır. Küçük
toplumların liderleri, büyüklerinki gibi
kendi bağımsızlıklarını ve yetkilerini çok
kıskanırlar. Oysa birleşme iki şekilde olur:
ya dış bir gücün tehdidiyle ya da gerçek bir
fetihle... Bu iki yolu örnekleyen sayısız
durum vardır.
***
Avustralya’daki yerli toplumların kültürel
olarak ‘’geri’’ kalmasının nedenleri
sorulduğunda beyaz Avustralyalıların
basit bir yanıtı var: Kabahat güya yerlilerin
kendisinde… Yüz çizgileri ve deri renkleri
olarak yerliler elbette Avrupalılardan
farklı, bu fark bazı on dokuzuncu yüzyıl
sonu yazarlarını onların insansı
maymunlarla insanlar arasındaki eksik
halkayı oluşturduğunu düşünmeye itti.
Halkı 40.000 yıldan farklı bir süredir
okuması yazması olmayan avcı/yiyecek
toplayıcılardan oluşan bir kıtayı
sömürgeleştirmelerinin üzerinden birkaç
on yıl geçmeden, beyaz İngiliz
sömürgecilerin okuryazar, yiyecek
üreticisi bir sanayi demokrasisi
yaratmalarını insan başka nasıl
açıklayabilir? Avustralya’da zengin bakır,
kalay, kurşun, çinko yataklarının yanı sıra
dünyanın en zengin demir ve alüminyum
yataklarının bulunması da özellikle dikkat
çekicidir. Öyleyse Avustralya yerlileri niçin
metal aletlerden hâlâ habersizdi ve
Yontma Taş Çağı’nda yaşıyorlardı?
***
İnsan toplumlarının evriminde bu son
derece denetimli bir deneye benziyor. Kıta
aynı kıta; ancak insanlar farklı. Bundan
dolayı, Avustralya yerli toplumlarıyla
Avrupalı Avustralya toplumlarının
arasındaki farkın açıklanması bu
toplumları oluşturan insanlardaki farkta
aranmalı. Öte yandan bunda küçük bir
yanılgı olduğunu göreceğiz.
***
Şimdi biz Yeni Ginelilerin ve
Avustralya’nın Yontma Taş Çağı
toplumlarının Demir Çağı Avrupalılarıyla
karşılaştırmalarına bakmak kalıyor. Yeni
Gine’yi Portekizli bir gemici 1526’da
‘’keşfetti’’, Hollanda 1828’de batı yarısı
üzerinde hak iddia etti, Britanya ile
Almanya 1884’te doğu yarısını bölüştüler.
İlk gelen Avrupalılar kıyıya yerleşti, iç
bölgelere yayılmaları uzun zaman aldı ama
1960’ta Avrupa yönetimleri Yeni Gine’nin
büyük bir bölümünü siyasal denetimleri
altına aldılar.
***
Avrupa’yı Yeni Ginelilerin değil de Yeni
Gine’yi Avrupalıların
sömürgeleştirilmesinin nedenleri çok
açıktır. Okyanusları aşabilecek gemileri,
Yeni Gine’ye kadar gitmelerini sağlayacak
pusulaları olanlar Avrupalılardı; haritayı
basmak için gerekli yazı sistemleri, matbaa
makineleri, betimsel anlatılar, Yeni Gine
üzerinde egemenlik kurarken
GENCAY
37
yararlanılacak yönetsek kırtasiyecilik
onlarda vardı; gemileri, askerleri, yönetimi
örgütlemeye yarayan siyasal kurumlar; ok,
yaylarla, sopalarla direnen Yeni Ginelileri
vurup öldürecek tüfekler onlardaydı. Yine
de yerleşmeye gelen Avrupalıların sayısı
her zaman çok azdı; bugün hala Yeni
Gine’de daha çok Yeni Gineliler
yaşamaktadır. Avustralya’daki durumun
tam tersidir bu; oralara çok sayıda
Avrupalı gelip yerleşmişti, göçler uzun
sürmüştü ve geniş bölgelerde yerli
nüfusun yerini yeni gelenler almıştı. Yeni
Gine niçin farklıydı?
***
Bunun en önemli nedeni Avrupalıların
1880’e kadar Yeni Gine’nin ovalık
bölgelerine yerleşme girişimlerinin
başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan
etmendi: Sıtma ile öteki tropik
hastalıklar…
***
Yakın geçmişteki pota kuralına uymayan
tek örnek dünyanın en kalabalık nüfuslu
ülkesi Çin’dir. Bugün Çin siyasal, kültürel,
dilsel olarak tekparça bir ülke
görünümündedir; hiç değilse konunun
yabancısı için bu böyledir. M.Ö. 221’de
Çin’de siyasal birlik sağlanmıştı ve Çin o
zamandan bu yana yüzyıllar boyu
çoğunlukla bu birliği korudu. Çin’de
yazının başladığı zamandan bu yana tek
bir yazı sistemi kullanıldı; oysa çağdaş
Avrupa onlarca kez değişmiş alfabeler
kullanıyor. Çin’deki 1 milyar 2 yüz milyon
kişiden 800 milyonu Mandarin dilini
kullanıyor, dünyada anadil olarak en
yüksek sayıda insanın konuştuğu bir dil.
Üç yüz milyon kadar kişi ise yedi farklı dil
konuşuyor, bu diller Mandarinceye ve
birbirlerine İspanyolcanın İtalyancaya
benzediği kadar benziyorlar. Dolayısıyla
Çin bir pota olmadığı gibi Çin nasıl Çinli
oldu diye sormak da saçma görünüyor. Çin
neredeyse yazılı tarihin ta başından beri
hep Çinliydi.
***
Sanayi Devrimi’ni rasgele bir şekilde 18.
Yüzyıl İngilteresi’nde buhar gücünün
kullanılmasıyla başlatmak adettendir ama
aslında su ve rüzgâr gücüne dayalı bir
sanayi devrimi ortaçağda Avrupa’nın pek
çok bölgesinde zaten başlamıştı.
Avrasya’da 1492’de hayvan, su, rüzgâr
gücünün uygulandığı bütün işler Amerika
kıtalarında hâlâ kol gücüyle yapılıyordu.
***
Avrasya ve yerli Amerikan toplumları
teknoloji ve mikroplar açısından olduğu
kadar siyasal örgütlenme bakımından da
farklıydı. Ortaçağ ya da Rönesans çağı
sonlarında Avrasya çoğunlukla örgütlü
devletlerle yönetiliyordu. Bunların
arasında Habsburg, Osmanlı, Çin
devletleri, Hindistan’daki Moğol devletleri
ve 13. Yüzyılda zirvesine ulaşmış olan
Moğol devletleri, başka devletlerin ele
geçirilmesiyle oluşan büyük ve çok-dilli
birer alaşım olarak başlamıştı. Bu yüzden
onlardan genellikle imparatorluk olarak
söz edilir. Pek çok Avrasya devletinin ya
da imparatorluğunun devleti bir arada
tutmaya yarayan resmi bir dini vardı,
siyasal önderler bu dinin kanatları altında
yasallık kazanıyor, başka halklara karşı
savaşmak için haklı gerekçeler
bulabiliyorlardı. Avrasya’daki kabile ve
oba toplumları daha çok kuzey kutup
rengeyiği sığırtmaçlarıyla, Sibirya
avcı/yiyecek toplayıcılarıyla,
Hindistan’daki ve tropik Güneydoğu
Asya’daki avcı/yiyecek toplayıcılarıyla
sınırlıydı.
***
GENCAY
38
Amerikalıların ve Avrupalıların çoğu için
Afrika yerlisi demek ‘’karaderililer’’
demektir; beyaz Afrikalılar son
zamanlarda dışarıdan gelen insanlardır;
Afrika’nın ırk tarihi demek Avrupa
sömürgeciliği ve esir ticareti hikâyesi
demektir. Dikkatimizin bu belli olgular
üzerinden toplanmasının çok açık bir
nedeni vardır: Amerikalıların çoğu Afrika
yerlisi olarak yalnızca siyahları tanır
çünkü Amerika Birleşik Devletleri’ne köle
olarak pek çok siyah getirilmişti. Ancak
birkaç bin yıl öncesine kadar bugünkü
kara Afrika’nın çoğu bölgesinde çok farklı
halklar yaşamış olabilir ve kara Afrikalı
denen insanların kendileri de ayrışıktır.
Beyaz sömürgeciler gelmeden önce bile
Afrika’da yalnızca siyahlar değil dünyadaki
belli başlı altı grup insanlardan beşi
yaşıyordu ve bunların üçü Afrika’dan
başka yerde bulunmayan Afrika
yerlileriydi. Yalnızca Afrika’da dünyadaki
dillerin dörtte biri konuşulmaktadır.
Yeryüzünde bu kadar insan çeşitliliğine
sahip başka bir kıta yoktur.
***
Niçin Avrasya sınırları içinde Bereketli
Hilal, Çin ya da Hindistan toplumları değil
de Avrupa toplumları Amerika’yı ve
Avustralya’yı sömürgeleri haline
getirdiler; teknolojik üstünlüğü ele
geçirdiler, siyasal ve ekonomik açıdan
dünyaya egemen oldular? M.Ö. 8500 ile
M.S. 1450 arasında herhangi bir zamanda
yaşayan ve o zaman gelecekteki tarihsel
yörüngeleri tahmin etmeye çalışan bir
tarihçi hiç kuşkusuz Avrupa’nın
egemenliğini en az olası sonuç olarak
görürdü. Çünkü o 10.000 yılın büyük bir
bölümünde Avrupa söz konusu üç Eski
Dünya bölgesi arasında en geri kalmış
olanıydı. M.Ö. 8500’den Yunanistan’ın ve
İtalya’nın doğuşuna yani, M.Ö. 500’e kadar
-hayvanların evcilleştirilmesi, bitkilerin
evcilleştirilmesi, yazı, metal işleme
teknolojisi, tekerlek, devlet, vb.- ne kadar
yenilik varsa hepsi ya Bereketli Hilal’de ya
da yakın çevresinde ortaya çıktı. M.S.
yaklaşık 900’den sonra su değirmenleri
gelişip serpilinceye kadar Batı Avrupa ya
da Alplerin kuzeyi, Eski Dünya
teknolojisine ya da uygarlığına hiçbir
katkıda bulunmadı; tem tersine
gelişmeleri Doğu Akdeniz’den, Bereketli
Hilal’den ve Çin’den ithal eder
konumundaydı. M.S. 1000’den 1540’ye
kadar bile bilim ve teknolojinin akış yönü
daha çok, Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya
kadar yayılmış İslam toplumlarından
Avrupa’ya doğruydu, bunun tersine değil.
Bu yüzyıllar sırasında, Çin yiyecek
üretimine neredeyse Bereketli Hilal kadar
erken bir tarihte başlamış olduğu için
dünyaya teknolojide önderlik ediyordu.
***
Bereketli Hilal ve Çin’in tarihinden çağdaş
dünya için çıkarılacak yararlı bir ders var:
Koşullar değişir, geçmişteki üstünlük
gelecekteki üstünlüğün güvencesi değildir.
Acaba bu kitapta kullanılan coğrafyaya
dayalı mantık, düşüncelerin internet
aracılığıyla hemen her yere yayıldığı,
kargoların uçaklarla kıtalar arasında
düzenli olarak bir gecede taşındığı
çağımızda tamamıyla geçersiz hale
gelmedi mi, sorusu da gelebilir aklınıza.
Dünyadaki halklar arasında yarışmada
yepyeni kurallar geçerliymiş, bunun
sonucu olarak da- Tayvan, Kore, Malezya
ve özellikle Japonya gibi- yeni güçler
ortaya çıkıyormuş gibi görünebilir.
GENCAY
39
EMPERYALİZMİN EĞİTİME UZANAN
KOLU: YABANCI DİLLE EĞİTİM -3- Ahmet Afşin KÜÇÜK
Yabancı Dille Eğitim İsteminin Temelleri
ve Bu İsteğin Ülke İçin Muhtemel
Zararları
Anadolu’da XIX. Yüzyılın ikinci
çeyreğinden itibaren misyoner faaliyetler
görülmektedir. Atilla İlhan bu dönemi
“Osmanlı'nın Tanzimat döneminden
itibaren çok ciddî bir misyoner saldırısı
oluyor Osmanlı topraklarına. Amerikalılar
Doğu Anadolu'da, Fransızlar daha ziyade
Suriye, Lübnan çevrelerinde ve Batı
Anadolu'da, İngilizler İstanbul ve
çevresinde etkili olmaya çalışıyorlar.
Benim elimde şöyle rakamlar var: 1890'la
1900 arasında Amasya'da 10, Harput'ta 9,
Mersin'de 2, Diyarbakır'da 3, Ergani'de 2,
Mardin'de 3, Bitlis'te 2, Muş'ta 1, Siirt'te 3,
Van'da 2, Sivas'ta 20 Amerikan okulu
bulunuyormuş, 1890-1900 arasında.
Bir de elimde şöyle bir demeç var;
American Board of Michen adına
Mr.Divade 1895'te şöyle bir demeç
vermiş: "Derneğimiz yaklaşık 65 yıldır
Türkiye'de faaliyette bulunmaktadır.
Ticarî ilişkiler yönünden misyonlar bu
bölgede elverişli bir ortam yaratmışlardır.
Bu ortam misyonların iki yönlü çalışmaları
sayesinde gerçekleşmiştir. Bir, geniş bir
eğitim düzeni; iki, geniş bir basın yayın
örgütü. Biz bu bölge halkını yalnız bizim
sattıklarımızı almaları için değil, gelecekte
kurulacak tesisleri geliştirip yaşatabilecek
bir düzeye gelmeleri için de eğitiyoruz. Bu
yoldan Amerikan yatırımlarına yeni
alanlar açmak umudundayız. Örgütün
devamlı olarak yaşayabilmesi için yapılan
harcamalar yıllık 6 milyon dolar
civarındadır.
Amerikalılar Asya Türkiye'sinde şimdiden
kâra geçen bir iş kurmuşlardır. Bu durum,
bütün bölge halkını bir gün bizim
müşterimiz olacağına dair umudumuzu
gerçekleştirmektedir. Şu anda Asya
Türkiye'sinde değişik bölgelerde 435
okulumuz ve bunlarda eğitim gören
19.795 öğrencimiz mevcuttur."1”
aktarmaktadır.
Anadolu’daki bu bir buçuk asırlık
faaliyetler Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle
GENCAY
40
artarak devam etmiştir. 1950'lere gelene
kadar, yabancı dille eğitime direnme
görülüyor. Yabancı dille eğitim veren
Robert Kolej, Sen Josef gibi bir kaç okul
var. O zaman bu okullara İstanbul’un ‘tatlı
su frengi’ zenginlerinin çocukları giderdi.
Bizler misyoner okullarına gidenlere
soğuk bakardık. Daha sonra, özellikle Türk
okullarına çengel attılar. Bir de baktık ki
her tarafta Anadolu Lisesi adıyla İngiliz
misyonerliğini bize yaptırmaya başladılar.
Hem de maliyeti bize ödetilerek… Ortada
dolaşan yabancı misyonerler olmadığı için
tepki de almıyor. Böylece bu ülkede
muazzam bir beyin yıkama programı
uygulandı ve bunu da ilericilik, çağdaşlık
adıyla aşıladılar. Bir kaç sömürge hariç,
hiçbir Avrupa ülkesinde kendi dili yerine
yabancı dille öğretim yöntemi
uygulanmaz. Çünkü bu, evvela pedagojik
olarak son derece mahzurludur. Siz
dersleri İngilizce öğretmeye kalkarsanız,
ne o dersi ne de İngilizce’yi dosdoğru
öğrenebilirsiniz. Üstelik kendi dilinizi de
unutursunuz.
Dil milleti yüzdüren gemidir yani; inancın,
hissiyatın, felsefenin, sanatın, fikrin…
Hepsi dile bağlıdır. Dil gidince bunların
hepsi de gider. Geriye alışveriş yapan
robot köle takımı kalır.2
12 Eylül 1980 rejiminin en büyük
kötülüklerinden biri de yabancı dille
eğitime yasallık kazandırması olmuştur.
1983’te kabul edilen 2923 sayılı yasa Türk
Milli Eğitimi’ne yıkım getirmektedir.
Yabancı dille eğitim; yüksek, orta,
ilköğretim ve hatta ana öğretime kadar
girmiştir.
Yabancı dille eğitim, öğrencileri
ezberciliğe yönlendirmektedir. Tek taraflı,
ruhsuz, ezberci ve öykünmecidir. Askeri
liselerde 1974-90 döneminde yabancı dille
eğitimden verim alınmadığından yeniden
Türkçe eğitime dönülmüştür. Yabancı
dilde eğitim Türkiye’yi yeniden ‘Sevr’
yıllarına götürmek isteyen sömürgeci
güçlerin oyunudur. Diğer yandan bilim
üretimi casusluğa neden olacak kadar
ulusaldır. Bilimini üretmeyen ülkeler yok
olmaya mahkûmdurlar. Önemsenmeyen
ve işlenmeyen bir bilim dili olarak Türkçe,
giderek zayıflayacak, evde ve sokakta basit
bildirişimler olarak kullanılan bir ağza
dönüşecektir. Özellikle 1980’li yıllardan
sonra dışarı açılmanın bir ön koşuluymuş
gibi yabancı sözcükleri olduğu gibi almak
doğal karşılanmaya başlamıştır.3
Türkiye’nin İngilizce Açmazı
Ülkemizde yabancı dil eğitiminin yaşı,
zamanı, müfredatı, gösteriliş biçimi ve
süresi sürekli değişiklik göstermektedir.
Örneğin; zorunlu hazırlık sınıfı okutulan
birçok bölüm hazırlık sınıfını kaldırmış ve
hatta bazı üniversitelerde kaldırılan bu
sınıflar tekrar açılmıştır. Bir dönem
Anadolu Liseleri ortaokul ve lise
düzeyinde eğitim dillerini % 100 İngilizce
yapmıştır. Sonrasında eğitim dili
tekrardan Türkçe’ye dönmüş ancak bir yıl
hazırlık okutulmuştur; daha sonraları ise
hazırlık sınıfları da kaldırılmış, eğitim yılı
GENCAY
41
4 (dört) yıla çıkarılarak yabancı dil eğitimi
yıllara yayılmıştır. Üniversitelerde de
durum çokta farklı değildir.
Yıllardan beri uygulanan bu sistem,
başarısı tartışılmaksızın gitgide
yaygınlaşmaktadır. Öğrenciler
üniversitenin onlara vermeye çalıştığı
evrensel değerleri, düşünce yapısını,
yaratıcılık ve özgünlük vasıflarını bir yana
bırakalım, bir meslek öğrenmeyi dahi
içinde bulundukları toplumun genel
değerlerine uygun olarak sadece derste
anlatılanı eleştirmeksizin bellemek olarak
görmektedirler. Sınavdan geçer not
almaya yönelik çalışmaya yoğunlaştıkları
için derslerde örnek olarak çözülenin
dışında problemlerle karşılaştıklarında
yeni düşünce biçimleri geliştirmekte
yetersiz kalmaktadırlar. Bunun
nedenlerinin başında düşünmeye,
araştırmaya yönelik bir eğitim yapısının
oluşturulamamış olması ve ezber
kalıplarının ne yazık ki aşılamaması
gelmektedir. En önemli nedenlerden biri
de yabancı dille eğitimin ülkemizde
giderek ağırlık kazanmasıdır.
Hem yabancı dili, hem matematiği, fiziği ya
da herhangi bir mühendislik meslek
bilgisini aynı derste öğretmek gibi bir
yöntem dünyanın bilinçli hiçbir ülkesinde
yoktur. İster Güney Amerika’da; ister
Çekoslavakya’da; ister Almanya’da; ister
Rusya’da; ister Çin’de olsun her ülke
sömürge olmadıkça kendi ulusal dilini
eğitim dili olarak kullanmaz. Hiçbir ülke,
yabancı dille eğitim yoluyla ilerlememiştir.
Bu şekilde bir eğitim, Türkiye’yi Uganda
veya Filipin düzeyine taşımaktadır.
İngilizlerin tarihsel süreçte
sömürgeleştirmek ve bilinçsizleştirmek
için İrlandalılara yaptığı budur. Şimdilerde
İrlandalılar uyanmış; dillerine tekrar sahip
çıkmaya çalışmışlardır. Görülmüştür ki
eğitimde bir yabancı dili, anaokulundan
itibaren benimseyen bir ülke, en çok
birkaç nesil sonra sömürge haline gelip
dağılmaktadır. Ayrıca yabancı dil
eğitiminde önemli unsurlardan biri olan
yaş, üniversite çağlarında oldukça
ilerlemiş olduğundan, yabancı dil
öğreniminin yapılacağı yerin üniversiteler
olmaması gerektiği açıktır. Genç nesilleri
hayata hazırlarken her eğitim seviyesinde
yapılması gereken yabancı dilde eğitim
değil; “yabancı dil eğitimi”dir.
Elbette ki en az bir yabancı dilin en iyi
şekilde öğretilmesi zorunlu olmalıdır fakat
bunun yeri üniversiteler değildir. Ayrıca,
yabancı dili çok hızlı öğreten ve teknolojik
araçları da bunun için kullanan pek çok
sistem geliştirilmekte olup vasat bir İngiliz
öğrenciye bile zor bir dil olan Çince’nin
birkaç ayda yoğun eğitimle öğretildiği
günümüzde, kıt ülke kaynaklarımızın
yıllarca hazırlık sınıflarında heba olması
da ciddi olarak üzerinde düşünülmesi
gereken bir olgudur.
KAYNAKÇA
Cevizoğlu H: Bütün Kaleler Zaptedilmedi: Atilla
İlhan'la Birkaç Saat. 2.basım, Ankara, 2004,s.46
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Bir Nev-York Rüyası
Bye Bye Türkçe, Otopsi Yayınevi,s.396
Prof. Dr. İsmail Haluk Gökçora, Bilim Dili Olarak
Türkçe; Bilim, Eğitim ve Düşünce Dergisi; Haziran
2004, Cilt 4, Sayı 2
TURAN, Şerafettin: Atatürk ve Ulusal Dil,
Cumhuriyet Kitap Kulübü,1998
DEMİRÖREN, A. : Yabancı Dilde Eğitim, İTÜ
Elektrik Elektronik Fakültesi, 2007.
GENCAY
42
BAĞIMSIZ GAZETE Ahmet KANBUR
Giriş
Ankara'ya geleli birkaç hafta olmuştu.
İkinci kez Ankara'ya gelişinin sebebi de
önceki gelişinde olduğu gibi eğitimdi.
Aslında bu geliş öncekine göre biraz
farklıydı. Artık normal bir üniversite
öğrencisi olmaktan çıkmış, akademik
hayatın temellerini atmış, tabir-i caiz ise
‘Akademili’ olmuştu. Bundan sonra atacağı
adımlar daha ciddi ve mesleğinin
gereklerine göre olmalıydı. Akademi'de
aldığı eğitimin yanında meslek hayatında
da etkin olmalı ve Ankara'ya gelmeden
önce sahip olduğu tecrübeleri daha da
ileriye taşımalıydı.
İş teklifi...
Dedim ya, mesleğini en iyi şekilde icra
etmeliydi. Bu düşünceyle gelir gelmez iş
başvuruları yaptı. Bir iki tanesinden çok
geçmeden cevap alsa da istediği şartları
bir türlü oluşturamıyordu. İnsanın en
değerli varlığı olan zamanı kaybetmemek
için sürekli çabalıyordu. Günlerden Salı ve
öğle saatiydi. Telefonun sesiyle birden
irkildi.
Tanımadığı bir numara arıyordu.
- "Efendim!" diyerek telefonu açtı.
Karşısında konuşan kişi gayet vakur bir
ses tonuyla:
- "Gazetemize yapmış olduğumuz iş
başvurusu için aramıştım." dedi.
Yüzünde beliren tebessüm ve heyecanın
getirdiği sendelemeyle cevap verdi.
- "Buyurun, sizi dinliyorum."
Karşıdaki ses:
- "Öğleden sonra Ulus'taki yerimizde sizi
bekliyoruz.", diyerek telefonu kapattı.
Heyecanı daha da artarak:
- "Peki!" diyebildi sadece.
Telefonu kapattığında farkında olmadan
düşünmeye başladı.
Ekim ayı idi…
Öyle ya; Cumhuriyet’in ilan edildiği, Türk
Milleti'nin dünya sahnesine yeni bir fikri
temelle çıktığı ve belki de en önemlisi,
Türk gençliğinin önündeki karanlık
ufuklara ışık tutulduğu bir aydı.
Değerliydi, kutsaldı. Ekim ayında,
Cumhuriyet'in başkenti Ankara'da
bulunmak ayrı bir gurur ve mutluluk
kaynağıydı.
GENCAY
43
Bu duygu ve düşüncelerle geldiğiniz
Ankara, yine o "kasvetli" havasını
koruyordu. Sahip olduğu resmiyeti hiç
kaybetmemesinin yanında, benliğinizde
oluşturduğu ruhaniyetiyle "Gönlünüzün
Payitahtı" idi. Yüz yıla yaklaşan geçmişinin
yanında Cumhuriyetin bütün birikimlerini
bünyesinde barındırıyordu. Attığınız her
adımda gördüğünüz tarih, aldığınız her
nefeste sizinle bütünleşiyor, kısa sürede
bütün bir Anadolu'yu hissetmiş olmanın
gururunu yaşıyordunuz. Anadolu'nun her
yöresinden insanın yaşaması, bu duygu
yoğunluğunun temel kaynağını
oluşturuyordu. Öylesi duygu yüklü anlar
oluyordu ki şehrin bir köşesine çekilip
gözlerinizi kapatıyor, bir anda kendinizi
İzmir'in işgali sonrasında yapılan tepki
mitinglerinde buluyor ve milli mücadeleye
hazırlanıyordunuz. "Aynı ruh yine olsa,
aynı çaba tekrar yaşansa, bende... "
düşüncesiyle kendinize bir rol belirliyor ve
ilk meclisin önünde, Cuma günü, Bursa
Mebusu Hoca Fehmi Efendi'nin ettirdiği
duaya eşlik ederken; Türk milletinin
makûs talihini kırmanın verdiği şevkle yeri
göğü "Amîn!" diye inletiyordunuz.
Kazanılan zaferin sarhoşluğunu
üzerinizden çabuk atıp, <Ey Türk! Titre ve
kendine dön!> haykırışının kulaklarınızda
işitilmesiyle harekete geçiyor, büyük Türk
medeniyetinin devrimlerini tek tek
gerçekleştirmenin onurunu yaşıyordunuz.
Bazen başka bir köşeye çekilip;
“Değiştir artık soğuk geceleri
Yeni doğan güne bir bak.
Çiçeklere, ağaçlara, güllere!
Uçmayı yeni öğrenen kuşların sevincine…”
Diyen Halide Edip ADIVAR'ı hatırlıyor,
sonra birkaç satır da siz karalıyordunuz
gönlünüzün payitahtına... Belki yarım
yamalak bir şey çıkıyordu ortaya;
anlamsız, düzensiz... Ama siz
yazıyordunuz. Bütün samimiyetinizle,
yüreğinizin sesini kâğıda döküyordunuz.
Çünkü o, sizin başkentinizdi!
Ve bazen de yeni yetme bir çocuk gibi
sokaklarını tek tek arşınlıyordunuz bu
Kut'lu başkentin, sevinçle, istekle… Hiçbir
karşılık beklemeksizin bütün benliğinizle
"Ben buradayım!" diyordunuz.
Derken birden kendine geldi. "Ben ne
yapıyorum!" diye söylendi. Sonra öğleden
sonra yapılacak olan görüşme için
hazırlanmaya gitti. Hazırlıklarını bitirip
buluşma için Ulus'taki gazete binasının
önüne vardığında kalp atışlarını kontrol
edemez hale gelmişti. Kendine yaptığı
"Sakin ol!" telkininden sonra, gücünü
toplayıp binanın merdivenlerine doğru
yöneldi. Binanın her bir basamağında
beliren tarih kokusunu içine çekerken bir
taraftan da mırıldanıyordu: "Kim bilir nice
şairler/yazarlar adımlamıştır bu
merdivenleri…" Sonunda üçüncü kattaki
gazetenin önüne gelmiş ve usulen kapıyı
tıklayarak içeriye girmişti. İlk bakışta
ortalıkta kimseyi göremedi; biraz daha
içeriye doğru ilerlediğinde, masa başında
GENCAY
44
oturan 40'lı yaşlardaki bayanı fark etti.
Kendisine “Hoş geldiniz!” diyen bayanın
telefonda konuştuğu "vakur" ses olduğunu
anlaması zor olmadı. “Hoş bulduk!” dedi ve
ekledi:
- "Telefondaki konuşmamız üzerine
geldim, müsaitseniz görüşebiliriz."
Bayan o sakin duruşunu hiç bozmadan:
- "Sizinle yayın yönetmenimiz görüşecek,
şu an buradaki en yetkili isim o.” dedi.
Sonra önünde yığınla duran sayfaları
incelerken, bir taraftan da farkında
olmadan mırıldanıyordu:
- "Şu haberlere bakın, nereye gidiyoruz
Allah aşkına! Kime/neye güveneceğimizi
şaşırdık. Allah sonumuzu hayır eylesin..."
Bir süre böyle devam ederken, içerideki
sessizliği dâhili telefon bozdu. Olgun bayan
telefonu açıp kısa bir süre karşı tarafı
dinledikten sonra telefonu kapattı ve
yerinden kalkarak arka tarafta bulunan
odaya yöneldi. Bu sırada gazetenin
özelliklerini inceleme imkânı bulan "genç
gazeteci", gazetenin duvarlarında bulunan
resimlere bakarken farkında olmadan
düşlerine devam ediyordu.
“Cumhuriyet bizimdir!..”
Devrimler gerçekleştirmiş, yeni ufkun
adının "Cumhuriyet" olduğunun bütün bir
millet tarafından kabul edilmesini
sağlamışsınız. Milli ve manevi varlığınızla
sahip çıktığınız bu değerleri, "İlelebet
payidar kalacaktır." sözüyle dağa taşa
kazımışsınız. Artık bu Kut'lu meşalenin
sönmemesi için hiçbir engelin olmadığını
kabul etmişsiniz. Hiçbir ayrıcalığın kabul
edilmeyeceğini, her vatandaşın bir ve
beraber oluğunu, inançların dahi serbestçe
yaşanabileceğini dosta düşmana
göstermişsiniz. Fabrikalar kurmuş, sanayii
geliştirmiş, tarım toplumunun üzerine
çıkmış, bu sayede Cumhuriyet’in ne demek
olduğunun herkesçe anlaşılmaya
başlanmasını sağlamışsınız. Tam
bağımsızlığın ancak "ekonomik"
bağımsızlıkla mümkün olabileceğini
haykıran Gazi Paşa dönüp: "Uygarlığımız
için emrinizdeyiz paşam!" demişsiniz.
Anadolu'nun her bir köşesini karış karış
gezmiş, Türk'ün uygarlığını bütün
memlekete kabul ettirmişsiniz. Bununla da
yetinmemiş, dünyanın gıpta ettiği, hayran
kaldığı Türk medeniyetini zirveye
çıkarmışsınız. En temiz, en saf halinizle siz
de uygarlığın sembolü için haykırmışsınız
"Cumhuriyet bizimdir!.."
Kapı sesiyle yeniden irkildi. Kendisine
doğru gelen bayan:
- "Yayın yönetmenimiz sizi bekliyor." dedi.
Bunun üzerine yayın yönetmeninin
odasına doğru yöneldi ve kapıyı vurarak,
sert bir "Geeel!" sesinden sonra içeriye
girdi. Karşısında asık suratlı, biraz irice bir
adam duruyordu. Arkası kapıya dönüktü.
GENCAY
45
Bir yandan pencereden dışarıyı izlerken
bir yandan da sorular soruyordu.
- "Ne iş yapacağını biliyor musun?"
Bu basit soruya kolay cevap vermişti
- "Evet biliyorum."
- "Peki, daha önceden tecrüben var mı ?"
- "Evet var."
- "Gazetemizi iyi tanıyor musun?"
- "Ancak takip edebildiğim kadarıyla…"
- “Bak çocuğum(!) biz <Bağımsız
Gazeteyiz> ancak bağımsızlığımızın belli
sınırları var.” Çocuk(!):
- "Nasıl yani? Anlayamadım."
- "Şöyle anlatayım. Bazı haberler vardır biz
bu haberleri kesinlikle yayınlamak
zorundayız; bazı haberler de vardır onları
yayınlamayız. Ayakta kalabilmemiz için
dengeleri iyi gözetmek zorundayız. Bu
meslekte ayakta kalabilmek için bunlar
şart!"
Garip bir yüz ifadesiyle yayın yönetmenine
bakan çocuk(!) birden öne doğru yöneldi.
Sesini biraz yükselterek:
- "Peki, bunun neresi bağımsızlık?
Verdiğiniz ilanda gazetenin bağımsız
olduğunu yazmışsınız; şimdi de bağımsız
olunamayacağını söylüyorsunuz!" dedi.
Sinirlenen yayın yönetmeni birden
çocuğa(!) döndü ve:
- "Ne demek istiyorsun? Burada kuralları
biz koyarız. İşine gelirse çalışırsın,
gelmezse defolur gidersin." dedi.
Bunun üzerine "genç gazeteci" yaşadığı
moral bozukluğu ve öfkeyle odadan dışarı
çıktı. Dışarıda duran bayan meseleyi
anlamıştı.
- "Üzülme, buradan ayrılan ilk kişi sen
değilsin!" dedi. Bunun üzerine genç
gazeteci gazeteden dışarı çıktı. Bütün
sevinci gitmişti. Artık heyecan
duymuyordu. "Acaba herkes böyle mi?"
sorusunu sordu kendine. Sonra caddede
yürürken hayallerine noktayı koyuyordu.
Gazi Paşa, hayata gözlerini yumalı daha ne
oldu ki? Bu kadar kısa sürede her şeyi
nasıl değiştirdiniz? "İlelebet yaşayacak!"
dediği Cumhuriyeti, nasıl oldu da bu hale
getirdiniz? Peki, ülküsü?.. Bıraktığı
değerler?.. Bu kadar çabuk mu
vazgeçtiniz? Hani "Emrinizdeyiz paşam!”
demiştiniz. Hani bütün varlığınızın
sembolü haline getirmiştiniz! Yoksa
Cumhuriyeti ve ilkelerini hiç mi
benimsemediniz? Sahte miydi bütün
yaşananlar? Peki, peki Türk medeniyeti?
İnanç eşitliği? Özgürce yaşam? Bunların
hiç mi değeri kalmadı nazarınızda? Bu
uğurda her şeyini feda eden ağabeylerimiz,
ablalarımız, ya onlar? Onların veballerini
de mi düşünmediniz?
Yazık hem de çok yazık...
Bu yazıların üzerine etkili olur mu
bilmiyorum ama vicdanen sorumluluğumu
yerine getirmek ve üzerimdeki vebali
atmak için "hak edenlerin" 29 Ekim
Cumhuriyet Bayramı ve 13 Ekim
‘Gönlümüzün Payitahtı’ Ankara'nın
başkent oluşunun 91. Yılı Kutlu Olsun!..
GENCAY
46
KADIZADELİLER Merve KARAGÜL
Günümüz fikir ve düşünce hayatına
oldukça etkisi olduğunu düşündüğüm, 16.
yüzyıl sonlarında Osmanlı
İmparatorluğu’nun klasik yapısının
bozulmaya başladığı dönemde İmam
Birgivi’yle fikri temelleri atılmış, 17.
yüzyılda da Kadızadeli Mehmed Efendi ile
siyasi bir kimlik kazanmaya başlamış olan
Kadızadeliler Hareketi’nin iyi tahlil
edilmesi gerektiğine inanıyorum.
16. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığı dönem
Osmanlı’nın zor günler geçirdiği bir
dönemdir. Avrupa’da coğrafi keşiflerin
sonucunda kıymetli madenlerin bolluğu,
hızlı nüfus artışı, ticaret yollarının
değişmesi, uzun süren savaşlar ve askeri
sistemdeki değişiklikler Osmanlı’da halk
ve yönetim üzerinde buhrana neden
olmuştur. Tam da bu yıllarda, Osmanlı’nın
resmi düşüncesine karşı çıkan İmam
Birgivi, yaşanan bütün bu buhrana sebep
olarak dini emirlerin terkedilip Hz.
Muhammed Dönemi’nde bulunmayan
birçok uygulamanın dine sokulmasını
göstermektedir. Asıl adı Takiyyüddin
Mehmed olan Birgivi’nin bu fikirleri kendi
döneminde devlet ve halk katında fazla
itibar görmese de 17. yüzyılda
Kadızadeliler Hareketi ile en parlak
günlerini yaşamaya başlamıştır.
17. yüzyıla gelindiğinde ise fikri alanda
zayıf kalmış fakat uygulamada saldırgan
bir tutum izlemiş olan Kadızadeliler
Hareketi’nin öncülüğünü Kadızade
Mehmed Efendi yapmıştır. Sığ bir bakış
açısına sahip bu düşünce Hazreti
Muhammed’den sonra ortaya çıkan her
şeyin reddedilmesi gerektiğini
savunmuştur. Halkın ve devlet
yöneticilerinin bunalımda olduğu hayli
sıkıntılı geçen bu yıllarda Kadızade
Mehmed Efendi hatipliğini de kullanarak
verdiği vaazlarla halkı ve yöneticileri etkisi
altına almış, kurtuluşun sadece şeriatta
olduğunu söylemiştir. Yalnız bu öyle bir
şeriattır ki başkalarına haram olan her şey
kendilerine helaldir ve kendilerinden
olmayanların idamları vaciptir. Dönemin
Vekayinüvistlerinden Naima,
Kadızadeliler’in başlangıçta dünya malına
aldırış etmeden sade bir hayat
yaşadıklarını, ancak daha sonra siyasi
sahneyi ellerine geçirince kendilerini din
yolunda gösterip her türlü dalavereyi
çevirdiklerini, rüşvet aldıklarını söyler.
Saray ve çevresinde siyasi nüfuz elde eden
ve padişahlar üzerinde hayli etkili olan
Kadızadeliler, kendilerinden olanları
devletin üst kademelerine yerleştirirken
muhalif olanları ya yerlerinden etmiş ya da
idam ettirmişlerdir. Ayrıca siyaset
meydanında istedikleri gibi at koşturmaya
başlayan Kadızadeliler, halkın Kadızadeli
GENCAY
47
ve Tarikat mensubu olarak ikiye
bölünmesine sebep olmuş, kimse diğerinin
imamlık yaptığı camiye gitmez, birbirine
selam vermez olmuştur. Silahlarla
tekkeleri basan, yakaladıkları imamları
döven Kadızadeliler, Anadolu’da birçok
şeyhin idam edilmesinde de etkili
olmuştur.
Yıllarca İstanbul’da istediklerini yaptıran,
devlet işlerine müdahaleden kaçınmayan,
devletin kötü gidişatına çözüm arayışı adı
altında halkın dini duygularını sömüren,
siyasi nüfuzlarını din adına kullandıklarını
iddia eden Kadızadeliler Hareketi’ni
Köprülü Mehmed Paşa sadrazam
olmasıyla birlikte bir günde bitirmiş,
birçok Kadızadeli’yi sürgüne göndermiştir.
Daha sonra tekrar toparlanmaya çalışsalar
da bir daha eski güçlerine
ulaşamamışlardır.
GENCAY
48
millikanal.com
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.