30

Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015 http://www.gencaydergisi.com

Citation preview

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 4 Sayı 45 - Ekim 2015

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

MODERNİST BİR EĞİTİM TASARIMI: “MİLLÎ MEKTEP” / Yunus Emre UYAR

AİLE RESİMLERİ / Dilek AKILLIOĞLU

TARİHTE İLK BİYOLOJİK SİLAH: DELİ BAL / Ragıp REİS

TÜRKİYE'NİN ERKEN SEÇİMLERİ / Çağhan SARI

ELİF KAŞLARINI ÇATTI! / Hanife YAŞAR

GÜNEŞE DOST PAMİR’DEN ANADOLU DİYARI ULUPAMİR’E / Gülder ESKİ

YILANLARIN ÖCÜ: FAKİR BAYKURT HAKKINDA / Canan CAVŞAK

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

1

MODERNİST BİR EĞİTİM TASARIMI:

NURETTİN TOPÇU’NUN “MİLLÎ MEKTEP”İ

Yunus Emre UYAR

Toplumsal sorunlarla ilgilenen aydınların

gerek sorun saptamalarında gerekse

çözüm önerilerinde sıkça değindikleri bir

alan da eğitimdir. Bu, eğitim olgusunun

toplum ve uygarlık için ne anlama

geldiğinin bilincinde olan kimseler için

oldukça doğal bir durumdur. Sonuçta

eğitim, toplumu biçimlendirmek üzere

siyasi gücün epey yatırım yaptığı bir

aygıttır. Toplum için bir şeyler söylemek

isteyenler bu nedenle onca emek harcanan

eğitime değinmeden edemezler. Kaldı ki

eğitim bahsini açmadan herhangi bir

toplum sorunu üzerinde konuşmak pek

olanaklı görünmez.

Durmuş Hocaoğlu, bir metninde aydın

kimselerin toplumsal sorunlarla vicdanı

kanayanlar olduğunu söyler. Bunun gibi,

Türk toplumunun birçok derdiyle

dertlenenlerden olan Nurettin Topçu da

birçok aydın gibi eğitim bahsini ele almış,

hatta “Maarif Davamız” adlı bir kitaba da

imza atmıştır. O, eğitim adına öne

sürdükleriyle bugün eğitim üzerine

düşünenlerin dikkate alması gereken bir

aydın olduğundan bu yazının amacı onun

ilgili görüşlerini tanıtmak ve bugün için

tartışmaya açmaktır.

Nurettin Topçu, ülküsündeki eğitim

anlayışını “Millî Mektep” şeklinde

adlandırmış ve bunun nasıl olması

gerektiğine dair metinler üretmiştir. Onun

Millî Mektep’ini daha iyi anlamak için belli

başlıklar altında incelemek gerekir.

1. Topçu’da Eğitim Ne Anlama Gelir?

Nurettin Topçu, toplumsal meseleler için

eğitim olgusunun birçoklarına göre daha

büyük bir rolü olduğu kanısındadır. “Bir

neslin kurtuluşunu ancak maarifinin

yükselmesinde aramak lâzımdır.” diyen

aydın, aile-okul kıyasına gittiğinde de

okulu öncelikli görür. Okul kurumuna ve

eğitim olgusuna toplumda bu denli yer

veren Topçu için eğitim birey

yetiştirmekten çok toplumu yapılandırma

aygıtıdır. O, yeri geldiğinde yetişek

tasarlamanın da ötesine geçerek zaman

zaman ders içeriği, hatta işleniş süreci bile

kurgular. O, eğitsel etkinlikleri seferber

edilip topluma biçim vermeye yarayan bir

enstrüman olarak görür. Bunu onun

“Millet Ruhunu yapan Maariftir.”(s.30) gibi

tümcelerinde de görmek mümkündür. İş

bununla da kalmaz, o okulu hakikate

götüren yol olarak görür. Burada onun

sonraları da değinileceği gibi mutlak

hakikat yanlısı olduğunu söylemek gerek.

Onun için belli mutlak hakikatler vardır ve

okul bu hakikatlere ulaşamamış olanları

irşat görevini üstlenebilecek birincil

kurumdur.

2. Topçu’nun Eğitim Felsefesi Hakkında

Neler Söylenebilir?

Nurettin Topçu eğitim bilimleri üzerine

formal bir eğitim almamış biri olarak

eğitim bahsine daha çok dışarıdan

yaklaşmıştır. Bu nedenle onun asıl

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

2

meselesi eğitim etkinliklerine yön veren

temel felsefedir. Onun tasarladığı Millî

Mektep’i ayrıcalıklı kılan da yaslandığı

felsefî temellerdir. Bu hâliyle o tasarımın

felsefî temellerini vurgulamak için o,

öncelikle bazı felsefî görüşleri açık bir

biçimde karşısına almıştır.

Topçu’nun eğitim evreninde pragmatizm,

pozitvizm, katı bir realizm, materyalizm,

varoluşçuluk doğrudan; sekülerizm,

laisizm dolaylı olarak tümüyle

dışlanmıştır. O, yer yer bilginin yarara

indirgenmesini ve okulun hayatla

eşitlenmesini yererken yeri geldiğinde

açıkça Amerika’dan ithal edilen pragmatik

felsefeyi sorunların sebeplerinden

gördüğünü beyan eder. “Her sahada

muvaffakiyetin sırlarını araştıran ve pratik

muvaffakiyete hakikat unvanını bağışlayan

Amerikan felsefesi prgmatizm, her şeyden

önce maarifte muvaffak olmuş bir

musibettir.”(s.93) Onun devrinde Türk

eğitim sisteminin temellerinde büyük

ölçüde pragmatizmin eğitim felsefesine

yansıması olan İlerlemecilik akımının

etkisi görülür. Hakikati tanrısal, ruhçu

kaynaklarda arayan aydının onu yararla eş

gören bu felsefeyi benimsememiş olması

oldukça doğaldır, ancak o bu felsefeyi

eğitim için sorun olarak görürken

herhangi bir pedagojik dayanak sunmadığı

gibi İlerlemeci eğitimcilerin pedagojik

iddialarını tahlile de girişmemiştir.

Burada, yeri gelmişken bireye pratik bir

fayda sağlayacak olanın özellikle çocuk

zihinler tarafından ne denli alımlanacağını

ve böyle bir kaygı taşımayan ruhçu eğitim

felsefelerinin çocuk zihnine neler

söyleyebileceği konuları tartışılmaya

muhtaçtır.

“Üçüncü ve son yıkım, evvelkilerin zorunlu

sonucu hâlinde ve onlardan daha müthiş,

daha acıklı oldu. Bunda kudret iradesi ve

onun yarattığı gurur yok olarak onların

yerinde existentialisme’nin tatbikatı diye

Batı’dan alınan fizyolojik iştihaların

hakimiyetine teslim edici bir nevi hayat

realizmi göze çarpıyor.” (s.22) Varoluşçu

felsefeyi da açıkça karşısına alması

Topçu’nun din odaklı dünya görüşünün

doğal bir sonucu olarak okunmalıdır.

Nitekim o, bireyin kendi varoluşunu

gerçekleştirmesi yerine onun üzerinde var

edici bir otoriteyi hayatının temeline

yerleştirmiş görünmektedir. Ancak bunu

söylerken özellikle gençlerin psikolojisine

ilişkin dikkate değer kaygılardan söz eder.

Varoluşçu felsefe her ne kadar bireye

kendi sorumluluğunu yüklemek işlevine

yardım etse de varoluşçu felsefecilerin

toplumda bıraktığı genel izlenim, özellikle

ergenlik dönemindeki bireylerin birtakım

bunalımları düşünüldüğünde

kaygılandırıcı olabilir. Varoluşçu bir dünya

görüşünün genç zihinlerde nasıl etkiler

bırakacağı da ayrıca bir tartışma

konusudur.

Pozitivizm ve materyalizm de doğrudan

Topçu’nun dünyası dışında kalır. Dinci

dünya görüşünün etkisiyle böyle olması

yadırganmamalıdır. Ancak söz konusu

eğitim olunca ona göre bu tür akımlar

bireyi idealden, romantizmden

uzaklaştıracağı için zararlıdır. Çünkü o,

eğitimde gençliğe romantik bir hava

oluşturmak ve bu sayede ideal yüklemek

gerekliliğinden söz eder.

Kısaca yukarıdaki gibi olmaması gereken

eğitimin felsefesinde Topçu, romantizme

büyük pay bırakır. Onun Anadolu’yu

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

3

“Yazılmamış bir destan gibi.” görmesi,

Anadolucu diye nitelenen kimliğinin bir

parçasıdır. O, bir Anadolu romantizmi

yaratılması gerektiğinden söz eder. Onca,

bu coğrafyanın ve üzerinde barınan

kültürün son bin yılda ortaya koydukları

eğitsel düzlemde romantik bir hava

oluşturmalıdır. Bunun için Anadolu’nun

sözlü kaynaklarını hatırlatarak o aslında

18. asrın Alman romantizmini çağrıştırır.

Grimm kardeşler gibi masal

derleyicilerinin çalışmalarıyla, sözlü

kaynakların gündeme getirilmesiyle

Almanya’da ortaya çıkan romantik

havanın bir benzerini Topçu Türkiye için

de ister. Yine bundan bağımsız

düşünülmeyecek şekilde o, eğitimin

temellerine “ideal” kavramını yerleştirir.

Onun hem bir güdülenme kaynağı hem de

bir yürütücü güç olarak ideali eğitimde

böylesine yapıcı görmesi önemlidir. Bu

sayede eğitsel süreçlerde romantik

algıların ve onların yetişeğe

yansımalarının olanakları tartışmaya

açılabilir. “Ancak doğurucu zekaya ilk

hamleyi verecek olan, asırlar içinde bir

millet ruhunun bir vatan toprağına

sızdırdığı suların çağlayanı olan

romantizm hareketidir. Anadolu,

romantizmini hâlâ yaşayamamıştır.

Halbuki bu toprağa ne zaferlerle

matemler, ne sevdalar ve sesler sinmiştir!

Herhalde birgün doğmasını beklediğimiz

Anadolu romantizminin, dini temel ve

ruhu tasavvufta barınan İslam; ahlâk

anlayışı ve fedakârlık; sanatının temeli

Anadolu destanları, masalları ve halk

türküleridir.” (s.85)

Nurettin Topçu’nun Millî Mektep’inde

önemli bir kaygısı da madde-mânâ

dengesidir. Metafizikle arası oldukça iyi

olan aydın, devrinde makineleşmenin,

pozitif bilimlerin eğitim ve toplum

yaşamındaki egemenliğinden kaygı

duymuştur. Gerçekte bireyin özgürlüğü

için bir süre sonra tehdit olmaya başlayan

makineleşme olgusunu tedirginlikle

karşılayan aydın, modern zamanların en

çok ihtiyaç duyduğu kavramlardan olan

değerler eğitimini de gündeme getirmiştir.

Ona göre mânânın bir bahsi olan değerler,

insanı makinenin, sanayinin ve pratik

faydanın güdümünde kısırlaştıran

egemenliğine karşı insanîleşmek için

gereklidir. Onun bu kaygıları devrinde

ötelenmiş bulunan sosyal bilimlere ve

sosyal bilimler eğitimine göz kırpar.

Bununla da kalmaz, bugün bile eğitimde de

çokça ihmal edilen bireyin duyuşsal

boyutuna ilişkin bir şeyler söyler. Bugün,

eğitimin bireylerin belli başlı bilişsel

beceri kalıplarına uydurulmaları etrafında

dönmesi, eğitimde kuşakların duyuşsal

cephelerinin (değer, ilgi, tutum, ahlâk,

sevgi vb.) ihmal edilmesi bir yakınma

konusudur. İyi bir liseye ya da

üniversiteye girmenin, bu sayede kaliteli

bir yaşam kazanmanın koşulları arasında

duyuşsallığa pek yer verilmemektedir.

Seven birey, düşünen bireyin çok arkasına

itilmiştir. Bugün de modern zamanların

insanın insanlığından bir şeyleri

götürdüğü iddiasında olanların başat

tutamakları Topçu’nun öne sürdükleridir.

O hâlde onun Millî Mektep’i söz konusu

kaygıları giderici açılımlar sunabilir.

Bireyin duyuşsal boyutunu sorun

edinenlerin çoğu kez soluğu dinlerde

ve/veya türlü ahlâk anlayışlarında aldığı

görülür. Nitekim Cemil Güzey’in dediği gibi

bunlar bireye hazır davranış ve duyuş

kalıpları sunar. Topçu da yeni bir yol

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

4

denemek yerine büyük bir hararetle

taraftarlığını ettiği toplumunun

halihazırda var olan dinine ve ahlâk

dizgesine başvurur. Onları insanîleştiren

değerler olarak görüp makineleşme

tehdidi karşısında kuşanır. Bu hâlde Millî

Mektep’in başat cephelerinden birini de

onun birbirinden ayrı görmediği din ve

ahlâk eğitimi oluşturur. Din ve ahlâkın

böylesine bir aradalığının olanağı ayrı bir

tartışma konusudur. Burada Topçu’nun

din ve ahlâk eğitimi bahsinde akranlarının

ötesine geçen iki vurgusunu sermek

gerekir. Onun bu konudaki birinci vurgusu

sürecin tekniğine ilişkindir. Ona göre

pedagojik teknikten yoksun bir din ve

ahlâk eğitimi dine de ahlâka da yarardan

çok zarar verir. Bugünkü din ve ahlâk

eğitimi durumlarına bakınca Topçu’ya hak

vermek gerekir. Öğretmen atamak üzere

yapılan sınavlarda en düşük puan

ortalamasına sahip olan branşlardan biri

din kültürü ve ahlâk bilgisidir. Bu, mevcut

branş öğretmenlerinin birçoğunun

pedagojik yeterliliklerine dair kuşku

uyandırır. Zaten camilerde verilen din

eğitimi hiçbir pedagojik ehliyeti olmayan

din görevlilerinin elindedir. Topçu’nun din

için gördüğü tehditler de tam olarak

bunlardır.

Maddeci, olgucu, yararcı, varoluşçu hayat

algılarını karşısına aldıktan sonra Topçu,

Millî Mektep’inin temelini açıkça beyan

eder. Onun mektebi için temel kitabı

“Kur’an’dır.” (s.62) Onun maarif davası

bireyi hakikat olarak gördüğü Allah’a

giden yola yerleştirmektir. Çok bilindiktir

ki mutlak bir hakikate sahip olmak iddiası

iddia sahiplerini çoğu kez otoriterliğe sevk

eder. Bu, oldukça doğaldır, çünkü

elindekinin mutlak doğru olduğuna inanan

biri için diğer görüşler elbette pek önemli

olmayacak, hatta çoğu kez yaşamayı

hakketmeyecektir. Topçu da böyle biri

olarak düşlediği sürecin otoriter bir tavırla

gerçekleşeceğini söylemekten çekinmez.

Nurettin Topçu’nun Millî Mektep’ini inşa

edecek olan eğitim felsefesi maddeyi

bırakmadan mânâyı, bu dünyayı

bırakmadan öte dünyayı, bilişi bırakmadan

duyuşu, modernizmin katkılarını

bırakmadan onun alıp götürdüğü millî

değerleri, makineden vazgeçmeden insan

gönlünü kucaklamayı amaçlar.

Topçu’nun ortaya koyduğu anlayışı

insanlık tarihindeki diğer eğitim

felsefelerinden soyutlamak olanaklı

değildir. Onun söylemlerini ana eğitim

felsefelerinin bir yerlerine yerleştirmek

aslında onun modernizmin neresinde

kaldığını söylemeyi de sağlar.

İdealist felsefeye dayanan Daimcilik,

dönüp bakıldığında Nurettin Topçu’nun

büyük ölçüde oturtulabileceği bir şablon

gibi görünür. Herhangi bir eğitim felsefesi

kitabında Daimcilik başlığında sıralanan

birçok maddenin Millî Mektep’le örtüştüğü

görülür. Daimcilik büyük kitaplar

etrafında şekillenen eğitimi savunur.

Topçu da yukarıda değinildiği gibi tüm

eğitsel evrenini bir büyük kitap olan

Kur’an etrafında tasarlamıştır. Eğitimde

erensel ve mutlak doğruların aktarılması

esastır, diyen Daimci öğreti Millî Mektep’te

Allah’ın yolunu değişmez hakikat olarak

saptamak şeklinde ifade edilir. Nurettin

Topçu, pragmatizme karşı çıkarken onun

hayatla eğitimi eşitlemesi üzerinden

gitmiştir. Çünkü o da tipik bir daimci gibi

eğitimi hayatın kendisi değil, hazırlığı

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

5

olarak görür. Millî Mektep’e Topçu’nun

önerdiği dersler bile Daimci öğretiyle

örtüşür. Bunlar fen bilimlerinin yanı sıra

felsefe, tarih ve edebiyattır. Topçu

sorumluluk bahsinde de tipik bir Daimci

gibi düşünür ve varoluşçuluğa muhalefet

etmesine rağmen kişisel sorumluluktan

söz eder.

Görülen o ki Millî Mektep, modernizmin

içinden birtakım Batılı değerlere karşı

duran, toplumu birtakım Batı kökenli

akımların etkisinden soyutlamaya çalışan,

temellerini İslam öğretisinin mutlak

hakikat iddialarında bulan ve bunun

getirisi olarak otoriter eğilim gösteren bir

yapılanmadır. Böylesi bir felsefeye

yaslanan Millî Mektep’in yirmi birinci

yüzyılda bazı soru işaretleri vardır.

Bir kere birçok Batılı değere karşı açıkça

savaş ilan etmek, onları soğukkanlılıkla

inceleyip gerekli yararı çıkarmaktan daha

işlevsel olur mu, sorusunu gündeme

getirmek gerekir. Yapıtında görüldüğü gibi

Nurettin Topçu herhangi bir Batılı değerin

eleştirisini ya da çözümlemesini

yapmaksızın reddeder ve bu tavrın

temelinde genellikle onların Topçu’nun

mutlak hakikat iddiasının anlam evreninde

yer almaması yer alır. Böyle olunca ortaya

bir başka sorun çıkar: Tüm bu evrenle

karşıtlık ilişkisine girmeyi getiren mutlak

hakikat iddiası, kendisini hangi olgusal

düzlemde ne tür bir nesnellikle ortaya

koyar? Ya da böylesi bir eğilimi olanlar için

bu soru gerekli midir? Bu sorunu öteleyen

bir anlayış nesneler evreninde kişilere

neler söyleyebilir?

Millî Mektep’in ortaya koyduğu dizgenin

hizmet edebileceği belli başlı değerler de

vardır. Bunların başında insan duyuşunun

önemsenmesi gelir. İnsanın makineleşme

sürecinde insanlığından kaybettiği

kaygısını taşıyanlar için insan duyuşunu

önemsemek şarttır. Topçu, bunu İslamî bir

söylem tasarımıyla gerçekleştirmiştir. O,

aynı kaygının bir sonucu olarak eğitimin

sermayenin tekeline girmesine de karşıdır.

Eğitimde özelleşme fikrine itiraz ederken

başat kaygısı eğitim kurumlarının

ticarethaneye çevrilip maddeci heveslere

kurban verileceğidir. Eğitimi alınıp satılan,

varsılın çok yoksulun az temin edebildiği

bir ticari meta hâline getirme tehlikesi

taşıyan özelleşme sürecine karşı Topçu,

devlet tekelini savunarak klasik Amerikan

muhafazakârlarından ayrılır. Ancak bunu

yaparken çıkış noktası aynı duruşu

sergileyen Freire, Mc Laren, Giroux gibi

sermaye karşıtları değil; doğrudan manevî

duyarlılıklarıdır. Yine de onun bireyin

duyuşsal cephesine yönelik vurguları

postmodern kaygılara benzetilebilir.

Makineleşmeye karşı duyguları ön plana

çıkarmak kalıbıyla özetlenebilen bu

postmodern tavrın Topçu’da da mevcut

olduğu kabul edilebilir.

Nurettin Topçu, her ne kadar eğitimin

meselelerine derinlikli olarak nüfuz

etmemiş olsa da ona dışarıdan getirdiği

birtakım felsefî yorumlarla eğitim felsefesi

üzerinde düşünenler için gözden

kaçırılmaması gereken bir aydındır. Yine

Türkiye’de belli bir zihin dünyasının

anlaşılması için önemli veriler sağlar.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

6

AİLE RESİMLERİ Dilek AKILLIOĞLU

Türkiye’de 19. yüzyılın sonundan

başlayarak yaşanan sosyal ve ekonomik

dönüşümler, aile yapısının değişmesine ve

farklı aile biçimlerinin ortaya çıkmasına

yol açmıştır. Bu süreçte, geleneksel aile

biçimlerinin işlevleri yavaş yavaş ortadan

kalkmış ve modernleşme sürecinin

getirdiği yeni yaşam biçimlerine uygun

aile biçimleri ortaya çıkarak toplumsal

yaşamda önemli bir yer tutmaya

başlamışlardır(Özbay, 1985; Duben, 1985;

Duben ve Behar, 1998).

Aile yapısının değişiminde büyüyen nüfus,

sosyal, ekonomik, kültürel sebeplerle

birlikte gelişen düşünce biçimleri de etkili

olmuştur. Özellikle genç insan sayısındaki

artış, buna bağlı olarak yerleşim

yerlerindeki kırsal bölgeden kente geçişin

artması da aile biçimlerini etkilemiştir.

Diğer taraftan 19. Yüzyıldan sonra kadın,

kırsal bölgeden büyük anakentlere geçen

yaşamla çalışma sahasında etkili olmaya

başlamış, buna bağlı olarak doğum

sayısında azalmalar yaşanmıştır. (Koç ve

diğerleri, 2010). Çiftlerin evlendiklerinde

aile planlamasına verdiği önem; önceleri

olduğu gibi üçten fazla çocuk değil şehrin

ekonomik çizgilerine göre değişmiştir. Aile

planlamasındaki bu farklılık aile

içerisindeki bağlarında değişmesinde

doğal olarak etkili olmuştur.

Sosyal güvenlik konusunun değişimi

sonucunda ülkemizde aile kurumu,

yukarıda belirttiğimiz gibi kuruluşundan

sonra farklılaşmalar yaşadığı gibi

kurumsallaşmadan öncede değişime

uğramıştır. Türkiye’de evlenmeye karar

veren çiftlerin yaş aralıkları değişmiş;

yuvanın kurulmasında ekonomik birikim

ve eğitimin etkili olmaya başlamasıyla eş

seçiminde geçen süre uzamıştır. Bu

durumun olumlu ve olumsuz olarak aile

resimlerine etkileri kaçınılmaz olmuştur.

Öncelikle süreç uzamadan yapılan genç

evlilikler için düşünecek olursak kişisel

gelişimini yeni yeni tamamlaya çalışan

bireyin toplumun temel kurumunu

oluşturması dinamikçe ama sağlam

olmayan yapılara neden olmuş, genç birey

oluşturduğu yapı ile kendi için bir şeyleri

tamamlamadan sosyal dengenin zinciri

olan çocuğu dünyaya getirmiştir.

Ülkemizdeki genç evliliklerin çoğu çiftlerin

isteği değil de aile büyüklerinin uygun

görmesiyle de oluştuğu için aile yapısı

daha da karmaşık hale gelip hem kişiler

hem de toplumu sosyal olarak geriye

getirebilmektedir. Diğer taraftan ise

sürecin uzamasıyla kişilerin evlilik için

daha seçici hale gelmesi, hatta belirli

süreden sonra evlenmekten vazgeçmesi de

ülkenin nüfusunu, üreten neslin giderek

azalmasına neden olabilmektedir.

Son 40 yılın verileri incelendiğinde

Türkiye’de çekirdek aile ve dağılmış aile

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

7

resimlerinin yaygınlığı artmıştır. Geniş aile

biçiminin ise giderek azaldığı görülmüştür.

(Türkiye’de Aile Yapısının Değişimi, 1968-

2011) Bir ya da iki çocuğa sahip çekirdek

aile resimleri kentlerde fazla, kırsal

kesimlerde ise durumun tam tersi üç veya

daha fazla çocuklu ailenin olduğu

gözlenmiştir. Aile resimlerinin bu farklılığı

köyde yaşayan genç nüfusun fazla,

kentteki genç nüfusun ise az olduğunu da

ortaya koymaktadır. Kırsal kesimdeki aile

resimlerinde çocuklar eğitim sebebi ile

belirli süreden sonra anakentlere göç

etmekte veyahut ekonomik durumların

getirdiği zorunluluklarla kente göç

etmektedirler. Bu da aile profillerindeki

bir başka değişime yol açmakta; aile

gelenek ve kültürlerini de

farklılaşmaktadır. Dağılmış ailelerin sayısı

bu ve benzer değişimlerle giderek sayısını

yükselmektedir. Bu farklılığın altında,

kentsel alanlarda tek ebeveynli ailelerin,

diğer dağılmış aileler ve akraba

olmayanlardan oluşan ailelerin

yaygınlığının kırsal alanlara göre daha

fazla olmasının etkisi bulunmaktadır.

Köyde yaşayan küçük topluluklar genel

olarak birbirlerini tanıyan, bir şekilde

akraba veya hısım olan kişilerden

oluşmaktadır. Yine evliliklerde bu küçük

sistem içerisinde oluşup, yuva kuracak

çiftlerin bir şekilde bağları bulunmaktadır.

Geçmişteki akraba evlilikleri ve bunun

sonucu olarak özel eğitime muhtaç

çocukların dünyaya gelmesindeki artış

bundan kaynaklanmıştır. Buraya bir

parantez açacak olursak yukarıdaki genç

evliliklerin getirdiği eksi durumlar olsa da

göz ardı edilmekte, ayrıca sosyal bir

güvencesi olmayan kadın ayrılıkları en aza

indirgemeye gayret etmektedir. Akraba

evlilikleri, ya da kent-kır kadın

özelliklerinin farklılıklarını ve sonuçlarını

şimdilik ele almadığımız için küçük sosyal

döngünün etrafında oluşan bu aile

resimleri belirli adet-değer- görenek gibi

mühim kavramları beslemektedir.

Kentlerdeki yaygın aile resimlerinde

kişiler birbirlerinden uzak insanlardan

oluşmaktadır. Günümüzde de artan

çekirdek aile sayısının fazlalığı bu

sebeplerden ileri gelebilecek olup, kent-

kır yaşamının, değerlerinin arasındaki

makas giderek açılmaktadır. Geniş aile

yapısının varlığı toplumda kendine yeten

başlı başına bir üretim birimini

kuvvetlendirmektedir. Geniş ailede

yapılan üretim, işbirliği, çocuğun babadan

edindiği meslek ve yaşam tecrübeleri

geleneksel damarları sıkı tutmaktadır.

Fakat bunun yanı sıra bu aile resminde

baba tek egemen kişi olup kararları alan

etmendir. Çekirdek ailenin ya da kentsel

aile yapısının en sarsıcı değişim de bu

olmuştur. Köylerde var olan yakın

komşuluk ilişkileri değişen yapı ile

bozulmaya başlamıştır. Kentlerde çekirdek

aileler akrabalardan uzakta, dağınık

komşuluk ve insan ilişkileri içinde

yaşamaya, yeni toplumlara yol açmaya

başlamışlardır. Dağınık aile resimlerinin

iyileştirici etkisi de akraba evlilikleri bu

şekilde azalması olmuştur. Çünkü

birbirinden uzakta olan kişiler ayrı sosyal

sınıflardan evlilikler yapmışlardır.

Teknolojik gelişme sayesinde kadın evinde

yaptığı kas gücü gerektiren işlerin

ağırlığından kurtulmuş daha çok sosyal

yaşama karışmıştır. Evdeki sosyal yaşamı

biçimlendiren karar alma, karar verme

biçimlerini değiştirmiş, çocuğun

büyütülmesinde annenin etkisi kadar baba

rolünü de kuvvetlendirmiştir.

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

8

Aile yapıları hakkında meydana gelen

değişimleri inceleyen gelişimsel idealizm

teorisi konu hakkında insanların dini,

ahlaki tutumlarının kendilerini etkilediği

gibi aynı zamanda aile kurma, çocuk

yapma, yetiştirme inanışlarını da

etkilediğini savunmaktadır. (Thornton,

2001; Thornton 2005; Thornton ve

diğerleri,2012). Düşünce ile modernleşme

algısının farklı aktarılmaya çalışıldığı

savunulmaktadır. Bu düşüncenin etkisi ile

birçok gelişmekte olan toplumda az çocuk

sahibi olmak ve çekirdek aile içinde

yaşamak gelişmeyi ve ilerlemeyi

destekleyen; çok çocuk sahibi olmak ve

geniş aile içinde yaşamak ise buna engel

olan bir durum olarak algılanmaktadır. Bu

da ülkemizde olduğu gibi çekirdek ailenin

örnek aile olma algısının güçlenmesini

sağlamıştır. (Barrett ve Frank, 1989;

Donaldson, 1999; Harkavy, 1995;

Hodgson, 1983; Hodgson,1988)

Aile, insan ilişkilerinin birincil olarak

kurulduğu yer olmasından dolayı yapısal

olarak yaşadığı her değişim toplumsal

davranışların kuşaktan kuşağa

aktarılmasını etkilemiştir. Gelişimsel

idealizm teorisinin de aslında belirtmek

istediği budur. Buradan hareketle dikkat

edildiğinde Türkiye’de aile yapısındaki

önemli değişimler bu anlayıştaki

modernleşme işlevi ile aile yapılarını

küçükleşmiştir. Aile biçimlerinin

kompozisyonları sığlaşmış, boşanma,

kavga, şiddet kopuk ebeveyn ilişkilerine

yol açmıştır. Diğer yandan bu kopuk

bağlar ciddi şekilde dağılmış aile

yaygınlığını da artmıştır.

Dağılmış aile tek kişilik yaşam biçimini

güçlendirerek toplumda yalnızlığa

ilerleyen gençlerin oluşmasını sağlamıştır.

Bu şekilde ilerleyen aile yapıları dikkate

alınırsa gelecek çağlarda iç kültür temeli

olan kurumun zayıflayacağı, yok

olabileceği öngörülebilir. Öngörü ile geniş

aile biçimi düşünsel, ekonomik sosyal

dönüşümler ile durağanlaşacak, çekirdek,

dağılmış aile tipleri artabilecektir. Sonuç

olarak toplumsal yapının

güçlendirilmesini sağlayan aile

kuruluşunun üyeleri arasındaki ilişkiler

dengelenmeli, geniş aile ve çekirdek

ailenin etkileri üzerinden düzenlemelere

gidilmelidir. Bu kapsamda aile

yapılarındaki çözülmeler hakkında

iyileştirme sağlayacak kalkınma planları

yapılmalıdır. Aile danışmanları toplumda

daha fazla etkili olmaya başlamalı,

yapılacak planlar değerler sistemi

üzerinden yapılan geliştirici sağaltımlarla

sağlanmalıdır.

Kaynaklar:

1. T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Aile ve

Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü, “Türkiye Aile

Yapısı Araştırması” , Araştırma ve Sosyal Politika

Serisi 07, Birinci Basım, 2014, İstanbul

2. Aile Yapısı Araştırması, (2006), Başbakanlık Aile

ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü: Ankara.

3. Türk toplumunda aile-çocuk ilişkilerine genel bir

bakış, Tezel Şahin, Fatman cevher, Fatma Nilgün

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

9

TARİHTE İLK BİYOLOJİK SİLAH:

DELİ BAL Ragıp REİS

Karadeniz Bölgesi’nin dağlık alanlarını

bahar mevsiminde ziyaret ederseniz, arı

yetiştiricilerinin açık bej ve mor

ormangülü çiçekleri ile kaplı geniş alanlara

ulaşıncaya kadar kovanlarını yokuş yukarı

sürüklediklerine şahit olabilirsiniz. Bu

alanlarda arılar salınıyor ve ormangülü

çiçekleri polenlerini yayıyor. Arılar bu

polenleri kullanarak daha önce birçok kez

savaşlarda silah olarak kullanılmış sıra dışı

bir bal üretiyorlar.

Deli bal, Doğu Karadeniz’e özgü bir bal

türü ve tarihi çok eskilere dayanıyor. Yöre

halkının ilkçağlardan günümüze kadar

üretimine devam ettiği bu baldan ilk

bahsedense Yunan tarih yazarı

Ksenophon. MÖ 401 yılı dolaylarında Pers

kralı Artakserkses'in kardeşi Kyros'un,

krallığı ele geçirmek amacıyla ağabeyine

karşı başlattığı savaşa katılan Ksenophon,

paralı Yunan askerlerinden oluşan ordu ile

yaptığı zorlu yolculuktan derlediği

notlarından oluşan bir eser kaleme alır:

Anabasis (Onbinlerin Dönüşü).(1) Bu

eserinde anlattığına göre başarısızlıkla

sonuçlanan isyan sonrasında başsız kalan

ordunun komutanı olur ve 10 bin Yunan

askeriyle birlikte ana yurtlarına geri

dönebilmek maksadıyla Trabzon’a

ulaşmak için yola çıkar. Bu yolculukta

Erzurum-Gümüşhane hattı üzerinden

Zigana Dağı’nı aşan Onbinler, zorlu bir

yolculuktan sonra Trabzon’a ulaşır. İşte

Ksenophon bu yolculuk sırasında

yaşananları, geçtikleri bölgelerdeki

halkları ve izlenimlerini Anabasis isimli

eserinde anlatır. Ksenophon’un verdiği

birçok bilgi olmakla beraber bizim esas

konumuzu teşkil eden Doğu Karadeniz’de

deli bal yahut tutan bal olarak bilinen bal

türüyle ilgili verdiği bilgilerdir.

Ordusuyla beraber Erzurum-Gümüşhane

hattı üzerinden Trabzon bölgesine

yaklaşan Ksenophon, burada yerli bir

halkla ilgili bilgiler verir. Bunlar

Kolkhlardır. Bölgenin yerli halkı olan

Kolkhlar, Ksenophon’un ordusu ile

Karadeniz arasındaki son engeldir.

Dolayısıyla savaş kaçınılmazdır.

Ksenophon askerlerine, ‘’Arkadaşlar, şu

gördüğünüz adamlar çoktan beridir

ulaşmaya çalıştığımız hedefimizin

önündeki son engeldir. Hepsini diri diri

yemeliyiz.’’diyerek onları hücuma teşvik

eder. Neticede Onbinler düşmanlarını

mağlup eder ve Kolkhların siper aldığı

tepeyi (Gümüşki Tepesi’nin kuzeyine

düşen Seslikaya Tepesi) ele geçirerek

etraftaki köyleri yağmalar. İşte

Ksenophon, meşhur deli baldan ilk defa

burada bahseder:

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

10

‘’Bu köylerde onları şaşırtan bir tek şeyle

karşılaştılar: birçok kovan vardı ve bu

kovanlardaki peteklerden bal yiyen askerler

kustular, ishal oldular ve içlerinden hiçbiri

ayakta duramıyordu; az yiyenler körkütük

sarhoş olmuş insanlara, çok yiyenlerse

azgın çılgınlara, hatta can çekişen

insanlara benziyorlardı. Bu durumda

birçoğu bir bozgun sonrasındaymış gibi

yere serilmiş, büyük bir umutsuzluk

başlamıştı. Ertesi gün kimsenin ölmediği

görüldü ve sarhoşluk yaklaşık olarak bir

gün önce başladığı saatte geçti. Üçüncü ve

dördüncü gün müshil almış gibi bitkin

düşmüş halde ayaklandılar.’’ Ksenophon’un

anlattığı bu durumu, günümüzde yöre halkı

‘’bal tutması’’ olarak adlandırmaktadır.

Aynı baldan daha sonraki dönemlerde

Plinius da bahseder ve bu balın meydana

getirdiği çılgınlığa ‘’maenomenon’’

dendiğini yazar. Pekâlâ, ‘’deli bal’’ nedir ve

hangi çiçek özü bal tutmasına neden

olmaktadır?

Deli bal yahut tutan bal, fazla miktarda

yenildiğinde baş dönmesi, sarhoşluk; daha

yüksek miktarlarda tüketildiğinde ise

zehirlenmelere sebep olan bir bal türüdür.

Bu bal, bölgede daha çok komar çiçeği

olarak bilinen ormangülü (Rhododenron)

çiçeğinin özünden elde edilir. Sahil

kesiminde mor, yüksek kesimlerde ise

beyaz renkli olan bu çiçeğin yanı sıra

çifin/zifin yahut sifin olarak bilinen ve

Trabzon’un batısında ‘’ağu’’ (zehir) olarak

adlandırılan sarı renkli bir çiçek daha

vardır. Özellikle bu çiçek türünü yiyen

hayvanların zehirlendiği görülmektedir.

Ormangülü çiçeği dünyanın birçok

bölgesinde bulunmasına rağmen, deli bal

yalnızca Doğu Karadeniz bölgesinde

üretilmektedir. Çünkü rhododenron

familyasının içinde bulunan

‘’grayanotoksin’’ maddesi, bahsettiğimiz

bala söz konusu özellikleri vermektedir.

Öyle görünüyor ki sözünü ettiğimiz deli

balla ilgili zehirlenme vakalarının

neredeyse tamamının Doğu Karadeniz

bölgesinde görülmesi, bahsi geçen

maddenin bölgede yetişen çiçeklerin

özünde bulunmasından

kaynaklanmaktadır.

Konuyla ilgili araştırmaları bulunan ve iki

yüzden fazla deli bal vakasıyla karşılaşan

KTÜ Tıp Fakültesi doktorlarından

Süleyman Türedi’nin ifadelerine göre,

‘’dünyada yedi yüzden fazla ormangülü

çeşidi bulunmakta ve bunların yalnızca iki

ya da üç çeşidinin içinde grayanotoksin

maddesi bulunmaktadır.’’ Bölgede deli

balın hâlâ rağbet görüyor olmasını

değerlendiren Dr. Süleyman Türedi, bu

konuda şunları söylemiştir:

‘’İnsanlar bu balın bir çeşit ilaç olduğuna

inanıyor ve yüksek tansiyon, şeker

hastalığı ve mide rahatsızlıkları için

kullanıyor. Bunun yanında bazı insanlar

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

11

cinsel gücü arttırdığı gerekçesiyle deli bal

kullanıyorlar.’’

Deli bal yörede bilinmekle birlikte Batılı

araştırmacıların da merakını celbetmiştir.

Dolayısıyla hem araştırmacılar hem de

gazeteciler balın peşine düşmüşlerdir.

1844 yılında Rize’ye gelen Alman bilim

adamı Karl Koch, bal tutmasına sebep

olarak öne sürülen şimşir, karayemiş ve

komar bitkilerini araştırmış ve bala

bahsettiğimiz özellikleri vermeye en

muhtemel adayın komar çiçeği olduğunu

belirtmiştir.

2003 yılında deli balı yerinde görmek için

Trabzon’u ziyaret eden gazeteci Johnny

Morris, ‘’istila ordularını yok etmek için

kullanılan balın tarihi eskilere dayanıyor.’’

diye yazıyor. Morris, deli balı bulabilmek

için Trabzon dağlarında araştırma yapıyor

ve neticede şehrin eski mahallelerinden

birinde, kendisine gizlice deli bal vermeye

razı olan bir üreticiden bahsediyor.

Deli bal kullanımının ardından meydana

gelen etkilerin insanlar için tehdit

oluşturduğu bir gerçek. Morris’e göre,

“Sorumluluk sahibi işletmeciler bu balı

yabancılara satmamaları gerektiğini

biliyor ve bu nedenle deli balı satarken

oldukça dikkatli davranıyor.”

“Yerel halk deli balı diğer bal türlerinden

rahatlıkla ayırabiliyor. Deli bal boğazda

keskin bir yanma hissine neden oluyor ve

bu nedenle acı bal olarak da biliniyor”

diyen Dr. Süleyman Türedi’ye göre bölge

halkı deli balın nasıl tüketilmesi

gerektiğini çok iyi biliyor. Bununla birlikte

deli bal Türkiye’de yasal ve internetten

dahi satışı yapılıyor. Satışı yapılan balların

‘’gerçek’’ manada deli bal olup olmadığıysa

alıcıları şüpheye düşürüyor.

Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi

deli balın tarihi çok eskilere dayanıyor ve

tarihte bir nevi ‘’biyolojik silah’’ olarak

kullanıldığı da biliniyor. Bu konuyla ilgili

Strabon’un yazdıkları söylediklerimizi

doğruluyor. Coğrafya adlı eserinde

Trabzon’un güneydoğusunda tepeleri

Heptakometler tarafından ele geçirilmiş

Moskhia Dağlarından bahseden Strabon,

MÖ 66 yılında Pompeius’un ordusundan

üç Roma bölüğünün bölgeden geçerken

imha edildiğini yazıyor: ‘’Heptakometler,

Pompeius’un ordusu dağlık bölgeden

geçerken üç Roma bölüğünü imha etmiştir.

Bunlar ağaç sürgünlerinden elde edilen

deli balı kâselerle yol üzerine bıraktılar ve

askerler bunu yiyip de bilinçlerini

kaybedince onlara saldırarak kolayca

hepsini bertaraf ettiler.’’ İddialı bir

yaklaşımla, belki de dünya savaş tarihinde

ilk biyolojik silahın yöremizin (Doğu

Karadeniz’in) insanları tarafından

kullanıldığını söylemek –her ne kadar

abartılı olsa da- yanlış olmayacaktır. Peki,

deli balı silah olarak kullanan bu

Heptakometler kimdir?

Araştırmacı-yazar Mehmet Bilgin, Doğu

Karadeniz isimli eserinde Heptakometler

adının ‘’Yediköylüler’’ anlamına geldiğini

belirtir ve şöyle der: ‘’Bu adlandırma bize

Osmanlı belgelerinde bugün Rize’ye bağlı

İkizdere ilçesinin bulunduğu bölgenin Kura-

yı Seba (Arapça:Yediköyler) olarak

adlandırılmış olduğunu hatırlattı.’’

Ardından ilk elden kaynakların vermiş

olduğu bilgileri yorumlayarak Roma

birliklerinin geçiş yolunun Ovit Dağı geçidi

olduğunu ileri sürer ve dikkate değer

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

12

tespitlerde bulunur: ‘’ Yörede yaptığımız

gezilerde ‘Ovit’ kelimesinin bölgede ’arı’

anlamına geldiğini ve eski çağlarda bu

bölgede kaya ve ağaç kovuklarında çok

sayıda yabani arı petekleri olduğu için

dağa Arı Dağı anlamında Ovit Dağı

dendiğini tespit ettik. Şifalı balı ile çok

meşhur olan Anzer/Ballıköy’ün bu bölgede

olması da dikkat çekicidir.’’ Mehmet

Bilgin’in tespitlerine göre, Heptakometler

Rize’nin İkizdere ilçesi civarında yaşayan

ve Mosynekler olarak adlandırılan halkın

ta kendisidir.

Mehmet Bilgin aynı eserinde devamla

şöyle yazar: ‘’Uzmanlar arının çevrede

bolca bulunan çiçekler arasındaki bazı

zehirli türlerden aldığı polenlerle yaptığı

balda bu durumun görülebileceği

kanaatindedirler. Arıcılık yapanlarsa arının

zehirli bitkilerden polen almadığını bilirler.

Gerçekte ise bal tutması denilen olay,

arıların bölgede ilkçağlardan 1960’lı yıllara

kadar yaygın olarak tarımı yapılan ve tarih

boyunca bölgedeki tekstil sanayisinin

temelini teşkil etmiş olan Hintkeneviri/

Kendir/Cannabis sativa ve komar/Çifin

bitkilerinden aldıkları polenlerle yaptıkları

baldan yiyenlerin bir müddet sonra baş

dönmesi, kusma, ishal gibi belirtilerin

ardından girdikleri derin uyku ya da koma

halidir.’’

Yörede hintkeneviri tarımının iyice

azalmasıyla birlikte bal tutması

vakalarının azalmış olması, Mehmet

Bilgin’in bu tezinin doğru olduğu kanaatini

uyandırmaktadır. Bununla birlikte bal

tutması vakaları az da olsa görülmeye

devam etmektedir.

Sonuç olarak deli bal, Doğu Karadeniz

bölgesine özgü bir bal türüdür ve

ilkçağlardan günümüze kadar yörede

bilinmekte ve tarımı yapılmaktadır. Deli

balla ilgili yukarıda izah ettiğimiz kusma,

baş dönmesi, sarhoşluk hali gibi

durumlara sebep olansa, komar çiçeğinin

özünde bulunan grayanotoksin

maddesidir. 1700’lü yıllarda Avrupa’ya

ihraç edilen bu madde, içeceklerin içine

karıştırılmış ve alkolün etkisinden daha

fazla bir etkiye sahip olduğu için piyasaya

sürülmüştür. Tarihte bir tür biyolojik silah

olarak da kullanılan deli balı, Fatih Sultan

Mehmed’in Trabzon’u fethi esnasında bazı

askerlerin yediği ve baldan yiyen

askerlerin çıldırdığına dâir ‘’rivayetler’’ de

vardır.

DİPNOT: Anabasis’te ordunun izlediği yol, batıda

Lidya bölgesindeki Sardes şehrinden başlar,

Mezopotamya’daki Kunaksa’ya kadar ulaşır.

KAYNAKÇA

BİLGİN, Mehmet, Doğu Karadeniz, Ötüken Neşriyat,

Genişletilmiş 3. Basım, 2010, İstanbul.

Ksenophon, Anabasis (Onbinlerin Dönüşü), Hürriyet

Yayınları, Çeviren: Tanju Gökçöl, Eylül 1974,

İstanbul.

Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve

Sanat Yayınları, Çeviren: Adnan Pekman, Dördüncü

Baskı, 2000, İstanbul.

ÖZTÜRK, Özhan, Karadeniz Ansiklopedik Sözlük, Cilt

1, Heyamola Yayınları, 2005, İstanbul.

http://modernfarmer.com/2014/09/strange-

history-hallucinogenic-mad-honey/

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

13

TÜRKİYE'NİN ERKEN SEÇİMLERİ

Çağhan SARI

Gencay Dergisi'nin 2013 Ekim sayısında

ilk defa huzurunuza çıkmıştık. İki seneyi

doldurmanın verdiği mutluluk ile kaleme

sarılıyoruz. Sizlerle Gencay'da

buluşmamıza, davetiyle vesile olan ed.

Burçin Öner'e ikinci yıl dönümünde bir kez

de buradan teşekkür ederim.

Türkiye, 1 Kasım 2015 itibari ile bir erken

seçime gidiyor. Kasım ayındaki erken

seçimin tarihimizde başka bir örneği

mevcut değildir. Birçok erken seçim kararı

alınıp sandığa gidilmesine rağmen Kasım

ayındaki seçimi farklı kılan husus, seçim

kararında yatmaktadır. Geçmişte

koalisyon pazarlığı sorunları ile karşı

karşıya kalındığı halde bazen kerhen

destekli azınlık hükümetleri bazen geniş

mutabakatlı cephe hükümetleri ile

tıkanıklıkların aşıldığı görülmektedir.

Bazen de pazarlıklarda taraf olanlar

siyasetin doğal aktörleri değildir. Örneğin,

cumhuriyet tarihimizde ilk koalisyon

hükümetinin nasıl kurulduğunu sorusunu

dair yine Gencay'da yayınladığımız -

ilerleyen zamanda da

www.sozkonusu.net'e taşıdığımız- 'İlk

Koalisyon Müzakereleri (!)' başlıklı

yazımızda yanıtlamıştık. Yazının

hudutlarını genişletmeden gelelim 1

Kasım seçimlerine. Olağan tarihinde

yapılan seçimler sonrası anayasanın

belirttiği sürede hükümet kurulamadı.

Cumhurbaşkanı sandığa götürme yetkisini

kullanarak meseleyi seçmene teslim etti.

Başka bir örneği olmayan bu erken

seçimle biz de bu ay tarihimizdeki erken

seçimleri nedenleri ve sonuçlarıyla

hatırlayalım.

İlk erken seçimimiz, aynı zamanda ilk tek

dereceli seçim olma özelliğini de taşıyor.

Evet. 21 Temmuz 1946 seçimleri.

Uygulanan seçim kanunu, açık oy/gizli

tasnif, sandık kaçırmalar vs gibi figürleri

barındıran 1946 seçimleri aynı zamanda

bir erken seçimdir. Seçimler için

belirlenen tarih 1947'dir. Ancak 7 Ocak

1946'da kurulan Demokrat Parti'nin, ciddi

teşkilatlanma çalışmasını

gerçekleştiremeden, yıllar sonra beliren

alternatif olma özelliğinin de tesiri ile

halktan yoğun kabul gördü ve katılımlar

oldu. İktidar, zamanın aleyhine

işleyeceğini fark ederek seçimleri bir yıl

öne aldı. Planlanan baskın, bir noktada

amacına da ulaştı. DP, o dönem ki meclis

aritmetiğinde tek başına iktidar olmayı

garantileyecek kadar vekil adayı dahi

çıkaramadı. 18 İlde seçimlere giremedi.

Ancak değindiğimiz gibi yaşanan

hadiseler, erken -hatta baskın- seçim

özelliğini arka plana itti.

İkinci erken seçimimiz 1946'nın rövanşı

gibidir. 1957'de seçimlere bir sene kala,

ekonomik göstergelerin kötüleşmesi, İspat

Hakkı, Sarol Formülü, 6-7 Eylül Olayları

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

14

gibi iktidardaki DP’nin kan kaybettiği

gelişmelerin yaşanması, erken seçim

kararı aldırttı. 1946'daki gibi baskın

niteliği olan 1957 seçimlerinden önce

çıkan bir kanun ise seçimlerin belki de

kaderiyle oynadı. İsmet İnönü'nün

Heybeliada'daki yazlığında bir araya gelen

muhalefet parti liderleri -CHP, HP, CMP-

bir blok halinde seçime girmeyi müzakere

ediyorlardı. Uzun görüşmeler, liste

pazarlıkları aşamasına gelmişti ki, DP,

seçim kanununda yaptığı bir değişiklikle

bu bloğu kesti. Partilerin ittifak kurmasını

yasal olarak engelledi. 1957 seçimlerinde

DP %47 oyda kalırken muhalefet blok

halinde girebilmiş olsaydı %53 orana

ulaşabilir ve iktidarı değiştirebilirdi. Bu

arada 27 Mayıs 1960 darbesi

gerçekleşmeseydi 1961 senesindeki

seçimleri DP'nin kaybedeceğine ilişkin

birçok görüş vardır. Darbe olduktan sonra

seçim yılında bir kayma olmadı. Seçimler

1961 yılında yapıldı.

Bir baskın niteliğinde erken seçime gitme

girişimi ise bambaşka sonucun yolunu

açmıştır. 1974 yılında CHP, MSP ile

koalisyon kurdu. Koalisyon ortaklarının

taban tabana zıt görüşlerine rağmen Kıbrıs

Barış Harekatı ülkeyi kısa süreli de olsa

kenetledi. Kıbrıs Barış Harekatı'nın siyasi

getirisini kazanmak ve tek başına iktidar

olmak için harekatın neticelenmesinden

bir süre sonra CHP hükümeti bozdu ve

seçime gitme niyetini belli etti. Ancak

mecliste erken seçim kararını aldıracak

sayıda sandalyeye sahip değildi. Bu

atmosferde gidilecek sandıktan çok güçlü

çıkacağı tahmin ediliyordu. Süleyman

Demirel'in Adalet Partisi, CHP'nin bu

manevrasını boşa çıkardı. MHP, MSP ve

CGP'yi yanına alarak Birinci Milliyetçi

Cephe Hükümetini kurdu. Ülke erken

seçime gitmedi ama değişik bir koalisyon

yapısı ile tanıştı. Ara seçimlerin

anayasadaki hususlarla sıkça olduğu 70ler,

12 Eylül 1980 ile kapanırken, üçüncü

erken seçim kararı, yasaklar açısından 12

Eylül 1980 ile hesaplaşma anlamına gelen

bir günde alındı.

12 Temmuz 1987 günü, 12 Eylül

yönetiminin 1970lerdeki liderlere

koyduğu siyasi yasakların referandumu

yapıldı. Yasakların kaldırılması yönündeki

evet oyları, hayır oylarından sadece

75.066 oy fazlaydı. %00.16'ya karşılık

gelen bu sonuçların açıklanmasından

hemen önce, daha oylama yapılırken

iktidardaki ANAP, 1988 seçimlerinin

1987'de yapılacağını duyurdu. 29 Kasım

1987'de Türkiye, üçüncü defa erken

seçime gitti. Baraj sisteminin

uygulanmasından dolayı yasakların

kalkmasına rağmen parlamentoya 12 Eylül

öncesinden sadece Demirel girebildi.

Dördüncü defa erken seçim kararında yine

ANAP iktidarda idi ama partinin kurucusu

Özal, Başbakan değil, Cumhurbaşkanıydı.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

15

Özal, 1989'da Çankaya'ya çıkarken, o sene

yerel seçimlerdeki bozgunu unutmamıştı.

1992 sonbaharında yapılacak olan

seçimler öncesi, Merkez Bankasının kemer

sıkma politikasının zorunlu olduğunu

paylaştı. Ekonomik zorlukların iktidarı

daha da yıpratmasından korumak için

1991 sonbaharına seçim takvimi alındı.

Siyasi tarihimizin reklam, siyasal iletişim

vb. konularında birçok ilke sahne olan

1991 seçimleri ile ANAP iktidarı DYP'ye

devretti. 1990larda Türkiye'nin seçimleri

daima ''erken'' oldu.

1993'de Özal'ın ani ölümü sonrası Demirel

Çankaya'ya çıktı. DYP Genel Başkanlığına,

dolayısıyla Başbakanlığa Tansu Çiller

geldi. Parti içi sorunlar, yolsuzluk iddiaları,

asayiş ve terör sorunları ile çok kısa

zamanda yıpranan DYP-CHP koalisyonu

nihayetinde dağıldı. 1991de Demirel,

koalisyonu kurarken ortağı olan SHP, CHP

ile birleşmiş, Çiller'in koalisyon ortağı ilk

aylarda Murat Karayalçın iken daha sonra

Deniz Baykal olmuştu. Koalisyonun

bozulmasından sonra DYP azınlık

hükümeti için güvenoyu alamadı. CHP ve

DYP, erken seçime gitme şartıyla

koalisyonu kurdular ve 1995'in

yılsonunda erken seçimlere gidildi.

1995 erken seçimlerinden Refah

Partisi'nin birinci çıkması, 28 Şubat süreci

olarak siyaset literatürümüze girmiş

dönemi başlattı. Evvela, RP'nin hükümet

olmaması yönündeki baskılarla ANAP-DYP

koalisyonu denendi. Güven oylamasındaki

usulsüzlükle bu koalisyon bir daha

denenmemecesine yıkıldı. Yerine kurulan

RP-DYP koalisyonu, ''post-modern darbe''

olarak tanımlanan 28 Şubat 1997'deki

MGK toplantısı ile istifaya zorlandı. Refah

Partisi, iktidardan uzaklaştırıp

kapatılırken ANAP-DSP-DTP koalisyonu

kuruldu. Ancak yolsuzluk ve ihalelere fesat

karıştırma iddiaları, devlet gemisinin

dümenine, erken seçime götürme

göreviyle DSP azınlık hükümetini getirdi.

1999 erken seçimlerinin sonuç

değerlendirmesi yapıldığında, DSP azınlık

hükümeti döneminde teröristbaşı

Abdullah Öcalan'ın getirilmesinin ve

merkez partilerinin yıpranmasının tesiri

görülmektedir. DSP-MHP-ANAP

koalisyonu 1999 Marmara ve Düzce

depremleri 2000 ve 2001 ekonomik

krizleri gibi olağanüstü koşullarda görev

yaptı. Başbakan Ecevit'in ilerleyen yaşı ile

sağlık durumunun bozulması, DSP içinde

hizipçiliğin yayılması sonunda yedinci

erken seçim kararını aldırtan koalisyon

ortağı MHP oldu. 3 Kasım 2002'de yapılan

seçimlerle CHP ve AKP dışındaki partiler

parlamento dışı kaldı. 1987'den 2002'ye

kadar yapılan seçimlerin tamamının erken

seçim olması siyaset tarihimizin 90lardaki

belirgin motifleri arasında yer aldı.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

16

ELİF KAŞLARINI ÇATTI!

Hanife YAŞAR

Polis bir babanın üç çocuğundan biridir

minik Elif. Babası onun gözünde sadece

sırtını yasladığı heybetli bir dağ değil,

bütün kötüleri yenen en güçlü ve en

başarılı kahramandır. Çoğu zaman annesi

ve kardeşleriyle birlikte göreve gitmiş olan

babasını beklemekle geçer günleri.

Babası yine bir görev için uzaklara

gitmiştir. Kahraman babanın prensesi,

onun döneceği günü sabırsızlıkla

beklemektedir. Diğer çocuklar babalarına

koşup sarılırken, o çaresizce görevde olan

babasının bir an önce gelmesi için dualar

etmektedir. Belki çok heveslendiği bir

oyuncağı babası geldiğinde ona türlü

nazlar yaparak aldırmayı hayal eder, belki

de oyuncak değildir hayalindeki; sadece

babasının yanında olduğunu hissederek

uyumaktır soğuk gecelerde. Aslında biraz

da şımarmak ister babasının yanında

olduğunu hissederek. Diğer çocuklara;

‘Bakın! Benim babam bir kahramandır.’

diyebilmek için. Dağlar kadar yüce ve

heybetlidir onun için babası. Ve hayranlık

dolu gözlerle baktığı ilk aşkıdır. Dünyanın

en güvenli yeridir babasının olduğu her

yer onun için. En huzurlu kokusudur onun

kucağına atıldığında aldığı tıraş

kolonyasının kokusu. Evin en sıcak

gecesidir anne ve babasının ona iyi geceler

öpücüğü verdiği gece. Öğretmeni onu

ödüllendirdiğinde ilk babasına anlatmak

geçer içinden. Çünkü bunu söylediğinde

babası onunla gurur duyacaktır. Tıpkı

onun babasının kahramanlıklarından

gurur duyması gibi.

Her çocuğun olduğu gibi onun da geleceğe

dair güzel hayalleri vardır. O da resim

yaparken anne ve babasının elini sıkı

sıkıya tutmuş kardeşleriyle birlikte mutlu

bir şekilde resmedecektir kendini.

Kuşların uçuştuğu masmavi bir gökyüzü

altında hiçbir derdi olmayıp uçurtma

uçuran çocuklar da çizecektir bu tabloya.

Ancak onlar diğer çocuklar gibi uçurtma

uçurmayı değil, anne ve babalarının

ellerini sıkı sıkıya tutmayı tercih

edeceklerdir bu güzel manzara karşısında.

Henüz her şey güzel gitmektedir.

Babasının uzaklarda olması haricinde

hayatı da normal bir şekilde devam eder.

Zaten babasının uzakta olmasına da

alışmıştır artık. Her zamanki gibi küçük

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

17

kardeşiyle oyunlar oynayıp okul

ödevlerinde ablasından yardım alır.

Elif’in ne dışarıdaki kirli oyunlardan

haberi var ne de babasının gittiği yerdeki

geçen çatışmalardan. Onun temiz

dünyasında ne vatanı bölmeye çalışan

kötü karakterler ne de onlarla canı

pahasına savaşan yiğitler var. Onun

dünyası tertemiz. Tıpkı babasının ona

anlattığı masallardaki gibi… Onun

dünyasında öksüz ve yetim çocuklar da

yer almaz. Her çocuk anne ve babasının

ellerinden tutarak mutlu bir şekilde

yaşamaktadır ya zaten maslarda da.

Sadece onun babası bazen uzaklara gider

ama sonra yine gelir.

Babasının görevden dönmesine az bir

zaman kalmıştı. O da kardeşleri gibi güzel

giysilerini giyip en güzel şekilde

karşılamalıydı babasını. Okuldaki

başarılarını anlatmalıydı babasına bir de

onun yokluğunda çizdiği resimleri.

Yokluğunda hiç ağlamadığını ve galiba

artık büyüdüğünü de söylemeliydi. Tüm

bunları gerçekleştirmek için heyecanla

babasının görevden döneceği günü

bekliyordu. Bugün babasının görevini

tamamladığı gündü. En geç yarın gelecekti

babası yanlarına. Gerçi bir süre kalıp başka

göreve gidecekti herhalde ama olsun. Çok

özlemişti babasını. Az bir zaman da olsa

şımarmak istiyordu babasının yanında.

Babasıyla birlikte geçireceği sıcak

akşamlara kavuşacaktı az zaman sonra.

Kardeşleriyle babasının kucağına atlama

yarışı yaptıklarında oyunbozanlıkla ablası

kapacaktı babasının o sıcak kollarını.

Sonra o da babası yere eğildiğinde

sarılıverecekti boynuna küçük

kardeşinden önce. Babası belki bugün gelir

diye en sevdiği pembe kıyafetini giydi ve o

ipek gibi saçlarına da pembe tacını

takmayı unutmadı. Sevincinden yerinde

duramıyor, annesine ve kardeşlerine türlü

oyunlar yapıp içindeki heyecanı bir şekilde

bastırmaya çalışıyordu.

Fakat babasının son görev gününde her

şey Elif’in hayal ettiğinden çok daha farklı

gelişti.

Babası Ankara’dan 45 günlük

görevlendirilip gittiği Şemdinli’de

görevinin son günü hainlerle girdiği

çatışmada diğer babaların çocukları da

ağlamasın diye arkasına bile bakmadan

kahramanca savaşmış ve şehitlik

mertebesine ulaşmanın hazzını yaşamıştı.

Oysa Elif bugün babasını bekliyordu…

Evlerinde babası gibi giyinmiş bir sürü

amca ve daha önce hiç şahit olmadığı

kadar yoğun bir kalabalık vardı. Tanıdığı

tanımadığı cümle âlem toplanmış ağıtlar

yakmaktaydı kardeşlerine ve annesine

bakarak. Anlam veremediği kalabalık

arasında gözleri babasını aradı bir süre,

sonra babası gibi giyinmiş bir amca onu

kucağına alınca anladı bir şeylerin yolunda

gitmediğini. İleride annesi ve ablası

ağlamakta, küçük kardeşi ise olan

bitenden habersiz etrafa bakınmaktaydı.

Herkes bir ağızdan “Şehitler Ölmez, Vatan

Bölünmez”, “Vatan Sağ Olsun!” gibi şeyler

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

18

söylüyordu. “Şehitler Ölmez” ne demekti?

Vatanı kim bölmek isterdi? Ya vatan ne

zaman sağ olurdu? Hâlbuki vatanın ne

anlama geldiğini babası daha önce

anlatmıştı ona. Vatan, yaşadığı evleri

demekti. Annesi, babası, kardeşleri ve

okuldaki arkadaşları, sokaktaki şirin kedi,

her gün pencerelerden gelen kuş sesleri,

gökyüzünden kendine tuttuğu en parlak

yıldız, ay dede, bulutlar ve güneşti vatan

dedikleri. Ama anlayamıyordu bir türlü,

vatan nasıl bölünürdü? Kim, neden almak

istesin ki vatanını ondan? Şimdi babası

olsaydı nasıl da güzel cevap verirdi bu

sorularına. Peki, şimdi kime sorması

lazımdı bu soruları? Sahi, babası

neredeydi?

Herkes onun daha küçük olduğunu ve

olanları anlayamadığını falan söylüyordu

ama galiba o anlamıştı her şeyi. Babası,

tıpkı anlattığı hikâyelerdeki gibi yüce bir

kahraman olmuştu. Zaten kahraman

demek de güçlü demek değil miydi? Bizi

koruyan, kollayan cesur insan değil miydi?

Geçenlerde okuduğu bir hikâyede geçen

‘Vatan Kahramanı’ kelimesinin anlamını da

sanırım bu kez babasına sormadan

anlayabilmişti. Peki, babası Vatan

Kahramanı olduysa annesi, kardeşleri ve

kendi ne olmuştu? İçinden geçirdiği

düşüncelerin ardından boncuk gibi

parlayan o gözlerini kıstı ve dayanılmaz

şekilde sızlayan küçücük yüreğini

avutmaya başladı.

Anladı, anladı ama ağlamadı.

Adı Elif’ti, sevdası ‘Elif’ olanın kızıydı…

Ağlamamalıydı.

Elif, kaşlarını çattı…

Ocakları kavuran onlarca ateşten biri de

minik Elif’in ve kardeşlerinin küçücük

yüreklerine düştü. Sinesine elif çekilmiş üç

küçük yavru daha başını yere eğdi ve her

zamanki gibi bu ateş de düştüğü yeri kasıp

kavurdu. Bizler televizyonda anlık üzüntü

duyduk ve daha sonra unutup hayata

kaldığımız yerden devam ettik. Ama Elif’in

ve kardeşlerinin yüreğindeki ateş hiç

dinmedi.

Bir yanda sırf siyasi çıkarlar için ayaklar

altına alınan değerler, sömürülen insani

duygular; diğer yanda ise anlamını

yitirmiş kelimeler, boğazda düğümlenmiş

cam kırıkları ve olan biteni çaresizce

seyreden bir çift göz… Kalem kırılır, kâğıt

biter, sözcükler etrafa uçuşur…

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

19

Bir çift ceylan göz size kitapların

alamayacağı kadar çok şey anlatır. Bu

bakışta gizlidir bir çocuğun geçmişi ve

geleceği arasında kopan bağlar. Bu bakışta

gizlidir neye ve kime olduğunu bilmese de

koskocaman bir nefret. Bir çocuk, küçücük

yüreğine sığdıramadığı kadar özlem

sığdırır o gözlere; yaşanmışlıkları,

çaresizliği ve bir daha hiç gelmeyecek olan

babayı sığdırır o bakışa…

Her şeyi bir yana bırakıp sadece bu

gözlerden sorgulayalım kendimizi. Kendi

resmimize bir de o ve onun gibi onlarca

yetim kalan vatan evlatlarının gözlerinden

bakalım. Oysa çiçekli bahçelerde gülüp

oynamayı hak ediyordu bu masum

bakışlar. Her gün çaresiz gözlerle

bulutların arkasına olduğuna inandığı

babasını bulmak için değil, mutlu bir

geleceğe rengârenk gökkuşağından

köprüler kurmak için bakmalıydı

gökyüzüne. Yıldızlar altında heyecanlı

hayaller kurup ailesiyle birlikte mutlu

günler geçireceği bir ülke bırakmalıydık

tertemiz yüreklere. Onlara çiçekli bahçeler

bırakmak için kendi ellerimizle

koparmalıydık çorak topraklardaki

dikenleri.

İnsanların acılarını kullanan, toprağa

düşen vatan evlatlarını değersizleştiren ve

bu bakışlardaki nefrete sebep olan

herkes… İyi bakın bu çocuğun gözlerine!

Bakabilecek cesaretiniz varsa gözlerinizi

kaçırmadan bakın. Bakın ve cevap verin bu

bakışta gizlenmiş olan sorulara.

Bir gün “Babam Vatan Kahramanı olurken

siz neredeydiniz?” diye sorduğunda

verebilecek bir cevabınız yoksa yerin

dibine batsın siyasetiniz de dünya

görüşünüz de…

Ey bakışlarında mertlik gizli olan dev

gönüllü çocuk! Sert bakışın taşlaşmış

vicdanları kar gibi eritir olmuş. Küçücük

yüreğin hain bir çarpışmanın, kanlı bir

pusunun ortasına kalmışçasına hızlı

çarpıyor. Baban sana güzel bir hediye

bırakarak uzaklaşmış göklere… Hem de

hayatın boyunca onurla taşıyabileceğin

şerefli bir hediye. Süzgün gözlerle son kez

baktığın kahraman baban bu vatanı sağ

kılmak için gözünü kırpmadan canını

vermiş. Kutlu bir göç kervanına katılmış

sonsuzluk yolunda. Giderken seni de bu

vatana emanet etmiş. Baban seni vatanın

merhametli ellerine bırakırken köpükten

gövdene de kurşundan bir yük bırakmış.

Yükün ağır, yolun kutlu, yolun çetin…

“Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu

yük?

Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva

büyük!”

Elif, Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet… Ve

onlarca boynu bükülen vatan evladı… Kimi

babasının görevinin bitimini bekleyen

kimi de daha hiç babasını tanıyamayan

kahraman babaların kahraman evlatları.

Eğer başınızı yerden kaldıramazsak, o

güzel gözlerinizi ağlamaktan

kurtaramazsak hakkınızı helal etmeyin

bizlere.

Bu vatan için toprağa düşmüş yiğitler,

ruhunuz şad olsun! Kanınızla suladığınız

toprakları hainlere tutsak edersek

aldığımız nefes bize haram olsun!

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

20

GÜNEŞE DOST PAMİR’DEN ANADOLU

DİYARI ULUPAMİR’E

Gülder ESKİ

Güzellikler yaylası Pamir… Orta Asya’da

yer alan bu dağ dünyanın en yüksek yayla

unvanını taşımaktadır. Çin, Afganistan,

Pakistan sınırında yer almaktadır. Asya’da

yer alan Karakurum, Kunlun, Tianshan,

Hindikuş sıradağlarını da bünyesinde

toplamıştır. Bundan dolayıdır ki, bu dağa

“Asya’nın Dağı” veya “Dağların Atası”

denmektedir. Doğal güzelliklerinin yanı

sıra Pamir dağlarında binlerce yıl

geçmişten kalan çok sayıda kervansaray

bulunmaktadır. Bu özelliğiyle de Pamir,

kültürel bir miras niteliği kazanmaktadır.

Bu yaylanın yüksek tepeleri buzullarla

kaplıdır.

Pamir, Farsça pa ”ayak” ve mir “komutan,

beg, emir, zirve” kelimeleri ile yapılmış ve

pamirşeklini almıştır. Bu isimden

hareketle, Pamir “zirvelerin ayağı”

anlamına gelmektedir. Bu yaylanın

tarihçesine bakacak olursak bu yayla

Kırgız halkının anavatanıdır. Ancak ne

zaman ki bu vatan toprakları komünizm

idaresine girdi işte o zaman bölgede

durumlar değişti. Afganistan’ın yönetimi

Sovyetlerin eline geçince, Kırgızlar önce

1978 tarihinde Pakistan’a ve daha sonra

1982 tarihinde Türkiye’ye göç etmişlerdir.

Türkiye’de hâlâ yaşadıkları yer olan Van’ın

Erciş ilçesinin Ulupamir köyüne nasıl

geldiklerinden bahsetmek istiyorum.

Kırgız halkının hanı olan Hacı Rahmankul

Pamir yaylasında başlayan kaosa nasıl bir

çözüm getireceğini anlayabilmek için

Aksakallar Meclisi’ni toplamak ister.

Toplanan mecliste üyeler çareyi göç

etmekte bulurlar. Önce Afganistan’a

gelirler, ancak buradaki Sovyet baskısı

nedeniyle Pakistan’a göç ederler. Ancak

buranın hava koşulları Kırgız halkı için pek

uygun değildi. Kırgız halkı bozkır hava

şartlarına alışıktı, Pakistan ise ılıman bir

havaya sahipti. Hatta bu sebepten dolayı

450 Kırgız halkı hayatını kaybetmiştir. Bu

nedenle Türkiye’ye göç ederler. Türkiye’de

ise 80’li yılların sancılı dönemleri

yaşanmaktadır. İslamabad Büyükelçiliği

Türkiye’ye gelmek için istekte bulunur. Bu

istek Kenan Evren tarafından kabul görür

ve hanları Rahmankul ile beraber Kırgızlar

Adana’ya getirilir. Nihayet dönemin

başbakanı Turgut Özal Kırgız halkını

Van’ın Erciş ilçesindeki Altındere’ye, onlar

için yapılan konutlara yerleştirir. Kırgız

halkının isteği doğrultusunda ise köyün

adı “Ulupamir” olur. O gün bugündür

Kırgız Türk’ü soydaşlarımız Anadolu’da

yaşamaktadırlar. Kendi öz kültürlerini

terketmeyen Kırgızlar her sene “Ayran

Şöleni” adı altında festivaller

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

21

düzenleyerek, Türk kültür izleri ortaya

çıkarmaktadırlar.

Ancak Ulupamir’de konutlarda yaşayan bu

halk çadırlarda yaşadıkları günleri

hasretle anmaktadırlar. Evlerinin

mimarisini de tıpkı çadırlarda olduğu gibi

düzenlemişlerdir. Evin içini dekore

etmekte kullanılan malzeme ve motifler

doğal ve yöresel izler taşımaktadır. Belki

de bu onların yerleşik hayata karşı

başkaldırışıdır.

Netice itibariyle, Pamir yaylaları Kırgız

halkının özünü, benliğini oluşturmaktadır.

Zirvede bulunan bu yayla güneşten aldığı

mutlak dayanakla âdeta kuvvet

bulmaktadır. İşte bizler de bu kutlu yolda

ilerlerken gücümüzü, güneşi yani bizi

aydınlatacak olan ışığımızı Pamir’den

alıyoruz. Van’da bulunun bu eşsiz köy de

tıpkı Pamir’in doğallığında olduğu gibi,

özümüzü, derinlerde bulunan has

kültürümüzü, inançlarımızı, var oluş

sebebimizi en içten duygularıyla

yaşatmaya çalışıyor. Bizler de bu manevi

ve kültürel inançla hareket ederek, milli

değerlerin aydınlığında, mazinin âtiye

sürüklediği kültürel mirasla, atalarımızdan

aldığımız güç ile hareket etmeyi temel

gaye olarak bilmeliyiz. İşte bu şuur ve

bilinçle hareket ederek, maziye olan

borcunu âtiye ödemek sorumluluğunu

üstlenmeliyiz. Bizler ancak bir olursak

“biz” oluruz. Hepinize esenlikler

diliyorum.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

22

YILANLARIN ÖCÜ:

FAKİR BAYKURT HAKKINDA Canan CAVŞAK

Asıl adı Tahir olan Fakir Baykurt, 1929

yılında Burdur’un Yeşilova ilçesi

Akçaköy’de doğmuştur. İlkokulu

bitirdikten sonra Gönen Köy Enstitüsü'ne

yazılır. Köy Enstitüsü yıllarında şiire olan

ilgisi artmıştır. Türkçeye çevrilen

klasikleri okur. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü

bitirdikten sonra Sivas, Konya ve Şavşat’ta

Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Ankara

ilçelerinde İlköğretim müfettişi olarak

görev almıştır. Türkiye Öğretmenler

Sendikası’nın başkanlığını yapmıştır.

ODTÜ halkla ilişkiler ve yayın

danışmanlığı, Kültür Bakanlığı

danışmanlığı gibi görevlerde bulunmuştur.

1979 yılında Federal Almanya’da Yabancı

Çocuk ve Gençlerin Teşviki Bölgesel

Çalışma Kurumu’nda eğitim uzmanı olarak

çalışmıştır. 11 Ekim 1999 yılında vefat

etmiştir (Erişim Tarihi: 01.10.2013).

Romanlarında Türkiye'deki köylü

yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış

açısıyla ele almıştır. Köylünün bilinci ve

bilinçaltındaki istekleri, tepkilerini ve

çelişkilerini yansıtmıştır. Eserlerinde yerel

söyleyişlere yer vermiştir (Dağlı, 2013).

Eserleri: Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü

(1958), Irazca’nın Dirliği (1961), Onuncu

Köy (1961), Kaplumbağalar (1967),

Amerikan Sargısı (1967), Tırpan (1970),

Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara

Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977),

Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986),

Yarım Ekmek (1998), Eşekli Kütüphaneci

(2000) adlı romanlarının yanında, onlarca

hikâye, şiir ve çocuk kitapları

yayımlanmıştır. Kitapları çeşitli dillere

çevrilmiş, Türkiye’de ve çevrildiği

ülkelerde birçok ödül almıştır (Literatür

Yayınları, 2013).

ROMANDAKİ KARAKTERLER

Yılanların Öcü romanında, kişiler; zengin-

güçlü köylüler, yoksul-güçsüz köylüler,

memur ve bürokratlar olarak belirir. Güçlü

ile güçsüzün mücadelesini konu edinen

romanda, Irazca, Bayram, Muhtar, Haceli,

Haceli’nin karısı Fatma, Bayram’ın karısı

Haçça, Irazca’nın kardeşi Sultanca, Bekçi

Mustafa, Kaymakam ve Şakir Efendi gibi

kişiler yer alır. Bunlardan başka oldukça

geniş bir kişi kadrosuna sahip olan

romanda birçok kişinin adı anılmıştır.

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

23

Romanda öne çıkan kişiler, güçsüz ve

ezilen köylü, güçlü ve ezen köylü ile

memur ve bürokratlar gibi üç öbekte

toplanabilir:

1. Güçsüz ve ezilen köylü: Bayram ve

ailesi, Bekçi Mustafa

2. Güçlü ve ezen köylü: Muhtar, Haceli

3. Memur ve bürokratlar: Kaymakam,

Şakir Efendi

Romanın başkişisi konumunda olan Irazca,

romanda yaşlı ve güçlü bir kadın tipi

olarak yer alır. Oğlu Bayram’ın üzerinde

otoriteye sahip olan ve evi yöneten Irazca,

hayatı boyunca çilelerle yoğrulmuş yaşlı

köylü kadınını temsil eder. Bayram,

annesinin yönlendirmeleriyle hareket

eden, geleceğe yönelik küçük mutluluklar

hayal eden zayıf bir kişilik olarak

belirirken, Bayram’ın karısı Haçça ise

kaderine boyun eğen genç köylü kadını

olarak sunulur.

Kara Bayram’ın hasmı Haceli, çıkarları için

güçlünün yanında olan köylü bir tiptir.

Muhtarın her istediğini yapan Haceli, sınıf

atlama arzusuyla her türlü kötülüğü

yapmaya yatkındır. Haceli’nin karısı Fatma

ise cinselliği temsil eden genç bir kadın

olarak romanda yer bulur. Kocasıyla

mutsuz bir hayat yaşayan Fatma, kaderine

karşı koymaya çalışan, daha mutlu bir

hayatın hayallerine kendini kaptıran genç

bir kadını canlandırır. Muhtar Cımbıldak

Hüsnü, romanda gücü, zenginliği ve

otoriteyi temsil eder. Muhtar, romanda

köylüye karşı baskı uygulamaktan

çekinmeyen, insanlar tarafından pek

sevilmeyen, kibirli ve gösterişi seven bir

yönetici tipini canlandırır.

Romanda din adamı görevini üstlenen

Beytullah Hoca, köy romanlarındaki genel

eğilim doğrultusunda olumsuz bir kişi

olarak belirir. Hoca, zenginin yanında yer

alan, gerektiğinde güçlünün çıkarları için

dinin emirlerini yorumlayan biri olarak

okurun karşısına çıkar.

Romanın en gerçekçi kişisi ise, Bekçi

Mustafa’dır. Oldukça yoksul olan Bekçi

Mustafa, Muhtar’ın yaptıklarının doğru

olmadığını düşünse de, geçim derdinden

dolayı sesini çıkaramaz. Haksızlıklar

karşısında, yoksulluğu ve güçsüzlüğü

yüzünden susmak zorunda kalır. Doğma

büyüme köylü olan ve köylünün yaşadığı

sıkıntıları yakından bilen sağlık memuru

Şakir Efendi, romanda iyi niyetli, dürüst

memuru temsil eder. Kaymakam da,

köylülerde oluşan genel beklentinin

aksine, daha önceki yöneticilerden farklı

olarak, yoksulun yanında olan, dürüst bir

bürokrat olarak romanda yer bulur (Tiken,

2009).

ROMANIN ÖZETİ ve DEĞERLENDİRME

Yılanların Öcü, Burdur’un 80 haneli

Karataş Köyü’nde geçmektedir. Önceleri

bir ağa köyü olan Karataş’ı sahibi satınca,

herkes bütçesine göre toprak sahibi

olmuştur. Eski ağalık işlerinin yerini

muhtarlık ve köy kurulu almıştır. Yedi yıl

önce borçla ağa çiftliğinden kırk dönüm

toprak almış ve borcunu yeni bitirmiş Kara

Bayram ailesi ise Türkiye’de topraksız ya

da az topraklı köylüyü temsil eder. Evli ve

üç çocuk babası Bayram’ın babası Kara Şali

Yemen’i, Yunan’ı, Cumhuriyet’i görmüş ve

Bayram küçükken ölmüştür. Irazca ise sağ

ve evde söz önceliği onundur.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

24

Günün birinde ilin valisi şehre bir heykel

diktirmeye karar verip köylere haber

gönderince Karataş’ın düzeni bozulur.

Çıkar çatışmaları çıkar ortaya. Köyde para

olmadığı için, muhtar ve köy kurulu

üyeleri köy içinden toprak satmaya karar

verir. Muhtar, köy kurulu üyelerinden

Haceli’ye Kara Bayram’ın evinin önünden

bir ev yeri satar. Köyde bir evin önüne ev

yapılması uygunsuzdur; çünkü evlerin

tuvalet ve gübreliği evin arkasına yapıldığı

için Haceli’nin tuvalet ve gübreliği

Bayram’ın evinin önüne gelecektir. Kara

Bayram ailesinin buna ses çıkarmayacağı

düşünüldüğü için onların evinin önü

seçilir; fakat durum hiç de Haceli ve

muhtarın düşündüğü gibi gerçekleşmez.

Bayram ve Irazca bu işe karşı çıkar, ev

yapımına sürekli engel olur; temeli

doldurup kerpiçleri kırarlar. Haceli de

Bayram’ın karısı Haçça ‘ya saldırır ve bu

yüzden Haçça’nın çocuğu düşer. Muhtar da

Bayram’ı dövdürür. Irazca bu olayları köye

gelen kaymakama anlatır. Kaymakam ev

yapılmasını önler ve düşen çocuk için de

yasal yollara başvurmalarını söyler.

Muhtar bundan sonra barış girişimlerinde

bulunur ve araya köylüleri sokar; ancak

Irazca davacı olmakta kararlıdır.

Irazca’nın başlattığı direnişle Haceli’nin

Muhtar’ın desteğiyle, Kara Bayram’ın

evinin önüne ev yapma hayali

gerçekleşemez. Kaymakam, Irazca’nın

şikâyetini dikkate alır ve Haceli,

Kaymakam’ın emriyle kendi açtığı temeli

doldurmak zorunda kalır. Irazca ve Kara

Bayram, mücadelelerinde başarılı

oldukları zaman ise sahneye yılanlar

tekrar çıkar ve Irazca’nın kardeşi

Sultanca’yı sokarlar. Böylelikle kötülükle

savaşın bitmediği, kötülüğün her an ortaya

çıkabileceği gerçeği vurgulanmak istenir.

Romanın sonunda Irazca yarı bilinçsiz, bu

gerçekliği açığa vurur: “Yılanlar öç

alıyoooor!...” diye bağırdı. “Yılanlar öç

alıyor bakıın!... Yılanlar yılanken sizin gibi

alçakların hakaretine dayanamadı da, siz

insan olduğunuz halde bunca hakarete,

bunca zulme, zillete nasıl dayanıyorsunuz

behey, he heeeey Kara Bayram?...”

(Baykurt, 2013: 273).

Roman, Irazca’nın “Düşün yollara!

Yollara!..” (Baykurt, 2013: 273) öğüdüyle

sona erer. Irazca, bu sözleriyle kötülükle

mücadelenin bitmediğini, korkmadan,

çekinmeden kötülükle savaşılması

gerektiğini söyler. Irazca’nın tehlikesine

işaret ettiği yılan, romanda kötülüğü

simgeleyerek her zaman savaşılması

gereken bir düşman olarak belirir.

Yılanların varlığı romanda, kötülerle iyiler,

güçlülerle güçsüzler, zenginlerle yoksullar

arasındaki bu savaşın sonsuza dek

süreceğini gösterir.

Kara Bayram’ın ailesinin yılanlarla olan

düşmanlıkları, Bayram’ın babası Kara

Şali’nin halk arasında yaygın bir söylence

olan yılanların şahı Şahmaran’ı

öldürmesiyle başlar. Bayram, karısı

Haçça’ya yılanlarla olan düşmanlıklarını

şöyle anımsatır: “Bugüne kadar hiç

duymadın mı anamdan? Savaşımız var

yılan milletiyle! Bu ırzı kırıklar, oldubitti,

bizim takıma düşmandır! Öküze ineğe

zarar verirler! Fırsatını buldular mı

esirgemezler!” “... Yılanlar, güya, toplanıp

karar vermişler aralarında. Bizim

kökümüzü yeryüzünden kazımadıkça

içleri rahat etmeyecekmiş!.. Kralları

Şahmaran’ı öldürmüşüz çünkü...” (Baykurt,

2013: 34-36). Romanda kötülük simgesi

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

25

olarak yer bulan yılan, arada bir sahneye

çıkarak kendini anımsatır ve bir çeşit ana

öge olarak belirir.

Toplumsal yapı, zenginlik ve yoksulluk

düzleminde biçimlenir. Kişiler arasındaki

ilişkileri ekonomik ölçütlere bağlı olan güç

dengesi belirler. Halk üzerinde korkuya

dayalı bir üstünlük kuran muhtar ve Köy

Kurulu üyeleri, küçük bir seçkin sınıf

olarak romanda yer alır.

Romanda 1950 sonrasında gerçekleşen

tarımda makineleşmeyle birlikte değişen

mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak yaşanan

sorunlara değinilir. Köylünün yaşayışı,

üretim çalışmaları, ev yaşantısı ve

törelerle bir bütün olarak verilmiştir.

Muhtarlık aracılığıyla, merkezi idare ve

köylüler arasındaki çatışma anlatılır

(Çakır, 2009). Sağlık görevlisi Şakir Efendi

makineleşmeyle birlikte dönüşen

insanlara ve değişen ilişkilere dair şöyle

demektedir: “Tekmil köylü milleti böyle!

Birbirini çekemiyor. Kıskançlık ilerledi.

Benim gezdiğim köyler hep böyle.

Düzenliği yok. Geçimi yok. Tamah çoğaldı.

İyice çivisi çıktı köylerin!..” (Baykurt,

2013; 222).

Türkiye’nin modernleşme süreci, birey-

toplumsal tarih ilişkisi ve köyün toplumsal

koşulları, Irazca’nın geçmişi ile Türkiye

tarihi ilişkilendirilerek verilmiştir. Irazca

yıllarca çileli bir yaşam sürmüş, ömrü

boyunca pek gün yüzü görmemiştir. Kocası

da erkenden ölmüş, kendisi de dul

kalmıştır. Irazca kendi durumunu şöyle

anlatır: “Öşür yazdılar tek başıma, dul!

Sabah oduna gittim, öğleyin çifte, dul! Ne

uzundu dinsiz Allahsız geceler! Teptiler

kapımı. Bayram ufak, kimselere

açamadım; dul!..”(Baykurt, 2013; 58).

Ezilmekte olan köylü, koşullarına karşı

bilinçli değildir. Köylü çaresizdir ve ortak

hareket etmeyi başaramazlar. Haçça’ya

saldırılması ve Bayram’ın dövdürülmesi

konusunda Irazca, köylüden tanıklık

yapmalarını ister ama kimse yanaşmaz.

Bir köylü şöyle bir değerlendirme yapar:

“Kim olur tanık tapık? Biz mi? Yahu Irazca!

Yahu biz kim, tanıklık kim? Nerde bizde o

yürek?..” (Baykurt,2013; 215).

Köyde yönetimi ele geçiren Muhtar Hüsnü,

köylünün üzerinde korkuya dayalı bir

egemenlik kurmayı seçer. Köylüyle yaptığı

konuşmalarda, devlet görevlilerine karşı

hep sessiz kalmalarını öğütler. Bu durum

derebeylik yapısının bozulması ile ortaya

çıkan yeni yapının, gerçekte daha acımasız

ve ayrımcı olduğu gerçeğini

açıklamaktadır. Muhtar, devlet otoritesini,

kendi egemenliğini sürdürmek için

kullanmaktadır: “Şimdi demokratçılık var.

Öteygün demokratçılığın ne demek

olduğunu anlattım hepinize!

Demokratçılık, boruculuk değildir.

Demokratçılıkta herkes nerde, sen de

orda!” (Baykurt, 2013; 191).

Romanda, köylü ile devlet yönetimi

arasında derin bir uçurum olduğu

gözlemlenir. Yöneticiler, köylünün hayat

koşullarından habersiz bir şekilde

görevlerini yürütmüşlerdir.

Köylülerin kendi aralarındaki konuşmaları

bu durumu ispatlar: “Kaymakamın

yoksullarla işi ne? Herif gelir, iner

muhtarın ya da köyün en varsılının evine.

Kuzu! Rakı! Yemenin içmenin tiryakisidir

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

26

bunlar. Söyleyin başka türlü davranan

kaymakamı kim gördü?” (Baykurt, 2013:

219).

Gelenekler ve halk inanışlarının kişilerin

düşünce ve davranışlarına yön verdiği

görülür.

Örneğin; Anadolu’nun bazı bölgelerindeki

yılan yakmanın bolluk ve yağmur

getireceği inancına, romanda rastlanır:

“Hayır, asla göremem! Yakarım! Çünkü

yılanı öldürdün de yaktın mı, rahmet çok

yağar!

Ekin dikin, gök göverti bol olur. Bolluk

olur o yıl köy! Eskiden de böyle

yaparlarmış. Çok duydum ben bunu...”

(Baykurt, 2013: 42)

Köylülerin dinsel inançlarının zayıf olduğu

gözlemlenir. Bayram annesinin

zorlamasıyla Cuma namazına gider, namaz

kılarken de Haceli’nin karısı Fatma’yı

düşler.

SONUÇ

Dünyada ve Türkiye’de, köycülüğün

siyasal bir söylem olarak öne çıkmasıyla

birlikte yoğunlaşan köy romanları, edebî

bir yönelim olmalarının yanında hem

siyasal hem de toplumsal veriler sunarlar.

Köyü ve köylüyü konu edinen bazı eserler,

gerçeklikten uzak ve “güdümlü” olsalar da

bu romanlar, tarihsel-siyasal bir süreci

aydınlatmaları bakımından önemlidirler.

Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlardan biri olan

Fakir Baykurt, köy gerçekliğini dile getiren

başlıca romancılardandır. Büyük bir

beğeni toplayan, sinemaya ve tiyatroya

uyarlanan Yılanların Öcü adlı romanıyla

Fakir Baykurt, derebeyli düzenden

anamalcı düzene geçişi ele alarak, bireysel

ve bilinçsiz bir başkaldırıyı konu eder. Bu

yönüyle, toplum-bilimsel bir metin

çözümlemesine imkân veren eser,

toplumsal yapı ve ilişkilerin

gözlemlenebilmesine imkân sağlar.

Olayların gerçek bir mekânda geçtiği

romanda, Doğu kültüründe önemli bir

simge olan ‘yılan’ın kullanılması dikkat

çeker. Romanda kötülük simgesi olarak

yer alan yılan, işlevsel bir görev üstlenir.

Güçsüz ve ezilen sınıfı temsil eden Kara

Bayram’ın ailesinin yılanlarla olan

mücadelesi aynı zamanda, onların güçlü ve

ezen sınıfla yaptıkları mücadelenin de

simgesel boyutunu oluşturur.

Sonuç olarak romanda, ister bir siyasal

dizge, isterse bir ülkü adına yapılsın,

güçlülerin egemen olduğu ve kötülük

saçtığı bir dünyada, her türlü baskı ve

şiddete karşı insanların mücadele etmesi

gerektiği, ancak bu mücadelenin

sonucunda elde edilecek başarının göreli

olacağı ve insan için mutlak mutluluğun

olmayacağı ortaya konulur (Tiken, 2009).

KAYNAKÇA

Baykurt, F. (2013); Yılanların Öcü, İstanbul:

Literatür Yayınları

Çakır, S. (2009); “Toplumsal Tarih Ekseninde

Metinlerarasılık: Yılanların Öcü” iç. Dil ve Edebiyat

Dergisi (s.31-52) Cilt: 6 Sayı: 2

Dağlı, M. (2013); Cumhuriyet Döneminde Roman ve

Hikaye www.edebiyatogretmeni.net Erişim Tarihi:

14.03.2013

Fakir Baykurt’un Hayatı

www.iyigunler.net/h/Fakir-Baykurt-kimdir- Erişim

Tarihi: 01.10.2013

Tiken, S. (2009); “Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü

Adlı Romanına Oluşumsal Yapısalcı Bir Yaklaşım” iç.

Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Dergisi (s.43-56) Cilt: 13 Sayı: 1

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 44 - Eylül 2015

GENCAY

millikanal.com