36
FUNDAMENTA sayı #2 ağustos-eylül 2012 şiir - hihaye - deneme - röportaj - inceleme - tanıtım - film - müzik - resim ŞükrüERBAŞRöportaj SAYFA12 OrsonWELLESİnceleme SAYFA22 CERVANTESDONKİŞOT ÖLÜM, DEĞİŞİM VE DELİLİK : TUTKUNUN İLAÇLARI SAYFA25 & & edebiyat kültür sanat dergisi #2 www.fundamentadergi.com

FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Fundamenta Edebiyat Kültür Sanat Dergisi: Dergimizin Ağustos - Eylül Sayısı

Citation preview

Page 1: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

FUNDAMENTAsayı #2 ağustos-eylül 2012

şiir - hihaye - deneme - röportaj - inceleme - tanıtım - film - müzik - resim

ŞükrüERBAŞRöportajSAYFA12

OrsonWELLESİnceleme SAYFA22

CERVANTESDONKİŞOTÖLÜM, DEĞİŞİM VE DELİLİK : TUTKUNUN İLAÇLARISAYFA25

&

&

edebiyat kültür sanat dergisi

#2www.fundamentadergi.com

Page 2: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

İÇİNDEKİLER / SAYI#2

şiir4 ‘KUKLA OYNATIYOR’ SOKAK ORTASINDA - Ahmed MUSAB

6 KİLİSE - Ayşe Büşra ERKEÇ

8 BİLİNÇLİYDİK ÖLDÜRÜRKEN - Nurbanu DÖNMEZ

9 KÖRELTİ - Bünyamin KAVRUT

10 HER ERKEĞİN PEYGAMBER OLABİLECEĞİ BİR DAĞI YOK! - Süleyman SADIK

röportaj12 ŞÜKRÜ ERBAŞ - Ahmed MUSAB

hikaye16 ANTİPARANTEZ - Betül İZGÖER

18 GARİP BİR HİS - Zakire ARMAĞAN

20 CENEVREDE SAF SAF - Halit UYSAL

inceleme22 DON KİŞOT - Betül İZGÖER

28 ORSON WELLES - Cenk KORAY

30 LEONARD COHEN - Aişe HÜMEYRA

32 SUR KENTİ HİKAYELERİ - Gamze OKUMUŞ

illüstrasyon34 KAÇIŞ - Betül İZGÖER

35 YUSUF SURESİ - Umut CAN

12 ŞÜKRÜ ERBAŞ röportaj

22 DON KİŞOT inceleme

28 ORSON WELLES inceleme

Page 3: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

FUNDAMENTA

EDİTÖRÜN KLAVYESİNDEN

SUNUŞ

Fundamenta kendisine ku-lak verenlerin ilgisiyle yürüyüşüne devam ediyor. Sesimizi ikinci kez sizlere duyurabilmenin sevincini yaşarken bu ay bizi kelimeleriyle kimler nerelere götürüyor hemen bir göz atalım; Ahmed Musab, ‘Korkmamalısın’ diye başlıyor şiir geçidine ve Ayşe Büşra bizi ‘Li-mon Ormanları’nın içinde gezdirip bir ‘Kilise’ye çıkarıyor yolu. Nur-banu ‘Bilinçliydik Öldürülürken’ diyerek ‘Orta kısımlara doğru’ yön veriyor. Bunun üzerine Bünyamin bir ‘Körelti’nin içinde ‘bilemezsiniz ne zaman uyanacağımı’ diye uyar-

arak, Süleyman Sadık nâmı diğer Kaptan, tutup bir dağ gösteriyor sonra alıp denize indiriyor bizi; sonunda , ‘yelkenlerimi rüzgara bıraktım’ diyerek kapatıyor şiirin kapısını.

Hikayenin kapısı aralanır aralanmaz Zakire’nin içine ‘Garip Bir His’ doğuyor, Betül bir ‘Antiparantez’ açıyor ve Halit’in yolu ansızın ‘Cenevre’ye düşüyor. Bu sayıda misafirimiz olan Umut Can ise, çizgileriyle bir kuyuya işaret ederek Yakub’un elindeki gömleği yeniden ıslatıyor.

Fundamenta, inceleme do-

syasında bu ay Cenk Koray’la Or-son Welles’i buluşturuyor. Derken sayfalar çevriliyor ve Gamze’nin ‘Sur Kenti’ne doğru bir kuşbakışı yaptığını görüyoruz. Müzik sesleri ile başımızı çevirdiğimizde ise Ayşe Hümeyra’nın Leonard Cohen’i dinlemekte olduğunu ve Betül’in bir şövalyenin peşine takıldığını farkediyoruz.

Tüm bunlar olup biterken rüzgarın bir şair penceresine uğrayıp perdelerini havaland-ırdığını görmezlikten gelmek mümkün mü. Şükrü Erbaş, Antalya’dan selam ediyor bizlere

ve ricamızı geri çevirmeyip soru-larımıza yanıt veriyor.

Böylelikle harfleriyle kelimeleriyle dergiye renk katan saygıdeğer arkadaşlarımıza teşekkürlerimizi iletiyor, yolculuk devam ettiği sürece yeni durak-larda buluşmak sözü verip sürç-i lisan ettiysek de affola diyerek sizi dergi ile başbaşa bırakıyoruz.

Selametle.

dergi tayfasıGenel Yayın Yönetmeni : Betül İZGÖER

Şiir Editörü : Ahmed MUSAB

Hikaye Editörü : Betül İZGÖER

Kültür-Sanat Editörleri : Gamze OKUMUŞ

Aişe HÜMEYRA

Mizanpaj : Cengiz Ömer SUBAŞI

“Bana kulak ver. Sana ses vereyim.” -Cibran Halîl Cibran-

dergi künyesi

iletişimfundamentadergi.com

facebook.com/fundamentadergi

twitter.com/fundamentadergi

[email protected]

FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisi süreli yerel ve online iki ayda bir çıkar

FUNDAMENTA

FUNDAMENTAsayı #2 ağustos-eylül 2012

şiir - hihaye - deneme - röportaj - inceleme - tanıtım - film - müzik - resim

ŞükrüERBAŞRöportajSAYFA12

OrsonWELLESİnceleme SAYFA22

CERVANTESDONKİŞOTÖLÜM, DEĞİŞİM VE DELİLİK : TUTKUNUN İLAÇLARISAYFA25

&

&

edebiyat kültür sanat dergisi

#2www.fundamentadergi.com

Page 4: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

4 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

Korkmamalısınbugünü yaradan tanrı yarını çoktan hazırlamışkalkıp güneşlenen dünya için için sabahı bekliyordoğrularına yaslanan bir insan adına yaşamalısın.Vakit en azından ona geliyoruyuklama zamanıdır şimdi; düş yaklaşıyortanrı aşkına nedir bu akşamlariçip içip yaslandığın geceler de ne oluyorpaçalı eller, yamalı pantolon, kırbaçlı düşler hazırda bekleyen mazbut derinlikler açığa çıkıncasoğur termostaki hayat bir bakıma içlenir çay küçüğe gelmeden büyüye vuran migren uzmanlara göre kalıcı bir hastalık olur

Korkmalısınkıyamda bekleyen peygamber adınaRafi bin Hadîc hatrına vesselam.Birebir çınlayan ey hayatsabrı emsal gösterip kapandığında sesleri yüksek çıkan adamlar kukla satacakçoğalıp bir bir yeryüzüne karışan bulutlar gibikaradan çalacak mavinin rengiO gün; ağırdan alacak güneşağırdan alacak sesağırdan inecek secdeye Fethi Mübin ve bir kerede fetih gerçekleşmeyincebaşa dönülecek.

Bu yüzden yiğit ol kükre ey kalbin aynasıyiğit ol ağır ağır yeryüzündeizinden takip eden hayvanın doğası galip gelecekyaşatan ve büyüten aileler, tanrıları çoğaltacakgöz kırpan yıldızların altında ve hayat hengamesini bulacak.

‘KUKLA OYNATIYOR’ SOKAK ORTASINDA

Ahmed MUSAB

Page 5: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 6: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

6 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

Sessizlik, maci tüylü kalemlerMumların çıkardığı yüksek ölçümlü buhurlar var kilisedeBuhur, Rahip ve Meryem, İsa Mesih bir küçük bebek kundaktaİsa var tüylerin kucağında, Meryem’den doğmak isteyen Zülkarneyn var

Rahip yok Günah çıkartmaktan yorulup gittiğini söylüyor melekler Duvarlara asılmış asırlık bir acı gibi nöbet tutan İsa’nın ruhuElinde zeytin dalı tutan Ayşe var, yıkıntı gibi bir ışık sonra

İsa ve Meryem kaçtı limon ormanlarınaLimon ormanlarında bahar başka doğar Ruhul Enâm İnsan öksürükleri yoktur orada hırıltıları yok vahşi kurtlarınMum alevlerinin kıpırtısı ve karınca adımları gibi narindirFlaş ışıklarıyla donan hayat dışında, aşk vardır ormanda

Duyduğum bir ses dua gibi, ayin gibi, inilti gibiİlahiye benzer kadınların tırnaklarına astıkları rüyalarıHeykel yerine çocuk yapanların gizli renk furyasıbir gece ansızın içeri girmesi gibidir, şekilsiz bir kuşun karanlık, çirkin ve mesaj dolu

Bir şair çağırıyor benibinip mavi atların kanatlarına uçarak gitmeliyim şimdi

KİLİSE

Ayşe Büşra ERKEÇ

Page 7: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 8: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

8 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

orta kapıda bekleyenlerlütfen arka kısımlara doğru ilerleyinizbilmiyorum, ne zaman doğdularekin zamanıdır belki , geridir saatlerbüyük büyük adamlarbüyük büyük adamlarıkaldırdılar yerlerinden ve indirdileralışkındır dünya, saatler ileri.

orta kapıda bekleyenlerbilmiyorum, ne zaman alıştılarlütfen…yılbaşıydı belki, kızlar güzeldiarka kısımlara doğrusönmüştü mumlarilerleyiniz…

BİLİNÇLİYDİK ÖLDÜRÜRKEN

Nurbanu DÖNMEZ

Page 9: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

9FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

aranızda hissettiğim yalnızlığıiğne uçlarının derime vuran yansımasınıah bilemezsinizmühürlerle tutsak edilen tilkinin büyüsüdür bunlar

bilemezsiniz ne zaman uyanacağımıbeni çağıran çocuklarımavi çöllerin günahınıama ben size diyorum kibunları ve devamındaki hiçbir ağrıyıbunları ve devamındaki ayak seslerinibunları, bilemezsiniz

izin verin paltosunu çıkarsınsizleri görmek istemiyorumduymak istemiyorum hiçbiriniziama ben size diyorum kiizin verin ona, yanıma uzansın

uzun krizler için biriktirdiğim şarkılarısonra duvarları ve beni yerinde bırakınmahzendir içinde yusuf’un bulunduğu zindanve yusuf; yıllandıkça doğrulan

KÖRELTİ

Bünyamin KAVRUT

Page 10: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

10 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

her erkeğin peygamber olabileceği bir dağı yok!yok olmuş şehirlerin çatılarındakendimi ararken peygamber değil derviş olunurSevgilim biliyorum anlamıyorsunbir peygamber ve bir meczub arasında fark olmadığınınasıl bir derviş ile bir bilge aşka kanarsaöyle kandığımı sanaBen gemilerimi karadan yürüttükçeokyanusları serinlemek için kullandımKeyifle yudumladım şarabıyuttum tüm güzellikleri içimekustum tüm necasetini hayatıngirmedim hiç bir dilberin kanınadökülmedi dilimden yalan ve bildimherkesi böyleŞimdi sevgilimyelkenlerimi rüzgara bıraktımpeygamber olabileceğim bir dağ olamadığını gördüğümde!

HER ERKEĞİN PEYGAMBER OLABİLECEĞİ BİR DAĞI YOK!

Süleyman SADIK

Page 11: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 12: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

“Ben şiir yazmazsam/ Yitirir dilini içimdeki çocuk”Şükrü ERBAŞ

Şükrü ERBAŞ’la RÖPORTAJ AhmedMUSAB

Page 13: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

13FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

Şiirlerini ‘Kırmızı Kedi’, ‘Kanguru Ya-yınevi’, ‘Everest Yayınları’ gibi yayınevlerinden çıkaran; kitapları ve sanal alemdeki pek çok paylaşım siteleri ile tanıdığımız şair Şükrü Erbaş dergimize konuk oldu;

- Varlık dergisinde ilk şiiriniz yayım-landığında 25 yaşındaydınız. Şiire karşı duru-şunuz, bakış açınız aradan geçen 34 yıl içinde değişiklik gösterdi mi? Belirgin bir gelişmeden söz edebilir misiniz?

- İnsanın kendisi hakkında değerlendirmede bulunmasını pek doğru bulmam. Elbette ne yaptığını, yapmadığını en az başkaları kadar bilir ama bu tür değerlendirmeler, biraz da kişinin kendi dışından gelmelidir. Yine de bir şeyler söylemem bekleniyorsa, kısacık şunları demenin bir sakıncası olmamalı: Beni yazmaya götüren ne varsa; adalet duygusunu yitirmiş bir toplum, dünya; kendi varlığına yabancılaşmış ve kendi dışında her şeye düşman olmuş insan; bir şiddet sarmalıyla kötürüm olmuş ve kendisini ezen güce kapılanmış yaşama arzusu; kapıkulu bilincine dönmüş bir özgürlük aldatmacası; yoksullukla mayalanmış bir cehalet… tüm bunlar ağırlaşarak sürüyor. Benim bunlarla olan ilişkim ağırlaşarak sürüyor. Bir gelişme sayılır mı bilmiyorum ama zaman içinde gerçekliği dile dönüştürmede bir deneyim kazanıyorsunuz. Dile gösterdiğiniz özen, incelik, saygı, “mesele”nin kendisi kadar, hatta ondan daha fazla öne çıkmaya başlıyor. Bunu yapamamışsanız, “mesele”nizi de çarçur ettiğinizi öğreniyorsunuz. Uzun oldu galiba, burada keseyim.

- Yozgat doğumlusunuz, Ankara’da ya-şamışsınız ve şimdi de Antalya’da bulunuyorsu-nuz. Mekanın şiire etkisi oluyor mu? Sizce şiirin coğrafyası var mıdır?

- Hem de dışarıdaki coğrafyadan daha etkili bir coğrafyası vardır. Şiir de dâhil tüm sa-nat yapıtları, kendi coğrafyasının varlıklarını ve ruhunu giyinmemişse evrensel de olamaz.

Valery, “hiçbir şeye benzemeyen yoktur” der. Coğrafya ve mekân yazılan şiirin sesidir, tınısı-dır, sertliğidir, yumuşaklığıdır, öfkesidir, gülen yüzüdür, teslimiyetidir, başkaldırısıdır. Dilimizin ve ruhumuzun gizli-açık kodlarıdır. Bizim fiziki varlığımız nasıl coğrafyanın atlasıysa, şiirimiz de ruh atlasıdır.

- Şiirlerinizde oldukça zengin bir konu çeşitliliği göze çarpıyor. Okuyucu bu kadar geniş temalı şiirlere baktığında şairin gerçek kimliğini, durduğu yeri merak ediyor. Ne görmüştür neyi duymuştur da şair herkese ait bir şeyler dökülmektedir kaleminden diye sormaktan kendini alamıyor. Şu halde bir cevap olarak ‘Bir duygu avcısıdır şair’ deyip işin içinden çıkmalı mıyız? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

-Bunu bir övgü olarak okumak isterim. Teşekkür ede-rim. Sanırım şöyle bir hayat bilgisinden geliyor bu söyle-dikleriniz: Ben, insandan dağ başındaki bir küçücük, yalnız taşa kadar dünyanın bütün

varlıklarını kendi varlığımın tamamlayanı olarak görürüm. Varlığımın herkese ve her şeye borcu olduğuna, kalbimin ve sözümün bunlarla ma-yalandığına inanırım. İnsanın hayatının hiçbir zaman yalnızca kendinden oluşan bir hayat ol-duğuna inanamam. Böylesi, doğanın büyük iş-leyişine hiç yakışmayan bir zavallılıktır. Kendimi söylerken, beş duyumun alanına giren herkesi ve her şeyi de söylemiş olurum. Bunu, yaşamayı hak etmenin temel kuralı sayarım. Benim şiirim buralardan neşet ediyor galiba.

- “Ben şiir yazmazsam/ Yitirir dilini içimdeki çocuk” dizelerini okuyoruz, sonra ba-şımızı çeviriyor ve yazmayı: ‘Yaşadığım gerçek-liği düzeysizliğin azabından kurtarma deneme-si’ olarak tanımlayan şairi görüyoruz. Yaşıyor olmanın, var olmanın dayanılmaz ağırlığını mı yaşıyor şair? Bu ağırlığın üstesinden gelmek için mi içindeki çocuk ile anlaşma yapıp şiire varıyor?

Ahmed MUSAB

‘‘Bizim fiziki varlığımız nasıl coğrafyanın atla-sıysa, şiirimiz de ruh at-lasıdır.’’

Ben şiir yazmazsamYitirir dilini içimdeki çocuk

Page 14: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

14 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

-Sevgili Şehmus Ay’ın şiir kitabının adı, “Yaşama Cezası”dır. Evet, insanın hayatını, ne ka-dar acı geçerse geçsin, hep bir bağış, olağanüstü bir bağış olarak düşünürüm. Ancak, insanın bu bağışı kendi elleriyle bir cezaya dönüştürdüğü-ne inanırım. Yarattığı kutsallarla; hangi özgürlük bilinciyle halkalanırsa halkalansın, korku ve hay-ranlıkla önünde savrulduğu iktidar albenisiyle; yalnız kalma korkusunun mayaladığı sürüleşme güdüsüyle şekillenmiş bir ceza… İnsanı bu çu-kurdan, şiir ve diğer tüm sanat pratiklerinden başka bir şeyin kurtarabileceğine inanmıyorum. Şiir/sanat, bilimin yarattığı, en küçük ayrıntıda uzmanlaşmanın parçalanmışlığını, insanın önü-ne bir bütünlük içinde koyabilmenin tek olana-ğıdır bana göre. Dayanılır mı, dayanılmaz mı bir ağırlık, bilemiyorum…

- Unutma Defteri’nde bulunan çizim-ler dikkat çekiyor. Neden diğerlerinde değil de Unutma Defteri’nde? Unutmak için söz yeterli olmuyor mu? Çizim ile şiir arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

-Bu düşünce, Unutma Defteri’nin son-larına doğru birden aklıma geliveren bir düşün-ceydi. Sevgili Semih Poroy, kişiliğine, çizgilerine, hayat bilgisine kayıtsızca inandığım bir dostum-dur. Yazdığım bir şiiri Semih çizgilerle nasıl gö-recekti? Onun gördüğü ile benim yazdığım bir arada, nasıl bir çoğalma sağlayacaktı? Bunlara benzer masum meraklar, böyle bir sonuca var-dı. Sözün yetersizliğinden çok, sanatın iki dalının bir arada yaşayacağı bir büyümeydi muradım ve merakım. Ben çok hoşnudum bu beraberlikten. Umarım okur da benim bulduğuma benzer bir heyecan yaşar.

- Son zamanlarda eskiye nazaran ede-biyat dergilerinin–sitelerinin sayısı epeyce yük-selmiş durumda. Sizce bu, edebiyata verilen değerin artması anlamına gelir mi? Günümüz-de nitelikli bir edebiyattan bahsedebilir miyiz?

- Önce, şu internet ortamındaki sitelerle ilgili… Benim derin endişelerim var bu konuda. Binlerce site, on binlerce “şair” ve “şiir”… Soru basit: Melih Cevdet’in, Behçet Necatigil’in, Oktay Rifat’ın ve şiirimizin yapı taşı olmuş daha pek çok şairin kitaplarının yıllık baskı sayıları ne kadardır? O sitelerde bir yılda

şiir yayımlayan “şair” sayısının yüzde birine razıyım ben, bu ikisi arasında anlamlı bir ilişki olduğunu söyleyebilmek için.

Edebiyat dergilerinin sayısındaki artışa gelince… Elbette artsın. “Taşra”da, bunların çok başarılı örnekleri çıkıyor. Ancak korkum, büyük kentlerde gettolar halinde yaşayan insanların kentli olması gibi burada da bir avuç yakın ar-kadaş, bir başka getto kuracaksa, kuruyorsa, bu bizi sözünü ettiğiniz nitelikli edebiyata götür-mez. Olsa olsa, nitelikli edebiyatla sanal bir pay-da yaratır kendisine.

Günümüzde ve bütün zamanlarda el-bette nitelikli edebiyattan söz ederiz. Yoksa ede-biyattan söz edemeyiz. Ancak bunların sayıları-nın az olduğunu da biliriz. Bu ayaküstü kültür, bu gelgeç ilgi, bu hız kültü de kendi edebiyatını yaratacaktır. Minimal metinlerle yaratacaktır, yavaşlatılmış dille yaratacaktır, can sıkıntısının mürekkebiyle yaratacaktır. Ben çok severim; Octavio Paz, bir okuma tarif eder ve sorar: “Kaç kişi böyle okuyabilir? Çok az. Ama unutmamalı-dır ki uygarlığımızı geleceğe taşıyacak olanlar o çok azlardır.”

şiir denen bir türküyükendi sesimlesöylemeye çalışıyorum

Page 15: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

15FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

-Sezai Karakoç; ‘Türk toplumu ne hal-deyse Türk şiiri de o haldedir’ diyor. Bu söze katılıyor musunuz? Sizce Şükrü Erbaş şiiri Türk Şiirinin neresinde duruyor?

-Sondan başlayayım… Kendim için böy-le bir değerlendirme… Hiç mümkün mü? Olabilir mi? En hafifiyle ayıptır. Ben, pek çok arkadaşım gibi şiir denen bir türküyü kendi sesimle söy-lemeye çalışıyorum. Durduğum yerin hesabını sessizce yapsam da, varacağım yerin hesabı benim çok dışımdadır. Geçtik…

Sezai Karakoç’un sözü, niceliğin silip süpürdüğü nite-liğin trajedisine işaret eden si-temli, zalim bir doğru ama şu yanıyla katılmıyorum: nasıl ki kendisinin şiiri Türk toplumu-nun çok ötesindeyse, bizim şi-irimizi geleceğe taşıyacak olan has şiir de bu toplumun epey-ce ilerisinde. Öyle olması da gerekli. Yoksa bu topluma “kim var imiş biz burada yoğ iken” tevazusunu ve bilgeliğini kim, nasıl öğretebilir ki…

-“Benim dünyayı sevmem için/ Dünya beni sevmeli/ Dünya beni sevmeli.” Şimdilerde dünya ile ilişkiniz nasıl? Dünya şairin kalbinde hangi sıfatla geziyor? Şiirin insanı bu dünyanın yerlisi kıldığı fikrine nasıl bakıyorsunuz?

-Dünya mı misafir ben mi, bilmiyorum ama belli bir yaş dönemecinden sonra her şey, hayıf duygusuyla menevişli, al-yeşil bir pencere olup çıkıyor. İnsan, ölümün bilincine yaşarken varıyor. Ölümün acısını yaşarken çekiyor. Tanrı-nın ya da doğanın insana müthiş bir oyunu bu… Bunun ayırdına varınca, harflerle kendini bu dünyaya gömmekten başka bir şey kalmadığını görüyor. İyi ki de görüyor. Yoksa bunca güzellik yaratılabilir miydi? Ölümün yaşama dönüşmesi böyle bir şey olsa gerek.

- Son kitaptan bu yana beş yıl geçmiş. Ufukta yeni bir hareketlilik var mı?

-Evet, beş yıl geçti. Çırpınıp durduğum bir dosyam vardı: Bağbozumu Şarkıları. Mayıs ayında çıktı. Okursanız kalbim sessizce sevinecektir.

- Bize zaman ayırdığı-nız için son derece müteşekki-riz.

-Ben sizlere içtenlikle teşekkür ediyorum. İyilikler ve kolaylıklar diliyorum.

Page 16: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

16 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

Çok ortada kalıyoruz tanrım. Ne oraya ait olabiliyoruz ne buraya –tanıdık geliyor değil mi müziğin tınısı, bekle- şairlik tasla-mayacağım, bize ait olanın ne kadar uzakta olduğunu merak etmi-yor değilim fakat bazı lükslerin –eğer lüks diyebileceksek- sadece sanatseverlere bırakılması taraftarıyım. Üstelik orası veya burası derken genel konuştuğum bilinmelidir. Ama vâki olan tamı tamına ortada kaldığımızdır –çok yalnızız- Neyin ortası nereye göre orta diye muhakkak sorulacaktır. Tanrım bazı sorular cevapları ile birlik-te takılmıyor maalesef. Örneğin, ikikereiki ile dört pek yakın dostlar. Hernekadar araya bazı felsefecilerin ve kayseri fıkralarının girmesi ile şimdilerde muhabbetlerine zeval geldiğini duyuyor olsak da ben matematiğin kaşifi saygıdeğer mısırlılardan beri süregelen kabul-lenişi bozmamak gerektiği kanaatindeyim. Ancak her soru ikikereiki kadar şanslı olmuyor; cevabını bulmak için çöllere düşen mi dersiniz, dağlar delen denizler aşan mı. Hiç bulamayanlar olduğu gibi bulduk-tan sonra vazgeçenler de var – ne fantezi ama- Elbette üzerinde durmakta olduğum mevzuunun böyle bir çabayı gerektirmeyeceği-nin farkındayım. Aynı zamanda üzerinde durduğum bir mevzuu ol-madığının da farkındayım. Öyleyse en azından bizi ilgilendiren şeyi unutmayalım. Bir yerde tanrım, bir ortada kalmışlık duygusu varsa eğer, o yerde insanlar bulaşık yıkama merasimlerini ansızın yarıda ke-sip örtüsü kaymış kanepelerine kurularak televizyon kumandalarını boşuna arayabilirler. Kimse bu boşluk hissi yüzünden bir diğerini suçlamamalıdır. Bulaşıklar yarım saat sonra yıkanabilir. Kanepelerin örtüsünü en nihayetinde bir hayırsever gelip camdan aşağı fırlatabil-ir. Fakat bu akıl almaz sahipsizlik hali pek çok yarım saat geçmesine rağmen sinsi bir hastalık gibi kişinin üzerinden ayrılmayacak, kuman-dayı bulamadıkça daha çok derinleşecek dipsiz bir kuyu, biz ortada kalmışları kendi içine çekecektir –burası çok karanlık yavuz abi nasıl görüyorsun- Biraz sağa meyledelim diyoruz –vallahi siyasi değil ben-im solcu arkadaşlarım da var- heyecandan elimiz ayağımız titriyor, parkinson denilen bir zâtı muhteremden dem vurup kıçımıza tek-meyi basıyorlar. Hadi biraz sola kayalım diyoruz –yeminle siyasi değil lan babam imam benim tövbeler tövbesi subhaneke amin- kalbimize bir ağırlık çöküyor ne diyeceğimizi şaşırıyoruz ismimizi soruyorlar tanrım ismimizi soruyorlar yutkunuyoruz etrafımıza bakınıyoruz biri çıkıp hükmü veriyor: Alzheimer! Hayır diyoruz, hayır karıştırdınız biz onu hiç tanımıyoruz üstelik ne kadar genciz. Kafa kağıdımızı ararken kendimizi kapının önünde buluyoruz. Tanrım olacak iş değil yine or-tadayız.

ANTİPARANTEZ

Betül İZGÖER

Page 17: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

17FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

Böylelikle günler geçerken hep iyi olacak sanıyoruz. Bir söze başlıyoruz ya hani, o sözün sonunun geldiği nadir görülüyor. Uyku-muz geliyor sıcak oluyor –kapının zili çalmıyor diye misafirler geri dönüyor- Herkes gibi tanrım bizler de mevsimden bahsediyoruz. Ama değişen bir şey mi? Hayır, her gün güneş ısısıyla ilgili kurulan cümleler için hesab edilen toplam mesai ne yazık ki bizi kaldırıp bir yere koymuyor. İnsanlar bizde iz bırakarak geçip gidiyorlar –hep terkedildik- Yazının bir yerinde insan artık gülümsemesi gerektiğini hissediyor fakat yazarın mizah duygusu konuya odaklanmış zihnin içinde nefes alamıyor –bizi hiç dinlemediler- Öylece yolun tam or-tasında omzumuza çarpan insanları omzumuzun önemli olmadığına ikna etmeye çalışıyoruz –önemli olan başka şeyler var- Filmler bitiyor kitaplar yarım kalıyor çaylar soğuyor –abi demli olsun şeker getirme bir de soğutmadan lütfen- ‘ Çok ortada kalmışlığımızın’ izhar olması tanrım, hava şartlarına göre ortamda bir şekil oluşturuyorsa hemen sazımızı elimize alıyoruz, bunu hiç saklamadık. Neler çağıldıyoruz neler. Duyan gören birbirine haber edip meclisimize varıp bize selam ediyor. Amma ki hava bulutlu rüzgar serinse; ‘çok yalnızlığımız’ heba olacaksa yani şen kahkahalar atıyoruz tanrım affet bütün dişlerimiz görülüyor. Dişlerimiz durmadan parlayıp dökülüyor –yanlızlığın dibi-ni boyladık kaç metreydi sormadılar onlar sormayınca yalnızlığın bir anlamı kalmadı- Yine de tanrım biz burda huzurunda şikayet yerine -yalnızlık birileri tarafından farkedilince işimize geldi- ellerimizi açıp –abi çay dedim limonlu soda nerden çıktı ya hu, yanımdaki mi yok ben kendi kendime konuşuyorum sen çayı getir, demli- acz içinde nimetlerine -uçan balonlara ve orkidelere- şükretmenin daha efdal olduğunu bilerek –nasılsa birazdan biri gelip üstümüzü örter- sana sonsuz minnetimizi sunuyoruz yalnızlığımızı bağışla.

Page 18: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

18 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

Akşam dışarı çıkmam gerekti. Yürümeliydim düşünmek için. İçimde garip bir his vardı; ne korku ne kaygı. Göğsümü daraltan, boğazımı düğümleyen bu sıkıntıyı bir an evvel tespit etmeliydim. Yağmur çiseliyordu, yürüyordum.

Dar bir sokağa girdim. Evler oldukça yüksekti, çöp tenekelerinin yanında kedi çeteleri top-lanmıştı. Birbirinden habersiz insanlar aşağı yukarı gidip geliyordu. Hepsi ayrı bir hengâmedeydi sanki. Başımı hafifçe öne eğdim, gözlerimse insanlarda dolaşıyor ve her biriyle tek tek konuşuyordu.

“Saygıdeğer amcam, zayıflamalısın yoksa bu yokuş çıkılmaz”, “Zavallı kadın ayakkabı topuk-ları kendi boyunda neredeyse”, “Hey yavrum hey esmerliğini kapatamamış rengârenk olmuşsun”

Sıkıldım herkese sessizce laf atmaktan. Göz ucumla adımlarımı takip ederken karşı kaldı-rımdaki evlerden biri kapısını açtı gıcırtılarla. Yaşlı bir kadın tepsiye dizdiği ekmekleri ikram etmek için eşine dostuna seslendi: “Pisi pisi gel pisi pisi, gelin kuzularım gelin yavrularım pisi pisi”

Kadının hayvanlarla alakasını merak ettim. Kaldırımda oturup seyre daldım. Kediler elini kolunu tırmalıyor, ayaklarına dolanıyor, boynuna atlıyor kadınsa sadece tebessüm ediyordu. Arada onları severken çıkardığı tiz sesiyle kedilere sevgi sözcükleri söylüyordu. Öyle ki boğazına yerleştiril-miş uzun, dar bir borudan zorla geçerek herkesin kulağını tırmalayan bu cırtlak sesin sahibi kadın, sevilmeyi hak ediyordu gerçekten. Yeleğini eteğinin içine sokmuş, başörtüsüyle boğazını iyice sıkmış tonton teyze belki bu kadar sıkı bağlamasa örtüsünü o düdük ses etrafındakilerin bakışlarını sabit-lemezdi onda. Kadın kedileriyle oynadıktan sonra kafasını bile kaldırmadan ağır ağır evine girdi. Bu tiyatro çok kısa sürmüştü.

Yağmur hızlanmış, insanların topuk sesleri şıpırtılara karışmıştı. Yavaşça yürümeye devam ettim apartman kenarlarından. Temiz bir nefes alarak daralan göğsümü genişlettim. Garip bir his; ne korku ne kaygı. Kötü ruhların hışmına uğramış bir bedbaht mıyım yoksa ben? Ürperdim birden, toparladım kendimi. Rahatsız edici olan şey belirsizlik mi? Huzursuzluğumun sebebi elbette bir kadın değil. “Yok” dediğim zaman mı bir şeyin “Var” olduğu ortaya çıkıyor? Bir kadın! Zavallı şeytan, bana bundan başka bir seçenek sunmalıydın; bir kadın. Hayır. Düşünce yumağını çözmeye uğra-şırken nefes nefese kaldığımın farkına vardım, adımlarım sıklaşmıştı. Yüzümü sıvazlayarak nerde olduğuma bakındım, bilmiyordum. Arkamda beş altı katlı bir virane vardı. Saatin kaç olduğuna bak-maya korktum. Tinerci çocuklar güle oynaya geziyorlardı. Tam bu sırada iki kişi koluma girerek beni viraneye aldı. El çabukluğuyla gözlerimi bağladılar. Sesimi çıkaramadım. İte kaka birkaç kat çıktık. Hiç konuşmadılar. Loş ışıklı bir odaya götürdüler beni ve sandalyeye oturttular. İşte kötü ruhların hış-mına uğramış ben! Korkuyordum. Gözlerimin bağını çözdüler, yüzlerine baktım; çatık kaşları, keskin bakışlarıyla beni süzüyorlardı. Giyimlerinde bir tuhaflık yoktu üstelik sarhoş da değillerdi. Cesare-timi toplayarak dudaklarımdan birkaç kelime çıkarmaya gücüm yetmişti. “Kimsiniz?” diye sordum. Birbirlerine baktılar, cevap vermediler. “Ne istiyorsunuz benden?” diye sordum. Bir müddet sessiz kaldılar ve kısa boylu olanı diğerine kaş göz işaretinde bulundu. Artık korkuyu kaygıyı bir tarafa bıra-karak başıma gelecekleri merak ediyordum. Adam elinde beyaz bir kâğıt tutuyordu. Getirdi önüme koydu. Diğeri cebindeki kalemi uzattı ve “yaz” dedi.

GARİP BİR HİS

Zakire ARMAĞAN

Page 19: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 20: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

20 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

Cenevre’de Birleşmiş Milletler Toplantısına davet edildim. Emirul Müminin ve ben beraber katı-lacağız. Kuran kursunda hediye edilen ceketten başka ceketim olmadığı ve üzerinden de seneler geçtiği için ceketsiz vardım Tayyip abinin yanına. Çocuklarına fazla gelen ceketi verdi. Ata uçağına binip gidecektik ama atayla aram açık olduğu için binmek istemedim. “Rahat ol, özünde iyidir Ke-mal” dedi. “Ağa öyle diyorsun da herkeş özünde iyidir, Şeytan bile... “1 dedim. “O zaman ananı da al git karayoluyla Bulgaristan üzerinden” dedi. Yolculuk esnasında Bulgar vatandaşlarla muhabbet ettik. Buraların eski Bulgaristan olmadığından dem vurduk. Kavga dövüş vardık Cenevre’ye. Cenevre nehrinin kenarında ikindi namazından sonra buluşmak üzere sözleşmiştik. Ben ayakkabılarım çalı-nır endişesiyle girmedim camiye. Şöyle bir göz ucuyla kestim camiyi. Ana! Tayyip imam olmuştu; sarkozi, merkel, putin hepsi aynı safta. 2 Ulan yanlışlık olmasın. Ayakkabılarımı çaldırma pahasına daldım camiye. “Tanrı uludur” dedi İsmet Paşa. Yüzümde bi hassi.tir ifadesiyle donakaldım. Soluma döndüm. Menderes çarmıha gerilmiş, Özal şortuyla en arkada. Benzettim herhalde. Bir iş vardı bu işte. Telefonum çaldı. Arayan Polat Alemsanadar.” Film çekicez, dinci fanatiği oynarmısın?” Soluma tükürerek boy boy sövdüm şeytana. Şeytan cemaatin arasından hızlıca omzuma çarparak: “Hali-sünasyon görüyorsan sebebi ben değilim, herşeyi benden bilmeyin lan” dedi. Bu kadar saçmalığa tahammül edemedim. Çıktım camiden. Bulgaristan’dan beri beni takip eden tıknaz Bulgar çalmış olmalıydı ayakkabımı. Yalın ayak vardım toplantı salonuna. Ahmedi Nejat tanıdı beni . Dile geldim: “Abi, Ahmedi Nejat mı? Ah Medine Jat mı?” dedim. Ayakkabılarını çıkarıp bana verdi. Pinti herif Hangardan almış ayakkabıyı. Neyse ayakkabısızlıktan iyidir. “Süleyman abi bana bir çay yollar mı-sın” dememe rağmen çay gelmedi.3 Çayın gelmemesi beni mahvetti. Vardım kim-bu-san ın yanına. “Hacı o Çin seddini tadilata sokmak istemiyorsan eğer aciliyetten bana çay gönderin” dedim. “Ben Çinli değilim Japonum” dedi. “Ağa sizi nasıl ayırtedeceğiz, hepiniz çekik gözlüsünüz” dedim. Canı-mı sıkmaya başladı bu iş. Tayyip salona girer girmez ortamda fısıldaşmalar başladı. Çaysızlık iyice vurmuştu beni. “Van munit ulan” diye haykırdım, “bi bardak çay ikram eder insan.” İngilizin teki cebinden soğuk çay çıkardı. “Sütlüsü de var istersen” dedi. İkram geri çevrilmez diyerek bir dikişte içtim çayı. Herkes konuştu. Ortam çok sıkıcıydı. Walkmanımı çıkardım. Cem Karaca’dan ‘Sen Duy-madın’ şarkısını dinliyordum. Tayyip çıktı kürsüye. Elindeki tebeşiri fırlattı bana doğru. Konuşması bitince alkış tufan derken, en sonunda ben çıktım kürsüye. Cebimden notlarımı çıkarır gibi yaptım ama ceketimin iç cebi hiç kullanılmamış olmalıydı ki dikişliydi. Birkaç saniye tek tek üyelerle kesiştik. Ben konuşmuyordum ama simultane çevirim yapılıyordu. “Hepinizi dinledim ve şu sonuca vardım, birincisi hepiniz karılarınızdan korkuyorsunuz – sen hariç Merkel- hayvan herifler.” Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Ne diyecektim lan ben. “Alayınıza Mokoko” dedim. Çevirman bana baktı. Nasıl çe-virecekti ki.” Lanet olası” dedi. Kürsüden inerken beni tek alkışlayan Chavezdi. Koşar adım çıktım salondan. Tayyip seslendi:

- Aslan parçası beraber geldik beraber gidecez.

- Yollarımız Türkiye’de zaten ayrıydı başkan.

- Varınca görüşelim o zaman.

- Görüşmek Üzer

/Bu yazı ‘van minut’ çıkışına ilham olmuştur/

1 - Editörün Notu: Yazar bu ifade ile mizah yeteneğini göstermek istemiş, oybirliği ile yorumda bulunmadan gülümseyip geçme kararına varılmıştır. 2 - E.N: Burada ‘Tayyip’ isminin baş harfinin büyük yazılarak, ‘sarkozi’, ‘merkel’ ve ‘putin’ isimlerinin küçük harfle başlamasının sebebi bilinmemekle beraber olası bir yazım hatası göz önünde bulundurularak yazarın hiçbir siyasi amaç gütmediğini ileri sürmekte herhangi bir sakınca yoktur. 3 - E.N: ‘Süleyman abi’ denilen şahsın kimliği henüz belirlenemedi.

CENEVREDE SAF SAF

Halit UYSAL

Page 21: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 22: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 23: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

23FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

CERVANTESdon kİşot

“Çok açık, anlaşılması son derece ko-lay. Çocuklar onu gözden geçirir, gençler okur, yetişkinler anlar, yaşlılar da göklere çıkarırlar. Hasılı bu kitap her çeşit insan tarafından o ka-dar gözden geçirilmiş o kadar okunmuş o kadar ezberlenmiştir ki insan, zayıf ihtiyar bir at görür görmez; ‘İşte Rosinante!’ demekten kendini ala-maz.” 1

Yapılan araştırmalara göre Romans, ro-mandan farklı olarak özellikle ortaçağ şövalye-lik düzeninden bahsetmekte olan ve 12. yüzyıl Fransası’nda ortaya çıkan bir edebiyat türüdür. Bu romansların en meşhuru ise elbette İspanyol yazar Miguel de Cervantes’in Becerikli Şövalye Don Kişot’udur.2

Cervantes, Don Kişot’a3 şövalye romansları ile dalga geçen ironik bir eser yazma niyeti besleyerek başlamış fakat eser belki ya-zarının bile farkında olmadan beklentisine ila-ve olarak zengin ve yaratıcı bir düş gücü, sonu gelmeyen bir mizah, yaşamın anlamını ve ger-çekliğin yapısını derinden kavrayışı ile dikkatleri çekmeyi başarmış. Öyle ki bahçede kitap okur-ken gülme nöbetine tutulan bir öğrenciyi sara-yın balkonundan gören kral III. Felipe’nin; “Şu adam ya deli ya da Don Kişot okuyor” dediği ri-vayet edilmektedir. Hatta bu şöhret, günümüzde bestseller romanlarının başına gelen talihsizliği onun da karşısına çıkarmış. Eserin ilk cildinin yayınlanmasından henüz bir kaç hafta sonra, yani Cervantes ikinci cildi için daha çalışmalarını tamamlamamışken traji-komik bir şekilde hala kim olduğu bilinmeyen biri takma isimle ikinci cildini yazıyor ve Lizbon şehrinde üç korsan bas-kısı çıkıyor. İşin ilginç yanı, Alonso Fernandez de Avellaneda takma ismiyle romanı tamamlayan meçhul yazarın bu çakma Don Kişot’u hiç de fena yazmadığı görülüyor. Belli ki Cervantes, ünlü bir yazarın kıskançlığına düçar olmuş. Fakat bu kıskanç yazar eseri yazmakla kalmayıp kita-bın giriş kısmında Cervantes’e hakaretler etmiş, kusurlu fiziği ve ahlaksızlığını ileri sürerek alaya almış. Cervantes, kitabın sahtesi çıkınca daha bir

azimle çalışmalarını sürdürerek sahtesinden an-cak bir yıl sonra gerçeğini yayımlamış ve durum-la ilgili tavrını önsözünde okuruyla paylaşmıştır: ‘Aman Tanrım! İster soylu ol, ister halktan. Sev-gili okur, şu anda bu önsözü kimbilir ne büyük bir hevesle bekliyor, bu önsözde ikinci Don Qu-ijote’nin yazarından, yani Tordesilles’ta filizlenip Tarragona’da doğduğunu söyleyen adamdan, intikam alacağımı, onunla atışacağımı, onu kı-nayacağımı sanıyorsundur. Doğrusunu istersen, sana bu tatmini vermeyeceğim; çünkü her ne kadar haksızlık, en alçak gönüllü yüreklerde bile öfke uyandırsa da, benimkinde bu kural bir istis-naya uğrayacak. Sen ona eşek, gerizekalı, küstah dememi isterdin ama benim aklımdan bile geç-miyor böylesi. Onun cezası günahı olsun, ne hali varsa görsün, benden uzak olsun. Benim yine de üzüldüğüm bir şey oldu; o da bana yaşlı ve çolak demesi. Sanki ben zamanı durdurup benim için geçmesini engelleyebilirmişim gibi, sanki çolak-lığım geçmiş yüzyıllarda görülmüş gelecek yüz-yıllarda da görülebilecek en yüce savaşta değil bir meyhanede olmuş gibi...’

ÖLÜM, DEĞİŞİM VE DELİLİK : TUTKUNUN İLAÇLARI

Betül İZGÖER

Page 24: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

24 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

Kendi zamanında bu denli ses getiren bir yapıtın bizim toplumumuzda da alanındaki benzer yapıtlara nazaran daha çok karşılık bul-masının, ‘Don Kişotluk yapmak’ tabiri ile yer etmesinin bir sebebi olsa gerek. Nitekim eserin anlatış biçimi, karakteristik özellikleri bizim ba-tıdan çok daha iyi bildiğimiz doğu masallarını çağrıştırıyor. Genel olarak bakıldığında, doğu et-kilerini bulabileceğimiz eserler, örneğin Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’su, Jonathan Swift’in Güliver’in Gezileri üslup olarak Don Kişot ile benzer-likler barındırmasına rağmen Don Kişot’ta özellikle Doğu anla-tılarının etkisi somut bir şekilde ortada. Zira romanda sık sık adı geçen İbni’s-Ser-rac, Mağrip dilinde yazılmış ilk öykü olan ve 16. yy.’da çeşitli türleri yayımlanan ‘İbni’s-Serrac ve Gü-zel Şerife’ adlı doğu hikayesinin kahra-manıdır. Cervantes kitapta Don Kişot’a: “... güzel Şerife, şimdi güzel Dulcinea del Tobosso’4dur” dedittirerek bu söylem ile arasındaki bağlantıyı belirtiyor. Kitapta adı ‘Don Kişot’un anlatıcısı’ olarak sıkça geçen Seyyid Hâmid Badincani ise, Don Kişot’un kaynaklarını Doğu öykülerinde aramak gerekti-ğine dair yaklaşımın doğruluğunu ileri sürüyor. Salamanca’da öğrenimini tamamlayıp dönen Sansón Carrasco5, Sancho’ya6, Don Kişot’un ba-şından geçenlerin, ‘La Mancha’lı Yaratıcı Asilza-de Don Kişot’ adıyla yayımlandığını anlatır. Don Kişot’un, bunun ancak ‘bilge bir büyücü’ tara-fından yazılabilmiş olacağını söylemesi üzerine Sancho, “Bilge ve büyücüyse, hikâyenin yazarı-nın adı nasıl Seyyid Hâmid Patlıcan olur?”7 der. Don Kişot, Sancho’dan onu Sansón’la buluştur-masını ister. Sansón’un, ona, “Yüce kahraman-lıklarınızın hikâyesini yazan Seyyid Hâmid Ba-dincani çok yaşasın; Arapçadan bizim gündelik İspanyolcamıza çevirtme zahmetine katlanan, bütün dünyaya eğlence sağlayan meraklı, daha

da çok yaşasın” demesi üzerine, Don Kişot, “Yani benim hikâyemin yazıldığı ve yazanın Mağripli bir bilge olduğu doğru mu?” diye sorar; Sansón da, “O kadar doğru ki, bana kalırsa bugüne ka-dar on iki binden fazla kitap basılmıştır; olmaz-sa, Portekiz, Barcelona ve Valencia’ya sorulsun; buralarda basıldılar. Hatta Anvers’te bile basıldı-ğı söyleniyor. Bana öyle geliyor ki tercüme edil-mediği bir ülke, bir dil olmamalı.” diyerek, ilginç

bir kurgu tekniğiyle romanın kahramanını da işin içine katarak, romanın daha önce basıldığını konuşur. (s. 465-467).

Cervantes’in doğuya olan bu ya-kınlığı nerden geliyor derseniz, ünlü yaza-rın ülkesinde bir kav-gadan dolayı hüküm giydiği için Papa V. Pius’un Osmanlıla-ra karşı düzenlediği Haçlı Seferleri’nden birine katılmak üze-re İtalya’ya kaçtığını, hatta 1571’de katıl-dığı İnebahtı Deniz Savaşı’nda sol elini

sakatladığını ve tutsak olarak Osmanlıların eline düşüp uzun süre Fas’ta, Cezayir’de Mağriplilerle birlikte yaşadığını hatırlatmakta fayda var.

Eserin doğu kökenli olup olmadığı bir tarafa, bizim asıl hoşumuza giden kahramanın deliliği olsa gerek, ‘Hayatım bir anlam kazansın

Page 25: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

25FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

istedim, yatakta can vermek istemedim ve bu ateşten gömleği ben gönüllü giydim. Gerçek hayatı kazanmanın, ten sevdasından geçmekle olacağını kimseye anlatamadım. Kutsallarım çiğ-nenmiş, bencillik almış yürümüş, başkaları için yaşamak unutulmuş ve duyarlılık sinelerden ko-vulmuş. Hal böyleyken ben nasıl çıldırmayayım Rosinante? Koş Rosinante! Fethedilecek daha çok kale var, koş!’ sözleriyle zihnimize yerleşen bu akıllı deli, sayfalar arasında ilerlerken ‘Biraz aklın varsa delir, kent sensiz de çalkalanır!’ diyen şairimizi haklı çıkarıyor adeta.

Cervantes eseriyle kendi döneminin asilzadelerini eleştirmeyi hedefliyor şüphesiz. Böylelikle Don Kişot adlı bir kaçığın ağzından normelde söyleyemeyeceği herşeyi söyleme imkanına sahip oluyor. Delilik maskesi sözleri-ni ifade edebilmek için bir tarafıyla ona hizmet ediyor. İnsanın hayaline bağlanmak istediği za-man mutlaka bir sebep bulabileceğini anlatıyor Cervantes. Zira Don kişot gerçek dünya ile değil kendi gerçeği ile ilgileniyor. Yel değirmenlerine saldırdığında, değirmenin kolu Don Kişot’u çe-virerek yere çarpar ve kaburga kemikleri kırılır fakat buna rağmen o yanıldığını kabul etmez; “... büyücü Frestón, bu devleri değirmene çevirdi; onları yenmenin şanını elimden almak için...” der. Hiçbir şekilde yenildiğini kabul etmek iste-mez. Gerçek onun gördüğü gerçektir. Sancho Panza olay üzerine, “Neden yel değirmenlerini dev sanıyorsun?” dediğinde Don Kişot, “ Peki ya sen neden devleri yel değirmeni sanıyorsun?” diye sorarak en fazla şüphe etmeye hakkı oldu-ğu zamanda bile kendine inancını kaybetmedi-ğini göstermiştir. Don Kişot işte bu yüzden unu-tulmazdır.

Cervantes eseri için hernekadar ‘Bu hikaye okunabilecek hikayelerin en eğlenceli olanlarından biridir’ demişse de kitabın giri-şindeki sözleri tevazuya bürünmüş ironik dili açığa vuruyor; ‘Aylak okur! Bu kitabın, zihnin düşünebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak, tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta herşey, benzerini doğurur.

Page 26: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

26 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

1 - Miquel de Cervantes’in kendi kitabı Don Quijote için söylediği sözler. 2 - İlk olarak 1605’te Madrid’te basılan eser, daha sonraları Don Kişot – Don Kişotun Maceraları – Becerikli Şövalye Don Kişot gibi farklı isimlerle de yayımlanmıştır. 3 - O yıllarda Fransızca söylenişi ile ‘Don Kişot’ deniyordu. Reşat Nuri Güntekin’in kısaltılmış, Hamdi Varoğlu’nun tama yakın çevirisi de bu adla yayımlanmıştır. Çevirisin-de Don Kişot’u ispanyolca yazımıyla (‘Don Quijote [okunuşu: Don Kihote]) ilk kullanan Bertan Onaran’dır.4 - Don Kişot’un hiç görmediği ve adını kendi koyduğu köylü sevgilisi.5 - Kitap karakterlerinden biri olan Sansón, Salamanca Üniversitesinin yirmi dört yaşında bekâr bir öğrencisi ve Don Kişot’un arkadaşıdır.6 - Kitabın ana karakterlerinden olan Sancho, Don Kişot’un uyuşuk seyisidir. 7 - ‘Badincan’ İspanyolcada ‘patlıcan’ anlamına gelir. Sancho burada ‘patlıcan’ diyerek, Mağriplilerin, kuşkusuz aşağılayıcı bir nitelemeyle esmerliğini ima ediyor.

Benim kısır, gelişmemiş deham da her türlü rahatsızlığın hakim olduğu, her türlü hazin sesin du-yulduğu bir hapishanede doğmuşcasına kuru, kırışık, maymun iştahlı ve çok çeşitli, kimsenin aklına gelmeyecek düşüncelere boğulmuş bir evlattan başka ne doğurabilir?’

Kitabın içinde geçen bir sone, Cervantes’in bir yandan da şairliğini konuşturarak aslında Don Kişot aracılığı ile bize söylemek istediği çoğu şeyi, aşk talih tanrı hasret ölüm delilik gibi vurgu-lanan öğeleri özetlemekte;

“Kim küçültür meziyetlerimi; aşağılama.

Ya kim artırır acılarımı; kıskançlık.

Ya kim sınar benim sabrımı; hasret.

Hiçbir çare bulunamaz elbet böylece ıstırabıma,

öldürüp yok eder beni umut, aşağılama, kıskançlık ve hasret.

Kim verir bana bu ıstırabı; aşk.

Ya kim isyan eder şanıma; talih.

Ya kim izin verir bu acıma; tanrı.

Korkarım ki ben böyle öleceğim bu garip hastalıktan,

çünkü aşk talih ve tanrı yüceliyor kederimle.

Kim düzeltir talihimi; ölüm.

Ya kim erişebilir aşkın iyiliğine; değişim.

Ya kim tedavi eder hastalıklarını; delilik.

Kazanamaz bir başarıyı tutkuyu tedavi etmek isteyen,

ölüm değişim ve delilikse eğer tutkunun ilaçları.”

Don Kişot hakkında konuşmak onu okumaktan daha eğlenceli değil. Öyleyse sözlerimizi Cervantes’in vedası ile nihayete erdirip henüz La Mancha’lı Asilzade Don Kişot ile tanışmayanlar varsa vakit kaybetmemelerini tavsiye edelim;

“Haydi, tanrı sana sıhhat versin, beni de unutmasın. Vale.”

Page 27: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 28: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

Richard Wright

“Tek bir Orson Welles yeterlidir. İkisi her-halde bir uygarlığı sona erdirirdi. Onbini ise toplumu bir bomba gibi havaya uçururdu.”

Page 29: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

29FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

ORSONWELLES

“ yazar kalemle, ressam fırçayla, yönetmen ise orduyla çalışır.”

Orson WELLES

6 mayıs 1915’te ABD’nin Wisconsin eyaletinde aile-sinin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası bisikletçi annesi ise piyanistti. Filmlerinde Shakespeare izlerinin gözlem-lenmesi, annesinin sanatçı kişiliğinin Orson Welles’i etkilediğini göstermektedir. Welles, annesi Beatrice’i 9 babası Richard’ı 15 yaşında kaybedince ona Chicago’da yaşayan Dr.Maurice Ber-nstein sahip çıktı. 1931 yılında Todd Erkek Okulundan mezun oldu. Dublin’deki Gate Tiyatrosu’ndan ufak roller için teklif alan Welles 1934’e gelindiğinde New York’ta radyo oyunculuğu ya-pıyordu. Tam o yılda kendisiyle aynı mesleği paylaşan Virginia Nicholson ile evlendi. Ayrıldıklarında ise Nicholson’un “Onun dahiliğine tahammül edemiyordum” sözlü belki de Welles’i açıklayan en iyi cümledir.

Negro Tiyatro Topluluğu’ndan teklif aldıktan sonra bu-rada kendi ekibini kuran Welles böylece klasik tiyatro eserlerini oynama fırsatı buldu. Oynadıkları ilk oyunları ‘Macbeth’ ile bü-yük bir başarı elde ettiler. 1937’de John Houseman ile ‘Mercury Tiyatrosu’nu kurdu. Shakespeare’in Julius Ceaser’ı İtalya’da sah-neye koydu ve başarısını burada da devam ettirdi. Radyo için hazırladığı “The War of The Worlds” şovunda dinleyenleri uzay-lıların dünyayı bastığına inandırdı ve yüzbinlerce insanın sokağa dökülmesine sebep oldu. İlginçtir ama kitleleri etkileyebilecek bir yeteneğinin olduğu bu şekilde keşfedildi Welles’in ve onun için Hollywood kapısı açıldı.

1940’a gelindiğinde radyo programlarından tanıştığı Herman Mankiewicz ile ilk filmi “Citizen Kane” (Yurttaş Kane) üzerinde çalışmaya başladı. Film daha vizyona girmeden Ran-dolph Hearst’in hayatından kesitler sunuluyor gerekçesiyle de-dikodulara maruz kalmış ve eleştirmenlerin ilgi odağı olmuştu. RKO Stüdyosu tehditler almış hatta filmin tanıtımı yapılamamış bu yüzden de bir çok salon filmi göstermeyi kabul etmemış ve RKO büyük paralar kaybetmiştir. Filmi izleyenlerin çoğu beğen-miş ve film 9 dalda Oscar adayı olmasına karşın sadece “En İyi Özgün Senaryo” ödülünü alabilmiştir. 1946 yılına gelindiğinde CBS ve ABC için radyo programlarının yanı sıra International

Film ile “The Stranger” adlı filmin yapımında görev aldı. Ardın-dan “The Lady From Shanghai” adlı ünlü filminin çekimlerine başladı. Bu filmde ikinci eşi Rita Hayworth ile çalıştı. Film sıra-sında yine stüdyo ile anlaşmazlıklar yaşadı. Artık Hollywood’da büyük stüdyolarda çalışamayacağını anlayınca 1948 yılında Avrupa’ya giderek çok düşük bir bütçe ile “Macbeth” adlı Sha-kespeare uyarlamasını yönetti. Ertesi yıl “The Third Man” adlı filmde çalıştı.

Welles’in oyunculuk anlamında asıl çıkışı “Othello” adlı filmde oldu. Othello’daki rolüyle Cannes Film Festivali’nde “Pal-me d’Or” ödülünü kazandı. 1955 yılında “Mr. Arkadin” adlı film ile yönetmenlik hayatına geri döndü. 1962’de Franz Kafka’nın romanından uyarlanan “The Trial” adlı filmi yönetti. Daha sonra 1967’de “The Deep” filmi çekildi. 1970 yılına kadar Avrupa’da kalarak “Orson’s Bag” adlı televizyon serisini çekti.

1977 yılında “Amerikan Film Enstitüsü” tarafından ken-disine “Ömür Boyu Başarı Ödülü” verildi. Welles’ın son yıllarını projelerine finansal kaynak bulmaya çalışmakla geçti. 1984 yı-lında “Directors Guild of America” tarafından “Onur Ödülü”ne layık görüldü. 10 Ekim 1985 tarihinde 70 yaşındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Üzerinde çalıştığı birçok projesi yarım kaldı.

“Tek bir Orson Welles yeterlidir. İkisi herhalde bir uy-garlığı sona erdirirdi. Onbini ise toplumu bir bomba gibi havaya uçururdu.” Richard Wright.

Cenk KORAY

Page 30: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

30 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

LEONARDCOHEN

‘UykUsUz son sıgınak UyUyan dünyada üstünlük dUygUsUdUr.’

KELİMELERİ SARHOŞ EDEN ADAM; COHENLeonard Norman Cohen, 21 Eylül 1934 yılında orta

sınıf bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak Montreal’de doğdu.

Enteresan ve çok yönlü bir kişiliğe sahip olup yüzlerce eseri olan Kanadalı Cohen yazar, şair, söz yazarı ve müzisyen… Bugünkü şöhretini ise elbette müzikle ilgilenmesine borçludur. Ancak yazarlık ve şairlik kariyerinin de en az müzikteki geçmişi kadar köklü ve takdire şayan olması eşine çok sık rastlanma-yan bir verimlilik örneği. Onun müzik ve edebiyattan oluşan çift kariyeri yıllar boyunca birbirlerini beslemiştir. Leonard Cohen’in içtenliğinden şüphe duyulmamasının sebebi belki de sanatını üç yola ayırıp her yoldan farklı yönlere yol alan bir şair-müzisyen-yazar olmak yerine; gerek bestelerinde, gerekse yazdıklarında sadece kasvetin ve melankolinin ozanı olması-dır. Buğulu şarkılarında duyduğumuzo kasvetli monoton sesi, romanlarında ve şiirlerinde de hissedebiliriz. ‘Suzanne’, ‘First We Take Manhattan’, ‘Waiting For The Miracle’ gibi muhteşem şarkılara imza atmış ‘görkemli kaybeden’. Burada hemen bir parantez açıp müzisyenin ‘Beautiful Losers’ adlı kitabını yaz-dıktan sonra görkemli kaybedenler diye anılmaya başladığını söylemiş olalım.

Leonard Cohen’in sesi buharı tüten sıcacık bir fincan sahlebin geniz yakıcılığı gibidir; bir yudumu bile öyle tarifsiz bir tat, öyle dingin bir koku bırakır ki boğazınızda, bağlanıverirsiniz.

Kaliteli müziğe ve anlamlı şarkı sözlerine ender rast-layabildiğimiz çağımızda gerçekten müzik yapan nadir ‹dolu› insanlardandır. 1967’den günümüze kadar uzanan müzik hayatında üç kuşağa hitap eden ve çok yönlü bir sanatçı olan Leonard Cohen, herkesin hayatına en az bir kimliğiyle girmiştir; şair, şarkı yazarı, filozof, romancı… Yetmişlerde pop, kabare ve dünya müziği üzerine çalışmalar yapan Cohen›in, seksenlerden itibaren bas bariton tonda söylediği şarkılarına kadın vokalistler eşlik etti. Müziğe ilk başlama şekli de ilginçtir; eline ilk gitarını 13 yaşında bir kızı tavlamak için almıştır. Çalış-malarında yoğun bir melankoli altıında genellikle din, yalnızlık, cinsellik ve kişiler arası karışık ilişkileri konu eder ki; bunun dışında çok önemli konuları, şarkı sözü haline getirebilen, hem iyinin, aşkın, sevginin tarafında kalması, hem de toplumu de-rinden kanatan meselelere seyirci kalmaması açısından örnek alınacak bir sanatçı kişiğine sahiptir...

Cohen, politik ve kültürel konulardaki kötümser fi-kirlerini eserlerinde mizah ile harmanlıyarak, nüktedanlığı ile keskin gözlem gücünü bir arada kullanarak sözel oyunlarla dolu ve hatta neşeli şarkılar da yazmıştır. Şimdiye kadar yapılmış en güzel evlenme teklifini en meşhur ‘Dance me to the end of love’ şarkısıyla yapmıştır. 60’lı yıllarda folk müziğinin en önde gelen isimlerinden biri olup kariyer edinmek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşti. 70′lerde dünya müziği üzerine ça-lışan Cohen’e, 80′lerden itibaren tipik olarak bas bariton tonda söylediği şarkılarında kadın vokaller ve elektronik bileştiriciler eşlik etmiştir. 1984′de çıkan “Various Positions” isimli albümü-nün içinde bulunan “Hallelujah” şarkısı dünyanın her yerinde halen ilahi bir ağırlıkla dinlenen, mistik, ruhani bir şarkıdır ve birçok müzisyen tarafından yorumlanmıştır. Onu dinlemenin insanı karamsarlığa sürüklediğini düşünenlere en güzel cevabı; “Kendimi kötümser olarak görmüyorum. Bence kötümser in-san yağmur yağsın diye bekler, oysa ben iliğime kadar ıslanmış hissediyorum” sözleriyle yine kendisi vermiştir. 1994’te dün-yevi işlerden uzaklaşıp Los Angeles yakınlarında 5 yıl inzivaya çekilmiştir. 2001’de yeniden müziğe dönen Leonard Cohen, 2008-2010 yılları arasında 31 ülkede sahne aldığı dünya turuna çıkarak tüm dünyada canlı performans sergiledi. Bu onun için tam bir dönüm noktasıydı. Kanadalı şarkıcı en son 2004 yılın-da “Dear Heather” albümünü ve 8 yıl aradan sonra 31 Ocak 2012’de 1967 yılından beri devam ettiği 12. Stüdyo albümünü çıkardı. Cohen’in 20. albümü olan ‘Old Ideas’ 10 yeni şarkıdan oluşmuştur.

_

COHEN

Aişe HÜMEYRA

Page 31: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

LEONARDCOHEN

‘‘EĞER BİR SEVGİLİ İSTERSEN BENDENİSTEDİĞİN HERŞEYİ YAPACAĞIM

VE EĞER BAŞKA ÇEŞİT BİR AŞK İSTERSENSENİN İÇİN BİR MASKE TAKARIM’’

COHEN

Efsanevi müzisyen, Leonard

Cohen aynı zamanda çok yakında

konser için İstanbul’a gelerek bizi

buğulu sesiyle demlendirecek..

Yer : Ülker Sports Arena,

İstanbul Anadolu, Tarih:

19.09.2012, Saat 20:30

Page 32: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

32 FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi fundamentadergi.com

Sur Kentinin sokaklarından geçme-miş biri olarak elimde tuttuğum kalem hep bir yerlerde duracak, eksikliği tamamlayamaya-cak ve ellerim küllenecektir. Bu sebepten kita-bın kendini, kendiyle anlatması pek daha uy-gun olacaktır düşüncesiyle yapılmış bir giriştir. İbn Battuta’nın şehri ilk gördüğü tepeden aşa-ğıya savurduğu kelimeleridir bunlar.

Elbette kitaba ruhunu giydiren sa-dece İbn Battuba değildir. Her şeyin tamam olması için Sakine’nin hüzünlü gözlerine, Hüsrev’in kalbine ve tetikte duran mucizeye, Muhyettin’in yağmurda kuruyan gömleğine, düşen her yaprağın sorumlusu Eşkiya Konos’a ve Dilber Makbule’nin gözünden düşlenmiş şehrin son görüntüsüne ihtiyaç olacaktır.

Sur Kenti öyle bir kenttir ki; sokakları pas tutmuştur, sesi arastalardan dışarıya taş-maz, yamaçlarında her gözün göremeyeceği sisli duvarlar örülüdür, ne yolu oraya düşen-ler başlarını kaldırıp kentin gözlerine bakma

cesaretini göstermiştir ne de Sur kenti onlara yollarının kıymetini anlatmıştır. Zaman gelir kent çözülmeden ve yok olmadan önce işte tüm cömertliğiyle içindeki sırlarını aşikâr eder. Bize de bağdaş kurup hikâyeleri bir bir yudum-lamak kalır.

Yazar Ali Ayçil niyetini daha baştan belli ettiğinden, yolumuzu bulmamız suyun nehirde yatağını bulması kadar kolay olmuş-tur. Hikâyeler dökülen tespih taneleri gibi sa-çılırken onları tekrar alıp ipe dizme işini bize bırakmıştır yazar. Kullandığı pek alımlı dille hikâyelerin ışığını içimize düşüren Ali Ayçil o vakitten sonra kentin üzerindeki tozlu örtüyü yavaştan aralamamızı sağlar. Cümleler ılık bir süt gibi dökülür kursağımızdan ve her adımda karşılaştığımız yeni bir öykünün içinde buluruz kendimizi. Yazar ilk hikâye kitabında şair üslu-bunun da nimetlerinden fazlasıyla yararlan-mış ve kafalarda yer edecek ifadelerini eli açık bir şekilde önümüze serpmiştir.

Gamze OKUMUŞ

K Ü T Ü P H A N E M İ Z D E N ;

Page 33: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

33FUNDAMENTAedebiyat kültür sanat dergisifundamentadergi.com

“HEYECANINI YİTIRMİŞ HER KENT, HATIRALARIYLA AVUNURDU;

HATIRALARINI ÇOĞALTIR, ONLARI BİÇİMSİZLEŞTİRİR, YENİDEN

ŞEKİLLENDİRİR, BİR YERDEN SONRA KENDİNİ HATIRALARINDAN

AYIRT EDEMEZ OLURDU. KENDİNE KENDİNİ ANLATAN VE

KENDİNDEN KENDİNİ DİNLEYEN KENTLERDİ BUNLAR. HEPSİNİN DE

SONLARI KAÇINILMAZDI: HATIRALARI TARAFINDAN HATIRLANMAK.”

Page 34: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 35: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2
Page 36: FUNDAMENTA Dergi Sayı 2

www.fundamentadergi.com

[email protected]

web sitemizden diğer sayılara erişebilir ve yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı gönderebilirsiniz

edebiyat kültür sanat dergisi