220
1

Xasiork Dergi 5. Sayı

  • Upload
    heikimi

  • View
    1.121

  • Download
    5

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Xasiork Dergi 5. Sayı

1

Page 2: Xasiork Dergi 5. Sayı

2

Xasiork DergiXasiork DergiXasiork DergiXasiork Dergi

Sayı 5

(Bahar: Mart - Nisan - Mayıs)

Editör:

Ozancan Demirışık

Tasarım:

Kadim Gültekin

Editör Yardımcısı:

Hüseyin Emre Coşkun

Kapak İllüstrasyonu:

Vitaly S. Alexius

Düzelti:

Ozancan Demirışık

Son Okuma:

Gökcan Şahin Hüseyin E. Coşkun

İÇİNDEKİLER XASĐORK XASĐORK XASĐORK XASĐORK ÖLÜMSÜZ ÖYKÜ KULÜBÜ

www.xasiork.biz

3 SUNU� OZANCAN DEMİRI�IK

4 BAB-I ESRAR ONUR BAYRAKÇEKEN

7 A.R.O.G EDİP CAN RENDE

10 ÖLÜM KAPISI SERİSİ BURAK FURKAN MERMER

17 ÖYKÜ: DOĞUM KEREM KARANFİL

25 GÖLGESİZLER EDİP CAN RENDE

27 ÖYKÜ: UYDURUKÇULUK EMİRHAN BURAK AYDIN

30 GİZLİAJANS OZANCAN DEMİRI�IK

37 THE DARK KNIGHT GÖKHAN SARI

41 CEBİRSEL DÜSLER 11: “NE YAPSAK?” BERK PAYAT

42 ALPER CANIGÜZ’LE SÖYLE�İ

51 KARANLIKTAN KURTULMAK OZANCAN DEMİRI�IK

52 ÖYKÜ: MEZARLIK BAHADIR İÇEL

55 BLINDNESS ONUR ALTINI�IK

58 ÖYKÜ: KIYAMETİN MELODİSİ ERHAN Pİ�İRİR

69 WANTED BURAK FURKAN MERMER

72 ÖYKÜ: KÖREBE EMİRHAN BURAK AYDIN

78 LOST DÖRDÜNCÜ SEZON BÜLENT ERİ�

81 DUVAR EDİP CAN RENDE

84 YILAN VE İNSANOĞLU ORKUN UÇAR

90 2009’DA İZLEYECEKLERİMİZ EDİP CAN RENDE

97 UZAKTAKİ OKUR KADİM GÜLTEKİN

99 BARBAR CONAN ONUR ALTINI�IK

103 KABAL KEREM KARANFİL

107 BARI� MÜSTECAPLIOĞLU İLE SÖYLE�İ

118 MISERY ÖZEL DOSYASI H.EMRE CO�KUN - GÖKCAN �AHİN

126 V FOR VENDETTA EDİP CAN RENDE

129 ÖYKÜ: AYDINLIĞIN ADI ZEUS BÜLENT ERİ� - SİBEL �AHİN

136 AMAT KADİM GÜLTEKİN

138 ÖYKÜ: KAN AĞLAYAN AĞAÇ KEREM KARANFİL

150 DÜNYANIN DURDUĞU GÜN BÜLENT ERİ�

153 CEBİRSEL DÜSLER 12: “123 123” BERK PAYAT

154 SADIK YEMNİ’YLE SÖYLE�İ

167 ÖYKÜ: MAKUL BİR RİCA GÖKCAN �AHİN

176 JULES VERNE ÖZEL DOSYASI

198 ÖYKÜ: KARINDE�EN MURAT YÜRER

203 HAWKWİND ONUR BAYRAKÇEKEN

207 XASİORK ÖLÜMSÜZ ÖYKÜ KULÜBÜ ÖZEL DOSYASI

Page 3: Xasiork Dergi 5. Sayı

3

Bir sene önce başladık yayın hayatımıza. Bu

işten hiçbir maddi çıkarımız olmadığı halde, her

sayı daha iyisini isteyerek, her sayı kendimize bir

şeyler katarak, tüm emeklerimizi ortaya dökerek

dört sayımızı yayına sürdük. Kaliteli bir iş

çıkardık ortaya; gerek içerik yönünden, gerekse

görsel yönden…

�imdi Xasiork Dergi’nin birinci yaşını

kutladığımız bu günlerde, beşinci sayımızı sizlere

sunuyoruz. Derginin en dolu, en kaliteli, en keyifli sayısını.

Bizi bu macerada yalnız bırakmayan ve bundan sonra da bırakmayacak olan tüm yazarlarımıza en

candan teşekkürlerimi sunuyorum.

Birazdan sayfalarında gezinmeye başlayacağınız Bahar 2009 sayımızda; roman, film ve müzik

grubu incelemelerinin yanı sıra, birbirinden etkili öyküleri, çeşitli makaleleri, “Jules Verne” ve “Stephen

King – Misery” özel dosyalarını ve Türk edebiyatının üç önemli yazarı Alper Canıgüz, Barış

Müstecaplıoğlu ve Sadık Yemni’yle yaptığımız keyifli mi keyifli söyleşileri bulacaksınız.

Hazırsanız başlayalım…

SUNUŞ OZANCAN DEMİRIŞIK

Page 4: Xasiork Dergi 5. Sayı

4

Ahmet Ümit birçok okuyucu tarafından Türkiye’nin en iyi polisiyecisi olarak gösteriliyor. Son

romanı Bab-ı Esrar da bunu doğrular nitelikte. Kitabın arkasında da yazdığı gibi: “Bab-ı Esrar sadece

bir gerilim romanı değil, aynı zamanda bir sırlar kitabı.”

Aslında Bab-ı Esrar bu cümleden bile daha fazlası...

***

‘Bab-ı Esrar’ temeli çok sağlam bir roman. Ahmet Ümit

bu romanı için uzun araştırmalar yaptığını dergimize vermiş

olduğu röportajda belirtmişti. Bu araştırmaların doğal sonucu

olarak romanın alt yapısının çok sağlam olduğunu

söyleyebilirim. Yani yapılan araştırmaların kalitesi tartışılamaz.

Zaten kitabın son iki sayfasındaki kaynakça da bunun ispatı.

Ahmet Ümit’in, kitaplarından yararlandığı yazar sayısı bile kırk

sekiz. Bazı yazarların iki-üç kitabından yararlanmış. Artık

araştırma sırasında kullanılan kitap sayısını da siz düşünün...

Buna bakarak ne kadar ciddi bir çalışma yapıldığını da anlamak zor

değil.

Kaldı ki, yapılan araştırmalar kitaplarla sınırlı değil.

Ahmet Ümit -her romanından önce yaptığı gibi- öykünün

geçtiği yerleri ziyaret etmiş. Örneğin, kendisinin de söyleşilerinde belirttiği üzere, Konya’da geceleri

sokaklarda dolaşmış. Böylece gecenin taşıtlardan, ışıklardan, belki de günümüzden uzak o

sessizliğinde Konya’yı anlamış Ahmet Ümit.

Bab-ı Esrar tek bir türe sığdırılamayacak bir roman. Zira gerilim, fantezi ve polisiye öğeleri tarih

ve felsefeyle beraber sunulmuş. Fantastik, çünkü zaman zaman geçmişe gidiliyor. İlginç bazı olaylar

daha yaşanıyor. Polisiye-gerilim, çünkü cinayet, hırsızlık, aydınlatılması gereken bir yangın ve büyük

sırlar var bu kitapta. Tarihî, çünkü �ems’in ve Mevlânâ’nın ilişkisi ile birlikte Mevlânâ’nın nasıl sade bir

din adamı portresinden çıktığını anlıyoruz. Felsefik, çünkü din kavramına eleştiriler getirilmiş. �imdi

Bab-ı Esrar’ı tür bazında isimlendirmek istesek ne diyebiliriz? Sanırım Felsefik-Tarihi Fantastik Polisiye-

Gerilim gibi bir şey çıkar ortaya. Bu durumda Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar’da güzel bir ‘tür salatası’

yaptığını söylemek mümkün.

K dergidergidergidergi

Bab-ı Esrar’ı anlatım

bakımından incelediğimizde de

başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Ahmet Ümit diğer birçok

romanında olduğu gibi bunda da

öyküyü kahramanın gözünden

anlatmış. Sade ve akıcı bir dil

kullanmış. Bu yüzden de Karen’ın

gördüğü rüyalar hariç rahat

okunuyor kitap. Ancak bu

rüyalarda biraz daha ağır bir dil

kullanılmış. Fakat bu romanın

olumsuz bir yönü değil. Tam

tersine, bu kısımların Bab-ı

Esrar’a şiirsellik kattıklarını

düşünüyorum.

BAB - I ESRAR – ONUR BAYRAKÇEKEN X

Page 5: Xasiork Dergi 5. Sayı

5

Bab-ı Esrar’ı anlatım bakımından incelediğimizde de başarılı

olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Ümit diğer birçok romanında olduğu

gibi bunda da öyküyü kahramanın gözünden anlatmış. Sade ve akıcı

bir dil kullanmış. Bu yüzden de Karen’ın gördüğü rüyalar hariç rahat

okunuyor kitap. Ancak bu rüyalarda biraz daha ağır bir dil kullanılmış.

Fakat bu, romanın olumsuz bir yönü sayılmaz. Tam tersine, bu

kısımların Bab-ı Esrar’a şiirsellik kattıklarını düşünüyorum.

Karakterler de çok sağlam hazırlanmış. Zaten Bab-ı Esrar için

epey önem arz etmekte karakterler. Bir otelde çıkan yangını

incelemek üzere Konya’ya giden sigorta eksperi Karen Greenwood’un

Mevlânâ’yı ve �ems’i anlama çabaları bizim de çabamız oluyor

aslında. Karen’ın eski bir hippi olan annesinin düzene isyanı bizim

isyanımız; dini sorgulayışıysa aslında bizim -kendimize bile fark ettirmeden- yaptığımız şey oluyor.

Bunlar dışında biraz fazla yardımsever, İmam Hatip mezunu ve Karen’ı Konya’da karşılamakla

görevli kişi olan Mennan, yangının çıktığı otelin sahibi Ziya, Ziya’nın Mennan’la arası bozuk olan

çalışanı Serhad ve elbette �ems-i Tebrizi ile oldukça renkli bir kitap Bab-ı Esrar...

Unutmadan söyleyeyim, Bab-ı Esrar’da tanıdık bir isim var. Başkomser Nevzat romanlarından

hatırladığımız Komser Zeynep. Bir süre o da maceraya

dâhil oluyor.

Bab-ı Esrar’ın kurgusunu tartışmaya bilmem gerek

var mı? Tek kelimeyle mükemmel bir kurgu. Tempo çok

güzel ayarlanmış. Okurken yorulmuyorsunuz da

sıkılmıyorsunuz da. Kendinizi öyle bir kaptırıyorsunuz ki,

ortalama bir okuyucuysanız en fazla üç, bilemediniz dört

günde biter kitap. İyi ve hızlı okuyucularaysa iki gün bile

dayanabileceğini zannetmiyorum.

Kahramanımız Karen Greenwood’un Konya’ya

gelişiyle başlayan ve gittikçe ürpertici bir hâl alan olaylar

zincirinin gerek geçmişle, gerek yaşanan diğer olaylarla

bağlantısı açığa çıktıkça Ahmet Ümit’in kurgu yeteneğinin ne kadar üstün olduğunun farkına

varıyorsunuz.

Page 6: Xasiork Dergi 5. Sayı

6

“Bu kadar övdün kardeşim kitabın kurgusunu? Hiç mi eksiği yok yani kurguda?” diye sorabilirsiniz

ve ben de anlayışla karşılar, sizi gayet kibarca yanıtlarım: “Hayır, yok. En azından bence yok.”

Bab-ı Esrar’ı bu kadar övdük ama olumsuz yönleri de yok değil. Evet, kurgu gerçekten dört

dörtlük fakat her şeyin harika olduğunu söylemek doğru olmaz. Örneğin, diyalogların çok iyi olmadığını

söyleyebilirim. Özellikle Karen ve annesi arasındaki konuşmalarda yer yer Türk deyimi kullanılmış.

Fakat ikisi telefonda konuştuklarında Türkçe konuşmuyorlar. Neticede Karen’ın babası Türk de olsa

annesi yabancı ve Karen da Türkçe’ye kıyasla İngilizceyi daha iyi konuşabiliyor. Eh, Türkçe deyimler de

İngilizcede olmadığına göre İngilizce konuşurlarken Türkçe deyim kullanamazlar.

Bu eksiklerin dışında ben bir eksik göremedim. Mevlânâ’yla ilgili yanlış bilgiler sunulmuşsa bunu

bilemem. Bu yüzden, böyle bir şey varsa ve ben bunu yazmadıysam kusuruma bakmayın.

�ahsi kanaatim, Bab-ı Esrar’ın harika bir roman olduğu. Bab-ı Esrar’ı okuyana kadar en

beğendiğim Ahmet Ümit romanı Kavim’di. Bab-ı Esrar da en az ve en fazla Kavim kadar muhteşem bir

roman! Ahmet Ümit’e saygılarımı iletiyor ve daha nice harika romanlar yazmasını diliyorum.

Bab’ı Esrar’ı mutlaka okuyunuz...

Page 7: Xasiork Dergi 5. Sayı

7

A.R.O.G.’un çekileceğini öğrendiğimde çok

sevinmiştim. G.O.R.A.’yı çoğu kişi gibi ben de

sevmiş ve beğenmiştim. Cem Yılmaz’ın

Hokkabaz’dan sonra A.R.O.G.’la dönecek olması

beni hem heyecanlandırmış hem de

kaygılandırmıştı. Heyecanlandırmıştı; çünkü bu

kez Taş Devri gibi renkli bir konuyu işleyecekti

Cem Yılmaz. Kaygılandırmıştı; çünkü G.O.R.A.’yı

çok sevmiştim. Daha iyisinin yapılamaması gibi bir

olasılık da mevcuttu.

Ocak ayında ekip, teaser’ın (kısa

fragmanın) çekimlerine başladı. Çok geçmeden

de o teaser yayınlandı. Defalarca izlemiştim

herhalde teaser’ı. O teaser’la birlikte ortaya çok iyi

bir işin çıkacağını, Aralık ayında beni çok iyi bir

filmin bekleyeceğini düşünmeye başladım.

Nihayet Aralık ayı geldi. 6 Aralık Cumartesi

günü arkadaşlarla toplanıp filmi izlemeye gittik.

Sinemanın önü ana baba günüydü. Bilet almak için uzun uğraşlar verdik. Bu tür bir kalabalığı

sinemanın önünde her zaman göremediğimden şaşırmıştım. Aklımdan, sinemayı sevmeyen bir toplumu

sinemaya çekebilecek ender kişilerden birisi Cem Yılmaz, diye geçirdim. Bu kalabalığı çok çok az

filmde görmüştüm. G.O.R.A. vizyona girdiğinde salon yetmemişti izleyiciler için. İki-üç hafta boyunca

sırf G.O.R.A. gösterilmişti Hatay Konak Sineması’nda. İşte G.O.R.A.’dan tam dört yıl sonra

sinemamızda ilk kez bir film için üç salon açıldığını gördüm. Bu beni çok sevindirdi. Neyse… �imdi çok

uzatmadan A.R.O.G. eleştirisine başlayayım.

Öncelikle A.R.O.G.’un sinemamız için çok önemli olduğunu belirtmeliyim. Cem Yılmaz gene en

iyisini yaptı. Görsel efekt, ses, mekân, kurgu bakımından oldukça iyi bir film A.R.O.G. Seçilen

mekânlarla bizleri Taş Devri’ne götürmeyi başardı, yaptıkları efektlerle de sinemamızın Hollywood’dan

aşağı kalamayacağını, istenirse en az onlar kadar iyi filmlere imza atılabileceğini göstermiş oldu.

A.R.O.G., gerek efekt, gerek ses, gerekse de mekân bakımından G.O.R.A.’dan katbekat iyi. Jurrasic

Park’la yarışacak cinsten bir film olmuş.

A.R.O.G. – EDİP CAN RENDE X K dergidergidergidergi

Page 8: Xasiork Dergi 5. Sayı

8

Gelelim oyunculuklara. Film, “Cem Yılmaz �ov” olarak nitelendirilebilir. Cem Yılmaz’ı,

G.O.R.A.’da da olduğu gibi, dört karakterde birden izliyoruz. Bir yandan Taşo’nun (Ozan Güven) babası

Kaaya, bir yandan Arif, bir yandan da Logar karakterini canlandırıyor.

Cem Yılmaz’ın performansı, diğer bütün oyuncuların performansından daha iyi. Ozan Güven’in,

Nil Karaibrahimgil’in, Zafer Algöz’ün

ve Özkan Uğur’un performansları ise

vasatın biraz üstünde. Hele Özkan

Uğur bir süre sonra sırf “Yaşa”larla

takılmaya başlıyor. Pek bir ağırlığını

hissedemiyoruz. Oysaki kendisi çok

iyi bir oyuncu. Nil Karaibrahimgil ise

daha yolun başında. Performansı

epey düşük olmasına karşın,

güzelliğiyle bunu unutturuveriyor.

Özge Özberk’i ise filmin başı ve sonunda görüyoruz ancak. Daha fazla görmeyi isterdim ama belli ki

senaryonun gelişimi için de Ceku karakterinin pek az görünmesi gerekiyordu.

A.R.O.G. hakkında çeşitli eleştiriler okudum. Bazıları “çok güzel” diye nitelendirirken, bazıları tam

karşıt görüşte, “çok kötü” olarak değerlendirmekte. Bana göre oldukça iyi bir filmdi. Yalnız G.O.R.A.

kadar iyi olmadığı, onun kadar gülmekten kırıp geçirmediği eleştirilerine üzülerek de olsa katılıyorum.

Film, ilki kadar güldüremiyor olabilir; ancak çok sağlam esprileri ve göndermeleri mevcut. Cem

Yılmaz ilk filmde bol bol kullandığı argo sözcükleri bu filmde çok az kullanıyor. Bunun yerine derin mi

derin, üzerinde çok düşünülen esprileri senaryosuna almış. İşte izleyenlerimizin filmi beğenmemesinin

en önemli nedenlerinden birisi de budur. Cem Yılmaz, bir röportajında “dekoderle gelene iki bin yedi

yüz espri var” diyerek filminde kullandığı esprilerin ne kadar zekice hazırlandığını belirtmişti. İşte

aralara serpiştirilmiş olan bu espriler bana çok keyif vermesine karşın, çoğu kişiyi sırıttıramadı bile.

Film boyunca Cem Yılmaz; holiganlara, petrol savaşlarına, futbol fanatizmine, Fransız Devrimi’ne,

sinemaya ve en önemlisi de G.O.R.A.’ya göndermelerde bulunuyor. Hele bir sahnede Arif’in, 216 ve

Garavel’i anması oldukça hoş bir sahneydi.

Filme yapılabilecek kötü eleştirilerden bir tanesi skeç havasında olması. Gerçekten de ardı ardına

eklenmiş olan bazı sahneler filmin skeç havasına girmesine sebep oluyor.

Page 9: Xasiork Dergi 5. Sayı

9

Filmdeki futbol sahnesi çok

uzatılmış. Futboldan hoşlanmayanları

sıkacak cinsten bir sahne. Fakat bu

uzun sahnede araya serpiştirilmiş olan

bazı espriler, salonu gülmekten kırıp

geçiriyor ve filmin en akılda kalıcı

kısımları haline geliyor. Futbol sahnesi

uzun olmasına karşın oldukça başarılı

çekilmiş. Bu da filmin bir diğer artısı…

Yer yer sıksa da, yer yer skeç

havası verse de, G.O.R.A. kadar

güldüremese de A.R.O.G.’un son yılların en önemli filmlerden birisi olduğu su götürmez. Ali Taner

Baltacı ve Cem Yılmaz ortaya kayda değer bir iş çıkarmışlar. Görsel olarak birçok filmden çok daha iyi.

Devamı gelir mi gelmez mi onu zaman gösterir. Neticede gişede umduğunu buldu. Belki rekor kıramadı

ama üç milyon gibi bir gişe elde etti. Bu da kriz ortamının olduğu bu zamanda çok iyi bir rakam.

Sonuç olarak A.R.O.G başarılı bir fantastik-komedi…

Page 10: Xasiork Dergi 5. Sayı

10

Yeryüzü yok edildi.

Harabelerden dört dünya yaratıldı. Bizim için ve menschler için dünyalar: Gök, Ateş, Taş, Su.

Her dünyayı bir diğerine dört Kapı bağlar: Arianus’u Pyran’a, Abarrach’a, Chelestra’ya.

Düşmanlarımız için bir ıslahevi yapıldı: Labirent.

Labirent diğer dünyalara Beşinci Kapı ile bağlanır: Nexus.

Altıncı Kapı ortadadır, giriş sağlar: Vorteks.

Ve her şey Yedinci Kapı aracılığı ile yapıldı.

Son başlangıçtı.

— Weis & Hickman, Labirentte sf. 17, 18

Yeni bir seriye başlamanın nasıl olduğunu bilirsiniz.

Önce bir önyargı oluşur içimizde. O seri hakkında başka

insanların düşüncelerini öğreniriz ve buna göre bir şeyler

belirleriz. Ölüm Kapısı’na başlarken benim de içimde bazı

önyargılar vardı. Ama seriyi bitirince, böyle bir şaheserle

karşılaşmakta ne kadar geç kaldığımı düşünmeden

edemedim.

Ölüm Kapısı yedi kitaplık büyük bir seri. Yazarları Margaret Weis ve Tracy Hickman’ı Ejderha

Mızrağı gibi başka eserlerden de tanıyoruz. İkili kendilerini bu seriyle bir kez daha kanıtlamış oldular.

Öncelikle söylemeliyim ki, Ölüm Kapısı çok sağlam bir kurgunun üzerine oturtulmuş. Yazarlar her

şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüşler. Bir dünyayı yazıp kurgulamak bile zorken bu seride beş

farklı dünyayla karşılaşıyoruz. Fakat bu beş dünyadaki düzen ve dünyalar arasındaki bağlantılar

neredeyse eksiksiz olarak sunuluyor.

ÖLÜM KAPISI SERİSİ – BURAK FURKAN MERMER X K dergidergidergidergi

Kitaplardaki dil oldukça akıcı.

Betimlemeler ve diyaloglar çok iyi.

Çevirmen Niran Elçi başarılı bir iş

çıkarmış. Ama beni en çok etkileyen

karakterler oldu. Seride birçok önemli karakter var ve karakterlerin kişilikleri,

ruh halleri okuyucuya çok iyi

aktarılmış.

Page 11: Xasiork Dergi 5. Sayı

11

Kitaplardaki dil oldukça akıcı. Betimlemeler ve diyaloglar çok iyi. Çevirmen Niran Elçi başarılı bir

iş çıkarmış. Ama beni en çok etkileyen karakterler oldu. Seride birçok önemli karakter var ve

karakterlerin kişilikleri, ruh halleri okuyucuya çok iyi aktarılmış. Zaman zaman verilen bilgilerle

karakterlerin geçmişleri hakkında da aklımızda pek fazla soru işareti kalmıyor.

Serinin Hikâyesi

Çok uzun zaman önce, insan soyundan iki güçlü sihirbaz ırk -Sartanlar ve Patrynler- arasında

büyük bir savaş çıktı. En sonunda Sartanlar dünyayı dört farklı âleme ayırdılar -gök, taş, ateş, su- ve

düşmanlarını da farklı bir âleme -Labirent- hapsederek yok oldular. Zaman geçtikçe bu âlemlerdeki

canlılar diğer dünyaları unuttular ve her âlemde bağımsız bir düzen kuruldu. Böylece hesaplanmayan

şeyler olmaya başladı.

Ama bir Patryn -Lord Xar-

Labirent’ten kurtulmayı başardı ve

diğer Patrynler’in de kurtulmasına

yardımcı olarak onların başına

geçti. Artık eski düşmanlarından

intikam almanın zamanı gelmişti.

Böylece oğlu gibi sevdiği

Haplo’yu dört âleme gitmesi, oraları

keşfetmesi ve Sartanlar’ı araması

için görevlendirdi. Bu yolculukta

Haplo’nun yanına bir kişi daha katılacaktı. Bir Sartan: Alfred.

Âlemler

Dediğim gibi, Ölüm Kapısı’nda beş farklı dünyayla karşılaşıyoruz. Bu dünyalardan kısaca

bahsedersek:

Arianus, Gök Âlemi. Bu dünya havada yüzen adalardan oluşuyor. Bu adalarda insanlar, elfler ve

cüceler (gegler) yaşamakta. Ama Arianus’taki en büyük sorun, su kaynaklarının azlığı. Irklar kendi

aralarında, su kaynakları için büyük savaşlar gerçekleştiriyorlar.

Margaret Weis – Tracy Hickman

Page 12: Xasiork Dergi 5. Sayı

12

Bu dünyadaki en ilginç şey ise cüceler, kitaptaki isimleriyle ‘geg’ler. Cüceler Arianus’taki

adalardan en alttakinde -Aşağı Âlem- yaşıyorlar ve Yıksı-Diksi denen bir makine için köle gibi

çalışıyorlar. Serinin eleştiri alan kısımlarından biri de bu işte: Cüceler gibi bir ırkın geg adı altında

asimile edilmeleri. Ama bana sorarsanız eleştirilecek bir yanı yok bunun; aksine bu bize yazarların

hayal gücünün ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Zaten serinin devamında cücelerin kendi

kimliklerini bulmalarına da şahit oluyoruz.

Pyran, Ateş Âlemi. Burada güneş hiç batmıyor ve yeryüzü büyük ormanlarla kaplı. İnsanlar ve

elfler ağaç tepelerinde, cüceler ise ağaç kovuklarında ve yer altı tünellerinde yaşıyorlar. İnsanlar ve

cüceler arasında bitmek bilmeyen savaşlar olurken, elfler onlara silah satarak para kazanıyorlar.

Abarrach, Taş Âlemi. Burası, eriyik lavdan bir çekirdeğin etrafındaki yer altı mağaralarından

oluşan bir dünya. Burada hiçbir mensch -insan, elf, cüce- yaşamamakta. Yalnızca Sartanlar, eski

güçlerinden yoksun ve birçok sorun altında yaşam mücadelesi veriyorlar.

Aslında Sartanlar bu dünyayı kurarken menschlerin burada yaşayamayacağını göz önünde

bulundurmamışlar. Ama zehirli gazlar ve lavların gitgide çekilmesiyle sıcaklığın azalması bu ırkların

yaşamasını imkânsız hâle getirmiş. Sartanlar ise büyü güçlerinin büyük bir kısmını yaşamak için

harcayarak hayatta kalmayı becermişler.

Chelestra, Su Âlemi. Burası büyülü bir sudan oluşan bir küre şeklinde. Kürenin en dış katmanı

buzla kaplı, içeride ise suda serbestçe sürüklenen bir güneş var. Güneşin gittiği yerler ısınırken diğer

yerler buzlar altında kalıyor. Sartanlar bu güneşi kontrol altında tutabileceklerini düşünmüşlerdi, ama

beceremediler ve güneş yaşama yön vermeye başladı.

Suyun büyülü olduğunu söylemiştim. Bu, suyun büyüsü içinde rahatça nefes alabilmenin mümkün

olmasından kaynaklanıyor. Ayrıca beklenmedik bir şekilde, Sartan ve Patryn büyüleri bu suyun içinde

işe yaramıyorlar.

Labirent, Patrynler’in yaşadığı zindan. Burası Patrynler için yaratıldı. Sartanlar’ın amacı

Patrynler’i burada ıslah ettikten sonra onların Labirent’in sonundaki Nexus şehrinde yaşamalarını

sağlamaktı. Ayrıca dünyanın koparılmasına karşı çıkan Sartanlar da, Labirent’e atıldılar. Ama diğer

âlemlerdeki terslikler burada da baş gösterdi ve Labirent kendi iradesini oluşturmaya başladı.

Labirent’teki Patrynler, tehlikeleri aşıp kapıları geçerek Nexus şehrine varmaya çalıştılar. Buradan

ilk kurtulan Lord Xar oldu. Ve kendi ırkına Labirent’ten kurtulabilmeleri için yardım etti. Lord Xar âlemleri

Page 13: Xasiork Dergi 5. Sayı

13

Sartan gücü altından kurtarıp kendi hâkimiyetini kurmayı hedeflemekteydi. Bunun için de Haplo’yu

görevlendirdi; âlemleri tanıması ve lordunun gelişine hazırlaması için.

Âlemler dışında bahsedilmeye değer bir şey daha var. Ölüm Kapısı bu âlemler arasındaki geçişi

sağlar. Ölüm Kapısı’ndan sadece bir Patryn ya da bir Sartan geçebilir. Haplo âlemler arasında geçiş

yaparken Ölüm Kapısı’nı kullandı.

Kitaplar

Birinci kitap, Ejder Kanadı

Bir başlangıç kitabı için oldukça iyi. Bu kitapta Haplo’yla

beraber Arianus’a gidiyoruz ve buradaki ilginç düzene, taht

kavgalarına şahit oluyoruz. Kitaptaki olaylar birkaç koldan

ilerliyor, fakat bir süre sonra kesişiyorlar. İçindeki sürprizlerle ve

akıcı anlatımıyla okuru çok çabuk saracak bir kitap.

İkinci kitap, Elf Yıldızı

Bana göre ilk kitaba göre daha sade bir kitap. Macera

azalmasa da ilk kitaptaki politika anlayışını göremiyoruz. Bu

kitapta bahsetmem gerektiğini düşündüğüm bir karakter var:

Zifnab. Her ne kadar bu karakteri beğenenler kadar

beğenmeyenler olsa da, bence konuşmalarıyla ve başka eserlere

yaptığı göndermelerle -özellikle de Gandalf’a- muhteşem bir kişilik olmuş.

Üçüncü kitap, Ateş Denizi

Bu kitap farklı bir şekilde, birinci tekil şahsın anlatımıyla başlıyor. Olanları bir kişinin günlüğünden

okuyoruz. Ama bir süre sonra anlatım eski hâline dönüyor. İlk iki kitap kadar beğenmesem de seri

içinde sırıtmamış.

Dördüncü kitap, Yılan Büyücüsü

İşte serinin bir anlam kazandığı eser. Bu kitapta olaylar iyice heyecan kazanıyor. Kurgu ana

hatlarıyla iyice belli oluyor ve yavaş yavaş yerine oturmaya başlıyor. İlk üç kitaptaki belirsizlik bu kitapta

Page 14: Xasiork Dergi 5. Sayı

14

son buluyor diyebiliriz. Eğer ilk üç kitabı okuduysanız, bu kitabın beklentilerinizi fazlasıyla

karşılayacağına eminim.

Beşinci kitap, Kaosun Eli

Bu kitapta, ilk kitaptaki karakterlerle yeniden

karşılaşıyoruz. Arianus hakkında birçok şey daha

öğreniyoruz. Serinin en karmaşık kitaplarından biri.

Karakterlerin iç dünyalarının belki de en iyi yansıtıldığı kitap

olmuş. Her ne kadar karmaşık olsa da anlatım akıcılığından

hiçbir şey kaybetmemiş.

Altıncı kitap, Labirentte

Sondan bir önceki kitap olması nedeniyle oldukça

önemliydi benim için ve beklediğimden daha iyiydi

diyebilirim. Bu kitapta karakterlerin geçmişleri hakkında merak edebileceğimiz birçok şeyi öğreniyoruz.

Ayrıca Labirent’i de yakından görmüş oluyoruz. Bu kitabı yavaş yavaş okuyun ve tadını çıkarın.

Yedinci kitap, Yedinci Kapı

Doğruyu söylemek gerekirse, beklentilerimi karşılayan bir final değildi. Anlatım her zamanki gibi

oldukça iyi, ama tam anlamıyla bu seriye yakışır bir son

olmamış. Yine de her şeyin çözüme kavuştuğu bu kitap da

muhakkak okunmalı.

Kitapların sonuna konan eklerden de hoşlanacağınıza

eminim. Seri hakkında bize ayrıntılı bilgiler veren bu ekler

oldukça iyi düşünülmüş. Ayrıca bir de her kitabın sonunda müzik

besteleri var. Gerçekten bu ilginç fikirler için yazarları tekrar

tebrik etmek gerek. Eklerin birinde yer alan ve çok sevdiğim bir

yazıyı sizinle paylaşmak isterim:

Su Damlaları

“Her birimizin içinde, kendi kaderlerimizi şekillendirme yeteneği vardır. Bu kadarını biliyoruz. Ama

daha da önemlisi, her birimizde evrenin kaderini şekillendirecek aynı yetenek vardır. Ah, buna inanmayı

Page 15: Xasiork Dergi 5. Sayı

15

daha güç buluyorsunuz. Ama ben size bunun böyle

olduğunu söylüyorum. Yediler Konseyi’nin önderi olmanıza

gerek yok. Çevrenizdeki dünya üzerinde önemli bir etkiniz

olması için elf kralı, insan hükümdarı, cüce klanının başı

olmanız gerekmiyor.

Okyanusun enginliği içinde herhangi bir damla

diğerinden daha büyük müdür?

‘Hayır,’ diyorsunuz, ‘ve tek bir damla bir dalga da

oluşturamaz.’

‘Ama,’ diye itiraz ediyorum size, ‘eğer okyanusa tek bir

damla düşerse, dalgacıklar yaratır. Ve bu dalgacıklar yayılır.

Ve belki -kim bilir- bu dalgacıklar büyüyebilir, yükselebilir ve

bir süre sonra köpüklenerek kıyıya vurabilir.’

Engin okyanustaki bir damla gibi, her birimiz, kendi yaşamlarımızda hareket eden dalgacıklar

yaratırız. Yaptıklarımızın etkileri -ne kadar önemsiz görünse de- bizden öteye yayılır. En basit

eylemimizin bile diğer ölümlüler üzerinde ne kadar etkili olabileceğini hiç bilemeyebiliriz. Bu yüzden

daima bilinçli olmalıyız. Okyanustaki yerimizin, dünyadaki yerimizin, diğer yaratıklar arasındaki

yerimizin bilincinde olmalıyız.

Çünkü eğer yeteri kadarımız güçlerini birleştirirse, olay dalgaları yaratabiliriz - iyilik veya kötülük

yolunda.

Yazarlar Hakkında

Margaret Weis:

Missoury’de doğdu ve büyüdü. Missoury Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık Bölümünü bitirdi. Bir

yayınevinde on dört yıl süreyle editörlük yaptı. Daha sonra fantazya ve rol yapma oyunları konusunda

kurgu editörü oldu. Bu yıllarda Tracy Hickman’la tanıştı. Bu ikili tanıştıkları günden itibaren birçok

fantastik kurgu kitabına birlikte imza attılar.

Tracy Hickman:

Page 16: Xasiork Dergi 5. Sayı

16

Utah’ta doğdu. İki yıl Endonezya’da misyonerlik yaptıktan sonra gençlik aşkıyla evlenmek için

Utah’a geri döndü. Bir yayınevinde rol yapma oyun tasarımcılığı yaparken Weis’le ortak kitaplar

yazmaya başladı.

Yazımı burada bitiriyorum. Hepinize iyi okumalar dilerim…

Page 17: Xasiork Dergi 5. Sayı

17

Kan yaşamdır.

Bela Lugosi - Dracula

Bölük pörçük görüntüler belirmeye başladı kafasında. Önce sadece görüntüler vardı.

Sonra sesler eklendi onlara. Kendi kahkahalarını işitmeye başladı. Birisi daha vardı yanında.

Bir çocuk… Onunla birlikte geniş koridorlarda koşturuyorlardı. Neresiydi burası?

Sonra birden değişti görüntü. Çocuk karşısında duruyordu artık. Yüzü bir çocuğun

yüzüydü, ama gözleri… Zekâ ve özgüven fışkırıyordu o gözlerden. Gün gelip dünyayı dize

getirecek birinin alev alev yanan gözlerine sahipti.

“Kanımın son damlasına kadar,” dedi çocuk. “Kanımın son damlasına kadar

yanındayım.” Sonra mücevherlerle bezeli bir hançerin keskin yanını sağ kolunun iç kısmına

sürttü. Kırmızı bir çizgi belirdi kolunda. Ve kan, ardında ince bir iz bırakarak dirseğine doğru

süzülmeye başladı. Çocuk bu kez ona uzattı hançeri.

Kimdi bu çocuk? Kimdi, kim? Bir yanı hayatını ortaya koyacağını düşünüyordu onun

için. Ama hançere uzanırken, baktığı yüz bir anlığına on yıl yaşlandı, genç bir delikanlının

yüzüne dönüştü. Bu kısacık süre içinde başka bir yanı; karanlık bir nefret, hiddet ve intikam

hırsıyla dolu olan yanı hançeri alıp onun boğazına saplamasını haykırdı.

Ağzında kan tadı vardı şimdi. Acı dolu feryatlar işitmeye başlamıştı. Kadınlara, yaşlılara,

hatta çocuklara aitti bu canhıraş çığlıklar. Ama bir nebze olsun üzüntü duymadı içinde. Hatta

zevk duyuyordu, ona güç veriyordu bu insanların acıları. Sık ağaçlardan oluşan bir orman

vardı şimdi karşısında. Ağaçların dalları sert esen rüzgârla sallanıyordu. Çığlıklar ağaçlardan

mı geliyordu yoksa? Tam olarak ne olduğunu anlayamadan çabucak silindi bu görüntü

gözlerinin önünden. Çığlıklar da giderek azaldı ve sonunda yok oldu. Yine çocuk belirdi

DOĞUM

KEREM KARANFĐL

Page 18: Xasiork Dergi 5. Sayı

18

karşısında. Bir yanının ölesiye nefret ettiği, bir yanının dost olarak bildiği, bir türlü kim

olduğunu çıkaramadığı çocuk.

Hançeri ondan aldı ve tıpkı onun gibi sağ kolunun iç tarafına sürttü. Hafif bir acı hissetti

etinden kırmızı renkli yaşam sıvısını akarken.

“Kanımın son damlasına kadar yanındayım.” Bu bir çocuğun sesiydi. Demek kendisi de

çocuktu.

İki kol havada birleşti, iki farklı kan birbirine karışıp farklı damarlarda akmaya başladı.

Kan kardeşi olmuşlardı artık. Ama yine nefret dolu yanı benliğini ele geçirdi. O kandan

kurtulman gerekli diye emretti ona. Hançerle etini parçalamalı, kanını akıtmalıydı, ta ki onun

kanından kurtulana dek.

İçlerinden birinin yırtılmak üzere olan bir çuval, diğerininse kocaman bir toprak küp

taşıdığı iki cübbeli adam, topraktan fırlamış çarpık çurpuk, kararmış mezar taşlarının bir devin

dişlerine benzediği mezarlığa girdiklerinde saat sabahın üçüydü. Asırlar önce ölmüş

bedenlerin gömülü olduğu, yaşayanların çoktan unuttuğu bir mezarlıktı burası.

Diz boyu yabani otun sardığı dar yollarda hızlı adımlarla ilerlemeye başladılar.

Dolunayın, gökyüzüne uzanan kavakların arasından süzülen ışığı altında aradıkları yeri

zorlanmadan buldular. Oysa şimdi durdukları yerde ne bir mezar taşı, ne de başka bir işaret

vardı. Ama aradıkları şeyin yarım metre önlerinde, toprağın altında olduğunu biliyorlardı.

İnsan aklının almayacağı güçler yardım ediyordu onlara. Az sonra asırlardır beklenen

doğacaktı. Olacaklara tek tanıklık edecek de lacivert bir okyanusa benzeyen gökyüzündeki

ay olacaktı. O gece ay kızıla boyanacaktı.

Rahip çuvalın ağzındaki sıkı düğümü açınca insanın midesini kaldıracak kadar pis bir

koku yayıldı içinden. Ama umursamadı adam. Çuvalın içindekileri ıslak toprağın üzerine

boşalttı. Çürümüş insan kemikleriydi bunlar. Sadece kafatası eksik olan bir iskeletin parçaları.

Aynı anda ölümü çağrıştıran kavaklar sağa sola sallanmaya başladılar; sanki aralarında

fısıldaşıyor, az sonra olacakları tahmin etmişçesine köklerini topraktan kurtarıp kaçmaya

uğraşıyorlardı. Karanlığın içinde köpekler uluyordu. Rahip taşıdığı çuvalınkine benzer bir

kumaştan yapılmış cübbesinin cebinden ufak bir kese çıkardı. Kesenin ağzını açıp; orta,

Page 19: Xasiork Dergi 5. Sayı

19

işaret ve başparmağını içine daldırdı. Parmaklarını dışarı çıkardığında kokusu kemiklerden

de beter bir madde vardı aralarında. Köpekler çılgınlar gibi havlayıp ulurken rahip bir büyüyü

andıran sözler mırıldanmaya başladı ve tozu kemiklerin üzerine serpti.

�imdi türlü yiyecekle donanmış tahta bir masanın başında oturuyordu. Güçlü bedeni

kalın bir zırhın içindeydi. Uzun kara saçları omuzlarından göğsüne doğru dökülüyordu. Yine

kan tadı vardı ağzında. Göz ucuyla zırhın önündeki kırmızı ejder simgesini görebiliyordu.

Çocuk değildi artık.

Bakışlarını yemeklerden kaldırıp ileriye dikti. İşte o zaman az önce orman sandığı şeyi

gördü. Karşısındaki kızıla boyanmış uçsuz bucaksız araziyi kaplayan şeyler ağaç değildi.

Ağaçlar yalvaramaz, ağaçlar ağlayamaz, ağaçlar bu insanlık dışı sesleri çıkaramazlardı. Ve

ağaçların kanı akmazdı. Oysa karşısındakiler ağlıyor, yalvarıyor, iç paralayıcı sesler

çıkarıyorlardı. Ve onların kanı akıyordu. Çünkü insanlardı. Kabukları soyulup yağlanmış ve

uçları sivriltilmiş kalın ağaç dallarına diklemesine oturtulmuş askerlerdi. Buna rağmen çoğu

yaşıyordu.

Acı çekecek ama kısa sürede ölmeyecek biçimde oturtulmuşlardı kazıklara. Binlerce

askerin feryatlarını dinliyordu. Kulağına aklını kaçıran askerlerin kahkahaları da geliyordu ara

sıra. Cehennemin müziğiydi bu. Zevk alıyordu dinlemekten. Hiçbir müzik aleti ruhunu bu

kadar dinlendiremezdi. Hiçbir nota bir araya gelip bu kadar etkileyici bir melodi yaratamazdı.

Bazen azalıyordu müzik. O zaman görevlendirdiği adamları acıdan bayılanları tekrar

kendine getiriyordu. Ve yine güçleniyordu müzik o zaman. Bayılmak ya da ölmek yasaktı

dünyadaki cehennemde yaşayan askerlere. Müzik asla kesilmemeliydi.

Kemikler, rahip habis kelimeler mırıldandıkça birleşmeye başladı. Kaburga kemikleri

ufak bir kafes gibi bir araya geldi. Dağınık halde duran diğer kemikler de olması gereken

yerlere yerleştiler. Toprağın üstünde başsız bir insan iskeleti uzanıyordu şimdi. Köpeklerin

ulumalarına fısıltılar eklenmişti artık. Ama kavaklardan gelmiyordu bu sesler. Toprağın

altından, ölülerden geliyordu.

Masa başında değildi artık. Bir köy meydanındaydı. Değişmeyen tek şey müzikti. Az

önce duyduğundan biraz daha farklı ama içini yine huzurla dolduran bir müzikti. Meydanın

Page 20: Xasiork Dergi 5. Sayı

20

ortasında insandan oluşturulmuş bir tepe vardı. Kolları bacakları kırılmış çocuklardan,

kadınlardan ve yaşlılardan oluşuyordu tepe. Etrafında ellerinde meşaleler olan askerler

duruyordu. Meşaleler dehşetten çarpılmış yüzleri aydınlatıyordu. Acıyla inleyen tepenin

altından oluk oluk kan akıyordu. Kan yaşamdır, diye geçirdi aklından. Kan hayattır.

Yere eğilip elini kana batırdı. Avucunu yalarken çenesinden boynuna doğru akıyordu

onlarca insanın birbirine karışmış kanı. O ise aynı şeyi düşünüyordu. Kan yaşamdır! Bir asker

elindeki meşaleyi, tepenin yanından fırlamış bir çocuk bacağına değdirdi etten bir

fitilmişçesine. Alevler önce bacağı, kısa sürede de tepeyi sarıverdi. Bir anda on derece birden

ısındı gece. Etrafı kararan etlerin dayanılmaz kokusu, insanların tarifsiz çığlıkları kapladı.

“Kan yaşamdır,” dedi bir kez daha kendi kendine. “Kan yaşamdır!”

Rahibin ağzından kelimelerden başka bir şey daha çıkıyordu şimdi. Sanki söylediği

sözcükler cismanileşiyordu. Dudaklarının arasından siyah bir duman süzülmeye başlamıştı.

Duman bilinç sahibiymiş gibi hareket ediyordu. Havada yılan gibi kıvrılarak ilerledi ve başsız

iskeletin etrafını sardı. Kirlenmiş bir ruhtu sanki. Günahları yüzünden lanetlenmiş bir hayaletti.

Kara bir nefretti.

Rahip susmuştu artık. Bir an iskelete baktı. Sonra kafası ağır ağır sol omzuna doğru

düştü; ardından da yere yığılıp kaldı, ipleri kesilmiş bir kukla gibi. Açık kalan gözleri hâlâ

efendisine dikiliydi. Başının tam yanındaki çürümüş yaprakların arasından bir kırkayak

kafasını uzattı. Belki de güvenli bir yuva sanmıştı adamın açık ağzını. İlerleyip iki dudağının

arasından süzülüp içeriye daldı.

Toprak küpü tutan diğer rahip ise dönüp bakmadı bile ona. Gözlerini, asırlardır bir gölün

üzerine kurulu Snagov Manastırı’nda korunan iskeletten ayıramıyordu. Ne kadar şanslı

olduğunu düşünüyordu. Asırlar öncesinden planlanan bu kutsal gecenin bir parçası olmak…

Kelimelerle tarif edilmesi imkânsızdı bunun.

Duman kemiklerin içine işleyip gözden kayboldu. Aynı anda iskeletin parmak kemikleri

hareket etmeye başladı. “Sonunda!” dedi rahip. “Sonunda!” Köpekler ulumaya devam

ediyordu. Toprağın altından ise daha korkunç sesler yükseliyordu.

Page 21: Xasiork Dergi 5. Sayı

21

Alevlerin içinde basamaklar belirmişti. Sonsuzluğa doğru uzanıyorlardı sanki. Kızıla

boyanmış insan tepesi silikleşmeye, çığlıklar kısılmaya başlamıştı. Tepe silikleştikçe

basamaklar daha da belirginleşiyordu. Sonunda tamamen kayboldu dev ateş. �imdi sadece

basamaklar vardı. Bir kalenin dev basamaklarıydı bunlar. Kendi kalesiydi burası. Yüzlerce

metre yükseklikteki sarp bir dağın zirvesine kurulu Poeinari Kalesi’ydi. Dışarıdan birbirine

çarpan kılıçların sesleri ve gürültülü savaş marşları geliyor, kulaklarına işkence ediyordu.

Kalenin etrafı sarılmıştı.

Sağ kolu sızlamaya başladı birden. Bakınca kolunun iç tarafında bir yara izi gördü.

Sanki içi minik kurtlarla doluydu yara izinin. Derisinin altında kımıl kımıl hareket ediyor, etiyle

besleniyorlardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. Çocukken kan kardeşi olan şimdi can düşmanına

dönüşmüştü. Dışarıdaki onun ordusuydu. Canını almaya gelmişti. Ama kolay teslim

olmayacağım, diye düşündü. Asla sağ ele geçiremezlerdi onu.

Bakışları birden basamakları tırmanan birine takıldı. Sanki bir hayalet süzülerek

tırmanıyordu yukarıya doğru. Daha dikkatli bakınca onun hayalet olmadığını anladı.

“Elizabetha!” diye bağırdı beyaz bir elbise içindeki kadının ardından. “Elizabetha, bekle!”

Basamakları birer ikişer tırmanmaya başladı. Ama kadın yetişemeyeceği kadar

ilerideydi. Sonunda sarp kayalıklara açılan bir pencere bulunan basamakların sonuna

ulaşmak üzereydi. Pencere açıktı ve iki yanındaki dev perdeler rüzgârla uçuşuyordu; sanki

karısını almak üzere uzanan dev bir hayaletin kolları gibi.

Rahip, küpün içindeki kanı iskeletin üstüne boca etti. Kızıla boyadı asırlık kemikleri.

Kemikler tıpkı dumanı olduğu gibi kanı da emmeye başladılar. Kulaklarını kemiren, sinir

bozucu tiz bir ses duymaya başladı rahip. Küp elinden düşüp parçalandı. Ama adam farkına

bile varmadı bunun. Fal taşı gibi açılmış gözlerini efendisinden ayıramıyordu. Topraktan

yumruk büyüklüğünde böcekler fışkırmaya başlayınca nereden geldiği anlaşıldı sesin.

Onlardan geliyordu bu kötücül ses. Toprağın altındaki cesetlerle beslenen türlü böcekten.

Böcekler iskeleti sarmaya başlamıştı. Gözlerinin önünde bir mucize gerçekleşiyordu

rahibin. Cehennemden çıkmışa benzeyen bu küçük yaratıklar bir erkek bedeni

oluşturuyorlardı. Sinirler, damarlar, organlar, kaslar meydana geldi iskeletin üzerinde. Son

olarak da deriyle kaplandı kaslar. Ve başsız beden doğruldu.

Page 22: Xasiork Dergi 5. Sayı

22

“Elizabetha!” diye bağırdı bir kez daha. Sesi titriyordu. Basamakları tırmandıkça

dışarıdaki sesleri daha iyi duyuyordu. Sinir bozucu savaş marşları gittikçe kuvvetleniyordu.

Ama dayanabilirdi buna. Düşmanın sinirlerini yıpratmak için yaptığı bu işkenceye

katlanabilirdi. Haftalardır katlanıyordu da. Ama karısı… Elizabetha, daha fazla

dayanamayacaktı anlaşılan.

“Elizabetha, dur! Yalvarırım dur!”

Kadın durdu da. Yerden başının birkaç metre üstüne kadar uzanan pencere önünde

öylece dikilmeye, aşağıdaki savaşı izlemeye başladı. Üçer beşer tırmanıyordu basamakları

şimdi. Atlamadan yetişebilecekti ona. Sadece birkaç basamak daha…

Ama o elini uzattığında kadın kollarını iki yana açıp kendisini boşluğa bıraktı beyaz bir

güvercin gibi. Bir an karısının uçacağını, kâbusun sardığı bu kaleden kurtulup güvenli bir yere

ulaşacağını düşündü. Ama kadın gökyüzüne yükseleceğine, kayalıklara çakıldı. Beyaz

elbisesi kızıla boyanmıştı.

Öfke dolu bakışlarını metrelerce aşağıda kendi ordusuyla savaşan Osmanlı ordusuna

dikti. Tüm benliğini öfke sarmıştı şimdi. Tüm duygularını, düşüncelerini kara bir sis gibi

kaplamıştı. Hızla inmeye başladı basamakları. Kaleden çıkıp savaşın ortasına attı kendini.

Üzerinde zırhı bile yoktu. Ellerindeki iki kılıcı Osmanlı askerlerine doğru savuruyordu.

Sonunda dayanılmaz bir acı duydu sırtında. Aynı acıyı saplanan bir kılıç yüzünden

göğsünde de hissetti. Yere yığıldı birden. Sesler uzaklaşmıştı. Başka bir boyuttan geliyorlardı

sanki. Başına toplanan Osmanlı askerlerini gördü. Ölmüştü oysa. Nasıl görüyordu ki bunları?

İçlerinden biri elindeki kılıcı boynuna sürtmeye başlayınca dehşete kapılıp bağırdı.

Kafasını keserlerken sessiz çığlığı atmaya devam etti. Sonunda bedeninden ayrılan kafasını

saçlarından tutup havaya kaldırdı asker. Kayalıklarda kanlar içinde yatan kendi bedenini

görebiliyordu şimdi.

Birden gözlerini açtı. Zifiri karanlıktı ortalık. Az önce gördükleri… Tüm gördükleri… Rüya

mıydı hepsi? Hayır, diye düşündü. Rüya değillerdi. Ölmeden önce yaşadıkları tekrar

Page 23: Xasiork Dergi 5. Sayı

23

canlanmıştı gözleri önünde. O halde… O halde mezarda olmalıydı. Ve nerede olduğunu da

biliyordu. İstanbul’daydı. Bedeninden ayrı bir haldeydi. Kafasını kesip demir bir kutu içine

koymuş ve gömmüşlerdi. Korkunç bir histi bu. Toprağın altında ve kendinde olmak

dayanılmaz bir azaptı. Ama bedeninin toprağın üzerinde olduğunu hissediyordu. Toprağın

altında daracık bir kutunun içinden kontrol edebiliyordu onu. Toprağı kazıp kurtaracaktı

başını.

Efendisinin bedeni ayağa kalktı. Rahibin kalbi korkudan deli gibi atıyor, önünde duran

çıplak bedene bakamıyordu. Yerde yatan diğer rahibin cübbesini çıkarıp ona doğru uzattı.

Başsız beden cübbeyi alıp giydi, sonra da toprağı kazmaya başladı. Elleri pençe gibiydi. Kısa

sürede bir kutuya ulaşmıştı. Yanlarındaki iki kulptan tutup asırlardır gün yüzü görmemiş

kutuyu toprağın üstüne çıkardı.

Rahip ömrünün dakikalarla sınırlı olduğunu biliyordu. Yanaklarından süzülen yaşlar

çenesinde birleşip toprağa damlıyordu. Ama korkudan değildi bu yaşlar. Sevinçtendi. Bu

mucizeye tanık olduktan sonra yaşamasının bir anlamı yoktu zaten. Efendisi kutuyu açtı.

Uzanıp başını elleri arasına aldı.

Bedeni kutuyu açtığında bir süre gözlerini açamadı. Ay ışığı bile çok parlak geliyordu

ona. Ama kısa sürede alıştı ışığa. Bedeni başını alıp yerine taktı. Başı ve bedenini bağlayan

kaslar, sinirler kısa sürede oluştu. Ve Vlad Tepeş, nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda ölümünün

ardından üç asır geçtikten sonra tekrar nefes almaya başladı.

“Hangi yıldayız?” diye sordu Vlad Tepeş. Gözleri kıpkırmızıydı. Ağzından kan kokusu

yayılıyordu. Sesi de bir insana ait değildi. Sanki on erkek sesi aynı ağızdan çıkıyordu.

Rahip efendisi karşısında diz çöktü. İstese de ayakta duramazdı zaten. Korkudan

dizlerinin bağı çözülmüştü. “On sekizinci yüzyıldayız efendimiz.” Tepeş cevap vermeyince

devam etti. “Osmanlı askerleri başınızı... Başınızı kestiler. Sultan Mehmet’e götürmek için.

Bedeninizi ise kayalıklardan aşağıya attılar. Ama atalarım onu bulup sakladı efendimiz. Onu

Bükreş yakınlarındaki Snagov Manastırı’nda sakladılar. Ve sizi tekrar dirilttik efendimiz.

Başardık bunu.”

Page 24: Xasiork Dergi 5. Sayı

24

Ama Tepeş dinlemiyordu onu. Aklında tek isim vardı. Tek bir isim. Aynı sarayda

büyüdüğü, aynı eğitimi aldığı, kan kardeşi olduğu ve sonunda karısının, sonsuz aşkı

Elizabetha’nın ölümüne neden olan kişi. İçini sonsuz bir nefret, intikam hırsı ve öfkeyle

dolduran kişi. Fatih Sultan Mehmet’ti bu isim.

“Mehmet,” dedi Tepeş, sağ kolunun içindeki yara izine bakarken. Kızgın demir sürülmüş

gibi sızlıyordu yara izi.

Rahip korkudan sesinin çıkmayacağını düşündü bir an. Ama efendisine yanıt vermeyi

başarabildi. “Efendimiz… Aradan üç asır geçti. �imdi Osmanlı tahtında Üçüncü Mustafa

oturuyor.”

“Fark etmez,” dedi Tepeş o korkunç sesiyle. “İntikamımı alacağım. Hepsinden. Hepsini

yağlı, hatta yağsız kazıklara oturtacağım. Buzlu sulara attıracağım, diri diri yaktıracağım.

Kanlarını içeceğim onların. Acımasız bir ordu kuracağım. Evet, tarihin tanık olmadığı bir

savaş başlatacağım sonra. Bu kez Wallachia’ya kral olmak için değil. Bu kez dünyayı ele

geçireceğim.”

Tepeş üstüne doğru gelmeye başlayınca rahip onun dişlerinin de insana benzemediğini

gördü. Bir canavarın dişleriydi bunlar. Kan emen bir yarasanın dişleriydi. Tepeş bu dişleri

rahibin boynuna geçirdi. Yukarıda, yıldızlarla bezeli gökyüzündeki dolunay kızıla boyanmış

onları izliyordu.

Rahibin damarlarında bir damla kanı kalmamış cansız bedeni yere yığılırken Tepeş

çenesinden akan kanı sildi koluyla. Kan yaşamdır, diye düşündü.

“Kan yaşamdır!”

NOT: Öykü, tarihi bir olaya dayanmaktadır. Ancak bazı ayrıntılar öykü gereği değiştirilmiştir.

Page 25: Xasiork Dergi 5. Sayı

25

“Belki de doğru düşünüyordu, herkesin bir yoku

vardı köyde, herkes kadar bir yoklar sürüsü vardı da

evlere girip çıkıyorlardı insanlar gibi; kahveye oturup çay

içiyor, tarlada çalışıyor, çınarın gölgesinde toplanıyor ve

ölümlerde ağlayıp düğünlerde oynuyorlardı. Muhtarın

haberi yoktu bunlardan, hiçbiriyle karşılaşmamıştı. Ola ki

köylüler büyük bir titizlikle gizliyordu yoklar sürüsünü,

herkes kendi yokunu sessizce besliyordu. Bu konuda her

insanın kendine özgü bir yöntemi vardı belki; sözgelimi,

kimi geceler boyu düş yedirirken kimi ninni içiriyordu

yokuna, kimi türkülerle masallarla besliyordu, kimi

sessizliğiyle büyütüp sesiyle uyutuyordu, kimi de kendini

yediriyordu yiyecek diye, giyecek diye kendini giydiriyordu.

Cennet’in oğlu da...” (Arka kapaktan)

Hasan Ali Toptaş edebiyatımızın en önemli

yazarlarından birisidir. Gölgesizler adlı yapıtıyla ‘94 yılında

Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kucaklamayı başarmıştır. Yazdığı romanlar arasında şüphesiz en

önemlisi ve en beğenileni Gölgesizler olmuştur.

Gölgesizler; kayboluşları, kaçışları, geride kalanları şiirsel bir dille, eşsiz betimlemelerle

anlatmaktadır. Belki de kitabın bu kadar önemli kabul edilmesinin, bu kadar beğenilip baş tacı

edilmesinin, Yunus Nadi ödülünü kucaklamasının bir nedeni içerdiği o eşsiz betimlemeler, ruh

tahlilleridir.

Belirtmek isterim ki kitabı bu kadar sevmemin (o kadar sevdim ki ikinci kere okumama rağmen

aynı hazzı alabiliyorum) nedeni yazarın romanı olaylara değil de durumlara göre yazması… Karakter

tasvirlerine, ruh tahlillerine, köy betimlemelerine olaylardan daha fazla yer verilmiş, diyaloglara

mümkün mertebe yer verilmemeye (en azından çok gerekli olmadığı sürece) çalışılmıştır. Bu da

eserin bambaşka bir tatta olmasına katkıda bulunmuştur.

Gölgesizler bir berber dükkânında başlar ve ara ara bu berber dükkânında hikâye devam eder.

Lakin hikâye en çok nerede olduğu belli olmayan bir köyde geçer. Burada köyün insanlarının ruh

GÖLGESİZLER – EDİP CAN RENDE X K dergidergidergidergi

Page 26: Xasiork Dergi 5. Sayı

26

tahlillerine oldukça geniş bir şekilde yer verilir. Özellikle “Muhtar”, “Bekçi”, “Cıngıl Nuri”, “Güvercin”

karakterleri romanda geniş bir şekilde yer alırlar.

Bir gün bir şey olur, Cıngıl Nuri ortadan kaybolur. Çok alışılmadık bir durumdur bu. �imdiye

kadar köyden böyle sessiz sedasız kaçan hiç olmamıştır. Bunun üzerine Muhtar, Nuri’yi aramaya,

soruşturmaya başlar. Nuri’nin yarattığı şaşkınlık geçmeden bu kez Güvercin adlı genç bir kız

kaybolur. Muhtar, Güvercin’i de soruşturmaya başlar. Köy,

Güvercin’in kayboluşuyla bir kez daha şaşkına döner. Muhtar,

Cennet’in oğlundan şüphelenir ve onu konuşturmak için her

türlü yola başvurur. Bir gün ansızın Nuri köye döner…

İşte roman bu kayboluşların, bu gidişlerin-gelişlerin

üzerinde duruyor. Kayboluşları öyle güzel bir şekilde anlatıyor ki

sanki roman değil de şiir okuyormuşuz hissini yaratıyor çoğu

zaman yazar.

Roman 226 sayfa olmasına rağmen bana 500 sayfalık bir

romanın verdiği hazdan katbekat fazlasını vermiştir. Bu da

Hasan Ali Toptaş’ın başarısıdır. Öyle ki yazar, Alman basınında bu romanıyla geniş bir yer tutar o

dönemlerde. Alman basını “Sadece H. Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer”

manşetiyle romanı ne kadar başarılı bulduğunu göstermiş olur.

Bir yazarın yurtdışı basınında bu kadar geniş bir yere sahip olması elbette çok sevindirici bir

durum. Darısı diğer “gerçek” yazarlarımızın başına…

Son zamanlarda beni en az Gölgesizler romanı kadar heyecanlandıran bir diğer durumsa

Gölgesizler filmi. Selçuk Yöntem, Arsen Gürzap, Ahmet Mümtaz Taylan, Hakan Karahan, Taner

Birsel, Altan Erkekli, Ertan Saban gibi birbirinden kaliteli oyuncuların rol aldığı, Ümit Ünal’ın yönettiği

bir film Gölgesizler. Son zamanların en önemli Türk işi projelerinden biri olacağına adım gibi eminim.

Romandan uyarlanan filmi heyecanla bekliyorum.

Yazımın sonuna gelirken şunu belirtmek istiyorum: Az sayfalı olduğuna bakılıp görmezden

gelinmemeli Gölgesizler. 600-700 sayfalık romanların yaratamayacağı etkiyi 226 sayfada yaratmayı

başaran çok önemli bir eser. Okunmalı…

Hepinize bol okumalı günler dilerim…

Page 27: Xasiork Dergi 5. Sayı

27

Bugün içimde acayip bir his vardı. Gözlerimi açtım. Ki bunu çok fazla yaparım. Sonra kapattım.

Bunu da çok fazla yaparım. Gözlerimi kapatıp açtım. Buna gözlerimizi kırpıştırmak diyoruz.

Gözlerimizi kırpıştırmak. Gülümsedim. Bunun hakkında düşünmeye başladım. İşin doğrusu

buraya kadar anlattıklarımın hepsini düşünmeye başladım. Aslında içimde acayip bir his yoktu.

Tamam, gözlerimi açmıştım. Sonra da kapatmıştım. Evet, bunu çok fazla yapardım. Ancak insanın

gözlerini kırpıştırmasıyla düşünmemiştim. Gülümsememiştim bile. Sadece bir başlangıç

düşünüyordum. “Bugün” ile başlayan yazılara karşı ayrı bir zaafım var sanırım. Her başlangıç

düşündüğümde mutlaka bir şekilde beynime giriyor bu kelime. Bu sefer de geldi aklıma ve bu sefer

“bugün” kelimesiyle başlayan bir cümle ile yazıya başlayabileceğimi düşündüm. İşte şimdi de ta

buralara kadar geldik. Yazmak. Bu eylemi ne kadar çok sevdiğimi size söyleyebilir miyim?

Başlangıçlar, cümleler, kelimeler, anlamlar. Yazmak bunların arasında boğulmadan, sistemli bir

şekilde yalancılık yapmaktır. Uydurmaktır. Tabii ki buradaki yazmaktan kastım, kurgusal yazı.

Hikâyecilik… Ki ben buna bağımlıyım işte. �imdi bile bir gerçekten bahsetmek beni yoruyor. Oysa

bütün hayalleri de gerçeklere dayandırarak yapmıyor muyuz? Ya burada olanlardan yola çıkıyoruz, ya

da burada olmayanlardan. Bu da sanırım her bu işi yapan insanın içinde taşıdığı çelişki. Gerçeklerden

kaçarken bile, onun içindeyiz.

Yazıyoruz ama yine de. O sayfa orada hep bizi bekliyor. Benim gibi amatörler de bu işi

sevdikleri için yapıyorlar, dünyanın öte yanında yaşayan, dünyaca ünlü olan yazarlar da aynı niyet ve

heyecanla yazıyorlar. Hepimiz bir şeyler anlatmak istiyoruz. Çok fazla karakter, olay beynimizin içinde

birbirinin üstüne çökmüş duruyor. Zorluyorlar kapıları. Biz de bir şekilde kusuyoruz onları. Düzgün

şekilde kusabilenler ve biraz da şanslı olanlar okunuyorlar. İşte ne mutlu onlar için! Çünkü çoğu yazar,

ne kadar, “Ben kendim için yazdım bu romanı,” tarzında yorumlar yapsa da hepimiz bir yerde diğerleri

için yazarız. “Bu milletin sevdiği şekilde yazayım,” gibi bir diğerlerini düşünme değildir. Bu sadece

“diğerleri okusun” isteğidir. Çünkü kimsenin bilmediği bir öykü, hiç paylaşılmayan bir hikâye,

gerçekten bir öykü, hikâye midir?

UYDURUKÇULUK

EMĐRHAN BURAK AYDIN

Page 28: Xasiork Dergi 5. Sayı

28

En başta dediğim gibi. Bir başlangıç lazımdır. Bir kıvılcım. Yolda yürürken beyninizde konuşan

bir elektrik direği canlanır. Bu düşünceye bayılırsınız. Ancak bu fikir tek başına hiçbir işe yaramaz.

Hatta çok rahat bir şekilde harcanabilir bile. O yüzden fikri toplamak gerekir. Onu bir sistemin içinde

kullanmak lazımdır. O yüzden bir başlangıç düşünürsünüz. Bazıları daha sonra sonu bulur ve arayı

doldurur. Ben hep başlangıçtan yola çıkarım. Bu yüzden fikirlerim bile hep başlangıcıyla birlikte gelir.

Sonra ise yazarım. Yazarsınız. O süreç çok gariptir. Öykülerde her şey bir anda olmuş gibi gelir

bazen. Bir de bakarsınız aradan kaç saat geçmiş. Bir roman yazıyorsanız ise apayrı bir şeydir. Onda

da bir sayfaya icabında birkaç saat ayırdığınızı fark edersiniz. Bu ikisinin yeri de değişebilir. Birkaç

günde yazılan romanlar veya birkaç haftada biten öyküler de olabilir. Yazmanın en güzel yönlerinden

birisi de budur. Her seferinde bir kumar oynarsınız. Ki bu kumarda asla kaybetmezsiniz. Harfler,

kelimeler, cümleler, anlamlar… Onlar insan gibi değildir. Onlar hile yapmazlar.

Bazen etrafınızdaki o kontrolsüzlük duygusundan yorulursunuz. Bir şekilde siz de bu sistemin

içinde olmak istersiniz. Bunun güçle, mevki ile alakası yoktur. Olaylar sadece oluyordur. “Yazar”ı

görmek istersiniz. Bu romanın üstünde ise isim yoktur. Olaylar vardır, siz varsınızdır. İnsanlar ve

kalabalık. Oysa siz… Oysa ben evimde, bir kâğıdın ya da bir bilgisayar monitörünün karşısında,

harflere bakmak, onlarla oynamak isterim. Onlara bağlanmışız. Kurtulamıyoruz. Kurtulmak

istemiyoruz. Bir zararları var mı bize? Bilmiyorum. Sigara kadar zararlılar mı? Alkol gibi bize zarar

verirler mi? Vermezler. Onlar orada dururlar. Sadece ilgi isterler. Siz, biz, ben. İlgi isterim.

Yazmak. Yazmak arkadaştır. Kimseye anlatamadıklarınızı, utançlarınızı anlatabilirsiniz. O

suratına küfür edemediğiniz çocuğa iyi bir tekme atabilirsiniz. Hani şu saçlarınızı kestirmenizi

söyleyen lisedeki öğretmeniniz vardı ya, işte ona kafa tutabilirsiniz. Hiç çıkamadığınız o kadını

tavlayabilirsiniz. Hiç yaşamadığınız o aşkı yaşayabilirsiniz. Futbolda belki hiç iyi olmadınız… Belki de

derslerde iyi değildiniz. �imdi olabilirsiniz. Çünkü kâğıt ve kalemle olasılıklar sizin kölenizdir. �imdi o

çocuğa istediğiniz şekilde laf sokabilirsiniz.

Yazmak size gücü verir. Her şeyi istediğiniz gibi görme yeteneğini bağışlar. Bir zaman gelir, o

çocuğa laf sokmanın, futbolda iyi olmanın ya da derslerde iyi olmamanın o kadar da büyük şeyler

olmadığını görürsünüz. O çocuğa laf sokmaya gerek kalmaz. Bazı sorunlar illa dövüşle halledilmez,

bunu anlarsınız. Derslerde belki bir hırsa gelirsiniz, notlarınızı düzeltirsiniz. Sonra eve dönersiniz.

Defterinizi çıkarırsınız. Kaleminizle bir şeyler yazmaya başlarsınız. Bu her yerde olabilir. Boş

geçen resim dersinde herkes MP3 dinlerken siz ileride yazacağınız romanın ilk bölümünü

çiziktirirsiniz. Eve geldiğinizde bilgisayarda hemen internete girmektense, yazım programını açar, bir

Page 29: Xasiork Dergi 5. Sayı

29

şeyler yazmaya girişirsiniz. Birisine âşık olursunuz. Ona şiir yazarsınız. Kötü olur o şiir. O kıza da asla

gitmez belki ama… Ama yine de yazarsınız.

Çünkü belki de bazılarımız yazmadan duramazlar. Belki de bazılarımız bu iş için buradadırlar.

Belki de bir anlam vardır her şeyde… Bilebilir miyiz? O büyük anlamı görebilir miyiz? Birkaç saatliğine

de olsa Tanrı olabilir miyiz yazarken? Neden olmayalım?

Sesler. Heceler. Harfler. Kelimeler. Cümleler. Anlamlar.

Uydurmalı. O yazıları yazmalı. Denemeli. Anlatmaya söz vermeli. Anlatmak için yazmalı. Sesler

yok olmamalı. Karakterlerimizle yürümeli gerekirse her gün. Mekânları hayalimizle başka yerlere

çevirmeli. İstanbul semalarında yeri geldiğinde kanatlı insanlar görmeli. Gökyüzüne doğru uzanan

merdivenler düşlemeli. Kapılara baktığımızda arkasında başka evrenlerin olduğun inanmalı. Bu

dünyada da “değişik” şeyler olduğuna inanmalı.

Gerçekten kaçıyoruz, evet. Belki de gerçeği sindirmeli artık. Sonra gökyüzüne bakarak koşmalı

ve küçük bir sıçramayla havalanmalı. Yüzünüze vuran rüzgârı hissediyor musunuz? Yerçekimini yalan

çıkardınız. Uçuyorsunuz işte.

“O kadar da uçma be oğlum! Amma yazdın yani sen de şimdi ha!”

Gülümsemeli.

Page 30: Xasiork Dergi 5. Sayı

30

Bazı yazarlar vardır, kelimeler ve fikirleri öyle bir

düzen içinde bir araya getirirler ki şaşarsınız. Hayal

dünyalarını yansıtan her şey inanılmaz bir ahenk ve

zevkle vuku bulur. Onların yazdıkları kitapların

sayfalarını çevirmek hiç bitmesin istediğiniz bir

“macera”dır. Onların söylediklerini dinlemek, hayran

olduğunuz o satırların sahibini kanlı canlı görmek harika

bir “deneyim”dir. Ve en önemlisi, bunların hepsi müthiş

bir “eğlence”dir…

Alper Canıgüz bu yazarlardan biri işte. Ve ben bu

yazıda, 2000-2008 yılları arasında yazmış olduğu üç

kitabın sonuncusunu, “Gizliajans”ı inceleyeceğim.

Ama yalnızca bu kitaptan bahsederek konuyu kapatmak istemiyorum. Alper Canıgüz’le ne

zaman ve nasıl tanıştığımı anlatan birkaç cümleyle yani biraz kişisel bir hususla başlayacağım söze.

Yazarın ismini pek çok yerde pek çok kişiden duymuş, hatta İdefix’in 2006 yılında hazırladığı

“Türkiye’nin Romanı” dosyası için Murat Menteş’le ortak olarak

verdiği söyleşiyi izlemiştim. Ne var ki, bir türlü bu harika adamın

harika eserleriyle tanışmam nasip olmamıştı. Yeni romanı

Gizliajans’ın raflarda yerini alışı, benim de internetteki sipariş

listeme ani bir kararla bu kitabı ekleyişim ve birkaç gün sonra

siparişle beraber bu güzide eserin elime ulaşması sonucu, Alper

Canıgüz’le, daha doğrusu onun eserleriyle tanıştım.

Bu incelemeyi yazmaya başladığımda, Alper Canıgüz’le bir

röportajın hazırlıkları içindeyiz. Henüz olumlu ya da olumsuz bir

cevap alamadık ama yine de içimi saran tatlı heyecanı

durduramıyorum. Bu yazı dergide yer bulacağına göre, siz

sonucu görüyor olacaksınız. Ya röportaj derginin ileriki

sayfalarında sizi bekliyor, ya da girişimimiz hüsrana uğradı ve

GİZLİAJANS – OZANCAN DEMİRIŞIK X K dergidergidergidergi

Gizliajans’ın en başarılı

yönlerinden biri de, temponun

harika ayarlanmış olması. Tek bir

sayfada bile sıkıldığınızı

hissetmiyor, bu kısım bitse de kitap

tekrar hız kazansa diye

düşünmüyorsunuz. Yaşlı-genç pek

çok yazarın kitaplarındaki tempo

sorunu, kurgudan ve anlatımdan

pek çok şey götürür; ama

Gizliajans’ta böyle olumsuz bir

durum söz konusu bile değil.

Page 31: Xasiork Dergi 5. Sayı

31

böyle bir bekleyiş söz konusu değil… Tabii ki dileğim ilkinin olmasıdır.

Sözü fazla uzatmadan Gizliajans’a döneyim. Kitap elime geçti ve sayfalarını araladım. Farkına

bile varmadan, iki oturuşta bitirdim. Tahmin edebileceğiniz gibi Gizliajans beni benden aldı ve yazara

olan hayranlığım daha okuduğum ilk kitabından en üst düzeye ulaştı.

Her kelimeden, cümleden ve paragraftan “güç” fışkırması, içerdiği her esprinin, her fikrin ve her

“şey”in ustalığı ve burada anlatsam çok uzun sürecek birçok diğer unsurun birleşmesi, Gizliajans’ı ve

yazarını benim gözümde mükemmel kıldı.

Bilen bilir; sürekli kendini geliştirmeye çaba gösteren genç yazarlar, böyle büyük bir ustayla,

böyle müthiş bir yetenekle karşılaşırlarsa onu kıskanırlar. Bu çok doğaldır ve kıskanılmak belki de bir

yazarın haiz olabileceği en yüce iltifattır. Ben de Gizliajans’ı okuduktan sonra Alper Canıgüz’ü

kıskandığımı hissettim ve bu, yazarı benim gözümde bir adım daha ileri taşıdı.

Peki kimdir Alper Canıgüz? Neler yaşamış, neler yapmıştır? Bunları anlatmak yerine,

kitaplarında yer alan iki farklı kısa yaşam öyküsünü koyacağım.

İşte ilki:

“İstanbul’da orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının işi nedeniyle, küçük

yaşta kırtasiye malzemeleriyle haşır neşir oldu; onları sevdi. Darüşşafaka Lisesi ve Boğaziçi

Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Erkek Japon bıldırcınlarının cinsel hayatı konusunda otoritedir

ve orta boyludur. İlk romanı Tatlı Rüyalar / psiko-absürd romantik komedi İletişim Yayınları tarafından

2000’de yayınlanmıştır.”

Ve ikincisi:

“1969 yılında İstanbul’da doğmuştur. Okuma sevgisini babasına, yazma tutkusunu müzik

kabiliyetinin olmayışına borçludur. Kahkahalarla ağlatan ve hıçkırıklarla güldüren kitapların yazarı

olarak anılmayı isteyen Canıgüz, politik açıdan kendisini narsisizme yakın bulmaktadır. Romanları

Tatlı Rüyalar / psiko-absürd romantik komedi (2000), Oğullar ve Rencide Ruhlar (2004) ile Gizliajans

(2008) İletişim Yayınları tarafından basılmıştır.”

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama, kitaplarını istisnasız olarak dört yıl aralarla (2000-2004-

2008) yayınlamış Alper Canıgüz. Zaten eserlerini pek bir plana bağlı kalmadan düzensiz olarak

Page 32: Xasiork Dergi 5. Sayı

32

kaleme aldığını ve bu yüzden yazmaya başladığı birçok romanı yarım bıraktığını belirtmişti; bu

duruma söz konusu gecikmeler yol açıyor belli ki.

Pek umudum olmamakla beraber, dördüncüsünün bundan daha kısa bir süre içinde yazılıp

yayınlanmasını umuyorum. Aksi takdirde yeni kitabı en erken 2012’de okuyabileceğiz.

Nihayet “Gizliajans”ın incelemesine geçiyorum. Buyurun efendim.

GİZLİAJANS

“Borges ile Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha

korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım.

Dünyanın şahsıma karşı kurulmuş bir komplo olduğuna dair inancımın en güçlü dönemleriydi.

İşsizdim, güçsüzdüm, çok fazla içki tüketiyordum ve galiba yapayalnızdım. Yine de birileri vardı tabii

hâlâ. Mesela �aban. O vardı…”

* * *

...�aban telefonu yanıtladı ve, “Sana,” dedi.

Sandalyemi devirerek kalktım, gidip ahizeyi elinden aldım. “Buyurunuz?”

“Musa Bey?” Hoş bir seda. Bir hanımefendiye ait.

“Sizi Gizliajans’tan arıyoruz,” dedi karşımdaki, müjde verenlere özgü bir neşeyle.

“Pardon, nereden arıyorsunuz?”

“Gizliajans. Reklam ajansı. İsmini duymuşsunuzdur belki?

* * *

“Patronumuz �eytan Bey’dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim.”

Page 33: Xasiork Dergi 5. Sayı

33

Neydi bu şimdi? �aka mı? “Öyle mi?” dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya karar

vererek. “Nereden biliyorsunuz?”

“Kendisi söyledi.”

Elimden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim. “Ben kaçırmışım o kısmını.”

“Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini.”

“Evet anlıyorum,” diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak

için. “Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin.”

“Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz,” dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek. “�eytan Bey

görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor.” Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini

uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde

psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.”

Gizliajans’ın incelemesine bu kısa alıntılarla başladım ve ilerledikçe başka alıntılarla da

karşılaşacaksınız. Çünkü yer yer, benim kelimelerim Alper Canıgüz’ün

özenle işlediği atmosferi anlatmakta yetersiz kalacak ve de sizlere

kitaptaki çiçek gibi cümleleri aktarmak isteyeceğim.

Kitabı bu kadar övdüğüme bakıp da kolay beğenen biri olduğumu

zannetmeyin. Aksine, özellikle son bir yıldır çok zor beğenmeye

başladım. Okuduğum bazı kitaplardan hoşlansam bile bana farklı bir

şeyler sunmuyor, beni heyecanlandırmıyorlardı. Ta ki Gizliajans’la

karşılaşana dek…

Roman, Musa’nın kendini ve ev arkadaşını anlatmasıyla başlıyor, yukarıdaki alıntılardan tahmin

edebileceğiniz gibi. İşsiz bir reklam yazarı olan Musa, boş geçirdiği hayatına anlam katacak “ilginç”

olaylarla karşı karşıya geleceğinden henüz haberdar değil. Kendini ve hayatını anlatırken kurduğu

cümleler bile yaşama karşı umutsuzluğunu, sahip olmadığı beklentileri yansıtıyor sanki.

Kişisel özelliklerinden bahsetmek gerekirse, hazır cevap ve esprili biri olduğunu söyleyebiliriz.

Zaten mesleği olan reklam yazarlığı da bu gibi özellikleri gerektiriyor. Ne var ki şu ana kadarki

kariyerinde yeteneklerini yeterince değerlendirememiş, tam manasıyla başarıya ulaşamamış. Çalıştığı

son televizyon programı yayından kaldırılınca da işsiz kalmış.

ALPER CANIGÜZ

Page 34: Xasiork Dergi 5. Sayı

34

Ev arkadaşı �aban ise şu nadiren karşılaştığımız “orijinal adam”lardan. Beşiktaş’ta aldığı üç oda

bir salon evde Musa’nın -eğer kiranın yarısını ödeyebilecekse- kalabileceğini belirten teklifi yapacak

ve sonra Musa işsiz kalıp da kirayı ödeyemeyecek hale gelince tek başına karşılayabileceğini

söyleyecek kadar da iyi niyetli bir genç.

Onu bize ilk tanıtan, şu cümleler oluyor:

“İyi bir ev arkadaşıydı �aban. Fazla konuşmuyordu ama soğuk değildi, düzenli ve titizdi ama

benim dağınıklığıma aldırmıyordu, her sabah alaca karanlıkta kalkıp namaz kılacak kadar dindardı

ama bir kez bile Müslümanlığın güzel erdemlerinden söz ettiğini duymamıştım. Hem enteresanlığı bu

gibi şeylerle sınırlı değildi. Diyelim, eve bir akşam köydeki ailesinin gönderdiğini söylediği koca bir

tulum peynir, bir başka akşam suşi getirebiliyordu. Ya da yemekte bir şeyler okumak istediğinde,

tercihi Mesnevî de olabiliyordu bir seks dergisi de. Üstelik her iki materyali de aynı mesafeli ilgiyle

inceliyor, her ikisinde de birtakım satırların altını çiziyor ve korkarım bunu şaka olsun diye

yapmıyordu… Hâsılı �aban o güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Tek tek bakıldığında

az çok normal gibi gözüken özellikleri, bir araya gelince tuhaf bir bütün oluşturuyordu. Açıkçası onu

nereye yerleştireceğimi pek bilemiyordum, ama onunla birlikte kendimi kesinlikle huzurlu

hissediyordum. Bu her şeyden önemliydi.”

Beklenmedik iş teklifini aldığının ertesi günü Gizliajans’a giden Musa, oranın tuhaflıklarıyla yüz

yüze buluyor kendini. Durmadan ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme ve “�eytan Bey” adlı ürpertici

kedinin -bazı haklı sebeplerle- patronları olduğuna inanan Tunçay Bey sadece küçük bir kısmı. Ajans

fazlasıyla soğuk ve Tunçay Bey bunun daha sağlıklı olduğunu, tüm hastalıkların asıl kaynağının

“sıcak” olduğunu iddia ediyor!

Bu sırada evde de işler pek iyi gitmiyor. Komşuları Müberra Abla, apartmanın en üst katına

konuşlanmış Samanyolu Mutluluk Okulu’nun gürültü patırtısından dert yanıyor; terasta bir parti

yapmak istediklerini, eğer gelip onlardan da izin isterlerse Musa’ya kabul etmemelerini rica ediyor.

Müberra Abla da ilginç bir karakter ve ilerleyen sayfalarda da sık sık karşımıza çıkıyor. Kitapta

onu ilk kez şu cümlelerle tanıyoruz:

“Derken zil çaldı ve ben sevinçle yerimden fırlayıp kapıyı açtım. Oysa gelen �aban değil, bir üst

katımızda en az üç köpeğiyle birlikte yaşayan Müberra Abla’ydı. Çalardı Müberra Abla kapımızı böyle

ara ara. Favori konuları apartmanda duyulan -ve patlayıcı bir gaz sızıntısından kaynaklanması

muhtemelen- kokular, çevrede dolaşan -ve hırsız ya da tecavüzcü olması muhtemel- yabancılar,

Page 35: Xasiork Dergi 5. Sayı

35

apartman toplantılarında alınan -ve kiracıların aleyhine olduğu kesin- kararlar gibi konulardı. Ve

konuşmaya her zaman, ama her zaman rahatsız ettiği için özür dileyerek başlardı.”

Gizliajans’ta ise Musa’nın karşılaştığı en güzel şey, ilk bakışta âşık olunabileceğini ona

kanıtlayan güzel mi güzel sanat yönetmeni, menekşe gözlü Sanem oluyor. Onu gördüğü anda

hayallere, düşüncelere dalıyor ve kendi iç dünyasında aşkını itiraf ediyor Musa. Ve bu rahatsız edici

ortama bağlanmasını sağlayan da Sanem’e duyduğu tutkulu aşk oluyor.

Aşkı öyle güzel anlatıyor ki Alper Canıgüz… Ana konunun önüne bir an olsun geçirmeden,

klişelere boğmadan, okuyucuyu hiç mi hiç sıkmayan çiçek gibi anlatımlarla süslüyor Musa’nın

Sanem’e duyduğu derin sevdayı:

“Bazı aşklar vardır, içinde kahkahaların çınlamasından ziyade gözyaşlarının çağlaması daha

uygun düşer. Onu gördüğüm ilk anda biliyordum ki bizimkisi, eğer bir aşkımız olacaksa, böylesine

yazgılıdır. Ve kim bu sevdaya yakışacak sözcükleri kalbimin sahibinden daha iyi bilebilir? “Seni çok

üzerim ben.”

Bir şeyler söyleyecek oldum, ama o parmaklarını dudaklarıma götürerek beni susturdu. Ve

sonra aşkım, göz bebeklerinde iki dolunay, lanetini ıslak bir öpücükle mühürlerken, gökyüzündeki

metropol ışıklarının gizleyemediği bir yıldız kaydı. O zaman ben de hayatım boyunca ruhumu esir

edecek yeminimi diledim: “Ölümüm elinden olsun.”

* * *

Biliyorum. Yüreğime ellerimle açtığım yaradan sızan bu kan, bu gazap ateşi, bu kutsal fikr-i

sabit, gözlerimdeki perdeyi kaldıran biricik hakikattir. Mutluluğum, felaketim, en pervasız günahım...

Bil ki hiçbir tecrübe, hiçbir tövbe, hayatın geçiciliğine, kerhen olana dair hiçbir şey bu mührü kıramaz.

Zavallı varlığımın anlamı, başka hiçbir şey değil, sadece gizli nikâhımızı kıydığımız o gece yüreğimi

sana bağlayan bu yemindir. Bundan böyle aldığım her nefeste senin ruhunu içime çekeceğim,

yüreğimin her vuruşu senin ismini fısıldayacak. Aşkından gayrısı yalan, ve bak, gökteki ay şahidimdir.”

Bir dipnotla incelememe dönüyorum: Merak etmeyin, kitaptan aldığınız zevki azaltacak hiçbir

kilit bilgiyi vermiyorum ve vermeyeceğim. Bu alıntılar da, emin olun kitabı okurken ilk kez

görüyormuşçasına etkileyecek sizi. Çünkü ben, tekrar tekrar dönüp bakıyorum ve etkilerinden en ufak

bir şey kaybetmiş değiller. Ve bu incelemeyi yazıp da birkaç alıntı koymamak, esere ve kendime karşı

büyük bir saygısızlık olurdu.

Page 36: Xasiork Dergi 5. Sayı

36

Gizliajans’ın tuhaflıkları ve Sanem ile Musa arasındaki aşk çevresinde dönen kitap, bir yerden

sonra ray değiştirip bambaşka bir kurguda akmaya başlıyor ve iş uzaylılara, hatta ve hatta Prens

Charles’a kadar uzanıyor. Özel dedektif olduğunu söyleyen Fezai Aydıntürk, merhum iş adamı

Barbaros Albatros’un eşi Durnev Hanım, tanıyanlara aşina gelecek yazar Kaan Sezyum ve daha

birçok karakter katılıyor bu keyifli maceraya. Ve tatmin edici olduğu bence şüphe götürmez bir bitişle

kapanıyor eser.

Konudan ve kurgudan bu kadar bahsettikten sonra, kitabın temposuna değinmek istiyorum.

Gizliajans’ın en başarılı yönlerinden biri de, temponun harika ayarlanmış olması. Tek bir sayfada bile

sıkıldığınızı hissetmiyor, bu kısım bitse de kitap tekrar hız kazansa diye düşünmüyorsunuz. Yaşlı-

genç pek çok yazarın kitaplarındaki tempo sorunu, kurgudan ve anlatımdan pek çok şey götürür; ama

Gizliajans’ta böyle olumsuz bir durum söz konusu bile değil.

Anlatıma gelirsek… Verdiğim son iki alıntı sizi aldatmasın. Kitabın anlatımı oldukça samimi ve

sade. Yazar birinci tekil şahsı güzelce kullanmış. Tasvirler, ruh durumları… Her şey yerli yerinde.

Cümleler müthiş bir uyum ve ahenk içerisinde birbiri ardına sıralanıyor. Ve bu üslubun içerisine yer

yer katılan etkili parçalar, kitabın gücünü daha da arttırıyor. Diyaloglar ise bir an bile sizi rahatsız

etmeyecek kadar doğal ve inandırıcı.

Karakterler birbirinin aynısı değiller. Her şeyleriyle; hareketleriyle, konuşma tarzlarıyla,

görünüşleriyle tastamam farklılar. Bilmeseniz onların gerçekten bir yerlerde yaşadığını, nefes aldığını,

hareket ettiğini zannedeceksiniz. Alper Canıgüz’ün karakter yaratma ve işleme başarısı, hem

Gizliajans’ta hem de diğer kitaplarında parmak ısırtacak kadar başarılı.

Kitap hakkında yeteri kadar şey söylediğimi -ya da doğru tabirle, ‘yazdığımı’- düşünüyorum.

�imdi size düşen -eğer gerçekten iyi, sürükleyici, eğlenceli bir eser okumak istiyorsanız tabii-

kitapçıya gidip Gizliajans’ı satın almak olacak.

Page 37: Xasiork Dergi 5. Sayı

37

Filmimiz palyaço maskeli adamların banka

soygunuyla başlıyor. Joker’in kim olduğunu kendileri

bile bilmiyorlar daha; dedikodu şeklinde birbirlerine

yayıyorlar sanını. Yüzüne neden boya sürdüğünü

rivayet zamanda açıklıyorlar, düşmanlarını korkutmak

için diye. Mavi ve siyah tonlara bulanmış bir suç

filminde olduğunuzu hâlâ anlamadıysanız, bunu

palyaço maskeli heriflerin Joker’in kahkahalı planı

doğrultusunda sırf kârdan daha fazla almak için

birbirlerini öldürmeye başlamalarıyla anlıyorsunuz.

Banka soyma sahnesinin en güzel yerleri

Joker’i tanımamızı sağlayan yerler. Birincisi: Otobüs

sürücüsünü öylesine taradığı sahne ve Prison

Break’in bağımlı polisi -en son izlediğimde öyleydi-

William Fichtner’la olan diyaloğu: “Seni öldürmeyen

şey, basitçe seni yabancı kılar.” Ve sonrasında

adamın ağzına tıktığı bomba görünümlü başka bir

şeyin Joker’in mor ceketinin liflerine bağlı piminin çekilmesi... Joker otobüsle okuldan dönen diğer

insanların arasına karışırken bomba görünümlü şeyin duman çıkararak durulması ve Fichtner’in

yüzündeki korku dolu ifade. Joker’in karakterini özetleyen ve tüm film boyunca neler

yapabileceğini/yapacağını gösterir bu korku dolu ifade.

Bu filmde yeni nesil Betmen’imizin yeni düşmanları var. İlk filmden kalma Scarecrow filmin

başlarında şöyle bir arz-ı endam ederken kısa sürede Arkham Asylum’a yani Betmen’in

düşmanlarının uğrak mekânına bizzat Betmen tarafından gönderilir. Ve yeni düşmanlardan bazılarını

Scarecrow, Betmen tarafından alaşağı edilmeden önce görürüz. Taklit Betmenler ve köpekler! Evet,

koca Betmen, karanlığın adamı Betmen, filmin sonunda “Kara �övalye” ilan edilecek olan Betmen ve

“Betmen” diyerek karizmasını sirk palyaçosuna indirgediğim Betmen içten içe köpeklerden korkarak

günlerini geçiriyor ve çözümü Lucius Fox buluyor yine. Yeni bir zırh. Hem de kedilere karşı bile

sağlam bir yapısı var!

Betmen ne “mahallenizin örümcek adamı” diyaloglarından ne de “bu bir kuş mu? Hayır hayır,

yoksa bir uçak mı?” geyiklerinden tamamen uzak bir kahraman, Bruce Wayne ise aynı taşıdığı

THE DARK KNIGHT – GÖKHAN SARI X K dergidergidergidergi

Page 38: Xasiork Dergi 5. Sayı

38

kostüm gibi renksiz bir tip. Wayne’i Gotham’ın varsıllarından ayıran tek özelliği ise geceleri partilerde

değil de sokaklarda takılmayı tercih etmesi. Betmen Başlıyor’da düşmüş bir karakterin yükselişine

tanık olurken, bu filmde yükselmiş ve artık kostümüyle bir olmuş bir karakterin düşüşüne tanıklık

ediyoruz. Christian Bale bu çıkış-inişi ve Bruce Wayne’in görünüşte dolu yaşamını ve maskenin

ardındaki renksiz yalnızlığını gayet iyi yansıtıyor bizlere. Betmen’kenki ses tonunu Amerikan Sapığı

kıvamında değiştirmesini tek eksi yönü sayabiliriz.

Yarasa Adam’ı diğer süper kahramanlardan ayıran yegâne özelliği hiç de süper olmaması.

Betmen düşmanını pataklarken aynı normal insanlar gibi yumruk-tekme ikilisini kullanır. Vücudunun

herhangi bir deliğinden ya da uzvundan mutasyona

bağlı garip gürüp şeyler çıkmaz. Diğer

kahramanların/süper kahramanların aksine kasları el

emeğidir, beleşe kazanılmamıştır. Düşmanımın

üzerinden atlayayım, altından geçip üstünden

çıkayım ya da düşmanımla gökyüzünde saniyelerle

sınırlı bir kavgaya tutuşayım atraksiyonlarında

bulunmaz. Betmen’in ayakları yere basar. Betmen

pataklar. Hasımlarıyla dalga da geçmez/geçemez

Betmen. Haddini bilir, insan olduğunu unutmaz, bir-iki

şov yapayım da insanlar beni unutmasın gibisinden

fikirlere kapılmaz. Ciddi adamdır, ketumdur. Kostümü

itibariyle yarasaya benzer, bir çıkar bir kaybolur, ışığı

sevmez ama ay ışığı altında çatılarda oturmayı

sever, pelerinini hışırdatarak kaybolmaya, Betmobil’le

otoyollarda turlamaya bayılır.

En nihayetinde Betmen de insandır, en çılgın

kahraman kostümlerinden birini giyiyor olsa bile vücuduna sonradan ekleme herhangi bir özelliği

olmadığı için her zaman diken üzerindedir ve bu seyirciyi de onun ölmesi olasılığına alıştırır. Sınırlı

hareketleri -tekme yumruk ikilisi- nedeniyle vereceğiniz “abarttın ama” tepkileri pek fazla değildir.

Lakin Betmen’i zıvanadan çıkaracak, Gotham’ın köküne kibrit suyu dökmeye istek duyan biri,

yaralarının tarihçesi hakkında çelişkiler yaşayan bir sosyopat çıkıyor ortaya.

Filmin 152 dakikalık süresini görünce hem seviniyor hem de Christopher Nolan delirmiş olmalı

diye düşünüyorsunuz. Hayır, o delirmemişti ama senaryoya müthiş bir performans sergileyen bir

Joker enjekte ederek filmi delirtmişti. Betmen’i, Harvey Dent’i ve seyirciyi...

Page 39: Xasiork Dergi 5. Sayı

39

En baştaki banka soygunu sahnesinden başka sahnelere ve başka karakterlere atlayarak

incelememize devam edelim. Teğmen Gordon, Betmen’le iş birliği yapmakta, suçluları bir bir içeri

tıkmaktadır ve geçen yılların ardından hâlâ bıyıklıdır. Aaron Eckhart, Harvey Dent rolünde Gotham’ın

beyaz şövalyesi olarak ve Maggie Gyllenhaal da önceki filmde Katie Holmes’un oynadığı Rachel

Dawes rolünde karşımıza çıkıyorlar. Heath Ledger ise son yılların en şahane kahraman düşmanı

portresini çiziyor.

Chicago görünümlü Gotham’da işler her zamanki gibi yolunda gitmiyordur. Suçlular her şeye

rağmen kara para aklamaya devam ediyor, dürüst polis kavramı ancak saf zihinlerde kendine yer

bulabiliyordur. Yeni bölge savcısı Harvey Dent ise kemikleşmiş kadrolu yozlaşmış polis teşkilatının,

Gotham’ın ve Betmen’in son umududur. Bruce Wayne, Harvey’yi üzerindeki “Gotham’ın Bekçiliği”

yükünü devredecek kişi olarak görmektedir. Suç dünyası ise pis işlerini gizli gizli çevirememekten

muzdariptir çünkü polis tarafından enselenmeleri an meselesidir.

“İşte yok oldu...” Bir sihirbazın ağzından

çıktığında ortadan kaybolan bir şeyin seyircide

yarattığı şaşkınlığı teyit etmek için kullanılan bu

cümle Joker’in ağzından çıktığında seyirciyi

afallatıyor. Sırf istediği için soyabilen bir adamın,

sırf istediği için öldürebileceğini ve hırsızlıklarının

ya da cinayetlerinin ardında hiçbir neden

gizlenmediğini Joker’in güldürmeyen ifadesinde

görebiliyoruz. Bu adam öldürüyor çünkü bunu

istiyor; öldürürken, eylemlerini icra ederken hiçbir

şey ama hiçbir şey umurunda olmuyor.

“Arabaları kovalayan bir köpeğim,” derken tam

da bunu kastediyor.

Joker’in çılgınlıklarından bahsederken fon

müziğinden bahsetmemek olmaz. James Newton

Howard ve Hans Zimmer beraber iyi iş

çıkarıyorlar. “Why So Serious” ve “A Dark Knight”

gibi ağır ve rahatsız edici müzikler tahminimce

J.N. Howard’a, “İntroduce a Little Anarchy” ve “Like a Dog Chasing Cars” gibi müzikler de Hans

Zimmer’dan çıkmaya benziyor. Hele ki Heath Ledger’ın Joker performansının doruk noktasına ulaştığı

bir sahne var ki müzikle birlikte iyice şaha kalkıyor ve kameranın da becerisiyle ortaya unutulmaz bir

Page 40: Xasiork Dergi 5. Sayı

40

sahne çıkıyor. Rachel’ın Joker’in karşısına dikildiği ve Joker’in saçını düzeltip ağzını yalayarak

Rachel’in üzerine gittiği sahne. Müzik çalar ve kamera ikisinin etrafında döner. Tek konuşan Joker’dir

ve bir de o rahatsız edici müzikle Joker’in ağzından çıkan şapırtı sesleri vardır. Biraz sonra Rachel’i

gözünü kırpmadan aşağı atması onu iyice tanımamıza vesile olur. Hiçbir şey Joker’in umurunda

değildir; ne para, ne şöhret ne de Betmen… Tek umurunda olan eğlencedir. Toplumun belirlediği

kuralların dışına çıkarak eğleniyordur.

Harvey Dent ise Joker’in eğlence odaklı eylemlerinden etkilenmekte, değişmektedir.

Hastanedeki sahnede Joker’in Harvey’ye yaptığı ise “A Little Push”tur. Sadece küçücük bir iteleme.

Hastane bombalamasında Joker’in ne kadar ciddi olduğunu söylemeye hiç gerek yok. Hemşire

kıyafetini giymesinin yegâne sebebi eğlence, Harvey ile bu kadar ilgilenmesinin yegâne sebebi

eğlence… Joker kaos istiyor ve eğleniyor bununla. Harvey hastanede yatarken silahını Joker’e

doğrulttuğunda, Joker’in ölmeyi hiç önemsemediğini görürsünüz. Belki de sinema tarihinin en dürüst

kötü adamlarındandır. Kötü adam bile değil aslında. Manipüle yeteneği o kadar iyi ki seyirciyi bile

kendine inandırabilir – ki birçok seyircinin filmden Joker hayranı olarak çıkması ve Joker’in sözlerini

ağzından eksiltmemesi bunun kanıtı.

Bu film iki gemi sahnesiyle Gotham halkına psikolojik bir test uygularken, Joker karakteriyle de

seyirciye bir psikolojik test uyguluyor: “Sev ya da nefret et”. Ama seyirci ikisinden birini seçmek yerine

-sosyal bir izleyicinin seçmesi olası şık ikincidir- ikisi arasında bocalıyor. Karakter kendini sevdirmeye

çalışmıyor ama insan doğasında var olan özgürlüğü seyirciye hatırlatarak kendilerini sorgulamalarını

sağlıyor ve seyirci doğuştan gelen özgürlükleri konusunda devlet dolayısıyla herhangi bir hamleye

cesaret edemese de Joker’i takdir etmeden duramıyor. Joker kuralsız çünkü Betmen’in ya da

herhangi birinin onu yıkmak için elinde kozu yok. Betmen dövdükçe gülüyor bu yüzden. Gülüyor

çünkü kendisini ya da olmayan babasını ya da olmayan karısını falan düşündüğü yok, tek düşündüğü

eğlence ve bunun için gülmesi lazım.

Joker o iskelede asılıyken ve kamera tersten çekerken onu, aslında kazanmıştı. Kazanmıştı

çünkü film boyunca savaşmamıştı. Hastaneyi patlatırken, paraları yakarken, bankayı soyarken, “ta

daa” yaparken... Çünkü kimseyi ya da hiçbir şeyi tehdit olarak görmemişti, eğlence malzemesi olarak

görmüştü onları. Joker bir nihilist, hedonist veyahut anarşist, Betmen ise bu filmin kaybedeni. İlginç bir

şekilde bu film isminin hakkını falan vermiyor ama devasa bir Joker destanı yazıyor, Joker’in tüm kötü

yönleri ifşa edilmesine rağmen kimse Joker’den nefret edemiyor.

“The Dark Knight”a on üzerinden dokuz verip yazımızı klişemizle sonlandıralım:

“Ne bu ciddiyet?”

Page 41: Xasiork Dergi 5. Sayı

41

CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER 11111111: : : : “NE YAPSAK?”“NE YAPSAK?”“NE YAPSAK?”“NE YAPSAK?”

Berk PayatBerk PayatBerk PayatBerk Payat

Ellerini göklere doğru uzatmış bir melek gibi kıvrım kıvrım dudaklarım. İçinden

gecenin rengi aksa da, göklerin son halkasında kalmış bir yudum şafağı ararım.

Gözlerimin ortasındaki ebedi hayat mahreminde, kimi canı yanan bebekler gibi

ağlarım, kimi şımaranlar gibi… Asrın içinden fırlamış bir falcı gibi bu gece benliğim,

Nostradamus’a küfür savurur gibi… Nereden bildi bu herif bu kadar doğru şeyi!

Derken göz kapaklarım hafifçe görüş alanımı perdeler, arkadan giren Everwake,

introsundaki Fa diyez armonisi ve si gamındaki hicazvari nota bağları ile ruhumun

daha da kararmasına yol açar. Kendimi berrak bir gökyüzünün ortasında kurulmuş,

statik nüanslarla dolu bir melek yuvasında bulurum. Bu Taşizm kılığı müptezel bir

ruha hitap etmiş olsa da rum ateşi bu, ne yapsak sönmez.

Page 42: Xasiork Dergi 5. Sayı

42

“Gizliajans”, “Oğullar ve Rencide Ruhlar”, “Tatlı Rüyalar”

isimli kitapların başarılı yazarı ile keyifli bir söyleşi yaptık. Alper

Canıgüz’den kitapları, yazarlık ve okurluk üzerine…

Alper Canıgüz’le

Söyleşi

Page 43: Xasiork Dergi 5. Sayı

43

Bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?

Bir insanın canını sıkmak istiyorsanız kendinizden, ilgisini çekmek istiyorsan ondan söz edin

diyen Balzac mıydı?

Yazmaya başlamanız nasıl gerçekle şti? Yazarlı ğa atılmanızı sa ğlayan herhangi bir şey

yaşadınız mı?

Sanırım bir şeyler yazmaya öykünmemin bir nedeni babamın çok okuyan, çok güzel hikâye

anlatan, aynı zamanda da kalemi kuvvetli bir adam olması, ikincisiyse hayli yalnız bir çocukluk

geçirmemdi. İşte şu noktada yazmam gerektiğini hissettim diye belirli bir olay yok ama aklımda.

Yazmanın en güzel yönü sizce nedir?

“Yazarlık”ın nesi sizi kendine ba ğladı?

Duyguları harekete geçirebildiğimi fark

etmek sanırım. Beni çeken yanı da buradan

kaynaklanıyor olsa gerek.

Sizce müzik insanın yaratıcılı ğını etkiler

mi? Yazarken müzik dinler misiniz?

Müziğin yaratıcılığı tetiklediğine kuşku yok

bence. Ben çoğunlukla yazacaklarımı düşünürken

dinlerim. Yazma edimi sırasında müzik benim için

çeldirici bir unsur olabiliyor.

Kitaplarınızda yer alan biyografinizde

‘Okuma sevgisini babasına, yazma tutkusunu

müzik kabiliyetinin olmayı şına borçludur’ cümlesi göze çarpıyor. Gençli ğinizde müzik yapma

konusunda giri şimleriniz oldu mu?

Elbette. Bu benim içimde bir yaradır. Bir şeyi bu kadar sevmek ama bu kadar yeteneksiz olmak.

Küçük bir grup bile kurmuştuk. Diğer iki arkadaşım benden çok daha yetenekliydiler bu konuda. Ben

de bir keresinde -bas çalıyordum- kendimi kaptırdım ve tamam işte, tamam nihayet oldu hissine

kapıldım, gitarist arkadaşımın taburemi tekmeleyerek, “Dinle şu müziği be adam,” demesiyle kendime

geldim.

ALPER CANIGÜZ’LE RÖPORTAJ X K dergidergidergidergi

Gizliajans’la ilgili yorumlar

bir hayli olumlu. Doğal olarak

seviniyorum buna. Bununla

birlikte sanırım hiçbir yazar

bitirdiği bir eserden bütünüyle

tatmin olmaz. Eminim

Dostoyevski’nin bile

Karamazov Kardeşler’de eksik

bulduğu bir şeyler vardır.

Page 44: Xasiork Dergi 5. Sayı

44

�üphesiz iyi bir yazar olmanın yolu iyi bir okur olm aktan geçiyor. Sizi yazarlık hayatınızın

temeli olan okurlu ğunuzda etkileyen ilk kitap veya kitaplar nelerdi?

Kılıçlı ve korsanlı kitaplar! Jules Verne ve Alexandre

Dumas çok okumuşumdur küçükken. Cyrano de Bergarac

mesela çok önemli bir kitaptır benim için.

Peki tutkunu oldu ğunuz yazarlar kimler ve bunlar

arasında yazım hayatınızda örnek aldı ğınız isimler var

mı?

Pek kimseyi örnek aldığımı söyleyemem ama beni

etkileyen ufak tefek şeyler sinmiştir yazdıklarıma. Örneğin

Bilge Karasu’nun Kılavuz adlı romanında, “Belli ki onu

görmekliğim isteniyordu,” cümlesini görmesem

muhtemelen bu kipi kullanmak aklımın ucundan geçmezdi.

Sevdiğim yazar çoktur ama. Borges, Calvino, Nabokov,

Emily Bronte, Vonnegut aklıma gelen ilk birkaçı.

Rahatlıkla, “Mutlaka okunmalı,” dedi ğiniz bir yapıt var mı?

Her türlü prospektüs ve kullanma kılavuzunun okunması gerektiğine inanıyorum. Bunun dışında

Karamazov Kardeşler de okunsa iyi olur.

Yazdığınız romanlarda aslında birçok farklı tür harmanlan mış gibi duruyor. Siz kendinizi

herhangi bir tarza sı ğdırabiliyor musunuz?

Yazdıklarım en çok kara-mizah ortak paydasında toplanabilir diye düşünüyorum.

Bir söyle şinizde “O ğullar ve Rencide Ruhlar” romanınızla ilgili ‘fantaz ma-kriminolojik

pediyatrik dejavü’ ve ‘pedo-kriminolojik kara komed i’ gibi tanımlar yapmı şsınız. Tatlı Rüyalar

ise zaten “psiko-absürt romantik komedi” olarak geç mekte. Bu gibi isimlendirmeler yapma

ihtiyacını duymanızın özel bir nedeni var mı?

Oğullar ve Rencide Ruhlar’da öyle bir tanımlama yok. Tatlı Rüyalar’daki gibi bir tanımlama

yapsanız ne olurdu sorusu üzerine vermiştim o cevabı. Bu tip bir ihtiyaç içinde değilim yani.

Yine böyle isimlendirmeniz gerekirse “Gizliajans” i çin ne dersiniz?

Bak siz de sordunuz şimdi aynı soruyu. Calvino’nun romanının adını çağrıştırmasa

“kozmokomik aşk hikâyesi” diyebilirdim belki.

Page 45: Xasiork Dergi 5. Sayı

45

Yazım kariyerinizin ba şına dönersek… “Tatlı Rüyalar” ilk yayınlanan romanı nızdı ve sizi

kitlelere tanıtıp sevdiren de “Tatlı Rüyalar” oldu. Aynı zamanda, üçüncü tekil şahıs

kullandı ğınız tek romanınız olarak da di ğerlerinden ayrılıyor. �imdi dönüp baktı ğınızda bize

“Tatlı Rüyalar”la ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Belki bugün olsa bazı yerlerini başka türlü yazardım ama açıkçası hâlâ enteresanlığını

koruduğunu düşünüyorum. Murat Menteş bir keresinde bana “O roman böyle de roman

yazılabileceğini gösterdi,” demişti, çok gururlanmıştım.

Ondan tam dört sene sonra “O ğullar ve Rencide Ruhlar” yayınlandı. Son derece ilg inç bir

baş karakter olan be ş yaşındaki Alper Kamu’nun polisiye denebilecek macerası nı sizin bilindik

keyifli, kıvrak üslubunuzla takip ettik. Bu ikinci romanınız sizin için ne ifade ediyor?

Daha iyisini yazamayacağımdan korktuğum bir romandır kendisi.

Alper Kamu kendinden onlarca ya ş büyüklere bile ta ş çıkartacak bir zekâ ve olgunlu ğa

sahip. Böyle bir karakter olu şturmaya nasıl karar verdiniz ve onu yazarken zorlan dığınız oldu

mu?

Bu karakter yıllardır benimle birlikte yaşamaktadır aslına bakarsanız. Küçükken kendi kendime

hayali oyunlar kurardım ve bu oyunlarda “canlandırdığım” iki farklı çocuk vardı. Bunlardan biri daha

üzgün ve içedönük, diğeri daha cevval ve sert bir şeydi. Sanırım Alper Kamu ikisinin karışımı gibi bir

şey oldu. Kendisini iyi tanıdığım için de yazarken fazla zorlanmadım açıkçası.

Ve son olarak Gizliajans… Kısa süre önce yayınlanan bu yeni romanınızla ilgili ilk

yorumlardan ho şnut musunuz? “Gizliajans”, yazarı olarak sizi tatmi n etti mi? Ortaya çıkan

eserden memnun musunuz?

Gizliajans’la ilgili yorumlar bir hayli olumlu. Doğal olarak seviniyorum buna. Bununla birlikte

sanırım hiçbir yazar bitirdiği bir eserden bütünüyle tatmin olmaz. Eminim Dostoyevski’nin bile

Karamazov Kardeşler’de eksik bulduğu bir şeyler vardır.

Kitaplarınız arasında en sevdi ğiniz, en zevk alarak yazdı ğınız hangisi oldu?

Her kitabım bana zevki ve acıyı yaşatmıştır. Belki Tatlı Rüyalar nasıl bir şeyler yazabileceğimi

bana da göstermesi açısından en heyecanlısı olmuştur bu yanıyla.

Dikkatimizi çeken bir şey de, üç eserinizin yayın tarihleri arasında istis nasız dört yıl

olması. Bu bir rastlantı mı?

En azından planladığım bir şey değildi diyeyim. Demek ki, işle güçle uğraşırken oturtabildiğim

rutin böyle bir şey oluyor. Yine de bundan sonra daha hızlı üretebilmek azmindeyim.

Page 46: Xasiork Dergi 5. Sayı

46

Çoğu insanın aklına bile gelmeyebilecek konular ve

kurguları kitaplarınıza yerle ştiriyorsunuz. Sizce insanın bu

yöndeki hayal gücünü besleyen etkenler neler?

Mümkün mertebe az koşullanmak herhalde? Bir de belki hayata

ve insanlara karşı bir tür ilgi duymak. Anlamaya çalışmak, sonra da

hepsini unutmak.

Karakterlerinizi olu ştururken nelere dikkat edersiniz?

Tanıdığım birine benzemesine ve hikâyedeki başka hiç kimseye

benzememesine.

Gizliajans adlı kitabınıza baktı ğımızda ana karakterin okurla tamamen özde şleştiğini

görüyoruz. Karakteri okura ba ğlayan en önemli unsurlardan biri, anlatımın içten o lması ve

karakterin dü şüncelerinin kitapta tüm yalınlı ğıyla yer bulması. Günlük ya şamınızda da Musa

gibi dü şünen ve onun gibi hızlı ve dobra ya şayan bir ki şiliğe sahip misiniz?

Çetin Altan, “ya yaşarsın ya yazarsın” derken haklıydı sanırım. Ben sadece yazabiliyorum.

İnsan duygularını iyi yansıtmanızda ya şam tecrübelerinizin size ne gibi katkısı oldu?

Elbette çok etkisi olmuştur. Ama ben bir yazarın en büyük sermayesinin çocukluğu olduğuna

inananlardanım. Daha sonraki her şey onun üzerine bina ediliyor.

Kitaplarınızda; hayata, insanlara, topluma ve daha birçok şeye yönelik pek çok tespit yer

almakta. Aklımıza ilk olarak Alper Kamu’nun a ğzından “ insan denen bu tuhaf hayvanın,

varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılını şının hikâyesi” geliyor. Gündelik ya şamınızda da

hayata ve ya şananlara bakı şınız bu yönde mi?

Korkarım öyle. Benim için hayat ve kurgunun kesiştiği nokta nedir diye düşündüğümde aklıma,

çok büyük bir toplumcu düşünür olan Bertrand Russel’ın aslında bir solipsist olduğunu söyleyişi gelir.

Düzenli ve planlı bir şekilde mi yazarsınız, yoksa canınız istedi ği zaman, istedi ğiniz kadar

mı?..

Çok disiplinli bir yazar sayılmasam da oturup ilham gelmesini bekliyor da sayılmam. Roman

yazmada işin başına oturmak önemli bir unsurdur.

Yazmaya başlamadan önce romanınızı tüm detaylarına dek kurgula r mısınız?

Yazacağım romanın omurgasını, ana uğrak noktalarını, olay örgüsünü baştan kurgularım. Ama

anlatı esnasında önüme çıkan ilginç yollara girmekten de, omurgayı zedelememek kaydıyla,

kaçınmam.

Page 47: Xasiork Dergi 5. Sayı

47

Edebî açıdan sizi etkileyen olay, yazar, eser ya da herhangi bir ba şka şey var mı?

Olay? Bilemiyorum. Beni etkileyen eser ve yazarlar ise, elbette, çoktur. Öncelikle iyi bir okur

olarak ve yazmaya öykünerek başlarsınız bu işe. Ya da başlamalısınız diyeyim. “Kendini ifade etmek”

ve “söyleyecek bir sözü olduğu” için yazan romancılardan pek bir hayır gelmez.

Sizce bir yazarın kendini geli ştirmesi için yapması gereken şeyler nelerdir? Stephen King

bir yazar adayının günde en az dört saat okuyup dör t saat yazmasını önerir. Sizin yazar

adaylarına buna benzer tavsiyeleriniz var mı?

Ben pek bu konuda formüllere ve reçetelere inanmam.

Sizce yazma eylemi tek ki şi ile mi yapılır yoksa

birden fazla yazar bir araya gelip kitap yazabilir mi?

Günümüzde buna örnek birçok kitap görüyoruz.

Sizin bu konudaki tutumunuz nedir? İleride bir

başka yazarla kitap yazmayı dü şünür müsünüz?

Derlemelere ya da birden çok yazarın bir fikir

çerçevesinde eserler üretmesine bir itirazım yok ama

her bir roman tek bir yazar tarafından yazılmalıdır.

Türk Edebiyatı hakkındaki genel görü şleriniz

neler? Sizce edebiyatımız, olması gereken konumda

mı?

�iir kadar olmasa da saygın bir roman geçmişimiz

var diye düşünüyorum. Okumaya ilgi azalırken yazmaya

olan ilginin artmasında sağlıksız bir durum var

kuşkusuz. Yine de son yıllarda Türk romanından dikkate

değer eserler çıktığı da açık. Olanla olması gerekeni

birbirinden nasıl ayırt edebiliriz bilmiyorum. Dünyada layık olduğu yerde mi diye sorarsanız, kültürel

emperyalizm ve benzeri nedenlerle gözden kaçan yazarlarımız var tabii ki, ama topyekûn bir değer

ürettiğimizi iddia etmek de pek doğru değil sanki.

Polisiye, bilimkurgu, fantastik kurgu gibi türler s izce Türkiye’de nasıl görülüyor?

Değerlendirmeniz gerekirse bu türlere olan bakı ş açısıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Görebildiğim kadarıyla dünyadakinden pek farklı değil. E tabii fazla okumayan bir millet

olduğumuz malum, o yüzden belki satış rakamları batılı ülkelerdekilerle kıyaslanamaz ama kitap

okuyanlara baktığımız zaman yaklaşım benzer diye düşünüyorum. Sanırım teknolojiyle birlikte

Page 48: Xasiork Dergi 5. Sayı

48

dünyanın çok tanıdık, bildik bir yer haline gelmesiyle birlikte fantastik kurgulara olan ilgi, hatta ihtiyaç,

artmış durumda.

Yazarlık hayatınızda dönüm noktası olarak tanımlaya bilece ğiniz bir olay var mı?

Bukowski’nin Pulp adlı romanını okumam. İşin doğrusu ben Bukowski’yi öykücü olarak

beğenirim, romancılıkla ise pek alakası olmadığını düşünürüm. Yine de Pulp diğerlerine göre daha bir

romandır. Ama mesele bu değil. Yazarın hiç kasmadan, neredeyse ağzına geleni söylerken bu kadar

harika bir atmosfer yaratabilmesi, benim yazmaya karşı kasıntılı yaklaşımımı değiştirmiştir ve doğrusu

roman yazabilmemi olanaklı kılan da bu olmuştur.

Onur (Ah Muhsin) Ünlü ve Murat Mente ş ile isimleriniz sık sık beraber anılıyor. (Her ne

kadar Onur Bey şiir yazmayı bırakıp sinemaya yöneldiyse de…) Yanılm ıyorsak e ğer, aranızda

sıkı bir dostluk var. Bu dostlu ğu başlatan neydi; sizi bulu şturan edebiyat mı oldu?

Murat’ı benimle Tatlı Rüyalar için yaptığı bir röportaj vesilesiyle tanıştım. Sonrasında

dostluğumuz, birbirimize olan sevgimiz, hayranlığımız arttı. Onur’u ise, Ah Muhsin Ünlü adıyla

�izofrengi’de çıkan şiirlerinden tanıyor ve çok seviyordum. Bir gün bir şekilde Onur’un şiirleri

internetten dolanıp elime ulaştı ve Murat’a bu adamı tanıyor musun diye sordum. O da, ha evet bugün

öğlen beraberdik senden söz ettik dedi. İkimizi o tanıştırdı yani. Sanırım daha önceden pek

yapılmamış türden şeyler yapma azminde olmamız bizi dost ve ruhdaş kılıyor.

Üniversite ya şamı veya hayatınızdaki ba şka bir dönemin yazarlı ğınıza herhangi bir etkisi

oldu mu?

Elbette. Yine de daha önce de dediğim gibi insanı neyin nasıl etkileyeceği çocukluğunda

belirlenir.

Kitaplarınız genel olarak sade ama etkili kapaklara sahip. Siz bu kapaklardan memnun

musunuz ve sizce görselli ğin bir eserin ba şarısındaki etkisi ne ölçüde?

Kitaplarımın kapaklarından çok memnunum. O kapakları yapan kişi de son derece değerli bir

sanat yönetmeni, Murat Yılmaz’dır. Kitap kapağı, elbette okuyucunun ilgisini çekmek konusunda

önemli bir unsur. Tabii beni çeken kapaklarla çoğunluğu çekenler aynı mı, bak ondan pek emin

değilim.

Yazdığınız romanların size göre di ğer eserlerden ayrılan özellikleri nelerdir?

Bunu söylemek bana düşmez. Yine de geçenlerde bir internet sitesinde Gizliajans ile ilgili

karşılaştığım enteresan bir “eleştiriyi” paylaşayım. Arkadaş kitabı çok sevdiğini söylüyor ama bir

zafiyeti eklemekten de kendini alamıyordu: “Yalnız çok fazla hayal gücü var bunda!”

Page 49: Xasiork Dergi 5. Sayı

49

Kitaplarınızın ilk cümlelerinin daima ilgi çekici o lduğunu görüyoruz. “HAYATIMI

SATIYORUM!”, “Be ş yaş insanın en olgun ça ğıdır; sonra çürüme ba şlar” ve "Borges ve

Kemalettin Tu ğcu’nun aynı ki şi oldu ğunu ö ğrendi ğimde hayatta bundan daha korkunç bir

gerçekle kar şılaşamayacağımı düşünmü ştüm”. Bu

hususa özellikle dikkat ediyor musunuz?

Roman girişlerini önemsiyorum, evet. Girişin okuru

şaşırtmak, hikâyenin içine çekmek ve bir atmosfer

yaratmak için önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum.

Gizliajans’ta bir karakteriniz a şka bamba şka bir

bakış açısı geçirerek bilinen “a şk” kavramının

aslında hiç ya şanmadığını belirtiyor. Sizin a şka kendi

bakış açınız da bu yönde mi? Yapısındaki tüm

basitli ğe rağmen her şeyi; edebiyatı, sinemayı ve

önemlisi her türlü insanı kasıp kavuran “a şk” sizce

nedir?

Ölümün provasıdır.

Bütün kitaplarınızı ortak de ğerlendirirsek

hamurlarında komedinin mutlaka yer aldı ğını

görüyoruz. Komedi olgusunu nasıl de ğerlendiriyorsunuz? Anlattıklarınızı daha ilgi çekic i

kılmak için bir yöntem mi sadece, yoksa ba şka anlamlar yükledi ğiniz de oluyor mu?

Düşünün ki dünyanın en kasvetli filozofu Nietzsche bile, “İçinde bir parça kahkaha olmayan

hiçbir düşünceye itibar etmem,” buyurmuştur. Sanat, katılığın karşıtıysa, mizah da cezasıdır.

Yeni proje/projeler üzerinde çalı şıyor musunuz? Çalı şıyorsanız bize biraz bundan

bahseder misiniz?

Yeni bir Alper Kamu hikâyesi ve birkaç şey daha. Hangisinin önce doğacağını ben de

bilemiyorum henüz.

Eğer incelediyseniz, dergimizi nasıl buldunuz?

Çok hoş, çok. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Hem gotik hem içli!

Son olarak, eklemek istedi ğiniz bir şeyler var mı?

Eğer bu röportajı okuyanlar arasında bir gün ürinasyonlu defekasyonlu türden bir porno film

çekmeyi amaçlayan biri bulunuyorsa kendisine bir isim önerim var: “Ohh shit!”

Page 50: Xasiork Dergi 5. Sayı

50

Söyleşi için te şekkür eder, size hayatınızın her alanında iyi çalı şmalar ve ba şarılar dileriz.

Ben teşekkür ederim.

Hazırlayanlar: Ozancan Demirışık, Onur Bayrakçeken, Arif Kubaş, Hüseyin Emre Coşkun

Page 51: Xasiork Dergi 5. Sayı

51

KARANLIKTAN KURTULMAKKARANLIKTAN KURTULMAKKARANLIKTAN KURTULMAKKARANLIKTAN KURTULMAK

Ozancan DemirışıkOzancan DemirışıkOzancan DemirışıkOzancan Demirışık

Karanlığın çöktüğü o günlerde, hiçbir umut kalmamışken geliyor. Vücudu gümüşten parlak,

sözü şekerden tatlı, gözleri şahinden keskin. Sanki Aydınlık’ın ta bağrından kopmuş da gelmiş.

“Karanlık sarmasın kimseyi,” diyor. “Kötülük çöreklenmesin üzerinize. Düşman olmayın

birbirinize; çünkü olduysanız eğer, sonunuz gelmiş demektir. Bu hataya düşmeyin.”

Herkes onu can kulağıyla dinliyor ve hiç bitmeyen bir sükûnet hâkim oluyor ortama. Nihayet,

“İşte Kurtarıcı,” diyor ufak tefek bir adam. Ve binlerce kişi, karanlığın kalbindeki köleler dahi

tekrarlıyor bunu.

O ise gülümsüyor; dişleri etrafa ışık saçıyor, adeta çöken karanlığı dışarı püskürtüyor. “Sizi

kurtaracak olan yine sizlersiniz,” diyor.

Bu sefer binlerce değil milyonlarca kişi haykırıyor. “Bizleriz.”

Kurtarıcı havaya yükseliyor; artık gümüş bir güvercin. Işık saçarak gökyüzünde bir ileri bir geri

süzülüyor ve giderek uzaklaşıyor, sırra kadem basıyor… Onun ardından bakıyorlar; inanmak

istemiyorlar gittiğine.

Kurtarıcı gitse de umutlar tükenmiyor. Artık kimse korkmuyor Karanlık’tan ve onun Cehennemî

mahlûkatlarından. Karanlık kalkıyor ortadan ve tüm insanların yüzünde beklenmedik bir tebessüm

peyda oluyor. Artık daha farklı hissediyorlar kendilerini.

“Bizi kurtaran yine biz olduk,” diye fısıldıyor bir kadın.

Ve milyonlar değil milyarlar haykırıyor bunu.

Page 52: Xasiork Dergi 5. Sayı

52

Nüfus: Ruhuna El Fatiha

(Population: R.I.P.)

O en çok mutfağını severdi. Yemek yemeyi. Bol yağlı pirzolalar, pamuk gibi yumuşacık biftekler,

bin bir çeşniyle lezzetlenmiş yahniler, çıtır çıtır kızartmalar, limona yatırılmış palamutlar, levrekler

hamsiler, ton balıkları, çeşit çeşit pizzalar, bol acılı kebaplar, dürümler, köfteler, içinden eritilmiş

peyniri, kıtır ekmeği eksik olmayan çorbalar, sosları dünyanın dört bir yerinden gelmiş salatalar,

makarnalar, bol şerbetli tatlılar, arasından meyvelerin suları sızan pastalar, tartlar, sütlaçlar, üzümler,

kavunlar, karpuzlar… Hayattaki en büyük zevki yemek yemekti anlayacağınız. Bu yüzden ölünce

mutfağına gömülmeyi vasiyet etmişti.

Elbette bunu yapamazlardı. En azından yapamayacaklarını düşünüyorlardı. Ev kendisinindi,

arsa da ve kendini yaktıran insanlar şöminenin üzerinde durabiliyorlarsa pekâlâ o da yemek

masasının altına huzurla yatabilirdi. Karısı ve onu gerçekten sevmiş olan iki çocuğu vasiyeti açıp da

gerekli izinleri gördüklerinde ilk yaptıkları şaşırmak oldu. Babalarını mutfağa gömebileceklerine değil

babalarının yemekten başka bir şeyle ciddi anlamda uğraşmış olmasına şaşırmışlardı daha çok.

Havayı ve kokuyu geçirmeyecek bir tabut yapıldı, mutfağın zemini kırılıp ufak bir çukur açıldı ve

sayılı dostlarının katıldığı bir törenle toprağa verildi. Çok fazla kişi çağırmamalarının en önemli nedeni

mutfağın yeterince geniş olmamasıydı. İkincisi de bu yapılana itiraz edecek çok fazla insanla

uğraşmak istemiyor oluşlarıydı.

Yerdeki toprak kabartı, mermerden bir mezarlıkla kapatıldı ve yatay olarak bir mezar taşı

hazırlandı. Ertesi gün yemek masası eski yerine çekilmişti bile. Evin reisi yemek masasını altında

huzurlu bir ölüydü artık.

İlk üç gün ailesi mutfağa girmekte zorlandılar. Bir ay boyunca ise o masada yemek yemediler.

İnsanoğlu unutmaya ve kabullenmeye yatkın olduğu için kısa bir süre sonra her şey normale döndü.

MEZARLIK

BAHADIR ĐÇEL

Page 53: Xasiork Dergi 5. Sayı

53

Çoğu zaman ayaklarının dibindeki yükseltide babalarının yattığını unutarak gayet neşeli zamanlar da

geçirdiler bu masada.

Bir gün, “Beni de lavabonun altına gömün,” dedi ölü adamın karısı, lahdin üzerindeki masada

yemek yerken. Önce şaka yaptığını zannedip ciddiye almadılar. Ancak yıllar sonra annelerinin yazılı

vasiyetinde bunu gerçekten istediğini gören çocukları, kısa süreli ikilemlerini kadının isteğini yerine

getirerek çözeceklerdi. Annelerinin taştan lahdi banyo küvetinin yanında yükselirken evlerinde

biriktirdikleri ölülere daha da alışmaya başladı iki kardeş. Ancak amcaları gelip de televizyonun

karşısına gömülmeyi istediğinde buna dur demenin vakti olduğunu düşündüler.

Yine de geç kalmışlardı. Anne ve babalarının kendi evlerine gömülmüş olması çoktan aile eşrafı

ve komşular tarafından duyulmuş, iki sokak yukarıda hakkın rahmetine kavuşan emekli bir pilot

kendini çatısına gömdürmüştü. Onlar bu soruna çare bulmaya çalışadursunlar hiç evlenmemiş yaşlı

komşuları bahçedeki köpek kulübesinin altına mezarını hazırlatmaya koyulmuştu bile. İşte basının

ilgisini de bu sıralar çektiler. Masanın altındaki mezar belki dikkat çekmezdi ama birinin çatıya

gömülmesi ve çatıdaki sanduka görüntüsü gözden kaçacak gibi değildi.

Birkaç gün sonra ölen birinin kendini İstanbul Boğazı’nın dibine gömdürdüğünü duydular. Biri de

cesedini villasının merdiven sahanlığına gömdürmüştü. Bu ölüm sonrası otantik modasının dünyanın

dört bir yanına ulaşması uzun sürmemişti. Birkaç hafta içinde mütevazı ve dinine bağlı kalabalık bir

kitle bunu bir ayıp ve günah olarak nitelendirmeye başlamıştı. Muhafazakâr bu insanlar, yapılanın

insan elinden çıkmış materyalleri ilahlaştırdığına dair sert savlar ortaya atıyordu. Radikal ve günlük

hayata düşkün bir kesim içinse en pahalı avukatları tuttukları, devletten özel izinlerle en sevdikleri

yerleri mezarlığı olarak ayarladıkları bir moda salgını olarak kabul görüyordu.

Çok geçmeden her köşe başını bir mezar aldı. Her evde birilerinin bir zamanlar sevmiş olduğu

biri gömülüydü artık. Yatakların altı, duvarların arası, bahçeler, çatılar, dolapların içi…

Çok geçmeden aile mezarlıkları üzerine aileye ait evler dikilmeye başlandı. Ölülerimiz, olmazsa

olmazımız gibi kanunlar tarafından koruma altına alınmaya başlandı ve devlet herkesin en azından

sevdiği bir kişiyi yatak odasına gömmüş olması gerektiğine dair bir kanun da çıkardı.

Ölüler evlerimizde yaşamaya devam ederken biz de yaşayan ölülere dönüşmeye başladık.

�ehrin üzerine sinmiş ölüm kokusuna bile alıştık. Çürümenin o ekşimsi rayihası egzoz dumanlarından

ve çöplerimizden yükselen kokulardan daha kötü değil.

Page 54: Xasiork Dergi 5. Sayı

54

�imdi aslında şehir görünümlü bir mezarlıkta yaşıyoruz. Dört yanımızda hayaletler,

bedenlerinden arta kalan kemikleri gece gündüz takırdatıyorlar.

Page 55: Xasiork Dergi 5. Sayı

55

Brezilya’nın yetenekli mi yetenekli çocuğu

Fernando Meirelles sizi, görüşünüzün yok denecek

kadar az olduğu bir yolculuğa çıkarıyor. Portekiz

doğumlu yazar Jose Saramago’nun aynı adlı

romanından uyarladığı Blindness (Körlük) aynı

zamanda 2008 Cannes Film Festivali’nin açılış filmi.

Oyuncu kadrosunda Julianne Moore, Mark

Ruffalo, Danny Glover ve Gael Garcia Bernal gibi

oyuncuları barındıran filmin öyküsü yeryüzündeki

bütün insanların körlük salgınına yakalanmasını konu

alıyor.

Filme detaylı değinmeden önce Meirelles’in

önceki işlerinden dünya çapında ses getirmiş iki

tanesini ele almak doğru olacaktır. 1955 yılında doğan

yönetmen Cidade De Deus (Tanrıkent) filmiyle dünya

çapında ün kazandı. Bunu da elbette Brezilya’nın arka sokaklarının dehşet verici ama gerçek

yaşantısının tarihini çarpıcı ve hızlı bir şekilde yüz otuz dakikaya sığdırarak sinema seyircileri ve

eleştirmenlerinin ortak beğenisini kazanarak başardı. Bu filmin vurucu geriye dönüşler, etkili ve

heyecanlı kurgu, enfes görüntü yönetimi ve Latin yönetmenlerin çok sevdiği hareketli çekimlerle

birlikte kısa zamanda bir klasik ve başyapıt mertebesine ulaştığı tereddüt etmeden söylenebilir.

Gösterime girdiği yılın Oscar ödüllerinde tam dört adet adaylığı olması da filmin haklı başarısının

göstergesi olsa gerek.

Ardından gelen Constant Gardener (Arka Bahçe) filmiyle bu sefer de Afrika’nın sorunlarına

yönelen Meirelles, tüm dünyanın sorunları konusunda duyarlı olduğunu açıkça gösterdi. Dev

ekonomilere sahip güçlü ülkelerin fakir halkı nasıl kobay olarak kullandıklarını ve sömürdüklerini

anlattığı Arka Bahçe, yine kurgusuyla ve yönetimiyle izleyicilerin hafızalarına kazanan filmlerden biri

olmayı başardı.

Geniş bir seyirci kitlesi tarafından yeni filmi merakla beklenen yönetmen bu kez edebiyata

yöneldi ve karşımıza bir çeşitle; alegoriyle çıktı. Toplum ve dünya sorunlarını hassas bir şekilde ele

alan yönetmen, önceki iki filminde dünyanın farklı iki bölgesini mercek altına alırken Körlük’le birlikte

BLINDNESS – ONUR ALTINIŞIK X K dergidergidergidergi

Page 56: Xasiork Dergi 5. Sayı

56

tüm insanlığa yönelik bir eleştiri

getiriyordu. Bir anda kör olmaya başlayan

insanlar toplanıp karantinaya alınıyor,

yönetimleri de kendi kendilerine bırakılıyor.

Bu noktadan sonra aralarında bir düzen

kurmaları beklenirken iradesi zayıf kişiler

durumu kendi çıkarları için kullanmayı

seçiyorlar ve içerideki tüm insanlara hayatı

zehir ediyorlar.

Gael Garcia Bernal’in canlandırdığı krallığını ilan eden karakterin gücünün bir tabancadan

gelmesi çok manidar. Askeri güvenlik tarafından korunan ve dışarıya çıkışlar engellenen bu

hastanede insanlar birkaç dengesiz kişilik yüzünden eziyet çekiyor. Olay bir nevi iç savaş boyutuna

ulaşıyor. Bir yerlerden aşinayız sanki bu olgulara(!). Çıkar çatışmaları ve savaşlar. Aralarında

görebilen tek kişi olan Julian Moore’un, hastaneyi çevreleyen askerlere haykırıp bir şeyler yapmalarını

istemesi ve karşısında hiçbir tepki alamamasıysa şu kelimeyle birlikte mesajını iletiyor izleyiciye.

‘‘Guard’’ diye bağırdığı askerlerin fonetiği hemen aklımıza ‘‘God’’ yani tanrı kelimesini getiriyor.

Guard’ı aşıp bu akıl hastanesinin arkasındaki dünyaya ulaştıkları anda ise kaos kelimesinin görsel

karşılığıyla baş başa kalıyorsunuz. Uzay boşluğuna hoş geldiniz.

İçeriğe dair bu kadar detayın

ardından görsel estetik konusunda

birkaç kelam etmemek olmaz.

Neredeyse tüm dünya eleştirmenlerinin

ağız birliği etmişçesine kin kustukları

film, izleyiciye ana fikri olan körlüğü

yaşatmak için kimi zaman karanlığı, kim

zaman ışık selini kullanıyor. Beyaz

ağırlıklı olmak üzere kontrast kavramı ön

planda. Sahnede olmayan nesnelerinse

bir anda belirivermesi hoş bir ayrıntı

olmuş. Yönetmen yine hareketli kamerayı tercih ediyor ancak bir Hollywood filmi olması olsa gerek,

çok ta üzerine gidilmemiş bu durumun.

Blindness (Körlük) çokça genele hitap eden, mesajı açık ve hedefe yönelik eleştirel bir

uyarlama. Eleştirmenlerin ne dediğine çok takılmamanızı öneririm. Bu filmi sinemada ikinci kere

izlemektense ölmeyi tercih edeceğini iddia eden garip kişilikler bile var. Genel olarak ezici çoğunluğun

Page 57: Xasiork Dergi 5. Sayı

57

beğenmediği Körlük’ün ilerleyen yıllarda hak ettiği değeri bulacağı kanısındayım. Egoların ötesine

geçebilmiş yönetmeni de terk etmediği duyarlılığından ötürü gönülden ötürü tebrik ediyorum. Körlük

bir Tanrıkent değil, ancak kesinlikle izlenmeyi hak eden kendine has bir film.

Page 58: Xasiork Dergi 5. Sayı

58

Araba son hızla gitmeseydi, belki de her şey farklı olacaktı.

Belki de hiçbir şey değişmezdi. Hiçbir şey onların elinde değildi artık. Her şeyin tek

sorumlusunun hız olduğunu söylemek, gerçekleri tam olarak görmemek olurdu.

“Ufak şeyleri göz ardı etmeyin, çünkü tüm önemli şeyler sayısız ufak şeyden oluşur,” demezler

miydi hem?

Ya da bazıları da meşhur kelebek etkisinden bahsederdi.

O sırada arabanın içindekilerin etkileri ve ufak dokunuşları umursadığı yoktu.

***

Gayet sert bir müzik çalıyordu CD-çalarda. Arabanın içindeki gençler de -arabayı süren de

dâhil- kafalarını sertçe sallayarak müziğe eşlik ediyorlardı. Aralarından biri şarkının sözlerini de

tekrarlıyordu arka koltuktan. Ölümden bahsediyordu şarkı; toplu bir soykırımdan. Üstlerine tek bir

bomba düşüyordu ve bir halk yok oluyordu. Öfkeli vokal bunu yapanlara kin kusuyordu.

Direksiyondaki genç müziğe dalmış gitmişken karşıdan hızla gelen araçları fark edemiyor gibi

görünüyordu. Arkasında oturan, sertçe kafasına vurdu. “Kendine gel!”

***

Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Sağ çıkmaları imkânsızdı. Derinin

insanı sarmalaması gibi etraflarını sarmalamış çeperlerinin içinde dümdüz oldular. Darbe etkisini

yitirince tekrar yükselmeye çalıştılar. Ama bu bir hayaldi. Çeper, baskıdan dolayı patlamış; yumurta

KIYAMETĐN MELODĐSĐ

ERHAN PĐŞĐRĐR

Page 59: Xasiork Dergi 5. Sayı

59

akı kıvamındaki sıvı dışarı dökülmüştü. Hayatsal işlevler sona erdi. Çekirdek, anlamsız ve görevsiz bir

şekilde patlak kılıfın arasında yatıyordu.

Yenileri gelip onların yerini alacaktı elbet ama şimdi, hücreler ölmüştü.

�arkı sona erdi. Sıradaki şarkının sakin bir girişi vardı. Gitarın dinlendirici sesinin altına ustaca

yerleştirilmiş flüt ezgileri insanı adeta uyuşturuyordu. Sonra hiçbir haber vermeden vokal şarkıya

giriyor, gitarın tonları da sertleşiyordu. �arkı aşırı dozda uyuşturucu almış adamın son dakikalarını

anlatıyordu. Adam artık vücudunu hissetmiyordu. Boş bir kabuk gibi yere yığılmıştı ve onu hastaneye

yetiştirme çabası bir kazayla sonlanıyordu. Hastane aracına yerleştirilirken araca yandan bir araç

çarpıyor, adam kolunu kaybediyordu.

***

Kaza! Adeta şarkıdan fırlayıp gençlerin etrafını sarmıştı sözcük. Çünkü biraz ilerideki kavşakta

bir kaos yaşanmaya başlamıştı. Trafik lambaları kontrolden çıkmıştı. Yeşil, sarı, yeşil, kırmızı, sarı,

kırmızı, yeşil… Herhangi bir düzen ve sıra olmaksızın birbirini takip eden renkler, herhangi bir düzen

ve sıra olmaksızın birbirini takip eden araçlara öncülük ediyordu. Işıklardaki sorunu çok geç fark etmiş

bir kamyon, yolunda giden ufak bir aracı ezmişti. Bir diğer otomobil, zar zor direksiyonu kıvıran

sürücüsü sayesinde canlı birine değil de trafik lambalarından birine çarpmıştı.

Belki de hızlı düşünmesini sağlayan beyin hücreleri az önce bir sarsıntı geçirip ölmüş

olmasaydı, sürücü son anda bir hamle yapabilirdi. Ufak bir ihtimal.

***

Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ama ölecek kadar değil. Sadece

sağ taraftan bir eğim oluşmuştu aracın tavanında. Bir diğer otobüse çarpan yolcu otobüsünün etrafa

saçılan parçalarından biri doğrudan arabaya doğru fırlamıştı. Sürücünün yanında oturan gencin

hizasından araba içine çöktü ve adamın açık camdan dışarı sarkan kolu adeta makasla ayrılmış gibi

vücudundan koptu.

Diğer koluyla iş yapmaya alışacaktı elbet ama şimdi, sağ kolu kopmuştu.

***

Page 60: Xasiork Dergi 5. Sayı

60

�arkı da başladığı gibi sakin bir melodiyle sonlandığında bir an sessizlik oldu. Tüm o karmaşa,

kudretli biri tarafından tek el hareketiyle susturulmuştu adeta. Kimse korna çalmıyordu, acı fren sesleri

duyulmuyordu. An, donup kalmıştı adeta.

Hayat durduğu kadar ani bir şekilde geri döndü gençlerin etrafına. Kolu kopan gencin arabayı

dolduran çığlığı, direkt olarak öfkeli vokalle başlayan şarkıya karıştı. Ve algılar genişledi, etraftaki

sesler geri döndü. Korku ve öfke feryatları, çarpışan ve ezilen metalin sesine karışıyordu.

Ve alarmlar da bu kakofoniye katıldı. Polis arabaları olabildiğince hızla kavşağa yaklaşıyorlardı.

Onların alarmlarını ambulansların alarmları izledi ve gürültü arttı.

Gençlerin arabasında kimse müziği kapatmamıştı hâlâ. Arka plandaki müziğin iyice önüne

geçmiş olan vokal, bu kez karmaşadan bahsediyordu. Herkes korku duyacak. Herkes ölecek. Çığlıklar

havaya karıştığında ben güleceğim. Ve şarkı şeytani bir kahkahayla son buluyordu.

***

Pilot sakin olmaya çalışarak terini sildi. Allah’ın belası ter gözlerini de yakıyor ve görüşünü

engelliyordu. Ama zaten artık görüşüne ihtiyaç kalmadığını düşündü pilot. Artık yapabileceği tek bir

şey kalmıştı: Düşmekte olan yolcu uçağını boş bir araziye yönlendirebilmek.

Ama bu pek de mümkün görünmüyordu. Uçağı kontrol edemiyordu. Merkezle iletişimi de

kesilmişti. Son birkaç metrede gözlerini sımsıkı kapadı ve bir dua mırıldandı.

Uçağın içindeki yaklaşık yetmiş yolcu endişeyle etraflarına bakınıyorlardı. Bir sorun olduğunu

anlamışlardı. Uçak alçalıyordu! Ve herhangi bir anons gelmeden başlayan bu inişin kontrol dışı

olduğunu çoğu yolcu camdan baktığında fark etti.

�ehrin ortasındaydılar!

***

Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ama bu kadarla kalsa iyiydi. Bu

seferki, bir patlamayı da yanında getirmişti. Alevler hızla yükseldi ve adeta havadaki alevler bir kat

alev daha kustu yukarı doğru. Ardından gelen, beklendiği gibi siyah, koyu bir duman tabakasıydı.

Page 61: Xasiork Dergi 5. Sayı

61

Yeni arabalar imal edilecek ve yeni insanlar onları kullanacaktı elbet ama şimdi yüzlerce insan

orada ölmüştü.

***

Patlama, aşağıda kornaları durdurmuştu, alarmları durdurmuştu, çığlıkları durdurmuştu.

Müziği durdurmuştu…

***

Çok uzaklarda, adeta teknolojik bir kale görünümündeki yüksek güvenlik önlemli yapının

derinlerindeki odada, gözlüklü, dağınık saçlı enteresan görünüşlü genç kulaklığından dışarı taşan

müziğe eşlik ediyordu şeytani bir gülümsemeyle.

�arkı, elindeki alev makinesiyle dünyayı yok etmeyi düşünen bir psikopatı anlatıyordu. Ateşimi

püskürttüğümde, sonsuz acınız başladığında göreceğiniz son yüz benimki olacak.

Kulaklıkları sert bir hareketle çekilince, şaşkınlıkla yana döndü ve takım elbiseli, ciddi yüzlü

patronunu gördü. Geri zekâlı herif, kesin yeni bir emir daha verecekti.

“İyi işti evlat. Yüzlerce uçağın merkezle iletişimini kestik ve yüzlerce pilotun da uçaklarındaki

kontrolüne son verdik. �imdi hepsi yanmış cesetler olarak etrafa saçıldılar. Artık bizim gücümüzün

farkına varabilirler! Artık kim olduğumu anlayabilirler!”

Bilgisayar sistemlerinin başındaki genç, adamın elinde duran kulaklıktan çıkan şarkıyı yüksek

sesten dolayı hâlâ duyabiliyordu. Sözleri farklı bir bakış açısından ele aldı bu kez ve ürperdi. Ateşimi

püskürttüğümde, sonsuz acınız başladığında göreceğiniz son yüz benimki olacak. Kim olduğumu artık

anlayacaksınız!

Patron devam etti. “Hadi, oyalanmadan manyetik alanı düzelt. Artık ülkenin semalarında uçacak

uçaklara ihtiyacımız var. Daha doğrusu tek bir uçağa! Ha-ha-ha!”

Genç tekrar ürperdi ve birkaç tuşa basıp bazı şifreleri girdi. İşini hallettiğinde uzaktan duyduğu

şarkı da sonlanmıştı.

Page 62: Xasiork Dergi 5. Sayı

62

***

“Ülke genelinde bir kargaşa hüküm sürüyor. Yolunda giden tüm uçaklarımız şehir merkezlerine

düştüler. Kazaların nedeni henüz tespit edilemedi. Toplam ölü sayısının–”

“�ehrin ana kavşaklarındaki kontrolden çıkmış trafik yüzlerce vatandaşımızın ölümüne sebep

oldu. Trafik canavarı bu kez kendi kıyametini yarat–”

“Korku her yerde. İnsanlar endişeli. Herkesin kafasında sorular var. Tüm bu olanlar neden?

Gelecekte bizi neler bekliyor? Bu gece uyuduktan sonra yarın sabah hâlâ uyanabileceğimiz bir

ülkemiz olacak mı? Üst düzey yöneticilerin olağan üst–”

Her kanalda aynı haber vardı! Adam daha fazla teori duymak istemiyordu. Sabahtan beri başka

bir şey girmemişti beynine. ‘Yok olacağız’lar, ‘savaş başlayacak’lar, ‘düşman kim’ler havada

uçuşuyordu.

Kafasını boşaltmaya ihtiyacı vardı. Televizyonunu kapattı ve radyoyu açtı. En son dinlediği

istasyon tekrar açılmıştı. Çalan şarkı adamın favorilerindendi. Kendi amatör grubuyla da bu şarkıyı

yorumlamayı çok severdi.

Ama adam grubunda sadece gitar çaldığından şarkının sözlerine hiç bu kadar dikkat etmemişti.

Sözler onun işi değildi. Yine de bu seferlik gitarda basılan notalardan çok sözlere dikkat etti. �arkı bir

nükleer savaşı anlatıyordu. Dünyanın sonunu getirecek bombayı taşıyan uçak, gecenin karanlığında

ilerliyor, hedefine odaklanınca füzeyi serbest bırakıyordu. �arkının sözleri orada kesiliyordu ve

duygusal bir melodiyle sonlanıyordu. Adam sonraki şarkının başlamasına izin vermeden radyoyu

kapattı ve kapalı gözlerle oturduğu koltuğunda hikâyenin devamını düşünmeye başladı. Füzenin yerle

temas ediş anını, gün boyunca televizyonda görüp farkında olmadan bilinçaltına kazıdığı patlama

sahneleriyle birleştirdi. Feci bir şey olmalıydı!

Sonra evinin üstünden gelen ıslığa benzer sesi duydu. Açık pencereye koşup dışarı sarkarak

yukarıya, göklere baktı. Uzaklarda, görüş alanına zar zor giren bir uçak süzülüyordu. Adam hiç savaş

uçağı görmemişti belki ama, bunun yolcu uçağı olmadığını da anlamıştı.

***

Page 63: Xasiork Dergi 5. Sayı

63

Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ama bunu fark edemeyecek kadar

hızlı ölen bazı şanslılar da vardı. Bazıları ise adeta toprağa kazınmıştı. Akıl almaz şekilde yanıp

buharlaşanlar bile vardı. Onlar için, ‘son’ gelmişti.

Yeni kentler kurulacaktı orada elbet ama şimdi başkentin yakınındaki üç ufak şehir yok olmuştu.

Yüzyıllar boyunca da böyle kalacaktı.

***

“Merkez! Merkez! Acil durum, hedef şaştı! Manyetik alanda sorun var! Uçağı kontrol

edemiyorum! Yönetim binasına odaklanamadım, doğru kente odaklanamadım! Başkente sadece

radyasyon dalgaları etki edebilmiştir! Yıkım beklenen yeri vurmadı! Tekrar ediyorum, yıkım beklenen

yeri vurmadı!”

Havacı askerin son sözleri bunlar oldu. Sesinin merkeze cızırtılı ve kesintili gittiğini bilseydi,

büyük ihtimalle tekrar verirdi raporunu.

Belki de buna zamanı bile olmayacaktı.

Uçak tamamen kontrolden çıkarak inişe geçti. Dumanların arasında kayboldu ve yanan kentin

içine gömüldü.

***

“Allah kahretsin! Manyetik alanı düzeltmeni söylediğimde, bunu tam anlamıyla yapmanı

istemiştim! Kendi kazdığımız kuyuya düştük. Kendi uçağımız hasarlı manyetik alandan etkilendi! Buna

ne diyeceksin bakalım?”

“Efendim, inanın bilmiyorum. Her şeyi doğru yaptığıma eminim. Bakın ekrana, her şey şu an bile

düzgün işlemeye devam ediyor. İrademiz dışında bir şey olmuş olmalı. Ne olduğunu anlayamıyorum.

Bana biraz zaman verin.”

Bu sırada unutulmuş bir şekilde bilgisayarın yanında duran müzik çalar hâlâ açıktı. Yüksek ses

hâlâ kulaklıklardan taşıyordu. Bilgisayar uzmanı genç, favori şarkılarından birinin başladığını

duymuştu. Sakin bir melodiyle başlayan parçanın ilk bölümünde, yaptığı basit bir hatadan dolayı

Page 64: Xasiork Dergi 5. Sayı

64

öldürülen genç bir adamın son dakikaları anlatılıyordu. Kesik ve acı bir gitar şarkıyı bölüyor, ikinci

kısım boyunca öfkeli müzikle birlikte, ölen gencin yakınları katillere nefret kusuyordu.

Genç adamın tüyleri tekrar ürperdi. Ensesine dayanan soğuk çeliği hissettiğinde, patronunun

ona ihtiyacı olan süreyi vermeyeceğini anladı. Olsun, diye düşündü. En sevdiğim şarkıyı duyarak

ölmek –

Susturuculu tabancadan boğuk bir ses yükseldi. �arkı hâlâ çalıyordu. Darağacına yürüyorum.

Katı gelenekler ve kurallar beni affetmeyecek. İsmim, unutulmayan olsun.

***

Soğuk kuzey ülkelerinde, sıcak orta kuşak ülkelerinde, doğuda, batıda… Kaza ve kontrolden

çıkan her tür sistemin haberi her ülkede, her televizyon kanalındaydı. Her radyo frekansı, her internet

sitesi dünyanın kader gününe odaklanmıştı adeta.

Gizli görüşmeler sonlandı. Asker üniformalı adamlar ile takım elbiseli yöneticiler kararlı ama

duygusuz ifadelerle el sıkıştı, anlaşmalar yapıldı. Haberler, bir anlığına gözünü dünyanın kader

gününün üzerinden aldı ve önemli devlet büyüklerinin konuşmaları herkesin kulağında yankılandı.

“Gizli düşmanımız açık açık dünyayı tehdit etmeye başladı. Zaman, karşılık verme zamanıdır.

Dünyanın tek büyük gücü olduğunu düşünenlere cevap vermek görevi–”

“Halkım! Bizi zor günler bekliyor. Tehlike artık potansiyel değil. Kapıya dayanmış durumda.

Dostlarımız ve düşmanlarımız belli, vakit gel–”

“Ülkemi savaşa sokma tam yetkisini orduya vermiş–”

“Vatandaşlarım! Gizlice bombalar yapmış, saklamış olan düşmanlarımız şimdi kendilerini açığa–

***

Bu bir felaketti. Bir dünya savaşı.

Kıyametin ayak sesleri.

Page 65: Xasiork Dergi 5. Sayı

65

***

Uçaklar havalandı. Tanklar hazırlandı. Askerler yürüyüşe geçti. Savaş gemileri açık

okyanuslarda miller kat etti. En gizli yer altı üslerinden, insanlığın yıllardır içinde taşıdığı korkular

çıkarıldı. Bir tanesi açıkça kullanılmış olan ve savaşı başlatmış olan atom bombaları, hayal gücü

sınırlarını aşan etkiler bırakacak hidrojen bombaları ve ne oldukları dünyadan gizlenmiş diğer ölüm

makineleri, diğer kıyamet getiriciler…

Ne demişlerdi sonuçta: Üçüncü Dünya Savaşı’nı bilemem ama Dördüncü Dünya Savaşı taş ve

sopalarla yapılacak.

Ama bu evrende, insanın gücünü aşan güçler de vardı. Belki de işte bu, kaderdi. İnsanlığın

kaderi buydu. Yüzyıllar boyunca dünyaya zarar vermiş, kendi sonlarını yaklaştırmış, kendi evini

yaşanmayacak hale getirmiş insanların büyük sonu kendi ellerinden olamayacaktı!

Belki de karar verilen buydu.

Okyanuslar kabardı. Dünya tarihinin daha önce görmediği yükseklikte dalgalar, donanmaları

yuttu. Bilinmeyen derinliklere doğru batan orduların ardından, dünyayı sarıp sarmalamış olan endişe

ve korku iyice sıkılaştırdı kavrayışını.

Herkes aynı şeyi soruyordu artık: “�imdi ne olacak?”

Uçaklar hedeflerine asla varamadı. Ani kontrol kayıpları her pilotu vurdu ve uçaklar, böcek ilacı

sıkılınca tek tek yere düşen böcekler gibi gözden kayboldular. Okyanusların ortasında, uçsuz

bucaksız çöllerde algılayışın ötesinde patlamalar yaşandı. Bu kez herkes tek bir şeyi düşünüyordu: Ya

uçakların taşıdıkları, o ‘küresel imha silahları’ da patlasaydı?

***

Kuzey Kutbu’nda bilim adamlarının üssünde şaşırtıcı değerler ekrana vuruyordu. Yıllardır

kontrol altına alınmaya çalışılan ve sonunda durdurulduğu düşünülen ozon tabakasındaki delik, kendi

iradesi varmışçasına büyüyordu! Bilim adamları monitörlerinin başından ayrılmakta zorluk çekiyordu.

Beklenmedik şeyler olacaktı!

Page 66: Xasiork Dergi 5. Sayı

66

Daha aylarca güneş yüzü görmemesi gereken Kuzey Kutbu, o sabah şafakla uyandı. Güneş

adeta onları ezmeye gelmişti. Fırına atılmış dondurma gibi, kutuplar sulara gömüldü. İnsanlar

boğuldu, bilim üsleri çöktü. Doğal yaşam ve besin zincirleri tıkandı kaldı.

Sular yükseldi, zincirleme etki kuzey ülkelerine ulaştı. Kabaran suları gördüler, kaybolan

donanmaların haberlerini hatırlayıp ürperdiler. Anneler çocuklarına, genç adamlar sevgililerine sarıldı.

Dualar etmeye başladılar. Sular kabarıp aç bir deniz hayvanı gibi kıyıları yuttu.

Büyük şok dalgası, aynı olayların aynı anda güneyde de yaşandığının duyulmasıyla vurdu.

Güney Kutbu erimiş, okyanuslar taşmaya aralıksız devam etmişti.

Denge durdurulamayacak kadar bozulmuştu. İnsanlar bir şeylerin sonunun geldiğini

anlayabiliyorlardı.

Hava gittikçe ısınmaya devam etti. Kalın kamuflaj giysilerinin içindeki ordular daha fazla

ilerleyemedi. Erzaklarındaki sular -tüm savaşta yanlarında taşıyacakları sular- bir gün içinde dibi

bulmuştu. Daha fazla ilerleyemezlerdi.

Adının hakkını tam manasıyla veren ‘küresel ısınma’ bu olmalıydı.

Ordular telef olmaya, gözü dönmüş politikacılar düşmanlarına tehditler savurmaya devam

ederken, bir gün önce buzulları eriten güneş ertesi gün ortaya çıkmamaya karar vermişe benziyordu.

Bu kez de buz gibi soğuk insanların iliklerine işliyordu. Zayıf yaratılışlı hayvanların çoğu alt üst olan

dengeye uyum sağlayamayıp sessizce ölüp gittiler. Yönlerini güneşe göre ayarlayan arılar ve güneş

ışınlarının tatlı okşayışlarını bekleyen bitkiler kararsız kalmış gibi bekliyorlardı. Sanki onlar bile

soruyorlardı: “Sırada ne var?”

Fazla geçmeden yanıtı aldılar. Elektrik ve daha önemlisi güneş olmadan geçen günde

depremler başlamıştı. Birkaç saniyede dünyanın çehresi değişmişti. Dağlar, tepeler, çukurlar… Her

şeye rağmen aldırmadan anı yaşamaya çalışan umursamaz bir genç yanındakine mırıldanmıştı bir

ara. “Coğrafya kitaplarının tekrar yazılması gerekecek.”

Karşılık veren kahkahalar olmamıştı bu kez.

Bu kadar insan, dünya tarihi boyunca birlikte bir şey beklememiş, aynı düşünceleri kafasından

geçirmemişti. Ve ne yazık ki bu kez ilk, aynı zamanda son da olacak gibi görünüyordu. Milyarlarca

insanın uyumadan geçirdiği gecenin -gece olduğunu sadece tahminleri söylüyordu. Ne saatler

Page 67: Xasiork Dergi 5. Sayı

67

çalışıyordu, ne de herhangi bir başka belirti vardı- ardından gökyüzünde ay belirdi. İnsanlar yüzlerine

vuran soluk ay ışığıyla bir an rahatlamışlardı. Ne büyük hata!

Dünya tarihi böyle bir ay da görmemişti hiç. Ayın üzerindeki her hat çıplak gözle bile

seçilebiliyordu. Sanki dünya küçülmüş, küçülmüş ve ayın uydusu olmaya karar vermiş de, o devasa

gökcisminin yörüngesinde dönmeye başlamıştı.

Ay o gecenin sonunda battı denemezdi, daha çok solarak gözden yitmişti. İnsanların çoğu onu

bir daha göremeyeceğini hissetmişti.

Güneşi tekrar gördüler. Geceki aydan da feci bir durumdaydı! Güneş mi yuvarlanıp dünyayı

ezmeye geliyordu, yoksa dünya mı hızla güneşe çekiliyordu ve sonunda yapışıp yanacaktı? Her ne

olacaksa yakında görülecek gibiydi.

Ve o an başladı. O sakin müzik. İnsanlar ne olduğunu anlayamadan etraflarına bakındılar.

Elektrik zaten unutulmuş bir nimetti ama belki de… Belki de pillerin tekrar çalışmış olma ihtimali vardı

ve biri de radyosunu açmıştı?

Müziğin kaynağını arayarak geçen bir süreden sonra insanlar tekrar donup kaldı. Müzik adeta

onların kalplerinde çalıyordu. Ya da ruhlarında, kim bilir?

Müziğin sesi yükseldi. Acı bir senfoniydi bu. İnsanlar gözyaşlarına engel olamadılar. Çoğu

yerlere yığılıp hataları için özürler savurdular havaya. Ona, buna, herhangi birine… Kendilerini

herkesin affetmesini bekleyerek.

Umutsuzluk anında müzik yükseldi, yükseldi ve tek duyulan şey olmaya başladı. İnlemeler,

haykırışlar kesilmişti…

***

Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ah, keşke sadece bu olsaydı! O

anı anlatmanın, sözlere dökmenin imkânı yok gibi görünüyordu. Müzik hızlanmıştı. Adrenalin

salgılayan vücudun kalp atışı gibi, hızlandı, hızlandı, hızlandı…

Ve aniden durdu!

Page 68: Xasiork Dergi 5. Sayı

68

Derin sessizlik… Cansızlık… Eşitlik... Gözü dönmüş politikacılar, onların kuklaları, onların

esirleri ve onların düşmanları. Hırsızlar, iş adamları. Kurnaz zenginler ile dürüst fakirler…

Eşitlik…

Kıyamet…

Page 69: Xasiork Dergi 5. Sayı

69

Muhteşem Efektler, İyi Oyunculuk, Vasat Senaryo…

Teknolojinin gelişmesi sinema sektörünü de etkiledi. Artık her geçen gün yeni tekniklerle, farklı

farklı efektlerle karşı karşıya geliyoruz. Wanted

da bu gelişen teknolojiden nasibini almış.

Filmdeki efektler gerçekten çok iyi. Falso

verilen kurşunları, takla atan arabaları ve daha

birçok şeyi şaşırarak izliyoruz. Ama bu

efektlerin bize Matrix’i anımsattığı da bir

gerçek. Yalnız efektlerle değil, kurgusuyla da

Matrix’e oldukça benzeyen bir film olmuş

Wanted.

Filmdeki oyunculuk da efektler kadar iyi.

Bunda Angelina Jolie’nin ve Morgan

Freeman’ın etkisi büyük. Bu iki büyük ismin

yanı sıra, başroldeki James McAvoy da rolünün

hakkını vermiş. Bu usta isimler arasında

sırıtmamış, aksine onlar kadar iyi

oynayabileceğini göstermiş.

Buraya kadar her şey çok güzel, ama

filmin senaryosu için aynı şeyi

söyleyemeyeceğim. Filmde o kadar saçma noktalar var ki, biraz önce bahsettiğim şeylerin arasında

yine de dikkat çekmeyi başarıyor. Sanırım yönetmen Timur Bekmambetov bazı şeyleri abartmanın

sakıncası olmayacağını düşünmüş. Ama abartılan bu şeyler (örneğin sineklerin kanatlarından

vurulması ve Morgan Freeman’in vurulan bu sinekleri kanatlarıyla beraber tek tek bulup McAvoy’a

göstermesi) izleyiciyi yer yer rahatsız etmekte.

Ayrıca filmin hikâyesi de öyle ahım şahım değil. Aslında oldukça klasik bir hikâye: Monoton bir

hayat yaşayan silik bir karakter ve birden onun bir kahramana dönüşmesi. Senaryodaki bu eksiklik de

aksiyon dolu sahnelerle kapatılmaya çalışılmış; başarılı olunmuş mu, evet. Yine de filmin finalinde bizi

bir sürpriz beklediğini söyleyebilirim.

WANTED – BURAK FURKAN MERMER X K dergidergidergidergi

Page 70: Xasiork Dergi 5. Sayı

70

İntikam So ğuk Yenen Bir Yemektir…

Biraz da filmin hikâyesinden bahsedelim.

“Wanted” bir aksiyon sahnesiyle

başlıyor. Daha en başta efektlerin göz

doldurduğunu görüyoruz. Bu sahneler

gerçekten önemli, zira filmin devamında

oldukça büyük etkileri var.

Bundan sonra ise başroldeki

kahramanımızla tanışıyoruz. Wesley,

sıkıcı bir hayat yaşayan başarısız biri.

Ama bir gün alışveriş yaparken kendini

kurşunların arasında buluyor. Bu

noktada onu koruyan ve kurtaran Fox

(Angelina Jolie) oluyor.

Ve Suikast Kardeşliği ile tanışıyoruz. Kardeşliğin başında Sloan (Morgan Freeman) isimli eski

bir suikastçı var. Amaçları dünyadaki iyiliği sağlamak, bunu ise kötü insanları cezalandırarak

yapıyorlar. Sloan, Wesley’in babasının bir zamanlar kardeşlik adına çalıştığını, ama kardeşlikten

ayrılan biri tarafından kısa bir süre önce öldürüldüğünü söylüyor. Hayatındaki tekdüzelikten sıkılan

ama bunu mecburen kabullenen Wesley ise bir anda babasının intikamını almak için çalışmalara

başlıyor.

Filmin bundan sonraki kısımlarında Wesley’nin nasıl eğitildiğini görüyoruz. Efektler burada da

bol miktarda karşımıza çıkıyor. Kurşunlara nasıl falso verileceğini, bir bıçağın nasıl kullanılacağını ve

daha fazlasını bu efektler eşliğinde seyrediyoruz. Bu sahneler gerçekten çok iyi hazırlanmış, ben

izlerken oldukça eğlendim.

Wesley’nin eğitimleri bittikten sonra alması gereken intikam için yola çıkıyor. Hikâyenin

devamından pek fazla bahsetmek istemiyorum. �unu söyleyebilirim ki, bundan sonraki kısımda bir

sürprizle karşılaşıyoruz ve her şey bambaşka bir boyut kazanıyor.

Page 71: Xasiork Dergi 5. Sayı

71

Kısaca…

Senaryoya çok dikkat etmediğimiz sürece

Wanted gerçekten son yılların en iyi aksiyon

filmlerinden biri. Eğer eğlenceli bir akşam geçirmek

istiyorsanız bu filmi izleyin. Eminim memnun

kalacaksınız.

Ayrıca bir devam filmi çekilmesinin de

gündemde olduğunu söylemeliyim. İkinci filmde

karşımızda yine James McAvoy olacak. Ama diğer

oyuncular hakkında henüz net bir bilgi yok. İlerleyen

günlerde bunu da göreceğiz.

İyi seyirler…

Page 72: Xasiork Dergi 5. Sayı

72

“Demek her şeyi biliyorsun?”

“Bu sorunun cevabını da sen biliyorsun sanırım. Değil mi?”

“Biraz daha kalsan olmaz sanki,” dedi ve boynuna bir öpücük kondurdu kızın.

Ev normalden oldukça sıcak ve aşk doluydu. Ancak şimdi hanımefendinin gitmesi gerekiyordu.

Saat on ikiyi yirmi geçiyordu ve aşk, evi terk edecekti.

“Serdar, yapma. Zaten gitmek istemiyorum, bir de sen benim aklımı böyle çelmeye çalışma.

Gitmek zorundayım, tamam mı hayatım? Hadi, sonra görüşürüz.”

Serdar kızın arkasından öylece baktı. Apartmanın kahverengi ve yetmişli yıllar kokan

tırabzanlarını tutarak inerken onu ne kadar sevdiğini düşündü. Sonra içeri girdi. Karnı acıkmıştı.

‘Bekârlık sultanlıktır’ sözüne küfür ederek kendine bir kahvaltı hazırladı. Öyle kallavi bir şey değildi.

Mönü; biraz beyaz peynir, üç-dört tane zeytin ve dün akşamdan kalma bayat ekmekten oluşuyordu.

Kahvaltısını ettikten sonra saatini kontrol etti. “Tamam, daha zamanım var,” dedi. Banyoya

girmeye karar verdi. Gecenin seks ve aşk kokan havasını üstünden silecekti. “Tıpkı bir hikâyeyi

baştan yazmak için tamamen silmek gibi,” dedi ve böyle bir cümle kurduğu için aynadaki yansımasına

hınzır bir gülücük attı. Banyoda yıkanırken dört tane şarkı söyledi.

Banyoda on yedi dakika kaldıktan sonra çıktı. Lavabonun yanına bıraktığı saatini taktı. “Çok az

kalmış,” dedi ve giyinmek için hemen odasına gitti. İçine siyah bir tişört, onun üstüne de kırmızı bir

gömlek giydi. Gömleğindeki rozetin üstünde “Tam bugüne alışıyordum, yarın oldu” yazıyordu.

Giyindikten sonra telefonun başına gitti ve saniye tutmaya başladı. Saat biri on bir geçe telefon

çalmaya başladı. Serdar küfretti. Saatinin saniyesi yine iki saniye geride kalmıştı. Telefonu açtı.

KÖREBE

EMĐRHAN BURAK AYDIN

Page 73: Xasiork Dergi 5. Sayı

73

“Alo,” dedi.

Karşıdaki adam biraz tedirgince konuşmaya başladı. “Serdar Bey’le mi görüşüyorum?”

Serdar sıkıntılı bir şekilde, her seferinde illa bunu soracaklar. Sormazlarsa olmaz, diye düşündü

ve cevap verdi: Evet, kendisi Serdar’dı. Nasıl yardım edebilirdi?

Serdar adamla on beş dakika konuştu. Yardım etmesi için banka hesabına bin beş yüz dolar

yatırılması gerekiyordu. Karşıdaki yatırıldığını ve makbuzun fotokopisinin e-posta adresine

postalandığını söyledikten sonra zaten paranın yattığını bilen Serdar ona istediği bilgiyi verdi.

Herkes bir cevap arıyordu. Kimse doğru soruyu sormuyordu. Kimsenin o soruyu aradığına da

inanmak zordu.

Serdar, kırmızı gömleğinin altına pantolonunu giymediğini fark ettiğinde güldü. “Seni filozof seni.

Daha pantolonunu giymeyi unutuyorsun ha!”

Kot pantolonunu sonunda giydikten sonra üstüne kahverengi ceketini geçirdi ve ayağındaki

kırmızı spor ayakkabılarıyla dışarı çıktı. Hava ne kadar da güzeldi. Güneş sanki sevgiliyle ilk

öpücükmüş gibi bir his bıraktı yüzüne vurduğunda. İliklerine kadar iyi hissetmenin zevkini çıkarıyordu.

Ruhunun moleküllerini hissediyordu adeta.

Öylece apartmanın başında duruyordu ve kendisini dünyanın akışına bırakmıştı. Akşamı

düşlüyordu. Bildiği bir filmi izlemeyi, her zaman izlemeyi severdi. Evet, o filmin sonunu bilmenin kötü

bir şey olduğunu düşünmüyordu. Onun için ‘an’dan alınan keyif önemliydi. Aslında bu duyguya

alışması bir zorunluluktu. Yoksa yaşadığı hayata katlanamaz ve kendini öldürürdü.

Dünyada olmuş ve olacak her şeyi bilen adam sokakta gökyüzüne bakıyordu. Arkasından geçen

bisikletli çocuğun karnesinde iki zayıf vardı; düzeltecekti ve ileride babasının yolunda gidecek,

mühendis olacaktı.

Önünden geçen arabanın içindeki adam, karısından nefret ediyordu. Aklında lisede âşık olduğu

kız vardı. “Aşk bu kadar oğlum işte. Eski bir anıdan ibaret senin için.”

Her şeyi bilen adam karşıya geçti. O sırada bir çocuk ilk defa âşık olmuştu. Dansa davet

oyununda, bir anda o kıza vurulmuştu işte.

Page 74: Xasiork Dergi 5. Sayı

74

“İyi hissediyorum,” dedi yürürken. İçinden bir şarkı mırıldanıyordu. Hayatı film olsa arkadan

söylediği şarkının çalması; ölen sevgilinizin cenazesinde. Sevgilinizin arkanızdan sapasağlam olarak

gelmesi kadar güzel olurdu. Sevgilisi daha ölmemişti. Herkes gibi o da ölecekti ama daha ölmemişti.

Ölümler, yollar, ara sokaklar ve güneş. Düşünmemeye çalıştı. Ne bildiğini ne de bilmediğini.

Aslında kafasından bütün bunları atmak için iyi bir sarhoş olması lazımdı ya neyse.

Yürüdü. Yürüdükçe, her adımını attığı kaldırımın kaç kere değiştirildiğini, üstünden kimlerin

geçtiğini bildiğini fark etti. Her zaman olduğu gibi yüzünde acayip bir gülümseme belirdi. Daha önce

de bu saçma gülümsemeyi sürekli tekrarlardı. Her şeyi bilmenin yüzde yarattığı mimiklerden birisi

olmalıydı. Maalesef bunu test etmek için bir tane daha her şeyi bilen adamımız yok.

Birden bir şey hissetti. Acayipti; biraz deliceydi. Daha önce hissettiği ama sanki unuttuğu bir

şeydi. Bu tarz hisleri bilmeyen var mı ki? Seni terk eden eski sevgilinin başkasıyla çıktığını

öğrendiğinde mesela. Aklında oluşan, ‘onun başkasıyla öpüşme ihtimali’ mezarının üstünde birileri

seks yapıyormuş gibi rahatsız eder. Daha önce hissettiğiniz ama unutmuşsunuz gibi yapan acayip ve

biraz delice olan his.

Renkler daha bir aydınlıktı; öyle ki siyaha âşık olsan kırmızı kan ağlıyordu. Sesler daha bir

berraktı; öyle ki dünyada kötü diye adlandırılabilecek hiçbir ses kalmamış gibiydi. Yüzler daha bir

tanıdıktı; her şeyi bilmek bile kötü hissettirmiyordu. Işıklar, aşklar, ayakkabısını bağlayan bir çocuk,

saatine bakıp hafiften gülümseyen adam, sevgilisinin beline kolunu sarmış adam, şuradaki öpüşen

çift. Gerçekten ne kadar güzeller. Sanki Cennet’e gidiş biletini bulmuş gibiler. Veya Cennet ve

Cehennem’i düşünmeyecek kadar rahatlamanın gizini çözmüşler. O çift hâlâ öpüşüyor mu? Evet, az

öncekinden daha ateşli ve aşkla hem de. Uzun bir şiir gibi veya yıllarca sustuktan sonra hiç susmadan

konuşmayı ister gibi öpüşüyorlar. Onlar yaşıyorlar ve ben yürüyorum.

Ayaklarının altında üzerine basmaya nasıl kıydığımızı anlamadığı dünya ve içki içer gibi içine

çektiği hava genzine doldu. Sarhoş gibi dürüst konuşuyor, adımlarını yavaş ve rahat rahat atıyordu.

Her adımında eski bir dans ritmi saklıydı. Her sakladığı dans ritmi bir yapbozdu aslında.

Tamamlanınca; kitaplıktaki kitap aralarına attığı oyun kartları tadında bir kadın oluşan.

İşte yine o his. Ayak tırnaklarının içinden kulak arkasına kadar her yerinin hissettiği o unutulmuş

his.

Page 75: Xasiork Dergi 5. Sayı

75

Belki doğmadan öncesinden kalan bir histir, diye düşündü. Hatta önceki hayatımın sıcak bir

gününde dinlediğim bir şarkıdan etkilenmemden doğan bir histir, diye kafasında konuştu.

Önceden yaşamamıştı. Bu tek hayatıydı. Bunu bilmesine rağmen bilmiyormuş gibi konuşmayı,

kayıp düşeceğini bile bile buzda yürümeyi seviyordu. Ölüm olsa şu yolun sonunda, hiç istifini

bozmadan yürüyecekti belki de. Tam bir “Anı yaşa” timsaliydi.

İronik değil mi? Geleceği, geçmişi; her şeyi bilen adam hiçbirini düşünmüyor. ‘An’ı yaşıyor. Belki

de ironik değil. Ona kalan tek zaman birimi sadece yaşadığı an. Önceden ne hissedeceğini dahi

öğrendiği o ‘an’.

Yüzünü ekşitti. Bunu yapmayalı çok olmuştu. En son sekizinci sınıfta ekşitmişti suratını

hatırladığı kadarıyla. Her şeyi bildiğini anlamadan önceki son yılda. Aşkların hep platonik ve çok saf

olduğu zamanlarda. Dünyanın şimdikinden daha heyecanlı olduğu günlerdi. En azından yarın neler

olacağını bilmiyordu o sıralarda. Gözlerini kapattığında karşısından geçen adam kim bilemezdi.

Arkası dönükken ona bakan herhangi bir kızın aklından neler geçirdiğiyle alakalı en ufak bilgisi

olmazdı. Akşamların siyah ve biraz da yorgun yemek masalarında babasının içkisini içerken

düşündüğü kadının kim olduğunu öğrenemezdi. O zamanlar her şeyin daha beyaz olduğu zamanlardı.

Evet, bu doğru.

Bir an gözlerini kapamaya ihtiyaç duydu. Romantik komedi türündeki bir filmi izlerken yanında

birisinin olmasına ihtiyaç duyduğu gibi. Gözlerini kapamadı; kapasa da bir şey değişmeyecekti zaten.

Gözleri kapalı bütün şehri gezebilirdi. Unuttunuz mu, karşınızdaki kişi her şeyi bilen adam.

Öylece duruyordu ki bir ses duydu arkasından. Oh, kendi kendime konuşmaktan sıkılmıştım

zaten, dedi içinden ve sese doğru döndü.

Karşısında sucu bir çocuk duruyordu. “Abi su içer misin?”

Belki hayatın anlamını sorgulayan bir soru değildi ama o an için gerçekten ortama uymuştu.

Çünkü her şeyi bilen adam gerçekten susamıştı. Öyle susamıştı ki, ağlayan bir adamın gözyaşı

koleksiyonunu bile içebilirdi.

“Eyvallah, ver bir tane su bakalım.”

Çocuk suyu verdikten sonra parayı bile sormadan sohbete girişti. “Neredensin abi sen? Hiç

görmedim seni buralarda.” Konuşmasında hafif bir şive vardı.

Page 76: Xasiork Dergi 5. Sayı

76

“İlk defa bu tarafa doğru yürüdüm. Normalde uzun süredir buradayım. Sen neden su

satıyorsun? Okulun yok mu?”

Çocuk dalga geçer gibi güldü, sonra bir daha güldü. Devam ederken hâlâ sırıtıyordu. “Abi sen

nerede yaşıyorsun Allah aşkına? Ay’da falan mı? Okullar tatil bilmiyor musun?”

Ve dönüm noktası.

�imdi bu hikâye bir film olsa fonda gerilim müziği iyi giderdi. Her şeyi bilen adam okulların tatilde

olduğunu nasıl bilemezdi? Hayatında uzun zamandır hiçbir şeye şaşırmamıştı ama bu onu gerçekten

şok etmişti.

Bir an bütün dünya etrafından kayıyormuş gibi hissetti. Midesi bulanıyordu. Kontrolünü

kaybedecek gibiydi. Bazı sesler kulağına çalınıyordu ama her şeyi duyamıyordu. Ya da duyduklarını

tamamen ayıramıyordu. Bir acı hissetti. Gözleri karardı. Hafif bir rüzgâr yüzünü okşadı.

“Ölüyorum. Tanrım sonunda ölüyorum,” dedi ancak cevap geldiğinde ölümün yakınında bile

olmadığını anlayacaktı.

“Efendim, hayır ölmüyorsunuz. Aslında bu sefer erken bitirdiniz. Bir şeyden rahatsız mı

oldunuz?” dedi o ses.

“Ne efendisi? Sen kimsin?”

Etrafına baktı. Hâlâ sucu çocukla konuştuğu yerdeydi ama etrafta kimse yoktu ve her şey biraz

mat geliyordu gözüne. Ölü ve cansız.

“Efendim, galiba kendinizi biraz fazla kaptırdınız.” Ses yine konuşmuştu.

Etraflarındaki sokak yavaşça silindi. Yerine sonsuz beyazlık geldi. O eski günlerdeki heyecanı

uyandıran masumiyetin beyazı. Bazen insanı korkutan bazense güneşin batışını izlemeye iten

sonsuzluğun beyazı. İnsanı delirten soruların tıkandığı sonsuz beyazın rengi.

“Evet, kendimi fazla kaptırdım bu sefer galiba,” dedi Tanrı karşısındaki meleğe.

“Bu sefer erken çıktınız? Sizi rahatsız eden bir şeyler mi vardı?” diye sordu melek.

Page 77: Xasiork Dergi 5. Sayı

77

Tanrı cevap vermedi. Uzun bir süre bu tarz hayat halüsinasyonları yaratmamaya karar verdi.

Bazen rahatlamasına, kendisinin Tanrı olduğunu unutturmaya yarıyordu tabii ama bu son sefer onu

çok rahatsız etmişti. O yüzden bir daha bu tarz bir rahatlama gerçekliği yaratmamak niyetindeydi.

Meleğe cevap vermeden sonsuzlukta ilerlemeye devam etti. Her şeyin yedinci katındaki korkunç

sonsuzlukta uydurduğu hikâyeyi düşünüyordu. Kendisine verdiği Serdar ismini beğenmemişti. Ayrıca

her şeyi bilme yeteneğini geçenlerde başka bir hikâyede kullanmıştı. “Kesin o ismi beğenmediğim ve

bu tarz bir hikâye yarattığım için düşündüğüm gibi olmadı bu sefer,” dedi.

Yedi kat aşağıda Âdem ile Havva’nın çocukları yine yaramazlık yapıyorlardı. Tanrı insanlığı

çocuk parkını izler gibi biraz izledi. Sonra ise kimsenin aklına ermeyeceği işlerini yapmaya devam etti.

“Bilmeceleri kim yazar?”

“Her şeyi bilip de bilmiyormuş gibi görünenler olmalı”

Page 78: Xasiork Dergi 5. Sayı

78

Kısa Yazar Bakı şı

Hepimizi ekranın karşısına kilitleyen bu dizinin hikâyesinden tabii ki bahsetmeyeceğim. Bunu

hepimiz biliyoruz, duyduk, okuduk, yaşadık ve izledik. Benim amacım olayları bir yazar gözüyle

değerlendirmek ve senaristlerin beynine doğru kısa bir yolculuğa çıkabilmek. Kendi düşünce ve

beklentilerimi, onlarınkilerle karşılaştırabilmek. Bunu biraz güldürerek, biraz da düşündürerek

yapabilmek tabii. Yoksa benim düşündüklerimin bir önemi yok, bunu biliyorum.

Üçüncü sezonun son günlerinden

başlayalım yazımıza. İşin açıkçası sıkılmaya

başlamıştım. Muhtemelen gelecek üç

sezonun planlarını yapan senaryo ekibi, dur

bakalım nasıl uzatırız paranoyasının içine

girmişti. Alakalı alakasız bir sürü ayrıntıyla

bezenmiş ve neredeyse görünürde var olan

ama aslında olmayan bir aksiyonla birlikte

sıkıcılık sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Ben

dizinin cevaplarından değil beklentilerinden

bahsedeceğimi söylemiştim zaten.

Beni en çok korkutan hamle, son

bölümlerdeki adanın gerçek hayata çekilme

çabalarından kaynaklandı. Yani birilerinin

adadan gidebildiğini görmek, birilerinin adaya

gelebildiği görmek hissettiğim büyüyü

bozmuş ve beni öylece bomboş bırakmıştı.

Bunun nedeni olarak ‘tükeniş’ kelimesini

düşündüm. Benim gibi forum sayfalarında

bulunan birçok kişi de aynı görüşteydi. Senaryo ekibi ne yaptığından habersizdi ve mistik ada kavramı

tükenmeye başlamıştı. Bunun tek çaresi de konuyu başka boyutlara taşımaktan geçiyordu.

Dördüncü sezon başladı ve korktuğum başıma geldi. Adadan kurtulduklarını gördük ve tüm

hayallerim yıkıldı. Bu tükenmişlik içerisinde ben olsam ne yapardım diye düşündüm ve cevap olarak,

LOST 4. SEZON – BÜLENT ERİŞ X K dergidergidergidergi

Page 79: Xasiork Dergi 5. Sayı

79

‘Herhalde zaman kazanırdım,’ dedim. Biraz olsun haklı çıkmıştım ilk bölümlerde. Olayları bıraktık,

yahu kurtulan altı kişi kim diye saymaya

başladık. İlk taktik işe yaramıştı ve

izleyiciyi sanırım ekranda tutmayı

başardı. Saydık, saydık ve en sonunda

öğrendik.

İkinci taktik olarak şunu seçmişti

senaryo ekibi: Yazabileceğin kadar çok

sayıda ucu açık, anlamsız, merak

uyandıran konuşma yaz. Neredeyse

dokuzuncu bölüme kadar sürekli bu tip

replikler vardı. Bunların bazılarını aktaracağım sizlere. �imdi iki kişi konuşuyormuş ve ne

konuştuklarından hiç haberiniz yokmuş gibi düşünün.

“Oraya gitmemeliydik…”

“Gerçeği bilmiyorsun…”

“Peki, o gün yaşananlar…”

“Aslında öyle olmadı…”

Bu cümleler sayısız defa çoğaltılabilir. Sadece dikkatli izlemek lazım bölümleri. �imdi bunu

yapmakla haksızlar demiyorum tabii. Ortada uzatılması gereken bir dizi var ne de olsa. Varsın öyle

olsun ne diyelim. Dünyanın en çok izlenen dizisini yazan ekibin bir bildiği vardır herhalde. Benim

üzerinde takıldığım konu şu aslında: Buraya kadar gelmişsin, milyonlarca seyirciyi eline almışın ve

ekranın karşısına oturtmuşsun. Tükenmişlik sana yakışır mı, sadece bunu soruyorum. Gerekirse yirmi

dört saat uyumadan farklılık yaratmalı insan. Cevaplar ve sorular sonsuz çünkü dünya üzerinde. Tek

bir fikir üzerinden yola çıkmak bence çok yanlış. İzlemeyenler olabileceği için son bölümdeki

çözülmeyi anlatmayacağım ama tüm on dört bölümü tek bir sona hazırlamak ve yine bir sürü soru

işaretiyle sezonu kapatmak ne kadar doğru bilmiyorum. Üstelik belirtilen son, zaten ilk baştan beri

herkesin tahmin edebildiği bir şeydi ve bu olayı daha fazla vahamet içerisine sokuyor.

Page 80: Xasiork Dergi 5. Sayı

80

Sonuç olarak son sözlerim şudur. Umarım bu tükenmişlik

diğer sezonlarda da devam etmez. Kaçmak yerine yüzleşmek,

bilinmeyen yerine bilinenle şekillenen yeni sorular çıkar

karşımıza. İlk sezonun hatırına ikinci ve üçüncü sezonları izledim

ama dördüncü sezonda bu hatır kalmadığı için beşincide ne

yaparım bilmiyorum.

Page 81: Xasiork Dergi 5. Sayı

81

Duvar, Attila İlhan’ın ilk şiir kitabı. Deyim yerindeyse onu Türkiye’ye ilk tanıtan eseri, ilk göz

ağrısı. Belki de diğer eserlerinin gölgesinde kalması bu eserin en

büyük şanssızlığı.

Bu eserinde Attila İlhan, Anadolu’nun dağlarından anlatmaya

başlıyor ve bizi peşi sıra ta İkinci Dünya Savaşı yıllarına

sürüklüyor. Gökyüzünün mavisini, tütünün kokusunu, işçinin terini

ve daha birçok imgeyi yüreklerimize kazıyor. O kazıdıkça

yüreğimiz kanıyor ama hiç acımadan.

Eser Gavur Dağları’ndan Rivayet, Hürriyet Yürüyor,

Karanlıkta Kaynak Yapan Adam, Harp Kaldırımında Aşk, �afak

Vakti Dünya isimlerinde beş bölümden oluşuyor.

Kitabın ilk sayfalarında bizi şaire lise yıllarında ödül kazandırmış Cebbar Oğlu Mehemmed isimli

şiiri karşılıyor.

başınızdan duman eksilmesin gavurdağları

siz hikayet eylediniz bana

bahçe kazasının kaman köyünden

cebbar oğlu mehemmed´in hikayesini

Cebber Oğlu Mehemmed, bir Kuvayı Milliye kahramanının hikâyesi. Düşmanı kovmaya and

içmiş bir vatanseverin öyküsü. Bizi yüreğimizin en derin yerlerinden yakalıyor ve o zorlu günleri

hissettiriyor bizlere.

Ökkeş adlı şiirde bir arabacının ekmek kavgasını, Sığırtmaç’ta küçük bir çobanın tatlı ve

hüzünlü hikâyesini anlatıyor şair.

DUVAR – MÜMİN CAN X K dergidergidergidergi

Page 82: Xasiork Dergi 5. Sayı

82

Kaynak yapan bir işçiden, işçinin önündeki parlak kıvılcımlardan etkilenen şair Karanlıkta

Kaynak Yapan Adam şiirini yazar. Dört şehrin adı geçer bu şiirde İstanbul, Selanik, Valencia,

Çunking… İstanbul’un ismi ilk ve son kıtada geçer. Son kıtası şu şekildedir şiirin:

ben istanbul şehriyim beni karanlık yedi

gözlerim görmez gözlerimi karanlık yedi

şehirler kaynayıp gitmiş gecenin kazanında

yalnız bir karanlıkta kaynak yapan adam

o yıldızlı pelerine bürünmüş

yalnız bir karanlıkta kaynak yapan adam

beş kıtada hürriyet gibi görünmüş

�iirlerde noktalama işaretleri kullanmamıştır şair. Her şiiri bir misyon üzere yazılmış izlenimi

verir, toplumcu şair olduğunun anlaşılmasından çekinmez.

Duvar, çok pozitif tepkiler almıştır edebiyat camiasından.

Nazım Hikmet bu kitap hakkında; “Duvar beni çok sevindirdi.

Attilâ İlhan gayet soylu, özlü şair pek beğendim. Aşk olsun

delikanlıya!” der.

Attila İlhan ilk kitabına neden Duvar adlı şiirinin ismini

vermiştir? Duvar hakkında Attila İlhan, “Bu şiir İkinci Dünya

Savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için

yazılmıştır.” demiştir. �airin ilk kitabına ismini verecek kadar değerli bu şiirin bir bölümünü paylaşmak

istiyorum.

dışarıda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır

bizim kucağımız terk edilmiş bir yatak gibi kirli soğuk

o bir kaç defa kartal gibi gitti kartal gibi döndü

çığlıklarını değil kırbaç sesini duyduk

biz duvarız neyleyim gözlerimiz ağlamayı bilmez

onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler

kendi gitti ismi kaldı yadigâr bağrımızda

o zaman mayıs’tı yağmurlar başımızda

Page 83: Xasiork Dergi 5. Sayı

83

Eserin son bölümünde İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan şiirler yer alır. Bu şiirler daha çok

destanımsı özellikler taşırlar. “Düştü Polonya Kalesi”, “Liliyar” ve “Lili Marlen” bunlardan bazılarıdır. Bu

şiirlerden bazıları Ahmet Kaya tarafından şarkılaştırılmıştır ilerleyen yıllarda.

Lafın kısası “Duvar”, Attila İlhan’ın okunası bir eseridir.

Attila İlhan şiir dünyamıza çok şeyler kattı. Kendisini rahmetle anıyoruz. Yazıyı Duvar’dan

sevdiğim bir şiir olan Sen Yoksun adlı şiirden bir bölümle bitirmek istiyorum.

sen yoksun

deniz yok

yıldızlar arkadaşım

ya bu gece harikalı bir şeyler olsun

yahut bir bomba gibi

infilak edecek başım

Bu yazı rahmetli şiir üstadımız Attila İlhan’a ithaf edilmiştir.

Page 84: Xasiork Dergi 5. Sayı

84

İnsanoğlunun yaratılışından bu yana yolunun en dramatik şekilde kesiştiği hayvan kesinlikle

“yılan”dır. Gerek tek tanrılı dinlerde, gerekse ilkel inanışlarda, söylencelerde, mitlerde yılan her zaman

etkili bir yer edinmiştir. Kimi zaman evreni yaratan bir tanrı, kimi zaman yol gösterici, kimi zaman

kötülüğün sembolü, kimi zaman kutsal, kimi zaman korkulan bir sürüngen, kimi zaman da insanları

iyileştiren şifa sembolü...

Yılana karşı insanoğlunun içinde ta ilkel çağlardan bir tepkisi vardır. Gerçi bazı doğu

toplumlarında yılan kutsaldır ama genel inanışta yılan çekinilen, yolunuza çıktığında ya kaçılması ya

da öldürülmesi gereken bir yaratıktır.

İlahi dinlerde yılana daha cennetten kovuluşumuzda rastlarız. �eytan’dır o. Havva annemizi

kandıran, o büyük günahın işlenmesini sağlayandır o. Daha

yaratıldığında nefret ettiği insanoğlunu cennetten kovdurarak

ilk intikamını alır. Sürüngenliği bile bir lanetin sonucudur.

Bazıları yılanın (veya �eytan’ın) bu efsanedeki rolünü

olumlu yorumlayabilir. Lucifer’in bir anlamı “Işık tutan, yol

gösterici” değil midir? �eytan belki burada kötülük yapmak

istemiş, insanı cennetten kovdurmuş ama ona bir başka

özgürlük yolunu açmamış mıdır? Tabii İslam inanışına göre �eytan bunu yaparken yine kendisi için

Allah tarafından biçilen görevi yerine getirmektedir.

***

Yılan ile insanoğlunun efsanelerde kesişen yolları burada bitmez. Örneğin halk inanışında

Kırlangıç’ın ayrık kuyruğu hakkındaki inanış şöyledir;

“İnsanoğlu cennetten ilk kovulduğunda sayıca az ve güçsüzdür. �eytan, yılan ve cinler bir plan

yaparak insanlara saldırmaya, onları yok etmeye karar verirler. Bu toplantıya tanık olanlardan birisi

sinektir.

Sinek oradan uzaklaşırken bir Kırlangıç’a denk gelir. Kırlangıç onu öldürecekken der ki (O

zamanlar hayvanlar konuşabilmektedir): ‘Ey kırlangıç, beni öldürme sana dostun insanoğluyla ilgili

önemli bir bilgi vereyim.’

YILAN VE İNSANOĞLU – ORKUN UÇAR X K dergidergidergidergi

Page 85: Xasiork Dergi 5. Sayı

85

Kırlangıç bunun üzerine meraklanır, ‘Tamam,’ der ve sinek tanık olduğu toplantıyı anlatır. Ve

ekler: ‘�imdi yılan bu toplantıyı diğerlerine haber vermeye gidiyor.’

Kırlangıç bu bilgiyi aldığına sevinir ama

sineği sağ bırakırsa hemen bunu diğerlerine

bildireceğinden korkar, bunun yerine bir gaga

darbesiyle sineğin dilini koparır. Böylece söz

verdiği gibi sineği sağ bırakır ama düşmanlarını

uyarmasını da engeller. Sinek o olaydan sonra

sadece vızıldar.

Kırlangıç hızla gider ve Yılan’a yetişir: ‘Ey

Yılan, böyle hızla nereye gidiyorsun?’ der. Yılan, Cin ordularına saldırı zamanını haber vermeye gittiği

için telaşlıdır: ‘Çekil git başımdan Kırlangıç, önemli bir işim var.’

Kırlangıç, Yılan’ı öldürmeye gücünün yetmeyeceğini bilmektedir, bunun üzerine bir oyun

düşünür, ‘Ben biliyorum,’ der. ‘Sen insanlara yapılacak büyük saldırıyı haber vermeye gidiyorsun.’

Yılan şaşırır, Kırlangıç devam eder: ‘Bizi insanların dostu sanmakla yanılıyorsun Yılan, onların

yok edilmesine biz de yardım edeceğiz.’

Yılan bu söz üzerine şüphelenmekten vazgeçer. ‘O zaman zaferde görüşürüz, şimdi bana yol

ver de hemen haber götüreyim,’ der.

Kırlangıç oyunun sonuna gelmiştir: ‘Ey Yılan, bu büyük görevi yerine getirecek seni öpmeden

bırakmam. Hatta bu kutlu haberi verecek dilinden öpeceğim.’

Yılan çaresiz uzanır ve Kırlangıç bir gaga darbesiyle Yılan’ın dilinden bir parça koparır. Yılan

onu öldürmek için atılır ve uçarken kuyruk darbesi Kırlangıç’ın kuyruğunu ayırır.

İşte o olaydan sonra Yılan’ın dili çatallı, Kırlangıç’ın kuyruğu ayrıktır.

Kırlangıç ayrık kuyruğuyla yavaş da olsa hemen insanlara uçar ve saldırıyı haber verir. Yılan ise

dilinden parça koparıldığı için sadece tıslayabilmektedir, bir türlü derdini Cin ordularına anlatamaz.

Böylece insanlar düşmanlarına saldırmak için güç toplama fırsatı bulurlar. O savaş sonrası

yeryüzünde cinlerin, yılanların ve �eytan’ın gücü çok azalır.”

Page 86: Xasiork Dergi 5. Sayı

86

Bu söylencede Yılan’ın rolü, bizim bakış açımızdan sembollerdeki karakterine uygundur.

***

Yılan’ın başka efsanelerdeki rolü, arkasında kötücül bir zekâyı barındırmasa da trajiktir. Örneğin

“Kız Kulesi”nde, falcının yılan ısırığı ile öleceği kehanet edilen prenses, denizin ortasındaki güvenli

kulede bile kurtulamaz. Bir sepet içinde, incir yaprakları arasında saklı yılan onu sokarak öldürür.

Burada yılan sadece doğasının gereğini yapar. Ona şeytanlık veya kötü bir büyücünün zekâsı,

karakteri eklenmez.

***

Her toplumda Yılan’a kötücül bir rol biçilmez. Örneğin eski Maya kültüründe, onlara bilgiyi veren

Batı’dan gelen bir Tanrı vardır: Tüylü Yılan...

Budist söylencelerde de Kobra kutsaldır. İnanışlara göre Buda transta iken dev bir kobra,

kafasını yassılaştırarak güneşten ve yağmurdan korumak için arkasında durmuştur. Buda onun bu

yaptığını kafasına iki parmağıyla dokunarak ödüllenmiştir. Günümüzde Kobra kafasının arkasındaki iki

göze benzeyen bu izlerin Buda’nın parmak izi olduğu söylenir.

Reenkarnasyona, ruhun tekrar tekrar doğarak tekâmülüne inanan Hindu inancında deri

değiştiren yılan kutsal bir hayvan olarak algılanagelmiştir.

...Ve unutmamak gerekir ki şifacı inançlarda Yılan önemli bir semboldür. Bugün bile bir kâseye

sarılmış iki yılan faktörü bir tıp sembolüdür.

Bir başka bilinen ve gizemci açılımları

bulunan sembol de; dönüşümü, sonsuzluğu

simgeleyen, ‘kendi kuyruğunu ısıran yılan’dır.

Yılan fantastik halk inanışlarında da yer eden

önemli bir karakterdir. Örneğin Conan’ın yaratıcısı

Robert E. Howard öykülerinde bir efsane olan ‘dev

yılan’a yer vermiştir. Bir başka başlıca karakteri olan Atlantis’ten gelen Kral Kull’u insanoğlundan önce

Page 87: Xasiork Dergi 5. Sayı

87

yeryüzünün hâkimi olan yılan ırkı ve kötülükleriyle mücadele ettirir. Bu ırk ile Conan da mücadele

eder. (Filmindeki Thulsa Doom’u hatırlayın.)

Kişisel olarak yılanlardan hoşlandığımı söyleyemem. Benim için tiksinti verici, öldürülmesi

gereken bir yaratık gibi...

Aşağıda sizler için bulduğum Yılanlar’la igili bilgilendirici bir yazı var.

YILAN SEMBOLÜ

Yeryüzündeki hemen hemen tüm tradisyonlarda yer etmiş bir semboldür. Yılan sembolizminin

işlendiği tüm inanışları ve mitleri tek tek saymak olanaklı değilse de, bu sembolün kullanıldığı

tradisyonlara birkaç örnek verilebilir:

-Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam tradisyonları. (�eytanın ve

kimi zaman aklın sembolü olarak kullanılır.)

-Sümer tradisyonları. (Yer ve gök ilahlarını yaratanlar biri

erkek biri dişi olan iki yılandır.)

-Eleusis misterleri, İsis misterleri ve Mitraizm inisiyasyonları.

(Eleusis inisiyasyonunda kozmozun oluşumu Kibele ile Orion adlı

yılanın sevişme vibrasyonlarıyla açıklanır. Orfik inisiyasyon

merkezi Delf Tapınağı’nda birbirine helisler çizerek dolanmış üç

yılandan oluşan bir bronz sütun bulunuyordu ki, bu sonradan

İstanbul’daki Sultanahmet Meydanı’na getirilmiştir.)

-Eski Yunan tradisyonları. (Hermes’in ünlü, “kadüse” denilen çift yılanlı asası ve Asklepios’un

Bergama’da da görülen, başları aynı dairesel kapta, süt içen iki yılan sembolü.)

-Mu tradisyonları. [J. Churchward’a göre Mu kolonilerinde, yedi başlı yılan, yılanlı ağaç,

yumurtalarının çevresinde spiral biçimde çöreklenmiş yılan, iki “S” biçiminde çift yılan, iki noktalı

(yıldızlı) yılan, veya içinde noktalar (yıldız konumları) olan “S” biçimli yılan sembollerine rastlanmıştır.]

-Doğu ezoterizmi. (Reenkarnasyon ve kozmik gelişimin devri-hareketini ifade eden, kuyruğunu

ısıran yılan sembolü.)

Page 88: Xasiork Dergi 5. Sayı

88

-Mezopotamya ve Hint ezoterizmi. (Kadüse benzeri çift yılanlı asa.)

-Budist ezoterizm ve tantrizm. (Dünya’nın ve insan bedeninin enerjetik ekseninin çevresinde

dolanan iki akımı temsil eden iki yılan sembolü)

-Hinduizm. (Gelişimi ve devri-hareketi temsil eden “Ananta” yılanı ve süt denizinde çift rotasyon

hareketleri yapan “Vasuki” yılanı)

-Eski Mısır tradisyonları. (Uç başlı yılan, kanatlı iki yılan, başında iki boynuz ve bir disk taşıyan

yılan, yaratıcı yılan “Kneph” ve “Apofis” yılanı)

-Quiche (Kişe) ve Maya tradisyonları. (Dünya insanını meydana getiren mavi-yeşil tüylerle kaplı

uçan yılan)

-Minos tradisyonları. (Yılan tanrıça)

-Hitit tradisyonları. (Göktanrı ile mücadele halinde tasvir edilen yılan)

-Selçuklu tradisyonları. (Kabartmalarda çift yılan)

-Çin, Japon ve Batı tradisyonları. (Ejder biçimine sokulmuş tüylü ve tüysüz yılan)

-Kimi Afrika kabileleri tradisyonları. (Yaratıcının imajını, yaşamın devri-hareketini ve

reenkarnasyonu temsil eden çöreklenmiş piton yılanı)

Ezoterik bilgilere göre, yılan sembolü, her sembol gibi, farklı anlamlarda kullanılmakta olup,

sembolün anlamı kullanıldığı yere göre değişmektedir. Bununla birlikte, ezoterik bilgiler bir araya

getirildiğinde bu sembolün başlıca yedi anlamda kullanıldığı görülmektedir:

1- Yeryüzündeki tradisyonların çoğunda, bilindiği gibi, şeytanı yani menfi tesiri ya da nefsaniyeti

temsil eder.

2- Rüyalarda, kötülüğü, nefsaniyeti, ahlak bakımından geri fakat kurnaz varlıkları temsil eder.

3- Kimi tradisyonlarda spiral galaksiyi ve spiral bir galaksi olan Samanyolu Galaksisi’ne ait bir

uygarlığı ve ırkı (genetik bakımdan) temsil eder.

Page 89: Xasiork Dergi 5. Sayı

89

Kimi araştırmacılara göre, Aztek, Maya ve İnka tradisyonlarındaki, insanlara uygarlığı öğrettikten

sonra göklere geri dönen yeşiltüylü yılan ilah Quetzalkoatl inanışında, Attikalılar’ın ilk kralları yılan-ilah

inanışında, Slav tradisyonlarındaki kahraman yılan-oğlu Vseslaviç inanışında, İskandinav

tradisyonlarındaki yılan kılıklı ilah Votan inanışında ve benzeri birçok inanışta, Tevrat’ta Elohim adıyla

belirtilen kozmik biyokimyacılar tarafından imal edilmiş bu galaktik insan tipi ya da galaktik ırk

sözkonusu edilmektedir.

4- Yılan sembolü kimi biçimsel

kullanımlarında çiftyıldız Sirius’un yörüngesini

temsil eder. Örneğin, Mayalar, yeşil tüylü yılan

ilah Kukulkan’ı, bir çiftyıldız olduğundan “S”ler

çizecek şekilde dolanan Sirius’un yörüngesini

gösterecek şekilde “S”ler çizen bir yılanla temsil

eder ve yıldızın yörüngedeki konumlarını, yılan

içine yerleştirilen yuvarlak yeşim taşları ile

gösterirlerdi. Eski Mısır’da bu yörünge, her gün

güneşi taşıyan Ra’nın -ki Ra, ezoterik bilgilerde

fiziksel güneşle değil, spiritüel bir güneş olan

Sirius ile ilişkilendirilir- peşinde dolaşan Apofis

yılanıyla sembolize edilirdi. Aslında iki yıldız söz

konusu olduğundan iki yörünge, kimi

sembolizmlerde birbirine dolanan iki yılanla

temsil edilmektedir.

5- Yılan sembolü, kimi kullanımlarında,

özellikle “uroboros” (ouroboros) adı verilen, kuyruğunu ısıran yılan biçiminde çizildiğinde, kozmik

gelişimin devri-hareketini ve doğum-ölüm çemberi de denilen reenkarnasyonu ifade etmektedir.

(Reenkarnasyon, yılanın deri değiştirmesi sembolizmiyle de ifade edilir.)

6- Yılan sembolü tantrizm ve yogada kundalini enerjisini temsil etmek üzere kullanılır.

7- Yılan, kimi zaman da, kozmik güçler, dualite, “akışkanlar” , kozmik oluşumların, spiral

galaksilerin meydana getirilmesi, Sirius’un yörüngesi, ruhsal tekâmüller ve kozmik devri-hareketler,

kozmik nesnelerin periyodik dolanımlarını belirtmek üzere zaman ile ilgili çeşitli anlamlara gelen spiral

sembolünün somut olarak temsil edilmesinde kullanılmaktadır.

Page 90: Xasiork Dergi 5. Sayı

90

Page 91: Xasiork Dergi 5. Sayı

91

2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ

Edip Can Rende

2008’de bir sürü yerli ve yabancı film vizyona girdi. Bazıları çok tartışıldı, bazıları bekleneni

veremedi, bazıları tam bir hayal kırıklığı yarattı. Yerli sinemada ise tek sezonda vizyona giren

filmlerimizin sayısı artmakta, seyirci de Hollywood filmlerinden çok yerli filmleri tercih etmekte. Fakat

2008’de gösterime giren filmlerin sayısı, geçen seneye oranla biraz düştü.

2008’in en çok konuşulan Hollywood filmlerinden bazıları arasında “The Dark Knight”, “Indiana

Jones 4”, “Wall-E” ve “Tropic Thunder” sayılabilir. Yerli olarak ise “Issız Adam”, “A.R.O.G.”, “Recep

İvedik”, “Mustafa”, “Üç Maymun” ve “Osmanlı Cumhuriyeti” filmlerini söyleyebiliriz.

Tabii çok konuşulanların yanında beklenen etkiyi yaratamayan filmler de mevcut. Bunlardan

bazıları “Max Payne”, “Quantum of Solace”, “Body of Lies”, Al Pacino ve Robert De Niro’lu “Righteous

Kill”, “Destere”, “Süper Ajan K9” ve “Vicdan”

Sonuçta öyle ya da böyle bir yılı daha bol filmle bitirmiş olduk. Yeni yılda gene çok fazla sinema

filmi vizyona girecek. Türk sinemasındaki hareketlilik de devam edecek gibi gözüküyor. Festivallerde

bizleri temsil edecek filmlerin sayısında artışın olması mutluluk verici bir durum. Umarız ki 2009’da da

gerçekten kaliteli filmlerimiz bizleri festivallerde gururlandırır.

2009 seçkimize çok uzatmadan başlayalım. Aşağıda 2009’da vizyona girecek olan bazı filmleri

kısa kısa tanıtacağız.

HOLLYWOOD F İLMLER İ:

Avatar: Avatar, Titanic’le tanıdığımız James Cameroon’un yeni filmi. Filmin başrollerini

Sigourney Weaver, Zoe Saldana, Michelle Rodriguez paylaşıyor. 2009 Aralık’ında izleyebileceğiz.

Ice Age 3: Sid, Manfred, Diego ve Scrat’ın yepyeni maceralarını izleyeceğimiz bu muhteşem

animasyon Temmuz ayında vizyona girecek. Kahramanlarımıza bu kez dinozorlar eşlik edecek.

Page 92: Xasiork Dergi 5. Sayı

92

Dali & I - The Surreal Story: Al Pacino’nun Salvador Dali’yi canlandıracağı film 2009’un

merakla beklenen filmlerinden bir tanesi. Pacino’nun bu filmle Oscar’ı uzun bir aradan sonra tekrar

kucaklamasına kesin gözüyle bakılıyor.

Ustaya Cillian Murphy eşlik edecek. Filmin

yönetmeni ise Andrew Niccol.

Duplicity: Bourne serisi ve Michael

Clayton filminden tanıyacağımız Tony

Gilroy’un yeni filmi. Başrolde Clive Owen,

Julia Roberts ve Paul Giamatti var.

Inglorious Bastards: Tarantino’nun

yönetmenliğini üstlendiği, başrollerinde

Brad Pitt, Diana Krueger ve Eli Roth’un

olduğu bir film. Naziler’i anlatan “Inglorious Bastard”ı Temmuz 2009’da izleyebileceğiz.

The Wolfman: Kurt Adam’lı filmlerin en yenisi. Başrolde Anthony Hopkins, Benico Del Toro,

Hugo Weaving ve Emily Blunt’ın olduğu filmi Kasım ayında izleyebileceğiz.

Terminator Salvation: Christian Bale’in başrolünde olduğu, yeni üçlemenin ilk halkası olan filmi

Haziran-Temmuz aylarında izleyebileceğiz.

Watchmen: 300 ile büyük beğeni toplayan Zack Snyder’in yönettiği bu çizgi roman

uyarlamasını 9 Mart’ta izleyebileceğiz.

X-Men Origins – Wolverine: Wolverine’e odaklanan bu yeni X-Men filmini yaz aylarında

izleyebileceğiz.

Appaloosa: Yönetmenliğini Ed Harris’in üstlendiği, başrollerini Jeremy Irons, Ed Harris, Renée

Zellweger ve Robert Jauregei’nin paylaştığı western türündeki filmi ocak-şubat aylarında

izleyebileceğiz.

Vicky Christina Barcelona/Barselona, Barselona: Yönetmenliğini Woody Allen’in yaptığı,

başrollerinde Scarlett Johansson, Penelope Cruz ve Javier Bardem’in olduğu ve bir aşk üçgenini konu

alan filmi ocak ayında izleyebileceğiz.

Page 93: Xasiork Dergi 5. Sayı

93

Argentine/Guerilla: Benico Del Toro’nun devrimci “Che Guera”yı canlandırdığı, Che’yi anlatan

ve dört buçuk saatten oluşan bir film. Bu yüzden film ikiye ayrılarak gösterime girecek. İlki olan

Argentine’i ocak, ikincisi olan Guerilla’yı ise şubat ayında izleyebileceğiz.

The Spirit: Başarılı çizer Frank Miller’ın ikinci filmi. Başrollerinde Eva Mendes, Gabriel Macht,

Scarlett Johansson, Samuel L. Jackson ve Paz Vega’nın olduğuİ ölüp tekrardan dirilen Spirit’in

yaşamını konu alan bir film. Filmi 2009’un başlarında izleyebileceğiz.

Revolutionary Road/Hayallerin Pe şinde: Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio’yu Titanic’ten

on yıl sonra aynı projede buluşturan filmin yönetmeni, American Beauty’nin de yönetmeni olan Sam

Mendes. Filmi ocak ayında izleyebileceğiz.

Valkyrie/Valkyrie Operasyonu:

Tom Cruise’un başrolde olduğu ve Adolf

Hitler’e yapılmış olan suikastı konu alan

bir film. 30 Ocak’ta izleyebileceğiz.

Benjamin Button’un Tuhaf

Hikâyesi: Brad Pitt ve Cate Blanchett’ın

başrolde olduğu ve tersine yaşam süren

Benjamin Button’un hayatını konu alan

filmi ocak ayında izleyebileceğiz.

Yönetmeni David Fincher.

Fast and Furious/Hızlı ve Öfkeli:

Serinin yeni filmi. Vin Diesel ve Michelle Rodriguez başrolde. Gösterim tarihi Aralık ‘09.

Star Trek: J.J. Abrams’ın yönettiği, Eric Bana, Zachary Quinto, Simon Pegg ve Chris Pine’in

başrolde olduğu filmi Mayıs ayında izleyebileceğiz.

Angels & Daemons / Melekler ve �eytanlar: Da Vince Code’dan sonra Tom Hanks ve Ron

Howard yeni bir Dan Brown uyarlamasıyla bir kez daha aynı seti paylaşıyor. Film Mayıs ayında

gösterime girecek.

Page 94: Xasiork Dergi 5. Sayı

94

Drag Me to Hell: Sam

Raimi’nin yazıp yönettiği filmi

Mayıs ayında izleyebileceğiz.

Transformers – Revenge

of the Fallen: Michael Bay’in

tekrardan yönetim koltuğuna

oturduğu, Shia LeBouf ve Megan

Fox’un başrollerini paylaştığı

devam filminde kahramanlarımızı

yeni düşmanlar beklemektedir.

Filmi haziranda izleyeceğiz.

Public Enemies: Michael

Mann’in yönettiği, Johnny Depp, Christian Bale ve Marion Cottillard’ın başrolde olduğu film bir suçlu

ile bir polisin kaçma kovalama hikâyesini anlatıyor. Yılın heyecanla beklenen filmlerinden olan Public

Enemies’i temmuzda izleyebileceğiz.

Sherlock Holmes: Guy Ritchie’nin Sir Arthur Conan Doyle’un en sevilen karakterini uyarladığı

yeni filminde başroller Robert Downey Jr ve Jude Law’a gitmiş vaziyette. Çekimleri hızla devam eden

filmi kışın izleyebileceğiz.

2012: Roland Emerich’in yeni “felaket” filmi 2012’yi temmuzda izleyebileceğiz. Yönetmen

filminde dünyanın sonunu işlemekte…

The Imaginarium of Doctor Parnassus: Heath Ledger’ın başrolünde olduğu; fakat

tamamlayamadığı filmin yönetmeni Tony Gilroy. Ledger’ın oynadığı “Tony” karakterini Johnny Depp,

Jude Law ve Colin Farrel da oynamaktadır. Filmi sonbaharda izleyebileceğiz.

Shutter Island/Zindan Adası: Scorsese’nin yeni filminde başrol her zamanki gibi Leonardo Di

Caprio’ya ait. Kışın izleyebileceğiz.

The Green Zone: Paul Greengrass ile Matt Damon’ın Bourne setinden sonraki ikinci işleri olan

The Green Zone’ı bu yıl içinde izleyebileceğiz.

Informant: Matt Damon’ın başrolde olup Steven Soderbergh’in çektiği filmi kışın izleyebileceğiz.

Page 95: Xasiork Dergi 5. Sayı

95

Margaret: Gene Damon’ın başrolde olduğu filmi aralık ayında izleyebileceğiz. Damon’a Anna

Paquin eşlik etmekte.

YERLİ FİLMLER:

Güneşi Gördüm: 2007 yılında

Beyaz Melek’le sinemaya yönetmenlik

ve oyunculukla adımını atan, pek çok

festivalde ilgi gören ve 2007’nin en fazla

gişesini alan Mahsun Kırmızıgül’ün ikinci

filmi. Bu filminde Mahsun Kırmızıgül bir

sürü önemli oyuncuyla çalışıyor. “Güneşi

Gördüm”ün başrollerini Ali Sürmeli, Altan

Erkekli, �erif Sezer, Alper Kul, Cezmi

Baskın, Cihat Tamer, Demet Evgar,

Deniz Oral, Emre Kınay, Sarp Apak,

Serhad Çağlayan, Yiğit Özşener, Zafer

Ergin, Deniz Oral, Erol Günaydın, Hande Subaşı, Itır Esen, Menderes Samancılar, Nurseli İdiz ve

Kamil Sönmez üstleniyor. Filmi 12 Mart’ta izleyebileceğiz.

Her �eyin Bitti ği Yer: Yönetmenliğini Ezel Akay’ın, başrollerini Okan Bayülgen ve Meltem

Cumbul’un üstlendiği, Sami Dündar’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve Dündar’ın 17 Ağustos

Depremi çevresinde ilerleyen hayatını konu alan film.

Recep İvedik 2: 2008’in en çok izlenen filmi olan Recep İvedik’in yepyeni maceralarını anlatan

filmi 12 �ubat’ta izleyebileceğiz.

Vali: Recep Yazıcıoğlu’nun Denizli’de görev yaptığı süre içinde başından geçen olayları anlatan

filmin başrolünde Erdal Beşikçioğlu, Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu, �ebnem Dönmez, �emsi İnkaya,

Ayşegül Ünsal, Özgür Çevik ve Hakan Boyav üstleniyor. Filmi 9 Ocak’ta izleyebileceğiz.

Güz Sancısı: 6-7 Eylül Olayları’nı bir Rum fahişesi ile bir Müslüman erkeğin aşkı ekseninde

anlatan, yönetmenliğini Tomris Giritlioğlu’nun, başrollerini Murat Yıldırım, Beren Saat, Okan Yalabık,

Umut Kurt, Belçim B. Erdoğan, İlker Aksum, Hüseyin A. Danyal, Tuncel Kurtiz, Avni Yalçın ve Kenan

Bal’ın üstlendiği filmi 23 Ocak’ta izleyebileceğiz.

Page 96: Xasiork Dergi 5. Sayı

96

Gölgesizler: Hasan Ali Toptaş’ın Yunus Nadi ödüllü aynı adlı yapıtından uyarlanan filmi 27

�ubat’ta izleyebileceğiz. Filmin

yönetmeni Ümit Ünal. Başrollerinde

Selçuk Yöntem, Hakan Karahan, Taner

Birsel, Ertan Saban, Altan Erkekli,

A.Mümtaz Taylan, Arsen Gürzap,

Onuryay Evrentan, Taies Ferzan,

Biğkem Karavus, Umut Karadağ,

Aydemir Akbaş, Ahmet Özaslan var.

Ayakta Kal: Faruk Aksoy’un yeni

filminde başrol Sinem Kobal, Oğuzhan

Yıldız, Mehmet Aslan ve Irmak Ünal’a

ait. Filmin yönetmeni Adnan Güler. Film, devlet lisesi öğrencileri ile kolejli öğrenciler arasındaki sınıf

çatışmasını konu almakta. “Ayakta Kal”ı16 Ocak’ta izleyebileceğiz.

Kadri’nin Götürdü ğü Yere Git: �afak Sezer ve Alp Kırşan’ın başrolde olduğu komedi filmi. 16

Ocak’ta gösterime girecek.

Page 97: Xasiork Dergi 5. Sayı

97

Genç yaşta kitabı yayınlanan genç bir yazar için, çevresinden göreceği destek önemlidir. Bu

süreçten geçenler iyi bilir ki, kitabın yayınlanmadan önce gördüğü ilgiye paralel olarak beklentiler

gelişir insanda. Arkadaşlar, eşler, dostlar kitabı alıp okumak ve o çok değerli yorumlarını sunmak için

sabırsızlık içinde bekleşmektedirler…

Bu tarz iyi niyetli beklentiler, neyin ne olduğunu görüp az da olsa pişmeyi başaran genç yazara

sonradan çocukça gelse de, aslında son derece normal, doğal, gerçeğe yakındırlar. Zira insanlar

okusunlar diye yazar, bunun da sonucunu da elde etmek isteriz. Ne var ki yakınımızdakiler

yazdıklarımızla ilgilenecek kişiler listesinin genellikle sonlarında gelmektedirler. Tebrik, tezahürat

ganidir ama onun ötesinde can sıkıcı bir boşluk vardır.

Yazar-çizer Necdet �en’in çok sevdiğim bir sözü bu ‘genç yazar’ güruhunun hislerine tercüman

olacaktır. Velhasıl beni bu metni

yazmaya iteleyen de budur.

Yaklaşık olarak şöyle der Necdet

�en: “Biz yazar-çizer takımı yakınımızda

değil uzakta buluruz genellikle

okurumuzu. Yazmak-çizmek, imdat

mesajı yazılı bir kâğıdı şişeye koyup

denize salmak gibidir. Yalnız olduğumuz

-öyle olduğumuzu düşündüğümüz- için

atmışızdır şişeyi denize. Ama akıntı onu

nereye sürükler, mesajı kim bulur, kim onca mesafeyi aşarak size ulaşmaya çalışır, bunu önceden

kestiremezsiniz…”

Akıntının sürüklediği noktada mutlaka birileri vardır aslında. Uzaktaki o okur için durmadan

yazar, ona içimizi dökeriz arsızca. Yakındaki okursa bir o kadar uzaktadır. Ürettiklerinize karşı

soğukkanlı duyarsızlığını ısrarla sürdürür. Öyle ki, an gelir onların yanında yazdıklarınızdan

bahsetmekten çekinir, bu sanki bir suç, bir itilmişlik nedeniymiş gibi hissederseniz. Bu tabir abartılı

değildir. “Kitap mı yazdın sen?” sorusunu sorup, bu alelade, üzerinde durulmaya değmeyecek bir

şeymiş gibi anında alakasız bir konuya geçiveren bir arkadaşın yanında hissettiklerimiz genellikle

budur.

UZAKTAKİ OKUR – KADİM GÜLTEKİN X K dergidergidergidergi

Page 98: Xasiork Dergi 5. Sayı

98

Her ne kadar bu kişisel bir yazı gibi görünse de, kitabı yayınlansın yayınlanmasın, yazmakla

uğraşan hemen her gencin başına bunun geldiğini tahmin etmekle kalmıyor, biliyorum.

Yazmaya ilk başladığımızda, başlarda bunları pek teşhir etmek istemeyiz. Yazdıklarımızı

yetersiz görür, birileriyle paylaşmaya cesaret edemeyiz. Ne var ki, içimizde sakladıkça taşmaya yüz

tutan sıkıntılar gibi, yazdıklarımız da bir okuyucu arzusu ile kıvranıp dururlar. Arkadaşların iş başı

yapma zamanı gelmiştir.

Bu aşamada, yazdıklarımla hiç ilgilenmeyen, ilk anda ilgi çekici bulmuş gibi davranıp, sonra

hemen kenara çekilen arkadaşlarımın tavırları bana şaşırtıcı gelmişti. Bu umursamazlığın ötesinde,

daha vahim durumlarla da karşılaşmıştım ne yazık ki. “Bunları aklından mı yazıyorsun?”, “Vay be bir

de sayfa sayfa yazmışsın!”, “Benim öykümü de yazsana. Manyak roman olur şerefsizim!” ve şu an

isteyerek ya da istemeyerek hafızamın derinliklerine attığım birçok tepki ile karşılaştım. Bu sorularla

karşılaşmanın en zor yanı, onlara verecek en mantıklı cevabın bile karşıdaki için fazla bir anlam ifade

etmeyeceğini bilmemin verdiği bunaltıcı duygu ile boğuşmaktı.

Kitabım yayınlandığında, öykülere verilen tepkilere nazaran daha adamakıllı tepkiler alacağımı

düşünüyordum. Sonuçta öyküler başkalarının gözünde çok bir şey ifade etmiyordu. A4 kâğıdına basılı

sıradan şeylerdi. Ama bir kitap, en azından okunmaya değe bir şeyler olduğunun göstergesiydi ve bu

sefer kesinlikle ilgilerini çekmeliydi.

�u anda çevremdeki arkadaşlarım arasında kitabımı okuyanların sayısının iki elin parmaklarını

geçmediği, hatta o kadarını bile bulmadığı gerçeğiyle iç içeyken, ne kadar da iyimser olduğumu

düşünmeden edemiyorum. Yine de bu ilgisizlik beni hâlâ şaşırtıyor. Bir insan arkadaşının yazdıklarını

neden merak etmez?

Aslına bakılırsa onların tam anlamıyla ilgisiz olduklarını söyleyemem. Tamamına yakını

satışların nasıl gittiğini defalarca sordu. Okuldaki kitapçıya gelen kitaplarımın hâlâ satılmadığını

söylemekle uğraşmak istemediğimden, her defasında bu soruyu geçiştirdim. Onlara kitabımı neden

okumadıklarını soramazdım. Bu bir tercih meselesiydi. Kimseyi elbette yargılayamazdım.

Ama o soruyu sormadan edemiyorum:

Bir insan, arkadaşının yazdıklarını neden merak etmez?

Page 99: Xasiork Dergi 5. Sayı

99

“… �unu iyi bilin ki Prensim, kabaran

okyanusların Atlantis’i ve onun görkemli

kentlerini yutmasından hemen sonra Dünyada

o güne değin görülmemiş bir çağ başlamıştı.

Aryas’ın oğullarının doğduğu bu çağda, Dünya

üzerindeki imparatorluklar ve uygarlıklar,

gökteki yıldızların mavi parıltıları kadar dağınık

fakat belirgindi. İşte bu sıralarda Kimmeryalı

Conan geldi. Çelik bilekli elinden kılıcını hiç

bırakmayan bu kara saçlı, şahin gözlü yiğit tüm

imparatorlukları sandallı ayağının altında

çiğnemek istiyordu…”

Bir Nemedya efsanesinden

Robert E. Howard’ın yarattığı ve çizgi

roman dünyasında oldukça saygın bir yere

sahip Conan’ın Hollywood macerası 1982 yılına denk gelir. Coppola’nın meşhur Apocalypse

Now filminin senaristi John Milius bu kez yönetmen koltuğuna oturur. Genç bir yıldız adayına

da Conan rolü verilir. Seksenli yılların el üstünde tutulan en önemli aksiyon yıldızlarından biri

olan Arnold Schwarzenegger’ın ilk büyük filmi olan Conan, yönetmen ve senarist Milius’un

yetenekli ellerinde kült bir epik-fantastik film haline gelecektir.

Senaryo koltuğundaki bir başka önemli isimse Oliver Stone. Stone ve Milius bir

kahramanın yaşamına çocukluğundan başlayarak tanıklık etmemizi istiyor ve Nietzsche’nin,

“Beni öldürmeyen şey güçlendirir,” sözleriyle başlayan filmin açılışında bizi Conan’ın

çocukluğuna, her şeyin başladığı ana götürüyorlar.

Thulsa Doom isimli büyücü ve emrindeki askerlerin kasabaları basıp her yanı yakıp

yıktıkları ve küçük çocukları esir aldıkları bir dönemde, küçük Conan ve ailesinin yaşadığı köy

de bu yıkımdan nasibini alacaktır. Birçok köyden toplanan esir çocuklar gibi Conan da ağır

işlerde çalıştırılır ve bir barbar gibi yetiştirilir. Conan fiziksel olarak çok güçlüdür.

BARBAR CONAN – ONUR ALTINIŞIK X K dergidergidergidergi

Page 100: Xasiork Dergi 5. Sayı

100

Özgürlüğünü kazanana kadar gladyatörlük yapar. Bu çelik bilekli barbar dünyayı tanıyacak ve

kendi kaderini kendi elleriyle çizip Aquilonya’ya kral olacaktır. Büyücülerin, cadıların, kralların

ve barbarların hüküm sürdüğü bu çağda Conan gücü, cesareti ve tanrısı Crom’la önüne

gelen her kim olursa olsun kafa tutacaktır. Çünkü tek ve en gerçek sırrı bilmektedir: Çeliğin

sırrı…

Çizgi romanın kimi hayranları filmin öyküsünü beğenmediler. Çizgi romanların başarılı

öykülerinin yanında filmin öyküsünün çok güçlü olduğunu söylemek zor. Ancak senaryonun

çarpıcı ve heyecanlı bir tempoya sahip olduğu da bir gerçek. Perdeye yansıtılan fantastik

öğeler ise kıvamında ve etkileyici. Ölüm döşeğindeki Conan’ı iyileştirmeye çalışan büyücü ve

gece gelen cinlerden tutun da yılan

tapınağındaki mücevherlere, dev

yılanlara, başkarakterin çarpıştığı kötücül

güçlerin başı olan büyücü Thulsa Doom

ve tarikatına kadar her bir ayrıntı oldukça

zengin bir fantastik atmosfer yaratıyor.

Türünün çok başarılı bir örneği.

Fakat öyle bir isim var ki, çizgi

romanın hayranı olup filmin öyküsünü

beğenmeyenler bile hayranlık duymaktan

kendilerini alamayacaklardır. Kompozitör

Basil Poledouris. Bu müthiş yetenekli

Yunan bestecisi, Conan The Barbarian’a

adeta ruh üfleyen kişi. Daha açılış jeneriğiyle izleyiciyi koltuklarına çivileyen unutulmaz

bestesi Crom’un Örsü’yle (Anvil Of Crom) ilk vurgunu yapıyor ve film bitene kadar birbirinden

muhteşem bestelerle bütün film ekibini ihya ediyor.

Basil Poledoruis sinema tarihinin en yetenekli müzisyenlerinden biri. Sean Connery’nin

başrolünde oynadığı Hunt For Red October filminden de hatırlayacaktır sinemaseverler

kendisini. Orkestrayı ve koroyu enfes bir şekilde bir araya getirmeyi bilen bu muhteşem adam

ne yazık ki 2006 yılında aramızdan ayrıldı. Conan’da kullandığı vurmalı çalgılar ve zillerle;

barbarlığı, kahramanlığı, epik atmosferi ve fantastik dünyayı kulaklarımızdan içeri akıtmayı

bildi.

Page 101: Xasiork Dergi 5. Sayı

101

Filmin oyuncu kadrosunda birbirinden yetenekli isimleri görüyoruz. Bergman’ın en

sevdiği oyunculardan Max Von Sydow “Kral Osric” rolünde karşımıza çıkıyor. Kimi

sinemaseverin hatırına Azrail’le oynadığı satranç

gelirken korku severler The Exorcist’te Peder

Lancaster Merrin olarak hatırlayacaktır. Darth

Vader’ın sesi olarak tanıdığımız James Earl Jones

sapkın bir tarikatın büyücü lideri Thulsa Doom

rolünde gerçek anlamda seyir zevki sunuyor. Yüzü

ve mimikleri inanılmaz derecede uyumlu ve rolüyle

bir olmuş demek hiç zor değil. Thulsa Doom’u

unutulmaz bir büyücü haline getiren de hiç kuşkusuz

isim Jones.

Filmle ilgili küçük bir araştırma yaptığımızda

Thulsa Doom’un ve askerlerin dış görünüşlerinin

Sergei Eisenstein’ın Alexandre Nevsky filmindeki

şövalyelerden esinlenmiş olduğunu öğreniyoruz.

Conan’ın bir gece misafir olduğu, seviştiği ve neredeyse ölümüne sebep olacakken

şöminede yaktığı cadı rolündeki Cassandra Gava’yı da anmadan geçmeyelim. �ehvetli

görüntüsü ve korkunç yüzüyle filmin unutulmayan sahnelerinden birine sahip oldu.

Yine Schwarzenegger’ı ele aldığımızda seksenlerin bir başka aksiyon yıldızıyla

paralelliklerine tanık oluyoruz. Sylvester Stallone’un Rocky karakteri ve Conan birbirlerinden

çok da farklı olmayan iki kişilik. Ezilen, umursanmayan ama büyük kas gücüne ve

dayanıklılığa sahip bu iki kahramanın en belirgin ortak özellikleri yollarının barbarlıkta

kesişmeleridir. Rocky karakteri özellikle ilk filmde sürekli aptal olduğundan bahseder.

Conan’ın da ilkel davranışlarına sık sık tanık oluruz. Tabii birbirinin aynı oldukları

söylenemez. Rocky pek bir umudu olmayan bir kenar mahalle genciyken Conan ilkel bir

cesarete ve morale sahiptir. Filmin başında Conan’ın ailesinin de savaşçı ve onurlu bir

kabileden olduğunu görüyoruz. Yine de benzerlikler oldukça paralel.

Conan The Barbarian; unutulmaz müzikleri, Schwarzenegger’ın ve diğer isimlerin

yeteneği, fantastik atmosferi, kılıç dövüşleri ve karanlık çağlarda hayat bulan öyküsüyle yakın

zamanda yeniden izlenmeyi hak eden başarılı bir yapım. DVD olarak piyasada mevcut olan

Page 102: Xasiork Dergi 5. Sayı

102

CTB’nın bir de devam filmi var. Conan The Destroyer’ın her yönüyle ilk filmin gölgesinde

kalmış bir yapım olduğunu ekleyerek yazıyı noktalayalım.

Page 103: Xasiork Dergi 5. Sayı

103

Clive Barker… Tanı şma

Neredeyse her gün yaptığım gibi o gün de bir kitapçıya/bir

yeryüzü cennetine uğramadan dönmeyecektim eve. Bu nedenle

Kadıköy’ün, içinde vakit geçirmekten en hoşlandığım kitapçısına gittim.

Tanıdık yüzlerin arasından sıyrılıp artık gözüm kapalı bile bulabileceğim

bölüme doğru ilerledim ve üç-dört raftan oluşan bölümün önüne gelince

durup dikilmeye başladım. Gözlerimle kitapları tarıyordum. Dün

gördüğüm kitaplar yine oradaydı. Ve ondan önceki gün gördüklerim de.

Zaten raflardaki kitapların birçoğu benim kütüphanemde de vardı.

Buraya kadar her şey, her zaman olduğu gibiydi. Sıradan bir

günün, sıradan bir anı. Sıradanlaşmış bir ritüel.

Ne olduysa bakışlarımı aşağıya kaydırmamla oldu. O an

bir farklılık yaratıldı.

Daha önce görmediğim bir kitap vardı rafın en alt

sırasında. Ön kapağı görünecek şekilde duruyordu. Ve

kapağındaki yüz… O turuncu kâbus, ifadesiz gözlerini dikti

yüzüme. Kitabı eline al diye fısıldıyordu sanki, dudakları

oynamadığı halde.

Eğilip kitabı alınca yüzün aslında bir maske olduğunu

fark ettim. Kimsenin yüzünde görmeyi istemeyeceğim türden bir maskeydi. O haliyle bile ürkütücüydü.

Maskenin üzerindeyse bir cümle yazıyordu:

Nihayet gecenin de bir efendisi oldu.

Heyecanlanmıştım. Yeni yazarlar keşfetmek, başka dünyalara açılan kapılardan birini daha

bulmaktı. Ve içimde, o kapılardan birini bulduğuma dair kuvvetli bir his vardı.

Clive Barker… Yazar, ressam,

senarist… King’in korku edebiyatının

geleceği olarak gördüğü Barker’ı

kitaplarıyla değilse bile filmleriyle

mutlaka tanıyorsunuzdur. Eğer

korku filmlerini seviyorsanız,

“Hellraiser” ya da “Şeker Adamın

Laneti” filmleri size çok şey ifade

ediyor demektir.

KABAL – KEREM KARANFİL X K dergidergidergidergi

Page 104: Xasiork Dergi 5. Sayı

104

Kitabın arkasını çevirdim ve “Korku edebiyatının geleceğini gördüm… Adı Clive Barker’dı”

yazısını okudum. Üstelik bu cümleleri söyleyen sıradan birisi değildi. Bu kişi yaşayan bir efsaneydi.

King’di. Stephen King… Binlerce karaktere ruh vermiş usta. Vakit kaybetmeden kitabı satın alıp

ayrıldım oradan.

İşte böyle tanıştım Barker’la. Kapağını, sarı gözlerini size diken turuncu bir kâbusun süslediği

romanıyla.

Kabal’la.

Kabal – Kuzular Kurt, Kurtlar Kuzu Postuyla Kar şımızda

Hayat, türlü kılıklara girip dört bir yandan saldırır her gün ve öyle bir gün gelir ki dayanamaz olur

insan; artık taşıyamadığı yüklerden, kaldıramadığı

sorumluluklardan, yabancılaştığı insanlardan

kurtulmak, ardına bile bakmadan kaçıp gitmek

ister. Ancak çoğu zaman lafta kalır bu istek. Diline

dolanan ve kendini tatmin ettiği bir yalan olmaktan

öteye gidemez. Çekip gitmek o kadar kolay

değildir. Ne kadar hırpalarsa hırpalasın toplum

görünmez ipleriyle kendine bağlamıştır insanı. Ne

kadar söylenirseniz söylenin bir yeriniz vardır

içinde. Ve içinizde bir yerlerde siz de bilirsiniz bunu.

Ancak ya toplum keserse bu ipleri. Ya bir

balgam gibi tükürüp kurtulmak isterse sizden. O

zaman ne yaparsınız? Nereye gidersiniz?

Boone, doktoru Decker’dan onlarca insanın

katili olduğunu öğrendiğinde gidebileceği tek bir

yerin olduğuna karar verir. Burası fiziksel dünyanın ötesindedir. Ancak önüne atladığı kamyon gitmek

istediği bu yere, ölüler diyarına kadar götürmez onu. Azrail’in listesinde sıra ona gelmemiştir henüz.

Hastane odasında, beyaz duvarların arasında yatarken sığınacağı bir başka yerin adı çalınır

kulağına. Burayı daha önce de duymuş, ama umursamamıştır. Ancak artık her şey farklıdır. Boone

günahlarla yüklüdür. Ve adını duyduğu bu yer, gerçek ya da hayal ürünü ne günah işlemiş olursanız

olun affedilebileceğinizi vaat etmektedir.

Page 105: Xasiork Dergi 5. Sayı

105

Boone… Doktoru Decker’ın, sevgilisi Lori’nin, hatta son çaresi ölümün bile dışladığı Boone daha

önce acı çekenlerden işittiği bu yere gitmeye karar verir.

Bu yer Midian’dır.

Ancak Midian’a kabul edilmenin şartları vardır. Canavarsanız sorun yoktur. Ama eğer

değilseniz… Geriye tek bir seçenek kalmaktadır. Avcı değilseniz avsınızdır. Gecedölü değilseniz

etsinizdir. Biri ya da öteki.

Ancak Boone hasta ruhlu bir katil olduğunu düşündüğünden tereddüt etmez ve yaşayanların

umursamadığı canavarların, görmezden gelinen dışlanmışların, farklı oldukları için lanetlenip nefret

edilenlerin diyarına doğru yola koyulur.

Midian’a doğru.

Barker bu romanıyla bize aslında insanlar ve canavarlar arasındaki çizginin ne kadar da ince

olduğunu gösteriyor. Ve bu iki türün aslında ne kadar sık yer değiştirdiklerini.

Bazen kurtların kuzu, kuzuların da kurt postuna bürünebildiklerini.

Clive Barker… Tekinsiz Dünyaların Mimarı

Clive Barker… Yazar, ressam, senarist… King’in korku edebiyatının geleceği olarak gördüğü

Barker’ı kitaplarıyla değilse bile filmleriyle mutlaka tanıyorsunuzdur. Eğer korku filmlerini seviyorsanız,

“Hellraiser” ya da “�eker Adamın Laneti” filmleri size çok şey ifade ediyor demektir. Maalesef

Barker’ın tüm eserleri dilimize çevrilmedi. �u an çevrilmiş olanlar ise şöyle:

“Kan Kitapları 1-2-3 ”

“Kabal ”

“Zaman Hırsızı ” (Bir çocuk romanı. Ama bu tür kitaplar okuyorsak zaten hangimiz büyüğüz ki?)

“Lanetleme Oyunu ”

“Kutsanma Ayini ”

“Galilee ”

Barker’ı burada anlatmaya kalksam herhalde başaramam. O yüzden yazmayı burada

kesiyorum.

Page 106: Xasiork Dergi 5. Sayı

106

Ve Barker’dan anahtarı bir an önce almanızı tavsiye ediyorum. İnanın kapının ardında görülecek

çok şey var.

Hazlarla dolu bir dünya sizi bekliyor!

Page 107: Xasiork Dergi 5. Sayı

107

BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU

ĐLE

SÖYLEŞĐ

Türkiye’nin ilk fantastik

kurgu serisi olan “Perg

Efsaneleri”nin yazarı

Barış Müstecaplıoğlu ile

Türkiye’de fantastik

edebiyat, hayal gücü ve

büyülü diyarlar üzerine

dolu dolu bir söyleşi…

Page 108: Xasiork Dergi 5. Sayı

108

Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul etti ğiniz, bize zaman ayırdı ğınız için te şekkür

ederiz. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Kimdir Barış Müstecaplıo ğlu?

1977 yılında Kocaeli’nin İzmit ilçesinde doğdum. Aslında İnşaat Mühendisliği okudum ama içim

ısınmadığı için hiç yapmadım bu işi. Yıllardır hem çeşitli firmalarda İnsan Kaynakları Uzmanı olarak

çalışıyorum hem de çocukluğumdan beri tutkum olan yazarlığa devam ediyorum.

Kitap okumaya ba şlamanız ne zamana tekabül ediyor? Ülkemizde kitap o kuma

alışkanlığının ne kadar az oldu ğu biliniyor; sizi bu ortamda kitap okumanızı ne sa ğladı?

Ailem kitaba meraklıydı. Evimizde her zaman bol bol kitap olurdu. Abim de çok okuyan bir

insandı. Ama gene de bu kişisel bir şey sanırım; ben

edebiyatı bir tutku haline getirdim, abimse bilimi. Bir

üniversitede akademisyen şimdi.

Peki yazmaya ne zaman ve nasıl ba şladınız? Sizi

fantastik kurgu yazmaya iten şey neydi? Sizce Fantastik

Kurgu’nun di ğer türlerden nazaran yazarı çeken ne gibi

yönleri var?

İlk öykülerimi ortaokul sıralarında yazmıştım. Belli bir

sebep söyleyemem; çok küçük yaşlardan beri yazmak bende

bir ihtiyaçtı. Fantastik Kurgu’ya abimin kütüphanesi

sayesinde yaklaştım. O benden daha sıkı bir fantastik kurgu

okurudur, uzun yıllar FRP de oynamıştır. Ben bu konuya

daha edebi bir açıdan yaklaştım. Ursula K. LeGuin, Tolkien

gibi üstatların fanteziyle edebiyatı buluşturma tarzları hoşuma gitti ve Türkiye’de henüz yapılmamış bir

işe imza atmak da çekici bir düşünceydi. Fantastik Kurgu yazarı özgür bırakan bir tür; olayların

geçeceği mekânı, hayatın kurallarını, her şeyi kendi hayalinize göre kurgulayabilmek yaratım

aşamasında tüm sınırları ortadan kaldırıyor.

Türkiye’de bir ilki ba şararak bir fantastik kurgu serisi kaleme aldınız. R omanınızı

yazarken, kitaptaki (fantastik) imgeleri herhangi b ir şeyden esinlenerek yazdı ğınız oldu mu?

Herhangi bir şeyden esinlenmeden hiçbir şey yazamazsınız. Burada önemli olan esinlendiğiniz

şeyi birebir kullanmamak, onu kendi yaşanmışlıklarınız, birikimleriniz, duygularınızla yoğurup yeni ve

özgün bir hale sokmak. Elbette seyrettiğim filmlerden okuduğum kitaplara, yaşadığım gerçek olaylara,

BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU İLE SÖYLEŞİ X K dergidergidergidergi

Page 109: Xasiork Dergi 5. Sayı

109

tanıdığım ilginç insanlara, beni etkileyen her şeyden ilham almışımdır, bazen bilinçli bazen bilinçsiz

olarak.

Sizce fantastik kurgu yazmanın ne gibi zorlukları v ar?

Dünyayı yaratıp kurallarını koyduktan sonra, bu kurallara uymak zorundasınız; romanın

tutarlılığını, inandırıcılığını sağlamak açısından. İlk başta sınırlarınız yok belki ama kendi sınırlarınızı

belirledikten sonra onların dışına taşarsanız inandırıcılığınızı kaybedersiniz. Buna dikkat etmek gerek.

Bunun dışında güçlü bir hayal gücü gerekiyor elbette, o olmadan zorlasanız da iyi bir şey

yazamazsınız.

Peki genel olarak “düzenli ve planlı” mı yazarsınız yoksa ilhama inananlardan mısınız?

İlham sadece öyküyü aklınızda kurgularken, yazma sürecinin başlarında işe yarayan bir kavram.

Daha sonrası sıkı çalışma, iyi planlama ve edebiyata, cümlelere olan hâkimiyetinizle ilgili.

Genelde yazarların, yazarlık macerasına atılmadan e vvel, hatta çocukken okudu ğu

kitapların gelecekte kaleme aldı ğı eserlerde etkisinin oldu ğu görülür. Sizin çocuklu ğunuzda

okudu ğunuz herhangi bir masal veya buna benzer bir kitap Perg Efsaneleri’ni etkiledi mi?

Dediğim gibi okuduğum ve sevdiğim her kitabın bir etkisi olmuştur, belli birini söylemek anlamlı

olmaz.

İlk kitabınızı yayınlayana kadar ba şınızdan neler geçti? Yayınevlerinin, ilk zamanlarda

Türk yazarlara kar şı bir ilgisizli ği söz konusuydu ve bu bir ölçüde kırılmı ş olsa da hâlâ devam

ediyor. Kitaplarını yayınlatmak konusunda di ğer yazarlara göre biraz daha şanlıydınız

Page 110: Xasiork Dergi 5. Sayı

110

herhalde. Yayınevlerinin bu katı tavrı hakkında nel er düşünüyorsunuz? Bir yazar olarak yayın

dünyasını nasıl buluyorsunuz?

Pek de şanslı olduğumu düşünmüyorum. Perg Efsaneleri bu sene Bulgaristan’da yayınlanacak,

polisiye romanım Polonya’da yayınlandı ve Romanya’da da yayınlanacak. Amerika’da çıkacak bir

öykü seçkisinde de bir öykümü kullandılar. Yurtdışında da beğeni kazandıklarına göre Metis’in

editörlerinin kitaplarımı basmak istemesi çok anormal değil demek ki. Ortaya gerçekten iyi bir eser

koyduktan sonra bastıracak bir yayınevi bulmanın o kadar da zor olduğunu düşünmüyorum. Evet,

Amerika’da olsanız vasat bir kitabı da bastırabilirsiniz, orada fantastik kitaplar popüler kültürün

etkisiyle çok daha fazla basılıyor. Ama vasat kitaplar Türkiye’de basılamıyor diye üzülmek çok anlamlı

değil. Doğrudur, Türkiye’de fantastik bir kitap bastırmak istiyorsanız gerçekten çok iyi bir kitap

yazmalısınız; hem edebi açıdan hem kurgu açısından. O zaman bize düşen de iyi yazmak için çok

çalışmak. Yayınevlerine gönderilen bazı dosyaları inceleme fırsatı buldum; ne yazık ki ben de bir

editör olsam basmazdım onları. Yayın dünyasının popüler kitaplara, genç kız romanlarına gösterdiği

toleransı fantastik romanlara göstermediği konusunda hemfikirim ama bu duruma üzülmek gelmiyor

içimden. Genç kız romanları seviyesinde fantastik romanlarımız olacağına olmasın daha iyi.

Page 111: Xasiork Dergi 5. Sayı

111

Türk fantastik edebiyatının geli şimi için, bu türlerde yazan insanları tek bir çatı altında

toplayacak ve sadece Türk yazar basacak bir yayınev ine gereklilik var mıdır? Böyle bir şey bu

türlerin yolunu açar mı sizce?

Bence pek mantıklı olmaz, çünkü standardı düşürür. Bakın, yazar olmak insanın hayatında

güller açtırmıyor, öyle çok matah bir şey değil; ancak gerçekten iyi bir yazarsanız, dünya çapında bir

şeyler yapabilecekseniz buna harcayacağınız emeğe, zamana değer. Öyle bir yeteneğiniz varsa da

bunu er geç bir yayınevine gösterme şansı bulursunuz zaten. Ben yayınevlerinin fantastik romanlar

konusunda seçici davranmalarına değil,

diğer türler konusunda bu kadar geniş

olmalarına karşıyım. Polisiye roman, aşk

romanı, gençlik romanı adı altında sayısız

kitap basılıyor her hafta. Raflar kalitesiz

kitaplarla dolup taşıyor ve bu kalabalık

içinde iyi yazılmış kitaplar da arada

kaynayıp gidiyor. Ayrıca böyle bir

yayınevinin sponsorluk haricinde yaşama

şansı da yok zaten ve sponsorluklar da

uzun ömürlü olmaz. Genç arkadaşlar buna

harcayacakları zamanı daha iyi yazmaya

harcasalar daha anlamlı olur.

Fantastik kurgu türünde yazma

çabasında olanlara neler önerirsiniz?

Fantastik Kurgu’nun da edebiyatın

bir parçası olduğunu unutmamalarını.

Benim çocukluğum dünyanın en iyi

yazarlarının yazdığı kitapları ders kitabı gibi okuyup çalışarak, Türkçe sözlükler, deyim kılavuzları

okuyarak, bazen günler boyu tek bir paragrafı nasıl daha iyi yazabilirim diye düşünerek geçti.

Öncelikle gerçekten niye yazmak istediklerini düşünsünler. �ayet para kazanmak, isim yapmak gibi

hayalleri varsa, Türkiye’de yazarlık bunun en zor yollarından biri. Sadece iyi yazmaya odaklansınlar,

başka bir şeye değil. Ve eğer gerçekten çok iyi bir kitap, fanteziyle edebiyatı buluşturabilen bir kitap

yazamayacaklarsa Türkiye’de bu kitabı bastırma, bastırsalar bile geniş kitlelere ulaştırma imkânını

bulmalarının zor olduğunu unutmasınlar. Yazar olmayı da gözlerinde çok büyütmesinler. Eğer

yazmayı seviyorlarsa zaten sonuçlarını, kitaplarını bastırıp bastıramayacaklarını düşünmeden

yazarlar. Yazmayı değil de yazarlığın onlara getireceğini sandıkları şeyleri seviyorlarsa, Türkiye gibi

bir ülkede bunlara ulaşmanın yazarlıktan çok daha kolay yolları var. Romantik sözlerle insanları

Page 112: Xasiork Dergi 5. Sayı

112

heyecana getirmek kolay ama bunu yapmak istemiyorum; gerçek bu şekilde. Eğer sadece iyi bir

roman yazmış olmak onları mutlu edecekse o zaman yapmaları gereken tek şey çalışmak, çalışmak

ve yine çalışmak. Sadece fantastik kurgu okumasınlar, öncelikle edebiyatı öğrensinler. Türkçeyi güzel

kullanmayı, karakter yaratmayı… Sonra buna hayal güçlerini de katsınlar. Bunları zaten yapıyorlarsa

benim bir şey önermem gerekmez, er geç başarıya ulaşırlar. Sonunda ellerine güzel bir eser yaratmış

olmaktan daha fazla bir şey geçmeme ihtimalinin yüksek olduğunu da unutmasınlar. Elbette bir şeyler

yazmaya girişmeden önce daha önce yazılanları da okumaları gerektiğini fark etsinler. Bana roman

yazıyorum tavsiyeniz nedir diye gelen onlarca genç arkadaş oldu şimdiye kadar, içlerinden kitaplarımı

okuyan çıkmadı. Komik bir durum aslında.

ODTÜ Fantezi Topluluğu beni konuşmacı

olarak bir etkinliğine çağırmıştı, çağıranlar

dâhil içlerinden kimse Perg Efsaneleri’ni bir

bütün olarak okumamıştı. Tek bir kitabını

okuyan bile azdı. Ne diyeyim daha.

Türkiye’deki ilk fantastik kurgu

serisini yazan biri olarak, türün gelece ği

hakkında ne dü şünüyorsunuz?

Romantik bir cevap verebilmek

isterdim ama gerçekçi olmak gerekirse

Türkiye için henüz ortada bir türden

bahsedebileceğimiz kadar iyi kitap yok.

Zaman içinde olursa onu o zaman

konuşmak lazım. Umarım şu an bir yerlerde

kendini romanına adamış, bize hem

fantezinin hem de edebiyatın tadını

hissettirebilecek yetenekte gençler harıl harıl kitaplarını yazıyordur, ama bilemiyorum gerçekten. Ben

de sizinle birlikte göreceğim neler olacağını.

Yazar yazdığı kitabın tanrısıdır denir. Siz, gerek ki şileri gerek mekânları olarak ba şlı

başına bir dünya yarattınız. Yeni bir dünya yaratmanın yazara verdi ği haz nedir?

Yeni bir dünya yaratmak yazara şöyle bir haz verir diyemem, çünkü bundan haz duymayan ve

hiç fantastik kurgu yazmaya heveslenmemiş bir dolu yazar var. Bunun doğrusu, yeni bir dünya

yaratmaktan haz duyan yazarlar fantastik kurguya heveslenir demek olur. Ben kendimi bildim bileli var

olmayan mekânlar hayal etmeyi severim, bu yüzden benim için keyifli bir süreçti.

Page 113: Xasiork Dergi 5. Sayı

113

Perg’de klasik fantastik ırk ve yaratıklardan ötesi ni görüyoruz. Pek çok ilginç varlıkla

karşılaştık seri boyunca. Bütün bunları hayal etmek, kurgul amak sizin için yorucu oldu mu?

Evet, yıpratıcı bir süreçti. Özgün bir eser yaratmak istiyordum; bu yüzden elfleri, cüceleri

kullanmak istemedim. Kültürleriyle, inançlarıyla, en önemlisi de elflerden ve cücelerden farklı olarak

hem iyi hem kötü niteliklere sahip, yani mükemmel ya da şeytani olmayan ırklar yaratmayı

amaçladım. Yazma sürecinin önemli bir kısmını bunların üzerinde düşünmek ve çalışmak oluşturdu.

Günlük hayatta kar şınıza çıkan veya daha önce okudu ğunuz, izledi ğiniz iyi ya da kötü

ruhlu bir insanın kitabınızdaki karakterler üzerind eki etkisi var mı?

Hayatımda beni etkileyen her olay ve her insan kitaplarıma da öyle ya da böyle etki ediyordur.

Bu yazma eyleminin doğal bir parçası. Tarih boyunca yazılmış bütün romanlar için geçerli.

En sevdi ğiniz fantastik kurgu yazarı, serisi ve karakteri ki mdir/kimlerdir?

Ursula K. LeGuin, Yerdeniz Büyücüsü, Ged. Bunun dışında pek çok yazarın farklı farklı yönlerini

severim: Tolkien’ın dünya yaratma becerisi, Terry Pratchet’in zekâsı ve ironisi, Margaret Weis-Tracy

Hickman çiftinin sürükleyiciliği hoşuma gider.

Günde kaç sayfa yazarsınız ve okursunuz?

Öyle bir standardım yok; bazen bir günde 300 sayfalık kitabı bitiririm, bazen bir hafta hiç

okuyacak vaktim olmaz. Yazarlığın haricinde tam zamanlı bir işte çalışıyorum. Yazarken de zaten öyle

bir standart konulamaz; aklınızda yazacak bir şey varsa yazarsınız yoksa günleriniz düşünerek geçer.

Ama bir roman üzerinde çalışırken uzun süre yazmasam bile romanı aklımda çalışmadığım tek bir

gün olmaz. İşe giderken, işten dönerken, yatağa yattığımda uyumadan önce kafamda fikirler ve

cümleler döner durur.

Türk insanının gerek kitap okumaya gerekse fantasti k kurguya olan ilgisinin yeterli

oldu ğunu dü şünüyor musunuz?

Bence çok okumak değil ne okudukları önemli. İnsanları ve hayatı daha iyi anlamalarını

sağlayacak, bakış açılarını zenginleştirecek, yaratıcılıklarını güçlendirecek şeyler okumayacaklarsa az

ya da çok okumalarının da pek bir esprisi yok. Bu sorunun basit cevabı, evet yetersiz, ama bunun

çözümü sadece kitap okuma oranını yükseltmek için düşünmekte değil. Kaliteli kitaplar okuma oranını

yükseltebileceksek ne ala.

Fantastik kurgu yazmak bilindi ği gibi kılı kırk yaran titizlikte bir kurgu ve güze l bir dil

gerektirir. Kurgulama ve yazım süreciyle ilgili öne mli olarak ‘altını çizebilece ğiniz’ noktalar var

mı? Örne ğin kurguyu olu şturduktan sonra onu yazıya geçirmeye ba şladığınızda konuyu

dağıtmamak için neler yaparsınız?

Page 114: Xasiork Dergi 5. Sayı

114

Ben önce kitabın iki-üç sayfalık bir sinopsisini yazıyorum, sonra bunu her bölümde ne olacağını

birkaç paragrafla anlatan on-on beş sayfalık bir özet haline getiriyorum, ancak ondan sonra yazmaya

başlıyorum. Tabii yazma süreci içinde bu özetin değiştiği, yeni bölümlerin, başta tasarlamadığım yeni

karakterlerin katılması söz konusu olabiliyor ama genel hatlarıyla romana başlamadan önce nereye

ve nasıl gideceğimi az çok biliyor oluyorum. Bir buçuk sene süren bir roman yazma sürecinin ilk (en

az) üç-dört ayı sadece bu özeti ve kurguyu hazırlamakla geçiyor.

Fantastik yazmak derin bir hayal gücü gerektirir ve tabii ki bu her insanda yeterince

geli şmiş bir olgu de ğildir. Sizin hayal gücünüzü geli ştiren, çe şitli noktalara çekerek di ğer

yazarlardan farklı dü şünmenizi sa ğlayan şeyler nelerdir?

Cevabını bilmediğim bir soru. Herkesin farklı farklı yetenekleri var. Kimi iyi piyano çalar, kimi

güzel dans eder; ben de küçük yaşlarımdan

beri bunu yapabiliyorum, tek bildiğim bu.

Tabii sonradan çok farklı tarzlarda, çok

farklı bakış açıları ve üslupları olan yazarlar

okuyarak bu yönümü geliştirdim ama

kaynağını soruyorsanız bir cevabım yok.

Perg Efsanelerinin çizimlerinin

yapıldı ğını öğrendik. Bu konu hakkında

ne diyeceksiniz? Bu alandaki orta ğınız

Engin Deniz Erba ş’la nasıl tanı ştınız ve

başka hangi çalı şmaları yürüttünüz?

Renkli resimli bir albüm bastırmak

kâğıdı ve renkli baskısı pahalı olduğu için,

çizerin bu işe ayıracağı aylar boyunca aç

kalmamasını sağlayacak bir gelir de

getirmeyeceği için, Türkiye’de mümkün

değil. Böyle bir çalışmamız var ama ancak

kitaplar yurtdışında başarı sağlarsa

gerçeğe dönüşebilir. Deniz çocuklar için yazdığım fantastik bir çocuk öyküsünü resimledi ve “Hodi

Podi, Gökyüzündeki Ülke” ismiyle bu sene raflara koyduk. Çocuk kitapları nispeten maliyetini

karşıladığı için yayınevleri böyle projelere daha sıcak yaklaşıyor. Çocuklar için bir şeyler yapmak da

keyifliydi; kitabı ellerine aldıkları zaman gözlerinde ayrı bir heyecan görüyorsunuz. Mutlu ediyorlar

insanı.

Page 115: Xasiork Dergi 5. Sayı

115

Perg Efsaneleri’nin yine Engin Deniz Erba ş ortaklı ğıyla bir de çizgi öyküsü yapıldı ğını ve

bu çizgi öykünün bir dergide (Rodeo Strip) yayınlan dığını biliyoruz. Bu çalı şmanın Perg

Efsaneleri’ne ne gibi katkıları oldu?

Herhangi bir katkısı olmadı. Zevkine yaptığımız bir işti. Biraz da o

dergiye destek vermek istedik.

Siz yazar olarak bir dünya olu şturdunuz. Ardından bunu

kâğıda dökerek kitap haline getirdiniz. Kitapta yaptı ğınız ki şi veya

mekân betimlemeleriyle okurun kafasında belirli bir imge(ler)

oluşturdunuz. Tabii ki her insan okudu ğundan farklı yorumlar

çıkartır. �u an yapılan çizimler okurun kafasındaki imgeleri y ok

edebilecek bir etki yapabilir mi? Veya tam tersi ol umlu izler

bırakabilir mi?

Bunu okurlara sormak daha anlamlı olur. Ben yarattığım ırk ve karakterleri çizilmiş görmekten

keyif alıyorum; okur keyif almayacak olursa en fazla o albümü almaz, olur biter.

Kitaplarınızın filme uyarlanmasını ister misiniz?

Bu bir teklif mi? :) Elbette.

Korkak ve Canavar, Merderan’ın Sırrı, Bataklık Ülke , Tanrıların Alfabesi adlarında dört

kitaptan olu şan bir fantastik seri yazdınız. Genel olarak Perg i le ilgili geriye dönüp baktı ğınızda

ne hissediyor, ne dü şünüyor, ne hatırlıyorsunuz?

Keyifli bir süreçti. İlk göz ağrım olduğu için Perg Efsaneleri benim için her zaman özel kalacak.

Perg serisinin size göre en iyi kitabı hangisiydi? Neden?

Öyle bir ayrım yapamam.

Türk okur fantastik kurgu eserlerine genelde önyarg ılı yakla şıyor ve Perg’i okuyanların

bir kısmı özgün olamadı ğından dem vuruyor. Size de böyle ele ştiriler geldi mi? Bu konu

hakkında ne dü şünüyorsunuz? Özgün olabilmek nasıl sa ğlanır bu türde?

Bu çok genel bir soru. Hangi açılardan özgün olamadığını düşünüyorlarsa gelip söylesinler ona

göre konuşalım. Bense edebiyat dünyasından bu işin uzmanı olan, neredeyse türün tüm iyi örneklerini

okumuş kişilerden tam tersi yorumlar aldım. Her açıdan mükemmel karakterler kullanmadığımı, kötü

karakterlerin neden kötülüğe saptıklarını detaylıca anlattığım için fantastik kurgunun kalıplarının

ötesine geçtiğimi söyleyen çok oldu. Buna Bulgaristan’daki yayıncım da dâhil. Ama elbette fantastik

kurgu diye bir türden bahsedebilmek için, ortak özellikleri olan kitapların varlığı gerekir. Yoksa zaten

Page 116: Xasiork Dergi 5. Sayı

116

buna bir “tür” denemez, bu kitaplar bir tür ismi altında toplanamaz. Perg Efsaneleri’nde de fantastik

kurgu türünün bir örneği olabilmesi için bazı kalıplar var ve olmalıydı da.

Yeni bir Perg üçlemesi yazaca ğınızı duyduk. Ne zaman yazaca ğınız belli oldu mu?

Leofold, Guorin, Nume ve Nela gibi eski dostları ye niden görecek miyiz yoksa yeni

karakterlerle yeni maceralara mı yelken açacaksınız ?

Evet, yazacağım. Ama hayır, ne zaman yazacağım belli değil. Önümüzdeki birkaç sene içinde

olmayacağını söyleyebilirim. Perg Efsaneleri henüz yeterince insana ulaşmadı; önce o kitaplar bir

okunsun, sonra bakarız. Yeni karakterler mutlaka olacak. Eskiler ne oranda yer alacak, o sürpriz

olsun.

İleride Perg’den farklı, yeni bir dünyada geçen bir seri yazmayı da dü şünüyor musunuz?

�u an için öyle bir niyetim yok.

Bilimkurguyla aranız nasıl? Farklı türlerde yazan b iri olarak, bir gün sizin bir bilimkurgu

kitabınızı da okuyabilecek miyiz?

İleride yazmayı düşündüğüm öykülerden biri bilimkurgu kalıplarına uyuyor ama onu bir öykü

olarak mı yazarım, romana mı dönüştürürüm, bir çizgi roman için mi kullanırım, şu an bilmiyorum.

Perg Efsaneleri’nden sonraki ilk romanınız olan “ �akird”de İslam cemaatlerini anlattınız.

Bu ani tarz de ğişikli ğinin sebebi neydi ve �akird sizce yazım kariyerinizin neresinde duruyor;

bize kitap hakkında neler söyleyebilirsiniz?

“�akird” daha ziyade toplumsal sorumluluk duygusuyla yazdığım bir kitap. Kurgusu ve

karakterleri diğer romanlarıma göre epey zayıftır. Amaçlı yazılan kitapların edebi değeri daha düşük

oluyor. Gene de yazdığım için mutlu olduğum bir eser.

Son yayınlanan romanınız “Karde ş Kanı”, sokak çocuklarını ve bir suç imparatorlu ğunu

konu alan heyecanlı bir polisiyeydi. “Karde ş Kanı”nın yazım süreci nasıl geçti? Ortaya çıkan

eser sizi memnun etti mi ve okurlardan, ele ştirmenlerden geri dönü ş ne yönde?

Evet, güzel yorumlar geldi. Bu sene Polonya’da yayınlandı, seneye de Romanya’da

yayınlanacak. Bir öykümün Amerika’da yapılan İstanbul Noir seçkisine alınmasını da bu kitap sağladı.

Türkiye’de sizden sonra Derzulya serisi ile fantast ik edebiyata merhaba diyen Orkun

Uçar’ın bu seriden yayınlanmı ş iki kitabı Kızıl Vaiz ve Asi (eski adıyla Kara Gez gin) hakkında ne

düşünüyorsunuz? İki Türk fantastik kurgusunu kar şılaştırdığınızda kitaplar arasındaki belirgin

farklar neler?

Page 117: Xasiork Dergi 5. Sayı

117

Bunu benim yapmam doğru olmaz. İki kitabı tarafsız ve

profesyonel bir edebiyat eleştirmeni kıyaslayabilir ancak. Bir okur

olarak Kızıl Vaiz’i sevmemiştim, bana fazla dağınık gelmişti. Kara

Gezgin’i ise edebi olarak olmasa bile kurgu açısından başarılı

bulmuştum, ama dediğim gibi bu sadece herhangi bir okur yorumu.

Sizce fantastik kurgu kitaplarında harita çizimi ne derece

önem te şkil ediyor?

Harita o dünyayı tanımayı kolaylaştırdığı ve inandırıcılığı artırdığı

için bence önemli.

Hiç yazdı ğınız kitaplardaki bir karakter olmayı istedi ğiniz oldu mu? Genel olarak

karakterleriniz hakkında ne dü şünüyorsunuz?

Perg Efsaneleri’ndeki karakterlerin çoğu benden bazı şeyler içeriyor zaten.

“Kara İstanbul” adlı Everest yayınlarından yeni yayınlanan öykü kitabında Sadık Yemni

ve diğer on dört yazarla beraber öykünüz yayınlandı. “Kar a İstanbul”dan ve kitaptaki kendi

öykünüzden biraz bahseder misiniz?

Amerika’da yayınlanan İstanbul Noir kitabını Everest yayınları bu isimle Türkçe olarak bastı; ikisi

aynı kitap. Polisiye öykülerden oluşuyor, benimki de öyle bir öykü.

Gelecek projeleriniz nelerdir? Yakında bir romanını zın yayınlanaca ğını duyduk, bize biraz

bahsedebilir misiniz?

Hayır; daha kimseye bahsetmiyorum, bu ayın ortalarında basın duyurusu yapılacak sanırım

ancak ondan sonra…

Sorularımızı içtenlikle yanıtladı ğınız için te şekkür eder, bundan sonraki yazım hayatınızda

başarılar dileriz.

Hazırlayanlar: Hüseyin Emre Coşkun, Ozancan Demirışık, Kadim Gültekin

Page 118: Xasiork Dergi 5. Sayı

118

STEPHEN KING

“MISERY”

ÖZEL DOSYASI

Roman İncelemesi: “Sadist” – Hüseyin Emre Coşkun

Film İncelemesi: “Ölüm Kitabı” – Hüseyin Emre Coşkun

Oyun İncelemesi: “Acı” – Gökcan Şahin

Page 119: Xasiork Dergi 5. Sayı

119

“Bir numaralı hayranı, yazar Paul Sheldon’ı geçirdiği araba kazasından kurtarıp evine getirir ve

kemikleri kırılan bacaklarını sarar. Karşılığında en sevdiği karakter hakkında çok özel bir roman

yazmasını ister. Eğer yazmazsa, tüm yaşamı kâbusa

dönüşecektir.”

Sizi başından sonuna kadar alıkoyan, kitabı

elinizden bırakmanıza engel olan müthiş bir kurgusu ve

akıcı diliyle Sadist…

Paul Sheldon dünyaca ünlü Misery adlı serinin

yazarıdır. Karlı bir günde yaptığı araba kazasıyla bütün

yaşamı değişir. Bir numaralı hayranı Paul’e kavuşmuş ve

Paul için ıstırap dolu günler başlamıştır.

“…Kendinden geçmişin. Senin öleceğinden

emindim Paul. Yani… Çok emindim! O yüzden arka

cebinden cüzdanı aldım ve adını gördüm. Ah, bu sadece

bir rastlantı olmalı diye düşündüm.”

Sadist’in harika bir olay örgüsü ve buna paralel bir kurgusu var. Başından sonuna kadar sizi

kitabın içine çeken müthiş kurgunun en güzel yanlarından biri, okurun karakterle özdeşleşmesi. Diğer

kurgu romanlarına göre daha sabit mekân ve düzenli zaman akışına sahip olan Sadist, size harika bir

okuma keyfi sunmakla kalmıyor, sizi Paul Sheldon yapıp olayı bizzat yaşamanızı sağlıyor.

Sadist’in oluşturduğu dört yüz sayfalık gerilim, zaman zaman sevgi yaşatan zaman zaman ise

sadizmin doruklarına çıkaran bir anlatımla hoş bir duygu sersemliği yaşatıyor.

Akıcı bir anlatıma sahip olan Sadist, okuru kitaba bağlamakla kalmıyor; merak uyandırıcı

olaylarıyla kitabı vazgeçilmez bir tutkunun eşiğine getiriyor.

Paul Sheldon’un Annie adlı bir hemşirenin evinde mahsur kalması (alıkoyulması) ile başlayan

roman, yer verdiği mekân ve kişi betimlemeleriyle okuru kitabın başlarında karakterlere bağlayıp

sonunu merak ettiğiniz bir kitap haline dönüştürüyor.

SADİST – HÜSEYİN EMRE COŞKUN X K dergidergidergidergi

Page 120: Xasiork Dergi 5. Sayı

120

Klişeleşmiş Amerikan korkularından uzak bir kurgusu olan

Sadist, King’in kendine has anlatımıyla okurla bütünleşen bir kitap

olmuştur. Kitaptaki ana karakterin de yazar olması bir nevi King’in

size görüşlerini kattığı ve sizi samimi karşıladığı bir roman halini

alıyor. Olaylara yazar gözüyle bakması ve şüphesiz kitabın içinde

geçen ‘yazma’ bölümleriyle (Misery’nin Dönüşü) Sadist, King’in

romanlarının arasında ayrı bir yer tutuyor.

Romanda kişinin iyi ruh hali ile kötü ruh hali arasında ve buna

bağlı olarak gelişen davranışlar arasında okur büyük bir sarhoşluk

yaşıyor. İki kişi arasında her ne kadar gerçekçi olmasa da samimi

ve yakın konuşmaların geçmesi ve bu olaydan birkaç gün sonra Annie’nin yazara yaptıklarına

bakacak olursak, King’in kitaba ‘Sadist’ ismini vermekle haksız olduğunu söyleyemeyiz. Okur

karakterle birebir özdeşleştiği için bu durum yadırgansa da, okur bir süre sonra buna alışıyor ve

Sadist’in sürükleyici anlatımından güzel tatlar alıyor.

Bir başka unsur, ‘kitabın içinde kitap’ diye tabir ettiğim, Paul Sheldon’un yazdığı “Misery’nin

Dönüşü” adlı kitaptan bölümlerin verilmesi. Bu bölümler kitapta oldukça az yer bulsa da, King’in

kaleminden öyle bir ustalıkla dökülmüş ki, okuduğunuz otuz sayfada rahatlıkla romanın karakterlerini

tanıyabiliyorsunuz ve roman hakkında fikir sahibi olabiliyorsunuz. Bu muhteşem anlatım kitaptaki iki

ana karakter arasındaki süslü anlatıma da yansıyınca değmeyin Sadist’in keyfine.

Kitapta öne çıkan başka bir şey ise şüphesiz King’in dili. Gerek ruhsal gerek fiziksel ve

mekânsal betimlemenin aşırı derecede kullanıldığı kitap (ki bu çok gerekli, çünkü kitabın çoğu tek bir

odada geçiyor), akıcılığından hiçbir şey kaybetmiyor. Aşırı süsün okuru sıktığı bilinir Sadist’te bunun

tam tersini görüyoruz. King üslubuyla bunu çok güzel bir şekilde yansıtmış.

Sadist deyince aklımıza şüphesiz, içinde aşırı miktarda kan ve dehşetin bulunduğu bir roman

geliyor. Arka kapaktaki tanıtım metni ise okuru oldukça meraklandırıp kitabı çekici kılıyor. Her ne

kadar sadece birkaç sahnede ‘sadistlik’ diye tanımlayabileceğimiz olaylar olsa da, kitabın üzerinizde

yarattığı gerilim ve bu gerilimin Annie’nin sadistlikleriyle desteklenmesi sizi bir hayli geriyor. Ve isminin

hakkını şüphesiz veriyor.

Son olarak, bir ‘çoksatar’ yazarın kaleminden dökülen bu kitap, zekice olay örgüsü, şaşırtıcı

kurgusu ve akıcı diliyle okunmaya değer.

Page 121: Xasiork Dergi 5. Sayı

121

Çoksatar bir kitaptan yaratılan sürükleyici bir gerilim filmi…

Bob Reiner’in yönetmenliğini yaptığı, 1990 yılında çevrilmiş olan ‘Ölüm Kitabı’, 90’larda çevrilen

‘Kuzuların Sessizliği’, ‘6. His’ ve ‘Se7en’ kadar iddialı olmasa da gerilim dozu yüksek bir film.

Stephen King’in Sadist adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunda William Goldman (King

ile birden fazla filmde görev almış) görev

yapmış. Başrolü James Caan (Paul Sheldon) ve

Kathy Bates’in (Annie Wilkes) oynadığı film

kitabı kadar olmasa da oldukça yüksek bir

gerilime sahip. 91’de Kethy Bates’in Oscar

aldığı film 1992’de dalında (korku-gerilim) birçok

ödüle layık görülmüş.

Filmin oyunculuklarını ele alırsak… İki

karakter arasında gide gelen filmde öne çıkan

Caan ve Bates takdire şayan bir oyunculuk

sergilemişler. Gerilim filmlerinde karakterlerin

bakışlarının izleyicisi derinden etkilemesi ve

buna benzer ince noktaları tam olarak yerine

getiren bu iki oyuncu kitabın yakaladığı havayı

filme de taşıyabilmişler.

Ancak kitaptan farklılık gösteren o kadar

çok sahne var ki bunlar kimi zaman izleyiciye

“Nerede Sadist?” dedirttiriyor. Film bu haliyle de

oldukça başarılı fakat kitaptan uzak olması izleyiciyi (kitabı okuyan) rahatsız ediyor.

Günümüz filmlerine bakarsak, kitaptan uyarlanan filmlerin senaryo sıkıntısını çektiğini

görüyoruz. Bu sıkıntı 2000’in hemen ilk yıllarında çıkan ve kitleleri peşinden sürükleyen Yüzüklerin

Efendisi üçlemesinde bile görülmekte. Tabii bu sıkıntının yaşanması gayet doğal karşılanmalı.

Yüzlerce sayfalık romanın iki saatlik filme sığdırılması oldukça zor bir iş. Ve bu iş yapılırken kitaptaki

bazı can alıcı olayların filde yer bulmaması izleyiciyi üzüyor.

ÖLÜM KİTABI – HÜSEYİN EMRE COŞKUN X K dergidergidergidergi

Page 122: Xasiork Dergi 5. Sayı

122

Kitabın filmden farklarını incelediğimizde, Annie’nin polislerle yaşadığı olayların ve Paul ile

arasında geçenlerin çok yüzeysel kaldığını söyleyebiliriz.

Kurgu oldukça sağlam; dozunda gerilimi yakalayan bir film ‘Ölüm Kitabı’. 90’lı yılların şartlarına

göre günümüz filmleri kadar sağlam bir gerilim filmi olan Misery şimdi bile izlense izleyiciyi sıkmaz ve

kitaptaki kadar olmasa da kişiyi gerer.

Filmin sadizmin yaşandığı (yaşanması gerektiği) kısımlarına gelecek olursak… Senaristlerin

sanki biri tarafından “Filmde kan olmayacak” gibi bir baskıya maruz kaldığını hissediyoruz. Annie’nin

yazarın ayağına yaptıkları ve bu sırada kameranın Paul

ile Annie arasında gidip gelmesi, bir kez bile ayakları

göstermemesi bu zorlamanın var olup olmadığını

düşündürüyor bize. Kitapta yer alan ve bolca kan

bulunduran bölümlerin filmde hiç yer almaması izleyiciyi

üzüyor.

Fakat bunu o zamanki eserlerin günümüzdeki kadar

özgün ve hür olmamasına bağlayabiliriz. Yeni gelişen

sinema kültüründe belki kopuk bir ayak filme yeni ısınan

(daha çok gerilim türüne) izleyiciyi oldukça kötü etkilerdi.

Filminde de kitapta olduğu gibi (her ne kadar bu

filmde daha kolay olsa da) karakterle bütünleşme söz

konusu. Siz filmi izlerken Paul Sheldon’un çektiği acıları

bizzat çekiyorsunuz. Tabii ki bunda James Caan’ın

oyunculuğunun payı yadsınamaz.

İncelemeyi bitirirken değinmek istediğim bir nota var. King uyarlamalarının kitabı kadar başarılı

olmadığı söylenir. Filmlerin karakterleri iyi yansıtamadığı ve kişiye kitaptaki zevki tattıramadığından

bahsedilir. Bunun sebebi kanaatimce King’in mükemmel üslubunun okura ayrı bir keyif yaşatması ve

bunun filmle karşılanamaz olmasıdır. King’in karakteri okura yüklemesi, olayları akıcı ve etkili işlemesi

gibi unsurların filmde karşılanamaz olması (bence hiçbir yönetmen bunu sağlayamaz) bu gibi

sorunları doğurmaktadır.

Tabii ki istediğim King’in film uyarlamalarının da kitaplar kadar başarılı olmasıdır. (Buna olan

inancım her ne kadar az olsa da ‘1408’ beni biraz da olsa tatmin etti.) Genel olarak her yönden

Page 123: Xasiork Dergi 5. Sayı

123

(döneme göre) izlenebilirliği yüksek bir film olan Misery, King hayranlarının mutlaka izlemesi gereken

bir yapım.

Page 124: Xasiork Dergi 5. Sayı

124

Stephen King’in dünyaca ünlü gerilim romanlarından Misery, sinema uyarlamasından

sonra şimdi de tiyatro uyarlaması ile Türk

seyircisiyle buluşuyor. Simon Moore’un

tiyatroya uyarlamasını yaptığı oyun Profilo

Kültür Merkezi’nde Tiyatro Ayna tarafından

gösteriliyor. Dilek Türker ve Kazım Akşar’ın

mükemmel bir oyunculuk sergilediği oyun

kesinlikle görülmeye değer.

Bu küçük Misery dosyasının diğer

bölümlerinde de anlatıldığı üzere Misery’nin

konusu kısaca şöyle: Psikopat bir kadın

hayranı tarafından trafik kazasında ölmekten

kurtarılan adamın, kadının onu esir almasıyla

kâbusa dönüşen hayatı.

Oyun, ünlü yazar Paul Sheldon rolündeki

Kazım Akşar’ın elinde bir ödülle sahneye çıkıp okurlarına seslenmesiyle başlıyor. Onun

başarılı bir aşk romancısı olduğunu anlıyoruz. Etkili bir konuşmadan sonra ortalık kararıyor,

tamamen kulaklarımıza hitap eden bir ses gösterisiyle yazarın bir trafik kazası yaptığını

anlıyoruz. Ve perde açılıyor. Yazarımız kolu alçıda, yatakta sayıklamakta, Annie Wilkes

adındaki şişman bir kadın da onun başında durmakta. Sonra yazarımız uyanıyor, neler

olduğunu soruyor. Kadın da onu nasıl kurtardığını ballandıra ballandıra anlatmaya başlıyor.

Adamın ünlü yazar Paul Sheldon olduğunu bildiğini hatta onun bir numaralı hayranı olduğunu

söylüyor. (Gerçekten de bir numaralı hayranı olduğunu sonradan anlıyoruz. Ama maalesef

psikopatlık derecesinde…)

Tüm oyun Annie’nin evinde geçiyor. Kadının psikopatlıklarını, Paul’ün dayanmaya

çalışmasını izliyoruz.

ACI – GÖKCAN ŞAHİN X K dergidergidergidergi

Page 125: Xasiork Dergi 5. Sayı

125

Sonunda yazar ve okur bir anlaşma yapıyorlar. Paul, Annie’nin çok sevdiği pek çok

romanının başkarakteri olan Misery ile ilgili sadece ona özel bir roman yazacak ve bitirdiğinde

Annie onu serbest bırakacak. Paul başka şansı olmadığı için kabul ediyor. Ve olaylar

gelişiyor.

Oyun hakkında şunu söyleyebilirim: Kesinlikle gidip görülmesi gereken bir eser.

Oyunculuk harika, sadece iki oyunculu ve tek mekânlı bir oyun olsa da yazarla kurduğumuz

içsel bir bağ ve hikâyenin sonunda ne olacağına dair merak ile oyunun hiçbir anında ilgiyi

kaybetmeden seyredebiliyoruz. Her an Annie için “acaba şimdi ne psikopatlık yapacak?” diye

düşünmeden edemiyor, yazarın çektiği acılara üzülüyoruz. Bazı kısımlarda gerilim o kadar

yükseliyor ki sessizlikte kalp atışlarınızı duyabilirsiniz.

Oyunu merak ettiniz değil mi? Eminim etmişsinizdir. Tiyatroyla ilgilenenlerin zaten

ilgisini çekecektir, ama tiyatroyla pek sıkı fıkı olmasanız da bu oyun sizin için iyi bir başlangıç

olabilir.

…ÖZEL DOSYANIN SONU…

Page 126: Xasiork Dergi 5. Sayı

126

DEVRİMİN ADI : V

Hatırla, hatırla

5 Kasım gecesini hatırla

Patlamayı, ihaneti ve komployu

Hatırla!

V For Vendetta, Matrix’in yaratıcıları Wachowski Biraderler’in yazdıkları, başrollerinde Natalie

Portman ve Hugo Weaving’in olduğu, baskıcı, totaliter bir sistemi konu alan bir film…

Yıl 2020, yer İngiltere… Halk zulüm ve

baskı içinde yönetilmektedir. Televizyon

kanalları, gazeteler, radyolar, kısacası bütün

basın - yayın- medya organları hükümetin

elindedir. İktidar öyle baskıcı bir hal almıştır ki

artık gece yarısından sonra dışarı çıkma yasağı

konulmuş, yasağa uymayanlar cezalandırılmaya,

hatta ve hatta öldürülmeye başlanmıştır. Halk bu

durumdan oldukça sıkılmıştır fakat bir şey

yapamamaktadır.

İşte tüm bu baskılar ve zulüm altında bir kahraman beliriverir. Amacı 5 Kasım’da yapılanları

halka hatırlatmak, 5 Kasım’ın intikamını 5 Kasım’da almaktır. Kısacası amacı devrim yapmak,

hükümeti devirmek, halkına, vatandaşlarına istedikleri özgürlüğü, istedikleri ortamı sunmaktır. Bunun

için yirmi yıldır çalışmalar yapmaktadır.

Bir gün Londra Ağır Ceza Mahkemesi “V” tarafından havaya uçurulur. Hükümet, bu olayın

karşısında baskıyı arttırarak 5 Kasım’dan evvel V adlı “teröristin”(!) yakalanması için girişimlere

başlarlar.

İnsanlar hükümetlerden korkmamalı, hükümetler insanlardan korkmalı…

V FOR VENDETTA – EDİP CAN RENDE X K ddddergiergiergiergi

Page 127: Xasiork Dergi 5. Sayı

127

Filmi bu kadar sevmemin bir nedeni hem geçmişi hem geleceği (ne de olsa tarih tekerrürlerden

ibarettir) aynı karelerle gösterip çok iyi mesajlar vermesi. Film, her ne kadar 2020 yılındaki İngiltere’yi

konu edinse de aslındageçmişte de bu tür olayların yaşandığını bizlere hatırlatıyor. Yer yer sanki

ülkemizi de anlattığını düşündüğüm sahneler de oldu. Mesela bir başkan adayının, “Ülkeyi daha iyi bir

hale getireceğim!” sözüyle seçimlere girmesi, seçilmesi, ardından verdiği sözleri unutup ülkeyi baskı

ve zorbalıkla yönetmesi ülkemiz tarihinde de olan durumlardan sadece bir tanesi.

V for Vendetta daha evvel İngiliz yazar-çizer Alan Moore tarafından 1988 yılında yaratılmıştır.

Alan Moore yazmış, David Lloyd da çizmiştir. Yaratıldığı dönemde eleştirmenler tarafından bayağı

sevilmiştir V for Vendetta. Aslında Wachowskiler filmi 4 Kasım gününe yetiştirmeyi planlar; ancak işler

umdukları gibi gitmez ve film Mart 2006 yılında gösterime girer. Gösterime girdikten sonra Güney

Kore, Tayvan, ABD, İsveç, Singapur, Filipinler’de çok iyi bir gişe elde ederek birinci sıraya oturur. Ama

konusunun geçtiği ve çekildiği yer olan İngiltere’de aynı başarıyı gösteremez. Nedenini var siz

düşünün.

Wachowskiler’in ellerinden çıkma olan filmi James McTugie yönetmiştir. Oldukça da iyi

yönetmiştir filmi. Salt aksiyon bekleyenleri sıkacak bir yapım V for Vendetta. Fakat ele aldığı konu

olsun, verdiği mesajlar olsun, çekim teknikleri, görüntü ve müzikleri olsun çoğu kişiyi tatmin edecek

cinstendir.

Başroldeki Natalie Portman iyi bir oyun çıkarırken Hugo Weaving’in karşısında da

ezilmemektedir. Hugo Weaving, V karakterine

sadece sesini ve jestlerini (el, kol hareketleri)

verebilmiştir. Bütün film boyunca Hugo’yu

maskeli bir şekilde izleriz. Maskeyi sadece bir

iki yerde çıkarır ve orada da yönetmenin

görüntüyü karartması nedeniyle V’nin yüzü

görünmez.

Film boyunca sadece baskı, zulüm,

medyanın taraflı yayını veya V’nin devrim

yapma girişimlerini izlemeyiz. Ayrıca V’nin Evey karakteriyle oluşan ilişkisi, Evey’nin duygusal hayatı

ve değişimi de anlatılanlar arasında.

V’yi salt bir devrimci olarak görmek yanlış olur. O müzik dinlemeyi, kitap okumayı, en önemlisi

de Monte Cristo Kontu’nu izlemeyi ve dans etmeyi çok seven bir karakterdir. Hatta 5 Kasım günü

Page 128: Xasiork Dergi 5. Sayı

128

Evey’le dans etmek ister ve Evey’nin şaşkınlığını görünce ,”Dans edilmeden yapılan devrim, devrim

değildir,” der. Buradan da sanata ne kadar önem verdiğini çok rahat anlarız.

“Siyasiler gerçeği örtmek, sanatçılar gerçeği ortaya çıkarmak için yalan söylerler,” sözüyle de

sanatçılığa olan bakışını gösterir bizlere.

Filmi çok sevmemin nedenlerinden birisi de filmin Matrix

serisinin ilk filmi gibi karanlık, kasvetli bir havaya sahip

olmasıdır. Karanlık, gotik (örneğin Burton’un filmleri) havaya

sahip filmleri bir hayli severim. Bu yüzden arşivimin gözde

filmlerinden bir tanesi olmuştur V for Vendetta.

“Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin

altında bir fikir var ve fikirlere kurşun işlemez,” der filmin

sonlarına doğru V. Ve böylelikle fikirlerin ne kadar önemli

olduğunu, hiçbir şeyin o fikirlere etki edemeyeceğini belirtmiş

olur maskeli kahramanımız.

Kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden bir tanesi V for Vendetta. İyi seyirler.

Page 129: Xasiork Dergi 5. Sayı

129

Sayzıl, Orion şehrinin yeraltı dehlizlerinde gece devriyesine çıkmıştı. Her zaman olduğu gibi

sıradan bir geceydi. Etrafta pislik kokusundan başka bir şey yoktu. Bir an yeryüzündeki yaşamı hâlâ

merak ettiğini düşündü. İnsanlar, yani kendi ırkından olan ancak değişmiş insanlar ne yapıyorlardı?

Derin bir nefes aldı ve yine düşünmenin anlamsız olduğunu hissetti umutsuzca. Onun gibi

etkilenmemiş insanlarla birlikte bu dehlizlerin arasında yaşamaya başlayalı çok uzun bir süre olmuştu.

Yaşını tam olarak bilmiyordu. İri, geniş omuzlara ve keskin yüz hatlarına sahipti.

Yürümeye devam ederken aniden duyduğu bir sesle irkildi. Boğuk bir çığlık yankılanmıştı.

Elindeki siber kılıcı daha güçlü bir şekilde sıkarak sesin geldiği yöne doğru ilerledi. Dikkatli olmak

zorundaydı çünkü aptallık yaparak bir Vega tuzağına düşmek istemiyordu.

Lağımın içine düşmemeye çalışarak dar koridorlarda yürümeye devam etti. Sol tarafa

döndüğünde gördüğü manzara tüm benliğinde büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Çırılçıplak bir kadın

yerde yatıyordu. Kendinde değil gibiydi ve sadece inliyordu. Teni alışılmadık bir şekilde bembeyazdı.

Vücudunun belli bölgelerindeki morluklar göze çarpıyordu.

Sırt çantasından koruyucu maskesini alarak dikkatli bir şekilde taktı ve onun yanına yaklaştı. O

sırada kadın gözünü açtı ve bakışları birbirine kenetlendi. Sonra yeniden kapandı gördüğü masmavi

gözler.

Ona dokunup dokunmamakta kararsız kalmıştı. İçinden gelen bir ses onun etkilenmediğini

söylüyordu. Üstündeki el yapımı kazağı çıkartarak onu sardı. Kadın yeniden inlemeye başlamıştı ve

titriyordu. Onu kucağına alarak yerden kaldırdı ve yürümeye başladı. Yirmi dakika sonra Tara’nın

merkez bölgesine varmıştı. Kadını kenarda yanan ateşin yanına bıraktı.

Kalabalık, etrafında toplanmaya başlamıştı.

“Bu kim?”

AYDINLIĞIN ADI ZEUS

BÜLENT ERĐŞ – SĐBEL ŞAHĐN

Page 130: Xasiork Dergi 5. Sayı

130

“Onu nereden buldun?”

Korku dolu bakışlar ve arka arkaya yankılanan sorular sarmıştı çevresini. Elini havaya kaldırdı

ve onlara susmalarını işaret etti “Merak etmeyin. O etkilenmemiş.”

Bakışlardaki korku yerini şaşkınlığa bırakmıştı.

“Nereden biliyorsun?” dedi yaşlılardan biri.

Bu beklediği bir soruydu. Karasızlığını belli etmeden yerde yatan kadına baktı göz ucuyla.

Hislerine güvenmek zorundaydı.

“Nom kontrolünden geçti,” diye bağırdı kendinden emin bir şekilde. Bu arada kadının titremeleri

azalmış ve yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Önce elini yüzüne götürdü. Sonra mavi gözleri

yeniden görünür hale geldi. Nerede olduğunu anlayamadı. Ardından korku kapladı tüm bedenini.

Çığlık atarak doğruldu ve üzerini saran yırtık kazağı çekiştirerek bedenini kapatmaya çalıştı. Yeniden

titremeye başlamıştı. Etrafı bir sürü garip görünümlü insanla çevrilmişti. Ellerinde tuttukları meşalelerle

aydınlanan bu karanlık yer onu fazlasıyla korkutmuştu. Bu durumu fark eden Sayzıl ona doğru

yaklaştı ve elini ona doğru uzattı.

“Merak etme, güvendesin. Biz de senin gibi etkilenmemiş insanlarız.”

Masmavi gözler daha fazla açıldı bu cümlenin ardından. Önce, “Etkilenme…” diye sayıkladı.

Sonra, “Gerçekten oldu mu?” dedi ve ağlamaya başladı.

***

Vega şehrinin ana yönetim merkezinde hararetli bir konuşma yaşanıyordu.

“Bugün şehrimizin kuruluşunun iki yüzüncü yıldönümü Alis,” dedi Omnia. “Hazırlıklar tamam

mı?” Gözleri sonu görünmeyen şehrin üzerinde dolaşıyordu.

“Her şey hazır,” diye yanıt verdi Alis. “Bugün aslında mükemmelliğimizin kutlaması.

Kurduğumuz kusursuz düzenin bir anıtı. “

Omnia’nın gözleri hâlâ uzaklardaydı. “Korkuyorum,” dedi derin bir nefes alarak.

Page 131: Xasiork Dergi 5. Sayı

131

Alis onun yanına yaklaştı. Kocaman gözleriyle ona anlamsız bir şekilde baktı ve, “Bazen

evrimini tamamlamadığını düşünüyorum,” dedi. “Korku bizim için değil, diğer ilkel insanlar için.”

Derin düşüncelere saklanmış bir gülümsemeyle ona baktı Omnia. “Haklısın. Fakat unuttuğun

şey, onların bize her saldırışında daha fazla güçsüz kalıyor olmamız. Bunu kabul edemiyorsun. Çok

uzunca bir süredir burada kavga, hırs, savaş gibi kelimelere rastlanmadı. Tabii bunlara bağlı

deneyimlere de.”

Alis ondan uzaklaşarak transbotun yanına geldi. Beyninin dinlenme vakti gelmişti. Gözlerini

siyah noktaya odaklarken, “Geçmişten asla korkmuyorum,” dedi. “Eğer evrim gerçekleşmemiş olsaydı

onlar zaten bu dünyayı yok edeceklerdi.”

Omnia bir süre onun arınmasını seyretti sessiz bir şekilde. Sonra sessizce, “Tarih müzesinde

araştırma yaptım,” dedi. “Bazı gizli belgelerde bir makineden bahsediliyor. İnsanları evrimden

koruyabilmek için tasarlanmış. Bir çeşit ilkel dondurucu gibi. Daha ilginç yanı şu: Bu işle uğraşan

profesör ilk deneylerini kızının üzerinde uygulamaya çalışmış.”

Alis ellerini iki yana açarak işlemi sonlandırdı. Beyninin temizlenmesi onu en çok mutlu eden

şeylerden biriydi. “Ne olmuş?” diye sordu anlamsız bir bakışla.

“Bu belgelere ulaşmamı O–23 sağladı. Yazanlar hepimizin unuttuğu bir efsaneymiş. Profesör

aynı zamanda bizi bu hale getiren ve her şeyin temellerini atan virüsü yok edecek antiviral bir aşı

geliştirmiş. Bu aşının genetik bileşenlerini bir şekilde kızına aktardığından söz ediliyor.”

“Saçma,” diye bağırdı Alis. Garip bir şekilde mükemmelliğe uzanan hayali de olsa bir tehlike

sezinlemişti. Omnia’ya belli etmese de bu efsaneyle çok uzun yıllar önce tanışmıştı. Ona bu hikâyeyi

anlatan kişi kendi öz annesiydi. O kızın bir gün uyuduğu yerden yeniden doğacağını ve içinde taşıdığı

mucizenin tüm yaşanılanları geri çevireceğini söylemişti.

Önleyemediği savunma isteğiyle birlikte, “İki yüz yıla yakın bir süredir mükemmelliği yakaladık,”

dedi Alis. “Ürettiğimiz hiçbir ürün doğaya zarar vermiyor. Tüm toplum adil bir görev dağılımıyla

şekillenmiş durumda. Suç oranımız sıfıra yaklaştı. Bilgisayarın belirlediği eşleşmeler evrimin en doğru

şekilde devamını sağlıyor. Bu efsane gerçekleşir ve bir gün geri dönerse mutlaka bu dünyayı

seçecektir. Mükemmelliği ve bizi seçecektir. Onun hatırladığı şeylere bak. Kıtlık, savaş, yoksulluk ve

adaletsiz bir toplum.”

Page 132: Xasiork Dergi 5. Sayı

132

***

Hissettiği korku azalmaya başlamıştı. İçinden bir şekilde bu insanlara güven duyması gerektiğini

hissediyordu. Konuşmaya karar verdi.

“İsmin Melis,” diye sayıladı. Boğazı dayanılmaz bir şekilde acımıştı. Arka arkaya öksürmeye

başladı. Kendisini toparladıktan sonra, “Melis Gürsoy, “diye devam etti. “Vedar Gürsoy’un kızıyım.”

Kalabalıktan homurtular yükseldi. Herkes birbirine bir şeyler fısıldıyordu.

“Bu dünyadan değilsin,” dedi Sayzıl ona kocaman açılmış gözleriyle bakarken. Heyecandan

elleri titremeye başlamıştı. Kalabalığa döndü Sayzıl ve, “Efsane,” diye bağırdı. “O geldi. Söylendiği

gibi. Yazıldığı gibi.”

Kalabalık çıldırmış gibiydi. Kimin ne dediği anlaşılmıyordu. Bir kısım insanlar sevinçli, bir kısım

ne yapacağını bilmez haldeydi.

Sayzıl yeniden ona döndü ve dizlerinin üzerine çökerek ellerini tuttu. “Lütfen anlat,” dedi.

“Lütfen.”

“Babam... Babam nükleer silah araştırma ve geliştirme bölümünde çalışıyordu. 2040 yılında tüm

dünya düzeni bozulmuştu. Küresel ısınma su ve yiyecek için savaşları başlatmıştı.”

Başının ağrıdığını hissediyordu. Yaşadıkları tüm benliğini derinden etkilemişti. Bazı saniyelerde

mantıklı düşünemiyordu. Bazı anlarda her şeyi hatırlayamıyor ve birleştiremiyordu. “Hangi yıldayız?”

diye sordu Sayzıl’a bakarak. Sayzıl bilmediğini belirtir bir şekilde omuzlarını sallayarak gözlerini ondan

kaçırdı.

Konuşması gerektiğini biliyordu. Gözlerinin önündeki perdeyi ancak bu şekilde kaldırabileceğini

hissediyordu. “Sonra bir ülke,” dedi. “Büyük bir ülke tüm yaşanılanları değiştirme kararı aldı. Yeni bir

virüs geliştirildi ve savaş tanrısı Zeus’un adı verildi.”

Bu ismi duyunca kalabalık bilinçsiz bir şekilde geriye çekilmişti.

“Bu virüs mükemmel bir genetik yapıya sahipti ve damlacık yoluyla bulaşıyordu. Amaçları saf bir

yeni ırk yaratmaktı. Tüm ülkeyi çeviren bir koruma kalkanı yaptılar ve bu virüsü yaygınlaştırmaya

başladılar. Evrim başlamıştı. Geriye kalan artık dünyadan izole bir evrim başlamıştı.”

Page 133: Xasiork Dergi 5. Sayı

133

Herkes gözlerini bile kırpmadan anlatılanları dinliyordu.

“İkinci amaçları ise dünyayı geride bırakarak başka bir gezegene göç edebilmekti. Bu şekilde

plan tam anlamıyla başarılabilecekti. Babamın çalışmalarını tamamladığı yıllar, Vega’nın keşfedildiği

dönemlere denk gelir.”

Sustu. Yüreği acımıştı. Tüm anılar yavaş yavaş bütünleşerek beyninin derinliklerinden fırlıyordu.

“Babam evrime karşıydı. O insanların aynı kalması gerektiğine inanıyordu. Antiviral aşı için tüm

gücüyle çalıştı –”

“Ama başaramadı,” dedi Sayzıl. “Biz kaybettik. İnsanlar kaybetti.”

“Ben bu yüzden buradayım,” dedi Melis. Babasıyla yaptığı son konuşmanın ona kattığı gurur

yeniden yüzünde okunabiliyordu. “Babam çalışmalarını tamamlayamadı ama önemli bir şey keşfetti.

Virüs bir şekilde yazılımını değiştiriyordu ancak bu değişim evrimi etkilemiyordu. Kendi uğraştığı

antiviral aşı ise bu değişime ayak uyduramıyordu ama bu başaramayacağı anlamına gelmiyordu.

Bunun için doğru kodlamalarla birlikte zamana ve cansız bir bedene ihtiyacı vardı. Bunu ben

sağladım.”

Karşısındaki sessizliğe baktı bir süre. Ardından en önemli soruyu sormadığını fark etti. “Sizler

nasıl etkilenmediniz?”

“Biz doğal dirençli olanlarız,” diye yanıtladı Sayzıl. Sevinçle ayağa kalktı Melis. Gene de

vücudunun hatlarını kapatmaya çalışıyordu.

“Babam haklıydı. Düşüncelerinde haklıydı.”

Sayzıl bir kere daha gözlerini kaçırdı ondan. Nedense söyleyemediği bir şeyler olduğunu

hissetmişti onun. Gülümsemesi azaldı ve onun gözlerine baktı.

“Büyük ülkenin insanları ve baban bir yerde yanıldılar,” dedi Sayzıl. “Bugüne kadar tüm

yaşanılanlar bu yanılgının sonucu aslında.”

Meraklanmıştı. Anlayamamıştı.

Page 134: Xasiork Dergi 5. Sayı

134

“İnsanlar tanrı olamazlar,” diye devam etti. “Zeus kendi başına planlanmayan bir mutasyon

geçirdi ve kontrolden çıktı. Ölümsüz olmayı seçmişti bir şekilde. Ardından beyni uyuşan bir sürü insan

ortaya çıktı. Mutasyona uğrayan virüs insanlara benliğini kaybettiriyordu. Onları vahşi, bilinçsiz birer

hayvana dönüştürüyordu. Elli yıllık direnişin ardından büyük ülkenin evrimleşmiş insanları Vega’ya

gitti ve arkasında sadece bir çöplük bıraktı.”

Melis başını yukarı kaldırdı ve karanlık toprağın üzerine baktı. “Aman Allahım,” dedi. “Yani...”

***

Alis üreme odasına gelmişti. Seçilmiş kişi karşısında duruyordu. Gri odanın kırmızı alacası

altında koltuklara oturdular. Birleşme başlamıştı. Evrimin geleceğine giden en özel hücreler, önlerinde

duran fanusun içine akıyordu.

***

Kararlı adımlarla merdivenleri çıkmaya devam etti Melis. Yüzlerce basamaktan oluşan karanlık

bir yoldan karanlığa doğru ilerliyordu. Kimsenin görmeye cesaretinin olmadığı karanlığa.

Sayzıl’ın tüm ısrarlarına rağmen yasak bölgeye gelmiş ve birbiri ardına açılan kapıların

arasından geçerek çıkış bölgesine varmıştı. Yeryüzüne giden çıkış bölgesine. Kanını damarlarından

çekerken Sayzıl’ın yüzünde oluşan gülümsemeyi hayal ediyordu yorulduğu anlarda. Umutsuz bir

hayalin anahtarı olduğunu hatırlamak, umuda yolculuğun gücünü aşılıyordu bacaklarına. Bunu

yapmak zorundaydı. Zaten yüzyıllar önce ölmüştü bu hayal için. Zaten yaşamıyordu. Belki de hiç

yaşamamıştı. Bu lanet olası dünyada yaşadığı her şey bir yalandan ibaretti.

Çantasından çıkardığı kumlu suyu içerken başını kaldırarak üç gün süren yolculuğunun son

basamağına baktı. Bir kat yukarıda üç numaralı kapı vardı. Tereddüt etmeden son basamakları çıktı

ve kapının üzerinde duran kolu tüm gücüyle çevirmeye başladı. Beş tur dönüşün ardından güçlü bir

ses duyuldu ve kapı dışarı doğru açıldı.

İçeri sızan güneş gözlerini kamaştırmıştı. Başını dışarı çıkardı ve etrafına baktı. Yüreği

neredeyse durmak üzereydi. Üzerinde uçan taşıtların dolaştığı, gökdelenleri neredeyse güneşe

uzanan devasa bir şehir vardı karşısında. �aşkındı. Beyni olanlara bir anlam veremiyordu. Kalan son

gücüyle dışarı çıkarak şehre doğru yürümeye başladı. Arkası çöldü, önü sadece hayal.

***

Page 135: Xasiork Dergi 5. Sayı

135

Görevlilerden biri heyecanlı bir şekilde içeriye girdi.

“Efendim, biri dışarı çıktı!” dedi nefes nefese. “İnanamıyorum, ilk defa biri dışarı çıktı!”

Yeşil gözlerini kısarak ona baktı Reto. Beline kadar uzanan saçlarını arkaya atarak ayağa kalktı.

“Tanrımız onun da yanında olacak,” dedi. “Zeus yanında olacak. İnsanı insan yapan ana

unsurun ne olduğunu o da anlayacak. Bir hayvan olan insanın, insan olabilmek için hayvanlaşması

gerektiğini anlayacak. İnsan olmaktan bizim gibi gurur duyacak. İnsan olmanın ne demek olduğunu

anlayacak. Tanrının yarattığının aslında bir hayvan olduğunu anlayacak...”

Page 136: Xasiork Dergi 5. Sayı

136

“Puslu Kıtalar Atlası”nı okuduğumda İhsan Oktay Anar’ın adının ortalarda bu kadar çok

dönmesinin boşa olmadığını düşünmüş ve yazım tarzına, kurgusal başarısına hayran kalmıştım.

Sağlam bir zekânın ürünüydü elimdeki kitap. Ağır diline rağmen öyküden bir an olsun kopmamış;

eğlenmiş, meraklanmış, heyecanlanmıştım. Sırada diğer Anar kitapları vardı.

“Kitabü’l Hiyel”de yazarın hayal gücünün ve zekâsının gerçekten de normalin çok çok ötesinde

olduğunu anladım. Eski zaman mucitleri tek vücut olup bana yazarın gücünü göstermişlerdi.

Kitapların yayımlanma sırasını takip etmediğimden, bir sonraki kitap “Suskunlar” idi.

“Suskunlar”da Anar faklı bir dünyanın kapısını açıyordu bu

sefer. Müziğin, ezgilerin, fantezinin, entrika ve mizahın

derinliklerine soluk kesici bir yolculuk daha yapmak hiç de

fena olmamıştı açıkçası.

“Amat”a sıra geldiğinde beklentilerim epey yüksekti.

Aldığım duyumlar “Amat”ı diğer kitaplardan bir adım öne

çıkarıyordu. Ve daha ilk sayfalardan itibaren yazarın

beklentilerime karşılık vermek gibi bir sıkıntısı olmadığının

farkına vardım. “Amat” iyiydi. Hem de çok iyi…

İhsan Oktay Anar’ın vardığı en uç nokta demek isterim

ama henüz “Efrasiyab’ın Hikâyeleri”ni okumadan bu yargıya

varmak güç. Ama diğer üç kitaptan daha iyi olduğu

muhakkak.

Kitap nedendir bilinmez, zihnimde bir film gibi canlandı okurken. Bitirdikten sonra da bu yargım

biraz daha kesinleşti. Üstesinden gelindiği takdirde “Amat”tan olağanüstü güzellikte bir film

çıkarılabilir. Hatta “Beowulf” tarzı bir animasyon olması, ona daha ayrı bir güzellik bile katabilir.

Kitap, İstanbul’dan sessiz sedasız ayrılan Amat isimli bir savaş kalyonunun yolcuğunun ele

alıyor. Yeniçerilerle, pespaye gemicilerle, gizemli kaptanıyla, heyecan verici deniz savaşlarıyla bir an

olsun sıkılmadan okuyacağınız bir yolculuk bu. “Amat”ın bu meçhul yolculuğunun gerisindeki asıl

sebebi anlamaya çalışırken, gemide dönen tuhaf olaylarla toparlanıp, öykünün tadını çıkarmaya

veriyorsunuz kendinizi.

AMAT – KADİM GÜLTEKİN X K dergidergidergidergi

Page 137: Xasiork Dergi 5. Sayı

137

İhsan Oktay kendine has üslubunu yine başarıyla

kullanmış. Çok kişinin yakındığı, denizcilik terimlerinin aşırılığı

ise çok fazla bir sorun addetmiyor. Dilin ağırlığı öyküden

uzaklaşmanıza neden olan bir unsur olmaktan çok kitaba

ahenk katıyor ve sayfalar çabucak akıveriyor.

Kitap boyunca farklı karakterler arasında gezinerek ana

öyküye doğru adım adım ilerliyoruz. Her yan öykücük kendi

başına muazzam bir okuma keyfi veriyor zaten. Parçalar

ustaca birleşiyor ve şaşırtıcı bir sonla maceraya son nokta

konuyor. Kitabı bitirmek işin en üzücü yanı. İhsan Oktay’ın

sayfa sayısını artırmasının zamanı çoktan geldi bile. Ama iki

yüz küsur sayfanın gerisinde dahi ne kadar büyük bir emeğin

yattığı çok bariz. Bu kadarı için bile şükretmek gerek.

İhsan Oktay’la tanışmayanlar için iyi bir başlangıç olabilir aslında. Ama ben yine de “Amat”ı en

sona bırakmanızı ve tadını doyasıya çıkarmanızı tavsiye ederim…

İhsan Oktay Anar

Page 138: Xasiork Dergi 5. Sayı

138

“Sence gerçekten gittiler mi?” diye sordu adam, tırnaklarını kemirirken.

Yönetici cevap vermedi. İçinde yaşadıkları bina gibi yaşlı ve yorgundu. Duvarlardaki sıvalar gibi

saçları dökülüyor, tıpkı bina gibi her geçen gün ayakta durması güçleşiyordu. Sararmış parmakları

arasındaki sigaradan bir nefes çekip soruyu yanıtsız bıraktı. Odadaki tüm gözler üzerine dikilmişti.

Kadınların, erkeklerin, yaşlıların, gençlerin ve çocukların… Onun akları sararmış gözleri ise yere,

tahtakurularının delik deşik ettiği tahta zemine dikilmişti.

“Ya yeniden gelirlerse?” diye sordu başka biri.

Bir çocuk ağlamaya başladı. Ama sessizliğe karşı suç işlemekten utanmış gibi kafasını

annesinin göğsüne yaslayıp sesini kesti.

“İki hafta oldu,” diye yanıtladı yönetici, sigaranın perişan ettiği hırıltılı sesiyle, izmariti yere atıp

ayakkabısının ucuyla ezerken. “Dönecek olsalar çoktan...” Ama cümlesini tamamlayamadı.

Toplantının başından beri bir köşeye sinip başını iki eli arasına almış gençti bunun nedeni. Birden

çöktüğü yerden fırlayıp bağırmaya başlamıştı. Tıpkı bir felaket tellalı gibi.

“Her şey daha kötü! Allah’ım, şimdi her şey çok daha kötü. Havayı zehirledi o!” Gözlerinden yaş,

ağzından tükürükler saçıyordu. “Nefes alamıyorum artık! Yemek yiyemiyorum, tat alamıyorum! Suyun

tadı… Tadı tıpkı civa gibi!”

Birkaç kişi genci kolundan bacağından tutup bir köşeye götürürken diğerleri de aralarında

mırıldanmaya başladılar. Kollarını beline dolaşmış torunu da tıpkı diğer çocuklar gibi ağlamaklı

gözlerle olanları izliyordu. Anne-babasız kaldığından beri o bakıyordu torununa. O korkunç kazadan

beri.

Yaşlı adam yıllardır başında olduğu insanlara karşı kontrolü kaybettiğini fark etti. Bütün bu

olanların onların başına geldiğine hâlâ inanamıyordu. Tam bir belayı def ettik derken…

KAN AĞLAYAN AĞAÇ

KEREM KARANFĐL

Page 139: Xasiork Dergi 5. Sayı

139

Çıldıran genç haklıydı. Hava bir tuhaftı. Yemeklerin ve suyun tadı garipleşmişti. İki haftada o da

binadaki çoğu kişi birkaç kilo vermiş olmalıydı. Üstelik gariplikler bununla da sınırlı değildi. Artık

geceleri martıların seslerini işitemiyordu. Kuşlar yuvalarını bırakıp binayı terk etmişti. Artık hamam

böceği de görmüyordu. Oysa iki hafta öncesine kadar dairesindeki yapışkanlı kâğıtlar

hamamböceğinden geçilmiyordu. Merdivenlerdekiler de. O kadar çoktular ki birkaç saat içinde kâğıtta

yapışacak yer kalmıyordu. Oysa şimdi… Hepsi gitmişti.

O bunları düşünür, toplantı odasındakiler mırıldanmaya devam ederken torunu, “Korkuyorum

dede,” dedi. Tir tir titriyordu.

Adam cevap vermedi. Sadece kızın başını okşamakla yetindi.

“O haklı,” dedi kadınlardan biri, tekrar köşesine sinip sessizce ağlamakta olan genci işaret

ederek. “Ne suyun ne de sebze-meyvenin tadı kaldı. Üstelik bir tek böcek bile göremiyorum artık. Ne

dairemde ne de merdivenlerde. Oysa basamaklar böcekten geçilmezdi.”

Bu açıklamanın ardından korku dolu yüzlerdeki ağızlardan dökülen kaygı dolu kelimeler arttı.

Biraz daha pasif kalırsa kontrolü tamamen kaybedecekti. Torununun kollarından kurtuldu ve odanın

ortasına, tavandan sarkan kablonun ucundaki çıplak ampulün altına fırlayıp, “Beni dinleyin!” diye

bağırdı hırıltılı sesiyle.

Tüm ağızlar birden kapandı. Endişe yüklü bakışlar yeniden yaşlı adama çevrildi.

“Tam on üç gün oldu. Kavalcı parasını almak için yarın gelecek. Geldiğinde tüm bu olanları

anlatırız ona. Mutlaka bir çaresi vardır. �imdi herkes dairesine çıksın. Bu konu hakkında tek kelime

daha duymak istemiyorum.”

“Ama ona verecek…” diye söze başladı yaşlılardan biri.

Fakat yönetici sözünü kesti. “Evet, ona verecek parayı toparlayamadık. Ama yine de yarısına

yakınını toparladık, değil mi? Anlayış göstereceğinden eminim. Üstümüz başımız da tıpkı yaşadığımız

bu bina gibi dökülürken canımızı alacak değil ya. Üstelik önce…” Yaşlı adam bir an doğru kelimeyi

aradı. Sonunda, “Hayatımızı geri vermeli,” diye bitirdi cümlesini. “�imdi herkes dairesine çıksın. Yarın

her şey düzelecek. Size söz veriyorum.”

Page 140: Xasiork Dergi 5. Sayı

140

İnsanlar çıt çıkarmadan odayı terk edip merdivenlere yöneldiler. Kısa süre içinde bir bir açılan

kapılar art arda kapandı.

Odayı en son terk eden yaşlı adam ve torunu oldu. Kızın bacağı geçirdiği kaza yüzünden sakat

kalmıştı. Sağ dizini bükemiyordu. Basamakları tırabzana tutunarak tek tek çıkıyordu bu yüzden.

Yanında yürüyen yaşlı adamın tek düşündüğü ise kavalcıydı. O yüzü… O kendini beğenmiş yüzü…

Yarın zor bir gün olacak, diye geçirdi içinden. Tam bu sırada torunu durdu birden. Ve, “Dede,” dedi.

“Ya hortlaklar geri gelirse?”

Yaşlı adam bedeninin buz kestiğini hissetti; ayaklarından başının tepesine kadar. Kafasının

içindeki karanlık köşelere ittiği bir soruydu bu. Kavalcıyla konuşana kadar düşünmek istemiyordu

bunu. Bir yanı onu kızdıracak bir şey yaparlarsa işlerin daha da kötüleşeceğini söylüyordu.

Adam soruyu yanıtsız bırakıp, başını okşadığı torununa gülümsemekle yetindi. Sonra

basamakları tırmanmaya devam ettiler. Yarın gerçekten de zor bir gün olacaktı. Hiç olmadığı kadar

zor.

***

Ama endişe ve merak dolu gözlerin yolunu gözlediği kavalcı gelmedi. Gelmesi gereken günün

üstünden sekiz gün geçmesine rağmen. İşler daha da kötüleşmişti. Binadakiler, annesi sütünü içmeyi

kestiği için açlıktan ölen bir bebeğin yasını tutuyorlardı. Bebek iki gün boyunca sürekli ağlamış ve

nihayet susmuştu; sonsuza dek. Annesi çıldırmış gibi ortalıkla dolanıyordu. Sebze ve meyveler

zehirden farksızdı. Suda pas tadı vardı. Hava hâlâ bayattı. Böcek ve kuşların binayı neden terk

ettikleri şimdi daha iyi anlaşılıyordu.

Yönetici, düşen pantolonunu tek eliyle çekerken öteki eliyle sigarasını ağzına götürdü. Tadı

berbattı. İki-üç nefesten sonra öksürmesine neden oluyordu. Ama umurunda bile değildi. Tek

düşündüğü kavalcıydı. İçlerinden birkaçının adamın yolunu gözleme amacı değişmişti. Bunların

başında hastalanan çocukların aileleri ve özellikle de ölen bebeğin babası geliyordu. Bebek

öldüğünden beri babasının tek kelime ettiğini duyan olmamıştı. İyice işaret değildi bu. Adam can

alacak bir volkan gibi patlayacağı anı bekliyordu.

Sigarasından bir nefes daha çekti ve bunu bir öksürük krizi izledi. Yere attığı izmariti söndürmek

için ayağını kaldırmıştı ki merdivenlerde telaşlı ayak sesleri duyulmaya başladı. Birileri basamaklardan

Page 141: Xasiork Dergi 5. Sayı

141

paldır küldür aşağıya iniyordu. Pantolonunu bu kez iki eliyle çekip kapıya yönelmişti ki torunu kapıyı

ardına kadar açıverdi. Nefes nefeseydi. Elmacık kemikleri iyice belirginleşmiş yüzü kireç gibi beyazdı.

“Gelmiş dede! Kavalcı gelmiş!” dedi çocuk. Sonra ihtiyarı beklemeden merdivenlere yöneldi.

Aksak adımları toplantı odasına doğru hareket eden meraklı ayaklara katıldı.

İhtiyar, birkaç dakika içinde beton gibi sertleşecek bir balgam topunu tükürdükten sonra istemsiz

adımlarla torununu izledi. Diğerlerinin aksine, kavalcıyla karşılaşmayı elinden geldiğince geciktirmek

istiyordu.

***

Kavalcının yüzünde, karşısındakileri hor gören o kendini beğenmişlik ifadesi vardı yine. Sırtını

duvara yaslamış, parmakları arasında hünerle çevirdiği kavala bakıyor, bir yandan da sırıtıyordu. Bina

sakinleri ise onun karşısına sıralanmışlardı. İhtiyar yönetici kapıdan girince meraklı bakışlar ve açık

ağızları taşıyan başlar ona çevrildi; kavalcınınki hariç. O gözlerini büyülü kavalından ayırmadı.

Parmakları arasında dönen müzik aletinden ıslık gibi bir ses çıkıyordu.

“Geldim,” dedi kavalcı, bakışlarını kavaldan ayırmadan. Küstah dudakları arasından çıkan tek

kelime her şeyi özetliyordu. Bir an önce parasını alıp gitmek niyetindeydi. Aşağı gördüğü bu insanlarla

iki kelime etmek bile istemiyordu.

İhtiyara yaşadığı yıllardan bile uzun gelen bir süre boyunca odaya sessizlik hâkim oldu. Ona

uzun gelmesinin nedeni, belki de bu kısa sürede aklından onlarca düşünce geçmesiydi. Dudakları

arasından çıkacak kelimelere dikkat etmek zorundaydı. Bir yanı -onun bu kadar insana baş olmasını

sağlayan yanı- kavalcının o çokbilmiş yüzünün ardında habis bir şey sakladığını fısıldıyordu kulağına.

�eytani bir şey. Ona karşı dikkatli olmasını söylüyordu. Ancak o yüzü, o kendini beğenmiş ifadesi, o

küstahça kıvrılan dudakları insanın sabrını zorluyordu. Bir bebek ölmüştü onun yüzünden. İşte anne

ve babası tam sağında duruyorlardı. Göz ucuyla görebiliyordu onları. Yıkılmış, perişan olmuş

haldeydiler. Aşklarının çiçeği solmuştu; tıpkı hayatları gibi. Ve bu saatten sonra yapılacak hiçbir şey

bu gerçeği değiştiremezdi. Kavalcı onları hortlaklardan kurtarmıştı belki ama… Ödeyecekleri bedelin

bu kadar ağır olacağını söylememişti.

İhtiyar, kavalcıya bakarken tarifsiz bir nefret bulutu kapladı bilincini ve temkinli davranmasını

öğütleyen yanına kulaklarını tıkamasına neden oldu.

Page 142: Xasiork Dergi 5. Sayı

142

“Sana tek kuruş vermeyeceğiz!” dedi yönetici, öfkesini kelimelere yükleyerek. “Böyle

anlaşmamıştık. Hortlakları def ettikten sonra başımıza ne geleceğini sakladın bizden.”

Kavalcı kavalını belindeki kılıfa öyle hızlı soktu ki kimsenin gözleri bu ana şahitlik edemedi.

Adam kavaldan ayırdığı gözlerini yere dikti bu kez. “Sizi binayı saran hortlaklardan kurtaracağımı

söyledim,” dedi sonra.

“Bir bebek öldü,” dedi ihtiyar, her şeyi özetlemek istercesine.

“Ve kurtardım,” dedi kavalcı, ihtiyarı hiç de şaşırtmayan bir umursamazlıkla.

“Sen hayatlarımızı çaldın. Yemeğimizin, suyumuzun tadını...”

“Sizi hortlaklardan kurtardım,” diye yineledi kavalcı, bakışlarını yerden ayırıp ihtiyara dikerken.

Gülümsemesi tamamen silinmişti. Ve tam o anda yüzünün ardındaki şey bir anlığına, çok kısa bir

anlığına görünür kılındı. İnsandan başka her şeye ait olabilecek o habis yüzü.

İhtiyar bunu kendisinden başka kimsenin fark etmediğini düşündü. Kavalcı insan değildi.

Bundan emindi artık. Her ne ise etten kemikten fazlasıydı. Bu gerçek korkusundan çok nefretini

körükledi ve romatizmalı parmaklarıyla onun boğazını sıkma istediğini artırdı.

“Bize yalan söyledin kavalcı,” dedi yönetici, ağzından tükürükler saçarak. Kontrolünü tamamen

öfkesi devralmıştı artık.

“Size asla yalan söylemedim yönetici,” dedi kavalcı. “Sadece bazı ufak yan etkilerden haberdar

etmedim. Yalan söylemekle bazı şeyleri söylememek tamamen başka şeylerdir.”

“Ufak… yan etkiler mi? Sen buna… buna ufak mı diyorsun? Bir bebek öldü dedim, beni

duymadın… herhalde.” İhtiyar titremeye başlamıştı. Yutkunmakta zorlanıyordu. Görünmez eller

boğazını sıkıyordu sanki.

“Öfkelenme ihtiyar,” dedi kavalcı. “Kişisel sorunlarınla kafamı şişirme. Bana vaat ettiğinizi verin

de yoluma gideyim.”

“Yaptıklarını düzeltmeden olmaz.”

Page 143: Xasiork Dergi 5. Sayı

143

“Anlaşmamız hortlakları uzaklaştırmamla sınırlıydı. Sizin suyunuzun, yemeğinizin tadıyla değil.

Beni uğraştırma. Paramı ver de gideyim.”

“Son sözümü söyledim,” dedi yönetici, yanına gelen torunu koluna sarılırken.

Kavalcıysa derin bir nefes aldı önce. Ardından, “O halde…” diye söze başladı, ancak cümlesini

tamamlayamaya fırsat bulamadı. Ölen bebeğin babasıydı bunun nedeni. Daha doğrusu kavalcının

suratına inen yumruğuydu. Zaman bir an için yavaşlamıştı sanki. İhtiyar, kavalcının patlayan

dudaklarından fışkıran kanı ve kırılan diş parçalarının havada süzülüşünü, tüm bunlar ağır çekimde

oluyormuşçasına gördü. Ardından zaman normal akışına döndü ve toplantı odasında bulunanlar

kavalcının üzerine atıldı. Küfürlerin, yumrukların ve tekmelerin adresi ortaktı.

İhtiyar, çocuklar ve birkaç kadın dışındaki herkes adamın etrafında etten bir işkence duvarı

örmüştü. Çocuklar da kadınlar ve ihtiyar gibi bu dehşet sahnesini göz kırpmadan izliyorlardı. Harekete

geçmeliyim, diye düşündü yönetici. Ama görünmez eller tarafından tutuluyormuşçasına olduğu yerde

çakılıp kalmıştı. Kendi kendine, sürekli bunu durdurmalıyım, diye tekrarlıyordu. Ancak bedeni görme

duyusu dışındaki işlevlerini yitirmişti sanki.

Bu arada kavalcının ölümle arasındaki mesafe gittikçe azalıyordu. İhtiyar bir ara adamın kana

bulanmış ve çarpılmış yüzünü ayaklar altında gördü. Yüzüne gelen bir tekme sağ yanağından koca bir

et parçası kopardı ve elmacık kemiğini gözler önüne serdi. Bir diğer tekme burun kemiğini un ufak etti.

Bir diğeri gözünü bir balonmuşçasına söndürüverdi. Sonunda öfkeler ve enerjiler tükendi. Ve o

görünmez eller ancak o zaman bıraktı ihtiyarı.

“Yeter artık! Bırakın adamı!” diye haykırdı.

Ancak olan olmuştu. Kavalcı ölmüştü. �imdi herkes sürrealist bir esermişçesine yerde yatan

adamın insanlıktan çıkmış bedenini izliyordu.

***

Üç saat sonra kazma ve kürekler alındıkları yerlere konuldu, toprakla dolan tırnaklar temizlendi,

toplantı odasındaki kanla kaplı zemin silindi ve ağızlar bu sırrı mezara kadar götürmek üzere

mühürlendi.

***

Page 144: Xasiork Dergi 5. Sayı

144

Üç gün sonra ihtiyar martı sesleriyle uyandı. Geri gelmişlerdi; tıpkı hamam böcekleri gibi.

Günlerdir boş duran yapışkanlı kâğıt böceklerle doluydu. Var güçleriyle ince bacaklarını yapışkandan

kurtarmak için çırpınıyorlardı. Yönetici bu minik canlıları gördüğüne bu kadar sevineceğini hayal dahi

edemezdi. Ama yine de… Tam o sırada torunu koca bir elmayı ısırarak içeri girdi. Elma suyu dudak

kenarlarından boynuna aktı. Günlerdir ilk defa yanakları al aldı; tıpkı elindeki elma gibi.

“Tadı harika dede!” dedi çocuk, koluyla boynunu silerken. Gözleri ışıl ışıldı.

Tüm bunlar, hortlakların binayı istila etmesiyle başlayan ve onları def eden kavalcının bıraktığı

lanetle devam eden kâbusun sona erdiği anlamına geliyordu. O halde hâlâ neden rahat değildi içi?

Onu huzursuz eden neydi?

***

Tıpkı ihtiyar gibi kavalcı da geri dönen martıların seslerini işitti kurumuş kanla kaplı

elbiselerindeki ve tırnak içlerindeki toprak parçalarını temizlerken. Başka bir ses daha duyuyordu.

Burnundan, ağzından, kulaklarından giren böceklerin sesini. Kafasının içinde dolanıyor, türlü sesler

çıkarıyorlardı. Sinir bozucu bir durumdu bu.

Onu, binanın arkasındaki arsaya, bir meşe ağacının birkaç metre yanına gömmüşlerdi.

Tahminine göre az önce içinden çıktığı çukura atılalı üç gün olmuştu. Buna rağmen her soluk alışında

sırtından bıçaklanıyordu sanki. Hâlâ kaburga kemiklerinden birkaçı kaynamamıştı. Gözü de iyi

durumda sayılmazdı. Organları gibi derisi de kendini tam olarak yenilememişti henüz. Oysa tüm

kemikleri kaynamadan, her organı kusursuz şekilde çalışmaya başlamadan mezardan çıkmaya niyetli

değildi. Toprak hem ruhunu dinlendiriyor, hem de fiziki bedeninin iyileşme sürecini hızlandırıyordu.

Ancak öfkesi yaşayanlar arasına dönmesini çabuklaştırmıştı. Daha fazla sabredememişti.

İnsanoğlu ne kadar da nankör, ne kadar da riyakârdı. Oysa üç günlük hayatları olan zavallılar

olmalarına rağmen onları hortlaklardan kurtarmamış mıydı? Hem de üç kuruş para karşılığında. İstese

tüm şehri satın alacak paraya sahip olması işten bile değilken. Zaten saraylarda oturduğu, altından

elbiseler giydiği zamanlar da olmamış mıydı? Ama o insanoğlu gibi açgözlü değildi. Tüm bunlardan

çabucak sıkılmış, bu görkemli yaşamı asırlar önce ardında bırakmıştı. İnsanoğlunun binde birinden

vazgeçemeyeceği bir servetti bu.

Page 145: Xasiork Dergi 5. Sayı

145

�u yeryüzünde ne kadar uğraşırsa uğraşsın çözemeyeceği tek türün insanoğlu olduğunu

düşündü iki parmağıyla yakaladığı bir solucanı kulağından çekip çıkarırken. Kendisinin bir soluk alışı

kadar kısa bir süre yaşayan bir canlı için amma da yaygara koparmışlardı. Bir bebek ölmüşse ne

olmuştu yani? Her gün bir şekilde binlerce insan ölmüyor muydu? Hem istedikten sonra bir sene

içinde sağlıklı bir bebekleri daha olabilirdi, değil mi?

Gülmeye başladı ciğerine batan kırık kaburgasına aldırmadan. İnsanoğlu acınası bir türdü

gerçekten de. �u kısacık süreli ömürlerinde nelerle uğraşıyordu. �an, şöhret, para, aşk, sevgi…

Kendisi gibi ölümsüz olsalar yine aynı olurlar mıydı acaba? Cevabını asla öğrenemeyeceği bir

soruydu bu.

Gözleri önünde, ondan hesap soran ihtiyar canlanınca gülümsemesi silindi. Nasıl da kafa

tutmuştu utanmadan. Oysa onu kızdırmasa yemeklerin, suyun neden tatsızlaştığını; havanın neden

bayatladığını açıklayacaktı. Bunların ondan değil, kovduğu hortlaklardan kaynaklandığını ve birkaç

gün içinde her şeyin normale döneceğini söyleyecekti. Üstelik ona kelimelerle saldırmakla da

yetinmemişlerdi. Tekme ve yumruklarla acımasızca canını almaya çabalamışlardı; bunun imkânsız

olduğunu bilmeden.

Sevgilisini kolları arasına alan bir âşık gibi parmakları arasına aldı kavalını. Çok şükür ki kırık

parmakları kaynamış, kopmak üzere olan alt dudağı kendini yenilemişti. Birkaç metre yanındaki meşe

ağacının dibine oturup sırtını heybetli gövdesine dayadı ve ona bir kibrit kutusu büyüklüğünde

görünen binaya baktı. Nankörlerin barındığı taş yapıya. Orada, meşe ağacının altında geceye kadar

bekleyecekti. O zaman kendisine yapılan nankörlüğün cezasını ödetmenin vakti gelmiş olacaktı.

Bir bebek için bu kadar patırtı koparan insanların bu gecenin ardından neler yapacağını

düşündü. Bu düşünce keyfini yerine getirdi. Ertesi gün orada olup yüzlerindeki ifadeyi görmek isterdi

aslında. Ancak burada oyalanacağı kadar oyalanmıştı. Ruhunu daraltan bu köhne yerde bir gece

daha geçirmeye tahammül edemezdi. Hak edenlere hak ettiklerini verip şehirden ayrılacaktı. Bu

zavallı insanları cezalandıracak ve güneşin doğuşunu başka bir şehirde, hatta başka bir ülkede

izleyecekti.

Kavalını parmakları arasında çevirirken binayı izlemeye koyuldu. İçindekilerin son huzurlu

gecelerini geçirdikleri yapıyı.

***

Page 146: Xasiork Dergi 5. Sayı

146

“Dede,” dedi çocuk, uyuduğunu sanıp yanından ayrılmak üzere olan dedesinin ardından.

İhtiyar ona doğru döndü. Elinde tuttuğu mumum ışığında, gülümseyen yüzü bir ermişi

andırıyordu.

“Annem ve babam Cennet’te değil mi dede?”

İhtiyar bir süre soruyu yanıtlayamadı. Sonra, “Evet, bir tanem. İkisi de Cennet’teler,” dedi, böyle

bir yerin varlığından şüphe etse de.

“Onları sürekli düşünürsem rüyama girerler mi dede?”

“Evet bir tanem. Cennetten çıkar ve seni görmek için rüyana gelirler. Hadi uyu artık.”

Adam yeniden kendi yatağına yönelmişti ki, kız kanını donduran bir soru sordu bu kez: “Kavalcı

bir daha gelmeyecek değil mi?”

İhtiyar mumu komodinin üstüne koyup küçük kızın yatağına oturdu ve onu kolları arasına aldı.

Çocuğun bedeni titriyordu. Bir süre sonra dedesinin kollarından sıyrıldı ve korku dolu gözlerini onun

yüzüne dikti.

“O hortlaklardan daha kötü dede. Çok daha kötü.” Sonra sağa sola bakıp sesini kimsenin

duymasını istemiyormuş gibi fısıltıyla sürdürdü konuşmasını: “Onun yüzünü gördüm… Gerçek

yüzünü… Rüyamda.”

İhtiyarın toplantı odasında bir anlığına gördüğü o habis yüz gözleri önünde canlandı birden.

Ensesine bir hayalet dokunmuş gibi tüyleri diken diken oldu. Fırtına öncesi bir sessizlikti bu üç huzurlu

gün. Bir şeyler olacaktı. Bunu hisseden yalnız o değildi anlaşılan. Ama ne olursa olsun hem torununu,

hem de diğerlerini korumak için elinden geleni yapardı. Kimsenin torununa ve onu yönetici yapan

insanlara zarar vermesine izin vermezdi.

Yüzüne zoraki bir gülümseme kondurup kızı alnından öptü ve onu yatağa yatırıp üstünü örttü.

“Geri gelmeyecek hayatım. Ne o ne de hortlaklar. Hadi uyu bakalım. Kötü bir gün daha

yaşamayacağız artık.”

Ardından odanın karşı duvarına dayalı olan kendi yatağına gidip uzandı. Mumu söndürünce

karanlık tıpkı düşüncelerini kapladığı gibi kapladı odayı.

Page 147: Xasiork Dergi 5. Sayı

147

***

Önce sesi rüyasında duyduğunu sandı. Ancak gözleri açıktı, değil mi? O halde… İnsan gözleri

açıkken rüya görmezdi. En azından aklı başındaysa. Ve o, aklının başında olduğuna emindi. Demek

ses gerçekti. Annesi onu çağırıyordu. Heyecanla doğruldu ve yataktan kalkıp karanlığın içinde

körlemesine ilerlemeye başladı. Annesini sanki yanındaymış gibi duyuyor, ama onun odada

olmadığını biliyordu. O, dışarıdaydı. Meşe ağacının içindeydi. Babası da yanındaydı. Onları kafasının

içinde görebiliyordu. Onu bekliyorlardı. Tekrar bir aile olmak için onu çağırıyorlardı.

Dikkatli adımlarla kapıya ulaşmayı başardı. Kalbi heyecandan deli gibi çarpıyordu. Kapıyı

menteşeleri gıcırdamasın diye yavaş yavaş araladı. Dedesini uyandırmamalıydı. Eğer uyanırsa dışarı

çıkmasına izin vermezdi çünkü. Duyduğu sesin gerçek olmadığını söylerdi. Yatağına dönmesini

isterdi. Anne babasına kavuşma şansını kaçırmasına neden olurdu.

Neyse ki korktuğu başına gelmedi. Bir hayalet gibi kapının arasından süzülüp koridora çıktı.

Binanın içi merdivenlerde yanan mumlar sayesinde biraz olsun aydınlıktı. Koridoru hızla geçip

merdivene yöneldi. Her zamankinin aksine hiç duraksamadan indi basamakları; ağrı saplanan dizine

aldırmadan. Binadan çıktıktan sonra yüz metre kadar ötede, boş arsanın ortasında duran meşe

ağacına baktı. Işıl ışıl parlıyor, geceyi aydınlatıyordu. Kalın gövdesinin ortasında bir kapı vardı. Işık da

bu kapıdan yayılıyordu. Anne ve babası ise o ışığın içindeydiler. Ona gülümsüyorlardı. Görebiliyordu

bunu. Bacağına sağ eliyle destek olup hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.

***

Büyülü notalar kavaldan yayılmaya başladıktan kısa bir süre sonra çocuklar peynir kokusu alan

fareler gibi binadan çıkmaya başlamıştı. Oturduğu meşe ağacının dalından gerçekten de fare gibi

görünüyorlardı. Birbirilerinden habersiz ilerliyorlardı. En önlerinde de o küstah ihtiyarın torunu vardı.

Kavalcı buna memnun oldu. Kız, sakat bacağına rağmen tüm çocuklardan hızlı ilerliyordu.

Kuşkusuz bunun nedeni kızın sahip olmayı arzuladığı şeyin diğer çocuklarınkinden çok daha değerli

olmasıydı. Diğerleri meşe ağacının içinde bisikletler, çikolatadan evler, rengârenk uçurtmalar

görürken, o anne ve babasını görüyordu.

Kavalcı kavalına üflemeyi sürdürdü. Çocuklar gördüklerinin, duydukları melodinin yarattığı

imgelemler olduklarından habersiz ilerlemeyi sürdürdüler. Sonunda en öndeki sakat kız ağaca ulaştı

Page 148: Xasiork Dergi 5. Sayı

148

ve gerçek olmayan kapıdan içine girdi. Diğerleri de gözlerindeki mutluluk gözyaşları ve dudaklarındaki

gülümsemeyle onu izlediler. Kavalcı son çocuk da içeri girene kadar kavalına üflemeyi sürdürdü.

Ayaklarını boşlukta neşeyle sallandırıyordu.

***

İşte karşısındaydılar. Tıpkı yıllardır elinden düşürmediği resimlerdeki gibiydiler. O kadar mutlu

görünüyorlardı ki… Birbirilerine sarılmış, göz alıcı ışığın içinde sabırsızlıkla onu bekliyorlardı. Onu

Cennet’e götüreceklerdi. Bir daha hortlaklar tarafından korkutulmayacağı, asla aç kalmayıp

üşümeyeceği yere. Annesi eğilip kollarını iki yanına açtı. Belli ki onu kucaklamak için

sabırsızlanıyordu. Kız bacağına rağmen koşmaya başlamıştı artık. Bir yandan da annesinin kokusunu

düşlüyordu. Ona sarılacak ve hiç bırakmayacak, kokusunu doya doya içine çekecekti.

Sonunda kapıdan girip ışığın içine daldı ve annesinin kollarına bıraktı kendini. Ancak o anda her

şey kayboldu. Annesi, babası, göz alıcı ışık… Karanlık yuttu hepsini. Ama orada, karanlığın ardında

başka bir şey daha vardı. Tüm çocukları kucaklamayı arzulayan bir şey. O şey, kız öne doğru

düşerken yakaladı onu; soğuk kollarını bedenine doladı. Ölümdü bu.

***

İhtiyar ötedeki ağaca baktı. Kızıl gökyüzün altında kara bir devi andırıyordu. Heybetli gövdesinin

yanında birileri vardı. Bir yanı ağaçtan uzak durmasını fısıldadı kulağına. Göreceği şey yüzünden

pişman olacağını söyledi. Ancak merakı ağır bastı ve o asırlık deve doğru yürümeye başladı. Orada

her ne, ya da her kim varsa görmeliydi. Orada her ne varsa yüzleşmeliydi.

Yirmi-otuz metre ilerlemişti ki ağacın altındaki siluetler insan şekline büründü. Ancak ayaklarının

yere basmadığını olduğu yerden bile görebiliyordu. Her neyseler havada süzülüyorlardı. Kavalcının

kovduğu hortlaklar mıydılar yoksa? Bu düşünce bile onu geri döndürmeye yetmedi. Tam tersine

merakını körükledi ve adımlarını sıklaştırmasını sağladı.

İhtiyar çok geçmeden ağaca ulaştı. Ancak onu ağacın dibine kadar taşıyan yorgun bacakları bir

anda çözülüverdi ve bu yüzden dizlerinin üstüne kapaklandı. Gördükleri… Gördükleri gerçek değildi.

Olamazdı. Yine de bakışlarını gördüklerinden ayıramıyordu. O dehşet sahnesi gözlerini esir almıştı.

Karşısındakiler hortlak değildi. Keşke olsalardı ama değillerdi. Gözlerinin önündekiler çocuklardı.

Ağaç dallarına boyunlarından asılmış çocuklar. Minik bedenleri hayaletler gibi havada süzülüyordu.

İhtiyar tüm bu çocukları tanıyordu. Çoğu elinde büyüyen insanların evlatlarıydı. Geceleri masal

Page 149: Xasiork Dergi 5. Sayı

149

okuduğu, hasta olduklarında baktığı çocuklardı onlar. Ve içlerinde torunu da vardı. Sıska kolları

yamalı geceliğinin iki yanından sarkıyordu.

İhtiyar kalbinin durmasını diledi. Bir anda ölmeli ve bir saniye daha şahit olmamalıydı bu

sahneye. Ancak yaşlı kalbi ona inat edercesine atmayı sürdürdü.

Derken bir ses işitti. Sağından geliyordu. Kavalcıyı gömdükleri yerden.

“�imdi ödeştik, ihtiyar,” diyordu birisi.

Bu cümle, bakışlarını önünde duran insanlık dışı sahneden ayırmasını sağladı. Konuşan

kavalcıydı. Onu gömdükleri mezarın üstünde bağdaş kurmuş oturuyordu. Kavalı sağ elindeydi.

Yüzünün sağ tarafı yoktu. Sol tarafı ise lime lime olmuştu. İhtiyar, etinin üstünde kımıl kımıl hareket

eden kurtları görebiliyordu.

“Değil mi ihtiyar?” diye sordu kavalcı, tek gözüyle ağaç dallarına asılı çocuklara bakarak. Ve

yarısı olmayan dudaklarına götürdüğü kavalı çalmaya başladı. Aynı anda asılı çocuklar da çığlık

atmaya başladılar. Haykırıyor ve elleriyle kulaklarını kapatmaya çalışıyorlardı. Sanki duydukları lanetli

melodiye uygun bir şarkı söylüyorlardı. Cehennem müziğiydi bu.

Ve ihtiyar uyandı. Ancak peşini bırakmayan, onu izleyip kâbusundan gerçek hayata sızan bir

şey vardı. Çığlıklar. İhtiyar önce torununun boş yatağına baktı, sonra da yataktan fırlayıp pencereye

koştu. İleride, arsanın ortasındaki meşe ağacının altında bir kalabalık toplanmıştı. O mesafeden kim

olduklarını görmesi imkânsızdı, tıpkı rüyasındaki gibi. Ama az sonra merdivenden inecek, yüz metre

yürüyecek ve meşe ağacının heybetli gövdesinin sağından solundan fırlayan çocuk kol ve bacaklarını

görecekti. Ve ağacın etrafında ayılıp bayılan insanlarla, çocukları kurtarmak için elindeki baltayı

ağacın gövdesine indirdikçe üstüne kan sıçrayan adamı da. Hatta az sonra çıldırıp kahkahalar atmaya

başlayınca, adamın elinden baltayı almaya çalışanlara da yardım edecekti.

Page 150: Xasiork Dergi 5. Sayı

150

Filmin reklâm afişini ilk olarak Ekim ayında görmüştüm. Gerçekten heyecanlandığımı itiraf

etmeliyim. Bu heyecanımın tabii ki birbirini

tetikleyen farklı sebepleri vardı. İlk olarak

karşımda sevdiğim ve hayatımın yapıtaşlarını

oluşturan bir tarz vardı. İsim etkileyiciydi ve

düşündüklerimde yanılmadığımı gösteriyordu.

Buna afişin sanatsal çalışması da eklenince

çok daha fazla mutlulukla doldu içim ve

gösterime giriş tarihini anında hafızama

kaydettim.

Bu süreç içerisinde daha fazla

şaşırabilmek için, filmle ilgili hiçbir tanıtım

yazısını okumadım özellikle. Görsel reklâm

sunumunu, benim için çok değerli bir oyuncu

olan Keanu Reeves ’in son dönemlerdeki

seçilmiş hayat felsefesiyle birleştirince

neredeyse senaryoyu bir şekilde gözümde

canlandırmıştım. Diğer seçilmiş filmlerin

tadında, kıyamet günüyle ilgili bir yapım

bekliyordu beni. Bundan adım kadar emindim.

En azından öyle düşünüyordum. Hatta nasıl bir

farklılık yaratacaklarını çözümlemeye

çalışıyordum bekleme döneminde. Tabii bu yapımın ilk olarak 1951 yılındaki bir başka eski yapımın

tekrar çekimi olduğunu öğrenmem fazla uzun sürmedi. Yine de beklemeye devam ettim heyecanla.

Sonra gösterim tarihi geldi ve ben koltuktaki yerimi aldım. Anlatmaya başlamadan önce konuyla

ilgili kısa bir tanıtım yapmakta fayda var. Bir uzay mekiği Washington D.C.’ye iniyor ve kahramanımız

bir uzaylı olarak içinden çıkıyor. Yanında da hiç kimsenin hayal edemediği tahrip gücüne sahip bir

kötü robotla birlikte. Dünya liderleriyle görüşerek yaklaşan tehlikeyi anlatmak isteyen uzaylı Klaatu’ya

dünyanın geri kalanı güvensizlik, korku ve şüphe içinde bakmakta.

Film başladı nihayet ve ilk on beş dakika bende soğuk bir duş etkisi yarattı. Önsezilerimde ne

kadar yanıldığımı görmek beni gerçekten üzmüştü. Konunun benim aklımdan geçenlerle uzaktan

DÜNYANIN DURDUĞU GÜN – BÜLENT ERİŞ X K dergidergidergidergi

Page 151: Xasiork Dergi 5. Sayı

151

yakından hiçbir alakası yoktu. Kendimi toparlamaya çalışarak arkama yaslandım ve, “Ne olmuş yani,”

dedim. “İzle ve tadını çıkar filmin.”

İlerleyen dakikalar, kendi kendime söylediğim bu cümlenin koskocaman bir kandırmacadan

ibaret olduğunu gösterdi bana maalesef. Karşımda duran bu büyük senaryo, anlaşılmaz bir şekilde

tek ve sıradan konunun üzerine oturtulmuştu. Günümüze uyarlanan basit bir ‘Nuh’un Gemisi’ hikâyesi

üzerine. Yazımı okuyanların da gördüğü gibi söylediğim bu iki kelimelik cümle neredeyse tüm filmi

özetlemeye yetiyor ne yazık ki.

Düşüncelerimin değişmesi dileğiyle

izlemeye devam ettim sabırla. En azından

anlatım insanı büyüleyebilirdi, bağlantılar

etkileyici olabilirdi ve ne bileyim en azından alt

konular sağlam bir temel yaratabilirdi filme.

Maalesef beklentilerim sonuçsuz kaldı. Hatta

filmin ilk yarım saatinden sonra bir komedi

filminde olup olmadığımı ayırt edemedim

nedense. İçimden gülmek geldi hiç alakasız

yere birçok sahnede. Filmi izlemeyenler

olduğunu düşünerek sahnesel açılımlara

girmek istemiyorum ama bazı ayrıntıları söylemeden de geçemeyeceğim kusura bakmayın.

Gözüme en çok batan ayrıntı, (daha doğrusu buna ayrıntı denirse tabii) sevgili Keanu Reeves

ağabeyin uzaydan yanında getirdiği o koskocaman robot oldu. �imdi ne alaka dedim içimden. Bu

nasıl bir sanat yönetmenliği demekten kendimi alamadım. Robotu gördüğüm her sahnede güldüm.

Tek gülen ben değildim, sinemada bulunanların da herhalde yarısı benimle aynı fikirdeydi. Sadece

görüntü değildi robotu alakasız yapan. Enerji düzeyinde gelişmiş bir yaratıksın, maddenin dışına

çıkmışısın, beyin gücünle bir sürü şey yapabiliyorsun, bir de tutmuş insan kılığına bürünmüşsün

vesaire. Sormazlar mı adama bu robot nedir? Niye bu kadar büyük? Gözleri niye bizim alıştığımız

gibi? Niye yanında getirdin? Bu şekilde bir sürü soru.

Gözüme batan ve senaryonun en zayıf yanı olan ikinci durumsa, finalin büyük mantıksızlığı.

Efendim bu uzaylılar dünyamızı bilmem kaç bin yıldır izliyorlarmış. Hemen hemen yaşanan her

şeyden haberdarlar. Sonra cezayı kesmek için içlerinden biri geliyor.

Page 152: Xasiork Dergi 5. Sayı

152

Ardından dünyanın bir şansa

daha sahip olduğunun bilincine

varıyor. Peki, bunu nasıl yapıyor

derseniz sevgili arkadaşlar? Bu

gelişmiş, izlemiş, binlerce yıldır

dünyamızı değerlendirmiş, beyin

gücü müthiş, hayat felsefesi

inanılmaz olan uzaylı kardeşimiz

iki çift kelam ediyor diğer

oyuncularla. Bir anne ve oğlu,

diğer oyuncular dediğimiz. Bunlar

iki saat içerisinde dünyayı yok

etmek için tüm hazırlıkları yapan

uzaylılara bir anda hayatın kıymetini, dünyanın bir şansa daha ihtiyacı olduğunu anlatıveriyor.

“Lütfen,” dedim son bir umutla. “Bari bu kadar basit ve mantıksız bir sonla bitirmeyin.”

Geriye kalanlar her zamanki şeyler arkadaşlar. Görüntü efektleri, oyuncu kadrosu, birkaç iyi ara

geçiş sahnesi, bazı felsefi laflar falan. Bunlar filmi izlemek için yeterli mi? Bence değil. Ama yine de

izleyin ve eleştirilerime ortak olup olmadığınızı değerlendirin derim.

Page 153: Xasiork Dergi 5. Sayı

153

CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER 12121212:::: “123 123”“123 123”“123 123”“123 123”

Berk PayatBerk PayatBerk PayatBerk Payat

Ve bir adım daha yaklaştım pencerenin ağzına. Yürürken ayaklarım kaysa da yine de hoş

gelir hayalleri ile lütufkâr yaşama.

Bu kavi standartların amorfik çizgilerinde yürümek zordur, kimse öğrenemez 4/4lük ritmin

gizemini. Piyalemin içinde yaşayan Neyzen Tevfik ve Ömer Hayyam’la şarabımı paylaşırken

irdeliyorum bu kallavi ve kunt konuları. Epe kalbimin tam ortasına girip kalbimi kızgın demiriyle

yararken dahi bu adımları düşünür ve devam eder ilencinde bulunurum. Agnosik kalbimin

derininde sam paradoks kusar, setr-i avretvari bir nida ile yaşamımı sürdürmeye koyulurum.

Aklı baki olmayan düşler içinde yaşamak zordur, hedefler, planlar bir türlü istediğiniz gibi

gitmez. Yaşamak ağır gelir, insanlar gelir geçer kalplerinizde, çivi gibi işler her acı yüreğinize. Bu

delalet çerçevesinde letafet bulmak sasyalengüistik kavramlara ters düşse de, Pandora’nın Kutusu

bu yaşadığımız; ne kadar kötü olsa da bu enstantane, umut her zaman vardır içinde. Bir yeğen

kaybedersiniz, iki kuzen gelir, bir abiniz olmaz, bir enişteniz gelir; yaşam bu, güzellikler ancak

umutla gelir.

Ancak bir de sevgiliniz vardır, sizi sonsuza kadar sevecek ve doğmadan önce de ruhen sizi

seven... Ben şanslıyım ki yanımda.

Yirmi yaşım pek güzel geçmese de yaşıyoruz işte hâlâ.

Page 154: Xasiork Dergi 5. Sayı

154

SADIK YEMNĐ ĐLE SÖYLEŞĐ

Fantezi, bilimkurgu, polisiye - gerilim türlerinde eserleri ve sağlam üslubu ile Türk edebiyatının dikkat çeken yüzlerinden Sadık Yemni ile hayal

dünyasından taşanlar üzerine…

Page 155: Xasiork Dergi 5. Sayı

155

İlk kitabım dönüm noktasıdır. Kitabın

üzerinde adımı görünce, “Vay canına ben artık

bir yazarım,” diye şaşmıştım. Muska

senfonik roman türündeki ilk romanım.

Sanatımda bir sıçramadır.

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

İstanbul’da (Tatavla/Kurtuluş) doğdum, İzmir’de büyüdüm, Amsterdam’da evrildim. �akayla

Kahpe, Gavur ve Yosma öneklerini kullanırım bundan söz ederken. Çok erken yaşta bilimkurgu,

polisiye ve tekinsiz konulu öykülere, çizgi romanlara ve romanlara ilgi duymaya başladım. 1975

yılında kısa bir süre kalmak üzere Amsterdam’a gittim. Hâlâ oradayım. Daima bir kitap okuma ve film

izleme sapığı oldum. Bir yazar için normal gibi görünmeyen tek yanım sporculuğum olmalı. Kırk yılı

aşkındır muntazam spor yapmaktayım. Fitnes, Wu Shu (Kung fu) ve bisiklet gibi.

Sitenizden de edindi ğimiz bilgilere göre hızlı ve çok ilginç bir hayat serüveniniz var.

Böyle ilginç bir ya şamda yazar olmayı nasıl ba şardınız?

Türkiye’deyken gece avları, mağara keşifleri, uyduruk

haritalarla define aramalar, zor yerlerde gecelemeler, yetersiz

teçhizatla kış günleri doğada var kalma egzersizleri vb. gibi

durumlar yaşardım. Bunu Amsterdam’da çok değişik işlerin

ortamları ve sonra dünya ölçekli serüvenler izledi. Sydney, Rio

de Janeiro, Bangkok, Singapur, Manila vb. gibi yerlerde yaşam

deneyimimi ve farkındalığımı koyulaştırma imkânı buldum. Çok

okuyan, çok film izleyen, coşkulu anlatıcı biri olarak yazmayı

hep istiyordum. Ama hayat gailesi denen bir şey de var. Ancak

1981’de iş sırasında yazabileceğim cinsten bir meslek edinince

bunu çözebilecektim. Köprücülük işiydi. Özellikle kışları çok bol

zaman kalmaktaydı okumak ve yazmak için. Otuz beş yaşı

civarında ilk öykülerimi yazmaya başladım. Bir öykü kitabım yayımlanmıştı. Adı “Demirden Gaga”ydı.

Oyun gibiydi. Fazla ciddiye almıyordum. Kırk yaşına bastığımda yazar olmaya karar verdim ve daha

yoğun bir yazım sürecine girdim.

Peki, sizi bu süreçte kitap okumaya yazı yazmaya çe ken şey neydi?

Daima coşkulu ve galiba üsluplu bir anlatıcıydım. Çünkü, “Sadık sen yaz,” diyenler olurdu.

Çocukken ismini bile anında uydurarak hiç görmediğim filmleri anlatırdım. Görüntü ve söz

sağanağının altında yaşarım hep. �u anda da öyledir. Bir romanı düşündüğümde sahneler, diyaloglar

neredeyse kendi kendine belirir. Bu beyin etkinliği varsa; yazmamak, film çekmemek ya da müzik

bestelememek mümkün değildir diye düşünüyorum. Yeteneği çok abartanlardan değilimdir. Ama

SADIK YEMNİ İLE SÖYLEŞİ X K dergidergidergidergi

Page 156: Xasiork Dergi 5. Sayı

156

yazmazsam geberirim diye düşündürtür en azından

diyorum. Tabii üslup ve kurgu yetkinliğine yatkınlığın yanı

sıra.

Türkiye’de birkaç yıl öncesine kadar bilimkurguya

“uydurma”, fantastik kurguya ise “uçuk kaçık şeyler”

diye tabir edilen ithamlarda bulunulmu ştur. Sizin

bulundu ğunuz yer ve zaman itibariyle yazdıklarınız nasıl

karşılandı?

Bilim toplumuna henüz yeterince evrilmemiş bir

toplumuz. ‘�imdi icat çıkarma’ sözünün bu kadar sık

kullanılması boşuna değildir. Son yirmi yılda sayısı artan

televizyon kanallarının saçtığı ahmaklaştırıcı, evrimde geriletici yayınların etkisini de hesaba katarsak

durumun vahameti iyice çıkar ortaya. Bu iğne. �imdi gelelim çuvaldıza. Batı’da ün kazanan BK

yapıtları ya distopya (nadiren ütopya) ya da teknik buluşların ışıklarının sınırını biraz aşan buluş

önerileriyle ünlü oldular. Edebiyat eseri değildiler, ama insan fantezisini coşturan, hayal gücünü

esneten yapıları vardı. Bir örnek iyi gider şimdi. 1951 yılında ben Kurtuluş’ta yeni doğmuş bir

bebekken en beğendiğim bilimkurgu yazarlarından biri olan Ray Bradbury “Fahrenheit 451” adlı bir

eser yayımladı. Konusu bu türün okurları için malum. Kitapları yakıyorlar. Kâğıdın tutuşma derecesi

olan 232,7 santigradın karşılığıdır Fahrenheit 451. Yazar bir totaliter rejimin sansüründen çok, o

yıllarda televizyonun kitap okumaya olan ilgiyi öldüreceğini anlatmaktadır bize.

NOT: �imdi ABD dışında yaşayan, bu öyküyü okumuş, ya da adını duymuş biri acaba F 451 kaç

derecedir diye merak etmemişse ne demeli?

Arthur C. Clarke geçen yüzyılın kırklı yıllarında okyanusları aşan kalın kablolar döşeneceğine

uydu haberleşmesini önermiştir. Bütün bunlar gerçekleşen hayallere dönüştüler. Jules Verne’in

yapıtlarında yakın geleceği işaret eden birçok öğe vardı.

Çuvaldız şöyle: Hiç kimsenin eserini kastetmiyorum. Genelliyorum. Bir bilimkurgu metnindeki

olağanüstülük, henüz namevcut olan şeyler bizim aklımızdan çok öteye uzanmış olan sezgilerimize

hitap etmelidir. Sezgimizle kavranmalıdır yani. İkincisi mevcut teknolojiyle bir çeşit analoji kurmuş

olmalıdır. Yoksa masalı andıracaktır. Karakterler o durum ile tutarlı psikoloji ve fizik potansiyel

göstermelidir. Örneğin The Alien filmi. Yıldızlar arası seyahat yapabilecek üstünlükteki bir gemide o

kıçı kırık silikon bazlı yaratığı kolayca öldürecek bir teknoloji bulunmaz mı? Burası çok arızalı yanıdır

filmin. Daha bir sürü arıza var o filmde, ama iyi reji, oyun ve harika dekorlar bizi büyüledi.

Page 157: Xasiork Dergi 5. Sayı

157

Çuvaldızın uç noktası da dildir. Diliniz akıcı, keyifli,

mizah ışınımlı olmalıdır. Polisiye, bilimkurgu vb. yazmak

edebiyat eseri vermemek ve dili sönük kullanmak için bir

bahane ya da ruhsat gibi algılanmamalıdır.

Fantastik yapıtlara gelince daha önce de çeşitli

vesilelerle söyledim. Ben 2009 yılında oklarla

mızraklarla savaşan falan, ama acayip güçlü sihirbazları

işleyen konuları sevmiyorum şahsen. Sihir = teknoloji

olduğu da unutulmasın. Sihirle yer çekimini yenen birileri

varsa, ama bu güçle uçak falan yapılmıyorsa… Buna

aklım ermez hiç. 1001 Gece Masalları okurum daha iyi.

Bu türde yazanlar bu nedenle, oku, kılıcı, mızrağı bir

kenara bırakarak, toplumsal olarak değişik bir ruh hali ve

bunun inşa ettiği fantastik gerçekliği betimlemeyi

denemelidirler. Masaldan bozarak yine, ama bayağı

ilginç yapıtlar çıkabilir ortaya.

Avrupa’da Tolkien’in ünü nedeniyle olmalı, çoğu gençler olmak üzere belli ölçüde fantastik kurgu

okuru vardır. Bilimkurgu okuru çok daha fazladır. İyi bir bilimkurgu eseri daima takdir edilir. �öyle bir

genel beklenti de mevcuttur: En iyi bilimkurgu eserlerini Amerikalı ve İngiliz yazarlardan beklerler.

Göreceli olarak kendi yazarlarını biraz küçümserler.

Yazdıklarınız, ya şamınızı nasıl etkiledi?

Hayal âlemine hapsolmak demeli. Bir yığın kadın, erkek ve çocuk karakter yaratıp durmak

zamanla insanı etkiliyor. Giderek yoğunlaşan bir tür zihin etkinliği toplam zihin etkinliğinde başat hale

gelmeye başlıyor. Minik bir kara delik oluyor belki; deli gibi yazan ve hayal kuran beyin bölgesi. İlham

evreninden yayın alan, iki ayaklı bir anten gibi hissetmeye başlıyor insan kendini.

Biraz kli şe gibi görünüyor ama şunu sormadan edemeyece ğiz: Yazmak sizin için gerek

manevi anlamda gerek ya şam tarzı anlamında gerek de di ğer tüm anlamlarda ne ifade ediyor?

Yukarıda söylediklerime ek olarak şunu noktayı belirteyim. Salt farkındalıktan ibaretlik cinsinden

bir kuruntu kaşıntısı hissediyor insan. Ve bu daha bir başlangıç.

Anlaşılan hayatınız büyük bir kovalamaca içinde geçmi ş. Yaşadığınız olaylar kitaplarınıza,

gerek üslubunuz, gerekse kitabın içeri ği açısından nasıl bir etkide bulundu?

Page 158: Xasiork Dergi 5. Sayı

158

Amsterdam’da dayımın konfeksiyonunda bazen bir saat içinde yüzlerce yelek ütülerken, ilk

kuşak gurbetçilerin hayat öykülerini dinlerdim. Kadın giysileri satan bir butiğimizde hatunların cilveli

giyinmelerine not verirdim. Çeşitli şehirlerde kurulan dev pazarlarda döner sattım, gece kulübü

kapıcılığı yaptım. Kimde bıçak vardır, kim bela çıkartır hızla sezmeniz lazım. Yedi yıl köprücülük

yaptım. Bisikletle kar kış fırtına belli mesafeleri aşabilmek için fizik kondisyon ve yalnız oturabilmek

için de dirayet gerekmekteydi. Tren temizlikçiliği yaptım. Yüzlerce yolcunun on küsur saat yolculuk

yaptığı trenlerde arkada bıraktığı eşya ve her çeşit izi görmek bayağı öğreticiydi. Çok iyi barmendim.

Bahşiş durumu yahşiydi. Çünkü bir psikolog gibi insanların sorunlarını dinlerdim. Ve de yolculuklar

tabii. Bunlar karakteri makyajlayan şeylerdir. Deneyim ve

farkındalık artırıcılığının yanı sıra.

Okuma serüvenine ilk olarak hangi kitaplarla

başladınız?

Bilinen bütün klasik Türk yazarlarını sayabilirim.

Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin vb. Peyami Safa’nın

Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai’ler,

Sherlock Holmes, Nat Pinkerton, Mike Hammerlar,

Stevenson’un Dr. Jeckyll and Mr. Hide’ı falan. On-on bir

yaşındayken evde ne kadar kitap varsa hepsini

devirmiştim. Suç ve Ceza’yı bile pek anlamadan

okumuştum. O yıllarda Türkiye’de yeni moda olmaya

başlayan çizgi romanlar hariç tabii.

İlk romanınızı yayınlatana kadar ba şınızdan

neler geçti? Birçok yazar gibi ba şlarda zorluklarla kar şılaştınız mı yoksa görece kolay bir yayın

süreci mi ya şadınız?

Hollanda’da seksenli yıllarda, kalıcılığı belli olan göçmenlerin yazdıkları şeylere ilgi vardı. Bir

çeşit pozitif ayrımcılıktı. Bu dalga sayesinde orada kolayca kitap yayınlattım. Arada kendimi

geliştirdim. Daha idmanlı olarak Türkiye’ye geldim ve hemen bir yayınevi buldum. Hiç sorun olmadı

yani.

Polisiye, gerilim, fantastik kurgu gibi türlerin si ze göre ilgi çekici yönleri nelerdir?

Amerika yeni bir kıtadır. Yeni kıtanın edebiyatı serüven zembereklidir. �imdi de yeni

zamanlardayız. Bundan sonra hayatımız tirildeme (thriller), bilimkurgu ve tekinsiz makamında, iyi

saatte olsunlarla haşır neşir ve bir miktar da fantastik geçecek. Demek ki bende yeniyi, bilinmeyeni

merak eden yan çok güçlü.

Page 159: Xasiork Dergi 5. Sayı

159

Söz bu türlerden açılmı şken… Son zamanlarda bu türlerin Türk Edebiyatı’na k atılmasının

yanlı ş oldu ğu, edebiyat dı şı oldukları ve ancak zamanla Türk Edebiyatı’na gire ceği söylemleri

sizce gerçeklik payı ta şıyor mu?

Bir türün Türk edebiyatına giremeyeceği sözü mantık arızası taşıyor. Çünkü her türün ağır

edebiyat denen kıvamda verilmiş eserleri vardır. Borges’in polisiyeleri, John le Carre’nin Son Casus’u,

S. Yemni’nin Yatır’ı vb. bayağı ciddi edebiyat eserleridir. Bilimkurgu ya da polisiye edebi türde de

yazılabilir, daha hafif şekilde de. Yazarın tercihidir. Becerisidir.

Polisiye, bilimkurgu, fantastik kurgu ve gerilim gi bi türlerin ço ğu kitabınızda ortak olarak

yer bulması yazım a şamasında sizi zorluyor mu?

Tam tersine ben buyum kendiliğinden. Öyle olmak için hiç çabalamadım. Holistik bakıştır. Doğal

ve gerçek yaşamdan hareket ederim malum. Hakiki yaşama ait dramın içine biraz tekinsizlik, biraz da

belirsizlik katarım. Hepsi bu. Bir karakteri gerçekmiş gibi canlandırabilirseniz hangi türleri

kullandığınızın pek önemi kalmaz. Önemli olan insan merkezlilikteki direngenlik ve kurgunuzdaki

muhkemliktir.

Çeşitli film ve dizi projeleriniz varmı ş, bunlarla ilgili neler

söyleyebilirsiniz?

Üç farklı dizi için senaryolar yazdım. Bunlar henüz

filmleşmediler. Ama öyküler zamansız denen türden. Her zaman

ekrana arzı endam edebilirler.

Yazarlık hayatınızda dönüm noktası diye tabir edece ğiniz

bir olay var mı?

İlk kitabım dönüm noktasıdır. Kitabın üzerinde adımı görünce,

“Vay canına ben artık bir yazarım,” diye şaşmıştım. Muska senfonik

roman türündeki ilk romanım. Sanatımda bir sıçramadır. Yıllar

sonra 2005 yılında Yatır’ı kitap halinde görünce sanatımın en üst

noktası olarak selamladım. Çok emek vermiştim. On yılda üç ayrı nüsha şeklinde yazılmış bir kitaptır.

Yazdığınız türlere göre en sevdi ğiniz yerli ve yabancı yazarlar kimler? Bunlar arası nda

kendinize örnek aldıklarınız var mı?

En sevdiğim yabancı yazarlar: Borges, Poe, Ray Bradbury, Arthur C. Clarke, Philip K. Dick,

Isaac Asimov, Len Deighton, Graham Green, John le Carre, Stephen King’dir. Hepsinden belli

derecelerde etkilenmişimdir. Yerli yazarları muntazaman okumaktayım. Yetenekli tirildeme

yazarlarımız mevcut. Bu sayede yakında Türk edebiyatında bir gelenek platformundan söz

edebileceğimizi umuyorum.

Page 160: Xasiork Dergi 5. Sayı

160

Bir yazarın üslubunun geli şmesi için sadece Batı yazarlarının de ğil Doğu kültürünün

yazarlarının da kitaplarını okuması ve bu çe şitli üslupların ortak fikrine uyup kendini çok yönl ü

bir geli şme içerisinde bulması gerekti ği söylenir. Bizim gibi genç yazarların bulundu ğu bir

kulüpte son derece önemli olan bu konu hakkında nel er düşünüyorsunuz?

Bu soruya eğri oturup doğru cevap verilmesi lazım. Örneği müzikten vereyim önce. Yes, Pink

Floyd, Emerson, Lake and Palmer falan gibi klasik rock grupların müziği Batı Klasik müziğinin

mirasından fışkırmadır. Roman da öyle. Türkçe yazan biri kendi kültür mirasını (Çevre bölgeyi,

Osmanlıyı, İran’ı, Suriye’yi ve hatta İstanbul’u) ne kadar tanıyor? Bu miras muazzam bir mirastır. Bu

nedenle Batının yanı sıra Doğu kültürünün yazarları da aynı önem verilerek okunmalıdır. Bir nokta

daha var. Batı medeniyeti artık meta/maddiyat medeniyetine dönüşmüştür. Tiyatro, sinema, sendika,

kabare etkinlikleri eski devrimci, çevrimci niteliklerinden çok aşağılara düşmüştür. Bu nedenle teknik

gelişme olarak model olurken, aydın yapısı olarak model olma özelliğini epeyce yitirmiştir. Dil de çok

önemli. Türkçemiz çok güçlü bir dildir. Üç yüz kelimeyle ifade etme işine hiç yakışmıyor. Gençlere eski

yazıyı öğrenmelerini ve dedelerinin atalarının matbuatını şahsen okumalarını salık veririm. Ne

öyküler, ne ilhamlar yatıyor okunamayan kâğıtlarda.

Bir insanın ölmeden önce mutlaka okuması gerek dedi ğiniz kitap(lar) var mı?

Bunların binlik listeleri yayımlanıyor malum. Bir liste de ben yapmayayım.

Yayınlanmı ş eserlerinize gelirsek… İlk aklımıza gelen, Sarp Sapmaz romanları. “Muska”,

“Yatır” ve “Öte Yer” romanları sizce yazım kariyeri nizin neresinde duruyor? �imdi dönüp

bakınca bize bu kitaplarla ilgili neler söyleyebili rsiniz?

Sarp Sapmaz’ın serüvenleri kariyerimde ayrı bir yer tutuyorlar. Bunlar benim senfonik adını

verdiğim romanlarım. Çok kahramanlı, enstrümanlı, katmanlı, boğumlu, çeşitli disiplinleri bir arada

içeren, ama mizah yüklü ve kolay okunan yapıtlar. Alter ego tarafı da var. Ne diyeyim? İyi ki,

yapmışım.

Metros adlı romanınızda, metroda garip bir ı şından etkilenip de ğişime uğrayan insanlarla

başlayan soluk kesici bir hikâye anlatıyorsunuz. De ğişim temasına yo ğun olarak de ğindi ğiniz

bu roman, yazarı olarak sizin için ne ifade ediyor?

Metros ellinci yaş günüm için kendime verdiğim bir hediyedir. Senfonik romanlarım arasındaki

en boğumlu ve büklümlü olanıdır. Enstrüman zenginliği en fazla olanıdır. İlk kez yabancı karakterlerin

yerli karakterlerden çok fazla olduğu bir yapıttı. Bittiğinde, bana benzeyen bin kişi için yazdığımı

düşünmüştüm.

Page 161: Xasiork Dergi 5. Sayı

161

Bir zarfın içinden çıkan siyah beyaz bir foto ğrafla ba şlayan olayların sonunda bamba şka

sulara yelken açtı ğı “Ölümsüz” adlı romanınızın türü ‘tasavvufi tirild eme’ olarak geçiyor. Bu

tarz edebiyata yeni bir soluk katan bu roman hakkın da bize neler söyleyebilirsiniz?

Kısa bir uyuklama sırasında beynimde çakan bir ilhamın sonucudur. Akıl yanı ile kalp yanı çift

teşkil ederler. Aklı Ayhan, tasavvuf yanını da Kalbiye temsil eder. Paralel evrenler gerçeği üzerine

inşa edilmiş bir öyküdür. Belki tasavvufi bilimkurgu demek daha doğrudur. Bu ayarda yazmak

isteyenler için sıçrama trampleni olabilecek bir yapıttır.

Gerçekli ği eğip büktü ğünüz, “yerel Matrix” diye anılan, şeffaf bir sınırla hapsolup oradan

kurtulma çabasına giren bir avuç insanı anlattı ğınız “Çözücü” romanınız, sizce yazım

kariyerinizin neresinde duruyor?

Çözücü, Ölümsüz’de olduğu gibi bilimkurguyu edebiyat tadında veren bir kitaptır ilk olarak.

Edebiyat eseri dediğiniz bir yapıtla yan yana koyun, hemen fark edersiniz bunu. Alt katman zenginliği,

satır aralarının doluluğu, felsefik mesajın alengirliliği ve hızla okutan gizem yükü serüven dozu…

Çözücü birçokları için bir bitişin kitabıdır. Dünyanın enerjisi tükenmiştir; kendini yenileyemiyor ve

tükeniyor. Böyle algılandı çoğu kez. Beş yıl sonra hâlâ öyle. Bunun

filmini yapabilsek dünya çapında sükse yapardık.

Bir de bir terim icat ettim. İDEAOT. Bununla ilgili yazdığım

yazı açıklayıcı olacaktır.

Ahmet, “Haklısın. Çevrene bir bak. Değişim üzerimize

kapanıyor. Ödünç aldığım belleğin oyunuymuş Nalan’ın evine

döneceğimi sanmak. Nalan falan yok. O ev yok. Hepsi bir film

dekoru. İdeaot’uz biz. Biot bile değil.”

Güven, “Bilincin peki?”

Ahmet durakladı. “Bir ara bağımsız, kendi kendini kurabilen,

kendinden taşarak büyüyen yayılan bir yapının içinde ve tek sahibi olduğumu sanmadım değil. Senin

plan dışı, ruh dediğin şeyi hissettim. Yanılsama. Program dışı bir etken yani. Sır falan yok. Tek sır

biziz. Bizleriz. Her neysek o olacağız yeniden. Görüyorsun, sen hariç herkes böyle düşünmekte.”

“Bu mutlak doğru olsaydı, aramızda çocuklar ve yaşlılar olurdu. Günler 1,2,4,8,16,32 şeklinde

uzamazdı.”

“İdeaot’uz başka bir şey değil.”

“Yanılıyorsun Ahmet. Kofti bir özden harika bir sonuç çıkarma makinesinin içersindeyiz.

Figüran kalmamız şart değil. Ruh soyutun güzelliğinin doğurduğu aşktan türemiş olabilir pekâlâ.”

Sadık Yemni, Çözücü, Everest yayınları, 2003

Page 162: Xasiork Dergi 5. Sayı

162

İdeaot’u otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin

doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot.

Robot : Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından 1920’de yazdığı Rossum’s

Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden yararlanmıştı. 1933

yılında Karel Čapek bir arkadaşına yolladığı mektupta robot kelimesini kardeşi Josef’in uydurduğunu

yazmıştır.

Asimov’un yazdığı öyküden yapılan “I Robot”, “Robocop” ve “A.I, Artificial Intelligence”, “Star

Wars” filmleri en tanınmış robot filmleri olarak tarihe geçti. Ben nedense en çok I Robot’u severim.

The Alan Parsons Project 1977 yılında I Robot adlı bir albüm (diğer adı da “A View of Tomorrow

Through the Eyes of Today”di) çıkarmıştı. Bence tüm albümlerinin hâlâ en iyisidir.

Biot : Arthur C. Clarke, 1973’de yayımladığı Rama’yla Randevu adlı kitabında biyolojik robot

olan biotlardan söz eder. Bunlar organik malzeme dolu bir denizden türüyorlar, tamirat, yedek parça

temini, teknik bakım, temizlik vb. gibi görevleri yerine getirdikten sonra bu mini denizde çözülüp

gidiyorlardı.

Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı

değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı.

‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış

ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü

oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu.

Arthur C. Clarke, Rama’yla Bulu şma, İthaki yayınları,1999

İdeaot : Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için

bir sözcük ararken parmaklarım 2003 �ubatında ansızın İdeaot yazdı. Sezildemliğim, İdeaot’un bir

kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini

fısıldıyor.

Evren denen Matrix’in içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası,

bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır

o halde.

İnanılmaz derecede muhteşem bir bütünün bitmez tükenmez tünelleri, salkım saçaklı kabul

salonları ve de en önemlisi sayısız farkındalık düzeyleriyle tanışmaya davetliyiz.

Page 163: Xasiork Dergi 5. Sayı

163

NOT: Düşomat ve hayalmatik Stanislaw Lem’in ünlü Phantomat’ı için türettiğim

sözcüklerdir.

“Amsterdam’ın Gülü” ise di ğer eserlerinizden oldukça farklı. Hem epey kısa, he m de türü

yoğun olarak polisiye. Bu romanın yazım süreciyle ilgi li aklınızda kalanlar neler?

“Amsterdam’ın Gülü”nün sizin için önemi nedir?

Bu kitap yazdığım ilk roman. Kısa ve sade. Senfonik değil. Prelüd belki. İlk göz ağrısı romanım

olarak, gençliğimi geçirdiğim şehirle özdeşleşmiş bir nostalji yıldızıdır. Başkahramanı Orhan Demir,

Avrupa’daki göçmenlerin, Euro Türk’ün tarihindeki ilk dedektifidir.

“Muhabbet Evi”, gnostik bir grupla tanı şan ve böylece kendini bamba şka bir ortamda

bulunan “isimsiz kahraman”ı anlatıyor. Bu eseriniz hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?

Bu kitap da bir dönüm kitabıdır. Burada yazılan pek seyreltik bazı

şeyler, daha yoğun ve açıkları her dakika her yerde boy göstermişken

üstelik, kronik doğalı yanlış anlamalara neden oldu. Üzerime kem

gözleri çekti.

Konu çok basit. Ünlü rejisör Theo van Gogh 2004 yılında

Amsterdam’da Fas kökenli bir Hollandalı tarafından vahşice

öldürüldükten sonra yerlilerle Müslüman göçmenler arasında artan

gerilimi anlatmaktadır. İsimsiz başkahraman dünyada neler döndüğünü

anlamayan saftiriğin tekidir. Sonunda düzen çarklarının arasına sıkışır

kalır zaten.

Durum 429 adlı eseriniz otobiyografik nitelikler ta şıyor ve a ğırlıklı olarak lise yıllarınızı

anlatıyor. Böyle bir kitap yazmaya nasıl karar verd iniz? İleride ba şka otobiyografik kitaplarınızı

da okuyabilecek miyiz?

Üç otobiyografik roman planlamaktayım. Planları hazır. Eski günler, nostalji püfürdeten dönem

romanları olacaklar. Durum 429 bir mizah eseridir. Ben iflah olmaz bir mizahçıyım. Geçen yüzyılın son

Hababam sınıfı öyküsüdür. Komedinin yanı sıra gaddar bir mesajı da vardır. Öğrenimin çağdaş

düzeye doğru evrilmediğinin işaretini verir ta altmış sonlarından.

1002 Gece Masalları ve Kara İstanbul isimli öykü kitaplarında birçok yazarla ber aber sizin

de birer öykünüz yer almakta. Bu kitaplarda öyküler inizin yer alması nasıl gerçekle şti?

2004 yılında yazar ve çevirmen Yiğit Değer Bengi’nin girişimiyle Metis yayınları bir seçki

hazırladı. Buna yıllar sonra yazdığım “Bekleme Odası” adlı öykümle katıldım. Bizden bir teröristin

sanal âleme geçişlenmiş serüveniydi. Bu öykü Türk edebiyatında bir yeniliktir, ama bu tarafına hiç

Page 164: Xasiork Dergi 5. Sayı

164

değinilmedi nedense. Bunu tabu konu olmasına bağlıyorum. Tabusu bol bir ülkeyiz malum. Neyse ki,

birer birer azalmaktalar. En azından eski güçlerini yitiriyorlar. Kara İstanbul için de ilk politik mesajlı

öykümü yazdım. “Yak ve Git”. Kurtuluş’da (Tatavla) geçer, eski hesaplar gözden geçirilir. Amy

Spangler ve Mustafa Ziyalan’ın hazırladığı seçki bilindiği gibi.

Sizce halkımızın korktu ğu öğeler genelde nelerdir ve siz bunlardan nasıl

faydalanıyorsunuz?

İnsanlar karanlık mahzenlerden, şatolardan çok günlük hayatlarına sızan şeylerden korkarlar.

Çünkü şatoya gitmeden, derin mahzenlere inmeden de hayat devam eder. Hayata müdahale eden

sinsi şeyler vardır. Ruh, cin, falan değildirler. İki ayaklı kan dolaşım sistemi olan yaratıkları, insanı

kastediyorum. Cin, hortlak, vampir metafordur. Sırlı anlatım için gereklidirler.

Öykü türüne genel bakı şınız nedir? Öykü mü roman mı desek bir seçim yapabi lir misiniz?

Bir öykü kitabı yazmayı dü şünüyor musunuz?

Siz bu röportajı okurken ‘Hayal Tozu Gölgecisi’ adlı öykü kitabım raflarda olacak. Öykü ile

roman arasında bir tercihe gerek yok. Hangisi gelirse ona buyur diyorum. Öykü türüne bakışım şöyle:

Bir yerde şiir biterse özgür ve esrik ruh eprimesi var demektir. Öykü biterse ağır koşullar altındaki

toplu bir esaret durumundan söz edebiliriz. Dünyamızda şu anda en büyük tehdit altında olan doğal

ürün sadece temiz su kaynakları, petrol, bazı nadir metaller falan değildir. Öykü yaratma coşkumuz

ciddi bir şekilde donukluğa doğru evrilmektedir.

Bir yerde öykü dergileri okunuyorsa, o insanların dünyayı olumlu bir şekilde değiştirme umudu

var demektir. Öykü suyunun çekildiği yerde ruh çoraklığının simgesi

olan uyduruk idol döngelleri dolanır durur.

Ben bir roman yazarıyım. Roman iyi bir hikâye üzerine

kurulmalıdır diyenlerdenim. Hikâye temeli sağlam olmayan roman iyi

okurun kalbinde asla taht kuramaz. İyi bir hikâye sadece zekâ ya da

kurnazlığın dürtmesiyle değil, daha çok inançla, yani sezgilerin

çıkarsamasıyla yazılır.

2005 yılında Bekleme Odası adlı öykümü yazarken, neredeyse

yirmi yıl sonra tekrar öykü yazmaya başlamıştım. Seksenlerde kaleme

aldıklarım acemi zamanlarımın sade fikir yongalarıydı. Arka arkaya

uzun metrajlı romanlar yazdığım için nasıl bir sonuç alacağımı çok merak etmekteydim. Son üç yıl

içinde ondan fazla öykü yazdım. Öykü yazmak beynin olumlu anlamda çocuklaşması, gençleşmesidir.

Page 165: Xasiork Dergi 5. Sayı

165

Mucizevî Ö vitaminidir. Kararında doz alınırsa yüreği ve beyni genç tutar. Umut besletir. Ve belki de

en önemlisi bizi gelecekteki muhtemel tehlikelere karşı uyarır.

İlham kaynaklarınız nelerdir? Somut şeylerden mi etkilenirsiniz yoksa fikirlerinizi

kendinizle ba ş başa kaldığınızda mı bulursunuz?

İlham kaynağım evrenin hissedebildiğim kadarıdır. İlham sağanağı altında yaşarım. Yalnız

kalmak önemlidir tabii. Topluluk içindekiler de dâhil.

Sizce birden fazla yazarın bir romanı beraber yazma sı doğru mu? Ve genel olarak yazma

eylemi sizce tek ki şi ile mi yapılır yoksa birden fazla ki şi ile de yapılabilir mi?

Buna doğru ya da yanlış denemez. Yapılabiliyorsa yapılmalıdır. King ve Straub ikilisinin Kara

Ev’ini düşünün. Başarılabiliyor demek ki.

Yazarken müzik dinler misiniz yoksa sessiz sakin bi r ortamı mı tercih edersiniz?

Sessizlikten başka müzik paklamıyor beni yazarken. Müzik eşliğinde yazabilenlere hep

şaşmışımdır.

Yazma düzeniniz nasıldır? Düzenli ve planlı olarak yazmayı mı tercih edersiniz yoksa

‘ilham’a inanıp, istekli olu ğunuz vakitlerde mi elinize kalemi alırsınız?

Yılda ortalama 340 gün, günde sekiz-on saat çalışırım. Yazma, okuma, kontrol ve araştırma

şeklinde. İlham paratoneriyimdir yani.

İnternetteki kimi edebiyat sitelerinde ve sözlüklerd e hakkınızda yapılan yorumları takip

ediyor musunuz?

Bazılarını biliyorum. İlginç bir durum. Sanki ben değilmişim gibi bir hisse kapılıyorum. Borges’in

herkes ve hiç kimse adlı öyküsü biraz da benim için yazılmış olmalı. Amma mütevazı biriymişim değil

mi?

Çeşitli elektronik veya basılı dergilerde öykülerinizi okuyabiliyoruz. Kayıp Dünya, Gölge

E-Dergi, Karakalem ve di ğerleri… Böyle alternatif ortamlarda öykülerinizin o kunmasından

memnun musunuz? Bu hususa okurlarınızın ilgisi nası l?

Daha yeni başladığım için tepkiler üzerine bir şey söylemem zor. Bana başvuran her site ya da

dergi için öykü, deneme, makale yazdım ya da hazır öykülerimi verdim.

Önümüzdeki günlerde bir romanınız yayınlanacak mı? Yeni Sarp Sapmaz romanınızı

bitirmek üzere oldu ğunuzu duyduk, do ğru mudur?

Page 166: Xasiork Dergi 5. Sayı

166

Yeni romanım hazır neredeyse. Adı “Ağrıyan”. Sarp Sapmaz’ın dördüncü serüveni. 2011 yılında

geçiyor. Zamanımızın nabzını tutan bir roman. Bilimkurgu tarafı var yine. Ama insani dram merkezde

ve karakterler merkezkaçın etkisinde. Senfonik tarzda.

Dergimiz hakkında ne dü şünüyorsunuz?

Bilim toplumu inşasında benzerlerinizle birlikte çok hayırlı bir rol oynuyorsunuz. Başarılarınızın

devamını diliyorum.

Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’nün genç yazarlarına ne gibi tavsiyelerde

bulunabilirsiniz?

Bol bol S. Yemni okusunlar. Kitaplarımı analiz etsinler. Sonra da beni tramplen olarak

kullansınlar. Omzuma basıp sıçrasınlar yani.

Son olarak, eklemek istedi ğiniz bir şeyler var mı?

Olmaz mı!

Röportajımıza katıldı ğınız için çok te şekkür eder, bundan sonraki yazın hayatınızda

başarılar dileriz.

Ben de teşekkür ederim. Xasiork için balina nefesli bir gelecek hayal ediyorum.

Hazırlayanlar: Ozancan Demirışık ve Hüseyin Emre Coşkun

Page 167: Xasiork Dergi 5. Sayı

167

Ömer Seyfettin’in anısına…

Ceyhun’u birdenbire çıkardılar hapisten. Hücresinde bilinçsiz bir şekilde yatarken gardiyan

çağırıp, “Geçmiş olsun,” dedi. “Suçsuzluğun kanıtlandı. Çıkıyorsun.” Ceyhun tam dört yıl suçsuz yere

yattığı hücresinde ayağa kalktı. Anlaşılmayan bir şeyler mırıldandı. Gardiyan bu sırada kapıyı

açmakla uğraşıyordu.

Kırk dört yaşındaki Ceyhun’un suçu güya dört kişiyi katletmekti. Böyle bir iftirayla hapse

atıldığında hayata da insanlığa da küsmüş, günlerini mecnun misali geçirmişti. Hücrede kaldığı dört yıl

boyunca ne bir gazete okumuş ne de sosyal aktivitelerde bulunmuştu. Görünürde sadece yemek yiyor

ve uyuyordu. Oysa düşünüyordu da. Nasıl bir komploya kurban gittiğini düşünüyordu örneğin. Tüm

kanıtlar onu katil olarak göstermişti; ama nasıl?

İşte bunu düşünmüş ve yavaş yavaş bulmuştu cevabı. Karısı ve bir türlü varlığından emin

olamadığı sevgilisi tezgâhlamıştı bu işi. Hatırlıyordu da bir keresinde karısı büyücüye gideceğim diye

saç telini koparmış ve bir kaba tükürmesini istemişti. Güya büyücü bunları kullanıp evdeki nazarı,

gözü, ne varsa atacaktı.

Bunu nasıl kabul ettiğini hatırlamıyordu Ceyhun. Büyüye, fala, üfürükçüye müfürükçüye

inanmazdı ama nasıl olmuşsa vermişti işte saç telini, tükürüğünü. Belli ki karısı bunları olay yerine

bırakmak, onu suçlu göstermek için almıştı. Sonra da karısının sevgilisi kim bilir hangi dört adamı

öldürmüş, üstüne de o kanıtları bırakmıştı. Bir taşla iki kuş vurmuştu şerefsiz. Peki şimdi kendisinin

suçsuz olduğunu nasıl anlamışlardı acaba?

MAKUL BĐR RĐCA

GÖKCAN ŞAHĐN

Page 168: Xasiork Dergi 5. Sayı

168

Gardiyanın eşliğinde hapishane müdürünün yanına geldiğinde her zamanki gibi sakindi. Müdür,

Ceyhun’u görür görmez bir çanta uzatarak, “İşte özel eşyalarınız,” dedi. “�imdi istediğiniz yere

gidebilirsiniz.”

Cevap vermedi Ceyhun. Dört yıldır ağzından çıkan kelime sayısı topu topu yirmi-yirmi beşti

zaten.

“Karşılayacak kimseniz olmadığı için size bir araç tahsis ettik. Evinize kadar bırakacak,” diye

devam etti müdür.

“Peki.” Bu kelimeyle, o bina içindeki en fazla yirmi altıncı kelimesini etmiş oluyordu.

Ceyhun onu getiren gardiyanın bulunduğu kapıya doğru yönelirken, müdür tekrar konuşmaya

başladı: “Sanırım üstünüzde para yoktur.”

“Evet, yok.”

“Durumunuzu düzeltinceye kadar size biraz borç verebilirim. Geri ödeyeceğinizden eminim

çünkü davranışlarınız iyi bir insan olduğunuzu gösteriyor. Üstelik suçlu da değilmişsiniz. Adam intihar

etmeden önce yazdığı notta size karşı kurulan komplonun tüm ayrıntılarını yazmış.”

“İntihar mı etmiş şerefsiz?” Ceyhun birden hiddetlenmişti.

“Evet. Önce karınızı öldürmüş, ardından kendi kafasına sıkmış. Her neyse, size nakit olarak

10.000 TL vereceğim. Küçük bir para ama birkaç gün idare eder.”

Ceyhun şaşırmıştı. Adam ona neredeyse bir servet teklif ediyor ve bu paraya az diyordu. Ya

onunla dalga geçiyordu ya da lüks içinde yaşadığından 10.000 TL ona az geliyordu. Ceyhun bunları

düşünürken müdür cüzdanını çıkardı ve on adet banknotu önündeki masaya saydı. Cüzdanını tekrar

arka cebine sokup ona paraları uzattı. Ceyhun banknotları görünce yüzünü buruşturdu.

“Bu ne?” diyerek tepki gösterdi. Bu paralar onun tanıdığı TL’ye benzemiyordu. Rengi koyu

kırmızıydı ve üzerinde 1000 Türk Lirası yazıyordu.

“Para… 10.000 lira. Az mı buldunuz?”

“Bu nasıl para! Benimle dalga mı geçiyorsunuz?”

Page 169: Xasiork Dergi 5. Sayı

169

“Bildiğiniz para. Niye dalga geçeyim?”

“Neyse, tamam,” diyerek parayı aldı. Bu işi daha fazla uzatmak istemiyordu. Tuhaf şeyler

oluyordu ama bunları sonra düşünecekti. Müdüre başka hiçbir şey söylemeden odadan çıktı.

Ardından kapıyı kapatarak gelen gardiyan onu sarı renkli bir Renault’ya götürdü. Ceyhun araca

bindikten sonra gardiyan görev yerine döndü. Taksinin şoförsü nereye gideceklerini sordu. Ceyhun,

Bakırköy meydanındaki otobüs duraklarını söyledi. Araba asfalt yolda hareket etmeye başlarken

Ceyhun 1000 liralık banknotlardan birini aldı ve yine düşünmeye başladı.

Dört yıl önce hapse girerken yıl 2007’ydi. O zaman Yeni Türk Liraları vardı. Paradan altı sıfır

atılmış; Lira, Yeni Türk Lirası’na dönüşmüştü. Birkaç yıl sonra, halk duruma alışınca tekrar Türk

Lirası’na dönülecekti. Bunları çok net hatırlıyordu. Bu durumda Lira’ya dönülmüş olması garipsenecek

bir durum değildi. Garip olan şuydu: Dört yıl önce en yüksek banknot 100 YTL iken müdür, onun

önüne on tane 1000 lira saymıştı. Bu da paranın değerinin en az on kat düştüğünü gösteriyordu.

Acaba ne olmuştu da böyle bir durum oluşmuştu? Yeni bir ekonomik kriz mi baş göstermişti?

Enflasyon mu aşırı artmıştı? Yoksa bu müdür onunla alay mı ediyordu?

Bunları şoföre sormak istedi ama yine alaya alınmaktan korktu. Nasıl olsa eve gittiğinde

gazeteden, televizyondan öğrenirdi.

Başını paradan kaldırıp etrafına şöyle bir baktı. Tanımadığı bir yerdeydiler. Biraz kestirmeye

karar verdi. Nasıl olsa geldiklerinde şoför onu uyandırırdı. �oföre bir-iki kelimeyle uyuyacağını bildirdi

ve başını cama yasladı.

Bakırköy’e ulaşana kadar mışıl mışıl uyudu. �oför haber vermese, daha saatlerce uyuyabilirdi.

Gözlerini ovalarken, “Geldik mi?” diye sordu.

“Meydandayız.”

“Tamam, ben burada ineyim,” dedi son bir kez esnerken.

Başını kaldırıp etrafına baktığında az kalsın şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Zar zor kapıyı

açıp indi, bir baş sallama hareketiyle şoförü gönderdi ve şaşkınlıkla etrafına bakmaya devam etti.

Evet, burası Bakırköy Meydanı’ydı. Görünüşten tanıyabiliyordu. Ama bu o kadar kolay değildi,

zira meydan meydanlıktan çıkmıştı. Tüm alan koca bir is ve enkaz tabakasının altındaydı. Birkaç yaya

Page 170: Xasiork Dergi 5. Sayı

170

dışında kimse yoktu. Taksi onu otobüs duraklarının orada indirmişti ama otobüs durakları yıkılmış,

etraftaki binalar moloz yığını haline gelmişti. Burası adeta atom bombası atılmış gibiydi. Durakların

hemen yanındaki kendi evini de aynı şekilde görünce bayılacak gibi oldu. Bina yıkılmamıştı ama

üflese yıkılabilirdi. Pencereleri yok olmuş, sıvaları dökülmüş, boş bir inşaata benziyordu.

Sarhoş misali sendeleyerek yürüdü bir süre. Issızlığın hükmünü gördü. Kimse yoktu. Değil

insan, meydandan geçenlerin kafasına pislemeye meraklı güvercinler bile görünmüyordu. Bakırköy’ün

o kalabalık çarşısına yöneldi. Oradaki dükkânları tanıdı. Hâlâ oradaydılar. Ama müşteriler yoktu. Çoğu

dükkân kapalıydı.

İleride bir dükkân gördü. Açık görünüyordu. Oraya doğru hızla yürüdü. Ama yanılmıştı. Dükkân

açık değildi. Daha doğrusu o sırada kapanıyordu. İki adam bir kamyonete dükkândaki yükleri

taşıyorlardı. Ceyhun adamlara yanaştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Alay edilme korkusu yüreğine

çörekleniyordu. Sonunda konuşmaya karar verdi.

“Kolay gelsin,” diye dikkatlerini çekti adamlar koca bir koliyi kamyonete yüklemiş

soluklanırlarken.

“Sağ olasın,” dedi yaşlıca olanı, alnındaki teri silerek. Diğeri bakmakla yetindi.

“Ya, ben uzun zamandır buralarda yoktum, ne olmuş buralara? Eskiden kalabalıktan

yürünmezdi buralarda.”

“Haberlerde falan duymadın mı olanları?”

“Ne zamandır bakmadım haberlere.”

“Olur mu hiç ya, kesin çalınmıştır kulağına. Başka şehirden falan gelmişsen belki

umursamamışsındır. Çünkü epey gündem oldu.”

“Duymadım valla usta.”

“Güya Amerikan uçakları yanlışlıkla düşürmüş. Ama bunu kimse yemedi tabii. Nasıl oluyor da

en işlek yere düşüp bin kişiyi öldürüyor? Bu tesadüf ya da kaza olabilir mi? Sorarım sana, hangi akıl

bunu alır?”

“Uçak mı düştü buraya?” diye sordu Ceyhun sakallarını kaşıyarak.

Page 171: Xasiork Dergi 5. Sayı

171

“Yok yahu, bomba düşürdüler buraya. Uçağın teki rotasını kaybetmişmiş, arızalanmışmış, gelip

buraya düşürdü bombayı. Olacak şey mi yahu?”

“Hadi ya, işe bak. Ne işi varmış ki Amerikan uçağının burada?”

“İşte İran’a götürüyorlardı. Destek için. Güya kolayca halledilecekti İran. Ne oldu? Yine

beceremediler. Allah belalarını versin. Her şeyi alt üst ettiler yine.”

“Amerika, İran’a mı saldırdı? Vay be. Söyleniyordu zaten.”

“İki yıl oldu yahu! Ayda mı yaşıyorsun?”

Bu söz Ceyhun’un sinirlerini tepesine çıkardı. Yüzü kızardı, ne diyeceğini bilemedi. Sonunda tek

laf etmeden arkasını dönüp gitti. Yine kendiyle baş başa kalmıştı. Zaten düşünmek istiyordu.

Demek Amerika İran’a saldırmıştı ve iki senedir başarılı olamamıştı. Üstelik gelip İstanbul’un

ortasına bomba düşürmüşlerdi. Ve onun evi de yok olmuştu. �imdi ne yapacaktı? Nereye gidecekti?

Aklı o kadar karışıktı ki.

En iyisi biraz sahilde dolanıp kafamı toplamak ve akşam da bir otele gitmek, diye düşündü.

Gerisini ertesi gün düşünecekti.

Issız caddede güneye doğru yürüyerek sahile ulaştı. Neyse ki burası Bakırköy’ün içine göre

daha hareketliydi. Sahil yolundan arada sırada arabalar geçiyordu.

“Allah Allah,” diye düşündü. “Eskiden buradan binlerce araba geçerdi, şimdi iki araba arasında

çocuklar top oynayabilirler.”

Birkaç metre ötede bir seyyar simitçi gördü. Gidip bir simit alsa iyi olacaktı, karnı bando gösterisi

yapıyordu içeride.

“Kolay gelsin usta. Kaça bir simit?”

“8 lira.”

“8 lira mı? Dalga mı geçiyorsun benle?”

Page 172: Xasiork Dergi 5. Sayı

172

“Yok abi, niye dalga geçeyim? Normal fiyat bu.”

“Daha birkaç yıl önce 50 kuruşa alıyorduk bu simidi yahu!”

“Sen uzun zamandır simit yememişsin galiba abi.”

“Doğru, yemedim.”

“Paran yoksa vereyim bir tane. İnsanlık ölmedi ya,” dedi simitçi. Ceyhun adamın sıcakkanlılığını

sevmişti. Dalga da geçmiyordu onunla. Tam konuşulacak adamdı.

“Ya usta, doğrusunu söylemek gerekirse hapisten yeni çıktım ben. Orada gazete falan da

okumadım. Dört yıldır ne oluyor ne bitiyor haberim yok. Bana ne olduğunu bir anlatsan çok sevinirim

valla.”

“Tamam abi, elbette. Ben de konuşacak insan arıyordum. Sıkıntıdan patladım yahu. Artık kimse

de uğramıyor buralara. Dur sana bir iskemle çıkarayım.”

Simitçi üstüne oturduğu iç içe geçmiş iki iskemleden birini çıkarıp Ceyhun’a verdi.

“Sağ olasın.”

“Önemli değil abi, iyi adama benziyorsun sen. Hapse niye girdin anlayamıyorum valla.”

“�erefsizin biri iftira attı. Dört yıl boş yere yattık. �imdi intihar etmiş, suçlu olduğunu da mektupta

itiraf etmiş. O yüzden çıktım bugün.”

“Anladım abi, kader mahkûmusun yani.”

“Öyle de denebilir. Bir şey diyeceğim, madem iş yok, neden simitlerini burada satıyorsun hâlâ?”

“Aslında uzun zamandır burada satmıyordum. Bugün meraktan geldim. İşler açılmış mı diye.

Cevabımı da aldım. Hâlâ kimse yok buralarda. Birazdan gidecektim, sen geldin.”

“Anladım.”

Page 173: Xasiork Dergi 5. Sayı

173

“Demek dört sene yattın ha. 2007’den beri yani.”

“Evet be usta.”

“O zamandan beri neler oldu bir bilsen. Amerika İran’a saldırdı. İran gitti onlara atom bombası

attı. İşte kıyamet o zaman koptu. NATO da işe karıştı. İran’a savaş ilan etti. Sonra işe Rusya da

karışmaz mı! Al sana üçüncü dünya savaşı! Çin de ültimatom vermiş Amerika’ya. Dur bakalım ne

olacak. Biz de savaşa girebilirmişiz. NATO’ya birlik göndermeyi reddedince neredeyse bize de savaş

açıyordu Amerika. Aha şu Bakırköy’e düşürdükleri bombanın da uyarı olduğu söyleniyor. Kaza

diyormuş Amerika ama bence kesinlikle uyarıydı o. Amerika uçağının İstanbul üzerinde ne işi var bir

kere. Değil mi ama? Neymiş… Uçak rotasından sapmış, arızalanmış, bin çeşit yalan. Neyse. İşte

böyle be abi.”

“Anlaşıldı şimdi,” dedi Ceyhun sakalını kaşıyarak. “Savaş yüzünden ekonomi de çöktü. O

yüzden bu pahalılık.”

“Aynen öyle abicim.”

“Vay anasını be. Ta o zaman diyorlardı, savaş yakın diye. Ne zaman çıktı peki bu savaş?”

“Dur bakalım. Amerika ne zaman saldırmıştı İran’a? İki yıl önceydi galiba. Yazdı. Haziran ya da

Temmuz. Emin değilim.”

“2009’da yani.”

“Hı hı. 2009. Ama Rusya geçen yıl girdi savaşa.”

“Ulan neler olmuş, haberimiz yok.”

“İşte böyle, ne yaparsın. Biz de bu kargaşada ekmek paramızı çıkarmaya çalışıyoruz. Bir bilsen,

her şey ateş pahası. Peynir ekmeğe mahkûm olduk. Hadi biz bir-iki kuruş kazanıyoruz. Memurlara ne

demeli? Maaşları neredeyse tamamen eridi. Abim memur, oradan biliyorum. Bugün Ankara’ya gittiler,

eylem için. Ama hükümet de para bulamıyor tabii. Ne olacak halimiz bilmiyorum. Her şeyin hayırlısı.”

“Haklısın.”

O sırada iki genç, simitçiye yaklaştı.

Page 174: Xasiork Dergi 5. Sayı

174

“Abi bize iki simit,” dedi biri. İkisi de kışın üşüyüp ellerini hohlayarak ısıtan insanlar gibi ellerini

yüzlerine götürmeleri ve etrafa yayılan koku onların tinerci olduklarını gösteriyordu. Simitçi sakince

seyyar arabasından iki simit çıkardı.

“16 lira,” dedi simitleri kâğıda sararken. Tinercilere dönecekti ki birinin bıçağını sırtında hissetti.

“�işşt, sökül paraları.”

Ceyhun ayağa fırladı ama hapiste otura otura hamlamıştı. Daha hiçbir şey yapamadan diğeri

bıçağını boğazına dayadı.

“Sen de sökül!”

İşte Ceyhun’un elindeki tüm paraları kaptırması böyle oldu. Müdürün verdiği 10.000 lira toz olup

uçtu. Tinerciler tüm gücüyle kaçarken geriye arabası devrilmiş, durmadan küfür eden bir simitçi ve

beş parasız bir adam bıraktı.

“Orospu çocukları, iyice azdılar,” dedi simitçi arabasını kaldırırken.

“Bu böyle olmayacak usta,” dedi Ceyhun öfkeli gözlerini simit arabasına dikerek. “Gidiyorum

ben.”

“Nereye? Ne yapacaksın.”

“Ben gidiyorum, kendine iyi bak.”

“Sağ olasın. Allaha emanet ol.”

Ceyhun sahil boyunca bir süre yürüdü, üst geçitten karşıya geçti, bir taksi çevirdi.

“Bayrampaşa cezaevine,” dedi ve sustu. Yirmi dakika sonra cezaevindeydi.

“Borcunuz 150 lira.” �aşırmadı, sadece biraz daha öfkelendi.

“Burada bekle sen, biraz sonra dönerim.” �oför biraz tereddütlüydü ama Ceyhun duraksamadan

çıkıp gitmişti. Cezaevi müdürünün karşısına çıkması beş dakikasını aldı.

Page 175: Xasiork Dergi 5. Sayı

175

“Müdür bey, ben hücreme dönmek istiyorum.”

“Ne? Hücrenize dönmek mi?”

“Evet efendim, emin olun içerisi dışarısından daha iyi.”

“Neden böyle düşünüyorsunuz?”

Ceyhun burnundan soluyarak cevap verdi: “Buradan çıktım, tuttuğunuz taksinin şoförüne beni

Bakırköy’e götürmesini söyledim. Çünkü evim oradaydı. Bakırköy’de inince bir de ne göreyim. Evim

yok. Amerika gelmiş evimin üstüne bomba düşürmüş. Sonra gittim, dükkânını taşıyan bir esnafa neler

olduğunu sordum. Adam Amerika’nın İran’a savaş açtığını söyledi. Üstüne bir de benimle alay etti.

Çekip gittim sahile. Orada bir simitçiyle karşılaştım. Adam bana her şeyi anlatı. Meğer Üçüncü Dünya

Savaşı çıkmış. Ekonomi mahvolmuş. Paranın değeri düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmiş. Bununla

kalsa iyi. Biz daha sohbeti bitirmeden iki serseri saldırdı ve sizin verdiğiniz parayı gasp edip gittiler.

Ben bunca şeyden sonra ne yaparım dışarıda? Ev yok, iş yok, para yok. Her şey ateş pahası.

Açlıktan ölmek işten bile değil. En azından burada üç öğün yemeğimiz geliyor. Ha, bir de dışarıda

taksici parasını istiyor, ama malum bende tek kuruş yok.”

“Tamam, hallederiz onu. Ama sizi nasıl içeri alayım ben suçunuz yokken?”

“Sizin paranızı yedim sayın. Paranızı aldım ve geri ödemedim. Bundan iyi hırsızlık mı olur? Ne

olur müdür bey. Atın beni içeri. Yemin ederim, içerisi dışarıdan daha iyi. Bu makul ricamı geri

çevirmeyin.”

Page 176: Xasiork Dergi 5. Sayı

176

JJJJULESULESULESULESVVVVERNEERNEERNEERNE

ÖÖÖÖZEL ZEL ZEL ZEL DDDDOSYASIOSYASIOSYASIOSYASI

Konuya Fransız Kalmaktan Kurtulmak – Emirhan Burak Aydın

Genç ve Yetişkin Optiklerden Jules Verne Yaklaşımı – Serdar Çekinmez

Chancellor İncelemesi – Onur Bayrakçeken

Jules Verne’den Seçmeler – Gökcan Şahin

Page 177: Xasiork Dergi 5. Sayı

177

Nantes diye bir şehirde bir çocuk doğdu.

Fransız’dı. 1850’lerde yazı yazmaya başladı. İlk

tiyatro oyunlarını üretti. “Balonla Beş Hafta”

diye bir roman yazdı, çok başarılı oldu. Bazıları

onu birçok icadı önceden tahmin ettiği için bilim

falcısı diye tanımladı. Dünyada başka dillere en

çok çevrilmiş yazar unvanını kazandı. Adı Jules

Verne’di.

1990’da, Türkiye’de, İstanbul’da bir çocuk

doğdu. Hayal kurmaya bir filmden sonra merak

saldı, kitaplara da bir romandan sonra… Adı da Emirhan Aydın’dı. Ben yani. Tamam, yukarıda

anlattığım adam gibi bir özgeçmişim yok ama daha on sekiz yaşındayım. Lütfen. (Fatih’in İstanbul’u

fethettiği yaştasın, hatta geçtin geyiklerine girmeyelim lütfen.)

Bu öykü benim öyküm. Benim şu 1850’lerde doğan adam tarafından nasıl etkilendiğimin

öyküsü. Bu kadar zaman farkı varken, dünyanın farklı bir ucundan birisi nasıl bir diğerini etkileyebilir?

İşte sanırım yazmanın gücü de burada.

Ben bir ev çocuğuydum. Dışarı çıkmazdım, futbol oynamazdım. Misket ve taso oynamayı hiç

öğrenmedim. Futbol kartlarıyla asla birilerini yenemedim. Tasoyu sadece biriktirirdim; futbol kartlarını

da öyle. Saçma. Böyle sınırları olan bir durumdayken, mutlu olmayı becerebiliyordum. “Geleceğe

Dönüş” serisini izledikten sonra aşırı bir hayal gücü manyaklığına girmiştim. Bir şeyleri kafamda

uydurmayı, eve akrabalar geldiğinde oyun oynanacakken konuyu bulmayı seviyordum.

Bu dönemlerden birisinde bizim mahallemizin aşağısındaki kırtasiyeyi keşfettim. Burası klasik

bir okul kırtasiyesiydi. Bu tarz kırtasiyelerin içinde kimsenin okul istemedikçe almadığı dünya

klasiklerinin kısaltılmış versiyonları olur. Ünlü kitapları çocuklara tanıtmak amacında olan bu seksen-

doksan sayfalık kitaplar bir yerde dururlar. Ayda yılda bir çocuğun annesi yanında bir de öyle kitap

alırsa alır. Almazsa çok fazla satılmazlar. Ama yine de her kırtasiyede bulunurlar. Bir nedenden dolayı

gittiğim bu kırtasiyede bu kitaplarla karşılaştım. İçimde o zamanlar yavaş yavaş gelişen bilimkurgu

merakıyla gözüme çarpan kitap “Ay’a Yolculuk” olmuştu. Üçüncü sınıfa ya da dördüncü sınıfa

gidiyordum. O kitabı aldım.

KONUYA FRANSIZ KALMAKTAN KURTULMAK – EMİRHAN B. AYDIN X K dergidergidergidergi

Page 178: Xasiork Dergi 5. Sayı

178

İşte o gün Jules Verne adındaki bu Fransız yazar benim kitap dünyasına, okumaya “fransız”

kalmamı önledi. Bilmiyorum, belki yine de bir şekilde kitap okuyacaktım ama o kitabı almam büyük bir

dönüşüm yaşattı bende. Seksen sayfalık “Ay’a Yolculuk” bittikten sonra Verne’nin hastası olmuştum

bile.

Kitabı aldıktan bir ay sonra gittiğim kırtasiyeden bu sefer de “Dünya’nın Merkezine Seyahat”i

aldım. Onu öğlene kadar bitirdim. Sırada “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” vardı. Bu böyle ilerledi.

Yıllar geçti, başka yazarlar geldi. Jules Verne’den daha çok sevdiğim yazarları tanıdım. Ancak onun

yeri hep ayrı oldu, beyaz sakallı bu yaşlı amcanın anlattığı hikâyeler o küçük çocuğu nasıl etkiledi kim

bilir…

İnsanı yaşadıkları, okudukları değil, bu eylemleri ne zaman yaptığı etkiliyor biraz da sanırım.

Tabi Verne’in yazdıkları da etkilenmeyecek romanlar değildi. Balonla Beş Hafta gibi heyecanlı bir

kitap daha sonra okudum mu

hatırlamıyorum. Seksen Günde

Devriâlem gibi insanı koştura

koştura okutan bir roman daha

okudum mu? Nadirdir. Verne

bunları başarmış bir adam işte.

Çağının çok ötesinde olan hayal

gücü insanların yazarlara bakış

açısını değiştirmiştir. Bilimkurgu

belki hâlâ “boş edebiyat” gibi

algılanıyor insanlar tarafından

ama yine de bu insanların sayısının azalmasında Verne’in katkısı yadsınamaz.

Hayal etmek ciddi bir iş. Yazarlık kutsal ve zor bir meslek. Bir kurguyu oturtmak kolay değildir.

İnsanları Ay’a gidilebileceğine inandırmak kolay bir iş değildir. Daha da zoru nedir biliyor musunuz?

Yazdığınız romanda kurduğunuz hayalin, yıllar sonra gerçekten eyleme sokulmasıdır. İşte bu yüzden

Verne olmak zordur.

O sakallı yaşlı amca sağ olsun. Üsküdar’da oturan bana yıllar sürecek bir “Hiçbir şey imkânsız

değildir” fikrini aşıladı. Her hayal beraberinde bir gerçekleşme ihtimalini de doğurur. Bunu şimdi

biliyorum.

Evet. Jules Verne kadar iyi bir özgeçmişim yok. Hatta hiçbir başarım yok. Ancak bir şey oldu ve

ileride gerçekten kitapları basılan bir yazar oldum. O zaman işte teşekkür etmem gereken yazarların

Page 179: Xasiork Dergi 5. Sayı

179

belki de başında gelmelidir Verne. İnsan okumadan yazabilir mi? Kitap okumak… Bu alışkanlığa

başlatan beni o adamdı işte. �imdi bu yıllar sonra onun hakkında bu yazıyı yazıyorum.

Kader garip bir şey.

Kitaplar, yazarlar ve yazmak ise…

İşte o bambaşka bir şey.

Jules Verne. �imdi hepimiz bir Kaptan Nemo’yuz. Hayaller içinde Sonsuz Fersah’lardayız.

Nautilus sadece bir alışveriş merkezinin adı değil. Artık bizim hayal gemilerimizin de adı. Teşekkürler.

Page 180: Xasiork Dergi 5. Sayı

180

Klasiktir, Ömer Seyfettin’i, Kemalettin Tuğcu’yu okuyarak kitaplara merhaba dediğimiz vakitler,

neredeyse eş zamanlı olarak yabancı yazarlarla da tanışırız. Hafızam beni yanıltmıyorsa, kendi adıma

ilk olarak Daniel Defoe ismini öğrenmiştim. Sıralamalarda ufak tefek farklılıklar olsa da, Robinson

Crusoe, Gülliver’in Gezileri, Define Adası’ndan geçen yollar “Aya

Yolculuk”a, “Seksen Günde Devri Âlem”e, “Denizler Altında 20.000

Fersah”a mutlaka gelir dayanır.

İşte ta o zamanlardan, henüz bir ilkokul öğrencisiyken, yani

daha "top oynamayı bilmiyoruz" diye takımdan atılırken, yani "daha

dün annemizin"in devrisi seneler öğrendiğimiz isimlerden biridir:

Jules Verne. Çocuk aklımızla, onun kitaplarından bahsederken,

Bruce Lee’nin karate filmlerinden aldığımız hazza eşdeğer bir

heyecanla ballandıra ballandıra anlatır, sonra uzun uzun hayallerini

kurar, sonra da elimize kalem kâğıt alıp kendi icatlarımızı çizmeye

koyulurduk… Derginin bu sayısında Jules Verne’e özel bir dosya

hazırlandığını öğrenince işte böylesi bir nostaljiyle ben de kalemi

elime aldım…

Verne’nin, özellikle gençlere ve çocuklara yönelik bir edebiyata

girişmiş olduğu fikri doğru değilse de, dönemdaşlarının yani 19. ve

20. yüzyıl yazarlarının gençliği hedef kitle olarak seçmiş oldukları da

göze çarpmaktadır. Dönemin öne çıkan eserleri Gulliver, Don Quichotte ve Robinson Crusoe bu niyeti

temsil etmektedirler.

Verne’in ismini çocuk yaşlardan itibaren hafızalarımıza kazıyan, başyapıtlarının sayıca fazla

olması olduğu kadar, onun da muhtemelen genç okuyucuları hedef kitle olarak seçmiş olmasıdır.

Dönemin ünlü editörlerinden Hetzel’in çocuk pedagojiisine yönelik olarak bilimle kurguyu

eklemlendirebilecek bir yazar arayışına girmesi ve bu projesini Jules Verne ile karşılaşmasının

ardından hayata geçirebilmesi, yukarıda anlattıklarımıza tanıklık eder niteliktedir. Bununla birlikte

Verne’in de meşhur olabilmesi Hetzel sayesinde olmuş, bu tanışıklığın ilk ürünü olarak Balonla Beş

Hafta ortaya çıkmıştır.

GENÇ VE YETİŞKİN OPTİKLERDEN JULES VERNE YAKLAŞIMI – SERDAR ÇEKİNMEZ

X K dergidergidergidergi

Verne, döneminde

oldukça gelişen ulaşım

araçlarının sayesinde

yaptığı gezilerden ve

buna paralel literatürü

kaplayan seyahat

yazımından oldukça

etkilenmiştir. Bundan

ötürü Aya Yolculuk’ta

fırlatılan Colombiad’ın

adının kâşif Christophe

Colomb’a ithafen

seçildiğini sanıyorum

Page 181: Xasiork Dergi 5. Sayı

181

Verne’in bilim ile fiktif olanı, başka bir anlatımla kurguyu

birleştirmesinin, dönemini göz önüne aldığımızda, deveye hendek

atlatmak kadar zor olduğunun farkına varmak gerekir. Pozitivizmin,

ölçülebilirlik, sınanabilirlik, gözlemlenebilirliğin yükselen değer

olarak yerleştirdiği bir dönemde, bilime kurguyu eklemleyebilmek

ya da fantastik yazabilmek, eserin ciddiye alınmaması hatta

kötülenmesi gibi tehlikeler içermekteydi. Bu durum aslında şu an

bizler için birer ders niteliğindedir. Nitekim Bülent Eriş’in Işığın

Karanlık Yüzü adlı bilimkurgu romanının önsüzünde değindiği gibi,

Türkiye’de okuyucular bilimkurguyu ithal malı olarak görmekte ve

yerli yazarların uzaya, zamana, bilinmeyen geleceğe kurgusal

bakışını “saçmalık” olarak algılamaktadır. İşte Verne, benzeri bir

algısal zorluğun başarıyla üstesinden gelmiş ve bugün bizlerin de heyecanla okuduğu eserler

bırakmıştır.

Bununla birlikte yine Verne’in bir buluşlar çağı yazarı olduğunu da söylemekte yarar vardır.

Kendisi de o dönemde üst üste patlayan bilimsel gelişmelerden ve buluşlardan etkilenmiştir. Bu

açıdan bakınca da, sayısız keşif ve icadın arasında bilim kurgu yazmak, belki de düşündüğümüz

kadar tuhaf kaçmamıştır.

Ne var ki, çocuk ve genç pegadojisine yönelik, Hetzel’in sayesinde icat edilen bilimkurgunun

önündeki en büyük engel pozitivizmden değil de bisikletten gelmiştir. İki tekerlekliyle tanışan o dönem

gençliğinin tüm entelektüel faaliyetleri tatile çıkarmış olmalarını çok da yadırgamamak lazım. Nitekim

günümüzde de özellikle gençlerin takibindeki bilimkurgu ve fantastiğin en büyük rakibinin Play Station,

X- Box ve Nintendo olduğu su götürmez. Günümüzde eğlence alanında görsel sanatların ve

edebiyatın, daha somut bir ifadeyle sinema ve kitabın, çok kaliteli ortak işler başardıklarına şahit

olmaktayız. Harry Potter gibi seriler, literatürde gençlerin ilgi alanlarını on ikiden vurmayı

başarmışlardır. Günümüz bilimkurgu yazarlarının Jules Verne’in döneminden farklı olarak

olgunlaştığını, artık hedef kitle olarak klasik edebiyat okuyucularını seçtiklerine tanıklık ediyoruz.

Gençlerin tercihi olmayı sürdüren ‘fantastik edebiyat’ ise görsel sanatlarında katkılarıyla ciddi bir

yükseliş içinde. Tabiri caizse günümüzün modası…

Jules Verne kendisini bilimkurguya iten en büyük etkinin Edgar Allan Poe’dan geldiğini itiraf

etmiştir. Hatta daha sonraları Poe’yu sonsuzcasına geçtiğini ifade etmekten de geri kalmamıştır. Her

ne kadar bu yazıda kimin kime üstün geldiği konusuna mahkemelik yapmak niyeti gözetilmediyse de,

Verne’in zaman ve mekân boyutlarını işlemede bir adım önde olduğunu ifade etmekte de bir sakınca

görmemekteyiz. Nitekim, Verne, eserlerine mekan boyutunu coğrafi yolculuklarla taşımış (80 Günde

Page 182: Xasiork Dergi 5. Sayı

182

Devri Âlem, Denizler Altında 20000 Fersah, Balonla Beş Hafta, Aya Yolculuk…) zaman boyutunu ise

tarihi -hatta prehistorik- öğeleri kullanarak işlemiştir. (Esrarlı Ada, Dünyanın Merkezine Seyahat…)

Bu noktada kısa bir parantez açmak istiyorum: Verne, döneminde oldukça gelişen ulaşım

araçlarının sayesinde yaptığı gezilerden ve buna paralel literatürü kaplayan seyahat yazımından

oldukça etkilenmiştir. Bundan ötürü Aya Yolculuk’ta fırlatılan Colombiad’ın adının kâşif Christophe

Colomb’a ithafen seçildiğini sanıyorum. Arthur C. Clarke’ın romanlarında da, yazarın gezip gördüğü

coğrafyaların ciddi bir yer tuttuğuna tanık oluruz. Örnek vermek gerekirse İmparator Dünya’da

bahsettiği mercan resifleri, Sri Lanka açıklarında yaptığı bir tekne gezisinden ilham alınarak

yazılmıştır. Böylesi üstatlara bakınca, gezip görmenin bilim kurgunun en önemli ilham perisi olduğuna

dair hislerimi sizlerle paylaşmak istedim!

Yukarıda, Jules Verne’in eserlerinde zaman boyutunun geçmişe yönelik olarak kullanıldığından

bahsetmiştik. Ancak az sonra vereceğim örnekte, bu zaman boyutunun geleceğe yönelik olarak da

kullanıldığını anlayacağız: Hepimizce malum olduğu üzere Jules Verne’in Aya Yolculuk’ta kullandığı

pek çok parametre –tesadüfler de dâhil- Apollo 11’le bir bir gerçek olmuştur. İkisinde de mürettebat üç

kişidir, geri dönüşlerinde okyanusun benzer bir noktasını öngörmüştür ve sair daha pek çok

benzerlikten bahsedilebilir. Bunlar arasında çocuklukta fark edemeyeceğimiz bir ayrıntı vardır: Bu

detay fırlatmanın Amerika’dan (daha da ileri gidelim Florida’dan) gerçekleşmiş olmasıdır. Her ne

kadar romandaki Silah Kulubü’nün Baltimore’lu olmasından dolayı, olayların Amerika’da

gelişmesinden daha doğal bir durum olmayacağını kabul etsek de, dönemin Amerika’sının hâlâ

kuruluş sıkıntılarıyla boğuşan, dünyanın ne siyasi ne de teknolojik liderliğiyle alakası olmayan bir ülke

olduğunu varsayarsak, Verne’in nasıl olup da zamanı neredeyse bir yüzyıl öteye çekip bu yolculuğu

A.B.D.’den başlattığını anlamak için tesadüflere dayanmaktan başka çaremiz kalmamaktadır! Aslına

bakılırsa bu durum Jules Verne’in hepsinden evvel çok başarılı bir gazeteci olduğuna işaret

etmektedir.

İşte yukarıdaki paragrafta açığa çıktığı üzere Jules Verne’in eserlerinden aldığımız mesaj da

yaşa göre değişiyor. Çocuklukta olayın macera yönü ve aygıtların çalışma prensiplerine önem

verirken, şimdilerde karakterlerin nasıl davrandıkları daha bir önemli geliyor. Bunun bir nedeni

şüphesiz Jules Verne önerilerinin zamana yenik düşmesidir. (İzlanda’daki yanardağdan girip de

dünyanın merkezine inecek kimse şu saatten sonra çıkmazsa önerimiz doğru olacaktır!) Bilhassa

bilgisayar çağının (belki de pek yakında nanoteknoloji çağının) çocukları için, Verne’in betimlediği

aşırı metal aksamlarla yüklü aygıtlar, Laptop bilgisayarın yanında transistörlü hesap makinesi gibi

tahammül edilemez kalacaklardır.

Page 183: Xasiork Dergi 5. Sayı

183

Örneğin Jules Verne’i etkileyen Emile Souvestre’in, Olacağı Haliyle Dünya (Le Monde tel qu’il

sera, Paris, 1846) illüstrasyonunda, 3000 yılında dünyanın neye benzeyeceği tarif edilirken, havada

hareket eden, ön tarafından atlar yerine balonlarla çekilen, tepesinde yükseklere tırmanmayı sağlayıcı

bir diğer balonun yanı sıra, yarasa kanadını andıran uçuş aksamlarıyla bir hava tramvayı (belki de

hava posta arabası demeliyiz) çizilmiştir. 3000 yılına daha çok zaman var olduğuna göre, herhangi bir

nedenle bu çizimde gösterilenlerin gerçekleşme ihtimali sıfır olmasa da, gelecek yüzyıllarda uçak

teknolojisinin gelişmesini beklemek daha gerçekçi olacaktır!

Gerçi Jules Verne’in Denizler altında 20000 Fersah’taki meşhur denizaltı Nautilus ve ona paralel

bir roman Robur le Conquérant’da anlattığı (Fatih Robur- 1886 – Araştırdığım kadarıyla Türkçe’ye

çevrilmemiş bir roman) helikopter benzeri bir hava taşıtının

elektrikle çalıştıklarına şahit olmaktayız. Yani çağdaşlarına

göre çok daha ileri bir noktada olduğu kuşkusuz. Bununla

birlikte şahsi fikrim, alet edavatın küçüldüğü ve zekâ

kazanmaya başladığı yeni dönemde Verne’in “icatsal”

eserleri tartışmaya açılabilir. Hatta belki yeni nesil için

anlaşılmaz kalabilir.

Çocuklukta dikkat etmediğimiz ancak yetişkin gözüyle

ilk aradığımız unsurların bir diğeri de Jules Verne

karakterlerini maceraya neyin motive ettiğidir. Bu itici güç

pek çok kez merak ya da teknolojiye ve bilime duyulan

sevgi değildir: Seksen Günde Devri Âlem bir iddialaşmadan

kaynaklanır. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Kaptan

Nemo’nun deyimiyle “Nefret gibi güçlü bir duygu sayesinde”

Nautilius’u yaratır. Dünya’nın Merkezine Yolculuk’ta Estonyalı Gertrud kendisine âşık Alex’ten “Bu

yolculuğa gitmesini ve bir erkek olarak dönmesini” istemektedir. Belki de Verne bu yolu kullanarak,

aslında hayatın içinden sıradan olayların ve duyguların bilimi yönlendireceği ve geleceği çizeceği

mesajın vermek istemiş olabilir.

Yine de Balonla Beş Hafta’nın Doktor Fergusson’u ise bunlardan değildir. Onun derdi Afrika’yı

keşfetmektir. Amaç, araç ve motive edici unsur macera ve merakın kendisidir.

Yazımın sonunda Jules Verne meraklılarını, onun romanlarına dair çizimlere bir göz atmaya

davet ediyorum. En basitinden Google imaj bölümünde bile “Jules Verne” araması yapılırsa pek çok

figüre rastlayabilirsiniz. Bunların dışında Fransızca bilenler için kolaylıkla ziyaret edilebilecek bir blog

ismi vereyim: http://pagesperso-orange.fr/jules-verne/. Jules Verne hakkında yazılan pek çok kitap

Page 184: Xasiork Dergi 5. Sayı

184

var. Bunların arasında Lucian Boia’nın Jules Verne Les Paradoxes d’un Mythe adlı eseri konuyu ele

alış tarzıyla ve illüstrasyon zenginliğiyle hayli güzel hazırlanmış.

Genç ve yetişkin gözüyle bakarak yaklaştığım bu Jules Verne makalesinin sonunda, büyük

yazarın gelecek tasvirlerinin ve keşif merakının hepimize ilham vermesini diliyorum.

Page 185: Xasiork Dergi 5. Sayı

185

Chancellor, Jules Verne’in pek bilinmeyen ama çok iyi romanlarından biri. Karakterimiz J.R

Kazallon, İngiliz bandıralı bir gemiyle çıktığı seyahat

sırasında yaşadığı heyecanlı, bazen hüzünlü ve çoğu zaman

dehşete düşürücü olayları anlatıyor.

27 Eylül 1869’da, J.R. Kazallon’un gemiye binişiyle

başlıyor macera ve Kazallon bindikten sonra yaşanan her

olayı defterine not alıyor. Bu nedenle kendinizi Kazallon’muş

gibi hissedebiliyorsunuz. Ancak açık söylemek gerekirse her

günün detaylıca not alınışı bazen sıkıcı olabiliyor.

Kurgu bakımından başarılı bir kitap “Chancellor”. Ağır

başlayıp hızlanan ve harika biten bir roman.

Kitabın ilk kısımlarında daha çok karakterleri tanıyor,

klasik deniz ve gemicilik olaylarını (kaptana isyan kıpırtıları,

fırtınalar vs.) görüyoruz. Bu kısımlar sıkıcı olmasa da çok ilgi çekici değiller. Zira birçok serüven

romanında okuduğumuz şeyler bunlar.

İlk anların çok ilgi çekici olmadığını söylemiştim. Fakat bir

yerden sonra kendinizi kitabın içerisinde kaybediyorsunuz. Özellikle

de geminin batışıyla başlayan bölümler çok güzel, heyecanlı.

İnsanın doğaya karşı verdiği savaşa tanık oluyorsunuz ve bir şey

fark ediyorsunuz: “Doğa her zaman kazanır”. Kitabın sonlarındaysa

insanların ne kadar vahşileşebileceğinin farkına varıyor, bir şey

daha öğreniyorsunuz: “Doğa hayat kurtarır”.

Kitabın klişe gözüken ama farklı olduğu okudukça ortaya

çıkan bir konusu var. Evet, bir deniz faciasını anlatıyor ama

temelinde insanın doğayla ve insanla yüzleşişi var. Bu bakımdan

romanın deniz faciasını değil, insanın ta kendisini anlattığını söylemek mümkün. Ölmemek için

insanların neler yapabileceğine -bazen kendinizden ürkerek- tanık oluyorsunuz.

CHANCELLOR – ONUR BAYRAKÇEKEN X K dergidergidergidergi

Page 186: Xasiork Dergi 5. Sayı

186

Jules Verne’in üslubu üzerinde fazla durmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Bu kitaptaki

üslubu diğer kitaplarındaki gibi akıcı. Zorlanmadan okuyorsunuz. Dediğim gibi, öyküdeki bazı sıkıcı

kısımlar olmasa bir solukta bitebilecek bir kitap. Bu kısımlar sebebiyle bir buçuk solukta falan biter

yani…

Neticede ‘Chancellor’ yer yer sıkıcı (bu kısımların romana çok da gölge düşürdüğü söylenemez)

olsa da en sevdiğim Jules Verne romanlarından oldu. Çünkü insanı mükemmel bir biçimde anlatan,

yarısından sonra temposu oldukça yükselen güzel bir deniz serüveni romanıydı.

İyi okumalar…

Page 187: Xasiork Dergi 5. Sayı

187

Tüm Xasiork Dergi okurlarına ve Jules Verne

sevdalılarına selamlar… Kendi adıma epey yoğun bir

dönemden geçiyor da olsam, bir Jules Verne hayranı

olarak birinci yıl sayımızın bu özel dosyasına uzun bir

yazıyla katılmayı kendime görev bildim. Ve Stephen

King’den sonra bir seçmeler bölümüyle daha

karşınızdayım.

Bu yazı, yine kendi okuduğum Verne

kitaplarının kısa incelemeleri ve yorumlarından

oluşacak. Önceden uyarayım: Verne’in her kitabını

burada bulamayacaksınız, çünkü Verne’in büyüsüne

henüz birkaç ay önce kapılmış biri olarak her kitabını

okumaya henüz fırsat bulamadım. Ama bu yazı

Verne’e yeni başlayacak olanlar için ufak bir rehber

niteliği görecek. Ve onun büyüsüne hangi kitapla

kapılmak istediğinize karar vermenizde yardımcı olacak. Eğer bu yazıyı okuduktan sonra bir Verne

kitabına başlarsanız amacıma ulaşmış olacağım.

�unu da söylemeliyim ki buradaki kitaplar sadece İthaki’nin ve Tübitak’ın çıkardığı kitapları

içeriyor. İkisi de kitapları tam metin olarak basıyorlar ve ülkemizde genellikle çocuk yazarı olarak

bilinen Verne’i yetişkinlere de sevdirmeyi başarıyorlar. İki yayınevine de teşekkürlerimi sunuyorum.

Bazı açıklamaları yaptığıma göre giriş kısmını kısa tutup hemen eserlere geçiyorum. İyi

okumalar…

DOKTOR OX’UN DENEY İ

Yüz otuz altı sayfalık kısacık bir kitap ‘Doktor Ox’un Deneyi’. Bir oturuşta okuyup bitirmek için

ideal. Zaten İthaki’nin kitap boyu küçük ve yazıları iri olduğundan normalden daha da kısa sürede

biten bu romana bir nevi uzun öykü de diyebiliriz.

JULES VERNE’DEN SEÇMELER – GÖKCAN ŞAHİN

X K dergidergidergidergi

Page 188: Xasiork Dergi 5. Sayı

188

Kitabımız adı üstünde Ox adında bir doktorun (bilim

adamı anlamında doktor, tıp doktoru değil) Quiquendone adlı

tuhaf bir kentteki bir deneyini konu alıyor. Quiquendone tuhaf

bir yer, çünkü insanları tuhaf. Hiçbir hırsı olmayan, inanılmaz

derecede monoton, sakin bir hayat süren ağırkanlı insanların

yaşadığı bir kent.

Doktor Ox kentin aydınlanması işini üstleniyor ve önce

gaz fabrikası inşa edip sonra da kente gaz boruları döşüyor.

Ama işte o zaman kent alt üst oluyor. İnsanlar hiç olmadıkları

kadar agresif, sinirli, maceraperest oluyorlar. Hatta bu iş o

kadar büyüyor ki başka bir kentle savaşın eşiğine geliyorlar.

Peki bunun nedeni ne? Cevap kitapta.

Kendi yorumum hemen hemen tüm Verne kitaplarına

olduğu gibi olumlu olacak. Okunması çok zevkli (özellikle

sonlara doğru), resimlerle süslenmiş, bilimkurgunun yanında mizahi öğelere de sahip bir eser.

MADENİN ESRARI

İşte benim efsanelerimden biri. Okuması bazı Verne kitaplarına göre zor olsa da sonunda

pişman olmuyorsunuz. Çünkü öyle güzel işlemiş ki, bittiğinde upuzun bir film izlemiş gibi oluyorsunuz.

Kitabın konusu tükenmiş eski bir madenle ilgili. Yüz elli yıl boyunca tüketilen Aberfoyle adlı

kömür ocaklarında geçen bir macera. Artık kömür çıkarılmasa da duygusal bağı nedeniyle madenden

ayrılamayan Simon Ford adlı ustabaşı, madenin kapatılmasından on yıl sonra mühendis James

Starr’a bir mektup gönderir ve ocağa çağırır. Macera burada başlar. Maden aslında tükenmemiştir ve

yeniden kazılmaya uygundur. Öyle ki bu haber duyulduktan sonra madenin içinde bir kasaba yaratılır

ve maden çıkarma işine tekrar girişilir. Ama maden yataklarında gizemli bir şey dolaşmakta ve işlere

engel olmaktadır.

Bu kitap hem bir aşk hikâyesi, hem bir gerilim romanı, hem bilimkurgu klasiği, hem de heyecan

dozu yüksek bir macera eseri…

DÜNYA’DAN AY’A

Page 189: Xasiork Dergi 5. Sayı

189

Hemen hemen herkesin duyduğu bir Jules Verne klasiğidir Aya Yolculuk. İthaki’nin Dünyadan

Aya adıyla yayınladığı bu tam metin baskı bizi o efsane romanla tekrar buluşturuyor.

Tarih 19. yüzyıl. Yer Amerika. Amerika’daki ünlü kuzey-güney savaşının bitmesiyle kuzeyin bazı

iflah olmaz askerleri işsiz kalmıştır. Barbicane adlı bir topçu Ay’a mermi atarak oraya dünyadan bir iz

bırakma amacıyla büyük bir çalışmaya girişir. Tüm topçuların desteğini alır ve bunu tüm dünyaya

duyurur. O andan itibaren dünya çalkalanır. Herkes Barbicane’e destek için elinden geleni yapmaya

çalışır. Osmanlı İmparatorluğu'ndan tüm Avrupa devletlerine kadar herkes elinden gelen yardımı

sağlar. Büyük bilim dernekleri Ay’a gidilebilmesi için gereken hesaplamaları üstlenir. Sonuçta devasa

bir top ve devasa bir mermi yaratılır. Hazırlıklarda sona gelinirken tuhaf bir Fransız ortaya çıkar ve

merminin içinde Ay’a gitmek istediğini söyler. Ve işler değişir. Sonunda Barbicane, Barbicane’in eski

azılı düşmanlarından Yüzbaşı Nicholl ve çılgın Fransız Michel Ardan mermiye atlayıp Ay’a

yolculuklarına başlarlar. Sonunda geri dönüp dönemeyecekleri meçhuldür. Bunu kitabın sonunda

anlayacaksınız.

Ay’a yolculuğu on yıllarca önce öngören bir zekânın eseri olan kitabımız mükemmel örülmüş

karakterleriyle, kimi zaman mizahi olaylarla, kimi zaman tırnaklarımızı yediren maceralarla bizi

Dünya’dan alıp Ay’a götürüyor adeta. Ancak konu olarak ilginç olsa da itiraf etmeliyim ki akıcılığı diğer

Verne kitaplarına göre daha düşük seviyede bir kitap ‘Dünyadan Aya’. Kitabın geneli Ay’a yolculuktan

öncesini anlattığı için insanda bir sabırsızlık oluyor ve uzun uzun anlatımlarla bu sabırsızlık insanı

zorluyor. Yine de mutlaka okunması gereken bir eser.

AYIN ÇEVRESİNDE SEYAHAT

Dünya’dan Aya’nın devamı olan ‘Ayın Çevresinde Seyahat’, Ay’a fırlatılan

mermideki üç cesur adamın yolculuk boyunca yaşadıklarını ve akıbetlerini

anlatan heyecan verici bir kitap. Bana göre Dünyadan Aya’ya göre daha merak

uyandırıcı ve daha kolay okunuyor. Ara sıra birbirine benzer Ay manzaraları

tempoyu yavaşlatsa da genel olarak başarılı bir eser olduğunu söyleyebilirim.

Dünyadan Aya’yı okuyup beğenen birisi kesinlikle okumalı, çünkü orada yanıt

bulamamış pek çok soru burada açığa çıkıyor: Ay’da hayat var mı? Mermi, Ay’a

ulaşmayı başaracak mı? Başarsa bile Dünya’ya tekrar dönebilecek mi?

NE ALTI VAR NE ÜSTÜ

Page 190: Xasiork Dergi 5. Sayı

190

Bir bakımda Aya Yolculuk serisine bağlı, bir bakıma apayrı bir roman ‘Ne Altı Var Ne Üstü’.

Jules Verne, Ay’a yolculuk eden efsanevi karakterleri kullanarak farklı bir bilimkurgu romanı koymuş

ortaya.

Kitapta kuzeyin topçuları, Ay’a yolculuğu yeterli görmemiş olacak ki Dünya’nın eğik eksenini

düzeltmeyi akıllarına koyuyorlar. Bunun için de kuzey kutbundaki kömür yataklarına ulaşmayı bahane

ediyorlar.

Dünya bu haberle çalkalanıyor. Hemen hemen kimse bunu onaylamak istemezken, topçu

kulübünün başındaki Barbicane ve yanındakiler planlarını yerine getirmek için işe koyuluyorlar. Tüm

dengeyi bozabilecek hatta Dünya’nın sonunu getirebilecek bu girişimi engellemek için tutuklama emri

çıkaran Amerikan Hükümeti, Barbicane’in kaçtığını fark ediyor. Ama bulunan bir defterde tüm

planlarını görüyorlar ve Barbicane’in bu deneyi onlardan gizli bir şekilde yapacağını öğreniyorlar. Peki

Barbicane’i durdurabilecekler mi? Durduramazlarsa deney başarılı olacak mı?

‘Ne Altı Var Ne Üstü’, büyük çoğunluğu bilimsel tartışmalarla geçen bir kitap. Ama “Acaba ne

olacak?” şeklindeki merak, insanı kitabın sonuna kadar aralıksız okumaya itiyor.

KARPATLAR �ATOSU

Jules Verne, Transilvanya’da…

Bu cümleyle Karpatlar �atosu’nu özetleyebiliriz aslında. Vampirlerin ve tuhaf yaratıkların diyarı

Transilvanya’da gizemli bir şatonun öyküsünü Jules Verne’in kaleminden okumak isteyenler için yarı

fantezi yarı bilimkurgu eseri olan Karpatlar �atosu ideal.

Werst adlı bir köyün çobanı köyden geçen bir satıcıdan bir dürbün satın alır, hevesle etrafa göz

gezdirirken yıllardır lanetli olduğuna inanılan Karpatlar �atosu’nda duman tüttüğünü fark eder. Peki bu

ne anlama gelmektedir?

Kısacık bu romana karmaşık ve sürprizlerle dolu bir kurguyu sığdıran yazarımız, en akıcı dilini

kullanmış. Bu kitabı es geçmeyin derim.

DÜNYANIN MERKEZ İNE SEYAHAT

Jules Verne okumaya yeni başlayacak birine okuması için önereceğim ilk kitap ‘Dünyanın

Merkezine Seyahat’ olur. Tam bir heyecan fırtınası olan kitapta Verne’in ne kadar macera sever biri

Page 191: Xasiork Dergi 5. Sayı

191

olduğu görüyoruz. Akıcılığın sınırlarını zorlayan bir anlatımla gerçekten

harikulade bir eser. Geçtiğimiz aylarda günümüze uyarlaması olan üç

boyutlu filmi de gösterime giren romanı okumayanların çok şey kaçırdığını

söyleyerek konusuna geçiyorum.

Aslında adından da anlaşılacağı gibi dünyanın merkezine ulaşmaya

çalışan bir bilim adamının macerası bu. Profesör Lidenbrock eski bir

elyazmasında şifreli bir mesaj buluyor. �ifreyi aynı evde yaşayan yeğeni

Axel’in yardımıyla çözüyor. Mesaj, İzlanda'daki sönmüş bir yanardağda

dünyanın merkezine inen mağaralar olduğundan bahsediyor. Profesör

hemen Axel’i alıp İzlanda yolculuğuna çıkıyor. Sonradan tuttukları usta ve

soğukkanlı rehberleri ile dağın kraterine giriyor, sonucu belirsiz bir yolculuğa çıkıyorlar. Ve işte

macera burada başlıyor.

DÜNYANIN UCUNDAK İ FENER

Hemen hemen üç yüz sayfalık bir kitap olsa da bir uzun öyküymüş gibi bir çırpıda okunabilen

sürükleyici bir Jules Verne kitabı daha. Kısaca ıssız bir adadaki iyi ile kötü insanların mücadelesi

olarak özetlenebilecek konusuyla büyük bir ilgiyle okunabilir. Dramatik yönleriyle de öne çıkan

‘Dünyanın Ucundaki Fener’, Amerika kıtasının en güney ucunda gemilere rehberlik etmesi için inşa

edilen bir deniz fenerine bekçilik eden üç bekçinin, korsanlarla olan mücadelesini anlatıyor. Feneri ele

geçiren korsanlara karşı iyi insanların mücadeleleri sizi sürükleyip götürecek.

ALTIN VOLKANI

Altın Volkanı, Jules Verne’in son dönem romanlarından biri. Kalınca bir kitap ve okuması o

kadar kısa sürmüyor. Verne, Kanada topraklarında ayrıntılı bir yolculuğa çıkarıyor okurları. Okurken

kendinizi adeta o topraklarda hissediyorsunuz. Jules Verne o yöreler hakkında bir gezi romanı yazmış

sanki ve geri kalan olaylar da sadece buna aracılık etmiş. Bazı yerlerdeki kritik olaylar dışında uzun

uzun betimlemelerle dolu olan kitap, akıcılık ve bol aksiyon isteyen okurların pek seveceği bir roman

değil. Ama Jules Verne’in yolculuk romanlarını seven, kitabı okurken yanında harita bulundurup adeta

yazarla birlikte gezmeyi seven okurların bayılacağı bir eser. Ben hem birinci hem ikinci tipe

girdiğimden bu roman bende epey iz bıraktı. Yer yer yükselen tansiyon da hoşuma gitti.

Kitabın ana konusu, amcalarından Kanada’da bir altın madeni miras kalan iki kuzenin yolculuğu.

Kuzenlerden biri pek hevesliyken, diğerinin bu yolculuğa hiç hevesli olmaması kurguya renk katmış.

Kitabın ilk bölümü kuzenlerin madene yolculuğunu anlatıyor. İkinci bölümde ise, ölüm döşeğindeki bir

Page 192: Xasiork Dergi 5. Sayı

192

adamın iki kuzene daha kuzeyde var olduğunu iddia ettiği bir altın volkanından söz etmesiyle,

kuzenlerin kuzey yolculuğuna çıkmasını anlatıyor. Yalnız altın volkanını tek bulmak isteyenler onlar

değildir.

Kitabın en tatmin edici yeri bana göre finali. İki düşman grubun müthiş mücadelesiyle ağır ağır

ilerleyen kitap bir anda müthiş bir heyecan ve tempoya kavuşuyor ve biterken kitapla ilgili iyi bir

izlenime sahip olmanızı sağlıyor.

BALONLA BE � HAFTA

Jules Verne’in gelecekte ne işler yapacağını daha en

başında gözler önüne seren bu ilk romanı, daha önce bir baştan bir

başa geçilememiş olan Afrika kıtasını olağanüstü sağlamlıkta bir

balonla geçmeye karar veren Doktor Fergusson’un tehlikelerle dolu

macerasını konu alıyor.

Jules Verne’in yolculuk romanlarını sevenlerin es geçmemesi

gereken, klasik olmuş bir eser olan Balonla Beş Hafta’yı okurken

yanınızda bir Afrika haritası bulundurursanız çok daha fazla zevk

alacağınıza eminim. Kahramanlarımızın nerelerden geçtiğini

haritadan takip etmek çok eğlenceli oluyor.

ZACHARIUS USTA VE OLA ĞANÜSTÜ ÖYKÜLER

Daha önce yine Xasiork Dergi’de uzun uzun incelediğim bir kitap olan Zacharius Usta ve

Olağanüstü Öyküler, adından da anlaşılabileceği gibi fantastik diyebileceğimiz üç uzun öyküden

oluşuyor.

Kitabın ilk öyküsü, kitaba adını veren “Zacharius Usta ya da Ruhunu Yitiren Saatçi” adlı fantastik

ve aynı zamanda didaktik bir öykü. Zacharius adında usta bir saatçinin sattığı tüm saatlerin bir anda

nedensizce durmaya başlamasıyla gelişen olaylar anlatılıyor. Usta ne yaparsa yapsın saatleri tamir

edemiyor. Sattığı saatler iade edilmeye başlıyor ve usta hem maddi hem manevi olarak çöküş

yaşıyor. Bunlar yaşanırken tuhaf görünüşlü bir adam geliyor ve çarenin kendisinde olduğunu söylüyor.

Sonra da fantastik bir maceraya dalıp gidiyoruz.

Page 193: Xasiork Dergi 5. Sayı

193

İkinci öykü çocuklara hitap eden bir masal. Adı “Raton Ailesinin

Serüvenleri”. Çocukluğumuzun hayvan kahramanları olan çizgi

filmlerine benziyor. Konusu çoğu masalda olduğu gibi bir iyilik-kötülük

savaşı.

Kitabın üçüncü ve son öyküsü bir Noel öyküsü olan “Mösyö Re-

Diyez ve Matmazel Re-Bimol.” İsviçre’nin küçük bir kasabasına

Noel’den kısa bir süre önce iki yabancı gelir. Bunlardan biri çok iyi bir

org müzisyeni olduğunu söyler. Ayrıca org konusunda yeni bir

icadının olduğunu ve bunu Noel’de kasabada denemek istediğini

anlatır. İcat ettiği bu alet, orgdan çocuk sesleri çıkarabilen bir araçtır.

Bu son öykü de atmosferi çok iyi verilmiş, insanı içine alan bir eser.

Kısaca Zacharius Usta ve Olağanüstü Öyküler, Verne ustadan üç fantastik öykü okumak

isteyenlerin tercih edebilecekleri hoş bir kitap.

İNATÇI KERABAN

İnatçı Keraban benim için Jules Verne efsanelerinden biridir. Bana en çok zevk veren Jules

Verne kitaplarıdır hatta. Kitaplarıdır, diyorum çünkü İnatçı Keraban iki ciltten oluşuyor. İlk cilt bittikten

sonra ikincisini bulmak için nasıl kitapçı kitapçı dolaştığımı ben bilirim.

Jules Verne’in yolculuk kitaplarından biri İnatçı Keraban. Ve bu kez Osmanlı topraklarında

geçiyor. İstanbul’da başlayan ve Karadeniz’in etrafında sürerek tekrar İstanbul’da sona eren çok

zevkli bir macera.

Kitap Hollandalı bir tüccar ve uşağının bir ramazan günü İstanbul’a gelmesiyle başlıyor.

Hollandalı, arkadaşı Keraban Ağa’yı buluyor. Keraban Ağa ile Üsküdar’a yemeğe gideceklerken

boğazdan karşıya geçişe yeni bir vergi konduğunu görüyor. İnanılmaz inatçı ve hükümet muhalifi olan

Keraban Ağa müthiş bir protesto yolu buluyor. Boğazdan karşıya geçmek yerine, Üsküdar’a

Karadeniz’in çevresinde dolaşarak gitmeye karar veriyor. Ve işte macera burada başlıyor. Ortaya

mizah ve maceranın çok güzel harmanlandığı akıcılıkta sınır tanımayan bir hikâye çıkıyor. Verne’in bu

en eğlenceli eserini kesinlikle okuyun derim. Jules Verne’in Türkler, Kürtler ve diğer Osmanlı

toplulukları hakkındaki tespitleri de ilginizi çekecek.

DENİZLER ALTINDA Y İRMİ BİN FERSAH

Page 194: Xasiork Dergi 5. Sayı

194

Jules Verne’in belki de en çok tanınan eseri Denizler Altında

Yirmi Bin Fersah. Ve bence bu ünü sonuna kadar hak ediyor.

Atlantis efsanesinden kutuplara, okyanusun derinliklerindeki

gizemlerden batık gemilere pek çok şey keşfetmek için mükemmel

bir eser.

Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, İthaki tarafından iki cilt

olarak basılmış. Birincisini bitirdikten hemen sonra ikinciye

başlamak isteyeceğinizden eminim, bu yüzden alacaksanız bence

iki cildi birden alın.

Kitabın konusunu bilmeyen yoktur. O yüzden bir denizaltı

macerası olduğunu hatırlatmaktan başka bir şey söylemeyeceğim. İlk gerçek nükleer denizaltıya da

ismini vermiş olan Nautilus’ta yaşayacağınız tüm anların keyfini çıkarın derim.

BEGÜMÜN BE� YÜZ MİLYONU

Jules Verne’den bir güç gösterisi! Harika! Muhteşem! Kendi adıma Verne’in en heyecan verici

kitabı olduğunu söyleyebilirim.

Kitabın ismi Hint zenginlerinden Begüm’ün bıraktığı 500 milyonluk mirastan geliyor. Bu müthiş

servete iki varis çıkıyor: Fransız Doktor Sarrasin ve Alman Profesör Schultze.

Doktor Sarrasin bu mirasla Amerika’da France-Ville adında ütopik bir iyilik şehir kurarken,

Alman profesör tam bir savaş şehri olan Çelik-Kent’i kuruyor. Sarrasin’in dünyaya iyiliği getirmek için

gösterdiği çabalara karşın Schultze bu şehri yok etmek ve insanlığı kaosa sürüklemek için elinden

geleni yapıyor. Hatta günümüzün atom bombası olarak nitelendirilebilecek bir süper silah üretiyor.

�imdi kahramanlarımız Schultze’yi durdurmak zorunda.

Begümün 500 Milyonu hem günümüz yazarlarına taş çıkartan müthiş bir casusluk romanı, hem

de İkinci Dünya Savaşı’nın müthiş bir öngörüsü. Hatta Alman profesör karakteriyle tüm dünyaya

dehşet getirecek olan kişinin milliyetini bile yıllarca önceden tahmin etmiş gibi görünüyor Verne.

Bana Verne’in en sevdiğin eseri hangisi diye sorsalar tereddüt etmeden Begümün 500 Milyonu

derim. Sizin de beğeneceğinizi umuyorum.

Page 195: Xasiork Dergi 5. Sayı

195

İKİ YIL OKUL TAT İLİ

Çocukluğumun efsane kitaplarından biridir İki Yıl Okul Tatili.

Ama İthaki’den 620 sayfalık baskısını alana kadar Jules Verne’in

bu kadar ayrıntılı yazdığını bilmiyordum. Verne’in bu ıssız ada

öyküsünü okurken siz de o ıssız adadaymışsınız gibi

hissediyorsunuz.

Konusu kısaca 8 – 14 yaşları arasındaki on beş çocuğun,

halatları kopan bir gemiyle ıssız bir adaya düşmesi olarak

özetlenebilir. Bu on beş çocuğun nefes kesen hayatta kalma

mücadelesi kimi zaman gözleri dolduran duygusal sahneler, kimi

zaman da kalp atışlarını hızlandıran maceralarla anlatılıyor.

Çocukların adanın her yerini keşfetmeye çalışması, kendi yiyeceklerini bulma, kendi hayvanlarını

evcilleştirme, avlanma, soğuğa direnme ve diğer tüm yaşamsal gereksinimlerini karşılamalarını hayret

ve merakla izlediğimiz kitap kimi yerlerde mecburen düşük bir tempo ile ilerlese de genel olarak iyi bir

deneyim sunuyor okurlara. Sonunda kurtulup kurtulamayacaklarından çok o anki mücadelelerine

odaklanıyoruz okurken ve kitap bittikten sonra bir eksiklik duymaya başlıyoruz. Biz de o adada değil

miydik?

BUZLARIN SFENKS İ

Buzların Sfenksi’ni önceki sayılarda uzun uzun

incelediğim için fazla üzerinde durmasam da o incelemeyi

okumayan arkadaşlar için kısaca üzerinden geçeceğim.

‘Buzların Sfenksi’, dünyaca ünlü Amerikalı öykücü ve

şair Edgar Allan Poe’nun tek romanı olan Arthur Gordon

Pym’in Öyküsü’nün devamı niteliğinde bir kitap. Tek başına

okunabilse bile öncesinde Poe’nun romanını okumanın çok

daha iyi olacağını söylemeliyim. Kitabımız Kerguelen

adalarında jeolojik araştırmalar yapan Mösyö Jeorling’in

Halbrane adlı bir gemiyle denize açılmasıyla başlar. Geminin

kaptanı Poe’nun romanının aslında gerçek olduğunu, hatta

kitapta güney kutbunda kaybolan karakterlerden birinin

kardeşi olduğunu söyler. Jeorling başta ona inanmasa da açık

Page 196: Xasiork Dergi 5. Sayı

196

denizde bunla ilgili kesin bir kanıta ulaşırlar. Ve gemi Poe’nun romanında kaybolan insanları aramak

için zorlu bir güney kutbu macerasına başlar.

‘Buzların Sfenksi’ iki cilt halinde yayınlanan, yolculuk romanlarını sevenler için ideal bir kitap.

Kutup bölgesinin atmosferi öyle iyi ve ayrıntılı anlatılmış ki oradaymış gibi hissediyorsunuz. Bazen

gezi yazısı niteliği romanın asıl konusunun önüne geçtiği için bu tür yazıları sevmeyenlerin okurken

zorlanacağı bir roman olmakla birlikte bir Verne veya Poe hayranının es geçmesinin yazık olacağını

düşünüyorum.

MACELLANYA

Macellanya, TÜBİTAK yayınlarından çıkmış bir Verne kitabı. Kendine Kaw-djer diyen

özgürlüğüne aşırı düşkün bir adamın tamamen özgür topraklarda yaşama çabasını konu alıyor.

Herhangi bir otoritenin altında olmayan ateist ve anarşist bu adamın daha sonra yavaş yavaş kendi

devletini kurmak zorunda kalması ve o hiç sevmediği otoritenin başı haline gelmesi anlatılıyor. Çok

sürükleyici olmasa da okundukça farklı tatlar alınan ve okuyanı pişman etmeyen, Jules Verne’in

dünyasının ne kadar geniş olduğunu bir kez daha gözler önüne seren bir yapıt.

YİRMİNCİ YÜZYILDA PAR İS

George Orwell’in 1984’ünü veya diğer distopyaları okuduysanız bir de ‘Yirminci Yüzyılda Paris’i

deneyin derim. Sanatın hemen hemen yasaklandığı, aşağılandığı, sürekli monoton ve estetikten

yoksun bir hayatın sürüldüğü bir gelecek kuruyor Verne. Duyguların değerini kaybettiği, tüyleri diken

diken eden, asla olmak istemeyeceğimiz bir dünya sunuyor bize. Ama bir bakıma o dünyada

yaşıyoruz. Hangi anne baba, “Ben ressam olmak istiyorum, ben yazar olmak istiyorum,” diyen

çocuğunu ciddiye alıyor ki günümüzde?

Genelde kitaplarında eğlenceli ve iyimser bir dil kullanan Verne, bu kitabında o kadar karamsar

ki şaşırmadan edemiyorsunuz. Gerçekler acıdır…

METEOR AVI

‘Meteor Avı’ bana göre Jules Verne kitapları arasında en ilgi çekici kapağa sahip olanı. İsmi de

Hollywood’un bol aksiyonlu filmlerini çağrıştırdığından insanın hemen alası geliyor. Ama kitaptan o

kadar aksiyon beklememek gerekiyor. Hatta itiraf etmeliyim ki hiç beklediğim gibi çıkmadı.

Page 197: Xasiork Dergi 5. Sayı

197

Aynı kentte yaşayan iki bilim adamının aynı anda yeni bir meteoru

keşfetmesi ile başlıyor ‘Meteor Avı’. Bu meteor ikisinin arasını fena halde

bozuyor, çünkü ikisi de meteoru önce kendinin keşfettiğini söylüyorlar,

ama aslında aynı anda keşfettikleri kesin… Hele sonradan yapılan

araştırmalar meteorun saf altından olduğunu ortaya çıkarınca rekabet

iyice büyüyor. Meteor dünyaya düşerken iki bilim adamı da meteorda

kendi hakları olduğunu söylüyor. Bakalım tüm dünyaya yetecek

büyüklükte bu altın topuna kim sahip olacak?

Meteor Avı’nda mizah öğeleri de bilimkurgu öğeleri de sıklıkla

kullanılmış. Verne severlerin beğeneceği bir kitap.

…ÖZEL DOSYANIN SONU…

Page 198: Xasiork Dergi 5. Sayı

198

Benden korkuyorlar. Kim olduğumu bilmemelerine rağmen benden korkuyorlar. Belki de

beni tanımamalarıdır onları korkutan. Belki de beni yan komşularının, bakkallarının,

doktorlarının, berberlerinin, hatta oğullarının veya kızlarının yerine koymalarıdır onları bu

korkuya sürükleyen. Diğerlerinin başına gelenlerin, hiç beklemedikleri bir anda kendi

başlarına gelmesinden korkuyorlar. Aslında benim de tam olarak istediğim şey bu. Bütün

gaddarlığımın, zalimliğimin, acımasızlığımın tek sebebi bu. Görenlerin, duyanların,

okuyanların yüreğine korku salmak. Onların benliklerini ölüm korkusuyla doldurmak. Belki

böylece değişebilirler. Beş tane fahişeyi acımasızca öldürdüm diye benden korkuyorlar. Seri

katil olduğum için benden korkuyorlar. Sıranın kendilerine gelmesinden korkuyorlar. İşte bu

korku onları değiştirecek ya da ben değiştireceğim.

Ben kim miyim? Ben insanım, aslında iyi bir insanım. Kendini beğenmiş aristokratlardan

da, kendini hiç sayan fakirlerden de iyi biriyim. Tek bir kusurum var, öldürmek. Beni

tanımamış olabilirsiniz. Gazetelere, polise benim adıma mektup yazan geri zekâlının koyduğu

ve sizin de çok sevdiğiniz ismi söylersem, kesinlikle tanıyacaksınız beni. Ben Jack,

Karındeşen Jack. İşte bu yüzden kendimi tanıtmaya insanım diye başladım. Çünkü benim

için canavardan hayalete, vahşi hayvandan kurt adama kadar birçok iddia ortaya atıldı.

Aynaya baktığımda bunların tamamen yalan olduğunu tüm içtenliğimle söyleyebilirim. Hatta

yakışıklı bile sayılabilirim. Size gerçek adımı söylemeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyeyim,

adım Jack değil. Ben pek hoşlanmasam da, siz bana Jack diye hitap etmeye devam

edebilirsiniz.

Mesleğim konusunda da birçok iddia dolaşıyor ortalıkta. Kasap olduğum, doktor

olduğum, berber olduğum, hatta saraydan biri olduğumu bile iddia ettiler. Size mesleğimi de

söylemeyeceğim. Biraz önce saydığım işlerden hiçbirini yapmıyorum ve kraliyet ailesinden de

KARINDEŞEN

MURAT YÜRER

Page 199: Xasiork Dergi 5. Sayı

199

değilim. Hatta yaptığım işte bıçak bile kullanılmıyor. Bıçaklarla oynamak benim için bir hobi.

Ayrıca söyledikleri gibi ne çok zenginim, ne de çok fakir. Geçinecek kadar para kazanıyorum.

Bu kadarı yeterli sanırım.

Bu mektubu niye mi yazıyorum? İşlediğim muhteşem cinayetleri bir de benim ağzımdan

dinlemenizi istedim sadece. Çoğunuz gazetelerden okudu, bazı şanslı olanlarınız ise benim

sanat eserlerimi yakından görme fırsatına erişti. Evet, bana göre hepsi birer sanat eseri.

Onları o hale getirene kadarki çalışmalarımı ve onların daha önceki hallerini görseniz siz de

bana hak verirdiniz.

İlk kurbanımı çok iyi hatırlıyorum. 30 Ağustos gecesiydi. Barın birinde içmiş, evime

dönüyordum. Gecenin o saatinde sokaklar ayyaşlar ve fahişelerle doludur. Alkolün etkisiyle

ve normal bir erkek olduğumdan canım kadın çekti. Uzaktan güzel görünen birine yanaştım.

Yüzünü döndüğünde karşılaştığım çirkinliği kelimelerle anlatamam. Ağır bir makyaj, yapay

gülümsemenin altında sapsarı iğrenç dişler, koca göğüsler ve sergilemeye utanmadığı koca

baldırlar. O an onu düzeltmeye karar verdim. Kararımı desteklemesi için, herhangi bir

saldırıya karşı yanımda taşıdığım bıçağıma dokundum ve kararım kesinleşti.

Adının Polly olduğunu söyledi. İstediği parada anlaştıktan sonra yürümeye başladık.

Karanlık ve tenha bir sokağa girdiğimizde zamanın geldiğini anladım. İğrenerek de olsa

beline sarıldım ve soyunmasını söyledim. O soyunurken ben de bıçağımı hazırlıyordum.

Önce ne olduğunu anlamadı. Anladığında ise çoktan gırtlağını kesmiştim. O kadar

heyecanlıydım ki, gırtlağından fışkıran kanın üzerime sıçramasından son anda

kurtulabilmiştim. Biraz çırpınıp canını verdikten sonra onu yere sırtüstü yatırdım. Çırılçıplak

ve savunmasız bir şekilde karşımdaydı. Bıçağımı önce vajinasına büyük bir hırsla birkaç kez

sokup çıkardım. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum; herhalde o iğrenç, çirkin, hastalıklı organı

bir daha kullanılmayacak hale getirmek istiyordum. Sonra büyük bir zevkle karnını boydan

boya yardım. İç organlarını dikkatle inceledim. Sıra yüzüne geldiğinde, birkaç sarhoşun

gürültüsünü duydum. Eserimi yanıma almak için oradan bir muşamba buldum ve onu sardım.

Sonra onu yanıma almaktan vazgeçtim ve hızla oradan uzaklaştım.

O gece heyecandan uyuyamadım. Ondan sonraki geceler de... Yaptığım işten zevk

almıştım ve tekrar yapmalıydım. Uygun kurbana bir hafta içinde, loş bir sokakta rastladım.

Adı Annie’ydi. Veremliydi, zayıftı, iğrenç görünüyordu ama bu haliyle bile kendini satmaya

Page 200: Xasiork Dergi 5. Sayı

200

çalışıyordu. Boş olduğunu bildiğim bir pansiyonun arka sokağına götürdüm onu. Hiç karşı

gelmeden soyundu ve yere uzandı. Hasta ve güçsüz olması işimi kolaylaştırmıştı. Can

verene kadar boğazını sıktım ve hemen ardından bıçağımla boğazını kesmeye başladım.

Bıçağı boğazından kaldırdığımda, kafasının neredeyse kopacak duruma geldiğini gördüm.

Sonra dikkatle karnını yardım. Geçen sefer yapamadığımı bu sefer yaptım ve bütün iç

organlarını dışarı çıkardım. Bağırsaklar, böbrekler, mide, karaciğer... Her birini dikkatle

söktüm. Görenler manzaranın iğrenç olduğunu söylediler ama bence yaptığım mükemmel bir

şeydi. Artık, içi dışı bir biri olmuştu.

Annie’den sonra öldürme isteğim son bulmuştu veya ben öyle sanıyordum. Etraf seri

katil haberleriyle çalkalanırken, ben normal yaşantıma devam ediyordum. Ta ki o mektubu

gazetede görene kadar... Manyağın biri polise benim adıma mektup yazmıştı ve bana

‘Karındeşen Jack’ ismini layık görmüştü. Gazeteler de bu ismi çok sevmişti.

Çok sinirlendim. Adamın biri benim eserlerimi sahipleniyordu ve daha önemlisi onları

sıradan birer cinayetmiş gibi gösteriyordu. Önce adamı bulmayı düşündüm, bulamayacağımı

anlayınca ona sanatımla cevap vermeye karar verdim.

İki gün sonra yeni bir eser için sokağa çıktım. İki cinayetten sonra, bütün fahişeler

temkinli davranıyorlardı ama düzgün görünüşüm, biraz yakışıklı oluşum ve daha da önemlisi

paramın olması, onu kolaylıkla ikna etmemi sağlamıştı. Kendine Liz diyordu, sonradan adının

Elizabeth olduğunu gazetelerden öğrendim. Tenha bir ara sokakta onun da boğazını kestim.

Karnını açmaya hazırlanırken, orada olmaması gereken bir araba sokağa girdi. Hemen

oradan uzaklaştım.

Evime dönmeyi düşünüyordum ama işimi yarım bırakmamdan dolayı da çok

mutsuzdum. Kaçarken kaldırımda oturan, yarı sarhoş yarı ayık bir fahişeye rastladım. Kanlı

bıçağım elimdeydi ama o körkütük sarhoş olduğundan bunu fark edememişti. Hemen

yakınlardaki boş bir meydana gittik. Sarhoş olduğundan onu kendim soydum. Belki de

boğazını kestiğimden hiç haberi olmadı. Bir önceki eserimin elimden alınmasına çok

sinirlenmiştim. Ayrıca gazeteye mektup yazan o herife de iyi bir cevap vermek istiyordum.

Karşımdaki savunmasız bedeni şekillendirmeye başladım. Önce çirkin yüzüne vurdum

bıçağımı. Ardı ardına gelen darbelerden sonra yüzü tanınmayacak hale gelmişti. Kanlı bıçağı

çıplak bedeninde gezdirdim. En sonunda kararımı verip, göğüs kafesinden içeri soktum.

Page 201: Xasiork Dergi 5. Sayı

201

Aşağı doğru kesmeye başladım. Hızımı alamadığımdan, bıçağı anca kuyruk sokumunda

çıkarabildim. İç organları tamamen karşımdaydı. Hemen bağırsaklarını dışarı çıkardım.

Sinirim geçmişti ve istediğim eseri yaratabilmiştim. Gitmek üzereyken gözüme böbreği takıldı.

Karanlık gecede hafifçe parlıyordu. Dikkatle çıkararak yanıma aldım. Bunu neden yaptığımı

bilmiyorum. Zaten iki sokak ötede, elimdeki böbreği farkedince hemen ondan kurtuldum.

Polise gönderilen böbrekle hiçbir alakam yok. Çıkardığım böbrek, herhalde sokak köpeklerine

iyi bir ziyafet olmuştur.

İçimdeki öldürme, parçalama, yeniden şekil verme duygusu tamamen yok olmuştu.

Mektubu yazan geri zekâlıya da kendimce dersini vermiştim. Bir ay çok sakin bir hayat

yaşadım. Kimse benden şüphelenmiyordu. Ama 9 Kasım gecesi onu gördüm. Çok güzeldi,

gerçek olamayacak kadar güzeldi, fahişe olamayacak kadar güzeldi. Onu görmemle

erkekliğim tekrar uyanmıştı. Hemen anlaştık ve birlikte olmak için onun odasına gittik. İnanın

bana, onu öldürme gibi bir niyetim hiç yoktu. Saatler boyunca seviştik. Ona âşık olduğumu

hissediyordum, onunla evlenebilirdim. Ben ona bunları söyledim, o bana hamile olduğunu

söyledi. Yıkıldım, hemen masanın üzerinde duran bıçağı kaptım ve boğazını kestim. O da

diğerleri gibi çıkmıştı ve düzeltilmeye ihtiyacı vardı. O, bu güzelliği hak etmiyordu.

İşe yüzünden başladım. Burnunu kestim, alnını yüzdüm. Güzel göğüslerini tek tek

kestim ve masanın üzerine, burnunun yanına koydum. Karnını yardım ve bütün iç organlarını

yavaşça ve dikkatle çıkardım. Dışarıda olmadığımızdan ve oda arkadaşının sabaha kadar

gelmeyeceğini bildiğimden özenle çalışabiliyordum. Karaciğerini kenarı ayırıp, diğer iç

organları sobada yaktım. İç organlarını yediğimi söylüyorlar ama bu tamamen yalan. Sıra

güzel, diri, sütun gibi bacaklarına gelmişti. Birkaç saat önce öptüğüm bacaklardaki etleri

dikkatle sıyırdım ve masaya bıraktım. Masada yer kalmadığından, karaciğeri alıp ayaklarının

yanına bıraktım. Hak etmediği güzelliği almıştım elinden ve mutluydum. Eserime son kez

gururla bakıp, odadan çıktım.

�u ana kadar başka sanat eseri yaratmadım. Birçok cinayeti bana yamadılar, bir sürü

taklitçilerim çıktı ama benim eserlerim sadece bunlar. Bunları neden yaptığım konusunda

sayamadığım kadar iddia ortaya atıldı. Annemin fahişe olduğunu, fahişeler tarafından küçük

düşürüldüğümü, erkekliğimin olmadığını, kadın olduğumu, hatta fahişe olduğumu bile

söylediler. Hepsi yalan. Bunları, onları düzeltmek için yaptım. Hak ettiklerini vermek için...

Fahişeleri seçtim, çünkü onlar hem bozuktular hem de ulaşması en kolaydılar. İstediğim

Page 202: Xasiork Dergi 5. Sayı

202

değişiklikleri onların üzerinde kolaylıkla, kimse umursamadan yapabiliyordum. Kraliçeyi de

düzeltmek isterim ama ona bu kadar kolay yaklaşabileceğimi sanmıyorum.

Londralılar artık rahatlayabilir. Buradan gidiyorum. Birkaç saat sonra gemim Akdeniz’e

doğru yola çıkacak. Düzeltilmesi gereken insanlar bu adayla sınırlı değil maalesef. Elimden

geldiğince ve ömrüm yettiğince herkesi düzeltmeye çalışacağım. Siyah derililer, sarı derililer,

Araplar, Fransızlar, Türkler... Hepsine sıra gelecek.

Tüm dünya benim eserlerimi ve beni konuşacak. Yüzyıllar sonra bile hakkımda

efsaneler anlatılacak. Adımı duyanların yüreği korkuyla dolacak ve ben onları düzeltmek için

orada olacağım. Görüşmek ümidiyle...

Page 203: Xasiork Dergi 5. Sayı

203

Hawkwind, bilimkurgunun müzikle buluştuğu noktadır. Uzayı kulaklarında hissetmek isteyen her

insanın zevkle dinleyeceği bir “space rock” grubudur. Onlar gerçekten de iyidir. Dinlerken uçarsınız…

Hele ışıkları kapamış, son ses dinliyorsanız… Değmeyin keyfinize!

Ben bu grubun kuruluşu ve yükselişini size uzun uzun anlatmayacağım. Bu konuda bilgi

edinmek artık çok kolay. İnternet var. Açıp bakabilirsiniz. Ben size Hawkwind’in müziğini

anlatacağım… Onların ‘uçuran’ müziğini…

1969 senesinde patlayan progresif ve saykodelik rock akımıyla birlikte birbiri ardına müzik

grupları kuruluyor, daha önce kurulmuş olanlarsa isimlerini duyuruyorlardı. Pink Floyd, Jethro Tull gibi

grupların ünlendiği bu dönemde progresif ve saykodelik rock’a yeni bir soluk kazandıracak olan

Hawkwind de kurulma aşamasındaydı. Onlar space rock’ın mucidi olacaklardı, oldular.

Bir hatırlatma: Hawkwind’den thrash metal ve hard rock dünyasının en önemli isimlerinden biri

olan Lemmy (Motörhead) de geçmiştir.

Hawkwind’in Müzi ği

Hawkwind şarkılarını dinlerken kendinizi uzayda yolculuk yapıyor, gelecekte androidlerle

savaşıyor ya da fantastik bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyormuş gibi hissedebilirsiniz. �arkıların

hemen hepsinde müthiş bir atmosfer var. Mesela Levitation albümünden Prelude adlı parçayı

dinlerken (ki bu parça bir uzay filmi müziği olmak için birebirdir) kendinizi uzayda sürüklenirmiş gibi

hissedebiliyorsunuz. Hawkwind’in en ünlü şarkılarından olan Hassan-i Sabbah’da ise kendinizi

fantastik bir öykünün içinde buluyorsunuz. Karanlık bir atmosfere sahip. Gece uyurken dinlememenizi

öneririm. Zira cinler tarafından kovalandığınız bir kâbus görebilirsiniz. (Yaşadım, oradan biliyorum).

Hani bilimkurgu filmlerinde robotlardan çıkan veya eski atari oyunlarında duyduğumuz

klasikleşmiş bazı sesler vardır ya… İşte o seslerin rock müzik’e entegre edildiğini düşünün. Bu da,

Hawkwind’in yarattığı melodiler için bir tanım olabilir. Ayrıca şarkılarda klavye ve bolca efekt aleti

kullanıldığı rahatlıkla anlaşılabiliyor. Bu “bilimkurgusal” melodilerin temelini de efekt aletleri

oluşturmakta zaten. Zaten bunlar olmasa Hawkwind klişe bir rock grubundan fazlası olamazdı.

HAWKWIND – ONUR BAYRAKÇEKEN

X K dergidergidergidergi

Page 204: Xasiork Dergi 5. Sayı

204

Hawkwind’in yarattığı müziği, atmosferi ve melodiyi özetlemek gerekirse, “Notalarla bilimkurgu

ve fantastik yazılmasıyla ortaya çıkan sesler,” demek yeterli olacaktır.

Hawkwind’in �arkı Sözleri

“…Dust of time caught in your eye! A fleeting glimpse gone in a sigh…”

Hawkwind’in şarkı sözleri, müzikleri gibi bilimkurgu ve fantastik kurgu ağırlıklıdır. Hatta bazı

şarkılarının isimleri bilimkurgu severlere fazlasıyla tanıdık gelecektir. Örneğin Fahrenheit 451. Ray

Bradbury’nin bu ünlü romanı Hawkwind’e ilham vermiştir.

Hawkwind’in bazı şarkılarında da gerçeküstücülük izleri vardır. Ayrıca grubun toplumsal olayları

konu alan parçaları da bulunmaktadır. Buna en iyi örneklerden biri Levitation albümünün altıncı

parçası olan Who’s Gonna Win the War olacaktır.

Sahnede Hawkwind

Hawkwind konserine hiç gitmedim, daha doğrusu gidemedim. Fakat izlediklerim kadarıyla

söyleyebilirim ki, bir Hawkwind konserine gittiğinizde yalnızca müzikal olarak uzayda yolculuğa

çıkmıyorsunuz. Işık-lazer şovları ve ekranlarda verilen görüntüler ile, konseri canlı değil de ekran

başında izleseniz dahi kendinizi kaybedebilirsiniz.

İşte Hawkwind konserlerinden bazı fotoğraflar:

Page 205: Xasiork Dergi 5. Sayı

205

Page 206: Xasiork Dergi 5. Sayı

206

Hawkwind’in Albüm Kapakları

Yazımı bitirmeden önce, Hawkwind albümlerinin kapaklarına değinmek istiyorum. Hawkwind de

hemen her saykodelik ve progresif rock topluluğu gibi gerçeküstücü kapak çalışmaları yapmıştır.

Ayrıca bazı kapakları da uzay filmleri posterleri gibidir. İşte size birkaç tane örnek sunayım:

Son Olarak

Evet arkadaşlar… Yazımı burada bitirirken, tüm progresif ve saykodelik rock severlere ve

bilimkurgu/fantastik kurgu hayranlarına Hawkwind’i en azından bir defa dinlemelerini tavsiye ederim.

Space Rock’ın mucidi denebilecek bu adamlar saygıyı hak ediyorlar…

Page 207: Xasiork Dergi 5. Sayı

207

XASĐORK ÖLÜMSÜZ ÖYKÜ KULÜBÜ

ÖZEL DOSYASI

Işığın Karanlık Yüzü – Bülent Eriş

Asi – Orkun Uçar

Xasiork Tarihçesi:

“Kuruluş”

Page 208: Xasiork Dergi 5. Sayı

208

Hayatın İçinden Fantastik Bir Hikâye - I şığın Karanlık Yüzü

2020 yılında Türkiye… Bülent Eriş’in kaleminden, polisiye ve bilimkurgunun fantastik imgelerle

harmanlandığı ‘Işığın Karanlık Yüzü’…

“Bundan elli yıl önce kafese konmu ş esirlerdik. Bugünse dünyanın gelece ğiyiz.”

Roman, okura sık sık karakter değişimi yaşatan hızlı bir kurguya sahip. İyi tasarlanmış kurgu,

birden fazla karakteri tek kişi üzerine yoğunlaştırmadan akıcılık

sağlıyor. Fakat kitapta ana karakter olarak belirginleşen İlkay’ın

okurla özdeşleşememe sorunu var. Karakterin gerek ruhsal gerek

fiziksel betimlemesinin azlığı karakter ve okur arasındaki

bağlılığın sağlanmasını önlüyor. Tüm kitap boyunca okuduğunuz

İlkay, sürekli size yabancı kalıyor. Okur sürekli İlkay’a bağlanma

arzusunda, fakat karakter ile okur arasındaki bazen kısa espriler,

bazen duygularının aktarımı gibi anlatım çeşitlerinin azlığı İlkay’ı

(ve diğerlerini) okurdan uzak tutuyor.

Unutulmaz Bir Yolculu ğa Hazırlanın – 2020 Türkiye…

Hızlı başlayan bir kurgu var kitapta. Okuru, kitabın

başlangıcından itibaren gelecekte karşılıyor ve bu karşılama az da olsa başınızı döndürüyor. Fakat

kitabın ilk bölümlerinde yapılan dünyanın o zamanki yaşamının, yönetilişinin anlatılması okuru kitaba

kısa sürede alıştırıyor ve kafasındaki soru işaretlerini kaldırarak kitaba bağlanmasını sağlıyor.

Baştan itibaren hızlı olan kurgu, dille desteklenmeyince çok eksik kalıyor. Kurgu tam olarak

oturmuş ve benimsenmiş olsa da sayfa sayısının az olması ve buna bağlı olarak her alanda

(betimleme, anlatım, diyalog gibi olmazsa olmazların da) kısalmaları ve buna paralel bariz anlatım

hataları göze çarpıyor. Sayfa sayısı az olmasına rağmen çok fazla bölüm olması ve sürekli bölümler

arasında gidiş ve gelişler olması tabiri caizse okuru kurgu budalası yapıyor. Aynı zamanda bu sık sık

tekrarlanan bölümler arası geçişler; karakterleri tanımamıza, onlarla uzun süreli birlikte olmamıza

engel oluyor.

HAYATIN İÇİNDEN FANTASTİK BİR HİKÂYE – HÜSEYİN EMRE COŞKUN

X K dergidergidergidergi

Page 209: Xasiork Dergi 5. Sayı

209

Olayları ve sıralanışlarını incelersek, kitabın şüphesiz takdire şayan

kısımlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. İyi planlanmış, oturmuş bir kurgu

var. �üphesiz bu okuma zevkini arttırıyor ve kitabın sonuna dair merakı

körüklüyor. Kitapta; polisiye, bilimkurgu, fantastik kurgu gibi türlerin iç içe

olması ve ‘önemle vurguluyorum’ bu kurguların sıralı olması kitabın

akıcılığını ve okurun kitaba olan bağlılığını arttırıyor. Kitabın sonlarına

doğru kendini gösteren fantastik imgeler anlatımı güçlendiriyor ve merak

uyandırıyor.

Işığın Karanlık Yüzü’nün anlatımında en çok göze çarpan

eksiklerinden birisi diyalogların yetersizliği. Duyguların çok az yer bulduğu diyaloglar ve diyaloglar

arasındaki küçük cümleler sıkıştırılmış izlenimi veriyor. Bu da anlatımı oldukça derinden etkiliyor.

Kişilerin ruhsal ve fiziksel betimlemelerinin azlığına nazaran daha çok göze çarpan olayların

geçtiği mekânların betimlemesinin yetersiz oluşu sık sık bölüm ve mekân değiştiren kitapta akıcılığı

bozuyor.

“Işığın ardındaki karanlık, yakın gelecekte şekillenmeye başlar. Işığın ardındaki karanlığa giden

yolculuk, her geçen gün daha fazla bilinmeyenin çevresini sardığı bir çıkmaza dönüşür. Karanlık,

dünyayı ele geçirmeye çalışan gizli bir örgütü ve arkasındaki garip bilinmeyenleri içinde

saklamaktadır. İsteksiz sürükleniş, sıradan bir insanı kimsenin tahmin edemeyeceği cevaplara

götürecektir. Bu cevaplara ulaşmaya başladıkça, iyiyle kötünün arasında geçen büyük bir savaşın tam

ortasında olduğunu fark eder. Savaş, ona aydınlık yüzleri gösterdiği gibi en karanlık yüzlerle de

tanıştıracaktır.”

Kitaptaki derin ve içten anlatım, gizemciliği arttıran en önemli etkenlerden biri olarak göze

çarpıyor. Kitabın arka kapağında yer alan yukarıdaki paragraf bu anlatıma en güzel örnek.

Genel olarak ‘Işığın Karanlık Yüzü’ hızlı bir kurgusu olan, oldukça iyi bir konuya sahip,

okunabilirliği yüksek bir kitap. Gelecekte gerçekçi bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız mutlaka Eriş’in

kaleminden dökülen bu kitabı okumalısınız.

Önsözde bahsettiği, ülkemizdeki bilimkurguya olan önyargıyı aşan ve bu önyargıyı yıkmak için

büyük bir adım atan Eriş, yazdığı eserle de takdiri hak ediyor. Umarım bundan sonraki yazın

hayatında daha güzel, eksiksiz kitaplar yazar ve biz okurları bunları keyifle okuruz.

Page 210: Xasiork Dergi 5. Sayı

210

• Charles Edward Prendick hangi romana ait bir karakterdir?

Yukarıda sormuş olduğumuz sorunun doğru cevabını 15 Mart 2009’a kadar

[email protected] adresine iletenler arasında yapılacak çekilişte

seçilen bir okurumuza, Bülent Eriş’in “Işığın Karanlık Yüzü” adlı romanı isme

imzalı olarak hediye edilecektir.

ÖDÜLLÜ SORU

Page 211: Xasiork Dergi 5. Sayı

211

“Asi” oldukça başarılı bir kitap. Hem kurgusal anlamda başarılı,

hem de ticari anlamda... Elimdeki üçüncü baskısı ve ilk üç baskı

(Ekim 2006’ya dek) toplam 10.000 adet basılmış.

Ancak gördüğüm kadarıyla fantezi edebiyatına yönelik

forumlarda hak ettiğince değerlendirilmiyor. Elbette bu kitabı alan

pek çok kişinin internette görünmesini beklemek saçma olur. Yine de

olması gerekenden az bir ilgi var gibi görünüyor. Asi’yi alanlar ya

geleneksel fantezi okuru değil, -Metal Fırtına ile cezp edilen- yeni bir

topluluk, ya da geleneksel fantezi okuru kitabı okusa bile bunu

belirtmekten ve yorum yapmaktan kaçınıyor. Ben bunların ikisinin de

olduğunu düşünüyorum. Ayrıca yeni bir okur kitlesi türe

kazandırılıyorsa bu da çok hayırlı bir gelişmedir diye düşünüyorum.

“Asi” sürükleyici bir kitap. Güçlü karakterleri, güzel bir kurgusu,

sade bir dili var. Kimi Türk yazarlarda şahit olduğumuz gibi kitapları

okunmaz hale getiren ağdalı bir dil kullanma hevesinin ürünü değil.

Sadeliğinin yanı sıra dil, yapay değil, tamamen doğal. Sizi rahatsız

edecek, “Böyle de diyalog olur mu?” dedirtecek yerler yok!

Karakterler arasından Janus, �eytan ve Sarp öne çıkıyor.

Janus, Tanrı’yı kendi evreninden uzaklaştıran Sürgündeki’nin eli,

�eytan ise Tanrı’nın... �eytan, kitabın Xasiork basımına adını

vermişti: Kara Gezgin... Altın Kitaplar baskılarına adını veren ise

Sarp: Asi... Sarp -adeta ruh hastası- bir Türk-İngiliz melezi. Eski bir

seri katil. Ancak ona Asi dedirten ruh hali yüzünden eskiden Tanrı’ya

isyan ederken, artık Sürgündeki’ne isyan eder olmuş. Eski dönemin

canisi, yeni dönemin kahramanı. Janus ise eskiden hevesli bir

satanist ve silik bir muhasebeci iken Sürgündeki’nin ona verdiği

güçle tüm dünyayı değiştiren bir seçilmiş.

Başka ilginç karakterler de var: Özenle yok edilmiş kutsal kitaplardan biri olmasa da, eski tek

tanrılı dinleri anlatan bir kitap bulan ve etrafında topladığı güçler ile Janus’un düzenine isyan eden

Mikael, gücün odağında Elem adında gizemli bir kız çocuğu, Jusa adında bir koyun çobanı...

Habis’in ne olduğu

konusunda Janus,

Şeytan ve Sarp’ın

farklı düşünceleri var

gibi gözükmektedir.

Janus’a göre, Habis

Tanrı’dan üstün,

evrenden önce var

olan bir varlıktır.

Şeytan’a göre ise

Tanrı’nın evindeki bir

faredir. Sarp ise

Şeytan’ın görüşünün

hatalı olduğunu

düşünmektedir. Ona

göre Habis’in

varlığını Janus da

dâhil olmak üzere -

kendisi hariç- kimse

anlayamamıştır.

ASİ - TEORİ VE İNCELEME – TAYFUN GEMİCİ

X K dergidergidergidergi

Page 212: Xasiork Dergi 5. Sayı

212

Bilinen Dünya’nın Derzulya haline dönüşmesinden

yüzyıllar sonra, Sürgündeki gelmek üzereyken Tanrı da

harekete geçmiş gözükmektedir ve olaylar böyle başlar.

Kitabı okurken bir yandan Derzulya kafanızda

şekillenmeye başlarken, diğer yandan karakterler

arasında örülmüş kurgudan zevk almaya başlarsınız.

Bitirdiğinizde geriye sorular ve merak kalır. Kendi adıma

çözülmesini beklediğim gizemler ve merak sayesinde

ikinci kitabı hevesle beklediğimi söyleyebilirim. Hem de

fantezi edebiyatının çok meşhur kimi yazarlarının yeni

kitaplarından çok daha fazla merakla bekliyorum.

Asi’nin geçtiği Dünya: Derzulya, post-apokaliptik

bir dünyadır. Bir dizi felaket milyarlarca insanı öldürmüş,

teknoloji ve medeniyet yok olmuş, yerini büyü ve sahte

tanrılar almıştır. Zaten post-apokaliptik terimi kıyamet

benzeri olayların sonrasını anlatır. Bilimkurgu ve fantezi edebiyatının konusudur. Apokalips Dünya’nın

sonunu ifade eden Yunanca kökenli bir sözcüktür. Post eki de Latince’den gelir. Derzulya’daki bu

tablo bir post-apokaliptik dünyaya tamamen uysa da, kitapta anlatılan kimi olaylar, Derzulya’nın aynı

zamanda bir pro-apokaliptik dünya olduğunu düşündürmektedir. Pro-apokaliptikten kastım elbette bir

kıyamet öncesidir. Hem de bildiğiniz “Kıyamet!”

Asi’yi okumuş ve gözden kaçırmış olanlar için Tanrı ve Sürgündeki ile Kıyamet bağlantılarını

gösteren bölümleri tekrar okumakta fayda var. Aşağıda bu bölümlerden alıntılar yapacağımdan, kitabı

okumamış olanların okumaya burada nokta koymaları gerekir.

Habis’in ne olduğu konusunda Janus, �eytan ve Sarp’ın farklı düşünceleri var gibi

gözükmektedir. Janus’a göre, Habis Tanrı’dan üstün, evrenden önce var olan bir varlıktır. �eytan’a

göre ise Tanrı’nın evindeki bir faredir. Sarp ise �eytan’ın görüşünün hatalı olduğunu düşünmektedir.

Ona göre Habis’in varlığını Janus da dâhil olmak üzere -kendisi hariç- kimse anlayamamıştır. Bunun

ne olduğunu ise Sarp’ın bakış açısından göremeyiz.

Janus’a göre:

“Sürgündeki’nin şeytanla ilgisi yoktu. Bu yaratık evrenin yaratılmasından önce vardı. Uzun

zaman ilgisiz davranmıştı bu kozmik yumurtaya; ama o genişlemeye devam etmiş ve sonunda o şey

Page 213: Xasiork Dergi 5. Sayı

213

için iştah açıcı bir yiyecek haline gelmişti. Sürgündeki basit olarak her varlık gibi; özümsemek,

kapsamak, tatmin olmak ve üremek gibi ilkel güdülerle hareket ediyordu.”

“Evrenin içindeki sürekli kendini dönüştüren enerji ile beslenecekti.” s.22

Sürgündeki’nin seçilmişlerinden, sonradan kendisine Balasahir denen adama göre:

“...gücün varlığını tam olarak görmüşse de bir yapaylık hissetmişti; sanki kendine Sürgündeki

diyen bu yaratık fantezi kitaplarından bir rol biçmişti kendine.” s.41

Sarp’a göre:

“O törende Sarp dışında kimsenin algılamadığı bir şeyler olmuştu. Sürgündeki’nden griışık

dışında başka şeyler de sızmıştı Sarp’a. Bu onun gerçek

amacıydı belki. Ama yaratık elbette bunları bir insan gibi

düşünmüyordu. Ve Sarp, Sürgündeki hakkında Janus’tan bile

gizlenenleri biliyordu ve bunlar dehşetten de öteydi!” s. 219

�eytan’a göre:

“...Senin Sürgündeki diye bildiğin şey... O’nun evinin

faresi. Bu evren, fare tuzağındaki peynir. Sarp, Habis hakkında

bu eski kara meleğin bile bilmediği şeyleri şimdilik saklamaya

karar verdi.” s.312

Habis, Tanrı’yı engelliyor gözükmektedir. Melekler bile -

�eytan hariç- Dünya’ya gelememektedir. Ancak tuhaf bir şekilde

Dünya üzerinde Habis’in gücünün ulaşamadığı yerler vardır. Habis’in gücü dışında doğaüstü şeyler

olmaktadır.

“Çoğu hâlâ bedenlerindeki bozulmalar yüzünden arada bir griışığı solumak veya yaşam iksiri

kullanmak zorunda kalıyordu ama Sarp ihanetinden sonraki uzun yıllarda sanki başka lanetler

yüklenmişçesine hiçbir sıkıntı çekmeden yaşamaya devam etmişti.” s.93-94

Sürgündeki’nin gücü �eytan hariç diğer meleklerin Derzulya’ya girmesini engellemiştir. s.80

Page 214: Xasiork Dergi 5. Sayı

214

“Janus’un kollarının bir şekilde uzanamadığı, eninde sonunda İfritgözü’nün ötesindeki

çekikgözlülerin hepsini yok etmeyi istediğini biliyordu. Orada Habis’in gücünü etkisizleştiren bir şey

vardı.” s.272

“Chiang ülkesi için Büyük Kargaşa’dan beri gözümüz kör.” s.272

Chiang ülkesi hakkındaki bir bilgi geri kalan pek çok şey hakkında ipucu veriyor. Belki de ipucu

vermekten öte her şeyi açığa çıkarıyor.

“Chiang gizli dini Magri Ket-ong rahipleri Toht kanı kullanarak kendini bölerek çoğaltabilen bir

büyü nesli oluşturmuşlardı. Ye ve Me adlı iki kardeşin kullanıldığı bu büyülü yaratık türü yine bu

kardeşlerin ata isimleriyle birlikte anılıyordu. Yani küçük, yırtıcı ve kana susamış bu ordu Ye-cüc ve

Me-cüclerden oluşacaktı.” s.331

Yecüc ve Mecüc İslam’da büyük kıyamet alametlerinden biridir. Habis Tanrı’dan güçlü ise,

Tanrı’nın yarattığı evreni onun elinden alabilecek kadar güçlüyse, bilinen kaderin değişmiş olması

gerekir. O halde Kıyamet nasıl olabilir? Sadece Yecüc ve Mecüc mü? Hemen mütevazı koyun çobanı

Jusa’yı hatırlayalım. Jesus, İsa, Jusa... Koyun çobanı Hıristiyanlık’ta Tanrı’yı simgeler.

İsa’nın yeniden doğumu Kıyamet’in habercisidir. O Deccal’ı yenmek ve onu öldürmek üzere

gelecektir. Deccal ondan önce tüm Dünya’ya hâkim olacak kötü adamdır. Deccal Janus olarak

gözükmektedir.

Kimi İslam yorumlarında kıyametten önce Mehdi gelecektir. Mehdi, Mesih değildir. Bir

peygamber de değildir. Ancak İslam için savaşacaktır. Mehdi Deccal’e karşı savaşırken İsa ona

katılacak ve Deccal’i öldürecektir. Mehdi görünüşe göre Derviş Mikael’dir.

Mikael kendi ismini kendisi koymuştur. s.73

Belki de Mikael’in isminin aslında tıpkı Jusa’da olduğu gibi Mehdi ya da bir varyasyonu olduğunu

görebiliriz. Örneğin Medi ya da Mahdi...

Kıyamet’ten önce Dabbet-ül Arz diye bir yaratık ortaya çıkacaktır. Bu yaratık da göründüğü

kadarıyla tohttur.

Tablo Kıyamet’e bu kadar uygunken, ortaya ilginç bir olasılık çıkmaktadır. Olaylar hiç de

Tanrı’nın iradesi dışında gerçekleşmişe benzememektedir.

Page 215: Xasiork Dergi 5. Sayı

215

Habis, “Evrenin içindeki sürekli kendini dönüştüren enerji ile beslenecekti.” s.22

�eytan, “...iyi ve kötü arasında tercih yapmanın, o sarkacın gidip gelişindeki serbest kalan

enerjiyi, kanalı ve rahmi hiç anlatmamayı tercih etti.” s. 334

Herkes Habis’in Tanrı’yı tamamen etkisiz kıldığını düşünmekteyken işaretler bunun tersini

göstermektedir. Bu nedenle ortada korkunç bir olasılık vardır. Tanrı ile Habis aynı varlık olabilir. Tanrı,

iyi ile kötü arasında gidip gelirken ortaya çıkacak enerji ile beslenmek için mi herkesi kandırıyor?

Sanki inanan pek çok kişinin kafasını kurcalayan “neden yaratıldık?” sorusunun cevabı gibi

durmaktadır. Bu şüphe ile birlikte yalanların üstadı �eytan’ın da tamamen aldatılmış olması ihtimali

ayrı bir konudur.

“Deccal”ın seçtiği ad tamamen tesadüf müdür? Janus, Roma Mitolojisinin iki yüzlü tanrısıdır.

Kapıların, geçitlerin, başlangıçların ve bitişlerin tanrısıdır. Belki de Derzulya’nın Tanrı’sı ve Habis’i

gerçek bir Janus’tur.

Page 216: Xasiork Dergi 5. Sayı

216

XASĐORK TARĐHÇESĐXASĐORK TARĐHÇESĐXASĐORK TARĐHÇESĐXASĐORK TARĐHÇESĐ: “KURULUŞ”: “KURULUŞ”: “KURULUŞ”: “KURULUŞ”

Orkun UçarOrkun UçarOrkun UçarOrkun Uçar

Her zaman okumayı seven biri oldum.

Okuma yazmayı söktüğümde Milliyet ve

Tercüman Çocuk’lara aboneydim. Ne bulursam

fark etmez, içine dalardım; çizgi roman,

ansiklopedi, roman fark etmezdi... Sadece

bizim evdeki kitapları değil, tanıdıkların

kütüphanelerini de bitirmiştim.

Sırasıyla: Okat Yayınlarından “Uzaydaki Ajan”, George Orwell “1984”, Stephen King ve Dean R.

Koontz kitapları bende önemli değişimler yarattı ama tam anlamıyla devrimi Asimov sağladı.

Güçlü Yılmaz adlı bir çocukluk arkadaşımın evinde Isaac Asimov’un “İmparatorluk” kitabına

rastlamamla büyülendim. Kapağında bir uzay gemisi vardı.

Kitap daha ilk satırlarından beni içine aldı. Yaklaşık üç yılda serinin üç kitabı daha yayımlandı.

Ben en az yüz kez o kitapları tekrar tekrar okudum.

O kitaplarda beni çeken strateji ve mantıktı.

Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde bir bilimkurgu dergisi vasıtasıyla Metin Demirhan’la

tanıştım. Gazetecilik yaparken bir ara Gırgır’a girdim. Gırgır’da Dağıstan Çetinkaya adlı bir arkadaşa

çizgi roman senaryosu yazıyordum. O sırada gecelemeler olurdu, uzun uzun sohbet ederdik. O

gecelerde Xasiork’un ismini yazar, “Ebedi Öykü Kulübü”nü anlatırdım. Yıl 1991’di. Yani ta 2001’de

internette kurulan Xasiork o zaman hayal edilmişti.

Page 217: Xasiork Dergi 5. Sayı

217

Xasiork’u fotokopi ile çoğaltılan bir dergi yapmak istiyordum ama bunun zor ve kısa süreli bir

çaba olacağını anladım. Böylece internet kendini gösterene dek bu hayal uykuya daldı.

***

Yıllar içinde yazar olma umudunu kesmiştim. 1987 yılında ilk yetmiş sayfasını yazdığım

Derzulya’yı eski bir sevgilime okumaya vermiş ve sonra geri alamamıştım. Kısa öykülerimi de

beğenmiyordum.

1999 yılında düzenlenen Nostromo Dergisi kısa öykü yarışmasına katılmaya karar verdiğimde

tam dört yıldır yazmıyordum!

Önce “Zorunlu Aydınlanma Çağı”nı günlerce çabalayarak yazdım. Son anda, iki öyküyle katılma

hakkımı doldurmak için “Depo” adlı bir öyküyü de birkaç saatte yazdım.

Ödül töreninde birinciliğim açıklandı. Ama sandığım gibi “Zorunlu Aydınlanma Çağı” değil,

“Depo” birinci olmuştu.

Jüride Giovanni Scognamillo, Orhan Duru gibi çok değer verdiğim isimler vardı. Doğu Yücel de

jüri özel ödülü almıştı.

Ödül töreninden iki ilginç olay: Eski bilimkurgu yazarlarından jüride olmayan Zühtür Bayar,

benim birinciliğimi protesto etti. Bir de diğer jüri üyeleri beni tebrik ederken sadece Bülent Somay ne

elimi sıktı ne tebrik etti. Bunu da unutmadım tabii.

Geldik 2000 yılı Kasım ayına...

1999 yılında kazandığım birincilik beni umutlandırmıştı ama iş hayatım devam diyordu.

2000 yılında Kiss TV’de çalışırken üzerime bir dizüstü bilgisayar zimmetlendi. Evdeki

bilgisayarım Casper 133 MMX’ti ve modemi yoktu, bu nedenle internete girmiyor sadece oyun

oynuyordum, ama bu laptopla internete girmeye başladım.

2000 yılı Kasım ayında Hüseyin Özkan adlı bir arkadaşı Mynet’te hazır sitelerden birini

yaparken gördüm ve onun yardımıyla basit bir site kurdum.

Page 218: Xasiork Dergi 5. Sayı

218

Sonra aklıma Xasiork geldi. Yıllardır hayalini kurduğum Xasiork’u internette kurabilirdim.

O kadar bilgisizdim ki site yapma konusunda, öykülerimi Mynet’in hazır fotoğraf sayfalarından

birinin şablonuna koyabiliyordum ancak.

Ben o amatör siteye kendi öykülerimi koyarken, Yunus Günçe’nin 3 Maymun programını

yönetiyordum ve bazı seyircilerle dostluk kurmuştuk. Benim amatör siteyi de ziyaret ediyorlardı.

Bunlardan XXX adlı bayan beni bayağı yüreklendirdi. Ben de onu zamanla yazarlığa yönlendirecektim

ve bayağı başarılı olacaktı ama yanlış insana güvendi.

Neyse, zamansal akışa uyalım…

2001 �ubat ayında ekonomik kriz nedeniyle işten kovuldum. Dizüstü bilgisayar gitti. Aynı

dönemde borsada olan birkaç milyarım şirket batınca sıfırlandı. Ki bu para içinde annem ve babamın

da bir milyarı vardı.

Tabii bu büyük sorun oldu. Allah’tan ablam çözüm buldu. Babamla annemin parasını verdi.

Bana da iş bulana dek yüz milyon harçlık bağladı. (Bu süreç dört yıl sürdü.)

Ben evde oturuyor, Casper 133 MMX’te oyun oynuyordum zira dizüstü bilgisayar gittiği ve

benim ilkel bilgisayarda modem olmadığı için internet ve siteyle ilişkim de kesilmişti.

Bir gün harddisk’in içindeki Master of Orion oyunu patladı. Harddisk de mahvoldu.

Tabii artık zaman geçirecek bir şey kalmamıştı. Ablam yeni harddisk almam için para verdi sağ

olsun ama bilgisayarcıya gittiğimde basit bir modemin de aynı fiyat olduğunu görünce karar

değiştirdim. Harddisk yerine modem aldım.

Bilgisayarım o kadar ilkeldi ki internete girmem, ayarları yapmam çok zor oldu.

Artık tüm zamanımı siteye öykülerimi koyarak ve tanıtım yaparak geçiriyordum. Her gece birkaç

saatim o yavaş bilgisayarımla mailler atarak geçiyordu.

Her gece Mynet’te gün boyu, site kuranların sitelerine giriyor ve onlara mail atıyordum.

Haktan’la da böyle tanıştık.

Page 219: Xasiork Dergi 5. Sayı

219

İlk amacım çok ziyaretçi almak için Mynet’in en iyi 5 site veya en çok ziyaret edilen 10 site

listelerine girmekti.

Bu sırada Hürriyet, Akşam, CNN Türk’te net gibi programlarda o amatör site tanıtıldı. Akşam’ın

Canteen eki sayesinde Bedi Solak’la tanıştık.

Aylık gelen telefon ve 145 parası çok moralimi bozuyordu. Çünkü ne zaman fatura gelse evde

kıyamet kopuyordu. Siteyi sadece internete bağlıkken yapabiliyordum.

Artık az fatura gelsin diye gündüz uyuyup gece internete giriyordum. Zira o saatlerde daha ucuzdu.

Moralimin çok bozuk olduğu bir gün siteye girdiğimde amatör sayacımın birden fırladığını

gördüm. En az üç yüz ziyaretçi gelmişti. Biraz araştırınca Mynet’in en iyi 5 site listesine konulduğunu

gördüm. Oradan gelmişti ziyaretçiler.

Umudum artmıştı. Hemen “site içinde gizli bir sayfa var” diye bir yarışma düzenledim. Daha

sonra da her hafta ziyaretçilerin devamını yazdığı bir roman başlattım.

Bedi Solak ve Celal Bağlan gönderdikleri devamlarla dikkat çekiyordu.

***

Bu sırada Sakin Kurucan adlı, Mynet sayesinde tanıdığım biri bana internete bağlı değilken

sayfa yapmayı anlattı. Hâlâ onun öğrettiği şekilde yapıyorum. Not sayfasının uzantısını html olarak

değiştirip boş internet sayfasına dönüştürüyorsunuz, sonra onun içinde html kodlarıyla oynayıp

kaydediyor ve siteye yüklüyorsunuz.

Ve nihayet Xasiork bir gün Mynet’in En çok Ziyaret edilen 10 sitesinden biri oldu. (İnternetle çok

ilgilenen bir arkadaş Mynet’teki sitemin Alexa’da 2445. sırada olduğunu söylemişti. Yani çok

yükselmiş. Ama o siteyi kapattım.)

Bütün bu anlatımlarımla 2001 ilkbahar aylarına gelmiştik...

Bir gün mail’le iki tane öykü geldi. Sadece öyküler vardı; ne bir tanıtım, ne bir selam. Öyküleri

beğendim ama neden gönderildiğini anlayamamıştım. Ve geri mail atıp sordum: “Bunları niye

gönderdiniz?”

Page 220: Xasiork Dergi 5. Sayı

220

Bu kez, “Öykülerimin Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’nde yer almasını istiyorum,” diyen ve

kendini tanıtan bir mail geldi.

İşte o Burak Turan’dı. Böylece sitede benim dışımda öyküsü olan ilk yazar oldu. Xasiork, kişisel

bir siteden kulübe dönüştü.

…ÖZEL DOSYANIN SONU…