AydınlıkBU SAYIDA
24KİTAP
TANITILIYOR
31 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 27
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 927
Devam etmekiçin jeton atın
Tasarım mı, Rastlantı mı ?
“Münzevi ve müstebit” bir
hükümdarla geçen 30 yıl
Nighthawkslara…
“Anlatılmayacakolanı” anlatmaya
yemin ederken boşlukta
süzülüvermek
Endüstri mi,Akademi mi?
Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri
Görüşleriyle...İnci Aral
Murat GülsoyIrmak Zileli
Semih GümüşFeridun Andaç
Mesut Varlık
Bu hafta sunumuzun başlığı Hasan Yalçın’dan. Aydınlık okurları Ha-san Yalçın’ı yakından tanır. 90’lı yıllarda başlayıp 2002’ye kadar her haf-ta dönemin Aydınlık dergisinde yayımlanan “çiviyazıları” bizlerin tanıklıkettiği döneme rastlıyor. Daha önceki yazılarını ise Kaynak Yayınları ta-rafından basılan kitaplarda bulabiliyoruz. “Dönekler”, “Aydın Rantı”,“68’in Sırrı”, “Medyamızın Halleri”, “Romanda Aydın Tipleri”, “Zamanve Aşk”... Tamamını buraya almamız mümkün değil. Bir de Selim Usluvar tabii. Hasan Yalçın’ın en sevdiğimiz yüzü. Gülmekten karnımıza ağ-rılar sokan yazıları, bunların içinde birdenbire hüzünlendiren paragraflarıvardır Selim Uslu’nun. Usta kalemdir.
Usta kalem olmanın yolu süphesiz okumaktan geçiyor. Okumak, çokokumak. O kadar ki, daha çok okuma fırsatı bulabileceği için yenidencezaevine girme durumuna sevinmek...
“Gecenin çok geç saatleridir. Dünya, perdeleri ardına kadar açık pen-cerelerden içeri dolmaktadır. Zaman enlemesine doğru sınırsız gibidirama, uzunluğu bir romana başlamak için bile son derece yetersiz. Ol-sun! Diyelim, Şato’nun ilk paragrafı bile insanı Kafka’nın dünyasına gö-türebilir. Me-ti’nin özdeyişlerinden birkaç bölüm... Yeniden. Calvi-no’yu, Kişon’u, Pappini’yi, Aziz Nesin’i tabii, sonra Kitabı Mukaddes’i,yeniden okumak için ne yapmalı? Ligaçev’in “Kremlin’in Sırları” kita-bını okumamız kesin zorunlu. Peki gerekli zamanı nereden bulmalı?”
{...}“Kitaplar cezaevini cennete dönüştürür. Okuyanın atılabileceği cezaevi
yoktur. Perdeleri ardına kadar açık pencerelerden dünya odama dol-maktadır, raflarda sevdiğim kitaplar... İstersem mıncıklayabilirim, istersemsevişebilirim.”
İşte böyle tarif ediyor Hasan Yalçın kitaplara olan aşkını. Hasan Yal-çın’ın yapıtları her biri ayrı önemde, ayrı güzellikte. Fakat başlıkta an-dığımız bu yazı Aydınlık Kitap ekibi olarak bizlere ayrı bir şevk katıyor.Hasan Yalçın’ı ölümünün onuncu yılında hasretle anıyoruz.
Haftaya görüşmek dileğiyle...
“Kitaplarla sevişme”
İÇİNDEKİLER SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Hakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan” Çünkü dünya döndükçe Günday yazmalıbiz okumalıyız olduğu için
Murattan Mungan’ın seçkisiyle“Bir Dersim Hikayesi”Çünkü’sü yok, kitaptaki yazarların Der-sim’ini okumak için.
Berrak Yurdakul, “Konuşmayan Tavuskuşu Camio”Mama Nono’yu tanımak için.
Ferhan Şensoy, “Başkaldıran Kurşunkalem” Ferhan Şensoy nihayet yeni kitap çıkardı-
ğı için... Okurken aynı zamanda sinema fil-
mi de izlettiği için...
Patrick Süsskind, “Koku”Daha derin koklayabilmek için.
Samed Behrengi, “Küçük Kara Balık”Bu dünyadan Behrengi geçtiği için...
ÖneriYorum
SEVİNÇERBULAK
1)
2)
3)
4)
5)
6)
Haftanın Portresi: İlya Ehrenburg s. 4
s. 5
s. 6
Tasarım mı rastlantı mı? s. 7
Bizi insan yapan becerimiz: İşbirliği s. 8
Devam etmek için jeton atın s. 9
Son dönem şiirinin militan sesi s. 10
“Buldum” dediğin zaman kaybettiğin şey... s. 11
s. 12/13/14
Kemal Tahir’in büyük aldanışının kaynağı s. 15
s. 16
Karşı devrim tezlerine Orhan Kemal Ödülü ! s. 17
Unutulmuş eser: “Jön Türk” s. 18
Yeni Çıkanlar s. 19
Çocuk: Matemetik dersi piyasa gibidir s. 20
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
31 A�USTOS 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı
“Münzeyi ve müstebit”bir hükümdarla geçen 30 yıl
Ayaz ve ateş arasındaki bir kadınınromanı: “Taş ve Ten”
Kapak: Yaratıcı yazarlık atölyeleri;Endüstri mi, akademi mi?
Sahaf: Şair Hasan Hüseyin’in kaleminden“Bağdat”
“Anlatılmayacak olanı” anlatmaya yeminederken boşlukta süzülüvermek
“İlk tümce, kendi kendine gelir. Her zaman,her yöne çekilen bir anlam taşır. ‘Demir ka-pıdan girdiler.’ yazmaya oradan başlarım, birdaha da unutmam, nasıl başladığımı, çün-kü, bütün çabam, sonuna kadar devirme-mektir o tümceyi. İlk tümce, hikâyeminalınyazısıdır.”**
“Acı Düşler Bulvarı” bir süre Aydınlık
Gazetesi için Avrupa muhabirliği yapmış
yazar Cumhur Orancı’nın Türk Edebiya-
tı’nın ilk “urban-fantezi” romanı olan “Say-
dam” adlı kitabından on altı yıl sonra Ay-
rıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı seri-
sinden basılmış son romanı.
Pop müziğe TRT’nin isimlendirdiği
gibi Türkçe sözlü hafif batı müziği denmesi
ile aynı sebepten, polisiye kurgulu ro-
manların hafif sözlü edebiyat sayıldığı,
bazen o bile sayılmadığı bir kültürün ye-
tiştirdiği bir okur olarak “Acı
Düşler Bulvarı”ndan da “ha-
fif söz”, “basit kurgu” bekle-
mek olur şey değil.. Denizle
kum arasına sıkıştırıp çok da
zihni yormadan bir cinayet
romanı okumaksa saik, bu
romana dokunmamak gerek..
Ama illa ki dokunmak,
“Acı Düşler Bulvarı”nı illa ki
okumak, bununla da yetin-
memek romanda(n) bir şekil-
de adı geçen, dizesi geçen,
tablosu geçen, kendisi geçen
Sevim Burak’ı, Edip Cansever’i
okumak, Edward Hopper’a bakmak gerek.
Hem yeniden okuma olarak şifa niyetine
hem de romanın ve yazarının bir parçası,
belki tamamlayıcısı olarak.
Cumhur Orancı’yı bir kere okuduktan
sonra kitaplarıyla neden daha önce tanı-
şılmadığına, neden daha önce okunmadı-
ğına hayıflanmamak elde değil. Uzun yıl-
lar denizcilik yaparak dünyayı dolaşan ya-
zar “Acı Düşler Bulvarı”nda öylece gemi-
ci düğümleri atıyor kurguya, sanki bir ge-
micinin düğümünü kendinden başkasının
çözemeyeceğini bilmezmiş gibi.
“Bir insanın trajik sonunun başlangı-
cında, bambaşka bir insanın, hırsı yüzün-
den, bambaşka bir zamanda neden oldu-
ğu trajik bir eylem yatar.”
İlk sayfasından itibaren ayrıntılı be-
timlemeleriyle okuyanın hemen sahnenin
kıyısındaki tabureye ilişivermesine neden
olan, karakterleri tanıtırken yine onların
gündelik alelade düşüncelerinden, düşün-
celerine yansımış hırslarından yola çıkan ya-
zar bütün bunları yaparken de tek bir
sözcük fazladan etmiyor, özlü anlatımından
hiç taviz vermiyor.
Gerçeküstü ve biraz da trajikomik ka-
rakterlerinden mi, yoksa “olağan” bir ci-
nayetin benzersiz anlatımından mı kay-
naklandığı bilinmez Gabriel Garcia Mar-
quez’in “Kırmızı Pazartesi”sini okurkenki
o ruh hali yıllar sonra “Acı Düşler Bulva-
rı”nın satırlarında da sarıp sarmalıyor insanı..
Polisiye bir romanın olmazsa olmazı
merak bu romanda da peşini bırakmıyor in-
sanın ama “katil kim?” sorusunun yanıtı de-
ğil merakınızı hep canlı tutan daha çok na-
sıl, neden, peki ya ben soruları. Çünkü bu
öyle bir roman ki hem herkes maktul, hem
herkes katil, hem herkes dedektif kendi so-
rularına. Nasıllar ve nedenle-
rin yanıtlarını teker teker çö-
zerken bir de bakmışsınız sah-
nenin kıyısında değil, orta-
sındasınız artık; harıl harıl
araştırıyorsunuz Agop Mer-
cekyan’ın yanında(n), ondan
fazlasını; ondan daha önce
bilmenin rahatlığıyla. Fakat
bu dahi “Peki ya ben?” so-
rusuna “ben katil, ben mak-
tul, ben okur, ben yazar”
derken sizi ondan daha iyi bir
dedektif yapmıyor.
Selim İleri’nin roman ve
yazarı hakkındaki şu haklı cümlelerini
okurken:
“Bugünkü yarı edebiyat yarı ticaret
ortamında bu romanın üzerinde durulacak
mı, kestiremiyorum. Çünkü ticaretin payını
yazar baştan yadsıyor, baştan zor, çetin ola-
nı seçiyor.”
Bir yandan yaşlı bir erkek sesinin,
“ne çıkar siz bizi anlamasanız da/ evet,
siz bizi anlamasanız da ne çıkar/eh, yani ne
çıkar siz bizi anlamasanız da”*** dediğini
duyar gibi oluyoruz.
* Ressam Edward Hopper’ın “Night-
hawks - Gecekuşları” isimli tablosu. Kitap
bu tabloyla başlayıp, bu tabloyla sona eri-
yor.
** Sevim Burak
*** Edip Cansever/Ne Gelir Elimizden
İnsan Olmaktan Başka
(Acı Düşler Bulvarı, CumhurOrancı, Ayrıntı Yayınları, 176 s.)
HAFTANIN PORTRES�
İlya Ehrenburg Kiev’de Yahudi bir ai-
lenin oğlu olarak dünyaya geldi. Genç-
lik yıllarında Rusya’daki devrimci ha-
rekete katıldı. Henüz onyedi yaşın-
dayken siyasi faaliyetlerinden ötürü tu-
tuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra
Paris’e göç etti. Burada da örgütlü ha-
yatını sürdürdü. Birinci Dünya Sava-
şı sırasında savaş muhabirliği yaptı.
1917’de yurda döndü. Çeşitli Sovyet
gazetelerinin yurtdışı sorumlusu ola-
rak Avrupa’ya gönderildi. Bu süreçte
İspanya İç Savaşı’na katıldı.
Sonrasında uzun yıllar Paris’te bu-
lunan Ehrenburg tekrar Sovyetler
Birliği’ne döndüğünde “Paris Düşer-
ken”i yazmaya başladı. Bu eser yaza-
rın dünyaca ünlü üçlemesinin ilk ki-
tabıdır. “Paris Düşerken”, “Fırtına” ve
“Dipten Gelen Dalga”dan oluşan seri
yazarın en büyük eseri sayılır. Üçleme
1930’lu yıllardan 1950’lere kadar olan
süreci tüm çarpıcılığıyla işler. Ehren-
burg bu kitaplarda savaşın ayak ses-
lerinin duyulduğu yıllardan soğuk sa-
vaş rüzgarlarının esmeye başladığı
döneme kadar Avrupa’da yaşananla-
rı anlatır. “Paris Düşerken”de Hitler
faşizminin işgali altındaki Paris anla-
tılırken, burada yaşayan farklı toplum
katmanlarının içinde bulundukları
durum gözler önüne serilir. İkinci ki-
tap “Fırtına”da Sovyetler Birliği’nde
Nazi güçlerine karşı verilen mücade-
le anlatılır. Savaşın küçük ayrıntıları bir
tarihçi titizliğiyle işlenir. “Dipten Ge-
len Dalga” ise İkinci Dünya Savaşı son-
rası kurulan yeni dünyayı anlatıyor. Sa-
vaş bitmiştir ama bu kez farklı bir sa-
vaş başlamıştır...
Ehrenburg bu çok bilinen ve tüm
dünyada milyonlara ulaşan üçleme
eserinin yanı sıra verimli ve üretken bir
yazarlık hayatı geçirdi. Çok sayıda
öyküye imza attı. Başlıca eserleri:
“Julio Jurenito”, “On Üç Pipo”,
“Tröst”, “Jana Ney’in Aşkı”, “Paris
Düşerken - Fırtına - Dipten Gelen
Dalga”, “Buzların Çözülüşü”, “Ve İn-
san Otomobili Yarattı”.
İlya Ehrenburg(1891 – 1967)
Paris’te bulunan Ehrenburg tekrar Sovyetler Birli�i’nedöndü�ünde “Paris Dü�erken”i yazmaya ba�lad�. Bueser yazar�n dünyaca ünlü üçlemesinin ilk kitab�d�r.
“Paris Dü�erken”, “F�rt�na” ve “Dipten Gelen Dalga”danolu�an seri yazar�n en büyük eseri say�l�r. Üçleme1930’lu y�llardan 1950’lere kadar olan süreci tüm
çarp�c�l���yla i�ler
Cumhur Oranc�“Ac� Dü�ler
Bulvar�”nda öylecegemici dü�ümleri
at�yor kurguya,sanki bir gemicinin
dü�ümünükendindenba�kas�n�n
çözemeyece�inibilmezmi� gibi
Nighthawkslara…*31 A�USTOS 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
DİLAN ÖZTÜ[email protected]
31 A�USTOS 2012 CUMA 5Aydınlık KİTAP
“SULTAN ABDÜLHAMİD”
“Münzevi ve müstebit” bir hükümdarla
geçen 30 yıl
Tanzimat’ın ilanı ile başlayan süreçte Osman-
lı Devleti’nin klasik yapısı her alanda büyük bir
değişimin içine girmiştir. Daha önce padişahların
inisiyatifi ile gerçekleştirilen reformların dü-
zenlenmesinde bu dönemde sadrazamlar, na-
zırlar öne çıkmış öyle ki tam olarak bir “Babıâli
Yüzyılı” yaşanmıştır. İmparatorluğun Batı kar-
şısında gerileyişinin sebepleri nedir sorusuna
Tanzimat kadrolarının bulduğu cevap; devlet ni-
zamının bozulması ve Batı’nın askeri üstünlü-
ğü olabilmiş, bürokratlar, meseleyi Batı’dan alı-
nacak yeni usullerle devlet kurumlarının sağ-
lamlaştırılması olarak görmüşlerdir. Bu ne-
denledir ki bu kadrolarca, Osmanlı toplumunun
temel değerlerinin, egemen üretim biçiminin ve
siyasi yapısının tartışılması söz konusu olama-
mıştır. Amaç oldukça nettir: mevcut yapının iyi-
leştirilmesi ve sağlamlaştırılması. Nitekim bu an-
layışa muhalefet de gecikmemiş, hem padişa-
hın geleneksel otoritesine karşı çıkan hem de
Tanzimat’ın “kopyala-yapıştır” usulünü eleşti-
ren aydınlar birlikte hareket etmek amacıyla der-
nekler kurmuş, basın yoluyla eleştirilerini dile
getirmeye çalışmışlardır. Bir Kanun-i Esasi’nin
kabulü ile ülkenin içine sürüklendiği kaostan
kurtulacağını düşünen bu aydınlar
V. Murat’ın ardından Abdülha-
mid’i tahta geçirmiştir.
Yusuf Akçura üzerine yayın-
ladığı kapsamlı kitabı ile tanıdığı-
mız François Georgeon, “Sultan
Abdülhamid” eserinde Abdülha-
mid’i tüm yönleri ile ele alıyor. Pa-
dişahlık makamında oturduğu 30 yıl
boyunca “Büyük Güçler”in değişen
siyasetleri ile birlikte Abdülha-
mid’in kurmaya çalıştığı dengeyi, im-
paratorluğun geçirdiği dönüşüm-
leri ve sarsıntıları inceliyor. Georgeon, Abdül-
hamid’i “Ulu Hakan” ya da “Kızıl Sultan” ola-
rak değil, imparatorluğun parçalandığı, ulus-dev-
lete geçiş sancılarının yaşandığı bir sürecin ak-
törü olarak ele aldığını, “Osmanlı Cenneti”ni
yüceltmeye ya da “Kızıl Sultan”ı aklamaya ça-
lışmadığını belirtiyor.
Yazar, Abdülhamid’in söylemlerinden, ey-
lem ve hareketlerinden yola çıkarak karakteri-
nin genel çizgilerini ortaya koymaya çalışıyor ve
şu yargıya varıyor: “Abdülhamid ayrıcalıkları ko-
nusunda aşırı titiz, kendi yetki alanına girilme-
sini asla kabullenmeyen otoriter bir çehre, hiç-
bir ahlaki bir kaygı taşımayan bir dalavereci, usta
bir diplomat”
Kanun-i Esasi’nin kabulü ve Meclis-i Me-
busan’ın açılması Rusya ile bir savaş gündeme
geldiği sırada olmuştu. Tershane Konferansı’nın
toplandığı gün Avrupa’nın reform bahanesiy-
le içişlere müdahalesi için ilk Osmanlı Anaya-
sası büyük bir gürültü ile ilan edilmişti. Açılan
meclis konferansın kararlarını kabul etmeyin-
ce iyice ısınan ortamdan yararlanan Abdülha-
mid İngiliz temsilcisi ile görüşüp kendisinin kon-
feransın kararlarına “belirleyici bir itirazı” ol-
madığını ancak vekillerine söz geçiremediğini
söyleyerek, tahta oturan ama yönetim yetkisi
olmayan kral rolü yapmıştı. Nitekim bu rolü be-
nimseyen İngiltere’nin yanına Fransa’da ek-
lenmiş ve Avrupa kamuoyu Abdülhamid’in
lehine dönmeye başlamıştı. Birkaç ay sonra Ka-
nun-i Esasi’nin mimarı Mithat Paşa görevinden
alınarak sürgüne gönderilmişti.
Abdülhamid için asıl tehlike anayasa değil,
Mithat Paşa idi. Mithat Paşa gittikten sonra Ka-
nun-i Esasi’nin bir önemi kalmamış, salname-
lerin başına yazılan bir yazı olmaktan öteye gi-
dememişti. Zaten Abdülhamid meşruti bir re-
jim kurulmasına, Rusya ile savaş tehdidi kapı-
ya dayanmışken Avrupa ile olan ilişkileri dik-
kate alarak razı olmuştu, o sırada bir İngiliz des-
teği aradığı çıkışı sağlayabilirdi. Ancak, Nisan
1880’de İngiltere’de iktidara, Türkleri “insan-
lığın insan olmayan örneği” diye tanımlayan
Gladstone’un gelmesi Abdülhamid’in son çe-
lişkilerini de yok etmiş, artık İngiltere’nin gö-
zündeki imajı hakkında kaygı duymasına gerek
kalmamıştı. Bu koşullarda meclisi yeniden top-
lamaya gerek duymaz.
Abdülhamid meclisten kurtul-
duktan sonra Tanzimat devrinde
sadrazamlara, nazırlara kaptırılan ik-
tidarı kendisi adına geri almaya
başlamıştır. Ülkenin dört bir ya-
nında kol gezen muhbirler, hafiye-
ler sayesinde sıkı bir denetim kur-
muş, ulemayı kontrol altına almış,
bürokrasiyi susturmuştur. Basına
sansür uygulanması ve kendine
karşı yükselen en kısık ses için
bile sürgün olağan hale gelmiş,
1881’e gelindiğinde Abdülhamid’in tahta çık-
masına yardım eden herkes saraydan uzaklaş-
tırılmıştır. Böylece çevresinde sadece, bulunduğu
mevkiyi onun lütfuna borçlu olanlar kalmıştır.
Abdülhamid’in özellikle “Sarıklı İhtilalci” ta-
rafından kendisine yöneltilen darbe girişimi son-
rasında sürekli taşıdığı tahtan indirilme ve sui-
kast korkusu onu “münzevi” bir hayat yaşamaya
ve “müstebitçe” içine kapanmaya itmiş, ülkeyi
paranoyak bir yönetime mahkûm etmişti. “İs-
tanbul Yıldız’dan, Yıldız İstanbul’dan korkar”
olmuştu.
Abdülhamid, her türlü sansüre, baskıya, sür-
güne rağmen bu kez daha örgütlü bir biçimde
üstelik ilk muhalefetin aksine ordu içinden ge-
len muhalefet karşısında Makedonya’da baş-
layan bir devrim ile1908’de ikinci defa Meşru-
tiyet’i ilan etmek zorunda kalacaktır. Bu süreçten
sonra, Abdülhamid gerici bir takım ayaklan-
malara adı karışsa da miladını doldurmuş bir sul-
tan olarak derin bir iz bırakarak tarihteki yeri-
ni alacaktır.
(Sultan Abdülhamid,François Georgeon, İletişim Yayınevi,
Çev: Ali Berktay, 648 s.)
CANSU YİĞİT
Tasarım mı, rastlantı mı?Nobel ödüllü ünlü Frans�z biyokimya bilgini Jacques
Monod, “Rastlant� ve Zorunluluk” adl� bu denemesindeevrim teorisine, canl�l���n olu�umuna ve bu konularla ilgili
söyleyecek sözü oldu�unu iddia eden baz� ideolojilereili�kin görü� ve ele�tirilerini okuyucuya sunuyor
Jacques Monod’nun bu klasik eseri dü-
zeltilmiş ve gözden geçirilmiş çevirisiyle
yeniden Türkçeye kazandırıldı. Yeryü-
zünde yaşamın oluşumuna dair bilim dışı
düşünce akımlarının giderek güçlendiği
günümüzde bu eserin tekrar Türk oku-
ruyla buluşması oldukça önemli.
KEND�LER�N� �N�A EDENMAK�NELERNobel ödüllü ünlü Fransız biyokimya bil-
gini Jacques Monod, “Rastlantı ve Zo-
runluluk” (Le Hasard et la Necessite)
adlı bu denemesinde evrim teorisine,
canlılığın oluşumuna ve bu konularla il-
gili söyleyecek sözü olduğunu iddia
eden bazı ideolojilere ilişkin görüş ve
eleştirilerini okuyucuya sunuyor. Bunu
yaparken de birçok bilimsel disipline dair
temel kavramları bir araya getirmekten
çekinmiyor. Canlılık - cansızlık kav-
ramlarını irdeleyerek ve maddenin can-
sızlıktan canlılığa geçiş sürecini “kendi-
lerini inşa eden makineler”e benze-
terek başlattığı düşünsel yol-
culuk, yazarın yaratıcı düşünce
deneyleri ve felsefi gönderme-
leri ile ilerleyerek yer yer oku-
yucuyu zorlayan fakat felsefi an-
lamda doyurucu bir okumaya
dönüşüyor.
EVR�M�N ÜRÜNLER�:TASARIM MI,RASTLANTI MI? “�NSAN”EVR�MSEL SÜREC�NZORUNLU B�R SONUCUMUYDU?Okuyucusunun zihninde cevaplardan
çok yeni sorular üreten tarzı ile Monod,
modern bilimin temel direklerinden
nesnellik ön kabulünün, anlamı gereği
içinde öznellik taşıyan “tasarı” düşüncesi
ile çeliştiğini vurgulayarak günümüzde
de etkisini sürdüren “akıllı tasarım”
düşüncesine karşı da öne sürülebilecek
son derece geçerli savlar ortaya koyuyor.
Yazarın kitabın başından sonuna öne sür-
düğü savların tümü, “tasarı”nın varlığı
açıkladığı ve varlığın yalnızca tasarısıy-
la bir anlam kazandığı tüm düşünce
sistemlerine genel bir eleştiri olarak da
okunabilir. Doğayı yorumlama biçimi-
mizde öznelliğe - insan merkezli yanıl-
samaya yer verildiğini düşünen yazar, bu
anlamda kitabın birçok bölümünde söz
konusu yanılsamaya ilişkin eleştirilerini
okuyucuyla buluşturuyor.
EVREN�N ��MD�K� HAL� TEKSEÇENEK M�YD�?Maddesel ve doğal uzantısı olarak bi-
yolojik, hatta toplumsal evrimin önceden
belirlenmiş bir yolu -bilinçli bir tasarımı-
olduğu ve mutlak bir hedefe doğru iler-
lediği yönündeki anlayışa karşı çıkıyor
Monod. Bu tavrıyla dinlerin dogmatik
yaklaşımının yanı sıra katı bilimsel de-
terminizmi de karşısına alıyor. Mesleki
biyokimya bilgi ve denemiyle örtüşen çı-
karımlarını, kuantum belirlenemezcili-
ği ve Kaos Teorisinin savlarıyla har-
manlayarak okuyucuya yansıtıyor. Bu te-
mel üzerinden, yazar he-
saplaşmasını animizm (ba-
ğımsız bir ruhsal varlığın in-
sanda ve doğa nesnelerin-
de yerleşik olduğuna ina-
nan ilkel görüş) ve vitalizm
(dirimselcilik: Hayat olay-
larını fiziksel, kimyasal güç-
lerle değil de özel bir ya-
şama ilkesi, yaşam gücü ile
açıklayan öğreti) kavram-
larıyla yapıyor. Bununla
birlikte, bilinçli veya bilinçsizce söz ko-
nusu öğretileri içinde barındıran ideo-
lojiler de yazarın eleştirilerinden nasibini
alıyor. Kitabın proteinlerin karmaşık
yapısını ve enzimsel faaliyetleri anlatan
bölümleri teknik bilgi sahibi okuyuculara
hitap ettiğinden ilgili olmayan okuyu-
cular tarafından atlanabilir. Monod, ki-
tabının önsözünde biyolog olmayan
okuyucular için ilgili kısımların atlana-
bileceğini belirterek bir bakıma kitabın
esas içeriğinin bilim felsefesine ait çı-
karımları olduğu mesajını veriyor.
Alfa Yayınları tarafından tekrar
Türkçeye kazandırılan bu klasik eser, ko-
nunun ilgilileri ve günümüz sözüm ona
özgür düşünsel ikliminde araştırmayı ve
düşünmeyi seven popüler bilim okuyu-
cularına hitap eden değerli bir derleme.
(Rastlantı ve ZorunlulukModern Biyolojinin Doğa Felsefesi,
Jacques Monod, Alfa Yayınları,Çev: Elodie Eda Moreau, 126 s.
EMRE ALPER JacquesMonod
‘RASTLANTI VE ZORUNLULUK MODERN BİYOLOJİNİN DOĞA FELSEFESİ’ ÜZERİNE
31 A�USTOS 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
“İnsan, oluşturduğu kimliğin de-
ğersizliği kendi gözünde ortaya çık-
tığında yıkılabilir.”
Edebiyatımızın önemli isimle-
rinden, kadın yazarlar arasında tar-
tışılmaz bir yere sahip İnci Aral’ın
“Taş ve Ten” romanı Kırmızı Kedi
Yayınevi etiketiyle yeniden raflarda.
Eserlerinde yoğun bir şekilde
kadını, kadının duygu ve düşünce
dünyası yanında var olma savaşımı-
nı işleyen Aral, bu romanında Ul-
ya’nın yaşam serüvenini ele alıyor.
Kadın kahramanlarını çoğun-
lukla toplumda saygın yeri olan,
güçlü ve güzel kadınlardan seçen İnci
Aral’ın “Taş ve Ten”deki kahrama-
nı Ulya da bir ressam ve heykeltıraş.
Ona göre bir heykeltıraş düşünen
biri, sessizce konuşur. Ona estetik
kimlik ve evrensellik kazandıran ise
yaratıcısının hayatı kavrama biçi-
midir.
Ve bir heykel sergisi açmak üze-
re Almanya’ya giden Ulya, yıllardır
birlikte yaşadığı Haluk’la yol ayrı-
mına vardığının farkına varır.
Ruhsal yalnızlığını sanatla dol-
durmaya çalışan Ulya, aşktan koru-
nan ancak yüreğini çoraklaştıran
bu beraberliğe bir son vermeye ka-
rar verir. İşte tam da böyle bir anda
karşısına çıkar Sina… Sanki bir za-
man tüneli, sanki yeniden geçmişe
bir yolculuk olur. Derin uykudaki ru-
hunu uyandıran, bedeninin varlığı-
nı yeniden ona hatırlatır.
Ulya, 1970’li yılların başında
“B.”yle tanışır. Bu genç adamın ne
olursa olsun sonraki hayatını etki-
leyeceğini bilir. Böyle de olur ve B.
onun hayatını bütünüyle değiştirir.
Henüz genç yaşında, çocuğu-
nun babası olan “B.”yi kaybeder.
Çok acı bir kayıptır bu. 12 Eylül
öncesi sol bir örgüt içerisinde önem-
li bir konumda yer almış, sonra
yurtdışına kaçmış olan ‘B.’, yeniden
Türkiye’ye döndüğünde aynı aktif
halini sürdürür. Ve bir gün kontr-
gerilla onu alıp götürür, bütün ara-
ma çabalarına rağmen ölü ya da diri
bulunamaz. Bir daha hiçbir haber
alınamaz. Ulya’nın onunla geçirdi-
ği dört yıl bütün ayrıntılarıyla belle-
ğinin derinliklerinde durur.
Sahi adı neden B.’ydi. Gerçek adı
neydi?
Sevilen birini terk edebilmek
kahramanca bir eylem miydi, bunu
yapabilmek için insanın çok mu
güçlü olması gerekiyordu?
MUTLU OLMAK �Ç�NÖNGÖRÜLÜ MÜ OLMALI�NSAN?Ve Haluk… Ulya’nın en zor günle-
rinde “B.”ye her türlü yardımda
bulunmuş bir avukat. Ulya’yı iyileş-
tiren bir insan.
“B.”nin kayboluşundan iki yıl
kadar sonra 1979 yılı sonbaharında
dostluğun aşıldığı bir yere varırlar,
“B.”yi kesin olarak kaybettiğini an-
ladığında kucağında ağladığı ve ha-
yatının güzel yıllarını verdiği adam-
la.
Ve kayıpların bir türlü dengele-
nemediği, giderilemediği zaman-
lar…
Ve Haluk’tan kopuş…
Ve birbirini kovalayan düşünce-
ler…
“İnsan, oluşturduğu kimliğin de-
ğersizliği kendi gözünde ortaya çık-
tığında yıkılabilir.
Bencil, ölçülü yaşamlarımıza bir-
birimizi uzaktan ortak ettik ve onun
bana verdiği en önemli şey akıl
oldu.
Bir insanı tanımak ve anlamak ne
kadar uzun sürüyor bazen.
Yalnızlık bana kendi dünyama
sahip çıkmayı öğretti.”
Acılar, çözümsüzlükler, anlık se-
vinçler ve ruh dinginlikleriyle gün-
lük kaygılar arasında akıp giden in-
sanlar, hatalar, pişmanlıklar, öz-
lemler, sevinçler, sevgiler, aşklar,
düşmanlıklar…
“Yanlış yaşadım, en azından ek-
sik bir hayattı benimki. Kendimi
küçük şeylerin çekiciliğine, rahata bı-
raktım, çok zaman kaybettim.” diyen
bir kadın her şeyin tekrara dönüştüğü
bir anda geniş mekân ve zamanlar-
da gezinen bir serüvene yol alır.
B�R MEKTUP NEY�DE���T�REB�L�R K�?
Ve Sina…
Sanki bir zaman tüneli. Sanki ye-
niden geçmişe yolculuk. Dünde bu-
günü var eden ve geleceğe taşıyacak
sihirli bir el sanki.
Her yeni aşk, insanı eski bir aş-
kın küllenmiş anısına çeker mi peki?
İzler, yinelemeler, gidiş gelişler, bağ-
lantılar zinciri içerisinde benzerlik-
ler yaşar insan ve hemen hemen aynı
tuzaklara düşer.
Hamburg’taki bir sergide başla-
yan ve sadece dört gün süren, ade-
ta bir asırlık hikaye.
Elli yaşındaki bir kadınla, ondan
on yaş daha genç bir erkek arasında,
acıya tanıdık, birbirine yabancı ve ay-
kırı olmanın baştan çıkarıcı duygu or-
tamında yaşanan, içten ve yoğun ses-
siz bir macera.
Kaldığı yerden yeniden yazılacak
mı? Bu soruya yanıt olacak ve gel-
meyen bir mektup. Onu beklerken
bekleyişin ta kendisi halini almış, ge-
lecek olan zarfı kutsamış, bir ayinin
dar, tutuk, anlamını yitirmiş ken-
dinden geçişine kapılmış bir kadın.
Nazım’ın Piraye’den beklediğine
benzer: “buruşuyor hala gelmeyen
mektubun avucumda…”
Zor günlerin haftaları, haftaların
ise ayları kovalamaktan yorulduğu
anlarda yollandıktan altı ay sonra
beklendiği avuçlarla buluşan bir
mektup.
Zamanında gelse ne değişirdi
peki, bir mektup neyi değiştirebilir
ki?
İnci Aral’ın özgün, yalın ve zen-
gin dili; bireysel yaşamları müthiş bir
nesnellikle aktarmadaki ustalığı ve
sağlam kurgusuyla ilmek ilmek ör-
düğü “Taş ve Ten” hem ülkemizde
birçok insanın yazgısını belirleyen bir
dönemi ve insanlarını, hem de yur-
dundan ayrılmak zorunda bırakıl-
mayı, sürgün ve göçmenliğin kah-
reden yalnızlığına tanıklık ediyor.
İnci Aral’ın bu romanını mutla-
ka okumalısınız.
(Taş ve Ten, İnci Aral,Kırmızı Kedi Yayınevi, 258 s.)
Ayaz ve ateş arasındaki birkadının romanı: “Taş ve Ten”Bireysel ya�amlar� müthi� bir nesnellikle aktarmadaki ustal��� ve sa�lam kurgusuyla ilmek ilmek ördü�ü
“Ta� ve Ten” hem ülkemizde birçok insan�n yazg�s�n� belirleyen bir dönemi ve insanlar�n�, hem deyurdundan ayr�lmak zorunda b�rak�lmay�, sürgün ve göçmenli�in kahreden yaln�zl���na tan�kl�k ediyor
ŞENOL Ç[email protected]
Eserlerinde yo�un bir�ekilde kad�n�, kad�n�n
duygu ve dü�üncedünyas� yan�nda var
olma sava��m�n� i�leyenAral, bu roman�nda
Ulya’n�n ya�amserüvenini ele al�yor
K�TAPTAN“İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak.
Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyir-
ci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne
büyük yalnızlık!”
“Beni kabullenişi ve acıma ortak oluşundan ötürü sev-
dim onu. Yanında, huzursuzluk ve korkularımdan kur-
tuldum, bencillikten, tutkularımdan vazgeçmeye çalıştım,
seyirlik pencerelerin önünde durmayı öğrendim ve bek-
lenebilir ve beklenmedik durumlardan uzak kaldım. Se-
vecenliğiyle, bocalayıp duran duygusal yaşamımı dengede
tuttu çok uzun zaman ve şimdilerde bana tenin geçiciliği-
ni hatırlatıyor…”
�nciAral
31 A�USTOS 2012 CUMA 7Aydınlık KİTAP
Say Yayınları bu yakınlarda Schopenhauer
Kitaplığı’nın on ikinci kitabı “Bilmek ve İs-
temek”i yayımladı. Adından da anlaşılacağı
üzere kitap Schopenhauer felsefesinin te-
mel meselesini, yani “irade ve tasavvur”u
ele almakta, ancak bunu aynı isimle anılan
eserinde ortaya konulduğu tamlık ve bü-
tünlükte değil de daha çok ona bir hazır-
lık olarak ve onun anlaşılmasını kolaylaş-
tıracak metinlerle birlikte ele almaktadır.
Batı felsefesi, Antik Yunan’dan beri, in-
sanın bilen olmasını onun özü olarak gör-
mekte ve onu düşünen canlı şeklinde ta-
nımlamaktadır. Böylece insanın iradesi
bilgisine bağlanmakta; diğer bir ifadeyle ira-
desi bilgisi yanında ikincil ve tali kabul edil-
mektedir. Arthur Schopenhauer “Bilmek
ve İstemek” isimli eserinde, insanın aslının
onun iradesi olduğunu, düşünme ve bil-
mesinin iradesinden sonra geldiğini, dola-
yısıyla bilgisinin irade karşısında ikincil
bir konumda olduğunu ifade etmek sure-
tiyle bu tanıma karşı çıkmakta; Batı dü-
şüncesinin bu tavrıyla insanın özüne ve ha-
kikatine bigâne kaldığını söylemektedir.
KEND�NDE �EY VE FENOMENKAR�ITLI�I“Bilmek ve İstemek” beş bölümden mey-
dana gelmekte, ilk iki bölümde ko-
nuya hazırlık olarak kendinde
şey ile fenomen karşıtlığı ve
kendinde şey olarak ira-
de ile bedenin ilişkisi is-
temek üzerinde du-
rulmaktadır. İkinci
bölümün sonuna ko-
nulan ekte, ayrıca,
Henri Bergson’un fi-
zik ve metafizik bilgi
türleri üzerine ünlü
konuşmasından bir bö-
lüm yer almaktadır.
Kendinde şey, münferit
varlıklardan veya algılanan
fenomenlerden bağımsız olarak
mevcut olan hakiki ve asli varlığı veya bu
münferit varlıkların hakikatini ifade eder.
Kendinde şey bizim bilgimizin dışındadır;
dolayısıyla biz varlıkların hakikatini değil,
sadece onların fenomenal görünüşlerini bi-
lebiliriz. Schopenhauer, fenomene daya-
narak kendinde şeyi tasavvur etmeye ça-
lışmayı, birbirine taban tabana zıt iki şek-
li birbiriyle örtüştürme gibi asla muvaffak
olunamayacak bir çabaya benzetmekte-
dir. Çünkü bilgi, özne ile nesne ayrımı ol-
maksızın gerçekleşmemektedir. Ayrıca il-
let, mekân ve zaman formlarından bağım-
sız bir bilgiden de bahsedemeyiz. Dolayı-
sıyla insanın bilgisi bu ayrımın ve formla-
rın ötesinde şeyin özüne nüfuz edeme-
mekte, varlıkların özleri ya da kendinde şey-
leri tasavvurun dışında kalmaktadır.
B�LMEN�N SINIRI: KEND�NDE�EYÜçüncü bölüm kendinde şeyin bilinebilir-
liği ve irade olarak kendinde şey üzerinde
durmaktadır. Kant kendinde şeyin biline-
meyeceğini söyler. Schopenhauer’e göre, in-
sanın bu bilinci dolaysız olsaydı o, kendin-
de şeyin bütünüyle uygun bilgisine sahip
olabilirdi. Fakat insanın bu bilgisi –önce-
likle– bilen ve bilinen ayrımıyla, –ikinci ola-
rak da– onun kendisine dair bilinçten ay-
rılmayan zaman formuyla kayıtlı ve sınırlıdır.
Dolayısıyla insan fenomenal bilginin form-
larından tam olarak kurtulamaz ve ken-
dinde şeye dair tam uygun bir bilgiyi idrak
edemez. Fakat filozofumuz, insanın dışa-
rıdan nüfuz edemeyeceği bu öze, onun ken-
di özü hakkındaki kendi bilinciyle ulaşabi-
leceğini ve bu şekilde onun kendisini hari-
ci duyu aracılığıyla uzvi bir form, deruni
duyu aracılığıyla da irade olarak idrak
edeceğini düşünmektedir.
Schopenhauer, insanın kendisi veya
kendinde şeyi nesnel olarak bilmeye çalış-
masının kendi içinde çelişik bir şeyi arzu et-
mek olduğunun farkındadır. Fakat yine de
o, Kant’ın algıdan çıkarılmamış kav-
ramların boş olduğu tezini kabul;
fakat bunun insanın kendi
irade etmesi hakkında sa-
hip olduğu bilgi için ge-
çerliliğini reddetmekte-
dir. Çünkü, ona göre,
bu bilgi ne bir algıdır,
ne de boştur. Bilakis o
salt formel bilgi gibi a
priori değil, fakat ta-
mamen a posterioridir
ve dolaysıyla sair her tür-
lü bilgiden daha fazla ger-
çektir.
Schopenhauer, bu tezlerin-
deki çelişkinin farkındadır. Ancak,
ona göre, kendinde şey zaman dışındaki di-
ğer formlardan azade olarak peçesinden bü-
yük ölçüde sıyrıldığında kendini irade ola-
rak göstermekte veya bu irade, ayrıca, in-
sanı kendinde şeyin hakikatine ulaştıran ye-
gâne dar kapıyı meydana getirmektedir.
B�LMEK, �STEMEK ve ÖLMEKSchopenhauer, dördüncü bölümde ger-
çek varlığımızın ölümden sonraki duru-
munu ele olmaktadır. Bu kitap ve özellik-
le bu bölüm dizinin bir önceki kitabı olan
“Ölümün Anlamı”nın bir devamı olarak da
okunabilir. Ona göre, insanın ölümsüzlüğü
onun ruhu veya bilinci ile bedeni arasındaki
sözde karşıtlıkta aranmaktadır; fakat in-
sanın bilinci onun zihnine, zihni de
bedene bağlıdır, yani insanın bilinci
onun hayvani yani ikincil doğası ta-
rafından belirlenmektedir. Bu se-
bepten ötürü bilincin bedenin ölü-
müyle sona ereceğine kuşku yok-
tur. Dolayısıyla, filozofumuza göre,
asıl karşıtlık onun zaman nedir bil-
meyen ve iradeyle özdeş olan özü
ile zaman ve mekânda tezahür
eden kişisel varlığı arasındadır.
Bu asıl varlığımızın zaman üstü
devamlı varlığını idrak etmemiz
zordur. Çünkü böyle bir hakikati
bize kavratacak her türlü algı ve
sezgiden yoksunuz. Fakat bunu
inkâr da edemeyiz. Aksi takdirde
bu dünyadaki sonumuzun bir yok
olma olduğunu düşünüyoruz de-
mektir. Böyle bir kimse de, bu
durumda, kendisinin bu dünya
hayatı dışında bir hiç olduğunu ta-
savvur etmektedir.
Schopenhauer’a göre, insan
ölünce özne ile nesne arasındaki
karşıtlığın ortadan kalktığı ilk asli
durumuna geri dönecek, yani bilen
ile bilinenin tam özdeşliğine yük-
selmiş olacaktır. Filozofumuz bu
tasavvuruyla kişisel ölümsüzlüğü
temellendirmiş olmamaktadır. Do-
layısıyla burada şu ve benzerleri so-
rulabilir: Bu tür bir ölümsüzlük insanın bu
konudaki sorularına ne kadar cevap ola-
bilir?
SCHOPENHAUER VE DO�UDÜ�ÜNCES� Kitap Moira Nicholls’in Hint düşüncesinin
Schopenhauer’in kendinde şey öğretisine
etkisini değerlendirdiği beşinci bölüm ile
sona ermektedir. Kitabın bu bölümü Scho-
penhauer felsefesinin doğu düşüncesiyle
ilişkisinin doğru şekilde anlaşılmasına
Türkçe’de erişilebilecek en büyük katkı-
lardan birini yapmaktadır. Birçok yorum-
cu Schopenhauer’in 1818 sonrasında ken-
dinde şey hakkındaki düşüncesinde önem-
li değişiklikler olmadığı iddiasındadır. Nic-
holls ise bu tez karşısında, mezkûr tarihten
sonra –filozofumuzun Hint düşüncesine
dair bilgi ve hayranlığındaki artışa bağlı ola-
rak– kendinde şey öğretisinde önemli de-
ğişiklikler olduğunu savunmaktadır. O,
bu değişiklikleri (1) kendinde şeyin bili-
nebilirliği; (2) kendinde şeyin özü veya do-
ğası ve (3) kendi öğretisiyle doğu öğreti-
lerini zımni olarak meczetme çabası ile ala-
kalı olarak üç başlık altında toplar.
Schopenhauer zaman formuna dayalı
olarak kendinde şeyin irade olduğu iddia-
sındadır. Fakat –birçok yorumcunun da işa-
ret ettiği gibi– kendinde şeyin doğasını, çok
sayıda fenomenal formdan ziyade daha kü-
çük sayıda fenomenal formda ifşa edeceğine
inanmak için yeterli sebep yoktur. Dolayı-
sıyla kendinde şeyin irade olduğu iddiası-
nın sağlam bir temele dayandığı söylene-
mez.
Schopenhauer de, –müellife göre– “İra-
de ve Tasavvur Olarak Dünya”nın ilk cil-
dinin yayınlanması takip eden yıllarda
kendinde şeyin irade olduğu iddiasının
beraberinde getirdiği güçlüklerin giderek
farkına varmıştır. Filozofumuzun –daha
sonra– kendinde şeye değinirken peçe me-
cazını kullanması ve benzeri tereddüt ta-
şıyan ifadeler, onun bu noktadaki tedirginlik
veya huzursuzluğuna bir delildir.
“Bilmek ve İstemek”i ve Moira Nicholls
değerlendirmesini şu soru ile beraber oku-
mamız halinde hakikatin özüne yaklaşma
ihtimalimiz biraz daha yüksektir: Acaba biz
kendinde şeyi irade olarak adlandırmakla,
bizi hakikate ulaştıracak yegâne dar kapı-
yı bulmuş olmakta mıyız; yoksa o dar kapı
başka bir yerde midir?
(Bilmek ve İstemek,Arthur Schopenhauer, Say Yayınları,
Çev: Ahmet Aydoğan, 144 s.)
Schopenhauer ilekarmaşık düşünceler
M. ŞADİ ERKILIÇ
Schopenhauer’agöre, insan ölünce
özne ile nesnearas�ndaki kar��tl���n
ortadan kalkt��� ilk asli
durumuna geri dönecek,
yani bilen ile bilinenintam özde�li�ine
yükselmi�olacakt�r
“BİLMEK VE İSTEMEK” ÜZERİNE
31 A�USTOS 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
�NSAN DO�ASITARTI�MASINA DEVAMED�YORUZBir süredir bu sayfalarda “insan do-
ğası”na ilişkin sözü olan yazarların
kitaplarından hareketle insan doğası
üzerine bir tartışma yürütüyoruz.
Marshall Sahlins’ten Zupancic’in
eserine, daha öncesinde de Levi-
Strauss’tan Schopenhauer’e dek in-
san doğası çeşitli bağlamlarda ele
alınmaya çalışıldı. Bu kez, insan do-
ğası üzerine tarihsel ya da tarih üstü
bir bakış açısından değil de, günü-
müz toplumunun yapısını ele alarak
eğilmeye çalışacağız.
Ünlü sosyolog Richard Sen-
nett’in “Beraber” adlı çalışması İk-
bay Özküralpli tarafından çevrilip
Ayrıntı Yayınları tarafından okurla
buluşturuldu. Esasında bu kitap
Richard Sennett’in tasarısına göre üç
ciltlik bir çalışmanın ikincisi: Sıra-
sıyla, “Zanaatkar”, “Beraber” ve şu
an üzerinde çalıştığı “Şehir Planla-
ması’’ üzerine bir kitap. Sennett,
bu eserinde, modern
yahut “ilkel’’ toplu-
mun olmazsa olma-
zının, dahası insanın
olmazsa olmazının iş-
birliği ve işbirliğini
kurmak için geliştir-
diği diyalojik becerisi
olduğunu savlıyor.
Dolayısıyla, geliştiri-
len insan ilişkileri, alış-
kanlıkları, Sennett’e
göre, bu diyalojik be-
cerinin iş gördüğü or-
tamın koşullarına bağ-
lıdır. Bu koşullar da
yine aynı şekilde insan ilişkilerinden,
alışkanlıklarından ve insanın bece-
rilerini kullanmasının sonuçların-
dan etkilenir. Bu açıdan bakıldığın-
da kendisini sürekli olarak değiştiren
ama evrimsel-kültürel bir eğilim
olarak toplumsal olan bir insan do-
ğası kavrayışına ulaşılır.
��B�RL���: B�ZE-KAR�I-ONLARBeraber’de yazarın odaklandığı te-
mel kavram “işbirliği’’dir. Kitapta iş-
birliği hem zorunluluk sonucu ola-
rak doğan bir yeti hem de bu yetinin
etkin bir biçimde kullanılmasıyla
ulaşılan sonuç olarak betimleniyor.
Bu yeti, yazarın Aristoteles’e yaptı-
ğı atıflarla, aynı zamanda bir yetenek
olarak da sunuluyor: “Beraber’de
odak noktam, karşılıklı konuşma-
lardaki dinleme yeteneği olduğu
kadar, diğerlerine yanıt verme yete-
neği ve işyerinde ya da topluluk
içinde bu yeteneğin pratik olarak uy-
gulanmasıdır... Bu bağlamda işbirli-
ğini bir zanaat olarak araştırdım. Bu
zanaat, birlikte hareket edebilmek
için anlama ve yanıt verme becerisini
gerektirir.’’ (s. 8)
Görüldüğü gibi insanın doğal
bir eğilimi ve zorunluluk sonucu
yapmaya giriştiği bir etkinlik olarak
ele alınıyor işbirliği. İşbirliğinin sağ-
lanması ise çocuğun gelişiminden,
modern yaşam ve çalışma koşullarına
dayanıyor. İşbirliğinin ilk elden göz-
lenebildiği daha ilkel üretim biçim-
lerinden modern yaşama evrilen in-
sanlık tarihi süresince nasıl esnedi-
ği ve karmaşıklaştığı işte bu koşul-
larla ilişkilendirilerek
anlatılıyor.
Kabilecilik ya da
şehrin arka sokakların-
daki etnik-dini veya bir
başka aidiyet duygu-
suyla kenetlenmiş top-
lulukların “bize-karşı-
onlar durumu’’nu ele
alan Sennett, kitabın-
da, günümüz insanının
ihtiyaçlarına ve yete-
neklerine uygun bir iş-
birliği biçiminin izini
sürüyor.
Sennett, kabileciliğin ardındaki
bilişsel önyargıyı Aristoteles’e atıfta
bulunarak açığa çıkarıyor: “Şehir
farklı cinslerde insanlardan oluştu-
rulur, birbirine benzeyen insanlar bir
şehri var edemez’’ ve Sennett devam
ediyor: “Böylece şehir, insanları,
farkıl bağlılıkları olan insanlar hak-
kında düşünmeye ve onlarla ilgi-
lenmeye mecbur bırakmış olur. Açık-
tır ki karşılıklı saldırganlık bir şehri
bir arada tutamaz; ama Aristoteles
bu öğretiyi daha da incelikli hale ge-
tirir. Kavimcilik, der, bilmediği hal-
de, diğer insanların neye benzediği-
ni bildiğini düşünmekle ilgilidir’’
(s. 15). Yazar, yine de çekincelidir,
çünkü “bize-karşı-siz durumu’’ sa-
dece “siz’’i oluşturan insanlara iliş-
kin bir cehaleti barındırmaz. Kişiler
gerçekten de karşısında durduklarını
tanıyabilirler ama farklılıktan kaç-
mak adına kendilerini izole edebilir,
diğerini izole edebilir ya da son tah-
lilde (Hitlervari bir “çözüm’’ yolu de-
nenmezse) diğerine karşı bir kayıt-
sızlığı seçebilir. Bu kayıtsızlığı, yazar,
Robert Putnam’ın “kış uykusuna
yatmak’’ ifadesiyle dile getirir. Do-
layısıyla ya farklılık görmezden ge-
linecek ya da farklılık gözlerin önün-
den alınacaktır. Göz önünden atıla-
mayan farklılıktan kurtulmak için ge-
riye gözleri duyarsızlaştırmak kalır.
GERÇEK ORTAKLIK VEBEL�RLEY�C� FARKLILIKLARYazar, farklılık-farksızlılık sorunun-
da, egemen anlayışın aksine salt et-
nik-dini farklılığı ele almamakta-
dır. Dahası, yazara göre, kimi fark-
lılıklar işbirliğini zayıflatıcı etkiler
üretebilirler ve “bu zayıflıkların en
doğrudan olanı eşitsizliğe ilişkin-
dir” (s. 18). Sınıfsal uçurumun art-
ması, Sennett’e göre, beraberliğin
önünde ciddi bir engeldir. Sennett’i
bu noktada yanlış anlamamak ge-
rekir: etnik-dini farklılıklar ile sınıf-
sal farklılıklar aynı düzlemde değil-
dir. Hatta yaratılan ve benimsenen
“biz” içerisinde gerçek ve rasyonel
ayrımın sınıfsal ayrım olduğunu çok
net bir biçimde ifade etmektedir:
“Elit, toplumdan uzaklaşır; kam-
yon şoförü ve bankacının beklenti-
leri ve mücadeleleri çok küçük bir or-
tak temel paylaşır. Bu türden mesa-
feler sıradan insanları haklı olarak
kızdırır. Bu noktada, bize-karşı on-
lar düşüncesi ve davranışı rasyonel
bir sonuçtur” (s.18).
B�Z�M B�ZE A�T B�R��B�RL���M�Z VAR1 Eylül’de Dünya Barış Günü’nü,
kutlayacağız. Teslimiyet biçiminde-
ki savaşmazlığı değil de gerçek Ba-
rış’ı isteyenlerin bu işbirliği damarı-
na sarılması gerekmektedir. Sadece
emperyalistler ve hainler işbirliği
yapmazlar, halklar ve emekçiler de
işbirliği yaparlar. Emekçiler kendi-
lerini soyutlayıp “biz” ve “onlar” de-
diklerinde bu rasyoneldir, haklıdır.
İşte bu kendilerine “biz” ve kendi-
lerinden sandıkları onlara “onlar”
dediklerinde görünecek ufukta ger-
çek Barış.
(Beraber, Richard Sennett,Ayrıntı Yayınları,
Çev: İlkay Özküralpli, 352 s.)
Bizi insan yapan becerimiz:İşbirliği
Sadece emperyalistler ve hainler i�birli�i yapmazlar, halklar ve emekçiler de i�birli�i yaparlar.Emekçiler kendilerini soyutlay�p “biz” ve “onlar” dediklerinde bu rasyoneldir, hakl�d�r.
CENK ÖZDAĞ[email protected]
“Beraber’de odaknoktam, kar��l�kl�
konu�malardaki dinlemeyetene�i oldu�u kadar,di�erlerine yan�t verme
yetene�i ve i�yerinde yada topluluk içinde bu
yetene�in pratik olarakuygulanmas�d�r...”
Richard Sennett
“Önce seni görmezden gelirler, sonrasana gülerler, sonra seninle kavga ederler vesonunda sen kazanırsın.”
Mahatma Gandhi
Geçen hafta çeşitli nedenlerden dolayı Ba-
bil Balığı’nı yazamadım. Çok da büyük bir
kayıp değil. Bu köşe de dâhil, bütün süreli
yayınların yazarlarının, günlük yayınlanan
yazıları, zor bela gerçeklikte mevcuttur. Bir
gün için yaşarlar ve yok olurlar. Varlıkla-
rı günlük içilen bir bardak su kadardır. En
fazla bir tokat etkisi yaratır, ertesi gün unu-
tulur. Kitaplar ise bunun tam tersidir. Bir
kütüphaneye girebilen bir kitap uzun yıl-
lar boyunca varlığını devam ettirebilir. Üs-
telik köşe yazıları gündeliktir, örneğin bu
köşedeki hiçbir yazı asıl amacı belirli
edebiyat türlerini incelemek ve bu türlerde
çıkan eserleri okuyucuya tanıtmak ol-
masına rağmen, hiçbir zaman on yıl son-
ra dahi hangi eserin yazılabileceğine dair
bir şey barındırmaz. Yayınlanan üzerinden
konuşabilir. Fikir yürütmez. Satırları ya-
zılırken dökülür. Yazıldığı anda ne olur-
sa olsun gün sonunda kâğıt geri dönüşü-
müne yollanacak bir ölüdür. Bu hafta in-
celeyeceğim kitap hakkında en olmadık
saçma sapan şeyleri yazsam dahi yarına
hiçbir etkisi kalmayacaktır. Bu nedenle
varsa da içeriğinde bulunan birkaç fikir de
sınırlı sayıda insana şöyle bir dokunduk-
tan sonra ya bir gülümseme ya da bir baş
sallamanın ardından kaybolup gider. Bir
bakıma süreli yayınlarda yazmak “yok
olma” sanatıdır. Bu açıdan bakınca da her-
hangi bir şekilde süreli bir yayına yazmak
da ‘tüketim’ geleneğinin bir parçasıdır. Du-
run şimdi. Aynayı size çevirelim. Eğer Ba-
bil Balığı’nı ücretsiz şekilde bir internet
blogu halinde yazsaydım kaçınız okurdu?
Kaçınız ciddiye alırdı? Dahası geçen haf-
ta olduğu gibi, “bu hafta neden yazınız
yok?” mealinde e-postalarla karşılaşırdım?
Dürüst olunuz.
Bu hafta bir sanatçı-yazarla beraber
olacağız: Douglas Coupland. 1961 yılın-
da Almanya’da doğan Kanadalı yazar
aynı zamanda aktif bir sanatçı. Özellikle
da görsel sanatlardaki başarısı dikkat çe-
kici. Çoğu eleştirmene göre son yüz yılda
Kuzey Amerika’dan çıkan en yetenekli sa-
natçısı olmasından da öte, “tüketim” kül-
türü üstüne de en iyi hicivcisi. Elbette, tü-
ketim eleştirisine dayanan yazılar kaleme
alan pek çok yazar var, biliyoruz. Nedir
Coupland’ı farklı kılan? İlk olarak sanırım,
sanat geleneğini hakkıyla taşımasından
olsa gerek, bir şeyi anlatmanın ve göster-
menin bin bir farklı yönünden en çarpıcı
olanını yakalıyor olması, diyebiliriz. An-
latmak istedikleri için kurguladığı form ve
yapılar gerçekten ilgi uyandırıcı ki aynı çar-
pıcılığı sanat eserlerinde de görmek müm-
kün. Örneğin, aslı 2010 yılında yayınlanan
ve İthaki Yayınları’nın dilimize yeni ka-
zandırdığı (Oyuncu 1) romanını ele ala-
lım. Kitap aslında Massey Konferansla-
rının 2010 yılında ve içerdiği beş bölüm 5
farklı yerde olmak üzere bir saatlik ko-
nuşmalar şeklinde okundu, daha sonra ise
kitaplaştırıldı. Massey konferansları Ka-
nada’da yılda bir kez düzenleniyor ve ile-
ri gelen aydınlarının politik, kültürel, fel-
sefi ve sosyolojik konu-
larda konuşmalarından
oluşuyor.
Roman, bir havaa-
lanı barında yolları ke-
sişen 4 karakteri (Karen,
Rick, Luke, Rachel) ve
bütün olaylara bir bilgi-
sayar oyununu oynayan
gözlemci gibi yeniden
yorumlarda bulunan
“Oyuncu 1” ile toplam-
da beş karakteri takip
ediyor. Beş bölümün her
biri olayların birer saat-
lik bölümünü kapsıyor
ve her bölümde kendi
içinde beş bölüme ayrı-
larak her parçada yaşa-
nanları bir başka karak-
terin gözünden anlatı-
yor. Yazarın daha önce
de denediği (bkz. Ge-
neration A) apokaliptik,
büyük bir felaket mey-
dana gelmekteyken bir-
birleriyle etkileşimde
bulunan karakterler va-
sıtası ile de alt metinde Coupland’ın üs-
tünde durmayı sevdiği konular gün yüzüne
çıkıyor. Aslında Türkçe’ye daha önce X
Kuşağı (Parantez Yayınları), Mikroserf-
ler (Resif Kitap), Komadaki Sevgilim
(Punto) ve Eleanor Rigby (Artemis Ya-
yınları) kitapları da tercüme edilmişti fa-
kat X Kuşağı ve Mikroserfler’in yeni bas-
kısına ulaşılamadığından Coupland’ı tek-
rar hatırlatmakta fayda var. 1991 yılında
yayınlanan X Kuşağı (Generation X), yeni
bir nesil kavramının oturmasında yardımcı
olduğu kadar bu kitabı ile birlikte deva-
mında da Coupland’ın anlatısı şekillen-
meye başladı. Pek çok kitabında aynı te-
maları tekrar tekrar kullanmasını biraz sı-
kıcı bulsam da her seferinde üstüne ek-
ledikleri bir hayli hoşuma gidiyordu. Bu
bakımdan “Oyuncu 1” Coupland’ın söy-
lencesinin büyük bir kısmını oluşturuyor
ve diğer kitaplarını eğer istemiyorsanız,
okumasanız da olur. Din, iletişim, tüketim,
modern çağ, ölümden sonra hayat, kültür,
kimlik ve öz bilinç Coupland’ın temel te-
malarını oluşturuyor. Ancak bu kavram-
ların etrafına koca bir daire çizip etrafına
da “Post-modernizmden sonra nereye
gideceğiz?” sorusunu yazıyor. Onun bü-
tün bunalımının ve arayışının buradan kay-
naklandığını düşünüyorum.
Yazarın diğer kitaplarına gelirsek, he-
nüz tercüme edilmemiş romanları; Sham-
poo Planet (en beğendiğim kitabıdır), Miss
Wyoming, All Families Are Psychotic,
God Hates Japan, Hey Nostradamus!,
jPod (yayından kaldırılmış olsa da bir tel-
evizyon dizisi de mevcuttu), The Gum Thi-
ef ve Generation A; romanlarının dışın-
da bir öykü derlemesi mevcuttur ve iki
farklı öykü derlemesinde ise öyküleri yer
almaktadır. Ayrıca kurgu dışı 8 kitabı da
bulunmaktadır.
Oyuncu 1’in okuması son derece eğ-
lenceli ve açıkçası deneysel yaklaşımı çok
da rahatsız edici değil. Aksi halde söyle-
nebilecek şeyler, karakterlerin neredeyse
hiçbirisinin ilgi çekici olmaması, karton
düz karakterler olması (yalnız, karakter-
lerinin bu düzlüğü bir açıdan da okuyu-
cunun karakterlerden birini seçip kendi-
ni özdeşleştirmesi için, bu tip bir anlatıya
uygun olmuş), hikâyenin son derece du-
rağan ve yazarın fikirlerini aktarmakta pa-
ravandan öteye gidememesi gibi pek çok
sorun da mevcut. Zaten ayrım da burada
başlıyor, birer saatlik konferans konuş-
maları şeklinde kurgulanan, beş karakterin
gözünden olayları anlatan bir romanı bir
iletişim eseri olarak takdir mi etmeli,
yoksa “iyi de zaten toplasan 60 cümlede
özetleyeceğin fikirlerin için vakit kaybı ya-
ratmışsın, sanatın iletişimine ters değil mi
bu?” diyerek eleştirmeli mi bilemiyorsu-
nuz. Şahsen kitabı okurken, yazarın de-
neyselliğe açıklığından haberdar oldu-
ğumdan şöyle bir yöntem izledim, Ken-
dimi 2. oyuncu olarak atadım. Okurken 1.
oyuncuya eşlik ettim ve hikâyenin kendi-
me ait bir tarafını da oluşturdum. Bu şe-
kilde ilerlemek gerçekten harikaydı.
Kitabın orijinalinde de bulunan arka
kapak yazısında ise Coupland’ın J.G.Bal-
lard ve Kurt Vonnegut geleneğine yakın
olduğu söyleniyor. Böyle bir yakıştırma-
yı kim yapmış bilemiyorum. Belki Coup-
land’ın da en sevdiği ve özendiği yazarlar
da olabilir anca Coupland’la bu iki yaza-
rı aynı kefeye koymak açıkçası çok komik
olmuş. Öncelikle Coupland’da Vonne-
gut’ın kurguculuğundan, karakter, mekan
yaratımından eser olmadığı gibi bilim
kurgu öğelerini de Vonnegut gibi zengin,
drama ve eleştiri faktörleriyle iç içe kul-
lanmak yerine, tam anlamıyla anlatısına
zemin oluşturmak için kullanan deyim ye-
rindeyse ‘kaçak’ bir yazar. Ballard ise di-
stopya, içi boşaltılmış insanlar ve tekno-
lojinin psikolojik etkileri üzerine hem
derinlemesine hem de harikulade bir
edebi dille yazan bir yazar. Açıkçası Co-
upland’ı okumak zevkli olabilir ancak
karşılaştırdıkları yazarların yanında elin-
den şekeri alındığı için ağlayıp sızlayan bir
çocuktan öteye gidemiyor. Coupland’ın
görsel sanatını bilemem ancak edebi ka-
riyerinin Vonnegut veya Ballard’la aynı ke-
feye konulabilmesi için yazması gereken
en az on romanı daha var (bir fırın ekmek
yemekten bahsetmedim inatla, kendimi
kutluyorum). Bu arka kapak yazısını göz
ardı edip, beklentilerinizi olmayacak yer-
lere çekmemenizi tavsiye ederim.
İyi vakit geçirebileceğiniz, sizi düşün-
meye sevk edecek, az da olsa bilim kurgu
temasını barındıran bir roman istiyorsa-
nız, Oyuncu 1 sizleri bekliyor.
(Oyuncu 1, Douglas Coupland,İthaki Yayınları, Çev:Sinan Okan, 240 s.)
31 A�USTOS 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP
M. SALİH [email protected]
Coupland’�n “Monument to the War of 1812” isimli çal��mas�
Devam etmek için jeton atınDevam etmek için jeton atın
Dou
glas
Cou
plan
d
“Biri Yitik İki Ülke” adlı kitabının arka
kapağında bir fotoğrafı vardır. Elini sağ
yanağına destek yaptığı bu fotoğrafında
dünyaya öylesine dalgın bakmaktadır ki
içinde yaşadığı gerçeklikten kopmuşluğu
bütünüyle yansımıştır objektife. Bu gö-
rüntünün objektife verilmiş bir poz ol-
madığını Soysal Ekinci’yi tanımış olan
herkes bilir.
Kitabının kapağına taşımış olduğu
dalgınlık halinin şiirindeki karşılığı in-
sanseverliği ve toplumsal duyarlığıdır. İn-
celiği ve nezaketidir. Haksızlık ve ada-
letsizlik karşısındaki tahammülsüzlüğü-
dür…
“Biri Yitik İki Ülke”de tutuklu bir şai-
rin insani ve politik duygulanımlarını yan-
sıtmakla birlikte, Güney Afrika halkının
özgürlük mücadelesi ile Kürtlerin kimlik
arayışları da onun ilgi alanı içindedir:
“ZİNDZİ, sen siyah incisi MAN-
DELA’nın, AFİKA’nın bir ucunda
bense ülkesi yitik, tutsak bir şairim
METRİS ZİNDANI’nda
…
ZİNDZİ dört yıl önce getirdiler bu
tutsakevine beni
dört yıl önce bu tutsakevinin apolet-
li bekçileri
gönüllü fedaileri sayarak kendilerini
değişmez bir buyruğun
buldukları bütün şiddet ateşleriyle
yüzlerce kere saldırdılar içimdeki öz-
gürlük atmosferine” (Biri Yitik İki Ülke)
“Çağrı”da Kürt halkının kültürel ve
demokratik talepleri yine özgürlük ve
devrim mücadelesi temelinde sahipleni-
lir.“Yıkıntılar Altında” ise bütünüyle Fi-
listin halkının varoluş mücadelesiyle il-
gilidir.
Soysal, uzun şiire eğilimlidir ve şiiri
uzun cümlelerden kurulu, militan tavır-
lı, coşkulu bir anlatıma sahiptir. Anlatı-
mında hiç sekteye uğramayan lirizm mi-
litan sertliği dengelediği gibi slogansı ka-
tılıkları da yumuşatarak estetize etmek-
tedir. Şiirinin, sık sık uyaklardan yarar-
lanılmış olması dışında Türk şiirinin ge-
leneksel unsurlarıyla dolaysız bağlantı ku-
rulabilecek bir özelliği ön plana çıkma-
maktadır. Belki şunu belirtmeden geç-
memek gerekir: Şairin çocukluğunun
geçtiği kırlarla ilgili aktardığı ayrıntılar,
çiçek adları, kınalı taşlar, çağıldayan ır-
maklar halk şiiri ile pastoral bir yakınlık
oluşturmaktadır.
Soysal Ekinci aramızdan ayrılalı on se-
kiz yıl oluyor. Toplumcu gerçekçi şiir on
sekiz yıldır onun soluğundan yoksun bu-
lunuyor. Fakat katkılarıyla teselli bula-
bilecek durumdayız. Soysal’ın en önem-
li katkılarından birisi yeni bir sentaks dü-
zeni üzerinden geliştirmiş olduğu söy-
lemdir. Zaman zaman mensur şiir biçi-
minde vücut bulan bu söylem kitleleri ha-
rekete geçirici, coşku ve heyecanı yo-
ğunlaştırıcı işlevi bakımından toplumcu
gerçekçi şiir geleneğini zenginleştirmiş-
tir. Cümle yapısı, imgelerinin orijinalliği,
söyleminin yeniliği Soysal Ekinci şiirinin
ayırıcı özelliklerindendir. Hapishane kö-
kenli, çoğu yaşıtı olan birçok şairde gö-
rülen devrimci kavramlarla taşralı du-
yarlığın harmanlanmasından oluşan av-
layıcı, popüler tuzaklara onun şiirinde
rastlanmaz.
Soysal Ekinci 1954 Kars doğumludur.
Kars’ın şimdi Ardahan’a bağlanmış olan
Hanak ilçesindendir. İlkokulu Arda-
han’da, ortaokul ve liseyi de Kars’ta ya-
tılı olarak okudu. İstanbul Üniversitesi-
nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden
ikinci sınıfta iken ayrılarak çalışma ha-
yatına başladı. 12 Eylül 1980 sonrası İs-
tanbul cezaevlerinde toplam altı yıl tu-
tuklu kaldı. Soysal’ın şiirinin beslendiği
ana damarlar kendi hayatı ve içinde yer
aldığı toplumsal mücadele pratiği ile bu
toplumsal mücadelenin arka planındaki
tarihsel-kültürel atmosferdir. Toplumsal
mücadelenin yoğunluk kazandığı1970-
80 arası dönemin siyasal argümanlarını,
taraflarını, çatışma alanlarını, duygu,
duyarlık ve sonuçlarını onun şiirinde
bulmak mümkündür.
Soysal’la 1990 yılı Mayısı’nın ikisinde
tanışmışız. Tanışmamıza vesile olan adı-
ma imzaladığı kitaptaki ithaf yazısının al-
tında bu tarih var. Herkesten bir sır gibi
sakladığı zihnindeki ölüm düşüncesini
gerçek kıldığı 4 Eylül 1994 gecesinin ak-
şamında da onunla birlikteydik. Mecit
Ünal, eşim Birsen, ben ve Soysal Mis So-
kak’taki bir kafenin önünde akşamı kar-
şılamıştık. İlk kitabının arka kapağında-
ki aynı dalgın bakış daha bir yoğunlaşmış,
daha bir uzaklara dönük haliyle Soysal’ın
yüzünde yine asılı duruyordu. Oturdu-
ğumuz bir buçuk iki saatlik süre içinde sa-
dece bir cümle kurduğunu anımsıyo-
rum. Oysa konuşmayı seven birisiydi. Ar-
tık söylecek sözü mü kalmamıştı, hiçbir
sözün kâr etmeyeceğine mi kanaat ge-
tirmişti yoksa konuşmak onun için bir
ağırlığa mı dönüşmüştü, bilinmez. Bü-
tünüyle susmuş, kendi içine dönmüş,
kendine kapanmıştı. Suskunlukla sar-
maladığı kararını o gece gerçekliğe dön-
üştürdüğünü iki gün sonra öğrendik.
Gerçek Sanat dergisinin Ekim sayısında
onun için yazdığım yazıyı bir kez daha
paylaşmak isterim:
“ ‘Bir insanın özgürlüğü için bin insanı
acılar içinde bıraktım. Beni affedin. ‚
İstiklal Caddesi, Başağa Sokak, 13 nu-
maralı evin bodrum katı.
4 Eylül 1994. Pazarı paraztesiye bağ-
layan gecenin kimbilir hangi saati...
Elyazısıyla yazdığı son cümlesi bu.
Süreğen duyarlıkların çocuğu, ölümü
için sevenlerinden özür diliyor titrek
harflerle: ‘Beni affedin. ‚
Devrimin ve devrimci ahlakın bozul-
mayan künyesi olmakta inat etti daima.
Vicdanını reklama dönüştürmeyen bir
‘redci ‚ olarak kaldı. Banka borsa rekla-
mı yapan eski yoldaşlarının bir sokak öte-
sinde...
Yalnız, işsiz...
Ve şair. İmzası yetkin şiirlerin altın-
da.
Biri Yitik İki Ülke (1989), Çağrı,
(1990), Yıkıntılar Altında (1991).
Adsız, ünsüz...
Bütün bunların sonucunda mutlak
ölüm müydü payına düşen?
Cuntanın işkenceli sorgularından
geçti.
Faşizmin cezaevlerinde altı yıl yattı.
Dünya ile varlığı arasındaki canlı
ilişkiyi, yetmiş seksen santimlik çamaşır
ipiyle kopartmadan iki ay önce eşiyle ay-
rıldılar.
Bir ay sonra en sevdiği kardeşini yi-
tirdi.
‘Herşey üst üste gelmişti. ‚
Üst üste gelen her şey izini hiç bı-
rakmayan ekonomik yoksunluğun ağır
kuşatmasında onu arayıp buluyordu üs-
telik.
Emeğini en ucuzundan olsun pazar-
layabileceği bir alan yoktu yıllardır içinde
bulunduğu çevrenin geniş coğrafyasında.
Sevgisinden hapisler yattığı ülkesinde.
İnceydi. İstemiyordu.
Alnında çizgi çizgi düşünceler... Alnı
hep derin. Bir yanı bunun için belki dai-
ma dalgındı.
Bütün bunların sonucunda mutlak
ölüm müydü payına düşen?
Onun ölümü toplumsal yıkım halinin
de bir anlatımı değil midir? Onun trajik
sonunda toplumsal psikozun izlekleri, bu
psikozun ulaştığı sınır görülmüyor mu?
Onun ölümünde deforme olmuş değer-
lerimizin, bencil keyiflerimizin, daha
ötesi insansız ilişkilerimizin suç izlerini
arayıp bulmak çok mu zor..?
Soysal Ekinci varlığını umutlarımızın,
umutsuzluklarımızın dünyasından alıp git-
mekle kalmadı,Türk edebiyatını da güç-
lü bir şiir soluğundan yoksun bıraktı.
‘Beni affedin‚ sözü gerçek anlamına
belki işte burada kavuşuyor.
Hayatla olan alışverişindeki son tav-
rı, muhakkak ki şiirinin altını da çarpıcı
bir biçimde çizdi.
Yaşamı şiirdi. Ölümü şiirin karşısına
durdu. „
Ölümünün on sekizinci yılında yok-
luğunu hâlâ hissediyoruz, onu özlemle bir
kez daha anıyoruz.
Cümle yap�s�,imgelerininorijinalli�i,söyleminin yenili�iSoysal Ekinci �iirininay�r�c�özelliklerindendir.Hapishane kökenli,ço�u ya��t� olanbirçok �airdegörülen devrimcikavramlarla ta�ral�duyarl���nharmanlanmas�ndanolu�an avlay�c�,popüler tuzaklaraonun �iirinderastlanmaz.
31 A�USTOS 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Son dönem şiirinin militan sesi:Soysal Ekinci
CAFER [email protected]
31 A�USTOS 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
HASAN YALÇIN’IN AŞK TANIMI
“Nereye koşuyorsun öyle? Hangi
rüzgardır seni oradan oraya savu-
ran? Hangi kırbaç omzunda? Neyi
elde ettiğin zaman duracaksın?
Okula yetişiyorsun. İşe geç kalma-
malısın. Maaşının veya ücretinin
artmasını bekliyorsun. Askerde
veya cezaevinde gün sayıyorsun.
Uygulamakta olduğun planlar var.
Emekli olunca bir ev alabilmeyi
umuyorsun. Bankadaki paranı çe-
kip, karlı bir iş kurmayı düşünü-
yorsun. Hiçbir şeye zamanın yet-
mediğinden yakınıyorsun. Yorgun-
sun. Bir “oh” diyebilmeyi çok özlü-
yorsun”
ZAMAN S�STEM�N TAKEND�S�Hasan Yalçın, bütün insanların ye-
rine koyar kendini ve bütün insan-
lara yönelttiği bu sorulara yanıt
arar: “Sırtımda her an şaklayan kır-
bacın acısını duyuyorum” diye o so-
rulara cevap verir ve o kırbacın
adını koyar: “Zaman!”
“Ne işverenin, ne müdürün ne
jandarmanın ne de bir başka gücün
kölesiyiz. Sadece zamandır, bizim
efendimiz… Kırbaç kendini para so-
runu, geçim sıkıntısı, evladı ayal
düşüncesi, işten atılma korkusu ola-
rak dile getiriyor” diye de devam et-
tirir.
Verilen cevaptan anlıyoruz ki;
zaman, sistemin ta kendisidir.
Yalçın’ın da bütün mücadelesi o “za-
man”a köle olmamak, fakat ona
hükmedebilmektir. O öyle bir za-
mandır ki; insana bir an olsun dü-
şünme fırsatı vermediği gibi bizi
birbirimizden alır götürür. Kat kat-
tır hayatımızın içinde.
Zaman, sabah işe yetişme tela-
şıdır. Gözünüzün saatten ayrılama-
masıdır. Cep telefonunuzun çal-
ması, şehrin trafiği, patronun ku-
laklarda çınlayan sesi, hastanede te-
davi sırası, okulda kitap parası,
ödenmeyi bekleyen kredi kartı…
İç içedir hepsi. Her alanda, her
adımda esir düşersiniz. Geriye size
ait bir şey kalmaz. Artık hepsi za-
manındır.
Hasan Yalçın, aşka işte böyle bir
zaman kavramı içerisinden bakar.
Yalçın’a göre aşk, bitmesi kaçınılmaz
olana ilişkin bir sonsuzluk varsayı-
mıdır. Sonsuz zaman bilincidir. Yani
sonsuzluk isteğinin, sınırlı insan
ömrüne isyanıdır. Bir saniyelik sü-
reye sonsuzluğu sığdırma çabasıdır.
Geniş zaman kipinin insanlığa kur-
duğu acımasız bir tuzaktır. Sıradan
cümleye yüklenen özel anlamdır.
Anlamın bulanıklığına verilen özel
isimdir yada masum cümleciklerin
başlattığı olasılıklar cümbüşü. Ya-
şanmamış kadın erkek ilişkilerinin
bir tasarımı.
EN BÜYÜK A�K: ARAYI�Gerçek aşkın, yaşanan değil anlatı-
lan kısmı olduğuna öylesine emin-
dir ki her türlü tartışmayı bıçak
gibi kesip atacak kanıtları vardır:
“İnsanlığı sarsagelmiş aşk hikaye-
lerinin hepsi yaşanmamış ilişkilere
aittir; alın bakalım Kerem ile Aslı’yı,
Ferhat ile Şirin’i, genç Werther’i,
Anna Karannina’yı. Hiçbiri yaşan-
mamış veya tam olarak yaşanmamış;
böyle olduğu için sürekli anlatıl-
mışlardır.
Yaşanmış aşkı anlatan bir tane
güzel türkü yoktur. Gazetelerin
üçüncü sayfaları bile, aşk haline
gelip insanları öldüren yaşanma-
mışlıklara ayrılır.”
İnsan düşünmeden edemiyor!
Peki, aşkı böylesi tanımlayan
birinin hiç aşkı olmamış mıdır?
Yazar, her ne kadar aşkı ipe
sapa gelmez bir şey olarak nitelese
de onu, zamanın içerisinde arama-
ya devam eder.
O’nun aşkı, bazen “Erzurum
çarşı pazar” türküsünün içinde, ba-
zen kızının okul çantasınının içeri-
sinden çıkan “seni seviyorum” no-
tunda, bazen de “faydasız işlerin ha-
yattaki yeri”ndedir.
İşte, Hasan Yalçın’ın en büyük
aşkı da budur: Aramak!
Bu, O’nun için en büyülü, en çe-
kici sözcüktür. Thomas Edison’un
da, Kristof Kolomb’un da, Evliya
Çelebi’nin de aşkı en sonunda Ha-
san Yalçın’ın aşkına çıkar.
“Arayış somut bir nesneye, bir
yere, bir zenginliğe değil, bilinme-
yene özlem oluyor demek ki. Bul-
mak umuduna yönelik bir yolculuk.”
Yalçın, sadece bilim adamları ve
gezginleri değil, romancıları, şairleri,
ressamları; kısacası bütün sanatçıları
“arayış” kavramının eksenine yer-
leştirir. “Arayış” tüm hızıyla de-
vam etmektedir: “Romancı tabii ki
kitabını mutlulukla okşar. Ama bir
tür vedadır bu. Bir tür doyum anı.
Doyum ise, bir tür bitiştir. Artık ye-
niden başlamanın heyecanı özlen-
mektedir. Yeni serüvenin çağrısı
vardır kulaklarda.” Yalçın’a göre şair
ise, her seferinde gene de bula-
mamış olmak gibi bir duyguyla bi-
tirir şiirini ve yenisine bu duyguyla
başlar.
Hasan Yalçın bir kere kararını
vermiştir: Arayış, bulmaktan çok
daha önemlidir ve bir bakıma insa-
noğlunun yaşam serüvenin özetidir,
itici gücüdür. Yalçın’a bu da yeter-
li gelmez. Koparır, aramak ve bul-
mak arasındaki ilişkiyi. Daha da ile-
ri gider: “Bulmak, aramanın ölü-
müdür. Bulmaktaki mutluluk bu
yüzden donuk, heyecansız, solgun-
dur” der.
“Bulmak” Yalçın’da öyle bir yer
etmiştir ki; neredeyse en korktuğu
şey haline gelmiştir: "Aşk, tarafların
birbirlerini karşılıklı elde etmeleriyle
biter. Bundan sonra yaşadıkları
aşka benzer şey, sesin yankılanma-
sı gibi, arayışın ruhlarda oluşturdu-
ğu dalgacıklardır. Durulacaktır. Bu
nedenle arayış, aşkın özüdür, onu
kapsar. Aşka büyüsünü veren ara-
yıştır.”
Hasan Yalçın’daki aşk öyle ni-
cedir ki; zamana egemen olabilme
arzusu, toplumu değiştirme müca-
delesindeki rolü, sınıfsız toplum
özlemi O’nu en sonunda aydınların
aydını yapmıştır.
(Zaman ve Aşk, Hasan Yalçın,Kaynak Yayınları, 104 s.)
“Buldum” dediğin zamankaybettiğin şey...
Yalç�n’a göre a�k, bitmesi kaç�n�lmaz olana ili�kin bir sonsuzluk varsay�m�d�r. Sonsuz zamanbilincidir. Yani sonsuzluk iste�inin, s�n�rl� insan ömrüne isyan�d�r. Bir saniyelik süreye
sonsuzlu�u s��d�rma çabas�d�r. Geni� zaman kipinin insanl��a kurdu�u ac�mas�z bir tuzakt�r
ONUR ÇAĞLAYANTwitter: @onur_cglyn
Türk Devriminin seçkin önderlerinden, 68 Gençlikhareketinin liderlerinden, ��çi Partisi Genel Ba�kanYard�mc�s�, örnek bilimsel sosyalist, Ayd�nl�kç�lar�na�abeyi de�erli Hasan Yalç�n’� 29 A�ustos2002’de, 30 A�ustos Zaferi’nin arifesinde yitirdik.Ölümünün 10. y�l�nda sayg�yla an�yoruz.
Hasan Yalç�n
31 A�USTOS 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
YAZAR, ATÖLYE KATILIMCISI VE AKADEMİSYEN GÖZÜYLE YARATICI YAZARLIK ATÖLYELERİ
Endüstri mi, akademi mi?AYDINLIK KİTAP
Elbette yazarlık öğrenilebilir ve öğretilebilir
bir sanattır. Bugün kalem oynatan tüm ya-
zarlar da bunu bir şekilde öğrenmişlerdir ve
yazdıkları sürece öğrenmeye de devam eder-
ler. Ancak bu tür konuların çok yüzeysel şe-
kilde ele alındığı ortamlarda kestirmeci bir
yaklaşımla denir ki “Marquez olmak öğretilir
mi? İnsan Yaşar Kemal olmayı öğrenebilir
mi?” Elbette böyle bir şey mümkün değildir.
Çünkü Yaratıcı Yazarlık bir sanat eğitimidir
ve sanatçı adayına o alanın teknik ve kuramsal
bilgilerini aktarmak, yazar adayına çalışabi-
leceği atölyeyi sunmakla sorumludur. Tıpkı
resim sanatını öğreten akademiler gibi...
Akademide de kimseye Picasso olmak öğ-
retilmez. Sanat insanın kendini ve dünyayı
keşfetme macerasıdır... Ancak eğitimle ve ça-
lışmayla sanatı yan yana düşünemeyen zi-
hinler için yazarlık da diğer tüm “yetenekler”
gibi doğuştan gelir. Bu yaklaşımsa insanı hiç-
bir yere götürmez. Orhan Pamuk’un dediği
gibi roman yazmak için belli sayıda iyi roman
okumak yeterlidir. Yani yazarlık temelde oku-
yarak öğrenebileceğiniz bir sanattır. Ama ken-
di kendine doğuştan gelen bir yetenek de-
ğildir. Doğuştan gelen potansiyellerimizdir,
yetenekler bu potansiyellerin eğitimle yete-
neğe dönüştürülmesidir. Yazmayı başka ya-
zarlardan öğreniriz. Elbette okuyarak, dü-
şünerek ve yazarak... Ama kimleri okuyarak
öğrendiğimize bağlı olarak bizim yazarlığı-
mız da farklılaşır. Benzer bir durum Yaratı-
cı Yazarlık atölyeleri için de söz konusudur.
Burada deneyimli bir yazarın ya da eğitim-
cinin rehberliğinde başkalarıyla beraber öğ-
renirsiniz. Atölyenin bir işe yarayıp yara-
madığı kim tarafından nasıl yürütüldüğüne
bağlı olarak değişir. Günümüzde insanların
bu konuya bir talebi olduğu için çok sayıda
atölye açılıyor. Ama bunlar ne derece yet-
kindir, ne tür bir eğitim veriyorlar, iyi araş-
tırmak gerekir. Bu atölyeyi yürüten kişinin
yetkinliği çok önemli. Ben bu tür bir atölye
çalışmasını yaklaşık on yıldır yürütüyorum;
ayrıca Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve
Edebiyatı Bölümü’nde ders olarak da açı-
yorum. Neler yaptığımı, derslerde anlattık-
larımı kitap haline getirdim. Okurlar neler
yaptığımızı Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık
adını taşıyan kitabımda ayrıntılarıyla bulu-
yorlar. Atölyeye gelemeyenler sadece bu
kitabımı okuyarak yararlandıklarını söylü-
yorlar ve bu da beni mutlu ediyor. Yazarlığa
bu ilginin artması elbette edebiyatımız için
sevindirici bir gelişmedir. Nicelik her şey de-
mek değildir tabii ama belirli bir niteliğe sıç-
rayabilmek için nicel bir değişim de şarttır.
Ancak yaratıcı yazarlık atölyelerini usta-çı-
rak ilişkisine de benzetmemek gerekir. Bunu
çok doğru bulmuyorum. Eğitimi veren ya-
zarın kendine benzer yazarlar yetiştirmesi de-
ğildir, olmamalıdır. Eğitimi veren yazarı bu
konuda uyanık olması, kendini sürekli izle-
mesi gerekir. Amaç, eğitimi alanın kendi yo-
lunu bulmasında rehberlik etmektir. Kendi-
ne müritler yetiştirmek değil.
Yarat�c� Yazarl�k bir sanat e�itimidir
Yaratıcı yazarlık atölyelerinin yazar aday-
larına önemli katkıları olabileceğini düşü-
nüyorum. Bu çalışmalar içinde edindiğim
deneyimlerime dayanarak söylüyorum. So-
nunda yazarlık yolunun başında bulunan-
lar kendi başlarına, kendi yollarını herhangi
bir destek almadan yürüyor. Atölyeler on-
lara hangi yoldan, nasıl yürüneceğini an-
latarak gerçek katkılar yapabilir.
Ben bugüne dek Notos Yaratıcı Ya-
zarlık Atölyesi’ne gelen hiç kimsenin ora-
dan yazar olarak çıkmayı beklediğini gör-
medim. Aklı başında hiç kimse de böyle dü-
şünmez. En önemli beklenti, yazdıklarının
nasıl olduğunu bilmek ve nasıl olması ge-
rektiğini öğrenmektir. Dolayısıyla bunun
için neler yapılması gerektiği konusunda
kendilerine somut katkılarda bulunulma-
sı beklenir. Yaratıcı yazarlık çalışmaları da
bu beklentilere aynıyla karşılık vermeye ça-
lışır. Ciddi yapılırsa, verir de. Benim anla-
yışım da yararlılığı öne koyan bir anlayış için-
de, hep böyle olmuştur.
Yazarlığın altyapısını okumak oluşturur.
Her şeyden önce okumak ama doğru ve
eleştirel biçimde okumak. Ben kendi bu-
lunduğum atölyelerde yazmakla doğru bir
okuma biçimi edinmeyi birbirine özdeş iki
yol olarak değerlendirmeye çalışırım ve böy-
le yapılmasını öneririm. Doğru bir okuma
biçimiyle yoğun olarak okumayı sürdüren
herkes, yazmaya kararlıysa, sonunda yazar.
Bundan da kuşku duymam.
Usta-çırak ilişkisi eskisi gibi olmuyor ar-
tık. Günümüzde yaşadığımız hayat bu tür
ilişkilere pek izin vermiyor. Aslında en
doğrusu da çırakların hiç kimsenin yardı-
mını almadan, kendi yollarını bulmasıdır.
Ben kendi bulunduğum atölyede her zaman
belirtirim bunu. Atölye çalışmalarına katı-
lıyorsunuz, evet, bir yere kadar gerekli
olabilir, ama nereye kadar. Sonunda herkes
kendi yolunu kendisi yürüyecektir.
Sonunda herkes kendi yolunu kendisi yürüyecektir
SEMİH GÜMÜŞ/ YAZAR
MURAT GÜLSOY/ YAZAR
Günümüzde yaratıcı yazarlık atölyelerinin sayısı giderek artıyor. Haliyle “yaratıcılıkveya yazarlık kurslarda öğrenilecek bir şey midir?” sorusu da akıllarda yerini alıyor.Kimileri bu atölyeleri olumlu karşılarken kimileri de bir anlam ifade edemeyeceğinisöylüyor. Bizler de Aydınlık Kitap’ın bu sayıdaki kapağında bu konuyu ele almaya ka-rar verdik. Konuyla ilgili yaratıcı yazarlık atölyeleri yönetmiş yazarlara, katılımcı öğ-rencilere ve bu konu üzerine yoğun araştırma içerisindeki akademisyenlere bazı so-rular yönelttik.
“Yazarlık atölyelerinin işlevi nedir? Bu tür atölyelerden beklenti nedir - bu atöl-yelerin asıl verebilecekleri nelerdir? Yazarlık kurslarda öğrenilir mi? Yazı yazmanınaltyapısını oluşturacak çalışmalar nelerdir? Bu atölyelere ilginin artması edebiyatımızaçısından nasıl bir gelişmedir; sadece bizde değil, tüm dünyada var olan yazarlar ara-sı usta - çırak ilişkisini yeniden canlandırır mı? Yoksa yazarlık kursları yazarlığı bir pi-yasa ürünü haline mi getiriyor?” Edebiyat dünyasına bir fikir sunmak amacıyla açtı-ğımız bu dosya umarız zihinlerde bir tartışma filizlendirir.
31 A�USTOS 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
Türkiye’de yaratıcı yazarlık endüstrisi,
1980 Darbesi’nin ardında bıraktığı ente-
lektüel ortamda, 1990’lar itibariyle orta-
ya çıkmaya başladı. Önceleri çeşitli der-
gi çevrelerinde “yaratıcılık”tan, “yaratıcı
yazarlık”tan dem vuruldu, çok geçmeden
de kurslar açılmaya başladı.
XX. yüzyılın başlarında ABD’de ge-
rekli görülen pedagojik bir müdahalenin,
zaman içerisinde dünya edebiyatını han-
diyse tamamen etkileyecek bu sonuca va-
racağını kimse tahmin etmemişti. Bugün,
bırakın Türkiye’yi ABD’de dahi bu ders-
leri verenlerin arasında yaratıcı yazarlık
endüstrisinin tarihinden ve ortaya çıkar-
dığı sonuçlardan haberdar olan çok az kişi
bulunuyor. Dünyada (özellikle ABD’de)
“yaratıcı yazarlık”ı öğretme iddiasında sa-
yısız kitap varken, ona eleştirel yaklaşan
yahut tarihine odaklanan sayılı eserin
bulunması, bunun bir göstergesi. Bu en-
düstrinin kurumsallaştığı ve kendi dışın-
da nefes alacak yer bırakmadığı ABD ve
kurumsallaşma sürecinde hızla ilerleyen
Batı ülkelerinin yanında, Türkiye’nin bu
konudaki “gecikmişliği”ni gerçek bir şans
olarak görüyorum.
Kültür endüstrilerinin nispeten hâki-
miyeti altına alamadığı yegâne alan olan
edebiyat, yaratıcı yazarlık endüstrisinin ge-
lişimiyle birlikte, tıpkı ABD’de olduğu gibi
bütün bütüne piyasanın isterleri etrafın-
da örgütlenen bir yapıya doğru ilerliyor.
Dünyada edebiyat adına binlerce yıl-
dır ortaya konan eserler usta-çırak ilişki-
si içerisinde oluşturuldu. Oysa yaratıcı ya-
zarlık endüstrisinin içinden konuşan her-
hangi bir ders kitabını elinize alın (bunun
en son örneği, Semih Gümüş’ün, ismiyle
müsemma kitabı Yazar Olabilir mi-
yim?’dir); okurda değiştirilmeye çalışılan
ilk intibaın usta-çırak ilişkisine dair ol-
duğunu ve bu yolla edebî üretimde bu-
lunmanın neredeyse zararlı olduğunu al-
tını çizerek söylediklerini göreceksiniz.
Ama bu kitapların hiçbiri, usta-çırak iliş-
kisiyle binlerce yılda edebiyatın geldiği
noktayı açıklayabilmekten uzaktırlar.
Çünkü usta-çırak ilişkisi; edebiyatı piya-
sanın isterlerine emanet edebilmek, hız-
lı/çok yazmak, yayımlamak, ajanslara
bolca malzeme sunmak, dolaşıma elden
geldiğince fazla kitap sokmak… gibi
amaçlara yanıt vermekte yetersiz kal-
maktadır. Oysa öğretmen-öğrenci ilişki-
si -çok uzun zamandır olduğu gibi- bütün
bu ihtiyaçları karşılamaya yönelik ideal
yöntemdir. Usta-çırak ilişkisinde gün ge-
lir usta, çırağına uzaklaşması gerektiğini
söyler. Hasan Ali Toptaş-Bekir Yıldız iliş-
kisi buna iyi bir örnektir. Oysa bugüne ka-
dar kendi derslerinin bir yazar adayına za-
rar verdiğini söyleye-
rek artık dersleri takip
etmemesini söyleyen
bir “öğretmen-yazar”
oldu mu? Grup çalış-
masıyla edebî üretim
iddiasında bulunmanın
kötü bir fantazi oldu-
ğunu görmek gereki-
yor.
Yaratıcı yazarlık en-
düstrisi nedeniyle, ge-
nelde dünya edebiyatı,
özelde ise Türkçe ede-
biyat, yazıyla “faydacı”
bir mantıkla kurulan
“araçsal” ilişkinin so-
nucunda, doğaya ka-
rışmak bilmeyen “plas-
tik” bir yapıya doğru
“ilerliyor”.
Edebiyatın iki yanı
vardır: Biri, üretimin
toplumsal yansıması ve
ortaya çıkardığı ilişkiler
ağı bağlamında toplumsal yanı; diğeri ise
metin ile -yazar dâhil herhangi bir- okur
arasında kurulan ilişkiden mütevellit şah-
si yanı. İlkine yapılan nefes aldırmaz
müdahalenin nasıl sonuçlar verdiğini
edebiyat tarihinde çokça gördük. İkinci-
sine yapılan müdahalenin sonuçlarını ise
Türkiye’de de hızla görmeye başladık.
Bu konu üzerine, şahsi sohbetler ha-
ricinde, eleştirel yaklaşım geliştiren bir elin
parmakları kadar dahi ismin olmayışı, ede-
biyatımız adına, her şeyden daha çok dü-
şündürücü geliyor bana.
Yarat�c� yazarl�k: Kötü bir fantezi!MESUT VARLIK/ AKADEMİSYEN
Bireysel kavrayışlar, sistemin getirdiği
iç-dış dünyaya ilişkin duygu ve yaşantı-
lardaki yetersizliklerle engeller, bir çok in-
sanı yaratıcı alanlara ve yazma uğraş ve
arayışlarına yöneltti. Yazarlığın çekici
bir meslek olarak görülmeye başlanması,
farklı deneyimlerin yazına dönüştürülme
arzusu ve kitapların daha kolay yayımla-
nır oluşu da ilgiyi arttırdı. Yazmak isteyen
ve yazmakla ilgili soruları olan her yaştan
insan yazarların yönettiği yazı atölyeleri
ve kurslara katılmaya başladılar.
Yazma sanatına yakından bakmak,
yazma korkusunu yenmek, söyleyecek
sözü olup olmadığını anlamak ya da yaz-
maya nereden, nasıl başlanacağını öğ-
renmek için kurslara katılanlar var. Yaz-
ma arzusunun gerçekçi olup olmadığını
görmek ya da oldum olası yazmak isteyip
de sürekli ertelenmiş özlemini deneme-
ye en sonunda fırsat bulmuşlar da olabi-
lir. Yazmanın terapi olduğuna inananlar,
kültürel yarar sağlamak, okuma yazma bi-
rikiminin boyutunu ve bunu nasıl kulla-
nılabileceğini öğrenmek amacıyla kurs al-
mak isteyenler de çıkabilir.
Yaratıcı Yazarlık Kursları olarak anı-
lan etkinlikler, yazmanın temel dinamik-
lerini kavramak açısından belli ölçüde ya-
rarlı olabilir ama hiçbir kurs insanı yok-
tan yazar yapamaz. Teori ile edebiyat için-
de var olabilmek zordur. Yazarlık duygusu,
sezgisi ve bilgisi insanın içindedir. Sistemli
bir okuma, yazma, biriktirme çabası ve di-
siplinli çalışmayla yol alır ve yazar olma
rüyası uzun sürer.
Bütün yazma hevesleri ve girişimleri
yazdığının bir anlamı olup olmadığı kuş-
kusu ile başlar. Yazmak bireysel bir eylem
olmakla birlikte başka gözlere ve görüş-
lere sunulamayan her çalışma - yazana gü-
zel de gelse- kesinlik kazanmamış görü-
nür. Yaratacağı etkiyi görmeden yazdık-
larımıza inanamaz çoğu kez umutsuz ka-
lırız. Yazma eylemi ancak başkalarıyla ile-
tişim yoluyla anlam kazanır. Kurslar bu ko-
nuda ufuk açabilir. Güvenilir bir usta ya
da hoca size ne yaptığınızı söyleyebilir.
Yazarlığa ve yazarlık kurslarına ilginin
Türk edebiyatına yararı gençlerin edebi-
yat ortamını ve yazarları izleyerek daha
çok kitap okumaları olabilir. Ancak kurs
verdiğim dönemde bu
umudumun pek ye-
rinde olmadığını da
gördüm. Kursiyerle-
rin büyük bölümü
Türk ve Dünya ede-
biyatından büyük öl-
çüde habersizdiler ve
çok satar kitaplar dı-
şında ne okuyacakla-
rını bilmiyorlardı.
Edebiyatta bire bir
usta çırak ilişkisine
inanmıyorum. Yaza-
rın ustaları dünyanın
önemli yazarları ol-
malıdır. İnsan nasıl ya-
zacağını her şeyden
önce çok fazla ve ni-
telikli kitaplar okuya-
rak öğrenir. Okuma-
dan kesinlikle yazıla-
maz. Ayrıca nasıl ve neyi yazacağını insan
kendisi keşfetmek zorundadır ve bu iş bir-
kaç haftalık bir atölye çalışmasıyla öğre-
nilebilecek bir zanaat değildir. Yazarlığın
bütün bir ömre yayılan sistemli bir çalış-
ma, özverili bir kendini yeniden inşa
etme eylemi olduğunu bilmeyen kişi yaz-
maya heves etmemelidir.
Hiçbir kurs insan� yoktan yazar yapamazİNCİ ARAL/ YAZAR
31 A�USTOS 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Yazarlık atölyelerine hiç katılmadım.
Açıkçası oralarda ne anlatıldığını, nasıl bir
çalışma yürütüldüğünü bilmiyorum. Bil-
meden de üzerine söz söylemek bir hay-
li güç. Yine de bu tür yazarlık atölyeleri-
ne mesafeli durduğumu söylemek zo-
rundayım. Yazarlığın tek okulu vardır
bana göre, çok okumak. Okumanın içine
yalnızca kurmacayı değil, kuramsal oku-
maları da katıyorum. Kurmacalar edebi-
yat çıtamızı geliştirir. İyi ile kötüyü ayırt
etme yetisini çok okuyarak kazanabiliriz.
Edebiyata bakışımız, edebiyat zevkimiz-
le birlikte gelişir. Kuramsal okumaları ek-
sik bırakmadığımızda da kurmaca me-
tinlere ilişkin değerlendirmelerimiz bes-
lenir ve derinleşir. Sezgisel olarak edin-
diğimiz beğeni değerlendirmeleri, biriki-
min üzerinde yükselmeye başlar. Ku-
ramsal okumalar bizi edebiyat üzerine
daha çok düşünmeye zorlar. Dil, kurgu,
karakter oluşturma, metnin felsefesi gibi
konuları bu kuramsal okumalar ışığında
tartışarak, kendi poetikamızı da adım
adım oluşturabiliriz. Okuduğumuz kur-
macalar üzerine yaptığımız eleştirel oku-
maları yazıya dökmek de bence yazma ey-
lemimizi geliştireceği ve yazıyı aynı za-
manda bir düşünme yöntemi olarak bes-
leyeceği için iyi bir yoldur. Metinlerimizi
fikirlerine güvendiğimiz arkadaşlarımız-
la paylaşmak ve açık, mert, cesur eleşti-
rel okumalara, tartışmalara açık olmak da
bence yazarlık okulunun olmazsa olma-
zıdır. Yazarlık atölyelerinde tüm bunlar
sağlanıyorsa eğer mutlaka yararlıdır, ama
eğer yazmanın formülleri verilmeye çalı-
şılıyorsa ya da buralara gidenler yazarlı-
ğın formülünü arıyorlarsa boşa bir çaba-
dır bu. Aksine formül ararken şablonla-
ra saplanma ihtimali çok daha yüksektir.
Bu da herhalde, eğer öyle bir şey varsa, ya-
zarlık “yeteneğine” en büyük öldürücü
darbe olur. Formüller ve şablonlar öz-
günlük değil, aynılık yaratır. Aynılığın ise
“yaratıcı yazarlık”a gidecek yolun taşla-
rından biri olabileceğini sanıyorum.
Formül ararken �ablonlara saplanma ihtimali
Elbette ki bu tür atölyelerde “öğrenmek”
esastır. Usta-çırak ilişkisi ön plandadır.
Resim yapmayı, yazı yazmayı, herhangi
bir müzik aletini çalmayı siz öğrenebi-
lirsiniz; bunların öğretilebilir/ öğrenilebilir
yanları vardır. İyi bilen birinin yanında
ona bakarak/ onu gözleyerek/ ona sora-
rak bunların zanaat yanını öğrenebilir-
siniz. Yaratıcılık yanı ise öğretilemez, bu
tür atölyelerde edindiğiniz disiplin, yol/
yordamla sizin içinizdeki yaratıcılık ortaya
çıkabilir. İşte bu noktada da bunu nasıl
geliştirebileceğinizin disiplinleri öğretilir
size atölyelerde. Kendi payıma, yaklaşık
yirmi yıldır üniversitelerde, kültür mer-
kezlerinde, sanat işliklerinde “yaratıcı ya-
zarlık dersleri” verirken oluşturduğum
programlarda öncelediğim de budur.
Yazmak her şeyden önce bir içdisiplin işi-
dir, öncelikle bunu öğrenebilmek için iyi
bir okur olmak gerekir. Bu nasıl sağla-
nacaktır? Düz bir okurluktan düşünceli
okurluğa, oradan da yazar okurluğuna na-
sıl geçilecektir, vb. Bunların yolunu yor-
damını göstermeye çalışırım. Belirli me-
tinleri çözümleyerek, belli başlı yazarla-
rı okuma biçimlerini anlatarak/ tanıtarak/
çözümleyip yorumlayarak yol almalarını
sağlarım. Öte yandan izlettiğim filmler-
le de yaratıcı dünyalarının ufkunun ne-
lerle/ niçin beslenmesi gerektiğini hatır-
latmaya çalışırım sürekli.
Tüm bunlar bir anlamla usta-çırak iliş-
kisine benzer bir yolculuğu içerir. Kendi
yazarlık tutumumu “empoze” etmek-
tense, kendi deneyimlerimi de aktarma-
yı göz ardı etmiyorum elbette. Hem ya-
zarken, hem okurken, hem de yaşarken
edindiklerime de yer yer değinirim.
“Kimse sizden yazı yazmayı istemez,
önce kendiniz için yazmalısınız” derim.
Kendinizi yazmaya inandırmalısınız. Ora-
da ilk göreceğiniz şey şudur: Peki ben na-
sıl bir okurum, nasıl bir hayat yaşıyorum,
ne yazmak istiyorum ve niçin yazmak is-
tiyorum gibisinden sorular da üşüşecek-
tir zihninize… İşte tüm bunların ve daha
birçok şeyin yanıtını ararız biz atölye ça-
lışmalarında. İlk sözüm ise hep şu ol-
muştur: Yazarlık öğretilemez, ben bunu
yapacak değilim zaten; ama yazmak baş-
ka yazarlardan öğrenilebilir; onların yaz-
dıklarından. Burada da bunun yolunu/
yordamını göstermeye çalışacağım…
Diğer yanına gelince: Buradan
edebiyatçı çıkar mı? Çıkar, çıkanlar var.
Bir dönem edebiyat dergileri ve edebi-
yat ödülleriydi bunun arenası. Ama gi-
derek işlevselliklerini, hatta güvenilir-
liklerini yitirdi bunlar. Gene de, ben, ede-
biyat dergilerinin her zaman edebiyatın
mutafı/ laboratuarı olduğu görüşüne sa-
dığımdır.
Yazarl�k ö�retilemez ama yazmak ba�ka yazarlardan ö�renilebilir
Katılımcı olarak bulunduğum yaratı-
cı yazarlık atölyelerinde bir “hobi bah-
çesi” kavramı keşfettim. Emekli olmuş,
evde yalnız kalmak istemeyen, “arka-
daş edinirim belki” diyen kişilerin
yazmaya ve okumaya dair “gerçek” ye-
terliliklerinin yönetici tarafından zer-
re ölçüme tabi tutulmadan yazar olma
yoluna sokulduğu bir “entellektüel
uğraş” ortamı olarak tanımlıyorum
kendi gittiğim yaratıcı yazarlık atölye-
sini. Yazmak, okuma uğraşının sağ-
lamlaşmasıyla ilerler ve pratikle birlikte
doğru bir noktaya gider. Bu tür atöl-
yeler, yazma konusunda “cevher” ta-
şıyan kişilerin yönetici yazar tarafından
keşfedilmesiyle, onun koçluğunda ku-
rulan bir ortamda fikirlerin, yazıların,
eleştirilerin çarpıştırılmasıyla yeni bir
bilinç ve güçlü bir yazma biçimi ka-
zanmasına önayak olabilir. Fakat “doğ-
ru yönetici” kavramı oldukça önemli
bu noktada. Kendine, kendi asalağını
yaratmaya çalışan bir yönetici değil,
ekiptekilere kendi yollarını bulmalarını
sağlayacak savaş meydanını yaratan bir
yönetici. Yazma konusunda temel-
lenmiş bir öğrencinin pratik alanının ve
zihin dünyasının gelişmesinde yazarlık
atölyeleri doğru işletilebilir ve “para
gelsin” mantığından uzaklaşırsa önem-
li katkılar sağlayabilir.
“Do�ru yönetici” kavram�oldukça önemli
Yaratıcı yazarlık atölyelerinde amaç, katılım-
cıları yazıyla bir arada tutmak, kör okumalar ye-
rine daha bilinçli okumalar yapmalarını sağla-
mak, ne yazıldığından ziyade nasıl yazıldığına
bakmayı ve dilin kullanılışını öğ-
retmek. Bir atölyeye giderek yazar
olunabileceği fikri, çocuksu bir ha-
yal ama bu yolda yürümek için ce-
saret verecek bir ilk adım olabilir.
Çoğunluğunu orta yaş ve üzerinde-
kilerin oluşturduğu katılımcıların, bu
atölyelerde öğrendiği diğer bir şey
ise eleştirmek ve daha önemlisi
eleştirilmek. Bu, sadece edebiyat alanında de-
ğil yaşamın pratiğinde de, mutlak doğrular inan-
cından sıyrılıp özgürleşmemizi sağlayacak de-
ğerli bir kazanım.
Atölye sayısının artması sevindirici bir ge-
lişme. Şüphesiz, bütün atölyeler ticari bir kay-
gı taşımaktadır. Aksini düşünmek fazlaca ro-
mantiklik olur. Belki de gene bu ticari kaygı,
atölyeleri daha iyi olmak, gelişmek yönünde zor-
layacaktır. Yeni olan karşısında yargılayıcı, en-
gelleyici olmak yerine, kararı zamana bı-
rakmak, katılımcıların seçimine güven-
mek gerektiğini düşünüyorum.
Yazarlık atölyeleri dili ve yazım tek-
niklerini öğretmesinden daha çok, yaz-
manın bir insan eylemi olduğunu, emek
verilirse ve istenirse her insanın yazabile-
ceğini göstermesi açısından anlamlıdır.
Hiçbir eylem kutsal değildir ve seçilmiş-
lere bahşedilmemiştir. Edebiyata ve sanata atfe-
dilen kutsallık, bu alanlarda otorite olanların, ses-
siz onamalarıyla zihinlerimizde yer etmiş bir ya-
nılgı. Bana göre, edebiyat atölyelerinin, zihin-
lerdeki bu yanılgıyı ortadan kaldırmaya başlaması
bile gereklilikleri için yeterli.
Edebiyata ve sanata atfedilenkutsall�k bir yan�lg�
SEMRA BÜLGİN/ ATÖLYE KATILIMCISI
FERİDUN ANDAÇ/ YAZAR
IRMAK ZİLELİ/ YAZAR
EMEL TELCİ/ATÖLYE KATILIMCISI
31 A�USTOS 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
SEYY�TNEZ�R
ARAKABLO
Bu toplumda maddi ve manevi tüm acı-
ları yaşanmadıkça kapitalizmin sökülüp
atılması olanaksızdır. Batı’da birkaç yüz-
yıla sığan bu acılarıysa, çok daha kısa
bir sürede emperyalizmin her anlam-
da yedeği durumundaki AKP iktidarı
en zorba biçimiyle yaşatacak.
“Hece” Dergisi’nce “yerlilik” vur-
gusu öne çıkartılarak, Kemal Tahir’in
edebiyat ve düşünüşünde Batı karşıtlı-
ğı ve Marksist yönelimin tarışıldığı
özel sayı (S: 23 / 181) üstüne değinme
ve eleştirilerimizi bu bölümde noktalı-
yoruz. Hece yazarlarının çoğu, K. Ta-
hir’in yapıtlarında Batı karşıtlığının
dine ve Osmanlı’ya dönük çizgiler ta-
şıdığı umarıyla “yerlilik” açısından de-
rinliğini irdelerken, onun özellikle din
karşısındaki tavrını olumsuz ve “yerli-
lik” boyutunu zedeleyici bulmakta-
lar... Derginin sunu yazısında
bu çok açık vurgulanıyor:
“Türkiye’de İslâm, her za-
man yerli düşüncedir; yer-
leşmeyi / yerlileşmeyi başar-
mıştır. ... sosyalizmin yerli
düşünce olması halâ imkân-
sız görünmektedir.” (Hece, s.
11)
“ALLAH A�RISI”NINDEL�L� OLUR MU?Demek ki Hececilerin yer-
lilik kavramına Batılılaşma
ve en kaba Kemalizm karşıtlığı dışında
yükleyebildikleri derin anlamlar 1400
yıllık İslâmi değerleri aşamıyor. Ama
dönüp her biri, yüz yıllık Cumhuriyet’in
yerleşmemişliğini ve çökmekte oluşu-
nu ima edebiliyor, K. Tahir üzerinden,
halkçı, laik ve yurtsever Cumhuriyet’i,
“sığ, köksüz Kemalizmi” ideolojik bağ-
lamda yerle bir etmeyi umuyor.
Hece yazarlarının K. Tahir konu-
sunda ortak kaygısını ve vardığı sonu-
cu en açık anlatanlardan Ömer Aksay’ı
da entelektüel düzeyde her şeyden
çok ilgilendiren durum, insanların Tan-
rı’yla kendileri arasında kalması gere-
ken inancın türü ve delili: “Kemal Ta-
hir’in de ‘bir Allah ağrısı’ çektiğine ina-
nalım mı, yeterince inanacak delile
sahip miyiz?” (s. 507) Ne yazık ki de-
liller sanığın aleyhindedir: “Kutsal
emanetler için ‘süprüntüler’ diyen Ke-
mal Tahir, dinî değerlere çok rahat dil
uzatabilen bir kişiliğe sahiptir.” (s.
512)
İslâmi Osmanlıcıların çok değer
verdikleri S. Fehmi Ülgener ve üstadı
Max Weber de İslâmiyet’le ilgili her-
hangi bir tartışmaya girer gibi olunca
kuşku ve soğukluk yaratır, güven yiti-
mine uğratırlar... Bilim adamının temel
referansı Kur’an olunca hangi bilimsel
tartışma yapılabilir ki? Bir yazısında Ül-
gener vesilesiyle aydının entelektüel ye-
tisini ve yaratıcılığını tartışan Şerif
Mardin, bu sorumuzu ilginç bir sapta-
mayla yanıtlıyor: “İslâm (resmî) kül-
türünde (tasavvuf dışında kalan Orto-
doks Şeriatçılıkta) ve bu arada Osmanlı
kültüründe, ‘Daemon’ [içrek muhale-
fet /SN], ‘şer-şeytan’la bir tutulduğun-
dan, yaratıcı bir güç olarak ortada
yoktur.” Mardin’in “gerek Osmanlı
aydınında gerekse bugünkü aydınları-
mızda” iç hesaplaşmadan yoksun “yü-
zeysellik” aşılmadıkça, aydın, en geniş
zamanlı sorunların tartışılmasında bile
derinlikle karşılaşınca, entelektüel se-
rüvene dalmaktansa, sınaşık olduğu da-
yanakları ve sığ suları seçmede ikircikli
davranmayacaktır.
Yerlilik sorunu, K. Tahir için mal-
zeme olarak önemlidir, amaç olarak de-
ğil. Nitekim düşünsel yönden dergide-
ki en üretken yazarlardan Kenan Ça-
ğan, onun bu tutumunun farkındadır:
“Kemal Tahir’in yerliliği evrensel nos-
yonlardan kopan, kendini dar sınırla-
ra hapseden, indirgemeci, küçültücü bir
yerlilik değildir. ... sağ ideolojik yapı-
lanmanın dışında, sosyalist referanslarla
keşfedilip inşa edilen bir şeydir. O re-
feransların başında Marksizm’in bütün
ideolojik ilkeleri ve diyalektik yöntemi
gelir.” (s. 61-62) Ali K. Metin, bu bağ-
lamda çok daha açık, kesin ve sahicidir:
“Marksist kökeni sebebiyle dünya gö-
rüşü bakımından yerlici olarak tanım-
lanamayacak bir konumda durur.” (s.
159) Ne ki Marksizmde evrenselcilik,
yerelliği yoksayan bir tutum içermez; ev-
renselin bileşeni olabilecek değerdeki
yerel ayrıntıyı insanın gündemine taşı-
makta inatçıdır. Başından beri aydın ve
sanatçılardan, insanlığı her türlü man-
evi üretim ve yaratıcılıkla tarihsel bağ-
lamda buluşturmasını militan bir yük-
lenmeyle ister.
TÜRKLÜK VE OSMANLILIKLütfi Bergen, Levent Köker’den alın-
tıyla, aydının öncü işlevini yerel ahlaki
çerçevede pek güzel sınırlıyor (s. 110):
“...münevverin halka telkin edeceği
mefkûreler, halkın ruh ve vicdanından
alınmış olmalı.” Peki, “mefkûreler,
halkın ruh ve vicdanında” varsa, ay-
dınların onu alıp yeniden halka telkin
etmesinin anlamı ne? Halkın bu aydı-
na gereksinmesi ne? Gerçek şu ki her
türlü bilinç yenilenmesi bunu kavramış
olmakla, yani yukardan aşağıya ger-
çekleşir. Mefkûre halkta yoktur, ma-
yadır o; mayanın tutacağı ham bilgi, içe
doğuş olarak değil ama, tarihsel birikim
olarak halktadır. Halkın dalkavuk pal-
yaçoya değil, onu cesaretle eleştirip yan-
lışlarından arınmaya kışkırtacak öncü
tavrına gereksinimi var. Haksızlık et-
meyelim; Bergen, görüşlerini dergide
ayrıntıcı, en açık ve çaplı düzeyde sa-
vunan yazarlardan biri olarak, K. Ta-
hir’deki “Anadolu Türk ırkı” savının te-
mel değerlerini anımsatmakla girişim-
ci bir tartışma örneklediği kadar, ver-
diği alıntıyla, Osmanlıcılık beklentile-
rini de yanıtlıyor:
“Anadolu Türkçülüğünü, ırkçı-
Turancı Türkçülükle karıştırmak, çık-
mazda debelenerek ölmüş Osmanlı
Türkçülüğü, kısacası Osmanlılık yap-
maktır. Anadolu Türkleri, Ortaasyalı-
lıkla bütün ilgilerini –fizyolojik ve psi-
kolojik bütün benzerliklerini– yitirmiş
yeni bir ırktır.” Bergen, K. Tahir’in Os-
manlılık tanımını da okura taşıyor:
“Osmanlılık; ne bir kabile federasyo-
nunun meydana getirdiği bir göçebe
akını, ne bir yoğun idareci kadronun bir
eski devleti ele geçirişi, ne bir din ya-
pıcılar, silahşör dervişler kurumudur.
Osmanlılık, Gibbons’un dediği gibi,
yeni bir ırktır.”
KEMAL TAH�R’�N BÜYÜKALDANI�IKemal Tahir’in özgün ve büyük ölçü-
de tutarlı bakış açısındaki temel yanıl-
gıyı, büyük tarihsel aldanışının kayna-
ğını Anadolu’da halkın ekonomik ger-
çekliği üstüne şu saptamasında bulu-
yoruz (Kenan Çağan anımsatıyor; s. 68-
70): “Anadolu Türk toplumunun eko-
nomik temelindeki mülkiyet anlayışı
özelliği onu her bakımdan sosyalizme
zorlar.”
Demek ki, halkın özel mülkiyetle
bağları zayıf ve yüzeysel. Ortaklaşma-
cı yaşam ve mülkiyet anlayışı, illa yer-
lilik ve eskilik aranacaksa, Türklerin kaç
bin yıllık geleneğinde ve ruhsal özün-
de sürüp geliyor. Yani, K. Tahir’e göre,
sosyalizme tarihsel yatkınlığı var. Öy-
leyse ruhundaki közlerin küllerini üf-
leyerek, gerekirse zorlayarak halkı mo-
dern sosyalizme taşımalı!
Oysa başka yerde, büyük çiftlikleri,
Osmanlı, “küçük aile işletmelerine çe-
virmiş ... kişisel mülkleri de türlü yol-
lardan vakıflaşmaya zorlamıştır” diyen
de Kemal Tahir (L. Bergen; s. 121). Ni-
tekim özellikle Fatih döneminde servet
birikiminin belli ellerde toplanması
önlenerek bir çift öküzle işlenebilecek
tarla büyüklüğünü temel alan hane
üretiminin yaygınlaştırılması sağlan-
mış, devlete rakip olacak büyük mül-
kiyet sahipliğinin ve sosyal güçlerin
oluşması engellenmiş, Kanuni döne-
minde ise Ebussut’la birlikte özel mül-
kiyetin vakıflar üzerinden yerleşme ve
yaygınlaşmasının hukuku yaratılmıştır...
Öte yandan, S. Fehmi Ülgener, bu dö-
nemde, tam tersinin gerçekleştiğini,
halktaki özel mülkiyet eğilimlerinin
özellikle öldürülüp yok edildiğini öne
sürer. Peki aynı olgudan iki zıt sonuca
nasıl ulaşılabiliyor?
MARX NE D�YORDU?Gerçek şu ki, Marx’ın da öngördüğü
gibi, “toprağın özel mülkiyeti Asya
toplumlarının en güçlü ve gizli arzu-
sudur”. Türk toplumunun modern aşa-
mada kamusal mülkiyet ve sosyalizm
karşıtlığının kökleri çok derinlerde-
dir; ancak bu, gelişip büyüme ve top-
lumsal ilişkilerde ticari rekabete daya-
lı bir dönüşümü sağlayıcı yönde mülk
olmaktan çok, ortak mülkiyet üzerin-
de kişisel yetki ve güç gaspının ger-
çekleşmesi düzeyinde kalır; üretim sü-
recinde emek sömürüsüne dayalı özel
mülk edinme niteliğinden, giderek ka-
pitalizmi hazırlayıcı mülkiyet ilişkile-
rinden de yoksundur.
Kişinin mülkiyetle kurduğu ilişki
üretken değildir, yağma, talan, haraç ge-
leneğinin uzantısıdır, türevidir (Devlet
malı deniz, yemeyen domuzdur); en
çoğu ranta ve tefeciliğe varır. Toplumun
tüm kişi ve kurumları, birbiri üstünde
angarya ve haraca dayalı güç uygula-
yarak, ailedeki hiyerarşik yapıyı sıkı ya
da gevşek bir ilişkiler ağıyla tüm top-
lumsal birimlerde devletin küçültülmüş
modeliyle yürütür. Hakçası, bu top-
lumda maddi ve manevi tüm acıları ya-
şanmadıkça kapitalizmin sökülüp atıl-
ması olanaksızdır (Bu acılarıysa, öyle
görünüyor ki, emperyalizmin her an-
lamda yedeği durumundaki AKP ikti-
darı en zorba biçimiyle yaşatacak, Türk
toplumu tarih boyunca yaşamadığı de-
ğer yitimi ve yozlaşmayı hem de maf-
ya kapitalizmiyle yaşayacak).
“Kemal Tahir’in durumun farkında
olan ve olmayan takipçileri” yazısında
Kurtuluş Kayalı’nın ayrıntılı biçimde
gösterdiği gibi (s. 322), herkes kendi K.
Tahir’ini yorumlamayı sürdürecektir.
Toparlayacak olursak, Hece, kimi sap-
tırma niyetleri dışarda tutulacak olur-
sa, kapsamlı ve yararlı girişimiyle özgün
ve tutarlı çabaları yüreklendirmiştir.
TÜRKİYE’NİN RUHUNU ARAYAN AYDIN: KEMAL TAHİR / 5
Kemal Tahir’in büyükaldanışının kaynağı
31 A�USTOS 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Sibel K. Türker’in yeni romanı “Ha-
yatı Sevme Hastalığı” raflardaki ye-
rini aldı. Can Yayınları’ndan çıkan
romanın konusu iki kadının dost
olup hayata dair her konuyu irdele-
melerinden oluşuyor. Yetimhanede
büyümüş, annesiyle geç yaşta tanış-
mış ve annesinin ölümüyle onu mavi
kazağıyla ölümsüzleştiren baş ka-
rakterimiz, güzel sesi sayesinde ses-
lendirme yaparak hayatını sürdür-
mektedir. Yeni edindiği dostu yani
komşusu ise intihara eğilimli bir
bankacıdır. Tamamen farklı hayat-
lardan gelen bu iki kadının dostlu-
ğu da hayata dair her konuyu irde-
lemeleri de oldukça renkli olacaktır.
Annesinin ölümüyle mavi kazağın di-
rilişi esnasında bir de ayrılık acısı çe-
ken baş karakterin ateşli bir hasta-
lığa yakalanmasıyla kapı komşu-
suyla tanışır ve iki karakterin ha-
yatları kesişir.
Romanın Haziran ayında çık-
masının hemen ardından aynı ay
içersinde Radikal Gazetesi Kitap
Eki’nde Irmak Zileli’nin kitaba dair
eleştirisi ve bir hafta sonrasında ise
aynı ekte yazarın (kendi tanımladı-
ğı şekliyle) savunusu yayınlandı. Bu
bilgiler aklımızın bir köşesinde bu-
lunsun. Takdir edersiniz ki bu şekilde
bir olaya konu olan kitabı insan
daha da merak ediyor. Ama mera-
kımı dizginleyerek sadece yazılara in-
ternet üzerinden ulaşıp bilgisayarın
bir kenarında sakladım ve önce ki-
tabı okumaya karar verdim. Genel-
de tavsiye ile veya elime bu şekilde
geçmiş kitapların arka yazılarını da
okumayı sevmem. Aynı muameleyi
bu kitaba da gösterip kitabı okumaya
başladım.
Kitaba başlayınca ilk satırlarda,
ilk sayfalarda gerçekten duyarlı ve
size bir şeyler anlatmak için emek
harcayan ve romanını bunun için
oluşturmuş bir yazarla karşı karşıya
olduğunuzu anlıyorsunuz. Yazarın
üslubunun gerçekten güzel oluşu ki-
tabı daha da sevmeye başlamanıza
sebep oluyor. Yer yer nükteli ve o ka-
dar sıradan, çekilmez olan şeyleri
bile esprili bir şekilde ifade edişi ki-
tabı daha da güzel kılıyor. Ancak ki-
tapta hissettiğim sıkıntı kitabın kur-
gusunun ve yazarın anlatmak iste-
diklerinin birleşememesi. Daha doğ-
rusu yazarın anlatmak istediklerinin
sarmalanıp olay örgüsü içinde tam
olarak eritilememesi. Okurken iki
ayrı konu varmış hissine kapılıyor-
sunuz. Bir olay örgüsü var takip et-
meniz gereken. Bir de arada ana ka-
rakterin ağzından dökülüveren ya-
zarın anlatmak istedikleri. Açıkçası
olay örgüsüyle anlatılmak isteni-
lenlerin kaynaşamamasından bir
süre sonra sadece olay örgüsüne
odaklandığınızı fark ediyorsunuz.
Belki de tam olarak kitabın hakkı-
nı veremeden bitirivermiş oluyor-
sunuz. Sanırım kitabın olay örgüsü
kısmının da beklenildiği sonu size
vermemesi ve yazarın anlatmak is-
tediklerinin de olay örgüsüyle zaman
zaman örtüşememesi sonunda sizi
boşluğun kollarına yuvarlayıveriyor.
En azından bende oluşan his bu
oldu: Boşlukta süzülü-
vermek. Kitap bende tu-
tunacak, hatırlayacak,
“Vay be!” dedirtip dü-
şüncelere sevk edecek
hiçbir şey bırakmadı. Ki-
tap bittikten sonra arka
kapaktaki yazıyı oku-
yunca bir kere daha ikaz
ediliyordum mesaj ileten
bir kitap okuduğuma
dair, lakin ben inatla boş-
luktaydım.
OKUYUCUSUYLAKAVU�AMAYAN K�TAPKonusu hiç önemli olmaksızın ki-
tapların vermek istediği bir mesaj
vardır bence. Yazmaktaki amaç bu-
dur, yazan kişinin bir derdi vardır
muhakkak. Hele yazan kişi yayınla-
maya karar verdiyse artık dünyaya
duyurmak istiyordur derdini. Verdiği
mesajın konusu yazara bağlıdır. Bu-
rada biz okuyuculara herhangi bir
söz düşmez, takdir yazarındır. Ama
bu kitapta yazarın vermek istediği
mesajı ben bulamadım ve alamadım
haliyle. Irmak Zileli’nin de eleştiri-
si bu tarzda. Ancak yazar kendi sa-
vunusunda Zileli’nin bu isteğini
“solcu bir kitap” beklemek olarak ni-
telendiriyor ve kendi hayatından
bazı şeyler anlatıyor ve ideolojik
öğeler içermeyen kitap yazma kay-
gısında olduğunu, darbe dönemi
edebiyatından sıkıldığından dem
vuruyor. O dönem siyasetle ilgilen-
meyen ailelerin neler çektiğini an-
latmaya çalıştığını ve “anlatılmaya-
cak olanı” anlatma çabasında oldu-
ğunu söylüyor. Burada eleştirileri bir
kenara bırakıp şunu sormadan ede-
miyorum: Kitabın ne maksatla ya-
zıldığını anlamayı istemek, konusu
ne olursa olsun mesajını bulmaya ça-
lışmak, kitaptan kendine bir şeyler
katmaya çalışmak okuyucunun hak-
kı değil midir? Benim okuyucu ola-
rak beklentim bu.
Olay örgüsü ve anlatılmak iste-
nilenin (mesajın) kitapta tam olarak
kaynaşamamasına dair sıkıntıma
eleştirilerde yanıt buldum gibi. Ki-
tapta bizzat yazarın ağzından şu
cümleye rastlıyoruz: “Böylesine odak
noktasının bozulup çarpıtıldığı ve ha-
ince yok edildiği anlatıla-
ra postmodern anlatılar,
diyoruz ve başımıza vura
vura belletilen çekiç misali
eski odak noktalarını öz-
lüyoruz.” Irmak Zileli de
bu cümleye atıfta bulun-
muş eleştirisinde. Bu
cümle benim de aklımda
birtakım şeyler uyandırdı.
Belki de yazarın farklı
bir amaçla yazmaya ça-
lıştığına dair bir ipucu
olabilirdi. Gerçekten de postmo-
dern bir anlatı seçmiş olabilir yazar.
Ancak kitapta anlatılmak istenilen-
le (yazarın derdiyle) olay örgüsü
kavuşamamışken böyle bir tarz de-
nendiyse, okurla da kavuşamamış du-
rumda. Anlatılmak istenen okura
ulaşamamış oluyor. Ve evvelden de
belirttiğim gibi her kitabın bir mesajı
vardır ve mesajın konusu önemli
değildir. Ama mesaj alınamayan ki-
tap bir sorun teşkil eder bence. Ya-
zar mesaj vermek istemiyorsa, belli
bir derdi yoksa neden yazar? Veya
yazsa bile neden yayınlama ihtiyacı
duyar? Birilerine ulaşma kaygısı
olan birinin hayatla bir derdi de
vardır demek ki. Ve bunu biz oku-
yucularla paylaşmaması haksızlık
kanımca.
OKUYUCUSUNA 233 SAYFAFAZLADAN OKUTMAKİkinci önemli husus ise yazarın sa-
vunusundaki bir cümle. Kitap eleş-
tirisine dahil edilmemesi gerekir
belki de ancak biz okuyuculara kar-
şı yazılan ifadenin hoş olmadığı ka-
nısındayım. Birebir aktarıyorum:
“Bir roman başlangıç cümlelerinden
anlaşılamaz. Bence benim roma-
nım sadece ve sadece 223, 224 ve
225. sayfalardan ibarettir. Fazlasını
okuyan herkese buradan teşekkür et-
mek isterim.”
Madem üç sayfa yazar için önem-
liydi geri kalan sayfaları neden bi-
zimle paylaştı diye merak etmemek
elde değil. “Kitap esasında üç say-
faymış, kandırıldım mı acaba?” diye
sormadan edemiyorum. Kaldı ki
ben yazarın konusuna ve mesajına
karışmıyorsam ve kitabını alıp oku-
yorsam, kendisinin de benim okuma
aşamamda hangi sayfaların kıymet-
li olup olmadığını bana belirtme
hakkı yoktur. Ben belki de ilk say-
fada veya kırk beşinci, yetmiş ikin-
ci sayfada keyif alıyorum ve bu say-
falar benim için bir şeyler ifade edi-
yor. Kitabı yazan bile olsa bende
uyandırdığı hislere karışamaz. Kitap
artık kendine ait olmaktan çıkmıştır.
Biz okuyucular da mesaj alanlar, ala-
mayanlar, değer biçip biçmeyenler o
kitaba dahil olmuşuzdur. Yazar,
eğer biz okuyucuları kısıtlamaya ça-
lışıyorsa kitabı yayınlamaması daha
yerinde olur kanımca.
(Hayatı Sevme Hastalığı,Sibel K. Türker,
Can Yayınları, 236 s.)
“Anlatılmayacak olanı” anlatmayayemin ederken boşlukta süzülüvermek
Konusu hiç önemli olmaks�z�n kitaplar�n vermek istedi�i bir mesaj vard�r bence. Yazmaktaki amaç budur, yazanki�inin bir derdi vard�r muhakkak. Hele yazan ki�i yay�nlamaya karar verdiyse art�k dünyaya duyurmak istiyordurderdini. Verdi�i mesaj�n konusu yazara ba�l�d�r. Ama bu kitapta yazar�n vermek istedi�i mesaj� ben bulamad�m
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
Bir olay örgüsü var takipetmeniz gereken. Bir de
arada ana karakterina�z�ndan dökülüveren
yazar�n anlatmakistedikleri. Aç�kças� olay
örgüsüyle anlat�lmakistenilenlerin
kayna�amamas�ndan birsüre sonra sadece olay
örgüsüne odakland���n�z�fark ediyorsunuz. Belki detam olarak kitab�n hakk�n�
veremeden bitirivermi�oluyorsunuz.
Sibel K. Türker
31 A�USTOS 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Yiğit Bener’in “Heyulanın Dö-
nüşü” romanını 41. Orhan Kemal
ödülünü aldıktan sonra okudum.
Ödülün Orhan Kemal adına ve Tah-
sin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral,
Özdemir İnce, Erol Şadi Erdinç,
Turhan Günay, Nazım Kemal Öğüt-
çü gibi isimlerden oluşan Seçici Ku-
rul tarafından verilmesi ilgimi çek-
mişti.
Romanın öznesi Yiğit Bener’in
kendisidir. 12 Eylül öncesi gençlik
hareketi içinde Bilimsel Sosyalizmi
benimsemiş, müdahale sonrası Av-
rupa’ya gitmek zorunda kalmış daha
sonra tekrar Türkiye’ye dönmüş.
Dönmüş ama bir hayalet olarak.
O artık başka bir şeydir.
Ekim 2011’de NTV’de yayınla-
nan söyleşide romanın esin kayna-
ğının, Robin Campillo’nun “Geri
Döndüler” ( Les Revenants) filmi ol-
duğunu belirtiyor. O
filmde Paris yakının-
da bir kasabada son
on yılda ölmüş in-
sanlar mezarlarından
çıkıp geliyorlar. O ka-
sabada 13 bin kişi gel-
miş ve geri gelenler
nasıl uyum sağlaya-
caklarını bilemiyorlar.
Yiğit Bener, geri dö-
nüş ve toplumdan
uzaklaştırılmış insan-
ların yaşamları üzerine
düşünmekteyken izle-
diği bu filmin romanı
yazmasında tetikleyi-
ci olduğunu söylüyor.
Emperyalist merkezlerdeki bu-
nalım ve gelecekten umutsuzluk,
gerçek dışı film ve sanat ürünlerinin
artmasıyla da kendisini gösteriyor.
Yazarın esin kaynağının aynı or-
tam olması bir tesadüf değil.
Bener, esin kaynakları arasında
Komünist Manifesto’daki başlan-
gıç cümlesinin bulunduğunu da be-
lirtmiş: “Avrupa’da bir hayalet kol
geziyor- Komünizm hayaleti.” Bener
çevirilerdeki “hayalet” yerine “he-
yula” kelimesini kullanıyor.
Marks ve Engels cümlenin de-
vamında Yaşlı Avrupa’nın bütün
gerici güçlerinin bu hayaleti kovmak
için kutsal bir sürek avında el ele ver-
diğini yazarlar. Bu hayalet, gericili-
ğin devrim korkusunun ifadesidir.
Bütün Avrupa’yı saran 1848 Devri-
minin yarattığı korkudur. Devrim,
emekçiler için ise geleceği fethetme
mücadelesi ve büyük umuttur.
Ancak Yiğit Bener’in heyulası,
devrimden ve örgütlü mücadele-
den vazgeçeli yıllar olmuştur. Ör-
gütlü mücadeleden ve örgütten nef-
ret etmektedir. “Tam bir heyula ko-
zası” olarak tanımladığı Heybelia-
da’ya kaçmıştır. Tek başına da dü-
zene boyun eğmemenin mümkün ol-
duğu iddiasındadır. “O sadece ken-
di yolunda gidendir.”
Türkiye’deki mücadelenin kök-
süz olduğu iddiasındadır. Cumhuri-
yet öncesi işçi hare-
ketini Osmanlı Er-
meni işçi hareketi
olarak tanımlamak-
ta ve tehcir sonunda
silindiğini savun-
maktadır. Üstüne
üstlük birde Mustafa
Suphi ve yoldaşları
Karadeniz’de boğ-
durulunca tarihsel
miras olarak bir şey
kalmamıştır. Haya-
lete göre bunun so-
nucu olarak gözler
köylü mücadelele-
rine ve Kuvayı Mil-
liye’ye çevrilmiş, birinden misti-
sizm diğerinden militarizm alınmış-
tır. Marksizmden de Stalinist bü-
rokratik harç alınınca ortaya sko-
lastik bir bulamaç çıkmıştır.
Birinci Meşrutiyet Devrimiyle
ilk büyük atılımını yapan, 1908 Dev-
rimi ile çağdaşlığa uzanan, 1914-22
yılları arasında emperyalizme karşı
insanlık tarihinin zaferle sonuçlanan
ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı ve ardın-
dan gelen Cumhuriyet Devrimi-
mizle mazlum dünyaya esin kayna-
ğı olan ve büyük bir gelişmiş top-
lumsal birikim yaratan yakın tarihi-
mizin büyük mücadele süreci kitapta
yoktur.
Türkiye’nin Bilimsel Sosyalist
Hareketi, Mustafa Suphi ve arka-
daşlarının vahşice katledilmelerine
rağmen varlığını sürdürmüştür. Ül-
kemizdeki Bilimsel Sosyalist örgüt-
lenme 23 Eylül 1919’da Dr. Şefik
Hüsnü Değmer önderliğinde İstan-
bul’da kurulan Türkiye İşçi ve Çift-
çi Sosyalist Partisi ile başlar. Bakü’de
10 Eylül 1920’de Mustafa Suphi
önderliğinde kurulan TKP ile TİÇSF
Şefik Hüsnü önderliğinde birleş-
miştir. Cumhuriyetin aydın hareke-
tinde Bilimsel Sosyalist Hareketin
büyük bir ağırlığı vardır. Cumhuri-
yet döneminin pek çok düşün, kül-
tür ve sanat insanı sosyalizmin Tür-
kiye’ye kazandırdığı büyük değer-
lerdir. Bu isimleri çekin alın Cum-
huriyet neredeyse aydınsız kalır.
1960’dan sonra ise toplumun
emekçi kesimlerine de kollarını uza-
tan kitleselleşmiş bir sosyalist hare-
ket ortaya çıkmıştır. Üstelik bu ha-
reket Kemalist Devrimin yarattığı
büyük birikimle aynı mecrada bir-
leşmekteydi.
Ardından bu süreci önlemeyi
amaçlayan 12 Mart 1971, 12 Eylül
1980 ve son olarak halen süren 2002
AKP Amerikancı karşı devrim dar-
beleri geldi. Son darbe alt edildi-
ğinde Türkiye’nin devrim sürecinde
ne kadar ileri bir noktada olduğu
açık olarak görülecektir.
Yiğit Bener’in köksüzlük iddia-
sı, emperyalist karşı devrimin ileri
sürdüğü tezlerden birisidir.
Diğer tezleri de aynı niteliktedir.
Hayalete göre dünyadaki pek
çok halk hareketi sönmüştür. Dev-
rimler yenilgiye uğramıştır. İktidarı
ele geçiren devrim hareketleri ise
yozlaşmış, faşizmi aratmayan cani-
ce işlere girişmişlerdir.
Kapitalist şirketler topluluğu-
nun başına geçtiğini iddia ettiği
ÇKP’nin ABD ile emperyalist re-
kabeti olarak görmektedir.
Ulusalcılık ve AKP’ye karşı mü-
cadele ise sürekli olarak aşağılan-
makta ve 12 Eylülcülüğün devamı
olarak görülmektedir.
Ordu hedef tahtasındadır. 12
Eylül darbecileri ile Cumhuriyet
Devrimini savunan askerler aynı-
laştırılmaktadır.
AB Temsilcisi Karen Fogg Türk-
lerin tarihiyle hesaplaşmasını sağ-
lamalıyız demişti.
Emperyalizm bu gör-
evi yerine getirmek için
aydınlar içinde yoğun
bir faaliyet yürüt-
mektedir.
Roman, karşı
devrim safların-
dan 12 Ey-
lül’den bu
yana emper-
yalist mer-
ke z l e r d e
üretilen tezler-
le Türkiye’nin bağımsızlıkçı, halkçı,
laik birikimine saldırmaktadır. Dün-
yada ne kadar ilerici hareket varsa
“Heyula”nın hedef tahtasındadır.
Emperyalist programlarla uyum ha-
linde bir görevi yerine getirmektedir.
Romanda Türkiye ve Dünya
gerçekleri yoktur. Üretilen sanal
bir alem üzerinden insanlığın büyük
ilerleyişi yok sayılmakta, demokra-
tik ve sosyalist devrimler hedef alı-
narak Cumhuriyet Devrimimize
karşı yürütülen tasfiye harekatı des-
teklenmektedir.
Romanın edebi bir değeri yok.
Yaşam ve ölüm tartışması da
doğru ve yanlışın ötesinde felsefi bir
zenginliğe sahip değil. Üslup ve içe-
rik oldukça yüzeysel ve zayıf.
Orhan Kemal ülkemizin en bü-
yük edebiyat insanlarındandır. Ay-
rıca sosyalist, halkçı, devrimci bir ki-
şiliğe sahiptir. Bu kişiliğini eserleri-
nin her köşesinde görürüz. Top-
lumsal gerçeklik, eserlerine dam-
gasını vurmaktadır.
Onun adına verilen ödülün “He-
yulanın Dönüşü”ne layık görülme-
sini anlamak mümkün değil.
Seçici Kurul’da bulunan değer-
li aydınlarımız, hangi gerekçelerle bu
ödülü verdiler?
(Heyulanın Dönüşü,Yiğit Bener, Can Yayınları, 360 s.)
Karşı devrim tezlerineOrhan Kemal ödülü !
YALÇIN BÜYÜKDAĞLI
Yi�it Bener’in heyulas�, devrimden ve örgütlü mücadeleden vazgeçeli y�llar olmu�tur. Örgütlümücadeleden ve örgütten nefret etmektedir. “Tam bir heyula kozas�” olarak tan�mlad���
Heybeliada’ya kaçm��t�r. Tek ba��na da düzene boyun e�memenin mümkün oldu�uiddias�ndad�r. “O sadece kendi yolunda gidendir.”
Yi�it Bener
31 A�USTOS 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP
“Vatan Yahut Silistre”yi bilmeyen
yoktur. Namık Kemal tarafından
1873 yılında yazılmış olan tiyatro
oyunu, vatan kavramının işlendiği ilk
eserlerden ve çağdaş batı sanatının
Osmanlı’daki öncü örneklerinden
biri olması nedeniyle ayrı bir öneme
sahiptir. Sanırız “Vatan Yahut Silis-
tre”yi bu kadar özel kılan diğer bir
neden, Türk uluslaşmasının erken
dönemlerinde patlama yapan sa-
nat eserlerinin çok fazla araştırıl-
mamış olmasıdır. İşte Tahsin Na-
hid’in “Jön Türk” adlı tiyatro eseri
araştırma eksikliğinden kaynaklanan
unutulmuş eserlerden birisi.
“Jön Türk” 1909 yılında, II.Meş-
rutiyet’in üzerinden bir yıl geçmeden
yazılmış üç perdelik bir tiyatro oyu-
nu. Oyunun ilk iki perdesi meşruti-
yetten önce, üçüncü perdesi ise he-
men sonrasında geçiyor. Oyunun
konusunu özetlersek; Nihad Bey, Ka-
zım Bey’in kardeşinin oğludur. Ba-
basını kaybettiği küçük yaşlardan
beri Kazım Bey’in yanında yaşayan
Nihad Bey ile Kazım Bey’in kızı Ley-
la birbirlerini sevmektedirler. Nihad
Bey İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne
katılarak Osmanlı’nın bölünmesine,
rüşvetlere, istibdada, sürgünlere
karşı mücadeleye girişmiştir. Bu sü-
reç saltanatçı Kazım Paşa ile yolla-
rını ayırmasına neden olur. Bu kur-
gu üzerinde şekillenen oyun meş-
rutiyetin ilan edilmesi sonrasında
Kazım Paşa’nın tutuklanması ve
hürriyet nidalarıyla son bulur.
DÖNEM�N ESEREYANSIMASIEser yazıldığı dönemin politik at-
mosferini taşımaktadır. Osmanlı
İmparatorluğu’nun sürekli toprak
kaybettiği, devletin halkını besleye-
mediği, rüşvetin ve yolsuzluğun yay-
gınlaştığı, Batı’nın büyük bir hızla ge-
liştiği ve aksine Osmanlı’nın çöküşe
gittiği bu dönemde, gidişata isyan
eden aydınların Osmanlı’yı kurtar-
mak çabası görülmektedir. O döne-
min vatanseverlerindeki baskın fikir
osmanlıcılıktır. Vatanı kurtarmak
için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde
örgütlenen aydınlar sürekli olarak
saltanat baskısı altında sürgüne
uğramaktadırlar.
Eser boyunca İttihatçı Nihad
ilericiliği, yeni olanı, ufukta görüle-
ni simgelerken, padişahçı Kazım
Paşa gericiliği, çöküşü, despotluğu
resmediyor. Nihad Bey’in bu nite-
liklerine bir de umutsuz çırpınışı ek-
lemeliyiz. Nihad Bey’in Leyla ile tar-
tışmaları arasında sarf ettiği “(yur-
du) öldürüyorlar... Dün Mısır, bugün
Girit, yarın Selanik, bütün Make-
donya gidiyor”, “keşke eski Türkler
gibi bilgisiz ama saf, bozulmamış, iyi
yürekli kalsaydık” sözlerinde va-
tanseverliğin yanı sıra dönemin dev-
rimci aydınlarında bulunan ve ger-
çekleşmesi mümkün olmayan Büyük
Osmanlı’ya dönüş çabasını gör-
mekteyiz.
Öte yandan, günümüzde ittihat-
çılığa yapılan saldırıların cevabını
“Jön Türk”de bulabiliyoruz. Bu sal-
dırılardan birisi olan “İttihat ve Te-
rakki halktan kopuk elitlerin örgü-
tüdür” tezine karşı eserde, ittihatçı-
lardaki halkçılığı görüyoruz. Nihad
Bey’in yöneticilerin rüşvet ve yol-
suzluklarına karşı isyanı, halkın yok-
sulluğunu büyük dert etmiş olması
dönemin halkçı fikirlerinin yansı-
masıdır. Osmanlı’dan ayrılarak ken-
di devletini kurmak isteyen halklar-
dan söz ederken dahi Nihad bey o
halkları değil, çürümüşlüğünden,
yolsuzluklarından dolayı halkı do-
yuramayan ve ülkenin küçülmesine
neden olan saltanatı hedef alır. Yine
günümüz tezlerinden “jakobenler
gibi İttihatçılar da önüne geleni kes-
ti” çarpıtmasının cevabını ittihatçı
Necip Bey’in paşayı tutuklarken söy-
lediği şu sözlerde buluruz: “Kork-
mayınız, millet adaletlidir. Kötülük-
lerinizi unutmaya çalışacaktır. Ha-
yatınıza, İttihad ve Terakki Cemiyeti
adına kefiliz. Saygıdeğer cemiyetin en
büyük isteği, kan dökmemektir. Sizi,
kazandığınız düşmanların saldırı-
sından esirgemek için hükümet, ko-
ruması altına alıyor.”
Aydınların sürgüne gönderil-
mesi hakkında Nihad Bey ve Leyla
Hanım’ın yaptığı tartışma günü-
müzde Ergenekon tertibi ile ilgili
olarak toplum içindeki iki farklı
duruşu hatırlatmaktadır. Nihad Bey,
“Bütün kötülükleri
bildiğime göre [...]
hürriyet için kurban
olanlara katılırım”,
“Birleşmeli [...] Hü-
kümetin yaptığı her
türlü işi geçersiz kıla-
cak güçlü bir birleş-
me” görüşündedir.
Leyla Hanım’ın buna
cevabı ise, “Arabis-
tan’ın, Anadolu’nun
en büyük parçası sür-
günlerle doldu [...] İs-
tibdada bu kadar kur-
ban yeter” olacaktır.
Günümüzle ne kadar
benzer değil mi? Sonuç sürgünlerin
sonlanması ve sürgüncülerin ceza-
landırılması olmuştur!
SANAT TOPLUMA YOLGÖSTERMEL�D�RSahne sanatlarının ülkede henüz
gelişmeye başladığı bir döneme
denk geldiğinden ötürü “Jön
Türk”ün özgün bir sanatsal dili ol-
duğunu söyleyemeyiz. Kesin olarak
politik bir tiyatro eseri olan yapıtta
baştan aşağı didaktik bir anlatım ter-
cih edilmiştir. Bunda, tiyatroculuğun
yeni yeni keşfedilmeye başlanıyor ol-
masının yanı sıra dönemin hare-
ketli politik atmosferinin de etkisi ol-
duğu düşünülebilir. Öyle ki eser,
“Yaşasın hürriyet, yaşasın eşitlik,
yaşasın Osmanlılar” sloganlarıyla
sonlanmaktadır.
İttihat ve Terakki Partisi’nin bir
üyesi olarak Tahsin Nahid dönemin
edebiyat akımı olan Fecri Ati’nin de
kurucularındadır. “Sanat kişisel ve
saygındır” ilkesiyle kurulan akımın
dergisi olan Servet-i Fünun’un bil-
dirgesinde onun da imzası vardır.
1887-1919 yılları arasında yaşayan
Tahsin Nahid’in, Şahabeddin Sü-
leyman ile kaleme aldıkları ve dö-
neminde büyük ilgi gören “Kösem
Sultan” oyunu başta olmak üzere on-
iki tiyatro eseri, Fransızcadan çev-
rilen dört tiyatro uyarlaması ve çok
sayıda şiiri bulunmaktadır. Nahid’in,
ünlü yazar ve çevirmen Mina Ur-
gan’ın babası olduğunu da belirtelim.
Yayınevi, “Jön Türk”ün yazarla-
rından Tahsin Nahid ve Ruhsan
Nevvare’nin 28 Ekim 1908 yılında ka-
leme aldıkları “Tiyatro Üzerine Dü-
şünceler” adlı bir makaleyi kitabın gi-
rişine almış. Bu metindeki fikirler en
az eser kadar çarpıcıdır ve
dönem aydınlarının dün-
ya görüşünü yansıtması
açısından değerlidir. Sa-
natın toplumu etkileyen
en önemli üç araçtan biri
olduğunu (diğer ikisi öğ-
retim ve basın) belirten
yazarlar, ancak herkesin
aydınlanmış olduğu bir
yerde sanatın estetik kay-
gıyla yetinebileceği, bu-
gün ise toplumu aydın-
latma görevi olduğun-
dan söz etmektedirler.
“Önce zenginleşelim
sonra sanatla ilgileni-
riz” düşüncesinin yanlış olduğu, Av-
rupa’da sanat yoluyla despotik hü-
kümetlerin yıkıldığı ve ekonomik
gelişmenin önünün açıldığı yine ya-
zarlar tarafından vurgulamaktadırlar.
Türk jakobenizmine saldırının
had safhaya vardığı günümüzde
“Jön Türk”, çarpıtılan gerçeği keş-
fetmek ve dönemin devrimci politik
havasını solumak için okunabilir.
Eseri, günümüz ile taşıdığı benzer-
likler açısından da okurlara salık ve-
riyoruz. Ulusal gelişimimizdeki öncü
tiyatro eserlerinden biri olması ne-
deniyle sanat çevresi tarafından in-
celenmelidir. Aslında sanatsal pat-
lama yaşanan dönemin bir de bu açı-
dan araştırılması dönem tarihçile-
rinin önünde bir görev olarak du-
ruyor. Örneğin biz, kısıtlı araştır-
mamızda yazarlardan Ruhsan Nev-
vare hakkında bilgiye ulaşamadık.
Kitap içinde de yazara değinildiği-
ni göremedik. Yayınevi tarafında os-
manlıcadan günümüz türkçesine
anlaşılır bir dille çevirisi yapılan
“Jön Türk” her yaşın rahatlıkla
okuyabileceği bir eser.
(Jön Türk,TahsinNahid-Ruhsan Nevvare,
Bordo Siyah Yayınları,Hazırlayan: Sibel Ercan, 80 s.)
Unutulmuş eser: “Jön Türk”San�r�z “Vatan Yahut Silistre”yi bu kadar özel k�lan di�er bir neden, Türk ulusla�mas�n�n erken
dönemlerinde patlama yapan sanat eserlerinin çok fazla ara�t�r�lmam�� olmas�d�r. ��te Tahsin Nahid’in“Jön Türk” adl� tiyatro eseri ara�t�rma eksikli�inden kaynaklanan unutulmu� eserlerden birisi
CEYHUN İLSEVER
“Jön Türk” 1909 y�l�nda,II.Me�rutiyet’in üzerindenbir y�l geçmeden yaz�lm��üç perdelik bir tiyatrooyunu.
31 A�USTOS 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Hac�yatmaz
1519’da Osmanlı topraklarında, Kons-
tantiniyye’de dünyaya gelen Eli, resim
yapma tutkusuyla yanmaktadır. Ancak
o bir Yahudi’dir ve dini, resim yap-
masını yasaklamıştır. Tutkusunun pe-
şinden gitmeyi seçen delikanlı, özgürce
resim yapabilme hayaliyle bir gemiye
atlayıp Rönesans’ı yaşayan İtalya’ya,
Venedik’e kaçar. Sanatı için her şey-
den, hatta kimliğinden bile vazge-
çen, Venedik’in en büyük ressamla-
rından Eli ya da üstadı Tiziano’nun
verdiği adıyla Turquetto, İtalyan Rö-
nesansı’nın en parlak döneminde ya-
rattığı eserlerini, Katolik Kilisesi’nin
katı kurallarının kurbanı olmaktan
kurtarabilecek midir? Peki ya, büyük
usta Tiziano’ya ait olduğu sanılan El-
divenli Adam isimli tablo, Turquetto
lakaplı bu Osmanlı Yahudisinin ese-
ri olabilir mi?
Turquetto
Bu eser, İngilizceye çevrildiğinde uz-
man Batılı eleştirmenler bile bu konu
hakkında ne kadar az şey bildiklerini
anlamışlardı. Kitap ayrıca Profesör
Kato’nun düşünce ve kıyaslamala-
rındaki derinlik ve kozmopolit bakış
açısıyla da dikkat çekmektedir. Kato,
Japon edebiyatına hem Japon gözüy-
le içeriden hem de yabancı gözüyle dı-
şarıdan bakabilmeyi beceren bir ede-
biyat tarihçisi ve eleştirmendir. Akıcı
bir Türkçe ve ustalıklı şiir çevirileriy-
le Türk okurunun karşına çıkan bu ki-
tap; sizi güzel yazılarıyla, şiirleriyle ve
zekice edebi buluşlarıyla hayranlık
uyandıran yazarlarla tanıştıracak ve
hakkında çok fazla bir şey bilmediği-
niz Japonya’nın sadece 1500 yıllık
edebiyat serüvenini değil aynı za-
manda tarihini ve kültürünü de ya-
kından tanımanızı sağlayacaktır.
Japon Edebiyat� Tarihi
Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Di-
siplinler Arası İlişkiler, işte bu boşluğu
kapatmaya çalışıyor. Büyük çoğunluğu
Türkiye ve dünyanın köklü üniversite-
lerinde bulunan 32 yazarın yazdığı top-
lam üç kısım ve 37 bölümden oluşuyor.
Birinci kısım, “Siyaset Biliminde Temel
Kavramlar” başlığını taşıyor. Siyaset,
iktidar gibi daha genel nitelikli kavram-
lardan kimlik ve hegemonya gibi daha
özel kavramlara uzanan bu kısımda ki-
tap, siyaset bilimi disiplininin temel kav-
ramsal gereçlerini okuyucuya tanıtıyor.
İkinci kısımda yazarlar, temel “Siyasal
İdeolojiler”i irdeliyorlar. Liberalizmden
İslamcılığa, anarşizmden Marksizme
kadar 10 farklı ideolojiyi inceleyen ya-
zarlar, aynı zamanda ideolojinin ve mo-
dern siyasal ideolojilerin 18. yüzyıldan bu-
güne uzanan serüveninin bir bilançosu-
nu çıkarmış oluyorlar.
Siyaset Bilimi
Bu kitapta İslami kurumlar ve Ortadoğu
ekonomileri konusunda dünyanın önde ge-
len bir uzmanı, Sanayi Devrimi’nden beri
tartışılan bu sorulara yeni yanıtlar sunuyor.
1000 yılında Ortadoğu ekonomisi Avrupa
ekonomisinden daha az gelişkin değildi;
ama 1800 yılına varıldığında gerek yaşam
standartları, gerek teknoloji, gerekse eko-
nomik etkinlik bakımından çarpıcı düzeyde
geriye düşmüş durumdaydı. Batı dünyası
çağ atlarken, Ortadoğu ekonomisi mo-
dernleşme sürecinin emekleme döne-
mindeydi. Ortadoğu’yla Batı’nın ekonomik
gelişim yolları neden ayrıldı? Ortadoğu ni-
çin 21. yüzyılda bile azgelişmiş bölge ko-
numunda? Timur Kuran, Ortadoğu’da
ekonomik gelişimin tıkanmasını ne böl-
genin coğrafi konumuna ne de emperya-
lizme bağlıyor; dinle ilintili tutumların
da bu süreçte kritik bir rol oynamadığını
gösteriyor.
Kökeni, kaynakları, ana temaları, diğer
dünya mitolojileriyle ilişkileri ve daha
birçok özellikleriyle İran mitolojisini
konu alan bu kitap, alanında ülkemiz-
deki ilk çalışma niteliğine sahiptir. Eser-
de, değişik bakış açılarıyla mitolojinin ge-
nel tanımı, mitoloji türleri, kökeni, mit-
lerin yorumlanması, işlevleri, dünya gö-
rüşleri, mitolojinin kahramanlık anlatı-
ları ve efsanelerle ilgisi, benzerlik ve fark-
lılıkları gibi konulara yer veren giriş bö-
lümünden sonra asıl konuya geçilir.
İran ulusu konusu ele alınarak, İranlı-
ların ataları Aryalara, dinsel inanışları-
na, tanrılarına, geleneklerine, mitsel
değerlerine ve İran ulusal tarihine yer ve-
rilir. Devamında da Eski İran’da dinler,
Zerdüşt ve öğretisi, Zerdüşt inanışının
temel öğeleri, Zerdüşt’ün kutsal kitabı
Avesta, “İran Mitolojisi”nde dönüşüm
evreleri vb. anlatılmakta.
�ran Mitolojisi
Araştırmacı-Yazar Clou Zett, Türkiye’ye
geldi, araştırdı ve tuvalet kültürümüz üze-
rine muhteşem bir kitap yazdı... Şöyle di-
yor Zett; “Uzun yıllar Türkiye’de yaşadım
ve genel-özel her türlü tuvalete girip çık-
tım. Türkiye’deki tuvaletlerin temizlik si-
cili pek parlak olmamasına karşın, Türk-
lerin tuvaleti ve temizliği bütün dünyaya
öğrettikleri noktasında kesin ve şaşırtıcı bir
yargıları var. Biz şu millete öğrettik bu mil-
lete kurs verdik diye övünmelerine karşın,
bir türlü kendilerinin öğrenememeleri
manidardır.” Clou Zett bu çalışmasında
Türkiye’de yazılı olmayan genel tuvalet ku-
rallarından tuvalet mimarisine, tuvalet
kültüründen tuvalet dili ve edebiyatına, ta-
haret musluğundan tuvalet terliklerine, tu-
valeti fayansla kaplamanın nedenlerinden
tuvalet kağıdının icadına pek geniş bir alan-
da kısa paslaşmalar yapıyor. En eğlence-
lisi ise tuvalet yazıları derlemesi.
Tuvalet Dili ve Edebiyat�
“Göçmen”, Çanakkale, Kafkas ve
Bağdat cephelerinde savaşan, Bir-
manya-Myanmar Esirler Kampı’nda
elemli yıllar geçiren; unutulmuş, kay-
bolmuş bir askerin sekiz yıl sonra
Balkan’daki köyü Globoçiça’ya dönen
Tâfiloğlu Emin’in hikâyesidir. Bir
Balkan köyü Globoçiça’yı; Birinci
Dünya Savaşı’nı, Birmanya’daki o
“Esir Kampı”nı; işgal İstanbulu’nu, Se-
limiye Kışlası’nı ve 1930’ların o Be-
yoğlu gizemini, Bulgar Kralı III. Bo-
ris’in Bandırma’ya gelişini, Erkin ge-
misi ve Nâzım Hikmet olayını, Hit-
ler’in savaşan dünyasını, 1950’lerin si-
yasal ve toplumsal olaylarının yansı-
malarını da dile getirmiş bulunuyor bu
roman. Şakir Balkı, yaşanmış olan bu
“tragedya”yı yalın, duru ve akıcı diliyle
anlatarak sahneye alıyor.
Göçmen
Nimet Y�ld�r�m, PinhanYay�nc�l�k, 592 s.
Kurt Vonnegut, April Yay�nc�l�k,Çev: Ekin U��akl�, 232 s.
“Bahar aylarındayız. Akşamüstü. Ölüm
Adası Manhattan’daki Empire State
Binası’nın lobisinin zemininde yanan
ocağın dumanı, bir aylandız ağacı cen-
geline dönüşmüş olan 34. Sokak’ın üze-
rinde asılı. Mavi gözlü, uzun çeneli, iki
metre boyunda, yüz yaşında bir adam,
vaktiyle taksi olan bir şeyin arka koltu-
ğuna yerleşmiş, cengelin içindeki küçük
bir açıklıkta oturuyor. O adam benim.
Adım Dr. Wilbur Nergis-11 Swain.
Amerika Birleşik Devletleri’nin eski
başkanıyım. En son Başkan, en uzun
boylu Başkan, Beyaz Saray’da ikamet
ederken boşanan tek Başkan, en hilkat
garibesi Başkan.” Yakın gelecek ABD.
Herkese bir göbek adı vererek “geniş-
letilmiş yapay aileler” ve ‘kardeşlik kast-
ları' oluşturulmuş. 21. yüzyıl edebiyatı-
nın son ilham kaynağı Kurt Vonnegut
tüm metinleriyle Türkçede, April'de...
�uiçi Kato, Bo�aziçiÜniversitesi Yay�nevi, Çev:
O�uz Baykara, 880 s.
(Ah Balkanlar Vah Anadolu) �akirBalk�, Gürer Yay�nlar�, 264 s.
Metin Arditi, Can Yay�nlar�, Çev:Aysel Bora, 288 s.
Atilla Aytekin, Gökhan At�lgan,Yordam Kitap, 540 s.
Timur Kuran, Yap� KrediYay�nlar�, 448 s.
Clou Zett,Destek Yay�nlar�, 256 s.
Yollar Ayr�l�rken
Matemetik dersipırasa gibidir
Bu hafta elime geçen kitaplar arasında ren-
garenk bir kitap dikkatimi çekti. Yazarının
1984 doğumlu gencecik bir yazar olduğu-
nu öğrenince bir solukta okuyup bitirdim.
Beklediğimi bulduğum için çocuklarınıza bu
kitabı tavsiye etmek istedim: “Derslerle Ba-
şım Dertte – Şifreli Mesajlar, Gizli Ajanlar”
Funda Özlem Şeran’ın ilk kitabı oldu-
ğunu düşünmüştüm önce ama genç yaşına
rağmen aslında, “Anne – Kız Diyalogları”,
“Baba – Kız Diyalogları” ve “Öğrenciliğin
Kitabını Yazdık, Üstelik Kopya da Çek-
medik” isimli, çocukların büyüklere anla-
tamadıkları dertleri üzerine çocukların gö-
zünden yazdığı üç tane daha kitabı oldu-
ğunu öğrendim ve açıkçası çok özendim.
Funda Özlem Şeran İstanbul’da doğmuş ve
erken yaşlarda Edebiyatla ilgilenmeye baş-
lamış. Marmara Üniversitesi’nde benim de
bitirmiş olduğum bölümü; Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirmiş. Bu
arada kısa hikayeler ve romanlar yazmaya
başlamış. Fantastik ve bilimkurgu türünde
yazdığı öyküler katıldığı yarışmalarda ödül-
ler almış.
Kitaba gelince; içimizden biri olan Yağ-
mur, sekiz yaşında ve ikinci sınıfa gidiyor.
(Sekiz yaşındaysanız hayat gerçekten çok
zor) Yağmur’un evde uğraşması gereken, as-
lında yaşça kendisinden büyük olmasına rağ-
men, olgunlukta Yağmur’un seviyesine
ulaşamamış bir abisi var. Bilgisayar bağımlısı
bu abinin, onun hayatını ne kadar zorlaş-
tırdığına kimseyi inandıramıyor Yağmur,
özellikle de öğretmenini. Abisi bir kenar-
da dursun, sınıf arkadaşı Toprak da ayrı bir
dert. Yine içimizden biri olan Toprak, he-
pinizin sınıfında bir adet bulunan, defteri yıl-
dızlarla, aferinlerle dolu, hiç de dost can-
lısı olmayan bir öğrenci. Tabi Yağmur’un
dersleri onun kadar iyi değil, çünkü Yağ-
mur’un tek derdi dersler değil. O, kafasını
derslerden başka her şeye yoruyor. Bir ak-
şam anne ve babasından ilk insanların na-
sıl iletişim kurduklarını, telgrafı, telefonu ve
mors alfabesini öğrenince Yağmur’un ak-
lına yine yaramaz bir fikir geliyor. En yakın
arkadaşı Damla’yla, en sevmediği ders
Matematik’te, ikisinden başka kimsenin an-
lamayacağı şifreler oluşturup yazışmak.
“Sevgili Göl, Pırasadan nefret ediyorum.
Çamur ise pırasaya bayılıyor. Aman zaten
Çamur da çok sıkıcı!” Başlarda çok eğle-
niyorlar tabi ama elbet bir gün öğretmen
fark edecek değil mi? Fark edince Yağmur
ne yapacak dersiniz?
Kitabın sonuna da, çocuklarınızın kita-
bı ne derece anladığı ve sevdiğine ilişkin ya
da kendileri ve arkadaşlarıyla olan ilişkile-
rini anlamalarını ve anlatmalarını sağlaya-
cak sorularla, bulmacalar ve deyimlerle, ço-
cukların okudukları ve sonra okuyacakla-
rı kitaplara olan ilgisini arttırmaya yönelik
güzel etkinlikler hazırlanmış. Kitap da za-
ten rengarenk kelimeler ve resimlerle dolu,
çocuğunuzun ilgisini çekmeme ihtimali
yok gibi. Çocuğunuzdan önce sizin de oku-
manızı tavsiye ederim, Funda Özlem Şe-
ran’ın gıpta ettiğim güzel Türkçesi ve esprili
anlatımını siz de takdir edeceksiniz.
Eğlenceli okumalar diliyoruz.
(Derslerle Başım Dertte, FundaÖzlem Şeran, Final Yayınları, 72 s.)
31 A�USTOS 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
Derste arkada��n�zla �ifreli mesajlarla yaz��anö�rencilerden misiniz? O zaman Ya�mur da sizden
biri. Umar�m, mektuplar�n�z sevmedi�iniz birarkada��n�z�n ya da ö�retmeninizin eline geçmez!
İREM HALIÇ[email protected]
�ki Gözüm Üzümüm
Uçurtmam Bulut �imdi
Penderwick kardeşler Gardam So-
kağı’ndaki evlerinde yeni maceralara
yelken açmaya hazırlanıyorlardı. Ne
yazık ki düşledikleri gibi bir macera
yaşamaları olanaksız görünüyordu;
çünkü kız kardeşi, Bay Penderwick’e
evlenmesi için aday bulmakta karar-
lıydı. Bu da dört kız için felaket de-
mekti. Bunun üzerine Rosalind, Skye,
Jane ve Batty hemen babalarını kur-
tarmak için zekice kurgulanmış, ce-
surca uygulanabilecek komik bir plan
yaptılar. Eh, ne de olsa bu tür yara-
mazlıkları ancak Penderwick kardeş-
ler düşünebilirlerdi. Tüm bunların
yanında dört kız kardeşin çözmesi ge-
reken bambaşka sorunları, uygula-
maları gereken planları ve hayalleri
vardı... Sevgi, aile bağları, arkadaşlık
ve kahkaha fırtınası ile dokunmuş naif
bir aile romanıyla Penderwick kar-
deşler yine huzurlarınızda!
Serüven Avc�lar�Gizli Plan
(Jeanne Birdsall, Çev: Gülden�en, Alt�n Çocuk, 256 s.)
(Necdet Neydim, Gün�����Kitapl���, 92 s.)
(Sevim Ak, Resimleyen: Behiç Ak, Can Çocuk, 84 s.)
Çocuklarla şiir arasında yeni bir köp-
rü! Necdet Neydim’den çocukluğun
duru sesini taşıyan yeni şiirler! Sen Is-
lık Çalmayı Bilir misin?’den sonra
yine şiirleriyle okurlarına sürpriz ya-
pan Necdet Neydim, çocukluğun ne-
şeli sesini, meraklı gözlerini, kaygılı so-
rularını, hatta korku dolu bakışlarını
yansıtıyor dizelerine. Bazen büyüme-
nin hüznü karışıyor şiirlerine, bazen
yaşlılığın iç sesi. Eşseslilik ve anlam ya-
kınlıkları üzerine kurguladığı sözcük
oyunlarıyla çocuk okurda iz bırakan ço-
cuk okurda iz bırakan şiirlerinde, ço-
cuğun ağzından konuştuğu kadar, ye-
tişkinin içindeki çocuğu da konuştu-
ruyor Neydim. Çocuklarla büyükler
arasında hoş köprüler kurulmasını
sağlayan kimi şiirinde unutulmaya yüz
tutmuş deyimler hayat bulurken, ki-
minde de bir şairin ünlü dizelerine gön-
dermeler sürpriz oluveriyor.
Çocuk okurlarıyla çok kolay ilişki kura-
bilen, çocuk edebiyatımızın usta yazar-
larından biri. Yazdığı kitapları okuyan
genç okurlarından o kadar çok mektup
alıyor ki. Yazdığı romanlar, öyküler,
her yaşta çocuğun dünyasını süslüyor. Ya-
zar, genç okurların yarattığı o büyülü or-
tama bir anda çekiveriyor. “Uçurtmam
Bulut Şimdi”de birbirinden güzel öyküler
var. Babasının yaptığı ilk uçurtmayı
elinden kaçıran çocuk, kitapçılık yap-
maya kalkan iki çocuğun başına gelen-
ler, yağmurun gizini bulmaya çalışan kü-
çük kız, elişi kağıtlarıyla resim yapmaya
çalışan kızın şaşkınlığı, deprem korkusu
yaşayan iki kardeş, beden eğitimi der-
sinde neler neler yapmak isteyen cılız ço-
cuk, anneler gününde hediye almaya ça-
lışan sevimli kız, yemiş vermeyen dut ağa-
cını korkutan, annesinin çalıştırdığı ders-
ten geçer not alamayan, herkesin gök-
yüzünde bir yıldızı olduğunu öğrenen,
yeni giysi almak için dükkan dükkan do-
laşıp üzülen, yaşlılar haftasında bir tey-
zenin ağır filesini taşımaya kalkan küçük
çocuk; çocuklar.
Akdeniz ve Ege iklimlerinin
birbiriyle kucaklaştığı Fethi-
ye’nin, uzun ve güzel kordon
boyunda, denizle, balıkçı ta-
kalarıyla, teknelerle ve o ik-
limin sıcak insanlarıyla bu-
luşmuş bir sahaf. Kitabevi
sahibi Cumhur Durmaz, yıl-
lar önce sadece 37 kitap ve
sonsuz bir kitap sevgisiyle
kendini bu işe adadığını be-
lirtiyor. Şu an Fethiye’nin en
büyük sahafı olmayı başaran
Fethiye Sahaf-Kitabevi, yer-
li ve yabancı binlerce kişiyi, bu
güzel ve mütevazı mekânda
kitapla buluşturuyor. “Gök-
yüzünden yıldızları isteyin,
kitapsa getirelim” gibi özel bir
amaçla yola çıkan sahaf, her
kesimin ilgisini çekeceği, çok
derin ve geniş bir kitap kay-
nağına sahip. Birinci el ve
ikinci el, pek nadir rastlanan
kitapların yanı sıra, akademik
araştırma kitapları ve Fethi-
ye’ye gelen turistler için oluş-
turulmuş farklı dillerde ki-
tapların olduğu bölüm de
dikkatimizi çekiyor. Ayrıca
Sahafın yanı başında bulunan,
özel olarak oluşturulmuş sa-
hil manzaralı okuma bantla-
rında, çayınızı yudumlarken,
çok farklı kültürlerden in-
sanlarla tanışıp, sohbet etme
imkânına da sahipsiniz. Ti-
cari hiçbir kaygı gütmeyen
Cumhur Durmaz, Fethiye
içinde kitap sevgisini büyüt-
mek için katıldığı birçok sos-
yal faaliyetle de içinde bu-
lunduğu işin büyük sorumlu-
luğunu yerine getiriyor. Gök-
yüzüne uzanan kitap aşkıyla
dolu bu sahaf, yolu düşen
herkeste mutlaka bir kitap izi
bırakacaktır.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Bağdat
Basra Yollarında” isimli kitabını, 2003 yılında
Irak’ın işgali günlerinde okumuştum. Bom-
baların yağdığı günlerde gözümün önünden,
Korkmazgil’in Dicle nehri kenarında yaptı-
ğı edebiyat sohbetleri ve Irak’ın umut dolu
insanları geçti. Medeniyetin başkenti Bağ-
dat’ın, tarihi değerlerinin yağ-
malandığı günleri de yaşadık. İçi-
miz parçalandı. Bir de direnen in-
sanlarını gördük... Umut dolduk.
Dünyanın en büyük askeri gücü-
ne sahip olan ABD’nin 10 yılda
nasıl tası tarağı toplayıp ta gittiğini
de yaşadık. Acıları hissettik. Bir de
onları yaşayanlara sormak gerekir
kuşkusuz... Onları anlatan kitap-
lar pek piyasada yok henüz... Hele
Türk yazarlarının kaleminden...
“YALAN ORDA KALDIIRAKLIM”“Bağdat Basra Yollarında” kitabı Konuk Ya-
yınları tarafından 1974 yılında basılmış. Bu-
gün nerede bulunur bilmem ama; bulun-
duğunda okunması gerekiyor. Bir şairin ka-
leminden, harap olmadan önceki Irak’ı ve in-
sanlarını anlatıyor. Kitabın ismine, Baas
Partisi’nin meşhur sloganı “Birlik-özgür-
lük-sosyalizm” de eklenmiş. Irak’ın Arap -
Sosyalist ideolojiyle yol almasının öyküsü de
var... Kitabın girişinde Korkmaz-
gil’in güzel bir şiiri sizi karşılıyor:
“Yalan orda kaldı Iraklım/soy-
gun o yanda/vurdun beline yalanın
ve soygunun/devrim bu yan-
da/güzel günler çiçeklenmiş dal-
larda/tok tok vurur yüreği orta-
doğu’nun/kahpelik öte yanda Irak-
lım/devrim bu yanda/aydınlığın
ürkütüyor sömürge kargalarını/ bı-
rakmağa gelmez ucunu kurtulu-
şun/sıkı durmazsa eğer Iraklım/sen o yanda
kalırsın/ devrim bu yanda”
SADDAMLI IRAKKorkmazgil, Mart 1974’te Basra’da dü-
zenlenen 3. Mirbed Şiir Mihricanı’na da-
vetli olarak gitmiş Irak’a. Türkiye’de
pek bilinmeyen Arap yazar ve şairlerle ta-
nışmış. Bir de Irak’ın sıcak insanlarını ya-
kından tanıma fırsatı bulmuş. Boş da
dönmemiş, hem bu kitabı hem de Irak
üzerne şiirler yazmış Şair! Ahmed Hasan
El Bekir’in Irak Devrim Ko-
muta Konseyi Başkanı, Sad-
dam Hüseyin de yardımcısı ol-
duğu günler... Korkmazgil,
Bağdat’a 25 km mesafedeki -
bir zamanlar Türk askerinin
İngilizlere karşı kahramanca
savaştığı- Selman Pak’a da uğ-
rar. Hurma merkezi Basra’yı
“30 milyon hurma ağacı varmış
Basra’da. Dünyanın dörtte
üçünü Irak karşılıyor. Ağaçlar 7 yıllık
olunca meyve verir” diye tanıtır. Kork-
mazgil devam eder: “Irak topraklarını ve
oraların insanını gördükten sonra, em-
peryalizme ve emperyalist niyetlere söv-
memek olanaksız! Canına okumuşlar
koca Irak toprağının! Iraklılar bugün ne
kadar sevinip tepinseler yine az! Hergün
bayram yapmak, onların hakkı! Lon-
dra’nın, New York’un, Berlin’in, Pa-
ris’in o şımarık zenginliği, Irak gibi ül-
keler halklarının açlığı, çıplaklığı, peri-
şanlığı pahasınadır. Halkların ve
insanların bu perişanlığı karşı-
sında duyduğum öfke, su gibi
terletti beni.”
ACIMA KARI�MI� IRAKSanki bugünü anlatıyor koca
Şair! Son on yılın acılarını gör-
seydi ne derdi acaba? Onu da
adaşı Hüseyin Haydar şiirleriyle
dile getirmedi mi... Yeter ki
şairlerin vicdanı donmasın. 300
sayfalık kitabı Korkmazgil şu satırlarla bi-
tirir: “Geçmişi geçmişime, dili dilime, tür-
küsü türküme, acısı acıma karışmış Irak,
benim için, bir Almanya’dan, bir Fran-
sa’dan, bir İngiltere’den daha ilgi çeki-
ciydi. Bu kitapla, hızlı çevrilmiş bir filmin
izlenim ve izlerini bulacaksınız.”
Şair Hasan Hüseyin’in kaleminden Bağdat
31 A�USTOS 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
FETHİYE, MUĞLA/ SAHAF-KİTABEVİ
ERCAN DOLAPÇI
ÖZGÜR BURSALI
Gökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkı
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. “Sait ... ...” Resimdeki yazar2. Ba�l�ca içece�imiz - Erkek evlat, zade - Hava bas�nc�
birimi3. Yunanca’da bir harf - Kötülük - Raz� olma, isteme -
Kayak4. �ki y�lda bir yap�lan sanat etkinli�i - Gösteri�, fiyaka -
Toparlak kemik ucu5. Yetke, otorite - Kuruntuya dü�ürme - Gelece�i
ö�renmek, �ans ve k�smetini anlamak amac�yla oyunka��d�, kahve telvesi, avuç içi, vb.’ye bakarak anlamç�kartma, bak�
6. “... Güler” (foto�rafç�) - Keskin bir �eyle, bir darbeylevücutta olu�an derin kesik veya zedelenme - Yunan
mitolojisinde Uranos ile Gaia’n�n o�lu7. �ki �ey aras�nda ya da bir �ey önünde perde olan, bir
engel olu�turan �ey için kullan�l�r - Gelenek8. Eri�mi�, ula�m�� - Edebiyatla u�ra�an, edebi eser üreten
kimse, yazar9. �srail’in plakas� - Yeryüzünün üzerini kaplayan mavi ve
kubbemsi bo�luk - Voltamper (k�sa) - Japonya’da budarahibesi
10. Y�rt�k, yar�k - Fas’ta bir �rmak - Otlar - �ikar11. Ya�l� ve verimsiz kimse - Becerikli, giri�ti�i her i�i
ba�ar�yla sona erdiren kimse - Yayvan sepet12. Gümü�’ün simgesi - Gelir - Buzuldan kopmu� buz
parças�13. Yersiz ve beceriksizce söz veya davran��, pot -
Kripton’un simgesi - Tantal’�n simgesi - Üst yan� aç�kboru
14. “Tok” kar��t� - “... Ayhan” (�air) - Argoda “esrar” -Büyüteç
15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Rubidyum’un simgesiYUKARIDAN A�A�IYA1. Kara ta��tlar�nda yolu ayd�nlatan çok ���kl� fener -
Resimdeki yazar�n bir eseri - Bedevi Araplar’�n ba�l���olan kefiyeyi tutturmakta kullan�lan dü�ümlü kordon
2. Doymak bilmeyen - Bir gemiye veya k�y�ya göre aç�kdeniz taraf�
3. Duman lekesi - Allah sevgisiyle söylenip, makamlaokunan �iir - Kiloamper (k�sa) - Elektrik geriliminde evre
4. Gemilerde kullan�lan yatak - Su yosunu - Boru sesi -K�rg�zistanda bir nehir
5. Bön, avanak, budala - Kendi kendisini serbestçe kendiyasalar�yla yöneten bölge, ülke ya da kurulu�, muhtar,otonom
6. Bir rüzgar türü - Bir �ey üzerinde yo�unla�an dikkat, ilgi- Mitolojide “sava� tanr�s�”
7. Tel, sicim veya iplikten kafes �eklinde yap�lm�� örgü -Mitolojik bir çalg� - Bir binek hayvan� - Bak�r’�n simgesi
8. Kale duvar� - Bir gayret ünlemi - Çabuk, süratli9. Suyu s�cak olarak yerden ç�kan hamam, kapl�ca - Kaba
baston10. Eriyi�i yap��t�r�c� olarak kullan�lan cams� bir madde -
Üç-dört ya��na kadar olan di�i manda - Ate�11. Eski Türklerde “totem”e verilen ad - Radyo dalgalar�
arac�l���yla cisimlerin yerini ve uzakl���n� belirleyen cihaz- Bir gemi veya uça��n gidi� yönü, izleyece�i yol
12. Sodyum’un simgesi - Ses tellerinden ses ç�kmamas� -Esasi
13. Kar� ile kocadan her biri - Bir taze fasulye türü - Obur14. Sütun - Ticaret e�yas� - Ulusal bir parayla yabanc� bir
para birimi aras�ndaki de�i�im oran�15. ��lemelerde kullan�lan, gümü� görünümünde parlak
s�rma ya da metal tel iplik - Resimdeki yazar�n bir eseri -Kur�un’un simgesi
31 A�USTOS 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
“Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiç-bir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en de-rine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten,ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten,ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından.Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerdengeç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç Anlamsız konuş-maları dinle, galerileri gez, kahvelere otur – artıkhiçbir yerdesin.”
1 “Gözü ‘daha yükseklerde bir yerde’ olan herkes gününbirinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.Nedir göz kararması? Düşme korkusu mu? Peki amagözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bukorkuya kapılırız; neden? Yok, göz kararması düşmekorkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan,altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme ar-zusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendi-mizi korumaya çalışırız.”
“Saplantılarımın nedenini de biliyorsunuz. Şu an hiçbirumudum yok ve sizin gözlerinizde de kocaman bir sıfırım.Bu yüzden ağzıma geleni söylüyorum. Nereye gitsem, nesöylesem sadece siz varsınız. Bütün mesele bana kayıtsız-lığınızdan kaynaklanıyor. Size niçin ya da ne şekilde aşıkolduğumu bilmiyorum. Sebebi sizin bana hep aşağılık birvarlıkmışım gibi bakmanız da olabilir. Biliyor musunuz,yüzünüzün güzelliği konusunda bile emin değilim. Aynışekilde kalbinizin pek de çekici bir kalp olmadığı ve aklı-nızın tamamıyla fesat olduğu muhtemeldir.”
3
a) Tezer Özlü/Kalanlar
b) Sevgi Soysal/Tutkulu Perçem
c) Ayşe Kulin/Adı Aylin
d) Nezihe Meriç/Korsan Çıkmazı
e) İnci Aral/Mor
a) Kazuo Ishiguro/ Beni Asla Bırakma
b) Jose Saramago/ Bütün İsimler
c) Milan Kundera/ Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
d) Harper Lee/ Bülbülü Öldürmek
e) Herman Hesse/ Bozkırkurdu
a) Tolstoy / Diriliş
b) Dostoyevski/ Kumarbaz
c) John Steinbeck/Fareler ve İnsanlar
d) Ernest Hemingway/Çanlar Kimin İçin Çalıyor
e) Charles Dickens/Antikacı Dükkanı
2
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(c) 3-(b)