24
Aydınlık BU SAYIDA 24 KİTAP TANITILIYOR 31 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 27 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 927 Devam etmek için jeton atın Tasarım mı, Rastlantı mı ? “Münzevi ve müstebit” bir hükümdarla geçen 30 yıl Nighthawkslara… “Anlatılmayacak olanı” anlatmaya yemin ederken boşlukta süzülüvermek Endüstri mi, Akademi mi? Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri Görüşleriyle... İnci Aral Murat Gülsoy Irmak Zileli Semih Gümüş Feridun Andaç Mesut Varlık

Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

AydınlıkBU SAYIDA

24KİTAP

TANITILIYOR

31 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 27

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

KITAP.

Toplam: 927

Devam etmekiçin jeton atın

Tasarım mı, Rastlantı mı ?

“Münzevi ve müstebit” bir

hükümdarla geçen 30 yıl

Nighthawkslara…

“Anlatılmayacakolanı” anlatmaya

yemin ederken boşlukta

süzülüvermek

Endüstri mi,Akademi mi?

Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri

Görüşleriyle...İnci Aral

Murat GülsoyIrmak Zileli

Semih GümüşFeridun Andaç

Mesut Varlık

Page 2: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”
Page 3: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

Bu hafta sunumuzun başlığı Hasan Yalçın’dan. Aydınlık okurları Ha-san Yalçın’ı yakından tanır. 90’lı yıllarda başlayıp 2002’ye kadar her haf-ta dönemin Aydınlık dergisinde yayımlanan “çiviyazıları” bizlerin tanıklıkettiği döneme rastlıyor. Daha önceki yazılarını ise Kaynak Yayınları ta-rafından basılan kitaplarda bulabiliyoruz. “Dönekler”, “Aydın Rantı”,“68’in Sırrı”, “Medyamızın Halleri”, “Romanda Aydın Tipleri”, “Zamanve Aşk”... Tamamını buraya almamız mümkün değil. Bir de Selim Usluvar tabii. Hasan Yalçın’ın en sevdiğimiz yüzü. Gülmekten karnımıza ağ-rılar sokan yazıları, bunların içinde birdenbire hüzünlendiren paragraflarıvardır Selim Uslu’nun. Usta kalemdir.

Usta kalem olmanın yolu süphesiz okumaktan geçiyor. Okumak, çokokumak. O kadar ki, daha çok okuma fırsatı bulabileceği için yenidencezaevine girme durumuna sevinmek...

“Gecenin çok geç saatleridir. Dünya, perdeleri ardına kadar açık pen-cerelerden içeri dolmaktadır. Zaman enlemesine doğru sınırsız gibidirama, uzunluğu bir romana başlamak için bile son derece yetersiz. Ol-sun! Diyelim, Şato’nun ilk paragrafı bile insanı Kafka’nın dünyasına gö-türebilir. Me-ti’nin özdeyişlerinden birkaç bölüm... Yeniden. Calvi-no’yu, Kişon’u, Pappini’yi, Aziz Nesin’i tabii, sonra Kitabı Mukaddes’i,yeniden okumak için ne yapmalı? Ligaçev’in “Kremlin’in Sırları” kita-bını okumamız kesin zorunlu. Peki gerekli zamanı nereden bulmalı?”

{...}“Kitaplar cezaevini cennete dönüştürür. Okuyanın atılabileceği cezaevi

yoktur. Perdeleri ardına kadar açık pencerelerden dünya odama dol-maktadır, raflarda sevdiğim kitaplar... İstersem mıncıklayabilirim, istersemsevişebilirim.”

İşte böyle tarif ediyor Hasan Yalçın kitaplara olan aşkını. Hasan Yal-çın’ın yapıtları her biri ayrı önemde, ayrı güzellikte. Fakat başlıkta an-dığımız bu yazı Aydınlık Kitap ekibi olarak bizlere ayrı bir şevk katıyor.Hasan Yalçın’ı ölümünün onuncu yılında hasretle anıyoruz.

Haftaya görüşmek dileğiyle...

“Kitaplarla sevişme”

İÇİNDEKİLER SUNU

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

adına sahibi:Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk

Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt

Aydınlık

KITAP.

Hakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan” Çünkü dünya döndükçe Günday yazmalıbiz okumalıyız olduğu için

Murattan Mungan’ın seçkisiyle“Bir Dersim Hikayesi”Çünkü’sü yok, kitaptaki yazarların Der-sim’ini okumak için.

Berrak Yurdakul, “Konuşmayan Tavuskuşu Camio”Mama Nono’yu tanımak için.

Ferhan Şensoy, “Başkaldıran Kurşunkalem” Ferhan Şensoy nihayet yeni kitap çıkardı-

ğı için... Okurken aynı zamanda sinema fil-

mi de izlettiği için...

Patrick Süsskind, “Koku”Daha derin koklayabilmek için.

Samed Behrengi, “Küçük Kara Balık”Bu dünyadan Behrengi geçtiği için...

ÖneriYorum

SEVİNÇERBULAK

1)

2)

3)

4)

5)

6)

Haftanın Portresi: İlya Ehrenburg s. 4

s. 5

s. 6

Tasarım mı rastlantı mı? s. 7

Bizi insan yapan becerimiz: İşbirliği s. 8

Devam etmek için jeton atın s. 9

Son dönem şiirinin militan sesi s. 10

“Buldum” dediğin zaman kaybettiğin şey... s. 11

s. 12/13/14

Kemal Tahir’in büyük aldanışının kaynağı s. 15

s. 16

Karşı devrim tezlerine Orhan Kemal Ödülü ! s. 17

Unutulmuş eser: “Jön Türk” s. 18

Yeni Çıkanlar s. 19

Çocuk: Matemetik dersi piyasa gibidir s. 20

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca s. 22

31 A�USTOS 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu

Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı

“Münzeyi ve müstebit”bir hükümdarla geçen 30 yıl

Ayaz ve ateş arasındaki bir kadınınromanı: “Taş ve Ten”

Kapak: Yaratıcı yazarlık atölyeleri;Endüstri mi, akademi mi?

Sahaf: Şair Hasan Hüseyin’in kaleminden“Bağdat”

“Anlatılmayacak olanı” anlatmaya yeminederken boşlukta süzülüvermek

Page 4: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

“İlk tümce, kendi kendine gelir. Her zaman,her yöne çekilen bir anlam taşır. ‘Demir ka-pıdan girdiler.’ yazmaya oradan başlarım, birdaha da unutmam, nasıl başladığımı, çün-kü, bütün çabam, sonuna kadar devirme-mektir o tümceyi. İlk tümce, hikâyeminalınyazısıdır.”**

“Acı Düşler Bulvarı” bir süre Aydınlık

Gazetesi için Avrupa muhabirliği yapmış

yazar Cumhur Orancı’nın Türk Edebiya-

tı’nın ilk “urban-fantezi” romanı olan “Say-

dam” adlı kitabından on altı yıl sonra Ay-

rıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı seri-

sinden basılmış son romanı.

Pop müziğe TRT’nin isimlendirdiği

gibi Türkçe sözlü hafif batı müziği denmesi

ile aynı sebepten, polisiye kurgulu ro-

manların hafif sözlü edebiyat sayıldığı,

bazen o bile sayılmadığı bir kültürün ye-

tiştirdiği bir okur olarak “Acı

Düşler Bulvarı”ndan da “ha-

fif söz”, “basit kurgu” bekle-

mek olur şey değil.. Denizle

kum arasına sıkıştırıp çok da

zihni yormadan bir cinayet

romanı okumaksa saik, bu

romana dokunmamak gerek..

Ama illa ki dokunmak,

“Acı Düşler Bulvarı”nı illa ki

okumak, bununla da yetin-

memek romanda(n) bir şekil-

de adı geçen, dizesi geçen,

tablosu geçen, kendisi geçen

Sevim Burak’ı, Edip Cansever’i

okumak, Edward Hopper’a bakmak gerek.

Hem yeniden okuma olarak şifa niyetine

hem de romanın ve yazarının bir parçası,

belki tamamlayıcısı olarak.

Cumhur Orancı’yı bir kere okuduktan

sonra kitaplarıyla neden daha önce tanı-

şılmadığına, neden daha önce okunmadı-

ğına hayıflanmamak elde değil. Uzun yıl-

lar denizcilik yaparak dünyayı dolaşan ya-

zar “Acı Düşler Bulvarı”nda öylece gemi-

ci düğümleri atıyor kurguya, sanki bir ge-

micinin düğümünü kendinden başkasının

çözemeyeceğini bilmezmiş gibi.

“Bir insanın trajik sonunun başlangı-

cında, bambaşka bir insanın, hırsı yüzün-

den, bambaşka bir zamanda neden oldu-

ğu trajik bir eylem yatar.”

İlk sayfasından itibaren ayrıntılı be-

timlemeleriyle okuyanın hemen sahnenin

kıyısındaki tabureye ilişivermesine neden

olan, karakterleri tanıtırken yine onların

gündelik alelade düşüncelerinden, düşün-

celerine yansımış hırslarından yola çıkan ya-

zar bütün bunları yaparken de tek bir

sözcük fazladan etmiyor, özlü anlatımından

hiç taviz vermiyor.

Gerçeküstü ve biraz da trajikomik ka-

rakterlerinden mi, yoksa “olağan” bir ci-

nayetin benzersiz anlatımından mı kay-

naklandığı bilinmez Gabriel Garcia Mar-

quez’in “Kırmızı Pazartesi”sini okurkenki

o ruh hali yıllar sonra “Acı Düşler Bulva-

rı”nın satırlarında da sarıp sarmalıyor insanı..

Polisiye bir romanın olmazsa olmazı

merak bu romanda da peşini bırakmıyor in-

sanın ama “katil kim?” sorusunun yanıtı de-

ğil merakınızı hep canlı tutan daha çok na-

sıl, neden, peki ya ben soruları. Çünkü bu

öyle bir roman ki hem herkes maktul, hem

herkes katil, hem herkes dedektif kendi so-

rularına. Nasıllar ve nedenle-

rin yanıtlarını teker teker çö-

zerken bir de bakmışsınız sah-

nenin kıyısında değil, orta-

sındasınız artık; harıl harıl

araştırıyorsunuz Agop Mer-

cekyan’ın yanında(n), ondan

fazlasını; ondan daha önce

bilmenin rahatlığıyla. Fakat

bu dahi “Peki ya ben?” so-

rusuna “ben katil, ben mak-

tul, ben okur, ben yazar”

derken sizi ondan daha iyi bir

dedektif yapmıyor.

Selim İleri’nin roman ve

yazarı hakkındaki şu haklı cümlelerini

okurken:

“Bugünkü yarı edebiyat yarı ticaret

ortamında bu romanın üzerinde durulacak

mı, kestiremiyorum. Çünkü ticaretin payını

yazar baştan yadsıyor, baştan zor, çetin ola-

nı seçiyor.”

Bir yandan yaşlı bir erkek sesinin,

“ne çıkar siz bizi anlamasanız da/ evet,

siz bizi anlamasanız da ne çıkar/eh, yani ne

çıkar siz bizi anlamasanız da”*** dediğini

duyar gibi oluyoruz.

* Ressam Edward Hopper’ın “Night-

hawks - Gecekuşları” isimli tablosu. Kitap

bu tabloyla başlayıp, bu tabloyla sona eri-

yor.

** Sevim Burak

*** Edip Cansever/Ne Gelir Elimizden

İnsan Olmaktan Başka

(Acı Düşler Bulvarı, CumhurOrancı, Ayrıntı Yayınları, 176 s.)

HAFTANIN PORTRES�

İlya Ehrenburg Kiev’de Yahudi bir ai-

lenin oğlu olarak dünyaya geldi. Genç-

lik yıllarında Rusya’daki devrimci ha-

rekete katıldı. Henüz onyedi yaşın-

dayken siyasi faaliyetlerinden ötürü tu-

tuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra

Paris’e göç etti. Burada da örgütlü ha-

yatını sürdürdü. Birinci Dünya Sava-

şı sırasında savaş muhabirliği yaptı.

1917’de yurda döndü. Çeşitli Sovyet

gazetelerinin yurtdışı sorumlusu ola-

rak Avrupa’ya gönderildi. Bu süreçte

İspanya İç Savaşı’na katıldı.

Sonrasında uzun yıllar Paris’te bu-

lunan Ehrenburg tekrar Sovyetler

Birliği’ne döndüğünde “Paris Düşer-

ken”i yazmaya başladı. Bu eser yaza-

rın dünyaca ünlü üçlemesinin ilk ki-

tabıdır. “Paris Düşerken”, “Fırtına” ve

“Dipten Gelen Dalga”dan oluşan seri

yazarın en büyük eseri sayılır. Üçleme

1930’lu yıllardan 1950’lere kadar olan

süreci tüm çarpıcılığıyla işler. Ehren-

burg bu kitaplarda savaşın ayak ses-

lerinin duyulduğu yıllardan soğuk sa-

vaş rüzgarlarının esmeye başladığı

döneme kadar Avrupa’da yaşananla-

rı anlatır. “Paris Düşerken”de Hitler

faşizminin işgali altındaki Paris anla-

tılırken, burada yaşayan farklı toplum

katmanlarının içinde bulundukları

durum gözler önüne serilir. İkinci ki-

tap “Fırtına”da Sovyetler Birliği’nde

Nazi güçlerine karşı verilen mücade-

le anlatılır. Savaşın küçük ayrıntıları bir

tarihçi titizliğiyle işlenir. “Dipten Ge-

len Dalga” ise İkinci Dünya Savaşı son-

rası kurulan yeni dünyayı anlatıyor. Sa-

vaş bitmiştir ama bu kez farklı bir sa-

vaş başlamıştır...

Ehrenburg bu çok bilinen ve tüm

dünyada milyonlara ulaşan üçleme

eserinin yanı sıra verimli ve üretken bir

yazarlık hayatı geçirdi. Çok sayıda

öyküye imza attı. Başlıca eserleri:

“Julio Jurenito”, “On Üç Pipo”,

“Tröst”, “Jana Ney’in Aşkı”, “Paris

Düşerken - Fırtına - Dipten Gelen

Dalga”, “Buzların Çözülüşü”, “Ve İn-

san Otomobili Yarattı”.

İlya Ehrenburg(1891 – 1967)

Paris’te bulunan Ehrenburg tekrar Sovyetler Birli�i’nedöndü�ünde “Paris Dü�erken”i yazmaya ba�lad�. Bueser yazar�n dünyaca ünlü üçlemesinin ilk kitab�d�r.

“Paris Dü�erken”, “F�rt�na” ve “Dipten Gelen Dalga”danolu�an seri yazar�n en büyük eseri say�l�r. Üçleme1930’lu y�llardan 1950’lere kadar olan süreci tüm

çarp�c�l���yla i�ler

Cumhur Oranc�“Ac� Dü�ler

Bulvar�”nda öylecegemici dü�ümleri

at�yor kurguya,sanki bir gemicinin

dü�ümünükendindenba�kas�n�n

çözemeyece�inibilmezmi� gibi

Nighthawkslara…*31 A�USTOS 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP

DİLAN ÖZTÜ[email protected]

Page 5: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA 5Aydınlık KİTAP

“SULTAN ABDÜLHAMİD”

“Münzevi ve müstebit” bir hükümdarla

geçen 30 yıl

Tanzimat’ın ilanı ile başlayan süreçte Osman-

lı Devleti’nin klasik yapısı her alanda büyük bir

değişimin içine girmiştir. Daha önce padişahların

inisiyatifi ile gerçekleştirilen reformların dü-

zenlenmesinde bu dönemde sadrazamlar, na-

zırlar öne çıkmış öyle ki tam olarak bir “Babıâli

Yüzyılı” yaşanmıştır. İmparatorluğun Batı kar-

şısında gerileyişinin sebepleri nedir sorusuna

Tanzimat kadrolarının bulduğu cevap; devlet ni-

zamının bozulması ve Batı’nın askeri üstünlü-

ğü olabilmiş, bürokratlar, meseleyi Batı’dan alı-

nacak yeni usullerle devlet kurumlarının sağ-

lamlaştırılması olarak görmüşlerdir. Bu ne-

denledir ki bu kadrolarca, Osmanlı toplumunun

temel değerlerinin, egemen üretim biçiminin ve

siyasi yapısının tartışılması söz konusu olama-

mıştır. Amaç oldukça nettir: mevcut yapının iyi-

leştirilmesi ve sağlamlaştırılması. Nitekim bu an-

layışa muhalefet de gecikmemiş, hem padişa-

hın geleneksel otoritesine karşı çıkan hem de

Tanzimat’ın “kopyala-yapıştır” usulünü eleşti-

ren aydınlar birlikte hareket etmek amacıyla der-

nekler kurmuş, basın yoluyla eleştirilerini dile

getirmeye çalışmışlardır. Bir Kanun-i Esasi’nin

kabulü ile ülkenin içine sürüklendiği kaostan

kurtulacağını düşünen bu aydınlar

V. Murat’ın ardından Abdülha-

mid’i tahta geçirmiştir.

Yusuf Akçura üzerine yayın-

ladığı kapsamlı kitabı ile tanıdığı-

mız François Georgeon, “Sultan

Abdülhamid” eserinde Abdülha-

mid’i tüm yönleri ile ele alıyor. Pa-

dişahlık makamında oturduğu 30 yıl

boyunca “Büyük Güçler”in değişen

siyasetleri ile birlikte Abdülha-

mid’in kurmaya çalıştığı dengeyi, im-

paratorluğun geçirdiği dönüşüm-

leri ve sarsıntıları inceliyor. Georgeon, Abdül-

hamid’i “Ulu Hakan” ya da “Kızıl Sultan” ola-

rak değil, imparatorluğun parçalandığı, ulus-dev-

lete geçiş sancılarının yaşandığı bir sürecin ak-

törü olarak ele aldığını, “Osmanlı Cenneti”ni

yüceltmeye ya da “Kızıl Sultan”ı aklamaya ça-

lışmadığını belirtiyor.

Yazar, Abdülhamid’in söylemlerinden, ey-

lem ve hareketlerinden yola çıkarak karakteri-

nin genel çizgilerini ortaya koymaya çalışıyor ve

şu yargıya varıyor: “Abdülhamid ayrıcalıkları ko-

nusunda aşırı titiz, kendi yetki alanına girilme-

sini asla kabullenmeyen otoriter bir çehre, hiç-

bir ahlaki bir kaygı taşımayan bir dalavereci, usta

bir diplomat”

Kanun-i Esasi’nin kabulü ve Meclis-i Me-

busan’ın açılması Rusya ile bir savaş gündeme

geldiği sırada olmuştu. Tershane Konferansı’nın

toplandığı gün Avrupa’nın reform bahanesiy-

le içişlere müdahalesi için ilk Osmanlı Anaya-

sası büyük bir gürültü ile ilan edilmişti. Açılan

meclis konferansın kararlarını kabul etmeyin-

ce iyice ısınan ortamdan yararlanan Abdülha-

mid İngiliz temsilcisi ile görüşüp kendisinin kon-

feransın kararlarına “belirleyici bir itirazı” ol-

madığını ancak vekillerine söz geçiremediğini

söyleyerek, tahta oturan ama yönetim yetkisi

olmayan kral rolü yapmıştı. Nitekim bu rolü be-

nimseyen İngiltere’nin yanına Fransa’da ek-

lenmiş ve Avrupa kamuoyu Abdülhamid’in

lehine dönmeye başlamıştı. Birkaç ay sonra Ka-

nun-i Esasi’nin mimarı Mithat Paşa görevinden

alınarak sürgüne gönderilmişti.

Abdülhamid için asıl tehlike anayasa değil,

Mithat Paşa idi. Mithat Paşa gittikten sonra Ka-

nun-i Esasi’nin bir önemi kalmamış, salname-

lerin başına yazılan bir yazı olmaktan öteye gi-

dememişti. Zaten Abdülhamid meşruti bir re-

jim kurulmasına, Rusya ile savaş tehdidi kapı-

ya dayanmışken Avrupa ile olan ilişkileri dik-

kate alarak razı olmuştu, o sırada bir İngiliz des-

teği aradığı çıkışı sağlayabilirdi. Ancak, Nisan

1880’de İngiltere’de iktidara, Türkleri “insan-

lığın insan olmayan örneği” diye tanımlayan

Gladstone’un gelmesi Abdülhamid’in son çe-

lişkilerini de yok etmiş, artık İngiltere’nin gö-

zündeki imajı hakkında kaygı duymasına gerek

kalmamıştı. Bu koşullarda meclisi yeniden top-

lamaya gerek duymaz.

Abdülhamid meclisten kurtul-

duktan sonra Tanzimat devrinde

sadrazamlara, nazırlara kaptırılan ik-

tidarı kendisi adına geri almaya

başlamıştır. Ülkenin dört bir ya-

nında kol gezen muhbirler, hafiye-

ler sayesinde sıkı bir denetim kur-

muş, ulemayı kontrol altına almış,

bürokrasiyi susturmuştur. Basına

sansür uygulanması ve kendine

karşı yükselen en kısık ses için

bile sürgün olağan hale gelmiş,

1881’e gelindiğinde Abdülhamid’in tahta çık-

masına yardım eden herkes saraydan uzaklaş-

tırılmıştır. Böylece çevresinde sadece, bulunduğu

mevkiyi onun lütfuna borçlu olanlar kalmıştır.

Abdülhamid’in özellikle “Sarıklı İhtilalci” ta-

rafından kendisine yöneltilen darbe girişimi son-

rasında sürekli taşıdığı tahtan indirilme ve sui-

kast korkusu onu “münzevi” bir hayat yaşamaya

ve “müstebitçe” içine kapanmaya itmiş, ülkeyi

paranoyak bir yönetime mahkûm etmişti. “İs-

tanbul Yıldız’dan, Yıldız İstanbul’dan korkar”

olmuştu.

Abdülhamid, her türlü sansüre, baskıya, sür-

güne rağmen bu kez daha örgütlü bir biçimde

üstelik ilk muhalefetin aksine ordu içinden ge-

len muhalefet karşısında Makedonya’da baş-

layan bir devrim ile1908’de ikinci defa Meşru-

tiyet’i ilan etmek zorunda kalacaktır. Bu süreçten

sonra, Abdülhamid gerici bir takım ayaklan-

malara adı karışsa da miladını doldurmuş bir sul-

tan olarak derin bir iz bırakarak tarihteki yeri-

ni alacaktır.

(Sultan Abdülhamid,François Georgeon, İletişim Yayınevi,

Çev: Ali Berktay, 648 s.)

CANSU YİĞİT

Tasarım mı, rastlantı mı?Nobel ödüllü ünlü Frans�z biyokimya bilgini Jacques

Monod, “Rastlant� ve Zorunluluk” adl� bu denemesindeevrim teorisine, canl�l���n olu�umuna ve bu konularla ilgili

söyleyecek sözü oldu�unu iddia eden baz� ideolojilereili�kin görü� ve ele�tirilerini okuyucuya sunuyor

Jacques Monod’nun bu klasik eseri dü-

zeltilmiş ve gözden geçirilmiş çevirisiyle

yeniden Türkçeye kazandırıldı. Yeryü-

zünde yaşamın oluşumuna dair bilim dışı

düşünce akımlarının giderek güçlendiği

günümüzde bu eserin tekrar Türk oku-

ruyla buluşması oldukça önemli.

KEND�LER�N� �N�A EDENMAK�NELERNobel ödüllü ünlü Fransız biyokimya bil-

gini Jacques Monod, “Rastlantı ve Zo-

runluluk” (Le Hasard et la Necessite)

adlı bu denemesinde evrim teorisine,

canlılığın oluşumuna ve bu konularla il-

gili söyleyecek sözü olduğunu iddia

eden bazı ideolojilere ilişkin görüş ve

eleştirilerini okuyucuya sunuyor. Bunu

yaparken de birçok bilimsel disipline dair

temel kavramları bir araya getirmekten

çekinmiyor. Canlılık - cansızlık kav-

ramlarını irdeleyerek ve maddenin can-

sızlıktan canlılığa geçiş sürecini “kendi-

lerini inşa eden makineler”e benze-

terek başlattığı düşünsel yol-

culuk, yazarın yaratıcı düşünce

deneyleri ve felsefi gönderme-

leri ile ilerleyerek yer yer oku-

yucuyu zorlayan fakat felsefi an-

lamda doyurucu bir okumaya

dönüşüyor.

EVR�M�N ÜRÜNLER�:TASARIM MI,RASTLANTI MI? “�NSAN”EVR�MSEL SÜREC�NZORUNLU B�R SONUCUMUYDU?Okuyucusunun zihninde cevaplardan

çok yeni sorular üreten tarzı ile Monod,

modern bilimin temel direklerinden

nesnellik ön kabulünün, anlamı gereği

içinde öznellik taşıyan “tasarı” düşüncesi

ile çeliştiğini vurgulayarak günümüzde

de etkisini sürdüren “akıllı tasarım”

düşüncesine karşı da öne sürülebilecek

son derece geçerli savlar ortaya koyuyor.

Yazarın kitabın başından sonuna öne sür-

düğü savların tümü, “tasarı”nın varlığı

açıkladığı ve varlığın yalnızca tasarısıy-

la bir anlam kazandığı tüm düşünce

sistemlerine genel bir eleştiri olarak da

okunabilir. Doğayı yorumlama biçimi-

mizde öznelliğe - insan merkezli yanıl-

samaya yer verildiğini düşünen yazar, bu

anlamda kitabın birçok bölümünde söz

konusu yanılsamaya ilişkin eleştirilerini

okuyucuyla buluşturuyor.

EVREN�N ��MD�K� HAL� TEKSEÇENEK M�YD�?Maddesel ve doğal uzantısı olarak bi-

yolojik, hatta toplumsal evrimin önceden

belirlenmiş bir yolu -bilinçli bir tasarımı-

olduğu ve mutlak bir hedefe doğru iler-

lediği yönündeki anlayışa karşı çıkıyor

Monod. Bu tavrıyla dinlerin dogmatik

yaklaşımının yanı sıra katı bilimsel de-

terminizmi de karşısına alıyor. Mesleki

biyokimya bilgi ve denemiyle örtüşen çı-

karımlarını, kuantum belirlenemezcili-

ği ve Kaos Teorisinin savlarıyla har-

manlayarak okuyucuya yansıtıyor. Bu te-

mel üzerinden, yazar he-

saplaşmasını animizm (ba-

ğımsız bir ruhsal varlığın in-

sanda ve doğa nesnelerin-

de yerleşik olduğuna ina-

nan ilkel görüş) ve vitalizm

(dirimselcilik: Hayat olay-

larını fiziksel, kimyasal güç-

lerle değil de özel bir ya-

şama ilkesi, yaşam gücü ile

açıklayan öğreti) kavram-

larıyla yapıyor. Bununla

birlikte, bilinçli veya bilinçsizce söz ko-

nusu öğretileri içinde barındıran ideo-

lojiler de yazarın eleştirilerinden nasibini

alıyor. Kitabın proteinlerin karmaşık

yapısını ve enzimsel faaliyetleri anlatan

bölümleri teknik bilgi sahibi okuyuculara

hitap ettiğinden ilgili olmayan okuyu-

cular tarafından atlanabilir. Monod, ki-

tabının önsözünde biyolog olmayan

okuyucular için ilgili kısımların atlana-

bileceğini belirterek bir bakıma kitabın

esas içeriğinin bilim felsefesine ait çı-

karımları olduğu mesajını veriyor.

Alfa Yayınları tarafından tekrar

Türkçeye kazandırılan bu klasik eser, ko-

nunun ilgilileri ve günümüz sözüm ona

özgür düşünsel ikliminde araştırmayı ve

düşünmeyi seven popüler bilim okuyu-

cularına hitap eden değerli bir derleme.

(Rastlantı ve ZorunlulukModern Biyolojinin Doğa Felsefesi,

Jacques Monod, Alfa Yayınları,Çev: Elodie Eda Moreau, 126 s.

EMRE ALPER JacquesMonod

‘RASTLANTI VE ZORUNLULUK MODERN BİYOLOJİNİN DOĞA FELSEFESİ’ ÜZERİNE

Page 6: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP

“İnsan, oluşturduğu kimliğin de-

ğersizliği kendi gözünde ortaya çık-

tığında yıkılabilir.”

Edebiyatımızın önemli isimle-

rinden, kadın yazarlar arasında tar-

tışılmaz bir yere sahip İnci Aral’ın

“Taş ve Ten” romanı Kırmızı Kedi

Yayınevi etiketiyle yeniden raflarda.

Eserlerinde yoğun bir şekilde

kadını, kadının duygu ve düşünce

dünyası yanında var olma savaşımı-

nı işleyen Aral, bu romanında Ul-

ya’nın yaşam serüvenini ele alıyor.

Kadın kahramanlarını çoğun-

lukla toplumda saygın yeri olan,

güçlü ve güzel kadınlardan seçen İnci

Aral’ın “Taş ve Ten”deki kahrama-

nı Ulya da bir ressam ve heykeltıraş.

Ona göre bir heykeltıraş düşünen

biri, sessizce konuşur. Ona estetik

kimlik ve evrensellik kazandıran ise

yaratıcısının hayatı kavrama biçi-

midir.

Ve bir heykel sergisi açmak üze-

re Almanya’ya giden Ulya, yıllardır

birlikte yaşadığı Haluk’la yol ayrı-

mına vardığının farkına varır.

Ruhsal yalnızlığını sanatla dol-

durmaya çalışan Ulya, aşktan koru-

nan ancak yüreğini çoraklaştıran

bu beraberliğe bir son vermeye ka-

rar verir. İşte tam da böyle bir anda

karşısına çıkar Sina… Sanki bir za-

man tüneli, sanki yeniden geçmişe

bir yolculuk olur. Derin uykudaki ru-

hunu uyandıran, bedeninin varlığı-

nı yeniden ona hatırlatır.

Ulya, 1970’li yılların başında

“B.”yle tanışır. Bu genç adamın ne

olursa olsun sonraki hayatını etki-

leyeceğini bilir. Böyle de olur ve B.

onun hayatını bütünüyle değiştirir.

Henüz genç yaşında, çocuğu-

nun babası olan “B.”yi kaybeder.

Çok acı bir kayıptır bu. 12 Eylül

öncesi sol bir örgüt içerisinde önem-

li bir konumda yer almış, sonra

yurtdışına kaçmış olan ‘B.’, yeniden

Türkiye’ye döndüğünde aynı aktif

halini sürdürür. Ve bir gün kontr-

gerilla onu alıp götürür, bütün ara-

ma çabalarına rağmen ölü ya da diri

bulunamaz. Bir daha hiçbir haber

alınamaz. Ulya’nın onunla geçirdi-

ği dört yıl bütün ayrıntılarıyla belle-

ğinin derinliklerinde durur.

Sahi adı neden B.’ydi. Gerçek adı

neydi?

Sevilen birini terk edebilmek

kahramanca bir eylem miydi, bunu

yapabilmek için insanın çok mu

güçlü olması gerekiyordu?

MUTLU OLMAK �Ç�NÖNGÖRÜLÜ MÜ OLMALI�NSAN?Ve Haluk… Ulya’nın en zor günle-

rinde “B.”ye her türlü yardımda

bulunmuş bir avukat. Ulya’yı iyileş-

tiren bir insan.

“B.”nin kayboluşundan iki yıl

kadar sonra 1979 yılı sonbaharında

dostluğun aşıldığı bir yere varırlar,

“B.”yi kesin olarak kaybettiğini an-

ladığında kucağında ağladığı ve ha-

yatının güzel yıllarını verdiği adam-

la.

Ve kayıpların bir türlü dengele-

nemediği, giderilemediği zaman-

lar…

Ve Haluk’tan kopuş…

Ve birbirini kovalayan düşünce-

ler…

“İnsan, oluşturduğu kimliğin de-

ğersizliği kendi gözünde ortaya çık-

tığında yıkılabilir.

Bencil, ölçülü yaşamlarımıza bir-

birimizi uzaktan ortak ettik ve onun

bana verdiği en önemli şey akıl

oldu.

Bir insanı tanımak ve anlamak ne

kadar uzun sürüyor bazen.

Yalnızlık bana kendi dünyama

sahip çıkmayı öğretti.”

Acılar, çözümsüzlükler, anlık se-

vinçler ve ruh dinginlikleriyle gün-

lük kaygılar arasında akıp giden in-

sanlar, hatalar, pişmanlıklar, öz-

lemler, sevinçler, sevgiler, aşklar,

düşmanlıklar…

“Yanlış yaşadım, en azından ek-

sik bir hayattı benimki. Kendimi

küçük şeylerin çekiciliğine, rahata bı-

raktım, çok zaman kaybettim.” diyen

bir kadın her şeyin tekrara dönüştüğü

bir anda geniş mekân ve zamanlar-

da gezinen bir serüvene yol alır.

B�R MEKTUP NEY�DE���T�REB�L�R K�?

Ve Sina…

Sanki bir zaman tüneli. Sanki ye-

niden geçmişe yolculuk. Dünde bu-

günü var eden ve geleceğe taşıyacak

sihirli bir el sanki.

Her yeni aşk, insanı eski bir aş-

kın küllenmiş anısına çeker mi peki?

İzler, yinelemeler, gidiş gelişler, bağ-

lantılar zinciri içerisinde benzerlik-

ler yaşar insan ve hemen hemen aynı

tuzaklara düşer.

Hamburg’taki bir sergide başla-

yan ve sadece dört gün süren, ade-

ta bir asırlık hikaye.

Elli yaşındaki bir kadınla, ondan

on yaş daha genç bir erkek arasında,

acıya tanıdık, birbirine yabancı ve ay-

kırı olmanın baştan çıkarıcı duygu or-

tamında yaşanan, içten ve yoğun ses-

siz bir macera.

Kaldığı yerden yeniden yazılacak

mı? Bu soruya yanıt olacak ve gel-

meyen bir mektup. Onu beklerken

bekleyişin ta kendisi halini almış, ge-

lecek olan zarfı kutsamış, bir ayinin

dar, tutuk, anlamını yitirmiş ken-

dinden geçişine kapılmış bir kadın.

Nazım’ın Piraye’den beklediğine

benzer: “buruşuyor hala gelmeyen

mektubun avucumda…”

Zor günlerin haftaları, haftaların

ise ayları kovalamaktan yorulduğu

anlarda yollandıktan altı ay sonra

beklendiği avuçlarla buluşan bir

mektup.

Zamanında gelse ne değişirdi

peki, bir mektup neyi değiştirebilir

ki?

İnci Aral’ın özgün, yalın ve zen-

gin dili; bireysel yaşamları müthiş bir

nesnellikle aktarmadaki ustalığı ve

sağlam kurgusuyla ilmek ilmek ör-

düğü “Taş ve Ten” hem ülkemizde

birçok insanın yazgısını belirleyen bir

dönemi ve insanlarını, hem de yur-

dundan ayrılmak zorunda bırakıl-

mayı, sürgün ve göçmenliğin kah-

reden yalnızlığına tanıklık ediyor.

İnci Aral’ın bu romanını mutla-

ka okumalısınız.

(Taş ve Ten, İnci Aral,Kırmızı Kedi Yayınevi, 258 s.)

Ayaz ve ateş arasındaki birkadının romanı: “Taş ve Ten”Bireysel ya�amlar� müthi� bir nesnellikle aktarmadaki ustal��� ve sa�lam kurgusuyla ilmek ilmek ördü�ü

“Ta� ve Ten” hem ülkemizde birçok insan�n yazg�s�n� belirleyen bir dönemi ve insanlar�n�, hem deyurdundan ayr�lmak zorunda b�rak�lmay�, sürgün ve göçmenli�in kahreden yaln�zl���na tan�kl�k ediyor

ŞENOL Ç[email protected]

Eserlerinde yo�un bir�ekilde kad�n�, kad�n�n

duygu ve dü�üncedünyas� yan�nda var

olma sava��m�n� i�leyenAral, bu roman�nda

Ulya’n�n ya�amserüvenini ele al�yor

K�TAPTAN“İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak.

Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyir-

ci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne

büyük yalnızlık!”

“Beni kabullenişi ve acıma ortak oluşundan ötürü sev-

dim onu. Yanında, huzursuzluk ve korkularımdan kur-

tuldum, bencillikten, tutkularımdan vazgeçmeye çalıştım,

seyirlik pencerelerin önünde durmayı öğrendim ve bek-

lenebilir ve beklenmedik durumlardan uzak kaldım. Se-

vecenliğiyle, bocalayıp duran duygusal yaşamımı dengede

tuttu çok uzun zaman ve şimdilerde bana tenin geçiciliği-

ni hatırlatıyor…”

�nciAral

Page 7: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA 7Aydınlık KİTAP

Say Yayınları bu yakınlarda Schopenhauer

Kitaplığı’nın on ikinci kitabı “Bilmek ve İs-

temek”i yayımladı. Adından da anlaşılacağı

üzere kitap Schopenhauer felsefesinin te-

mel meselesini, yani “irade ve tasavvur”u

ele almakta, ancak bunu aynı isimle anılan

eserinde ortaya konulduğu tamlık ve bü-

tünlükte değil de daha çok ona bir hazır-

lık olarak ve onun anlaşılmasını kolaylaş-

tıracak metinlerle birlikte ele almaktadır.

Batı felsefesi, Antik Yunan’dan beri, in-

sanın bilen olmasını onun özü olarak gör-

mekte ve onu düşünen canlı şeklinde ta-

nımlamaktadır. Böylece insanın iradesi

bilgisine bağlanmakta; diğer bir ifadeyle ira-

desi bilgisi yanında ikincil ve tali kabul edil-

mektedir. Arthur Schopenhauer “Bilmek

ve İstemek” isimli eserinde, insanın aslının

onun iradesi olduğunu, düşünme ve bil-

mesinin iradesinden sonra geldiğini, dola-

yısıyla bilgisinin irade karşısında ikincil

bir konumda olduğunu ifade etmek sure-

tiyle bu tanıma karşı çıkmakta; Batı dü-

şüncesinin bu tavrıyla insanın özüne ve ha-

kikatine bigâne kaldığını söylemektedir.

KEND�NDE �EY VE FENOMENKAR�ITLI�I“Bilmek ve İstemek” beş bölümden mey-

dana gelmekte, ilk iki bölümde ko-

nuya hazırlık olarak kendinde

şey ile fenomen karşıtlığı ve

kendinde şey olarak ira-

de ile bedenin ilişkisi is-

temek üzerinde du-

rulmaktadır. İkinci

bölümün sonuna ko-

nulan ekte, ayrıca,

Henri Bergson’un fi-

zik ve metafizik bilgi

türleri üzerine ünlü

konuşmasından bir bö-

lüm yer almaktadır.

Kendinde şey, münferit

varlıklardan veya algılanan

fenomenlerden bağımsız olarak

mevcut olan hakiki ve asli varlığı veya bu

münferit varlıkların hakikatini ifade eder.

Kendinde şey bizim bilgimizin dışındadır;

dolayısıyla biz varlıkların hakikatini değil,

sadece onların fenomenal görünüşlerini bi-

lebiliriz. Schopenhauer, fenomene daya-

narak kendinde şeyi tasavvur etmeye ça-

lışmayı, birbirine taban tabana zıt iki şek-

li birbiriyle örtüştürme gibi asla muvaffak

olunamayacak bir çabaya benzetmekte-

dir. Çünkü bilgi, özne ile nesne ayrımı ol-

maksızın gerçekleşmemektedir. Ayrıca il-

let, mekân ve zaman formlarından bağım-

sız bir bilgiden de bahsedemeyiz. Dolayı-

sıyla insanın bilgisi bu ayrımın ve formla-

rın ötesinde şeyin özüne nüfuz edeme-

mekte, varlıkların özleri ya da kendinde şey-

leri tasavvurun dışında kalmaktadır.

B�LMEN�N SINIRI: KEND�NDE�EYÜçüncü bölüm kendinde şeyin bilinebilir-

liği ve irade olarak kendinde şey üzerinde

durmaktadır. Kant kendinde şeyin biline-

meyeceğini söyler. Schopenhauer’e göre, in-

sanın bu bilinci dolaysız olsaydı o, kendin-

de şeyin bütünüyle uygun bilgisine sahip

olabilirdi. Fakat insanın bu bilgisi –önce-

likle– bilen ve bilinen ayrımıyla, –ikinci ola-

rak da– onun kendisine dair bilinçten ay-

rılmayan zaman formuyla kayıtlı ve sınırlıdır.

Dolayısıyla insan fenomenal bilginin form-

larından tam olarak kurtulamaz ve ken-

dinde şeye dair tam uygun bir bilgiyi idrak

edemez. Fakat filozofumuz, insanın dışa-

rıdan nüfuz edemeyeceği bu öze, onun ken-

di özü hakkındaki kendi bilinciyle ulaşabi-

leceğini ve bu şekilde onun kendisini hari-

ci duyu aracılığıyla uzvi bir form, deruni

duyu aracılığıyla da irade olarak idrak

edeceğini düşünmektedir.

Schopenhauer, insanın kendisi veya

kendinde şeyi nesnel olarak bilmeye çalış-

masının kendi içinde çelişik bir şeyi arzu et-

mek olduğunun farkındadır. Fakat yine de

o, Kant’ın algıdan çıkarılmamış kav-

ramların boş olduğu tezini kabul;

fakat bunun insanın kendi

irade etmesi hakkında sa-

hip olduğu bilgi için ge-

çerliliğini reddetmekte-

dir. Çünkü, ona göre,

bu bilgi ne bir algıdır,

ne de boştur. Bilakis o

salt formel bilgi gibi a

priori değil, fakat ta-

mamen a posterioridir

ve dolaysıyla sair her tür-

lü bilgiden daha fazla ger-

çektir.

Schopenhauer, bu tezlerin-

deki çelişkinin farkındadır. Ancak,

ona göre, kendinde şey zaman dışındaki di-

ğer formlardan azade olarak peçesinden bü-

yük ölçüde sıyrıldığında kendini irade ola-

rak göstermekte veya bu irade, ayrıca, in-

sanı kendinde şeyin hakikatine ulaştıran ye-

gâne dar kapıyı meydana getirmektedir.

B�LMEK, �STEMEK ve ÖLMEKSchopenhauer, dördüncü bölümde ger-

çek varlığımızın ölümden sonraki duru-

munu ele olmaktadır. Bu kitap ve özellik-

le bu bölüm dizinin bir önceki kitabı olan

“Ölümün Anlamı”nın bir devamı olarak da

okunabilir. Ona göre, insanın ölümsüzlüğü

onun ruhu veya bilinci ile bedeni arasındaki

sözde karşıtlıkta aranmaktadır; fakat in-

sanın bilinci onun zihnine, zihni de

bedene bağlıdır, yani insanın bilinci

onun hayvani yani ikincil doğası ta-

rafından belirlenmektedir. Bu se-

bepten ötürü bilincin bedenin ölü-

müyle sona ereceğine kuşku yok-

tur. Dolayısıyla, filozofumuza göre,

asıl karşıtlık onun zaman nedir bil-

meyen ve iradeyle özdeş olan özü

ile zaman ve mekânda tezahür

eden kişisel varlığı arasındadır.

Bu asıl varlığımızın zaman üstü

devamlı varlığını idrak etmemiz

zordur. Çünkü böyle bir hakikati

bize kavratacak her türlü algı ve

sezgiden yoksunuz. Fakat bunu

inkâr da edemeyiz. Aksi takdirde

bu dünyadaki sonumuzun bir yok

olma olduğunu düşünüyoruz de-

mektir. Böyle bir kimse de, bu

durumda, kendisinin bu dünya

hayatı dışında bir hiç olduğunu ta-

savvur etmektedir.

Schopenhauer’a göre, insan

ölünce özne ile nesne arasındaki

karşıtlığın ortadan kalktığı ilk asli

durumuna geri dönecek, yani bilen

ile bilinenin tam özdeşliğine yük-

selmiş olacaktır. Filozofumuz bu

tasavvuruyla kişisel ölümsüzlüğü

temellendirmiş olmamaktadır. Do-

layısıyla burada şu ve benzerleri so-

rulabilir: Bu tür bir ölümsüzlük insanın bu

konudaki sorularına ne kadar cevap ola-

bilir?

SCHOPENHAUER VE DO�UDÜ�ÜNCES� Kitap Moira Nicholls’in Hint düşüncesinin

Schopenhauer’in kendinde şey öğretisine

etkisini değerlendirdiği beşinci bölüm ile

sona ermektedir. Kitabın bu bölümü Scho-

penhauer felsefesinin doğu düşüncesiyle

ilişkisinin doğru şekilde anlaşılmasına

Türkçe’de erişilebilecek en büyük katkı-

lardan birini yapmaktadır. Birçok yorum-

cu Schopenhauer’in 1818 sonrasında ken-

dinde şey hakkındaki düşüncesinde önem-

li değişiklikler olmadığı iddiasındadır. Nic-

holls ise bu tez karşısında, mezkûr tarihten

sonra –filozofumuzun Hint düşüncesine

dair bilgi ve hayranlığındaki artışa bağlı ola-

rak– kendinde şey öğretisinde önemli de-

ğişiklikler olduğunu savunmaktadır. O,

bu değişiklikleri (1) kendinde şeyin bili-

nebilirliği; (2) kendinde şeyin özü veya do-

ğası ve (3) kendi öğretisiyle doğu öğreti-

lerini zımni olarak meczetme çabası ile ala-

kalı olarak üç başlık altında toplar.

Schopenhauer zaman formuna dayalı

olarak kendinde şeyin irade olduğu iddia-

sındadır. Fakat –birçok yorumcunun da işa-

ret ettiği gibi– kendinde şeyin doğasını, çok

sayıda fenomenal formdan ziyade daha kü-

çük sayıda fenomenal formda ifşa edeceğine

inanmak için yeterli sebep yoktur. Dolayı-

sıyla kendinde şeyin irade olduğu iddiası-

nın sağlam bir temele dayandığı söylene-

mez.

Schopenhauer de, –müellife göre– “İra-

de ve Tasavvur Olarak Dünya”nın ilk cil-

dinin yayınlanması takip eden yıllarda

kendinde şeyin irade olduğu iddiasının

beraberinde getirdiği güçlüklerin giderek

farkına varmıştır. Filozofumuzun –daha

sonra– kendinde şeye değinirken peçe me-

cazını kullanması ve benzeri tereddüt ta-

şıyan ifadeler, onun bu noktadaki tedirginlik

veya huzursuzluğuna bir delildir.

“Bilmek ve İstemek”i ve Moira Nicholls

değerlendirmesini şu soru ile beraber oku-

mamız halinde hakikatin özüne yaklaşma

ihtimalimiz biraz daha yüksektir: Acaba biz

kendinde şeyi irade olarak adlandırmakla,

bizi hakikate ulaştıracak yegâne dar kapı-

yı bulmuş olmakta mıyız; yoksa o dar kapı

başka bir yerde midir?

(Bilmek ve İstemek,Arthur Schopenhauer, Say Yayınları,

Çev: Ahmet Aydoğan, 144 s.)

Schopenhauer ilekarmaşık düşünceler

M. ŞADİ ERKILIÇ

Schopenhauer’agöre, insan ölünce

özne ile nesnearas�ndaki kar��tl���n

ortadan kalkt��� ilk asli

durumuna geri dönecek,

yani bilen ile bilinenintam özde�li�ine

yükselmi�olacakt�r

“BİLMEK VE İSTEMEK” ÜZERİNE

Page 8: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP

�NSAN DO�ASITARTI�MASINA DEVAMED�YORUZBir süredir bu sayfalarda “insan do-

ğası”na ilişkin sözü olan yazarların

kitaplarından hareketle insan doğası

üzerine bir tartışma yürütüyoruz.

Marshall Sahlins’ten Zupancic’in

eserine, daha öncesinde de Levi-

Strauss’tan Schopenhauer’e dek in-

san doğası çeşitli bağlamlarda ele

alınmaya çalışıldı. Bu kez, insan do-

ğası üzerine tarihsel ya da tarih üstü

bir bakış açısından değil de, günü-

müz toplumunun yapısını ele alarak

eğilmeye çalışacağız.

Ünlü sosyolog Richard Sen-

nett’in “Beraber” adlı çalışması İk-

bay Özküralpli tarafından çevrilip

Ayrıntı Yayınları tarafından okurla

buluşturuldu. Esasında bu kitap

Richard Sennett’in tasarısına göre üç

ciltlik bir çalışmanın ikincisi: Sıra-

sıyla, “Zanaatkar”, “Beraber” ve şu

an üzerinde çalıştığı “Şehir Planla-

ması’’ üzerine bir kitap. Sennett,

bu eserinde, modern

yahut “ilkel’’ toplu-

mun olmazsa olma-

zının, dahası insanın

olmazsa olmazının iş-

birliği ve işbirliğini

kurmak için geliştir-

diği diyalojik becerisi

olduğunu savlıyor.

Dolayısıyla, geliştiri-

len insan ilişkileri, alış-

kanlıkları, Sennett’e

göre, bu diyalojik be-

cerinin iş gördüğü or-

tamın koşullarına bağ-

lıdır. Bu koşullar da

yine aynı şekilde insan ilişkilerinden,

alışkanlıklarından ve insanın bece-

rilerini kullanmasının sonuçların-

dan etkilenir. Bu açıdan bakıldığın-

da kendisini sürekli olarak değiştiren

ama evrimsel-kültürel bir eğilim

olarak toplumsal olan bir insan do-

ğası kavrayışına ulaşılır.

��B�RL���: B�ZE-KAR�I-ONLARBeraber’de yazarın odaklandığı te-

mel kavram “işbirliği’’dir. Kitapta iş-

birliği hem zorunluluk sonucu ola-

rak doğan bir yeti hem de bu yetinin

etkin bir biçimde kullanılmasıyla

ulaşılan sonuç olarak betimleniyor.

Bu yeti, yazarın Aristoteles’e yaptı-

ğı atıflarla, aynı zamanda bir yetenek

olarak da sunuluyor: “Beraber’de

odak noktam, karşılıklı konuşma-

lardaki dinleme yeteneği olduğu

kadar, diğerlerine yanıt verme yete-

neği ve işyerinde ya da topluluk

içinde bu yeteneğin pratik olarak uy-

gulanmasıdır... Bu bağlamda işbirli-

ğini bir zanaat olarak araştırdım. Bu

zanaat, birlikte hareket edebilmek

için anlama ve yanıt verme becerisini

gerektirir.’’ (s. 8)

Görüldüğü gibi insanın doğal

bir eğilimi ve zorunluluk sonucu

yapmaya giriştiği bir etkinlik olarak

ele alınıyor işbirliği. İşbirliğinin sağ-

lanması ise çocuğun gelişiminden,

modern yaşam ve çalışma koşullarına

dayanıyor. İşbirliğinin ilk elden göz-

lenebildiği daha ilkel üretim biçim-

lerinden modern yaşama evrilen in-

sanlık tarihi süresince nasıl esnedi-

ği ve karmaşıklaştığı işte bu koşul-

larla ilişkilendirilerek

anlatılıyor.

Kabilecilik ya da

şehrin arka sokakların-

daki etnik-dini veya bir

başka aidiyet duygu-

suyla kenetlenmiş top-

lulukların “bize-karşı-

onlar durumu’’nu ele

alan Sennett, kitabın-

da, günümüz insanının

ihtiyaçlarına ve yete-

neklerine uygun bir iş-

birliği biçiminin izini

sürüyor.

Sennett, kabileciliğin ardındaki

bilişsel önyargıyı Aristoteles’e atıfta

bulunarak açığa çıkarıyor: “Şehir

farklı cinslerde insanlardan oluştu-

rulur, birbirine benzeyen insanlar bir

şehri var edemez’’ ve Sennett devam

ediyor: “Böylece şehir, insanları,

farkıl bağlılıkları olan insanlar hak-

kında düşünmeye ve onlarla ilgi-

lenmeye mecbur bırakmış olur. Açık-

tır ki karşılıklı saldırganlık bir şehri

bir arada tutamaz; ama Aristoteles

bu öğretiyi daha da incelikli hale ge-

tirir. Kavimcilik, der, bilmediği hal-

de, diğer insanların neye benzediği-

ni bildiğini düşünmekle ilgilidir’’

(s. 15). Yazar, yine de çekincelidir,

çünkü “bize-karşı-siz durumu’’ sa-

dece “siz’’i oluşturan insanlara iliş-

kin bir cehaleti barındırmaz. Kişiler

gerçekten de karşısında durduklarını

tanıyabilirler ama farklılıktan kaç-

mak adına kendilerini izole edebilir,

diğerini izole edebilir ya da son tah-

lilde (Hitlervari bir “çözüm’’ yolu de-

nenmezse) diğerine karşı bir kayıt-

sızlığı seçebilir. Bu kayıtsızlığı, yazar,

Robert Putnam’ın “kış uykusuna

yatmak’’ ifadesiyle dile getirir. Do-

layısıyla ya farklılık görmezden ge-

linecek ya da farklılık gözlerin önün-

den alınacaktır. Göz önünden atıla-

mayan farklılıktan kurtulmak için ge-

riye gözleri duyarsızlaştırmak kalır.

GERÇEK ORTAKLIK VEBEL�RLEY�C� FARKLILIKLARYazar, farklılık-farksızlılık sorunun-

da, egemen anlayışın aksine salt et-

nik-dini farklılığı ele almamakta-

dır. Dahası, yazara göre, kimi fark-

lılıklar işbirliğini zayıflatıcı etkiler

üretebilirler ve “bu zayıflıkların en

doğrudan olanı eşitsizliğe ilişkin-

dir” (s. 18). Sınıfsal uçurumun art-

ması, Sennett’e göre, beraberliğin

önünde ciddi bir engeldir. Sennett’i

bu noktada yanlış anlamamak ge-

rekir: etnik-dini farklılıklar ile sınıf-

sal farklılıklar aynı düzlemde değil-

dir. Hatta yaratılan ve benimsenen

“biz” içerisinde gerçek ve rasyonel

ayrımın sınıfsal ayrım olduğunu çok

net bir biçimde ifade etmektedir:

“Elit, toplumdan uzaklaşır; kam-

yon şoförü ve bankacının beklenti-

leri ve mücadeleleri çok küçük bir or-

tak temel paylaşır. Bu türden mesa-

feler sıradan insanları haklı olarak

kızdırır. Bu noktada, bize-karşı on-

lar düşüncesi ve davranışı rasyonel

bir sonuçtur” (s.18).

B�Z�M B�ZE A�T B�R��B�RL���M�Z VAR1 Eylül’de Dünya Barış Günü’nü,

kutlayacağız. Teslimiyet biçiminde-

ki savaşmazlığı değil de gerçek Ba-

rış’ı isteyenlerin bu işbirliği damarı-

na sarılması gerekmektedir. Sadece

emperyalistler ve hainler işbirliği

yapmazlar, halklar ve emekçiler de

işbirliği yaparlar. Emekçiler kendi-

lerini soyutlayıp “biz” ve “onlar” de-

diklerinde bu rasyoneldir, haklıdır.

İşte bu kendilerine “biz” ve kendi-

lerinden sandıkları onlara “onlar”

dediklerinde görünecek ufukta ger-

çek Barış.

(Beraber, Richard Sennett,Ayrıntı Yayınları,

Çev: İlkay Özküralpli, 352 s.)

Bizi insan yapan becerimiz:İşbirliği

Sadece emperyalistler ve hainler i�birli�i yapmazlar, halklar ve emekçiler de i�birli�i yaparlar.Emekçiler kendilerini soyutlay�p “biz” ve “onlar” dediklerinde bu rasyoneldir, hakl�d�r.

CENK ÖZDAĞ[email protected]

“Beraber’de odaknoktam, kar��l�kl�

konu�malardaki dinlemeyetene�i oldu�u kadar,di�erlerine yan�t verme

yetene�i ve i�yerinde yada topluluk içinde bu

yetene�in pratik olarakuygulanmas�d�r...”

Richard Sennett

Page 9: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

“Önce seni görmezden gelirler, sonrasana gülerler, sonra seninle kavga ederler vesonunda sen kazanırsın.”

Mahatma Gandhi

Geçen hafta çeşitli nedenlerden dolayı Ba-

bil Balığı’nı yazamadım. Çok da büyük bir

kayıp değil. Bu köşe de dâhil, bütün süreli

yayınların yazarlarının, günlük yayınlanan

yazıları, zor bela gerçeklikte mevcuttur. Bir

gün için yaşarlar ve yok olurlar. Varlıkla-

rı günlük içilen bir bardak su kadardır. En

fazla bir tokat etkisi yaratır, ertesi gün unu-

tulur. Kitaplar ise bunun tam tersidir. Bir

kütüphaneye girebilen bir kitap uzun yıl-

lar boyunca varlığını devam ettirebilir. Üs-

telik köşe yazıları gündeliktir, örneğin bu

köşedeki hiçbir yazı asıl amacı belirli

edebiyat türlerini incelemek ve bu türlerde

çıkan eserleri okuyucuya tanıtmak ol-

masına rağmen, hiçbir zaman on yıl son-

ra dahi hangi eserin yazılabileceğine dair

bir şey barındırmaz. Yayınlanan üzerinden

konuşabilir. Fikir yürütmez. Satırları ya-

zılırken dökülür. Yazıldığı anda ne olur-

sa olsun gün sonunda kâğıt geri dönüşü-

müne yollanacak bir ölüdür. Bu hafta in-

celeyeceğim kitap hakkında en olmadık

saçma sapan şeyleri yazsam dahi yarına

hiçbir etkisi kalmayacaktır. Bu nedenle

varsa da içeriğinde bulunan birkaç fikir de

sınırlı sayıda insana şöyle bir dokunduk-

tan sonra ya bir gülümseme ya da bir baş

sallamanın ardından kaybolup gider. Bir

bakıma süreli yayınlarda yazmak “yok

olma” sanatıdır. Bu açıdan bakınca da her-

hangi bir şekilde süreli bir yayına yazmak

da ‘tüketim’ geleneğinin bir parçasıdır. Du-

run şimdi. Aynayı size çevirelim. Eğer Ba-

bil Balığı’nı ücretsiz şekilde bir internet

blogu halinde yazsaydım kaçınız okurdu?

Kaçınız ciddiye alırdı? Dahası geçen haf-

ta olduğu gibi, “bu hafta neden yazınız

yok?” mealinde e-postalarla karşılaşırdım?

Dürüst olunuz.

Bu hafta bir sanatçı-yazarla beraber

olacağız: Douglas Coupland. 1961 yılın-

da Almanya’da doğan Kanadalı yazar

aynı zamanda aktif bir sanatçı. Özellikle

da görsel sanatlardaki başarısı dikkat çe-

kici. Çoğu eleştirmene göre son yüz yılda

Kuzey Amerika’dan çıkan en yetenekli sa-

natçısı olmasından da öte, “tüketim” kül-

türü üstüne de en iyi hicivcisi. Elbette, tü-

ketim eleştirisine dayanan yazılar kaleme

alan pek çok yazar var, biliyoruz. Nedir

Coupland’ı farklı kılan? İlk olarak sanırım,

sanat geleneğini hakkıyla taşımasından

olsa gerek, bir şeyi anlatmanın ve göster-

menin bin bir farklı yönünden en çarpıcı

olanını yakalıyor olması, diyebiliriz. An-

latmak istedikleri için kurguladığı form ve

yapılar gerçekten ilgi uyandırıcı ki aynı çar-

pıcılığı sanat eserlerinde de görmek müm-

kün. Örneğin, aslı 2010 yılında yayınlanan

ve İthaki Yayınları’nın dilimize yeni ka-

zandırdığı (Oyuncu 1) romanını ele ala-

lım. Kitap aslında Massey Konferansla-

rının 2010 yılında ve içerdiği beş bölüm 5

farklı yerde olmak üzere bir saatlik ko-

nuşmalar şeklinde okundu, daha sonra ise

kitaplaştırıldı. Massey konferansları Ka-

nada’da yılda bir kez düzenleniyor ve ile-

ri gelen aydınlarının politik, kültürel, fel-

sefi ve sosyolojik konu-

larda konuşmalarından

oluşuyor.

Roman, bir havaa-

lanı barında yolları ke-

sişen 4 karakteri (Karen,

Rick, Luke, Rachel) ve

bütün olaylara bir bilgi-

sayar oyununu oynayan

gözlemci gibi yeniden

yorumlarda bulunan

“Oyuncu 1” ile toplam-

da beş karakteri takip

ediyor. Beş bölümün her

biri olayların birer saat-

lik bölümünü kapsıyor

ve her bölümde kendi

içinde beş bölüme ayrı-

larak her parçada yaşa-

nanları bir başka karak-

terin gözünden anlatı-

yor. Yazarın daha önce

de denediği (bkz. Ge-

neration A) apokaliptik,

büyük bir felaket mey-

dana gelmekteyken bir-

birleriyle etkileşimde

bulunan karakterler va-

sıtası ile de alt metinde Coupland’ın üs-

tünde durmayı sevdiği konular gün yüzüne

çıkıyor. Aslında Türkçe’ye daha önce X

Kuşağı (Parantez Yayınları), Mikroserf-

ler (Resif Kitap), Komadaki Sevgilim

(Punto) ve Eleanor Rigby (Artemis Ya-

yınları) kitapları da tercüme edilmişti fa-

kat X Kuşağı ve Mikroserfler’in yeni bas-

kısına ulaşılamadığından Coupland’ı tek-

rar hatırlatmakta fayda var. 1991 yılında

yayınlanan X Kuşağı (Generation X), yeni

bir nesil kavramının oturmasında yardımcı

olduğu kadar bu kitabı ile birlikte deva-

mında da Coupland’ın anlatısı şekillen-

meye başladı. Pek çok kitabında aynı te-

maları tekrar tekrar kullanmasını biraz sı-

kıcı bulsam da her seferinde üstüne ek-

ledikleri bir hayli hoşuma gidiyordu. Bu

bakımdan “Oyuncu 1” Coupland’ın söy-

lencesinin büyük bir kısmını oluşturuyor

ve diğer kitaplarını eğer istemiyorsanız,

okumasanız da olur. Din, iletişim, tüketim,

modern çağ, ölümden sonra hayat, kültür,

kimlik ve öz bilinç Coupland’ın temel te-

malarını oluşturuyor. Ancak bu kavram-

ların etrafına koca bir daire çizip etrafına

da “Post-modernizmden sonra nereye

gideceğiz?” sorusunu yazıyor. Onun bü-

tün bunalımının ve arayışının buradan kay-

naklandığını düşünüyorum.

Yazarın diğer kitaplarına gelirsek, he-

nüz tercüme edilmemiş romanları; Sham-

poo Planet (en beğendiğim kitabıdır), Miss

Wyoming, All Families Are Psychotic,

God Hates Japan, Hey Nostradamus!,

jPod (yayından kaldırılmış olsa da bir tel-

evizyon dizisi de mevcuttu), The Gum Thi-

ef ve Generation A; romanlarının dışın-

da bir öykü derlemesi mevcuttur ve iki

farklı öykü derlemesinde ise öyküleri yer

almaktadır. Ayrıca kurgu dışı 8 kitabı da

bulunmaktadır.

Oyuncu 1’in okuması son derece eğ-

lenceli ve açıkçası deneysel yaklaşımı çok

da rahatsız edici değil. Aksi halde söyle-

nebilecek şeyler, karakterlerin neredeyse

hiçbirisinin ilgi çekici olmaması, karton

düz karakterler olması (yalnız, karakter-

lerinin bu düzlüğü bir açıdan da okuyu-

cunun karakterlerden birini seçip kendi-

ni özdeşleştirmesi için, bu tip bir anlatıya

uygun olmuş), hikâyenin son derece du-

rağan ve yazarın fikirlerini aktarmakta pa-

ravandan öteye gidememesi gibi pek çok

sorun da mevcut. Zaten ayrım da burada

başlıyor, birer saatlik konferans konuş-

maları şeklinde kurgulanan, beş karakterin

gözünden olayları anlatan bir romanı bir

iletişim eseri olarak takdir mi etmeli,

yoksa “iyi de zaten toplasan 60 cümlede

özetleyeceğin fikirlerin için vakit kaybı ya-

ratmışsın, sanatın iletişimine ters değil mi

bu?” diyerek eleştirmeli mi bilemiyorsu-

nuz. Şahsen kitabı okurken, yazarın de-

neyselliğe açıklığından haberdar oldu-

ğumdan şöyle bir yöntem izledim, Ken-

dimi 2. oyuncu olarak atadım. Okurken 1.

oyuncuya eşlik ettim ve hikâyenin kendi-

me ait bir tarafını da oluşturdum. Bu şe-

kilde ilerlemek gerçekten harikaydı.

Kitabın orijinalinde de bulunan arka

kapak yazısında ise Coupland’ın J.G.Bal-

lard ve Kurt Vonnegut geleneğine yakın

olduğu söyleniyor. Böyle bir yakıştırma-

yı kim yapmış bilemiyorum. Belki Coup-

land’ın da en sevdiği ve özendiği yazarlar

da olabilir anca Coupland’la bu iki yaza-

rı aynı kefeye koymak açıkçası çok komik

olmuş. Öncelikle Coupland’da Vonne-

gut’ın kurguculuğundan, karakter, mekan

yaratımından eser olmadığı gibi bilim

kurgu öğelerini de Vonnegut gibi zengin,

drama ve eleştiri faktörleriyle iç içe kul-

lanmak yerine, tam anlamıyla anlatısına

zemin oluşturmak için kullanan deyim ye-

rindeyse ‘kaçak’ bir yazar. Ballard ise di-

stopya, içi boşaltılmış insanlar ve tekno-

lojinin psikolojik etkileri üzerine hem

derinlemesine hem de harikulade bir

edebi dille yazan bir yazar. Açıkçası Co-

upland’ı okumak zevkli olabilir ancak

karşılaştırdıkları yazarların yanında elin-

den şekeri alındığı için ağlayıp sızlayan bir

çocuktan öteye gidemiyor. Coupland’ın

görsel sanatını bilemem ancak edebi ka-

riyerinin Vonnegut veya Ballard’la aynı ke-

feye konulabilmesi için yazması gereken

en az on romanı daha var (bir fırın ekmek

yemekten bahsetmedim inatla, kendimi

kutluyorum). Bu arka kapak yazısını göz

ardı edip, beklentilerinizi olmayacak yer-

lere çekmemenizi tavsiye ederim.

İyi vakit geçirebileceğiniz, sizi düşün-

meye sevk edecek, az da olsa bilim kurgu

temasını barındıran bir roman istiyorsa-

nız, Oyuncu 1 sizleri bekliyor.

(Oyuncu 1, Douglas Coupland,İthaki Yayınları, Çev:Sinan Okan, 240 s.)

31 A�USTOS 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP

M. SALİH [email protected]

Coupland’�n “Monument to the War of 1812” isimli çal��mas�

Devam etmek için jeton atınDevam etmek için jeton atın

Dou

glas

Cou

plan

d

Page 10: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

“Biri Yitik İki Ülke” adlı kitabının arka

kapağında bir fotoğrafı vardır. Elini sağ

yanağına destek yaptığı bu fotoğrafında

dünyaya öylesine dalgın bakmaktadır ki

içinde yaşadığı gerçeklikten kopmuşluğu

bütünüyle yansımıştır objektife. Bu gö-

rüntünün objektife verilmiş bir poz ol-

madığını Soysal Ekinci’yi tanımış olan

herkes bilir.

Kitabının kapağına taşımış olduğu

dalgınlık halinin şiirindeki karşılığı in-

sanseverliği ve toplumsal duyarlığıdır. İn-

celiği ve nezaketidir. Haksızlık ve ada-

letsizlik karşısındaki tahammülsüzlüğü-

dür…

“Biri Yitik İki Ülke”de tutuklu bir şai-

rin insani ve politik duygulanımlarını yan-

sıtmakla birlikte, Güney Afrika halkının

özgürlük mücadelesi ile Kürtlerin kimlik

arayışları da onun ilgi alanı içindedir:

“ZİNDZİ, sen siyah incisi MAN-

DELA’nın, AFİKA’nın bir ucunda

bense ülkesi yitik, tutsak bir şairim

METRİS ZİNDANI’nda

ZİNDZİ dört yıl önce getirdiler bu

tutsakevine beni

dört yıl önce bu tutsakevinin apolet-

li bekçileri

gönüllü fedaileri sayarak kendilerini

değişmez bir buyruğun

buldukları bütün şiddet ateşleriyle

yüzlerce kere saldırdılar içimdeki öz-

gürlük atmosferine” (Biri Yitik İki Ülke)

“Çağrı”da Kürt halkının kültürel ve

demokratik talepleri yine özgürlük ve

devrim mücadelesi temelinde sahipleni-

lir.“Yıkıntılar Altında” ise bütünüyle Fi-

listin halkının varoluş mücadelesiyle il-

gilidir.

Soysal, uzun şiire eğilimlidir ve şiiri

uzun cümlelerden kurulu, militan tavır-

lı, coşkulu bir anlatıma sahiptir. Anlatı-

mında hiç sekteye uğramayan lirizm mi-

litan sertliği dengelediği gibi slogansı ka-

tılıkları da yumuşatarak estetize etmek-

tedir. Şiirinin, sık sık uyaklardan yarar-

lanılmış olması dışında Türk şiirinin ge-

leneksel unsurlarıyla dolaysız bağlantı ku-

rulabilecek bir özelliği ön plana çıkma-

maktadır. Belki şunu belirtmeden geç-

memek gerekir: Şairin çocukluğunun

geçtiği kırlarla ilgili aktardığı ayrıntılar,

çiçek adları, kınalı taşlar, çağıldayan ır-

maklar halk şiiri ile pastoral bir yakınlık

oluşturmaktadır.

Soysal Ekinci aramızdan ayrılalı on se-

kiz yıl oluyor. Toplumcu gerçekçi şiir on

sekiz yıldır onun soluğundan yoksun bu-

lunuyor. Fakat katkılarıyla teselli bula-

bilecek durumdayız. Soysal’ın en önem-

li katkılarından birisi yeni bir sentaks dü-

zeni üzerinden geliştirmiş olduğu söy-

lemdir. Zaman zaman mensur şiir biçi-

minde vücut bulan bu söylem kitleleri ha-

rekete geçirici, coşku ve heyecanı yo-

ğunlaştırıcı işlevi bakımından toplumcu

gerçekçi şiir geleneğini zenginleştirmiş-

tir. Cümle yapısı, imgelerinin orijinalliği,

söyleminin yeniliği Soysal Ekinci şiirinin

ayırıcı özelliklerindendir. Hapishane kö-

kenli, çoğu yaşıtı olan birçok şairde gö-

rülen devrimci kavramlarla taşralı du-

yarlığın harmanlanmasından oluşan av-

layıcı, popüler tuzaklara onun şiirinde

rastlanmaz.

Soysal Ekinci 1954 Kars doğumludur.

Kars’ın şimdi Ardahan’a bağlanmış olan

Hanak ilçesindendir. İlkokulu Arda-

han’da, ortaokul ve liseyi de Kars’ta ya-

tılı olarak okudu. İstanbul Üniversitesi-

nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden

ikinci sınıfta iken ayrılarak çalışma ha-

yatına başladı. 12 Eylül 1980 sonrası İs-

tanbul cezaevlerinde toplam altı yıl tu-

tuklu kaldı. Soysal’ın şiirinin beslendiği

ana damarlar kendi hayatı ve içinde yer

aldığı toplumsal mücadele pratiği ile bu

toplumsal mücadelenin arka planındaki

tarihsel-kültürel atmosferdir. Toplumsal

mücadelenin yoğunluk kazandığı1970-

80 arası dönemin siyasal argümanlarını,

taraflarını, çatışma alanlarını, duygu,

duyarlık ve sonuçlarını onun şiirinde

bulmak mümkündür.

Soysal’la 1990 yılı Mayısı’nın ikisinde

tanışmışız. Tanışmamıza vesile olan adı-

ma imzaladığı kitaptaki ithaf yazısının al-

tında bu tarih var. Herkesten bir sır gibi

sakladığı zihnindeki ölüm düşüncesini

gerçek kıldığı 4 Eylül 1994 gecesinin ak-

şamında da onunla birlikteydik. Mecit

Ünal, eşim Birsen, ben ve Soysal Mis So-

kak’taki bir kafenin önünde akşamı kar-

şılamıştık. İlk kitabının arka kapağında-

ki aynı dalgın bakış daha bir yoğunlaşmış,

daha bir uzaklara dönük haliyle Soysal’ın

yüzünde yine asılı duruyordu. Oturdu-

ğumuz bir buçuk iki saatlik süre içinde sa-

dece bir cümle kurduğunu anımsıyo-

rum. Oysa konuşmayı seven birisiydi. Ar-

tık söylecek sözü mü kalmamıştı, hiçbir

sözün kâr etmeyeceğine mi kanaat ge-

tirmişti yoksa konuşmak onun için bir

ağırlığa mı dönüşmüştü, bilinmez. Bü-

tünüyle susmuş, kendi içine dönmüş,

kendine kapanmıştı. Suskunlukla sar-

maladığı kararını o gece gerçekliğe dön-

üştürdüğünü iki gün sonra öğrendik.

Gerçek Sanat dergisinin Ekim sayısında

onun için yazdığım yazıyı bir kez daha

paylaşmak isterim:

“ ‘Bir insanın özgürlüğü için bin insanı

acılar içinde bıraktım. Beni affedin. ‚

İstiklal Caddesi, Başağa Sokak, 13 nu-

maralı evin bodrum katı.

4 Eylül 1994. Pazarı paraztesiye bağ-

layan gecenin kimbilir hangi saati...

Elyazısıyla yazdığı son cümlesi bu.

Süreğen duyarlıkların çocuğu, ölümü

için sevenlerinden özür diliyor titrek

harflerle: ‘Beni affedin. ‚

Devrimin ve devrimci ahlakın bozul-

mayan künyesi olmakta inat etti daima.

Vicdanını reklama dönüştürmeyen bir

‘redci ‚ olarak kaldı. Banka borsa rekla-

mı yapan eski yoldaşlarının bir sokak öte-

sinde...

Yalnız, işsiz...

Ve şair. İmzası yetkin şiirlerin altın-

da.

Biri Yitik İki Ülke (1989), Çağrı,

(1990), Yıkıntılar Altında (1991).

Adsız, ünsüz...

Bütün bunların sonucunda mutlak

ölüm müydü payına düşen?

Cuntanın işkenceli sorgularından

geçti.

Faşizmin cezaevlerinde altı yıl yattı.

Dünya ile varlığı arasındaki canlı

ilişkiyi, yetmiş seksen santimlik çamaşır

ipiyle kopartmadan iki ay önce eşiyle ay-

rıldılar.

Bir ay sonra en sevdiği kardeşini yi-

tirdi.

‘Herşey üst üste gelmişti. ‚

Üst üste gelen her şey izini hiç bı-

rakmayan ekonomik yoksunluğun ağır

kuşatmasında onu arayıp buluyordu üs-

telik.

Emeğini en ucuzundan olsun pazar-

layabileceği bir alan yoktu yıllardır içinde

bulunduğu çevrenin geniş coğrafyasında.

Sevgisinden hapisler yattığı ülkesinde.

İnceydi. İstemiyordu.

Alnında çizgi çizgi düşünceler... Alnı

hep derin. Bir yanı bunun için belki dai-

ma dalgındı.

Bütün bunların sonucunda mutlak

ölüm müydü payına düşen?

Onun ölümü toplumsal yıkım halinin

de bir anlatımı değil midir? Onun trajik

sonunda toplumsal psikozun izlekleri, bu

psikozun ulaştığı sınır görülmüyor mu?

Onun ölümünde deforme olmuş değer-

lerimizin, bencil keyiflerimizin, daha

ötesi insansız ilişkilerimizin suç izlerini

arayıp bulmak çok mu zor..?

Soysal Ekinci varlığını umutlarımızın,

umutsuzluklarımızın dünyasından alıp git-

mekle kalmadı,Türk edebiyatını da güç-

lü bir şiir soluğundan yoksun bıraktı.

‘Beni affedin‚ sözü gerçek anlamına

belki işte burada kavuşuyor.

Hayatla olan alışverişindeki son tav-

rı, muhakkak ki şiirinin altını da çarpıcı

bir biçimde çizdi.

Yaşamı şiirdi. Ölümü şiirin karşısına

durdu. „

Ölümünün on sekizinci yılında yok-

luğunu hâlâ hissediyoruz, onu özlemle bir

kez daha anıyoruz.

Cümle yap�s�,imgelerininorijinalli�i,söyleminin yenili�iSoysal Ekinci �iirininay�r�c�özelliklerindendir.Hapishane kökenli,ço�u ya��t� olanbirçok �airdegörülen devrimcikavramlarla ta�ral�duyarl���nharmanlanmas�ndanolu�an avlay�c�,popüler tuzaklaraonun �iirinderastlanmaz.

31 A�USTOS 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Son dönem şiirinin militan sesi:Soysal Ekinci

CAFER [email protected]

Page 11: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP

HASAN YALÇIN’IN AŞK TANIMI

“Nereye koşuyorsun öyle? Hangi

rüzgardır seni oradan oraya savu-

ran? Hangi kırbaç omzunda? Neyi

elde ettiğin zaman duracaksın?

Okula yetişiyorsun. İşe geç kalma-

malısın. Maaşının veya ücretinin

artmasını bekliyorsun. Askerde

veya cezaevinde gün sayıyorsun.

Uygulamakta olduğun planlar var.

Emekli olunca bir ev alabilmeyi

umuyorsun. Bankadaki paranı çe-

kip, karlı bir iş kurmayı düşünü-

yorsun. Hiçbir şeye zamanın yet-

mediğinden yakınıyorsun. Yorgun-

sun. Bir “oh” diyebilmeyi çok özlü-

yorsun”

ZAMAN S�STEM�N TAKEND�S�Hasan Yalçın, bütün insanların ye-

rine koyar kendini ve bütün insan-

lara yönelttiği bu sorulara yanıt

arar: “Sırtımda her an şaklayan kır-

bacın acısını duyuyorum” diye o so-

rulara cevap verir ve o kırbacın

adını koyar: “Zaman!”

“Ne işverenin, ne müdürün ne

jandarmanın ne de bir başka gücün

kölesiyiz. Sadece zamandır, bizim

efendimiz… Kırbaç kendini para so-

runu, geçim sıkıntısı, evladı ayal

düşüncesi, işten atılma korkusu ola-

rak dile getiriyor” diye de devam et-

tirir.

Verilen cevaptan anlıyoruz ki;

zaman, sistemin ta kendisidir.

Yalçın’ın da bütün mücadelesi o “za-

man”a köle olmamak, fakat ona

hükmedebilmektir. O öyle bir za-

mandır ki; insana bir an olsun dü-

şünme fırsatı vermediği gibi bizi

birbirimizden alır götürür. Kat kat-

tır hayatımızın içinde.

Zaman, sabah işe yetişme tela-

şıdır. Gözünüzün saatten ayrılama-

masıdır. Cep telefonunuzun çal-

ması, şehrin trafiği, patronun ku-

laklarda çınlayan sesi, hastanede te-

davi sırası, okulda kitap parası,

ödenmeyi bekleyen kredi kartı…

İç içedir hepsi. Her alanda, her

adımda esir düşersiniz. Geriye size

ait bir şey kalmaz. Artık hepsi za-

manındır.

Hasan Yalçın, aşka işte böyle bir

zaman kavramı içerisinden bakar.

Yalçın’a göre aşk, bitmesi kaçınılmaz

olana ilişkin bir sonsuzluk varsayı-

mıdır. Sonsuz zaman bilincidir. Yani

sonsuzluk isteğinin, sınırlı insan

ömrüne isyanıdır. Bir saniyelik sü-

reye sonsuzluğu sığdırma çabasıdır.

Geniş zaman kipinin insanlığa kur-

duğu acımasız bir tuzaktır. Sıradan

cümleye yüklenen özel anlamdır.

Anlamın bulanıklığına verilen özel

isimdir yada masum cümleciklerin

başlattığı olasılıklar cümbüşü. Ya-

şanmamış kadın erkek ilişkilerinin

bir tasarımı.

EN BÜYÜK A�K: ARAYI�Gerçek aşkın, yaşanan değil anlatı-

lan kısmı olduğuna öylesine emin-

dir ki her türlü tartışmayı bıçak

gibi kesip atacak kanıtları vardır:

“İnsanlığı sarsagelmiş aşk hikaye-

lerinin hepsi yaşanmamış ilişkilere

aittir; alın bakalım Kerem ile Aslı’yı,

Ferhat ile Şirin’i, genç Werther’i,

Anna Karannina’yı. Hiçbiri yaşan-

mamış veya tam olarak yaşanmamış;

böyle olduğu için sürekli anlatıl-

mışlardır.

Yaşanmış aşkı anlatan bir tane

güzel türkü yoktur. Gazetelerin

üçüncü sayfaları bile, aşk haline

gelip insanları öldüren yaşanma-

mışlıklara ayrılır.”

İnsan düşünmeden edemiyor!

Peki, aşkı böylesi tanımlayan

birinin hiç aşkı olmamış mıdır?

Yazar, her ne kadar aşkı ipe

sapa gelmez bir şey olarak nitelese

de onu, zamanın içerisinde arama-

ya devam eder.

O’nun aşkı, bazen “Erzurum

çarşı pazar” türküsünün içinde, ba-

zen kızının okul çantasınının içeri-

sinden çıkan “seni seviyorum” no-

tunda, bazen de “faydasız işlerin ha-

yattaki yeri”ndedir.

İşte, Hasan Yalçın’ın en büyük

aşkı da budur: Aramak!

Bu, O’nun için en büyülü, en çe-

kici sözcüktür. Thomas Edison’un

da, Kristof Kolomb’un da, Evliya

Çelebi’nin de aşkı en sonunda Ha-

san Yalçın’ın aşkına çıkar.

“Arayış somut bir nesneye, bir

yere, bir zenginliğe değil, bilinme-

yene özlem oluyor demek ki. Bul-

mak umuduna yönelik bir yolculuk.”

Yalçın, sadece bilim adamları ve

gezginleri değil, romancıları, şairleri,

ressamları; kısacası bütün sanatçıları

“arayış” kavramının eksenine yer-

leştirir. “Arayış” tüm hızıyla de-

vam etmektedir: “Romancı tabii ki

kitabını mutlulukla okşar. Ama bir

tür vedadır bu. Bir tür doyum anı.

Doyum ise, bir tür bitiştir. Artık ye-

niden başlamanın heyecanı özlen-

mektedir. Yeni serüvenin çağrısı

vardır kulaklarda.” Yalçın’a göre şair

ise, her seferinde gene de bula-

mamış olmak gibi bir duyguyla bi-

tirir şiirini ve yenisine bu duyguyla

başlar.

Hasan Yalçın bir kere kararını

vermiştir: Arayış, bulmaktan çok

daha önemlidir ve bir bakıma insa-

noğlunun yaşam serüvenin özetidir,

itici gücüdür. Yalçın’a bu da yeter-

li gelmez. Koparır, aramak ve bul-

mak arasındaki ilişkiyi. Daha da ile-

ri gider: “Bulmak, aramanın ölü-

müdür. Bulmaktaki mutluluk bu

yüzden donuk, heyecansız, solgun-

dur” der.

“Bulmak” Yalçın’da öyle bir yer

etmiştir ki; neredeyse en korktuğu

şey haline gelmiştir: "Aşk, tarafların

birbirlerini karşılıklı elde etmeleriyle

biter. Bundan sonra yaşadıkları

aşka benzer şey, sesin yankılanma-

sı gibi, arayışın ruhlarda oluşturdu-

ğu dalgacıklardır. Durulacaktır. Bu

nedenle arayış, aşkın özüdür, onu

kapsar. Aşka büyüsünü veren ara-

yıştır.”

Hasan Yalçın’daki aşk öyle ni-

cedir ki; zamana egemen olabilme

arzusu, toplumu değiştirme müca-

delesindeki rolü, sınıfsız toplum

özlemi O’nu en sonunda aydınların

aydını yapmıştır.

(Zaman ve Aşk, Hasan Yalçın,Kaynak Yayınları, 104 s.)

“Buldum” dediğin zamankaybettiğin şey...

Yalç�n’a göre a�k, bitmesi kaç�n�lmaz olana ili�kin bir sonsuzluk varsay�m�d�r. Sonsuz zamanbilincidir. Yani sonsuzluk iste�inin, s�n�rl� insan ömrüne isyan�d�r. Bir saniyelik süreye

sonsuzlu�u s��d�rma çabas�d�r. Geni� zaman kipinin insanl��a kurdu�u ac�mas�z bir tuzakt�r

ONUR ÇAĞLAYANTwitter: @onur_cglyn

Türk Devriminin seçkin önderlerinden, 68 Gençlikhareketinin liderlerinden, ��çi Partisi Genel Ba�kanYard�mc�s�, örnek bilimsel sosyalist, Ayd�nl�kç�lar�na�abeyi de�erli Hasan Yalç�n’� 29 A�ustos2002’de, 30 A�ustos Zaferi’nin arifesinde yitirdik.Ölümünün 10. y�l�nda sayg�yla an�yoruz.

Hasan Yalç�n

Page 12: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK

YAZAR, ATÖLYE KATILIMCISI VE AKADEMİSYEN GÖZÜYLE YARATICI YAZARLIK ATÖLYELERİ

Endüstri mi, akademi mi?AYDINLIK KİTAP

Elbette yazarlık öğrenilebilir ve öğretilebilir

bir sanattır. Bugün kalem oynatan tüm ya-

zarlar da bunu bir şekilde öğrenmişlerdir ve

yazdıkları sürece öğrenmeye de devam eder-

ler. Ancak bu tür konuların çok yüzeysel şe-

kilde ele alındığı ortamlarda kestirmeci bir

yaklaşımla denir ki “Marquez olmak öğretilir

mi? İnsan Yaşar Kemal olmayı öğrenebilir

mi?” Elbette böyle bir şey mümkün değildir.

Çünkü Yaratıcı Yazarlık bir sanat eğitimidir

ve sanatçı adayına o alanın teknik ve kuramsal

bilgilerini aktarmak, yazar adayına çalışabi-

leceği atölyeyi sunmakla sorumludur. Tıpkı

resim sanatını öğreten akademiler gibi...

Akademide de kimseye Picasso olmak öğ-

retilmez. Sanat insanın kendini ve dünyayı

keşfetme macerasıdır... Ancak eğitimle ve ça-

lışmayla sanatı yan yana düşünemeyen zi-

hinler için yazarlık da diğer tüm “yetenekler”

gibi doğuştan gelir. Bu yaklaşımsa insanı hiç-

bir yere götürmez. Orhan Pamuk’un dediği

gibi roman yazmak için belli sayıda iyi roman

okumak yeterlidir. Yani yazarlık temelde oku-

yarak öğrenebileceğiniz bir sanattır. Ama ken-

di kendine doğuştan gelen bir yetenek de-

ğildir. Doğuştan gelen potansiyellerimizdir,

yetenekler bu potansiyellerin eğitimle yete-

neğe dönüştürülmesidir. Yazmayı başka ya-

zarlardan öğreniriz. Elbette okuyarak, dü-

şünerek ve yazarak... Ama kimleri okuyarak

öğrendiğimize bağlı olarak bizim yazarlığı-

mız da farklılaşır. Benzer bir durum Yaratı-

cı Yazarlık atölyeleri için de söz konusudur.

Burada deneyimli bir yazarın ya da eğitim-

cinin rehberliğinde başkalarıyla beraber öğ-

renirsiniz. Atölyenin bir işe yarayıp yara-

madığı kim tarafından nasıl yürütüldüğüne

bağlı olarak değişir. Günümüzde insanların

bu konuya bir talebi olduğu için çok sayıda

atölye açılıyor. Ama bunlar ne derece yet-

kindir, ne tür bir eğitim veriyorlar, iyi araş-

tırmak gerekir. Bu atölyeyi yürüten kişinin

yetkinliği çok önemli. Ben bu tür bir atölye

çalışmasını yaklaşık on yıldır yürütüyorum;

ayrıca Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve

Edebiyatı Bölümü’nde ders olarak da açı-

yorum. Neler yaptığımı, derslerde anlattık-

larımı kitap haline getirdim. Okurlar neler

yaptığımızı Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık

adını taşıyan kitabımda ayrıntılarıyla bulu-

yorlar. Atölyeye gelemeyenler sadece bu

kitabımı okuyarak yararlandıklarını söylü-

yorlar ve bu da beni mutlu ediyor. Yazarlığa

bu ilginin artması elbette edebiyatımız için

sevindirici bir gelişmedir. Nicelik her şey de-

mek değildir tabii ama belirli bir niteliğe sıç-

rayabilmek için nicel bir değişim de şarttır.

Ancak yaratıcı yazarlık atölyelerini usta-çı-

rak ilişkisine de benzetmemek gerekir. Bunu

çok doğru bulmuyorum. Eğitimi veren ya-

zarın kendine benzer yazarlar yetiştirmesi de-

ğildir, olmamalıdır. Eğitimi veren yazarı bu

konuda uyanık olması, kendini sürekli izle-

mesi gerekir. Amaç, eğitimi alanın kendi yo-

lunu bulmasında rehberlik etmektir. Kendi-

ne müritler yetiştirmek değil.

Yarat�c� Yazarl�k bir sanat e�itimidir

Yaratıcı yazarlık atölyelerinin yazar aday-

larına önemli katkıları olabileceğini düşü-

nüyorum. Bu çalışmalar içinde edindiğim

deneyimlerime dayanarak söylüyorum. So-

nunda yazarlık yolunun başında bulunan-

lar kendi başlarına, kendi yollarını herhangi

bir destek almadan yürüyor. Atölyeler on-

lara hangi yoldan, nasıl yürüneceğini an-

latarak gerçek katkılar yapabilir.

Ben bugüne dek Notos Yaratıcı Ya-

zarlık Atölyesi’ne gelen hiç kimsenin ora-

dan yazar olarak çıkmayı beklediğini gör-

medim. Aklı başında hiç kimse de böyle dü-

şünmez. En önemli beklenti, yazdıklarının

nasıl olduğunu bilmek ve nasıl olması ge-

rektiğini öğrenmektir. Dolayısıyla bunun

için neler yapılması gerektiği konusunda

kendilerine somut katkılarda bulunulma-

sı beklenir. Yaratıcı yazarlık çalışmaları da

bu beklentilere aynıyla karşılık vermeye ça-

lışır. Ciddi yapılırsa, verir de. Benim anla-

yışım da yararlılığı öne koyan bir anlayış için-

de, hep böyle olmuştur.

Yazarlığın altyapısını okumak oluşturur.

Her şeyden önce okumak ama doğru ve

eleştirel biçimde okumak. Ben kendi bu-

lunduğum atölyelerde yazmakla doğru bir

okuma biçimi edinmeyi birbirine özdeş iki

yol olarak değerlendirmeye çalışırım ve böy-

le yapılmasını öneririm. Doğru bir okuma

biçimiyle yoğun olarak okumayı sürdüren

herkes, yazmaya kararlıysa, sonunda yazar.

Bundan da kuşku duymam.

Usta-çırak ilişkisi eskisi gibi olmuyor ar-

tık. Günümüzde yaşadığımız hayat bu tür

ilişkilere pek izin vermiyor. Aslında en

doğrusu da çırakların hiç kimsenin yardı-

mını almadan, kendi yollarını bulmasıdır.

Ben kendi bulunduğum atölyede her zaman

belirtirim bunu. Atölye çalışmalarına katı-

lıyorsunuz, evet, bir yere kadar gerekli

olabilir, ama nereye kadar. Sonunda herkes

kendi yolunu kendisi yürüyecektir.

Sonunda herkes kendi yolunu kendisi yürüyecektir

SEMİH GÜMÜŞ/ YAZAR

MURAT GÜLSOY/ YAZAR

Günümüzde yaratıcı yazarlık atölyelerinin sayısı giderek artıyor. Haliyle “yaratıcılıkveya yazarlık kurslarda öğrenilecek bir şey midir?” sorusu da akıllarda yerini alıyor.Kimileri bu atölyeleri olumlu karşılarken kimileri de bir anlam ifade edemeyeceğinisöylüyor. Bizler de Aydınlık Kitap’ın bu sayıdaki kapağında bu konuyu ele almaya ka-rar verdik. Konuyla ilgili yaratıcı yazarlık atölyeleri yönetmiş yazarlara, katılımcı öğ-rencilere ve bu konu üzerine yoğun araştırma içerisindeki akademisyenlere bazı so-rular yönelttik.

“Yazarlık atölyelerinin işlevi nedir? Bu tür atölyelerden beklenti nedir - bu atöl-yelerin asıl verebilecekleri nelerdir? Yazarlık kurslarda öğrenilir mi? Yazı yazmanınaltyapısını oluşturacak çalışmalar nelerdir? Bu atölyelere ilginin artması edebiyatımızaçısından nasıl bir gelişmedir; sadece bizde değil, tüm dünyada var olan yazarlar ara-sı usta - çırak ilişkisini yeniden canlandırır mı? Yoksa yazarlık kursları yazarlığı bir pi-yasa ürünü haline mi getiriyor?” Edebiyat dünyasına bir fikir sunmak amacıyla açtı-ğımız bu dosya umarız zihinlerde bir tartışma filizlendirir.

Page 13: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP

Türkiye’de yaratıcı yazarlık endüstrisi,

1980 Darbesi’nin ardında bıraktığı ente-

lektüel ortamda, 1990’lar itibariyle orta-

ya çıkmaya başladı. Önceleri çeşitli der-

gi çevrelerinde “yaratıcılık”tan, “yaratıcı

yazarlık”tan dem vuruldu, çok geçmeden

de kurslar açılmaya başladı.

XX. yüzyılın başlarında ABD’de ge-

rekli görülen pedagojik bir müdahalenin,

zaman içerisinde dünya edebiyatını han-

diyse tamamen etkileyecek bu sonuca va-

racağını kimse tahmin etmemişti. Bugün,

bırakın Türkiye’yi ABD’de dahi bu ders-

leri verenlerin arasında yaratıcı yazarlık

endüstrisinin tarihinden ve ortaya çıkar-

dığı sonuçlardan haberdar olan çok az kişi

bulunuyor. Dünyada (özellikle ABD’de)

“yaratıcı yazarlık”ı öğretme iddiasında sa-

yısız kitap varken, ona eleştirel yaklaşan

yahut tarihine odaklanan sayılı eserin

bulunması, bunun bir göstergesi. Bu en-

düstrinin kurumsallaştığı ve kendi dışın-

da nefes alacak yer bırakmadığı ABD ve

kurumsallaşma sürecinde hızla ilerleyen

Batı ülkelerinin yanında, Türkiye’nin bu

konudaki “gecikmişliği”ni gerçek bir şans

olarak görüyorum.

Kültür endüstrilerinin nispeten hâki-

miyeti altına alamadığı yegâne alan olan

edebiyat, yaratıcı yazarlık endüstrisinin ge-

lişimiyle birlikte, tıpkı ABD’de olduğu gibi

bütün bütüne piyasanın isterleri etrafın-

da örgütlenen bir yapıya doğru ilerliyor.

Dünyada edebiyat adına binlerce yıl-

dır ortaya konan eserler usta-çırak ilişki-

si içerisinde oluşturuldu. Oysa yaratıcı ya-

zarlık endüstrisinin içinden konuşan her-

hangi bir ders kitabını elinize alın (bunun

en son örneği, Semih Gümüş’ün, ismiyle

müsemma kitabı Yazar Olabilir mi-

yim?’dir); okurda değiştirilmeye çalışılan

ilk intibaın usta-çırak ilişkisine dair ol-

duğunu ve bu yolla edebî üretimde bu-

lunmanın neredeyse zararlı olduğunu al-

tını çizerek söylediklerini göreceksiniz.

Ama bu kitapların hiçbiri, usta-çırak iliş-

kisiyle binlerce yılda edebiyatın geldiği

noktayı açıklayabilmekten uzaktırlar.

Çünkü usta-çırak ilişkisi; edebiyatı piya-

sanın isterlerine emanet edebilmek, hız-

lı/çok yazmak, yayımlamak, ajanslara

bolca malzeme sunmak, dolaşıma elden

geldiğince fazla kitap sokmak… gibi

amaçlara yanıt vermekte yetersiz kal-

maktadır. Oysa öğretmen-öğrenci ilişki-

si -çok uzun zamandır olduğu gibi- bütün

bu ihtiyaçları karşılamaya yönelik ideal

yöntemdir. Usta-çırak ilişkisinde gün ge-

lir usta, çırağına uzaklaşması gerektiğini

söyler. Hasan Ali Toptaş-Bekir Yıldız iliş-

kisi buna iyi bir örnektir. Oysa bugüne ka-

dar kendi derslerinin bir yazar adayına za-

rar verdiğini söyleye-

rek artık dersleri takip

etmemesini söyleyen

bir “öğretmen-yazar”

oldu mu? Grup çalış-

masıyla edebî üretim

iddiasında bulunmanın

kötü bir fantazi oldu-

ğunu görmek gereki-

yor.

Yaratıcı yazarlık en-

düstrisi nedeniyle, ge-

nelde dünya edebiyatı,

özelde ise Türkçe ede-

biyat, yazıyla “faydacı”

bir mantıkla kurulan

“araçsal” ilişkinin so-

nucunda, doğaya ka-

rışmak bilmeyen “plas-

tik” bir yapıya doğru

“ilerliyor”.

Edebiyatın iki yanı

vardır: Biri, üretimin

toplumsal yansıması ve

ortaya çıkardığı ilişkiler

ağı bağlamında toplumsal yanı; diğeri ise

metin ile -yazar dâhil herhangi bir- okur

arasında kurulan ilişkiden mütevellit şah-

si yanı. İlkine yapılan nefes aldırmaz

müdahalenin nasıl sonuçlar verdiğini

edebiyat tarihinde çokça gördük. İkinci-

sine yapılan müdahalenin sonuçlarını ise

Türkiye’de de hızla görmeye başladık.

Bu konu üzerine, şahsi sohbetler ha-

ricinde, eleştirel yaklaşım geliştiren bir elin

parmakları kadar dahi ismin olmayışı, ede-

biyatımız adına, her şeyden daha çok dü-

şündürücü geliyor bana.

Yarat�c� yazarl�k: Kötü bir fantezi!MESUT VARLIK/ AKADEMİSYEN

Bireysel kavrayışlar, sistemin getirdiği

iç-dış dünyaya ilişkin duygu ve yaşantı-

lardaki yetersizliklerle engeller, bir çok in-

sanı yaratıcı alanlara ve yazma uğraş ve

arayışlarına yöneltti. Yazarlığın çekici

bir meslek olarak görülmeye başlanması,

farklı deneyimlerin yazına dönüştürülme

arzusu ve kitapların daha kolay yayımla-

nır oluşu da ilgiyi arttırdı. Yazmak isteyen

ve yazmakla ilgili soruları olan her yaştan

insan yazarların yönettiği yazı atölyeleri

ve kurslara katılmaya başladılar.

Yazma sanatına yakından bakmak,

yazma korkusunu yenmek, söyleyecek

sözü olup olmadığını anlamak ya da yaz-

maya nereden, nasıl başlanacağını öğ-

renmek için kurslara katılanlar var. Yaz-

ma arzusunun gerçekçi olup olmadığını

görmek ya da oldum olası yazmak isteyip

de sürekli ertelenmiş özlemini deneme-

ye en sonunda fırsat bulmuşlar da olabi-

lir. Yazmanın terapi olduğuna inananlar,

kültürel yarar sağlamak, okuma yazma bi-

rikiminin boyutunu ve bunu nasıl kulla-

nılabileceğini öğrenmek amacıyla kurs al-

mak isteyenler de çıkabilir.

Yaratıcı Yazarlık Kursları olarak anı-

lan etkinlikler, yazmanın temel dinamik-

lerini kavramak açısından belli ölçüde ya-

rarlı olabilir ama hiçbir kurs insanı yok-

tan yazar yapamaz. Teori ile edebiyat için-

de var olabilmek zordur. Yazarlık duygusu,

sezgisi ve bilgisi insanın içindedir. Sistemli

bir okuma, yazma, biriktirme çabası ve di-

siplinli çalışmayla yol alır ve yazar olma

rüyası uzun sürer.

Bütün yazma hevesleri ve girişimleri

yazdığının bir anlamı olup olmadığı kuş-

kusu ile başlar. Yazmak bireysel bir eylem

olmakla birlikte başka gözlere ve görüş-

lere sunulamayan her çalışma - yazana gü-

zel de gelse- kesinlik kazanmamış görü-

nür. Yaratacağı etkiyi görmeden yazdık-

larımıza inanamaz çoğu kez umutsuz ka-

lırız. Yazma eylemi ancak başkalarıyla ile-

tişim yoluyla anlam kazanır. Kurslar bu ko-

nuda ufuk açabilir. Güvenilir bir usta ya

da hoca size ne yaptığınızı söyleyebilir.

Yazarlığa ve yazarlık kurslarına ilginin

Türk edebiyatına yararı gençlerin edebi-

yat ortamını ve yazarları izleyerek daha

çok kitap okumaları olabilir. Ancak kurs

verdiğim dönemde bu

umudumun pek ye-

rinde olmadığını da

gördüm. Kursiyerle-

rin büyük bölümü

Türk ve Dünya ede-

biyatından büyük öl-

çüde habersizdiler ve

çok satar kitaplar dı-

şında ne okuyacakla-

rını bilmiyorlardı.

Edebiyatta bire bir

usta çırak ilişkisine

inanmıyorum. Yaza-

rın ustaları dünyanın

önemli yazarları ol-

malıdır. İnsan nasıl ya-

zacağını her şeyden

önce çok fazla ve ni-

telikli kitaplar okuya-

rak öğrenir. Okuma-

dan kesinlikle yazıla-

maz. Ayrıca nasıl ve neyi yazacağını insan

kendisi keşfetmek zorundadır ve bu iş bir-

kaç haftalık bir atölye çalışmasıyla öğre-

nilebilecek bir zanaat değildir. Yazarlığın

bütün bir ömre yayılan sistemli bir çalış-

ma, özverili bir kendini yeniden inşa

etme eylemi olduğunu bilmeyen kişi yaz-

maya heves etmemelidir.

Hiçbir kurs insan� yoktan yazar yapamazİNCİ ARAL/ YAZAR

Page 14: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP

Yazarlık atölyelerine hiç katılmadım.

Açıkçası oralarda ne anlatıldığını, nasıl bir

çalışma yürütüldüğünü bilmiyorum. Bil-

meden de üzerine söz söylemek bir hay-

li güç. Yine de bu tür yazarlık atölyeleri-

ne mesafeli durduğumu söylemek zo-

rundayım. Yazarlığın tek okulu vardır

bana göre, çok okumak. Okumanın içine

yalnızca kurmacayı değil, kuramsal oku-

maları da katıyorum. Kurmacalar edebi-

yat çıtamızı geliştirir. İyi ile kötüyü ayırt

etme yetisini çok okuyarak kazanabiliriz.

Edebiyata bakışımız, edebiyat zevkimiz-

le birlikte gelişir. Kuramsal okumaları ek-

sik bırakmadığımızda da kurmaca me-

tinlere ilişkin değerlendirmelerimiz bes-

lenir ve derinleşir. Sezgisel olarak edin-

diğimiz beğeni değerlendirmeleri, biriki-

min üzerinde yükselmeye başlar. Ku-

ramsal okumalar bizi edebiyat üzerine

daha çok düşünmeye zorlar. Dil, kurgu,

karakter oluşturma, metnin felsefesi gibi

konuları bu kuramsal okumalar ışığında

tartışarak, kendi poetikamızı da adım

adım oluşturabiliriz. Okuduğumuz kur-

macalar üzerine yaptığımız eleştirel oku-

maları yazıya dökmek de bence yazma ey-

lemimizi geliştireceği ve yazıyı aynı za-

manda bir düşünme yöntemi olarak bes-

leyeceği için iyi bir yoldur. Metinlerimizi

fikirlerine güvendiğimiz arkadaşlarımız-

la paylaşmak ve açık, mert, cesur eleşti-

rel okumalara, tartışmalara açık olmak da

bence yazarlık okulunun olmazsa olma-

zıdır. Yazarlık atölyelerinde tüm bunlar

sağlanıyorsa eğer mutlaka yararlıdır, ama

eğer yazmanın formülleri verilmeye çalı-

şılıyorsa ya da buralara gidenler yazarlı-

ğın formülünü arıyorlarsa boşa bir çaba-

dır bu. Aksine formül ararken şablonla-

ra saplanma ihtimali çok daha yüksektir.

Bu da herhalde, eğer öyle bir şey varsa, ya-

zarlık “yeteneğine” en büyük öldürücü

darbe olur. Formüller ve şablonlar öz-

günlük değil, aynılık yaratır. Aynılığın ise

“yaratıcı yazarlık”a gidecek yolun taşla-

rından biri olabileceğini sanıyorum.

Formül ararken �ablonlara saplanma ihtimali

Elbette ki bu tür atölyelerde “öğrenmek”

esastır. Usta-çırak ilişkisi ön plandadır.

Resim yapmayı, yazı yazmayı, herhangi

bir müzik aletini çalmayı siz öğrenebi-

lirsiniz; bunların öğretilebilir/ öğrenilebilir

yanları vardır. İyi bilen birinin yanında

ona bakarak/ onu gözleyerek/ ona sora-

rak bunların zanaat yanını öğrenebilir-

siniz. Yaratıcılık yanı ise öğretilemez, bu

tür atölyelerde edindiğiniz disiplin, yol/

yordamla sizin içinizdeki yaratıcılık ortaya

çıkabilir. İşte bu noktada da bunu nasıl

geliştirebileceğinizin disiplinleri öğretilir

size atölyelerde. Kendi payıma, yaklaşık

yirmi yıldır üniversitelerde, kültür mer-

kezlerinde, sanat işliklerinde “yaratıcı ya-

zarlık dersleri” verirken oluşturduğum

programlarda öncelediğim de budur.

Yazmak her şeyden önce bir içdisiplin işi-

dir, öncelikle bunu öğrenebilmek için iyi

bir okur olmak gerekir. Bu nasıl sağla-

nacaktır? Düz bir okurluktan düşünceli

okurluğa, oradan da yazar okurluğuna na-

sıl geçilecektir, vb. Bunların yolunu yor-

damını göstermeye çalışırım. Belirli me-

tinleri çözümleyerek, belli başlı yazarla-

rı okuma biçimlerini anlatarak/ tanıtarak/

çözümleyip yorumlayarak yol almalarını

sağlarım. Öte yandan izlettiğim filmler-

le de yaratıcı dünyalarının ufkunun ne-

lerle/ niçin beslenmesi gerektiğini hatır-

latmaya çalışırım sürekli.

Tüm bunlar bir anlamla usta-çırak iliş-

kisine benzer bir yolculuğu içerir. Kendi

yazarlık tutumumu “empoze” etmek-

tense, kendi deneyimlerimi de aktarma-

yı göz ardı etmiyorum elbette. Hem ya-

zarken, hem okurken, hem de yaşarken

edindiklerime de yer yer değinirim.

“Kimse sizden yazı yazmayı istemez,

önce kendiniz için yazmalısınız” derim.

Kendinizi yazmaya inandırmalısınız. Ora-

da ilk göreceğiniz şey şudur: Peki ben na-

sıl bir okurum, nasıl bir hayat yaşıyorum,

ne yazmak istiyorum ve niçin yazmak is-

tiyorum gibisinden sorular da üşüşecek-

tir zihninize… İşte tüm bunların ve daha

birçok şeyin yanıtını ararız biz atölye ça-

lışmalarında. İlk sözüm ise hep şu ol-

muştur: Yazarlık öğretilemez, ben bunu

yapacak değilim zaten; ama yazmak baş-

ka yazarlardan öğrenilebilir; onların yaz-

dıklarından. Burada da bunun yolunu/

yordamını göstermeye çalışacağım…

Diğer yanına gelince: Buradan

edebiyatçı çıkar mı? Çıkar, çıkanlar var.

Bir dönem edebiyat dergileri ve edebi-

yat ödülleriydi bunun arenası. Ama gi-

derek işlevselliklerini, hatta güvenilir-

liklerini yitirdi bunlar. Gene de, ben, ede-

biyat dergilerinin her zaman edebiyatın

mutafı/ laboratuarı olduğu görüşüne sa-

dığımdır.

Yazarl�k ö�retilemez ama yazmak ba�ka yazarlardan ö�renilebilir

Katılımcı olarak bulunduğum yaratı-

cı yazarlık atölyelerinde bir “hobi bah-

çesi” kavramı keşfettim. Emekli olmuş,

evde yalnız kalmak istemeyen, “arka-

daş edinirim belki” diyen kişilerin

yazmaya ve okumaya dair “gerçek” ye-

terliliklerinin yönetici tarafından zer-

re ölçüme tabi tutulmadan yazar olma

yoluna sokulduğu bir “entellektüel

uğraş” ortamı olarak tanımlıyorum

kendi gittiğim yaratıcı yazarlık atölye-

sini. Yazmak, okuma uğraşının sağ-

lamlaşmasıyla ilerler ve pratikle birlikte

doğru bir noktaya gider. Bu tür atöl-

yeler, yazma konusunda “cevher” ta-

şıyan kişilerin yönetici yazar tarafından

keşfedilmesiyle, onun koçluğunda ku-

rulan bir ortamda fikirlerin, yazıların,

eleştirilerin çarpıştırılmasıyla yeni bir

bilinç ve güçlü bir yazma biçimi ka-

zanmasına önayak olabilir. Fakat “doğ-

ru yönetici” kavramı oldukça önemli

bu noktada. Kendine, kendi asalağını

yaratmaya çalışan bir yönetici değil,

ekiptekilere kendi yollarını bulmalarını

sağlayacak savaş meydanını yaratan bir

yönetici. Yazma konusunda temel-

lenmiş bir öğrencinin pratik alanının ve

zihin dünyasının gelişmesinde yazarlık

atölyeleri doğru işletilebilir ve “para

gelsin” mantığından uzaklaşırsa önem-

li katkılar sağlayabilir.

“Do�ru yönetici” kavram�oldukça önemli

Yaratıcı yazarlık atölyelerinde amaç, katılım-

cıları yazıyla bir arada tutmak, kör okumalar ye-

rine daha bilinçli okumalar yapmalarını sağla-

mak, ne yazıldığından ziyade nasıl yazıldığına

bakmayı ve dilin kullanılışını öğ-

retmek. Bir atölyeye giderek yazar

olunabileceği fikri, çocuksu bir ha-

yal ama bu yolda yürümek için ce-

saret verecek bir ilk adım olabilir.

Çoğunluğunu orta yaş ve üzerinde-

kilerin oluşturduğu katılımcıların, bu

atölyelerde öğrendiği diğer bir şey

ise eleştirmek ve daha önemlisi

eleştirilmek. Bu, sadece edebiyat alanında de-

ğil yaşamın pratiğinde de, mutlak doğrular inan-

cından sıyrılıp özgürleşmemizi sağlayacak de-

ğerli bir kazanım.

Atölye sayısının artması sevindirici bir ge-

lişme. Şüphesiz, bütün atölyeler ticari bir kay-

gı taşımaktadır. Aksini düşünmek fazlaca ro-

mantiklik olur. Belki de gene bu ticari kaygı,

atölyeleri daha iyi olmak, gelişmek yönünde zor-

layacaktır. Yeni olan karşısında yargılayıcı, en-

gelleyici olmak yerine, kararı zamana bı-

rakmak, katılımcıların seçimine güven-

mek gerektiğini düşünüyorum.

Yazarlık atölyeleri dili ve yazım tek-

niklerini öğretmesinden daha çok, yaz-

manın bir insan eylemi olduğunu, emek

verilirse ve istenirse her insanın yazabile-

ceğini göstermesi açısından anlamlıdır.

Hiçbir eylem kutsal değildir ve seçilmiş-

lere bahşedilmemiştir. Edebiyata ve sanata atfe-

dilen kutsallık, bu alanlarda otorite olanların, ses-

siz onamalarıyla zihinlerimizde yer etmiş bir ya-

nılgı. Bana göre, edebiyat atölyelerinin, zihin-

lerdeki bu yanılgıyı ortadan kaldırmaya başlaması

bile gereklilikleri için yeterli.

Edebiyata ve sanata atfedilenkutsall�k bir yan�lg�

SEMRA BÜLGİN/ ATÖLYE KATILIMCISI

FERİDUN ANDAÇ/ YAZAR

IRMAK ZİLELİ/ YAZAR

EMEL TELCİ/ATÖLYE KATILIMCISI

Page 15: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP

SEYY�TNEZ�R

ARAKABLO

Bu toplumda maddi ve manevi tüm acı-

ları yaşanmadıkça kapitalizmin sökülüp

atılması olanaksızdır. Batı’da birkaç yüz-

yıla sığan bu acılarıysa, çok daha kısa

bir sürede emperyalizmin her anlam-

da yedeği durumundaki AKP iktidarı

en zorba biçimiyle yaşatacak.

“Hece” Dergisi’nce “yerlilik” vur-

gusu öne çıkartılarak, Kemal Tahir’in

edebiyat ve düşünüşünde Batı karşıtlı-

ğı ve Marksist yönelimin tarışıldığı

özel sayı (S: 23 / 181) üstüne değinme

ve eleştirilerimizi bu bölümde noktalı-

yoruz. Hece yazarlarının çoğu, K. Ta-

hir’in yapıtlarında Batı karşıtlığının

dine ve Osmanlı’ya dönük çizgiler ta-

şıdığı umarıyla “yerlilik” açısından de-

rinliğini irdelerken, onun özellikle din

karşısındaki tavrını olumsuz ve “yerli-

lik” boyutunu zedeleyici bulmakta-

lar... Derginin sunu yazısında

bu çok açık vurgulanıyor:

“Türkiye’de İslâm, her za-

man yerli düşüncedir; yer-

leşmeyi / yerlileşmeyi başar-

mıştır. ... sosyalizmin yerli

düşünce olması halâ imkân-

sız görünmektedir.” (Hece, s.

11)

“ALLAH A�RISI”NINDEL�L� OLUR MU?Demek ki Hececilerin yer-

lilik kavramına Batılılaşma

ve en kaba Kemalizm karşıtlığı dışında

yükleyebildikleri derin anlamlar 1400

yıllık İslâmi değerleri aşamıyor. Ama

dönüp her biri, yüz yıllık Cumhuriyet’in

yerleşmemişliğini ve çökmekte oluşu-

nu ima edebiliyor, K. Tahir üzerinden,

halkçı, laik ve yurtsever Cumhuriyet’i,

“sığ, köksüz Kemalizmi” ideolojik bağ-

lamda yerle bir etmeyi umuyor.

Hece yazarlarının K. Tahir konu-

sunda ortak kaygısını ve vardığı sonu-

cu en açık anlatanlardan Ömer Aksay’ı

da entelektüel düzeyde her şeyden

çok ilgilendiren durum, insanların Tan-

rı’yla kendileri arasında kalması gere-

ken inancın türü ve delili: “Kemal Ta-

hir’in de ‘bir Allah ağrısı’ çektiğine ina-

nalım mı, yeterince inanacak delile

sahip miyiz?” (s. 507) Ne yazık ki de-

liller sanığın aleyhindedir: “Kutsal

emanetler için ‘süprüntüler’ diyen Ke-

mal Tahir, dinî değerlere çok rahat dil

uzatabilen bir kişiliğe sahiptir.” (s.

512)

İslâmi Osmanlıcıların çok değer

verdikleri S. Fehmi Ülgener ve üstadı

Max Weber de İslâmiyet’le ilgili her-

hangi bir tartışmaya girer gibi olunca

kuşku ve soğukluk yaratır, güven yiti-

mine uğratırlar... Bilim adamının temel

referansı Kur’an olunca hangi bilimsel

tartışma yapılabilir ki? Bir yazısında Ül-

gener vesilesiyle aydının entelektüel ye-

tisini ve yaratıcılığını tartışan Şerif

Mardin, bu sorumuzu ilginç bir sapta-

mayla yanıtlıyor: “İslâm (resmî) kül-

türünde (tasavvuf dışında kalan Orto-

doks Şeriatçılıkta) ve bu arada Osmanlı

kültüründe, ‘Daemon’ [içrek muhale-

fet /SN], ‘şer-şeytan’la bir tutulduğun-

dan, yaratıcı bir güç olarak ortada

yoktur.” Mardin’in “gerek Osmanlı

aydınında gerekse bugünkü aydınları-

mızda” iç hesaplaşmadan yoksun “yü-

zeysellik” aşılmadıkça, aydın, en geniş

zamanlı sorunların tartışılmasında bile

derinlikle karşılaşınca, entelektüel se-

rüvene dalmaktansa, sınaşık olduğu da-

yanakları ve sığ suları seçmede ikircikli

davranmayacaktır.

Yerlilik sorunu, K. Tahir için mal-

zeme olarak önemlidir, amaç olarak de-

ğil. Nitekim düşünsel yönden dergide-

ki en üretken yazarlardan Kenan Ça-

ğan, onun bu tutumunun farkındadır:

“Kemal Tahir’in yerliliği evrensel nos-

yonlardan kopan, kendini dar sınırla-

ra hapseden, indirgemeci, küçültücü bir

yerlilik değildir. ... sağ ideolojik yapı-

lanmanın dışında, sosyalist referanslarla

keşfedilip inşa edilen bir şeydir. O re-

feransların başında Marksizm’in bütün

ideolojik ilkeleri ve diyalektik yöntemi

gelir.” (s. 61-62) Ali K. Metin, bu bağ-

lamda çok daha açık, kesin ve sahicidir:

“Marksist kökeni sebebiyle dünya gö-

rüşü bakımından yerlici olarak tanım-

lanamayacak bir konumda durur.” (s.

159) Ne ki Marksizmde evrenselcilik,

yerelliği yoksayan bir tutum içermez; ev-

renselin bileşeni olabilecek değerdeki

yerel ayrıntıyı insanın gündemine taşı-

makta inatçıdır. Başından beri aydın ve

sanatçılardan, insanlığı her türlü man-

evi üretim ve yaratıcılıkla tarihsel bağ-

lamda buluşturmasını militan bir yük-

lenmeyle ister.

TÜRKLÜK VE OSMANLILIKLütfi Bergen, Levent Köker’den alın-

tıyla, aydının öncü işlevini yerel ahlaki

çerçevede pek güzel sınırlıyor (s. 110):

“...münevverin halka telkin edeceği

mefkûreler, halkın ruh ve vicdanından

alınmış olmalı.” Peki, “mefkûreler,

halkın ruh ve vicdanında” varsa, ay-

dınların onu alıp yeniden halka telkin

etmesinin anlamı ne? Halkın bu aydı-

na gereksinmesi ne? Gerçek şu ki her

türlü bilinç yenilenmesi bunu kavramış

olmakla, yani yukardan aşağıya ger-

çekleşir. Mefkûre halkta yoktur, ma-

yadır o; mayanın tutacağı ham bilgi, içe

doğuş olarak değil ama, tarihsel birikim

olarak halktadır. Halkın dalkavuk pal-

yaçoya değil, onu cesaretle eleştirip yan-

lışlarından arınmaya kışkırtacak öncü

tavrına gereksinimi var. Haksızlık et-

meyelim; Bergen, görüşlerini dergide

ayrıntıcı, en açık ve çaplı düzeyde sa-

vunan yazarlardan biri olarak, K. Ta-

hir’deki “Anadolu Türk ırkı” savının te-

mel değerlerini anımsatmakla girişim-

ci bir tartışma örneklediği kadar, ver-

diği alıntıyla, Osmanlıcılık beklentile-

rini de yanıtlıyor:

“Anadolu Türkçülüğünü, ırkçı-

Turancı Türkçülükle karıştırmak, çık-

mazda debelenerek ölmüş Osmanlı

Türkçülüğü, kısacası Osmanlılık yap-

maktır. Anadolu Türkleri, Ortaasyalı-

lıkla bütün ilgilerini –fizyolojik ve psi-

kolojik bütün benzerliklerini– yitirmiş

yeni bir ırktır.” Bergen, K. Tahir’in Os-

manlılık tanımını da okura taşıyor:

“Osmanlılık; ne bir kabile federasyo-

nunun meydana getirdiği bir göçebe

akını, ne bir yoğun idareci kadronun bir

eski devleti ele geçirişi, ne bir din ya-

pıcılar, silahşör dervişler kurumudur.

Osmanlılık, Gibbons’un dediği gibi,

yeni bir ırktır.”

KEMAL TAH�R’�N BÜYÜKALDANI�IKemal Tahir’in özgün ve büyük ölçü-

de tutarlı bakış açısındaki temel yanıl-

gıyı, büyük tarihsel aldanışının kayna-

ğını Anadolu’da halkın ekonomik ger-

çekliği üstüne şu saptamasında bulu-

yoruz (Kenan Çağan anımsatıyor; s. 68-

70): “Anadolu Türk toplumunun eko-

nomik temelindeki mülkiyet anlayışı

özelliği onu her bakımdan sosyalizme

zorlar.”

Demek ki, halkın özel mülkiyetle

bağları zayıf ve yüzeysel. Ortaklaşma-

cı yaşam ve mülkiyet anlayışı, illa yer-

lilik ve eskilik aranacaksa, Türklerin kaç

bin yıllık geleneğinde ve ruhsal özün-

de sürüp geliyor. Yani, K. Tahir’e göre,

sosyalizme tarihsel yatkınlığı var. Öy-

leyse ruhundaki közlerin küllerini üf-

leyerek, gerekirse zorlayarak halkı mo-

dern sosyalizme taşımalı!

Oysa başka yerde, büyük çiftlikleri,

Osmanlı, “küçük aile işletmelerine çe-

virmiş ... kişisel mülkleri de türlü yol-

lardan vakıflaşmaya zorlamıştır” diyen

de Kemal Tahir (L. Bergen; s. 121). Ni-

tekim özellikle Fatih döneminde servet

birikiminin belli ellerde toplanması

önlenerek bir çift öküzle işlenebilecek

tarla büyüklüğünü temel alan hane

üretiminin yaygınlaştırılması sağlan-

mış, devlete rakip olacak büyük mül-

kiyet sahipliğinin ve sosyal güçlerin

oluşması engellenmiş, Kanuni döne-

minde ise Ebussut’la birlikte özel mül-

kiyetin vakıflar üzerinden yerleşme ve

yaygınlaşmasının hukuku yaratılmıştır...

Öte yandan, S. Fehmi Ülgener, bu dö-

nemde, tam tersinin gerçekleştiğini,

halktaki özel mülkiyet eğilimlerinin

özellikle öldürülüp yok edildiğini öne

sürer. Peki aynı olgudan iki zıt sonuca

nasıl ulaşılabiliyor?

MARX NE D�YORDU?Gerçek şu ki, Marx’ın da öngördüğü

gibi, “toprağın özel mülkiyeti Asya

toplumlarının en güçlü ve gizli arzu-

sudur”. Türk toplumunun modern aşa-

mada kamusal mülkiyet ve sosyalizm

karşıtlığının kökleri çok derinlerde-

dir; ancak bu, gelişip büyüme ve top-

lumsal ilişkilerde ticari rekabete daya-

lı bir dönüşümü sağlayıcı yönde mülk

olmaktan çok, ortak mülkiyet üzerin-

de kişisel yetki ve güç gaspının ger-

çekleşmesi düzeyinde kalır; üretim sü-

recinde emek sömürüsüne dayalı özel

mülk edinme niteliğinden, giderek ka-

pitalizmi hazırlayıcı mülkiyet ilişkile-

rinden de yoksundur.

Kişinin mülkiyetle kurduğu ilişki

üretken değildir, yağma, talan, haraç ge-

leneğinin uzantısıdır, türevidir (Devlet

malı deniz, yemeyen domuzdur); en

çoğu ranta ve tefeciliğe varır. Toplumun

tüm kişi ve kurumları, birbiri üstünde

angarya ve haraca dayalı güç uygula-

yarak, ailedeki hiyerarşik yapıyı sıkı ya

da gevşek bir ilişkiler ağıyla tüm top-

lumsal birimlerde devletin küçültülmüş

modeliyle yürütür. Hakçası, bu top-

lumda maddi ve manevi tüm acıları ya-

şanmadıkça kapitalizmin sökülüp atıl-

ması olanaksızdır (Bu acılarıysa, öyle

görünüyor ki, emperyalizmin her an-

lamda yedeği durumundaki AKP ikti-

darı en zorba biçimiyle yaşatacak, Türk

toplumu tarih boyunca yaşamadığı de-

ğer yitimi ve yozlaşmayı hem de maf-

ya kapitalizmiyle yaşayacak).

“Kemal Tahir’in durumun farkında

olan ve olmayan takipçileri” yazısında

Kurtuluş Kayalı’nın ayrıntılı biçimde

gösterdiği gibi (s. 322), herkes kendi K.

Tahir’ini yorumlamayı sürdürecektir.

Toparlayacak olursak, Hece, kimi sap-

tırma niyetleri dışarda tutulacak olur-

sa, kapsamlı ve yararlı girişimiyle özgün

ve tutarlı çabaları yüreklendirmiştir.

TÜRKİYE’NİN RUHUNU ARAYAN AYDIN: KEMAL TAHİR / 5

Kemal Tahir’in büyükaldanışının kaynağı

[email protected]

Page 16: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Sibel K. Türker’in yeni romanı “Ha-

yatı Sevme Hastalığı” raflardaki ye-

rini aldı. Can Yayınları’ndan çıkan

romanın konusu iki kadının dost

olup hayata dair her konuyu irdele-

melerinden oluşuyor. Yetimhanede

büyümüş, annesiyle geç yaşta tanış-

mış ve annesinin ölümüyle onu mavi

kazağıyla ölümsüzleştiren baş ka-

rakterimiz, güzel sesi sayesinde ses-

lendirme yaparak hayatını sürdür-

mektedir. Yeni edindiği dostu yani

komşusu ise intihara eğilimli bir

bankacıdır. Tamamen farklı hayat-

lardan gelen bu iki kadının dostlu-

ğu da hayata dair her konuyu irde-

lemeleri de oldukça renkli olacaktır.

Annesinin ölümüyle mavi kazağın di-

rilişi esnasında bir de ayrılık acısı çe-

ken baş karakterin ateşli bir hasta-

lığa yakalanmasıyla kapı komşu-

suyla tanışır ve iki karakterin ha-

yatları kesişir.

Romanın Haziran ayında çık-

masının hemen ardından aynı ay

içersinde Radikal Gazetesi Kitap

Eki’nde Irmak Zileli’nin kitaba dair

eleştirisi ve bir hafta sonrasında ise

aynı ekte yazarın (kendi tanımladı-

ğı şekliyle) savunusu yayınlandı. Bu

bilgiler aklımızın bir köşesinde bu-

lunsun. Takdir edersiniz ki bu şekilde

bir olaya konu olan kitabı insan

daha da merak ediyor. Ama mera-

kımı dizginleyerek sadece yazılara in-

ternet üzerinden ulaşıp bilgisayarın

bir kenarında sakladım ve önce ki-

tabı okumaya karar verdim. Genel-

de tavsiye ile veya elime bu şekilde

geçmiş kitapların arka yazılarını da

okumayı sevmem. Aynı muameleyi

bu kitaba da gösterip kitabı okumaya

başladım.

Kitaba başlayınca ilk satırlarda,

ilk sayfalarda gerçekten duyarlı ve

size bir şeyler anlatmak için emek

harcayan ve romanını bunun için

oluşturmuş bir yazarla karşı karşıya

olduğunuzu anlıyorsunuz. Yazarın

üslubunun gerçekten güzel oluşu ki-

tabı daha da sevmeye başlamanıza

sebep oluyor. Yer yer nükteli ve o ka-

dar sıradan, çekilmez olan şeyleri

bile esprili bir şekilde ifade edişi ki-

tabı daha da güzel kılıyor. Ancak ki-

tapta hissettiğim sıkıntı kitabın kur-

gusunun ve yazarın anlatmak iste-

diklerinin birleşememesi. Daha doğ-

rusu yazarın anlatmak istediklerinin

sarmalanıp olay örgüsü içinde tam

olarak eritilememesi. Okurken iki

ayrı konu varmış hissine kapılıyor-

sunuz. Bir olay örgüsü var takip et-

meniz gereken. Bir de arada ana ka-

rakterin ağzından dökülüveren ya-

zarın anlatmak istedikleri. Açıkçası

olay örgüsüyle anlatılmak isteni-

lenlerin kaynaşamamasından bir

süre sonra sadece olay örgüsüne

odaklandığınızı fark ediyorsunuz.

Belki de tam olarak kitabın hakkı-

nı veremeden bitirivermiş oluyor-

sunuz. Sanırım kitabın olay örgüsü

kısmının da beklenildiği sonu size

vermemesi ve yazarın anlatmak is-

tediklerinin de olay örgüsüyle zaman

zaman örtüşememesi sonunda sizi

boşluğun kollarına yuvarlayıveriyor.

En azından bende oluşan his bu

oldu: Boşlukta süzülü-

vermek. Kitap bende tu-

tunacak, hatırlayacak,

“Vay be!” dedirtip dü-

şüncelere sevk edecek

hiçbir şey bırakmadı. Ki-

tap bittikten sonra arka

kapaktaki yazıyı oku-

yunca bir kere daha ikaz

ediliyordum mesaj ileten

bir kitap okuduğuma

dair, lakin ben inatla boş-

luktaydım.

OKUYUCUSUYLAKAVU�AMAYAN K�TAPKonusu hiç önemli olmaksızın ki-

tapların vermek istediği bir mesaj

vardır bence. Yazmaktaki amaç bu-

dur, yazan kişinin bir derdi vardır

muhakkak. Hele yazan kişi yayınla-

maya karar verdiyse artık dünyaya

duyurmak istiyordur derdini. Verdiği

mesajın konusu yazara bağlıdır. Bu-

rada biz okuyuculara herhangi bir

söz düşmez, takdir yazarındır. Ama

bu kitapta yazarın vermek istediği

mesajı ben bulamadım ve alamadım

haliyle. Irmak Zileli’nin de eleştiri-

si bu tarzda. Ancak yazar kendi sa-

vunusunda Zileli’nin bu isteğini

“solcu bir kitap” beklemek olarak ni-

telendiriyor ve kendi hayatından

bazı şeyler anlatıyor ve ideolojik

öğeler içermeyen kitap yazma kay-

gısında olduğunu, darbe dönemi

edebiyatından sıkıldığından dem

vuruyor. O dönem siyasetle ilgilen-

meyen ailelerin neler çektiğini an-

latmaya çalıştığını ve “anlatılmaya-

cak olanı” anlatma çabasında oldu-

ğunu söylüyor. Burada eleştirileri bir

kenara bırakıp şunu sormadan ede-

miyorum: Kitabın ne maksatla ya-

zıldığını anlamayı istemek, konusu

ne olursa olsun mesajını bulmaya ça-

lışmak, kitaptan kendine bir şeyler

katmaya çalışmak okuyucunun hak-

kı değil midir? Benim okuyucu ola-

rak beklentim bu.

Olay örgüsü ve anlatılmak iste-

nilenin (mesajın) kitapta tam olarak

kaynaşamamasına dair sıkıntıma

eleştirilerde yanıt buldum gibi. Ki-

tapta bizzat yazarın ağzından şu

cümleye rastlıyoruz: “Böylesine odak

noktasının bozulup çarpıtıldığı ve ha-

ince yok edildiği anlatıla-

ra postmodern anlatılar,

diyoruz ve başımıza vura

vura belletilen çekiç misali

eski odak noktalarını öz-

lüyoruz.” Irmak Zileli de

bu cümleye atıfta bulun-

muş eleştirisinde. Bu

cümle benim de aklımda

birtakım şeyler uyandırdı.

Belki de yazarın farklı

bir amaçla yazmaya ça-

lıştığına dair bir ipucu

olabilirdi. Gerçekten de postmo-

dern bir anlatı seçmiş olabilir yazar.

Ancak kitapta anlatılmak istenilen-

le (yazarın derdiyle) olay örgüsü

kavuşamamışken böyle bir tarz de-

nendiyse, okurla da kavuşamamış du-

rumda. Anlatılmak istenen okura

ulaşamamış oluyor. Ve evvelden de

belirttiğim gibi her kitabın bir mesajı

vardır ve mesajın konusu önemli

değildir. Ama mesaj alınamayan ki-

tap bir sorun teşkil eder bence. Ya-

zar mesaj vermek istemiyorsa, belli

bir derdi yoksa neden yazar? Veya

yazsa bile neden yayınlama ihtiyacı

duyar? Birilerine ulaşma kaygısı

olan birinin hayatla bir derdi de

vardır demek ki. Ve bunu biz oku-

yucularla paylaşmaması haksızlık

kanımca.

OKUYUCUSUNA 233 SAYFAFAZLADAN OKUTMAKİkinci önemli husus ise yazarın sa-

vunusundaki bir cümle. Kitap eleş-

tirisine dahil edilmemesi gerekir

belki de ancak biz okuyuculara kar-

şı yazılan ifadenin hoş olmadığı ka-

nısındayım. Birebir aktarıyorum:

“Bir roman başlangıç cümlelerinden

anlaşılamaz. Bence benim roma-

nım sadece ve sadece 223, 224 ve

225. sayfalardan ibarettir. Fazlasını

okuyan herkese buradan teşekkür et-

mek isterim.”

Madem üç sayfa yazar için önem-

liydi geri kalan sayfaları neden bi-

zimle paylaştı diye merak etmemek

elde değil. “Kitap esasında üç say-

faymış, kandırıldım mı acaba?” diye

sormadan edemiyorum. Kaldı ki

ben yazarın konusuna ve mesajına

karışmıyorsam ve kitabını alıp oku-

yorsam, kendisinin de benim okuma

aşamamda hangi sayfaların kıymet-

li olup olmadığını bana belirtme

hakkı yoktur. Ben belki de ilk say-

fada veya kırk beşinci, yetmiş ikin-

ci sayfada keyif alıyorum ve bu say-

falar benim için bir şeyler ifade edi-

yor. Kitabı yazan bile olsa bende

uyandırdığı hislere karışamaz. Kitap

artık kendine ait olmaktan çıkmıştır.

Biz okuyucular da mesaj alanlar, ala-

mayanlar, değer biçip biçmeyenler o

kitaba dahil olmuşuzdur. Yazar,

eğer biz okuyucuları kısıtlamaya ça-

lışıyorsa kitabı yayınlamaması daha

yerinde olur kanımca.

(Hayatı Sevme Hastalığı,Sibel K. Türker,

Can Yayınları, 236 s.)

“Anlatılmayacak olanı” anlatmayayemin ederken boşlukta süzülüvermek

Konusu hiç önemli olmaks�z�n kitaplar�n vermek istedi�i bir mesaj vard�r bence. Yazmaktaki amaç budur, yazanki�inin bir derdi vard�r muhakkak. Hele yazan ki�i yay�nlamaya karar verdiyse art�k dünyaya duyurmak istiyordurderdini. Verdi�i mesaj�n konusu yazara ba�l�d�r. Ama bu kitapta yazar�n vermek istedi�i mesaj� ben bulamad�m

DENİZ ANTEPOĞ[email protected]

Bir olay örgüsü var takipetmeniz gereken. Bir de

arada ana karakterina�z�ndan dökülüveren

yazar�n anlatmakistedikleri. Aç�kças� olay

örgüsüyle anlat�lmakistenilenlerin

kayna�amamas�ndan birsüre sonra sadece olay

örgüsüne odakland���n�z�fark ediyorsunuz. Belki detam olarak kitab�n hakk�n�

veremeden bitirivermi�oluyorsunuz.

Sibel K. Türker

Page 17: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP

Yiğit Bener’in “Heyulanın Dö-

nüşü” romanını 41. Orhan Kemal

ödülünü aldıktan sonra okudum.

Ödülün Orhan Kemal adına ve Tah-

sin Yücel, Osman Şahin, İnci Aral,

Özdemir İnce, Erol Şadi Erdinç,

Turhan Günay, Nazım Kemal Öğüt-

çü gibi isimlerden oluşan Seçici Ku-

rul tarafından verilmesi ilgimi çek-

mişti.

Romanın öznesi Yiğit Bener’in

kendisidir. 12 Eylül öncesi gençlik

hareketi içinde Bilimsel Sosyalizmi

benimsemiş, müdahale sonrası Av-

rupa’ya gitmek zorunda kalmış daha

sonra tekrar Türkiye’ye dönmüş.

Dönmüş ama bir hayalet olarak.

O artık başka bir şeydir.

Ekim 2011’de NTV’de yayınla-

nan söyleşide romanın esin kayna-

ğının, Robin Campillo’nun “Geri

Döndüler” ( Les Revenants) filmi ol-

duğunu belirtiyor. O

filmde Paris yakının-

da bir kasabada son

on yılda ölmüş in-

sanlar mezarlarından

çıkıp geliyorlar. O ka-

sabada 13 bin kişi gel-

miş ve geri gelenler

nasıl uyum sağlaya-

caklarını bilemiyorlar.

Yiğit Bener, geri dö-

nüş ve toplumdan

uzaklaştırılmış insan-

ların yaşamları üzerine

düşünmekteyken izle-

diği bu filmin romanı

yazmasında tetikleyi-

ci olduğunu söylüyor.

Emperyalist merkezlerdeki bu-

nalım ve gelecekten umutsuzluk,

gerçek dışı film ve sanat ürünlerinin

artmasıyla da kendisini gösteriyor.

Yazarın esin kaynağının aynı or-

tam olması bir tesadüf değil.

Bener, esin kaynakları arasında

Komünist Manifesto’daki başlan-

gıç cümlesinin bulunduğunu da be-

lirtmiş: “Avrupa’da bir hayalet kol

geziyor- Komünizm hayaleti.” Bener

çevirilerdeki “hayalet” yerine “he-

yula” kelimesini kullanıyor.

Marks ve Engels cümlenin de-

vamında Yaşlı Avrupa’nın bütün

gerici güçlerinin bu hayaleti kovmak

için kutsal bir sürek avında el ele ver-

diğini yazarlar. Bu hayalet, gericili-

ğin devrim korkusunun ifadesidir.

Bütün Avrupa’yı saran 1848 Devri-

minin yarattığı korkudur. Devrim,

emekçiler için ise geleceği fethetme

mücadelesi ve büyük umuttur.

Ancak Yiğit Bener’in heyulası,

devrimden ve örgütlü mücadele-

den vazgeçeli yıllar olmuştur. Ör-

gütlü mücadeleden ve örgütten nef-

ret etmektedir. “Tam bir heyula ko-

zası” olarak tanımladığı Heybelia-

da’ya kaçmıştır. Tek başına da dü-

zene boyun eğmemenin mümkün ol-

duğu iddiasındadır. “O sadece ken-

di yolunda gidendir.”

Türkiye’deki mücadelenin kök-

süz olduğu iddiasındadır. Cumhuri-

yet öncesi işçi hare-

ketini Osmanlı Er-

meni işçi hareketi

olarak tanımlamak-

ta ve tehcir sonunda

silindiğini savun-

maktadır. Üstüne

üstlük birde Mustafa

Suphi ve yoldaşları

Karadeniz’de boğ-

durulunca tarihsel

miras olarak bir şey

kalmamıştır. Haya-

lete göre bunun so-

nucu olarak gözler

köylü mücadelele-

rine ve Kuvayı Mil-

liye’ye çevrilmiş, birinden misti-

sizm diğerinden militarizm alınmış-

tır. Marksizmden de Stalinist bü-

rokratik harç alınınca ortaya sko-

lastik bir bulamaç çıkmıştır.

Birinci Meşrutiyet Devrimiyle

ilk büyük atılımını yapan, 1908 Dev-

rimi ile çağdaşlığa uzanan, 1914-22

yılları arasında emperyalizme karşı

insanlık tarihinin zaferle sonuçlanan

ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı ve ardın-

dan gelen Cumhuriyet Devrimi-

mizle mazlum dünyaya esin kayna-

ğı olan ve büyük bir gelişmiş top-

lumsal birikim yaratan yakın tarihi-

mizin büyük mücadele süreci kitapta

yoktur.

Türkiye’nin Bilimsel Sosyalist

Hareketi, Mustafa Suphi ve arka-

daşlarının vahşice katledilmelerine

rağmen varlığını sürdürmüştür. Ül-

kemizdeki Bilimsel Sosyalist örgüt-

lenme 23 Eylül 1919’da Dr. Şefik

Hüsnü Değmer önderliğinde İstan-

bul’da kurulan Türkiye İşçi ve Çift-

çi Sosyalist Partisi ile başlar. Bakü’de

10 Eylül 1920’de Mustafa Suphi

önderliğinde kurulan TKP ile TİÇSF

Şefik Hüsnü önderliğinde birleş-

miştir. Cumhuriyetin aydın hareke-

tinde Bilimsel Sosyalist Hareketin

büyük bir ağırlığı vardır. Cumhuri-

yet döneminin pek çok düşün, kül-

tür ve sanat insanı sosyalizmin Tür-

kiye’ye kazandırdığı büyük değer-

lerdir. Bu isimleri çekin alın Cum-

huriyet neredeyse aydınsız kalır.

1960’dan sonra ise toplumun

emekçi kesimlerine de kollarını uza-

tan kitleselleşmiş bir sosyalist hare-

ket ortaya çıkmıştır. Üstelik bu ha-

reket Kemalist Devrimin yarattığı

büyük birikimle aynı mecrada bir-

leşmekteydi.

Ardından bu süreci önlemeyi

amaçlayan 12 Mart 1971, 12 Eylül

1980 ve son olarak halen süren 2002

AKP Amerikancı karşı devrim dar-

beleri geldi. Son darbe alt edildi-

ğinde Türkiye’nin devrim sürecinde

ne kadar ileri bir noktada olduğu

açık olarak görülecektir.

Yiğit Bener’in köksüzlük iddia-

sı, emperyalist karşı devrimin ileri

sürdüğü tezlerden birisidir.

Diğer tezleri de aynı niteliktedir.

Hayalete göre dünyadaki pek

çok halk hareketi sönmüştür. Dev-

rimler yenilgiye uğramıştır. İktidarı

ele geçiren devrim hareketleri ise

yozlaşmış, faşizmi aratmayan cani-

ce işlere girişmişlerdir.

Kapitalist şirketler topluluğu-

nun başına geçtiğini iddia ettiği

ÇKP’nin ABD ile emperyalist re-

kabeti olarak görmektedir.

Ulusalcılık ve AKP’ye karşı mü-

cadele ise sürekli olarak aşağılan-

makta ve 12 Eylülcülüğün devamı

olarak görülmektedir.

Ordu hedef tahtasındadır. 12

Eylül darbecileri ile Cumhuriyet

Devrimini savunan askerler aynı-

laştırılmaktadır.

AB Temsilcisi Karen Fogg Türk-

lerin tarihiyle hesaplaşmasını sağ-

lamalıyız demişti.

Emperyalizm bu gör-

evi yerine getirmek için

aydınlar içinde yoğun

bir faaliyet yürüt-

mektedir.

Roman, karşı

devrim safların-

dan 12 Ey-

lül’den bu

yana emper-

yalist mer-

ke z l e r d e

üretilen tezler-

le Türkiye’nin bağımsızlıkçı, halkçı,

laik birikimine saldırmaktadır. Dün-

yada ne kadar ilerici hareket varsa

“Heyula”nın hedef tahtasındadır.

Emperyalist programlarla uyum ha-

linde bir görevi yerine getirmektedir.

Romanda Türkiye ve Dünya

gerçekleri yoktur. Üretilen sanal

bir alem üzerinden insanlığın büyük

ilerleyişi yok sayılmakta, demokra-

tik ve sosyalist devrimler hedef alı-

narak Cumhuriyet Devrimimize

karşı yürütülen tasfiye harekatı des-

teklenmektedir.

Romanın edebi bir değeri yok.

Yaşam ve ölüm tartışması da

doğru ve yanlışın ötesinde felsefi bir

zenginliğe sahip değil. Üslup ve içe-

rik oldukça yüzeysel ve zayıf.

Orhan Kemal ülkemizin en bü-

yük edebiyat insanlarındandır. Ay-

rıca sosyalist, halkçı, devrimci bir ki-

şiliğe sahiptir. Bu kişiliğini eserleri-

nin her köşesinde görürüz. Top-

lumsal gerçeklik, eserlerine dam-

gasını vurmaktadır.

Onun adına verilen ödülün “He-

yulanın Dönüşü”ne layık görülme-

sini anlamak mümkün değil.

Seçici Kurul’da bulunan değer-

li aydınlarımız, hangi gerekçelerle bu

ödülü verdiler?

(Heyulanın Dönüşü,Yiğit Bener, Can Yayınları, 360 s.)

Karşı devrim tezlerineOrhan Kemal ödülü !

YALÇIN BÜYÜKDAĞLI

Yi�it Bener’in heyulas�, devrimden ve örgütlü mücadeleden vazgeçeli y�llar olmu�tur. Örgütlümücadeleden ve örgütten nefret etmektedir. “Tam bir heyula kozas�” olarak tan�mlad���

Heybeliada’ya kaçm��t�r. Tek ba��na da düzene boyun e�memenin mümkün oldu�uiddias�ndad�r. “O sadece kendi yolunda gidendir.”

Yi�it Bener

Page 18: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP

“Vatan Yahut Silistre”yi bilmeyen

yoktur. Namık Kemal tarafından

1873 yılında yazılmış olan tiyatro

oyunu, vatan kavramının işlendiği ilk

eserlerden ve çağdaş batı sanatının

Osmanlı’daki öncü örneklerinden

biri olması nedeniyle ayrı bir öneme

sahiptir. Sanırız “Vatan Yahut Silis-

tre”yi bu kadar özel kılan diğer bir

neden, Türk uluslaşmasının erken

dönemlerinde patlama yapan sa-

nat eserlerinin çok fazla araştırıl-

mamış olmasıdır. İşte Tahsin Na-

hid’in “Jön Türk” adlı tiyatro eseri

araştırma eksikliğinden kaynaklanan

unutulmuş eserlerden birisi.

“Jön Türk” 1909 yılında, II.Meş-

rutiyet’in üzerinden bir yıl geçmeden

yazılmış üç perdelik bir tiyatro oyu-

nu. Oyunun ilk iki perdesi meşruti-

yetten önce, üçüncü perdesi ise he-

men sonrasında geçiyor. Oyunun

konusunu özetlersek; Nihad Bey, Ka-

zım Bey’in kardeşinin oğludur. Ba-

basını kaybettiği küçük yaşlardan

beri Kazım Bey’in yanında yaşayan

Nihad Bey ile Kazım Bey’in kızı Ley-

la birbirlerini sevmektedirler. Nihad

Bey İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne

katılarak Osmanlı’nın bölünmesine,

rüşvetlere, istibdada, sürgünlere

karşı mücadeleye girişmiştir. Bu sü-

reç saltanatçı Kazım Paşa ile yolla-

rını ayırmasına neden olur. Bu kur-

gu üzerinde şekillenen oyun meş-

rutiyetin ilan edilmesi sonrasında

Kazım Paşa’nın tutuklanması ve

hürriyet nidalarıyla son bulur.

DÖNEM�N ESEREYANSIMASIEser yazıldığı dönemin politik at-

mosferini taşımaktadır. Osmanlı

İmparatorluğu’nun sürekli toprak

kaybettiği, devletin halkını besleye-

mediği, rüşvetin ve yolsuzluğun yay-

gınlaştığı, Batı’nın büyük bir hızla ge-

liştiği ve aksine Osmanlı’nın çöküşe

gittiği bu dönemde, gidişata isyan

eden aydınların Osmanlı’yı kurtar-

mak çabası görülmektedir. O döne-

min vatanseverlerindeki baskın fikir

osmanlıcılıktır. Vatanı kurtarmak

için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde

örgütlenen aydınlar sürekli olarak

saltanat baskısı altında sürgüne

uğramaktadırlar.

Eser boyunca İttihatçı Nihad

ilericiliği, yeni olanı, ufukta görüle-

ni simgelerken, padişahçı Kazım

Paşa gericiliği, çöküşü, despotluğu

resmediyor. Nihad Bey’in bu nite-

liklerine bir de umutsuz çırpınışı ek-

lemeliyiz. Nihad Bey’in Leyla ile tar-

tışmaları arasında sarf ettiği “(yur-

du) öldürüyorlar... Dün Mısır, bugün

Girit, yarın Selanik, bütün Make-

donya gidiyor”, “keşke eski Türkler

gibi bilgisiz ama saf, bozulmamış, iyi

yürekli kalsaydık” sözlerinde va-

tanseverliğin yanı sıra dönemin dev-

rimci aydınlarında bulunan ve ger-

çekleşmesi mümkün olmayan Büyük

Osmanlı’ya dönüş çabasını gör-

mekteyiz.

Öte yandan, günümüzde ittihat-

çılığa yapılan saldırıların cevabını

“Jön Türk”de bulabiliyoruz. Bu sal-

dırılardan birisi olan “İttihat ve Te-

rakki halktan kopuk elitlerin örgü-

tüdür” tezine karşı eserde, ittihatçı-

lardaki halkçılığı görüyoruz. Nihad

Bey’in yöneticilerin rüşvet ve yol-

suzluklarına karşı isyanı, halkın yok-

sulluğunu büyük dert etmiş olması

dönemin halkçı fikirlerinin yansı-

masıdır. Osmanlı’dan ayrılarak ken-

di devletini kurmak isteyen halklar-

dan söz ederken dahi Nihad bey o

halkları değil, çürümüşlüğünden,

yolsuzluklarından dolayı halkı do-

yuramayan ve ülkenin küçülmesine

neden olan saltanatı hedef alır. Yine

günümüz tezlerinden “jakobenler

gibi İttihatçılar da önüne geleni kes-

ti” çarpıtmasının cevabını ittihatçı

Necip Bey’in paşayı tutuklarken söy-

lediği şu sözlerde buluruz: “Kork-

mayınız, millet adaletlidir. Kötülük-

lerinizi unutmaya çalışacaktır. Ha-

yatınıza, İttihad ve Terakki Cemiyeti

adına kefiliz. Saygıdeğer cemiyetin en

büyük isteği, kan dökmemektir. Sizi,

kazandığınız düşmanların saldırı-

sından esirgemek için hükümet, ko-

ruması altına alıyor.”

Aydınların sürgüne gönderil-

mesi hakkında Nihad Bey ve Leyla

Hanım’ın yaptığı tartışma günü-

müzde Ergenekon tertibi ile ilgili

olarak toplum içindeki iki farklı

duruşu hatırlatmaktadır. Nihad Bey,

“Bütün kötülükleri

bildiğime göre [...]

hürriyet için kurban

olanlara katılırım”,

“Birleşmeli [...] Hü-

kümetin yaptığı her

türlü işi geçersiz kıla-

cak güçlü bir birleş-

me” görüşündedir.

Leyla Hanım’ın buna

cevabı ise, “Arabis-

tan’ın, Anadolu’nun

en büyük parçası sür-

günlerle doldu [...] İs-

tibdada bu kadar kur-

ban yeter” olacaktır.

Günümüzle ne kadar

benzer değil mi? Sonuç sürgünlerin

sonlanması ve sürgüncülerin ceza-

landırılması olmuştur!

SANAT TOPLUMA YOLGÖSTERMEL�D�RSahne sanatlarının ülkede henüz

gelişmeye başladığı bir döneme

denk geldiğinden ötürü “Jön

Türk”ün özgün bir sanatsal dili ol-

duğunu söyleyemeyiz. Kesin olarak

politik bir tiyatro eseri olan yapıtta

baştan aşağı didaktik bir anlatım ter-

cih edilmiştir. Bunda, tiyatroculuğun

yeni yeni keşfedilmeye başlanıyor ol-

masının yanı sıra dönemin hare-

ketli politik atmosferinin de etkisi ol-

duğu düşünülebilir. Öyle ki eser,

“Yaşasın hürriyet, yaşasın eşitlik,

yaşasın Osmanlılar” sloganlarıyla

sonlanmaktadır.

İttihat ve Terakki Partisi’nin bir

üyesi olarak Tahsin Nahid dönemin

edebiyat akımı olan Fecri Ati’nin de

kurucularındadır. “Sanat kişisel ve

saygındır” ilkesiyle kurulan akımın

dergisi olan Servet-i Fünun’un bil-

dirgesinde onun da imzası vardır.

1887-1919 yılları arasında yaşayan

Tahsin Nahid’in, Şahabeddin Sü-

leyman ile kaleme aldıkları ve dö-

neminde büyük ilgi gören “Kösem

Sultan” oyunu başta olmak üzere on-

iki tiyatro eseri, Fransızcadan çev-

rilen dört tiyatro uyarlaması ve çok

sayıda şiiri bulunmaktadır. Nahid’in,

ünlü yazar ve çevirmen Mina Ur-

gan’ın babası olduğunu da belirtelim.

Yayınevi, “Jön Türk”ün yazarla-

rından Tahsin Nahid ve Ruhsan

Nevvare’nin 28 Ekim 1908 yılında ka-

leme aldıkları “Tiyatro Üzerine Dü-

şünceler” adlı bir makaleyi kitabın gi-

rişine almış. Bu metindeki fikirler en

az eser kadar çarpıcıdır ve

dönem aydınlarının dün-

ya görüşünü yansıtması

açısından değerlidir. Sa-

natın toplumu etkileyen

en önemli üç araçtan biri

olduğunu (diğer ikisi öğ-

retim ve basın) belirten

yazarlar, ancak herkesin

aydınlanmış olduğu bir

yerde sanatın estetik kay-

gıyla yetinebileceği, bu-

gün ise toplumu aydın-

latma görevi olduğun-

dan söz etmektedirler.

“Önce zenginleşelim

sonra sanatla ilgileni-

riz” düşüncesinin yanlış olduğu, Av-

rupa’da sanat yoluyla despotik hü-

kümetlerin yıkıldığı ve ekonomik

gelişmenin önünün açıldığı yine ya-

zarlar tarafından vurgulamaktadırlar.

Türk jakobenizmine saldırının

had safhaya vardığı günümüzde

“Jön Türk”, çarpıtılan gerçeği keş-

fetmek ve dönemin devrimci politik

havasını solumak için okunabilir.

Eseri, günümüz ile taşıdığı benzer-

likler açısından da okurlara salık ve-

riyoruz. Ulusal gelişimimizdeki öncü

tiyatro eserlerinden biri olması ne-

deniyle sanat çevresi tarafından in-

celenmelidir. Aslında sanatsal pat-

lama yaşanan dönemin bir de bu açı-

dan araştırılması dönem tarihçile-

rinin önünde bir görev olarak du-

ruyor. Örneğin biz, kısıtlı araştır-

mamızda yazarlardan Ruhsan Nev-

vare hakkında bilgiye ulaşamadık.

Kitap içinde de yazara değinildiği-

ni göremedik. Yayınevi tarafında os-

manlıcadan günümüz türkçesine

anlaşılır bir dille çevirisi yapılan

“Jön Türk” her yaşın rahatlıkla

okuyabileceği bir eser.

(Jön Türk,TahsinNahid-Ruhsan Nevvare,

Bordo Siyah Yayınları,Hazırlayan: Sibel Ercan, 80 s.)

Unutulmuş eser: “Jön Türk”San�r�z “Vatan Yahut Silistre”yi bu kadar özel k�lan di�er bir neden, Türk ulusla�mas�n�n erken

dönemlerinde patlama yapan sanat eserlerinin çok fazla ara�t�r�lmam�� olmas�d�r. ��te Tahsin Nahid’in“Jön Türk” adl� tiyatro eseri ara�t�rma eksikli�inden kaynaklanan unutulmu� eserlerden birisi

CEYHUN İLSEVER

“Jön Türk” 1909 y�l�nda,II.Me�rutiyet’in üzerindenbir y�l geçmeden yaz�lm��üç perdelik bir tiyatrooyunu.

Page 19: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

31 A�USTOS 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Hac�yatmaz

1519’da Osmanlı topraklarında, Kons-

tantiniyye’de dünyaya gelen Eli, resim

yapma tutkusuyla yanmaktadır. Ancak

o bir Yahudi’dir ve dini, resim yap-

masını yasaklamıştır. Tutkusunun pe-

şinden gitmeyi seçen delikanlı, özgürce

resim yapabilme hayaliyle bir gemiye

atlayıp Rönesans’ı yaşayan İtalya’ya,

Venedik’e kaçar. Sanatı için her şey-

den, hatta kimliğinden bile vazge-

çen, Venedik’in en büyük ressamla-

rından Eli ya da üstadı Tiziano’nun

verdiği adıyla Turquetto, İtalyan Rö-

nesansı’nın en parlak döneminde ya-

rattığı eserlerini, Katolik Kilisesi’nin

katı kurallarının kurbanı olmaktan

kurtarabilecek midir? Peki ya, büyük

usta Tiziano’ya ait olduğu sanılan El-

divenli Adam isimli tablo, Turquetto

lakaplı bu Osmanlı Yahudisinin ese-

ri olabilir mi?

Turquetto

Bu eser, İngilizceye çevrildiğinde uz-

man Batılı eleştirmenler bile bu konu

hakkında ne kadar az şey bildiklerini

anlamışlardı. Kitap ayrıca Profesör

Kato’nun düşünce ve kıyaslamala-

rındaki derinlik ve kozmopolit bakış

açısıyla da dikkat çekmektedir. Kato,

Japon edebiyatına hem Japon gözüy-

le içeriden hem de yabancı gözüyle dı-

şarıdan bakabilmeyi beceren bir ede-

biyat tarihçisi ve eleştirmendir. Akıcı

bir Türkçe ve ustalıklı şiir çevirileriy-

le Türk okurunun karşına çıkan bu ki-

tap; sizi güzel yazılarıyla, şiirleriyle ve

zekice edebi buluşlarıyla hayranlık

uyandıran yazarlarla tanıştıracak ve

hakkında çok fazla bir şey bilmediği-

niz Japonya’nın sadece 1500 yıllık

edebiyat serüvenini değil aynı za-

manda tarihini ve kültürünü de ya-

kından tanımanızı sağlayacaktır.

Japon Edebiyat� Tarihi

Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Di-

siplinler Arası İlişkiler, işte bu boşluğu

kapatmaya çalışıyor. Büyük çoğunluğu

Türkiye ve dünyanın köklü üniversite-

lerinde bulunan 32 yazarın yazdığı top-

lam üç kısım ve 37 bölümden oluşuyor.

Birinci kısım, “Siyaset Biliminde Temel

Kavramlar” başlığını taşıyor. Siyaset,

iktidar gibi daha genel nitelikli kavram-

lardan kimlik ve hegemonya gibi daha

özel kavramlara uzanan bu kısımda ki-

tap, siyaset bilimi disiplininin temel kav-

ramsal gereçlerini okuyucuya tanıtıyor.

İkinci kısımda yazarlar, temel “Siyasal

İdeolojiler”i irdeliyorlar. Liberalizmden

İslamcılığa, anarşizmden Marksizme

kadar 10 farklı ideolojiyi inceleyen ya-

zarlar, aynı zamanda ideolojinin ve mo-

dern siyasal ideolojilerin 18. yüzyıldan bu-

güne uzanan serüveninin bir bilançosu-

nu çıkarmış oluyorlar.

Siyaset Bilimi

Bu kitapta İslami kurumlar ve Ortadoğu

ekonomileri konusunda dünyanın önde ge-

len bir uzmanı, Sanayi Devrimi’nden beri

tartışılan bu sorulara yeni yanıtlar sunuyor.

1000 yılında Ortadoğu ekonomisi Avrupa

ekonomisinden daha az gelişkin değildi;

ama 1800 yılına varıldığında gerek yaşam

standartları, gerek teknoloji, gerekse eko-

nomik etkinlik bakımından çarpıcı düzeyde

geriye düşmüş durumdaydı. Batı dünyası

çağ atlarken, Ortadoğu ekonomisi mo-

dernleşme sürecinin emekleme döne-

mindeydi. Ortadoğu’yla Batı’nın ekonomik

gelişim yolları neden ayrıldı? Ortadoğu ni-

çin 21. yüzyılda bile azgelişmiş bölge ko-

numunda? Timur Kuran, Ortadoğu’da

ekonomik gelişimin tıkanmasını ne böl-

genin coğrafi konumuna ne de emperya-

lizme bağlıyor; dinle ilintili tutumların

da bu süreçte kritik bir rol oynamadığını

gösteriyor.

Kökeni, kaynakları, ana temaları, diğer

dünya mitolojileriyle ilişkileri ve daha

birçok özellikleriyle İran mitolojisini

konu alan bu kitap, alanında ülkemiz-

deki ilk çalışma niteliğine sahiptir. Eser-

de, değişik bakış açılarıyla mitolojinin ge-

nel tanımı, mitoloji türleri, kökeni, mit-

lerin yorumlanması, işlevleri, dünya gö-

rüşleri, mitolojinin kahramanlık anlatı-

ları ve efsanelerle ilgisi, benzerlik ve fark-

lılıkları gibi konulara yer veren giriş bö-

lümünden sonra asıl konuya geçilir.

İran ulusu konusu ele alınarak, İranlı-

ların ataları Aryalara, dinsel inanışları-

na, tanrılarına, geleneklerine, mitsel

değerlerine ve İran ulusal tarihine yer ve-

rilir. Devamında da Eski İran’da dinler,

Zerdüşt ve öğretisi, Zerdüşt inanışının

temel öğeleri, Zerdüşt’ün kutsal kitabı

Avesta, “İran Mitolojisi”nde dönüşüm

evreleri vb. anlatılmakta.

�ran Mitolojisi

Araştırmacı-Yazar Clou Zett, Türkiye’ye

geldi, araştırdı ve tuvalet kültürümüz üze-

rine muhteşem bir kitap yazdı... Şöyle di-

yor Zett; “Uzun yıllar Türkiye’de yaşadım

ve genel-özel her türlü tuvalete girip çık-

tım. Türkiye’deki tuvaletlerin temizlik si-

cili pek parlak olmamasına karşın, Türk-

lerin tuvaleti ve temizliği bütün dünyaya

öğrettikleri noktasında kesin ve şaşırtıcı bir

yargıları var. Biz şu millete öğrettik bu mil-

lete kurs verdik diye övünmelerine karşın,

bir türlü kendilerinin öğrenememeleri

manidardır.” Clou Zett bu çalışmasında

Türkiye’de yazılı olmayan genel tuvalet ku-

rallarından tuvalet mimarisine, tuvalet

kültüründen tuvalet dili ve edebiyatına, ta-

haret musluğundan tuvalet terliklerine, tu-

valeti fayansla kaplamanın nedenlerinden

tuvalet kağıdının icadına pek geniş bir alan-

da kısa paslaşmalar yapıyor. En eğlence-

lisi ise tuvalet yazıları derlemesi.

Tuvalet Dili ve Edebiyat�

“Göçmen”, Çanakkale, Kafkas ve

Bağdat cephelerinde savaşan, Bir-

manya-Myanmar Esirler Kampı’nda

elemli yıllar geçiren; unutulmuş, kay-

bolmuş bir askerin sekiz yıl sonra

Balkan’daki köyü Globoçiça’ya dönen

Tâfiloğlu Emin’in hikâyesidir. Bir

Balkan köyü Globoçiça’yı; Birinci

Dünya Savaşı’nı, Birmanya’daki o

“Esir Kampı”nı; işgal İstanbulu’nu, Se-

limiye Kışlası’nı ve 1930’ların o Be-

yoğlu gizemini, Bulgar Kralı III. Bo-

ris’in Bandırma’ya gelişini, Erkin ge-

misi ve Nâzım Hikmet olayını, Hit-

ler’in savaşan dünyasını, 1950’lerin si-

yasal ve toplumsal olaylarının yansı-

malarını da dile getirmiş bulunuyor bu

roman. Şakir Balkı, yaşanmış olan bu

“tragedya”yı yalın, duru ve akıcı diliyle

anlatarak sahneye alıyor.

Göçmen

Nimet Y�ld�r�m, PinhanYay�nc�l�k, 592 s.

Kurt Vonnegut, April Yay�nc�l�k,Çev: Ekin U��akl�, 232 s.

“Bahar aylarındayız. Akşamüstü. Ölüm

Adası Manhattan’daki Empire State

Binası’nın lobisinin zemininde yanan

ocağın dumanı, bir aylandız ağacı cen-

geline dönüşmüş olan 34. Sokak’ın üze-

rinde asılı. Mavi gözlü, uzun çeneli, iki

metre boyunda, yüz yaşında bir adam,

vaktiyle taksi olan bir şeyin arka koltu-

ğuna yerleşmiş, cengelin içindeki küçük

bir açıklıkta oturuyor. O adam benim.

Adım Dr. Wilbur Nergis-11 Swain.

Amerika Birleşik Devletleri’nin eski

başkanıyım. En son Başkan, en uzun

boylu Başkan, Beyaz Saray’da ikamet

ederken boşanan tek Başkan, en hilkat

garibesi Başkan.” Yakın gelecek ABD.

Herkese bir göbek adı vererek “geniş-

letilmiş yapay aileler” ve ‘kardeşlik kast-

ları' oluşturulmuş. 21. yüzyıl edebiyatı-

nın son ilham kaynağı Kurt Vonnegut

tüm metinleriyle Türkçede, April'de...

�uiçi Kato, Bo�aziçiÜniversitesi Yay�nevi, Çev:

O�uz Baykara, 880 s.

(Ah Balkanlar Vah Anadolu) �akirBalk�, Gürer Yay�nlar�, 264 s.

Metin Arditi, Can Yay�nlar�, Çev:Aysel Bora, 288 s.

Atilla Aytekin, Gökhan At�lgan,Yordam Kitap, 540 s.

Timur Kuran, Yap� KrediYay�nlar�, 448 s.

Clou Zett,Destek Yay�nlar�, 256 s.

Yollar Ayr�l�rken

Page 20: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

Matemetik dersipırasa gibidir

Bu hafta elime geçen kitaplar arasında ren-

garenk bir kitap dikkatimi çekti. Yazarının

1984 doğumlu gencecik bir yazar olduğu-

nu öğrenince bir solukta okuyup bitirdim.

Beklediğimi bulduğum için çocuklarınıza bu

kitabı tavsiye etmek istedim: “Derslerle Ba-

şım Dertte – Şifreli Mesajlar, Gizli Ajanlar”

Funda Özlem Şeran’ın ilk kitabı oldu-

ğunu düşünmüştüm önce ama genç yaşına

rağmen aslında, “Anne – Kız Diyalogları”,

“Baba – Kız Diyalogları” ve “Öğrenciliğin

Kitabını Yazdık, Üstelik Kopya da Çek-

medik” isimli, çocukların büyüklere anla-

tamadıkları dertleri üzerine çocukların gö-

zünden yazdığı üç tane daha kitabı oldu-

ğunu öğrendim ve açıkçası çok özendim.

Funda Özlem Şeran İstanbul’da doğmuş ve

erken yaşlarda Edebiyatla ilgilenmeye baş-

lamış. Marmara Üniversitesi’nde benim de

bitirmiş olduğum bölümü; Siyaset Bilimi ve

Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirmiş. Bu

arada kısa hikayeler ve romanlar yazmaya

başlamış. Fantastik ve bilimkurgu türünde

yazdığı öyküler katıldığı yarışmalarda ödül-

ler almış.

Kitaba gelince; içimizden biri olan Yağ-

mur, sekiz yaşında ve ikinci sınıfa gidiyor.

(Sekiz yaşındaysanız hayat gerçekten çok

zor) Yağmur’un evde uğraşması gereken, as-

lında yaşça kendisinden büyük olmasına rağ-

men, olgunlukta Yağmur’un seviyesine

ulaşamamış bir abisi var. Bilgisayar bağımlısı

bu abinin, onun hayatını ne kadar zorlaş-

tırdığına kimseyi inandıramıyor Yağmur,

özellikle de öğretmenini. Abisi bir kenar-

da dursun, sınıf arkadaşı Toprak da ayrı bir

dert. Yine içimizden biri olan Toprak, he-

pinizin sınıfında bir adet bulunan, defteri yıl-

dızlarla, aferinlerle dolu, hiç de dost can-

lısı olmayan bir öğrenci. Tabi Yağmur’un

dersleri onun kadar iyi değil, çünkü Yağ-

mur’un tek derdi dersler değil. O, kafasını

derslerden başka her şeye yoruyor. Bir ak-

şam anne ve babasından ilk insanların na-

sıl iletişim kurduklarını, telgrafı, telefonu ve

mors alfabesini öğrenince Yağmur’un ak-

lına yine yaramaz bir fikir geliyor. En yakın

arkadaşı Damla’yla, en sevmediği ders

Matematik’te, ikisinden başka kimsenin an-

lamayacağı şifreler oluşturup yazışmak.

“Sevgili Göl, Pırasadan nefret ediyorum.

Çamur ise pırasaya bayılıyor. Aman zaten

Çamur da çok sıkıcı!” Başlarda çok eğle-

niyorlar tabi ama elbet bir gün öğretmen

fark edecek değil mi? Fark edince Yağmur

ne yapacak dersiniz?

Kitabın sonuna da, çocuklarınızın kita-

bı ne derece anladığı ve sevdiğine ilişkin ya

da kendileri ve arkadaşlarıyla olan ilişkile-

rini anlamalarını ve anlatmalarını sağlaya-

cak sorularla, bulmacalar ve deyimlerle, ço-

cukların okudukları ve sonra okuyacakla-

rı kitaplara olan ilgisini arttırmaya yönelik

güzel etkinlikler hazırlanmış. Kitap da za-

ten rengarenk kelimeler ve resimlerle dolu,

çocuğunuzun ilgisini çekmeme ihtimali

yok gibi. Çocuğunuzdan önce sizin de oku-

manızı tavsiye ederim, Funda Özlem Şe-

ran’ın gıpta ettiğim güzel Türkçesi ve esprili

anlatımını siz de takdir edeceksiniz.

Eğlenceli okumalar diliyoruz.

(Derslerle Başım Dertte, FundaÖzlem Şeran, Final Yayınları, 72 s.)

31 A�USTOS 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN

Derste arkada��n�zla �ifreli mesajlarla yaz��anö�rencilerden misiniz? O zaman Ya�mur da sizden

biri. Umar�m, mektuplar�n�z sevmedi�iniz birarkada��n�z�n ya da ö�retmeninizin eline geçmez!

İREM HALIÇ[email protected]

�ki Gözüm Üzümüm

Uçurtmam Bulut �imdi

Penderwick kardeşler Gardam So-

kağı’ndaki evlerinde yeni maceralara

yelken açmaya hazırlanıyorlardı. Ne

yazık ki düşledikleri gibi bir macera

yaşamaları olanaksız görünüyordu;

çünkü kız kardeşi, Bay Penderwick’e

evlenmesi için aday bulmakta karar-

lıydı. Bu da dört kız için felaket de-

mekti. Bunun üzerine Rosalind, Skye,

Jane ve Batty hemen babalarını kur-

tarmak için zekice kurgulanmış, ce-

surca uygulanabilecek komik bir plan

yaptılar. Eh, ne de olsa bu tür yara-

mazlıkları ancak Penderwick kardeş-

ler düşünebilirlerdi. Tüm bunların

yanında dört kız kardeşin çözmesi ge-

reken bambaşka sorunları, uygula-

maları gereken planları ve hayalleri

vardı... Sevgi, aile bağları, arkadaşlık

ve kahkaha fırtınası ile dokunmuş naif

bir aile romanıyla Penderwick kar-

deşler yine huzurlarınızda!

Serüven Avc�lar�Gizli Plan

(Jeanne Birdsall, Çev: Gülden�en, Alt�n Çocuk, 256 s.)

(Necdet Neydim, Gün�����Kitapl���, 92 s.)

(Sevim Ak, Resimleyen: Behiç Ak, Can Çocuk, 84 s.)

Çocuklarla şiir arasında yeni bir köp-

rü! Necdet Neydim’den çocukluğun

duru sesini taşıyan yeni şiirler! Sen Is-

lık Çalmayı Bilir misin?’den sonra

yine şiirleriyle okurlarına sürpriz ya-

pan Necdet Neydim, çocukluğun ne-

şeli sesini, meraklı gözlerini, kaygılı so-

rularını, hatta korku dolu bakışlarını

yansıtıyor dizelerine. Bazen büyüme-

nin hüznü karışıyor şiirlerine, bazen

yaşlılığın iç sesi. Eşseslilik ve anlam ya-

kınlıkları üzerine kurguladığı sözcük

oyunlarıyla çocuk okurda iz bırakan ço-

cuk okurda iz bırakan şiirlerinde, ço-

cuğun ağzından konuştuğu kadar, ye-

tişkinin içindeki çocuğu da konuştu-

ruyor Neydim. Çocuklarla büyükler

arasında hoş köprüler kurulmasını

sağlayan kimi şiirinde unutulmaya yüz

tutmuş deyimler hayat bulurken, ki-

minde de bir şairin ünlü dizelerine gön-

dermeler sürpriz oluveriyor.

Çocuk okurlarıyla çok kolay ilişki kura-

bilen, çocuk edebiyatımızın usta yazar-

larından biri. Yazdığı kitapları okuyan

genç okurlarından o kadar çok mektup

alıyor ki. Yazdığı romanlar, öyküler,

her yaşta çocuğun dünyasını süslüyor. Ya-

zar, genç okurların yarattığı o büyülü or-

tama bir anda çekiveriyor. “Uçurtmam

Bulut Şimdi”de birbirinden güzel öyküler

var. Babasının yaptığı ilk uçurtmayı

elinden kaçıran çocuk, kitapçılık yap-

maya kalkan iki çocuğun başına gelen-

ler, yağmurun gizini bulmaya çalışan kü-

çük kız, elişi kağıtlarıyla resim yapmaya

çalışan kızın şaşkınlığı, deprem korkusu

yaşayan iki kardeş, beden eğitimi der-

sinde neler neler yapmak isteyen cılız ço-

cuk, anneler gününde hediye almaya ça-

lışan sevimli kız, yemiş vermeyen dut ağa-

cını korkutan, annesinin çalıştırdığı ders-

ten geçer not alamayan, herkesin gök-

yüzünde bir yıldızı olduğunu öğrenen,

yeni giysi almak için dükkan dükkan do-

laşıp üzülen, yaşlılar haftasında bir tey-

zenin ağır filesini taşımaya kalkan küçük

çocuk; çocuklar.

Page 21: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

Akdeniz ve Ege iklimlerinin

birbiriyle kucaklaştığı Fethi-

ye’nin, uzun ve güzel kordon

boyunda, denizle, balıkçı ta-

kalarıyla, teknelerle ve o ik-

limin sıcak insanlarıyla bu-

luşmuş bir sahaf. Kitabevi

sahibi Cumhur Durmaz, yıl-

lar önce sadece 37 kitap ve

sonsuz bir kitap sevgisiyle

kendini bu işe adadığını be-

lirtiyor. Şu an Fethiye’nin en

büyük sahafı olmayı başaran

Fethiye Sahaf-Kitabevi, yer-

li ve yabancı binlerce kişiyi, bu

güzel ve mütevazı mekânda

kitapla buluşturuyor. “Gök-

yüzünden yıldızları isteyin,

kitapsa getirelim” gibi özel bir

amaçla yola çıkan sahaf, her

kesimin ilgisini çekeceği, çok

derin ve geniş bir kitap kay-

nağına sahip. Birinci el ve

ikinci el, pek nadir rastlanan

kitapların yanı sıra, akademik

araştırma kitapları ve Fethi-

ye’ye gelen turistler için oluş-

turulmuş farklı dillerde ki-

tapların olduğu bölüm de

dikkatimizi çekiyor. Ayrıca

Sahafın yanı başında bulunan,

özel olarak oluşturulmuş sa-

hil manzaralı okuma bantla-

rında, çayınızı yudumlarken,

çok farklı kültürlerden in-

sanlarla tanışıp, sohbet etme

imkânına da sahipsiniz. Ti-

cari hiçbir kaygı gütmeyen

Cumhur Durmaz, Fethiye

içinde kitap sevgisini büyüt-

mek için katıldığı birçok sos-

yal faaliyetle de içinde bu-

lunduğu işin büyük sorumlu-

luğunu yerine getiriyor. Gök-

yüzüne uzanan kitap aşkıyla

dolu bu sahaf, yolu düşen

herkeste mutlaka bir kitap izi

bırakacaktır.

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Bağdat

Basra Yollarında” isimli kitabını, 2003 yılında

Irak’ın işgali günlerinde okumuştum. Bom-

baların yağdığı günlerde gözümün önünden,

Korkmazgil’in Dicle nehri kenarında yaptı-

ğı edebiyat sohbetleri ve Irak’ın umut dolu

insanları geçti. Medeniyetin başkenti Bağ-

dat’ın, tarihi değerlerinin yağ-

malandığı günleri de yaşadık. İçi-

miz parçalandı. Bir de direnen in-

sanlarını gördük... Umut dolduk.

Dünyanın en büyük askeri gücü-

ne sahip olan ABD’nin 10 yılda

nasıl tası tarağı toplayıp ta gittiğini

de yaşadık. Acıları hissettik. Bir de

onları yaşayanlara sormak gerekir

kuşkusuz... Onları anlatan kitap-

lar pek piyasada yok henüz... Hele

Türk yazarlarının kaleminden...

“YALAN ORDA KALDIIRAKLIM”“Bağdat Basra Yollarında” kitabı Konuk Ya-

yınları tarafından 1974 yılında basılmış. Bu-

gün nerede bulunur bilmem ama; bulun-

duğunda okunması gerekiyor. Bir şairin ka-

leminden, harap olmadan önceki Irak’ı ve in-

sanlarını anlatıyor. Kitabın ismine, Baas

Partisi’nin meşhur sloganı “Birlik-özgür-

lük-sosyalizm” de eklenmiş. Irak’ın Arap -

Sosyalist ideolojiyle yol almasının öyküsü de

var... Kitabın girişinde Korkmaz-

gil’in güzel bir şiiri sizi karşılıyor:

“Yalan orda kaldı Iraklım/soy-

gun o yanda/vurdun beline yalanın

ve soygunun/devrim bu yan-

da/güzel günler çiçeklenmiş dal-

larda/tok tok vurur yüreği orta-

doğu’nun/kahpelik öte yanda Irak-

lım/devrim bu yanda/aydınlığın

ürkütüyor sömürge kargalarını/ bı-

rakmağa gelmez ucunu kurtulu-

şun/sıkı durmazsa eğer Iraklım/sen o yanda

kalırsın/ devrim bu yanda”

SADDAMLI IRAKKorkmazgil, Mart 1974’te Basra’da dü-

zenlenen 3. Mirbed Şiir Mihricanı’na da-

vetli olarak gitmiş Irak’a. Türkiye’de

pek bilinmeyen Arap yazar ve şairlerle ta-

nışmış. Bir de Irak’ın sıcak insanlarını ya-

kından tanıma fırsatı bulmuş. Boş da

dönmemiş, hem bu kitabı hem de Irak

üzerne şiirler yazmış Şair! Ahmed Hasan

El Bekir’in Irak Devrim Ko-

muta Konseyi Başkanı, Sad-

dam Hüseyin de yardımcısı ol-

duğu günler... Korkmazgil,

Bağdat’a 25 km mesafedeki -

bir zamanlar Türk askerinin

İngilizlere karşı kahramanca

savaştığı- Selman Pak’a da uğ-

rar. Hurma merkezi Basra’yı

“30 milyon hurma ağacı varmış

Basra’da. Dünyanın dörtte

üçünü Irak karşılıyor. Ağaçlar 7 yıllık

olunca meyve verir” diye tanıtır. Kork-

mazgil devam eder: “Irak topraklarını ve

oraların insanını gördükten sonra, em-

peryalizme ve emperyalist niyetlere söv-

memek olanaksız! Canına okumuşlar

koca Irak toprağının! Iraklılar bugün ne

kadar sevinip tepinseler yine az! Hergün

bayram yapmak, onların hakkı! Lon-

dra’nın, New York’un, Berlin’in, Pa-

ris’in o şımarık zenginliği, Irak gibi ül-

keler halklarının açlığı, çıplaklığı, peri-

şanlığı pahasınadır. Halkların ve

insanların bu perişanlığı karşı-

sında duyduğum öfke, su gibi

terletti beni.”

ACIMA KARI�MI� IRAKSanki bugünü anlatıyor koca

Şair! Son on yılın acılarını gör-

seydi ne derdi acaba? Onu da

adaşı Hüseyin Haydar şiirleriyle

dile getirmedi mi... Yeter ki

şairlerin vicdanı donmasın. 300

sayfalık kitabı Korkmazgil şu satırlarla bi-

tirir: “Geçmişi geçmişime, dili dilime, tür-

küsü türküme, acısı acıma karışmış Irak,

benim için, bir Almanya’dan, bir Fran-

sa’dan, bir İngiltere’den daha ilgi çeki-

ciydi. Bu kitapla, hızlı çevrilmiş bir filmin

izlenim ve izlerini bulacaksınız.”

Şair Hasan Hüseyin’in kaleminden Bağdat

31 A�USTOS 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF

FETHİYE, MUĞLA/ SAHAF-KİTABEVİ

ERCAN DOLAPÇI

ÖZGÜR BURSALI

Gökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkıGökyüzüne uzanan kitap aşkı

Page 22: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”

BULMACA

ALINTI-TEST

Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?

SOLDAN SA�A1. “Sait ... ...” Resimdeki yazar2. Ba�l�ca içece�imiz - Erkek evlat, zade - Hava bas�nc�

birimi3. Yunanca’da bir harf - Kötülük - Raz� olma, isteme -

Kayak4. �ki y�lda bir yap�lan sanat etkinli�i - Gösteri�, fiyaka -

Toparlak kemik ucu5. Yetke, otorite - Kuruntuya dü�ürme - Gelece�i

ö�renmek, �ans ve k�smetini anlamak amac�yla oyunka��d�, kahve telvesi, avuç içi, vb.’ye bakarak anlamç�kartma, bak�

6. “... Güler” (foto�rafç�) - Keskin bir �eyle, bir darbeylevücutta olu�an derin kesik veya zedelenme - Yunan

mitolojisinde Uranos ile Gaia’n�n o�lu7. �ki �ey aras�nda ya da bir �ey önünde perde olan, bir

engel olu�turan �ey için kullan�l�r - Gelenek8. Eri�mi�, ula�m�� - Edebiyatla u�ra�an, edebi eser üreten

kimse, yazar9. �srail’in plakas� - Yeryüzünün üzerini kaplayan mavi ve

kubbemsi bo�luk - Voltamper (k�sa) - Japonya’da budarahibesi

10. Y�rt�k, yar�k - Fas’ta bir �rmak - Otlar - �ikar11. Ya�l� ve verimsiz kimse - Becerikli, giri�ti�i her i�i

ba�ar�yla sona erdiren kimse - Yayvan sepet12. Gümü�’ün simgesi - Gelir - Buzuldan kopmu� buz

parças�13. Yersiz ve beceriksizce söz veya davran��, pot -

Kripton’un simgesi - Tantal’�n simgesi - Üst yan� aç�kboru

14. “Tok” kar��t� - “... Ayhan” (�air) - Argoda “esrar” -Büyüteç

15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Rubidyum’un simgesiYUKARIDAN A�A�IYA1. Kara ta��tlar�nda yolu ayd�nlatan çok ���kl� fener -

Resimdeki yazar�n bir eseri - Bedevi Araplar’�n ba�l���olan kefiyeyi tutturmakta kullan�lan dü�ümlü kordon

2. Doymak bilmeyen - Bir gemiye veya k�y�ya göre aç�kdeniz taraf�

3. Duman lekesi - Allah sevgisiyle söylenip, makamlaokunan �iir - Kiloamper (k�sa) - Elektrik geriliminde evre

4. Gemilerde kullan�lan yatak - Su yosunu - Boru sesi -K�rg�zistanda bir nehir

5. Bön, avanak, budala - Kendi kendisini serbestçe kendiyasalar�yla yöneten bölge, ülke ya da kurulu�, muhtar,otonom

6. Bir rüzgar türü - Bir �ey üzerinde yo�unla�an dikkat, ilgi- Mitolojide “sava� tanr�s�”

7. Tel, sicim veya iplikten kafes �eklinde yap�lm�� örgü -Mitolojik bir çalg� - Bir binek hayvan� - Bak�r’�n simgesi

8. Kale duvar� - Bir gayret ünlemi - Çabuk, süratli9. Suyu s�cak olarak yerden ç�kan hamam, kapl�ca - Kaba

baston10. Eriyi�i yap��t�r�c� olarak kullan�lan cams� bir madde -

Üç-dört ya��na kadar olan di�i manda - Ate�11. Eski Türklerde “totem”e verilen ad - Radyo dalgalar�

arac�l���yla cisimlerin yerini ve uzakl���n� belirleyen cihaz- Bir gemi veya uça��n gidi� yönü, izleyece�i yol

12. Sodyum’un simgesi - Ses tellerinden ses ç�kmamas� -Esasi

13. Kar� ile kocadan her biri - Bir taze fasulye türü - Obur14. Sütun - Ticaret e�yas� - Ulusal bir parayla yabanc� bir

para birimi aras�ndaki de�i�im oran�15. ��lemelerde kullan�lan, gümü� görünümünde parlak

s�rma ya da metal tel iplik - Resimdeki yazar�n bir eseri -Kur�un’un simgesi

31 A�USTOS 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP

“Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiç-bir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en de-rine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten,ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten,ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından.Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerdengeç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç Anlamsız konuş-maları dinle, galerileri gez, kahvelere otur – artıkhiçbir yerdesin.”

1 “Gözü ‘daha yükseklerde bir yerde’ olan herkes gününbirinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır.Nedir göz kararması? Düşme korkusu mu? Peki amagözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bukorkuya kapılırız; neden? Yok, göz kararması düşmekorkusundan farklı bir şey. Bizi çağıran, bizi kışkırtan,altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme ar-zusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendi-mizi korumaya çalışırız.”

“Saplantılarımın nedenini de biliyorsunuz. Şu an hiçbirumudum yok ve sizin gözlerinizde de kocaman bir sıfırım.Bu yüzden ağzıma geleni söylüyorum. Nereye gitsem, nesöylesem sadece siz varsınız. Bütün mesele bana kayıtsız-lığınızdan kaynaklanıyor. Size niçin ya da ne şekilde aşıkolduğumu bilmiyorum. Sebebi sizin bana hep aşağılık birvarlıkmışım gibi bakmanız da olabilir. Biliyor musunuz,yüzünüzün güzelliği konusunda bile emin değilim. Aynışekilde kalbinizin pek de çekici bir kalp olmadığı ve aklı-nızın tamamıyla fesat olduğu muhtemeldir.”

3

a) Tezer Özlü/Kalanlar

b) Sevgi Soysal/Tutkulu Perçem

c) Ayşe Kulin/Adı Aylin

d) Nezihe Meriç/Korsan Çıkmazı

e) İnci Aral/Mor

a) Kazuo Ishiguro/ Beni Asla Bırakma

b) Jose Saramago/ Bütün İsimler

c) Milan Kundera/ Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

d) Harper Lee/ Bülbülü Öldürmek

e) Herman Hesse/ Bozkırkurdu

a) Tolstoy / Diriliş

b) Dostoyevski/ Kumarbaz

c) John Steinbeck/Fareler ve İnsanlar

d) Ernest Hemingway/Çanlar Kimin İçin Çalıyor

e) Charles Dickens/Antikacı Dükkanı

2

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(c) 3-(b)

Page 23: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”
Page 24: Devam etmek Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaratıcı ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi27.pdfHakan Günday, “Kinyas ve Kayra”, “Az”, “Ziyan”