19

Peyman Dergisi 1. Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Aylık Fikir Dergisi Peyman'ın 1. Sayısı

Citation preview

Page 1: Peyman Dergisi 1. Sayı
Page 2: Peyman Dergisi 1. Sayı

Önsöz Peyman, Türkçü-Turancı karaktere sahip, yayınlanmasındaki tek gayesi Türklüğe hizmet etmek olan bir fikir-tartışma dergisidir. Dergimiz aylık olarak çıkarılacak olup sayılarında ortak bir konu barındırmayacak, dergi içeriği tamamen yazarların özgür iradesi doğrultusunda şekillenecektir.

İlk sayımızda, dergimizi şereflendiren Kıymetli hocamız Burak Kıyıcıoğlu’na, Dil Devrimi hakkındaki yazısı için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Dergimizin çıkış sürecini takip etmiş olan okuyucularımızın bildiği üzere, dergimiz maddi sıkıntılar içindedir. Bu yüzden ilk sayılarımızı e-dergi formatında çıkarıyoruz. Keyifle ve idrak ederek okumanız dileğiyle…

Esen kalınız. Genel Yayın Yönetmeni Cengizhan ONUR

İçindekiler Yeni Çağın Münevverlerine Cengizhan ONUR 3 Dil Devrimi Üzerine Burak KIYICIOĞLU 5 Milli Bilinç Gökalp KUTSAL 12 Işıl Işıl Türklük Kürşat TÜRK 14 Şiirler 16 Üstâdlardan… 17

Peyman Dergisi | 2

Page 3: Peyman Dergisi 1. Sayı

Yeni Çağın Münevverlerine Cengizhan ONUR

Türk Milletinin benzersizliği, diğer milletlere nazaran daha farklı bir sınıflar düzeninden mürekkep olmasından gelir. Türk milletinde, diğer milletlerde olduğu gibi, işçi, memur, asker, din adamı, köylü yahut tüccar şeklinde ayrımlar söz konusu değildir. Bu gibi ayrımlar daha ziyade Batı medeniyetine mensup milletlerde olur. Yeni devirdeki fikir cereyanları da ekseriyetle Batıdan çıktığı için, bu gibi Batıya özgü sınıflandırmalar tüm dünya milletlerinde var gibi görülmüş, öyle sanılmış yahut bir gayenin neticesi olarak öyle aksettirilmiştir.

Türk milletinde, tarihi süreçlerin doğal bir sonucu olarak yalnızca iki sınıf mevcuttur. Bu iki sınıfa birer ad koymak pek mümkün değil gibi görünmektedir. Fakat nitelik bakımından bu iki sınıfa yönetenler ve yönetilenler denilebilir. Gök Türkler devrinde Bozkurt Soylular ve Karabudun şeklinde yapılan bu ayrım, Osmanlılarda Saray ve Tebaa şeklini almıştır. Bugün için en uygun tanımsa Münevverler ve Halk şeklindeki ayrımdır. Eski devirlerde yalnızca devlet idarecileri millet üzerinde hüküm sahibi olduğu için yöneten sınıfa yalnızca bunlar dâhil oluyordu.

Yalnız yeni devirde, millete yön gösteren ve dolayısıyla millet yönetimine- etki eden bilim ve fikir adamları ile sanatçılar da bu sınıfta yer almaktadırlar.

Dolayısıyla bu sınıfın bugünkü adının “münevverler” olması gerekir. Bahis olunan bu iki sınıf arasında bir üstünlük-aşağılık ilişkisi yoktur. Nitekim yönetenler olan münevverler millete hizmet için kendini öne atmış birer lejyoner, birer fedai gibidir. Tabii bu durum yalnızca şuurlu münevverler için geçerlidir. Milli şuura vâkıf olmayıp münevver geçinen kimseler de, bilerek ya da bilmeyerek, Türk düşmanları adına çalışmaktadırlar.

Türk milleti için iyi, müreffeh ve huzurlu yarınlar isteyen her insanın, eğer doğru yolda dosdoğru şekilde gider ise, varacağı yer Türk Ülküsüdür. Türk Ülküsü birkaç tarihi şahsiyetin ortaya attığı, devamında gelen diğer şahsiyetlerin süsleyip bezediği bir olgu değildir, öyle de sanılmamalıdır. Türk Ülküsü 3000 yıllık Türk tarihinden Türk milletine kalan ibretler, yanılgılar ve tecrübeler neticesinde ve tarihin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir yürütücü güçtür.

Bahsi geçen münevverler, eğer Türk milletinin iyiliğini istiyorlar ise, sanatçıysalar eserlerini, bilim veya fikir adamı iseler makale ve diğer yazınsal ürünlerini Türk Ülküsünün uçsuz bucaksız denizinden doldurmalıdırlar. Yeni çağda, Türk milletinin gençlerini, bu gençlerin boş ve her fikre açık dimağlarını lüzumsuz ve nihayetsiz dertlerle doldurmak, milli şuura sahip kimseler için büyük gaflettir.

Peyman Dergisi | 3

Page 4: Peyman Dergisi 1. Sayı

Bu devirde milli şuur sahibi kimseler bulmak zor ya, o başka mesele.

Milli ahlaktan bir nebze nasiplenmemiş, milletinin mukaddesatıyla, dini ile alay eden, maddi arzularını tatmin yolunda giderek, Türklük bir yana dursun, insanlıktan dahi çıkmış haldeki bir takım ruhi sorunları olan kimseler bu milletin önüne sanatçı diye konuluyor. Amerikan Pop kültürünün artıklarıyla şarkılar yapan ve bu soytarılıklarına rağmen kendilerine sanatçı demekte inat eden bir güruh, Türk gençlerinin saflığından, cehaletinden faydalanarak maddi kaygılarla dolu ‘‘sanat’’ yaşamlarına devam etmekteler. Türk müziği böyle bir halde işte… Televizyonlar hakkında konuşmak bile boş. Geriliğin, ilkelliğin birer övünç nişanesi gibi gösterildiği dizi filmler, insan ömrünün boşa geçirilmesine vesile olup, bunun yanı sıra gençlerin de bu tarz saçmalıklara meyletmesine sebep oluyor. Televizyonlardaki tartışma programlarında Türklüğe karşı kusulan kin, tavan yapan milliyet düşmanlığı, hümanizm örtüsü altında akıllara bırakılan fitne de cabası…

Eskiden milliyetin ve milliyetçiliğin düşmanı belli idi: Komünizm. Herkes de bunu biliyordu. Fakat artık böyle değil. Türk düşmanları, düşmanlıklarını hümanizm, insaniyetçilik adıyla yapıyorlar.

Dolayısıyla insaniyetin faydasına çalışıyor gibi görünen bu kesim, insanlarımızın takdir ve desteğini kazanıyor. Türk insanının samimi milliyetçiliğini kullanan, kendisi de milliyetçi geçinen bir kesim dahi bu hümanizm safsatasından etkilenmiş olmalı ki “bin yıllık kardeşlikten” dem vuruyor.

Fakat artık bu hümanistler gerçek yüzlerini, insaniyetçilik perdesi altındaki çirkefliklerini belli etmeye başladılar. Bunu, Türklerdeki tepkisizlikten doğan cüretleri sayesinde yapıyorlar. Tarihi bir gerçektir ki; Türkler soğukkanlıdır ve her şeye hemen tepki göstermezler. İş, hayatî boyutlara ulaştığında, kendilerine özgü sabırlarını bir kenara bırakıp karşılarındaki cüretkârlara en sert tokadı yapıştırırlar. O günlerin yakın olduğunu hissediyor ve bu cüretkâr Türk düşmanlarına fazla ehemmiyet vermeden esas konuya dönüyorum.

Türk milletinin geleceği olan gençleri, hümanizm, kardeşlik gibi safsatalarla kandırmak derdindeki bu kimseler şüphesiz ki Türk milletinin akıbetini şekillendiren münevverler değildir. Bunlar, büyük şeyler söylediklerini, tarihe geçecek söylemler kullandıklarını sanan biçarelerdir. Tarihe birer utanç abidesi olarak geçeceklerinden habersizdirler.

Türk milletinin lejyoneri olan şuurlu münevverler artık pek azdır. Bunların artması milletimizin geleceği için hayatî öneme haizdir. Türk kültüründen beslenen yönetmenlerin, senaristlerin olduğu, Türk örfüne göre yasaları çıkarıldığı, gazetelerde Türk ahlâkının sınırlarını bilen ve buna göre yaşayan fikir insanlarının yazdığı bir Türkiye’de, ilerleme, çağdaşlaşma, kısa ve uzun vadede başarı kaçınılmazdır.

Biz Türkler, tarihin akışını değiştirme kabiliyetine sahip olarak doğarız. Fakat bunun yanı sıra bizden olmayana çabucak inanmak ve hatta ona hayran olmak gibi bir kötü huyumuz da vardır. Eğer bunu aşabilir, kendi kudretimizin sonsuzluğunu kavrayabilirsek, en azından şanlı ecdadımıza layık oluruz. Dahası da milletimizin yanına kâr kalır…

Peyman Dergisi | 4

Page 5: Peyman Dergisi 1. Sayı

DİL DEVRİMİ ÜZERİNE Burak KIYICIOĞLU

-“Dil devrimi” ve “dil planlaması”

Dil, millî şu’ûrdan sonra, ilkel bir kabîleyi ‘millet’ hâline getirebilen en mühim unsurdur. Milletlerin geçmiş zamanlarda yaşanmış zaferlerinin-yenilgilerinin, kahramanlıklarının-korkaklıklarının, mutluluklarının-acılarının, inançlarının, hâtıralarının, ülkülerinin atalardan torunlara aktarılmasını sağlayan biricik vâsıtadır.

Kuralları bilinmeyen zamanlarda millet tarafından kendiliğinden belirlenmiş bir gramer doğrultusunda büyür, şekillenir ve gelişir. Bilinçli bir kıskançlık ve titizlikle muhâfaza edildiği takdirde hiçbir zaman ölmez. Dili muhâfaza etmek, birtakım içtimâî ve iktisâdî faâliyetlere bağlı olduğu için çetin bir iştir. Dolayısıyla güçsüz, Allah vergisi yeteneklerden mahrûm bırakılmış her millet, tarih sahnesinden çekilirken ardında ölü bir dil bırakmıştır.

Dilin bir diğer husûsiyeti ise yukarıda belirtmiş olduğumuz üzere gelişme evresinde, başka diller ile ‘etkileşim’ hâlinde bulunmasıdır.

Bu ‘etkileşim’den kasıt; dillerin en küçük anlamlı söz varlıklarını, yani kelimeleri alıp vermeleridir. Söz konusu alıp verme yine içtimâî ve iktisâdî faâliyetlere bağlı olarak-

gerçekleşir. Söz gelimi; tarihî çağlarda denizcilik ve bankacılık ile uğraşan Venedikliler, Cenevizliler-Levantlar vâsıtasıyla denizcilik ve bankacılık ile ilgili birçok terim İtalyanca olarak çeşitli dillere yerleşmiştir. (Abluka, alabora, alarm, acyo, bandıra, vardiya, vira bunlardan birkaçı…) Bir dil, başka bir dilden kelime alabilir ve aldığı kelimeyi bazen olduğu gibi bazen de kendi dilinin özelliklerine uydurarak kullanılabilir. Eğer bu hâl, bir noktadan sonra etkileşim hâlindeki iki dilden birinin aleyhine cereyan etmeye başlıyorsa ve bir dil, öteki dilin kâidelerinin işgâli altına giriyorsa bazı önlemler alınır. Çünkü bu vaziyete gerekli önlemler alınmazsa güçlü dil zayıf dilin varlığına bile son verebilir. Ancak alınacak önlemlerin, yapılacak müdâhalelerin mâhiyeti çoğu zaman büyük tartışmalara sebep olur. Burada hemen şunu belirtmemiz gerekir ki; yapılacak müdâhalenin, “dil devrimi” kavramı ile ifâde olunması ile “dil planlaması” kavramı ile ifâde olunması -

Peyman Dergisi | 5

Page 6: Peyman Dergisi 1. Sayı

arasında can alıcı farklılıklar bulunmaktadır:

İlk fark “dil devrimi”nin ideolojik bir anlam içermesine karşılık, “dil planlaması”nın ilmî bir gerçeklik olmasıdır. İkinci fark ise ‘dil devrimi’nin devlet eliyle ve zorla yapılmasına karşılık ‘dil planlaması”nın üç farklı kaynak eliyle yapılmasıdır ki ünlü bilim adamı Rubin Jernudd bunları şu şekilde belirtir;

1. Millî ama hükûmete bağlı olmayan kuruluşlar. (Terim yaratan mühendis ya da uzman dernekleri)

2. Gayri millî ve hükümete bağlı olmayan kuruluşlar. (Bir petrol şirketi, ürettiği yeni benzine pazarlama yaptığı ülkenin dilinde karşılıklar bulması bu türdendir.)

3. Yazarlar, yorumcular, bilim adamları ve millet eliyle oluşturulan tabiî yol.

-Dil Devrimi’nin eşiğinde Türkiye

Dil Devrimi’nin temelinin dayandırıldığı ilk hareketlenme olan Türkî-i Basit akımından bahsetmeden evvel; Doğan Aksan’ın on altıncı yüzyıldan önce ve on altıncı yüzyıldan sonra yabancı kökenli kelimelerin kullanımına dair yapmış olduğu istatistik çalışmasına göz atmak doğru olacaktır. Bu çalışmaya göre;

Türk Edebiyatı’nın bilinen ilk yazılı metni olan Orhun yadigârlarında yabancı kökenli sözcük kullanımı % 1’in altındadır. Buna rağmen kitâbelerin hemen yanında tamamıyla Çince yazılmış küçük bir metin bulunduğunu belirtmek gerekir.

Orhun yadigârlarının ardından Uygurların eliyle yeni bir kültür çevresine geçen Türk dilinde, Uygurlardan kalma eserlerde yabancı kökenli kelimelerin kullanımı % 5-12 arasındadır. Zaman zaman bu kullanımın % 20’lere kadar yükseldiği görülmektedir.

İlk İslâmî eserlerden Kutadgu Bilig’de ise yabancı kökenli kelimelerden istifâde oranının, yeni bir kültür çevresine girmiş olmamıza rağmen düştüğünü ve % 2 olduğunu görüyoruz. Buna karşılık aynı dönemin sonlarında Atabetü’l Hakâyık’ta bu kullanımın %20’lere 26’lara kadar yükseldiğini görmekteyiz. On altıncı yüzyılda ise yabancı kökenli kelime kullanımının Bâkî’de % 65, on yedinci yüzyılda Nef’î’de % 60, Nâbî’de % 54 olduğu karşımıza çıkmaktadır.

Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki yabancı kökenli kelimelerin kullanımındaki bu artış halk dilinde kesinlikle görülmemiştir. Bunun en güzel kanıtı, halktan kopuk bir dil kullanan Hacıvat ile halk dilini konuşan Karagöz’ün çekişmelerinin anlatıldığı Gölge Oyunları’dır. Tabiî, halk tarafından da benimsenen yabancı kökenli kelimeler de vardır. Fakat dîvân şâirlerinin sözlüklerden bilinmedik kelimeleri seçerek oluşturdukları dil ile halkın kullandığı dil arasında bir uçurum görülmektedir. İşte Edirneli Nazmî, Tatavlalı Mahremî ve Aydınlı Visâlî’nin başlattıkları Türkî-i Basit Akımı, bu duruma ilk tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu sanatçılar, sade bir Türk dili ile yazılmış birbirinden güzel, su gibi dizeler yaratmayı başarmışlardır.

Peyman Dergisi | 6

Page 7: Peyman Dergisi 1. Sayı

On dokuzuncu yüzyılda, Tanzimat Fermânı’nın ilânına müteakip memleketimizde batı fikir hayatından geçtiği söylenen kavramlar doğulu kelimeler ile karşılanmıştır. “Vatan, millet, milliyet, ikbâl-i vatan, ittihâd-ı kalb-i millet, gavgâ-ı hürrîyyet, gâye-i devlet, efkâr-ı Firengî” gibi kavramlar bu dönemde dilimize girmiştir. Tanzimat döneminde ardı ardına yayınlanmaya başlayan gazeteler ‘karabudunun’, ‘münevverlerin’ dilini anlamadığının idrâk edilmesini sağlamıştır. Buna rağmen Osmanlı Türkçesinin ıslah edilmesi ile ilgili talepte bulunanlar meramlarını yine bu ağır dille anlatmaktaydılar; “evvelen kavâ’id-i lisanın mükemmel sûretde tedvin ve temhidi (…) sâlisen imlâ ve ma’nâca eczâ-yı lisanbeynindeki irtibât-ı sûrinin ittihâd-ı hakîki hâline (…)”

Görüldüğü üzere aydınların dilinin halk diline yaklaştırılmasına dair fikir beyân edilirken dahi halktan uzak bir dil kullanılmaktaydı. Üstelik bu dönemde sadeleşme fikrinin savunucusu olan büyük üstâdların yabancı kökenli kelime kullanımı yüzyılların getirdiği alışkanlık dolayısıyla şu şekildedir; Namık Kemal % 62, Şemseddin Sâmî % 64, Ahmed Mithad Efendi % 57, Ziya Gökalp % 55…

Tanzimat dönemi münevverlerinin bu çabaları yine de masûmdur. Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” ile koyduğu ilkeler ‘dil devrimi’ değil, ‘dil planlaması’ niteliğindedir. Onlara göre halkın konuşup benimsediği kelimeler kökeni ne olursa olsun Türkçedirler. Üstelik devlet eliyle yapılan bir hareket değildir; dil planlamacılarının üçüncü sırasında zikrettiğimiz “aydınlar, yorumcular, bilim adamları ve millet eliyle oluşturulan tabiî yol” kullanılmıştır.

Meşhûr şairimiz Orhan Seyfi Orhon meseleye dair şunları söylemektedir:

“Elli sene kadar önce yazı dili, konuşma dilinden ayrı idi. Biz, o devrin yazarları, dilde milliyetçilik duygusu ile, halkın konuştuğu dili yazı dili yapmaya çalışmıştık. Ziya Gökalp’ın dil inkılâbı budur. Konuşulan Türkçenin en güzeli İstanbul şivesi olduğu için onu örnek almıştık. Bunun için hükûmet otoritesi kullanılmamış, resmi kaynaklar sömürülmemiştir.” (Son Havadis; 06.02.1963)

-Dil Devrimi tasfiyecilik; tasfiyecilik hâfıza kaybıdır

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından, bilindiği üzere Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde birtakım inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Türk dilini başka dillerin etkisinden tamamen arındırarak yeni bir “arı dil”, “öz Türkçe” haline getirme amacını taşıyan çabaların bütünü olarak tanımlayabileceğimiz “Dil Devrimi” uygulanmaktan vazgeçilen bir girişim olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu girişimden vazgeçilmesinin en mühim sebebi, temelde bu hareketin vasıfsız ve işin ehli olmayan kimseler eline bırakılmasıdır. Dil meselesi üzerine çalışmalar yapan kimselerin ilmî anlamda Türk dili konusunda ehil olmadıkları göz önünde bulundurulmalıdır. Oysa mesele gayet ciddi bir mesai ve alanında uzman kimselerin gayretli çalışmalarını gerektirmektedir. Alanında en başarılı isimlerden olan dilbilimci Zeynep Korkmaz hocamız da “başarısızlığın temel nedeni çalışmaların bilim kaynağından beslenememiş olmasıydı” tespitinde bulunmaktadır.

Peyman Dergisi | 7

Page 8: Peyman Dergisi 1. Sayı

Atatürk bu mesele ile gerektiği gibi ilgilenememiştir. Çünkü bu hareketin başladığı 1932-1936 yılları arasında birçok dış mesele ile uğraşılmaktaydı; 1933 yılında Hitler-Mussolini yakınlaşması baş göstermiş ve ‘muhterem duçe’ Akdeniz’e hâkim olmak gibi bir hayale kendisini kaptırmış ve yayılmacı bir politika gütmeye başlamıştı. Ne olursa olsun, bu durum genç Türk devleti için bir tehlike arz etmekteydi. Aynı yılın sonlarında ise İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya ‘dörtler misakı’ olarak bilinen bir antlaşma imzalayarak 1919 yılındaki işgalci antlaşmaları yeniden masaya yatırma girişiminde bulundular. Başbuğ ise buna mukâbil 1934 yılında bir Balkan Paktı gerçekleştirdi ve bu paktın oluşturulması ciddi bir ön hazırlık gerektirmekteydi. Aynı zamanda 1936 yılına kadar Hatay’ın anavatana katılmasına yönelik bir çalışma yürütmekteydi. Bütün bu saymış olduğumuz dış politika ile ilgili unsurlardan sonra dil meselesine ayrılacak verimli bir zaman yaratılamıyordu. Hâlbuki belirttiğimiz üzere durum oldukça emek ve zaman isteyen bir işti.

Bu gelişmelerin gölgesinde 29 Eylül 1932’de Birinci Türk Dil Kurultayı toplandı. Samih Rıfat’ın riyâset makamında bulunduğu, Hasan Âli Yücel gibi zatların katıldığı kurultayda yapılan açılış konuşması işlerin çok vahim ve bir o kadar da gülünç ilerleyeceğine dair ilk ışıkları vermekte idi. Kurultayın açılış konuşmasında, Türk dilinin Ural-Altay dil ailesinden değil de Ari ve Sami dillerle yakın ilişkileri bulunan bir dil olduğundan söz ediliyordu. Kurultayın başkanına göre Türkçede çekimli dillerde olduğu gibi bir iştikak meselesi vardı. Su kelimesindeki ‘s’ harfi ile ıslak, musluk beslemek gibi kelimelerdeki ‘s’ harfi arasında bir bağdan-

söz ediliyor, başka dillerde de su ile ilgili kelimelerdeki ‘s’ harfine vurgu yapılıyordu. Yani, tamamen ilmî ciddiyetten uzak, acemi kişilerin eliyle yapılan kurultaydan Türk dili ile ilgili sağlam hamleler bekleniyordu. Katılımcılara göre Türkçeden ne olursa olsun bütün yabancı kelimeler bir anda atılmalıydı. Yerine tarama sözlükleri oluşturularak Türkçe karşılıklar belirtilecek ve herkes bu sözlüklerden faydalanarak yazacak, konuşacaktı.

Bu şu anlama geliyor; eğer tasfiye ilkesini güdenler mağlup olmasaydı; “Ala gözlerini sevdiğim dilber/ Göster cemâlini görmeye geldim” diyen Karac’oğlan’ın Türkçesini, “Vardım ki yurdumdan ayak götürmüş/ Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı/ Câmlar şikest olmuş meyler dökülmüş/ Sâkîler meclisten çekmiş ayagı” diyen Bayburtlu Zihnî’nin dili, “Kuloğlu dembedem dolular içer/ Kişi sevdiğine dîbâlar biçer/ Bu dünya fânidir tez gelir geçer/ Bu bahçenin sonu fenâdır bülbül” diyen Kuloğlu’nun haykırışları bu tasfiye sevdâsı uğruna milletin hafızasından silinip gidecekti.

Zeynep Korkmaz Hoca bu mesele ile ilgili fikirlerini şu şekilde ifâde etmektedir:

“Her dil gibi Türkçe de çeşitli dillerden kelime almış ve onlara kelime vermiştir. Dilimize bu yolla girmiş akıl, aşk, bülbül, hastane, hatır, hatır saymak, kira, kitap, mantık gibi sözler dilin kendi potasında eritilip Türkçeye kazandırıldığı ve Türkçenin gelişmesini engellemediği için, bunları arı Türkçecilik anlayışı ile dilden atmak, Türkçeye hiçbir şey kazandırmaz; aksine, çeşitli yönlerden zarar verir. Türkçenin malı olmuş bu türlü bir kısım alıntı sözlerin,

Peyman Dergisi | 8

Page 9: Peyman Dergisi 1. Sayı

zamanla kazandığı yeni anlamlar ve kavram incelikleri vardır: kalp’in yerine yürek’i getirerek kalp kırmak yerine yürek kırmak diyebilir miyiz? Kalpsiz “merhametsiz” ile yüreksiz “korkak” aynı şeyler midir? Kafasız adam’la başsız adam, kafayı çekmek deyimi ile başı çekmek deyimi aynı anlamlara mı gelmektedir? Elbette hayır!”

Saygıdeğer hocamız aynı zamanda anlam inceliklerine dikkat çekerek; “Söz gelişi derece, devre, kademe, safha, hamle kavramları için yalnız aşama; taarruz, tecâvüz, hücûm için yalnız saldırı; sebebiyle, münâsebetiyle, vâsıtasıyla, yüzünden, bakımından vb. sözler yerine hep nedeniyle sözünün kullanılması dili bir anlatım kısırlığına doğru sürüklemiştir” demektedir.

Hukuki anlamda “takibat” kelimesi yerine “kovuşturma” kelimesinin kullanılmasında ısrarcı olanlar, bu iki kelime arasındaki inceliği kavrayamamaktadır. “Takibat” kelimesinde, meselenin üzerine gidilirken vaziyetin sakinliğinin korunması, yani hukukî anlamda takip ettiğiniz hadiseye dair delillerin karartılmaması için takip etme işleminin zanlıya hissettirilmemesi gibi bir anlam vardır. Ancak “kovuşturma” kelimesinde meseleyle ilgili sürekli bir hareket, bir kaçan ve kovalayan ilişkisi vardır.

“Sebep, bütün, şiir, hikâye, millet, şehir, hürriyet, kitap, fikir” kelimelerine karşılık bulmak istediğini ifâde eden Türk Dil Kurumu, “radyo, televizyon, pikap, füze, roket, tren, tiyatro, enflasyon, döviz” gibi kelimelere karşılık bulamıyor; “özlem, övgü, tedirgin, kişi” gibi bu milletin yıllardır kullandığı kelimeleri de “biz bulduk!” çığlıklarıyla gösteriyordu.

“Uydurma kelimelerden tutan tutar, tutmayan tutmaz. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” ilkesini kendisine şiar edinen bu kurumun çalışmaları, Avusturyalı araştırmacı Dr. Hermann Kivergitsch’in Atatürk’e sunduğu 41 sayfalık bir inceleme olan Güneş Dil Teorisi ile farklı bir döneme girdi. Bu teoriye göre bütün diller Türkçeden doğup türemişti. İlk insan ve onun güneşe karşı göstermiş olduğu tepkileri dayanak noktası alan bu teoriye dayanarak şöyle deniyordu: “Türkçe başka dillere de kaynaklık ediyorsa, başka dillerden kelime alınırken daha rahat davranılabilir.” Bu görüşü ileri süren kurum, uygulamaya geçirmekte hiç zaman kaybetmedi ve Fransızca ‘bülten’e ‘belleten’ deyiverdi.

Tarık Buğra ise, kendi döneminde yeniden gündeme getirilen Dil Devrimi’nin benzer tavrı karşısında vaziyeti şu şekilde ifâde ediyordu: “Rezaletten değil de ‘rezalet’ kelimesinden korkanlar ‘skandal’ı benimsediler.” Tarık Buğra’nın devrinde de komünist kadroların, Dil Devrimi’ni ideolojik sebeplerle hortlatmaya çalıştığını göstermek amacıyla 29 Mayıs 1965 tarihli bildirisinden yalnızca iki madde göstereceğiz:

Madde “2: Türk Dil Kurumu amacına iki yoldan varır: Devrimci anlayış, bilim yöntemlerini kullanma.”

Madde “6: Devrimci çabamız, dilimizi hızla kendine yeter duruma götürmektir. Ancak bunun da ne kadar kısa olursa olsun bir süresi olacaktır.”

Hâl böyle iken, Türkçenin en büyük şairlerinden Faruk Nafiz Çamlıbel bize, Orta Asyalı Türklerden bir profesör arkadaşının kendisine söylediği sözleri şu şekilde aktarır:

Peyman Dergisi | 9

Page 10: Peyman Dergisi 1. Sayı

“Güzel Türkçenin bugüne kadar işlenmiş olan şekli bizim de hoşumuza gidiyordu. Okuyor ve okuduğumuzu anlıyorduk. Bu Türkçe, Doğu âleminde, adeta müşterek bir dil yerine geçiyordu. Fakat bugün öz Türkçe taassubu, bu genel anlayışı güçleştirmektedir. Neden bu güzel dili, kendi tabiî tekâmülüne bırakmıyorsunuz?”

Bütün bu verdiğimiz örneklere rağmen; bizimle aynı görüşe sahip olduklarını iddia eden ve dava arkadaşımız olduklarını söyleyenlerin Dil Devrimi’ni çok matah bir şeymiş gibi göstererek her yeniliğin, her güzelliğin karşısına eleştiri oklarıyla çıkmalarına karşı sadece gülüyor ve Atsız Ata’nın tabiriyle, “her olumlu faaliyet karşısına anayasa kalkanıyla çıkan asri yobazlar”a benzememelerini tavsiye ediyoruz.

-Atatürk “Dil Devrimi”ni bir hata olarak görüyordu

Yukarıda yalnızca bir kısmını saydığımız icraatların hiçbir faydası olmadığı, aksine Türk kültürünün bu gayri ilmî çalışmalardan menfi yönde etkilendiği herkesçe görülmeye başlandı. Elli sene, yüz sene, yüz elli sene hattâ iki yüz sene; insanlar için çok uzun süreler olsa da milletler için bir iki gün gibidir. Dolayısıyla elli sene öncesinde yazılmış bir fikrî eseri, yeni neslin anlayamaması ileride önüne geçilemeyecek meseleler açacaktı. Atatürk, bu durumu önceden sezerek Dil Devrimi’nin ateşli savunucusu, ‘Beşeristan’ın isim babası Falih Rıfkı Atay’a hitâben şunları söylediğini biliyoruz:

“Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Türkçeyi bu çıkmazda bırakamayız. Tabiî yola gireceğiz.” Bu sözler gerçekten söylendi mi, yoksa bir şehir efsânesinden mi ibâret?

Bunu bilemiyoruz. Fakat Atatürk’ün 26 Eylül tarihinde yayınladığı iki tebrik telgrafını göstereceğiz. Böylece Atatürk’ün meseleye bakışının nasıl değiştiğini ispâta mecbûriyet kalmayacak.

İlk telgraf 1934 yılının 26 Eylül’ünde Dil Bayramı münâsebetiyle Türk Dil Kurumu’na çekilmiş:

“Dil Bayramından ötürü, Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeneğinden, ulusal kurumlardan kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım.”

İkinci telgraf ise 1937 yılının 26 Eylül’ünde yine Dil Bayramı münâsebetiyle Türk Dil Kurumu’na çekilmiş:

“Dil Bayramı münâsebetiyle Türk Dil Kurum’unun hakkımdaki duygularını bildiren telgraftan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, değerli çalışmalarınızda muvaffakiyetler temadisi dilerim.”

Atatürk’ün Dil Devrimi’nin yanlış olduğunu anladığını görmek için bu iki telgrafı şöyle üstünkörü okumak bile yetecektir.

-Sonuç

Atatürk işleyişteki yanlışlığın farkına vararak hatadan vaktinde dönmüşken hâlâ bugün Dil Devrimi’nin savunucusu olmak ilmî temele oturtulabilecek bir iş değildir. Türk Dil Kurumu’nun görevi ise dilimize yeni kelimeler uydurmak değil; batıdan gelmekte olan başta teknolojik yeniliklere (bilgisayar, yazıcı, buzdolabı örneklerinde olduğu gibi) karşılıklar bularak dilimize yerleşmesini sağlamakla sınırlı olmalıdır.

Peyman Dergisi | 10

Page 11: Peyman Dergisi 1. Sayı

“Dil Devrimi” değil; “Dil Planlaması” uygulanmalıdır.

Meseleye Türkçü bakış şudur: Bir dil başka bir dilden kelime alabilir. Bu tabiîdir. Ancak kâide alamaz. Dilimizi her türlü yabancı gramerin tesirinden kurtarmalıdır. Arapça, Farsça tamlamalara ve gramer yapısına müsaade edilmemeli; Batı dillerinden gelen yeni terimlere muhakkak uzman kişilerce mantıklı karşılıklar verilmelidir. Yeni kelime türetmek zorunda kalındığında bilinmelidir ki Türkçe, sondan eklemeli dil yapısı ile bu iş için en elverişli dillerdendir. Ancak bu işi yaparken dilimizin kurallarına uyulmak zorundadır. Söz gelimi; “ilginç” gibi uydurulmuş bir kelime bir Türkçünün ağzına yakışmamaktadır. Çünkü bu kelime dilin bütün kaidelerine aykırıdır: “-nç” eki fiilden isim yapan ektir ve dilimizde “ilgimek” ya da “ilgemek” gibi bir fiil olmadığına göre bu “ilginç” kelimesini kullananlar hakikaten “ilginç” mahlûklardır.

Türk Dili, lisanların en güzeli olarak mahşere dek varlığını koruyacaktır. Yeter ki onu tabiî akışına bırakan imkânlar sağlanabilsin.

Kaynakça:

. Türk Dili İçin II, Makaleler

. Dil Devrimi üzerine makaleler

. Buğra Tarık; Düşman Kazanmak Sanatı

. İmer Kamile; Türkiye’de Dil Planlaması

. Korkmaz Zeynep; Güneş Dil Teorisi makalesi

. Atsız Hüseyin Nihâl; Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri ve Çektiklerimiz

. Birinci Türk Dil Kurultayı; Tezler-Müzakere Zabıtları

Peyman Dergisi | 11

Page 12: Peyman Dergisi 1. Sayı

Milli Bilinç

Gökalp KUTSAL

Tarihte destanlar yazan Türk ulusu, binlerce yıllık tarihi içerisinde kazandığı büyük başarılarla yoğrularak olgunlaşmış bir kişiliğe sahip bireylerden oluşur. En güç durumlarda, kimsenin ummadığı kadar büyük başarılar elde eden bizler, gücümüzü olgunlaşmış kişilik yapımızdan ve yüksek düzeyde milli bilince sahip olmamızdan almışızdır. Fakat küreselleşen dünyanın etkileriyle sarsılan ulusumuzda, özellikle genç kuşakların milli bilinçten uzaklaşmalarına tanık olmak geleceğimiz için kaygılanmamıza neden olmaktadır.

Milli bilincin önemini ve toplumumuzdaki yozlaşmayı belirtmeden önce, milli bilincin ne olduğuna değinelim. Milli bilinç, kişilerin mensubu oldukları ulusun kültür, toplum, tarih, ahlâk… gibi değerlerini hakkıyla benimsemeleri; birey – devlet ilişkisini kavrayarak kendilerini devletlerine daha yararlı hâle getirebilmek için çaba göstermeleri; tarihsel süreçlerin birikimiyle günümüze aktarılan değerlerin bilincinde olup, bunları gelecek kuşaklara aktarmaları ve bu çabaların sonucu olarak hem kendi refahlarını sağlamaları hem de devletlerini çağdaş ve uygar devletler seviyesine ulaştırmalarıdır. Milli bilince sahip olmak, kendinde olmak, özünü tanımaktır. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı, bu günlere nasıl geldiğimizi ve gelecek kuşaklar için neler yapmamız gerektiğinin ayırdında olmaktır.

Günümüzde özellikle gençlerin, tarihinden, kültüründen ve milliyetinden yavaş yavaş koptuğunu görüyoruz. Yaşadığı devletin cumhurbaşkanının adını bilmeyen, Malazgirt Savaşı’nın önemini kavrayamayan, Çanakkale’de atalarımızı şehit eden onlarca milletten düşmanlarını tanımayan, ot gelip palak gitme eğiliminde olan… milyonlarca genç var Türkiye‘de. Bunu söylemek çok acı; ama her gün milliyetinden biraz daha kopan gençlerin varlığına tanık oldukça, artık onları titreyip kendilerine döndürecek bir şeylerin yapılması gerektiğine daha fazla inanıyorum. Dünya küreselleşmenin etkisiyle büyük bir hızla değişirken ve dört yanımızda düşmanlar bize diş bilerken, bizim gençliğimizin tek uğraşı “msn” olmamalı diye düşünüyorum. Çünkü Türklüğün ve Türk Devleti’nin devamını sağlayacak olan genç kuşak, her an her türlü duruma hazır yetişmelidir.

Bazı gençlere bakıyorum, farklı olmak adına özlerini yitirmiş durumdalar. Artık otobüste yanıma oturan 10 – 12 yaşlarındaki çocukların yarısından çoğu küfürlerle dolu kalıplaşmış sözlerini duymak, bana acı veriyor. Tarihine ve kültürüne, bir futbol takımı kadar değer vermeyen; binlerce Türk bilgesi, kahramanı veya sanatçısı varken gidip “Beyonce” adında sapık ruhlu bir zavallının adıyla e-posta adresi alan; babası ona “Gökçe” gibi kutlu bir ad vermişken, kendini orada burada “qokce” diye adlandıran; saçını

Peyman Dergisi | 12

Page 13: Peyman Dergisi 1. Sayı

taramaya ayırdıkları vakti, tarihini öğrenmeye ayırmayan; 100 sayfalık kitapların bile özetini okuyup “bilge insan” edalarıyla ortalıkta dolaşan; ellerinden düşürmedikleri cep telefonlarının yeni modellerini araştırdıkları kadar bile, ülkede olup bitenlerle ilgilenmeyen; çevresindeki birkaç cahil insandan etkilenip ona buna küfürler yağdırmayı meziyet sayan… zavallı gençlerin durumu yakın gelecekte değişmezse, artık “Türk Ulusu“nun yalnızca adı kalır.

“Şu anda istediğiniz her yere gitme olanağınız olsa, nereye gitmek isterdiniz?” sorusunu yönelttiğimizde, acaba kaç Türk genci “Çanakkale Şehitlikleri“ni, “Anıtkabir“i veya başka bir “Türk devleti“ni görmek ister? Yoksa siz de benim düşündüğüm gibi, gençlerin çoğunun görmek istedikleri yerlerin “Hepsi 1” dizisinin film çekimlerinin yapıldığı yer veya “Paris” olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bence yanılmıyoruz ve gençler gerçekten özlerine yabancılaşmış durumdalar. Çanakkale’de bizler için gözlerini kırpmadan canlarını veren 250 bin Türk‘e göstermediğimiz saygıdan çok daha fazlasını, her yıl şehitlikte anma törenleri yapan Avustralyalı Anzaklar’ın kendi atalarına gösterdiğini görünce kahroluyorum.

Yukarıda belirtilenlerden de anlaşılacağı üzere, Türk gençliğinin bir kısmının milli bilinçten yoksun yetiştiği açıktır. Bugün dost gibi göründükleri hâlde, bir savaş durumunda hiç tereddütsüz silahlarını bize doğrultacak iç ve dış düşmanlarımızın, elle tutulur bir tarih ve kültür mirasları olmadığı hâlde, yarattıkları yapma milliyetlerine ne kadar sahip çıktıklarına dikkatle bakmanın ve kahraman, soylu, kültürlü… Türk Ulusu’nun bireyleri olduğumuz için kendimizi şanslı saymanın zamanı geçiyor. Artık bir an önce, İngilizce şarkı sözleri ezberlemekten vazgeçmek ve Türklüğümüzün yalnızca damarlarımızda dolaşan asil kanla sınırlı kalmamasını sağlamak için, bilinçlenmek gereklidir.

Ey Türk gençliği! İlkokulda “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiği hedefe, durmadan yürüyeceğime ant içerim.” diyerek verdiğin sözü ve “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.” diyerek üstlendiğin sorumluluğu unutma. Unutma ki, onsuz yaşayamayacağın kutlu vatanına yararlı olup, onu yüceltmeye çalıştıkça var olacaksın.

Milliyetini kaybetmiş bütün Türk gençlerinin, çok geçmeden titreyip özlerine dönmeleri umuduyla…

Tanrı Türk’ü Korusun!...

Peyman Dergisi | 13

Page 14: Peyman Dergisi 1. Sayı

Umutsuzluğumuzun

Karanlığında Işıl Işıl Türklük

Kürşat TÜRK

“İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirip yan çizer. Kendisine şer dokununca da umutsuzluğa düşer.” ( İsrâ Suresi-86.ayet /Kur’an-ı Kerim) Türk toprağı Asya'da bir büyük devlet, Asya Hun Kağanlığı bir büyük infilak ile yıkılmış ve ardında şiddetli bir şekilde kaos kuyularından fışkıran düzensizlik membaı tüm coğrafyayı kaplamıştır. Ekonomik bir temelsizlik ise koskoca Türk âleminin neredeyse yok oluşuna gebe bir süreci meydana getirmiş tüm bunlar yetmezmiş gibi Türklük arasında türlü desise ile bir ayrılık fitnesi sokmayı başaran Çin prensleri sayıca, teknikçe ve erce Türk ile kıyaslanamayacak olan çaşıt çapulcuları ile Türk birliklerine taarruzlar düzenlemiş ve koskoca Türklük âlemi bizatihi çöküşün ve yok oluşun eşiğinde yapayalnız bir mücadele içine düşmüştür. Evet, tüm bunların kat be kat üstünde olan bir kıtlık ise Türk obalarını kırmış geçirmiş hayvancılık tükenmiş ve muzaffer Türk Kuvvetleri ne yapacaklarını-

bir bitişin eşiğinde düşünürken birden bir tufan gibi zihinlerde şimşekler çakmıştır...

Göç...Göç...Göç.. diye tüm Asya Türklüğü bağrından koparırcasına bu fikir budun arasında etkili olmuş fakat ata yurt nasıl geride bırakılacaktır nasıl ataların mezarları Çinli yağılara bırakılacaktır? Göç...Göç...Göç.. Ne zaman ki aklımda ümitsizlik tufanlarından oluşan hezeyanlar ruhumda binler örs kuvvetinde patlasa da atalarım aklıma gelir sessiz bir tefekküre dalarım. Nasıl bir çaresizliktir onları yurtlarından sürgün olmalarına sebep olmuş nasıl bir bitmişliktir bu Allah’ım? Yüzbinlerce Türk eri ve katunu binlerce kilometre yürümüş her konakladığı yerde yeni bir iman yeni bir aşk yeni bir heyecan ile ata yurda hasretlik ile Türk toprağı meydana gelmiş umut kavgasında kaybeden ye'is olmuştur. Evet, bu seferki düşman her zamankinden güçlü her zamankinden şiddetli iken ilah-i nizam Türk'ü batıya göç etmesine vesile olmuş, aslında Türk'ü dünyanın dört -

Peyman Dergisi | 14

Page 15: Peyman Dergisi 1. Sayı

“İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirip yan çizer.

Kendisine şer dokununca da umutsuzluğa düşer.”

( İsrâ Suresi-86.ayet /Kur’an-ı Kerim)

bucağında ümitsizlik fidanlarının yerini ümit çınarlarının almasına yürütmüştür. Ve şimdi bizler? Günlük hatta saatlik ve maalesef dakikalık olarak yaşanan ümitsizlik bizleri kaos kuyusuna kendimiz atıyor ve nice gaflet ile belki bu şekilde bir ömür harcıyoruz, koskoca bir ömür. Değişen çağa ayak uydurmanın adının yalnızlık olduğu, değişen benliğimize isyan etmekten bitap düşmüş ruhlarımızda her gün bir yeni hezeyan kapımızı çalıyor. Defalarca bu kapının açılması ile bir tufan ile kendimizi kaybediyor globalizm çamçağından defalarca içerek esriyoruz. Sarhoş bir halde sadece nefes alan canlılar arasında kendimize yer arıyor buluyor ve başköşeye oturuyoruz. İşte şu çağda adına globalizm denilen illet maalesef ki milletimizin gerek ruhuna gerekse tüm benliğine paralel duygularına, düşüncelerine sirayet etmiş robotlaşan bir insanlık âleminde en başta kaybettiğimiz hassamız: Umudumuz! Globalizm kıskacının ağısında küçücük hatta zerre miktar hayra alamet şer ile karşılaştığımızda tüm savunma mekanizmamız çöküyor, buhranlar içinde kendimizi kaybediyor ve çaresizlik içinde Türk olduğumuzun bırakın idrakine varmayı bunu tam zıt kutbu tüm hasletlerine küfredercesine ilahi mizana ters düşerek psikoloji ilminin bireye dünyayı unutturmaktan başka bir işe yaramayan torbalar dolusu ''cennet

elması'' misali sunulan bizlerin şuurumuzu kaybettiren ilaçlarına mahkûm bırakılıyoruz. Sonra bir de esaret üzerine kahramanca dörtlükler yazıyor kendimizi avutuyoruz… Bizlerden asırlar öncesinde ümitsizlik yangınında bütün çınarlarını kurban veren atalarımız gibi bizler göçe başlıyoruz... Fakat bu göç tüm iyi niyetimize rağmen bizzat kendi öz kimliğimizden bir uzağa düşme aslında savrulma ve yine rüzgârın tekrar tekrar ümitsizlik yangının en alevli muhitinde zihnimizin kavrulması, simsiyah ruhlarda bir nokta kalsa Türklük zafer umut ediyoruz ye'is batağının olmayacaktır.

Globalizm diyerek aslında bir nevi ümit şevki ile durumun vahametini kapatmaya çalışıp en fazla ümit hırsızlığı ile kendi fikrimden çaldım. Aslında bizlerin türlü

bahaneler ve maskeler altında umutlarımız çalınıyor yerlerine gündelik hırslar ile kaybetmeye mahkum kaybettikçe zelil bir halde çaresizleştirilen, uyutulan Türklüğümüze sahip çıkamıyor, sahiplenenlere ise ''umut fakirin ekmeği diyor'' geçiyoruz oysaki kendimiz açlıktan ölüyoruz. Kıtlık ruhlarımızda obalarımızda değil! Bu çağdaki göç, görünen o ki yeni yurtlara doğru değil aksine son kalemiz son toprağımız son umudumuz Anadolu coğrafyasından kopuşa işaret. Fakat bizler Türklükten ümit kesen bir neslin torunları mıyız ki çilemizin arifesinde orucumuzu bozalım? Kaç yüz yıldır Türklük ileri atılma,

Peyman Dergisi | 15

Page 16: Peyman Dergisi 1. Sayı

taarruz etmekten vazgeçmiş olsa da bu sadece bir zihin aldatmacası olduğunu görüyoruz ve tekrar tekrar belirtelim ki milli hasletlerimiz dipdiri durmaktadır. Capcanlı ve tazecik bir yağmur beklenmektedir. Vey ırmağına özlem duyan Sakarya Nehri bize bunu doğruluyor. Fırat, Kızılırmak, Menderes ve gürül gürül Türklük çağıldayan nehirler ve içlerinden geçtikleri dağlar, obalar haykırıyor... Duyuyor musunuz? Tıpkı asırlar öncesinde atalarımızın duyduğu ve bir Gök Börü ardında göç değil sanki dünyayı fethe çıkan bir muzaffer ordunun edası ile duyduğu sesi duyuyoruz! Göç...Göç...Göç… Bu sefer ise göç edeceğimiz yer ilkin kendi TÜRKLÜK şuurumuzla örülen Büyük Asya(Doğu)ile birlikte kaos, gözyaşı, kan ve zulüm üzerine kurulu bu düzenin kurduğu tüm tuzakları yıkmaya göç.. Belki binlerce yıllık tarihi tevafuk belki binlerce yıllık milli öç ama illaki göç illahi göç. Bu yürüyüşümüzde atalarımızın izinden giderek kendimizi arayan adamlar olarak umudumuzu yitirmeden bunun kavgasını vererek yapacağımız göç başladı devam edecektir..!! Yeniden Milli bir umut anaforunda kendimize yer bulmak için geç değil. Yeniden ruhlarımızda iman, inanç ve aşk hissiyatına kavuşmak için geç değil!

Şiirler

I.

Türk’e bir başka dost aramak, Kurtla köpeği bir tutmaktır. Meşk sofrasında mest aramak, Aydınlık varken kir tutmaktır.

Giray Cengizhan Onur

II.

Türkistan’da kaldı bir yanım, O’na çıkmasa yol, sapardım. Biraz eksik olsa imanım, Türk’e secde eder, tapardım.

Giray Cengizhan Onur

Peyman Dergisi | 16

Page 17: Peyman Dergisi 1. Sayı

Üstâdlardan…

Akıncılar Yahya Kemâl BEYATLI

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: "ilerle"

Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan

Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla

Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de

Hala o kızıl hatıra titrer gözümüzde

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik

Peyman Dergisi | 17

Page 18: Peyman Dergisi 1. Sayı
Page 19: Peyman Dergisi 1. Sayı