Upload
birikim-koleji
View
293
Download
11
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Gönle Düşen Cemre
Citation preview
ŞiirLebdeğmez SanatıLeylanur USLU
AraştırmaDukha TürkleriFatih TAŞCI / Yusuf Ziya TAŞCI
ŞiirBanu Vü Kürşad Yasin HATİPOĞLU
GeziRüya GibiMerve Nur BOZKURT
ŞiirSahi Ne Ara Örüldü Bu DuvarlarBurak ÇEVİK
DenemeBir Tutam Da Mutluluk Olsun Rümeysa ERTURAL
RöportajVehbi VAKKASOĞLU
Ayşenur KESECEK
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ • Yıl : 2 • Sayı : 2
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır...
Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir
asır... Allahın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! ..
İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre
bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur
infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün ‘dikey’leri ‘yatay’ hale getirecek bir çığlık kopararak ‘mukaddes emaneti ne yaptınız? ‘ diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...
Emekçiye ‘Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!‘ diyecek... Kapitaliste ise ‘Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ‘ ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...
‘Kim var? ‘ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası
bir gençlik...
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası,
fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli te-
siri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir mey-
dan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazan-makla vazifeli bir gençlik...
Gençliğe Hitabe
ŞiirLebdeğmez SanatıLeylanur USLU
AraştırmaDukha TürkleriFatih TAŞCI / Yusuf Ziya TAŞCI
ŞiirBanu Vü Kürşad Yasin HATİPOĞLU
GeziRüya GibiMerve Nur BOZKURT
ŞiirSahi Ne Ara Örüldü Bu DuvarlarBurak ÇEVİK
DenemeBir Tutam Da Mutluluk Olsun Rümeysa ERTURAL
RöportajVehbi VAKKASOĞLU
Ayşenur KESECEK
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ • Yıl : 2 • Sayı : 2
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır...
Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir
asır... Allahın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! ..
İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre
bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur
infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün ‘dikey’leri ‘yatay’ hale getirecek bir çığlık kopararak ‘mukaddes emaneti ne yaptınız? ‘ diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...
Emekçiye ‘Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!‘ diyecek... Kapitaliste ise ‘Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ‘ ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...
‘Kim var? ‘ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası
bir gençlik...
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası,
fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli te-
siri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir mey-
dan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazan-makla vazifeli bir gençlik...
Gençliğe Hitabe
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
2
B‹R‹K‹M E⁄‹T‹M Ö⁄RET‹Mve SA⁄LIK H‹ZMETLER‹ Afi. ad›na sahibi
Ömer Faruk YELKENCİ
Genel SorumluFatih KAHRİMANOĞLU
Yay›n YönetmeniMerve Nur BOZKURT
Yay›n KuruluAyşe Nur KESECEK
Merve SENA KESKİNYahya Ahmet DOĞANAY
Zahide Nur ERCAN
Dan›flma KuruluErkan KAHRAMAN
Şule YÜKSEL
Kapak Tasar›m› - MizanpajMümine Akdeniz, Nuriye Yıldız
‹rtibat Tel(0212) 550 37 44
AdresKemal Türkler Mh. Sümer Cd. Akçınar
Sk. No:2 Sancaktepe-İSTANBUL
Webwww.gonledusencemre.com
Bask›Set Basım
(0212) 565 56 38
Gönle Düşen Cemre Özel Sancaktepe Birikim
Anadolu / Fen LisesiCahit Zarifoğlu Edebiyat Kulübü’nün
yayın organıdır.
Gönle düşen 2.cemre ile hepinize merhaba…
İslam âlemi olarak çok çetin günler yaşamaktayız. Şu koca dünyanın her köşesinden kötü haberler çalınmakta kulağımıza. Bilhassa bu haberler çok yakınlardan gelmekte. Suriye’den, Filistin’den, Arakan’dan… Belki de adını bile hiç duymadığımız birçok yerden.
Peki, ben bunlardan neden bahsediyorum? Müslüman kardeşlerimiz ızdı-raplar içinde kıvranırken biz nasıl sefa sürüyoruz, nasıl bu kadar rahat ve kayıtsız bir şekilde yaşayabiliyoruz demek, kendimizi, vicdanımızı hesaba çekmek için. Ölüm onlar için o kadar sıradan bir hal almış ki su içmek gibi, yemek yemek gibi hayatın bir parçası artık. Gelelim bizim yaşantımıza… Bir yakınımızı kaybedince şok oluyoruz, zihnimiz, aklımız dumura uğruyor, ade-ta ölümü tamamen unuturcasına ömrümüz geçiyor. Bence bu misal her şeyi ayan beyan açıklıyor.
Biz Cemre ekibi olarak bu gidişata dur diyenlerden olmak için çabaladık çi-çeği burnundaki dergimizin bu sayısında. Bir Müslüman olarak üzerimize düşen görevi layığı ile yerine getirmek için uğraştık. Allah hepimize bu yola hizmet edip muvaffak olabilmeyi nasip eylesin…
Merve Nur BOZKURT
Cahit Zarifoğlu Edebiyat Kulübü Başkanı
EditörünKaleminden
Şiir
Lebdeğmez Sanatı
Leylanur USLU
Araştırma
Dukha Türkleri
Fatih TAŞCI / Yusuf Ziya TAŞCI
Şiir
Banu Vü Kürşad
Yasin HATİPOĞLU
Gezi
Rüya Gibi
Merve Nur BOZKURT
Şiir
Sahi Ne Ara Örüldü Bu Duvarlar
Burak ÇE
VİK
Deneme
Bir Tutam Da Mutluluk Olsun
Rümeysa
ERTURA
L
Röportaj
Vehbi VAKKASOĞLU
Ayşenur KESECEK
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ • Yıl : 2 • Sayı : 2
Devlet ve milletinin 7 asırlık
hayatında dört devre... B
irincisi iki buçuk asır...
Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi
üç asır... Kaba
softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir
asır... Allahın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği cü
ce
taklitçilere ve batı d
ünyasına esaret... Ya dördüncüsü? ....
Son yarım asır! ..
İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan
sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte
tarihinde böyle dört devre
bulunduğunu gören... Bunları, y
ükseltici aşk, sü
ründürücü satıhçılık, çü
rütücü taklitçilik
ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şim
di... Beşinci d
evrenin kapısı önünde nur
infilâkı yeni bir şafak fışk
ırışını gözleyen bir gençlik...
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün ‘dikey’leri ‘y
atay’ hale getirecek bir çı
ğlık
kopararak ‘mukaddes emaneti ne yaptınız? ‘ diye meydan yerine çık
acağı günü kollayan bir gençlik...
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırz
ının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; m
eclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ d
üsturuna hasret çeken, gerçek
adâleti bu inanışta bulan ve halis h
ürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...
Emekçiye ‘Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın!
Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim
istismarcıla
ra yakanı kaptırmakta başı b
oş bırakılamazsın!‘ diyecek... K
apitaliste ise
‘Allah buyruğunu ve Resûl
emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest n
efes bile alamazsın! ‘ ihtarını edecek... K
ökü ezelde ve
dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irf
anına, idrâkine sahip bir gençlik...
Bir buçuk asırd
ır türlü buhranlar içi
nde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan
taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırd
ır işte bu hasta batı
adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sır
rını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar ill
et varsa
devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâ
m’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna,
İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...
‘Kim var? ‘ diye seslenilince, sa
ğına ve soluna bakmadan fert fert ‘b
en varım! ‘ cevabını verici,
her ferdi
‘benim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ fikrini besleyici b
ir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, ca
nların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sa
yacak kadar gözü kara ve o
nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiy
le, zifirî karanlıkta, ak sütün için
deki ak kılı fark edecek
kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası
bir gençlik...
Bugün komik üniversitesi,
hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog
politikacısı,
çıkartm
a kâğıdı şehri, m
uzahrafat kanalı sokağı, ta
kma diş fabrikası,
fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı
kendisini yetişti
recek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli t
e-
siri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur
vasıtalara kadar nefsin
i koruyabilecek, destanlık bir mey-
dan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazan-
makla vazifeli bir gençlik...
Gençliğe Hitabe
Cemregönle düşen
Mehmet OSMANOĞLU
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
Deneme
3
Cemregönle düşen
04
Bir Tutam daMutluluk olsun
12
Dal
11
Lisân-ı Pepegi
21
Hattat Nazik Kamil ile...
09
Bekleyiş
18
ergenlik Kasidesi
05
Vehbi VAKKASOĞLU ile...
14
Unutulmaya Yüz Tutmuş Meslekler
10
Lebdeğmez Sanatı
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24
PePeGiPePeGiPePeGiPePeGi
PePeGi
PePeGi
Se se sevdim be be ben bir ne ne nevreste güzelHü hü hüsnü ge ge gerçi me me mehtaba bedel
Zü zü zülfü se se sevdası sı sına düşeliVa va vardır şi şi şimdi a a aklımda halel
Be be bebga mi mi misli nu nu nutk itse o şuhSa sa saçar fe fe femden sü sü sükkerle asel
Ya ya yandın na na nâr-ı a a aşka aşıkE e ey dil bu bu budur ta ta tâ resm-i ezel
Na na nazmım gö gö gördü di di didi pepegiFe fe Feyzi o o olmuş bi bi bir hoşça gazel(Divan-ı Feyzi)
Bu bu buğün gö gö gördüm yü yü yüzün dilberâ Ba ba baktım gö gö gönlüm oluptur ziyaâ
Di di dilim pe pe peltek sö sö söyler zebanım Ne ne ne derse de de desin dimesin tek sana
A a aşkım be be beni hayran eyledi Şö şö şöyle bi bi bilkim sa sa sana iltica
Ya ya yârim ha ha hâşâ se se senden dönmezem Gü gü günde ka ka kalsın ba ba bana sun cefâ
(Abdi İmam)
19
11. Sınıflar Günlüğü
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
4
Cemregönle düşen
24
Sakın terki edepten
40
Atalarımızdan miras kalan Düka Türkleri
36
Rüya Gibi
27
Seni Seviyorum
46
SAhi Bu duvarları kim ördü
26
İstanbul
44
Enel Hak
31
Banu Vü Kürşad
47
Bulmaca
25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36
37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
5
Rümeysa ERTURAL
Deneme
BİR TUTAM DA MUTLULUK OLSUN
Mutluluk... Hayata ucundan tutamadığımız bir pamuk ipliğiyle bağlanmış. Tüm yaşanmışlıklar, tüm kayıpla-ra rağmen insanoğlunun hep en çok sahip olmak istediği değer olmuş. Kimi zaman soyutluk kavramını yıkar-casına hissettiğin gerçeklik, kimi zaman bir şeylere tutunmanı sağlayan umut olmuş. Mutluluk işte... Belki de sadece, hayatla oynanan bir savklambaç oyunuymuş. Masallardaki gibi, bir varmış, bir yokmuş...
Dünün pişmanlığı, bugünün telaşı, yarının heyecanı ile yaşayıp gidiyor insanoğlu. Adına mutluluk dediğimiz duygu da aslında tam olarak burada, yaşayıp gidiyoruz demekte saklı kalmış. İmtihan için gelinen dünya-da dertlerin bitmesini beklemek anlamsız olur. Fakat yana yakıla dertlenecek tasa aramak yerine, sahip olduklarının değerini bilip, aynı çabayı mutlu olmak için de gösterebilseydi insanlar, belki de söylenecek pek fazla şey kalmazdı. Tam anlamıyla her şeyin yolunda olmasını beklemeden, ufacık bir problemde hayat pencerelerine kara perdeler çekmek yerine , biraz da umutla bakabilsek tutunamadıklarımıza.. Yetineme-diklerimize… Belki de yitirdiklerimize... Hayatta kimsenin sizden alamayacağı bazı şeyler vardır. İçinizden söküp atamayacakları, dokunamayacakları... Peki mutluluk? Sadece bir varmış kısmı için bile olsa, masallara inanmaya değmez mi? Ömür bir rüya kadar kısa. Kim bilir bunu söylerken bile kaç tanesi sonlanıyor, henüz kıymetini bilmeden. Şairin de dediği gibi “İnsan kısadır ve bilmezden gelir kısalığını...” Bunun farkında ol-mak aslında tüm mesele.
Mutluluğu bu kadar uzaklarda aramaya, çok ütopikmiş gibi davranmaya belki de hiç gerek yoktur. Hatta tam anlamıyla bulmak da yoktur belki... Belki de mutluluk, yalnızca kovalayabileceğimiz bir şeydir.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
6
Ayşe Nur KESECEK
Röportaj
VEHBİ VAKKASOĞLU
1. Vehbi Vakkasoğlu kimdir?
- Vehbi Vakkasoğlu Allah’ın aciz bir kulu, Kahramanmaraşlı, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü isimli bir mek-tepten mezun,35 yıl Milli Eğitim’in kademelerinde öğretmenlik ve idarecilik yapmış,6 yıl yurtdışında kalmış, eğitimin her safhasında emek vermiş ve 43 yıldan beri 45 kitap yazmış bir vatandaştır.
2. Yazarlık hayatınız nasıl başladı, sizi yazarlığa ne teşvik etti?
- Beni yazarlık hayatıma teşvik eden babamdır. Çünkü babam memleketimde kitapçıydı. Bende çocuk yaşta bir kitapçıda gözümü açtım. Dolayısıyla babam kitapçı olduğu için yazar çok az ve çok kıymetliydi. Babamın dostları benim de kendilerine çay, kahve getirirken kulak misafiri olduğum büyük ağabeyler ve amcalardı. Bunlar Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Nurettin ve onlar gibi çok değerli ilim adamı, fikir adamı yazarlardı. Tabi bir kitapçıda gözlerini açıp baba dostları olarak da yazarları tanıdı-ğım için ilk etapta içimde hep onlara benzemek, onlar gibi olmak, onlar gibi şiir söylemek, onlar gibi yazı yazmak ve bir eser sahibi olmak arzusu içimde birikti. Dolayısıyla okullarda kompozisyon derslerine çok özen gösterirdim. Türkçe ve edebiyat dersleri bana çok cazip gelirdi. Ve bu kalem denemeleri, tecrübeleri zaman içinde bizi gazete ve dergilerde yazmaya çağırdı. İlkokuldayken okul gazetesi çıkardık. Yazıların çoğunu ben yazardım. Sonradan İstanbul ve Ankara’da çıkan gazetelerde yazı yazmak beni yazarlığa çekti. Altını kazıyıp bu isteğime baktığım zaman ilk etapta rahmetli babam vardır. Ama en çok kendisine benze-mek istediğim tabiatıyla baba dostum ve yazıda ilk hocam sayılan Necip Fazıl Kısakürek’tir(Allah rahmet eylesin).
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
7
3. En çok duyulan kitabınız Bir Destandır Çanakkale, belki de kimsenin bilmediği olağanüstü destanları anlattı-nız. Allah(cc) kudretinin ne kadar büyük olduğunu yansıttınız. Peki, sizce askerimizde böyle iman olmasaydı bu savaşı kazanabilir miydik?
- Hiç kazanılmazdı. Çanakkale imanın zaferidir. Çünkü karşımızda dünyanın bütün dev güçleri vardı. Ve bizde olmayan silahlarla birleşmiş olarak gelmişlerdi. Biz tek başımızaydık. İki Balkan savaşından sonra bozguna uğramış, ümidi kesik, morali bozuk bir ordu vardı elimizde. Silahları karşılaştırdığımız zamanda düşmanla-rımızın silahlarıyla karşılaştıramayacak kadar modası geçmiş, eskimiş ve sayıca az silah vardı. Bütün dünya mutlaka Osmanlı yenilir diyordu. Aslında Osmanlı da kazanacağına pek inanmıyordu ama girdik, kazandık. Çünkü Mehmetçiğin yüreğindeki iman coştu, taştı.
O imandan kaynaklanan kardeşlikle beraber oldular. Güneylisi, Doğulusu, Batılısı, Kürd’ü, Türk’ü hepsi bir araya geldiler. Bu imandan doğan güç ve kardeşlik ile Allah’ın izniyle bu zafer kazanıldı. Yani kimsenin bek-lemediği bir zaferdi aslında.
4. Deneyiminiz ve özgün üslubunuzla okuyucu kitleniz gün geçtikçe artıyor. Peki, sizin sayenizde doğru yolu buldum, sizden sonra hayatım değişti diyen oldu mu?
-Çok olmuştur, Allah’a şükür, böyle diyenler. En son mesela telefonda hala silmeye kıyamadığım o mesajı Kazakistan’dan bir delikanlı yazmış.Diyor ki : “ Kimse bana burada Allah dedirtemezdi ve sizin Öğretme-nimin Not Defteri kitabınızı okudum. Şimdi öyle bir Allah derim, kimse benim gibi diyemez. “ En son fiili örnek İstanbul’da Yahudi bir arkadaşımız Müslüman olmuştur.(Elhamdülillah) Çoktur örnekleri. Niye çoktur? Çünkü İslam sevgi dinidir. İslam’ı sevgiyle, şefkatle, merhametle anlatmak daima yüreklerde tesir ediyor. Bu tesirin önüne kimse geçemiyor. İslam zaten doğru, Allah’ın tek doğru yolu olarak kaldı. O doğru yolun doğru metodu da sevgi ve şefkatle, muhabbetle anlatmak. Ve bu iki doğru birleşince gönüllerde çok önemli ve özel tesirler meydana getiriyor.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
8
5. Yazarlıkta en korktuğunuz şey nedir?
- En korktuğum şey yanlış yazmaktı. Çünkü bu basın suçuna girer. Yakamıza hâkimler, savcılar yapışmasa bile vicdanımız Allah’ın hesap gününde soracağı duygusu yapışır. Onun için biz yazarlar olarak kırk kere ölçüp bir kere biçmemiz lazım. Yazmak çok tehlikeli çünkü söz uçar yazı kalır, derler ya hatalar da kalıyor. Onun için hata etmekten özellikle çok korkarım, düzeltmek zordur. Kaç kişiye yanlışı ulaştırdıysanız o kadar kişiye ulaşıp “Özür dilerim doğrusu buydu.” demek lazım o da çok zor.
6. Tarihten kim olmak isterdiniz? Neden?
- Hiç fıtratıma uymuyor ama Yavuz Sultan Selim olmak isterdim. Çünkü veli bir padişah ama bizim gibi sa-dece sevgiyi, şefkati söylemiyor. Öteki eliyle gücü temsil ediyor. Sevgi ve şefkatin yolunu gerekirse kılıcıyla da açıyor. Şimdi biz hep sevgi sevgi diyoruz, önümüzde yatıp kalan sevgisizlere bir şey yapamıyoruz.
7. Tarihi artık televizyon ve sinemalara taşıdılar. Bunu doğru buluyor musunuz?
- Bunu bir yanıyla doğru bulurum, doğru gösterseler. Bugünkü Türk sinemasında gösterilen diziler, filmler itibariyle iki yanlış bir doğruyu götürür gibi ya da keçiboynuzu çiğnetir gibi azıcık bir tat vermek için bir sürü tatsızlığı yutturuyorlar. Bir doğruyu göstermek için kırk tane batılı, yanlışı ve hatayı şeytanîleşmişi gösteriyor-lar. Onun da hiçbir faydası olmuyor çünkü yıkmak, bozmak kolay, inşa etmek yapmak zor.
Biz zoru yapmıyoruz hep yıkımı tercih ediyoruz. Nefsanîyi ve şehvaniyi tercih ediyoruz. Ondan da ne tarih anlaşılır ne geçmiş ne gelecek… İnsanlar nefislerinin kölesi olurken insanlıktan çıkarlar.
8. Siz de kitabınızın böyle çalışmalar için kullanılmasını ister miydiniz?
-Elbette, mesela Bir Destandır Çanakkale kitabım bu günlerde yeniden gündeme geldi. Ama sinemayla, tiyat-royla uğraşan arkadaşlarımız “Ama hocam sizde her şeyi dine Allah’a bağlamışsınız.” diyorlar. Ben de:
- “ Daha sağlam bir kanıt gösterin bağlayalım.” diyorum. Başka ne diyeceğiz Allah demeyip de. Hele Çanakkale’deki baştan aşağı din, iman. Nereye bağlayacağız? İzahı mümkün değil.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
9
9. Peki, sizin rızanız olmadan böyle çalışmalar için kullanılsaydı tepki verir miydiniz?
- Tepki vermiyorum, zaten öyle çalışmalar için kullanılıyor kitabım. Kitabım sinemada, tiyatroda kullanılmadı ama son Çanakkale filminde bazı şeyleri bizden almışlar diye duydum ama seyreden arkadaşların yalancısı-yım. Bir Destandır Çanakkale kitabım 20 yaşına basmıştır. Bu doğuran ana bir kitaptır derim ben. En az 60-70 kitap doğmuştur ondan yinede bunlardan ancak 5 tanesi telefon açıp “Hocam kitabınızdan biraz aldım, hak-kınızı helal edin.” demiştir. Geriye kalanlar buna ihtiyaç bile duymamıştır. Ben de biraz sitem etsem bile orda burada söylesem bile, hakkım varsa helal olsun yeter ki insanlara doğru ulaşsın. Altında Vehbi Vakkasoğlu yazmasa da olur.
10. Kitabının böyle çalışmalar için kullanıldığından haberi olmayan yazarların sonradan tepki göstermesini doğ-ru buluyor musunuz?
- Eee, tabi ben şunu beklerim ki bir tiyatroda, sinemada kullanıldıysa haberim olsun. Mesela çok sevdiğim bir arkadaş şimdi şiiriyle meşhur oldu, o zaman öyle değildi, bir Çanakkale kasedi yapmış. Tamamen benim kitabımdan almış, kaynak yok. Eee biraz evlat gibi gördüğüm için ayıp olur kul hakkıdır. “Hocam ne ödeyece-ğiz?” dedi. Bir şey ödemen gerekmiyor da nezaketen bir helallik al dedim. Baktım şimdi yeni çıkan kasetlerde senaryo: Vehbi Vakkasoğlu.
Değil hâlbuki almış. Neyse çalıntı olmaktan kurtuldu işte. Mesela yazımızı alıyor bir dergi bir tane nezaketen adresimize gönderse Allah razı olsun, deriz ama olmuyor. Dediğim gibi bir nezaket ama ben alanlara, çalan-lara, değiştirip tahrif etmemek kaydıyla hakkımı helal ediyorum. Ama özellikle Çanakkale üzerine yazdığım üç kitabı internette görüyorum, değiştiriyorlar.
11. Son olarak gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
- Gençlere ilk en önemlisi ve son önemli tavsiyem gençliğin çok acele elden çıkacak bir değer olduğunu bil-meleri ve dolayısıyla da iyi değerlendirmeleridir. Gençlik denen filmin tekrarı yok. Bir kere yaşanacak o bir ke-rede de dünya için, ahret için, her ikisi için en kıymetli şeyler hazırlanıp yapılacak. FIRSATI KAÇIRMASINLAR…
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
10
Zahide Nur ERCAN
Siir
BEKLEYİŞUğultular, perde arkası yarının
Basamak basamak yine geceler
Eller kelepçeli, yüreklerde vurgun.
Kalkın. Doğrulun! Kaderi bekleyiş var yine
Uyanıp gök kubbenin altında
Naralar pay ediyor sessizliği
Yırtıcı bir bekleyiş bu
Benzemiyor hiç birine
İlk yırtıcı sessizlik, son adımı atmadan önce
Tozlaşmış tüm hayatlar
Mana yitirmiş mekânını
Geceler aceleyle gündüzü toplar,
Zaman toparlanmış çoktan. Geri vermiyor bir tek anı.
Fark ettirmiyor sır
Dua elleri terk etmiş
Nefes, boğuyor kim bilir kaçtır?
Herkes, kendini bir bir bırakıp gitmiş
Ummanda insan, insan, insandan silinmiş…
Salkım salkım duruyor narin ayrılıklar
Mehtap aynı… Gök aynı…
Buğulu sualleri var insanlığın
Okşuyor yine zaman ağır tokmağı salmadan önce vedaları
Yollar kovalıyor sanki kavuşmaları
Güneş aynı… Gün aynı…
Kaderde beklenen gelene kadar, yine ufuk çizgisinde zaman.
Kaçış var, yol yok; iz var öncü yok…
Buhranda karanlıkları yırtmaya çabalayan
Bilmiyor mu? Yeter ona. Bunlar dahi çok
Bekleyiş, bu… Ne aranan, ne de bulunan…
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
11
DerlemeLeyla Nur USLU
LEBDEĞMEZ SANATIGenellikle halk edebiyatında, âşıklık geleneği içinde kullanılan bir edebî sanattır. İçinde “b, p, f, m, v” gibi dudak ünsüz-leri bulunmayan sözcüklerle yazılan şiire “lebdeğmez” denir.
Farsçada “leb“, dudak demektir. Bu sanata lebdeğmez denilmesinin nedeni, içinde dudak ünsüzleri olan “b, p, f, m, v” ünsüzleri bulunmayan şiirlerin yazılmasıdır. Halk şairleri, yani ozanlar bu şiirleri doğaçlama olarak, daha önceden hazır-lıkları bulunmadan söyleme yarışması yaparlar. Yarışma sırasında iki dudağın arasına iğne koyulur. Dudak ünsüzlerinden biri söylendiği zaman, bu iğne dudağa batacaktır. İşte lebdeğmez sanatının güzel örnekleri:
ALACA SAATLERAlaca saatler tüne sararsa
Derin hülyalara dalarsın yine
Hasret şerha şerha yürek yararsa
Ağlarsın sararır solarsın yine
Yılları yitirdin gönül derdinden
Ayrılarak gittin kendi yurdundan
Nicedir koşturdun yârin ardından
Düşündükçe saçın yolarsın yine
Odana yayılır keder kokusu
Kaçar gecelerin derin uykusu
Anılar canlanır kahır duygusu
Kuşanır dert ile dolarsın yine
Kanaryan ses atsa sükûtu delse
Tüneğinden kaçsa yanına gelse
Acıları üleşerek nasılsa
Yaşlı dideleri silersin yine
Ateşin duygular o’na odaklı
Sıyırttırır ser’i yedirir aklı
Yarsalar şu döşü ah neler saklı
Ağlanacak hale gülersin yine
ÜMRAN TOKMAK
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
12
Leyla Nur USLU
Derleme
Lisân-ı PepegîDivan Edebiyatında şairlerin bilinen anlatıcı tiplerinden başka yeni anlatıcı tipleri geliştirmeye gayret ettiğini görüyoruz. Misalen Lisân-ı Sıbyân(Çocuk dili), Lisân-ı Mellehân(Gemici Dili), Tekellümât-ı Kahveci(Kahvehane konuşmaları) gibi… Şa-irlerin kullandığı farklı anlatımlardan biri de Lisân-ı Pepegî’dir. Kekemelere özgü bir şekilde sözcüklerin ilk hecelerinin birkaç kez tekrarlanması temeline dayanan bu şiirler, okuyucunun mizah duygusuna hitap eder. Diğer adı da ne hikmet ise Pelteknâme’dir. Halk edebiyatı nazım şeklidir. Âşığın kekeleyerek tekrar ettiği heceler ölçüye dâhildir.
PePeGiPePeGiPePeGiPePeGi
PePeGi
PePeGi
Se se sevdim be be ben bir ne ne nevreste güzelHü hü hüsnü ge ge gerçi me me mehtaba bedel
Zü zü zülfü se se sevdası sı sına düşeliVa va vardır şi şi şimdi a a aklımda halel
Be be bebga mi mi misli nu nu nutk itse o şuhSa sa saçar fe fe femden sü sü sükkerle asel
Ya ya yandın na na nâr-ı a a aşka aşıkE e ey dil bu bu budur ta ta tâ resm-i ezel
Na na nazmım gö gö gördü di di didi pepegiFe fe Feyzi o o olmuş bi bi bir hoşça gazel(Divan-ı Feyzi)
Bu bu buğün gö gö gördüm yü yü yüzün dilberâ Ba ba baktım gö gö gönlüm oluptur ziyaâ
Di di dilim pe pe peltek sö sö söyler zebanım Ne ne ne derse de de desin dimesin tek sana
A a aşkım be be beni hayran eyledi Şö şö şöyle bi bi bilkim sa sa sana iltica
Ya ya yârim ha ha hâşâ se se senden dönmezem Gü gü günde ka ka kalsın ba ba bana sun cefâ
(Abdi İmam)
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
13
Ayşe Dilara CANBEK
Hikaye
DAL
Adı gibi kendiside şirin olan sokak, en cıvıltılı günlerinden birini yaşıyordu. Okulun tatil olmasından faydalanan
çocuklar yolun tarla ile birleşen tarafında toplanmış, tozlanan dizlerine, acıyan ellerine aldırmadan misketleri bir
bir yuvarlıyorlardı. Vurulan her misket kamçı etkisi yapıp kimini havaya zıplatıyor, kimini de yenilmenin etkisiyle
çıldırtıyordu. Sanki yuvarlak dünyalarının yanı sıra seslerini de yarıştırıyorlardı. Yüzlerini yalayan esinti ağızların-
dan çıkan her sözü sokağın öbür ucuna kadar taşıyordu. Ne, zaman zaman gürültüden rahatsız olup camlardan
bağıran mahalle sakinlerinin, ne de kaçamak bakışlarla onları izleyen bir çift gözün farkındaydılar. Ali, kaldırımın
kenarında oturmuş, arkası kendisine dönük olan çocukların arasından rengârenk şıkırdayan misketleri seyrediyor-
du. Ne kadar da güzeldiler! Hayalinde bütün bilyeleri avucuna toplamış, tek tek hepsini denemişti bile. Nasıl da
beceriksizdiler. Kendisi olsa bir atışta çoğunu alabilirdi. Hele şu Metin’in elindeki kırmızı mavi misket onun olacaktı
ki… Biri oyuna hamle yapmak için kımıldadığında gözünü kaçırıp, bakışlarını ön tarafında yükselen sarı binanın
alt katından başlayıp, ta gökyüzüne kadar gezdiriyor, kimsenin ona bakmadığından emin olunca da tekrar oyuna
dönüyordu. Her ne kadar ilgisiz görünse de onlara katılmak için can atıyor ama bir türlü kendini yenemiyordu.
Çağrılmadan gidip aralarına giremezdi. Hem zaten oynayacak misketi de yoktu. Karamsarlığına teslim olmayıp
çözümü de çabucak bulmuştu. “Olsun aralarından biri oynamak için bir iki tane verir” diye düşündü. Fark edilmek
için karnına doğru topladığı ayaklarını ileri doğru uzatıp tekrar geri çekiyor, ellerini saçlarının arasında gezdiriyor,
bazen de ciğerlerinin derinliklerinden geliyormuşçasına öksürüyordu. Ama bütün çabaları boşa çıkmıştı. Neden
onu kimse görmüyordu? Oysa azıcık dönmeleri bile yeterliydi. Başını, tırnakları etine geçecek kadar sıktığı avuç-
larının arasına aldı. Gönlünü olduğu kadar bakışlarını da onlara küstürmüştü.
Tam gitmeye hazırlanıyordu ki sarı binanın önünde bir hareketlilik olduğunu gördü. Adam, elinde paslı kalın dişli
testereyle, bir yüzü kurumaya yüz tutmuş ağaca tırmanıyordu. Nefes nefese kalmış bedenini yerleştirip, ağacın
yarısı sayılabilecek yerinden kesmeye başladı. Bir yandan da aşağıda duran arkadaşına laf yetiştiriyordu.
- Şunu kesip atayım da hemen geliyorum.
Arkadaşı tamam manasında başını sallayıp, uykuda yürüyormuş edasıyla oradan uzaklaştı.Gidip gitmeme ko-
nusunda kararsız olan Ali, son konuşmalarla duraklamış, parlayan kara gözleriyle yerine iyice yerleşmişti. Artık
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
14
oynayan çocukları unutup, bütün dikkatini kesilip atılacak olan dala vermişti. Birden ürperen vücudu ona üşü-
düğünü hatırlatmıştı ama umursamadı. Her ne kadar yazdan kalma günler yaşansa da sonbahar artık gelip
çatmıştı. Anacığını hatırladı. Dün gece bulaşıkları yıkadıktan sonra ellerini ısıtabilmek için epeyce birbirine
sürtüp, kollarının altına sokmuştu. Üşüdüğünün fark edildiğini anlayınca da hemen mutfağa dönmüştü. Nasıl
olsa bu dal atılacaktı. Eğer eve götürebilirse en azından annesi birkaç gün rahatça ısınabilirdi. Kim bilir nasılda
sevinirdi! Zaten güzel olan yüzü gülümseyince daha da güzelleşiyordu. Onu öyle görmenin yerini, kasa dibi
olmayan sağlam bir elma, hatta sıcak taze ekmek bile tutamazdı.
Kendiside, sobanın yarı kararmış küçük penceresinden yanan ateşi seyretmeye bayılırdı. Ama bu her zaman
olmuyordu.
Belli belirsiz tebessümünü gürültüyle yıkılan dal bozmuştu. Yerden kalkan toz ve kurumuş yaprak parçaları
nefesini tıkamıştı.
Ağaçtan inen adam, irice dalı yolu kapatmaması için kenara çekti. Alelacele hareketlerle malzemelerini top-
layıp eve doğru yöneldi. Ali gidip dalı istemeye karar vermişti ki, sonra bunun iyi bir fikir olmadığını düşünüp
vazgeçti. Yüzünü gözünü ovuşturup tüm bunların hesabını yaparken, misket oynayan çocuklar çoktan dağıl-
mıştı. Şimdi sokakta yalnız kendisi ve dal kalmıştı. Biraz bekledikten sonra bütün cesaretini toplayıp, etrafla
beraber camları da kontrol etti. Beline bolca gelen pantolonunu sıkılayıp ilerlemeye başladı. Yerdeki ağacın
kalınca uzantısından tutup yokladı. Kaldıramayacağı kadar büyüktü ama sürükleyerek götürebilirdi. Kuvvetini
toplayıp asılmaya başlayınca yanılmadığını anladı. Çekebiliyordu. Fakat hızlanmalı, mümkün oldukça buradan
çabuk uzaklaşmalıydı. Asfalta sürten yaprakların çığlıkları sokakta yankılanırken, sessiz olmaları için yalvaran
gözlerle bakıyordu Ali.
Soluk alıp verdikçe kalbi şakaklarıyla birleşmiş sanki aynı yerde atıyordu. Sırtındaki giysi ince olmasına rağmen
daha şimdiden ter içinde kalmıştı.
Sadece birkaç ev geçmişti ki arkasından gelen kara yağız adamın sesiyle olduğu yere çakıldı.
- Çabuk bırak onu. Oynayacak bir şey bulamadın mı?
Avucunda tuttuğu dal değil de sanki kor parçasıymış gibi elini çekti. Ne sesin sahibine dönmeye nede adım
atmaya güç bulabildi. İlikleri donmuştu. Vücudunda bir yerler acıyordu ama tam olarak neresi olduğunu bile-
miyordu! Çocuğun hareketsizliği adamı iyice kızdırmış olmalıydı ki, daha öfkeli şekilde sözlerini yineledi. Ali
yutkunmak istedi ama ağzında bir damla bile ıslaklık bulamadı. Artık yapacak tek şey kalmıştı. Küçük göğsünü
alabildiği kadar solukla doldurup, yayından çıkmış ok gibi koşmaya başladı. Hızlandıkça rüzgâr yüzünde tokat
etkisi yapsa da onu gururunun kırıldığı kadar incitmiyordu. Ayakları bütün hıncını yerden almak ister gibiydi.
Düşmüş omuzlarını kimseye göstermeden gözden kayboldu.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
15
Oğuzhan ÇOKLÜ - Ömer Faruk ALAZ
UNUTULMAYA YÜZ TUTMUŞ MESLEKLER
ÇömlekçilikÇömlek, topraktan yapılan ve pişirilerek sağlamlaştırılan kaplara denir. Bu eşyaları satan esnafa çömlekçi
denir. Çömlekçilik, Anadolu’da Cilalılaş devrinden beri bilinen bir uğraştır. Özellikle Mersin, Çatalhöyük,
Hacılar, Kültepe ve Boğazköy çömlekleriyle ünlü beldelerdir. Günümüzde bilinen en eski çanak çöm-
lek örnekleri, Çatalhöyük’te bulunan ve yaklaşık 9000 yıl öncesine ait seramiklerdir. Çömlekçiliğin geli-
şimi ise ilerleyen zamanlarda olmuştur.12.yy’ da Ortadoğu’daki çömlekçiler, çömleklerin sır maddesini
kil hamuruyla karıştırıp saydam ve yumuşak porselen yapımını denemişlerdir. Anadolu’da çömlekçilik
çok yaygın bir meslekti ancak orta ve üst gelir grupları, kalaylanmış bakır kap kullanırdı. Eskiden Bayezid
Meydanı’nda da bir sıra çömlekçi dükkânı vardı. Toprak kapların yerini zamanla bakır ve benzeri madeni
kaplar aldı. Ama çömlek özellikle kırsal yörelerde günümüzde de hâlâ kullanılıyor.
Röportaj
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
16
Yerleşik hayata geçmeleriyle birlikte Türklerin hayatında taşın önemli bir yeri olmuştur. Taş yalnızca yapım aşamasında değil, iç ve dış dekorasyonda da ana malzemeyi teşkil etmektedir. Selçuklulardan başlaya-rak Türkler, taşı sanatkârane bir şekilde işlemeye, kemer ve nakış süslemeye büyük önem vermişlerdir. Han, hamam ve kervansaraylarda, bugün bile hayranlıkla izlenen benzersiz örnekler ortaya koymuşlardır. Taş işçiliğinin en güzel örneklerini, Anadolu Selçuklu, Beylikler, Osmanlı Devri mimarisinde görmek mümkündür. Taş işçiliğini anıtsal taç kapılarda, şehir, saray duvarlarında, cami, medrese gibi yapıların avlu ve ana ka-pılarında, sütun başlıklarında, minare şerefelerinde, mihraplarda, minberlerde, çeşmelerde, sebillerde ve şadırvanlarda görmek mümkündür.
Geometrik örgüler, geçmeler, bitkisel bezemeler, alçak - yüksek kabartma hayvan figürleri en çok rastla-nan bezemelerdir. Mimaride kullanılan tuğlalarla da duvarları değişik şekillerde işlemişlerdir. Bu süslemeler daha çok açık- koyu renkli tuğlaların geometrik şekillerde yerleştirilmesi ile gerçekleşmektedir. Cami, türbe, kale gibi yapıtların dış duvar örgülerinde güzel örnekleri görülmektedir. Günümüzde hem taşın öneminin azalması hem de “sanatkâr” bakışın kaybolmasıyla birlikte taş işçiliği de giderek azalmaktadır.
Taş İşçiliği
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
17
Kaşıkçılık
Semercilik
Kaşıkçılık, Anadolu’nun bazı yörelerinde günümüzde de sürdürülen el sanatlarındandır. Özellikle Konya’da Selçuklular döneminden bu yana sürdürülen tahta kaşık yapımı birçok ilimizde devam etmektedir. Anadolu’da ilk kaşığa Çatalhöyük ve Hacılar’ da rastlanmıştır(M.Ö. 7-6 bin yıl). Kaşıklar Anadolu’da yapıldıkları malzemeye göre adlandırılır. Tahta kaşık yapımında genellikle şimşir, meşe veya armut gibi ağaçlar kullanılır. Küçük keser, törpü yardımıyla şekillendirilen kaşıklar genellikle Akseki, Gediz, Taraklı bucaklarında yapılır.
Önce topraktan yapılan kaşıklar daha sonra tahtadan ve madenden yapılmaya başlanmıştır. Anadolu’da kaşıkları ile ünlü merkezler; Konya, Akseki, Kas, Geyve, Taraklı, Bolu, Kastamonu, Ber-gama, Bursa, Eskişehir, Anamur, Silifke olarak sayılabilir.
Günümüzde yemek kaşıkları yanında süs, oyun kaşıkları da yapılmaktadır. Zımpara ile temizlenen kaşıklar üzerine çeşitli resimler, bezemeler, yazılar basılıp, boyanır cilalanarak satışa sunulmaktadır.
Semer, yük ve binek hayvanı olarak kullanılan at, eşek ve katır gibi hayvanların taşıyacakları yükün hayvanın sırtına zarar vermemesi için ağaç iskelet üzerine deri ile keçe arasına kamış otları dol-durulup sarılarak dikilen eşyadır. Çok özen ister.Dengesiz yapılmış bir semer hayvanın sırtının yara-lanmasına neden olur. Çok eskiden beri süregelen ata yadigârı bir meslektir. Günümüzde birçok şehirde yalnızca birkaç semerci ustası kalmıştır. Semercilik Beypazarı’nda sadece bir tane semer ustası tarafından yapılmaktadır. En genç semer ustaları ne yazık ki, 60 yaşlarındadır. Semercilik de tıpkı miskçilik, kaşıkçılık gibi unutulmaya yüz tutmuş, artık çırak alamayan mesleklerdendir.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
18
Nalbantlık
Miskçilik
Binek hayvanlarının tırnakları zamanla aşındığı için tırnakların aşınmasını engellemek amacıyla hayvanların ayaklarının altına çakılan şeye nal denilir. Nal çakma işlemini yapana nalbant ismi verilir.
Binek hayvanlarına bağlı olarak ortaya çıkmış bir zanaat olan nalbantlığın demircilikle birlikte ge-liştiği söylenir. Orta Asya’dan beri bilindiği tahmin edilmektedir. Motorlu araçların pek yaygın olma-dığı zamanlarda en çok tutulan mesleklerden biri olan nalbantlığın köylerde itibarı çoktu.
Kurtuluş Savaşı’nda Türk ordusunda taşımacılık yapacak kamyon gibi araçlar olmadığından, mü-himmat hayvanlarla taşınılıyordu. Taşıma işini kağnılarla çeşitli hayvanlar yapıyordu. Binlerce öküz, at, eşek ve katır cepheye silah, yiyecek ve mühimmat taşırken, bu hayvanları nallayacak nalbant zor bulunurdu. Nalsızlıktan hayvanların ayakları yara olurdu. Bunun için Büyük Taarruz’dan önce Konya’da ordunun ihtiyacı için, geçici bir süre nalbant okulu açılmıştı. İşi öğrenenler de uygulamalı sınavı başarı ile geçince diploma alırdı.
Miskçilik, iki kapaklı dört tarafı cam bir kutu içine yerleştirilmiş küçük şişelerde misk(parfüm) satma işidir. Misk satıcıları Osmanlı’nın parfümcüleridir ve ilk miskçiler aktarlardır. Aktarlar ilaçlar hazırlayıp, bunların yapılmasında kullanılan hayvansal bitkisel ve madensel mal-zemelerin yanı sıra kokulu sular, uçucu yağlar, kına, el ve yüz yağları satarlardı. Miskçiler genellikle köy, kasaba ve şehirlerin pazar yerlerinde, kahvehane, lokanta gibi yerlerde dolaşır; belli ücret karşılığında bir miktar esansı bir enjektör aracılıyla müşterilerin üzerine püskürtürlerdi. Beden üzerinde kullanılacak parfüm kadar, Osmanlı toplumunun alışkan-lıklarına uygun çeşitli kokulu malzemelerin satışını da yaparlardı. Miskçiliğin diğer isimleri ambercilik ve ıtriyattır. Miskçiliğin dev bir sektöre dönüştüğü günümüzde, eski tip miskle-re ve miskçilere çok az rastlanmaktadır.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
19
Yasin HATİPOĞLU
Siir
ERGENLİK KASİDESİOkuLLaR achıLdı qeNe
YataMıyoz aqShama qaDaR evDe
DuRumLarımı beqeNiR misiN Face’de?
HayaT choq zoR xDé
BeqenMeDiN duRumuMu
KaRshıLıqLı yapaRım YoRumuMu
YeNi aLdıM caNoN’umu
FotoLaRı “FoR”LaDım xDé
QanQa iLişKi duRuMu yApaLım mı?
Niye kaLdıRdıN yoRumLaRımı?
BuNu Da quzeNiN mi YazDı?
Fame qözLüqü aLdım xDé
TweetLeRimi RT edeR misin?
BaNa foLLeweR kasaR mısıN?
KaRşıLıkLı Fav. ataR MısıN?
PopüLeR Hesap oLcaM xDé
EtiketLe pHeNi FotoLaRda
DoquM qüNüMü qutLa DuvaRımDa
MutLuLuqLaR DiLe iLişKi duRumuMda
AboNem oL taqLım Xdé
Bu akŞaM MsN’de Cam AçaK
SMS vaR mı? MesajLaşaK?
ÖLeK Mi paNpa? N’apaK?
UfF saNaNe Be saLaK .s .s
SaRseRy_weLet DeR qi
KanKi yaKıosuN HaNy
PheNin NicKim CRaZy
EdeRim DeLy xDé
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
20
Merve Nur BOZKURT – Furkan ESMERER
EFNAN ARSLAN-11 F
Sınıfımızın en baba öğrencisidir. Kahkahaları ile hepimizi neşelendirir. Eczacı olmayı kafaya koymuştur; ancak kendine dükkân açacak bir ortak aramaktadır. Fanatik Galatasaraylıdır.
ENES GÜLHAN-11 B
Sınıfın devidir sinirlendiğini bir kez gören olmamıştır, eğlencelidir ve geleceğin büyük makine mühendisi olan arkada-şımız ömrünü masa tenisine verenlerdendir.
MERVE NUR BOZKURT-11 F
Nerdeyse doğduğundan beri Edebiyat Kulübü mensubu olan arkadaşımız bu sevdadan bir türlü vazgeçememiştir. Sını-fımızın el yazısı en güzel öğrencisidir. Kalemlere olan tutkusu kalemliğinin boyutundan anlaşılmaktadır.
FATİH TAŞÇI-11 F
Diğer adı “Bay Muhalefet”tir. Her zaman her yerde bir muhalefetin bulunmasının faydalı olacağını söyleyen arkada-şımız, çantasında kalem, silgi, uç gibi yazı yazmaya yarayan eşyaları bulundurmaz. Bunları arkadaşlarından almayı huy edinmiştir.
MERVE SENA KESKİN-11 B
Ev ödevleri ondan sorulur. Çok düzenli not tutar. Simetri takıntısı vardır. Kollarına takamayacağı hiçbir şey yoktur, bilekliklere özel bir tutkusu vardır.
KAĞAN EROL-11 B
Sınavlarda bu sene üstün başarılar sergilemiştir; ama sınavlarda düşük alsa bile yine sınıfın en mutlu öğrencisi odur. Müzik duyduğunda dayanamaz, hemen dansını koyar ortaya… Ömrünü masa tenisine adayanlardan biri de odur.
EBRAR ALTINALAN-11 F
Okul formamızın lakosuna karşı bir antipatisi vardır. Fakat sınıfımızın en şık öğrencilerindendir. Çanta ve aksesuarların-da “Style Islam” çizgileri görülür. Ananas ve çikolatan asla vazgeçemez. “Ona her yer Trabzon’dur.”
KAMİL GÜLYAZ -11 B
Uçuk bir kişiliği vardır. Sorarsanız parmakla gösterebileceğimiz nadir insanlardandır. Yanında durmanız bile onun için gülme sebebidir.3 yıldır tamir ettirmediği kırık gözlüğü ile bir bütündür. Giydiği kırmızı pantolonu, fularlı tişörtü ve dikili saçları ile okulumuzun en şıkları listesinde yer alır.
11. SINIFLAR GÜNLÜGÜ
MUHAMMET KESKİN-11 B
Mafya gibi adamdır, seçimsiz okul başkanı olmuştur. Bütün adayların oylamadan çekilmesi hala merak konusudur. Öğretmenlerle konuşurken çok efendi biri olur. Kalemleri yoktur ancak kalem almaktansa sınıftaki arkadaşlarının kalemlerini kullanmayı tercih eder. Bütün kitaplarında, oturduğu tüm sıralarda MK damgasını görmeniz mümkündür.
FEYZANUR TÜLÜM-11 F
11 Fen sınıfının daimi üyesi arkadaşımız neredeyse tatillere dahi okula gelecektir. Okulumuzda yürütülen Yakamoz Şiir Akşamı çalışmalarının vazgeçilmez üyelerinden birisidir.
Günlük
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
21
FURKAN ESMERER-11 B
Sınıfın en hoparlör sesidir. Herkes onu ayakkabılarındaki açık bağcıklarla tanır... Eşi benzeri bulunmayan bir mizah an-layışı vardır. Konuşmasında kullandığı tabirler etkileyicidir. Çizgi film ve animasyon filmleri çok sever. Bunların dışında hırsızların azılı düşmanıdır. Londra’da çaldırdığı 1200 TL ve İstanbul’da çaldırdığı telefon onun için kötü olsa gerek…
BAHAR DOĞAN-11 B
Lakabı Rakçı Bahar’ dır. Çok çalışmasına rağmen ne istediğini bilmeden çalışır. Hedeflediği bölüm belli değildir. Kış aylarında bile kısa kollu giyen tek kişi odur.
YASİN HATİPOĞLU-11 F
11 Fen kervanına katılan en yeni üyedir. Yurtta kalmaktadır ve bunu sık sık dillendirir. Derse her gün farklı sebepler-den dolayı geç kalmayı adet edinmiştir. Her ne kadar kendisi kabul etmese de sınıfımızın en çok konuşan öğrencisidir. Tenefüslerde türkü söylemek en önemli hobisidir. Mimar olmak isteyen arkadaşımız, fantastik öyküler yazıp, fantastik çizimler yapmaktadır.
FARUK KARAGÖZOĞLU-11 B
Böyle güzel espriler yapan birini ömrü hayatınızda görmemişsinizdir. Çok masum görünür. Duvarlara yazı yazıp polis-ten kaçan, iyi bir arkadaştır. Sakin kişiliklidir, ömrünü masa tenisine verenlerden biri de odur.
ŞURA CÖNE -11 B
Kıyafetlerini düz giymekten pek hoşlanmaz. Modanın kalbinin ters giymekten geçtiğine inanır. Çocuk doktoru olmayı istemektedir, çünkü arkadaşımız çocukları çok sever.
AYŞE DİLARA CANBEK-11 F
Kendine sık sık “Benim fen sınıfında ne işin var?” diye soran arkadaşımız, her dersi defterlerindeki eksikleri tamam-layarak geçirir. Sınavlar hakkındaki şu felsefesi düşündürücüdür; Sınav kolaysa çok çalışmaya gerek yok, zorsa zaten çalışmaya hiç gerek yok…
MEHMET UÇAR- 11 B
Derslerde ondan sessizi yoktur ama tenefüste arkadaşımızın havasından geçilmez. Dışarıdan soğuk gözükse de aslında çok farklı bir kişiliğe sahiptir.
BÜŞRA OKUYAR -11 B
11 Fen sınıfının daimi üyesi arkadaşımız neredeyse tatillere dahi okula gelecektir. Okulumuzda yürütülen Yakamoz Şiir Akşamı çalışmalarının vazgeçilmez üyelerinden birisidir.
HABİBE HIŞIR-11 B
Sağa sola bir şeyler atmaktan adeta nişancı olan arkadaşımızı, seneye olimpiyatlara göndermeyi düşünmekteyiz. Ayrı-ca kalem bozmakta da üstüne yoktur.
ZEYNEP DEMİRHAN-11 F
El yazısı mikro boyutta olan arkadaşımız, tıp okumayı çok istemektedir. Böcek gibi her türlü minik canlıdan nefret eden arkadaşımız, köpekleri çok sever. Zeheb grubunun daimi üyelerindendir. Tam bir Trabzonludur.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
22
Ayşe Nur KESECEK
Röportaj
Ayşe Nur KESECEK: Kendinizden biraz bahseder misiniz?
Kamil NAZİK: Maraşlıyım. Maraş’ta Zekeriya GÜVENEN hocanın yanında Arapça yazı ve hat yazmaya başladım. Hocam 1960’ larda vefat etti. Vefat edince ben yeni yazı da bilmiyordum. Zannediyorum 15 yaşına gelmiştim. Oranın büyük bir ca-misi var, Ulu Camii, orada namaz kılıp çıkmıştım. Hocamın Adana’da askerlik yapan oğlu, izin günüymüş herhalde, Adana’dan Maraş’a gelmiş beni görünce:
“Ne yapıyorsun Kamil?” dedi, ben de:
- Hiçbir şey yaptığım yok, aralıktayım işte geziyorum, dedim. O da tuttu elimden, o günün zenginlerinden dayısı Hacı Ah-
met PAKDİL vardı onun yanına götürdü. O, imam hatibe yazdı-racaktı beni. İlkokul diploması istedi. Ben de zannediyorum ki
ilkokul diploması pazardan alınıyor. Neyse öylece başladık oku-maya. Bir sene sonra ilkokul diplomasını aldım ama yaşım geçtiği
için beni imam hatibe almadılar. Sonra dışarıdan bitirdim
imam hatibin orta kısmını. Liseyi Pertevniyal Lisesi’nde okudum. Li-seden sonra Jeofizik yüksek mühendisliğine girdim,orada okudum.Birkaç sene
jeo fizik mühendisliği yaptım ardından ayrıldım.Bir dönem lisede matematik-fizik öğretmenliği yaptım.Oradan da ayrılıp gazetecilik yapmaya başladım -köşe yazarı olarak-.Sonra 1999’da oradan da ayrılarak emekli oldum.Burada 12-13 senedir hat öğretimiyle uğraşıyorum.
Ayşe Nur KESECEK: Sizce hat nedir?
Kamil NAZİK: Bir ayakkabıcının gayesi neyse duvar örmenin maksadı neyse bunlar hepsi içinde bir sanattır. Bunlar insanların maddi yönlerine bakan şeylerdir. Mesela bir
insan ayakkabı giyemese ayağı yalın kalır, bunlar işin maddi tarafıdır. Bir de manevi tarafı var. İnsanların manevi tarafı görünmeyen tarafıdır. Birisiyle evleniyorsunuz 10-20 sene sonra birbirinizi anlayamayıp ayrılıyorsunuz. Bir insanı anlamak çok zordur. Hele ki insanın kendisini anlaması daha zor-dur. Eskilerin bir sözü vardır:
“Nefsini bilen Rabbini de bilir.”Nefsini bilmek çok önemli bir şeydir. Nefse ait bir örnek vereyim size:
Öğrenciler buraya geliyorlar hattat olmak için. Biz de iyi ol diyoruz, başlatıyoruz-para da almıyoruz-bir alıyor dersi, iki alıyor sonra çekip gidiyor, buralardan da geçmiyor hoca görmesin diye. Bu nedir? Nefsini bilmemektir. Bir talebemiz var-dı. Lisede edebiyat öğretmenliği yapmış. Ben hat öğreneceğim, dedi. Ben de hat sanatı başka bir sanata benzemez ince bir sanattır, dedim. Kıl kadar hata hatadır, kıl kadar fazlalık fazladır,kıl kadar eksiklik eksikliktir.O da hocam ben zor işi severim ,dedi.Biz de başta kağıt ve kalem ücreti olarak 35 lira aldık.Sonradan yanıma geldi ve bana hocam ben ne zor işe çatmışım, dedi.Ben de ben sana söylemiştim ,dedim.İşte insan kendini bilmiyor.Sanat,insanı kendini bilmeye davet ediyor.Allah-u Teala Kuran-ı Kerim’de bildirmiş:Namaz insanları kötülükten uzaklaştırır.Eğer bir insan namaz kılıyor ve haram işliyorsa onun namazında hayır yok eğer namazında hayır olsaydı kendine bir faydası olurdu.Allah-u Teala yalan mı söylüyor.Haşa,o adamın namazının ona faydası olup nefsini kötülüklerden çekmesi lazım.Eğer fayda etmiyorsa o adamın namazı namaz değildir.Sanat da böyledir.Sanatın iki yönü vardır:
HATTAT KAMİL NAZİK İLE...
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
23
1.Dışa Bakan Yönü: Amacı başkalarını oyalamaktır. Bir hattat yazı yazar. Bu onun görünen tarafıdır. Bir de görünmeyen tarafı vardır. Bu da:
2.İçe Dönük Yönü: Amacı düşünen insanlara yol göstermektir. Gözle görülmeyen manevi cephesidir. İşte namazın görülen tarafı abdest almak, eğilmek, kalkmaktır. Ama namazın gayesi insanı iç dünyasıyla terbiye etmek.Sanat da böyledir,insanı iç dünyasıyla terbiye eder.Sanat içe doğru bir fetihtir.Ne diyor bir hadis-i kutside:Ben kainata sığmam,insanların gönül-lerine sığarım.İşte bizim manevi hayatımız çok büyüktür,manevi hayatımızda sanat bize yol almayı,dereceler kat etmeyi sağlar.Eğer biz derece kat edemiyorsak o sanatı anlamıyoruz demektir.Benim bir sözüm var çok önemli ama anlaşılma-yabilir:
“SANAT İNSAN İLE YARATICI ARASINDA GÖRÜNEN BİR YOL, SONRA GEÇİLEN BİR KÖPRÜDÜR.
YOLU BU KÖPRÜYE VARAMAMIŞ İNSANLAR, KÂİNATI ALGILAMADAN DUAYLA ÖLÜRLER.”Sanat o kadar önemli ki bir söz var:
“Cenab-ı Hakk’a varmak için evvela dünyadan vazgeçmek, ikincisi ahiretten vazgeçmek gerekir. Üçüncü adımda Cenab-ı Hakk’a varılır.”Sanat, insanla Yaratan arasında bir yoldur. Bu yolda Allah’a varmak için yürünür. Eğer o sanat kişiyi Allah’a götürmüyorsa o adam sanatkâr değildir. Sanatı ve sanatın gayesini anlamamıştır. Demek ki sanatın gayesi insanı terbiye etmektir. İnsanın aczini kendisine göstermektir. Bir örnek vereyim:
Yıl 2000.Çini üzerine yazacağım bir yazı.67 gün kaldım. Benim yanıma da dört beş tane kız verildi. Bunlara hadifiye işçisi deniyor. Kızlar dediler ki hocam yazacağımız yazı 50 metre civarında. Bağcılar’da Göztepe Camii’ne fetih suresi yazıyo-ruz. Uzun olduğu için iki yere imza atmışız. Dediler ki hocam birini kaldıralım, kaldırdık sonra orada boşluk oluştu. O boşluğu doldurmak için 3-4 saat uğraştım. Çünkü yazının bir dizaynı var. İşte o dizaynda bir bozulma olmuştu. Düzelte-yim deyince de sabahtan öğlene kadar uğraştım. Kütahya’da bir gün bağda su içmek için durmuştum bir çiçeğin başında çeşitli renk ve incelik vardı. Onu görünce kendime baktım ve ben bir bozulma için kaç saat uğraşıyorum, bir de Allah’ın kudretine bak. Orada kendi acizliğimi gördüm. İşte sanat, insana aczini gösteriyor. Sanat, insana hiçliğini gösteriyor. İşte sanat bu.
Ayşe Nur KESECEK: Bu işe ne zaman başladınız?
Kamil NAZİK: Gazetecilik yapıp emekli olduktan sonra 1999 yılında hat öğretmeye başladım.
Ayşe Nur KESECEK: Ailenizde hat sanatıyla ilgilenen başka biri var mı?
Kamil NAZİK: Hayır, ailemde benden başka kimse hat ile ilgilenmiyor.
Ayşe Nur KESECEK: Başka bir sanat dalıyla ilgileniyor musunuz?
Kamil NAZİK: Hayır, başka bir sanat dalıyla ilgilenmiyorum ama hat öğreticiliğinden önce birkaç meslekle daha uğraş-mıştım.
Ayşe Nur KESECEK: Sizden sonra sizin gibi hat sanatını devam ettirebilecek biri var mı?
Kamil NAZİK: Biz burada 1999’dan beri ücretsiz hat dersi veriyoruz eğer o öğrencilerimden çıkarsa olabilir.
Ayşe Nur KESECEK: Son olarak gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
24
Kamil NAZİK: Evvela kendime, sonra herkese şöyle di-yorum: Geçmişi bırak, gelecek ise daha gelmemiştir. Senin tasarrufunda da değildir. Sen ona hâkim değil-sin. O daha gelmediğinden senin için ya var ya da yok-tur. O halde yaşadığın ve nefes aldığın şu anı düşün. Senin elinde yapacak bir şey yoktur. Ne yapacaksan yaşadığın bu anda yapacaksın.Geleceğin şekillenmesi bu andan çizilecektir.Bu anı ölü geçirirsen geleceğin de ölüdür.Bu anı boş geçirirsen geleceğin de boş-tur. Kendi geleceğinin mimarı,mühendisi,kurucusu sensin.Yıkıcısı da sensin.Başka kimseyi arama.Bu anı olanca gücünle değerlendir ki,şayet geleceğe dair bir ömrün varsa,o sana gülümseyerek gelsin.Öyleyse ey genç!Hislerden,boş işlerden,sınırlarını muhakemen al-tına alamadığın hayallerden sıyrıl,aklı kendine rehber et.Fakat mücadele ve mücadele akıldan önce gelir.Amma akılsız hiçbir şey olmaz.
Akıldan istifade etmek için onu yedi hasletle kuşat-malıyız ki onun doğru yüzü bize yönelmiş olsun:
1.Aklı tefekküre bağlamadıkça,
2.İlim ve irfanla takviye etmedikçe,
3.Geçmişi bilmeye geleceği anlamaya zorlamadıkça,
4.Tecrübe ve bilgiyle geliştirip olayların görünen yüzünden ziyade, görünmeyen tarafına yönlendirmedikçe,
5.Hislerden, zararlı muamelelerden arındırmadıkça,
6.Akla zarar veren iptilalardan yine onu akılla çekip almadıkça,
7.Merhamet ve vicdanla donatmadıkça üzerinde yükseldiği bedeni ziyan eder.
Öyle akılsız çalışkanlar gördüm ki, nice akıllı tembellerin üzerine basıp geçtiler, onların bedenlerinin üzerinde saltanat kurdular. Demek ki tembelde bulunan akıl hiçbir işe yaramaz. Sadece sahibine düzenbazlık ve hilekârlık öğretir ve ko-laydan elde etmeyi teşvik eder.
Ey!Kabiliyetim var mı yok mu diye soran adam!..Mücadele ve mücahede akıldan önce geldiği gibi,çalışkanlık da kabili-yetten önce gelir.Sevgi çalışmayı,çalışmak kabiliyeti doğurur.Ey genç adam!...
Tembelliğini gizlemek için kabiliyetim yok diye kendine yalan söyleme. Başarının sırrı ancak çalışmaktadır, illa çalışmak-tadır. Daha yükseğe, daha yükseğe çıkmak kabiliyeti değil çalışmayı gerektirir. Kabiliyet denilen şey köksüz bir yalandır.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
25
ArastırmaMerve Nur BOZKURT
SakınTerk-i Edepten
Bir sanat, hikmet ve tefekkür şairi olan Nâbi’nin asıl ismi Yusuf’tur. Urfalıdır. Tahsiline Urfa’da bulunan mahalle mektebinde başlamış ve medresede devam etmiştir. Urfa sınırları ona dar gelmeye başlayınca rotasını İstanbul’a çe-virmiş ve 18 –19 yaşlarında İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da geçimini sağlayabilmek için Musahip Mustafa Paşa’ya inti-sap etmiştir. Peki, İntisap nedir? Bu bir çeşit sponsorluk mü-essesesidir. Yani o zamanlarda insanlar bulundukları ma-kamlarının haysiyetini korumak için sanatçılara sponsorluk eder, onların her türlü giderlerini karşılarlarmış. Nâbi ise İstanbul’a varınca Mustafa Paşa’ya gelmiş, “Bir garibim ce-
nabına geldim / Bin ümit ile babına geldim” diye başlayan şiirini söyleyerek intisap etmiştir. Daha sonra Nâbi, devlet hizmetine girmeyi başararak, Musahip Mustafa Paşa’nın yanında uzun yıllar yaşamıştır. Nâbi artık orta yaşlı bir kul olunca İstanbul’da bir veba salgını peyda olmuş, bu sebep-le Halep’e taşınmıştır. Ancak Halep’e taşınmasının ardın-da yatan birçok sebep vardır. Nâbi, İstanbul’un dolayısıyla Devlet-i Ali’nin pek karışık olduğu bir zamanda yaşamıştır. Öylesine ince ruhlu, zarif ve esprili bir şairin vebayı baha-ne ederek İstanbul’dan ayrılması gayet makul bir sebeptir. Halep’e gitmeden evvel IV. Mehmet(Avcı Mehmet) ona bir konak hediye etmiştir. Bu malikânenin bahçeler içinde çok güzel bir yer olduğu bu sebeple Halep’te hala oraya Bağ-ı Nâbi (Nâbi Mahallesi) dendiği söylenir. Halep’te 20 yıl ka-dar yaşar. 1642’de başlayan yaşamı, ömrünün son 2 yılını geçirdiği İstanbul’da 1712’de biter. Kabri Üsküdar’daki Ka-racaahmet Mezarlığı’ndadır. Nâbi’nin karakteri hakkında kısa bir fikir edinmek için yaşamından kısa kesitlere, birkaç beyitine ve ismine bakmak yeterlidir. Mesela Nâbi ne anla-ma gelir, Nâbi adı Yusuf iken neden bir isme daha ihtiyaç duymuştur? Bu hususu anlamak için Nâbi’nin eşsiz bir beyi-tine bakmak gereklidir: ““Bende yok sabr-ü sükûn, sende vefadan zerre / İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre.”
(Bende sabır, sükûnet, sende de vefanın zerresi yok; iki yoktan ne çıkar düşünelim bir kere )
Bilindiği gibi “Nâ” ve “Bi” edatları, Farsça ve Arapçada olumsuzluk ekleridir. Önüne geldikleri kelimelere olum-suzluk anlamı katarlar. Mevcut, namevcut; günah, bigü-nah gibi. Bu iki yokluk bir araya gelip “Hiçlik-yokluk” anla-mına gelen Nâbi mahlası ortaya çıkmıştır. Nâbi’nin ismiyle ilgili bu ayrıntı bize çok önemli bir hususu hatırlatır. Varlık
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
26
kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce “Yokluk” elbisesini giymesi gerekir. Şair, aynı zaman-da hikemî tarzdaki şiirlerin ustasıydı. Bu sebeple ona Nâbi-i Pir de denilirdi. Eserlerinin tamamına yakınında, okuyucu-nun hocalığını üstlenip, ona yol göstermeyi kendisine gö-rev edinmişti. Daha önceden Nâbi’nin sanat, hikmet ve te-fekkür şairi olduğunu söylemiştik. Ona ait birçok hikmetli hikâyeler anlatılır. İşte onlardan biri: “Nâbi III. Ahmet’ten hacca gitmek için izin istemiş ve padişah da izni vermiş.-Hacdan dönüşte de hatıralarını anlatmak için “Tuhfetü’l Haremeyn” adlı eseri yazmıştır.- O zamanlarda hacca aylar-ca süren yolculuklarla, sürre alayı denilen kervanlarla gidi-liyormuş. Nâbi ve kervanı tam Medine’ye vardıklarında ak-şam olmuş. Selamımızı ertesi gün veririz deyip Medine’ye ertesi gün girme kararını almışlar. Nâbi ise o gece heyecan-dan uyuyamamış. O heyecandan uyuyamazken kervandaki birtakım insanların yatıp uyuduklarını, hatta bazılarının ayaklarını peygamberimizin kabri şeriflerine uzattıklarını görmüş. Yapılan saygısızlıktan dolayı çok üzülmüş ve 7 be-yitlik bir na’t söylemiş. O na’t şöyle başlamaktadır:
“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu.”
(Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allahu Teâlâ’nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teâlâ’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın makamıdır.)
Ertesi sabah kervan yola koyulmuş. Medine’ye yaklaştıkları sırada sabah ezanları okunmaya başlamış. Eskiden kandil gecelerinde ve cuma sabahlarında yahut cuma ezanından sonra insanlar ezanı umursamayıp, şeytana yenilirse diye ilahi okunurmuş. İşte Nâbi’nin kervanı tam da Medine’ye girmek üzereyken minarelerin hepsinden müezzinlerin okuduğu şu beyit duyulmuş:
“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu.”
Nâbi çok şaşırmış. Geçen gece kervandakiler edeplensin-ler de ayaklarını toplasınlar diye oracıkta söylediği şiiri Medine’deki minarelerden yankılanırken duymak kimi heyecanlandırmaz ki? Kervandakiler de pek şaşırmış, bir kısmı bize bu gece yazdığını söylemişti meğer daha önce yazmış derken, bir kısmı da Nâbi’nin geçen gece yazdığı şiirin nasıl olup da müezzinler tarafından okunduğunu merak etmişler ve hakikati öğrenmek için Nâbi ile birlikte müezzinlere sormuşlar. Müezzinlerin hepsi aynı cevabı ver-miş: “Gece efendimiz rüyamıza girdi ve sabahleyin bunu bize okumamızı söyledi.”
Hani kıssadan hisse derler ya Nâbi’nin bu anekdotunun üzerine söylenebilecek çok söz yok aslında. Bilhassa şu anda insanların hal ve tavırlarına bakarak Nâbi’ye bir edep abidesi denilebilir. Zaten ancak böyle bir zat Efendiler Efendisinin övgüsüne mazhar olabilir…
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
27
Yahya Ahmet DOĞANAY
İstanbulSabahın ışıkları vurunca pencereme,
Akrep döner, yelkovan döner, İstanbul’da başlar yepyeni bir gün.
İnceden bir meltem vurur yüzüme,
Kız kulesine dalarım Üsküdar sahilde.
Dolaşır dururum, ahşap konakların önünde.
Delik deşik surlar görünür, duygulanırım tarihle.
Minareler aşar bulutları, ezan yedi gök sema,
Topkapı bir başkadır, Resulü anıp okurum bir Fatiha.
Eyüp’te kuşlar bir başka öter,
Sabah ezanıyla birlikte.
İki rekât namaz bile bir başkadır,
Eyüp Camii’nde âlimlerle birlikte
Çıkıp giderim Ayasofya’ya
Dalıp giderim ecdada, tarihe
Üzülürüm biraz da aslında,
Ağlanacak halimize.
İstanbul bir başkadır,
Tarihi, maneviyatı,
Altı şehitler, âlimler.
Üstü masmavi deniz, yanında camiler.
Yahya Ahmet DOĞANAY
Siir
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
28
Feyzanur TÜLÜM
Hikâye
Mutlu sonla başlayan hikâyeydi bizimkisi… Bembeyaz bir sayfaya düşen ilk siyah leke günahı kadar kirliydi. Az önce nikâh masa-
sında “Evet” dediğin değil miydim ben? ”Evet” dediğim değil miydin sen? Şahidim değil miydi dost bildiğim düşman? Ne değişti
şimdi, ne kadar zaman geçti aradan? Ama çaresi yok! Alnıma yazıyı böyle yazmıştı Yaradan. Baktığımda gördüğüm kahretse de beni,
dondursa da bedenimi, susmalıydım şimdi. Kenarları dantelli beyaz mendilini öksürünce kan rengine boyayan hasta annem için, tek
kızının mutluluğuna bütün servetini feda etmeye hazır babam için gözyaşlarımı bu defa kalbime akıtmalıydım. Gördüğüm her şey
aslında hiçbir şeymiş gibi bana bakan suçlu iki çift gözün üzerine çektim kapıyı. Salona girerken üstüne basmamak için çabaladı-
ğım gelinliğimi çiğneye çiğneye indim heyecanla çıktığım merdivenlerden. Buğulu gözlerimi gören konuklar, mutluluktan ağlıyorum
sanırken benim için bundan sonra mutluluk kelimesi silinmişti lügatlardan. İçime düşen kıvılcımın giderek volkana dönüştüğü anları
yaşıyorken ben, o geliyordu, bana ben kadar tanıdıkken şimdi tanıyamadığım o yabancı adam usul usul gelip yanıma yanaştırıyordu
kurdelelerle süslenmiş sandalyeyi. Bir yanım bulutlarda yaşarken buz gibi öbür yanım güneşe yaklaşıyordu, yanıyordum. Bir yanım
kalabalığı yaşarken öbür yanım sessizliğimde boğuluyordu, çığlık çığlığa… Yıllardır beklediğim bugünün bir an önce bitmesini bu ka-
dar isteyeceğimi nereden bilebilirdim? Kulağıma böyle fısıldanmamıştı ki hayallerimi süsleyen ezgiler… Baş harflerimizin yan yana
yazıldığı arabaya binerken el sallayarak veda ediyordum aslında hiç ayrılmayacağım sevdiklerime ve oturuyordum az önce ayrıldığım
Ömer’imin yanına. Onunla birlikte yalnızlığı yaşayacağımız evimizin kapısını açarken, elleri titremiyordu bile. Açıklama yapmasını
beklerken ben, o sükûnetinden taviz vermiyordu ve volkanım patlıyordu artık:
BEN DESENİ
SEVİYORUM
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
29
– Konuş Ömer, konuş! Bir şey söyle, yanlış anladın de, ben değişmedim de; Ömer’im, ben de çaresizliğime çare olman için çok bek-
ledim Ömer, konuş artık yalvarırım konuş!
– Güzel gözlü Zeynep’im ben Ömer’im. Sen beni gözlerimden tanırsın bak, değişmedim ben, hiç vazgeçmedim senden. Ama n’olur bir
şey sorma, neden deme bana, nasıl deme sadece inan, sadakatime inan, sevgime inan, güven bana.
– Nasıl güveneyim Ömer, güzel dediğin gözler en büyük çirkinliğe şahit oldu. Tanırsın dediğin gözler başkasına bakıyordu. Hadi
Ömer’im, söyle ne işin vardı orada?
– Sorma Zeynep’im söyleyemem sana zorlama olmaz konuşamam.
– Suçlu başkasıymış gibi susma Ömer. Suçlu sensin.
Bir süre sadece gözlerimiz konuştuktan sonra Ömer’in gamzeli yanağında izi kalan, sessizliği bozan ellerim, tir tir titriyordu.
İçim acıyordu. Öyle çok acıyordu ki, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum bir iki hafta önce kahkaha attığım bu evde.
– Bak Ömer, burası bizim odamız olur. Burada da akşamları otururuz. Camın kenarında yağmuru izlerken kahvemizi yudumlarız, burası
da çocuk odası olur onun için süsleriz burayı.
– Tamam, Zeynep’im bir nefes al. Seninle birlikte olduktan sonra nerede ne yaptığımızın ne önemi var?
Kulağımda çınlayan sesler başımı döndürüyordu. Bu kadar basit olmamalıydı, böyle başlamamıştı bizim hikâyemiz, böyle bitmeme-
liydi. Canım yana yana çıkardım parmağımdan evlenmeden taktığım yüzüğümü.
– Ömer, bu yüzük çok güzelmiş. Aaa! Ama fiyatını görmemiştim, neyse biz diğer beğendiğimizi alalım.
– Olur, mu öyle şey Zeynep? Ver bakayım şunu bana. Lütfen bu yüzüğü paketler misiniz?
– Ama Ömer!
– Aması yok Zeynep’im senin için feda olsun her şeyim
– Ömer,
– Efendim Zeynep?
– Seni seviyorum.
– Ben de seni seviyorum.
Birkaç gün önce vitrinden aldığımız bu yüzüğü, önümde duran yarı dolu su bardağına hapsediyorken şimdi yüzüğün şıkırtısı kulağıma
kazınıyordu. Bu acı ritmi Ömer’in yüzüğü bardakla buluştuğu an bir kez daha dinledik.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
30
– Ömer,
– Efendim Zeynep?
Bu defa gözlerimi ondan kaçırarak:
– Senden nefret ediyorum Ömer.
O ise gözlerimin içine derin derin bakarak:
– Ben seni çok seviyorum Zeynep.
O gecenin son sözünü söyleyen Ömer oldu. Zaten sonumuzu getiren de o değil miydi? Sabah olduğunda her gün duyduğum kuş
sesleri yoktu artık benim için. Rüzgâr bile hüznü fısıldıyordu. Ömer ile birlikte eşyaların üstüne beyaz örtüleri çekiyorduk.
– Ömer,
– Efendim?
– Yarın.
– Tamam, bugün dilekçeleri yazarız.
– Babama ne diyeceğiz? Annemi ne yapacağız?
– Annen bilmeyecek. İyileşene kadar idare ederiz. Arada onlarla birlikte buraya geliriz, hiçbir şey olmamış gibi, anlamazlar.
– …
Öyle oldu, anlamadılar. Aradan iki yıl geçti. İki yıl böyle idare ettik. Annem büyük ölçüde iyileşmişti artık. Tam itirafların ihtilaflara
dönüşmesine cesaret etmişken bir gün babamın acile kaldırıldığı haberi ile sarsıldık. O güçlü çınar gözlerimizin önünde devriliyordu.
Doktorlar anlam veremiyordu. Çok sıkılmış, kendi kendisini hasta etmiş, diyorlardı. Bizdeki şaşkınlığa ve üzüntüye rağmen Ömer’in
doktorlardan daha çok şey biliyormuş gibi meraksızca davranması, şaşırtıyordu beni.Bir gece babam birdenbire fenalaştı. Doktorlar-
daki umutsuzluk ürkütüyordu bizi. Doktor Bey:
– Zeynep Hanım, babanız sizi görmek istiyor, bu onun son isteği olabilir, acele edin ve babanızı son anlarında mutlu edin lütfen.
Doktorun bu sözleri içime işlemişti. Babama giderken vedayı inkâr ediyordu adımlarım.
– Babam, söyle babam ne yapayın senin için? Ne istersin?
Daha önce ondan hiç duymadığım bir ses tonuyla ağır ağır konuşmaya başladı:
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
31
– Kızım, fazla zamanım yok. Beni iyi dinle. Önce şunu bil ki utanıyorum yüzüne bakmaya. Hayatını mahvettim senin. İçindeki boşluğun
sebebi benim. Düğün günü, Ömer o odada benim hatamı örtmeye çalışıyordu. Sana en yakın arkadaşınla ihanet eden Ömer değil,
bendim kızım. Annenin hastalığından bunalmayı bahane edip annene de sana da ihanet eden bendim. Ömer hem senin için hem
annen için tanık olduğu bu rezilliği örtmek istedi sadece. O odada Nazlı’ya hesap sorarken sana hesap vermesi gerekeceğini hiç
düşünmemişti belli ki. Annen hiçbir şey bilmedi, ne sizi ne de beni. Ona bir şey söylemeyin. Bilmedi, bilmesin. Senden beni affet-
meni beklemiyorum kızım. Ama Ömer’e haksızlık etme, o seni çok seviyor. Ne yaşarsan yaşa bundan sonra bunu hiç unutma.Üzerine
hastalık çökmüş yükü ağır biçare gibiydim. İşte içinin acıması da kan ağlaması da ne demekmiş asıl o zaman anladım. Bunu asla
unutmayacağım, baba.Sadece bu kadar söyleyebildim. Söyleyeceklerimi dinleyecek vakti dolmuştu babamın.Hastanenin o soğuk
odasından boş koridora çıkarken söylenen hiçbir şeyi duymuyordum. Zaten biraz sonra annemin çığlığı dolduracaktı koridoru. Yürü-
yordum, ayaklarım beni Ömer’ime götürüyordu. Zili çalarken ellerim yüzüğü çıkardığım günkü gibi titriyordu. Ömer’im kapıyı açınca
çaresizce sarıldım boynuna.
– Neden Ömer? Niye söylemedin bana?
Ben sana söyledim Zeynep. Sen duymadın. Gözlerime bak demiştim sana; çünkü gözlerim konuşuyordu. Sana senden hiç vazgeçme-
diğimi söylemiştim ya işte o zamanlar kendimden vazgeçmiştim ben senin için. Suçlu sensin demiştin ya bana, ben suçlu değildim
Zeynep. Sevdiğin için kendinden vazgeçmek…Bu adamı nasıl suçlamıştım ben? Ömer’imi nasıl yabancı gibi görmüştüm? Asıl suçlu
bendim.
Ömer,
– Efendim, Zeynep?
– Seni seviyorum.
– Ben de seni seviyorum Zeynep.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
32
Karlı dağların ardında
Güzel bir şehir olan Bolu’da
Mevsimlerden kış idi, kar, boran
Bu soğukta donar idi orada duran
Şartları zordur İstanbul’a göre
Suç işleyen cezasını burada göre
Payitahtta sultanın veziri idü Erol Paşa
İyi kullar ve yardımcılar gerekür başa
Erol Paşa ve Ayşa Hatun’dan oldu Kürşad
Disiplin ve ahlak ile yavrunu büyüt, yaşat
Kürşad’ın doğduğun duyan kâhin gelübdür
Görelim bakalım onlara ne deyübdür;
“İmdi duydum doğduğunu, hurilerle olduğunu
Erken söyleyeyim sizlere yolunun aşk olduğunu”
Sıtambul güzellerinin aklını başından alacağın sandılar
Büyüdüğü vakit onu, Bolu’ya mektebe yolladılar
Kürşat fen medarisinde uğraştı
İlimde, irfanda çok yollar aştı
Medresede bir hoca var idi, adı Neziha
Efendisi Semih mimarlık etti Bolu’ğa
Kızları var idi o da Banu
Kürşat görüp de beğendi onu
Banu da ona tutuldu
Kalbi güm güm atardu,
Birbirini severdi ikisi
Alında böyle yazılmış yazısı
Banu vü KürşadBanu Kürşad
Banu Kürşad
Banu
Kürşad
Yasin HATİPOĞLU
Siir
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
33
Söyleyemezlerdü ikisi de utanırlar
Sadece gizlice bakışırlar
İkisi de birbirinden emin oldu
Andan sonra kalbleri huzur doldu
İşte aşk böyledir, yaşamayan bilmez
Gözle de görülmez, ele de gelmez
Banu onu görmeyince olur ağlak
Kürşad yolladı ona bir gün ulak
Ulak verdi mektubu
Aldı çil çil altunu
Banu mektubu okuduğu dakka
Aldı eline divit ve hokka
Mektub mektubu oldu kovalar
Aşka ne eyler nice nice akıllar
Kökez suyu acıdur içilmez
Olacakla öleceğin önüne geçilmez
Buluşurlar idi gizliden
Görüldüler bilmeden
Öğrendi bunları Semih Beğ’ün adamı
Beğ düşündü; haber ulaştırsa mı?
Erol Paşa’ya da gönderdi haber
Karar verdiler ayırmağa beraber
Paşa beyi tayin etti Hasankeyf’e
Şimdi bakın paşadaki keyfe
Kürşad gittiklerini duydu ama ne çare
İstedi gidip babasının huzuruna ere
Gidip de babasına etti arzuhal
Babası “Oğlum” dedi “Bu nasıl hal?”
“Sen ki koca bir paşa evladı
Alacak dengi olmayan avradı!”
Banu Kürşad
Banu
Kürşad
Banu Kürşad
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
34
Söyleyemezlerdü ikisi de utanırlar
Sadece gizlice bakışırlar
İkisi de birbirinden emin oldu
Andan sonra kalbleri huzur doldu
İşte aşk böyledir, yaşamayan bilmez
Gözle de görülmez, ele de gelmez
Banu onu görmeyince olur ağlak
Kürşad yolladı ona bir gün ulak
Ulak verdi mektubu
Aldı çil çil altunu
Banu mektubu okuduğu dakka
Aldı eline divit ve hokka
Mektub mektubu oldu kovalar
Aşka ne eyler nice nice akıllar
Kökez suyu acıdur içilmez
Olacakla öleceğin önüne geçilmez
Buluşurlar idi gizliden
Görüldüler bilmeden
Öğrendi bunları Semih Beğ’ün adamı
Beğ düşündü; haber ulaştırsa mı?
Erol Paşa’ya da gönderdi haber
Karar verdiler ayırmağa beraber
Paşa beyi tayin etti Hasankeyf’e
Şimdi bakın paşadaki keyfe
Kürşad gittiklerini duydu ama ne çare
İstedi gidip babasının huzuruna ere
Gidip de babasına etti arzuhal
Babası “Oğlum” dedi “Bu nasıl hal?”
“Sen ki koca bir paşa evladı
Alacak dengi olmayan avradı!”
Kürşad aşkından sarardı soldu
Kararını verdi yollara koyuldu
Semih Beğ duyunca Kürşad’ın yollara düştüğünü
Söylemek gerekli mi aklına kötü fikirlerin üşüştüğünü
Semih Beğ kalkıp Acem’e Bağdat’a vardı
Bağdat büyük diyardır, orda bulunmaz sanırdı
Banu da Kürşad gibi hasrette
Ne gariptir herkes yanar bu dertte
Banu’nun içeri kan ağlar idi
Sevde veMeltem’e dert yanar idi
Kürşad sordu Hasankeyf’te, dediler “Gitti.”
Sonra Kürşad da Bağdat’a seyirtti
Bir gün Banu Kürşad’ı pencereden gördü
Gördüğüne inanmadı serap sandı üzüldü
Banu gerçek olduğunu öğrenip güldü
Sevinci kursağında babası yola düzüldü
İran’ı dahi aşıp vardılar ta Özbekistan’a
Kürşad da gitmekte o yana bu yana
Kürşad ne etti ne eyledi, izini sürdü yarın
Güzel günlere erecekti belki de yarın
Ulaştı bir gün Özbekistan’a
Gidip yerleşti bir hana
Özbek hakanı o civarda av avlardı
Dinlenmeye gittiği yer de o handı
Özbeklerin hükümdarı Buğrahan’dı
Kürşad’la yaşıt bir delikanlıydı
Bu ikisi karşılaştı, tanışıp eyleştiler
Kürşad dertlendi de ondan halleştiler
Buğrahan dinledi, üzüldü Kürşad’ın haline
Karar verdi yardımını esirgemeyecekti sevene
Banu Kürşad
Banu Kürşad
Banu
Kürşad
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
35
Arattı Banu’yu Semerkant ve Buhara’da
Semih Beğ de durdu, kaçamadı bu arada
Banu’yu ve ailesini buldu inzibatlar
Kürşad’a ulaştırdı Banu’yu akça atlar
Banu attan inip Kürşad’ın yanına geldi
Bu güzel kavuşma görülmeğe değer idi
Ağlaşıp gülüştüler
Tatlı tatlı söyleştiler
İkisi de ayrılıktan uzun ve içli dert yandı
İnsanların ırmak sandığı gözlerinden akandı
Semih Beğ pişman oldu onları ayırdığına
Günahını affetmesi için yalvardı Yaradan’a
Buğrahan hem sevindi hem sevap kazandı
Düğünlerini erkenden yapmağa karar kıldı
Bin koyun kesildi ve bin deve
Bin at sağıldı ve de bin düve
Düğünleri kırk gün sürdü, pek de ala
Sevenlerin yüzünü, güldürdü Hak Teâlâ
Buğrahan Kürşad’ı dost edindi hem vezir
Paşa oğlu da olur, olsa olsa vezir
Kürşad da Banu da affetmişti amma
Semih Beğ yine de gitti hacca
Kim kavuşan âşıklardan mutlu ki?
Hangi duygu aşktan daha kutlu ki?
Çöle aşkın damlası düşse çevirir orayı bahar yeşiline
Bir de gönüle düşerse çevirir hayatı tozpembesine
Mutlu oldular sonra bir zaman
Mutlu olana felek verir mi aman
Çinliler bastı bir gün Özbekistan’ı
Yıktılar bağı, bahçayı, gülistanı
Banu vüKürşad
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
36
Kaçırdılar çocukları vü kadınları
Çokça harap ettiler o diyarları
O savaşta kaçırdılar Banu’yu
Bu Kürşad’a içirmek demektir ağuyu
Buğrahan, askerleri ve Kürşad kuşandı silah
Girdiler Çin’e, diyerek: “Allah Allah”
Banu’yu sarayına hapsetmişlerdi imparatorun
İçine düşen ateş katbekat büyüğüydü korun
Kürşad kırk kişiyle bastı imparatorun sarayını
Kılıçtan geçirdi, askerlerin alayını
Kurtardı Banu’yu, ulaşıp zindanına
Bir daha ayrılmamak için el açtı Yaradanına
Kürşat dedi: “Rabbim Banu’yu bana bırak,
Ölürsek de uçmağa birlikte varak”
Bu dua güzel göründü yüce Yaradan’ın gözüne
Ömür verip onlara yaz katıp yazına güz kattı güzüne
Bundan sebeptür ki edindiler saadeti
Çocuğa karışıp yerine getirdiler âdeti
Nesilleri oldu hem ikisinden
Yaşadılar ömrü, en iyisinden
Herkese ışır aslında saadet güneşi
Ancak masallarda görülür bunun eşi
İkisine de Tanrı yüzer yıl ömür sürdürdü
Torunlarının torunlarını dahi gördürdü
Men bunları görüp de yazmışam
Onların da aşkına şahit olmuşam
Benim adım Turhan bin Yasin
Kim zorda âşık görürse yardım etsin
Sultanlar, hanlar otursun tahtlarına
Banu ile Kürşad da erdi muratlarına
Banu vü
Kürşad
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
37
DenemeMervenur BOZKURT
Nereden bilebilirdim ki, girdiğim kitap okuma yarışmasının kilometrelerce ötede, dünyanın nabzının attığı yer-de sonlanacağını? Simmder(Sancaktepe İmamhatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği) adlı derneğin bir siyer kitabı okuma yarışması yapacağını duyduğumda nasıl inanırdım çok değil birkaç ay sonra kendimi Cidde Havalimanı’nda buluvereceğimi? Gerçi şu anda dahi inanamıyorum ya Habibullah’ın bastığı topraklara bastığıma onun gül cemalinin değdiği yerlere secde ettiğime. Adeta bir rüyaydı ve her rüya gibi kısacık sürdü. Kendimi bir öğrenci kafilesiyle birlikte önce Sabiha Gökçen sonra Cidde Havalimanı’nda bulmam, Mekke’ye otobüsümüz ile varmam, Kâbe’yi gördüğüm ilk an ve benliğimin daha önce hiç tatmadığı manevi duygularla dolup dolup taşma-sı, kendimi Beytullah’ın etrafında sanki tılsım etkisiyle efsunlanmış gibi tavaf yapan insanların arasında bulmam, kana kana zemzem içmem, Medine’ye gitmem, Habib-i Zişan’ı ziyaret etmem ve tekrar kendimi Cidde’de hava-limanında bir uçağın cam kenarındaki koltuğunda oturuyorken bulmam ve daha sayamadığım birçok maceram göz açıp kapayıncaya kadar oluverdi. Şimdi size hangisini anlatsam, nereden başlasam, acaba duyduğum hangi manevi hazzı tarif etmeye ça-lışsam bilmiyorum. İnanın anlatacak o kadar fazla hissiyatım var ki dergimizin bu köşesi değil, bu sayısı dahi bana ait olsa anlatacaklarım bitmezdi. Ancak bir yerden başlamak gerekiyor di mi? O zaman öncelikle kutsal topraklara gitmemin nasıl kısmet olduğunu anlatayım. Okulda sıradan bir gündü. Yani biz insanlar için olayların zahiri(görünen) kısmı böyle idi. Lakin bir de olayların batınında(görünmeyen) Rabbim ben ve ailem için neler planlamıştı?Okul müdürümüz Aydın Hocanın dersiydi.(Aynı zamanda fizik öğretmenimiz oluyordu.) O, derse girmeden önce görevli arkadaşlar sınıfımıza “Peygamberimizin Hayatı” adlı kitapları dağıttılar. Aydın Hoca Sancaktepe’de faali-
RÜYA GİBİ...
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
38
yet gösteren Simmder adlı bir derneğin olduğunu, bu derneğin Sancaktepe genelinde liselerde bir kitap sınavı yapacağını ve bu vesileyle her okulun birincisine umre, ikincisine dizüstü bilgisayar, üçüncüsüne de çeyrek altın vereceğini söyledi. Gönlüm, bu sınava girip umre kazanmayı denememi, beynim ise umreyi kazansam bile gidemeyeceğimi ancak diğer ödüllerin benim için dikilmiş birer kaftan olduğunu söylüyordu. Ya nasip, dedim başladım kitabın sayfalarını aşındırmaya. Açıkçası kâinatın efendisi ile ilgili ilk defa böyle derinlcesine bir kitap okuyordum. Adeta o dönemi zihnimde yaşıyor, efendiler efendisinin çektiği çileleri okudukça O’na olan sevgim, saygım, bağlılığım bir kat daha artıyordu. Kitabın nihayetinde uğruna kâinatın yaratıldığı Rasulullah’ın vefatı gönlüme bir kor gibi düşmüştü. İşte o zaman sahabe efendilerimizin duydukları müthiş acıyı bir nebzede olsa tüm benliğimde hissediyordum. Acıları o kadar büyüktü ki Bilal-i Habeşi ezan okuyamıyor, Eşhedü enle Muham-mederrasulullah diyemiyordu. O’nun adını söylerken yanık sesi gittikçe kısılıyor, boğazına hıçkırıklar doluyordu. Habib-i Zişan’ı kaybetmek acıların en büyüğü idi. Ancak peygamberimizin sevgilisine kavuştuğunu bilmek yürek-lerine su serpiyordu. Bu satırları okurken benim de yüreğime bir kor düştü. O’nun yaşadığı yerleri görebilmek, O’nun gezdiği yerlerin tozuna toprağına karışabilmek isteği yüreğimi delip geçti. Nihayetinde sınav vakti geldi. Sınavdan çıktığımda bu sınavda birinci olup, mukaddes topraklara yolculuk ödülünü sen kazanacaksın deseler inanmazdım. Fakat Rabbim bizim planlarımızın da ötesinde mükemmel planlar hazırlamıştı.
Sıradan bir gündü, akşam oldu, babam işten geldi ve müjdeli haberi anneme o vermişti. Annemse bana “Merve, umreyi sen kazanmışsın!” diyerek sevince boğuluyordu. Umreye benimle birlikte annem ve dedemler gelecekti. Gerekli formaliteler ve pasaport işlemleri yapıldı. Ben de bu arada boş durmuyor umre ile alakalı kitaplar oku-yordum. Okullar kapandı ve yolculuk vakti gelip çattı. 3 Temmuz günü bavulumuzu tasımızı tarağımızı toplayıp gece saat 1 sularında Sabiha Gökçen Havalimanı’nın yolunu tuttuk. Burada sabah namazı ile birlikte iki rekât ihram namazlarımızı da eda edip, ihrama niyet ettik. Erkekler kefeni andıran beyaz iki parçadan oluşan ihram-larını giydiler. Saat sabahın 5.30’uydu.Uçağımıza bindik ve bu büyülü yolculuğun ilk adımını atmış olduk. Uçağa binmek, havada yolculuk yapmak da bir ilkti yani bu seyahat benim için ilklerle doluydu. Uçağımız üç buçuk saatlik bir yolculuğun sonunda Suudi Arabistan hava sahasına girdi. Uçak Cidde Havalimanı’na bir kuş edasıyla iniverdi. Hosteslerin dua isteğiyle uçağı boşaltan insanlar, Habibullah’ın topraklarına ayak basmanın verdiği sevinç, heyecan ve şaşkınlığın içindeydi. Ben de bu duygu seli içinde sürüklenirken uçağın çıkış kapısına var-dım. Adımımı dışarıya atar atmaz sanki bir fırının kapağı açılmışçasına suratıma vuran aşırı sıcak ile karşılaştım. Havalimanındaki uzun kontrol işkencesinden sonra bavullarımızı alarak, bizi Mekke’ye götürecek olan otobüsü aramaya koyulduk. Otobüsümüz insanlardan gelen, dalga dalga yayılan “Lebbeyk” sesleriyle dolup taşıyordu. Ya Rabbi, bu ne müthiş ne tarifi imkânsız bir duyguydu böyle… Üç saatlik bir yolculuk ve meğer çektiğim ve bu-raya gelmeden önce anlamadığım on altı senelik hasretlikten sonra Mekke’deki otelimize vardık. Süreyhi Oteli… Geniş lobili, büyük sütunlara sahip, içinde iki küçük dükkânı ve en önemlisi lobisinde 7/24 Kâbe’yi canlı gösteren
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
39
dev bir LCD olan bir otel; lakin ne olursa olsun hayatımda unu-tamayacağım en önemli mekânlardan biriydi artık. Otelde 506 numaralı odaya yerleştikten sonra, hasretliğine kavuşacak sev-gili nasıl hazırlanırsa Beytullah’ı ilk defa görmek ve ona yüz sür-mek için öyle hazırlandık. Servislere bindik ve telbiyeler eşliğinde Mescid-i Haram’a doğru yola koyulduk. İlk olarak saat kulesini gördüm, methini çok duymuştum. Mekke’deki her yerden görüle-bilecek bir konuma ve yüksekliğe sahipti. Mescid-i Haram’ın yük-sek dış duvarlarını ve bir sürü kapısını gördüm; ancak Kâbe’nin dışarıdan görünmesi imkânsızdı. Mescid-i Haram’ın bir kapısın-dan girdik, dilimizde telbiye yüreğimizde tarifi imkânsız bir he-yecan ile kocaman bir öğrenci kafilesi olarak önce say yapan-ların arasından geçtik. İnsan seli Safa’dan Merve’ye, Merve’den Safa’ya durmaksızın akıyordu. Daha ilerideki Osmanlı’dan kalma varakların arasında ilerlerken bir anda onu gördüm. Beytullah’ı… İşte o anda yüreğimden bir şeylerin burada kaldığını ve vatanıma geri dönerken de onları burada bıkacağımı nasıl bilebilirdim ki? Allah’ın Evi’ni görünce tüylerim diken diken oldu, içim huzurla, aşkla, daha kelimelerle nakşedemeyeceğim birçok tarifi imkânsız duyguyla doldu. Adımlarımın yavaşça buradaki büyülü atmosfe-re uyduğunu hissettim. Hacer-ül Esved’in hizasına geldim, umre yapmaya niyet edip, ona “Bismillahiallahuekber” diyerek üç kere selam vererek tavafa başladım. İnsanlar adeta Kâbe’de bir mık-natıs varmışçasına, gece –gündüz, yaz-kış demeden yüzlerce yıldır dönüyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde karşılaşamayacağınız bu manzara gerçekten akıllara durgunluk verici. Tavafımı sanki uçuyormuşçasına yapıp, iki rekât tavaf namazımı eda ettim. Safa ve aynı adı taşıdığım Merve tepeleri arasında say yaptım, saçım-dan bir tutam keserek umremi tamamlamış ve ihramdan çıkmış oldum. Mekke’de kaldığımız dokuz gün yoğun manevi hazlarla geçti. Hayatımın en lezzetli ve en huşu içinde kılınmış namazlarını orada eda ettim. Kâh bir saat kâh iki saat uykuyla sürekli Mescid-i Haram’a gittik, tavaf yaptık, beş vakit namazı cemaatle kılmanın yanında nafile namazlar kıldık, oruç tuttuk, kana kana zemzem içtik. Vahyin ilk geldiği yere Nur Dağı Hira Mağarası’na çıktık, Habib-i Zişan’ın çektiği sıkıntıları bir nebze de olsa yaşayarak an-ladık. Her milletten, her renkten, her dilden insanın Allah katında tek din olan İslam üzere nasıl birleşip, huzuru nasıl yakaladıkla-rını ve ortak bir paydada anlaştıklarını gördük. Mekke’de geçirdi-ğimiz dokuz günün sonunda ayrılık vakti gelip çattı. Vatanından ayrılanlar gibi hüzünlü; ancak nebiler nebisine varacak olmanın sevinci içerisinde Mekke’deki son sabah namazımızı Kâbe’ye son kez doya doya bakarak gözyaşları içinde kıldık. Emektar bavulla-rımız ve biz Medine’ye doğru yine yola koyulmuştuk. Altı saatlik yolculuğun ardından güzel hurma bahçeleri ile nam salmış, şirin ve yeşil eski adıyla Yesrib olan Medine’ye vardık. Otelimiz bizim
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
40
gibi büyük bir öğrenci kafilesine nazaran küçüktü ve adı Salihin Otel idi. Burada da 610 numaralı odaya yerleştikten sonra vakti giren namazı kılmak için Mescid-i Nebevi’ye yöneldik. Çok geniş bir alana kurulmuş olan ve yine aynı genişlikte birçok insanın be-raber namaz kılması için uygun olan avlusu ve otomatik olarak açınıp kapanabilen devasa şemsiyeleri ile buranında çok müthiş bir atmosferi vardı. Ancak en önemlisi Rasulullah’ın “Beni kab-rimde ziyaret eden diriyken ziyaret etmiş gibidir.” hadisi şerifine binaen onunla aynı mekânı paylaşmaktı. İlk gün her ne kadar O’nun kabrini ziyaret etmek istesek de ziyaretin belirli saatleri ol-duğu için bunu gerçekleştirmedik; fakat Medine’de kaldığımız beş gün boyunca O’nu defalarca kez ziyaret etme şerefine nail olduk, O’na söylenen selamları ilettik, kabri ve minberi arasındaki cennet bahçesi (yeşil halı) adlı yerde (burada kılınan namaz ve edilen dua mutlaka kabul olurmuş) namaz kılma, dua etme şerefine mazhar olduk. Size nebiler nebisini ziyaret ettiğim anda hissettiklerimden bahsetmek çok isterdim; ancak lügatımızda hiçbir kelime yoktur ki bu duyguyu anlatmaya kâfi gelsin… Medine’deki güzel hurma bahçelerinden bahsetmiştim. Bir cumartesi günü “Vadi Buthan” adlı hurma bahçesini gezdik. Hurma meyvesinin fizyolojisinin insana ne kadar benzediğini ve bu meyvenin birçok hastalığa şifa olduğunu öğrendik. Aynı gün İslam’ın ilk mescidi olan Kuba Mescidi’ni ziyaret ettik. Çünkü peygamberimiz her cumartesi bu-rayı ziyaret eder ve iki rekât namaz kılarmış. Bu mescidi cumartesi günü ziyaret edenlere bir umre sevabı yazılırmış. Medine’deki günlerimiz Mescid-i Nebevi-otel-alışveriş üçlüsü arasında geçti. Türkiye’ye ayak bastığında sevdiklerini mütebes-sim etmek isteyenler, yakınlarına kutsal toprakları hatırlatacak hediyeler ve buradan getirilecek en güzel hediyeleri; hurma ve zemzem aldılar. Nihayetinde bu rüya gibi yolculuk on dört günün bitiminde sona erdi. Ve Medine’den ayrılırken Rabbime içimden hem sonsuz hamd ü senalar hem de yolumu en kısa sürede tekrar tekrar bu mukaddes mekânlara çevirmesi için dua ettim. İfadelerimin başında belirtmiştim gönlümden bir parçayı da orada bırakıp buraya geldiğimi. Şimdi bana sorsalar:” İkinci vatanın neresi?”, hiç düşünmeden cevaplarım bu soruyu:” Kutsal Topraklar. “diye… Son olarak Rabbim başta oraya gitmem için gerekli maddi imkânı sağlayan hayırseverden, bu sınavı yapan Simmder‘den ve benimle ilgilenen hocalarım başta olmak üzere bu yolculuğa git-meme vesile olan herkesten razı olsun… Allah u Teâlâ gönlü kutsal toprakların ateşiyle yanıp tutuşan herkese oraya en kısa sürede tekrar tekrar gitmeyi nasip eylesin. Fi Emanillah…
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
41
Röportaj Fatih TAŞCI / Yusuf Ziya TAŞCI
AtalarimizdanKalan Emsal Dukha Türkler
Arkadaşlarımızdan Fatih Taşçı, Ebubekir Güneş ve Yusuf Ziya Taşçı Dukha Türkleri ile bir müddet yaşayan ve hayatlarına şahitlik eden Atlas dergisi yayın yönetmeni Özcan Yüksek ile röportaj yaptı.-Dukha Türklerinden nasıl haberdar oldunuz?Atlas Dergisi Yayın Yönetmeni ÖZCAN YÜKSEK: Birkaç kere Moğolistan’a gitti Atlas. Her ne kadar uzak da olsa biliniyor Moğolistan’da. Haberimiz vardı zaten. Biz onlar için ayrıca gidelim diye düşündük. Fotoğrafçımız Bilkent Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyor: Selcen Küçüküstel. Tezini bunun üzerine yapmaya karar verdi. Bu Atlas için de önemli olduğundan ben de onunla gittim. Ben bir ay kaldım, o iki ay kaldı. Böyle gerçekleşti. Haberimiz vardı, teorik olarak da böyle yaşadıklarını tahmin ediyorduk fakat gözlerimizle görünce ve özellikle onlarla uzun süre kalınca, sorulu cevaplı birlikte olunca size yansıttığımız gibi bir toplum olduklarını anlamış olduk.
-Dünyada birçok Türk topluluğu var. Dukha Türklerini bunlardan farklı kılan neydi?ÖZCAN YÜKSEK: Dukha Türklerinin aslında dünyadaki pek çok toplumdan da farkları var. İnsanlığın bir tarihi var. Kısaca ondan söz edeyim. Yaklaşık bir milyon yıl insanlar Dukha Türkleri gibi yaşadı. Günümüzden on bin yıl geriye gittiğimiz zaman, diyelim Çatalhöyük zamanına, insanlar tarım yapmaya başladılar, hayvanı evcilleş-tirdiler, neolitik devrim dediğimiz bir devrim baş gösterdi. Yerleşik hayata geçtiler ve böylelikle aralarında sınıf farklılıkları ortaya çıktı. Biz o toplumun devamını yaşıyoruz. Ama Dukha Türkleri o devrin öncesindeki bir zama-na ait bir toplum. Dünyanın çeşitli yerlerinde de (Amazon Ormanları, Afrika) böyle toplumlar var ama Dukha Türklerinin yaşadığı coğrafyada böyle başka bir toplum daha yok. O coğrafyada prehistorik yani tarih öncesi zamanı yaşayan eşitlikçi bir toplum yok. Bu açıdan dünyada da örneği yok. Şöyle benzersiz bir örnek vereyim; avcı derleyici ya da eşitlikçi dediğimiz bu tür toplumların konuştuğu dil bugünkü dillerle alakası olmayan bir dil. Bir tek Dukha Türklerinin konuştuğu dil günümüz dilleriyle ilintisi olan bir dil, yani Türkçe konuşuyorlar. Yeni bir dil sayılır Türkçe. On bin yıl önceki dilin devamı değil. Bu açıdan dünyada bir benzersizliği var.
-Kısaca günlük yaşantılarından bahsedebilir misiniz?ÖZCAN YÜKSEK: Genel olarak hareketli bir yaşam biçimleri var. Zaten çadırda yaşıyorlar. Sürekli bir yere gide-bilecek şekilde hazırlar. Yıl boyu hareketli yaşamları gün içerisinde de geçerli. Gün içerisinde de yer değiştiri-yorlar. Geyikleri serbest hareket ediyor. Bazen tek başlarına gidiyor, birkaç gün gelmiyorlar. Geyiklerin sütünü sağıyorlar. Geyiklerle bağlantılı bir yaşamları var. Odak olarak onları alıyorlar. Geyik sütünün içine su ve çay
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
42
katarak içiyorlar. Gün boyu bunu tüketiyor ve gelenlere ikram ediyorlar. Sabah erkenden bir de gün içinde bir daha (çok emin değilim Selcen daha iyi bilir) doğaya geyik sütü serpiştiriyorlar. Çadırın içinde devamlı ocak yanıyor. Yazın da sineği dışarıda tutar ocağın yanması. Sabah ve akşam yemek yiyorlar. Odun toplamaya git-mek, yemiş toplamaya gitmek de gün içerisinde yaptıkları şeyler. Onun dışında boş vakitleri çok var. Oyunlar oynuyorlar. Kâğıt oynayanlar bile vardı. Kışın erkekler geyiklere binip ava gidiyorlar. Bir-iki hafta sürer bu avlar. Biz ava tanık olamadık. Avlar kışın oluyor.-Onlarla bir ay kadar kaldınız. Ayak uyduramadığınız, zorlandığınız anlar oldu mu?ÖZCAN YÜKSEK: Aslında doğada kalmaya alışığız. Ama onların doğayla kurduğu yakın, erdemli ilişkiye aykırı, yanlış bir şeyler yaparız diye tedirgin olduk. Ateşin içine bir kâğıt atacakken bile soruyorduk. Geyiği okşarken acaba yanlış bir şey yapabilir miyiz diye tereddüt ediyorduk. Derenin içine girip yüzlerini yıkamıyorlar. Bazı şeyleri bereket öğrenmiştik önceden. Kendi bilgilerimizi geride bırakarak davrandığımızda az bilgili ve tedirgin olduk. Onun getirdiği bir zorluk oldu. Normal yaşantı olarak tabi ki farklı. Kısmen üstü açık çadırlarda yaşıyorduk, yağmurun bir kısmı üstümüze düşüyordu ama bunlar derginin içeriği dolayısıyla yabancı olmadığımız şeylerdi zaten.-Dukha Türkleriyle aynı kökenden geliyoruz. Farklılıklarımız neler?ÖZCAN YÜKSEK: Aslında en özgün yanı onlarla kendi dilimizle konuşabiliyor olmamız. Özellikle Selcen daha kolay öğrendi. Moğolca bilen tercümanımız olduğu halde (Dukhalar Moğolca da konuşabiliyor) onlarla direk konuşmaya başladı. Esasında aynı dili konuşuyoruz ama bizim Arapça, Farsça, Fransızca ya da İngilizce söz-cükleri tercih ettiğimiz noktalarda onlar Türkçe sözcükleri kullanıyorlar veya Moğolca varsa onu bilemiyorum. Örnek vereyim biz zaman diyoruz, zaman Arapçadan gelen bir kelime. Zaman gibi çok önemli bir felsefi kav-ram için şiirler yazıyoruz başlıklar atıyoruz ama Türkçesini bilmiyoruz. Yani kullanmasak dahi bilmiyoruz. Bazı farklılıklar dışında aşağı yukarı aynı dili konuşuyoruz. Türkler oradan geliyor zaten. Dil oradan geliyor. Gelirken oyalanarak gelindiğinde yeni diller katılıyor. Oyalanmadan direk gelenleri bulduğumuz zaman biraz daha yakın görebiliriz.Mesela Ege yöresi. Onlar yapıpduruyoz, yürüyüpduruyoz diye konuşurlar. Bu aslında yanlış bir kullanım değil. Bize göre ya yürüyordur, hareket ediyordur ya da duruyordur. Bana yakın gelen mantık olarak söylüyorum bir şey hem duruyordur hem hareket ediyordur.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
43
Biz hareket diyoruz onlar yürümek diyor. Yıldıza cıldız diyorlar. Yıla cıl diyorlar. Aklınıza gelebilecek bütün Türkçe sözcüklerin biraz farklılık olsa bile onlarda da olması heyecan yaratıyor. Onlarda da heyecan yaratıyor.Bunun dışında bizim başka hiçbir şeyimiz Türk değil. Yani onlar gibi değil. Oralı değil. Öyle ortak bir şey diye-meyiz. Buranın Türk’ü biraz Laz’dır, biraz Rum’dur, biraz Kürt’tür, biraz Arap’tır yani buradaki Türk ile oradaki biraz farklıdır.-Dini inançlarından, ayinlerinden, törenlerinden bahsedebilir misiniz?ÖZCAN YÜKSEK: Dukha Türklerinin Şaman dediğimiz inanışları var. Şamanları da var. Doğayla da ilintili, iç içe bir inanç Şamanizm. Bu yüzden süt serpme olayları var. Arada gece yarısı ayinleri oldu birkaç defa. Ben katılmasam da Selcen katıldı, ben çok geç olduğu için katılamadım. Ayini çadırın içerisinde yapıyorlar. Doğa onlar için o kadar önemli ki ölülerini dahi gömmüyorlar, doğaya bırakıyorlar, hayvanlar yiyor. Şaman inancına çok bağlılar, bunu aynen devam ettiriyorlar kuvvetli bir şekilde. -Ren geyiklerinden bahsettiniz, Ren geyikleri önemli mi? Yani yaşamlarında nasıl bir yer teşkil ediyor?ÖZCAN YÜKSEK: Ren geyikleri aslında genelde insanlık tarihi için çok önemli olmuş. Kuzeyde yaşıyorlar ve buzul çağını Ren geyikleri olmasa atlatamayacaklardı. O yüzden de bugün sadece Dukha Türkleri için önemli değiller, eski çağlarda da çok önemli olmuşlar. Hatta Avrupa için o dönemde daha da önemli olmuş; ancak giderek Dukha Türklerinde farklı bir yapı kazanmış. Ren geyiklerini ava giderken binek hayvanı olarak kullanı-yorlar. Eğer Ren geyikleri olmasa ava gidemezler kışın. Çünkü kışın tayga arazisi çok farklı, biraz süngersi ve
bataklık. Atlar o arazide koşamazlar, yürüyemezler. Onların toplumsal ilişkilerinde de Ren geyikleri belirleyici rolde. Ren geyikleri o kadar önemli ki kesmiyorlar, sadece sütünü içiyorlar. Onları eti için beslemeyen tek topluluk. Bütün Kuzey Avrupa’da Ren geyiği yetiştiriciliği vardır. Ren geyikleri Finlandiya’da, İsveç’te, Norveç’in ve Sibirya’nın kuzeyinde bir çeşit koyun, keçi, inek gibi besicilik için yetiştirilir. Moğolistan çoban toplumu, nerdeyse ekonominin yüzde doksanı çobanlığa dayanıyor. Ama Dukha Türkleri biz de koyun, keçi yetiştirelim, demiyorlar. -Diğer hayvanlardan farklı olarak Ren geyikleriyle bir bağ var mı aralarında?ÖZCAN YÜKSEK: Evet, aslında kendi mitolojilerinin başlangıcında ve inançlarında hep Ren geyikleriyle bağ-lantılı öyküler anlatıyorlar. Destanları var. Islıklarla onu taklit ederek çağırıyorlar. Mağaralarına geliyor ve öyle tanışıyorlar ve başlangıçlarını Ren geyiğiyle görüyorlar. Ren geyiğini takip ediyorlar. Ren geyiklerini evcilleşmiş hayvan saymak yanlış olabilir çünkü normal, vahşi hallerine de geri dönebiliyorlar. Bu başka bir hayvan için mümkün değil, bir at için mesela. Ayrıca evcilleşmiş hayvanla evcilleşmemiş arasında fiziksel bir fark yok. Ruhsal da yok. Ren geyiklerinin izini takip ediyor bu insanlar. Ren geyikleri onları takip etmiyor. Onların yabani bir göç yolu
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
44
var Dukhalar onları izliyorlar, onları çekmiyor-lar yani. Bazen bırakıyorlar Ren geyiklerini, geyikler dolaşıyor iki gün kim-se yok yanlarında, sonra geri geliyorlar. -O zaman kendilerini Ren geyiklerine göre ayarlıyorlar bir noktada. Göçlerini onlar belir-liyor. ÖZCAN YÜKSEK: Evet. Onları izliyorlar. Onlar için bu kadar belirleyici bir şey. Çok çoğala-bilen bir hayvan değil. Ren geyiği azaldığında yaşamları da azalıyor aslında. Şu anda çok da iyi durumda değiller. -Dış dünya ile bağlantı kurabiliyorlar mı, tele-vizyonları var mı?ÖZCAN YÜKSEK: Dış dünyayla bağlantı kuru-yorlar, televizyonları da var. Çoğunda var fa-
kat olmayanları da var. Bizim çadır da yoktu. Televizyona oyalanmak için bakıyorlar. Güneş enerjisi sayesinde onları çalıştırabiliyorlar. Onun dışında pek bir iletişim yok. Köyleri var yarısı bunlara(göçebe olanlara) ait. Yerleşik hayata geçenler de var. Onların bile köy bağlantıları yok. Moğolistan’la, dış dünyayla bağlantı kurmak çok zor. Televizyon aracılığıyla bir şeyler görüyorlar tabi ki. Ama çok fazla bağlantı yok. Orada biz bile bağlantı kuramadık. Zaten coğrafi şartlar da buna müsait değil. Üniversiteli birkaç çocuk var onlar Moğolistan’a gidiyor. Yazın dönüyorlar hemen. Onlar da şimdi gidemediler hükümet burslarını kesince. Moğolistan’da kalmak niye-tiyle gitmiyorlar gelip yine burada yaşamak istiyorlar. Ya tıp okuyorlar ya veterinerlik kendileriyle bağlantılı bir şey okuyorlar. -Eğitimden konu açılmışken İlber Ortaylı Şöyle diyordu: “Avcılık, toplayıcılığın ötesinde at ve Ren geyiği bes-leniyor ama bir yandan da kışın çocuklar okulda okuyor... Gençlerin eğitimi gelenekselin dışına çıktığına göre bir zamanlar ülkemizde de bulunan bizim yerli göçerler gibi istikbalin ne olacağı belli; eriyecekler ve yerleşe-cekler.” Yani zamanla kaybolacaklar, asimile olacaklar diyor. Bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?ÖZCAN YÜKSEK: Bunlar tabi asimile olmak istemiyorlar ama bu, sürecin daha iyiye gittiği anlamına gelmiyor. Bazen daha kötüye de gidebilir, zaten şu anda gidişat böyle. Okullara gitmek zorunda olmaları yüzünden çocuklara Moğolca öğretiyorlar. Sonra Dukha Türkçesini öğreniyorlar. Çünkü orada çocukları aşağılıyorlar. Dolayısıyla çocuklar önce ana dilleri olarak Moğolca öğreniyorlar ama belli bir yaşa geldikten sonra tahminen on beş yaşına geldikten sonra hepsi öğreniyor Dukha Türkçesini tabi. Çocukların okula gitmesi kaçınılmaz. Bu köyden şehre gelmek gibi değil tamamen başka bir dünya. Dünya’dan kalkıp Mars’a gitmek gibi bir şey esasında onlar için. O yüzden buraya geçemezler, yok olurlar. Yani bir ara aşamasına(göçebelikten yerleşik hayata) geçecek kadar kalabalık bile değiller. Ara aşaması dediğim belki on belki yirmi yıl sürecek bir geçiş dönemi olacak. O sırada yarısının alkolik olması gerekiyor. Çünkü tamamen birbirinden farklı iki dünyadan söz ediyoruz. Kızıl derililer, Türkler gibi bu geçiş sorununu yaşayan toplumların her birinde alkolizm vardır. Böyle bilinçle bilinç dışının arasında bir bölgedir. Bunlarda bizzat onunla atlatırlar. O böyle bir kayıp olur ondan sonra onların çocukları normal hayata başlarlar. Sağlıklı geçiş olması mümkün değil. Dukhaların yerleşik hayata geç-mesi demek aslında öyle bir toplumun olmaması anlamına gelir. -Sorularımız bu kadar. Sizin Dukha Türkleriyle ilgili başka çalışmalarınız var mı?ÖZCAN YÜKSEK: Evet var. Selcen bunun tezini yazacak. Kışın yeniden gitme gibi bir tasarımımız var. Tabi uzun ve pahalı bir şey bu. Esasında kış, mart. Orada kış daha uzun sürdüğü için. Belki martta belki daha erken olur bilemiyorum. Devam eder, Dukhalarla burası arasında bir şeyler kurmaya çalışıyoruz. En azından buradan insanlar gitsinler orada öğrensinler. Okul iki üç öğrenci seçsin, göndersin. Dukhalarla görüşün. Gelince anlatır-sınız, öğrenirsiniz. Sizlere yararlı olur.
-Teşekkürler…
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
45
Merve Nur BOZKURT
Deneme
ENE’L - HAK
Hallâc-ı Mansûr’un asıl adı Hüseyin bin Mansûr’dur. Hallâç, Pamuğu, yünü yay ya da tokmak gibi bir araçla kabar-tan, diten kimselere denir. Ona hallâç denilmesine şu olay sebep olmuştur: Bir gün Mansûr, dostu olan bir hallâcın dükkânına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun yardımını rica etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde: “Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.” diye söylendi.Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve: “Üzülme senin işini de biz hallederiz.” dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları hare-kete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu tarihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.Hallâc-ı Mansûr’ un İslâmiyet’i yaymak için yıllarca dolaştığı, şehir şehir gezdiği seyâhatleri sırasında pek çok kerametleri görüldü. Kerâmetlerinden daha önemlisi de onun mârifet, hikmet ve ince manalarla dolu sözleridir. Bunlar, onun ilim ve mârifette ulaştığı kıymetli dereceleri gösteren birer delildir. Kerâmetlerinden ve hikmet dolu sözlerinden bazıları şu şekildedir:Bir gün kendisine: “Sabır nedir?” diye sorduklarında: “Sabır odur ki; iki elini ayağını keserler, onu köprünün üzeri-ne asarlar ve hatta bundan daha acayip şeyler yaparlar da bir kere âh etmez.” buyurdu. Kendisinin ölümü ve idamı böyle oldu. Hallâc-ı Mansûr, Ene’l-Hak sözünü söyleyince tasavvuf ilmini bilmeyen zâhir ulemâ bu söze şiddetle karşı çıktı. Bu sözünü, zâhir âlimleri dalâlete hükmedip idam kararı verdiler.Hallâc-ı Mansûr’ un elleri ve ayakları kesildiğinde: “Sakın korkudan sarardığımı zannetmeyin. Kan kaybetmekten sararıyorum.” dedi.
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
46
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle’ye atıldı. Atılan küller dökülür dökülmez, nehir he-men kabarmaya başladı. Kabaran Dicle’nin suları Bağdat’ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle’ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr bu kimseye, şehit edilmeden önce: “Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, küllerimi Dicle’ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdat’ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.” buyurmuştu. Hallâc-ı Mansûr’ un idamına sebep olan “Ene’l-Hak” sözü, onun tasavvuf yolunda sahip olduğu kendi hal ve derecesine uygun ve kendi aşk sarhoşluğu içinde söylediği doğru bir sözdür. Zâhiren kelime manası: “Ben Hakk’ım.” demek olan bu sözün hakiki manası: “Ben yokum. Hak vardır.” demektir. Bu tasavvufta nefsin eriyip yok olması, aşığın ortadan kalkıp sadece maşukun olmasıdır. Rivayet olunur ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve: “Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. Sen Ene’l-Hak dedin, ben Ene hayrun minhü (Ben ondan hayırlıyım.) dedim. Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor?” diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevabı verdi: “Sebep şudur. Sen Ene dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadı-ğını, benliği ortadan kaldırmanın ise gayet iyi olduğunu bilesin diye bana rahmet, sana lânet etti.” Hallâc-ı Mansûr ölümünü izlemeye gelen ve onu taşlayanlara: “Sizin taptığınız benim ayaklarımın altındadır.” der. Herkes bu adamın gerçekten büyük bir sapkınlık içinde olduğunu ve ölüme giderken bile bu sapkınlıktan vazgeçmediğini düşünür. Yıllar sonra Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkar ve bu rivayetleri duyar. Hallâc-ı Mansûr’ un katledildiği yeri ve civarını gezip “Nerede (sizin taptığınız benim ayaklarımın altında) sözünü söyledi?” der ve Hallâc-ı Mansûr’ un bu sözü söylediği yeri kazmalarını buyurur. Toprak altından küpler dolusu çil çil altın çıkar. Yavuz Sultan Selim bu altınlar ile ordunun ihtiyacının büyük bir kısmını karşılar. Benzeri bir senaryo yıllar sonra 13.-14. yüzyıllarda yaşayan Nesimi’nin hayatında da yer bulur. Gerçek adı Ali olan Nesimi, 1369’da Azerbaycan’da doğmuştur. Tezkireciler hayatını yazmak yerine hakkındaki yorumları yazmayı yeğlemişlerdir. Lakabı İmamüddin’dir. İmamüddin dinin direği manasına gelir. Fazlullah-ı Hurufi’nin Cavidname –bazı kaynaklara göre Cavidanname- adlı eserinden etkilenerek Hurufilik geleneğini meslek edinmiş ve Anadolu’yu Bağdat’ı Irak’ı ve birçok coğrafyayı dolaşarak bu geleneği yaymak için uğraşmıştır. Hurufilik insan varlığını ve kâinatı 32 harf ile izah eder. Hurufi Arapçada harflerle ilgili olan demektir. Hurufiler Kuran’daki harfleri sayarlar, çeşitli sonuçlar çıkarırlar. İnsan yüzünde belirli harfleri görürler. Kendilerine ebced hesabı ile geniş bir dünya kurarlar. Bu gelenek ise Hallâc-ı Mansûr etkisi ile ortaya çıkmış Bâtıni fikirleri olan değişik bir tarikattır. Tezkirelerde Nesimi’nin Seyyid olduğu ve Babasultan dergâhında yetiştiği söylenir. Menkıbelere konu olacak tarzda bir hayatı vardır.14. yüzyılın sonlarına doğru Halep’te “Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur.” dediği ve “Mansur Ene’l-Hak söyledi/ Haktır sözü Hak söyledi.” beyitini söylediği için devrin Kadı’sı tarafından mahkûm edilip derisi yüzülmek suretiyle öldürülmüştür. Darağacında boğazı iple sıkıldığı zaman yüzü sararmış, bunu gören biri: “Cübbemin altında Allah’tan başkası yok diyordun neden yüzün şimdi sapsarı kesiliyor?” demiş. Nesimi ise şu cevabı vermiş: “Ben aşk iklimine doğan güneşim. Her güneş batarken sararır.” Devrin kadısı yine Nesimi’nin kanları için: “Bu zındık adamın kanı murdardır, bulaştığı yerin kesilmesi, gömülmesi lazımdır.”demiştir. Nesimi’nin derisi yüzülürken kanı Kadı’nın parmağının ucuna bulaşmıştır. Bu da Nesimi’nin kerametidir derler. Kadı ise parmağını kesmeyip yıkayarak temizlemiştir. Bunun üzerine Nesimi: “ Zahidin bir parmağın kessen dönüp Hak’tan kaçar/ Gör bu miskin aşığı ser-pa soyarlar ağlamaz.” der. Nesimi idam edildiği gün ikindi ezanı okunuyormuş. Nesimi ezanı okuyan müezzine: “Utanmaz adam, yalancı köpek, in aşağıya niye öyle bağırıyorsun?” demiş. Bunu gören halk Nesimi’ ye: “İdama gidiyorsun, tevbe etmen gerekirken nasıl böyle zındıkça şeyler söylüyorsun?” dediklerinde o şu cevabı vermiş: “Eğer o müezzin yüreğinden gelerek gerçek manada bir kere Allahu Ekber dese ayağının altındaki minare su gibi erirdi.” ve bir kayanın üstüne çıkıp Lailahe illallah demiş, kaya su gibi erimiş…
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
Burak Çevik
KüçükÇocuklarKüçük çocukların masumiyetini çaldımArtık sadece sakızım düşerse ağlayacağım…Tekerlemeler dolanacak dilimeGeceleyin sabahlara kadar seni düşündüğümAşk şarkılarından kurtulacağımSokağın çamurlu yollarında üstüm kirlenecekSırf dünyaya uyum sağlamak için…Sırf yanında güzel durabilmek için sevgiliTüm yalanlarımı üstüme alacağım.
Burak ÇEVİK
SiirCemregönle düşen
47
Sahi Ne AraÖrüldü Bu Duvarlar?Çığlığım duyulmuyor ümmetin sessizliğinde
Duvarlar aramıza giriyor…
Geçen her dakika bir tuğla koyuyor…
Sahi rahat mısınız evinizde?
Söyleyin bana bugün sofranızda kaç yetimin hakkı var?
Hayır, hayır üzülmeyin tokluğu sevmem zaten…
Üşümüyorum gerçekten üşümüyorum evinizdeki rahatlık
Ve sıcaklık yakıyor ciğerimizi zaten…
Öyle bakmayın şimdi. Acırmış gibi…
Zaten en fazla kaç saat sürebilir ki?
Sahi ne ara örüldü bu duvarlar?
Bizi bizden habersiz bıraktı “iletişim” aracı telefonlar…
Hani dedeleriniz duvarlar yokken birimizin canı yansa
Dörtnala gelirdi?
Oysa çoktan koptu şimdi atların eyerleri…
Ey İbrahim, kır insanlığın içindeki putları, taşlaşmış kalpleri…
Ne kadar gelişirse teknoloji, görebilirsiniz geride kalan bizleri?
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
48
Mehmet UÇAR
Anonim
1- Roberto Benigni’nin yazıp yönettiği 3 dalda Oscar alan, 1940
İtalya’sında ırkçılık mağduru bir ailenin yaşam öyküsünü anla-
tan film.
2- Cezaevi ve ıslah evlerinde barındırılan suçluların ihtiyaçlarını
karşılayan meslek elemanı.
3- 2010 yılında Dünya barışına katkılarından dolayı Nobel Barış
Ödülü’ne layık görülen devlet başkanı.
4- Yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük adası.
5- Ortaçağ Avrupa’sında Katolik kilisesi tarafından oluşturulmuş
mahkemeler.
6- İstiklal Marşı’mızın bestecisi.
7- Kadın ve erkek arasındaki sonsuz sevginin simgesi olarak yüz-
yıllardır kullanılan takı.
8- Türklerin çoğunlukta yaşadığı aynı zamanda küçük İstanbul
diye adlandırılan Berlin semti.
9- Arasında krema bulunan özel yuvarlak toplar üzerine sıcak
çikolata dökülerek yapılan bir tür tatlı.
10- Hollywood’dan esinlenerek oluşturulmuş Hindistan film ya-
pım merkezi.
11- 2008 yılında Müslüman olarak Malik Abdulaziz ismini alan
dünyaca ünlü boksör.
12- Bugün bile adına tıp yemini edilen İspanyol tıp bilgini.
13- Bir sahnede seyirciler önünde oyuncuların sergilenmesi ama-
cıyla yazılmış edebi tür.
14- En zengin futbol kulüpleri sıralamasında zirvede olan ve tari-
hinde 3 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu bulunan İngiliz futbol
takımı.
15- Hicri takvime göre yılın dokuzuncu ayı ve İslamiyet’te oruç
tutma ayı.
16- Avrupa Birliği’ni iki kez halk oylamasıyla reddeden İskandinav
ülkesi.
17- 1933 yılında Cemal Reşit Bey tarafından bestelenmiş, Türk
Tiyatrosu’nun klasik eserlerinden biri olan müzikal oyun.
18- Nemrut tarafından ateşe atılan aynı zamanda Hz. İsmail ve
Hz. İshak’ın babası olan peygamber.
19- 1969 yılında Apollo 11 ile yaptığı ay yolculuğu sonucu aya
ayak basan ilk insan.
20- Unesco tarafından 2007 yılı adına ithaf edilen, “Ne olursan ol
yine gel.” sözünü söyleyen din büyüğü.
21- Köstebek, Kanlı Elmas, Zindan Adası filmlerinde başrol oyna-
yan 3 Oscar’lı Amerikalı aktör.
22- 21 yaşında aldığı Dünya şampiyonluğuyla en genç şampiyon
unvanını elinde tutan Formula 1 pilotu.
23- Başkenti Canberra olan kangurularıyla ünlü ülke.
24- 3,5 km ile Türkiye’nin en uzun tüneli.
25- Birleşmiş Milletler’e bağlı olan ve toplum sağlığıyla ilgili ulus-
lararası çalışmalar yapan örgüt.
26- Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen Euro’ya geçmeyen ülke.
27- M.Kemal Atatürk’ün nüfusa bağlı olduğu şehir.
28- Amerika’nın bağımsızlık savaşında önemli rol oynayan ilk baş-
kanı.
29- Amerikan futbolu olarak da bilinen iki takım arasında, oval
bir topun el ve ayaklarla kontrol edilerek sayı yapılması esası-
na dayanan takım oyunu.
30- Uzaydan bakıldığında görülebilen dünyadaki tek yapıt.
31- Amerika kıtasının varlığını Kristof Kolomb’ dan önce bilen,
dünya haritasını çizen ünlü denizci.
32- Müslümanlığı seçtikten sonra ismini Yusuf İslam olarak değiş-
tiren İngiliz müzisyen.
33- Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği yapı.
34- Hristiyanlık’ta reform sonucu doğan mezhep.
35- Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın lideri olduğu parti.
36- Ses olayını ilk defa fiziki yönden ele alıp açıklayan Müslüman
bilgin.
37- Kırık saz manasına gelen Tevfik Fikret’in şiir kitabının adı.
38- Pankreasın ürettiği kan şekerini azaltan hormon.
39- Nazi olarak da bilinen 2.Dünya Savaşı’nın başrollerinden biri-
ne sahip Alman devlet adamı ve diktatör.
40- “Rolling in the deep” , “Someone like you” isimli parçaları
seslendiren 2 Grammy Ödülü almış İngiliz şarkıcı.
41- Artı ve eksi yüklü atom ya da atom grubu.
42- İki Şehrin Hikâyesi, Oliwer Twist, David Copperfield isimli ki-
tapların İngiliz yazarı.
43- 80’lere damgasını vurmuş ayrıca tüm zamanların en başarılı
TV dizilerinden sayılan, ABD yapımı Dallas dizisinin efsanevi
kötü karakterinin adı.
44- “Aynı sıcaklık ve basınç altında eşit hacme sahip gazlar, eşit
sayıda molekül içerir.”hipotezi.
45- “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.”
sözünün sahibi Fransız devriminin generali.
BULMACA
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ
49
8
1
3
2
5
4
7
9
6
1
2
3
6
7
15
5
12
13
19
18
32
33
30
4039
34
444342
45
38
3536
37
41
29
22
2120
23
4
16
17
24
2628
27
14
11
10
ŞiirLebdeğmez SanatıLeylanur USLU
AraştırmaDukha TürkleriFatih TAŞCI / Yusuf Ziya TAŞCI
ŞiirBanu Vü Kürşad Yasin HATİPOĞLU
GeziRüya GibiMerve Nur BOZKURT
ŞiirSahi Ne Ara Örüldü Bu DuvarlarBurak ÇEVİK
DenemeBir Tutam Da Mutluluk Olsun Rümeysa ERTURAL
RöportajVehbi VAKKASOĞLU
Ayşenur KESECEK
Cemregönle düşen
ÖZEL SANCAKTEPE BİRİKİM ANADOLU ve FEN LİSESİ KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ • Yıl : 2 • Sayı : 2
Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır...
Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir
asır... Allahın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! ..
İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre
bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur
infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...
Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün ‘dikey’leri ‘yatay’ hale getirecek bir çığlık kopararak ‘mukaddes emaneti ne yaptınız? ‘ diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...
Emekçiye ‘Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!‘ diyecek... Kapitaliste ise ‘Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ‘ ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...
‘Kim var? ‘ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası
bir gençlik...
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası,
fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli te-
siri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir mey-
dan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazan-makla vazifeli bir gençlik...
Gençliğe Hitabe