60

Umman Dergisi 5. Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Adapazarı Anadolu İmam Hatip Lisesi dergisi Umman'ın 5. sayısı

Citation preview

Page 1: Umman Dergisi 5. Sayı
Page 2: Umman Dergisi 5. Sayı
Page 3: Umman Dergisi 5. Sayı

ADAPAZARIANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

YAYIN VE İLETİŞİM KULÜBÜYAYIN ORGANIDIR.

Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi adına sahibiKadir GEZEROkul Müdürü

Genel Yayın YönetmeniNecati KARADAĞTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Yayın KuruluHüsna BAKAFeyza GÜRSOYKevser TÜRKYILMAZÖmer Faruk ÖZCAN

Danışma KuruluAli ÇİNİCİTürk Dili ve Edb. Uzman ÖğretmeniCemâl TEMİZCETürk Dili ve Edb. Uzman ÖğretmeniArif KÖSEMeslek Dersleri Öğretmeni

Yazışma Adresi Umman DergisiAdapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi Adapazarı / SAKARYA

Telefon : 0264 274 34 60Faks : 0264 277 37 62İnternet : www.adapazariihl.come-posta : [email protected]

TürüYerel Süreli YayınYayın TarihiMayıs 2010

Tasarım ve BaskıSAKARYA GELİŞİM OFSET LTD. ŞTİ.0264 273 52 53 Adapazarıwww.sakaryagelisim.com

Bu dergi Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisi ortaöğretim kurumları sosyal etkinlikler yö-netmeliğinin 24. maddesi doğrultusunda hazırlan-mıştır.

Bilindiği gibi içinde bulunduğumuz 2010 yılı Diyanet İşleri

Başkanlığı tarafından Kur’ân-ı Kerim’in nüzûlünün 1400. yılı müna-

sebetiyle “Kur’ân ve Vahiy Yılı” olarak ilan edildi.

Bu sayımızda dergimizin kapağında bir fotoğraf göreceksiniz;

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali BARDAKOĞLU elinde tuttuğu Um-

man dergisini okuyor. Evet bu sayımızda Diyanet İşleri Başkanı Sayın

Ali BARDAKOĞLU’nu misafir ediyoruz dergimizin sayfalarında. 2010

yılı Kur’ân Yılı ve bu sene okulumuz Adapazarı Anadolu İmam-Hatip

Lisesi, Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün her

yıl düzenlediği Kur’ân-ı Kerim okuma yarışmasının Türkiye finaline

ev sahipliği yapacak. Dikkatlerin Kur’ân-ı Kerim ve taşıdığı ilahi me-

saja yoğunlaştığı böyle bir dönemde “Bütün yönleriyle Kur’ân-ı Ke-

rim ve Vahiy” olarak belirlediğimiz dosya konumuzun içerdiği söyle-

şiler, kompozisyonlar, denemeler, anketler ve şiirlerle daha fazla il-

ginizi çekeceğini umuyoruz.

Dosya konumuz dışında görmeye alıştığınız yazılar yine sizle-

ri bekliyor olacak. Sakarya’da yaşayan edebiyatçı Recep Şükrü GÜN-

GÖR ile son çıkan hikâye kitabı Kayıp Ruhlar Kıraathanesi üzerine bir

söyleşi, geçtiğimiz dönemin en çok izlenen ve en çok konuşulan fil-

mi Avatar hakkında bir eleştiri yazısı, geçtiğimiz günlerde okulumuz

Gezi-İnceleme Kulübü’nün organize ettiği Konya Gezisi hakkında ilgi

çekici iki gezi yazısı, bu sene düzenlenen şiir, hikâye ve kompozisyon

yarışmalarında okulumuzu başarıyla temsil eden eserler… Özetle

Umman yine size İmam-Hatip Umman’ından olanca gücüyle seslen-

meye devam ediyor. Lütfen siz de sesimize ses vermeye devam edin.

Dergimize katkıda bulunan tüm kardeşlerimize en içten te-

şekkürlerimizi sunuyor; yepyeni sayılarda buluşmak, görüşmek dile-

ğiyle sizi Umman’ınızla baş başa bırakıyoruz…

editörden...

Necati KARADAĞEditör

Page 4: Umman Dergisi 5. Sayı

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali BARDAKOĞLURöportaj06Abdülselam GÜNGÖRMEZYerin Kulağı ve Göğün Fısıltısı12Ali ÇİNİCİEdebiyatımızda Kur’an ...18DumanŞiir23Kur'ân-ı Kerim Hakkında Bilgiler26Abdülkadir AVCI Kur'ân-ı Kerim İle İnşâ Olmak29Anket30Afranur YILMAZBir Dost33Susacak mısınŞiir35Kevser TÜRKYILMAZFilistinli Masum Çocuğa38AVATARFilm Eleştirisi43Kim ?Şiir44Haber Ummanı52

İÇİNDEKİLER

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

sayfa

Bütün Yönlriyle Kuran-ı Kerim ve VahyDosya

Page 5: Umman Dergisi 5. Sayı

Âlemlere rahmet, müjdeci ve rehber olarak gönderilen sevgili peygamberimize mukaddes kitap, hidayet kaynağı, Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin Hira mağarasında M.610 yılında inmeye başlamasının 1400. yılında saygıdeğer umman dostları olarak sizlerle buluşmanın mutluluğu ve onuru ile hepinizi hürmet ve saygılarımla selamlıyorum.

2010 yılının Kur’an yılı olarak ilan edildiği bugünlerde bizler de dergimizin Kur’an ve Vahiy başlı-ğıyla bu etkinliğe özel bir gündemle katkıda bulunmasını istedik.Umarım bu sayımız tüm sevenlerimiz için hayırlara vesile olur.

Muhterem dostlar, Kur’ân-ı Kerim kendisini “İnsana en doğru yolu gösteren ve hakikat bilgisini öğreten” bir kitap olarak tanıtır. Kur’an’da “Allah’ın insana öğretmesinden” ve ona yol gösterilmesin-den söz edilir. Demek ki Kur’an; insanların her çağda ihtiyaç duyacakları ve doğruyu öğrenmek için ken-disine başvurmaları gereken eşsiz bir kitaptır. İnsan Kur’an’ı öğreninirse Kur’an ona nerede, ne zaman ve nasıl davranacağının eğitimini verir. Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçülerine uygun davranan kişi de iyi ve kâmil bir insan olur. Çünkü Kur’an; yüce Allahı’ın bütün insanlara sunduğu evrensel bir mesajdır. Müslümanların ruhu ve hayat kaynağı olmakla birlikte tüm insanlığın kurtarıcısıdır. Huzurun, mutlu-luğun, birlik ve beraberliğin, kardeşliğin, sevginin, hoşgörünün icapları yerine getirilirse tek kurtuluş reçetesi ve tertemiz pırıl pırıl hayat iksiri olur. Yeter ki insanlar bu kaynağa müracaat edip doya doya on-dan içsinler. İşte bundan dolayıdır ki 15 asırdan bu yana insanlığın ilgi odağı olmuş, en çok okunan, ez-berlenen ve emirleri uygulanan tek ve yegâne kitap olmuştur.

Kur’ân-ı Kerim’in yaşayan canlı örneği de M.610 yılında Hira mağarasında başlayan vahiy zinci-ri ile Hz.Peygamber (S.A.S) olmuştur. Hadis-i Şerif’lerde de belirtildiği gibi, onun ahlâkı, yaşantısı, tav-siyeleri ve örnekleri Kur’an ahlâkı olarak ilan edilmiştir. Beşer sıfatıyla Kur’an’ın insan hayatında nasıl diri tutulabileceğini, bu canlılığın hem bireysel ve hem de toplum genelinde nasıl güzellikler kazandıra-

Okul Müdürü

değerliöğrenciler, Kadir GEZER

3 umman

Page 6: Umman Dergisi 5. Sayı

cağını bizzat yaşayarak göstermiştir. Bundan dolayıdır ki cahiliyye toplumundan altın bir neslin çıkma-sına neden olmuştur. İşte bunun için Kur’an’ı çok iyi anlamalı, mesajlarını çok iyi okumalı ve uygulama-lıyız. İlâhi kitabın gerçeği ile bize verilen kulluk görevini hiç aksatmadan yerine getirmeliyiz.

Çünkü Kur’an; insanın Allah’ın kulluk sınavından geçirilmek üzere yaratıldığını ifade etmektedir. Kulluğu tarif edersek, en geniş anlamıyla; ona şirksiz imânı, ihlaslı ibâdeti, hilesiz ve lekesiz ameli, ha-yata doğru, aktif ve olumlu bir biçimde katılıp faydalı, meşru ve güzel işler yapmak olarak tarif edebi-liriz. Allah’a kulluk sınavının verileceği yer ise dünya hayatıdır. Bu hayat ise sürekli değil, süreli oldu-ğundan insanın kendisine takdir edilen ömrü en güzel, en doğru ve yaratılış gayesine uygun olarak geçi-rilmesi olmazsa olmaz hedeflerinden olmalıdır. Zira dünya her geçen günle arkamızda kalmakta, önü-müzde ise âhiret bulunmaktadır. Bu dünyada amelin var, hesabın olmadığı, ahirette ise amelin yok, he-sabın olduğu gerçeğini hiç ama hiç unutmamalıyız.

O halde insanın vazifesinin Allah’a layık kul olma mükellefiyetini yerine getirmek olduğu ger-çeğinden hareketle, Kur’an’ın rehberliğini ve Hz. Peygamber'in örnekliğini izleyerek, nitelikli insan, kâmil mümin ve firesiz müslüman olma idealinden asla vazgeçmemeliyiz. Hedefimiz daima Allah’ın rı-zasını kazanmak olmalıdır. Bütün bunların Kur’an ve sünnetin hayatımızda hak ettiği yeri ve değeri al-masıyla gerçekleşebileceğini daima canlı ve diri tutmalıyız.

Sizlere ifade etmeye çalıştığım, belki de tam ifade edemediğim bu gerçeklerin en geniş detayları-nın, farklı bakışlarını dergimizin ilerleyen sayfalarında doya doya bulacağınızı müjdelerken, bir teşek-kür ve bir davetimi sizlere yapmak istiyorum.

Kur’an yılında, vahyin 1400. yılında bizlere çok önemli bir görev veren, Sakarya’mızda ilk defa ger-çekleşecek olan, İmam- Hatip Liseleri arası Kur’ân-ı Kerimi güzel okuma Türkiye Finali organizasyo-nu güveni için sayın Din Öğretimi Genel Müdürümüz Prof.Dr.İrfan AYCAN Bey’e çok teşekkür ediyorum. Dergimizin kapağında da gördüğümüz gibi bizlere zaman ayırarak randevu talebimizi kabul eden ve gü-zel mesajları ile dergimizi onurlandıran Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Prof.Dr. Ali BARDAKOĞLU ho-camıza kurumum adına teşekkürü bir borç biliyorum.

Sakarya halkımız başta olmak üzere tüm dostları, Kur’an yılında Kur’an bülbüllerini dinle-mek üzere 6 Haziran 2010 tarihinde Sakarya Üniversitesi Kongre Merkezi’ne davet ediyorum. İnanıyo-rum ki bu mânevi ziyafet, bizi başka iklimlere taşıyacak, gönüllerimize huzur verecek, kulaklarımızı cilâlayacak, bizim yeniden Kur’an’a dönüşümüze, onda dirilmemize vesile olacaktır.

Hepinize bu güzel duygularla veda ederken dergimizin bundan sonraki sayılarında farklı konu-lar, farklı başlıklar ve daha güzel etkinliklerle sizlere yakışır en güzel çalışmalarda buluşmak üzere en derin saygılarımı ve hürmetlerimi sunuyorum. Kur’an’ın birleştirici, sevgi dolu, kardeşlik mesajlarının, hoş görü anlayışının bizleri kuşatması dileğiyle sizleri Allah'a emanet ediyorum.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 4

Page 7: Umman Dergisi 5. Sayı

Büşra AYAZ

iklîl-iümmet

Ebu Cehillerin kol gezdiği bir gece;Göğü alçakta sananların,

Yere göğe sığdıramadıkları helvâlar;Hem de uğruna can verilen,

Kan dökülen, o mukaddes evde.

Bekliyorduk Ey Nebi!Sükût içinde seni.

Biliyorduk geleceğini,Çünkü aksi; çekilmez bir çile.

Ve bulutlar aralandı birden.Bir ışık ilişti gözlere,

GöklerdenEfsunla süzülen.

Güneşin cürmü yetmezdi buna.Ya yıldızlar?

Hepsinin bağı çözülmüş olamazdıAynı anda.

Kamer şaşkınHaberi olsa da gelenden.

Umulmadık bir nurdu bu derinden.Şark ve garp aydınlanmıştı birden.

Kâinat düşünceye daldı.O gece,

O kadar hadise, Tesadüf olamazdı...

Bir yıldız doğdu önce;Yahudileri bir paniktir ki sardı.

Medayin'de bir Kisra;Onu da yeller aldı.

İbrahim'den miras Beyt'ül Cedîde'de;Putlar yıkıldı baş aşağı.

Ve bin yıldır için için yananO kocamış ateş,

Yerini; tevhid meş'alesine bıraktı.İşte tüm bunlar İklîl-i Ümmet'in

Zuhurunu haber veriyordu...

Ne de çabuk geçti sonra zaman.Sözlerin mayalandı yüreklerimizde.

Bir heyecan, bir çırpınış sarardı içimizi;Her seni gördüğümüzde.

İlkbahardı sen gönlümüzeCemre gibi düştüğünde.

Nûr-u Dilâra'ydın sen.Dilinde tekbir vardı.

Ve gidişin;Acı,

Doyulmayandan mecburi vazgeçiş,Kalplerin nişânesine vedâ.

Ve sonra Yetimler Padişah'ının, son çağrısına

Kesildi kulaklar.Ve bir sonbaharda uğurlandı sonsuzluğa...

5 umman

Page 8: Umman Dergisi 5. Sayı

İtiraf edeyim ki; Umman Dergisi’nin beşinci sayısı için dos-ya konusu olarak Kur’ân-ı Kerîm’i teklif ettiğimde 2010 yılının vah-yin nüzûlünün 1400. yıldönümü olduğunu bilmiyordum, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu münasebetle 2010 yılını “Kur’an Yılı” ilan ettiğini de. Ayrıca dergi yazı kurulu toplantılarında röportaj için isimler düşünürken kimse “Ali BARDAKOĞLU ismine ne dersiniz?” diye de sormamıştı. Bu yüzden Nisan başlarında bir gün Necati Hoca “Büyük ihtimalle Diyanet İşleri Başkanı’yla röportaj yapa-cağız, hazırlanın” dediğinde “Ciddi misiniz? Bu süper olur!” diyebil-miştim ancak. Bir hafta geçmeden “Bugün telefon bekleniyor, bir aksilik olmazsa yarın Ankara’ya gidiyoruz. Sorularınız hazır mı?” dediğinde ne kadar şaşırdığımızı tahmin edersiniz artık! “Ne! Bu kadar çabuk mu?” Ertesi gün Ankara yolunda randevunun şaşır-tıcı ayrıntılarını öğreniyorduk; randevu için Diyanet personelinden başka bir isme ulaşmaya çalışırlarken Kadir Hoca’nın aklına Di-yanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan, İzmit İmam -Hatip Lisesi’nden eski bir arkadaşının gelmesi ve şu an Diyanet İşleri Başkanı’nın Özel Kalem Müdürü olan bu beyefendinin randevu sürecini ciddi ölçüde hızlandırdığını…

Ankara’da bizi sıcak ve misafirperver bir karşılama bekliyordu. Ekranda hep ciddi ve ağırbaşlı görünümüyle karşı-mıza çıkan Sayın Ali BARDAKOĞLU’nun ne kadar mütevazi ve ba-bacan biri olduğunu görmek bizi çok mutlu etti. Laf arasında bize “cimcimelerim” diye hitap etmesi herkesi gülümsetti. Ayrılmadan önce bize bir isteğimiz olup olmadığı sorulduğunda Feyza’yla ce-vabımız çoktan belliydi: “Eğer mümkünse vav istiyoruz.” Telefon-lar edildi, çekmeceler karıştırıldı ve Kur’an ve Vahiy Yılı hatırasına hazırlanmış iki adet vav biçimli broş bize takdim edildi. Bu sayede Necati Hoca’nın da vav biçimli bir rozeti oldu. Arabamız dönüş yo-luna koyulduğunda, Necati Hoca’nın yakasındaki vav, Ankara gü-neşinin metalik yansımalarını etrafa saçmaya başlamıştı bile…

UMMAN : 2010 yılının vahyin nüzûlünün 1400. yıldönü-mü olması münasebetiyle Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Kur’an-ı Kerim” yılı ilan edildiğini biliyoruz. Bu konu hakkında bilgi verir misiniz?

Ali BARDAKOĞLU: Öncelikle sizlere hoş geldiniz diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nin çıkarmış olduğu bu güzel ve anlamlı dergide Diyanet İş-leri Başkanı olarak bize söz hakkı vererek bizleri genç kardeşleri-mizle buluşturmanız dolayısıyla memnuniyetimi ifade etmek isti-yorum. Bu imkân vesilesiyle sizlere teşekkür ederim.

Diyanet İşleri Başkanlığı, dinimizin temel kaynağı Kur'an-ı Kerim'in, Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e vahyedilmeye başlanma-sının 1400. yılı münasebetiyle 2010 yılını ‘Kur’an Yılı’ ilan etmiştir. Başkanlık, bu çerçevede bir dizi etkinlikler düzenlemiş ve bu etkin-liklerle toplumu Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamber konusunda daha etkili bir şekilde aydınlatmayı planlamıştır. Bilgi ve ahlâk ek-senli din hizmetini şiâr edinen Başkanlığımız, 2010 Kur’an Yılı et-kinlikleri vesilesiyle milletimizin inancına, kültür ve medeniyetine kaynaklık eden Kur’an-ı Kerim’in insanlığa sunduğu rahmet yük-lü mesajlarını, bütün toplum kesimleriyle paylaşmak ve getirdiği değerlerin anlaşılması ve yaşanması için üst düzeyde bir bilinçli-lik hâli meydana getirmek düşüncesindedir. Bu kapsamda Baş-kanlığımız, insanımızın Kur’an’la, Hz. Peygamber’in sünnetiyle daha sıklıkla buluşabilmesi adına bir adım atmış ve insanlarımızın Kur’an’la daha fazla meşgul olmalarını amaç edinmiştir.

UMMAN : Kur’an-ı Kerim yılı münasebetiyle planlanan

etkinlikler nelerdir?Ali BARDAKOĞLU: Başkanlığımızca Kur’an’ın nüzûlünün

1400. yılı vesilesiyle bu yıl içinde bir takım etkinlikler planlanmış-tır. Bu çerçevede şunları sıralayabiliriz: Sempozyumlar, açık otu-rumlar, paneller, çalıştaylar, ilmi toplantılar, konferanslar, Kur’an tilaveti programları, yurt dışında “Kur’an Sadâsı” programları, mu-kabele günleri, Kur’an temalı bir seri kitap yayınlanması, TRT ve diğer kanallarda yayınlanmak üzere hazırlanacak “Kur’an Saati” programları, cep tefsirleri, ülkemizin yetiştirdiği ünlü kârîlerin tila-vetlerinden oluşan Kur’an kayıtlarının yayınlanması, Diyanet İlmi Dergisi Kur’an özel sayısının yayınlanması, özel baskı Kur’an-ı Ke-rim yayınlanması, ülkemizin yetiştirdiği yaşayan hattatlarımıza Kur’an-ı Kerim yazdırılması, yarışmalar, belgeseller, alan araştır-maları, sinevizyonlar, Kur’an-ı Kerim dağıtımı, radyo ve tv reklam-ları ve Kur’an Araştırmaları Merkezinin kurulması vb.

UMMAN : Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu etkinliklerle hedeflediği nedir?

Ali BARDAKOĞLU: Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an’ın nüzûlünün 1400. yılı münasebetiyle biraz önce saymış olduğum söz konusu etkinliklerle, Kuran-ı Kerim’in çağlar üstü rahmet yük-lü evrensel mesajını olabildiğince geniş kitlelere ulaştırmayı, onu okuma, anlama, inanç ve amellerimize hakkıyla yansıtabilme ko-nusundaki çabaları desteklemeyi hedeflemektedir. Bu çerçeve-de Kur’ân-ı Kerim hakkındaki yanlış yargı ve abartılar karşısında; onun ruhuna uygun, Kur’an’ın hikmet dolu mânâ ufkunda rahmet ve bereketi yakalamaya çalışan yaklaşımların öne çıkmasını da son derece önemsemekteyiz. Şüphesiz, bu amaçla gerçekleştirile-cek bütün faaliyetler, Diyanet İşleri Başkanlığımızın uhdesine ve-rilen ‘toplumu din konusunda aydınlatma’ görevi doğrultusunda sunduğu din hizmetlerine ayrı bir ivme kazandıracak ve toplumda sevgi, dayanışma ve birliğe vesile olacaktır.

UMMAN : Kur’an-ı Kerim’i yaşamak nasıl olur? Kur’ân-ı Kerim ahlâkı, Kur’ân-ı Kerim ahlâkıyla ahlâklanmak ne demek-tir?

Ali BARDAKOĞLU: Kur’ân-ı Kerim’i yaşamak, öncelikle O’nun mesajını doğru bir şekilde anlamayı gerektirir. Diyanet İşle-ri Başkanlığı olarak her platformda İslam’ı doğru anlamanın yo-lunun Kur’an’ı ve Peygamber Efendimizin sahih Sünnetini anla-madan ve bu iki temel kaynağın bilgisini ahlâkî sorumluluk ola-rak hayatımıza yansıtmaktan geçtiğini ısrarla vurgulamaktayız. Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanmak da O’nun mesajını anlamak, ha-yatımıza tatbik etmek ve Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sas) örnekliğine uymakla olur. Çünkü hepimizin bildiği gibi “O’nun ahlâkı Kur’an’dı.”

Röportaj

DiyanetİşleriBaşkanıProf.AliBARDAKOĞLU

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 6

Page 9: Umman Dergisi 5. Sayı

Kur’ân-ı Kerim’i daha iyi anlamaya, bunun için de onun değerlerini yaşamaya, yaşatmaya ve bu çerçevede Kur’an ve bütün ahlâkî erdemleri şahsında toplayan Sevgili Peygamberimiz(sas)’in örnek hayatını ve ahlâkını da rehber edinmeye ihtiyacımız büyük-tür. Çünkü ilâhî hitabı bizlerle buluşturan Rahmet Elçisi (sas), aynı zamanda o ilâhî kelâmı bize açıklamış ve onun hayat veren mesa-jını bizzat yaşayarak bizlere aktarmıştır. Dolayısıyla Enfâl Sure-si 24. âyet-i kerimesinde ifade edildiği üzere, Kur’an’ın ve Hz. Pey-gamber (sas)’in insanlığın huzuru ve kalıcı mutluluğu için yaptı-ğı çağrıyı günümüze taşıyarak hayatımıza yansıtmak, davranış-larımızı Kur’an’ın emirleri ve O (sas)’nun örnek ahlâkına ve tavsi-yelerine göre şekillendirebilmek son derece önemlidir. Bunun için de, Kur’an’ı ve Sevgili Peygamberimizin hayatını okumamız, oku-duğumuzu sorgulayarak ve düşünerek anlamamız, anladıkları-mızı iyice hazmederek davranışlarımıza rehber edinmemiz gerek-mektedir.

Dürüstlüğü, emaneti korumayı, insan haklarına ve bu-nun önemli bir parçası olan kadın haklarına riayet etmeyi, yetim ve kimsesizlere kol kanat germeyi, ne sözle ne davranışla kimse-yi incitmemeyi, iyilik yapmayı öğütleyen ve yaşayışıyla bunlara en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimiz, yetimin elinden tutmuş, kimsesizlerin kimsesi olmuş, hiç kimseyi incitmemiş, bütün varlı-ğa şefkat nazarıyla bakmış, karşılaştığı onca çirkin iftiraya ve da-yanılmaz ezâya rağmen kötülüğe kötülükle karşılık vermemiştir. Sahip olduğu ahlâkî erdemlerle, Rabbimizin “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin” övgüsüne mazhar olan Sevgili Peygamberimiz, paylaşmayı, sevgi ve saygıyı, ötekini anlamayı ve ona yardım elini uzatmayı, müsamahayı, affı, rahmeti ve merhameti sadece tavsiye etmemiş, bunları aynı zamanda yaşadığı örnek hayatında hep uy-gulamıştır. Böylece Kur’an’ın bütün emirlerini bizzat uygulayarak göstermiştir. Böyle olduğu için de bizler Kur’an’ın emirlerine uy-makla beraber bütün hayatımıza Sevgili Peygamberimizin bu ör-nek hayatını yansıtarak Kur’an ahlâkıyla ahlâklanabiliriz.

UMMAN : Taha AKYOL’un CNN TÜRK kanalında yaptı-ğı Eğrisi Doğrusu programında “Arapça sözlük alıp âyet tefsir et-mek, baltayla saat tamir etmeye benzer.” şeklinde çarpıcı bir ifa-de sarf etmiştiniz. Buradan hareketle Kur’an-ı Kerim’i nasıl yo-rumlamalıyız, hatta yorumlamalı mıyız?

Ali BARDAKOĞLU: Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek ve yo-

rumlamak, bilindiği gibi kolay bir mesele değildir. Kur’an’ın yo-rumu ve tefsiri, herkesin eline Arapça sözlük alarak yapabileceği basit bir şey değildir. Kur’an-ı Kerim’i açıklayıp tefsir etmek, başlı başına çok yönlü bilgi birikimini ve ihtisası, uzmanlaşmayı gerek-tirmektedir. Sözlük yoluyla Kur’an’dan belli bir derece istifade et-mek mümkün olsa da, tefsir için gerekli olan ilimleri bir tarafa bı-rakıp, sadece sözlüğü kullanarak Kur’an âyetlerini izah etmek ve âyetlerden sonuç çıkarmak doğru olmaz. Bu nedenle Kur’an’la il-gili yorum yapabilmek için, lügatin (sözlük) yanında, âyetlerin iniş sebebini, sarf ve nahiv ilmini (dilbilgisi), belagat (edebi yön), kıra-at (okuyuş biçimleri), akaid-kelâm, tefsir, hadis ve fıkıh usulleri-ni, tarih ve siyer ilmini, hakikat-mecaz, muhkem-müteşabih vb. Kur’an’a ait ilimleri, âyetlerin siyak ve sibakını (öncesini ve sonrası-

nı/âyetlerin bütünlüğünü) ve âyetin indiği dönemin şartlarını bil-mek, ayrıca âyetin Kur’an’daki diğer ilgili âyetlerle irtibatını kur-mak ve Kuran’ı böyle bir arka plan, bütünlük ve bakış açısı ile anla-maya çalışmak gerekir. Kur’an’ı anlama konusunda gayret göster-mek isteyen, ancak, yukarıda saydığım özelliklere sahip olmayan, daha doğrusu konunun uzmanı olmayan kişilerin yapacağı şey ise, muteber tefsir kaynaklarına müracaat etmektir.

Sorunuzun ikinci kısmına gelince: Biliyorsunuz, dinimiz İslâm, kıyamete kadar bâkîdir, değişmez. Bu dinin değişmemesini sağlayan iki kaynak vardır. Kur’an ve Sünnet. Bu değişmez iki me-tin, Müslümanlığın ne olduğu hakkında açık seçik fikir verirler. İşte bundan dolayı bu iki metnin çerçevesini çizmiş olduğu din değiş-mez.

Bununla birlikte hepimizin onayladığı gibi sosyal hayat-ta da değişim kaçınılmazdır. Sosyologların ifadesiyle “değişmeyen şey değişimin kendisidir.” Nitekim sosyal hayat değişiyor, aile ha-yatımız, şehir hayatı, ekonomik yapı, daha doğru bir ifadeyle insan hayatını ilgilendiren her alanda bir değişim yaşanıyor. Sözgelimi, ekonomik ilişkilerin de teknolojik gelişmeye bağlı olarak değiştiği-ni gözlemliyoruz. Tıp alanında da çok hızlı bir gelişme olduğu gö-rülüyor. Bunların hepsi, doğrudan olmasa da, Müslümanlığın na-sıl anlaşılması gerektiği hususunu bir şekilde etkilemektedir. İşte bu noktada bizler için bu gelişimlerle dinî hassasiyetlerimizin ko-ruyarak muhatap olabilmemiz önem arzetmektedir.

Bütün gelişmeler ve dönüşümlere rağmen bunlarla dini hassasiyetlerimizi koruyarak muhatap olunması, kendi dindarlı-ğımızı yaşama ve bu dinin insanlık için getirmiş olduğu nimetler-den istifade etme noktasında, günümüzde yaşayan insanların dini sağlıklı bir şekilde anlamasına katkı sağlamak açısından Kur’an’ın hepimizin anlayacağı şekilde tefsir edilmesinin yararlı olacağında şüphe yoktur. Zaten hepimiz biliyoruz ki, İslâm dünyasında ilk dö-nemlerden itibaren Kur’an ve Sünnet’i yorumlama faaliyeti hiç ek-sik olmamıştır. Âlimlerin, bilginlerin kendi dönemlerinde yaşayan insanlar için dini daha iyi anlama ve yaşama gayreti olarak ortaya koydukları tefsir ve yorum faaliyetleri Kur’an’ın her dönemde rah-met ve şifa olması açısından da oldukça önemlidir.

UMMAN : Kur’an-ı Kerim’i kutsallığını ön planda tutarak ele aldığımızda günlük yaşantımızdan tecrit edebiliyoruz. Gün-lük yaşantımıza dâhil ettiğimizde de kutsallığından tecrit etme tehlikesi ortaya çıkıyor. Bu dengeyi nasıl sağlayacağız, insanımı-zın Kur’an-ı Kerim’e yaklaşımı nasıl olmalı?

Ali BARDAKOĞLU: Açıkçası bizim geleneğimizde Kur’an’a gösterilen saygıyı son derece önemsiyorum. Kur’an’ın evimizin başköşesinde yerini alması, gelinlerimizin çeyizlerinde en önem-li unsur olması, ibadet niyetiyle olmasa dahi Kur’an’a abdestli do-kunmaya gayret gösterilmesinin yanında tilavetinin dikkatle din-lenmesi, pek çoğumuzun Kur’an’ı hakkıyla tilavet etmek için üs-tün bir gayret göstermesi takdire şâyândır. Ancak, yüksek bir sa-dakat ve derin bir duyarlılıkla kendisine itibar ettiğimiz ve “sağ-lam bir melce’” olarak kendisine sığındığımız yüce Kitabımızın, gü-nümüzde, bu ilgiye paralel bir duyarlılıkla anlaşılıp kavrandığın-dan, inanç ve amellerimize hakkıyla yansıdığından söz etmek ne yazık ki zordur. Bu nedenle, Kur’ân-ı Kerim’le sadece duygu değil, bilgi ve amel yönüyle de irtibat kurmamız, inanç ve ahlâk değer-lerimizin korunması, sağlıklı bir din anlayışının muhafaza edile-rek geliştirilmesi ve dünya ve âhirette kalıcı mutluluğun yakalan-ması açısından hayatî bir önem arz etmektedir. Nitekim Kur’an’ın hikmet dolu mânâ ufkunda rahmet ve bereketi yakalamaya ça-lışmak, onu okumak, anlamak ve yaşamak, insanoğlunun dünya ve âhiret mutluluğu kazanmasının ve kurtuluşa ermesinin yegâne imkânıdır. Kur’an rahmettir, şifâdır, aydınlıktır ve bir hayat kitabı-dır. Kur’an’ın insanlığa inmesi yetmez, bizim gönlümüze inmezse, bize hitap etmezse, davranışlarımızın rehberi olmazsa bir anlam ifade eder mi? Unutmamalıyız ki, Kur’an raflarda ya da kadife kı-lıflarda muhafaza edilmek için değil; hayatımıza ve gönlümüze in-mesi için gönderilmiştir.

UMMAN : Bir teknolojik buluş veya bilimsel gelişme olduğunda hemen bu gelişmelere işaret eden Kur’an-ı Kerim âyetlerinden bahseden yorumlara rastlıyoruz. Kur’ân-ı Kerim ve bilim ilişkisi hakkında neler söylenebilir?

Ali BARDAKOĞLU: Kur’ân-ı Kerim, temelde bir din kitabı-dır. Bize yaradılışı, varoluşun sırrını, ölümden sonraki hayatı, bü-tün bu varoluşun ne anlama geldiğini ve bizi anlatır. Dolayısıyla

DiyanetİşleriBaşkanıProf.AliBARDAKOĞLU

7 umman

Page 10: Umman Dergisi 5. Sayı

Kur’an bize varoluşun nihâî anlamını anlatan bir ilâhî hikmet ki-tabıdır. Bununla birlikte Kur’an, dağdan, sivrisinekten, hava basın-cından, sayısız nimetlerden bahseder ve bu arada pek çok bilimsel gerçeğe de işaret eder. Bizden bunlara hikmet gözüyle bakmamı-zı ister. Bütün bunların Allah’ın bir nimeti olduğunu anlatır. Ancak dinin amacı, bizim sırf akılla, deneyle ve gözlemle bulacağımız bil-gileri bize doğrudan vermek değildir. Din bize onun ötesini öğrete-rek ve vererek akılla elde edebileceğimiz bilgileri tamamlar. Bu iti-barla, Kur’an’ı bir şifre ve sihir kitabı olarak görmek kadar, bir pozi-tif bilim kaynağı olarak görmek de doğru bir yaklaşım değildir. Do-layısıyla Kur’an’ı, bir fizik, kimya, biyoloji, tıp, hastalıklarla müca-dele, zirai mücadele vb. kitabı gibi görmek doğru değildir.

Allah insana akıl vermiştir ve insan aklıyla nice keşifler yapmaktadır. İnsanın aya çıkması, suyun kaynamasını öğrenme-si ya da hastalıkları tedavi etmesi için illâ Kur’an okuması değil; Allah’ın verdiği akıl nimetiyle pozitif bilimlerde ilerlemesi gerekir. Kur’an ise bütün bunları tamamlar. Bizim bu dünyada aklımızla, çabamızla elde edeceğimiz bilgilerin üzerine, bilemeyeceğimiz bil-gileri ekleyerek daireyi bütünleştirir.

Kur’an pozitif bilimlerle çelişmez. Çünkü bize aklı veren de, aklın keşfettiği bu kâinat düzenini yaratan da Yüce Rabbimizdir. Dolayısıyla kâinatı Yaratan’ın kâinata koyduğu hakikatler ve ku-rallarla, kâinatı Yaratan tarafından bir kâinat kitabı olarak gönde-rilen Kur’an’ın çelişmesi mümkün değildir.

UMMAN : İmam-Hatip Liselerinde verilen Kur’an-ı Kerim eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ali BARDAKOĞLU: Her şeyden önce İmam-Hatip Lisele-ri millî eğitimimiz içerisinde köklü geçmişi olan ve Başkanlığımı-zın personel ihtiyacını karşılama noktasında bir anlamda ilk kade-meyi oluşturan önemli orta öğretim kurumlarıdır. Temel eğitimin sekiz yıla çıkmasından sonra İmam-Hatip Liselerinin önemi bir kat daha artmış, Kur’an Kurslarına devam edemeyen, dolayısıyla ye-teri ölçüde Kur’ân-ı Kerim eğitimi alamayan fakat İlahiyat fakültesi ve devamında da Başkanlığımızda görev almak isteyenlerin adeta can simidi olmuştur. Zira ister imam hatiplik mesleği olsun ister-se din hizmetleri içerisinde her hangi bir meslek olsun, başarının ilk şartı Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden ve belirli sureleri de ezberden usûlüne uygun olarak doğru okumaktan geçer.

Bütün bunları bir tarafa bırakalım, bizim Müslümanlar olarak da yüce kitabımız Kur’an’ı doğru okumak gibi bir görevi-miz var. İmam-Hatip liselerindeki meslek derslerine baktığımızda Kur’ân-ı Kerim dersinin en yoğun ders ve her dönemde en az dört, hatta beş saat olduğunu görüyoruz. Bu da bize ders saatinin yeter-li olduğunu gösteriyor. Zira Kur’ân-ı Kerim veya başka bir meslek dersi için her bir saat artırımı diğer ortak derslerin sayısının azal-ması anlamına gelir ki, bu durum da ayrı bir problem olarak karşı-mıza çıkar. Ders sayısı yeterli olmakla beraber (istisnai durumları bir kenara bırakacak olursak) genel mânâda dersin öneminin ye-teri kadar kavranmaması durumunda bu derslerden alacağımız sonuçlar tatminkâr bir düzeyde olamayabilir. Dolayısıyla öğrenci-lerimizin bu dersin önemini bilerek, gerekliliğine inanıp ihtiyaç his-sederek ve severek almaları önem arz etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim öğretiminin bir ders olmaktan çok, ha-yat boyu sürecek olan Kur’an’la yaşamın ilk basamağını oluştur-ması noktasında meseleye yaklaşmak eminim bizi daha güzel so-nuçlara götürecektir. Bu husus biz din görevlileri için ifâ ettiğimiz görevin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Din görevlilerimiz, Kur’ân-ı Kerim’i güzel okumalı ve kıraatleri sahih olmalıdır. Bu noktada İmam Hatip Liselerinde verilen Kur’ân-ı Kerim derslerinin önemi ortaya çıkmaktadır. Din görevlilerimizin meslekî hayatta dinî eği-time başladıkları yer olan İmam Hatip Liselerinde titizlikle okutu-lan bir Kur’an-ı Kerim dersi, görevlilerimizin meslekî yaşantıların-da büyük kolaylıklar sağlayacaktır.

UMMAN : İmam-Hatip Liselerinde eğitim gören hâfızlık yapmış öğrenci sayısında büyük bir düşüş var. Bunu nasıl değer-lendiriyorsunuz?

Ali BARDAKOĞLU: Sorunuzun cevabına geçmeden önce bir konuyu aydınlatmakta fayda görüyorum. O da İmam-Hatip Liseleri’nde öğrenim gören hâfız öğrencilerin sayısı eskiye naza-ran azalmakla beraber durum söylendiği gibi de vahim değildir. Hâfız öğrenci sayısının azalmasının birden çok nedeni olmakla be-raber en önemli sebebi zorunlu temel eğitimin sekiz yıla çıkarıl-masıyla beraber hâfızlık eğitimi veren Kur’an kurslarına gelen öğ-

renci sayısında ciddi azalmaların olmasıdır. Buna bağlı olarak da İmam-Hatip Liselerine devam eden hâfız öğrenci sayısında bir dü-şüş yaşanmıştır.

İkinci olarak orta öğretim kurumlarındaki çeşitliliğin art-ması sonucu öğrenciler genellikle üniversiteye girişte başarı orta-laması yüksek olan genel liselere devam etmek istiyor.

Meselenin bir de dünyalık, ekonomik boyutu var. Çocuk-larımız aileleri tarafından zorlu ama bir o kadar da kutlu olan bu hâfızlık sürecine maalesef teşvik edilmiyor. Burada geçirecekleri 2-3 yıllık bir zaman dilimini “beyhûde” veya sürecin sonunda yo-rulmalarına değecek bir dünyevi artının kazanç hanelerine yazıl-mayacağı vehmiyle gayretlerini başka alanlara kanalize ediyorlar.

Gerek din hizmetinde ve gerek ilahiyat alanında hâfızlığın ne kadar önemli olduğunu bilen bir kurum olarak, atama ve nakil-lerde hâfız olan personelimize öncelik tanıdığımızı da ifade ederek bu sorunuzun cevabını tamamlamış olayım.

UMMAN : Ilımlı İslâm kavramını nasıl yorumluyorsunuz?Ali BARDAKOĞLU: Öncelikle ifade etmeliyim ki, “Ilım-

lı İslâm” kavramı son zamanlarda daha çok siyâsî ve stratejik bir projenin adı olarak gündeme taşınmıştır. Müslümanlığın hoşgö-rüye dayanan, karşılıklı sevgiyi, saygıyı öğütleyen bir din oldu-ğu ayrı; siyâsî ve stratejik bir projenin adı olan “Ilımlı İslâm” pro-jesi ayrı konudur. Din dindir, İslâm İslâm’dır. İslâm’ın başına sonu-na bir şeyler koymak doğru değildir. Radikal İslâm, siyasal İslâm, ılımlı İslâm gibi tabirler Müslümanlıktaki genel tasavvuru zedeler. Dolayısıyla ben “Ilımlı İslâm” şeklinde kullanılan bu tabiri doğru bulmuyorum.

İslâm dininde ılımlılık yok mu, hoşgörü yok mu? Tabi ki var. Ama bunu bir paket haline getirip proje şeklinde sunmak, Müslümanlığı bulunduğu çizginin dışına iter. Bu şekilde isimlen-dirilen bir projeyi yürürlüğe koymak isteyenler ‘İslâm’ın tabiatın-da sertlik vardır, kendi çıkarlarımız doğrultusunda kenarını köşe-sini düzeltelim, kendi çizgimize çekelim ve bunu dünyaya empoze edelim’ diyorlarsa, bu şekildeki bir proje doğru değildir. Dinimiz kimsenin dindarlığına karışan bir din değildir. Allah insanlarımıza özgürlük tanımış. Ilımlılık, sevgi, saygı İslâm’ın özünde zaten var olan şeylerdir. Ama bunu proje şeklinde, yönlendirme ve bir ham-le şeklinde değerlendirmek kabul edilemez bir durumdur.

UMMAN : “Laiklik ve dindarlık tartışmaları gelip ba-

yanların giyiminde kilitleniyor. Müslümanlığın en büyük soru-nu bu mu? Dinimiz yalnızca kadınların kapanması için mi yaratıl-dı?” ifadelerinizle adınız İslâm’da reform tartışmalarıyla birlik-te anılır hale geldi. Ayrıca gerek Türkiye’de, gerek dünyada ılım-lı İslâm’ın önde gelen temsilcilerinden biri olarak biliniyorsunuz. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

Ali BARDAKOĞLU: Yukarıda da ifade ettiğim üzere, din in-san ve toplum hayatını iyileştirmek, dünya ve âhiret hayatını mut-lu kılmak için gelmiştir. Din, biz şekillendirdikçe etkinliğini ve say-gınlığını yitirir. Dolayısıyla dinde reform olmaz. Din aslında bize yön vermek, hayatımıza ışık tutmak ve rahmet getirmek için var-dır. Tabi din bizim günlük hayatımızı en ince ayrıntısıyla belirlemi-yor. Hangi araca bineceğimize, evimize, işimize hangi yoldan gide-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 8

Page 11: Umman Dergisi 5. Sayı

ceğimize, yapacağımız binanın şekline karışmıyor. Din bize dünya-nın, hayatın anlamını öğretiyor. Din geldiğimiz o ezel-ebed çizgisi ve gideceğimiz âhiret hayatının hakikatini idrak ettirir. Din, bu dün-yada Allah’a inanmamızı, O’nu tanımamızı sağlayıp bize Allah’ın huzurunda olduğumuz bilincini kazandırarak hem kendimiz, hem de toplum ile barışık yaşamamızı temin eder. Böyle olduğu için de din ile modern hayat ve din ile bilim arasında çelişki yoktur. Din-de reform olmaz, ama bizim din anlayışımızı, dini bilgimizi sürekli taze tutmamız gerekir. Bizim hem 21. yüzyılda yaşamamız, hem de bu modern yüzyılda yaşayan bireyler olarak din ile bağımızı can-lı tutup, onun rahmetinden istifademizi azaltmamamız gerekiyor.

Bir de şunu ifade etmeliyim: Bizim verdiğimiz hizmet-te insanlara İslâm’ın hoşgörü, sevgi, saygı, merhamet, kardeşlik, diğerkâmlık gibi düsturlarını esas alarak 14 asırdır insanlığa sun-muş olduğu rahmet iklimini anlatmamızın, dünyada değişik bazı gerekçelerle son zamanlarda türetilmeye çalışılan siyâsî ve stra-tejik projelerle bir ilgisi olamaz.

UMMAN : Dini çağın gereklerine göre anlama ve yorum-lama dinde reformu gerekli kılar mı?

Ali BARDAKOĞLU: Şöyle ifade edeyim: Kur’ân-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin sahih sünneti dinin iki ana kaynağıdır ve bunlar, dünyanın sonuna kadar hep var olacak ve bize ışık tuta-caktır. Önemli olan bundan alacağımız ışığı sürekli olarak yaşadı-ğımız çağda hayatımıza yansıtabilmek, dindarlığımızı taze ve diri tutmaktır. Onun için dinde reform, dinde yenileşme olmaz. Ancak 21. yüzyılda yaşayan bir Müslüman olarak bizim dini bilgilerimizi, dini algılamamızı ve dindarlığımızı sürekli güncellememiz gerekir. Meselâ bugün 21. yüzyılda bizler iyi bir Müslüman nasıl oluruz, ya-şayan komşularımızla ilişkilerimiz nasıl olmalı, özel hayatımızda ve toplum hayatında dinimizi nasıl yaşamalıyız? Dinimiz bize hem iyi bir dindar, hem iyi bir komşu, hem iyi bir aile bireyi, hem iyi bir vatandaş, hem iyi bir iş insanı olmamızın yolunu gösteriyor. Bizim de çalışma, üretme, temizlik vb. konularda doğal ve sosyal haya-tın gerekleri ile dinin bizden istediklerini barış ve uyum içinde ya-şatmamız gerekir.

UMMAN : Eskiye nazaran din görevlileri çok daha ak-tif, sosyal yaşantının içinde daha fazla yer alıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konuda bir çalışması oldu mu veya olacak mı?

Ali BARDAKOĞLU: Diyanet İşleri Başkanlığının faaliyetle-

rinin temelini din hizmetleri teşkil etmektedir. Küreselleşen dün-yanın şartları din hizmetlerinin sadece ibadet ve mabetle sınır-lı görülmesine imkân vermemektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da sunduğu din hizmetlerini mevzuatlar çerçevesinde, sosyal ve kültürel gelişmeleri de dikkate alarak yeniden ele almıştır. Diya-net İşleri Başkanlığı sosyal açılımlı din hizmetlerini, dinî yayıncılık-tan yurtdışı hizmetlerine kadar faaliyet gösterdiği her alana oran-tılı bir şekilde yansıtma gayretindedir. Sosyal açılımlı din hizme-ti sunarken Başkanlığımız din görevlilerimize de sosyal yaşantı-nın içinde daha aktif rol almalarını ve bu sayede daha çok vatan-daşımıza ulaşmalarını tavsiye etmektedir. Her din görevlimizin görev yapmış olduğu mekân ve çevresinde toplumla iç içe olma-sı, insanların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını fark ederek yardımcı ol-

maya çalışması sosyal açılımlı din hizmetinin bir gereği olarak bü-yük önem taşımaktadır.

Hepimiz biliyoruz ki, din görevlilerimiz halkın sorunlarıy-la, kederleriyle, sevinçleriyle her zaman iç içe olmuştur. Hiçbir za-man insanımızın sorunlarına karşı duyarsız kalmamış, ihtiyaçları olan moral desteği sağlamaktan geri durmamış, elinden geldiğin-ce herkese yardımcı olmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, görevlileri-mizin toplumda sosyal ve fizikî çevre bilincinin yerleşmesine öncü-lük ederek, çevresine okuma-yazmayı ve çocuklarını okutmayı tel-kin ederek, çalışkanlık ve üretkenlik üzerinde durarak, temizliğe sıkça vurgu yaparak, öksüz ve yetimin, kimsesizin, fakir-fukaranın elinden tutmanın insanlık ödevi olduğunu hatırlatarak hizmetle-rini cami içinde ve dışında birbirini tamamlar mahiyette yürütme-leri küreselleşen ve küçülen dünyamızda insanımıza önemli katkı-lar sağlamaktadır.

UMMAN : Zorunlu din dersleri kaldırılsın tartışmalarını nasıl yorumluyorsunuz?

Ali BARDAKOĞLU: Diyanet İşleri Başkanlığı olarak Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin ilköğretim ve liselerde zorun-lu olarak okutulması gerektiğini ısrarla söylüyoruz. Bu bizim ina-narak ve okutulmadığı zaman hangi mahsurların çıkacağını göre-rek ısrarla savunduğumuz bir konudur. Çünkü bir alanda boşluk meydana getirdiğiniz vakit, bu boşluğu birileri kendine göre dol-duracaktır. Bu nedenle din öğretiminin, devletin denetimi ve göze-timinde yapılması zarûridir. Diyanet İşleri Başkanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, üniversiteler ve benzeri kurumlar aşağı yukarı bunun için kurulmuştur. Zamanında çocuklarımıza din hakkında yeterin-ce bilgi vermez isek, bunun meydana getireceği sakıncaları herke-sin şimdiden görmesi ve konuyu bu sakıncaları da görerek tartış-ması gerekir. Zaten bu sakıncalar bilindiği içindir ki, bir kültür der-si olan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi, çocuklarımızı din hakkın-da bilgilendirmemiz için zorunlu olarak okutulmaktadır. Bundan böyle de okutulması gerekir. Çünkü bu bir kültür dersidir ve ço-cuklarımızı din hakkında bilgilendirme imkânıdır. Sadece tek bir din değil, bütün dinler, dinlerin geçmişleri, dinî tecrübenin tarihi, dine mensup insanların öncelikleri, duyarlılıkları, toplumdaki din olgusu ve dinin ana kaynaklarının doğru bilgisi öğretilmelidir ki, toplumda din hakkındaki yanlış bilgi, bidat, hurâfe ve istismar yol-ları kapansın.

UMMAN : Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Mü-dürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı okullarda ne gibi ortak faa-liyetlerde bulunabilir. Kutlu Doğum bu bakımdan güzel bir fırsat. Diyanet İşleri Başkanlığı bunu nasıl değerlendirmeyi düşünüyor?

Ali BARDAKOĞLU: Biz Başkanlık olarak kurumlar arası ilişkileri ve tecrübe paylaşımını oldukça önemsiyoruz. Başkanlı-ğın dini hizmetler alanındaki personel ihtiyacını İmam-Hatip Lise-leri ile İlahiyat Fakültelerinden karşılaması, Başkanlığın Din Öğre-timi Genel Müdürlüğü ve Üniversiteler ile ilişkilerini daha önemli hale getirmektedir. Bu çerçevede başkanlık ile Din Öğretimi Genel Müdürlüğü arasında düzenlenebilecek ortak programlar hakkın-da ilk etapta şunları sıralayabiliriz:

1. Kutlu Doğum etkinlikleri çerçevesinde okullar arası bil-gi yarışması,

2. İmam-Hatip Lisesi öğrencilerine Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı ibâdet mekânları ile Kur’an Kurslarında uygu-lamalı ders ve yaz stajı imkânı sağlanması,

3. İlköğretimden sonra İmam-Hatip Lisesi’ni tercih etmeyi düşünen gençlere imam hatiplik ve müezzin kayyımlık meslekle-rini tanıtım programları,

4. Dini gün ve gecelerde ve dini bayramlarda İmam-Hatip Lisesi’nde okuyan gençlerle imam-hatipler, müezzin kayyımlar ve vaizler gibi görevlilerle birlikte uygulamalı irşat programları dü-zenlenmesi,

5. İl ve ilçelerde bulunan İmam-Hatip Liseleri ile il ve ilçe müftülüklerinin eğitim ve mesleki uygulamaya ilişkin gündemler-le rutin toplantılar yapmasını sağlayacak protokoller hazırlanma-sı,

6. Diyanet İşleri Başkanlığı yönetici idareci ve görevlile-ri ile İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinin açık oturumlar, gençlik kampları gibi etkinliklerde bir araya getirilmesi.

9 umman

Page 12: Umman Dergisi 5. Sayı

Kur’anokuyankimsedebulunması

gerekenâdapvevecibeler

Kur’ân-ı Kerim’in okunması bir ibâdettir. Hz. Peygamber (as.) buyurdu ki:

-Ümmetimin ibâdetinin en faziletlisi Kur’ân-ı Kerim’i okumaktır.(1)

Kur’ân-ı Kerim’in okunması Allah’a yakınlıktır. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

- Hiçbir kul Allah’a kendi kelâmı olan Kur’an’dan başka bir şeyle yaklaşamaz.(2)

Kur’ân-ı Kerim’in okunması bir hasenedir (iyi-liktir). Allah’ın Resûlü bu konuda şöyle demiştir:

- Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene on misli olarak veri-lir.(3)

Kur’ân-ı Kerim’in okunması ibadet, yakınlık ve hasene olunca okuyan kimse için ibadeti tam ve sahih olması gerekir. Bunun için de bir takım âdab ve vecibe-ler mevcuttur. Bunlar değişik eserlerde maddeler ha-linde anlatılmıştır. Dergimizin sayfa durumunu düşü-nerek bu maddelerin en önemli olanlarını zikretmek istiyorum.

1) İHLÂS: Bütün ibadetler nasıl Allah’ın rızasını kazanmak için yapılıyorsa, Kur’an okumak da bir iba-det olduğundan okuyucu her türlü riyâdan uzak olma-lı. Kur’an okumayı Allah’ın rızasını kazanmak için yap-ması gerekir.

2) ABDESTLİ OLMAK: Kur’ân-ı Kerim’i ezber okuyan kimsenin abdestli olması müstehaptır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim okuma zikirlerin en faziletlisidir. Pey-gamber Efendimiz Allah’ı zikredeceğinde abdestli ola-rak zikretmeyi severdi.

3) MİSVAK KULLANMAK: Kur’an okuyan kimse-nin kıraat yolu olan ağzı temizlemek, ta’zim etmek için misvak kullanması müstehabdır.

Beyhâki Semûre’den rivayet etmiştir. Hz. Mu-hammed (as.) buyurdular ki:

- Ağızlarınızı misvakla temizleyin. Çünkü ağız Kur’an yoludur.(4)

4) KIBLEYE DÖNMEK: Kur’an okuyan kimsenin kıbleye yönelmesi müstehabdır. İbn-i Abbas’tan riva-yet edilir. Hz. Muhammed (as.) buyurdu ki:

- Meclislerin en şereflisi kıbleye yönelinen yer-dir.(5)

5) YERİN TEMİZLİĞİ VE NEZÂFETİ: Kur’ân-ı Kerim’in okunduğu mekân temiz ve nezih bir yer olma-lıdır. Yeryüzü bizim için mescid kılınmıştır. Temiz olan her yerde okunur.

Süyûti’nin İtkan kitabında bu konuda şöyle bir kayıt düşülmüş; temiz bir yerde kıraat sünnettir, bu ye-rin en faziletlisi mescidtir.

6) BÜYÜK ABDESTSİZLİKTEN TEMİZLİK: Cü-nüblükten, hayız ve nifastan temizlenmek, Kur’an’ı kastetmek sûretiyle okumak için farzdır. Bu kimselerin temizlenmeden önce okumaları haramdır. Fakat telaf-fuz etmeksizin Kur’an’ı kalpleriyle okumaları caizdir. Kur’ân-ı Kerim’e dokunmaksızın bakmak da caizdir.

İmâm-ı Nevevî diyor ki:-Müslümanlar cünüblü ve hayızlı kimseye tek-

bir, tehlil, tahmid, tekbir, Sâlât ü Selâm ve bunun gibi diğer zikirlerin câiz olduğu konusunda ittifak etmiş-lerdir.

7) EÛZU BESMELE: Kur’an okuyan kimsenin kı-raatinden önce eûzu besmele çekmesi sünnettir. Yüce Rabbimiz “Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın” buyurmuştur. Aynı şekilde namazda yalnız ilk rekâtta kıraatten önce “eûzu bes-mele” çekmek sünnettir. Okuyan kimseye Tevbe Sûresi dışında bütün sûrelerin başında besmele okuması sün-nettir.

8) KIRAAT ESNASINDA TEDEBBÜR (DÜŞÜN-MEK): Okuyan kişinin okuduğu şeyi anlaması, tefekkür etmesidir. Çünkü Allah Kur’an’ı tedebbür ve tefekkür edilmesi için indirmiştir. Sad Suresi 29. ayette Rabbi-miz şöyle buyurdu:

-Bu, ayetlerini düşünsünler, akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.(6)

Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor:-Kendisinde tedebbür (düşünmek) olmayan kı-

rattan hayır yoktur.Hasan Basri hazretleri şöyle demiştir:-Sizden önceki kimseler yani Resûlullah’ın as-

habı bu Kur’an’ı kendilerine Rablerinden gelen mek-tuplar şeklinde telakki ettiler. Ve geceleyin onu oku-yup tedebbür ettiler. Gündüzleyin gerekeni ifade eder-ler.

İşte değerli okuyucular!Kur’ân-ı Kerim okurken riâyet edeceğin husus-

ları özetleyen bir yazıyı sizlere sunduk. İnşallah gere-ğince amel eder ve böylece Allah’ın rızasını elde etmiş oluruz.

Selami GÜRSOY

Dipnotlar1-Feyzul Kadir: 2-442-Camiul Usul Fethül Kebir: 3-783-Tirmizi, İbn-i Mesud’dan4-Fethul Kebir: 2-2275-Taberani6-Sad, 29

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 10

Page 13: Umman Dergisi 5. Sayı

Selami GÜRSOY

bizeHakk’ıhaykırıyor

Yanan dağlar fışkırarakOkyanuslar buz tutarak

Şu sert zemin sallanarakBize Hakk’ı haykırıyor

Esen rüzgâr akan dereKâh gürleyip kâh sessizce

Bunca derya katresinceBize Hakk’ı haykırıyor

Cansız toprak can kazanıpKuru dallar çiçek açıpUyuyan canlar uyanıpBize Hakk’ı haykırıyor

Gece gündüz ardardınaBak dört mevsim sırasıyla

Türlü türlü meyvasıylaBize Hakk’ı haykırıyor

Canlı cansız tüm varlıklarAtomdaki nice sırlar

Mucizeler, Hak ResullerBize Hakk’ı haykırıyor

11 umman

Page 14: Umman Dergisi 5. Sayı

“Başlangıçta hiçbir şeyin olmadığı” varsayı-mı, insan idrâkinin kavrayacağı bir hipotez değil. Bu yüzden hiç tartışmasız olarak şunu kabul etmemiz gerekir; Allah sonradan yaratılmamış olarak baş-langıçta vardır ve zamandan mekândan bağımsız olarak vardır.

Allah kâmil sıfatların sahibi olarak kelâm ve yaratma sıfatlarıyla da muttasıftır. Bu bağlamda kâinat Allah’ın kendi yaratma sıfatını sergilediği bir tuval olarak düşünülebilir. Bir bakıma Allah kendi yaratıcılığını sergilemiştir kâinatı yaratarak. Fakat bu sergilemenin anlamlı olabilmesi için bu yaratış sanatını algılayacak ve karşısında zevk duyarak tak-dir edecek bir varlığa ihtiyaç vardır. Aksi durum ya-ratışı kâmil olmaktan çıkaracak ve eksik kılacaktır. İşte bu eksikliği gidermek ve yaratışı taçlandırmak için Allah yaratılanı algılayacak ve takdir edecek bi-linçli bir varlık yaratmıştır; insan.

Evet, insan bir yanıyla tıpkı kâinattaki diğer varlıklar gibi bir yaratıktır ama diğer bir yanıyla bü-tün yaratılmışlara anlam katan, onların anlamları-nı ve değerlerini belirleyen, onların var olmalarına sebep olan bir varlıktır. Bu yüzden insan her ne ka-dar kâinatın içindeyse de, insanın içinde de bir kâinat vardır.

Yeryüzü, diğer bir deyişle arz, evrenin önem-siz bir küresi gibi görülse de, içinde evrenin anlamı-nı taşıması dolayısıyla evrenin merkezidir. Mekân olarak değilse bile değer olarak bu böyledir. Çünkü insan nerdeyse orası da o değeri taşıyacaktır doğal olarak.

Evrenin anlamı olan insan, yeryüzü deni-len “aşağılık mekân”a yani “dünya”ya, “yüksek bahçe”den yani “cennet” ten “indirilmiş” ve bir süre-liğine orada “halife” olmakla görevlendirilmiştir. İn-sanın bu görevi onun içinden kan dökecek, bozgun-culuk çıkaracak varlıklar çıkmasına sebep olmuş olsa da yaratılışındaki “en güzel kıvam, en mükem-mel düzen” onu Allah’ı temsil etme makamına getir-miş ve Allah’ın esmâsına makam olmuştur. Bu bağ-lamda insan adlı varlığın kemâl sıfatlarını üzerin-de toplamış olan ve kâinatın yaratılış amacını kendi varlığında taşıyan “övülmüş” varlık yani Hz Muham-med ortaya çıkmıştır.

Allah’ın amacını en yüce boyutlarıyla kavra-yan ve bu gayeye bütün varlığıyla hizmet eden en kâmil kişi olan Hz Muhammed (s.a.s.), bu hizmeti-ni Allah’ın isimlendirmesi ile “kulluk” diye tanımla-mış ve kendini yine bu adlandırma ile “Allah’ın kulu” diye tavsif etmiştir. İşte bu “kulluk” kelimesinin muhteviyâtını kavramak için insanın idrâkine fısılda-nan fısıltıları hissedecek kulak Hz. Muhammed’tir. (s.a.s.) İnsanların geri kalanına düşen görev Hz

Muhammed’e (s.a.s.) fısıldanan işaretleri takip et-mek, Allah’ın sanatına takdir hisleriyle yaklaşmak ve onun şânını tespih ederek yüceltmektir.

Allah insanların idrâklerinden bütünüyle kendini gizlememiş tersine insanlar onu bulsunlar diye her yeri işaretler ile donatmıştır. Kâinat bu yö-nüyle Allah’ın işaretleri, O’na götüren “ayetleri” ile doludur. Allah kendisinin fark edilerek anlaşılması-nı o kadar istemektedir ki yalnızca kâinatı kendi işa-retleriyle doldurmak ile yetinmemiş ayrıca içinde kâinatın âyetlerini de taşıyan kerim kitabı gönder-miştir.

Bu kitabın “kerim” ismi ile adlandırılması ol-dukça anlamlı esintiler taşımaktadır. Çünkü Rah-man olan Rab, insanlara karşı merhametlidir. Ve on-lara acıdığı için, onların hayatın karmaşası içinde kaybolup gitmelerini istemediği için, onların huzur-lu ve mutlu, güven içinde yaşamalarını istediği için, onlara “ikram” olarak oldukça “cömert” bir kelam göndermiştir.

Bu kelâm, kâinatın sırlarını aşikâr eyleyerek insana yol kılavuzluğu yapmaktadır. İnsan kelâmı takip ederek yolunu bulacak ve böylece tehlikeler-den sakınmış, korunmuş olacaktır. Aksi takdirde kâinatın çıplaklığı içinde insan ıssız ve yalnız kalarak karanlıkların soğuk pençesinde çırpınacak ve yok olacaktır. Oysa insan evrenin fihristini bünyesinde barındıran kitabı sayarak hürmet gösterdiğinde ki-tap insanı evrenin zirvesine, başlangıcındaki secde-ye lâyık bir varlık konumuna çıkaracaktır.

İnsanın kendini anlaması hayatı anlamlandır-ması ve yeryüzünü ıslah etmesi için kitabın işaretle-rini “doğru” olarak anlaması bir problem olarak kar-şımıza çıkmaktadır.

Evet, kitabın işaretleri, yani Kur’an’ın âyetleri nasıl anlaşılmalıdır? Bu soruyu göğün fısıltılarına yeryüzünün kulağı olarak gönlünü dayayan elçinin anladığı gibi anlaşılmalıdır diye cevaplandırabili-riz. Çünkü elçinin gönlüne indirilmiştir kelam. Ve el-çinin “sahih” önderliği kâinatı ve kitabı birlikte oku-mayı öğretmiştir bize.

Bu yüzden insan; ister içinde yer aldığı kâinatın ayetlerinin izini sürsün, ister kendi içinde taşıdığı kâinatın âyetlerinin izini sürsün, isterse de Rahmân’ın gönderdiği kelâm olan kitabın içinde ta-şıdığı ayetlerin izini sürsün; sonuçta bütün izler onu elçinin izine çıkaracaktır. Ve elçinin izini takip eden-lerin varacağı yer Rahmân’ın kucağıdır.

Yerin ve göğün İlâhı, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şefkati ve merhameti ile sarıp sarmaladığı kullardan olmak ne kadar da mutluluk vericidir.

yerinkulağıvegöğünfısıltısı Abdulselam GÜNGÖRMEZ

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 12

Page 15: Umman Dergisi 5. Sayı

Afra Nur YILMAZ

O'na...

Sen gittin... Yalnız hüznün kaldı içimizde,

Güneş başka diyarlarda doğdu, Kara bulutlar vardı gök kubbemizde,

Bize düşen hazin bir bekleyiş oldu.

Sen gittin... Geçmeyen bir zaman kaldı bizde, Bitmeyen bir sahne ömrümüzde,

Gönül bazen ölüm ister de, Gün nerede, ay nerede, yıl nerede kaldı?

Sen gittin... Engin bir okyanus kaldı bizde,

Göz pınarı suyu çekilmiş bir kuyu, Umudumuz görünmez bir köy oldu,

Sen nerede, gözyaşı nerede, ben nerede kaldı?

Sen gittin... Sitem yüklü bir şiir kaldı bizde,

Kış ayazında dondurulmuş kelimeler, Dudaklarda kelepçelenmiş cümleler,

Kâğıt nerede, kalem nerede, şâir nerede kaldı?

13 umman

Page 16: Umman Dergisi 5. Sayı

İnsan, anne-babadan aldığı genetik faktör-ler sebebiyle farklı mizaç, karakter ve huy yapısıy-la dünyaya gelir. İnsan, İslâm fıtratı üzerine yara-tılmasına rağmen farklı mîzac ve karaktere sahip-tir. Kur'ân-ı Kerim insanlarda doğuştan var olan bazı zaafları belirtmiştir. Bu zaafların insanlarda az veya çok oranlarda bulunması insan şahsiyeti-nin teşekkülünde önemli rol oynar. Kur'an'da olum-lu ve olumsuz insan tiplerini ortaya koymaya çalı-şırken insan şahsiyetinin oluşumunda önemli kat-kıları olan, insanın fıtratından getirdiği bu zaafların özenli ve dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekir. Öncelikle insan şahsiyet ve karakterin menfî unsur-larını teşkil edecek olan bu fıtrî zaaflar açısından insan tiplerini incelemek yerinde olacaktır.

1. Aceleci (Acûl) TiplerAceleci: Sürat(Hızlılık) olup yavaşın zıddıdır.“ İnsan yaratılışı gereği çok acelecidir…

”(Enbiyâ, 21/37)Yani insan aceleci olarak yaratılmıştır. Yahut

insan aceleden yaratılmıştır. Burada mûrâdedilen insan cinsi, insanoğludur. Hatta o kadar ki san-ki aceleci olmak insanın yaratılışından, fıtratından, seciyyesi ve tabiatından bir parça olmuştur… Bu-rada âyetlerden maksat, tevhîdin ve Resûlün sâdık oluşunun delilleri yahut dünyada acil olarak yok olmak âhirette ise azaptır.

“ İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İn-san pek acelecidir.”(İsrâ, 17/11)

Bu, Mekkeli kâfirlerin saçma isteklerine, Hz.Peygamber’den, (s.a.s.) bahsettiği azabı, hemen indirmesi isteklerine verilen cevaptır. Burada, ken-dilerine yaptıkları işkenceler ve dâveti inatlarından ötürü reddetmeleri nedeniyle kâfirlerin helâk ol-ması için dua eden mü’minlere de gizli bir uyarı var-dır. Bu topluluğun içinde sonradan Müslüman olan

ve İslâm’ın en kuvvetli temsilcileri haline gelen bir-çok kimse vardı. İşte bu nedenle Allah(c.c): “İnsan pek acelecidir.” demektedir. İnsan, Allah(c.c)’a sa-dece anlık acil ihtiyaçları için dua eder. Oysa daha sonra yaşanan tecrübe gösterir ki eğer Allah(c.c), onun duasını kabul etmiş olsaydı, bu kendisi için daha kötü olurdu.

2. Zayıf Yaratılışlı (Daîf) TiplerLügatte: Kuvvetin zıddı.Istılahta: Sübûtunda söz edilen şeydir.İşte insanın yaratılışında var olan bu zaaf-

lar kötü davranışlarının kaynağıdır. Aynı zamanda bu zaaflar onun şahsiyetinin oluşmasında ve şekil-lenmesinde olumsuz rol oynarlar. İnsanlar çoğun-lukla nefsinin arzularına karşı zâfiyet gösterdikleri için birçok günahlara düşerler. İnsanı bu zâfiyetine karşı, imân, takvâ, sabır ve irâde eğitimi ile yetiştirip donatmak gerekir.

“ Allah(c.c) sizden (yükünüzü)hafifletmek is-ter. İnsan da zayıf olarak yaratılmıştır.”(Nîsâ, 4/28)

Bu sözün mânâsı şudur: “Allah(c.c), insanın zayıf olması sebebiyle, tekliflerini hafifletmiş, ağır-laştırmamıştır…” Doğruya en yakın olanı ise, bu âyette bahsedilen zayıflığın, beden zayıflığına değil, aksine şehvet ve lezzetlere meyletmeye çağıran se-beplerin, âmillerin çokluğu… anlamına hamledil-mesidir. Böylece bu açıklama, insanın bunun aksi-ne katlanabilme hususunda zayıf olduğuna bir izâh gibi olmuştur. Zirâ yaratılış ve kuvvet bakımından zayıf olan kimsenin, Allah(c.c), tâate götüren se-beplerini kuvvetlendirdiğinde, bu kimse kuvvetli bir kimse, yaratılış, âlet ve edavat bakımından kuv-vetli olan kimsenin, tâate dâvet eden sebepleri za-yıf olduğunda, bu kimse de zayıf bir kimse hükmün-de olur.

“ Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaa-

Kur’ân-Kerim’egörefıtrîzaaflaraçısındaninsantipleri

Yılmaz ERSOY

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 14

Page 17: Umman Dergisi 5. Sayı

fın ardından size kuvvet veren…”(Rum, 30/54)Âyette geçen “min da’fin” kelimesi, onu baş-

langıçta zayıf olarak yarattı demektir. İnsanoğlu yavaş yavaş büyür; önce çocuk olur, sonra bülûğ ça-ğındaki bir genç olur; gençlik devresi, güçsüzlükten sonraki kuvvet devresidir. Daha sonra da yetişkin-likten itibaren yaşlılığa ve ihtiyarlığa doğru giden güçsüzlük devri gelir. Bu devir de kuvvetten sonraki güçsüzlük devridir. Artık gayret ve hareketlilik za-yıflar, görünen ve görünmeyen vasıflar değişmeye başlar.

3. Hırslı(Helu’) TiplerLügatte: Hırs; hüzün.Istılahta: Kanaatin zıddı olup, başkasının ni-

metlerinin (rızkının) ortadan kalkmasını istemektir.“ Onları, insanların hayatta en düşkünü, or-

tak koşanlardan daha tutkunu bulursun…”(Bakara, 2/96)

Arapçada “hayat” kelimesinin sözlük anlamı “herhangi bir tür yaşama”dır. Burada, onların sür-dürdükleri hayatın, nasıl bir hayat olduğunu düşün-meksizin yaşamak istedikleri anlamına gelir. Şeref-li ve yüce veyahut şerefsiz ve aşağılık bir hayat sür-dürmeleri onlar için hiç önemli değildir.

Kur'an’ın, insanın ahlâkî zayıflığından bah-settiği pek çok yerde, bundan imân edenler ve doğ-ru yolda olanlar istisna edilmiştir. Burada kendi-liğinden anlaşılıyor ki, doğuştaki bu fıtrî zayıflık daha sonra değiştirilemez değildir. Fakat insan Al-lah (c.c)’ın gönderdiği hidâyeti kabul eder ve kendi nefsini ıslah için bilfiil gayret gösterirse o zaman bu zayıflığını tedavi edebilir. Eğer nefsini gevşek bıra-kırsa bu zâfiyetler onun içerisinde yerleşir, gelişir.

Bu şeklin ortaya koyduğu insan çizgileriyle, işaretleriyle kendini göstermektedir. Başına bir kö-tülük gelince feryadı basmakta, acısından sızlan-makta, ızdırâbından çığlık atmakta ve her zaman böyle olacağını, bunun üzerinden gitmeyeceğini sanmaktadır. İçinde bulunduğu hâlin biteviye du-rup kalacağını tahmin etmekte, kendini, evhâmıyla kendisine gelen felaketli saniyelere hapsetmek-tedir… İhtiraslarının kulu kölesi durumuna gelir. Çünkü rızık konusundaki gerçeği bilmemektedir.

4. Câhil (Cehûl) TiplerLügatte: İlmin zıddı olup bu sıfatı taşıyanla-

ra cahil denir.Istılahta: Bir şeyin, bulunduğu durumun ter-

sine olduğuna inanmaktır. “Af yolunu tut, bağışla, mâ’ruf olan şeyleri

emret, câhillerden yüz çevir.”(A’raf, 7/199)Burada câhil, düşünmeden his ve şehvetle-

rine göre hareket eden, birden bire kızan; düşün-cesiz, kaba, münkir insan anlamındadır. Yüce Allah (c.c), elçisine böyle câhillere aldırmamasını, onla-

rın kaba davranışları ve kırıcı sözleri yüzünden mo-ralini bozmamasını, şeytandan bir dürtü gelince Al-lah (c.c)’a sığınmasını emrediyor.

“ Ki onlar cehalet içerisinde kalmış (bilgisizli-ğe saplanıp kalan) gâfillerdir.”(Zâriyat, 51/11)

Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahmin-lere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felakete gidenlerdir. Âhireti inkâr eden bir kişi, hiçbir şekil-de hesap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Evet bütün bu tahmine dayanan inançlar gerçekte bi-rer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşukluk için-de bu insanlar idraksiz ve düşüncesiz kalmışlardır. Bunlar Allah(c.c)’ın ve peygamberlerin bildirdikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömüldükle-ri cehâletin kendilerini nereye götürdüğünden ha-bersizdirler.

5. Cimri (Bahîl/Katûr) TiplerLügatte: Cömertliğin zıddıdır.Istılahta (Buhl): Kendi malından menetmek-

tir. Şuhh ise; kişinin, başkasının malından vermeyip cimrilik etmesidir.

“ Bunlar, cimrilik eden ve insanlara da cimri-liği tavsiye eden, Allah(c.c)’ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir…”(Nîsâ, 4/37)

Kibirlenen kimse Allah (c.c) karşısında ba-ğımsızlığını ilan ediyor ve nefsine tapıyor demek-tir. Cimrilik eden kimsede ise Allah(c.c)’ın lütfuna karşı nankörlük ve güvensizlik vardır. İyiliği, insan-lar görsün ve kendisini övsünler diye yapanlar iba-det ve kulluğa Allah(c.c) rızasından başka unsurlar katmaktadırlar.

“ De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazine-lerine sahip olsaydınız o zaman tükenir korkusuy-la muhakkak cimrilik ederdiniz. Zaten insan pek cimridir.”(İsrâ, 17/100)

Yani Ey Muhammed, onlara de ki: Eğer sizler Allah(c.c)’ın rızık hazinelerinde tasarrufta bulunma imkânına sahip olaydınız, yine şu cimriliğinizi, eli sı-kılığınızı devam ettirirdiniz. Fakir oluruz korkusuy-la harcama yapmazdınız… “Zaten insan pek cimri-dir.” Yani oldukça eli sıkı ve bir şey vermek isteme-yendir… Âyet-i Kerime, insanın cimriliğine, Yüce Al-lah (c.c)’ın ise keremine, cömertliğine ve ihsanına açık bir delildir.

6. Nankör (Kefûr/Keffar/Kenûd) TiplerLügatte: Şükrün ve nimetin zıddı.Istılahta: Belâ ve musibetleri sayıp döken, ni-

metleri ve iyilikleri unutan (nankör) kimsedir.“ O size istediğiniz her şeyden verdi… Doğrusu

insan gerçekten çok zalim ve nankördür.”(İbrâhim, 14/34)

Bir beşer kitlesinin veya bütünüyle insanlı-ğın sayıp bitiremeyeceği kadar çok ve büyüktür bu

15 umman

Page 18: Umman Dergisi 5. Sayı

nimetler. Çünkü bütün insanlar iki çizginin arasın-da sıkışıp kalmaktadır. Bütün bunlardan sonra yine de Allah (c.c)’a eşler koşuyorlar. Bütün bunlardan sonra yine de Allah (c.c)’ın nimetine şükretmiyorlar. Aksine küfre dalıyorlar.

“…Ama ellerinin öne sürdüğü işlerden dola-yı başlarına bir kötülük gelirse insan hemen nankör olur.”(Şûrâ, 42/48)

(…) Ve insanın genel karakterine işaret edili-yor. İnsan nimet görünce sevinir ama yaptığı hata-lar yüzünden başına bir kötülük, kıtlık, sıkıntı gelin-ce nankörlük eder, umutsuzluğa düşer. Allah(c.c)’ın daha önce vermiş olduğu nimetleri unutur da O’nun hakkında kötü zanda bulunur.

7. Ümitsiz (Yeûs/Kanût) TiplerYeûs: Ümitsizlik, ümidin zıddı.Ümitsiz olmak, ümidini kaybetmek her in-

sanda farklı derecelerde de olsa tabii olarak var-dır. İnsan bazı olumsuzluklar karşısında ümitsizli-ğe kapılabilir. Fakat Allah(c.c)’ın rahmetinden ümi-dini kesmek, küfür içerisinde olan, dalalete düşmüş insanların özellikleridir. Tabiatlarında var olan ye’s ve ümitsizliklerini inançsızlıklarıyla daha da artır-mışlardır.

“…Şayet kendi yaptıkları sebebiyle baş-larına bir fenalık gelirse, hemen ümitsizliğe düşerler.”(Rum, 30/36)

İnsan, bu ayette hafifliği ve hasisliği nedeniy-le tenkit edilmektedir. Bir kimse biraz güç, servet ve saygınlık kazanırsa ve işlerinin iyiye doğru gittiği görürse, tüm bunların Allah (c.c) tarafından veril-diğini unutur, bu başarısında öyle gurur duyar, öyle böbürlenir ki, ne Allah (c.c)’a ne de diğer insanlara hiçbir fayda bırakmaz. Fakat bu iyi talih onu bırakır bırakmaz cesaretini kaybeder ve küçük bir şanssız-lık bile onu o denli sarsar ki, her türlü aptallığı ya-pabilir, hatta intihara bile kalkışabilir.

“…Fakirlik, musibet gibi kötü bir şeyle karşı-laşınca hayırdan ümidini keser, Allah (c.c)’ın rah-metinden ümitsiz olur.”(Fussilet, 41/49)

İnsan mala düşkündür. Sürekli olarak mal, refah, mutluluk istemekten usanmaz. Hep güzel şeyler olsun, kendisine servet, nimet, refah verilsin ister ama başına bir şer, bir bela, fakirlik, hastalık veya herhangi bir sıkıntı gelince umutsuzluğa dü-şer, üzülür, bunalır.

8. Zâlim (Zalûm) TiplerLügatte: Bir şeyi yerinden başka yere koyan;

birinin hakkını zorla elinden alan kimse.Istılahta: Haktan batıla geçmektir ki, bu

cevr’dir.“…Doğrusu şirk, büyük bir

zulümdür.”(Lokman, 31/13)Şirki büyük zulümle tanımlamanın sebebi,

şirk günahını büyük göstermek ve en çok uyarıl-mayı gerektiren bir konu olduğu içindir. Bu günahın büyüklüğü, bu tanımın doğruluğu, müşrik kimse-nin çeşitli fısk ve cinayetleri gözlemlendiğinde daha da açığa çıkar. Müşrik ilk önce kendisiyle çelişkili bir durumdadır. Bunu en çirkin ve aptal bir şekilde ortaya koyar. Zarar ve fayda veren, düzenleyen ve yaratan Allah (c.c)’ı tanır, sonra da ibadet ederken, yönelme ve duasında başkalarını O’na ortak koşar. İkinci olarak haktan sapmasıyla Allah (c.c)’ın ga-zap ve öfkesine maruz kalır. Üçüncü olarak da ger-çek olmayan batıl güç, düşünce ve mefhumlara bo-yun eğer. Oysa bunların hiçbiri ona ne zarar ne de fayda verir.

“…İnsanlardan kimi kendisine zulmeder…”(Fâtır, 35/32)

Tabii olarak İsrailoğulları’nda görülen o sı-nıflar, diğer ümmetlerde ve Muhammed (s.a.s.)’in ümmetinde de vardır. Bütün kavimler esasen böyle-dir. Kitabı miras almış olan İsrailoğulları’ndan kimi günah işler yapmak sûretiyle nefsine yazık etmekte, kimi orta gitmekte, ibadette gevşeklik göstermekle beraber ötekine nisbetle daha ılımlı davranmakta, kimi de hayır işlerinde ileri gitmektedir.

9. Tartışmacı (Hasîm/Cedelci) TiplerLügatte: Husumet; münazara ve muhasame.Istılahta: Kişinin hasmını, hüccet veya şüphe

ile sözünü bozmaktan ber-taraf etmesidir. Ya da bu-nunla sözünü doğrulamayı kasteder ki, bu hakikat-te husûmettir.

“ Resûlüm sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mü-cadele et…” (Nahl, 16/125)

Allah (c.c) yoluna hikmet ve güzel öğütle ça-ğırmayı ve en güzel biçimde mücadele etmeyi em-reden bu âyet, İslâm devlet prensibini ortaya koy-maktadır… Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba dâvetle, taassupla hareket etmenin bir yararı olmaz. Ancak hikmet, tatlı dil gönülleri etkiler, insanları yumuşa-tır, yoldan çıkmışları yola getirir.

“ Ey Nuh! Bizimle cidden mücadele ettin; hem de çok mücadele ettin…” (Hûd, 11/32)

Kâfirler Hz.Nuh’a “Sen bizimle mücadele et-tin. Bu mücadelede çok ileri gittin. Biz sana tâbi ol-mayacağız. Allah (c.c)’ın isyânımıza karşılık ahiret-ten önce dünyada bize azap edeceği şeklindeki iddi-anda samimi isen bizi tehdit ettiğin, dünyadaki acil azabı getir bakalım”dediler.

Bu çalışmada insanın zaaf noktalarını Kur’ân-ı Kerim’deki âyetler ışığında sunmaya çalış-tık. Tüm amacımız, incelediğimiz konunun okuyu-cuya fayda sağlamasıdır.

Selâm ve dua ile…

KARADUMAN, Muzaffer: KUR’AN’DA İNSAN TİPLERİ, Trabzon 2006

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 16

Page 19: Umman Dergisi 5. Sayı

Ceyda BADANKA

durdurulmayanoyunlar

zehirle/n/mişGecelerin içinden çıkan çocuk

Yavaş yavaş geçen akıllarınTakılı yamaçların

Bir ve birliktelikler arası?Sus…

Kafalarınız odalar içi oyunlarlaSıkışıp kalan mikroplar misali

Gülmek bile ağlamaklıDünden bu güne değişmeyen

Şekillerle bütünlemişsin…

‘Susmak hep asillik’ miş yaÖyleyse sen de sus…

Hafiften kısalan ömrünüBir mumla bütünlemişsin…

Rüzgâra vedâ etme arzusuAteşi mâziye gömmek gibi bir yakarışSır perdesi dudakların

Ruhumu dindirememenin acısıylaBatan güneşe ayıldımYasakları oynamanın verdiği Yüreklilikle yüzümü kapadımİnadına gülen çocuklara

Toz bulutları aldı bahar dolu yıllarıYinede söyle/n/medim göğe yükselen Damlalara

Serçeler bile yağmura kurşun sıkarBekleyişler/l/eDuyulmayan görülmeyen sokaklara Aralar kapıları

Ekmek kırıntısına ölesiye koşarkenÖnlerine çıkan dağlara yasla/n/dımPişmanlık eser mermileriBoşluğa terk edilmiş Geçer sessizce bedenimSiyah güllere vurulan yarNeyleyim

17 umman

Page 20: Umman Dergisi 5. Sayı

Biz o Kur’an’ı hak olarak indirdik ve o hak ile inmiştir. Seni de ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. (İsrâ -105)

“Sizin için Allah’ın Resulü’nde pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab -21)

Evet yüce Yaradanın “hak” olarak indirdik de-diği Hz. Kur’an, ve bir müjdeleyici ve uyarıcı ola-rak gönderdiğini buyurduğu Peygamber Efendimi-zi, ümmetinin övmemesi, sevgisini, saygısını, bağlı-lığını ifade etmemesi hiç düşünülebilir mi? Elbette ki düşünülemez.

O’nun ümmetinin söz mimarları, şâirleri, edipler O’nun için nice şiirler, na’tlar yazdılar. Gö-nül dilinden dökülenleri, kalemle kaybolmaza nak-şettiler. Edebiyat tarihimiz en güçlü şâirlerin, en gü-zel na’tlarıyla doludur.

Takdir edersiniz ki süreli bir yayında sınırlı sahifelerde böyle önemli bir konu teferruatıyla ele alınamaz; ancak yine de kendi bakış açımızla bir de-ğerlendirme yapıp bir güldeste meydana getirme-ye çalıştık. Şüphesiz ki eksiklerimiz, hatalarımız ol-muş olabilir ama biz yine de bu mısralarla sizleri buluşturmak istedik.

Marifet nurunun aynası, gönüller sultanı Hz. Mevlânâ 14. yüz yıldan bu güne -özellikle de engin hoşgörüsünden dolayı kendisine farklı gömlekler giydirmek isteyenlere- bakın nasıl sesleniyor:

Men bende-i Kur’ânem eğer canderemMen hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem

Eğer nakl küned cüzin kes ez güftâremBizârem ezu ve zân sühun bizâremBir insan, bir gönül insanı kendini ve kendi

yerini duruşunu ancak bu kadar güzel tarif edebi-lir. Diyor ki:

Ben var oldukça Kur’an’ın kölesiyim,Ben Hz. Muhammed Muhtar’ın yolunun top-

rağıyım.Eğer benden bu sözlerden başka nakleden

olursaBen ondan uzağım; o sözlerden de uzağım.Daha ne desin.Bir başka beytinde bize şöyle sesleniyor; ses-

lenirken uyarıyor, ihtar ediyor yine:Gerçi Kur’an ez lebi peygamber estHer ki gayed Hak gufte kâfir estŞöyle diyor Mevlana Hazretleri:Gerçi Kur’an Hz. Peygamber’in dudakların-

dan dökülmüştürHer kim ki ona “Hak sözü değildir” derse

kâfirdir.Gönüller sultanının Farsçadan çevrilerek ak-

tarılmış bir başka beytine kulak verelim:Ya Resûlullah senin cemâl bağının bir köşe-

sinde na’t söyleyen bir bülbülümZâtı şâhı risâletinizin fermanının hükmünü

itaatle beklemekteyim.Ve yine hâl diliyle Farsça’dan çevrilmiş bir di-

ğer güzel beytinde Hz. Yusuf’un (A.S.) güzelliğin-den insanların ellerini kesmelerine telmih yaparak

edebiyatımızdaKur’anvePeygamberEfendimiz

Ali ÇİNİCİ

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 18

Page 21: Umman Dergisi 5. Sayı

Hz. Peygamber Efendimizi onunla karşılaştırıp şöy-le söylüyor.

Hz. Yusuf’un güzelliğine el kesmek basittir;Benim dilberim (Resulullah) şerefine nice

başlar feda edilmiştir.13 -14. yüz yılın bir diğer gönül eri Yunus

Emre; günler geçtikçe Anadolu’nun her karış top-rağında izlerini sürdüğümüz Yunus Emre’ye açalım gönlümüzü:

Eğer Muhammed’e ümmet olursanDilinde zikr ile Kur’an gerektir.Ol mürşit ki bizi Hakk’a iletirÂşık canı ona kurban gerektir.Yunus Emre’mizi de farklı göstermeye ça-

lışanlar çıkmıştır. Ama bakın o ne diyor; “Hakk’a ulaşmak istiyorsan yolda mürşidin Hz. Peygamber, dilde zikrin Hz. Kur’an olmalı.” Yine ona kulak vere-lim bakın engin gönüllü Yunus nasıl açıyor gönlü-nü Efendimize:

Canım kurbân olsun senin yolunaAdı güzel kendi güzel MuhammedŞefaat eylesen kemter kulunaAdı güzel kendi güzel Muhammed“Adı güzel kendi güzel Muhammed, canım

kurban olsun senin yoluna.” Şu ifadenin güzelliğine bakın; samimiyetine, içtenliğine… Yunus Emre bir başka şiirinde Efendimizi şöyle vasıflandırıyor.

Ol âlem fahr-ı Muhammed nebiler serveridirVer salâvat aşk ile ol günahlar eritirHak onu öğdü yarattı sevdi “Habibim” dediYeryüzünde cümle çiçek Mustafa’nın teridir.“O âlemlerin övüncü olan Muhammed pey-

gamberlerin başıdır.” Ve diğer bir güzel ifade “Yara-dan O’nu övdü yarattı, O’na “Sevdiğim” dedi.

Edebiyatımızda çok sayıda mevlid yazılmış-tır. Yazdığı mevlidle yaklaşık yedi yüz yıldır mil-letimizin gönlünde eşsiz bir yer edinen Süleyman Çelebi’ye kulak verelim. 14 -15. yüz yıldan sesleni-yor bizlere:

Ger Muhammed olmasa idi ayânOlmayacaktı zemin ü asumânGer Muhammed olmasa idi ey yârOlmaz idi ay ü gün ü leyl ü nehârGer Muhammed gelmeseydi âlemeTâc-ı izzet inmez idi Âdem’eGer Muhammed gelmese sen şunu bilNe kulak işiterek söylerdi ne dilO’nun ile eren erdi hem Hakk’aO’nun ile geldi âlem revnâkaOnun için geldi Cibril-i EmînOnun için indi Kur’an-ı MübînO Süleyman Çelebi ki düğünümüzde, bayra-

mımızda, matem günlerimizde hep kulaklarımızın pasını silip bizi Peygamberimizin iklimine taşır. İşte o çelebi insan böyle güzel sesleniyor Hak Resûl’e. Arı, duru, tertemiz bir dille, engin bir gönülle…

14 -15. yüz yılların bir diğer önemli şâiri Şeyyâd Hamza’nın şu güzel beyitlerine bakın:

Senin adın kamu derde devâdır ya ResûlullahSenin katında hacetler revâdır ya ResûlullahSenin nûrun gören gözler ne ay gözler ne yıl-

dızlarNûrundan gece gündüzler ziyâdır ya

ResûlullahHüsn-ü hatla yazıp çerçeveletip de duvarımı-

za asacağımız şu güzel sözlere bakın.Ve 16. yüz yılın zirve ismi Fuzûli. Edebiyat çev-

releri ona “Şâirler Sultanı” demiş. O da efendimize ünlü o “Su Kasidesi” ile sevgisini, saygısını dile ge-tirmiş, su gibi coşmuş, çağlamış. Ne yazık ki bu eşsiz şiirin bütününü buraya alamıyoruz. Onun gönlünü bütünüyle size açamıyoruz; ancak şiirden aldığımız şu üç beyitle paylaşmak istiyorum onun hissiyatını. Edebiyatımızda tanasüp sanatının en güzel örneğini oluşturan şu beyte bakın:

Suya versün bağbân gülzârı zahmet çekme-sün

Bir gül açmaz yüzün tek verse min gülzâre suBin gül bahçesine su verseniz de Resûlullah’ın

yüzü gibi bir gül yetişir mi hiç? Yetişmez elbette, ye-tişir mi hiç? Ama hangi doğru tespit bu kadar veciz ve güzel ifade edilebilir. Fuzûli yine aynı kasidesin-de:

Dest bûs-i arzusuyla ger ölsem dostlarKûze eylen toprağım sunun onunla yâre suŞu saygı ve sevgi ifadesinin güzelliğine bakın;

dostlarım (Allah Resûlü’nün) elini öpme arzusuy-la ölürsem, (çürüyen bedenimin) toprağından des-ti yapıp onunla efendimizin toprağına su verin –ki murâdıma erip elini öpmüş olayım.

Edebiyatımızda Hüsn-i Talil sanatının en gü-zel bir örneği diyebileceğimiz bir beyitte sıra:

Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasılBaşını taştan taşa urup gezer âvâre suAyak bastığı topraklara ulaşayım diyerek yüz

yıllardır durmadan / Su, başını taştan taşa vurup gezer durur. Demek ki su yüz yıllardır niye öyle çıl-gınca akıyormuş; Efendimizin (S.A.S.) ayak bastığı topraklara ulaşmak için… Ne güzel bir bakış… Ne güzel bir inanış… Ne güzel bir şâir…

Yine şâirler sultanı başka bir şiirinde;Vasf-ı Cibril-i Emin etmiş kabul-i hizmetinSırr-ı Hâk keşfine onunla yetip ferman sanaSensin ol hadim ki ref etmiş cem-i hâkimiHatem-i hükm-i risalet tapşırıp devran sanaDiyor. Resûl-i Ekrem efendimize hangi güzel

sıfat uymaz ki; ama onu Fuzûli kadar kim yerli ye-rinde kullanabilir?

17. yy.dan Aziz Mahmud Hüdai’ye kulak vere-lim şimdi de:

Kudümün rahmet ü zevk ü sefâdır ya Rasûlullah

19 umman

Page 22: Umman Dergisi 5. Sayı

Zuhûrun derd-i âşıka devâdır ya ResûlullahHâl diliyle diyor ki; “Dünyaya gelişin rahmet-

tir, zevktir, sefadır ya Resulullah / Ortaya çıkışın âşıkların derdine devâdır ya Resulullah”

Nebi idin dahi Âdem dururken ma u tin içreİmam-ı enbiyâ olsan revâdır ya ResûlullahNe güzel demiş; Henüz Hz. Âdem dünyaya

gelmemişken sen peygamberdin/ Peygamberlere imam olsan uygundur ya Resulullah

Hüdai’ye şefaat kıl eğer zâhir eğer bâtınKapına intisâb etmiş gedâdır ya ResûlullahŞefaat inşallah, hem Hüdai’ye hem tüm

ümmet-i Muhammed’e…Ârif Nihat Asya yüz yıllar sonra na’tını yazar-

ken diyordu ki:“Na’tını Gâlib yazsın, Mevlidini Süleymanlar”18. yy.ın Gâlib’i; na’tıyla unutulmaz olan Şeyh

Gâlib’e kulak verelim:Sultân-ı resül şâh-ı mümeccedsin EfendimBiçarelere devlet-i sermedsin EfendimDivân-ı İlahi’de ser-âmedsin EfendimMensûr-i “le emrük”le müeyyedsin EfendimSen Ahmed-ü Mahmud-u Muhammed’sin

EfendimHak’tan bize sultân-ı müeyyedsin EfendimÂrif Nihat Asya boşuna anmamış Şeyh

Galib’in adını “Na’t”ında. Hele şu ifadelerin güzelli-ğine bakın:

Hutbeler okunur minber-i iklim-i bekâdaHükmün tutulur mahkeme-i ruz-i cezâdaGülbang-ı kudümün çekilir arş-ı Hüdâ’daEsma-i şerefin anılır arz-u semâdaSen Ahmed-ü Mahmud-u Muhammed’sin

EfendimHak’tan bize sultân-ı müeyyedsin EfendimSen Allah’ın tasdik edip gönderdiği sultansın

Efendim.Amenna! Elhamdülillah…19. yy. halk şiirimizin önemli şâirlerinden Er-

zurumlu Âşık Emrah o güzel na’tında bakın ne diyor:Ya Resûlullah nice vasf etsin her eşya seniRahmet irsal eyledi âlemlere Mevlâ seniHer nice medh eylesem a’lâsın andan ya

ResûlullahNur-i zâtından yaratmıştır Mevlâ seniHalk şâiri, hem de Hak şâiri ne güzel söyle-

miş, ne güzel…Yine 19. yy. Tanzimat Edebiyatı şairi Ziya

Paşa, Efendimiz’i öylesine içten ve duygulu bir dil-le nakşetmiş ki şiire:

Cihân-ı tuttu nûr-ı mârifet şems-i kemâlindenVücûdun âlemine oldu rahmet ya ResûlullahDü âlemde Ziyâ’yı mücrimin ümidi sendedirŞefaat ya Resûlullah şefaat ya ResûlullahElbette hepimizin ümidi ondadır, şefaat kapı-

sı yalnız ona açıktır.

20. yy. şairleri de onlardan geri kalmamış; işte ahlakını Efendimiz’in ahlakıyla süslemiş İstik-lal Şâirimiz Mehmed Âkif, Efendimizin dünyaya ge-lişini bir mevlid havasında şöyle müjdeliyordu:

On dört asır evvel, yine böyle bir geceydiKumdan ayın ön dördu bir “Öksüz” çıkıverdiBir nefhâda insanlığı kurtardı o Mâsum,Bir hamlede kayserleri, kisraları yere serdiDünya neye sahipse onun vergisidir hepMedyun ona cemiiyyeti, medyun ona ferdi.Medyundur o Masum’a bütün bir beşeriyetYa Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.Âmin! Âmin! Âmin!Böyle güzel bir duaya başka ne denir? Rab-

bim inşallah hem Âkif’i hem de bizleri onun ikrarıy-la haşreder.

1914’ün o zor günlerinde, vatanını canından aziz bilen Mehmed Âkif, aziz vatanın kutsal bel-deleri bir bir elimizden çıkarken üzülüp ah ederek Resûl-i Zişan’ımıza şöyle sesleniyor.

Yıllar geçiyor ki ya Muhammed Aylar bize hep Muharrem oldu.Akşam ne güneşli bir geceydi;Eyvah o da leyl-i mâtem olduAllah için ey Nebiyy-i Mâsumİslam’ı bırakma böyle bikesİslam’ı bırakma böyle mazlum.Âkif Hz. Kur’an’ı da hakkıyla tanıyıp onu ima-

nımızla yaşamamamızı isterdi. Hele bir bakın şu mısralardaki uyarıya:

Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına, Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına,İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin,Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak

için.Kur’an’ı doğru anlamak ve ahkâmıyla doğru

amel etmek… Ne güzel…Aziz İstanbul’un aziz şâiri Yahya Kemâl de

“Muhammed” ismini nakş etmiştir şiirlerine; sev-giyle, bağlılıkla, hürmetle…

Emr-i bülendsin ey ezan-ı MuhamediKâfi değil sadâna cihân-ı MuhammediGök nura gark olur nice yüz bin minaredenŞehbal açınca rûh-ı revân-ı MuhammediErvah cümleten görür Allahu Ekber’iAkseyleyince arşa lisan-ı Muhammed’iOsmanlı’nın şiir mimarı Yahya Kemâl… Yine

ne güzel bir tablo çiziyor: Minarelerden okunan yüce emir “Ezân-ı Muhammedi” O’nun âlemine ya-yılırken gök nura gark oluyor; tüm ruhlar tekbirle uyanıyor; Allahu Ekber !... Ne muhteşem bir tablo bu Allah’ım…

20. yy. şâirlerimizden Mehmed Emin Yurdakul’un “Kur’ân-ı Kerim”i ilmî, ahlâki ve felsefî yönleriyle ön plana çıkaran şu güzel mısralarına kulak verelim:

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 20

Page 23: Umman Dergisi 5. Sayı

Bu kitaptır; her insana için dışın öğretenGökte, yerde; tende, canda bir “YARADAN”

sezdirenBu kitaptır; yürekleri iyilikle besleyenİl bağına girme diyen, dost yarasın bağlatanBu kitaptır; akıllara her bir şeyi sordurtan“Düşün, sonra inan!” diyen, doğru yollar gös-

terenVe bayrak şâiri Ârif Nihat Asya… Yazdığı o

muhteşem “Na’t”ıyla bizi “Asr-ı Saâdet”e taşıyan o koca şairin bu güzel şiirinin bütününü buraya ala-mamanın üzüntüsünü bir kez daha yaşıyoruz.

Seccaden kumlardı.Devirlerden, diyarlardanGelip göklerde buluşanEzanların vardı.Mescit mü’min, minber mü’minTaşardı kubbelerden TekbirDolardı kubbelere: “Amin!”Kapına gelenler ya Muhammed,-Uzaktan, yakından-Mü’min döndüler kapından!Besmele ekmeğimizin bereketiydi;İki dünyada aziz ümmetMuhammed ümmetiydi.Günler ne günlerdi ya MuhammedÇağlar ne çağlardı.Daha dünyaya gelmedenMü’minlerin vardı………Elçi geldin, elçiler gönderdinRuhunu Allah’aElini ümmetine verdin.……Vicdanlar sakat çıkmadanYa Muhammed, yarına;İyiliklerle gel, güzelliklerle gel,Âdemoğullarına!Yüreklerden taşsınYine imanlar!Itrî bestelesin Tekbir’iniEvliya okusun Kur’anlarVe Kur’an’ı göz nuruyla çoğaltsınKayışzâde Osmanlar.Na’t’ını Galib yazsın, Mevlid’ini SüleymanlarNe denir? “Allah râzı olsun, mekânın cennet

olsun.”20. yüzyılın üstâdı Necip Fâzıl son durağımız.

Bakın Üstad Kur’an-ı Kerim’in eşi benzeri olmayan bir mûcize oluşunu nasıl ifâde ediyor:

Birleşse insan ve cin,Kur’an’a denk söz için,En küçük parçasına misil getiremezlerO esrar kapısından içeri giremezlerKur’an yaratık değil;Zerresi katık değil

Bir nur ki dile sığmaz, ona yetmez Arapça;O, Arapça’ya inmiş Allah kelâmı, Rabça…Esselam’ın takdiminde şöyle diyor Şâir-i

Âzam; “Bu eser bir mevlid mi? Hayır! Sadece O’na olan eritici aşkımı ve gevşemez bağlılığımın vecd destanı… İşte o destandan:

Elinde alâmet,İzinde selâmet.Tek isim: Muhammed…Ne bir harf, ne kelâm;Esselâm, esselâm…“Resul” adlı şiirinde de Efendimiz’i ve onun

diğer peygamberlerden üstünlüğünü şöyle ifâde ediyor:

Bu bir nur infilâkı, bu bir İlâhi şimşekArştan hedef almışlar; nur huzmesinde dö-

şek.Resul, resul ki artık resuller ona uyruk;Geldi melek, dilinde Hak’tan Resul’e buyruk:“Ey örtüler altında titreyen Peygamber kalk!Allah emrini bildir, senin, yerde gökte halk…”Son ve en anlamlı sözü, her şeyin özü; diyor

ki şâir:Sen’de insan ve toplum, Sen’de temel ve binâ;Ne getirdin, götürdün, bildirdinse amennâ!...Evet, amennâ! Ey kutlu gönüllerin sahipleri,

sözün sultanları! Rabbim, günlerin en güzeli “Mah-şer Günü”nde sizleri bu nakışlarınızla Resûlullah Efendimiz’in sancağı altında haşretsin inşallah… Âmin…

21 umman

Page 24: Umman Dergisi 5. Sayı

“ülkeningeleceği:İmam-HatipLisesi”

Faruk Beşer ile sohbet, dokuzuncu sınıftan beri gerçekleştirmek istediğimiz bir düşünceydi. On birinci sınıfta bu düşüncemizi gerçekleştirme fırsatı bulduk. Dokuzuncu sınıfı okulumuzda okuyan arkadaşımız Şeyma Beşer ile irtibat kurduk. O da bizi kırmadı, ba-basıyla aramıza köprü oldu. Bir Salı günü öğle vakit-lerinde kendimizi İlahiyat Fakültesi’nde bulduk. Prof.Dr. Faruk Beşer’in odasına girinceye kadar birbirimizin kalp ritimlerini duyabiliyorduk. Ancak kapıyı çalıp içe-riye girince bizi güler yüzlü ve samimi bir şekilde kar-şılayan hocamız sayesinde heyecanımız bir anda yatış-tı. İlk olarak Fıkıh ve Kur’ân-ı Kerim hakkındaki görüş-lerini sorduk hocaya. Böylelikle sohbetimiz başlamış oldu.

“Fıkıh ve Kur’an! Önce isterseniz fıkıh kelime-sinin anlamını konuşalım. Fıkıh kelime anlamı olarak sözü çok iyi anlamak, merâmını kavramak, ince ve da-kik bir anlayış demektir. Söz dediğimiz zaman anla-şılmaya lâyık olarak Kur’ân-ı Kerim’i ve sünneti özel-likle de Kur’ân-ı Kerim’i anlarız. Sünnet nedir? Sünnet Kurân-ı Kerim’in Peygamberimiz tarafından canlı ola-rak yere indirilmesidir. Yani eğer Kur’ân-ı Kerim can-lansaydı, yeryüzünde hiç eksiksiz uygulansaydı na-sıl olurdu? İşte Peygamberimizin hayatı. Öyleyse Pey-gamberimiz zamanında nasıldı? İnsanlar sorular so-ruyorlardı. Bazı olaylar yaşıyorlardı. Bu olayları Allah ayetler göndermek suretiyle açıklıyordu. İnsanların o sözleri derinlemesine anlamasına gerek yoktu. Fakat Peygamberimiz hayattan ayrıldıktan sonra elimizde ne kaldı. Sadece Kur’ân-ı Kerim ve sünnet. İnsanlarda kendilerini zorunlu hissettikleri için sözü anlama ça-basına girdiler. Bu çabanın adı da fıkıh’tır. Hatırlarsa-nız Peygamberimiz amcasının oğlu Abdullah Bin Ab-bas için on küsür yaşlarındayken; ‘Yarabbi onu dinde fakih kıl.’ diye buyurdu. Bu sahabe Kur’ân-ı Kerim’i en iyi anlayan sahabe oldu. Demek ki dinde fakih olmak Kur’an-ı Kerim’i iyi anlamayı gerektiriyor. Fıkıh sürek-li anlamayı ifade eder. Şimdi size ilmi şeyler söyleye-yim. Ama siz zaten İmam-Hatip Okulunda olduğunuz için bu örneği anlayabilirsiniz. Kur’ân-ı Kerim’de Fıkıh kelimesi hep fiil olarak geçer isim olarak geçmez, yani mazi olarak değil hep şimdiki zaman olarak kullanılır.

Bugün eski fıkıh kitaplarına bakıp Fıkıh öğren-diğimizi sanıyoruz oysa yaşadığımız olaylar farklı bir zamanda ve mekânda gelişiyor. Bugünkü olaylara ışık tutabilmemiz için bugünü ele almamız gerekir. Fıkıhın gerçek anlamda Fıkıh olabilmesi için bugünü aydınlat-ması gerekir.

Kur’ân-ı Kerim’i anlamak için, yaşamamız gere-kir. Yoksa Kur’ân-ı Kerim’i bilgi olarak anlamak müm-kün değildir. Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’i tam ola-rak anlayamıyorlar çünkü ‘yaşamadan’ anlamaya ça-lışıyorlar. Oysa sahabe efendilerimiz on ayeti alıyor-lardı bu ayetleri bir yere kapanarak hayatlarına uygu-

luyorlardı. Ama bugün işler tersine döndü. Din âlimi olmamız gerekirken din bilimci oluyoruz. Din bilimci herhangi bir konuda çok bilgi edinen demektir. Bizim din âlimi olmamız için anladıklarımızı hayatımıza ak-tarmamız gerekir. Peygamber Efendimiz: ‘Kim bildik-leriyle amel ederse Allah ona bilmediklerinin bilgisi-ni de verir.’ buyuruyor. Her birimiz bildiğimiz kadarı-nın Âlimiyiz yoksa gerçek anlamda Âlim değiliz. Fıkıh sadece Fıkıh kitaplarını, ilmihallerini veya tefsir kitap-larını ezberlemek değildir. Hayatı öğrenecekseniz, öğ-rendiklerinizi yaşayacaksınız.

İmam-Hatip Liseleri kurulurken çok da bilinç-li olarak kurulmadı. Fakat İmam-Hatip Okulları bütün dünyada tartışılıyor. Geçen ay Rusya’da İmam-Hatip Lisesi okulları ile ilgili sempozyum vardı. Çünkü İslam dünyasının modernleşmesi için İmam-Hatip Liseleri çok orijinal bir projedir diyorlar. Bugün Rusya’da yüz milyona yakın Müslüman var. Onlara din eğitimi ver-mek için İmam-Hatip Okullarını incelettiriyorlar. Pa-kistan ve Malezya din açısından çok ileri görünmele-rine rağmen İmam-Hatip okullarını örnek alıyorlar.”

Hocamıza ikinci sorumuz “İmam-Hatip Lisele-rinin bugünü hakkında neler düşünüyorsunuz?” oldu.

“İmam-Hatip Liselerinde gevşemeler ve dağıl-malar meydana geldi. Bazı öğretmenlerin ve öğrenci-lerin canla, başla, heyecanla derslere gelmemelerin-den dolayı var olan heyecan ve istek duygusu da orta-dan kalkıyor. Heyecan bitince de her şey biter. Bunun üzerine Allah, İmam-Hatip Liselerinin filizlerini buda-tarak bizi cezalandırdı. Sonuçta sorumlu olan yine bi-ziz. Temsil ettiğimiz şey sıradan bir şey değil Allah’ın dinidir. Böyle temsil edilecek olursa Allah bu nimeti elimizden alarak başkasına verir.”

Son olarak hocamız “Bu ülkenin gelece-ği İmam-Hatip Lisesi’dir.” dedi ve sohbetimiz bura-da sona ermiş oldu. Hocamızın odasından çıktığımız-da hem bu altın değerindeki bilgileri öğrendiğimiz için, hem de sizlere bu bilgileri aktarabildiğimiz için çok mutlu olduk.

Saygıdeğer Prof.Dr. Faruk Beşer’e bize za-man ayırıp bizimle bu güzel sohbeti yaptığı için teşek-kür ederiz.

HazırlayanlarAyşenur AYKUT Birgül YİĞİTNurşen GÖZYUMANŞule Nur ALTAY

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 22

Page 25: Umman Dergisi 5. Sayı

Kübra KESKENDİR

duman

DumanKaç çiçek soldu seninle,

Kaç katreGözlerden sözlere akan.

BekleFelaket çıngırağı değil bu

Sükût melodisiYürekten süreğe.

SakınBekleme beni gündüz,

Akîbetim gecede.Közden öze

Süzülen her hecedeSöyle,

Kaç melodi kaldı duman...

23 umman

Page 26: Umman Dergisi 5. Sayı

Kur’an okumak önemli, çok önemli bir sâlih ameldir. Çünkü bu fiili işleyenler Allah (c.c.) ile ko-nuşuyorlar demektir. Allah (c.c.) ile konuşan ve O’nun sözlerini başkalarına okuyup aktaran kişinin bir takım edeplere bağlı kalması ve bazı sorumlu-lukların idrâki içinde olması gerekir.

Kur’an; edeplerine riâyet edilerek okun-duğu takdirde okuyana / dinleyene şefaatçi olacak ve şefaati reddolunmayacaktır. Bu edeplere riâyet edilmediği takdirde Kur’an bizi Allah’a (c.c.) şikâyet edecek ve şikâyeti kesinlikle reddedilmeyecektir. Biz kullara düşen bu edeplere sarılmak, onları ha-fife alıp terk etmemektir. Çünkü edepleri terk etme-ye alışmış olanların, sünnetleri terk etmeye başla-dıkları; sünnetleri terk etmeye müptelâ olanların vâcipleri terk etme tehlikesine düştükleri, vâcipleri terk etme tehlikesine düşenlerin haramları işleme gibi tehlikeli bir duruma sürüklendikleri, haramla-rı işleme mûsibetine düşenlerin farzları bırakmaya yüz tuttukları, farzları bırakmaya yüz tutanların İs-lam hükümlerini hâkir görme, küçümseme gibi bir küstahlığa başladıkları, hâkir görme ve küçümse-me gibi bir küstahlığa başlayanların ve bu alçaklığa alışanlarınsa nihâyet küfür bataklıklarına gömülüp gittikleri bütün açıklığıyla ortadadır. Birbiriyle bağ-lantılı bu süreçten ve akıbetinden Allah’a (c.c.) sığı-nılmalıdır.

Kur’an okunurken okuyanın ve dinleyenle-

rin uyması gereken edeplerin bazılarını şöyle sıra-layabiliriz:

1. Kur’an okuyan kişilere vâcip olan ilk edep; Kuran’ı ihlâsla okumaları, okumasına karşılık ola-rak Allah (c.c.) rızasından başka bir şey talebinde bulunmamalıdır. Okuyucu okuyuşunu hocası dışın-da her hangi bir insana beğendirmek gibi bir gaye taşımamalı. Bulunduğu toplum içinde meşhur ol-mak, bulunduğu cemiyetteki insanlar tarafından övülmeyi beklemek ya da daha başka menfaatler elde etmek niyetiyle Kur’an okumamalıdır.

2. Kur’ân-ı Kerim’i, kendisiyle geçim temin edilebilen bir araç ve vasıta konumuna düşürme-melidir.

3. Okuyucu Kur’an tilâveti mukâbilinde bir şeyler almak zorunda kalırsa, o şeyi okuduğu Kur’an’a ücret niyetiyle almamalıdır. Belki bu işe sarf ettiği zaman karşılığında kendisine yapılan bir yardım olarak kabul etmelidir.

4. Okuyucu Kur’an okurken kendisini Allah’ın huzurunda kabul etmeli, Allah’ın kendisine nazar etmekte olduğunu, hatta kendisinden Kur’an dinle-me isteğiyle yanında bulunduğunu hesaba katma-lı, böylece Allah’ı görüyor gibi, O’nun huzurunda Kur’an okuyan kimsenin hâli üzere okuyuşuna de-vam etmelidir.

5. Abdesti sıkışık iken Kur’an okunmamalıdır. Bu durum okumaya başladıktan sonra ârız olursa

Kur’anokurkenvedinlerkendikkatetmemizgerekenhususlar

Naci KAHRAMAN

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 24

Page 27: Umman Dergisi 5. Sayı

okuyuşa ara verilmelidir. Tamamen rahatladıktan sonra yeni abdest ile okuyuşuna devam etmelidir.

6. Okuyucuya esneme hâli gelirse esnemesi tamamen geçene kadar okuyuşuna ara vermelidir.

7. Kuran temiz bir yerde, tercihen camilerde okunmalı. Çünkü camide îtikâf sevabına da nâil olu-nur.

8. Hamamda veya yollarda Kur’an okumak tahrimen mekruhtur.

9. Uyuklayan kimselerin Kur’an okumaları -yanlış okuma korkusundan dolayı- mekruhtur.

10. Hutbe dinlemekte olan kimsenin Kur’an okuması mekruhtur.

11. Okuyucunun okuma esnasında gülmesi, lüzumsuz sözlerde bulunması, el, saç, vs. gibi şey-lerle oynaması, abesle iştigal etmesi mekruhtur.

12. Kur’an okuyanın yanına birisi yaklaştı-ğında selam vermesi için okumayı bırakması müs-tehabdır. Selam verdikten sonra “Eûzubesmele” ile devam etmelidir. Okuma esnasında selam verilmiş-se, selama karşılık vermek için okuyuşuna ara ver-mesi, Kuran okurken aksırdıktan sonra “Elhamdü-lillah” demesi veya bunu söyleyen kimseye “Yerha-mükellah” şeklinde dua etmesi vaciptir.

13. Kur’an okumakta olan kimsenin, ezan es-nasında okumasını keserek ezanı dinlemesi men-duptur.

14. Okuma esnasında yanına âlim, sâlih bir kimse veya şerefli bir kişi (makam mevki sahibi) geldiğinde Allah rızası için ayağa kalkıp hürmet ve ikramda bulunması müstehaptır.

15. Kur’an’ı yüzünden okumak, ezberden okumaktan daha sevaptır. Çünkü Kur’an’a bakmak ayrıca bir ibadettir. Ancak ezberden okunduğunda okuyanın ürpertisi ve kalbinin huzuru artıyorsa bu kimse için ezberden okumak daha faziletlidir.

16. Arapça’dan başka bir dille Kur’an okumak asla câiz değildir.

17. Her harfin hakkını vererek, mahreçle-rinden çıkararak okumak suretiyle (ki vaciptir) Kur’ân-ı Kerim’i tertil (ağır okuyuş) mertebesinde ve sesi güzelleştirerek okumak müstehaptır.

18. Son derece süratli olarak Kur’an okumak kesinlikle mekruhtur (Hatim ve teravih namazla-rında olduğu gibi).

19. Kur’an okunurken peygamberimizden bahsolunan âyetlere gelindiğinde okuyucunun da dinleyenlerin de Peygamberimize (s.a.s.) dua etme-

leri gerekir (Sâlat-u selâm getirmeleri).20. Allah’ın (c.c.) rahmetinden bahseden

âyetlere gelindiğinde sevinmeli, O’ndan rahmetini istemeli, azâbından bahseden âyetlere gelince tit-remeli ve Allah’a (c.c.) sığınmalıdır. Allah’ın (c.c.) kudret ve azâmetinden bahsolunan âyetler okunur-ken Allah’ı (c.c.) ta’zim, takdis ve tesbih etmeli dua âyetleri okunurken bu âyetler vasıtasıyla Allah’a (c.c.) yalvarmalıdır.

21. “Yahudiler: Üzeyir (AS) Allah’ın (c.c.) oğlu-dur dediler. Hristiyanlar da: Mesih (İsa a.s.) Allah’ın (c.c.) oğludur dediler.” Mealindeki Tevbe Suresi 29. âyetini ve mânâ itibariyle buna benzer âyetler oku-nurken okuyanın ses tonunu kısması uygun düşer.

22. Fâtihâ Sûresi’nden sonra okuyucuların ve dinleyenlerin “Âmin” demeleri gerekir.

23. Kur’an okuyan kişinin zaman zaman ağla-ması, ağlıyor gibi okuması, hüzün ve ürperti içinde bulunması Kur’an okumanın müstehap olan edep-lerindendir.

24. Kur’an okuyan kişi secde âyetlerine gel-diği zaman âyeti okuyup ardından secde yapması menduptur. Hanefî mezhebine göre vâciptir. Tilâvet secdesi okunduğunda abdesti olmayan kimse secde borcunu abdest aldıktan sonra edâ edebilir.

25. Kur’an’dan ezberlediği kısımları unuttu-ğunu söyleyecek olan kişi “onları unuttum” şeklin-de değil, “unutturuldum” şeklinde ifâde kullanma-lıdır. Çünkü unutma işinin fâili kendisi değildir.

26. Okuyucu okumasını bitirdikten son-ra “Sadakallâhu’l-Azîm” diyerek Rabbini doğrula-ması ve “Ve belleğa Resûluhu’l-Kerim” diyerek Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Kur’an’ı insanlığa tebliğ edip duyurduğuna Hz. Muhammed’i (s.a.s.) şahit tutma-lı ve bunları “Ve nahnü ala zalike mine’ş-şahidin” cümlesini tekrar ederek kendisinin de bu gerçeklere inanıp tasdik ettiğini belirtmelidir.

27. Hatim eden kişi hatim gününde oruçlu ol-ması aile efrâdını ve dostlarını da dâvet etmesi, son-ra da duâda bulunması ve duâdan sonra da yeni bir hatime başlaması Kur’an okuma edepleri ve sün-netlerindendir.

28. Kur’an okumak için gündüzün erken vak-tini, yani sabah erkenden güneş doğuncaya kadar-ki zaman tercih edilmelidir. Çünkü Efendimiz (s.a.s.) “Allah’ım (c.c.) ümmetim için erken vakitleri müba-rek kıl” diye duâ etmiştir.

Kaynaklar Kur’an Tarihi, Ahmet Cevdet Paşa Kur’an Okumanın Edebleri, Ali Muhammed ed-Debba’, tercüme Yard. Doç. Dr. Ali Osman Yüksel En Büyük Mucize Kur’an-ı Kerim’in İlmi Ve Edebi Sırları, Prof. Dr. İsmail Karaçam

25 umman

Page 28: Umman Dergisi 5. Sayı

Kur’ân-ı Kerim’de kaç tane sûre vardır?114 taneKur’ân-ı Kerim’de kaç tane tilâvet secdesi vardır?14 taneTilâvet secdesi ile biten sûreler hangileridir?A’raf sûresi -Necm sûresi -Alak sûresiNebîlerin ismiyle isimlenen sûreler hangileridir?Yûnus, Hûd, Yusuf, İbrâhim, Muhammed, Nûh sûreleriÂyet sayısına göre Mekkî sûrelerin en büyüğü hangisidir?Şuârâ sûresi 227 âyetKur’ân’da zikredilen en büyük rakam kaçtır?100.000 rakamı Saffât sûresi 147. âyetKur’ân-ı Kerim’de zikredilen en küçük rakam kaçtır?1/10 Sebe:45Besmele iki defa zikredilen sûre hangisidir?Neml SûresiBesmele ile başlamayan sûre hangisidir?Tevbe (Berae) Sûresiİki nebinin ismi ile biten sûre hangisidir?Alâ SûresiEsmâ-ül Hüsnâ'dan birisiyle başlayan sûre hangisidir?Rahman SûresiPeygamber Efendimiz’in kadınlara öğretilmesini emir buyurduğu sûre hangisidir?Nûr SûresiHer âyetinde Allah (c.c) lafzı olan sûre hangisidir?Mücâdele SûresiHer gece 30 âyeti okuyan kimseyi kabir azâbından koruyan sûre hangisidir?Mülk SûresiNâzil olduğu zaman 70.000 meleğin arza indiği sûre hangisidir?En’am SûresiCuma günü okunması müstehap olan sûre hangisidir?Kehf SûresiPeygamberimizin “Beni yaşlandırdı” buyurduğu sûre hangisidir?Hûd Sûresiİçinde iki tane secde âyeti olan sûre hangisidir?Hacc SûresiPeygamberimizin Kur’an'ın üçte birine denk buyurduğu sûre hangisidir?İhlâs SûresiBir mâden ismi olan sûre hangisidir?Hadîd Sûresi (demir mânâsına)Ahmed ismi kendisinde zikredilen sûre hangisidir?Saff Sûresi 6. âyetSahâbe ismi kendisinde zikredilen sûre hangisidir?Ahzab Sûresi 37. âyet -Zeyd-Kur’ân-ı Kerim’de kaç tane nebînin adı zikredilmiştir?25Amme cüzünde kaç tane sûre vardır?37Mekke’de müşriklere karşı Kur’ân’ı açıktan ilk okuyan sahâbe kimdir?Abdullah b. MesutRasûlullah’ın “Kur’ân'ın zirvesi” buyurduğu sûre hangisidir?Bakarâ SûresiPeygamber Efendimiz’in hicretini anlatan sûre hangisidir?Tevbe Sûresi 40. âyetKıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiğini anlatan sûre hangisidir?Bakarâ Sûresi 142-150. âyetler

Kur'ân-ıKerimhakkındabilgiler

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 26

Page 29: Umman Dergisi 5. Sayı

Peygamberimizin(s.a.s)Kur’ân-ıKerim’everdiğiönem

Emir-ul Müminin Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.s)’tan şöyle nakleder: “Okuduğu Kur’an’ı hıfzeden kimseyi Allah cennete götürür. Ve ona, ateşin farz ol-duğu on yerde ailesine şefaat etme izni verilir. Bu ko-nuda bir çok hadis naklolunmuştur. İsteyenler ilgili hadis kitaplarına başvurabilirler

Ubade b.Samit’ten şöyle naklolunuyor: “Bi-risi (Medine’ye) hicret ettiğinde, Peygamber (s.a.s) Kur’an öğretmemiz için onu biz sahabelerden biri-ne teslim ederdi. Resulullah (s.a.s)’in mescidinde de-vamlı Kur’an tilavet olunduğu için çok gürültü olurdu. Bu yüzden birbirlerini şaşırtmamaları için Resulullah (s.a.s) Kur’an’ı yavaş sesle okumalarını buyurdu.”

Başka bir hadiste ise şöyle buyurulmak-tadır: “Birisi Medine’ye hicret ettiği zaman Kur’an öğ-renmesi için Peygamber onu birinin yanına verirdi. Re-sulullah (s.a.s) hayattayken Kur’an hafızları çoğalmış-tı. Hatta o dönemde onlardan 70 tanesi Bi’ri Maune’de (İslâm düşmanları tarafından) öldürülmüştü

Abdulkays’ın gönderdiği elçiler Peygam-ber (s.a.a)’in yanına geldiği zaman Resulullah (s.a.s) Kur’an okumaları ve namazı öğrenmeleri için onların herbirinin bir müslümanın yanında kalmasını emretti. Aradan bir Cuma (bir hafta) geçtikten sonra Peygam-ber (s.a.a) onları (imtihan etmek için) çağırdı; daha çok öğrenmeleri gerektiğini görünce onları başkaları-na teslim etti. Aradan bir Cuma geçtikten sonra hepsi Kur’an kârisi ve namaz meselelerine vakıf olmuşlardı.

Yine tarih kitaplarında Resulullah (s.a.s)’in, Muaz ve Ebu Musa’yı Yemenlilere Kur’an öğretmeleri için gönderdiği yazılmaktadır. Bir yerde de şöyle nakl olunmuştur: “Hicretten önce Resulullah (s.a.s) bu iş için Mus’ab b. Umeyr’i Medine’ye göndermişti. Mekke’nin fethinden sonra ise Muaz’ı Mekke’ye gönderdi.” Bazıla-rı İbn-i Mektum ve Mus’ab b. Umeyr’in Medine’ye ge-lip Kur’an öğretmeye koyulduklarını nakletmişlerdir. Bunlardan başka Resulullah (s.a.s)’in sağlığında bir grup “Kâri”nin de meşhur olduklarını ve hatta halk onları kârı sıfatıyla çağırdığını görmekteyiz Resulul-lah (s.a.s)’in döneminde birisi Ebu Derda’ya şöyle de-mişti: Ey Kariler! Ne oluyor sizlere; neden bizden daha korkaksınız, bir şey istendiğinde bizden daha cimrisi-niz ve bir şey yediğinizde lokmalarınız bizimkinden daha büyüktür! Görüldüğü gibi Bi’ri Maune öldürülen-lere “Kariler” lakabı Peygamber-i Ekrem (s.a.s)’in za-manında verilmişti. Resulullah (s.a.s)’den naklolu-nan bir hadiste şöyle geçiyor: “Bu ümmetin münafık-larının çoğusu Kari’lerdendir.” Bunun sebebi, diğerle-rine göre karilerin daha gururlu, kibirli ve riyakâr ol-maları olabilir. Başka bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.s)in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Derin hüzün kuyusundan Allah’a sığının.” Derin hüzün kuyusunun ne olduğu sorulduğunda Resulullah (s.a.s); “Cehen-nemin dibinde olan bir vadidir; cehennem(in kendi-si) her gün 400 defa ondan Allah’a sığınır. Allah bu va-diyi riyakâr kariler için hazırlamıştır, dedi. Yine: Nak-

le göre müslümanlardan kim daha çok Kur’an’ı öğre-nip veya toplayan veya diğerlerinden daha çok okuyan kimsenin onlar için namaz kılıp, emirlik edeceği Resu-lullah (s.a.s) tarafından kararlaştırılmıştı.”

Kur’an’a önem vermek Peygamber (s.a.s)’in dönemine mahsus değildi. Resulullah(s.a.s)’ın irtiha-linden sonra da Kur’an’a çok önem veriliyordu. Ebu Ubeyde şöyle diyor: Halk her sabah İbn-i Mes’ud’un evine gelir, o da onlardan yerlerine oturmalarını ister-di. Sonra Kur’an okuyanların arasında dolaşır ve “Fa-lanca hangi suredesin” diye sorar, o da cevap verir-di. Emir-ul Mu’minin Ali (a.s) de Kur’an öğretiyor-du. Ebu Abdurrahman Selemi -ki Âsım Kur’an’ı ondan öğrenmiştir- şöyle diyor: “Ben Kur’an’ın hepsini Ali b. Ebi Talib’in huzurunda okudum.” Asım b. Küleyb diyor ki: “Ali (a.s) Kufe mescidinde iken bazılarının sesini işit-ti. Onların kim olduğunu sorduğunda; “Kur’an okuyup, onu öğrenenlerdir” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Onlar Resulullah (s.a.a)in en çok sevdiği insanlardandır”.

Hz. Ali (r.a.) Kur’an okuyanlara (beyt-ul maldan) ikişer bin dinar ayırırdı.

Ve bir başka nakle göre Hz. Ali (r.a.)’den şöyle buyurmuştur: Müslüman olarak doğup, Kur’an oku-yan herkese beyt-ul maldan yılda 200 dinar ayrılacak-tır. İsteyen onu bu dünyada alır, isteyen de ahirette.” Ebu Musa Eş’ari, Ömer b. Hattab’ın zamanında Kur’an’ı toplayan Basra karilerini çağırdığında 300 kişi onun yanına geldiler.

İbn-i Zenceveyh şöyle diyor: Ömer b. Hattab Ebu Musa’dan yanında olan karilerin sayısını kendisi-ne söylemesini istedi. O da yanında üçyüzün üzerinde kâri olduğunu söyledi. Sıffin savaşına yaklaşık otuzbin kârinin katıldığı nakledilmiştir. Tabii ki bunların dışın-da da yine kariler vardı. Elbette bu gibi istatistiklerde bir tür abartma görülmektedir. Hakemiyeti ileri süren-lerin mızraklara taktıkları Kur’an sayısının 500 oldu-ğu söylenmiştir.

Mınkarî, onların arasındaki Kur’an’ların bu sayıdan daha çok olduğuna inanarak mızraklara takı-lan 500 Kur’an’ın büyük Kur’anlar olduğunu savunu-yor. Üçüncü halife Hz. Osman’ın hilafetinin sonlarında ya da Ali (r.a.)’nin hilafetinin sonlarında ölen Ebu Der-da her zaman şöyle diyordu: “Yanımdaki Kur’an oku-yanları saydığımda onların 1600’ün üzerinde olduğu-nu gördüm.”

Abdurrahman b. Muhammed b. Eş’as kı-yam ettiğinde ordusunda öncüler vardı. Bunlara “Öncü Kari”ler diyorlardı. Kumeyl b. Ziyad, Said b. Cübeyr, Ab-durrahman b. Ebi Leyla v.s. de onlardandır. Ebu Hilal-i Askeri şöyle diyor: “Kari ve fakihlerin çoğu kölelerden-di. Onların çoğu İbn-i Eş’as’la birlikte Haccac’ın aleyhi-ne kıyam etmişlerdi.

Bütün bu hadisler müslümanların Kur’an’a, Kur’an’ı ezberlemeye ve okumaya verdikleri önemi göstermektedirler.

Feyzanur AKMAN

27 umman

Page 30: Umman Dergisi 5. Sayı

Kur'ân-ıKerim'inçoğaltılması

Feyzanur AKMAN

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği devrinde, dinden dönenlere karşı ya-pılan Yemâme savaşında (633) 70 kadar hâfız şehit ol-muştu. Bu hal Hz. Ömer’i telaşa düşürdü. Çünkü in-sanlar savaş yapmak mecburiyetinde kalabilirler; bu-ralarda da pek çok hâfız/kurrâ şehit olabilirdi. Bunun için Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e müracaat etti. O da tek-lifi yerinde bularak, Hz. Peygamber’in çok sevdiği va-hiy kâtibi Zeyd b. Sâbit’i (r.a.) çağırarak bu görevi ona verdi. O da bir yandan eldeki çeşitli malzemelere ya-zılmış mevcut nüshaları bir araya getirdi. Diğer taraf-tan Hz. Peygamber’in huzurunda Kur’an âyetleri yaz-mış bulunanları, sahabeden iki âdil şâhidin şâhitliği ile kabul etti.

Böylece, eldeki bütün yazılı âyetleri Zeyd b. Sâbit (r.a.) kendisinin ve hâfızların ezberleriyle karşılaştırdı. Artık Mushaf’ın eksiksiz olduğu hususunda tam em-niyet hâsıl oldu. Sonunda her sûre ve âyetleri vahiyle belirlenmiş sıraya göre ve Kureyş lehçesiyle bir kitap hâlinde yazıldı ve adına “Mushaf” denildi. Bunun ya-nında Kur’ân-ı Kerîm, Hudâ, Furkân, Zikr, Nûr, Hakîm gibi adlarla da anılmıştır.

Nihâyet Hz. Osman halîfe seçilince nüsha ona intikal etti. O da İslâm’ın yayılması ile Kur’an’ın met-ninde bazı değişik okuma/kıraat farklarına ve ihtilaf-larına meydan vermemek için, yine Hz. Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet kurup sureleri son arzaya uy-gun olarak (geliş sırasına göre değil de aralarındaki il-giye göre tertip edip) birkaç (4-5 veya 7-8) nüsha yaz-dırarak bazı büyük vilayetlere gönderdi. Hz. Ömer’den intikal eden asıl nüsha, tekrar kızı Hz. Hafsa’ya iade edildi. İşte kıyâmete kadar ALLAH Teâlâ’nın muhafaza-sı altında olan yüce kitabımız Kur’an böylece toplanıp tertip edilmiş oldu.

İçten içe muhasebeSöndürülmüş ihtiraslar,Ve zifiriyken gecelerKan kusan aynalardaÇözülmez bilmeceler.

Uzak dur şimdiRuhum hedef değil,Öyle bir haldeyim kiCismim bende değilKapkaranlık geceler;Ey nefis eğil.

Kelimeler tükendi gayrı,Kalem bile secdedeHer zerrem benden ayrı,Her parçam bir hecedeErdi kemale yürek,Kaybolmadan gecede.

muhasebe

Kübra KESKENDİR

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 28ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Page 31: Umman Dergisi 5. Sayı

Kur’anileinşâolmak

Abdülkadir AVCI

İnsanların birer birer Kur’an’dan uzaklaştığı bir çağda yaşıyoruz. Hal böyle olunca Kur’an ile yoğurulmak bizlerin gözünde büyüyor. Ne yazıktır ki çağdaşlık adına Kur’an cenazelerde okunan yüce kitap haline getirilmeye çalışılıyor. İşte böyle bir durumda iken; “Acaba biz bu in-şaatın temelini ne kadar depreme dayanıklı yapıyoruz?” Sorusunun irdelenmesi gereken bir soru olduğuna inanı-yorum.

Diyelim ki biz bu temeli daha yeni kazıyoruz. Pekâlâ, temeli sağlam hale getirebilmek için neler yap-malıyız?

Ben de diyorum ki gelin bunu sahabenin yaşantı-sında arayalım…

Neydi sahabenin Kur’an anlayışı?Sahabenin Kur’an anlayışının temel özellikleriyle

ilgili şu tespitleri yapmak mümkündür:1. Kur’an ayetlerinin inişini (nüzul ortamını ve

esbab-ı nüzulü) müşahade etmişlerdir.2. Müslüman bir toplumun oluşumuna ve gücüne

tanıklık etmişlerdir.3. Kur’an’ın dilini çok iyi bilmeleri sebebiyle dil ko-

nusunda sorunları olmamıştır.4. Fikirlerini serbestçe ifade etme imkanına ve bil-

mediklerini bizzat Hz.Peygamber’e (s.a.s.) sorarak öğ-renme imkanlarına sahip olmuşlardır.

5. Sahabiler Kur’an’ı çok özlü olarak anlamışlar ve insanı yoracak ayrıntılara girmemişlerdir.

6. Öğrenmiş olduklarını anında hayatlarına kat-mışlardır.

7.Ayetlerin ve genelde Kur’an’ın ruhuna aykırı ifa-delerden kaçınmışlardır.

Kur’an’ı bu ölçüler içerisinde anlayan sahabe-nin örnek imanı, Allah ve Rasulüne olan mutlak itaatle-ri, emir ve yasaklara olan saygıları Kur’an’ı daha kolay, daha sade bir yapıda anlamalarını sağlamıştır. Kur’an’ı aracısız olarak işiten, Hz.Peygamber’in (s.a.s.) uygula-malarını gören bu insanlar Kur’an’ı uygulamaya yönelik bir şekilde anlamışlardır.

Evet o sahabe böyle bir Kur’an anlayışına sahip-ti. Pekâlâ, şu kapitalist(maddeci) toplum içinde bizler ne-ler yapıyoruz. Tabi burada kapitalist olmayanları tenzih ederim. Evet, biz gerçek kendimizi Kur’an ile mi inşa edi-yoruz sorgulayalım. Ben kendi sorgumdan çıkarım yapa-rak şunları söyleyebilirim:

Biz kendimizi Kur’an ile değil para ile inşa ediyo-ruz. Yani mantık şöyle ki “Paran varsa her şeyin var”. Ama gerçekten bu söz doğru bir söz mü? Tabi ki değil. Nite-kim öyle kişiler duyuyoruz ki çok zengin olmasına rağ-men hastaysa, Allah izin vermedikçe iyileşemiyor.

Eğer Kur’an ile inşa olmak istiyorsak sahabenin Kur’an anlayışını kendimi şiar edinmeliyiz. Ve peygambe-rimizin kişiliğini kişilik haline getirmeye adım atmalıyız.

Vakit fecir.Puslu pencere.Kaç harf daha yazmalıyım,Eskiyen şakaklara?

Vakit fecir,Vefasız vârisler adınaKaralanmış satırlaraEkledim ruhumu.Vakit erken,Nasibi yok kuşların.Güller soluyor,DerkenHafif bir bestede,Yine o nakarat...

fecr

Kübra KESKENDİR

29 ummanumman

Page 32: Umman Dergisi 5. Sayı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 30

Page 33: Umman Dergisi 5. Sayı

31 umman

Page 34: Umman Dergisi 5. Sayı

Sevgi, muhabbet veya daha ileri şekliyle aşk; “ bir şeye bütün gönlüyle meyletmek, sevdiğini sa-hip olduğu diğer şeylere tercih etmek, sevdiği uğ-runda her türlü fedakârlıktan kaçınmamak ve sev-diği ile beraber olabilmek için her türlü çileye kat-lanmak “ şeklinde tarif edilebilir. En güzel muhab-bet Cenab-ı Hakk‘tadır. En güzel aşk, sevgi Cenab-ı Hakk’adır. Muhabbetin sadece Allah için olması ve ona hasredilmesi mecburidir. Ancak muhabbe-tin birden bire Cenab-ı Hakk’a yöneltilmesinde in-san için birtakım tehlikeler mevcuttur. Kalp, bir an gelir yüksek voltaja tutulmuşçasına yanmaya baş-lar; insan meczuplaşır. Bu durum ise, beşeri haya-tı ve onun icaplarını altüst eder. Hazreti Musa’daki tecelli bu hale güzel bir misaldir; Musa (a.s.) Tur-i Sina’da Cenab-ı Hakk’ın ezeli ‘kelam’ sıfatına muha-tap oldu. Rabbiyle beşer idrakinin ötesinde harfsiz, kelimesiz, değişik bir hal ile konuşmanın manevi cazibesi içinde büyük bir aşk ve muhabbetle kendini kaybetti. Israrla Cenab-ı Hakk’ı görmek istedi. An-cak “Len Terani” ( beni göremezsin!) hitabına muha-tap oldu. Buna rağmen ısrar edince, Cenab-ı Hakk hicaplar arkasından dağa nazar edeceğini bildirdi. Dağ, Rab’den gelen zerre kabilinden bir nur tecelli-si karşısında infilak edip darmadağın oldu. Bu müt-hiş hal karşısında Musa (a.s.) bayıldı ve istiğfar etti. Bir peygamberin bile takatini eriten bu büyük ve ani tecelli de gösteriyor ki, muhabbete kademe kademe ilerlemek zaruridir.

Sevene her defasında fedakârlık düşer. An-cak şaşırtacak bir husustur ki, seven sevdiği uğru-na çile çekmekten, bedel ödemekten hiç şikâyetçi olmaz, olmamalıdır. Yoksa sevgisindeki samimiye-te gölge düşer.

Cenab-ı Hakk’a duyduğumuz muhab-bet elbette en güzel şekliyle Kuran_ı Kerim aracılı-ğıyla olur. Kur’an-ı Kerim sevgisi, yüreğimizin huzu-ru olur. Fani hayatta nasıl anne- babaya, karşı cin-

se duyulan sevgi varsa nasıl onu sevdiğin için onu her zaman görmek istersen, her zaman yanında ol-mak istersen, her zaman onu anımsamak istersen Cenab-ı Hakk’a duyulan sevgi de böyledir. O’nu ha-tırlamamız lazım. O’nu hatırlamak da elbette O’nun emirlerine uymaktır. Yap dediklerini yapmak-tır. Yani namaz kılıp Kur’an-ı Kerim okumak gibi. Cenab-ı Hakk’ın sevdiğini sevmek gibi. O’nun yolla-dığı Peygamberi kabul edip iman etmek gibi. İman kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Eğer kalbin Allah di-yorsa, dilin de Allah der, Kuran-ı Kerim okur.

Peygamber Efendimiz Allah (c.c.)’nin en sevdiğidir. Peygamber Efendimize muhabbet ve teslimiyetin bir gereği de Allah’a ve Allah’ın Resu-lüne buğzedenlere buğzetmek, Rasulullah’a düş-man olanlara düşman olmak, O’nun dininde bidat-ler icap edip sünnetine muhalefet edelerden uzak-laşmak, Rasıulullah’ın şeraitine muhalif olan her şey den uzaklaşmaya çalışmaktır.

Kur’an-ı Kerim’i sevmek bizi Allah sevgisine götürür. Rasulullah en çok Kuran_ı Kerim’i sever-di, O’nu örnek alan Ashab-ı Kiram da en çok Kur’an’ı severdi. Peygamberimiz ashabına, inen ayetleri he-men okur (talim) ve onlarla ilgili açıklamaları ya-parak (beyan ve tefsir) onu hayatına bizzat tatbik eder ve ashabına da amel etmelerini emrederdi. On-lar da Peygamber Efendimiz (s.a.s.) den öğrendikle-rini hemen birbirlerine öğretir ve en kısa zamanda hayata geçirirlerdi.

Kur’an-ı Kerim bize Allah tarafından gönderilmiş ilahi bir mektuptur. Bir tanıdığımızdan mektup gelse hemen okumaya ve mektubu okutup anlamaya çalışırız. Kur’an-ı Kerim’i de anlayarak öğrenerek okumalıyız. O’nu hayatımıza aksetmeli-yiz. İndiriliş gayesi bu değil midir zaten? Bu sebep-le her müslüman, öncelikle Kur’an-ı Kerim’in tale-besi olmalıdır.

Kur’ân-ıKerimilemuhabbet

Rümeysa KARANFİL

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 32

Page 35: Umman Dergisi 5. Sayı

Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın "Nereden çıktın bu saatte" dememe-li, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında "Gözünün dilini bilmeli" dinlemeli, sormadan, söylemeden an-lamalı... Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilme-li, kovuklarına saklanabilmelisin. Kucaklamalı seni güvenli kolları dalları bitkin başına omuz, yaprakları ka-nayan ruhuna merhem olmalı...

En mahrem sırlarını bile verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin. Gölgesinde serinleme-lisin sorgusuz, sualsiz...

Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli... Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup, koluna girebilmeli.Övmeli âlem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde

de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin."Hak ettim" diyebilmelisin.Teklifsiz kefili olmalı, hataların, günahların yegâne şahidi... Seni senden iyi bilen, sana senden çok güve-

nen bir sırdaş... Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin... Ve sen ağladığında, onun gö-zünden gelmeli yaş...

İşte en çok böyle zamanlarda bir dostu olmalı insanın...Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriy-

le kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri..."Parkurun bütün zorluğuna rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya, ye-

nildik sayılmayız" diyebilmeli. Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçük bir kâğıda yazdığımız kısa, ama ümitvar bir yazıyı, yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından atlayabilmeliyiz. "Bunu da aşacağız" İmza: BİR DOST

birdost

Afra Nur YILMAZ

33 umman

Page 36: Umman Dergisi 5. Sayı

Havf ile recanın, heyecan ve sükûnetin tecel-li ettiği an… Metanetin ve olgunluğun anlam bulduğu an… Cebrail’in son resul ile âlemlerin yaratılış sebe-biyle buluşacak olmanın verdiği sevinçle görevini ya-pacak olmasının verdiği heyecan… Tefekkür için gidi-len yerde, az sonra peygamber olacak olan o mükem-mel insanla sanki her şeyden haberdarmış gibi tefek-kür eden kâinatın sessizliği… İşte vahiy denilen o kut-sal randevunun gerçekleştiği vakit: 610 yılının Rama-zan ayının 17. günü, pazartesi gecesi.

Peygamberliğinden habersiz, o kutsal görevin kendisine verildiğinden bihaber olarak, hayatında hiç duymadığı sorularla muhatap olduğu halde olaya me-tanetle yaklaşabilmek onu özel yapan. “Oku!” sorusu-na “Ben okuma bilmem” dediği halde tekrar tekrar oku emri verilip, Cebrail tarafından nefesi kesilinceye ka-dar vücudu sıkıldığı halde olgun davranabilmek O’nu değerli yapan. Bir bakıma korku ve çaresizliğin de baş gösterdiği anda “Söyle ne okuyayım?” sorusu onu önemli bir sorumluluğun içine alan.

Okuma yazma bilmediği halde, heyecan ve kor-kunun son haddinde Kâinatın Efendisi, bizzat konuştu-ğu dilde nazil olan Cebrail’in ağzından dökülen o mü-kemmel sözleri tekrar eder. “ Yaratan Rabbinin adıy-la oku! O Rabbin ki insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kelam sahibidir. O, insana kalem-le yazmayı öğretendir.” İşte diline ve kalbine yerleşti-rilen, Allah’la randevusundaki ilk sözler… İnsanlığın kurtuluşa ermesi için gönderilen kurtarıcı sözler… Va-hiy; sevgiliyle olan ilk buluşma.

Cebrail’in vazifesinin şimdilik sona erdiğini an-latan “ Ya Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün. Ben Cebrail’im.” Sözleriydi O’nu kendine getiren. İşte tes-limiyetin verdiği güzellikle indirilmeye başlanan bu mucize sözlere verdiğimiz değeri düşünüyorum şimdi. Sadece özel gün ve gecelerde elimize aldığımız, san-ki almakta zorluk çekmek için özel olarak yaptırmışız gibi aslında saygı ifadesi olan ama bizim fazla abart-tığımız, odanın en üst yerlerine koyduğumuz Kuran kaplarını, örtülerini düşünüyorum. İki sayfa okur oku-maz uykumuzun geldiği, esn emeye başladığımız söz-ler, bu sözler mi diye düşünüyorum. Verdiğimiz değer bu mu? Onun anlattıklarını yaymak için bütün zorluk-lara katlanan, her ayetiyle hayatına yön verip, kendi-

ni ona göre şekillendiren Resulün ümmeti olarak kur-tuluşun anahtarı olan, Allah’ın son derece değerli söz-lerini günlük hayatımızdan bu derece tecrit etmek bize yakışıyor mu diye düşünüyorum. Ama gönlümün ve dilimin ortaklaşa verdiği, benim bunu duymak iste-miyor olduğum halde bastıramıyor olduğum tek bir cevap var: “Hayır!” İşte bunu değiştirmenin tam vak-ti, bugün… Yarına bırakmak yok, şairin dediği gibi “Sa-kın bir şey bırakma yarına, yarın yok ki.” Öyleyse bize düşen tek şey Kuran’ı hayatımıza taşımak bugün… Ya-rınımızın olup olmadığını bilmediğimize göre bugü-nü değerlendirmeliyiz. Onu Kuran dolaplarından kur-tarmalı, gönül dolaplarımızda saklamalıyız. Onu özel günlerde nerde olduğunu arayıp bulmak yerine bugü-nümüzde kaybetmeliyiz. Sadece okumak yerine onu anlamalıyız. Onu hem dilimize hem kalbimize işleme-liyiz. İşte asıl değeri o zaman verebilecek düzeye gele-biliriz herhalde.

1400 yılık bu kutsal vazifede görev alma sıra-sı şimdi bizde. Görevimiz O’nu yaşamak ve yaşatmak. O’na gerekli değeri verebilmek için O’nu anlamak. O’na ve O’nun sahibine layık olmaya çalışmak için ben varım, bizler varız! Haydi, öyleyse herkes göreve!

dan bu derece tecrit etmek bize yakışıyor mu diye düşünüyorum. Ama gönlümün ve dilimin ortak-laşa verdiği, benim bunu duymak istemiyor olduğum halde bastıramıyor olduğum tek bir cevap var: “Hayır!” İşte bunu değiştirmenin tam vakti, bugün… Yarına bı-rakmak yok, şairin dediği gibi “Sakın bir şey bırakma yarına, yarın yok ki.” Öyleyse bize düşen tek şey Kuran’ı hayatımıza taşımak bugün… Yarınımızın olup olmadı-ğını bilmediğimize göre bugünü değerlendirmeliyiz. Onu Kuran dolaplarından kurtarmalı, gönül dolapla-rımızda saklamalıyız. Onu özel günlerde nerde oldu-ğunu arayıp bulmak yerine bugünümüzde kaybetme-liyiz. Sadece okumak yerine onu anlamalıyız. Onu hem dilimize hem kalbimize işlemeliyiz. İşte asıl değeri o zaman verebilecek düzeye gelebiliriz herhalde.

1400 yılık bu kutsal vazifede görev alma sıra-sı şimdi bizde. Görevimiz O’nu yaşamak ve yaşatmak. O’na gerekli değeri verebilmek için O’nu anlamak. O’na ve O’nun sahibine layık olmaya çalışmak için ben varım, bizler varız! Haydi, öyleyse herkes göreve!

bizlervarız

Feyza GÜRSOY

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 34

Page 37: Umman Dergisi 5. Sayı

Kimse bilmez içimdeki fırtınaları, kendi kendine kopar bir yerlerde. Kaç ölü kaç yaralı Allah bilir. Korku-dan bakamıyorum ki içime. Hayâl kırıklığı işte tüm mese-le. Seni anlatmak zor. Benim dilimle daha da zor.

Pamuk ipliğine bağlı kaderim. Bir ağaç var top-rakla bütünleşmiş. Ben de o ağacın sonbahardaki bir yap-rağıyım. Eğer koparsa bağlarım, rüzgârlar uçuracak dile-diği yere. Belki sadece savrulup gideceğim, belki bir ba-taklıkta kaybolacağım. En iyisi tutunmak o köklü ağaca. Ne kadar sararsak da tutunmak… Bize tüm oyunlarını oy-nayan şu acımasız dünyada ahir zaman alametlerini bir bir yaşıyorken, kimimiz şükürle, kimimiz musibetle imti-han oluyorken, bir boşlukta savruluyoruz binlerce yap-rak. Belki sadece iki kelime dolduracak o boşluğu, ama kalbimizde öyle yalancı hayaller var ki yer yok o kelime-ye. Sevmek… Yaratılış nedeni. Bu iki heceli kelime ancak senin bağrını yakardı aşk ateşiyle. Bize olan sevda ateşin küllenmedi değil mi Efendim? Sen ki başından aşağıya iş-kembeler döken zalim Mekkelileri affetmiş insansın. Biz hata yapacağız sen affedeceksin değil mi? İşte bir de bu özelliğinden sevdim seni.

Sevdin. Her şeyi sevdin. Açlığı sevdin terbiye edi-lenlerin en büyüğü olduğun halde. Gülü sevdin beyaz iken aşkından kırmızı oldu diye. Secdeyi sevdin hasır izle-ri dizlerine çıkarken, sen Rabbin için ayaklarının şişmesi-ni sevdin. Babanı sevdin yokluğunda bir avuç toprak ola-rak, anneni sevdin daha kokusunu ezberleyemeden. İn-sanları sevdin seni taşlayanlara dua edecek kadar. En önemlisi ümmetini sevdin her şeyden vazgeçecek kadar.

Sevgini tasvir etmek bilirim bana düşmez. Ama senin o mükemmel ahlakının başı sevgiydi. Tüm özel-liklerinin tüm hareketlerinin altında yatan o idi. Hasan, Hüseyin’e bakışların, onları secdedeyken omuzların-da uzun uzun tutuşların, hatta amcanın şehadetine se-bep olan Vahşi’ye bakışlarında bile merhamet vardı bel-ki. Öyle bakıyor musun şimdi bizlere? Bitmedi mi merha-metin Ya Rasulallah!

En ağır görevleri üzerinde taşıyan, tüm insanlık-ta Allah’a en yakın olan, yaratanın yaratılana “Sevgilim!” dediği… Gönülde, vermekte, anlayışta, çözümde, müte-vazilikte en zengini. Kibirde, öfkede en fakirisin.

Sen acıktığında bir hurmayı bile bulamayan, ama tüm orduyu bir hurmayla doyurabilen, başında kendine ait bir bulutla gezen, kainâtın kul köle olduğu, ağaçların ayağına geldiği, Allah’ın dilemesiyle ayı bir parmakla iki-ye bölen mucizesin.

Şimdi nerdeyim? Neydi gayem? Unuttum mu, unutturuldum mu? Yavaş yavaş karartıyorum kalbimi, hissede hissede bağırıyor bana. Ama tüm meşguliyetim-

le kapamışım kulaklarımı duymuyorum. Zor enfes alıyor, kararmış rengiyle göğüs kafesinde kalbim. Hani diyorlar ya:”Gel Ya Rasulallah! Gel evlerimize konuk edelim seni, gel en güzel köşede sen otur, gelseydin bir kere görseydin bizleri sevgili!”.Şimdi benim senden başka bir isteğim var.

Gelme Ya Rasulallah! Lütfen beni daha fazla utan-dırmamak için gelme! Seni daha görmeden bile ruhum yaptığı tüm nankörlükleri hazmedemiyorken bir de ge-lirsen… Gerçi gelmesen de o mahşer günü ne yapacağımı bilmiyorum ya. Hani şu tüm peygamberlerin nefsim de-yip senin illa ümmetim dediğin gün, sahi o gün, “Benden-sin!” der misin bize?

Arkadaşımızın bu yazısı Adapazarı İlçe Müftülü-ğü ile Adapazarı İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü’nün ortak-laşa olarak Kutlu Doğum Haftası nedeniyle düzenledi-ği yarışmada birinci olmuştur.

sararmışyapraklar

Kevser TÜRKYILMAZ

Susacak mısın kalemHep susacak mısın,Yıpranan gecelerdeYine kan kusacak mısın?

Akacak mısın ey mürekkepFikrimi hilale kazacak mısın,Kabuk tutmuş mısralaraAdımı yazacak mısın?

Esecek misin rüzgar,Ruhtan bedeni sökecek misinYüreği yanık kağıtlara,Beni de dökecek misin?

susacak mısın

Kübra KESKENDİR

35 ummanumman

Page 38: Umman Dergisi 5. Sayı

Osmanlı Padişahları için hazırlanan el emeği göz nuru tılsımlı gömlekler kötülüklerden, nazar-dan, cinlerden, görünmeyen varlıklardan, kötü ba-kıştan korunmak için hazırlana gömleklerdir. Tıl-sımlı gömlekler değişik türlerde ve dini inanışlara bağlı olarak hazırlanmaktadır.

GÖMLEKLERİN YAPIM AŞAMASIGömleklerin yazımına, müneccim denilen

günümüz astronomları tespit ettiği tarihe göre baş-lanıyor. Gömlekler üzerindeki yazılar genellikle ge-ometrik şekiller içine yazılırdı(bunu yandaki resim-de görebiliyoruz). Bununla beraber hiçbir geomet-rik bölüm olmadan düz satırlar halinde zemine ya-zıldığı da olurdu. Ebced hesabına göre Arap alfabe-sindeki her harfin bir sayısal değeri vardır. Harfle-rin dizilişlerine göre hesap edilerek Kuran’dan iste-nilen ayeti gizemli bir şekilde ifade ediliyordu. Yazı-lar; bazen düz ve serbest olarak bazen daire, yıldız

kare baklava gibi geometrik şekiller biçiminde ya-zılmıştır. Aynı gömleklerde birden fazla yazı karak-teri uygulanmıştır. Kufi, satrançlı kufi (motif) , gu-bari ( çok küçük harflerle yazılmış yazılar), talik, sü-lüs, celi sülüs, nesih, aynalı yazı kullanılan başlıca türlerdendir. Gömleklerde en çok kullanılan renk-ler başta siyah mürekkep olmak üzere mavi, kırmızı, yeşil, altın ve gümüş yaldızlıdır. Bu gömlekler ge-nellikle üç-dört yılda tamamlanıyor. Bu gömlekler-de ‘vefk’sistemi kullanılmıştır. İçine en az üç ismin yazılabileceği, kutucuklara bölünmüş bir çizim(2).

TILSIMLI GÖMLEKLERİN ÜZERİNDEKİYAZILARTılsımlı yazılarda; Fatihâ suresi, ilk olma-

sı ve açıcı bir nitelik taşımasıyla en çok kullanılan-dır. Kur’ân’ın 36.suresi Yâsin suresi, fazileti hak-kında bazı hadisler bulunmasından ötürü, sağlı-ğından şikâyeti olanlara ve ölüm yatağındaki has-talara okunur ve gömlekler üzerinde yer alır. Kur’ân’ın 48.suresi (Fetih) savaşta başarılı olmak için, Kur’ân’ın 2.suresinden Âyet-el Kürsi, türlü be-lalardan korunmak için; 46.suresi (Ahkaf) ile 113.sure (Felak), ruhsal sıkıntılardan ve 114.sure (Nas) , bedensel hastalıklardan korunmak için kullanılır. 18.sure(keyf) de kullanılan surelerindendir ve di-ğerleriyle beraber Kuran ayetlerinin yaklaşık 55 ta-nesi gömleklere yazıldığı tespit edilmiştir.

Gömleklerde Kur’an surelerinden başka ilahi kudrete sahip olan esma-il Hüsna (Allah’ın 99 ismi) , dört meleğin adı (Mikail, Cebrail, Azrail, İsrafil) , Hz. Muhammed’in hilye-i şerifi (tasviri) nübüvvet mührü (peygamberlik işareti) , hadisleri, onun için yazılan kaside-i Bürde, Hz. Ali’nin eşkâli, şiirler, du-alar ve yakarışlar yer alır. Adiyet bildiren ifadeler: sultanın adı, tarih, usta’nın adı, bazen enseye, bazen etek ucuna kâğıt etiket halinde yazılır.

Gömleklerin üzerinde akrep çizimleri dikkati çeker. Bitkisel motiflerden servi ağacı, sonsuzluğu ifade eden bir semboldür. Dolayısıyla giyene uzun

tılsımlıgömlekler Hazırlayan: Kürşat ÖZKAN

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 36

Page 39: Umman Dergisi 5. Sayı

ömür dilemek için kullanılır. Gömleklerden başka giysi parçası olarak da

tılsımlı yaka ve takkelerdir. Tılsımlı yakanın; arka-sı yuvarlak roba şeklinde, iki ön parçası etek ucuna inecek şekilde uzun ve dar bir kesim vardır. Bu gi-yisi sultanların tahta çıkışlarında, merasimlerde bir üst giyimi olarak giyilir. Böylece sultan, nazara kar-şı korunmuş korunuyordu. Tılsımlı giyim eşyaların-dan başka dua ve tılsım yazılı sancak ve örtüler ‘de yer alır. Sayı, sembol, dualar bulunan şifalı taşlar-da mevcuttur.

BAHTSIZ ŞEHZADE: CEM SULTANFatih Sultan Mehmet’in bahtsı oğlu olan Cem

Sultan ağabeyi Bayezid’le giriştiği taht mücadele-sinde yenildi, girdiği savaşları kaybetti. Rodos’a, Saint Jean şövalyelerine sığındı. Tam 13 sene, Avrupa’da bir şehirden ötekine taşındı. Şansız şeh-zade Avrupalı kralların ve Papaların pazarlık konu-su oldu.1496’te 36 yaşındayken Napoli’de can verdi. Öldükten sonra zehirlendiği söylendi.

Tılsımlı gömlekler korunmak için giyiliyor-du. Fakat Cem Sultan pek yar olmadığı kesin, zira kendi için üç yıl da hazırlanan gömleği bir defa bile giyemeden öldürüldü. Belki de gömleği giye- bil-seydi gurbetlerde o feci olayları yaşanmasını belki engelleyebilirdi.

Gömlek’te bulunan kitabede gömleğin yapı-mına 30 Mart 1477 Pazar gecesi güneş koç burcun-da, 19 derecede iken saat 3’ü 57 dakika geçerek baş-landığı ve 29 Mart 1480 Salı gecesi güneş yine koç burcunda 19 derecede iken saat 12’yi 36 dakika geçe bitirildiği yazılı. Gömlek için bu kadar açık bir ta-rih verilmesi burçların insan üzerinde ne kadar et-kili olduğuna inanıldığını gösteriyor.(üsteki gömlek Cem Sultan’ın gömleği)

ALLAH’IM SEVGİMİ KULUN MUSTAFA’NIN GÖNLÜNE VER!

Tılsımlı gömlekler sadece padişahlar ve şeh-zadeler için yapılmamış. Saray çevresine yakın pa-şalardan özellikle makam hırsı olanlar da kendi-leri için gömlek hazırlatmışlar. Onlardan biri Mo-ralı Hasan Paşa, gömleğinin üzerine şöyle yazdır-mış: “Allahım senden sevgimi, muhabbetimi kulun Mustafa’nın gönlüne vermeni dilerim. Nasıl vahyini sevgilin Muhammed’in kalbine ilham etmişsen ru-humla Sultan Mustafa’nın ruhunu uzlaştır.” Göm-leğin yakasındaki küçük karelerde ise “Ey herşe-

yi kolaylaştıran Allahım, Hasan Paşa’nın muradını da kolaylaştır.” yazıyor. Hasan Paşa’nın muradı ne-dir, sadrazam olmak. Bu gömleklerin araştırmasını yapan Hülya Tezcan bu gömlekten hareketle yaptığı araştırmada, paşanın çok hırslı bir adam olduğu ve sadrazam olabilmek için padişahları canından bez-dirdiği bilgisine ulaşmış. Moralı Hasan Paşa sonun-da muradına ulaşıp sadrazam olabilmiş.

Kaynaklar1.Topkapı sarayındaki şifalı gömlekler/ Doç.

Dr. Hülya TEZCAN2.Haber Türk Gazetesi / Murat BARDAKÇI

37 umman

Page 40: Umman Dergisi 5. Sayı

filistinlimasumçocuğa

Kevser TÜRKYILMAZ

Her taraf alev alev… Yanıyor. Her tarafı barut ve kan kokuları kaplamış. Annelerin ağıtları, fer-yatları, semaya merdiven kurmuş. Yığın yığın ev en-kazları içinde insan iniltileri. Bombaların düştüğü yerlerde ayakkabılar, kollar, bacaklar, kırık oyun-caklar… Sonra üstünde cansız bedenler taşıyan sal-lar. Etrafta cılız sesler şeklinde birazda yapmacık ahlar vahlar…

İşte bütün bunlar seni en korumasız olduğun bir zamandaydı. Kaçamazdın, vurmak istesen vu-ramazdın. Sen hep oyunlar düşünmek isterdin. Ço-cuk bahçeleri düşünürdün, kaydıraklar, salıncaklar. Hep oyuncaklar hayal ederdin. Model model araba-lar, renk renk giyinmiş bebekler. Sonra sen okul dü-şünürdün. Karatahtayı, harfleri, cümleleri, hoş ko-kulu kitapları silgileri… Dahası kuş cıvıltılarını an-dıran akranlarının seslerini. Senin ne hayallerin, ne geniş dünyan vardı. O güzel elmas gibi gözlerinin içinde ne dünyalar saklıydı.

Sen daha renkleri bile yeni yeni tanıyor, yeni yeni algılıyordun. Belki başkaları gibi her şeyin yok-tu senin ama baban vardı, her güçlüğe göğüs ger-meye çalışan. Belki çoğu şeye muhtaçtın ama an-nen vardı. Senin bir gülücüğün onun için dünyaya bedel.

Koca koca devletler, koca koca insanlar se-nin için “haklar” sözüm ona “çocuk hakları” diye kâğıtlar üzerine manzume dizmişlerdi. Altlarına namus şeref mührü vurmuşlardı. Görüntüsü anla-mı çok büyüktü bu sözleşme maddelerinin. Ama sen bu hakların başkaları için olduğunu o günahsız be-denin parça parça olurken, o dünyayı yeni yeni anla-maya çalışan gözlerin çaresiz bir şekilde semaya di-kildiğinde anladın. Artık çok geçti çok…

Bir zamanlar cahiliye dönemi denilen devir-lerde zalimlerin bugünkü gibi kol gezdiği vakitlerde her şeyden haberi olan Allah diri diri toprağa gömü-len kız çocuklarına “Neden toprağa gömüldün” diye sorulduğu zaman” diye yapılanların hesabını sora-cağını söylüyordu ya! Şimdi sözde modern zama-nında kolu bacağı o yana bu yana savrulmuş sana “ne günahın vardı da bu hale getirildin” diye sormaz mı acaba… Senin masum gözlerinden akan yaşları Kızıldeniz yapıp bu firavunları boğmaz mı?

Seni çaresizlik içinde bıraktığıma, seni koru-yamadığıma, güçsüzlüğüme yanıyorum. Lokmalar dizildikçe diziliyor boğazıma her akşam seni izler-ken. Günahkâr ellerimi kaldırıyorum semâya ama sana ulaşamıyorum. Sen her şeyinle Allah’ın ol-muşken ben hala bu zalim firavunlarla aynı dünyayı paylaşıyorum. Sağanak yağmur gibi yağan bomba-ların altında kalan masum Filistinli yavru! Ben el-lerimle bu zalimlerin tetiğe basan ellerini kırama-dım. Kötülüklerini haykırarak söyledim sadece ama takatim tükendi sesimi duyuramadım. Sadece kal-bimle buğz edebildim. Bunlar sence yeterli mi?

Annesinin kollarında son nefesini vermek için, annesinin son kez olsun görebilmek için gözle-rini açmaya çalışan mecalsiz çocuk! Sana gereği gibi sahip çıkamadığım için beni affeder misin? Sana ge-reği gibi bir dünya hazırlayamadığım için beni kim-sesizler kimsesizine şikâyetten vazgeçer misin? Ya-şama hakkını elinden alan, sana böyle korkunç bir ölümü reva gören bu zalim dünyaya bir büyüklük yapıp hakkını helal eder misin? Hakkını helal eder misin?

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 38

Page 41: Umman Dergisi 5. Sayı

görerekbakmak,bilerekaktarmak

Şule Nur ALTAY

Yazmak, insanların yüzlerine söyleyemedi-ğini kâğıtlarla onlara ulaştırmaktır. Yazmak, kalbi-nin ve gözlerinin gördüklerini birleştirerek kâğıda dökmektir. Yazmak, insanlara kendi bildikleri-ni, kendi bakış açısıyla aktarmaktır. Yazmak, bilgi-lerin zekâtını vermektir; ama nasıl yazmak. Gelin şimdi bunu öğrenelim: Hayat asla mücadele değil-dir. Ama meşakkatli bir yoldur. Meşakkatli olması-nın en önemli nedeni, bizim bu yol sonunda talip ol-duğumuz Rahman'ın rızasıdır. Bir yandan nefs, bir yandan şeytan, insanı rahat bırakmaz, vicdanıyla onu baş başa bırakmak istemez. Eğer vicdanıyla baş başa kalırsa insan, zaten onlara uymaz. Bu sebepler dairesinde hayatı onunu istediği doğrultuda götür-mek zordur; ama asla imkânsız değildir. Biz insan-lar anlatılanlardan çok çabuk etkileniriz. Anlatı-lanlar bize uyuyor ise hemen hayatımıza dâhil ede-riz onları. Bu yüzden duyduklarımızın ve okudukla-rımızın asılsız olmaması gerekmektedir. Anlatılan-lar bize uymasa bile, bir anlık boşluğumuza gelir ve onları hemen kabulleniriz. En çok bizi, insanların hikâyeleri cezbeder; çünkü aynı şeyleri az ya da çok yaşarız. Bizim durumumuzda insanlar, ne yapmış diye merak ederiz. Yazar, anlattığımız gibi vicdanı-nın sesini mi dinlemiş, nefsine mi uymuş? Bizleri et-kileyeceği için, okuduğumuz yazıları dikkatle seç-meliyiz. Burada en büyük pay, hayatın kâğıda akset-mesine vesile olana düşüyor. Yazar olmak öyle her kişinin harcı değil, er kişinin harcıdır. Sevdiğimiz bir yazar, bir kişinin hayatını yazacak. O, kişi gerçekten vicdanıyla nefsi arasındaki seçimini vicdan olarak işaretlemiş ve Allahın izniyle, doğru yolu bulmuş kişidir, yani bu kişi kulluğu yaşamıştır. Ama yazarı-mız bu hikâyeyi kendi anladığı şekliyle nefsinin iste-

diği doğrultuda yazarsa, vay haline! Çünkü bir sürü insanı da arkasından sürüklemiş olacaktır. Yazarı çok seven var, ve çoğu kişi onu okuyor, etkilenme-leri muhtemel. İşte burada yazar olmanın getirdiği sorumluluklar meydana çıkıyor. Çok sevilen yaza-rımız hayatı pekte parlak olmayan, yaptıklarından ders çıkarmayan bir kişinin hayatını iki türlü yaza-bilir: birincisi, onu olduğu gibi yazmak, bu hiç de iyi değildir; çünkü yaşanan hayat sönük bir hayat-tır, ahirete bir faydası yoktur bu hayatın. Faydası ol-madığından bu kitap, arkasında kitleleri toplayarak uçurumlara yuvarlanır. İkincisi, yazarımız bu hayatı alıp, ona şükür tohumları ekleyerek, tevbe gözyaş-larıyla sulayarak, tevhid ile secde çiçekleri açma-sına vesile olarak, zekâsının zekâtını vermiş olur. Böylece uçurumdan, nice insanlar döner. Tevbeler-le süsler hayatını bütün kâinat. Yazar işte şimdi bir olan Rahman'a kul olmuştur, ne saadet!

Hakikat güneşimiz, Kur'an-ı Kerim, kıssa-larla doludur, neden mi? Onların yaptıklarını yap-mayalım, hüsrana uğramayalım ve ya onlar gibi olalım, mükâfatları kazanalım diye.

Yaşayan insan, görevini yapmış, doğru ya da yanlış. Ama yazar bunu aktarırken, Kur'an-ı Kerim’den ilham almalıdır ki başarıya ulaşsın.

39 umman

Page 42: Umman Dergisi 5. Sayı

Recep Şükrü Güngör 1971’de Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Cum-huriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Edebiyat hayatına Maraş’ta çıkarılan tarihi Uzunoluk dergisinde yayınlanan “Münbit Şehir” adlı yazısıyla baş-ladı. Martı Edebiyat Seçkisi (1995-1998) ve Yitik Düşler (2001- ) dergisini çıkaran kadro içinde yer aldı. Eylül, Ara-ba Sevdası, Hüseyin Fellah, Cezmi gibi birçok romanı ya-yına hazırladı. Öyküleri Hece Öykü, Martı, İnsan Saa-ti, Yalnızardıç,Yitik Düşler, Sühan, Kaşgar, Yedi İklim, Sı-zıntı, Yağmur, Ardıç dergilerinde yayımlandı. Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinin kitap eklerinde öykücüler hak-kında yazıları yayınlandı. İdeal Kariyer ve Duygu Derya-sı derneklerinin yazarlık kurslarında “öykü yazma tek-nikleri ve bizim öykümüz” konulu dersler verdi. “tavuk-çunun ölümü” adlı öyküsüyle “Radyo Hayat 2005 Öykü Ödülü”nü kazandı. 2007 Tüyap Kitap Fuarı’nın Akdeniz teması dolayısıyla “Edebiyatta Akdeniz” başlıklı bildiri sundu. Yas Ayini kitabı Rusça, Azerice, Almancaya; Can Ağrısı kitabı ise Rusça, Azerice, Almanca ve Fransızcaya çevrildi. Şu an Adapazarı’nda yaşayan Güngör ile son hi-kaye kitabı Kayıp Ruhlar Kıraathanesi hakkında bir söy-leşi yaptık.

Umman: Hikâye kitabınızı okuduğumda dikkatimi ilk çeken bütün hikâyelerdeki insan sevgisiydi. Yani sadece karakterlerdeki sevgiyi değil, yazarın da karakterlere duy-duğu sevgiyi hisseder gibiydim. Şöyle düşünmüştüm: Ya-zar insanları anlatırken onlara duyduğu sevgiyi anlatıyor gibi.

Recep Şükrü GÜNGÖR: Sait Faik’in meşhur bir sözü var artık çok klişe olan: “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” Bir yazar da kahramanını sevmeden hikâyesini yaza-maz. Ama sevmediğimiz kahramanlar da vardır. Bu sevme-diğim kahramanlar Kayıp Ruhlar Kıraathanesi’nde yok. Can Ağrısı’nda bir iki kahramanım var. Onu da bir insani sevgi içerisinde anlatmaya çalıştım. Zaten ortak insanlık sevgi-sini inşa etmeye çalışıyoruz. Başka bir derdimiz yok. Güzel bir nokta yakalamışsın. Kahramanlarını seven hikâyeci… Çoğu kahramanımı da tanırım zaten. Gerçek hayattan aldı-ğım için birçok kahramanı. Meselâ ayakkabıcının hikâyesini

anlatıyorum. O ayakkabıcıyı tanırım. Giderim ayakkabı yap-tırırım, sohbet etmeye giderim. Canım sıkıldığında biraz ra-hatlamaya giderim. Onlar zaten gerçekte sevimli insanlar. Bir de hayatta kalmış, görülmemiş, televizyonda radyolar-da gazetelerde karşımıza çıkmayan, görmediğimiz, yok sa-yılan ama aslında yaşayan, kıyıdaki insanlar.

Umman: Hikâyelerinizde karakterlerin geneli ya-şamlarından memnun, kendilerine verilenlerden razı in-sanlar ama buna rağmen günübirlik yaşayan insanlar da değiller, genelde düşünceli, ciddi karakterler. Karakterle-riniz bu sükûnete, dengeye nasıl kavuştu?

Recep Şükrü GÜNGÖR: İlk hikâyelerimde bu otu-raklı karakterler yok. Sonraki hikâyelerde var. Bunlar zaten gerçek hayatta günübirlik yaşamayan sonu düşünen insan-lar. Biz de hikâye olsun diye yazmıyoruz. Hakikate tercü-man olsun diye yazıyoruz. Maksadımız laf çoğaltmak, sözü arttırmak değil. Bir hakikate ulaşmak... Elbette gerçek ha-yattan alıyorum karakterlerimi aynısını anlatıyorum ama dönüştürerek, hikâyenin hakikatine getirerek, bunu anlat-maya çalışıyorum. Genelde kenarda kıyıda zannedilen yok sayılan ama o arif hayatı irfan hayatını sürdüren insanlar. O anlamda kahramanlar oturaklı insanlar.

Umman: Karakterler çelişkileri olan, kararsız-lık yaşayan karakterler değil, düşünce düzeyinde de den-ge içerisindeler. Öyle olmayanlar da hikâyelerin sonun-da bu dengeyi sağlıyor, çelişkilerinden kurtuluyor. Dönüş hikâyesinin sonunda siyasi bir geçmişi olan karakter kuru-yemişçi dükkânını sakin bir limana dönüştürüyor mesela.

Recep Şükrü GÜNGÖR: Benim hikâyelerim genel-de bir yolculukla bir gidişle biter. Hikâyelerin bitişi bir kı-sım hikâyelerin, -özellikle Can Ağrısı’ndakiler- ölümle bi-ter. Özellikle bu kitabımdaki hikâyeler bir sükûnete kavuş-ma hikâyesi. Dönüş hikâyesi de öğrencilik ve öğretmen-lik yıllarında birçok siyasi olaya karışmış ama sonradan bir dükkân açmış o dükkânda da huzurlu bir hayat yaşayan ve inançsızlığından, nihilist duygularından mistik duygulara ulaşan, özelliklede babaannesinin vefatı ile imanının tek-rar içine döndüğü bir insanının hikâyesi. Zaten hayatta hu-zur arıyoruz. Huzur arayışı demişti bir arkadaş, Kayıp Ruh-lar hikâyesiyle ilgili yazarken. Küçük hayatlar, küçük kah-ramanlar var. Şaşalı devlet adamları yok. Küçük insanlar

söyleşi...

Kevser TÜRKYILMAZ

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 40

Page 43: Umman Dergisi 5. Sayı

var. Küçük insanları anlatmak önemli, ben bunları önem-siyorum. Hikâyeyi de burada görüyorum. Kahraman anla-tılamaz demiyorum ama belki destansı, epik bir anlatım-la olabilir. Bu da benim tarzım değil. Ben daha çok kıyıda-ki kenardaki ara sokaklardaki olayları anlatıyorum. Ana caddeler pek yoktur hikâyelerimde. Bir kunduracı dükka-nı, bir kıraathane vardır. Bir evin balkonu vardır, bütün bir ev bile yoktur. Yolcular hikâyesinde de bir balkonda barbe-küyü beğenmeyen bir adamın hikâyesi var. Aslında ölmüş ama orada ölüm anında mezara giderken kendiyle hesap-laşması anlatılıyor. Öldüğünün farkında değil, balkonda-ki barbeküyü beğenmiyor. Oradan kalkacak, köyüne gide-cek; üzümler olgunlaşmıştır, meyveler sebzeler çocuklar torunlar… Onları hayal eder. Ama o barbeküyü bir türlü be-ğenmez. En sonunda da öldüğünü anlar.

Umman: Hikâyelerinizde ölümü anlatış şekliniz de dikkatimi çekti. Ölüm beklense bile bir anda karşımı-za çıkıyor. Günlük hayatın akışını kesmiyor, günlük haya-tın bir parçası oluyor. Karakterler günlük yaşantıları sıra-sında yaptıkları işlerle ölüyorlar. Orkide, Uzun Bir Secde hikâyesindeki gibi.

Recep Şükrü GÜNGÖR: Mesut bir ölüm var benim hikâyelerimde. Zaten o konuda Rasim Özdenören ile ay-rışırız. O ölümü bir trajedi olarak görür, ben bu konuda bi-raz daha Mustafa Kutlu’ya yakın duruyorum. Mustafa Kut-lu bizde ölüm trajedi olamaz diyor. Biz de ölümü büyük fe-laket olarak görmüyoruz. İnancımızdan kaynaklanan bir düşünce olduğu sürece ölümün bir trajedi olarak algılana-mayacağını düşünüyorum. Severek gidiyoruz, yaşlılarımız o güzel gün gelse düşüncesinde. Biz de ölümden tedirgin olmuyoruz. İslam tarihinde de askerlerimiz cihada gider-ken Allah için ölmeye gitmişler. Böyle olunca da ölüm tra-jedi olmuyor. Büyük son, yok oluş olmuyor. Yaşarım, öldü-ğüm anda her şey biter düşüncesi de yok bizde. Ölümü hoş görünce de hikâyelerde ölüm güzel oluyor. Nasıl yaşarsa-nız öyle ölürsünüz hadis-i şerifi de bana çok tesir eden bir söz. Özellikle Uzun Bir Secde’de çok nezih bir hayat yaşıyor dede ve sonunda akşam namazında alnını secdeye koyuyor ve sonra da ses vermiyor, öldüğünü anlıyoruz. Diğer Orkide hikâyesinde de bir usta çalışıyor, karısının bitmeyen istek-lerini karşılamaya çalışıyor. O zamanın ücretiyle üç yüz elli lira asgari ücret alıyor. Kirayı mı versin, faturaları mı yatır-sın. Bir de hanımı Orkide istemiş. Yüz elli lira… Buruşuk Or-

kide seksen, iyi olanı yüz elli lira. O üzüntüyle, koridora uza-nıveriyor. Kurtuluyor… Gerçek hayatta da tanıdığım biriydi bu usta. Maaşını bile karısı çekerdi. Ben hikâyede kurtardım ama gerçekte kurtuldu mu Allah bilir.

Umman: Hikâyelerinizde intihar fikri de yok.Recep Şükrü GÜNGÖR: Evet intihar fikri hiç yok. Biz-

de zaten intihara götürecek bir algı, bir düşünce de yok. Bi-raz bu kapital, para peşinde koşan anlayışın getirdiği sıkın-tılar insanları köprü başarına götüren. Ama o insanlar bir iş vaadi aldığında hemen aşağıya iniveriyorlar. Atmıyorlar kendilerini. İnancımızda da bu var. Normalde intihar edenin cenaze namazı kılınmaz. Allahın verdiği canı yalnız Allah alabilir. Âlimlerimiz de kendi canına kıymışsa şuurunu yi-tirip de kıymıştır o yüzden cenaze namazını kılalım, Müslü-man olarak, Müslüman mezarlığına gömelim demişlerdir.

Umman: Hikâyelerinizde karakterlerin mekânla ilişkisi de dikkat çekiyor. Karakterler hep yaşadıkları or-tamla birlikte anlatılmış. İlk hikâyedeki Ali Usta’yı o dükka-nın dışında düşünmek mümkün değil. Mekânı karakterleri-nize giydirmişsiniz hikâyelerinizde.

Recep Şükrü GÜNGÖR: Hikâyeyi mekânsız düşü-nemiyorum. Çehov’un hikâyelerinde de hep bir mekân var. Ömer Seyfettin’de de, Sait Faik’te de çok bariz mekân var. Biraz da mekân hikâyeye bir anlam, bir çağrışım katıyor. Meselâ Yeni Cami dediğimde Adapazarı’ndaki buradaki ca-miyi düşünüyor, İstanbul’daki Eminönü Yeni Camiyi zihnin-de canlandırıyor. Meydan dediğimizde her şehirde meydan var. Ben belli bir şehrin hikâyecisi olmaktan kaçınırım, im-tina ederim. Hikâyelerimdeki mekânların çoğu yaşadığım bölgelerdir. İstanbul, Sakarya, Maraş… Mekân hikâyeye iyi bir arka plan kazandırıyor. Aynı zamanda çağrışım da. Özel-likle bir tarihi mekânı seçmişseniz çok tasvire gerek yok, okuyucu zaten kafasında kuruyor. Yaratıcı yazarlık kursla-rında da bunu önerirler özellikle. Tarihi mekânlarda biri-sini mekân olarak seçmeyi… Çünkü hazır bir çağrışımdır, hikâyeye birçok yönden başlanmış sayılır. Benim anlattı-ğım hikâyelerde okuyucunun, şahsen benim de kaçıp yaşa-

41 umman

Page 44: Umman Dergisi 5. Sayı

mak istediği mekânlar var. Umman: Şaşaalı Bir Işık hikâyesinde bir karakterin

söylediği çarpıcı bir cümle var. “Hıristiyan değildim, Müs-lüman değildim, Yahudi değildim, ben huzursuzdum.” diye. Türk aydınımızın Tanzimat’tan beri devam eden hu-zursuzluğu ne zaman bitecek?

Recep Şükrü GÜNGÖR: Cemil Meriç’i hatırlatıyor bu. Aydın, düşünür insanı; soruları olan, kesin kanaatleri olmayan bir insan olarak tasavvur ettiler. Dolayısıyla biz-deki o arif yapıyı bozmaya çalıştılar. Yunus’tan, Tebrizi’den, Mevlana’dan, Fuzuli’den… Bunların da elbet tereddütle-ri var. Ama bizim Tanzimat’tan sonraki aydınlardaki gibi bir huzursuzluk yok. Bir mutmainlik var. Ne zaman biter? Biter mi bilmiyorum. Galiba ne zaman ki tam bir iman hali yaşa-nır, o zaman biter gibi geliyor bana biterse tabi.

Umman: Hikâyelerinizde bazı ifadelerin yer yer di-daktikleşmesi sizin mesaj verme isteğinizden mi, yoksa karakterlerinizin belli meseleleri dikkate alan, belli konu-larda fikir üreten kişiler olduğuna dikkat çekmek için mi?

Recep Şükrü GÜNGÖR: Mesaj vermeyen hikâyem yok. Toplumsal sorunu işlemeyen, herhangi bir yaraya par-mak basmayan metnim yok, belki ilk metinlerimin bir kıs-mı olabilir. Özellikle son iki hikâye kitabım tamamen me-saj içerikli. Karakterler de mesaj vermeye müsait. Ali Usta, Dede, Miraç Usta, Bahçedeki Ev’de Hanım Abla öyledir. Me-sajsız bir hikâyenin olmaması gerektiğini düşünüyorum. Süslü nesir dediğimiz mensur şiir olarak adlandırılan Ha-lit Ziya’nın, Mehmet Rauf’un yazdığı metinler usta ellerden çıktığı için kıymet veriyoruz ve okuduğumuzda da bir so-nuç çıkarıyoruz. Ama günümüzde mesajsız metin yazıyo-rum diyerek ne hikâye, ne süslü nesir, ne ara metin olarak herhangi bir yere oturmayan metinler, değer verdiğim an-

latım türleri değil. Elbette üslup, kurmaca bir dille anlatı-lacak. Mesela hikâyelerimde kelimelerin çeşitliliği, dikka-tinizi çekmiş olmalı. Bazı kelimeleri ilk defa duymuş olabi-lirsiniz. Bir de dili yaşatmak, dili yeniden inşa etmek görevi var yazarlarımızın ve şairlerimizin. Biz yeni anlamlar kul-lanmazsak, yeni kelimeler inşa etmezsek kim inşa edecek? Bu görev başkasının değil. Ama şuna dikkat etmemiz ge-rekiyor, kelimelerin hikâye içinde anlaşılmasına. Bilinme-yen bir sözcük bile olsa cümle içinde anlaşılmalı. Mesela bir hikâyemde koz kelimesini kullanmıştım, okuyucular onun bir sebze türü olduğunu hikâyenin akışından anlayabilirler. Bunun amacı dili karmaşık hale getirmek değil dili çoğalt-maktır. Genel dilde kullandığımız bir kelimeyi farklı bir an-lamda kullanmaya çalışıyoruz. 50 Kelimeyle yaşanmama-lı. Entelektüel kaygıları olması bile toplum düşüncesi olan bir insan kelimelerini çoğaltmalı. Bir de yazar kelimesi ka-dar yazardır ne kadar kelime kullanmışsanız o kadar ya-zarsınız. Çehov’un hiçbir zaman tam çevirisi yapılamıyor. Sebebi: tıp doktorudur, muhaliftir, her sene bir bölgeye sür-güne gönderilir, gittiği yerde yeni kelimeler öğrenir. Bu yüz-den hikâyeleri tam çevrilemiyor. O kadar mükemmel Rus-çayı öğrenecek ancak bir Rus olabilir. Refik Halit’in, Rasim Özdenören’in de çok kelimesi var. Türkçe ne kadar çok ke-limeyle konuşulursa o kadar zengin bir dil olur. Bugün yüz yirmi üç bin kelimeyle çıktı galiba son sözlük. Tanzimat dö-neminde çıkan sözlükte 115 bin kelime var, Kamus-i Türki. 1925 li yıllarda Cumhuriyetin ilk yıllarında ilk sözlük 13 bin kelimelik, nereye gitti 100 bin kelime. Kelimeleri yok ederek insanları da yok ediyoruz. Servet-i Fünûn’cularda özellik-le beş altı yıl önce aydınlar arasında da Türkçe bilim dili ya-pılamaz gibi bir safsata vardı. Özellikle de bu YÖK üyeleri, üniversite hocaları tarafından söylendiğinde çok rahatsızlık duyuyordum. Şimdi yeni yeni değişmeye başladı bu.

Umman: Kayıp Ruhlar Kıraathanesi öykünüzde ya-bancılaşma hissediliyor, geçmişe dönüşler var. Neden ki-tabınıza isim olarak bu hikâyeyi seçtiniz?

Recep Şükrü GÜNGÖR: Bir hesaplaşma, yabancılaş-mayla beraber. İstanbul’dan çıkıp Adapazarı’na gelen ka-rakter bir kıraathanenin önünden geçerken insanları görü-yor. Evine gidiyor, tekrar dönüyor. Bir daha baktığında o içe-ride oturanla yürüyenin aynı adam olduğunu fark ediyor. Aslında iki kişi değil de bir kişi var hikâyede. Orada bir he-saplaşma var. Hikâyenin genelinde yok sayılan, kayıp deni-len o milli, geleneksel Müslüman ruhunu, okumamış olsa bile irfana, tasavvufi duygulara sahip o insanları, kayıpmış gibi görünen o insanları anlatmaya çalıştım. Kitaba da o yüzden isim oldu. Hikâyelerin genelinde bir kayıp ve o kay-bın getirdiği hüzün var, bir şaşaa yok. Hüznü yaşadığımız bu coğrafyadan, beslenme kaynaklarımızdan da olabilir.

Umman: Son olarak öğrencilerinize ne okumalarını tavsiye ediyorsunuz? Siz neler okursunuz?

Recep Şükrü GÜNGÖR: Kitap tavsiye etmiyorum, etmem de. Ancak belli başlı yazarlarımı söyleyebilirim. Ben zaten okumaktan bir yazarı okumayı anlıyorum. Meh-met Akif, Sait Faik, Ömer Seyfettin, Rasim Özdenören, Mus-tafa Kutlu, Cahit Zarifoğlu, Sabahattin Ali, Tarık Buğra. Tanzimat’tan günümüze hikaye silsilesini baştan okudum, Halit Ziya’nın tüm hikayelerini, Memduh Şevket’in bütün ki-taplarını. Türkiye’de yaşayan ve okuyorum diyen bir müslü-manı Nurettin Topçu’yu okumadan okur-yazar sayamayız. Sezai Karakoç, Necip Fazıl okumadan okur-yazar sayılma-malı. Şiir yazıyorsa Nazım Hikmet, Necip Fazıl okumamışsa onların diktiği gömleği görmemişse neyi dikecek, neyi inşa edecek. Kurmaca anlamda Mustafa Kutlu, Hüseyin Su, Ada-pazarlı hikâyecimiz Necati Mert’i okumak lazım diyorum.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 42

Page 45: Umman Dergisi 5. Sayı

görselefekttegelinensonnokta:AVATARfilm eleştirisi... Yusuf YILMAZ

İzlendikten sonra yapılan yorumlar kadar daha izlenmeden hakkında yapılan yorumlarla gündeme geldi Avatar. Kimileri özel çekim teknik-leri yüzünden oyunculuğun sonunun geldiğini hay-kırdı, kimileri ise yeni bir Da Vinci dehâsıyla kar-şı karşıya olduğumuzu. Yapımcı ve yönetmen Ja-mes Cameron, sinema dünyasında ismi hep yenilik-lerle anılmış biri. Kendisini “Alien” filminden hatır-layanlar olacaktır ama hatırlayamayanlar için sa-nırım “Terminatör” serisinden bahsetmemiz yeter-li olacaktır. Ama bu satırların yazarı ne bu filmin re-korlar kırarak ele geçirdiği gişe başarısından, ne de senaryosundan tutun da karakterlerine ve hatta çi-zimlerine kadar post-modern sanatçılardan aşırıl-dığı iddialarından bahsedecek. Hayır, bu satırla-rın yazarı bu filmin ne kadar çok Kızılderili–kovboy filmlerine benzediğini uzun uzadıya örnekler vere-rek anlatmayacak ya da bu filmin nasıl bir pazarla-ma dehâsı olan Cameron tarafından allanıp pulla-nıp seyirci karşısına tüm zamanların en iyi filmi ola-rak sunulduğundan dem vurmayacak. Daha az ta-nınan başrol oyuncularına nasıl yeni filmlerde baş-roller kazandırdığı, şöhretin kapılarını ardına kadar onlara nasıl açtığı ya da büyük ümitlerle tüm Oskar ödüllerini silip süpürmesi beklenirken nasıl sade-ce üç Oskarla yetinmek zorunda kaldığı da bu yazı-nın ana fikri olmayacak sevgili okuyucu. Tüm bun-ların yerine filmdeki seçim yapma konusuyla ilgili birkaç kelâm edeceğiz. Tüm görkemli filmlerde ol-duğu gibi bu filmde de kahramanımız bir karar ver-me sürecine geliyor. Yıllardır bağlı olduğu ve uğru-na savaşırken ayaklarını kaybettiği insanlığın çıkar-larını korumak uğruna masum bir halkın katledil-mesine ve gezegenin sömürülmesine göz mü yuma-cak, yoksa tüm gezegeni ve koskoca bir ırkı kurtara-cak mı? İşte tam burada esas oğlan “ Herkesin çok büyük bir seçim yapması gerekir bir gün. Çoğunluk-la bu onun kaderini etkiler ve pek beğenilen bir so-

nuçla karşılaşılmaz çoğu zaman” diyor. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin kendinizi: Çok büyük bir karar verdiniz ve kahraman oldunuz. Herkes sizi al-kışlıyor, tüm övgüler sizi buluyor. Ne kadar cazibeli ne kadar sihirli değil mi? İşte problem de tam bura-da ortaya çıkıyor aslında. Hayatımızda, filmlerde ol-duğu gibi tek ve çok büyük bir kararı vermek değil-dir kahramanlık diye tarif edebileceğimiz. Tam ter-sine aslında zor olan, küçük ve önemsiz gibi görü-nen ama aslında bizi biz yapan şeylerdir. Kaç kez ha-yatını değiştirecek kararlar verir ki insan. Ama her gün, her saniye kişiliğini oluşturan tuğlaları tek tek dizer insanoğlu yaptığı seçimler ve verdiği kararlar-la. Meselâ gerçek kahramanlık herkes için koca bir gezegeni kurtarmak değildir, onun yerine sinemaya gideceği, eğleneceği ya da arkadaşlarına ayıraca-ğı vaktin bir kısmını görme engellilere kitap okuya-rak değerlendirebilmektir kahramanlık. Çok sevdi-ği bir yiyeceği hiç de hoşlanmadığı bir sınıf arkada-şıyla paylaşabilmektir gerçek kahramanlık. Basittir gerçek kahramanlık. İş arkadaşının çıkışta otobü-se binmesine gönlü razı olmayıp, arabasıyla gidece-ği yere bırakandır kahraman. Övgü almaz çoğu za-man gerçek kahramanlar. Birkaç gün önce ölen ya-kınının acısı hâlâ taptazeyken, yüreğin en acı yerin-den mutlu bir haber alan arkadaşına sıcacık bir gü-lümsemedir gerçek kahramanlık. Kalabalıklar al-kışlamaz gerçek kahramanları. Sadece yüreklerde bir tatmindir onların ödülleri. Yoksa savaşlar baş-latmak, ülkeler kurtarmak sadece bir oyalanma-dır ya da olsa olsa çubuğun ucundaki bir havuçtur. Avatar’ı beğenin ya da beğenmeyin bu sizin kararı-nız, ama yolda gördüğünüz bir çiçeğin ne kadar gü-zel olduğunu birkaç kişiye anlatmaktan geri dur-mayın. Belki birisinin bir yerlerdeki bu güzel çiçeği duymaya çok ihtiyacı vardır. Küçük kararlardır sizi kahraman yapan, unutmayın.

43 umman

Page 46: Umman Dergisi 5. Sayı

Şimdi! Kalan tek seçenek vazgeçmek mi oldu?Tüm vitamini kabuğundayken mi soymalı, aşkın kabuğunu?Severken ayrılmak mı kaldı Kerem ile Aslı’dan, Tahir ile Zühre’den?Kim silmeli o demli dudak izlerini, sevgiliyle içilen çay bardaklarından?Kim karalamalı, kalp içine alınan sevgiliyi fotoğraftan?Kim vermeli acılı biten sevginin ardından, acısız aşk siparişini?Kim ağlamalı her yağmurun ardından, her güneş batımından sonra?Kim gitmeli arkasına bakmadan, sevdiğini anmayacağına dair yeminler ederek?Kim unutmalı sevgiliyi, sevdiğini bilerek?Kimin gemisi demir almalı, fırtınaya rağmen?Kim çarpmalı kaldırımdaki ağaçlara, elleri cebinde, kaldırım taşlarını sayarken?Kim gömmeli bu sevdayı, sevdaların şehrine?Kim göz yummalı, karanlık kaderine?Kim ölmeli şimdi, bile bile?Kim kaldırmalı, yerle yeksan olan kalbi?Kim içmeli, ezgiler söyleyerek cep kanyağını?Kim kaybolmalı bazen kalabalıkta, bazen alacakaranlıkta?Kim yutmalı kinini, hoyrat sevgiliye karşı?Kim beklemeli gün ışığını, gecenin kesif hüznüyle?Kim selam vermeli insanlara zoraki, iğreti bir tebessüm kondurarak dudaklarına?Kim sarmalı kendi kollarını, içinde sevgiliyi umarak?Kim dertleşmeli aynalarla, onun bal gözlerini hatırlayarak?Kim yürümeli usanmadan, durağı meçhul olsa da?Kim durmalı uçurum kenarında, düşeceğinden bî-haber?Kim dönmeli yollardan, sevgiliye gitmek isterken?Kim kilitlemeli, sandıklara telaşlı buseleri?Kim diriltmeli, gizli bahçede solan çiçekleri?Kim, nasıl kurtulmalı, şimdi yüreğine yapışan gamdan?Kim ikrar etmeli, ne kadar çok sevdiğini?Kim aramalı, gece güneşini, nehre düşmüş kamerin yansımasında?Söyle!Kimin kıyameti olmalı bu aşk?Kimin üstüne dökülmeli hâksâr?Kimin yazılmalı mezar taşına ;

‘’Gönül çalanı aradı,Bîtap düştü yollarda.Hırsızı bulamadı, ne yazık!Yatıyor şimdi son durakta.’’

kim

Büşra AYAZ

Bu şiir Adapazarı Enka Okulları tarafından düzenlenen Yazadurmak öykü-şiir yarışmasında finale kalmıştır.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 44

Page 47: Umman Dergisi 5. Sayı

Abdülhamit’inkurtlarladansı

kitap eleştirisi... Hüdanur DURDU

Kitabı okumaya başladığımda çok sıkıcı geldi ama ilk sayfalardaki bir bölüm çok dikka-timi çekti; Abdülhamit Han abdestsiz olarak hiç yere basmamış mübarek bir insan. Sabah kalktı-ğında abdestsiz yere basmamış olmak için yatağı-nın başucunda Kerbelâ toprağından bir tuğla bu-lundururmuş. Sabah kalkar kalkmaz daha ayağı-nı yere basmadan o tuğlada teyemmüm alır, daha sonra gider abdest alırmış. Böylesine mübarek, ince düşünceli bir insanın neler yaptığı merak edilmez mi? Kendimi zorladım ve okudum. İyi ki de okumuşum. Gerçekten Abdülhamit Han’ı çok güzel anlatmış yazar.

Abdülhamit Han’ı tüm dünya “kızıl sultan” diye tanır. Acaba neden kızıl sultandır onun adı şimdilerde? Gerçekten de kan düşkünü müdür o mübarek insan? Hayır! Siyonistler Abdülhamit’e gelip kutsal toprakları istemişlerdir. Neden kut-sal topraklar, neden Filistin?

Abdülhamit Han biliyor siyonistlerin bü-yük amacını ve bu amacın Filistin’le sınırlı olma-dığını. Siyonistlerin Abdülhamit Han’la yaptıkla-rı son görüşmede Abdülhamit Han “kızıl sultan” lakabını aldığı o büyük sözünü söylüyor; “Biz bu toprakları ne ile kazandıysak bedelini de onunla isteriz!”. Yani biz bu toprakları kanla aldık diyor. Kutsal toprakları siyonistlere vermek istemiyor. Sanki bugün Filistin’in üzerindeki zulmü, vahşe-ti görürcesine söylüyor.

Osmanlı devrinde bayanlara hak-hukuk verilmiyordu, kadınlar hep eziliyordu der kime sorsanız. Ama Sultan Abdülhamit Han’ı inceledi-ğimizde bunun ne kadar da yanlış olduğunu gö-rürüz. Mesela Abdülhamit Han kadınların aktif olması için eski padişahlar döneminde denenen ama devamlılığı sağlanamayan, sarayda bayan bando takımını tekrar kurdurtmuştur. Hatta köy-lerde, taşrada yaşayan kızların cahil kalmaması için kız okulları kurdurtmuştur. Bunun en güzel örneği samsundaki kız okuludur. Bu okulda kızla-rın günlük hayatta işlerine yarayacak işlerin yanı sıra ilim ve fen bilimleri de okutulmaktaydı. Hat-ta bu okuldan mezun olan kızlar öğretmen olarak tayin edilmekteydi. Kızlar için hem dini hem fen-ni hem de el sanatlarının bir arada öğretildiği bir okul. Her derde deva bir ilaç gibi değil mi?

Abdülhamit Han Büyüklüğünü tahttan inerken de gösteriyor. Sultanı tahttan indirmek için 31 Mart olayı çıkıyor. 31 Mart olayını çıkaran taş çatlasın iki bin kişi. Abdülhamit Han’ın ordu-suysa yirmi bin asker. Yirmi bin asker iki bin kişi-lik isyancıları bastırabilirdi. Ama bu noktada Ab-dülhamit Han yine büyüklüğünü göstermiştir. “Milletim birbirini öldüreceğine bırakın beni öl-dürsün!” demiş ve kendisi çekilmiştir tahttan.

Her şey üstad Necip Fazıl’ın dediği gibidir aslında; “Abdülhamit’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır!”. Acaba Abdülhamit Han’ı ne kadar an-lıyor veya onun kim olduğunu ne kadar biliyoruz?

45 umman

Page 48: Umman Dergisi 5. Sayı

âlemleryaratılmışhatırına…

Hüsna BAKA

Bazen kalabalık bir sokakta yürürken; ileride, çok uzaklarda sevdiğimiz birini görür gibi oluruz. Sıkla-şır adımlarımız, hızlanırız. Gözlerimiz o tanıdığımız başa, omuzlara kilitli yüzer gibi yürürüz kalabalığın arasın-da. Ancak takip ettiğimiz gölge hep ileridedir. Ne kadar hızlanırsak hızlanalım hep uzakta kalacaktır, onu yaka-lamamız mümkün değildir. O zaman o sevilen, ama ula-şılamayan surete uydururuz adımlarımızı. Buradan ge-çerken böyle durakladı, şu vitrine baktı uzun uzun, bu-rada biri koluna çarptı onun. Buradan geçerken de mi-nik bir çocuğa gülümsedi. Biliyorum cansız bir yankı ama ben de uzun uzun bakmak istiyorum o vitrine, istiyorum biri çarpsın koluma aynı yerde, istiyorum bir çocuk, göz-lerinin içi gülen bir çocuk olsun ki ben de gülümseyeyim ona…

Hadis elde etme yollarından biriymiş takip; saha-beler günün her anı, her saati efendimizin etrafında olur-larmış. İnce bir dikkat, titiz bir gözlemle her yaptığını, her söylediğini, her davranışını, tepkisini takip ederlermiş ki sonra başka bir zamanda, başka bir yerde benzer sözler, davranışlar, tepkilerle onu takip etmeye devam edebil-sinler…

Çocukluk albümüme bakıyordum geçenlerde. Za-man ne çabuk geçiyor; kolunuz çikolata saklanan dola-ba ulaşıncaya dek uzamak için dua ederken birden başı-nız aynı dolabın açık kapağına çarpar hale geliyor. Nasıl oluyor da çocukluğumuzda da, gençliğimizde de, yaşlılı-ğımızda da aynı olan hallerimizi muhafaza edebilirken, anılarımız, sevdiklerimizin yüzleri, mutlu olduğumuz dakikaların kalp çarpıntısı kuru yaprakları sürükleyen rüzgâr gibi dağılıp gidiyor? Geçmiş görüntülerimizin öze-ti bile değil bütün fotoğraflar, sadece geçmiş benliğimize yolculukta başlangıç noktası, bu noktadan daha ilerisinin bizim için geçmişte yitip gitmek olması ne kötü. Oysa geç-miş, kendisini içinde taşıyan şimdiyi ne kadar yutabilir ki?

Peygamberimizin hayatı için Kur’an-ı Kerim’in bir beşerde hayat bulması denir. Ahlâkı Kur’an ahlâkı, pren-sipleri Kur’an şeriatı olan bir beşerin hayatında kaç ipucu vardır acaba, küçük hakikatlerden, küçük ayrıntılardan daha büyük, daha şümullü hakikatlere gidecek geçitlerde bize yol gösterecek. Bir yaşantıyı şimdiden geçmişe doğ-ru kurmak neden zor olsun, neden imkânsız diyelim ça-ğımızda Asr-ı Saadet’i yaşamaya, Asr-ı Saadet’i çağımıza değil, çağımızı Asr-ı Saadet’e taşıdığımızı bildikten sonra?

Onca vefasızlıklarına, onca acımasızlıklarına rağ-men büyük şehirlerin şükran duymamız gereken bir özel-liği vardır. Onlarca yıl görmediğimiz, içinde aşina tek bir insanın bile kalmadığı bir büyük şehirde dahi, aynı yer-de durduğundan emin olduğumuz bir köprü, bir cami, bir saray, bir meydan vardır mutlaka. Ve biliriz ki aynı köprü, aynı cami, aynı saray, aynı meydan biz yokken de vardı, biz yok olduktan sonra da var olmaya devam edecek. Öte-lerden, çok çok ötelerden bile, sırtımızı emniyetle yasla-yacağımız şehir kadar eski bu duvarları sağlam bulacağı-mızdan emin, gelebiliriz umutla. Ve göremesek bile, bil-dikten sonra bu duvarların yerini, gidebiliriz kaybolma-

dan, emniyet içinde uzaklara, çok çok uzaklara.Hz. Muhammed’i bir toplum lideri, geniş insan

kalabalıklarının önderi olarak ele alanlar hep aynı şeyi söylerler; daveti ve seslenişi evrensel olan Hz. Muham-med derler. Aynı seslerle başlamasından olacak, evren-sel dendiğinde ev kelimesini hatırlarım hemen. Bana öyle gelir ki evrenselse bir şey; onunla ilgili herkes ev ahali-si kadar tanıdık, sıcak, her yer doğduğumuz sokak ka-dar aşina olmalı. Bana öyle gelir ki bizim için yeryüzü bir mescit kılındığı için evrenseldir İslam, Kuran-ı Kerim’i elimize aldığımızda, bütün tanıdıklarımızı, sevdiklerimi-zi, geçmişlerimizi, geleceklerimizi, şimdilerimizi elimiz-de tutmuş olduğumuz için evrenseldir Hz. Muhammed’in çağrısı. Kuran-ı Kerim elimizdeyken dilini bilmediğimiz halkların memleketleri, bizden başka insanın yaşamadı-ğı çöller bile gurbet değil sıla olduğu için evrenseldir. Bir kapıyı açıp içeri selam verir gibi, hemen yanımızda çırpı-nan bir eli yakalar gibi bir gülüşte, bir sözde, bir gözya-şı damlasında, bir misvak çubuğunda, bir banımlık tuz-da bütün nuruyla, ziyasıyla Asr-ı Saadeti ve Asr-ı Saadet içinde efendimizi bulabildiğimiz için evrenseldir İslam, evrenseldir Hz. Muhammed’in çağrısı.

21 Gram diye bir film izledim yakınlarda. İnsanlar ölünce 21 gram hafiflermiş. Filmin sonunda soruyordu anlatıcı ses; ölünce vücudumuzu terk eden ruhun ağırlığı 21 gramsa, onca hayalimizin, onca tutkumuzun, onca piş-manlığımızın, onca kızgınlığımızın, onca acımızın ağırlığı ne kadardır, iç içe salınan onca hayat ne kadar tutar diye. Pek yazık, bilemeyiz, tahmin bile edemeyiz hiç birini, ya-şamlarımızı değerli yapan yaşamlarımıza sokulan baş-ka yaşamlar ve o yaşamlar üzerinde bir gül yaprağındaki su damlaları gibi titreşen umutlar, hayaller, acılar, aşk-lar olduğu halde.

Bir yaşam en fazla kaç yaşamla kesişebilir, bir sese aynı anda kaç ses cevap verebilir, aynı anda kaç göz izleyebilir bir gözün kapanmasını? Kaç hayat hayatı yap-mak istemiştir efendimizin hayatını, kaç insan O olmak, O’na dönüşmek istemiştir olamayacağını, olmanın yanın-dan bile geçemeyeceğini bilerek? Kaç ses seslenmek is-temiştir çağrısına, kaç göz değmek istemiştir nazarına? Peygamberimizin adını duyduğunda kalbi yerinden çı-kacakmış gibi atanlar, gözyaşları sel olup akanlar onun adıyla birlikte kaç ismi, kaç kalp atışını, yanaklardan yol yol olup akan kaç gözyaşı damlasını duymuşlardır aynı anda? Kendisini toprağa bağlayan kökleri peşinden sü-rükleyip gelen, efendimizin önünde secde eden ağaçların odundan gövdelerindeki aşkı da duymuşlar mıdır? Onun çağrısında sayısız dayanılmaz aşkın inleyişini, erişilmez uzaklıklardan kopup gelen kor gibi seslenişleri de işit-mişler midir acaba? Nasıl bir yaşamdır efendimizin yaşa-mı ki bütün yaşamlar sığar içine, nasıl bir kalptir kalbi ki bütün kalpler onunla bir çarpmak için razı olur her şeye, nasıl bir kelamdır kelamı ki başkasının ağzından işitmek için bile çöller, okyanuslar aşırtır âşıklarına. Âlemler ya-ratılmış hatırına ki bu bile bir karşılık sayılır mı değerine?

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 46

Page 49: Umman Dergisi 5. Sayı

Hüsna BAKA

B i r sevdâdır Konya’yı

gezmek, Konya’da olmak, Konya’nın bu-

ram buram Selçuklu ve Os-manlı kokan havasını teneffüs

etmek. İşte bu heyecanla, bu hisle, bu arzu ve bu

iştiyakla başladı Konya gezimiz. 1982-1987 yılları arasında İlahiyat Fakültesi tahsilini yaptığım şehirdir Konya. Hayalle-rimin ve rüyâlarımın baş tacıdır Konya. Her iki yılda bir gitti-ğim gezdiğim şehir olmasına rağmen bu seferki duygularım çok daha farklıydı. Bu farklılığın temel sebebi 25 yıl önce

öğrenci olarak bulunduğum şehre bu kez öğretmen arka-daşlarımla ve öğrencilerimle beraber gitmemdi.

Yolculuğa çıkmadan önceki gece çok farklı bo-yutta düşünmeye başladım Konya’yı. Çünkü bu yıl Kur’an-ı Kerim’in nüzûlünün 1400. yılı, yani Kur’an Yılı. Asırlardır Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış, Kur’an için, din için, bayrak için ömürlerini harcamış, gerekince bu uğurda canını fedâ etmiş şanlı ecdâdımızın medfun bulunduğu bir şehre yeni-den bir yolculuk vardı.

Sabahın ilk saatlerinde sabah ezanı okunurken Hz. Bilal’in Medine’de okuduğu ilk ezan yankılanıyordu san-ki Sakarya üzerinde. Bu ezanla beraber kılmış olduğum sa-bah namazı belki de iliklerime kadar hazzını tattığım en önemli namazlarımdan biri olmuştur.

Öğretmen arkadaşlar ve öğrencilerle beraber yap-mış olduğumuz bu seyahat, âdetâ mâşuka kavuşmak iste-yenlerin kalp çarpıntılarını andırıyordu. Dile kolay, çeyrek asır bu aşkla, bu şevkle yanıp tutuşmak.

Baharın ilk habercileri olan yeşillikler ve çiçek-

ler arasında sekiz saat yolculuktan sonra ulaştık ecdâd di-yarı Konya’ya. Otobüsten indiğimde ayaklarımın titrediği-ni ve kalp atışlarımın çok hızlandığını hissettim. Ta ki Hz. Mevlânâ’ya ulaşıncaya kadar.

Kur’an’ı en iyi anlayan, Kur’an’ı en iyi yorumlayan, Kur’an’ın yayılmasına en iyi mihmandarlık yapan, Kur’an’ı dilden dile, gönülden gönüle ulaştıran şanlı ecdâdımızın örnek eserlerini taşıyordu Konya. Âdetâ tüm dünyaya şunu haykırıyordu: “Biz buradayız. Bu millet Kur’an’ın kıyamete kadar hâdimi ve gerçek savunucusudur.”

Bu ifadelerin en müşahhas örneklerinin olduğu mekân Hz. Mevlânâ dergâhıdır. Beş öğretmen, kırk öğrenci ile beraber bu mekânda olmak bizler için ayrı bir bahtiyar-lık oldu. Kabir ziyaretleri ve en önemlisi paha biçilemeyen el yazması Kur’an-ı Kerim’leri görmek bizler için ayrı bir mut-luluk kaynağıydı. Kalbimizin bir bölümünü bu mekânda bı-rakarak ayrıldık Hz. Mevlânâ dergâhından.

Selçukluyla, Osmanlıyla şanlı ecdâdımızın paha biçilemez eserleri adeta Konya’da birer inci gerdan-lık gibi duruyordu. İlim, ibadet mekânları, insanlığın temel ihtiyaçlarının karşılanmasında en önemli unsurları teşkil eden hanlar-hamamlar, medrese ve kütüphaneler ecdâdın Kur’an’a verdiği değeri, Kur’an’ın ne derece iyi anladığının en güzel örnekleriydi.

Selimiye, Şerafettin, Alaeddin, Aziziye, İplik-çi camilerini, İnce minare ve Karatay müzelerini bu duygu-larla ziyaret ettik. Şunu bir kez daha anladık ki mâzimiz çok sağlam temeller üzerinde kurulmuş. Bu milletin değerleri o kadar sağlam ki değil rüzgârlar, fırtınalar ve kasırgalar bile zerresine zarar veremez.

Zaman su gibi akıp gidiyordu. Ayrılmak istemi-yorduk bu tarih kokan diyardan. Çünkü biz Adapazarı Ana-dolu İmam Hatip Lisesi öğretmen ve öğrencileri Kur’an’ın 1400. nüzul yılında çok farklı duygularla tarihi Konya’yı ve şanlı ecdâdımızın eserlerini ziyaret ettik. Bu vesileyle ilik-lerimize kadar bu güzel havayı teneffüs ettiğimize inanıyo-rum. Ama bir gerçek vardı o da ayrılık. Ayrılık vakti gelip ça-tınca, bir hüzün bulutu çökmüştü üzerimize. Bir evlâdın an-nesinden babasından ayrılışı gibi zor oluyordu. Ayaklarımız zoraki bir şekilde otobüse doğru ilerlerken, kalbimiz âdetâ “gitme, biraz daha kal” diyordu. Ayrılıyorduk istemeye iste-meye. Zaman çok çabuk geçmişti. Otobüsün camından ba-karken gözyaşlarımızı kalbimize akıtıp “elvedâ” diyorduk.

Bu hüznü yaşarken boynumuz dik, alnımız açık bir şekilde böyle bir ecdâda sahip olmanın gururunu yaşıyor, âdetâ dünyaya meydan okuyor ve haykırıyorduk. “İyi ki var-sın Selçuklu, iyi ki varsın Osmanlı”… Bizler öyle bir neslin devamıyız ki, sizin açmış olduğunuz insanlık yolunda bazen ışıklar sönse bile sevgi, muhabbet meş’alelerini elimize ala-cak, daima insanlığın yardımına koşacağız. Bundan emin olunuz. Ruhunuz şâd, mekânınız cennet olsun. Hz. Peygam-ber komşunuz olsun.

ecdâdınmâneviiklimindekur’an’ıteneffüsetmek

Mustafa BULUT

47 umman

Page 50: Umman Dergisi 5. Sayı

Sabahın ilk ışıklarıyla beraber yaklaşan sarımtırak renkli otobüs güneş ışığı gibi gözümü alıyordu. He-yecanımı günün güzelliği bile bastıramıyordu. Kon-ya hakkında zihnim boş bir kutu gibiydi. Konya sadece benim için bir şehir isminden ibaretken otobüse biner binmez bu düşünce birden benden uçup gitti. Otobü-sün rahat koltuklarına oturur oturmaz gözlerim yol-lara daldı. Arada bir kitap okuyarak yolculuğu keyif-li hale getirdim. Ovaları izleyerek geçirdiğim yolculuk heyecanımı Konya il sınırı tabelasını görünce yine his-settim.

Konya merkeze doğru dev binalar arasında iler-lerken tramvay yollarından geçtik. Her yer düzen için-deydi. Yeşillerin dağılımı ihtişamıyla göz kamaştırıcıy-dı. Rengârenk binalar ve hocamızın dediğine göre ola-ğanüstü durumlarda askeri uçakların iniş yapabile-ceği o düz mekânlar bizi oldukça hayrete düşürüyor-du. Biraz daha ilerledik ve şehir merkezinde bulunan Mevlânâ Türbesi ve Mevlânâ Müzesi’nin önüne geldik.

Daha içeri girmeden girişin ihtişamını görmek bile bizi büyülemişti. İçeri girdiğimizde ise yeşil örtülü kabir ve yanındaki büyük külah fes bizi oldukça çok etkilemiş-ti. Binanın içinde bulunan küçük odacıklarda Mevlevi-liğe ait birçok eşya ve Mevlana’ya ait değerli parçalar bulunuyordu. Burada en çok ilgimi çeken Mevlana’ya ait olan seccadeydi. Seccadenin ilgimi çeken yanı sa-dece secde edilen yerinin değil tüm yerlerinin oldukça yıpranmış olmasıydı. Daha sonradan öğrendim ki on-lar için seccade yalnızca secde edilen yer değil aynı za-manda zikir sofrası, ağlama kapısı ve hayat suyuydu. Yani seccade onların tüm zamanlarını geçirdikleri yer-di. Ayrıca ilgimi çeken bir diğer şey de el yazması olan Farsça mesnevilerdi. Karanlığa rağmen renkleriyle ol-dukça ilgi çekerek parlıyorlardı. Mevlana’nın öğrenci-lerine ait olan kabirler ver semazenlere ait olan eşya-

lar insanı oldukça büyülüyor ziyaret saatimizin kısıt-lı olmasa dolayısıyla incelemeye fazla fırsat bırakma-dığı için insanı ayrıca üzüyordu. Bu güzelliklerden ay-rılmak zorundaydık. Dışarı çıktığımda dünyanın birçok yerinden gelmiş olan faklı milletlere ait olan birçok in-san, buranın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hissettirmişti. Buraya gelmenin mutluluğunu bir kez daha yüreğimde hissetmiştim.

Rotamızı Mevlana Müzesi’ne yakın olan Selimi-ye Camii’ne çevirdik. Caminin çok eskilere dayanan gü-zelliği Konya’nın da çok güzel köklü bir geçmişe sahip olduğunu gösteriyordu bizlere. Selimiye Camii’nin zi-yaretini bitirip de birçok küçük türbenin arasından ge-çerek Aziziye Camii’ne doğru giderken fotoğraf maki-nelerimizle bu anları ölümsüzleştirmek istiyorduk. Nihayet Aziziye Camii’nin de önüne gelmiştik. Caminin tüm camlarının caminin giriş kapısından büyük olma-sı camiyi oldukça ilginç kılıyor işlemeleriyle ve eskiye ait mimari özellikleriyle insanı büyülüyordu.

Yürümenin ve havanın sıcaklığının da etkisiy-le karnımız acıkmaya başlamıştı. Lokantaların ta-belalarında asılı olan “Etli Ekmek” ve “Mevlana” ye-mekleri bu ihtiyacımızı giderek attırıyordu. Artık bu ihtiyacı giderme vaktiydi. Hep beraber Damla Kebap Lokantası’na giderek etli ekmek ziyafeti yaptık. Lokan-tanın içi de Konya’nın tarihi özelliklerine uygun olarak tasarlanmıştı. Lokantayı incelerken lahmacuna ben-zeyen bir iki özelliğiyle ondan ayrılan etli ekmeğimiz-de ayranlarla birlikte gelmişti soframıza. Vejetaryen bir insanı bile baştan çıkarabilecek güzellikte olan etli ekmek domatesli sosuyla harika bir yemekti.

Güzel bir yemeğin ardından gezmeye devam ediyorduk. Sıra çok eski camilerden olan şu an resto-re edilmekte olan Kapı Camii’ndeydi. Kapı Camii kendi-ne has süslemeleriyle, hat sanatının incelikleriyle süs-lenmiş birçok yeriyle hepimizi baştan çıkarmıştı. Bü-tün bu güzelliklerin restore edilmeye muhtaç olması bizi biraz üzmüştü. Bu duygularla birlikte Mevlana’yı Mevlana yapan, güzel şahsiyetlerden biri olan Şems-i Tebrizi’nin türbesine doğru yol alıyorduk. Artık karan-lık iyice bastırmaya başlamıştı ama Konya’nın akşamı bile ayrı güzellik katıyordu bu güzelliklere. Şems Haz-retlerinin dar kapılı türbesinden insanların onun ru-huna okuduğu Yasin-i Şerifler ve amme duaları eşli-ğinde içeri girdik. Bu türbede en çok dikkatimi çeken şey dev bir keçe külahtı. Bu keçe külah en az üç insanın kafasının girebileceği büyüklükte bir külahtı. Külahın üzerindeki Allah ve Muhammed yazıları külaha bam-başka bir güzellik katıyordu. Koyu kahverengi rengiy-le ilgimi çeken keçe külahı hiç aklımdan çıkaramıyor-dum. Bu düşüncelerle, kararan havanın da etkisiyle gezinin birinci gününün sona erdiğinin farkına vardık. Gezinin birinci gününü oldukça güzel kapatmıştık.

Mevlânâşehriikonion

Sercan YAVUZ

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 48

Page 51: Umman Dergisi 5. Sayı

Birinci günün nasıl geçtiğini anlayamadan, gü-neş sıcakkanlı tavırlarıyla bizi ikinci günün başladığı-nı haber veriyordu. Sarımtırak rengiyle kaplumbağa-yı andıran otobüsümüzün gelmesiyle birlikte Karatay Medresesi Çini Müzesi’ne gittik. İçeri girer girmez bir serinlik kapladı içimizi. Koruma altına alınmış büyük ustaların yapmış olduğu çini eserler birer birer karşı-mıza çıktı. Yazılar, tabaklar ve süs eşyaları anlatmakla bitmeyecek kadar güzeldi. Burada en ilgimi çeken şey yerin altında bir buçuk metre derinliğinde su taşımak için yapılmış olan su kanallarıydı. Düşmandan korun-mak için de kullanılan bu kanallar düğüm halini almış bağırsakları andırıyordu. Burada da birçok oda vardı ve her odada farklı bir sanat âlemi vardı. Burada insan kendini sanat cennetine düşmüş hissediyordu. Duva-ra döşenen çinili mermerlerin desenleri bunların bü-yük bir emeğin sonucunda oluştuğunu belli ediyordu zaten asker gibi sıra sıra dizilmeleriyle. Bunun gibi sa-nat değeri yüksek olan birçok eser daha var bu güzel yerde.

Karatay Medresesi Çini Müzesi’nin ardından gideceğimiz yer olan Alaaddin Tepesi’nin ilginç bir hikâyesi var. Şimdi aklınıza “Düzlük olan Konya’da te-penin ne işi var.” Diye bir şey aklınıza gelmiş olabilir. Ama bu tepe kendiliğinden oluşmuş bir tepe değil ta-mamen insan yapımı olan bir tepe. Bu tepenin bulun-duğu yere zamanında bir saray yapılmak istenmiş ama düşmanlardan korunmak için de yüksek de olması ge-rekiyormuş. Bu yüzden toprak biriktirilerek bu tepe elde edilmiş. Ancak günümüzde bu tepeden çok az bir bölüm kalmış. O bölümde şu an koruma altına alın-mış durumda. Tepenin büyük bir kısmını Alaaddin Ca-mii kaplıyor, caminin yan tarafında da büyük Osman-lı sultanları yatıyor. Caminin etrafındaki büyük sur-lar büyük bir titizlilikle dizilmiş. Caminin işlemeleriy-le ilgi çeken kapısından girer girmez bizi cami içindeki büyük sütunlar karşılıyor. Kimileri sağlamlaştırılmış olan yedi yüz sekiz yüz yıllık olan bu sütunlar hâlâ ge-leceğe meydan okuyor. Alaaddin Keykubat’ın yaptır-dığı, tepenin gözbebeği olan bu caminin en ilgi çeken şeyi mihrabının abanozdan yapılmış, hiç çivi çakılma-dan yapılmış olmasıdır. Bu dev mihrap insanın hayret duygusunu oldukça zorluyor bu yüzden.

Dev mihrabıyla, insanı hayrete düşüren sü-tunlarıyla, sultanların türbeleriyle unutulmayacak-lar arasına giren Alaaddin Camii’nin gezimini bitir-dikten sonra biraz tepe yürüyüşü yapıyoruz. Her yer-de çay bahçeleri var ve de gölgelere sığınmış insanlar. Konya’nın her yerinden manzara akıyor sanki. Her yer kart postal gibi.

Alaaddin Tepesi’ni de geride bıraktıktan sonra Konya İlahiyat Fakültesi’ni ziyarete gidiyoruz. Fakül-tenin girişindeki eski zamanlardan kalma su kuyusu ve Türk kadını temsil eden heykel dikkatimizi çekiyor. Sınav dolayısıyla gezemediğimiz fakültenin sınıfları-nı geçerek, bizden yüklü bir hâsılat elde eden kantin-ciye de veda ederek İlahiyat Fakültesinden ayrılıyoruz. Şimdiki gideceğimiz yer şairlerin adına şiirler yazarak övdüğü, üzümüyle ünlü Meram Bağları… Konya’nın manzarasını izlemek için yokuş çıkıyoruz. Yolumu-zun üzerinde bulunan Tavus Baba adında bir türbenin

önünden geçiyoruz. Ama türbenin önünden geçerken oldukça üzülüyoruz. İnsanlar Allah’tan medet uma-cakları yerde Tavus Baba’dan medet umuyorlar. Yoku-şu tırmanırken arada bir şu an üzüm bağları bulunma-sa bile Meram Bağları olarak anılan geçtiğimiz o yer-lere tekrar tekrar bakarak o güzel yerleri zihinlerimiz-de ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz. Buranın ardından Tek Türkiye dizisinin çekiminin yapıldığı Sille adlı kü-çük bir köye gidiyoruz. Tek Türkiye oyuncularının ora-da olup olmayacağını düşünürken Sille’nin merkezin biraz dışında olduğunu öğreniyoruz. Oraya vardığı-

mızda da dizinin oyuncularının Konya’nın diğer bir böl-gesindeki çekim yerinde olduğunu öğreniyoruz. Biraz üzülmüş de olsak biz yine de dizinin çekim yerlerini zi-yaret ediyoruz. Dizideki karakterlerin evlerini ve o ev-lerin gerçek sahiplerini ziyaret edip, köy halkıyla hoş sohbetlere dalıyoruz. Ardından Sille’ye yakışır güzel-likteki ahşap tavanlı camiyi ziyaret ediyoruz. Bütün bu ziyaretlerin ardından fark ediyorum ki gezinin sonları-na yaklaşmışız oldukça. Ben ve arkadaşlarım ortak bir duyguda birleşiyoruz; buradan ayrılmayı hiç istemiyo-ruz. Artık alış veriş zamanı olduğunu düşünüp bura-dan ayrılacak olmanın verdiği üzüntüyle ayaklarımız geri geri gitse de çarşı merkezine gidiyoruz Sille’yi ar-kamızda bırakarak. Konya’nın en yüksek binası olan 42 katlı kulenin bulunduğu yerden geçerek Konya gezisi-ni ölümsüzleştirmek için buraya ait bir şeyler almak için alış verişe başlıyoruz. Konya deyince akla ilk ge-len, alışverişin vazgeçilmezlerinden olan Mevlana şe-kerini almadan gitmek istemiyoruz. Bir saatlik alış ve-rişin ardından, Konya’nın simgesi olan hediyelik eşya-larla elini kolunu dolduran arkadaşlarla buluşuyoruz. Bedenim ve ruhum Konya Gezisi Destanı’nın sona erdi-ğini söylüyor ve bu güzel biten gezi destanların mutlu bittiğini doğruluyor. Daha gezememiş olduğumuz bir sürü yer olsa da buradan ayrılmak zorundayız artık. Konya yani İkonion buydu işte. Destanlaşan bir Kon-ya... Mevlana’sıyla, cami ve türbeleriyle, parklarıy-la, insanlarıyla, Meram Bağları’yla, Sille’siyle ve onu gezmeye gelen biz insanlarıyla… Bu gezinin ardından iz diyoruz ki “ Gez dünyayı, gör Konya’yı!”

49 umman

Page 52: Umman Dergisi 5. Sayı

Şehir merkezi… Mavi zemin üzerine beyaz harf-lerle yazılmış, yanından minik beyaz bir ok çıkan, beyaz çerçeve içindeki sıradan yazı… Tıpkı binlerce tabeladaki gibi, tıpkı beş altı saat evvel, boya kutusuna daldırdığım fırçayı aynı şehir merkezi yazısına yaklaştırmadan önce-ki gibi.

Başımı önüme eğdim. Kucağımdaki kalın, ağır, kapağı kıvrılmış, sayfaları kirlenmiş matematik 2 kita-bına burnumun ucundan bir damla gözyaşı düştü. Mini-büs sarsıldıkça damlanın titreşmesini izledim bir müd-det. Yanaklarımdan aşağı süzülen iki damla daha vardı; bıraktım aksınlar. Bıraktım ki yaşlardan bulanıklaşmış gözlerle bakınca uçları kıvrılmış, kapağı kalkmış, kenar-ları kirlenmiş matematik 2 kitabımın ne kadar zavallı gö-ründüğünü doya doya seyredeyim.

…Hayatım; hayatımın son gününün her gün tek-

rarlanan bir ön gösterimi gibi. Masanın üzerindeki dos-yayı karıştırırken aklıma geldi bu. Alt kattaki komşunun lise bire giden kızının dosyası. Mavi plastikten, iç kapağı-na pek çok resim yapıştırılmış, sayfaları arasında renkli kâğıtlara renkli kalemlerle yazılmış sözler olan bir dos-ya. O sözlerden birinde yazıyordu “Hayat bir sahne hepi-miz oynuyoruz işte” diye.

“Otursana oğlum, gelir birazdan. Az arkadaşıy-la konuşuyor telefonda.” Şerife Teyze yer gösteriyor-du bana. “Geç şuraya oğlum.” Annem de tam karşısın-daki koltuğu işaret ediyordu. Annemin gösterdiği yere oturdum. Şerife Teyze tam bel ağrısı şikâyetiyle dokto-ra gideceğini anlatırken, ben de üşüyen ayaklarımı halı-nın altına sokmaya çalışırken girdi Betül. “Nerede kaldın kız, yarım saat beklettin çocuğu!” Şaka yollu çıkıştı an-nem Betül’e. Betül annemi yok sayıp “Kusura bakma Er-han Abi, arkadaş aramıştı da.” dedi. Ayağında yeşil, tav-şan şeklinde panduflar vardı. Sorun yok manasında ba-şımı sallarken imrenerek baktım ayaklarına. Kendi don-muş ayak parmaklarımı büküp “E hadi, başlayalım mı o zaman?” dedim.

Masaya yan yana oturup soru bankasını, okul def-terini, hocasının dağıttığı soruları önümüze çektiğimiz-de “Tam olarak nereyi anlayamadın?” diye sordum. Suç-lu bir edayla gülümseyip “Aslında bu konudan hiçbir şey anlamadım.” dedi. Beklediğim cevaptı ama yine sıkıntıyla iç çekmekten kendimi alamadım. Hocanın dağıttığı foto-kopileri dosyadan çıkarıp “Bu sorular üzerinden, en baş-tan itibaren anlatıyorum. Bak iyi dinle, aynı şeyi iki defa anlatmam.” dedim. “Tamam, aslan Erhan Abim benim” dedi. “Bırak yağcılığı” diye homurdandım.

Üç saat sonra, odamda kendi matematik kitabıma eğilmiş, sayfanın kenarına çizikler atarken Betül’ün dos-yasındaki sözü düşünüyordum yine. Eğer Betül’ün haya-tı o sözdeki gibiyse benimkinden epey farklı demekti. Be-nimkinde oynamaya bile gerek yoktu, ben dâhil herkes her gün aynı kaydı izliyordu. Çoğu zaman her sabah aynı güne uyandığıma mı yoksa her gün aynı şeyleri yaptığı-ma mı, bir türlü karar veremiyordum. Öyle parçalana-

maz bir aynılık, öyle koyu bir sıradanlık içinde geçiyor-du ki günlerim, bazen ölümün mutlak bir değişiklik ola-rak insanın arzulayabileceği en güzel şey olduğunu dü-şünürdüm.

Elime silgi alıp karalamalarımı silmeye baş-ladığımda telefonum bipledi. Bu saatte nereden es-tiyse bir Temel fıkrası yollamıştı Yağmur. İki yaz önce Zonguldak’ta, ben tam Kilimli dolmuşlarının önünde si-gara tüttürürken gelip bana Kilimli arabalarının nere-den kalktığını sormuştu. Ayaküstü epey muhabbet ettik-ten sonra sahilde turlamıştık bir saat kadar. Aslında an-nemin bir akrabasının Alaplı’daki düğünü için beni zorla getirmişlerdi Sakarya’dan. Çeyiz telaşındaki bir alay ka-dın arasında sıkılıp Zonguldak’a kaçmıştım dört beş sa-atliğine. Yağmur’un da akrabaları vardı Alaplı’da. Bizim akrabaları ismen tanıyordu hatta. Ertesi gün cumartesiy-di; buluşup sinemaya gitmiştik. Bir sonraki gün ise düğün günüydü, Yağmur’u da davet etmiştim, ama o gülümse-yip kaşlarını kaldırmıştı olmaz diye. Sonra bir daha gör-memiştim onu. Arada sırada aklına eserse mesaj atıyor-du. Erzurum’daydı şimdi, sınıf öğretmenliğini kazanmış-tı. Ben kimseyi şaşırtmayarak hukuk fakültesini kazana-mamıştım, yine herkesin beklediği gibi yeniden hazırlan-makta inat etmiştim. “,Sanki bu sefer kazanacaksın da…” diye dudak bükmüştü babam. “Görürsünüz kazanacak mıymışım, kazanamayacak mıymışım!” demiştim ben de. Oysa bu sene de kazanamayacağımdan adım gibi emin-dim. Bir sonraki sene bir kez daha hazırlanacaktım. Ar-tık kazanırsam gidecek, kazanamazsam (ki muhtemelen öyle olacaktı) başka bir bölümü tercih edecektim.

Kazanmak istemiyordum doğrusu; bu hissettiğim aynılık öyle garip, derindi ki hukuk fakültesini kazansam, bitirsem, Adapazarı’nın en meşhur avukatı olsam bile ya-kasından kurtulacağımı sanmıyordum. Bana öyle geli-yordu ki değişmesi imkânsız bir şeyleri değiştirmedik-çe, kapıldığım bu değişmezlik hissi günden güne kuvvet-lenecekti. İşte bu yüzden; değişmezliğin hüküm sürdü-ğü yaşamlardan kurtulmaya çalışıp tekrar tekrar değiş-mezliğin kucağına düşmektense, gönüllü bir değişmezli-ğin emniyeti içinde yaşamayı tercih ediyordum. Uykuyla uyanıklık arasındakine benzer bir halde, birbirinin aynı-sı günlerimi tespih taneleri gibi diziyordum peş peşe. Ba-zen bu değişmezlik; günlerin, mevsimlerin etkileyemedi-ği, dünyanın hareketlerinin üzerindeki varlığımdan kay-naklanıyormuş gibi belli belirsiz bir tatmin hissederdim, bazen de son sürat akıp giden ve benim için hiç geçmiyor-muş gibi olan zaman, karnıma bıçak gibi endişelerin sap-lanmasına neden olurdu.

…Ne kadar da az konuşuyordum! Hep suskun, dal-

gın bir halde dışarıyı seyrederken görürlerdi beni. Her sabah erkenden kalkardım, önüme bir test kitabı açıp hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey görmeden öylece dı-şarı bakardım. Geceki uyku halinin devamıydı sanki. Yak-laşık bir saat sonra annem kalkardı, odamın önünden ge-çerken kapı aralığından bakardı bana. Yarım saat sonra

değişmezliköykü...

Hüsna BAKA

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 50

Page 53: Umman Dergisi 5. Sayı

elinde kahvaltı tepsisiyle gelirdi. Alışmıştı, hiç konuşmaz-dı o da. Yatağıma oturur, benim dışarıyı seyretmem gibi beni seyrederdi. O seyrederken dışarıyı seyredemez, re-çelli ekmeğimi ısırmaya başlardım. Ekmeğim bitince an-nem tepsiyi alıp gider, ben de giyinip dershaneye gider-dim.

Sırtımız cama dönük otururduk dershanede, fark etmezdi, camdan sadece başka camlar görünüyordu çün-kü. Ben en arkada, derslerin çoğunu başımı sıraya yasla-mış, solumdan görünen minicik bir gök parçasını seyre-derek geçirirdim. Bazen Emre dürterdi, “Kalk hoca sana soruyor” diye. Kalkardım, “Soruyu tekrar alabilir miyim?” derdim. Gariptir, çoğu zaman doğru cevap verirdim. Bel-ki bu yüzden veli toplantılarında, dershaneye sadece ba-şımı sıraya koyup dışarıyı seyretmek için geldiğimi söyle-yen olmazdı hiç.

Cam kenarında boş koltuk olmadıkça minibüse binmezdim. Geç kalırsam kalayım, hiç umursamazdım. Başımı cama yaslamış, aynı evlerin, aynı tarlaların, aynı levhaların yanımdan kayıp geçişini izlerdim yol boyu.

Komşu kadınlar beni severdi; sessiz, sakin, efendi çocuk diye. Ben de onların gürültülerini severdim. Bana ne olduğunu çıkaramadığım bir şeyi hatırlatırdı odama ulaşan, hep bir ağızdan gelen konuşma sesleri. “Hiç oda-sından çıkmıyor,” derdi annem her seferinde. “hep ders başında, İnşallah kazanır bu sene.” Gerçekten saatlerce masamın başında otururdum akşamları. Sık sık, perde-si açık pencereden dışarı dalarak test çözerdim. Sorula-rın altını, elediğim şıkların üzerini çizer, cevabı iyice ka-ralar, sonra kocaman bir doğru veya yanlış işareti koyar-dım üzerine.

Arada sırada Emreler’e kalmaya giderdim. Yaşla-rı yakın iki abisi vardı Emre’nin. Birlikte maç izlerdik, film izlerdik, çerez getirirdi annesi, çörek yapardı bize, onları yerdik. Üçü de o kadar gevezeydi ki bazen yanlarında tek kelime etmeden dakikalarca oturduğumu hiçbiri fark et-mezdi. Onların da gürültülerini severdim, bana hiçbir şey hatırlatmasa bile.

Bazen de beni zorla dışarı çıkarırdı dershanedeki çocuklar veya liseden eski arkadaşlarım. Caddelerde ka-labalığın arasında dolaşırken, herhangi bir yerde masada oturmuş sipariş beklerken, etrafımdakilerin konuşmala-rını, şakalaşmalarını dinlerken soğuktan donardı elle-rim. Ceplerime sokardım ellerimi, ısınsın diye; ceplerim ısınırdı, ellerim ısınmazdı yine.

…Ellerim ceplerimde sınıfa girdiğimde ayakta, yük-

sek sesle bir şeyler anlatmaktaydı Emre. “Selamun aley-küm” dedim ona ve etrafındaki guruba. “Oo, ve aleyküm selam kanka” dedi elini uzatıp. Arkasındaki sıraya oturup defterimle matematik 2 kitabımı sıraya bırakırken “Çok şey kaçırdın kanka. Dün onca gel dedik sana, bilsen ne-ler oldu!” dedi. “Ne yapayım başım ağrıyordu çok fena.” dedim. Bana dönüp “Bırak ya, ne olacakmış? Çok şey ka-çırdın eve gitmekle.” dedi. Etrafındaki gurup yavaş yavaş benim etrafımı çevrelerken anlatmaya başladı; “Hani si-zin okulda bir çocuk vardı ya, ortaokulda da bizim okul-daydı hani, ama başka sınıftaydı, sonra on ikide okul de-ğiştirdi filan…”

“Kimi diyorsun sen ben anlamadım?”“Ya yok mu hani, hep böyle yürüyen okulda…”“Ha, Murat”“O işte, adı aklıma gelmedi bir türlü, şimdi o…”Emre anlatmaya devam ederken hoca girdi sını-

fa. “Evet arkadaşlar, nasılsınız?” diye sorarken çoktan

öbür tarafıma oturmuş olan Emre “Sonra anlatırım ben sana.” dedi. Beş dakika sonra ön taraftan uzatılan bir to-mar testin iki yaprağını alıp yana geçirirken “Dur devam edeyim, nerede kalmıştım?”diye sordu. “Onu bırak şimdi, yarın akşam sizdeyiz değil mi?” dedim, sözünü kesip. “Biz-deyiz kanka” dedi başını sallayarak. “Ne dersin, gece dışa-rı çıkıp değişik bir şeyler yapalım mı?” diye sordum. Göz-leri parladı Emre’nin “Bana uyar, nasıl değişik bir şeyler?” dedi. “Gece yarısı çıkıp tabela boyayacağız.” dedim. “Ne!” diye bağırdı Emre, fazla yüksek çıkmıştı sesi, herkes bize baktı. “Şşt, konuşmuyoruz arkadaşlar, soruları çözüyo-ruz.” dedi hoca başını sorulardan kaldırmadan. Bana eği-lip “Ne yapacağız, ne yapacağız? Bir daha söyle.” dedi Emre. “Tabela boyayacağız.” dedim tekrar.

“Ben anlamadım ne tabelası, ne boyaması, neden bahsediyorsun sen?”

“Ya, yollarda tabelalar yok mu, onlardan birini bo-yayacağız işte.”

“İyi de neden?”“Nedeni var mı, öylesine işte, macera olsun diye”“Başımız derde girmesin sonra?”“O yüzden gece yapıyoruz değil mi?”“Ben sevmedim bu macerayı.”“Sen boyamazsın, ben boyarım. Sen sadece abine

sor bakalım biz boyadıktan sonra gece vakti beni eve bı-rakabilir miymiş?”

“Hani bizde kalıyordun oğlum, bu nereden çıktı şimdi?”

“Ya sen sor işte abine beni bırakabilir mi diye.”“Ama o da soracak Erhan’ın zoru ne diye.”“Dersin babası yokmuş, sabah gelecekmiş, sabah

gelip gece annesini yalnız bıraktığını anlarsa kızarmış fi-lan, abin kabul eder mi?”

“Eder, iyidir o.”“Tamam o zaman”“ Yalnız hiçbir şey anlamadım senin bu işlerinden,

ne yapmaya çalışıyorsun belli değil!”“Yapınca anlarsın.”…Beş dakikadan beri aralıksız söyleniyordu Emre;

“Seni bir de sessiz, sakin diye adam sanıyorlar. Gelip bir de bana sorsunlar. Manyaksın oğlum sen. Senin yüzün-den dondum, elim ayağım buz kesti. Hem de boşuna uy-kusuz kaldık. Bir de ilk ders Servet Hoca’nın. Katiyen uyu-mamıza izin vermez. Bir daha sana uyarsam ne olayım. Çatlaksın sen, kafadan çatlak!”

“Şşt, sessiz ol biraz, mahalleye geldik, milleti uyandıracaksın.”

“Mahallede tanımadığım adam mı var? Esas sen, seni bırakmak için abimi uyandırınca ne diyeceğini dü-şün!”

“Senin kadar söylenmez inan ki.”“Nasıl söylenmeyeyim; adam gecenin bir yarısı

yatağımdan kaldırmış beni, bu soğuk havada yarım saat yol yürütüyor!”

Alttan alıp “Tamam, tamam, abini ben uyandırı-rım, sen gidip yatarsın. Yatınca ısınırsın zaten, kalan uy-kunu da dershaneden dönünce uyursun.” dedim.

Ancak alt perdeden devam etti Emre; “Hem de niye kaldırıyor, salak bir şehir merkezi tabelasının üzerine Ki-limli diye yazmak için. Sahi, orası neresi Erhan?”

Bu öykü Adapazarı Enka Okulları tarafından düzenlenen Yazadurmak öykü-şiir yarışmasında finale kalmıştır.

51 umman

Page 54: Umman Dergisi 5. Sayı

Okulumuz öğretmenlerinden Yılmaz ERSOY ve İsmail TOPRAK’ın organize ettiği ve 32 öğrencinin katıldığı Satranç Turnuvası 11 Şubat 2010 günü yapılan finallerle sona erdi. Büyük çekişmeye sahne olan turnuva sonunda A10/A sınıfından Büşra AYAZ birinciliği elde eder-ken A11/D sınıfından İsmail ALTUN ikinciliği, A11/C sınıfından Gökhan YAMAN da üçüncülüğü elde ettiler. Yarışmada ilk üçe girenler madal-yayla ödüllendirildi.

SatrançTurnuvasıSonuçlandı

Sosyal Yardımlaşma, Dayanışma ve Kızılay Kulübü öğrencile-ri ve Rehber Öğretmenleri 18 Ocak.2010 tarihinde Yardımseverler Derneği’ndeki yaşlılara rutin ziyaretlerden birini daha gerçekleştirdi.

Okulumuzda Sivil Savunma tatbikatı yapıldı. Sakarya Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Ekipleri ve Okulumuzun ortaklaşa gerçekleştirdiği tatbikat renkli görüntülere sahne oldu.

Okulumuz Kütüphanesi İl Milli Eğitim Müdürü Murat YAZICI, Tef-tiş Kurulu Başkanı Ahmet İNANÇ, Adapazarı İlçe Milli Eğitim Müdürü Ziya CEVHERLİ ve İl ve İlçe Şube Müdürlerinin katılımıyla açıldı. Ha-yırsever vatandaşların katkılarıyla yenilenen kütüphanemizin açılışı hayır dualar ile yapıldı. Kurdela kesimi, ikram ve duaların ardından kütüphane açılış töreni sona erdi.

Okulumuzu tanıtım çerçevesinde “Ekinler İlköğretim Okulu” öğ-rencilerini kısa süreliğine de olsa misafir ettik. Okul Müdürümüz Ka-dir GEZER tarafından okulumuz hakkında bilgi verildi ve okulumuzun çeşitli birimleri gezdirildi.

Sakarya İmam-Hatip Liseleri Mezunları Derneği Yönetimi oku-lumuzu ziyaret ederek II. Kanaat Döneminin hayırlı olması dilekleri-ni ifade ettiler. Bu dönemin başarılı, verimli ve faydalı bir şekilde geç-mesini temenni ettiler. Her zaman okulumuzun yanında olduklarını belirtip okulumuz adına Okul Müdürümüz Kadir GEZER’e başarılı ça-lışmalar dilediler.

YardımseverlerDerneğineZiyaret

SivilSavunmaTatbikatıYapıldı

OkulTanıtımıYapıldı

KütüphaneAçılışıYapıldı

Haber ı

Simder'denOkulumuzaZiyaret Mesleki Tatbikat Kulübünün tertip ettiği Mevlid Kandili progra-mı kandil simidi dağıtılarak ve uygulama mescidinde etkinlikler ya-pılarak kutlandı. Başta Ferizli Eski Belediye Başkanı Hüseyin KAŞ-KAŞ ve okulumuzun idareci, öğretmen, personel ve öğrencilerinin katıldığı etkinlik kandilleşme ile sona erdi.

MevlidKandiliKutlandı

İngilizce Kulübünün kurduğu blog yayına başlamıştır. Bu sitenin içeriğinin hazırlanması ve yayınlanması tamamen öğren-ciler tarafından yapılmaktadır. Okulla ilgili ve güncel pek çok ola-yın yayınlandığı sitemizi ziyaret etmenizi ve görüşlerini ifade etme-nizi umuyoruz. Sitemize http://ourvoiceinenglish.blogspot.com ad-resinden ulaşabilirsiniz.

İngilizceBlogSitemizYayınaBaşladı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 52

Page 55: Umman Dergisi 5. Sayı

Okulumuzda FKB derslerinin kendi ortamında işlenmesi ama-cıyla yeniden dizayn edilen FKB Laboratuarı düzenlenen bir tören ile açıldı. İl Milli Eğitim Müdürü Murat YAZICI, Adapazarı İlçe Milli Eğitim Müdürü Ziya Cevherli ve çok sayıda davetlinin katılımı ile gerçekleşen FKB Laboratuarı açılışı renkli görüntülen eşliğinde yapıldı. Hayırlı dilek ve temennilerin ardından açılışı sona erdi. Emeği geçen herkese teşek-kür ediyoruz.

Okulumuz Coğrafya kulübünün düzenlemiş olduğu fotoğraf yarış-ması sonuçları belli oldu. Fotoğraf sanatçısı Tolga KOLÇAK, Grafiker Mücahittin ŞENTÜRK ve Okulumuz Kimya Öğretmeni Mustafa CAN’dan oluşan jürinin değerlendirmesi sonucunda;

DERECELER:1. Elif GENÇ 2. Abdülhamit İNCE 3. Mehmet BAŞARIRSERGİLEMELER:10 adet sergilemeye değer fotoğraf, şeklinde belirlendi.

Okulumuzda Orman Haftası kutlandı. Orman Haftası etkinlikleri çer-çevesinde öğrencilerimiz için sunum yapıldı. Ayrıca öğrencilere fidan dağıtılıp okul bahçesine fidan dikildi.

Kur’ân-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması’nın Türkiye Finalinde ev sa-hibi olmanın heyecanı içerisinde olan okulumuz için iki güzel haber de Kocaali’den geldi. Sakarya İmam-Hatip Liseleri arasında gerçekleşen Ezan Okuma ve Hafızlık Yarışmalarında arkadaşlarımız her iki kate-goride de birinciliği elde etti. Ezanı Güzel Okuma kategorisinde Gök-han ARIKAN ve Hafızlık yarışmasında Süleyman BAŞ birinci oldular. Öğrencilerimizi, öğretmenlerimizi, desteklerini esirgemeyen idareci-lerimizi ve ailelerini tebrik ediyoruz.

Okulumuz Yayın ve İletişim Kulübü tarafından düzenlenen Sınıflarara-sı Bilgi-Kültür Yarışması geçen hafta yapılan ve büyük bir çekişmeye sahne olan finallerle son buldu. 9. Sınıflar kategorisinde A9/E Sınıfı, 10. Sınıflar kategorisinde A10/D Sınıfı, 11 Sınıflar kategorisinde A11/C Sınıfı, 12. Sınıflar kategorisinde de A12/B Sınıfı birinci oldular. Yarışma-lar sonucunda birinci olan sınıfların öğrencilerine ve sınıf rehber öğ-retmenlerine birer hediye ve başarı belgesi verilirken, finalist olarak yarışmaya katılan tüm öğrencilere de birer katılım belgesi verildi.

Mesleki Tatbikat Kulübü’nün tertip ettiği Ezbere 40 Hadis Okuma Ya-rışması okulumuzun sunum odasında yapıldı. Kutlu Doğum Haftası Etkinlikleri çerçevesinde gerçekleştirilen yarışmanın sonucunda, bü-yük bir çekişmenin ardından A11/B sınıfından Esranur ÖZDEDE birinci olurken, ikinciliği İ11/A sınıfından Emine ÇOKLUK, üçüncülüğü ise İ9/A sınıfından Elif KURT elde etti. Dereceye giren öğrencilerimize hediyele-ri İlçe Müftülüğü tarafından verildi.

Milletvekili Hasan Ali ÇELİK okulumuzu ziyaret etti. Okulu-muzda bir sürel misafir olan ÇELİK, okulumuz hakkında bilgiler aldı ve öğretmenlerle sohbet etti. Okulumuz için her zaman yardımcı olacakla-rını dile getiren Milletvekilimiz Hasan Ali ÇELİK yeni açılışı yapılan bi-rimleri gezerek okulumuzdan ayrıldı.

LaboratuarAçılışıYapıldı

FotoğrafYarışmasıSonuçlandı

OrmanHaftasınıKutladık

HedefeDoğruAdımAdım

SınıflararasıBilgi-KültürYarışmasıNefesleriKesti

Ezbere40HadisOkumaYarışmasıYapıldı

MilletvekilimizHasanAliÇelikOkulumuzuZiyaretEtti

Haber ı

53 umman

Page 56: Umman Dergisi 5. Sayı

birOsmanlıklasiği:mevlid

Afra Nur YILMAZ

Bir devlet... Üç kıt’ada asırlarca hüküm sür-müş ve bugün dahi insanların "Geri gel ey Osmanlı" diye haykırdığı bir devlet...

Sene 1299...Osman Bey; nice mücadelelerden sonra

Anadolu'da söz sahibi olup, uğruna binlerce canın verildiği Şehr-i İstanbul'u fethedip ve nihayetinde İs-lam birliğini de sağlayarak zirveye oturan Osmanlı'yı kurmuştur.

Nice milletlere "Biz seniniz Osmanlı" dedirt-miş kadar hoşgörülü, sadık ve bir o kadar da İslam'a sahip çıkmış devletin zirveye tırmanması kolay ol-mamıştır. Kimi zaman taht kavgaları, kimi zaman devleti yıkılışa kadar sürükleyen türlü vakalar...

Macera başlıyor! Yıldırım Beyazıd Ankara Savaşı'ndaki yenilgisiyle Timur'a esir düşer ve Ana-dolu Birliğini oluşturma yolunda katettiği mesafe bir anda durur. Sefası bol Osmanlı'nın cefası bol Fet-ret Devri başlar. Yıldırım'ın şehzadeleri arasında bü-yük bir taht kavgası başlar. Kan dökülür, halk Şaş-kın ne yapacağını bilmez. Sınırlar içinde devam eden bu kargaşa herkes gibi Süleyman Çelebi'yi de derin-den etkilemiştir. Çelebi'de bu kanlı kardeş mücade-lesinin sona ermesi için bir kurtuluş vesilesi arar ve o mübarek günü "Kutlu Doğum" u bekler. İnsanı kendi içine akması, kendisiyle konuşması şiirin ayak sesle-ridir. Bıkmadan, usanmadan ufuklara bakıp bir muş-tu bekleyen Süleyman Çelebi kurtuluş reçetesinin kendi içinde olduğunu anlamış ve yazmıştır Meşhur Mevlid'ini...

On yıl süren bu kaosun yedinci yılında yazıl-mıştır Mevlid. Nasıl ki Hz. Peygamber doğmadan önce Arap yarımadası'nda yaşanmakta olan kargaşa

ve zulümler kutlu doğumla sona ermişse Mevlid mü-ellifi de Hz. Peygamber'in kutlu doğumunu yazmak-la bu durumu hatırlatmıştır insanlara. Eserin yazılı-şından üç yıl sonra Şehzade Mehmet tahta oturur ve "Devlet-i ebed-müddet" olarak anılacak Osmanlı'nın ikinci doğuşunu gerçekleştirir.

Merasimle mevlid geleneği ise daha sonrala-rı 1588'de Sultan III. Murad ile başladı. Resmi kut-lama uygulamaları başladıktan sonra Sultanah-met Camii'nde yapılan merasimlerde padişah, sad-razam, şeyhülislam, vezirler ve diğer mülki ve aske-ri erkân ile ulema resmi kıyafetleriyle hazır bulunur-du. Ayasofya ve Sultanahmet kürsü şeyhlerinin va-azlarından sonra mevlid okunur, bu arada buhur ya-kılır, şerbet dağıtılırdı. Sultanahmet Camii'nde yapı-lan bu mevlid törenleri daha sonra Beyazıd, Nusre-tiye, Beylerbeyi, Hamidiye Camiler'inde de icra edi-lir olmuştur. Tanzimat'tan itibaren mevlidde eski ku-rallara uyulmakla birlikte bazı değişiklilere gidilmiş, padişahın camiye gidiş gelişlerinde askeri tören ya-pılması, minarelerin yanında saray ve resmi binala-rın donatılıp aydınlatılması, beş vakitte tophane ve savaş gemilerinden top atılması gibi yenilikler uygu-lanmıştır.

Mevlid 1910 yılından itibaren Osmanlı'da res-mi bayram ilan edildiyse de Cumhuriyet'in ilânı ile kaldırılmıştır. Gelenekten ziyade kutlu doğum hafta-ları içinde yapılan çeşitli düzenlemelere ve merasim-lere dönüştürülmüştür.

Ne olursa olsun; Kutlu Osmanlı, Kutlu Doğum'u, kutlu bir şekilde eda etmiş ve asırlarca sü-ren bu geleneği geleceğe aktarmıştır.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 54

Page 57: Umman Dergisi 5. Sayı

SOLDAN SAĞA 1. Halk Edebiyatında coşkun ve yiğitçe bir üslupla sa-

vaş ve dövüşleri anlatan şiirlerdir. 2. Anonim Halk Edebiyatı ürünü olan manzum ve mensur bölümlerden oluşan bir halk hikâyesidir. Birbirini seven, ancak dinlerinin farklı olmasın-dan dolayı evlenmelerine izin verilmeyen iki aşığın hikâyesi konu edilir. 3. Halk Edebiyatının en temel nazım biçimlerin-den biridir. 3–5 dörtlükten oluşur. 11’li hece ölçüsüyle söyle-nir. Aşk, güzellik ve yiğitlik konuları işlenir. 4. Anonim Halk Edebiyatında türkülerin nakarat kısımlarına verilen isim. 5. 16. yüzyılın en önemli halk şairlerindendir. Koçaklamaları ve Bolu Beyine karşı giriştiği mücadelesi ile tanınır. 6. Bir kimse-yi yermek ya da toplumun bozuk yönlerini eleştirmek ama-cıyla yazılan şiirlerdir. Bu türün Divan Edebiyatındaki karşılı-ğı ” hicviye” dir. 7. Âşık Edebiyatı nazım biçimlerindendir. Sev-gi, doğa, güzellik konuları işlenir. 8’li hece ölçüsü ile yazılır. Dörtlük sayısı 3 ile 5 arasında değişir. 8. 16. yüzyılda yaşamış-tır. Halk şiirinin önemli ustalarındandır. Sivas’ta doğmuştur. Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşamıştır. Tasavvufi Halk Edebiyatının önemli temsilcilerindendir. Bazı şiirlerinde yaşadığı döneme tanıklık eder, bazı şiirlerinde inancını yayma kaygısı ön plana çıkar. 9.. Âşık Edebiyatı nazım biçimlerinden-dir. 8’li hece ölçüsü ile söylenir. Dörtlük sayısı 3 ile 5 arasında değişir. Güney Anadolu Bölgesinde yaşayan Türkler arasında yaygındır. Yiğitçe, mertçe bir üslupla söylenir. “behey”, “bre”, “hey” gibi ünlemlere yer verilir. 10. Tekke Edebiyatı nazım tür-lerindendir. Allah’ı övmek ona yakarmak için yazılan şiirler-dir Yunus Emre’nin adıyla özdeşleşmiştir. 11. Bektaşi anlayı-şını ve inanışını yansıtan şiirlere verilen isim. 12. Halk şiiri-nin en uzun nazım biçimidir. 11’li hece ölçüsüyle yazılır. Dört-lük sayısı sınırsızdır. Genellikle savaş, isyan, doğal afetler gibi toplumsal konular işlenir.

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. 15. yüzyılda yazıya geçirilen hikâyelerdir. Oğuz bo-

yunun komşularıyla ilişkileri, aile ve toplum yapısı, devlet yö-netimi ve iç çekişmeleri vb. birçok konu işlenmiştir. Hikâyeler nazım ve nesir karışık olarak yazılmıştır. 2. Halk Edebiyatında bir kimsenin ölümü üzerine duyulan acıları anlatmak ama-cıyla söylenen şiirlerdir. İslamiyet öncesinde bu tür şiirlere sagu, Divan Edebiyatında ise mersiye adı verilir. 3. Tasavvu-fa özgü bir anlayışa göre; vakti gelen ruh maddi âleme iner. Önce cansız varlıklara, sonra bitkilere, hayvanlara, insana ve en sonunda insan-ı kâmile geçer. Oradan da Allah’a döner. Bu anlayışı işleyen şiirlere verilen isim. 4. 15. yüzyıl halk şairi-dir. Şiirlerini hem hece hem de aruzla yazmıştır. Şiirleri kuv-vetli bir din ve tasavvuf kültürüyle yüklüdür. Kitab-ı Migla-te tanınmış mensur eserinin adıdır. 5. Pirlerin ve mürşitlerin, tarikata yeni giren dervişlere, tarikat derecelerini ve tarikat adabını öğretmek için söyledikleri şiirlerdir. 6. 17. yüzyıl halk şairidir. En belirgin özelliği, aşk şairi olmasıdır. Aşk, ayrılık, gurbet onun şiirlerinin ana temasıdır. 7. Tekke Edebiyatı na-zım türlerindendir. İnançlardan teklifsizce, alaycı bir dille söz eder gibi yazılan şiirlerdir. Görünüşte saçma sanılan bu söz-ler tasavvufi kavramları ifade eder. 8. Ezgilerle söylenen bir anonim halk şiiri nazım biçimidir. Yöresel özellikler gösterir. 9. 7’li hece ölçüsüyle söylenir. Çoğunlukla dört dizelidir. Ano-nim Halk Edebiyatı nazım biçimidir. Hazırlayan 10. Doğa gü-zelliklerini anlatmak ya da sevilen varlıkları övmek için yazı-lan şiirlere verilen isim.

ÖDÜLLÜEDEBÎBULMACA

55 umman

Page 58: Umman Dergisi 5. Sayı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ 56

Page 59: Umman Dergisi 5. Sayı

MARKAM

Page 60: Umman Dergisi 5. Sayı