56
18. sayı ekim - aralık 2008 3 YTL www.otonomlar.org [email protected] ‘Söylentilere göre kayzersoze türkmüş...’ marksizm ve hegel egemenliğin ötesinde siyaset toplumsal fabrika ılısu barajı

Otonom Sayı 18

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Otonom 18. Sayı

Citation preview

18. sayı ekim - aralık 2008 3 YTL www.otonomlar.org [email protected]

‘Söylentilere göre kayzersoze türkmüş...’

marksizm ve hegel egemenliğin ötesinde siyaset toplumsal fabrika ılısu barajı

FİRİK DEDEthomire xo gureto deste xowenda wayire xo dano.*

Dersimin İnsane Kamillerinden olan Firik Bava / Seyfi Firik Dede 106 yaşında 10 Temmuz 2007’de aramızdan ayrıldı. Dewrescemalu / Dervişcemal aşiretinden olan Firik Bava Dersim - Ovacık doğumludur. Ailesi tarafından eğitim görmesi için Erzincan’a gönderilir. Türkçeyi burada öğrenir. Daha sonraki yıllarında deyişlerinde, konuşmalarında bunun etkisi görülmektedir.

En büyük acılarından birini 1981 yılında yaşar. Öğretmen Okulunda okuyan küçük oğlu Behzat Dersim’e ailesinin yanına gelir tatilde. Askeri darbenin generalleri işbaşındadır ve bütün köyler, ormanlar abluka altındadır. Bir gün evlerine gelirler ve "yol gösterme" gerekçesiyle oğlunu yanlarına alırlar. …Oğlu korkunç işkenceler sonucunda öldürülür.Firik Bava o günden sonra kimseyle konuşmaz ve kendi iç dünyasına döner, çekilir."Yüzün şems-i kamer gözlerin nurdur /Aynı hilale benzer kaşların" der Divaninin bir şiirine yaptığı deyişte üç telli thomiriyla (damur / cura).

Oğlu Ekber de yapmış olduğu röportajlar da kardeşinin öldürülmesinin ailede yarattığı acıyı dile getirmiştir. Yoksul olmalarına rağmen devletten bir kuruş bile yardım istemeyeceklerini ve babasının gözünün önünde bulunmasın diye kardeşinin resimlerini İstanbul’a gönderdiklerini söyler.Ölünceye kadar sakalını kesmeyecektir artik. Sakalına her değdirdiği el gencecik fidanını hatırlatacaktır ona."Değerlerinizi samancılara, tenekecilere satmayın, sarraflara satın" derdi değerlerinin, inancının Piri. Cem ayinlerinde koyu renkli bir ağaçtan yapılmış thomiri /cura ile bas kösede semahlarını okur, deyişlerini söylerdi. Değerini bilmeyeninin geleceğinin olmayacağını biliyordu çünkü. Yönetmen Buket Aydın Firik Dedeyi konu aldığı film çekimlerinden sonraki röportajında şunları söylüyor:"Bir Hızır Perşembesinde köhne ama içten hazinesine konuk olmuştum. Bir kat yatak, bir kuzine, bir saz ve dört duvar… Ama içten.. Ama sıcak.. Ama huzur dolu… Ve bütün dünya mallarından arınmış arı bir mekândı. Evden ayrılırken aklımda tek bir düşünce vardı. Değerlerini kaybedenler bir daha asla kendileri olamazlar, kendileriyle olamazlar. Asla geçmişlerini bilmez ve bu günü yaşayamaz ve yarına hazır olamazlardı."

Herkesin göç yollarına düşmesine inat O köyündeki tastan, top-rak damlı evinden çıkmaz. Bilir toprağından kopuşun kendinden de kopuş olacağını bir anlamda. Köklerini toprağına atar, sarılır ona, bırakmaz bir daha. Munzur’un gözelerinden beslenir kökleri, Düzgün Babadan alır rüzgârını yelkenlerini açtığı insanlık denizi-ne. Yüzünü her sabah doğan güneşe döner ve "Eli" sine yakarır, Xizirinda cem tutar, Düzgün Babanın kartalını gözetler.

İki yüzyıl sığdırır hayatına. Yüzyılı asmış olduğu hayatında bilgeliği-ni, sakin anlatımını, inancını, İnsan-ı Kamilliğini görüyoruz her an."Gönül bir gemidir sen dümenisin /Yelken açmak ister bu derviş-lerin" derken Dersimlilerin ve insanlığın gönlünde gülen gözleriyle yelkenlerini açmıştır.

Sabrın, inancın, direngenliğin, itikatin bilgesi Firik Bava; gelecek nesiller seni unutmamak üzere gönüllerinin denizine uğurlayacak-lardır. Bundan kuskun olmasın.

*tamurunu almis eline sahibine sesleniyor.

Metin KAHRAMAN

Otonom Sayı: 18, Ekim - Aralık 2008 Fiyatı: 3 YTL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre KolayAdres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbulTel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli YayınBaskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93

Devlet ve egemenliğin ötesinde siyasetDile benden ne dilersen: Back upÜcret, rant ve kârın bilişsel kapitalizmdeki yeni eklemlenmesiIlısu Barajı projesiDerelerin kardeşliğiDünya dönüyor (I)

62830

39 4448

3

15

10

Özne ve yapı arasında:Marksizm ve Hegel

Devlet aklının yeniden kuruluşu üzerine

Toplumsal fabrika

İkinci cumhuriyet ve modernist solun krizi

23

Film sahnelerini aratmayan, her gün başka başka olağan şüphelilerin deşifre olduğu, ajanlarla, istihbarat savaşlarıyla dolu günler yaşıyoruz. Yarın gazetelerde ‘Söylendiğine göre Kayzer Soze Türkmüş’ diye bir başlık atılsa kimse garipsemeyecek sanki… Ancak bu film setinde bin bir komployla sahnelenen bu çirkin kavga bizim kavgamız değil. Bu çirkin kavga, egemen güçlerin ikti-dar kavgasıdır. Yeni bir egemenlik biçiminin, II. Cumhuriyet’in, AKP’nin Sezarizmi ile kuruluşunun sancıları-dır. Bizim kavgamızsa, egemenlere, mülk sahiplerine karşı mülksüzlerin verdiği kavgadır, isyandır! Ancak ne yazık ki, egemenler ara-sındaki bu kirletici savaşın, solun kendi içinde bir krize dönüşmesine tanık oluyoruz. Bu süreç içinde Marksistlerin söylem yokluğu ve Marksistlik adına modernist sol’un kullandığı söylemler, Marksizmi ken-dine yabancılaştırıyor. Modernist sol, Marksizme yabancılaşıyor. Onurumuz olan tarihimiz adına, kendi üzerimize düşünmek artık zorunludur.Geleceğimiz tarihimizde saklı… Bugünün egemenlik ilişkilerinin çözümlenebilmesi, sermayenin diyalektiğinin eleştirisinden geçiyor. Egemen güçlerin iktidar kavgalarına karşı emeğin komünalizmindeki içkinliğe ve otonomiye ihtiyaç var. Bu, Marx’ın güncellenmesinin ve emeğin 21. yüzyıldaki politik paradigmasının ufuklarını açıyor. Sözümüzü tüketmek bir yana, tari-himizle ve geleceğimizle yoldaşça muhabbet edebilmenin zamanını ve heyecanını yaşıyoruz. Bize bu coşku-yu veren bütün devrimci tarihimize ve geleceğimize en içten selamları-mızla… Merhaba!

İletişim için:www.otonomlar.org

[email protected]@yahoogroups.com

2

Özne ve yapı arasında: Marksizm ve Hegel

Özellikle bütün bir yirminci yüzyılı kapsayan Marksist birikim içinde, türlü Marksizm’leri ve Marx yorumlarını özgürleştiren temel sorunlardan birinin, özne ve yapı diyalektiği-nin tanımlanması sorunu olduğu söylenebilir. Öyle ki sınıflar mücadelesinin soykütüğüne bakıldığında, kendi pratiğinde bu soruna çarp-mamış bir Marksizm’den söz etmek mümkün değildir. Bu çarpmadan özne merkezli bir bütüncülüğe varan Hegelci Marksizmler ile farklı derecelerde de olsa ekonominin belir-leyiciliğini vurgulayan yapısalcı Marksizmler arasında bir yarılmanın ortaya çıktığı bili-nen bir şeydir. İki savaş arası dönemde yoğunlaşan Marksizm içi tartışmalar, bu yarılmanın ele alınabilmesi için adeta bir laboratuar olarak değerlendirilmeye açıktır. Gerek Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde Lenin ile Kautsky ve Bernstein’ın başını çek-tiği II. Enternasyonal, gerekse devrimden sonra resmi bir ideolojiye dönüşen Sovyet Marksizmi ile Gramsci, Lukacs ve Korsch gibi Batılı Marksistler arasındaki kutuplaşmalar aynı eksende gelişmiştir. Her iki durumda da üretici güçlerin gelişimine tabi evrimci bir sosyalizm anlayışından devrimci bir çıkış arayışı, Marksistleri Hegel’i yeniden okumaya götürmüştür. Lenin’in Nisan Tezleri’ni yazma-dan önce Hegel’in Mantık’ı üzerine ayrıntılı olarak çalıştığı bilinir. Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci ise tarihin hem öznesi hem de nesnesi olan işçi sınıfının kurucu bilincini önemsediği için Hegel’in öznelci yorumunun bir ürünü olarak değerlendirilmiştir. Hegelci idealiz-

min Marksist eleştirisi belleklere tamamlan-mış bir olgu olarak kazınmışken, Marksizm’i Hegel üzerinden yeniden devrimcileştirme yönündeki bu girişimler neyi ifade etmekte-dir? Hakim eğilim Hegel’in Marx üzerinden okunmasıyken, Marksizm’in Hegel üzerinden yeniden okunmasının anlamı nedir?Marx’ın Hegel eleştirisinin bağlamı, idealizm karşısında maddeciliğin kuruluşu sorunlarıyla ilgiliydi. Hegel’in düşüncede ortaya koydu-ğu ve aşmaya çalıştığı sorunları Marx top-lumsal insani pratik çerçevesine taşımıştı. Onu ekonomi politik çalışmalarına yönelten, toplumsal maddi güçlerin analizini kurmak ve geliştirmekti. Oysa yirminci yüzyıla geldi-ğimizde, Marksizm içinde Hegel’i gündeme getiren bağlam değişti. Hegel’e idealizmin değil maddeciliğin ortaya koyduğu sorunla-rı aşmak üzere geri dönüldü. Marksistlerin üzerine düşündüğü bağlamın değişmesinde, kapitalizmin uzun bir gönenç dönemine gir-diği Avrupa’da devrimci hareketin yaşadı-ğı tıkanıklığın ve başarıya ulaştıktan sonra giderek devletleşen Ekim Devrimi’nin payı büyüktü. Özellikle modernizmin altyapısını hızla tamamlayan ileri kapitalist ülkelerde, ekonomik gelişme sınıflar mücadelesinden özerk kendinde bir toplumsal güç olarak görülmeye başlandı. İşçi sınıfı, sınıflar müca-delesi içinde kurulan bir özne değil, üretici güçlerinin gelişimi içinde kurulan bir özne

olarak düşünüldü. Marx’tan sonra devrimci hareketin ideolojik, politik ve örgütsel mer-kezi haline gelen önce II. Enternasyonal ve daha sonra Sovyetler Birliği’nin hakim söy-lemi buydu. Komünizme ister kopuş isterse aşamalı bir evrim üzerinden geçiş, ancak tarihsel toplumsal koşulların yeterince olgun-laşmasıyla mümkündü. İşçi sınıfını içinde bulunduğu toplumsal koşullara tabi bir özne olarak gören bu söyleme direnen Marksistler, işçi sınıfının çatışmacı eylemselliğini kuram-sallaştırabilmek adına özerk bir özne teo-risine yöneldiler. Bu yönelimden hümanist, varoluşçu Marksizmler doğdu. Özne olarak

Üretici güçlerin gelişimine

tabi evrimci bir sosyalizm

anlayışından devrimci bir çıkış

arayışı, Marksistleri Hegel’i

yeniden okumaya götürmüştür

Adorno

Yirminci yüzyıla geldiğimizde,

Marksizm içinde Hegel’i

gündeme getiren bağlam

değişti. Hegel’e idealizmin değil

maddeciliğin ortaya koyduğu

sorunları aşmak üzere

geri dönüldü

3

Özne ve yapı arasında: Marksizm ve Hegel

bilincin tarihsel yetkinleşmesinin yapısını kuran Hegel yeniden hatırlandı. Marksizm’i ekonomi politiğe indirgeyen yapısalcı eği-limlere karşı, politik olanın göreli özerkliği, farklı biçimler alsa da temel olarak bilincin ve öznenin özerkliğiyle desteklenmeye çalışıldı. Marksizm, ekonomi politiğin nihai belirleyi-ciliğini olumlayan bir yapı söylemi ve kurulan değil kurucu bir figüre gönderme yapan bir özne söylemi arasında bölündü.Yirminci yüzyılın sınıflar mücadelesinin krizi, modernizmin yol açtığı öznellik ve nesnellik ikiliği sorununu özne ve yapı karşıtlaşması biçiminde Marksizm içinde yeniden üretti. Kapitalizmin nesneleştirerek özneleştiren iktidar işleyişi çözümlenemedi. Kapitalizmde toplumsal maddi güçler olarak nesnellik ile insanın toplumsal pratiğinin öznelliği ara-sındaki yabancılaşmanın politikliği görüle-medi. Sorunun çözümünü tarihsel olarak gören yapısalcı eğilim, nesnelliği öznel olarak kavrayamadığı için toplumsal emeğin üre-tici gücünün politikliğini özgürleştiremedi. Yabancılaşmayı ve nesneleştirilmeyi emeğin politikleşmesinin mutlak koşulu haline getiren özne merkezli yorumlarsa, toplumsal emeğin yabancılaşmış biçimler altında özneleşmesini göremedi. Yapısalcı eğilim, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi önsel kabul ederek emeğin ücretli emek biçimi altında yabancılaşmasını olumladı. Özne mer-kezli yaklaşımlar ise ücretli emek ve sermaye

arasındaki çelişkiyi merkeze alması nedeniyle sermayenin yabancılaşmış biçimi olan ücretli emeği sınıfsal bir özne olarak olumladı ve eleştirel hale getiremedi. Sonuçta her iki yaklaşım da sermayenin kendini ücretli emek biçiminde olumsuzlayarak olumlayan iktidar işleyişini yeniden üretmenin ötesine geçeme-di. Bizce Marksizm ve Hegel arasındaki ilişki-nin yeniden tanımlanmasının gerçekçi zemini budur. Marx’ın dediği üzere, Hegel’in bakış açısı ekonomi politiğin bakış açısıdır. Kendiyle çelişerek devinim, sermayenin kendini olum-lamasının pratiğidir ve kuramsallaştırılması Hegel’e aittir. Bu durum bizi kaçınılmaz olarak Marksizm ve Hegel ilişkisi üzerine yeniden düşünmeye götürmektedir. Marksizm içinde

özne ve yapı geriliminin gerçekçi bir biçim-de aşılması, üzerine düşündüğümüz zeminin yeniden kurulmasıyla mümkündür.

Hegel’in Gözünden MarksizmlerMarx’ın Hegel eleştirisi, bilindiği üzere temel olarak Hegel’in Görüngübilimi’nin bir eleştiri-sidir. Görüngübilimi, kendi etkinliğinin dolayı-mıyla kendine yabancılaşarak kendi bilincine varan bilincin tarihidir. Geriye dönük bakıldı-ğında, bütün bir tarih, kendi bilinci olarak Tin’in açılımıdır. Bu yönüyle Hegel’de Tin, tarihin hem öznesi hem nesnesidir. Görüngübiliminin önemi tam da buradadır. Kendinden önceki idealizm-lerden farklı olarak, Hegel idealizminde maddi dünyanın tekil karakteri ile bilincin evren-sel karakteri birbirine zorunlulukla bağlıdır. Bilincin kendi bilincine vararak kendini gerçek-leştirmesinin koşulu, tarihte çeşitli tekil biçim-ler içinde kendine yabancılaşmasıdır. Tekillik biçimi altında her yabancılaşması, Tin’in kendi bütünlüğüne, evrenselliğine doğru ilerleyişinin bir aşamasıdır. Dolayısıyla bütün tekillikler, başka bir deyişle farklılaşması içinde bütün bir nesnellik, kendine geri dönüş hareketi içindeki Tin’in yabancılaşmış biçimleri, onun görüntüleridir. Buradan bakıldığında, Hegel’de özne ve nesne ilişkisi, öz ve biçim ilişkisidir. Özne ve nesne, bu ilişki dolayısıyla bir birliği ifade eder. Nesne, özneden bağımsız, başka bir töz değil, onun belli bir belirlenim altında-ki cisimleşmesidir. Hegel’in Tin’i töz olarak Adorno

Althusser

Kapitalizmde toplumsal

maddi güçler olarak nesnellik

ile insanın toplumsal

pratiğinin öznelliği arasındaki

yabancılaşmanın politikliği

görülemedi

Marksizm içindeki yapısalcı

eğilim özünde, Hegel’in

görüngübiliminin nesnelci bir

yorumudur

4

kavramasının anlamı budur. Bütün tekillikler, aynı tözün bu ya da şu belirleniminin nesnel-leşmiş biçimidir. Tözden bağımsız bir nesnellik olmadığı gibi, nesnelleşmesinden bağımsız bir töz de yoktur. Tözün kendine yabancılaşması onun varoluş koşuludur. Bu yüzden Hegel’in görüngübiliminin özgüllüğü, öz ve biçim, özne ve nesne ilişkisinin durağan değil, diyalektik olması itibariyle dinamik olarak kavranması-dır. Özne ve nesnenin birliği, aynı zamanda bir süreç, diyalektik olarak tanımlanmış bir oluştur. Çünkü Tin töz olarak kavrandığı kadar özne olarak da kavranmıştır.1 Özne olarak kavranışında Tin, kendi etkinliğiyle kendini dolayımlayabilen, etkinleşebilen tözdür. Tin’in eylemselliği; yabancılaşma, kendini başkada olumsuzlama yoluyla kendini gerçekleştirme hareketidir. Tin’in eylemselliği olumsuzlama-nın olumsuzlamasıdır. Kendinin olumsuzlaması olan başkayı olumsuzlayarak kendini olumlar. Çünkü her şey kendinde kendi karşıtını içerir. Hegel’de varlığı devindiren dinamik, harekete geçiren güç onun kendi içindeki bu çelişkisidir. Çelişki, varlığın eylemselliğinin içkin ve özsel bir belirlenimidir. Hegel’in deyimiyle:

"Çelişkinin özdeşlik kadar özsel ve içkin bir belirlenim olamayacağı yar-gısı, geleneksel mantığın ve her yerde rastlanan tasarımlama tarzının düş-tüğü belli başlı bir önyargıdır; ama işin aslında, aşama sırası söz konusu olsaydı ve her iki belirlenimin ayrı ayrı korunup sürdürülmesi gereksey-di, çelişkiyi özdeşlikten daha derin ve özde bir şey olarak göz önüne alma zorunluluğu çıkardı ortaya. Çelişkinin karşısında özdeşlik, yalın dolayımsızın, ölü varlığın belirleniminden başka bir şey değildir; oysa çelişki, her türlü hayatın ve her türlü hareketin kökü-

dür, bir şey olarak, kendi kendine bir çelişkisi olan bir şey olarak hareket edebilir ve gene ancak böylece bir içtepiye ve bir etkinliğe sahiptir."2

Dolayısıyla Hegel’de özne ve nesne karşıt-laşması, eylemselliği ortaya çıkaran çelişki; özne ve nesnenin özdeşliği ise bu karşıtlaş-manın, daha üst bir aşamaya taşınmak üzere, geçici olarak çözümüdür. Özne ve nesnenin nihai özdeşleşmesi, tarih içinde açılarak ken-dini nesnesi haline getirmiş bilincin, kendi bilincine varmasıyla mümkündür, bu yüzden tarihseldir. Çelişkileriyle devinen Tin, tarihi de devindiren güç olarak tarihin öznesidir. O halde, Alman idealizminden kalan ve bütün bir yirminci yüzyıl boyunca Marksist politik felsefe ve teoriyi meşgul etmeye devam eden özne ve nesne ilişkisi sorununun Hegel’deki çözümü, iki boyutlu olarak düşünülmelidir: Özne ve nesne karşıtlaşmasının diyalektik bir tarihsel "süreç" içinde çözülüşündeki nesnel yan ve bu diyalektik süreci işletip çalıştıran dinamiği, öznenin etkinliğine ve bunun olumsuzlayıcı niteliğine bağlayan öznel yan. Diyalektik bir süreç içinde birleştirildikleri için nesnel yan ve öznel yan arasında mutlak bir ayrım yoktur. Özdeşleşmelerinin sağlanacağı nihai uğraktan geriye doğru bakıldığında, birlikleri baştan verilmiştir. Özne ve nesne arasındaki karşıtlaş-ma, varlığın çelişkili özünden ileri gelir. Çelişki, kendini olumlamanın zorunlu bir uğrağı olarak konduğu için aslında ortadan kaldırılmak üzere konmuş bir çelişkidir. Son başta verilidir. Bu yüzden Hegel’de çelişki, varlığı yok etmez; tersine devindirerek yeniden üretir.Hegel’in soyut bir kendi bilinci olarak kavradı-ğı Tin’in Marksizm içindeki yapısalcı eğilimler

açısından karşılığı, üretici güçlerdir. Hegel’in ayakları üzerine oturtulmasının yapısalcı yorumdaki biçimi budur. Hegel’in felsefesi, başı üstünde duran maddeciliktir. Tarih, Tin’in kendi bilincinin değil üretici güçlerin gelişi-minin bir açılımıdır. Tarihi devindiren etken, soyut bilincin kendi içindeki çelişkiler değil, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Gerekli emeği ortadan kaldıra-cak toplumsal bir zenginliğe erişesiye kadar toplumsal sermaye birikimi ve bunun üret-tiği çelişkiler devam edecektir. Komünizm, toplumsal sermaye birikiminin varacağı son noktadır. Üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki nihai olarak bir gönenç top-lumu olan komünizmde çözülebilir. Bu uğrağa kadar, ister kapitalist ister sosyalist devlet biçimi altında, emek ücretli emek biçiminde sermaye birikimini devam ettirmek zorun-dadır. Kapitalizmin ürettiği çelişkiler, üretici

Öznenin özerkliğini eleştirel

hale getiren yapı söylemi

aslında, yapıyı özerkleştirerek

özneleştirmenin ötesine

gidememiştir

Çelişkileri üzerinden devinen

özneyi mutlaklaştıran öznelci

yaklaşımlar, Hegel diyalektiğinin

çelişki mantığını sınıflar

mücadelesinin yasası haline

getirdilerLukacs

Dunayevskaya

5

güçlerin tarihsel gelişimine içsel ve yine bu gelişimin ilerleyen çizgisi içinde çözülecek zorunlu çelişkilerdir. İşçinin kendi ürettiği ürüne yabancılaşmasının ortadan kalkma-sıyla özne ve nesne özdeşliğinin sağlanma-sı, insanın kendi dışındaki bütün doğal ve toplumsal güçleri egemenliği altına alacağı komünizmde mümkün olacaktır. Bu çerçeve-den bakıldığında, Marksizm içindeki yapısal-cı eğilim özünde Hegel’in görüngübiliminin nesnelci bir yorumudur. Çelişkilerin çözümü tarihseldir ve varlığın kendini olumlamasına içkindir. Çelişkili devinimiyle tarihi devindi-ren özne, üretici güçlerin nesnel gelişimidir. Hegel’de özne olarak bilincinin hareketini veren diyalektik şema, aynen korunarak nes-nelliğe aktarılmıştır. Yapı ya da nesnellik, özne olarak kavranmıştır. Bu nedenle öznenin özerkliğini eleştirel hale getiren yapı söylemi aslında, yapıyı özerkleştirerek özneleştirme-nin ötesine gidememiştir. Yapısalcılık, eleş-tirdiği özne söylemini farklı bir biçim altında yeniden üretmiştir. Hegel diyalektiğinin için-de kalındığı sürece bu kaçınılmaz görünmek-tedir. Hegel’in görüngübilimi, özne ve yapı diyalektiğidir. Nihai uğrakta örtüşmek üzere, özne yapının, yapı öznenin dolayımlanmış biçimidir. Dolayısıyla özne ve yapı merkezli yorumlar arasındaki fark, öznenin ne olarak algılandığına bağlı olarak sadece biçimseldir.Marksizm içindeki özne merkezli yaklaşımlara geldiğimizde, tüm çeşitliliğine rağmen bu yak-laşımların son tahlilde bir tür bilinç felsefesi-ne dayandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu yaklaşımların yüzlerini Hegel’e döndük-leri nokta tam burasıdır. Ancak önemli bir farkla ki bu yaklaşımlarda sözü edilen bilinç, yine Hegel’deki gibi soyut bir bilinç değil, kapitalizm altında emeğini satmak zorunda kalarak yabancılaşan ücretli emeğin bilincidir. Hegel’de bilincin kendine yabancılaşarak kendi bilincine doğru tarihsel ilerleyişi, Marksizm zemininde, kapitalizmde ücretli emeğin bilinci-nin ve eylemselliğinin yapısının incelenmesini özgürleştirmiştir. Hegel’de bilincin eylemselliği ve özdeviniminin kaynağı çelişkiydi. Varlığın hareket ettirici nedeni, kendi kendine olan

çelişkisiydi. Hegel’e yaslanan Marksistler açı-sından, tarihsel bir uğrak olarak kapitalizm altında, kendi kendine çelişkisi olan bu varlık, toplumsal koşulların üreticisi ve öznesi olduğu halde, sermaye tarafından nesne haline geti-rilmiş olan ücretli emekti. Ücretli emek ancak kendi çelişkisinin nesnelleşmiş biçimi olan ser-mayeyi olumsuzlayarak kendini olumlayabilirdi. Sermaye ücretli emeğin olumsuzlamasıysa, ücretli emeğin kurtuluşu bu olumsuzlama-nın olumsuzlanmasındaydı. Dolayısıyla ücretli emeğin sınıfsal bir özne olarak ayrıcalıklı ve özerk bir konuma sahip olmasının nedeni, onun içinde bulunduğu koşullar altındaki nesneleş-mesi ve yabancılaşmasıydı. Kapitalizm kendi yarattığı çelişkilerin aşılmasının koşullarını da kendinde barındırıyordu. Bu yönüyle çelişki-lerin çözülüşü yapısalcı yorumlarda olduğu gibi nesnel koşulların tarihsel olgunlaşmasına değil, ücretli emeğin sermayeyi olumsuzlayıcı mücadelesine bağlanmıştı. Hegel’in diyalekti-ğini, öznelci bir yorumla ücretli emeğin diyalek-tiği olarak okuyan bu yorum, diyalektiği üretici güçlerin gelişimine oturtan nesnelci yorumu-nun kapalılığının bir yönüyle aşılması anlamına geliyordu. Sınıflar mücadelesinin kavranışı, nesnel toplumsal koşulların boyunduruğundan kurtarılmış görünüyordu. Oysa aynı kapalılık başka bir biçimde yeniden üretildi. Emeğin öznelliği, ücretli emeğin öznelliğine indirgendi.

Ücretli emeğin sermayenin yıkıcı değil kurucu gücü olduğu görülmedi. Sermayenin yabancı-laşmış biçimi olarak ücretli emek, sermayenin nesnesi değil, onu üreten ve yeniden üreten güç olarak öznesidir. Kendini başkada, ücretli emekte olumsuzlayarak olumlayan sermaye-dir. Sermaye, emeği ücretli emek biçimi altın-da nesneleştirerek özneleştirir. Sermayenin işleyişinin bakış açısından, yapısalcı eğilim haklıdır; özne kuran değil kurulandır. Ücretli emek, emeğin sermayeleştirilerek özneleşmiş biçimidir. Bu yüzden ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki, ücretli emeği özne olarak yeniden üreterek sermayeyi üretir. Hegel’in diyalektiği, sınıflar mücadelesinin değil serma-yenin işleyişinin mantıksal biçimidir. Marx’ın "Hegel’in bakış açısı, ekonomi politiğin bakış açısıdır" sözünün derinliği buradadır. Hegel’in Mantık Bilimi, sermayenin işleyişinin mantı-ğıdır. Bunu görmeden, çelişkileri üzerinden devinen özneyi mutlaklaştıran bu öznelci yak-laşımlar, Hegel diyalektiğinin çelişki mantığını sınıflar mücadelesinin yasası haline getirdiler. Emeğin kendini olumlama pratiğini, ücretli emeğin mücadelesine indirgeyerek yapısallaş-tırdılar. Sonuçta, eleştirdikleri yapısalcı eğilimi radikal bir yerden yeniden ürettiler.Yirminci yüzyıl Marksizmi, özne ve yapı gerili-mi altında, sermayenin kendini olumlamasının mantığı olarak diyalektiği teorik ve politik olarak yeniden üretti. Yirmi birinci yüzyıl Marksizmi, emeğin kendini olumlamasının pratiğine içkin yeni bir politik felsefeyi üre-tecektir.

1 "Benim görüşüme göre -ki ancak açımlanması yoluyla doğruluğu kanıtlanabilir- her şey Hakikatin sadece Töz olarak değil, eşit şekilde Özne olarak anlaşılmasına ve ifade edilmesine dayanmaktadır." (Hegel, Tinin Görüngübilimi, Önsöz)2 Hegel’in Mantık Bilimi’nden aktaran Lenin, Felsefe Defterleri, Çev. Atilla Tokatlı, Sosyal Yayınlar, 1976, s. 113

Hegel’in diyalektiği, sınıflar

mücadelesinin değil sermayenin

işleyişinin mantıksal biçimidir

Yirminci yüzyıl Marksizmi,

özne ve yapı gerilimi

altında, sermayenin kendini

olumlamasının mantığı olarak

diyalektiği teorik ve politik

olarak yeniden üretti

Sinem

Marcuse

Sartre

6

Devlet ve egemenliğin ötesinde siyaset

Söze yalın bir tanımla başlamak istiyoruz. Komünalist siyaset, genel olarak, ortak yaşa-mın –ortak güçlerin, zamanın ve mekânın– kolektif bir şekilde örgütlenişidir. Böylesi bir tanım, daha baştan, birisi liberalizme, diğer ikisi ise maalesef devrimci geleneğimi-ze kadar sinmiş, üç eğilimle arasına mesafe koyar.

I. Liberalizm’deki EğilimBu tanım, her şeyden önce siyasetin hem modern, hem de modern egemenliğin krizin-den sonra kendisini revize etme sürecinde olan "postmodern" liberal siyaset kavrayı-şından ayrılır. Bu ayrılma noktaları şöyle özetlenebilir:

a.) Liberalizmin kökeni, diyalektik bir ikileme uzanır. "Yasalar" ve "haklar" ikilemi tarafın-dan belirlenen bir söylemin, "haklar" kısmını kurmaya çalışır. Fakat bunu yaparken, tarihi boyunca da bu ikilemi ortadan kaldıramadan yeniden üretmeye devam etmiştir. Siyasal iktidar kaynağının tekliği, sürekliliği ve bölü-nemezliğine dayanan otoriter gelenekle, siyasal iktidarın uyruklarına karşı yükümlü-lükleri, bu iktidarın totaliterleşme eğilimine karşı belli sınırlar içinde tutulması ve de güçler ayrılığı ilkesini savunan liberal gele-nek, sürekli olarak birbirleriyle çatışır olarak görülmüştür. Fakat bu çatışma, bir dıştalama-nın ve kopuşun çatışması değil, birbirini bes-lemenin çatışması olmuştur. Otoriter anlayış-

la, ona getirilen liberal müdahale arasındaki tarihsel çatışmayı üstbelirleyen, ikisinin de ait olduğu bir paradigma vardır: Egemenlik paradigması. Bu iki gelenek, bu paradigmanın içinde büyüyüp gelişmiş ve birbirlerini hiç de dışlamadan bir arada olabilmiştir. Diğer bir ifadeyle bu iki gelenek, birbirlerinin krizini çözmeyi üstlenmiştir. Bu iki geleneğin aynı kökenden geldiği gerçeği en iyi modern ege-menliği ilk kuramlaştıran isim olan Hobbes’ta görülür. Bazılarının onu despotizmin ve totali-tarizmin ilk teorisyeni, bazılarının da modern hak nosyonunu ilk geliştiren liberal olarak okumalarının, bu noktayla yakından bir bağ-lantısı vardır. Oysa Hobbes’ta hem otoriter eğilim hem de liberal eğilim bir arada yaşar. Böyle de olmak zorundadır; çünkü egemenlik paradigması, hem yasaların kılıcının, hem de uyruğun haklarının olduğu varsayımını gerektirir. Modern egemenlik paradigmasının nasıl kurulduğuna ve tarihsel belirlenimine baktığımızda, otoriter kutup ile liberal kutbun bir arada yaşarlığının zorunluluğu daha iyi görülebilir.Modern egemenlik, insan emeği dahil olmak üzere, maddi güçlerin ve kaynakların yöneti-mine, belli bir teritoryal sınır içinde el koy-manın siyasal mantığıdır. Bu el koyma man-tığı, kapitalist el koymanın mantığına hem zemin hazırlamış, hem de modern Devlet biçimine bürünüp ona sürekli eşlik ede-rek bu kapitalist el koymanın devamlılığını güvence altına almıştır. Feodal el koymadan farklı olarak, kapitalist el koymanın işleyişi, emeğin üretim sürecine özgür bir biçimde

Komünalist siyaset, genel

olarak, ortak yaşamın

–ortak güçlerin, zamanın

ve mekânın– kolektif bir şekilde

örgütlenişidir

Modern egemenlik, insan

emeği dahil olmak üzere,

maddi güçlerin ve kaynakların

yönetimine, belli bir teritoryal

sınır içinde el koymanın siyasal

mantığıdır

7

katıldığı varsayımına dayanır. Emek bu üre-time katılımının sonucu olarak hakkı olan ücreti alır. Bu üretim sürecinde herhangi bir hak yeme, yani sömürü gerçekleşmez. Adaletsizlikler, yani hak yemeler, bölüşüm sürecinde ortaya çıkabilir, o da adil ücret düzenlemeleriyle giderilebilir. Bu kapitalist mantığın yaygınlaştırılabilmesi için öncelikle insanların hakları ve eşitlikleri temelinde yeniden tanımlanmaları gerekir. Öte yandan, biçimi ne olursa olsun, özünde karşılığı veril-meyen köle emeğine dayanan bir bağımlılık sisteminde, insanlar arası eşitsizlikler doğal görülür. Bazı insanlar doğaları gereği çalış-mak ya da yönetilmek zorundadır. Azınlıkta kalan diğerleri ise, yine doğal olarak sahip oldukları bazı üstünlükler sayesinde hem köle emeğinin ürünlerinden istifade etme hakkına, hem de yönetme ayrıcalığına sahip-tir. Hobbes’un değiştirdiği mantık, bu feodal mantık olmuştur. Ona göre doğa, güç ve hak-lar bakımından herkes eşittir. Bu anlamıyla Hobbes, bir hak filozofudur. Doğa durumunda istisnasız herkesin kendini korumak ve yaşa-mını devam ettirmek için, gücünü kullanmaya ve isteğinin nesnelerini elde etmeye hakkı vardır. Doğa durumunda herkes mutlak bir biçimde özgürdür. Özgürlük, burada, bir kişi-nin yapmak istediklerinin önünde bir engel olmayışı olarak tanımlanır. Ücretli emek sis-temi olan kapitalizmin, emeğin üretime özgür katılımı rasyonalizasyonunu işletebilmesi için, bu "soyut özgürlük" kavramlaştırmasına ihtiyacı olacaktır. Bununla birlikte, herke-sin eşit güce ve doğal hakka sahip olduğu bir doğa durumunda, savaş kaçınılmazdır. Herkes, istediğini elde etmek için bir diğerini tahakkümü altına almaya ya da yok etmeye çalışır. Dolayısıyla başta varsayılan güç ve hak eşitliği uygulanamaz hale gelir. İnsanlar haklarını gerçekleştiremez hale gelir. Böyle bir durumda "yaşam vahşi, kısa, karanlık ve acılarla doludur". Siyasi bedenin kuruluşu bu noktada başlar. İnsanlar bu durumdan çıkabilmek için, kendi aralarında bir sözleş-me yaparak, en doğal hakları olan ama doğa durumunda gerçekleştiremedikleri "kendini koruma hakkını", sözleşmeyle bağlı olmayan tek bir güce devrederler. Temsiliyet bu nok-tada başlar. Devlet, uyrukların kendini koru-ma hakkını onlar adına üstlenen egemenlik aygıtıdır. Böylece devlet, ilk ve tek meşru şiddet organı olarak belirir. Bir anlamda, askeri ve polisiye güçler, devletin kullandığı ikincil araçlar değil, bizzat devletin kendisi-dir. Devletin varlık amacı güvenlik rasyona-lizasyonudur. Devlet bu şiddet meşruiyetini, uyruklarının yaşam hakkını, onlar adına koru-ma söyleminden alır. Cezalandırma mekaniz-

maları olan yasalar ise, ilk olarak, bu şiddet tekelini güvence altına almak için oluşturu-lur. Yasalar bir kez oluşturulduktan sonra, başlangıçtaki haklar, yasaların sessiz kaldığı serbestlik alanları haline gelir. Liberalizmin sorunu, özgürlüğün bir tür serbestlik olarak kadükleştirilmesidir. Uyruk bir kez sözleş-meyle kendini koruma hakkını egemen güce devrettiği için, bir daha bu hakkı geri almaya kalkışamaz. Böyle bir şey yaparsa, olası

diğer kalkışmaların önünü kesmek için onun cezalandırılması gerekir. Cezalandırmanın ikinci belirlenimi ise, bir uyruğun yaşam hakkına saldıran diğer uyrukları bastırmak içindir. Böylece hak ve yasa paradoksu ortaya çıkar. İnsanların doğal olarak sahip oldukları hak ve özgürlüğün gerçekleştirile-bilmesi için, bunların yasalarca sınırlanması gerekir. Liberal gelenekle, otoriter gele-nek arasındaki tartışma, bu sınırlamanın belirlenimiyle, bu sınırlamanın ne kadar olacağıyla ilgilidir. Ama öz olarak hak ve yasa ayrımı, her ikisinde de mevcuttur. Burada Hobbes’un karşısına Roussau ve Locke çıkar ve devlet bir kez oluştuktan sonra, bu devletin uyrukları adına üstlen-diği koruma hakkının araçlarını ve tarzını tartışmaya açarlar. Devlete hep içkin olan totaliter eğilime karşı bahsettiğimiz güçler ayrılığı ve devletin yükümlülükleri ilkesiy-le, egemenlik konseptini sürdürerek siste-mi revize ederler. Bunun koşulu, siyasetin hukuksallaşması ve denge mekanizmasına sıkışmasıdır. Soru şudur: Yasalar ve haklar arasındaki denge nasıl kurulacaktır? Fakat bu yapılırken egemenlik mantığı, yani üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki ayrılık işler haldedir. Egemenlik bir iktidar artı kodudur. Onu oluşturan güçleri içine alır, homojenleştirir ve onların temsiliyetini üst-lenir. Varsayım şudur: Tekil güçler birleşip kendi kendilerini yönetemezler. Egemenlik tekil güçlerin birleşmesinin üstüne hep bir artı-kod ekler: Temsiliyet

Egemenlik tekil

güçlerin

birleşmesinin üstüne

hep bir artı-kod ekler

Post-modern" liberalizm

de yine bu yasa ve haklar

ikileminden, egemenlik

paradigmasından, aşkınlık

alanından çıkamamıştır

8

b.) "Post-modern" liberalizm de yine bu yasa ve haklar ikileminden, egemenlik paradig-masından, aşkınlık alanından çıkamamıştır. Dolayısıyla yukarıda özetlemeye çalıştığımız noktalar liberalizmin yeni versiyonları için de geçerlidir. Yasalar karşısında haklar savunu-su yine devam eder. Fakat yeni olan öğe, kim-lik siyasetine kayarak, ister kapitalist olsun, ister komünalist, siyasetin kendisinin, maddi güçlerin örgütlenişiyle birebir bağlantılı oldu-ğunu unutmuş olmasıdır. İçi boş bir tabutla, Marksist "meta-teorinin" cenazesini kaldırır. Oysa yaşamı üreten maddi güçler, asla siya-setin alanından çıkamazlar. Antagonist öğe buradadır. Ama bu gelenek antagonizmadan vazgeçer.

II. Anarşizm’deki EğilimAnarşizm, devrimci gelenek içersinde, kendi-ni egemenlik paradigması ve devlet eleştirisi üzerinden kurmuştur. Bu onun devrimci gele-neğe, halen güncel olan en büyük katkısıdır. Bununla birlikte, klasik anarşizm iktidar iliş-kilerinin tarihsel ve toplumsal belirlenimle-rini göz ardı ederek, bu iktidar ilişkilerinin kaynağını nerdeyse doğallaştıran bir eğilimin anarşizm içinde barınmaya doğmasına yol açar. İktidar ilişkilerini özcü bir perspektifle değerlendirdiği için, "kapitalistlerin efendi-liğinden" sonra gerçekleşecek olan tahak-kümsüz dünya tasavvuruna da özcü bir bakış sirayet eder. Oysa "kendi komünal ilişkileri gibi, toplumsal ilişkileri de kendi komünal denetimlerine tabi kılınan evrensel olarak gelişmiş bireyler doğanın değil tarihin ürünü-dür." (Grundrisse, Cilt 1, s. 92, Sol yay.)Klasik anarşizm, aynı zamanda kurucu güç konseptini ve içkin siyaset anlayışını da elden yitirir. Devrimci siyaseti, devletin ve egemen-lik paradigmasının yıkılışına indirgeme eğilimi taşıdığı için, hem kapitalist sömürünün tahlili hem de "emeğin kendini değerli kılma" kav-

rayışı, onda noksan kalır. Ön tıkayıcı sorun şu şekilde özetlenebilir: Klasik anarşizm tahak-küm ve iktidar nosyonlarını özdeşleştirir. Bu yüzden de siyaseti bir yabancılaşma olarak görmekten kaçınamamıştır. Sorun sadece iktidar kavramında değil, bu iktidarın nasıl yapılandığındadır. Anti-otoriterlik söylemi, sadece negatif bir belirlenim taşır. Anti-otoriter bir perspektifte yıkıcılık, kuruculuğa evrilemez. (Kapitalist) yaşama karşı (özgür) yaşam diyebilmek için, iktidara karşı bir karşı-iktidar perspektifi geliştirmek gerek-lidir. Altını tekrar çizelim: Burada kullandı-ğımız iktidar kavramı, tahakküm ve baskı aygıtı değil, kurucu gücün kendi iktidarıdır. Kapitalizmin aşkın iktidarına karşı emeğin içkin gücüdür Kapitalizmde ya da diğer sınıf ilişkilerinde olduğu gibi bir başka güç üze-rinde aşkın bir denetim kurmak anlamında değil, kendi üzerine güç uygulamak, kendi gücünü olumlamak anlamında kullanılmakta-dır. Burada kullandığımız içkin siyaset kavra-mı, Spinozacı güç kavramına, kendi kendini düzenleme ve yönetme öz gücüne dayanan bir kavramdır. Spinozacı güç kavramı, tekil güçlerin çoğullaşarak kendilerini siyasal ola-rak ifade etmelerinden başka bir şey değildir. Böylesi bir güç kavramında, emeğin gücü-ne aşkın bir egemenlik artı-kodu bulunmaz. Kapitalizmde ve modern devletin oluşumunda olduğu gibi, bir siyasal iktidar, onu oluştu-ran güçlere aşkın hale geldiğinde tahakkü-me dönüşür. Kapitalizm bugünkü devamlılı-ğını, varolan toplumsal ilişkileri örgütleme gücünden almaya devam etmektedir. Onun bu yaşam tarzı dayatmasına karşı, emek cephesinin kendi yaşamı örgütleme tarzını geliştirmesi gereklidir. Bunun için sadece

Diyalektik bir model olan

"kendinde sınıfın", "kendisi

için sınıf olmasından" çok,

biz bugün "sınıf olmayı

reddetme" teriminin

daha öne açıcı olduğunu

düşünüyoruz

9

yıkıcı değil aynı zamanda kurucu bir perspek-tife ihtiyacımız vardır.Tüm bunlarla birlikte, anarşizm geleneği için-de umut verici yeni arayışlar serpilmektedir. Anarşist geleneğin kendi içinde, özellikle kla-sik anarşizmin özgürlük ve tahakküm anlayı-şındaki özcü ve modernist köklere kazı yapan yeni arayışlar mevcuttur. Bunları göz ardı etmek, haksızlık olur. Fakat bunlar arasında, Laclau-Mouffe çizgisine ağırlık verenler, bizce mücadelenin antagonist boyutunu unutmak-tadırlar.

III. Marksizm’deki EğilimMarx’ın ve Engels’in eserlerinde, siyaset ve genel örgütlenme perspektifi üzerine detaylı bir şekilde geliştirilmiş bir kuram bulamaya-cağımız, Marksist tartışmaların bazı tarafları için bir ön kabul sayılmıştır. Bu durumu da Marx’ın Devlet üzerine çalışmasını tamamla-yamamasına bağlarlar. Bu düşünceyi paylaş-mayanlar ise, Komünist Manifesto, Fransız Üçlemesi ve Gotha Programının Eleştirisi’ni Marx ve Engels’in siyaset üzerine yazıla-rı olarak öne çıkarırlar. Bunların arasından özellikle Fransız Üçlemesi, siyasetin sınıfsal belirlenimlerden bağımsız bir alan olmadı-ğını ve somut güçler arası bir karşılaşma olduğunu göstermesi bakımından, Marksist siyaset anlayışının temeli olmuştur. Aslında Marx, eleştirel siyaset felsefesini ve bur-juva siyasetinin dayanağı olan devlet-sivil toplum ikileminin eleştirisini ise, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde geliştirmiş-tir. Fakat bu eser, Marx’ın gençlik dönemi eseri olarak görülüp, politik anlamda pek önemsenmeden kalmıştır. Oysa pazar ideo-lojisinin işleyebilmesi için devlet-sivil toplum ikiliğinin kurulması, Marksist siyaset felse-fesi bakımından da bunun deşifrasyonu ve eleştirisi çok önemlidir. Sonuç olarak Devlet ve Dünya Pazarı başlıkları, Marx’ın projesi içinde, Grundrisse’de değinilen ama bir bütün olarak tamamlanmayan ve daha da önemlisi

gün yüzüne çıkarılmayan başlıklar olarak kal-mıştır. Bu tamamlanmamışlık, yirminci yüzyı-lın Marksist tartışmalarını belirleyen önemli bir eksen olmuştur.Tüm bunlarla birlikte bu yazıda bizi Marksizm açısından asıl ilgilendiren başlık, kapitalizm ve siyaset ilişkisi değil, komünizm ve siyaset ilişkisidir. Hem güncel hem tarihsel bakımdan siyasetin sınıf belirlenimi, asla vazgeçemeye-ceğimiz Marksist çıkış noktasıdır. Fakat son-rasında, Marksizm içinde, komünizmi, sınıfsal belirlenimin biteceği "aşama" olduğu için, siyasetin donduğu nihai bir durak gibi tasav-vur etme eğilimi kendini hissettirmiştir. Oysa ortak güçlerin kolektif bir şekilde örgütlenişi, komünizm "aşamasında" bile siyasal niteliğini asla yitirmeyecektir. Emeğin siyasal eylemi-nin burjuvaziden farkı, başka bir gücü verimli hale getirerek yönetmek ve sömürmek değil, doğrudan kendi gücünü yöneterek ve düzen-leyerek toplumsallaştırabilme kapasitesine sahip oluşudur. Bu da burjuvazinin sınıflaştır-

masına karşı, proletaryanın sınıfsızlaştırma hareketinin motorudur. Proletaryanın kendi sınırsal belirlenimini yıkabilecek tek sınıf olması, bu sınıfsızlaştırma hareketine girme-siyle bağlantılıdır. Diyalektik bir model olan "kendinde sınıfın", "kendisi için sınıf olmasın-dan" çok, biz bugün "sınıf olmayı reddetme" teriminin daha öne açıcı olduğunu düşünüyo-ruz. Bu sınıfsızlaştırma, ancak içkin bir siya-set anlayışıyla, kendi gücümüzün kolektif bir şekilde örgütlenişinin denemelerine girerek, burjuvazinin sınıflaştırma hareketine girme-yi reddederek mümkün olabilir. Kapitalizmi nihai krizine sokan bu olacaktır.Baştaki tanıma geri dönersek, komünalist siyaset, genel olarak, ortak yaşamın –ortak güçlerin, zamanın ve mekânın– kolektif bir şekilde örgütlenişidir. Bu tanımın hem poli-tik, hem de felsefi düzlemde güncellenmeye değer boyutları vardır. Politik düzlemde, ege-menlik ve devlet paradigmasından kendini koparan bir örgütlenme perspektifine ihti-yaç vardır. Bu anlamda otonomi, egemen-lik perspektifinden çıkabilmenin en gerçekçi seçeneğidir. Felsefi düzlemde ise "kurucu güç" kavrayışı, emek cephesinin maddi onto-lojisinin olmazsa olmazıdır. Yapı ve özne diya-lektiğine sıkışmadan, varlık kavrayışımızın, tekillik-çoğulluk-bütün ilişkisine bakışımızın yeniden inşa edilmesi gereklidir. "İçkin siya-set", "komünalizm" ve de "çokluk" kavramları bu noktalara yapılan müdahalelerle geliştiri-len açılımlardır.

Bizi Marksizm açısından asıl

ilgilendiren başlık, kapitalizm ve

siyaset ilişkisi değil, komünizm

ve siyaset ilişkisidir

Yapı ve özne

diyalektiğine sıkışmadan,

varlık kavrayışımızın,

tekillik-çoğulluk-bütün ilişkisine

bakışımızın yeniden inşa

edilmesi gereklidir

Eylemcan

10

Toplumsal fabrika

"Bu arada bizim için, şu aşamada kesin çizgileriyle henüz tanımlayamayacağımız ek bir perspektif açılıyor: Sermayenin, –özel sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla olan ilişkisinden farklı olarak– toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisi."1

Grundrisse’nin satır aralarında saklı kalan Marx’ın bu vurgusunu, Negri dışında genel anlamda Marksistler önemsememiş ve bu soyutlamanın üzerinde pek de düşünme-mişlerdir. Düşünüldüğünü söylesek bile, bu düşünmenin politik teoriye ve pratiğe yansı-masının yok denilecek kadar az olduğunu söy-lemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu durum, iradi olarak gözden kaçırılan bir sorunsal alan değildir. Marx’ın da vurguladığı gibi, şu aşa-mada kesin çizgileriyle henüz tanımlayama-yacağımız ek bir perspektif olan sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisinin tarihsel ve toplumsal olarak yeterince olgunlaşmadığının bir ifadesidir.Grundrisse anlaşılmadan Marx’ın güncelliği anlaşılamaz. Grundrisse, içinde bulunduğu kapitalizmin tarihsel-toplumsal koşullarının çok ötesinde bulunan, hatta günümüzü de aşan sermaye kavramının soyutlanması-dır. Türkiye solundaki yaygın kanı; Marx’ın döneminin kapitalizmin rekabetçi dönemine, emperyalizmin ise tekelci dönemine tekabül

ettiği şeklindedir. Bu kanı, Marx’ı unuttur-muş ve Marx’ın günümüzde güncellenme-sinin önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. Günümüz sınıflar mücadelesi Marx’ı çağırma-sına karşın, devrimci hareket Marx’ı unutmuş görünmekte, hatırlamak için pek de çaba sarf etmemektedir. Marksist birikimin soy-kütüğüne bakıldığında, Marksistlerin sınıflar mücadelesi karşısında tıkandığı ve gerilimler yaşadığı dönemlerde, Hegel ve Marx üzerine

yeniden düşünmeye geri dönüldüğü görüle-cektir. Günümüz sınıflar mücadelesinin geri-limleri karşısında, Marksistler, tıkanma ve kriz içindedir. Bu kriz Marksistlerin krizidir. Bu krizden çıkış, felsefeye ve Marx’a geri döne-rek kapitalizmi yeniden anlamakla sağlana-bilir. Bu teorik, entelektüel bir ihtiyaç değil, politik ve devrimci bir ihtiyaçtır. Kapitalizmin, "sermayenin, –özel sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla olan ilişkisinden

Grundrisse, içinde bulunduğu

kapitalizmin tarihsel-toplumsal

koşullarının çok ötesinde

bulunan, hatta günümüzü de

aşan sermaye kavramının

soyutlanmasıdır

Günümüz sınıflar

mücadelesinin gerilimleri

karşısında, Marksistler,

tıkanma ve kriz içindedir. Bu

kriz Marksistlerin krizidir

11

farklı olarak– toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisi" kurularak üretildiği ve yeniden üretildiği bir tarihsel dönemin tam içinden geçiyoruz. Artık "ek bir perspektif", kesin çizgileriyle çözümlenebilir ve tanımlanabilir. Marksistler, sınıflar müca-delesi karşısında, bu tıkanıklığı ve krizi "ek bir perspektif"in kuruluşu üzerinden aşabilir.

Sermaye Toplumsal Bir KavramdırSermaye, toplumsal bir ilişki ve bu ilişkiye içkin olarak toplumsal bir güçtür. Bu toplum-sal güç tarihsel ve evrenseldir. Toplumsal kavramının diliyle sermaye, bir "ilişki", "süreç", "geçiş", "akış", "döngü", "özne"dir. İlişkisel dilin soyutlanması ölçülemez. Sol, bu soyut dilin üzerinden sermaye kavramını tanımamaktadır. Oysa Marx, toplumsal dilin bu ölçülemez ilişkiselliği altında sermayenin ölçü dilini kullanmıştır. Sermayenin ölçülebi-lirliğine dayalı somut tanımları, sermayenin soyut ölçülemez tanımlarına içkin kurulur. Mantık, ilişkisel bütünlüğün rasyonelliğidir. Marx’ın uzamı budur.Marx açısından sermayenin ölçülebilirliği, bir başka deyişle sermayenin analitiği nedir? Tam burada, Hegel’in diyalektik mantığına vurgu yapıp geçmemiz gerekiyor. Marx açı-sından sermaye bir diyalektiktir. Anlaşılır olabilmesi için biraz abartılı bir ifade kullanır-sak, Kapital ve Grundrisse felsefi yapıtlardır. Analitik inceleme, ilişkisel bütünlüğe sahip bir varlığın hareket dinamiğinin açığa çıka-rılmasıdır. İlişkisel bütünlüğe sahip "serma-ye" kavramının hareket dinamiği "çelişki"dir. Çelişki sermaye kavramının dinamizmidir. Çelişki üzerinden bir çatışma varlığın eylem-selliği, kendini olumlamanın maddi ilişkisel-liğidir. Sermayenin analitiğine girdiğimizde, "olumsuzlama", "başkalaşım", "değersizleş-me", "süreksizlik", "sınırlama", "ölçü" gibi kav-ramlarla dil başkalaşır. Sermayenin analitik dili, birbiriyle sürekli çelişerek devinen bir dildir. Birbiriyle çelişerek devinen bu dil, sermayenin toplumsal tanımının dilini kurar. Sermayenin dinamiğindeki çelişki, serma-yenin kurucu gücüdür. Bu kurucu güç, kendi sınırlarıyla ve sınırlamalarıyla devinen onto-lojik bir güçtür. Toplumsal fabrika kavramı, çelişkileriyle devinen sermayenin sınıflar mücadelesine içkin toplumsallığının gelmiş olduğu tarihsel boyutu ve sermayenin top-lumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisini belirtir.İlişkisel bütünlüğü ifade eden sermayenin toplumsal dili, sermayenin analitik diline içkin-dir ve diyalektik bir bütünlüğü ifade eder. Asıl olan sermaye dolaşımıdır. Sermaye dolaşımı, üretim zamanı ve dolaşım zamanı diyalekti-

ğinin analitiğiyle kurulur. Dolaşım zamanının analitiği, gerek Grundrisse’nin gerekse Kapital I, II, III’ün önemli bir bölümünü işgal etme-sine karşın, akılda kalan Kapital I üzerinden üretim zamanıdır. Solun Marx’ı ekonomi-politik olarak Kapital I’e indirgemesinin nedeni budur. Bu durum, sermaye kavramının anlaşılma-sı açısından ciddi bir engel teşkil etmiştir. "Üretim zamanı", sermaye üretiminin meka-na indirgenmiş biçimi olan fabrika zamanıdır. Sermaye, mekana indirgendiği anda değer-sizleşir. Sermaye açısından asıl olan "üretim" kavramı, sermayenin toplumsal üretimi ve yeniden üretimidir. Sermaye üretimi, sermaye dolaşımıdır. Burada durup kısa bir açıklama yapmak gerekiyor: "Sermaye dolaşımı" kav-ramıyla "dolaşım zamanı" kavramını birbiriyle karıştırmamak gerekmektedir. Bu parantezi kapattıktan sonra, asıl olan soyutlamamıza geçebiliriz. Üretim zamanı, fabrika üzerinden

sermayenin mekansal analitik dilini, dolaşım zamanı analitiği ise sermayenin toplumsal ilişkisel dilini kurar. Sermaye dolaşımı, serma-yenin toplumsal üretimi ve yeniden üretiminin ekonomi-politiğini, sermayenin toplumsal-ilişkisel dilini soyutlar. Bu soyutlama boyutu, sermayenin uzamsal alanını açar.

Dolaşım Zamanı ve Eksik Üretim KriziÜretim zamanı, iki temel zaman öğesine bölünür: Gerekli-emek zaman ve artı-emek zaman. Artı-emek zaman, gerekli-emek zamanın koşuludur. Üretim zamanı bir emek zamanıdır. Sermaye için üretken emek, ser-maye üreten ücretli emektir. Sermaye, var olan değeri koruyan ve bu değere artı-değer katan bir emek sürecini öngörmeden üretim zamanını kurmaz ve çalıştırmaz. Bu bağlam-da, sermaye artı-emek zaman yaratan bir gerekli-emek zamana ihtiyaç duyar. Gerekli-

Toplumsal kavramının diliyle

sermaye, bir "ilişki", "süreç",

"geçiş", "akış", "döngü",

"özne"dir. İlişkisel dilin

soyutlanması ölçülemez. Sol, bu

soyut dilin üzerinden sermaye

kavramını tanımamaktadır

12

emek zaman ve artı-emek zaman diyalektiği-ni çalıştıran üretim zamanı, üretim sürecinde bulunan üretken emeğin ihtiyaçlarından daha fazla ürünü üretir. Sermayeye dayalı üretimin tözü değişim değeri üzerinden üretim oldu-ğundan, sermaye, her zaman metayı üretmiş olan işçiden başka birinin talebini varsayar. Bu bağlamda, değişim değerine dayanan sermaye üretimi toplumsaldır. Bu bağlamda bir kapitalist, üretim zamanında sömürdüğü işçiye, toplumsal ilişkide bir tüketici gözüyle bakar.Üretim zamanı, gerekli-emek zamanın artı-emek zamanı, artı-emek zamanın gerekli emek zamanı olumsuzlaması üzerinden devi-nir. Sermaye, canlı emeği cansız emeğin tahak-kümüne alarak verimlileştirir ve gerekli-emek zamanı kısaltıp artı-emek zamanın süresini uzatır. Artı-emek zaman, ürüne dönüştüğü

zaman nesnelleşmiş emek zamana dönüşür. Üründe donmuş emek zamana dönüşmeyen artı-emek zaman artı-değere dönüşemez. Bu bağlamda, gerekli-emek zaman artı-emek zamana dönüşmezse değersizleşir. Gerekli-emeğin değerlenmesi artı-emek zamandır. Artı-emek zaman, ürünle birlikte nesnelleşmiş emek zamana dönüşmez ise değersizleşir. Artı-emek zamanın değerlenmesi, ürün üze-rinden artı-değere dönüşmesidir. Artı-değer, artı-emek zamanın ürün üzerinden mülkleşti-rilmesidir. Bu bağlamda artı-değer, gerekli-emeğin mülksüzleştirilmesi, artı-emek zama-nın mülkleştirilmesidir. Ürün, değişim değeri üzerinden pazara getirildiği anda metaya dönüşür. Ürünün metaya dönüşümü, ürünün değerlenme sürecidir. Ürün, metaya dönüş-mediği zaman değersizleşir. Meta, değişim değeri üzerinden paraya dönüşmediği oranda değersizleşir. Kâr, artı-değerin değerlenmiş biçimidir. Para sermaye, üretim zamanına dönerek canlı emekle buluşamadığı sürece değersizdir. Görüldüğü gibi, her değersiz-leşme bir değerlenme, her değerlenme bir değersizleşme sürecidir. Sermayenin değer-lenme döngüsü, değersizleşme süreçlerine içkindir.Gerekli olan bu ara paragraftan sonra konu-muza tekrar dönersek, metanın değişim değeri üzerinden paraya dönüşerek serma-yeleşmesi şarttır. Bunun için, alım gücüne sahip bir tüketici kitlesi gerekir. Oysa dolaşım zamanında bir tüketici, bir müşteri olan emek,

metayı alacak alım gücüne sahip değildir. Üretim zamanı içinde yer alan gerekli-emek, dolaşım zamanının tüketimine bir sınırdır. Gerek üretim sürecinde yer alan emeğin üre-tim zamanında ihtiyaçlarından fazla üretim zorunluluğu, gerekse gerekli emeğin dolaşım zamanının tüketimine koyduğu sınır bir üretim fazlalığını ortaya koyar. Üretim tüketimi, tüke-tim üretimi olumsuzlar. Bu, bir aşırı üretim-eksik tüketim krizidir.Buraya kadar anlatılanlar, herkes tarafından bilinen doğrulardır, fakat eksiktir. Bu eksik-liğin ıskalanması, doğruların yanlış sonuçlar doğurmasına kapı aralar. Aşırı üretim-eksik tüketim, metanın kullanım değeri ve değişim değeri diyalektiğinin bir ifadesidir. Metanın değişim değeri kullanım değerinin tüketimini

İlişkisel bütünlüğe sahip

"sermaye" kavramının

hareket dinamiği "çelişki"dir.

Çelişki sermaye kavramının

dinamizmidir. Çelişki üzerinden

bir çatışma varlığın eylemselliği,

kendini olumlamanın maddi

ilişkiselliğidir

Sermayenin dinamiğindeki

çelişki, sermayenin kurucu

gücüdür. Bu kurucu güç,

kendi sınırlarıyla ve

sınırlamalarıyla devinen

ontolojik bir güçtür

13

sınırlar. Ortada olan tüketim için arza karşı talep yetersizliği değil, alım gücü yetersizliği-dir. Klasik iktisatçılar, dolaşım zamanı krizini kullanım değeri üzerinden açıklar. Marx ise, dolaşım zamanı krizini değişim değeri üze-rinden kurar.Üretim zamanı ne zaman biter ve dolaşım zamanı ne zaman başlar? Ürün metaya dönüş-tüğü anda, üretim zamanı biter ve dolaşım zamanı başlar. Ürünün satılmak için pazara getirildiği zaman, dolaşım zamanının başlan-gıcıdır. "Pazara taşıma üretim sürecine girer. Ürün, ancak pazarda bulunduğu andan başla-yarak ancak metadır, ancak dolaşımdadır."2 Bu zaman, sermaye açısından "ölüm taklası"nın atılacağı zamandır. Dolaşım zamanı, sermaye için ölüm taklasıdır. Meta, pazarda müşteriyi değil parayı bekler. Üründeki artı-değer, nes-nelleşmiş emek zaman ve fiyat, metada kâra dönüşmeyi bekler. Değişilecek olan şey, ürün-lerin kullanım değeri değil değişim değerleri-dir. Ölüm taklasının başarılması, artı-değerin kâra dönüşmesidir. Değişimde değiştirilen şey, fiyat bağlamında nesnelleşmiş emek zaman, kâr bağlamında ise artı-emek zaman-dır. Dolaşım zamanında değişim için, "artı-değer (başlangıçta değer olduğu kendiliğin-den anlaşılır) için bir artı-eşdeğer gereklidir."3 "Demek ki, kullanım-değeri olarak ötekinin tüketimiyle sınırlanmış olması gibi, değer olarak da ötekinin ürünüyle sınırlanmıştır. Burada ölçüsü özgül ürüne olan gereksinim niceliğinde, orada ise dolaşımda var olan nesnelleşmiş emeğin niceliğindedir."4 Marx açısından öne çıkarılan şey, "kullanım-değeri üzerinden ‘gereksinim niceliği’ değil, değer açısından nesnelleşmiş emeğin niceliğidir." Dolaşım zamanında, değişim için meta başka bir metayı, nesnelleşmiş emek zaman ise başka bir nesnelleşmiş emek zamanı çağırır. Para, toplumsal emek zamanın bir biçimidir. Fiyat, kâra dönüşmesi için parayı çağırır. Bu bağlamda dolaşım zamanı, üretim zamanının

değişimi için başka bir üretim zamanını zorun-lu kılar. Ortada eksik tüketim krizini aşan bir boyut vardır: Sermayeye dayalı toplumsal üretimin ve yeniden üretiminde, aşırı üretim krizi, değişim değerine dayalı eksik üre-tim krizidir. Artı-emek zaman, gerekli-emek zaman için bir ön koşuldur. Dolaşım zamanı krizi, emeğin toplumsal boyutta, ücretli emek altında sınıflaştırılamaması, sermayenin top-lumsal emeği gerekli-emek zaman altında tahakküm altına yeterince alamaması krizidir. Bu bağlamda, dolaşım zamanı analitiği, bize dolaşım zamanı üzerinden sermayenin top-lumsal dolaşımının ve tahakkümünün kapısını açar.

Sermaye Dolaşımı"Sermayenin tüm üretim süreci hem asıl dolaşım sürecini, hem de asıl üretim sürecini kapsar. Bunlar, onun hareketinin iki büyük kısmını oluşturur, bu hareket bu iki sürecin bütünü olarak kendini gösterir. Burada bir

yandan emek-zamanı vardır, öte yandan dola-şım zamanı. Hareketin bütünü, emek-zaman ile dolaşım zamanının, üretim ile dolaşımın birliği halinde kendini gösterir."5 Sermaye dolaşımının üretim ve dolaşım zamanının bir-liği olduğunu netleştirdikten sonra, ikinci bir netleştirmeye ihtiyaç vardır: "Dolaşımın kendisi üretimin bir öğesidir, çünkü sermaye ancak dolaşım yoluyla sermaye olur; üretim, ancak dolaşımın kendisi üretim sürecinin bütünü olarak ele alındığı ölçüde, dolaşımın bir öğesidir."6 Sermaye üretimini üretim zama-nı ile, sermaye dolaşımını da dolaşım zamanı ile karıştırmamak gerekir. Üretim zamanı ve dolaşım zamanı, sermaye dolaşımının veya sermaye üretiminin birer öğesidir."Dolaşım Zamanı ve Eksik Üretim Krizi" baş-lığı altında, dolaşım zamanını değerin deği-şim ilişkisi üzerinden düşünmüştük. Şimdi ise, dolaşım zamanını üretim zamanı ilişkisi üze-rinden düşünerek sermaye dolaşımına geçe-ceğiz. Bilindiği gibi üretim zamanı, gerekli ve artı-emek zaman üzerine kuruludur. Sermaye açısından temel sorun, gerekli-emek zama-nı küçültüp artı-emek zamanı büyütmektir. Üretim zamanı içerisinde emeğin verimliği yükseltilerek artı-emek zaman artırılır. Mutlak artı-değere karşı nispi artı-değerin anlamı budur. Fakat üretim zamanından bağımsız ola-rak artı-emek zamanı belirleyen başka bir fak-tör karşımıza çıkar: Dolaşım zamanı. "Dolaşım zamanı, kendi niteliği gereği, değerlenmeye engeldir (gerekli emek zamanı da kuşkusuz bir engeldir; ama bu olmadan değer ve sermaye ortadan kaybolacağına göre, aynı zamanda oluşturulan bir öğedir); artı-emek-zamanından bir indirim, ya da artı-emek-zamanına oran-la gerekli-emek-zamanında bir artıştır. Nasıl

Üretim zamanı, fabrika

üzerinden sermayenin

mekansal analitik dilini,

dolaşım zamanı analitiği

ise sermayenin toplumsal

ilişkisel dilini kurar

Dolaşım zamanı krizi, emeğin

toplumsal boyutta, ücretli emek

altında sınıflaştırılamaması,

sermayenin toplumsal emeği

gerekli-emek zaman altında

tahakküm altına yeterince

alamaması krizidir

14

canlı emek değer yaratıcısı ise, sermayenin dolaşımı da değer gerçekleştiricidir. Dolaşım zamanı, yalnızca bu değeri gerçekleştirmenin bir engelidir ve bu ölçüde de değer yaratmanın engelidir; genel olarak, üretimden kaynakla-nan bir engel değil, sermaye üretimine özgü bir engeldir."7 Bu bağlamda, üretim zamanı dolaşım zamanını belirlemez; fakat dolaşım zamanı üretim zamanını belirler. Bu belirleme, değer yaratma bağlamında bir engel değil, değer gerçekleştirmenin engeli dolayısıyla değer yaratmanın engelidir. Dolaşım zamanı uzadıkça üretim zamanında artı-emek zaman düşer, gerekli-emek zaman yükselir. Bu bağ-lamda, artı-değer miktarının kâra dönüşmesini üretim zamanı değil dolaşım zamanı belirler. Kar, dolaşım zamanının belirlediği artı-zamana bağlı artı-değerdir.Bu bağlamda sermaye, artı-emek zamanı artırabilmek için gerekli-emek zamanı azaltmayı zorunluluk olarak görüyorsa, artı-değer miktarını artı-emek zaman mik-tarıyla aynılaştırmak için dolaşım zamanının sıfırlanmasını gerekli görür. Sermaye dolaşım döngüsünü ne kadar hızlı tutarsa, o kadar sermayedir. Sermaye, gerek üretim zamanında gerekse dolaşım zamanında fazla beklememe-lidir. Üretim zamanında kalma süresini kısalt-mak için, sabit sermayenin üretken gücünü artırarak bunu üretim zamanında başarabilir. Dolaşım zamanında kalma süresini kısaltmak

için ise, toplumsal ilişkinin tüm boyutlarını sabit sermayeye ve bu bağlamda sermayenin toplumsal üretici gücüne dönüştürerek ger-çekleştirir. Kapı, dolaşım çemberinin yatay ve dikey olarak genişlemesine ve derinleşmesine açılır. "Mutlak artı-değerin sermaye yoluyla –daha çok nesneleşmiş emek– yaratılması, dolaşım çemberinin genişlemesine ve sürekli genişlemesine bağlıdır. Bir noktada yaratılan artı-değer, başka bir noktada, karşılığında değişildiği artı-değerin yaratılmasını gerek-tirir… Bu yüzden sermayeye dayalı üretimin bir koşulu, çember ister doğrudan genişlesin, ister üretim noktaları olarak aynı çemberde daha çok nokta yaratılsın, sürekli genişleyen bir dolaşım çemberinin üretilmesidir. Dolaşım önce verilmiş büyüklük olarak bulunduğu halde, burada hareketli ve üretim yoluyla kendi ken-dini genişleten durumdadır. Ardından, kendisi üretimin bir öğesi olarak ortaya çıkar. Bundan dolayı sermaye nasıl bir yandan sürekli daha çok artı-emek yaratma eğilimi gösteriyorsa, tamamlayıcı eğilim de daha çok nokta yaratma yolundadır; yani burada mutlak artı-değer ya da artı-emek açısından bakıldığında, tamam-layıcı olarak daha çok artı-emeği kendine katmak ister; aslında bu, sermayeye dayalı üretimi ya da ona uygun düşen üretim tarzını yayma eğilimidir. Dünya pazarı yaratma eğilimi sermaye kavramının içinde verili olarak doğ-rudan vardır… Öte yandan, göreli artı değer üretimi, yani üretken güçlerin çoğalmasına ve gelişmesine dayalı artı değer üretimi tüketimin üretimini gerektirir; daha önce üretici çember için olduğu gibi, dolaşım içinde tüketim çem-berinin genişlemesini gerektirir. Birincisi var olan tüketimin nicel genişlemesi; ikincisi var olan gereksinimlerin daha geniş bir çerçeveye yayılmasıyla yeni gereksinmelerin yaratılması; üçüncüsü, yeni gereksinmelerin üretilmesi, yeni kullanım-değerlerinin keşfi ve yaratılması. Başka bir deyişle, bu, kazanılmış artı-emeğin yalnızca nicel bir fazlalık olarak kalmaması

aynı zamanda emeğin nitel farklarının çevresi-ni (ve dolayısıyla artı-emeği) sürekli büyütmek, böylece daha çok çeşitlendirmek ve kendi içinde farklılaştırmaktır."8 Sermayenin toplum-sal boyuttaki bu yayılımı ve yoğunlaşması ile, biçimsel tahakkümden sermayenin gerçek tahakkümüne, gerçek tahakkümden serma-yenin toplumsal üretimin yeniden üretiminin ağsal network’üne geçilir. Sermaye, üretken güçlerin gelişmesini, gereksinmelerin geniş-lemesini, üretimin çok yanlı olmasını, doğal ve zihinsel güçlerin üretiminin çeşitliliğini ve işletilmesini sağlayarak, bu güçleri toplumsal artı-değerin üretilmesi için üretici güce dönüş-türür. Bu boyutla birlikte maddi üretimin genel temeli, genel değişimin kendisi haline, dünya pazarı haline ve böylece bu pazarı meydana getiren etkinliklerin, ilişkilerin, gereksinmele-rin bütünü haline gelir. "Sermaye, en yüksek gelişmesine, toplumsal üretim sürecinin genel koşulları, toplumsal gelirden yapılan kesinti-den, devletin vergilerinden değil… sermaye olarak sermayeden ödendiği zaman ulaşır."9 İçinde bulunduğumuz zaman bu zamandır. Keynesçilikten neo-liberalizme, emperyalizm-den imparatorluğa geçiş bunun ifadesidir. Toplumsal fabrika, toplumsal ilişkilerin üreti-minin ve yeniden üretiminin biyo-politik üreti-midir. Sermaye, biyo-politik üretimdir.

1 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 262 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 1163 Karl Marx, Grundrisse cilt I, Sol yay. 1999, s: 3064 Karl Marx, Grundrisse cilt I, Sol yay. 1999, s: 307-85 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 1026 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 157 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 348 Karl Marx, Grundrisse cilt I, Sol yay. 1999, s: 308-99 Karl Marx, Grundrisse cilt II, Sol yay. 2003, s: 25

Kâr, dolaşım zamanının

belirlediği artı-zamana

bağlı artı-değerdir

Toplumsal fabrika,

toplumsal ilişkilerin

üretiminin ve yeniden

üretiminin biyo-politik

üretimidir. Sermaye,

biyo-politik üretimdir

Cengiz İNAN

15

"Belli bir dönemin iktidar sahipleri, daha önceki bütün galiplerin mirasçılarıdırlar."1

Erdemin, başka bir deyişle gücün, varlığın özü olduğu soyutlamasını Spinoza’ya borçluyuz. İnsan kendi doğasının işleyişi uyarınca ken-dini korumaya çalıştığı oranda güç sahibidir. Ortak olanın gücü buradan gelir. Akıl-beden, özel-kamusal, sivil toplum-devlet, zorunluluk-özgürlük ikiliğine dayalı Batı metafiziği geleneğinde bu güç iktidarla sınırlanmıştır. Varlığın gücünü güçsüzlükte eşitleyerek aşkın olana devretmesi aynı zamanda köleliği üre-tir. Aşkın olan iktidar, keder, ölüm, korku ve şiddet yoluyla oluştan varlık olma savaşına girişir. İçkin olan güç ise neşe ve hayattır; Nietzsche’nin deyişiyle "öfkeyle değil, gül-meyle öldürür."Varlığı özneden hareketle ele alan Batı meta-fiziğinde dostluk-düşmanlık karşıtlığı ya da müzakeresi (diyalektiği) devletin ruhu olan yasalarla sabittir. Siyaset felsefesinde poli-tik olan, eşitlik ve özdeşlik üzerinde, daha doğrusu, çoğu zaman dostluk olarak tercüme edilen philia üzerinde temellenir. Politik bağ, eşitleri ve neredeyse kardeş olanları birbirine bağlar.2 Aristotoles açısından dostluk siyasi bir ittifakın soyutlamasıdır. Dostluk, devle-tin yurttaşlarının iyi kavramını paylaşmasını

gerekli kılar. Aynı bakış açısına sahip birey-ler olarak toplumsal uzlaşmayı sağlamış iyi insanlar hem kendileri hem de birbirileriyle uyum içindedirler. Kamusal alanda iyi insan, diğer yurttaşlarla ortak bir bağlılığı ve sitenin iyiliği amacını paylaşan kişi olarak tanımlanır. Ancak çıkarları, sitedeki iyi insanların çıkar-larıyla çatışanlar (kadınlar, işçiler ve köleler) yurttaşlığa iye değildir.Aristo, soyluların ve yüksek devlet memurla-rının ellerindeki imkânlardan daha fazlasını elde etmek istediklerinde kendi sınıflarının ayaklanma yöntemi olarak komploya başvur-duklarını; bununla birlikte yurttaş olmayan kölelerin (emekçiler, kadınlar ve çocuklar) ise eşitsizlik karşısında isyan pratiğiyle hareket ettiklerini belirtir. Aristo, mülkiyetin güven-cesi, devletin birliği için, komploların ve iç kavgaların önüne geçecek dostluk kavramını ileri sürerken ortak iyiyi devletin bekası altın-da akıl dolayımıyla güvenceye alır.3

İyilik, dostluk, yurttaşlık, cumhuriyet kavram-larını demistifiye eden Machiavelli ise, düş-manlıkların yaşanmadığı bir cumhuriyetin ve siyasetin mümkün olmayacağından hareketle, gizli komplo gruplarının yer almadığı, ortak gönenci temel alan bir cumhuriyet modelinin yönetim aklını analiz eder.4 Ona göre güçlü bir cumhuriyetin olması için çatışmaların bir grubun ötekini saf dışı etmeye çalıştığı iç

savaşlara dönüşmemesi gerekir. Machiavelli, öncüllerinden farklı olarak siyaset aklının yeniden kuruluşunu, hiçbir sözleşme kuramı-na başvurmadan, ahlak ve hukuktan ziyade güç ile tanımlar: "Doğanın dünyadaki nesne-lerin hareketsiz kalmasına izin vermemesi ve bunların mükemmeliyete erişip daha fazla yükselemeyince inişe geçmek zorunda kal-maları gibi ülkeler de, pek çok kez, yaptıkları değişiklikler nedeniyle düzenden düzensizli-ğe ve sonra yeniden düzensizlikten düzene geçmişlerdir."5 Machiavelli, devlet biçimlerin-den daha ziyade devleti muhafaza eden veya edebilecek yasaları ifşa etmekle, yönetim aklının işleyişini gözler önüne serer. Ona göre egemenler katında politik güç komplo ile kazanılır ve karşı komplo ile korunur. Prense öğütler aslında bütün aşkın göndermelerin altını oyar ve siyaseti tekrardan antago-

Antagonizma,

demokrasi-

faşizm, ilericilik-

gericilik kavram ve

mücadelelerini aşan

bir yerden, ancak anti-

kapitalist eksende

bir mücadeleyle

mümkündür

Demokrasi ve komünizm,

araç-amaç ikiliğinin ötesinde

emeğin otonom gücüyle

yaşam bulur

Devlet aklının yeniden kuruluşu üzerine

16

nist güçlerin çatışma alanıyla ilişkilendirir. Machiavelli, sanıldığının aksine yönetenlerin zaten bildiklerinin vakanüvisliğini yapmamış-tır. O, tam da geleceğe yazarak tam bir libe-ralizm eleştirisi ortaya koyar.Aynı minvalde yürüyen Spinoza ise, devlet meselelerinde yönetenlerin savaş zaman-larında düşmana yaptıkları gibi yurttaşları tuzağa düşürdüklerine dikkat çeker. Gizlilik, komplo ve sükûneti, yönetenlerin olmazsa olmazı olarak gösteren Spinoza, barışı da basitçe savaşın olmayışından daha ziyade korku salınmış uyrukların dirlik ve düzeni olarak tanımlar."6

Michel Foucault da, Clausewitz’in ünlü deyi-şini tersine çevirerek "siyaset, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir" önermesinde bulunduğunda, siyasetin aşkınlaştırılıp, sava-şın devletleştirildiği aşkın modellerin diyalek-tik işleyişini ele alır.7 Diyalektik işleyişi temel alan liberal felsefe ve modern siyasal pratik, bizzat siyasetin temelini oluşturan antagoniz-ma tanımını hasıraltı eder ve onu çelişkilerin sönümlendiği diyalektik uğraklara (hukuk, siyasal demokrasi, parlamento, toplumsal sözleşme) hapseder.Bugün araç-amaç ikiliğine veya talep siyaseti-ne sıkıştırılan demokrasi, cumhuriyet, özgür-lük vb. kavramlar gelişigüzel kullanıldığında teorik sığlığın da ötesinde siyasetin temelini oluşturan antagonizmanın ekseni ıskalan-maktadır. Siyasal olan ve siyaset yapmanın kaidesi, temsili, aşkın, nötr olarak addedilen alanlara (sivil toplum, parlamento, devlet) sıkıştırılarak sınıfsal çelişkiler iki rakip takımın mücadelesine ve karşılıklı diyalektik muhale-

fete indirgeniyor. "At izinin it izine" fena halde karıştırıldığı bir süreçte, Marx’ın tarihin tek haklı savaşı olarak değerlendirdiği emek ve sermaye savaşını, sermayenin, devletlerin ve temsiliyetlerin oyun alanından çekip çıkar-mak, siyasal olanı yeniden toplumsal müca-deleye içkin kılmak, sınıf antagonizmasını ve çatışmayı özgürleştirmek durumundayız. Sermayenin karşısında ve ötesinde bir güç olarak emeğin kendi krizi ise onun özgürlüğü, çatışmayı özgürleştirmesidir. Antagonizma; demokrasi-faşizm, ilericilik-gericilik kavram ve mücadelelerini aşan bir yerden ancak anti-kapitalist eksende bir mücadeleyle müm-kündür. Demokrasi ve komünizm araç-amaç ikiliğinin ötesinde emeğin otonom gücüyle yaşam bulur.

İmparatorlukların Mirasçısı: Osmanlı ve Jön TürklerYönetenlerin yazılı yazısız yasalarını hayata geçirmeleri, bu mirası aktarmaları iktidar tarihi açısından elzemdir. Söz konusu mirasın ağırlığı bazen güçsüzleştirir öznesini, bazen de öznenin kendini var etme yoludur bu. Tarih kitaplarından Shakespeare’in temel yapıtlarına kadar sirayet etmiş Bizans-Roma oyunlarının öyküsü bir şekilde kulaklarımıza çalınmıştır. Osmanlı yöneticilerinin Bizans’a öykünmelerini ve Roma mirasçısı olduklarını hatırladığımızda, bilgi kirliliğinin yaşandığı son güncel gelişmeleri anlamak açısından işimiz daha da kolaylaşır. Nazım’ın deyişiy-le "kardeşkanıyla abdest alanların" yazılı, yazısız yasa ve mirasları, yönetenlerin ve devlet aklının bilinçaltında varlığını korumak-tadır. Hafıza-i beşerin nisyan ile malul olduğu

Devlet gelenekleri ve siyaset

aklının oluşturulmasında

egemenlere kalan miraslardan

biri rakip unsurları çatıştırma,

diğeri ise gerektiğinde işbirliğine

gittiklerini kurban olarak

sunmaktır

"Kardeşkanıyla abdest

alanların" yazılı, yazısız yasa ve

mirasları, yönetenlerin ve devlet

aklının bilinçaltında varlığını

korumaktadır

17

bir ülkede yaşadığımız için konumuz tasfiye-ler ve karşı-tasfiyeler olduğunda, Osmanlı saray geleneğinden İttihat Terakki’ye, Topal Osman’lardan Veli Küçük’lere uzanan kar-şılıklı tasfiye süreçlerinin hiç bitmediğini ve bitmeyeceğini görürüz. Nitekim egemenlerin yönetim tarihinin ve siyaset aklının komplolar ve karşı komplolardan meydana geldiği dev-rimciler açısından aşikâr olmalıdır.Peki 1908 devrimden tam yüzyıl sonra, Türkiye’de bugün devlet erkânında yaşanan dönüşümler, emek cephesi açısından ne anlam ifade eder? 1908 devrimiyle karşılaş-tırıldığında devlet erkânında yaşanan geliş-me ve dönüşümlerin dinamikleri nelerdir? Bu dinamiklerin "dışarısı" veya "içerisi"nin öğeleriyle ilişkisi hangi boyuttadır? 1908 ve daha öncesinde Tanzimat Fermanı ve onun hazırlayıcısı II. Mahmut ile yaşanan değişim sürecinin dinamikleri hep yabancı devletlerin dayatmasıyla okuna geldi. Bu çözümlemelerin gerçeklik payı olmakla birlikte İmparatorluğun kendi dinamiklerinin önemi yadsınamaz.I. Bunalım dönemine tekabül eden 1908 dünyasının koşullarıyla karşılaştırıldığında bugün yaşamakta olduğumuz dönüşümün ayırt edici dinamiklerini değerlendirmek de mümkündür. I. Bunalım döneminde egemen-ler katında sermaye, ulus-devletler altında feodal, monarşik egemenlikleri dönüşüme uğratarak, siyasal alanı parlamento, güçler ayrılığı ve anayasa altında yeniden tanımlı-yordu. Balkanlardan Ortadoğu’ya ulus fikriyle çatırdayan Osmanlı’nın önünde tek seçenek

vardı: Ya değişime direnerek yok olmayı göze alacaklardı ya da devleti ayakta tuta-cak yeni dinamiklerin siyasetini örgütleye-ceklerdi. 1908, bu içkin kuruluşun sancılarını taşıyordu.Fakat 1908 devrimine gelene kadar, Osmanlı hanedanlık yapısından modern kapitalist dev-letin kuruluşuna uzanan süreci, biraz ansik-lopedik bilgilerle de olsa hatırlamak, bugünü anlamak ve karşılaştırmalar yapmak açısın-dan ön açıcı olacaktır: Osmanlı devlet gelene-ğinin yazılı yazısız ceberut kanunlarına karşı cepheden ilk savaşı II. Mahmut ile başlatmak mümkündür. Bunu aynı zamanda Osmanlı yönetiminin modern anlamda ilk devletleşme ve burjuvalaşma çabaları arasında sayabili-riz. II. Mahmut’un kardeş katlinin önüne geç-mesi, savaşlarda ganimet toplayarak ulema sınıfıyla birlikte devleti fiilen yöneten Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye etmesi, ayanları yeniden denetim altına alması, devletin yeniden mer-kezileşmesinde önemli adımlardı. Kuşkusuz tüm bunların fikir mimarı ve taşıyıcısı III.

Selim’dir. III. Selim’in Nizam-ı Cedit’i kurup yeniçeri ocağını tasfiye etme isteği boğula-rak öldürüldüğü hazin bir sonla biterken, II. Mahmut ve ardıllarına son derece cesaret verici bir miras bırakıyordu. Bu anlamda 1908’in köklerini Fransız, Rus veya Japon burjuva devrimlerinin dinamiklerinden daha çok kendi tarihimizde bulmak mümkündür. II. Mahmut kendi tarihimizin ilk aydınlanma-cı despotu; bizim tarihimizin Cromwell’idir. Burjuva devrimlerinin katalizörü haline gelen sultan Mahmut 1908’in yol açıcısıydı.

Sezarizmin bizi ilgilendiren yönü

egemenlik biçiminde bir geçişe

işaret etmesidir

"Düşmanımın

düşmanı dostumdur"

anlayışıyla hareket

edildiğinde

Ergenekon veya

AKP gibi ikilemlere

saplanılması

kaçınılmazdır

18

Dolayısıyla devlet erkânında yaşanan kumpas ve tasfiyelerin beraberinde egemenlik biçi-minde değişiklikleri hazırladığını söyleyebili-riz. Devlet gelenekleri ve siyaset aklının oluş-turulmasında egemenlere kalan miraslardan en önemli iki tanesi şöyledir: Birincisi, rakip unsurları çatıştırma ve (II. Mahmut örne-ğinde ayan ve yeniçerilerin çatıştırılması) kendi otoritesini sağlamlaştırmadır. İkincisi, otoriteyi ikame ettirmek adına gerektiğinde işbirliğine gittiklerini kurban olarak (Rusçuk ayanı Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın ölümü) sunmaktır. Bu iki "görünmez" yasa-nın hala güncelliğini koruduğunu söylemek mümkündür.Eğer her tasfiye devletin yeniden yapılan-masına işaret ediyorsa o zaman bu, aynı zamanda emek ve sermaye arasındaki anta-gonizmanın çok daha dolayımsız olması anla-mına gelir. Hükümetin toprak sahiplerinden kapitalistlere geçtiği 1830 devriminin akabin-de antagonizmanın dolaysız bir hal aldığını belirten Marx, bu "ileri adım"ı devlet gücünün saf baskıcı niteliğinin daha çıplak niteliğini gitgide daha baskıcı bir şekilde ortaya koy-ması olarak yorumluyordu.8

Bu noktada, Gramsci’nin bir egemenlik biçi-minden başka bir egemenlik biçimine geçiş şeklinde tarihsel bir evrenin belirtisi olarak başvurduğu Sezarizm kavramsallaştırması, günceli çözümlememiz açısından anlamlıdır. Sezarizmin bizi ilgilendiren yönü egemen-lik biçiminde bir geçişe işaret etmesidir. Gramsci, çatışan kuvvetlerin mücadelelerinin

devam etmesi halinde birbirlerini yok ede-cekleri bir denge noktasından bahsederek, bir uzlaşmacının çıkmasıyla dengenin korun-duğunu belirtir.9 Ancak Gramsci, Sezarizmi salt bir denge unsuru olarak yorumlamanın yanlışlığına dikkat çekerek, Bonapartizm ile birlikte anılan Sezarizm çözümlemesini, II. Dünya savaşı arifesinde, I. Bunalım evre-sinden II. Bunalıma geçişin temel özellikleri ışığında yeniden değerlendirir.Bu bakımdan çağdaş Sezarizm kavram-sallaştırması öncelikle, askeri, temsili bir figürün ötesinde devletin sınıflardan göre-ce bağımsızlığının sona erdiği gerçeğinden hareketle değerlendirilmelidir. İkinci olarak çağdaş Sezarizm, parlamenter sistem içer-sinde muhafazakâr, liberal, milliyetçi, sos-yal demokrat öğelerin rızasıyla oluşabilir. Üçüncü ayırt edici özelliği askeri güçlerden daha ziyade siyasal parti, sendika ve hatta

basının polis güçlerine dönüştüğü polis örgüt-lenmeleri ve uzantılarına dayanmasıdır. AKP hükümette kalmasını, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi ve sonrasıyla bu üç temel belirleyici öğeyi arkasına almasına borçludur. Sonuçta "Allah’ın suyunu" bile satma pervasızlığını gösteren bu iktidarın varlığı sermayeleşme-miş tek bir toplumsal hücreye yaşam hakkının tanınmamasına bağlıdır.

1908 Mirası: Abdülhamid/İttihat ve TerakkiTarihe Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak geçen II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağını tasfi-yesini son bir yılda yaşananlarla kıyaslamak istersek, gelişmelerin Vaka-i Hayriye’nin çok gerisinde kaldığını söyleyebiliriz. Ergenekon operasyonuyla birlikte yaşanan gelişmeleri "ordunun" bütünlüklü ve radikal bir tasfi-yesi olarak nitelendiremeyiz. Kuşkusuz bu durumdan kendine vazife çıkaran "demokrasi şampiyonları", süreci hayırlı olarak nitelendir-mektedir10. Ancak Ergenekon’u ciddiye almak devleti ciddiye almamaktır. Devletin kendisi, egemenler katında yaşanan komplo ve karşı komplolar her zaman derindir. Bir başka deyişle bir şiddet makinesi olarak devlet ve hukuk kurumları da dâhil olmak üzere devle-tin varlık nedeni "derin" ve "gizli"dir."Düşmanımın düşmanı dostumdur" anlayışıyla hareket edildiğinde Ergenekon veya AKP gibi ikilemlere saplanılması kaçınılmazdır ve her iki gücün ardında yaşanan itkileri önemsiz-leştirme veya yok saymayı beraberinde getir-mektedir. Sonuçta, Ergenekon operasyonları

II. Mahmut’un

Yeniçeri Ocağı’nı

tasfiyesini son bir

yılda yaşananlarla

kıyaslamak istersek,

gelişmelerin Vaka-i

Hayriye’nin çok

gerisinde kaldığını

söyleyebiliriz

Adına ne dersek diyelim bu

örgütlenmelerin sistemin

işleyişi açısından bir

"üretim hatası" olarak

yansıtıldığı bir uğraktayız

19

bir tasfiye olmakla birlikte asıl olarak emper-yal dönüşüm projesinin bir parçasıdır. IV. Bunalım döneminin temel özellikleri uyarınca ulus-devletlerin işleyiş şeklinin, poliarşik itki-lerle yeniden yapılanması sürecidir.Bir simge olarak AKP ve II. Cumhuriyet çizgi-si, postmodern biçimde, II. Abdülhamid siya-setinin takipçisidir. Modernist reformların taşıyıcısı sultanlardan biri olan Abdülhamid siyasetini öne çıkarmamızdaki sebep ise, kendi dönemiyle birlikte devlet geleneğimizde siyasal aklın ciddi çatışmalarla değişime tabi tutulmaya başlamış olması ve bu yönde ilk adımların atılmasıdır.Bu durumda Ergenekon operasyonu adı altın-da tutuklanan paşaların Enver Paşa ve İttihatçı ruhunun sadık bekçileri olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. İttihatçı gelenek açısından, yok olmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni-den diriltmenin ve devletin selametinin belir-leyici olduğunu hatırlarsak, Ergenekoncuların hangi itkilerle hareket ettiğini ve yıkılmakta olan I. Cumhuriyetin varisliğine soyunmala-rında şaşılacak bir yan olmadığını rahatlıkla görebiliriz. II. Abdülhamid siyasetinin temel özellikleri ve bugünle bağlantıları şöyle sıra-lanabilir:1) Abdülhamid Yavuz Sultan Selim’den sonra yeniden ve farklı bir boyutta İslam’ı bir devlet politikasına dönüştürmeye çalışarak toplumsal seferberlik ilan etmeye çalışmış-tı. Bu uğraşında "iman ve halife aşkının önüne geçmesinden" yakındığı milliyetçiliği kendisi açısından tehlike olarak görüyordu. Jön Türklerin köklerini bu yüzden dışarıda gösterdi.

2) Abdülhamid, Kürt seçkinleriyle ve diğer devletlerle işbirliği ve denge politikalarının mimarıydı. II. Abdülhamid devletin yeni-den yapılanmasında özellikle eğitim (Aşiret Mektepleri yoluyla Kürtler ve Araplar Osmanlı’ya yeniden kazandırılmaya çalışılmış-tı) ve askeri alanlarda çok önemli reformların altına imza atarken aynı zamanda Tanzimat rüzgârıyla ülkede esen özgürlük seslerinden de her daim tedirgin olmuştu. Meşrutiyet ilanlarının ne kadar sancılı geçtiği hatırlandı-ğında Abdülhamid’in statükoculuğu ve doğu politikasındaki tedirginliği ortadadır. AKP, Kürt siyasetinde izlediği yol ve Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki emperyal dönüşüm açısından "bir adım ileri iki adım geri" gitme-siyle tarihin ironisini tekerrür ettirmektedir.

Bu iki özelliğin ortak paydası Ortadoğu poli-tikasında görülmektedir. AKP’nin bugün Barzani-Talabani çizgisini bir yönüyle İran’a karşı tampon olarak desteklemesi, vaktiy-le Abdülhamid’in Nakşi Şeyhi Ubeydullah’ı İran’a yönelik Kürt ayaklanmasında destek-lemesiyle örtüşmektedir. AKP, Türkiye’deki Kürt siyaseti açısından Abdülhamid’in mer-keze çekme ve gönül kazanma siyasetini harfiyen uygulamaktadır.Bugün II. Cumhuriyetin siyaset aklı "aşırı mil-liyetçiliği", "dış unsurların tetiklemesi" masa-lıyla yorumlarken yeniden ve farklı bir milli-yetçilik yolu açmaktadır. Fransız Devrimi’ni eksen alan I. Cumhuriyet’te, ancak Türklüğün kabulü temelinde yurttaşlık mümkündü. II. Cumhuriyet sermayeleşmemiş bütün toplum-sallıkların düşman kabul edilmesi anlamında, Amerikan tarzı postmodern milliyetçiliği temel almaktadır. Farklı etnisitelerin aynı potada eridiği ve çok ırklı emek piyasası içersinde emek-gücüne dönüştürülerek, sermayeleş-miş toplumsal üretim ilişkilerinde yeniden üretilen, ırksız ırkçılık olarak da anılan bu yeni milliyetçilik anlayışına göre "evrensel piyasa işleyişini" aksatan her türlü unsur milli çıkar-lar açısından tehlike olarak okunur. Kapitalist dünya ekonomisinin amentüsü olan WASP (beyaz, anglo-sakson, Protestan) günümüzde biyo-iktidarlaşarak özneler üzerinden yeniden üretilmektedir. Sözgelimi ücretli emeğin sınıf-sal çıkarı gereği kendisine karşı bir tehdit ola-rak algıladığı göçmenler toplumsal fabrikada milliyetçiliği yeniden üreterek "iş talebiyle" ulus tanımı üzerinden ulus-devleti de yeniden üretirler.

Ergenekon

operasyonları,

ulus-devletin

emperyal dönüşüm

projesinin bir parçası

olarak yeniden

yapılanması sürecidir

Vaka-i Hayriye ile

karşılaştırıldığında daha

kansız, pasif bir geçiş

süreci söz konusudur. Ordu

bu aşamada Osmanlı devlet

geleneklerinin görünmez

yasaları uyarınca hareket

etmektedir

20

Aklın devletleştirilmesi uyarınca hareket eden I. Cumhuriyet’in uzantıları "siyasal İslam ve Kürtleri" kurucu öğe olarak kabul etmedi. Cemaat ve diğer etnik kimlikler kar-şısında vatandaş olarak Türklük savunul-malıydı. Emeğin sermayenin boyunduruğu altına alınmasında başat söylem vatandaşlık temelli milliyetçilikti. II. Cumhuriyet ise dev-letin akılcılaştırılmasını kendine temel alıyor. Devletin akılcılaştırılmasından kastımız ser-maye önündeki tüm engellerin düzlenmesi, yasalarla yeniden yapılanması ve ücretli eme-ğin tüm toplumsal katmanlara dayatılmasıdır. Dolayısıyla bütün etnik ve dini dolayımlar ortadan kaldırılarak emeğin sermayeye doğ-rudan boyunduruğu demokrasi söylemiyle güvenceye alınmaktadır.Marx, burjuvazinin, kitleler muhafazakâr kal-dıkları sürece onların aptallığından, devrimci-leşir devrimcileşmez öngörülerinden korkma-ya mahkûm olduğunu belirtir.11 II. Cumhuriyet çizgisi bu dönemde tam da Marx’ı doğrulayan adımlar atarak "demokrasi" mitingleriyle "bilinç yükseltmiş", I. Cumhuriyet çizgisinin "karşı-komplosu"nu boşa çıkarmıştır.3) Abdülhamid içerde polis teşkilatını alabil-diğine palazlandıran ve onu sistematik bir şekilde yeniden yapılandıran düzenlemelere gidiyordu. II. Cumhuriyet’in doğum sancıları içersinde polis ve askeriyenin modernizas-yonu aracılığıyla ordu ve polisin bölge ve küresel askeri operasyonlar dahilinde yeni-den yapılandığına tanık oluyoruz. Erdoğan’ın "askerlik yan gelip yatma yeri değildir" söz-

leri poliarşik yönetimin gereklerinin dikkate alındığının göstergesidir. Tıpkı zamanında Kapıkulu ve Yeniçeri Ocağı’nda askerlik yap-madığı veya savaşa gitmediği halde maaş alanların yeni ordu denemeleriyle tasfiye edilmesi gibi, bu süreçte yaşanan gerilimler de ordunun "hareket kabiliyetini" artırmaya yöneliktir. Vaka-i Hayriye ile karşılaştırıldı-ğında daha kansız, pasif bir geçiş süreci söz konusudur. Ordu bu aşamada Osmanlı devlet geleneklerinin görünmez yasaları uyarınca hareket etmektedir. Kendisini kurtarmak için taraftarlar "ipe verilmektedir."Ancak tüm bunlar bize özgü iç gerilimler olmanın ötesinde günümüzdeki ulusal ordu-ların işleyişinden ve geçirdiği değişimlerden ayrı değerlendirilemez. Ulus devlet ordula-rı IV. Bunalım dönemiyle birlikte emperyal müdahalelerde polis güçlerine dönüşmüştür.

1994 yılında başlatılan NATO’nun Akdeniz Ülkeleriyle Diyalog projesi, bölgedeki Arap ordularının (Kuveyt, Mısır, Ürdün) polis güç-lerine dönüştürülmesinin ilk adımını oluşturu-yordu. 2004 NATO İstanbul Ortaklık Girişimi ve sonrasındaki Brüksel toplantılarında Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletlerinin ordularına biçilen görev ve misyonlar gereği birlikte hareket etme, aksi takdirde "Haydut dev-let" tanımlamasına dahil edilme kaçınılmaz kılınıyordu.12

Bu doğrultuda bugüne kadar Türkiye, Irak politikasında, imparatorluğun monarşisi ABD ile aristokrasi arasındaki gerilimlerden fay-dalanarak kendince bir ulusal politika izliyor-du. Ancak gelinen noktada Irak konusunda imparatorluğun saikleri üzerinde mutabakat-la birlikte Türkiye, hesaplarını da yeniden değerlendirmeye itildi. Aslında bu süreç AKP hükümetiyle girişilen Irak operasyonlarından çok daha önce kısmen başlatılmıştı. Türkiye bu süreçte Kuzey Irak politikasında şu deği-şikliklere yöneldi:Ecevit 1995 yılında Bölgesel Güvenlik Planı adlı on iki maddeden oluşan ve Irak’ın bütünlüğüne kavuşmasını, uluslararası yap-tırımların kaldırılmasını, "Provide Comfort" Operasyonu sona erdirilerek bunun yerini Türk ve Amerikan birliklerinin almasını öngö-ren bir plan açıklamıştı. Ecevit bu planında PKK’nın faaliyetlerinin engellenmesi amacıyla ABD’den erken uyarı sistemleri kurulmasını istiyor ve Irak ile ABD ve İsrail arasında barış sağlanması gerektiğini vurguluyordu.

Ulus devlet

orduları

IV. Bunalım

dönemiyle

birlikte emperyal

müdahalelerde

polis güçlerine

dönüşmüştür

AKP, Türkiye’deki Kürt siyaseti

açısından Abdülhamid’in

merkeze çekme ve gönül

kazanma siyasetini harfiyen

uygulamaktadır

21

Ecevit bu planla birkaç hedef gözetmekteydi: Birincisi, Bağdat’la anlaşarak PKK sorunundan kurtulmak; ikincisi, Irak içinde Güvenlik Şeridi kurmak; üçüncüsü, Bağdat ve Tel Aviv ara-sında barış yapılmasına aracı olarak ABD’nin memnuniyetini kazanmak; dördüncüsü, bu plandan İran ve Suriye’yi dışlayarak iki ülke-nin kuşatılması hedefine ulaşmak.13 ABD’nin ikinci kez Irak’a müdahalesiyle birlikte bu hedeflerin bir kısmı büyük ölçüde değişime uğradı veya tamamen imkânsızlaştı.İngiltere Dışişleri Bakanı Michael Wright "milliyetçi hareketlerin desteklenmesinin komünizme karşı bir araç olabileceğine inan-dığını... Ortadoğu’daki milliyetçiliği dost bir güç halinde yönlendirmenin zorunlu olduğu-nu" dile getirirken Arap ve Türk milliyetçiliğini

kast ediyordu.14

Tüm bu dengeler artık değişmiştir. Bölge özelinde İran’da, Musul bölgesinde olduğu gibi "yeni" milliyetçilikler hortlatılmaktadır. Türkiye egemenlik sınırları içersinde düşün-düğü Musul bağlamında, emperyal düşlerini gerilerde bırakmak durumundadır. I. Dünya Savaşı’ndan bu yana emperyalist güçlerce devlet eliyle geliştirilen bölgesel milliyetçi-likler ve ordu örgütlenmeleri hizaya çekil-mektedir. Ecevit ve o zamanki devlet aklının Saddamsız bir Irak ve Kürtlerin devletleşme-sine tepkisi bu temeldeydi: 1995 yılında "Irak ile olan sınırlarımız petrol hattıdır, Türkiye’nin sınırları petrolün bittiği yerde başlar. Bu sınırlar jeologlar tarafından çizilmiştir, bun-lar Misak-ı Milli’nin sınırları değildir. Musul Lozan Anlaşmasıyla Irak’a bırakılmamıştır, hala Türkiye’nin sayılmaktadır" şeklinde demeçler veren Süleyman Demirel’in bugün artık ortalıkta görünmemesini emperyal aklı iyi okumasına ve bu merkezlere sadakatine bağlayabiliriz.Kürt yoğunluklu bölge artık küresel düzeyde emperyal güçlerin iç savaş alanıdır. Keza Türkiye, imparatorluğun Irak politikasını kabul etmekle fevri hareket etmediğini her adımda kanıtlamış, kara harekâtını sınırlı tutarak aslında sınırlarını bildiğini göster-miştir. Kara harekâtından birkaç gün sonra Talabani’nin, Irak’ın terörle mücadelesine verdiği destekten dolayı TSK’ya teşekkür edip, Türk şirketlerini Irak’a yatırım yap-maya davet etmesi ve yatırım için yirmi beş milyar dolarlık bütçe ayırdıklarını açıklaması son derece manidardır.15 Türkçülükle kuru-lamayan Ortadoğu bağlantıları bu aşama-da ılımlı İslam modeliyle kurulmaktadır. II. Abdülhamid siyaseti yürürlüktedir.4) Abdülhamid, bugünkü Cumhuriyetin ilk modernleşme adımlarından bazılarını atıyor-du. AKP ve II. Cumhuriyet ise postmodern-leşmenin bütün gereklerini yerine getirmek-tedir. II. Abdülhamid’in kurduğu ilk modern anlamda mekteplerden mezun subaylarla daha sonra çatışması tarihsel bir ironiydi. Yeni anayasa, parlamento, I. Cumhuriyetin de temellerini atan modernist kurucu güçlerin temel motifi oldu. Bütün bunlar ulus-devletin kendi içersinde verdiği iç savaşın sonuçla-rıydı. II. Cumhuriyet’te anayasa, parlamento tam bir istisna haline tabidir. İstisna hali savaş hukuku gibi özel bir hukuk değildir; egemenlik ilişkilerinin yegâne belirleyicisi olarak istisna hali toplumsal-siyasal ilişkile-rin nihai şeklini veren postmodern bir durum, yeni bir yönetim tekniğidir.16 Bu anlamda II. Cumhuriyet sürecinde yeni anayasa tartışma-ları, seçim ve partiler kanunu düzenlemeleri,

Polis Vazife ve Salahiyet kanunları küresel iç savaşın ürünüdür. Söz konusu süreç, dev-letler arasındaki bir dünya savaşından ziya-de yeni egemenlik düzenlemelerinin kabulü temelinde çokluğa karşı açılmış bir savaştır. Kemal Derviş "demokrasi oyunu kurallarına göre oynanmalıdır"17 derken söz konusu post-modern siyaset kurallarının gereğini hatırlat-maktadır. 1970’lerde NATO’nun "görünmez orduları" olarak kurulan Gladio yapılanmala-rının en belirgin özelliği, tıpkı İtalya’da yaşan-dığı gibi "tansiyon yükseltme" stratejisine dayanmalarıydı. Adına ne dersek diyelim bu örgütlenmelerin sistemin işleyişi açısından bir "üretim hatası" olarak yansıtıldığı bir uğraktayız. Bu süreçte siyasetin postmodern-leşmesine, bir anlamda depolitizasyona tanık olduğumuz herkesin malumudur. Yürütmenin hem yasama hem de yargıya egemen olduğu koşullarda kuvvetler ayrılığı masalı kendi altını çoktan oymuştur.

Devrimci HareketTüm bu keşmekeşin ortasında, sokaktaki insanın artık hiçbir şeye güven duymaya-

Türkiye, imparatorluğun Irak

politikasını kabul etmekle fevri

hareket etmediğini her adımda

kanıtlamış, kara harekâtını

sınırlı tutarak aslında sınırlarını

bildiğini göstermiştir

Dünya savaşından bu

yana emperyalist güçlerce

devlet eliyle geliştirilen

bölgesel milliyetçilikler ve

ordu örgütlenmeleri hizaya

çekilmektedir

22

cağı, tam bir kimliksizleştirme siyaseti adım adım örülürken, devrimci hareketin net olma-sı kaçınılmazdır. Devrimci hareketin krizine yanıt ise, öncü bir gücün iradi müdahaleleri-nin ötesinde, modernist siyaset biçimlerinden felsefi, örgütsel bir kopuşu gerektirmektedir. Öncü ve iradi gücün kendisi harekete içkin bir şekilde yeniden kurulmayı beklemekte-dir. Günü kurtaran siyasal ajitasyonların ve ezberlerimizin ötesinde doğrularla yürürken kendi tarihimizin yanlışlarına saldıran yıkıcı bir güç… Arınma psikolojisiyle hareket eden öz-eleştirilerden ziyade eleştirinin devrimci olduğunu bilen özgürlük sorumluluğuyla devi-necek, örgüt şovenizmden arınmış bir güç…Öncelikle, zorunluluk alanından özgür-lük alanına, siyasal pratiğin yeniden hayat bulacağı yaratıcılıkların, ancak sermayenin karşısında ve ötesinde bir hayatı kurmasıy-

la mümkün olduğundan hareket etmeliyiz. Antagonizmanın çok daha çıplak olduğu bir uğrakta bu toprakların (faşizm, demokrasi, cumhuriyet vb.) kavramsal tarihini de hesaba katarak ve aynı zamanda bunlarla hesaplaşa-rak yürümek durumundayız. Siyaset, emeğin mücadelesine içkin olduğu ölçüde diyalektik olumsuzlamadan, farkın olumsuzlamasına yeni toplumsallıkların, sermayenin dışında ve ötesinde otonom hayatları mümkün kıl-ması ve dolayısıyla antagonizmayı güncel-leştirmesiyle mümkündür. Politik olan, sınıf-lar mücadelesine içkin olandır. Toplumsal antagonizma, devletin ele geçirilip sönüm-lenmesiyle son bulmayacaktır. Sınıfa karşı sınıfsızlaşma, toplumsal antagonizmayı ve politik olanı zorunluluk alanından özgürlük alanına sıçratır. Diyalektiğin dünyası ikili çalı-şır ve tözü tek bir sınıftır: Sermaye ve onun yabancılaşmış biçimi olarak ücretli emek. Dolayısıyla Nietzscheci anlamda tek bir sınıf vardır: Köle. Sermayenin krizleri depresyon-dur. Depresyonda tanım gereği, iki dünya (normal ve depresif) arasında sürekli gidip gelmelerden kaynaklı çelişkilerin devinimi esastır. İki dünya da tanınır, ama normallerin dünyasının (sermaye ya da köle ahlakının dün-yası) içersinde kalınır. Emeğin dünyası şizof-reniktir. Diğer dünyanın kurallarını, yasalarını tanımaz. Rasyonalitenin penceresinden bak-tığınızda tanıdığını varsaydığınız anlarda bile kaçışlar, direnişler vardır. Velhasıl iki dünya arasındaki antagonizma mutlaktır. Nazım’ın deyişiyle "biz artık düşman bile değiliz"dir:

Sana gelince, sen o günleri –kendi oğluyla yatan,kızlarının körpe etini satanbir ana gibi satıyorsun!Satıyorsun:günde on kâatbir çift rugan pabuç,sıcak bir döşek,ve üç yüz papellik rahat için...

En güzel günleriminüç mel’un adamı var:Biri sensin,biri o,biri ötekisi...Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...Sana gelince...

Ne ben Sezarımne de sen BrütüssünNe ben sana kızarım ne de zatın zahmet edip bana küssün…Artık seninle biz,düşman bile değiliz.

1 Walter Benjamin, Pasajlar, Çev.: Ahmet Cemal, YKY, s. 41. 2 Antik Yunan’da yalnızca soylu erkeklerin dostluğunu kapsa-yan bu bağ, Ortaçağ dünyasında tanrının oğullarının dostluğuna ve Fransız devrimiyle birlikte ulusların kardeşliğine (fraternité) içerde ve dışarıda ulus-devlet merkezli dost ve düşman tanım-larına denk gelir. Günümüzde ise herhangi bir devletin vatan-daş olmayan göçmenler bu tanımın dışarısında bırakılır. Bir devlet biçimi olarak demokrasi bu bağlamdaki eşit olanların yönetimidir.3 Aristotoles, Politika, Çev.: Mete Tuncay, Remzi Kitabevi, s. 36, 484 Niccoló Machiavelli, Floransa’da Komplolar ve Karşı Komp-lolar Tarihi, Çev. Berna Hasan, Özne Yay. s. 3235 A.g.e, s. 2176 Spinoza, Tractatus Politicus, Çev.: Murat Erşen, Dost Yay., s. 427 Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerek, Çev.: Şehsuvar Aktaş, YKY, s. 32; 708 Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev.: Ahmet Fethi, Hil Yayınları, s. 1339 Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Çev. Adnan Cemgil, Belge Yayınları, s. 28310 Bu bağlamda ordunun siyasallaşması eleştirisini dillendi-renlerin siyaset tarihinden bihaber oldukları söylenebilir. Böyle bir süreçten demokrasinin çıkmasını beklemek ise saf dilliği aşan sınıfsal bir duruştur.11 Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev.: Ahmet Fethi, Hil Yayınları, s. 10212 Kaddafi diktatörlüğü olarak anılan Libya’nın birden demok-ratik reformlara girişmesiyle "haydut devlet" kategorisinden çıkarılmasını, bölgede uygulamaya konan ulus-devletlerin kapi-talist dünya ekonomisiyle tam ve uyum içinde çalışmasına örnek olarak gösterebiliriz. Kısa adı MEFTA olan Ortadoğu Serbest Ticaret Bölge projesi gereğince, iç reformlar ve demokratikleşme yolunda yasaların yeniden düzenlenmesi ve neo-liberal ekonomi politikaları esas alınmaktadır. Söz konusu ikili anlaşmaların diğer devletlerle olan boyutları için bakınız: http://www.ustr.gov/Trade_Agreements/Regional/MEFTA/US_Middle_East_Free_Trade_Efforts.html13 İzzetullah İzzeti, İran ve Bölge Jeopolitiği, Küre Yayınları, s. 59, 60, İstanbul, 200514 George McGhee, ABD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, Çev.: Belkıs Çorakçı, Bilgi Yayınevi, s. 12115 09/03/2008 tarihli Radikal Gazetesi16 Giorgi Agamben, İstisna Hali, Çev.: K. Atakay, Otonom Yayıncılık, s. 1117 14/10/2002 tarihli Milliyet Gazetesi

Zorunluluk alanından

özgürlük alanına, siyasal

pratiğin yeniden hayat

bulacağı yaratıcılıkların

ancak sermayenin

karşısında ve ötesinde bir

hayatı kurmasıyla mümkün

olduğundan hareket

etmeliyiz

Akın

23

İkinci cumhuriyet ve modernist solun krizi

Egemen güçler arasında verilen iktidar kav-galarının biçimi ile yöneten ve yönetilenler arasında verilen sınıf savaşımının biçimi ara-sındaki fark, ezilenler açısından onur vericidir. Mülk sahibi egemen sınıfların kendi araların-da verdikleri güç savaşını sürdürme biçimleri komplo, mülksüzlerin mülk sahiplerine karşı verdiği mücadele biçimi ise isyandır.Komplolarla sürdürülen iğrenç bir kavganın içinden geçiyoruz. Kirli ve mide bulandırıcı komplolar savaşına her gün tanık oluyoruz. Hollywood filmlerini aratmayacak ajanla-rı ve istihbarat savaşlarını izliyoruz. Siyasal bir değerin toplumsal bir değere dönüşmesi, değeri elde edecek olan mücadelenin içerik ve biçimine bağlıdır. Bu kirletici savaş, bizim sava-şımız ve bizim tarzımız değildir. Bu biçimde sür-dürülen bir politik savaştan, ne "laiklik" ne de "demokrasi" bir toplumsal değer olarak çıkabi-lir. Peki, komplolarla sürdürülen bu egemenler arası güç savaşını, mülklüler ile mülksüzler arası savaşa dönüştürebilir miyiz? Komploya karşı isyan, bu sürece ağırlığını koyabilir mi? Bu süreçte, toplumsal değere dönüşerek kalı-cılaşan politik bir değer oluşabilir mi?

"Güç" kavramı üzerine biraz düşünmemiz gerekiyor. Bu düşünmeyi iki temel alan üze-rinde yoğunlaştırabiliriz. Birincisi, siyasi bir ağırlığın oluşması için toplumsal desteğin varlığı şarttır; bu toplumsal destek poli-tik bir gücün göstergesidir. Bu bağlamda baktığımızda, Marksistlerin bu "güç"e sahip olduğu söylenemez. Bugün için Marksistler, toplumsal desteğe sahip politik bir ağırlık değildir. İkincisi ise, toplumsal bir desteği oluşturma bağlamında politik bir ağırlık olma konumudur. Bu konum, etkili bir politik söyle-mi gerektirir. Etkili bir politik söylem, ancak toplumsal destek yaratarak güce dönüşebilir. Marksistler, toplumsal destek oluşturabil-me konumundadır. Birinci durum karşısında yapılacak bir şey yok; bu bağlamda konu dışı tutulması gerekiyor. İkincisi ise çok düşün-dürücüdür. Toplumsal desteğiniz olmamasına karşın toplumsal desteği oluşturabilecek bir politik söyleminiz yok ise, bu düşündürücü, vahim bir durumdur. Marksistler bunun üzeri-ne düşünebilmelidirler. Söylem kavramını, bir cümlelik de olsa, başka bir boyut ile ilişkilen-dirmek gerekiyor. Söylem politik özneleşme-dir. Eylemi kuran söylemdir. Özne eylemiyle kurulur. Söylem özneyi kuran eylemselliktir. Hareket, kendi kimliğine ters bir söylemin eylemi altına girdiğinde kendine yabancılaşır. Marksistler, bu süreçte söylemin yokluğu ve yabancılaştıran bir söylemin eylemselli-ğinde özneleşme tehlikesi altındadırlar. Bu süreç içinde Marksistlerin söylemi yoktur ve Marksistlik adına modernist sol’un kullandığı söylemler, Marksizmi kendine yabancılaştır-maktadır. Modernist sol, Marksizme yaban-cılaşmıştır.

Marksistlerin Söylemi Yok!Marksist solun toplumsal güce sahip olama-masının en önemli nedeni, söylemsel dilini yitirmiş olması, yeni bir dil oluşturmada ise tıkanmasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden biri geleneksel politik kültürdür. Ülkemizde, politik bir ağırlık olma anlayışı niceliksel güçle orantılıdır. Kim kitlesel olarak kalabalık ise güç ondadır. Pratik politikacılık, bizi her zaman bir yerlere toslatmıştır. Pratiğimizin aklı her zaman konjonktüreldir. Politiklik, söylemin toplumsal bir değer olarak kalıcı-laştırılmasıdır. Ülkemizin tarihinde, solun top-lumsal bir değer olarak kalıcılaştırdığı politik bir söylem yoktur. Direndik, dövüştük, bedel ödedik! Fakat toplumsal, politik bir değer üretemedik. Kendi tikel tarihlerimizi ürettik; fakat toplumsal olarak solun kazandırdığı politik bir tarih üretemedik. Onurumuz olan tarihimiz adına, kendi üzerimize düşünmek artık zorunludur.Söylem, toplumsal güce dönüştüğü oranda kurucudur ve güçtür. Politik kuruculuk gücü toplar, örgütler ve yönetir. İçinden geçtiğimiz

İkinci cumhuriyet, burjuvazinin

sınıf olarak transformasyonuna

bağlı yeni bir egemenliğin

kuruluşudur

Bugün için Marksistler,

toplumsal desteğe sahip politik

bir ağırlık değildir

24

politik süreci kuran, örgütleyen ve yöneten söylem iki ana kategoride toplanabilir. Birincisi, laik–anti-laik söylemidir. İkincisi, darbeye karşı burjuva demokrasisi, bir başka deyişle siyasal demokrasi, yani liberal demokrasi, yani devle-tin demokratikleştirilmesidir. Her iki durumu soyutlayıp tekleştirdiğimizde, liberal bağlamda karşımıza çıkan, devlet ve sivil toplum ikiliğidir. Bu bağlamda, gerek "laik–anti-laik" gerek-se "darbeye karşı demokrasi" söyleminin her ikisinde de "sol" değerler bulunmaktadır. Ve bu sol değerler, karşı kamplarda konumlan-mışlardır. Solu ayrıştıran ve saflaştıran durum buradan kaynaklanmaktadır. Peki, bu değerler Marksist solun değerleri midir? İşte burada durup samimi ve dürüst olarak düşünmemiz gerekir. Bu değerler Marksist değerler değil, burjuva özlü "sol" değerlerdir. Siyasal tarihimiz boyunca varlıkları pek hissedilmeyen liberalleri bugün konuşturan nesnel durum budur. Liberal solun Marksist sola yönelttiği eleştirileri iyi okumak gerekir. Liberallerin Marksist sola eleştirisi, bir ittifak çağrısıdır. Bu ittifak çağrı-sının AKP’nin desteklenmesi olarak okunması yanlış bir okumadır. Tam tersine, Marksistler ile yapılacak bu ittifak üzerinden liberaller, AKP’den kopmayı istemektedirler. Burjuva özlü sol değerler altındaki bu ittifak çağrısı, Marksist solu bölmektedir. Marksistler, bu durum karşısında politik taktik bağlamında teorik açıdan donanımlıdırlar; fakat politik pra-tik açısından böylesi bir postmodern durum-la ilk defa karşılaşmaktadırlar. Geleneksel düşünme biçimini bozan bir durum karşısında bir şaşkınlık yaşanmaktadır. Taktik ve strateji gereği, "reform ve devrim", "asgari program ve azami program", "amaç ve araç" ikilikle-ri üzerinden, sorun teorik olarak çözülebilir. Fakat sorunu kilitleyen başka bir boyut vardır: Modernist sol, burjuva özlü sorunlar karşısın-da ittifak çağrısı yapacak önderliğin merkezi-nin her zaman kendileri olduğunu düşünmüş-lerdir. Liberallerin ittifak çağrısı beklenmedik bir durumdur.

Modernist solu kilitleyen ve bölen başka bir boyut, solu kuran anti-emperyalizm ve anti-faşizm söylemleridir. Bu iki söylem, politik olarak bölünmüştür. Anti-emperyalizmi öne çıkaranlar, laik–anti-laik söyleminin altında saf tutmuşlar ve "ulusalcı" olarak konum-lanmışlardır. AKP karşısında, gericiliğe karşı aydınlanma, emperyalizm ile işbirliği kar-şısında anti-emperyalist siyasal bağımsız-lık söylemi altında konumlanmışlardır. Anti-faşizmi öne çıkaranlar, darbeye ve faşist devlet biçimine karşı siyasal demokrasi, devletin demokratikleştirilmesi söyleminin altında konumlanmışlardır. Solu kuran her iki değer, politik olarak farklı saflardadır. Modernist solu bölen ikinci nesnel durum budur. Bu siyasal diziliş, ittifakı zorunlu kıl-maktadır. Fakat bu ittifak Marksistliğe toz konduracağı için, politik tutarsızlığa ve cesa-retsizliğe neden olmaktadır. Modernist sol açısından, düne kadar söylediklerini ger-çekleştirmek için, bu süreç mükemmel bir fırsattır. Düne kadar faşizme karşı demokrasi mücadelesini stratejik bir hat olarak kuran-lar için, bu süreç fırsattan çok panik havası yaratmıştır. Oysa, gerçekçi bir liberal sosyal demokrat hareket yaratmanın tam zamanı-dır. Herkes politik kimliğinde netleşmelidir. Söylediklerimiz, anti-emperyalist cephe için de geçerlidir. "Ulus devlet"e tutunan, Baasçı, Peronist, Bonapartist bir siyasal oluşumda netleşmelidirler. Bu dizilişlerin söylemi için-den, Marksizm adına üçüncü bir yol çıkmaz. Marksizm adına hareket eden modernist solun kendi özgücüyle pratik sergilemesini sağlamak üçüncü yol değildir. Burjuvazinin iç savaşında ortaya çıkan çatlaktan yararlanma adına Ergenekon’a karşı siyasal demokrasiyi radikal olarak savunmak üçüncü yol değildir. Mantık bildik bir mantıktır: AKP önderliğinde, bu iş sonuna kadar götürülmez. Bu süreci sonuna kadar götürecek olan Marksistlerdir. Bu mantıkla Marksizm adına üçüncü yol olun-maz; olsa olsa, darbeye karşı demokrasi safının sol radikal kanadı olunur. Bu kötü bir şey değildir; fakat gerçek budur.

Bu süreç, sol adına anlamlı ve gerçekçi bir politik süreçtir; politik kimliklerin iç içe geçtiği, kimin Marksist, kimin liberal, sosyal demokrat ya da Baasçı olduğu beli olmayan kaotik bir süreçtir. Türkiye siyasal tarihi, bu politik kimlikleri netleştirememiştir. Bu süreç, politik kimliklerin gerçekçi bir yerden kurula-cağı tarihselliğin başlangıcıdır. Bu bağlamda anlamlıdır. Tartışmaların toplumsallaşması bile bir canlılıktır. Solun geleceği açısından sonuç öngörülebilir: Anti-emperyalizm adına siyasal bağımsızlık söyleminin varacağı yer, ulus devletin koruyuculuğu bağlamında sos-yal şovenizmdir. Anti-faşizm adına demok-rasi mücadelesinin varacağı yer ise liberal demokrasidir.

Sermayenin Sınıfsal TransformasyonuLaik ve anti-laik, darbe ve demokrasi çatışması sahtedir ve politik krizin içkin nedenlerini açığa çıkarmaktan öte, krizin nedeni olan kapita-lizmin yapısal dönüşümünü gizlemektedir. Bu kriz, içerisi ve dışarısı ikilemlerinin belirleni-minden öte, sermayenin tarihsel olarak geldiği boyutta yapısal dönüşümün küresel çapta top-lumsallaşmasının getirdiği krizdir. Sermayenin transformasyonunun toplumsal kuruluşunun

Anti-emperyalizm adına

siyasal bağımsızlık söyleminin

varacağı yer, ulus devletin

koruyuculuğu bağlamında

sosyal şovenizmdir

Modernist sol, Marksizme

yabancılaşmıştır

Liberallerin Marksist sola

eleştirisi, bir ittifak çağrısıdır

25

politik sonuçlarıdır. Ezberlerimiz, bu transfor-masyonu anlamamıza engeldir. Bildiklerimizle gerçek okunamamaktadır.Sermaye, sürekli bir devinim içinde sınıf üretme ilişkisidir. Sınıflar mücadelesi, bu sınıf üretme ilişkisine içkindir. Ezber olan, sınıflar mücadelesinin kurulmuş sınıflar arası müca-dele olarak anlaşılmasıdır. Bu bakış açısı, ontolojik olarak sınıfların biçimini dondurur; sınıflar mücadelesi, sabitlenmiş sınıf biçim-lerinin mücadelesi olarak anlaşılmaktadır. İçinde yaşadığımız kriz bu mantıkla okunamaz. Sınıf kavramı, değişimi ve dönüşümü içinde kavranmalıdır. Sermayenin tarihsel olarak gelmiş bulunduğu boyuta bağlı olarak küresel toplumsallaşması, aynı zamanda burjuvazinin sınıf olarak transformasyonunu içermektedir. Kriz, burjuvazinin sınıf olarak transformas-yonunun krizidir. Sınıf, ekonomi-politiğe içkin politik bir kuruluştur. Burjuvazinin ekonomi-politiğe içkin politik transformasyonu ege-menlik krizidir. Bu, bizi egemenlik ve devlet teorisine götürür. Bu bağlamda modernist solun krizi devlet teorisi krizidir.Marksist teori, ajitasyona dönüştüğü zaman durup düşünmek gerek. Bu kriz, burjuva güçleri arasında bir iç savaş değildir. Eğer bu bir iç savaş ise, burjuva tarafların tanımı ajitasyondan uzak yapılmalıdır. Bu taraflar kimdir! Ulusal burjuvazi ile emperyalizmle işbirlikçi burjuvazi mi? Ticaret burjuvazisi, finans burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi ara-sında bir iç savaş mı? Anadolu kaplanlarıyla TÜSİAD arasında mı? Nedir? Buradan, ajitas-yondan başka bir şey çıkmaz. Gerçek olan, burjuvazinin çatışmaya içkin transformas-yonudur. Bu, sermayenin bir egemenlik ve devlet krizidir. Bizim kullandığımız "ikinci cum-huriyet" kavramı, Mehmet Altan’ın anladığı "birinci cumhuriyet"in demokratikleştirilmesi bağlamında değildir. Bizim anladığımız ikinci cumhuriyet, burjuvazinin sınıf olarak trans-formasyonuna bağlı yeni bir egemenliğin kuruluşudur. Bu çatışmalı egemenlik kurulu-şunun geldiği boyutta, ikinci cumhuriyet AKP üzerinden inisiyatifi ele geçirmiştir. AKP’nin iktidarı şimdi başlamıştır. AKP’nin geleceği türbana değil, bu kuruluşu gerçekleştirmesi-ne bağlıdır. Birinci cumhuriyet, Bonapartizm

ile kuruldu. İkinci cumhuriyet ise, Sezarizm ile kurulmaktadır. AKP Sezarizmdir.Artı-değer, artı-emek zamanın belirlenmesine bağlıdır. Sermaye, tarihsel olarak artı-emek zamanın, üretim zamanının krizlerine bağlı olarak belirlenmesi dönemini aşmıştır. Üretim zamanı içerisinde, cansız emeğin canlı emek üzerinde tam tahakkümü gerçekleşmiştir. Cansız emeğin canlı emek üzerindeki tahak-kümünde, emek verimli kılınarak artı-emek zaman artırılmıştır. Artı-emek zamanın üretim zamanının krizleriyle belirlendiği dönemde, sermayenin çözümlenmesi özel üretim süre-cinin koşullarıyla ilişkisinin çözümlenmesidir. Politik alan çözümlemesi, bu temele göre yapılır. Bu dönemde, genel toplumsal üre-tim koşullarının üretimi sermayeleşmemiştir. Devlet, vergiden ve gelirden genel toplumsal üretim koşullarını üstlenir. Keynesçilik, bu durumun en gelişmiş biçimidir.Günümüzde artı-emek zamanın belirlen-mesi, dolaşım zamanının krizine bağlıdır. Dolaşım zamanının krizi, genel toplumsal üretim koşullarının sermayeleşmesiyle aşılır. Kamusal alanın ticarileşmesi ve özelleşti-rilmesi bunun bir ifadesidir. Keynesçilikten neo-liberalizme geçiş bunu ifade eder. Bu bağlamda, sermaye, özel sermayenin, özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisi üzerinden değil, genel toplumsal üretim koşullarıyla özgül ilişkisi üzerinden çözümlenebilir. Artık, artı-emek zaman, üretim zamanının belirledi-ği toplumsal gerekli-emek zaman üzerinden değil, dolaşım zamanının belirlediği toplum-sal gerekli-emek zaman üzerinden belirlen-mektedir. Sorun emeğin üretim zamanındaki verimliliği değil, sermayenin toplumsal üre-timinin, sermayenin toplumsal dolaşımının verimliliğidir. Üretim zamanındaki emeğin verimliliği, toplumsal emeğin verimliliğine, toplumsal ilişki üretiminin genel koşullarının

sermayeleşerek üretken güce dönüşmesine bağlıdır. Bu bağlamda "burjuvazi" kavramı, üretim zamanının krizlerine bağlı sermaye-nin kişileşmiş biçimi olan kapitalist olmayı aşmış, toplumsal ilişki, toplumsal hayat biçi-mine dönüşmüştür. Sermayenin gelmiş oldu-ğu bu boyutta, devlet görece bağımsızlığını yitirmiştir. Sermaye, devleti ele geçirmiş ve devletleşmiştir. Artık sermaye politik bir kav-ramdır. Toplumsal emek, sermayenin küresel tahakkümü altına girmiştir. Sermaye, toplum-sal ilişki üretimidir ve biyo-politik üretimdir. Sermayenin içerisi dışarısı yoktur; küresel sermayenin organik bir parçası olmadan artı-değer üretimi mümkün değildir.Birinci cumhuriyet, üretim zamanının krizine bağlı sermaye–devlet ilişkisinin ürünüdür. İkinci cumhuriyet ise, dolaşım zamanının kri-zine bağlı olan sermayenin toplumsal üretimi ve yeniden üretimine bağlı sermaye–devlet ilişkisinin ürünü olacaktır. Birinci cumhuriyet, ikinci cumhuriyet sürecine girmiştir.Artık politik antagonizma, hayata karşı hayat-tır. Sınıf siyaseti, sınıflaştırmaya karşı sınıf-sızlaşmanın politikliğidir. Bizim durduğumuz yer, hemen şimdi anti-kapitalizm, toplumsal demokrasi ve komünalizmdir. Üçüncü yolun söylemi ancak buradan çıkar.

Sınıf siyaseti,

sınıflaştırmaya

karşı

sınıfsızlaşmanın

politikliğidir

İkinci cumhuriyet Sezarizm ile

kurulmaktadır.

AKP Sezarizmdir

Küresel sermayenin organik

bir parçası olmadan artı-değer

üretimi mümkün değildir

Cengiz İNAN

Gurbet İşçisinin MektubuBizimle yırtılır bütün geceler

Şafaklar bizimle başlar kavgayaYanar ellerimiz kömür kömür

Tüter gözlerimiz duman dumanKentler bizimle başlar uyanmaya

Çağların bu köhne karanlığıIşımak üzere iken sabahın ağzında

Bizler satın alınırız dahaHergün aynı işçi pazarlarındaHergün aynı sokak ortalarında

Bohçandaki yazgılarıBağrındaki acılarıBırakıp da birgün

Gelmek istersen yanımaSakın ha

Türküsüz çıkmayasın yollara

Karanlıklar içindeŞafakla gel günle gelKan ve barut içinde

Dirençle gel kinle gelGel gülüm geeel gel

İşsiz geçen hergün yoksulAkşamı bir kondu kahvesinde

Çaylar sıla sıla tütendeRadyoda bir uzunhava

Bir memleket sesiSorma gitsin gülüm

Yüreğim şimdi bir yangın yeri

Adnan Yücel

“Soframda Kaval Sesi” kitabından“Gurbet İşçisinin Mektubu” şiirinden bir bölüm, s. 67

"Öldüren iş kolu" kot taşlama atölyelerinde kısa bir

süre çalıştıktan sonra iki kardeşiyle birlikte tedavisi

imkânsız silikozis hastalığına yakalanan Abdülhalim Demir,

kamuoyuna hitaben "Leyleğin atılmış yavruları" başlıklı bir

mektup yazdı.

"KAMUOYUNA"

Leyleğin Atılmış YavrularıLeyleklerin yuvada besleyebileceğinden çok yavrusu

olunca, yetiştirebileceği kadar yavruyu yuvada bırakıp, fazla olanları yuvadan atar. Bizler Bingöl’ün Karlıova ilçesi Taşlıçay köyünde doğduk. 1990’lı yıllara kadar hayvancılıkla olan geçimimiz iyi safhadaydı. Köyümüzün toplam 32 bin küçükbaş hayvanı vardı. Herkesin hayatı güllük gülistanlık iken köyümüze koruculuk getirildi. Köyümüz için pek de hayırlı olmayan günler de böylece başlamış oldu.

Köyden 86 insan korucu seçildi. 2 bin 100 nüfuslu bir köyde 86 kişinin, bu kişilerin ailelerini de 10 kişiden sayarsak, yalnızca 860 kişinin istihdamı sağlandı. Herkes yaylaya çıkamadığı için hayvanlarını satmak zorunda kaldı. Geri kalanların göç etmekten, gençlerin gurbete çıkıp çalışmaktan başka çareleri kalmadı.

Gurbete gelenlerden biri de bendim. Maddi imkânsızlıklar yüzünden okulu bırakıp İstanbul’a geldim. Çocuk yaşta olduğum için iş bulmakta zorlandım epey. Önceleri bulduğum iş yerlerinde, yatma yeri vermedikleri için çalışamadım. Sonra İstanbul’a daha önce gelmiş arkadaşlarımızın çalıştığı kumlama atölyelerinde çalışmaya başladım.

Cazip Olan Yatacak Yerin De OlmasıydıBu atölyelerde yatma yeri veriyorlardı. Normal diğer iş

yerlerinde çalışan kişilerle maaşlarımız aynıydı. Bize cazip gelişi sadece yatacak yer verdiklerindendi. Kumlama, Türkiye’ye yeni geldiği için fazla gelişmemişti. Karanlık bir odada deniz kumuyla kot beyazlatılıyordu. Kum fazla harcanmasın diye de odalara ufak fan takılıyordu. Bu işlerde çalışanlar ya bizim gibi yatma yeri sıkıntısı çekenler ya da yabancı uyruklu işçilerdi. 1999 yılında rodeo (kumlama) çok aşırı parladı. Neredeyse piyasaya sürülen bütün kotlara beyazlatma yapılıyordu. Bir anda aldığımız maaşlar piyasanın iki üç katına çıktı. Herkes köydeki veya çevredeki eşine dostuna bu işi tavsiye etti. Burada başka işlerde çalışan arkadaşlar dâhil işlerini bırakıp kumlama işine girdiler.

Kelepir Bir Bodrum Bir de İşçi Gerekliydiİstanbul’da iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar kumlama

atölyesi varken bu sayı yüzlere kadar çıktı. Hiç kumlama nedir bilmeyen sermayedarlar bir kumlama ustasına 3 kuruş fazla verip himayesinde rodeo kurdular. Rodeo açmak için bir kompresör, bir hava tankı, birkaç püskürtme tabancasından başka sermaye gerekmiyordu. Unutmadan, kelepir bir bodrum bir de çalışacak işçi gerekliydi. Bizler İstanbul’a gelip 1 sene 10 ay çalışıp, köyümüze 15 gün dinlenmeye giderdik.

Sigorta Nedir Duymuştuk Ama...Sigorta nedir duymuştuk ama ne için gerekli olduğunu

anlatmamışlardı. Bizim gözümüzde sigorta 20 yıl aynı iş yerinde çalışanı emekli etmekti. Oysa sigorta hayatı garanti etmekmiş. Hadi bizler bilmiyorduk, peki devlet neredeydi; çalışan işyerleri

vergiye tabiydi. Elektrik faturası ödüyorlardı, vergi ödüyorlardı. Peki merak etmiyorlar mıydı, bu iş yerinde ne üretiliyor, kimler çalışıyor. Sonuç itibariyle; senin belli iş yasaların ve bunun denetimi için kurumların var. Sen buraya elektrik, su verip vergi alıyorsan, merak edip denetleyeceksin; şartlara uygun, koyduğun yasaya uygunsa çalışma ruhsatı vereceksin.

Ve şu an hepimiz hastayız, hem de tedavisi olmayan bir hastalık. Sadece köyümüzde resmi olan hasta sayısı 187. Doktora gitmeyenlerle beraber 300 kişi hasta ve çaresiz ölümü bekliyoruz.

Türkiye’nin birçok bölgesinde bu işten hastalanmış işçiler var. Bizim hikayemiz böyleydi; onlarınki kim bilir nasıl?

Atılmış Yavrular Biz miyiz?Şimdiye kadar üç arkadaşımızı kaybettik ve yatağa

mahkûm dört arkadaşımız var; yaşamları oksijen tüpüne bağlı. Aslında hepimiz perişanız çünkü çalışamıyoruz, yürümekte bile zorluk çekiyoruz. Geçimi bize bağlı ailelerimiz var, onlara bakamıyoruz. Bu bize hastalıktan da çok koyuyor. Bizi bu hallere düşüren iş sahipleri kadar devlet de suçludur. Bize sahip çıkmalıdır; bizi iyileştiremezse bile en azından bundan sonraki yaşamımızı garanti altına almalıdır.

Şimdi merak ediyorum yazımı okuyup bize sahip çıkacaklar mı? Yoksa bu leylek hikayesine gerçekten inanacağım… Acaba atılmış yavrular biz miyiz?

Abdulhalim Demir

Leyleğin Atılmış Yavruları...

28

Dile benden ne dilersen: Back up

5 yıl önce faaliyete geçen, Boyner grubuna ait bir proje olan Back up projesinin vaatleri saymakla bitmiyor. Düğünden kaçan gelini bile bulup ailesine teslim etmekle övünen Cem Boyner1 "dile benden ne dilersen" ve "kimi arayacağınızı bilemediğinizde bizi ara-yın" sloganları ile kapitalizmin yarattığı tek kişilik hücrelerine kıstırılmış insanların umut-larını ‘back up’ adı altında markalaştırarak, dayanışma ve yardım ilişkilerini paketleyip bir kart halinde önümüzü koyuyor.2 ‘Back up’ çocuğunuzun veli toplantısına katılmaktan, hafta sonunuzu nasıl geçireceğinize, arabanız bozulduğunda ya da eviniz yandığında size ödünç araba ve ev vermeye kadar belli sabit bir ücret ve üyelik ile bir yığın şey vaat ediyor. Kısacası yardım ve dayanışma ilişkilerini ser-maye altında garanti altına alarak "biz sizin arkanızdayız" diyor ve bizi bize pazarlıyor.3

‘Back up’ı aradığınızda öncelikle "hizmet kali-tesinin kontrolü için yapacağınız bütün görüş-meler kayıt altına alınacaktır" uyarısıyla kar-şılaşıyorsunuz. Hizmet ve danışmanlık şirket-lerinin bütün çağrı merkezlerini aradığımızda aynı uyarı ile karşılaşırız. Bu bir anlamda iletişim kurarak ve iletişimsel çözüm üreten emek üzerinden iş oluşturarak değer yaratan bütün şirketlerin kendine has emeği denet-leme biçimidir. (Çağrı merkezlerinde çalışan kişilerden ortalama 2 dakika içinde sorunu çözmesi beklenir ve bu performansı ne kadar gerçekleştirip gerçekleştirmediğine göre çalı-şan değerlendirilir.) Bu sizin güvenliğinizden çok sermayenin kendi güvenliğine yöneliktir.

Telefonun ucundaki bayana ne tür hizmetleri olduğunu sorduğunuzda hayatınıza dair keyfi isteklerde dâhil olmak üzere her türlü konuda çözüm üreteceği cevabıyla karşılaşıyorsunuz. (Arkadaşınızın doğum günü için hediye seçip adrese teslim etmekten, siz tatildeyken evi-nize hırsız girmişse özel güvenlik görevlileri ile hırsızları korkutup kaçırmaya kadar.) Asıl korkutucu olansa bu hizmetlerin bizim hayal gücümüzle sınırlı olması. Hizmetler üç başlık altında toplanıyor: Eğlence, keyfi ve acil hiz-metler. Bu üç başlığında ucu açık tutuluyor ve her türlü hizmetin (sizin aciliyet, hizmet ve eğlence anlayışınızla orantılı olarak) bir ücreti var. Örnek olarak, bir yerde unuttuğunuz bir dokümana acil olarak ihtiyacınız varsa, bunun,

sizin bulunduğunuz adrese teslim edilmesinin bedeli 28 YTL. Ya da hamileyseniz ve aşeri-yorsanız gecenin bir yarısı evinizi paylaştığınız kişiye ya da arkadaşlarınıza mızmızlanmak yerine bir telefon açıp bunu ‘back up’tan yata-ğınıza kadar getirmelerini istemenin bedeli 40 YTL. Bu liste uzayıp gidiyor ve herhangi bir sınırı yok. Şu an birçok insan bütün dilekle-rinin sadece bir telefonla gerçekleşebileceği ihtimalinin cazibesine kapılmış durumda. Ama madalyonun diğer tarafında olanların farkında değiller ve farkında olsalar bile iş işten çoktan geçmiş oluyor. Çünkü ‘back up’tan üyeliğin iptali için yaklaşık 5 takla atmak gerekiyor ve ‘back up’, insanları bezdirerek tutsak edip kendisine teslim ettiriyor.‘Back up’ın Türkçe karşılığına baktığımızda da aslında hangi ilişkisellikleri kendi için-de somutlaştırarak söylem haline getirdiğini görebiliriz. ‘Yedeklemek’... Bu, yedek ilişki-ler kurmak ve bu ilişkileri para karşılığında güvence altına almaktır.

CRM (Müşteri İlişkileri Yönetimi) ve Back UpCRM son yıllarda, özellikle bütün şirketlerin bir ürünü ya da bir hizmeti piyasaya sunmadan önce, insanları müşteri haline getirmek, kont-rol etmek ve yönlendirmek için kullandığı bir yöntemdir. Artık bütün şirketler bütçelerinin büyük bir kısmını, tersten bir yerden, önce insanlarla iletişim kurmaya, piyasayı ürüne hazırlamaya ve insanları müşteri haline getir-menin zeminin yaratmaya ayırıyorlar. Sermaye kaynakları, yatırımlarının büyük kısmını ürün geliştirmekten daha çok müşteri geliştirmeye ve yönetmeye ayırmış durumda. CRM’nin asıl hedefi ise ‘sat ve arkana bakma’ mantığının

Sermaye, CRM ve buna

benzer departmanlar ile

kendi denetim ve kontrol

ilişkilerini yaratmış

durumdadır

Back up, yardım ve dayanışma

ilişkilerini sermaye altında

garanti altına alarak

"biz sizin arkanızdayız"

diyor ve bizi bize pazarlıyor

29

terk edilerek insanların müşteri olarak elde tutulmasının sürekliliğinin sağlanması, sürekli takip edilmesi, onlarla sürekli ilişki halinde bulunulması ve yönetilmelerinin devamlılığının sağlanmasıdır. Bu, insanlar üzerinde kuru-lan bir iktidar biçimidir, bu iktidarın sürekli sabitlenerek üretilmesinin yaratıcılıkları ve yöntemlerinin kuruculuğu üzerinden hare-ket edilir. Sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynak-lar tarafından karşılanması yalanının yerini, sınırsız yatırımların sınırsız ihtiyaç ve talepler yaratması gerçeği almıştır. Sermaye, CRM ve buna benzer departmanlar ile kendi denetim ve kontrol ilişkilerini yaratmış durumdadır. CRM’de ilişki, iletişim ve insan ön plandadır. İnsanların sorunları dinlenir, yönlendirilir ve ‘ çözüm üretilir’. ‘Çözüm üretmek’ ise sözde sorunların tespiti ile bir şekilde ihtiyaç hali-ne getirilmesiyle ihtiyacın yaratılmasıdır. Bu ihtiyaç yaratıldıktan ve garanti altına alınarak piyasası ve müşterisi oluşturulduktan sonra çağrı merkezleri vasıtası ile kampanyalar vs. sürekli bilgilendirilerek sadakat testi yapı-lır. Teknik gelişme ise sermayenin insanlarla kurduğu ilişkinin çeşitliliğini, insanlara ulaşıl-masının kolaylığını ve bu sürenin gittikçe daha da hızlı olmasının olanaklarını sağlar. Sermaye CRM’nin araçları olan çağrı merkezleri ile size sadece bir telefonla ya da bilgisayarınızdaki tuş kadar yakın olmuştur ve her an her yerde size ulaşabilir durumdadır.‘Back up’ ve bunun gibi projeler piyasaya sunulmadan önce CRM evresinden geçer. Back up yöneticileri yaptıkları CRM çalışma-sını şöyle tanımlamaktadır: "‘Back-Up’ yak-laşık bir yıldır CANIAS CRM ile müşterilerin isteklerini, sorunlarını, beklentilerini, aldıkları hizmet ve ürünleri, bunları aldıkları dönemleri, nereden aldıklarını, bu alımları tekrarladıkları dönemleri izleyebilecek şekilde kullanmakta. Bireysel ürün ve hizmetler sunan firmalar için, müşterilerle ilgili elde edilen tüm bu veriler, ilerisi için firmanın izleyeceği yolun

belirlemesinde gün geçtikçe çok daha önemli bir araç olmaktadır… Boyner Gurubu için her müşterisi değerlidir ve müşterileriyle uzun dönemli bir ilişkiyi kurabilmek ve sürdüre-bilmek için çalışmaktadır. Back-Up, birebir müşteri ile ilişkiye geçerek onu tanımamıza ve anlamamıza yardımcı olacak bilgileri IAS’nin CRM uygulamasını kullanarak depolamakta ve bunlar üzerinde çok çeşitli analizler yap-maktadır. CRM, bir firmanın satış ve büyüme stratejilerinin biçimlendirilmesinde yararlanı-labilecek taktik amaçlı bir uygulamadır diye algılıyoruz…’’ Bu aşamada CRM vasıtasıyla (ki buna ANALİTİK CRM aşaması denilir) insan-lara ulaşılarak ve insanların bütün kişisel bil-gileri kayıt altına alınarak depolanır, işlenir ve analiz edilir. Bu aşamada kimin kim olduğu, ne kadar kazandığı, nasıl bir yaşam tarzına sahip olduğu ve neler isteyebileceği tespit edilir. Sermayenin kendini örgütleme, önünü görme ve buna uygun koşulları yaratmada en önemli aracı raporlamadır ve bu aşamada hem sizin hayatınız gelir durumunuza indirilip raporlanır hem de buna uygun tahminler yürütülür. Örnek olarak, eğer çok yüksek maaşlı bir işe sahip değilseniz, gecenin bir yarısı şampanyanız bitti diye ayağınıza çağıracağınız bir ‘back up’ paketi size sunulmaz. Sermayenin elinde, ihtiyacı olan herkesin kişisel bilgileri mevcut-tur. Hayatlarınız rakamlara ve rakamsal tah-minlere indirgenerek buna uygun stratejiler yaratılır. İşbirlikçi CRM aşmasında da sürekli karşılıklı iletişim kurularak ürün pazarlanmaya ve bu ürüne ihtiyacınız olduğuna ikna edilmeye çalışılır. Bu süreçte müşteri sürekli takip altına alınarak, eğer ürün kullanımından vazgeçilmiş-se bunun nedenleri üzerine sürekli gidilerek müşteri rahat bırakılmaz.CRM sermayenin ve şirketlerin sizi sürekli kont-rol altında tutarak denetim altına almasının iliş-kisel bir yöntemidir. Back up ise aslında bu yön-temin tamamen somut bir hizmet haline gelmiş bir biçimidir. Yaşamların sürekli izlenerek, her

türlü yaşamsal ihtiyacınızın metalaştırılarak, bir satın alma ihtiyacının yaratılmasıdır. Şirketler CRM teknolojisini kullanarak size ulaşmanın yollarını ve koşullarını yaratarak sürekli ‘orada-dır’. Back up, söylemi ile artık bunu, bir pazar ve piyasa haline dönüştürmüş durumdadır. Cem Boyner’in şu sözleri aslında durumu özetler gibi: "Back-Up ürettiği çözümlerle bir şehir efsanesi haline geldi. Hani önceden ‘Eskiden cep tele-fonları olmadan nasıl yaşıyorduk’ diyorduk ya, şimdi de ‘Back-Up olmadan nasıl yaşıyorduk’ diye soruyor Back-Up kullananlar… Biz kendi-mizi anlatmak için ‘kimi arayacağınızı bilemedi-ğinizde bizi arayın’ dedik."Sermaye sizinle arkadaş ve dost olmayı vaat ediyor. Her sorununuzu paylaşacağınız bir yol arkadaşı olmayı ve para karşılığında çözüm üretmeyi vaat ediyor. Sermaye yaşamları-mızın ve yalnızlıklarımızın peşindedir ve bizi rahat bırakmaya asla niyeti yoktur. Sermaye insan, hayal ve hayat üretir…4 Bizim insan olarak sorumluluğumuz ise, kendi değerleri-mizi, kendi karşılıksız dayanışma ilişkilerimi-zi, kendi dostlarımızı, kendi hayatlarımızı ve kendi hayallerimizi yaratmaktır.

1 "Mesela son olarak yaklaşık 3-4 hafta önce bir anne bizi arayarak kızının düğünden kaçtığını, onu geri getirip getiremeyeceğimizi sordu. Biz de Adana’dan kaçan kızı Trabzon’da bulup annesinin yanına götürdük. Tüm bunlar 48 saat sürdü. Ama duyduk ki, kız daha sonra kendi isteğiyle evlenmiş" dedi.(Cem Boyner, Sabah Gazetesi, 16.02.2008)2 "Tek tek hizmet veren var, ama bizimki hiç sınır koyma-yan, hayatın 360 derecesini de kapsayan bir paket." (Cem Boyner, Sabah Gazetesi, 16.02.2008)3 Back-Up’ın Genel Müdürü Pınar Massena, yeni kart sisteminin, üyelerinin yaşamını kolaylaştıran, onları güven-de hissettiren, onlar için her şeyi düşünen, isteklerine anında çözümler üreten bir hizmet paketi olduğuna dikkat çekerek, ‘Back-Up zaman alan, desteğe ihtiyaç duyulan ya da kimi arayacağınızı bilemediğiniz, acil olan ve olmayan her durumda yardım ve organizasyon hizmetleri sunan, tek bir telefon numarası ile 7 gün 24 saat ulaşabileceğiniz hizmetler bütünü’ dedi.(Akşam Gazetesi, 09.12.2003)4 Bkz. Toplumsal Fabrika, Otonom, 18. Sayı

CRM, insanlar üzerinde

kurulan bir iktidar biçimidir, bu

iktidarın sürekli sabitlenerek

üretilmesinin yaratıcılıkları

ve yöntemlerinin kuruculuğu

üzerinden hareket edilir

Neso

30

Ücret, rant ve kârın bilişsel kapitalizmdeki yeni eklemlenmesiGirişKapitalizmin mevcut dönüşümü; rant biçimle-rinin yeniden ve güçlü biçimde ortaya çıkarak yaygınlaşması ve buna koşut olarak, ücret, rant ve kâr arasındaki ilişkinin tümden değiş-mesi ile nitelenmektedir. Bu evrim, bugüne kadar kuramsal ve politik açıdan farklı şekil-lerde yorumlanmıştır.Marksist kuramda yer alan ve Ricardo’nun ekonomi politiğinden gelen yaygın bir görüşe göre, rant, kapitalizm öncesinin mirasıdır ve sermaye birikiminin ilerici hareketine engel oluşturur; bu nedenle gerçek, saf ve etkin kapitalizm, rantın olmadığı bir kapitalizm ola-caktır.Benzer bir bakış, Fordist düzenleme biçim-lerinin yaşadığı krize ve AB’yi 1980’lerden itibaren niteleyen zayıf büyümeye açıklama getirmek için, toprak rantının merkezi rolü-nün yerine bütünüyle finansal rantın merkezi rolünü koyar. Bu bakışa göre mevcut krizin

anlamı, finansal kapitalizmin rant eğilimi ile, üretim ve istihdamın artmasını ayrıcalıklı kılan, birikim mantığının "iyi" ve üretken kapi-talist savunusu arasındaki çatışmada yatar.Fransa ve İtalya’daki Labour Left içerisinde yer alan çeşitli iktisatçıların yaptığı çözümle-melerde ileri sürüldüğü gibi, bu yorum, finans iktidarına karşı ücretli emek ile üretken ser-maye arasında bir tür neo-Ricardocu uzlaş-manın önerilmesine kadar gider. Böylesi bir uzlaşma, iddiaya göre, Fordizmin yönetimsel kapitalizm hegemonyasına ve bu sayede tam istihdama yaklaşan bir büyümenin zorunlu koşullarına yeniden istikrar getirecektir. Tüm bunlar, emeğin örgütlenmesi ve ücret ilişkile-rinin düzenlenmesinin Fordist biçimleri ile bir devamlılık içerisindedir. Bizim görüşümüze göre, bu okuma iki nedenle yanlıştır:• Rantın kapitalizmdeki rolü konusunda yanıl-maktadır; çünkü rantı, sermaye hareketleri-nin dışında ve kâr kategorisine karşıt olarak görmektedir.• Rantın geri dönüşü ve ters etkileri üzerine söyledikleri, Fordizmin krizinden sonra işbö-lümü biçimlerinin ve sermaye-emek ilişkisi-nin şekillendirilmesine müdahale eden temel dönüşümlere dair yapılan hiçbir çözümleme ile bağlantılı değildir. Göreceğimiz gibi, bu dönüşümler, neo-Ricardoculuğu ve Ricardocu Marksizmi destekleyen sanayici mantığından

vazgeçilmesine neden olarak, üretken kapi-talizmin bizatihi kendisinin giderek daha fazla dillendirilen rant eğilimine yol açmıştır.Bu bakımdan bizim çözümlememiz, iki ana önermede özetlenebilecek olan radikal olarak farklı bir varsayımı desteklemektedir:1) Kapitalist rant, tarihsel olarak çitleme süreçlerinde ilk ortaya çıkışından bu yana, ortak olanın öteki yüzü olmuştur. Kapitalist rant, sermayenin zaman ve uzamdaki yeni-den üretiminin başlangıç noktası ve temel niteliği olan bir mülksüzleştirme sürecinin sonucudur.2) Bizim bakışımıza göre, rant, çağdaş kapi-talizmin yalnızca başlangıç noktasını değil, oluşunu da temsil eder. Neden oluş? Çünkü değer-emek zaman yasası kriz içinde oldukça ve emeğin elbirliği sermayenin yönetimsel işlevlerinden gitgide otonom hale geldikçe, rant ile kâr arasındaki mutlak sınırlar çözül-meye başlar.Başka bir deyişle, gerçek tabiyetin yaşadığı kriz sonucunda, kâr ve rant kendilerini yal-nızca, üretimin ve değer üretiminin örgütlen-mesi içerisindeki herhangi bir pozitif işlevden çoğunlukla ayrılan bir bölüşüm ilişkisi olarak belli etme eğilimine girer. Bu durum, üretken sermayenin hegemonyası altındaki sanayi kapitalizminin birleşik döngüsünün bir kriz dönemine girmesini de beraberinde getir-

Kapitalist rant,

sermayenin zaman

ve uzamdaki yeniden

üretiminin başlangıç

noktası ve temel niteliği

olan bir mülksüzleştirme

sürecinin sonucudur

Değer-emek zaman yasası

kriz içinde oldukça ve

emeğin elbirliği sermayenin

yönetimsel işlevlerinden

gitgide otonom hale

geldikçe, rant ile kâr

arasındaki mutlak sınırlar

çözülmeye başlar

31

miştir ve biz de, bugün, merkantilist ve finan-sal mantığın, sanayi öncesi kapitalizmini ve emeğin sermaye altındaki biçimsel tabiyetini anımsatan geri dönüşüne tanıklık ediyoruz.Bu makale, varsayımımız açıklamak üzere iki bölüme ayrılmıştır: Birinci bölümde; ücret, rant ve kâr kategorilerinin tanımlarını göz-den geçirerek, rantı kârdan ayıran çizgilerin kuramsal ve tarihsel açıdan esnek ve değiş-ken olduğunu iddia edeceğiz. Bu noktayı açıklamak üzere, Marx’ın, genel zekâ kura-mına ilişkin yeni anlayışlar sağlayan oluş halindeki sermaye rantı kuramını tasarladığı Kapital’inin III. cildinde bulunan önermelere dayanıyoruz. İkinci bölümde, emek-sermaye ilişkisinde yaşanan ve sanayi kapitalizminden bilişsel kapitalizme geçiş sırasında, eşzaman-lı olarak rant gücünde bir artışa ve rant ile

kâr arasındaki ayrımın ortadan kalkmasına yol açan dönüşümleri açıklamak üzere, sen-tez yollu bir çerçeve sunacağız.

I. Ücret, Rant ve Kâr: Kimi TanımlarMarx’a göre; ücret, rant ve kâr, kapitalist ilişkiler ile ortaya çıkan üç ana gelir bölüşümü kategorisidir ve kapitalist ilişkiler gibi tarih-seldir. Bu bakış açısıyla, ücret, kâr ve rantın bilişsel kapitalizm içerisinde eklemlenmesin-deki mevcut dönüşümleri anlayabilmek için, bu son kategoriye biraz derinlikli odaklanarak birtakım kavramsal aletler üreteceğiz.Mantıksal bir bakış açısıyla, ücretten başla-yalım. Neden? Bunun tek nedeni, kapitalizm-de, üretken emeğin (örneğin, kâr ve rant üre-timinin kökeninde yatan artı-değeri üreten emeğin) karşılığının ücret olmasıdır. Fabrika konusunda Marx’ın işaret etmiş olduğu gibi, bu artı-değer, her bir ücretli işçinin birey-sel artı-emeğinin basit toplamı olarak değil, emeğin toplumsal elbirliği ile yaratılan bu artının haksız temellükü olarak da tasarlanır. Bu, gidilecek çözümlemede önemli bir nok-tadır; çünkü ücret, üretken emek ve sömürü kavramlarını, bu elbirliğinin artık fabrika içe-risine hapsedilmeyerek toplumun bütününe yayıldığı bir çerçevede yeniden düşünmek zorunlu hale gelmekte ve elbirliği, bizatihi kendisini, sermayeden daha da otonom halde örgütlemektedir. Ücretlerin ardından, rant ve kârı, bu artı-emek ürününün temellük edildiği gelir biçimleri olarak gözden geçireceğiz.Kuram düzeyinde, rant nosyonu çok kar-maşıktır. Rantın üretim ilişkilerinin yeniden üretimindeki ve diğer taraf olan bölüşüm ilişkilerindeki rolünü açıklamak üzere, birbir-leriyle yakından ilişkili üç yön ile başlayan bir

tanım önermek istiyoruz.Üretim ilişkileri açısından, birinci yön, kapi-talist rantın doğuşu ve özünü, toplumsal üre-tim ve yeniden üretim koşullarına el koyma sürecinin sonucu olduğunu göstermek için kullanılır. Modern toprak rantının oluşumu, çitleme süreçleri ile, toprak ve emek gücü-nün kurmaca metalara dönüşmesinin "ilk ve olmazsa olmaz şartı" olan, ortak olana ilk kez el konulması ile çakışır. Bu önermeden kuramsal bir ders çıkarabiliriz: Rantın kapi-talizm tarihindeki rolünün değişen önemi, K. Polanyi izlenerek, ekonomide toplumsallık-tan koparma, yeniden toplumsallaştırma ve ardından yeniden toplumsallıktan koparma aşamalarının tarihsel açıdan birbirini izlemesi olarak tanımlanabilecek bir durumla yakın-dan bağlantılıdır. Bu nedenle, ilksel birikim dönemindeki toprak rantına benzer biçimde, rantın kapitalizm tarihi boyunca aldığı farklı biçimler, daima toplumsal üretim koşullarının özelleştirilmesine ve ortak olanın kurmaca metalara dönüşmesine yol açma eğilimine girer. Burada, hem ilk toprak çitlemelerini hem de bilgi ve yaşama dayalı yeni çitleme-leri basit bir mantık altında tabi kılan ortak

Ücret, üretken emek ve

sömürü kavramlarını,

emeğin toplumsal

elbirliğinin artık fabrika

içerisine hapsedilmeyerek

toplumun bütününe

yayıldığı bir çerçevede

yeniden düşünmek

zorunlu hale gelmektedir

Modern toprak rantının oluşumu,

çitleme süreçleri ile, toprak

ve emek gücünün kurmaca

metalara dönüşmesinin "ilk ve

olmazsa olmaz şartı" olan, ortak

olana ilk kez el konulması ile

çakışır

32

bir özellik tespit ediyoruz. Bu analojiyi, mer-kantilist dönemde kamu borcunun ilksel kapi-talist birikimin ilk aşamasındaki rolünün yanı sıra, mevcut tarihsel konjonktürde paranın özelleştirilmesi ve kamu borcunun, finansal rantın gelişimi ve refah devleti kurumlarının istikrarsızlaştırılmasında oynadığı büyük role uygulamak mümkündür.Rantın ikinci yönü şudur: Temellükün dayan-dığı kaynaklar, genellikle rant ile artma eğilimine girmez; bunun tam tersi geçerli-dir. Başka bir deyişle, Napoleoni’nin yaptı-ğı tanımlamadan aktarmak gerekirse, rant, "belli mallara sahip bir kimsenin, bu malların az miktarlarda bulunabilmesi ya da azalma-sının sonucu olarak sağladığı gelirdir (…)" (Napoleoni 1956). O halde rant, doğal ya da, daha sık olarak, yapay kaynak kıtlığı ile, örne-ğin, tekellerde olduğu gibi, kimi kaynakların seyrekleştirilmesi mantığı ile bağlantılıdır. Bu nedenle rantın varlığı, bugün Fikri Mülkiyet Haklarının güçlendirilmesine yönelik politi-kalar ile görüldüğü üzere, üretim maliyeti ve kurumsal yapıların sonuçlarıyla haklı gösteri-len kıtlık yaratılması ve yüksek fiyat uygula-masının önünü açan tekelci mülkiyet biçimleri ve iktidar durumlarına dayalıdır.Son olarak, rantın üçüncü yönünde, kapita-list rant, toprak rantından farklı olarak, salt bir bölüşüm ilişkisi olarak görülebilir; çünkü artık "üretim sürecinde hiçbir işleve, ya da en azından hiçbir normal işleve" sahip değildir (Marx, Kapital, III. Cilt, XXV. Bölüm). Başka bir deyişle, rant kendisini, üretim ile ilgili bir dışsallık durumundan değer sağlama hakkı veren maddi ya da maddi olmayan kimi kay-naklara sahip olma hakkı ya da kredisi olarak sunar.Artık bu temelde, pek de düşünüldüğü gibi belirgin olmayan kâra ve kârı ranttan ayı-ran ölçütlere dönebiliriz. Bu amaçla, toprak sahibinin sahip olduğu toprağın kullanımı

aracılığıyla aldığı karşılığı içeren toprak rantı örneğine dönmek faydalı olur. Bu bağlamda, klasiklerden miras kalan bir görüşe göre, rant, üretime katılan herkese karşılığı veril-dikten sonra geriye kalan şey olarak değer-lendirilebilir. Bu kavrayışta, her şey belirgin biçimde "üretime katılmak"tan ve "kimin üre-time katıldığı"ndan ne anlaşıldığına bağlıdır, bu nedenle, klasik ve hâlâ geçerli olan kâr tanımını kabul edersek, sermayenin aldığı karşılık kârdır ve kâr, üretime yatırılan ser-maye miktarıyla orantılı olan bir gelir elde edilmesini gerektirir.Smith’in işaret etmiş olduğu gibi, kârın bu sıfatıyla, girişimci ya da şirket idarecisi tara-fından yürütülen üretimin eşgüdümü ve göze-timi işlevlerinin ödüllendirilmesi ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu verili olarak alındığında, topraktan alınan karşılık gibi, sermayenin aldığı karşılık da rant olarak değerlendirile-bilir; çünkü sermaye sahibi, kendisini, üre-

tim araçlarını bizzat kendisi çalıştırmaksızın yalnızca sağlamak ile kolaylıkla sınırlandı-rabilir. Bu nedenle, başlangıcından itibaren ekonomi kuramının içerisinden, rant ile kâr arasındaki farkı keskin biçimde ayırt etmeye çalışan devasa kuramsal kavgalar ile geçil-miştir. Bu tartışma üzerinde çok fazla zaman kaybetmeden söylemek gerekirse, bu ayrım lehindeki en ciddi iddialar aşağıdakiler gibi görünmektedir:• İlk iddia, üretim sürecine ilişkin olarak, emeğin yönetilmesi ve örgütlenmesinin zorunlu koşulu anlamındaki sermayenin içsel karakteri ile ilgilidir. Bu içsellik, kapitalist ve girişimci figürler arasındaki uyumda oldu-ğu kadar, üretken sermayede cisimleşen ve üretim ve yeniliklerin yönetilmesi ile üretken kapasitenin artmasında merkezi rol oynayan bir yönetim mantığında yatar. Her iki durum-da da, sermayenin içselliği, kavramsal emek (sermayenin ve memurlarının özniteliği) ile sıradan bir şekilde uygulanan emek (emeğin özniteliği) arasında kesin bir karşıtlığı önvar-sayar.• İkinci iddiaya göre, kâr, ranttan farklı ola-rak, aslında üretime yeniden yatırılır ve üreti-ci güçlerin gelişiminde ve kıtlığa karşı verilen mücadelede pozitif bir rol oynar.Göreceğimiz gibi, rant ile kâr arasındaki ayrım ve karşıtlığın işletilmesi için gereken bu iki koşulun gerçekleşmesi, kapitalizmdeki bir dönemin, yani sanayi kapitalizminin geçici bir sonucundan başka bir şey değildir. Daha açık ifade etmek gerekirse, bunlar yalnızca, eme-ğin sermaye altındaki gerçek tabiyeti ve kit-lesel üretim mantığının ortaya çıktığı, Fordist büyümenin altın çağı sırasında bütünüyle gerçekleşmiştir. Bu ayrımlar, bilişsel kapita-

Rantın varlığı, üretim maliyeti ve

kurumsal yapıların sonuçlarıyla

haklı gösterilen kıtlık yaratılması

ve yüksek fiyat uygulamasının

önünü açan tekelci mülkiyet

biçimleri ve iktidar durumlarına

dayalıdır

Marx, işleyen

sermayenin

hareketli karakteri

ile sermaye

mülkiyetinin

hareketsizliğini

birbirinden ayırır

33

lizmde giderek bulanıklaşır. Çözümlememizin bu noktasını ayrıntılandırmadan önce, bu makalenin ikinci bölümünde, Marx’tan geçe-rek, Kapital’in üçüncü cildinde rant kuramının çerçevesini çizdiği yerlerde kısa bir kuramsal gezinti yapmak yararlı olacaktır.

I.1 Kapital’den Genel Zekâya: Marx’ın Rant KuramıMarx, birçok yazısında, rant ile kâr arasındaki farkın ayırt edilmesinde, yukarıdaki iki ölçütü iki ana nedenle paylaşıyor görünür:• Klasik iktisatçılarda olduğu gibi, Marx, genel sermaye çözümlemesinde (I. ve II. ciltler), sanayi kapitalistinin kendi sermayesine sahip olduğu ve kendi girişimini yönettiğini varsayı-yor görünür ki, Kapital’in yazıldığı dönemdeki durum da aslında buydu. Bu nedenle sanayi kapitalisti, üretim ilişkilerine doğrudan dahil olduğu ve üretici güçlerin gelişimine (serma-ye kıtlığının azaltılmasına) yönelik yatırımlar yaptığı ölçüde, rantiye (para-kapitalist) figü-rüne karşıt görünürdü.• İkinci ve daha önemli neden ise, Marx’ın düşüncesinin, kendi deyimiyle tümüyle des-pot üretim işlevleri ile üretimin kapitalist örgütlenmesinin nesnel işlevlerinin birleşiyor göründüğü bir gerçek tabiyet eğilimi çer-çevesinde işlemesidir. Bu birleşme, bilimin sabit sermayede cisimleşmesi ve kavramsal emeğin uygulayıcı emekten ayrılmasının, ser-mayenin tam da üretici güçlerin maddiliğinde yer alan nesnel bir temelde yönetilmesinin nereye kadar sağlanabildiğine bağlıdır. Bu nedenle Marx, "kapitalist ile ücretli işçi, üre-timin yegâne iki unsuru" iken, "antik çağ ve

orta çağ dünyasında üretimin asli unsuru olan toprak sahibinin, sanayi dünyasında yararsız bir fazlalık" olduğunu iddia eder (Marx, Artı Değer Teorileri, II. Cilt).Marx, Kapital’in III. cildinde, girişime ait faiz ve kârların taşıyıcısı (Unternehmergewinn) olarak sermaye çözümlemesini geliştirirken, rant kategorisinin tanımını yalnızca toprak rantı ile sınırlayan, kâr ile rant arasındaki karşıtlığın koşullarını sorgular. Bu akıl yürüt-meyi daha da ileriye götürerek, sonunda kâr ile sermaye mülkiyetinin rant haline gelme-sini ele alır. Bunu yapmak için, sermayenin iki belirlenimi, yani mülkiyet ile işlev (işleyen sermaye) arasında kavramsal bir ayrım orta-ya koyar ve bu ayrımı, sermaye mülkiyetinden sağlanan kazanç olarak faiz ile üretimi yöne-ten girişimcinin aktif kârı arasındaki ayrıma yeniden bağlar. Bu önerme üzerinden, birbiri tamamlayan iki tez geliştirmek üzere devam eder.Birinci tez, kredi şirketleri ve anonim şirket-lerin gelişme eğiliminin, sermaye mülkiyeti ile sermayenin yönetilmesinin birbirinden keskin bir şekilde ayrılmasına nasıl yol açtığı ile ilgi-lidir. Marx’a göre, feodalizmden kapitalizme geçişte, sermaye mülkiyeti, toprak rantına benzer bir yolu, üretim alanının giderek dışına çıkan bir yolu izliyordu ve, toprak mülkiyeti gibi, sermaye mülkiyeti de emeğin örgütlen-mesinde artık herhangi bir işlev göstermeden artı-değer sağlıyordu.Böylece, "yalnızca görev yapan yönetici kalarak, kapitalist, bir fazlalık gibi üretim sürecinde ortadan kalkar" (Marx, Kapital, III. Cilt, XXIII. Bölüm). Bu nedenle Marx,

Topraktan alınan karşılık gibi,

sermayenin aldığı karşılık da

rant olarak değerlendirilebilir;

çünkü sermaye sahibi,

kendisini, üretim araçlarını

bizzat kendisi çalıştırmaksızın

yalnızca sağlamak ile kolaylıkla

sınırlandırabilir

Zor yoluyla değişim değerinin

önemini sürdürmeye ve

kârı güvence altına almaya

çalışan sermaye, arzın

azalmasına dayalı olan gelir

mekanizmalarının gelişmesine

yol açar

34

mülkiyetin yönetimden ayrılmasının sonucu olarak yönetici figüründe giderek daha fazla cisimleşen ve liderlik işlevleri ile emek sömü-rüsünün, üretimde kavramsal ve örgütsel görevleri yerine getiren ücretli işçinin sahte görüntüsüne büründüğü, işleyen sermayenin hareketli karakteri ile sermaye mülkiyetinin hareketsizliğini birbirinden ayırır.Marx burada, Keynes’in 1930’lardaki krize yönelik yaptığı çözümlemeyi, girişimci figü-rünün spekülatör figürüne karşıt olduğu ve rant kavramını açıkça sermaye mülkiyeti-ne genişleten genel teoriyi birçok yönden öngörmüştür. Bu temelde, Keynes, rantiyenin ötenazisini ve kıt oluşu nedeniyle sermayede gömülü olan değeri sömürürken kapitalistin elinde bulundurduğu ilave ezici gücün aşama-lı olarak ortadan kalkacağını önceden tahmin etmiştir. Aslında Keynes’in iddiasına göre, "Bugün faiz, toprak rantının yaptığından daha fazla gerçek bir fedakârlık yapmamaktadır" (TG, Notes finales, 24. Bölüm, s. 369).Bununla birlikte Marx, Kapital’in III. cildinde, Keynes’ten daha ileriye giderek sermayenin rantiyeci ve asalak karakterinin üretken ser-mayenin bizatihi kendisi ile ilişkili hale geldiği bir durum ortaya koyar. Aslında ikinci varsa-yım, sermaye mülkiyetinin üretimden dışsal konumunun, işçilerin bilgiyi yeniden temellük etmesi süreci ile bağlantılı bir gerçek tabiyet krizi ile el ele gittiği, sermaye-emek ilişkisinin evrimi ile ilgilidir.Bu çerçevede, Marx’ın bize söylediği, yöne-ticinin yaptığı üretimin, sermayenin memur-larının eşgüdüm içindeki işlevlerinin de, sermayeden otonom bir şekilde kendisini örgütleyebilen üretken bir elbirliği ile karşı-laştığında, fazlalık haline geldiği ve böylece tümüyle despot göründüğüdür. Bu konuda, Marx –genel zekâ teorisini geliştirmesinde oldukça büyük etkisi olan– Hodgskin’den bir parça alıntılar: "Bu ülkedeki gündelik makine işçileri arasında eğitimin yaygınlaşması, nere-deyse tüm usta ve işçilerin emek ve beceri

değerini, kendilerine mahsus bilgiye sahip olan insan sayısını artırarak, günden güne azaltmaktadır" (Hodgskin, Labour Defended Against the Claims of Capital, Londra, 1825, s. 30) ve böylece, sermayenin yerine getirdiği yönetimsel ve entelektüel işlevleri giderek daha gereksiz kılmaktadır. Konu dışı sözümü-zü sonuçlandırmak üzere, III. ciltte kabaca ele alınan bu sermaye-rant kuramının, iki ana nedenle, genel zekâya dair bir tez bağlamın-da güçlendiğini ve kuramsal ve tarihsel bir geçerlilik kazandığını öne süreceğiz:• Yaygın bir entelektüelliğin doğuşuyla karşı-laşan, sermayenin üretken olmamasına dair Hodgskinci tez, sermayenin tüm işlevlerinin (mülkiyet ve işletme) bir özniteliği haline gelir. Bu çerçevede, Marx, "girişimin kârı ile yönetimin ücretlerinin karıştırılmasının son bahanesinin dahi ortadan kalktığını" ve ikinci-sinin "yadsınamaz biçimde kuramda görüldü-ğü gibi, salt artı-değer, karşılığı hiçbir şekilde ödenmeyen bir değer olarak, (rant gibi) ger-çekleşen ödenmemiş emek olarak pratikte de açığa çıktığını" öne sürer.• Bilginin itici rolüne dayalı bir ekonomi-de, emek zamanı üzerine kurulu olan değer

yasası kriz içindedir. Bu krizin etkilerinden biri, üretim için dolaysız olarak gerekli emek zamanı artık çok azaldığından, üretimin para-sal değeri ve bununla ilgili kârların şiddetli bir biçimde düşmesi riskinin bulunmasıdır. Sonuç olarak, zor yoluyla değişim değerinin önemini korumaya ve kârı güvence altına almaya çalı-şan sermaye, arzın azalmasına dayalı olan gelir mekanizmalarının gelişmesine yol açar.Özetle, olağanüstü bir öngörü gücüne sahip olan Kapital’in III. cildindeki çözümlemenin geliştirilmesi, Grundrisse ile birlikte, üretimin nesnel koşulları olduğu kadar öznel koşulla-rı yönünden de, sermayenin rantlaşmasının nasıl kaçınılmaz olduğunu görmemize yardım-cı olur. Marx yine de böyle bir ilişkilendirme yapmaz; çünkü onun varsayımı, yeri zaman içinde uzun vadede belirlenmiş potansiyel bir oluş ve bir eğilimdi, ve de haklıydı.Marx’ın ölümünden sonra ve 19. yüzyıl son-larındaki büyük bunalım ile 1930’lardaki kriz arasında geçen tarihsel dönemi niteleyen, finansal rantın yayılması ve yarattığı çalkan-tıya rağmen; sanayi kapitalizminin gelişim çerçevesi, hâlâ büyük ölçüde gerçek tabiyetin derinleştirilmesi ile niteleniyordu.

Değerin asıl kaynağı, artık sabit

sermaye ve rutin uygulama

işinden ziyade, canlı emek

sayesinde harekete geçirilen

bilgilerde yatmaktadır

Smith’in teknik işbölümünün fabrikadaki

merkezi rolüne dayanan sanayi modelinin

aksine, "ulusların zenginliği"nin kaynağı,

artık üretken elbirliğinde ve şirket alanları

dışında yatmaktadır

35

II. Sanayi Kapitalizminden Bilişsel KapitalizmeArtık, sanayi kapitalizminden bilişsel kapita-lizme tarihsel geçişte ücret, rant ve kâr ara-sındaki ilişkide yaşanan değişimlerin çözüm-lenmesine dönelim.

II.1 Rantın Fordizm Altında MarjinalleşmesiRant, 1929 krizi sonrasında ve savaş sonra-sı dönem boyunca, –artı-değer yaratılması-na doğrudan dahil olan– sanayi kapitalizmi hegemonik duruma gelirken, aşamalı olarak marjinalleştirilmiştir. Fordist büyümenin altın çağındaki bu marjinalleşme sürecini üç ana unsur açıklar:– Finans piyasasını, toprak rantının aşamalı olarak vergilendirilmesini ve para arzının yönetimini düzenlemek üzere ayarlanan bütün bir kurumsal dispositifler dizisi yerini almıştır. Mülkiyet gücünün bu şekilde sınırlandırılması, enflasyonist bir süreci ve çok düşük reel faiz oranlarını desteklemiştir.– Kitlesel üretime dahil olan önde gelen fir-malarda, emeğin örgütlenmesinde Taylorist ve Fordist ilkelerin geliştirilmesi, kavram-sal emeği uygulayıcı emekten ayırma eği-liminin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmış-tır. Böylece, Galbraith’in söylediği anlamda yönetimsel kapitalizmin hegemonyası kuru-labilmiştir. Burada, meşruluğunu, üretimin örgütlenmesi içerisindeki yeniliklerin (beyaz yakalıların bulunduğu işyerleri ve araştırma-geliştirme laboratuarları etrafında) planlan-ması ve geliştirilmesindeki rolüne dayandıran

teknik bir yapının sahip olduğu gücün altını önemle çiziyoruz. Bunun sonucunda, his-sedarların menfaatlerine ve diğer "üretken olmayan" kapitalist değer üretim biçimlerine ikincil bir rol yükleyen yönetimsel bir mantık ortaya çıkmıştır.– Sabit sermayenin merkezinde bulunan bu birikim mantığına uygun olarak, Fikri Mülkiyet Haklarının rolü oldukça sınırlanmıştır. Bu çer-çevede, rantın yeniden paylaşımı, her ne kadar giderek toplumsallaşsa da asıl itici gücünü büyük Fordist girişimlerde bulan, ücretler ile kâr, ya da daha kesin bir ifadey-le, şirket kârı ile ücret dinamikleri arasın-daki çatışmaya dayalı olmuştur. Rant, kâr mantığına neredeyse karşı koyan bir mantık izlenerek, özellikle toprak rantına uygulanan verginin kentleşme ile bağlantılı olarak artışı ile ilgili ikincil bir rol oynamıştır. Bunun kanıtı olarak, Agnelli’nin, patronaj ile sendikalar arasında, Sıcak Sonbahar’daki ücret artışı taleplerinin yarattığı enflasyonun sorumlu-su olarak gördüğü kent rantına karşı neo-Ricardocu bir ittifak oluşturulması yönünde, 1970’lerin başında yaptığı öneriyi anımsaya-biliriz.

II.2 Bilişsel Kapitalizmde Rantın Geri DönüşüBu düzenleme, Fordizmin toplumsal krizi ve bilişsel kapitalizmin gelişimi boyunca sar-sılmıştır. Günümüzü niteleyen, rant ile kâr arasındaki ayrımın bulanıklaşması ve rant biçimlerinin yaygınlaşmasıdır. Yeni kapita-lizmde, kâr, J. M. Chevalier (1977) izlenerek,

Büyük girişimler

aslında kendi finansal

mimarileriyle ilgilenirler ve

sonunda, üretimin dolaysız

örgütlenmesi dışında her

şeyle meşgul oldukları

görülür

36

"sermayenin üretken olmayan değer üretimi" olarak tanımlanabilecek bir durumla ilintili iki dinamiğe giderek daha fazla dayanır.• İlk dinamik, üretime dışsal bir konumdan yaratılan değerden pay alma haklarına karşı-lık gelen, farklı mülkiyet (hissedarların patent mülkiyeti) ve kredi biçimlerinin merkezi rolü ile ilgilidir.• İkinci dinamik ise, üretim süreci üzerindeki dolaysız komutanın yerini piyasalar üzerinde-ki komutanın alması eğilimidir ve bu durum, hem tekellerin kurulması üzerinden hem de sermayenin, eve iş verme (putting-out) sis-teminin mantığını anımsatan bir mantığı takip ederek, kendisini emek ve piyasalar ara-sındaki bir aracı olarak dayatarak, girişimin sınırları dışında yaratılan değerin temellük edilmesini sağlayabilme becerisi üzerinden gerçekleşir. Daha da önemlisi, sermayenin üretim konusunda dışsallaştırılması, hem emeğin şirketler içerisinde örgütlenmesi hem de dışarısıyla ilişkileri ile ilgilidir.

Tezimizde ana hatlarıyla belirtilen eğilimin sonucu olarak iki trend ortaya çıkar.Öncelikle, değerin asıl kaynağı, artık sabit sermayede ve rutin uygulama işinden ziya-de, canlı emek sayesinde harekete geçirilen bilgilerde yatmaktadır. Emeğin örgütlenmesi giderek daha otonom bir hale geldiğinden, beyaz yakalıların bulunduğu işyerleri ya orta-dan kalkmakta ya da geçmiş zamanların dönüşen bir simgesi haline gelmektedir. Bu çerçevede, emek üzerindeki denetim, artık Taylorist doğrudan görevlendirme rolünü üstlenmez; bunun yerini, çoğunlukla verme zorunluluğuna, öznelliğin tarif edilmesine ve ücret ilişkisinin güvencesizleştirilmesi ile bağlantılı salt ve basit bir zora dayalı, dolaylı mekanizmalar almıştır.İkinci olarak, bilişsel bir işbölümüne doğru bir yönelim ile birlikte, iş alanındaki rekabet gücü, dışsal koşullara ve bilgi kaynakları ile eğitim sistemi ve kamuoyu araştırmaları-nın kalitesi bakımından mekandan kaynaklı

farklı üretkenlikler ile bağlantılı olan ranta el koyulabilmesine giderek daha fazla dayan-maktadır. Başka bir deyişle, Smith’in tek-nik işbölümünün fabrikadaki merkezi rolüne dayanan sanayi modelinin aksine, "ulusların zenginliği"nin kaynağı, artık üretken elbirli-ğinde ve şirket alanları dışında yatmaktadır.Bu analizden iki sonuç çıkarılabilir.Öncelikle, üretken emek ve ücret kavramları-nın, işin şirket içerisinde yürütüldüğü çalışma saatlerini aşan, karmaşık zamansallığı ve etkinliği bütünleştirecek şekilde yeniden ele alınması gereklidir.İkinci olarak, Paulré’nin gözlemlediği gibi, büyük girişimler aslında kendi finansal mimarileriyle ilgilenirler ve sonunda, üreti-min dolaysız örgütlenmesi dışında her şeyle meşgul oldukları görülür. Veblen’in kahin-ce sözlerini yeniden ifade etmek gerekirse, "büyük şirketler, sanayinin yaratıldığı yer olmak yerine, birer iş yeri haline gelmiştir", ve bu bakımdan, şirket kârları giderek daha fazla ranta benzemektedir.Düşüncelerimizin bu aşamasında ve farklı rant biçimlerinin daha ayrıntılı bir çözümleme-sini yapmadan önce, aşağıdaki soruyla karşı-laşıyoruz: Bölüşüm alanının yanı sıra, bilişsel kapitalizmde ortak olana el konulmasında ve sermaye-emek ilişkisinin düzenlenmesin-de rantın yeni rolü nedir? Bu soruya yanıt vermek için, can alıcı politik ve kuramsal bir noktanın ortaya konması gereklidir: Bilginin can alıcı rolü ve yayılımı üzerine kurulu bir ekonominin gelişmesinin kökeninde yatan kolektif yaratım ve özgürleşme dinamikleri ile bilişsel kapitalizm mantığı arasında, gerçek bir antagonizma olmasa da, bir çelişki vardır.

Günümüzü niteleyen,

rant ile kâr arasındaki

ayrımın bulanıklaşması

ve rant biçimlerinin

yaygınlaşmasıdır

Toplumsal gelirlerin yayılımı,

bilgi ekonomisinin gelişimi

açısından, kendisini dolaysız

üretim gücü olarak sunan

zamanın özgürleşmesine karşılık

gelmiştir

37

Bizim açımızdan, kapitalizmdeki mevcut dönü-şümlerin çıkış noktası ve esas karakteri, ne finansallaştırma ne de bilişim teknolojisinde yaşanan devrimdir; aksine, Fordist ilişkinin yaşadığı krizin özünde iki durum yatmakta-dır:– Her şeyden önce, kitlesel eğitimin geliş-mesi ve ortalama eğitim düzeylerinin yüksel-mesi sayesinde yaratılmış, yaygın bir ente-lektüelliğin kuruluşu. Emek gücünün bu yeni entelektüel niteliği, şirketlerin yönetimsel olarak örgütlenmesi içerisinde sabit serma-yede cisimleşen bilgi ile ilgili olarak emeğin dahil olduğu ve harekete geçirdiği, canlı bil-ginin yeni ve hakim niteliğinin olumlanmasına neden olmuştur.– İkinci olarak, Fordist model ile bağdaşma-yan toplumsal gelir ve refah hizmetlerinin yayılmasına yol açmış toplumsal çatışmalar. Bu dinamik, emek gücünün yeniden üretimi maliyetinin artması verili olmak üzere, genel-de Fordizmin krizindeki basit bir unsur olarak yorumlanmıştır; ancak aşağıdaki nedenlerle, aslında bilgiye dayalı bir ekonominin gelişme-si için gerekli can alıcı iki koşul sağladığını sonsal olarak görebiliriz:• Yaygın düşüncenin aksine, bilgiye dayalı ekonominin toplumsal koşulları ve önde gelen gerçek yönleri, özel Araştırma-Geliştirme laboratuarlarında bulunmaz; aksine refah devletinin kurumlarında ve kolektif üreti-minde (sağlık, eğitim, kamuoyu ve üniversite araştırması vb.) var olur.• Toplumsal gelirlerin (emekli aylığı, işsizlik yardımı vb.) yayılımı, ücret ilişkisinin yarattığı baskıyı hafifleterek farklı emek ve etkinlik biçimleri arasında hareketliliğe ve seçim yap-maya olanak sağlamıştır. Başka bir deyişle, toplumsal gelirlerin yayılımı, bilgi ekonomi-sinin gelişimi açısından, kendisini dolaysız üretim gücü olarak sunan (ve sermayeden ayrılan) zamanın özgürleşmesine karşılık gel-miştir.Son olarak, bilginin yayılan ve itici rolü üze-rine kurulu bir ekonominin gelişme koşulları, canlı emeğin gücünde yatar. Bu koşullar, tarihsel ve mantıksal bir bakış açısından, bilişsel kapitalizm öncesinde mevcuttur ve bilişsel kapitalizmin gelişine karşıdır.Bilişsel kapitalizm, denetimi yeniden ele alma ve yaygın entelektüelliğin ve bilginin merke-zi konumuna dayalı bir ekonominin gelişimi içerisinde yer alan özgürleşme potansiyelini boğma yönünde sermayenin çaba gösterdiği bir yeniden yapılandırma sürecinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeniden yapı-landırma, toplumsal ve kurumsal koşullarla ilgili ve bilgi ekonomisinin etkin bir şekilde yönetilmesine olanak sağlayacak (çelişkili

karakterlerine rağmen) dört ana hedefi olan bir mantığa göre geliştirilen, ekonominin top-lumsallığından koparılmasına dönük yeni bir sürece ve yeni bir ilksel sermaye birikimi evresine dayalıdır. Bu dört hedef şunlardır:Bir: Değeri temellük etme biçimlerinin, biliş-sel ve entelektüel boyutun hakim konuma geldiği bir duruma uyarlanması. Bu nedenle, finansallaştırma, yalnızca yöneticiler ile his-sedarlar arasındaki güç ilişkilerinde yaşanan bir değişimin değil, aynı zamanda büyük sanayi gruplarının değer üretim mantığında yaşanan içsel bir değişimin sonucu olarak ortaya çıkar. Tüm bunlar, emeğin elbirliğinin otonomlaşmasına yönelik hareket, sermaye-nin soyut, fazlasıyla esnek ve hareketli bir para-sermaye biçiminde otonomlaşmasına

yönelik koşut bir harekete karşılık geliyor-muşçasına gerçekleşir.İki: Fikri Mülkiyet Haklarının güçlendirilmesi aracılığıyla ortak bilgi ve yaşam ürünlerinin aşamalı olarak sömürgeleştirilmesi üzerin-den piyasa alanının genişletilmesi. Aslında, çok sayıda yoğun bilgi ürünü üretmenin mar-jinal maliyeti pratik olarak olmadığından, bu ürünlerin istenmese de neredeyse bedavaya verilmesi gereklidir. Burada, değer yasasının yaşadığı krizin asıl belirtilerinden birini görü-yoruz. Bu çerçevede, kaynaklar ve rant bakı-mından kıtlığın yapay olarak oluşturulmasına olanak tanıyan bir mülkiyet hakları sisteminin üretimi, sermayenin asıl dispositifi haline gelerek, bilgi dolaşımı ve üretimi sürecini engelleyici bir unsura dönüşen bir mantık-tan etkilenir. Bu durum, tam da ekonomik liberalizmin fikir babalarının mülkiyeti kıtlıkla mücadelede bir araç olarak haklı göstermek üzere koyduğu ilkeler ile çelişir. Marx’ın, aslında bolluğa, kullanım değerine ve dola-yısıyla (bir armağan olarak) özgürlüğe dayalı olan zenginlik karşısında değişim değerinin hakimiyetini zor yoluyla sağlamayı amaçlayan bir strateji olarak niteleyeceği şey de budur.Üç: Refah kurumlarının istikrarsızlaştırılması ve ücret ilişkisinin güvencesizliğinin vurgulan-ması; çünkü ücretli emeğe yönelik ekonomik baskının pekiştirilmesi, üretim alanında gide-rek otonomlaşan bir emek gücünün dene-tim altına alınarak çalıştırılmasının zorunlu koşulu haline gelir. Gerçek tabiyet krizinin belirtilerinden birisi budur ve diğer durum-larda olduğu gibi bu durumda da, ekonominin toplumsallığından koparılması süreci, rantın gelişimi ile bir arada yürümüştür. Bunun için, kamu borçlarının özelleştirilmesinin, düşük ya da negatif faiz oranı politikasından pozitif faiz oranı politikasına ani geçiş ile birlikte, rantın borçlulardan alacaklılara, toplumsal gelirden kamu borcundan menfaat sağla-yanlara muazzam bir şekilde devrini nasıl kolaylaştırdığından bahsetmek yeterlidir. Bu durum, aynı zamanda refah harcamalarının yükünü asgariye indirmek ve bu krize yapısal bir kaynak yetersizliği ile bağlantılı nesnel bir

Bilgiye dayalı ekonominin

toplumsal koşulları ve

önde gelen gerçek yönleri,

özel Araştırma-Geliştirme

laboratuarlarında bulunmaz;

aksine refah devletinin

kurumlarında ve kolektif

üretiminde var olur

38

ekonomik ve finansal kriz görüntüsü vermek amacıyla çok büyük bir baskının uygulanması-nı da olanaklı kılmıştır.Dört: Yaygın entelektüelliğin üretim figürü ile genel zekâ sahibi kolektif işçi figürünün birli-ğinin bozulması ve emek gücünün iki bileşeni arasında yapay bir bölünmeye gidilmesi. Bu düalist modelde, birinci kesim, patent almaya yönelik iş ve araştırma faaliyetlerine finansal hizmet sunmak gibi, bilgi ekonomisine ilişkin daha kârlı faaliyetlerde uzmanlaşmış, seçkin bir entelektüel emek tabakasını içerir. Bu emek gücü kesiminin yetenekleri tanınır ve gelirleri, finans sermayesinden alınan kâr payları ve özel emeklilik fon ve sigorta sis-temi ile güvence altına alınan korumalar ile bağlantılı faydalardan giderek daha fazla yararlanır. İkinci kesim, nitelikleri tanınma-mış bir iş gücünü kapsar. Bu kategorideki işçiler, kendilerini bir "gerileme" durumu-na, örneğin, mesleki faaliyetlerinde etkin bir şekilde kullandıkları bilgi ve yeteneklere ilişkin ücret ve istihdam koşullarının değer-

sizleşmesine tabi bulurlar. Bu kesimin anlamı, yalnızca geleneksel ve standartlaşmış yeni kesimlerin neo-Taylorist işlevlerinin değil, her şeyden önce, yeni bilişsel boyutuyla emeğin daha da güvencesiz biçimde istihdam edil-mesinin güvence altına alınmasındadır. Son olarak, emek piyasasının bu yapay bölünmesi ile ücret dağılımındaki eşitsizlikler, böylece barınma ihtiyacından sağlanan ranta dair can alıcı soruyla yakından ilişkili olan, emek gücünün bölgesel olarak ve büyük şehirlerde parçalanmasına dönük güçlü bir mekanizma kurar.

SonuçÜcret, rant ve kârın yeni eklemlenmesine dair yapılan bu çözümlemeden üç ders çıka-rılabilir.1) Bilişsel kapitalizmde, rant ile kâr arasında-ki sınırlar parçalanır ve bu, Marx tarafından Kapital’in III. cildi ile genel zekâ kuramında saptanan eğilimlerin gerçekleşmesine büyük ölçüde karşılık gelir.

2) Bu çerçevede, rantın rolü, emek tarafından yaratılan zenginliğin toplanmasının bir biçimi olmakla kalmayıp, ortak olanın toplumsallı-ğından koparılması ve emek gücünün politik, uzamsal ve sosyo-ekonomik olarak bölünme-sine dönük bir mekanizma kurmasıdır.3) Rantın yeniden ve güçlü biçimde orta-ya çıkması, üretken emeğin bilişsel kapita-lizmdeki gelişimi ve sermaye tarafından el konulan artı-değerin yaratılmasına dahil olan toplumsal zamanı bir bütün olarak kapsama-sı gereken ücretlerin gelişimi ile bir arada gider. Güvenceli bir toplumsal gelir önerisi, iki bakımdan anlamlıdır: Bir yandan, bunun finansman biçimleri, sermayenin rant biçi-minde yeniden temellük edilmesi mantığına karşılık gelirken, öte yandan, bilgiye dayalı bir ekonominin gelişimi açısından bakıldığında, bu durum, kendisini hem toplumun bilgiye kolektif yatırımı hem de bireyler için temel bir gelir, doğrudan üretimden kaynaklanan gerçek bir toplumsal gelir olarak sunar.

Kaynakça

Jean-Marie Chevalier, L’économie industrielle en question, Calmann-Levy, 1977.

Thomas Hodgskin, Labour Defended Against the Claims of Capital, etc., London, 1825.

John Maynard Keynes, Théorie générale de l’emploi, de l’intérêt et de la monnaie, Payot, 1968.

Karl Marx, Le Capital Livre I, II, III et IV, in CEuvres, Economie, La Pléiade, 1968. (Kapital, c. 1, 2, 3, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları)

Karl Marx, Théories sur la Plus-value, Editions Sociales, 1976. (Artı Değer Teorileri, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1998)

Karl Marx, Grundrisse, Tome 2, Éditions Sociales, 1980. (Grundrisse I ve II, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 1999-2003)

Claudio Napoleoni, Dizionario di economia politica Edizioni di Comunità, 1956.

Carlo Vercellone (ed), Capitalismo cognitivo, Manifestolibri, 2006.

Emek piyasasının bu

yapay bölünmesi ile ücret

dağılımındaki eşitsizlikler,

emek gücünün bölgesel

olarak ve büyük şehirlerde

parçalanmasına dönük güçlü

bir mekanizma kurar

Bilginin yayılan ve itici

rolü üzerine kurulu bir

ekonominin gelişme

koşulları, canlı emeğin

gücünde yatar

Carlo Vercellone

Çev.: Uzun

39

Ilısu Barajı projesi

Türkiye’nin en önemli ve etkili çevresel sorun-larından biri olmasına rağmen kamu günde-minde çok az yer tutan Ilısu Barajı projesi Güneydoğu bölgesinde, Dicle nehri üzerine yapılması planlanan bir hidroelektrik proje-sidir. 313 km2lik alana, 1280 m. uzunluğa ve 135 m. yüksekliğe sahip olacak olan baraj dünyanın en büyük sulama ve elektrik üretimi projelerinden biri olan GAP’ın bir parçasıdır. Ekonomik, kültürel, sosyal, etnik ve ekolojik açılardan devasa yıkımlara neden olacak ve 9 bin yıllık tarihi olan Hasankeyf’i tamamen orta-dan kaldıracak olan proje, ilk olarak 1950’li yıllarda tartışılmaya başlandı ve 1982’de plan kabul edildi. 1990’lı yıların sonlarında ilk şirket-ler konsorsiyumunun ortaya çıkışının ardından baraj inşaatından etkilenen bölge halkının, onların oluşturduğu örgütlerin mücadeleleri sayesinde, süreç içinde kayda değer pek çok kazanım elde edilmesine rağmen AKP hükü-meti proje üzerinde ısrarcı davranmaktadır.Maaliyeti 2 Milyar Euro olan barajı DSİ’nin ihaleye vermesiyle mali sorumluluğu Avusturya (Kontrollbank AG-ÖKB), Almanya (Euler Hermes) ve İsviçre (İsviçre Export-Risk

Garantisi–SERV) üstlendi. Projeyi gerçekleşti-recek olan firmaların isimleri ise şöyle; Andritz AG (Avusturya)-Konsoryum Başkanlığı, Züblin AG (Avustuya-Almanya); Alstom Ltd., Stucky, Maggia, Colenco (İsviçre); Nurol A.Ş., Cengiz A.Ş., Çelikler A.Ş. ve Temelsu A.Ş. (Türkiye).Proje ile ilgili ulaşılabilinen tek belge, yapımı yüklenecek şirketlerin ülkelerindeki Dışsatım Kredi Ajanslarının isteği üzerine yurt dışındaki 4 kuruluştan oluşan Ilısu Çevre Grubu tarafın-dan 2001 yılında hazırlanan ve 2005’te yeni-lenen ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) Raporu ve ekleridir. Daha önce hazırlanmış olan Ön Fizibilite Raporu, Mühendislik Jeoloji Raporu, Fizibilite Raporu ve Son Tasarım ile ilgili belgeler kamuoyuna açılmamıştır. Türk yetkililer tarafından toplanan verilere dayan-dırılan ÇED Raporu, projenin etkilerine ilişkin bağımsız bir değerlendirme değildir. Yaşamı tehdit edecek etkiler hakkında pek az saha çalışması yapılmıştır ve raporda bunların büyük bir kısmına yer verilmemiş olması ÇED Raporu’nun proje ve hükümet politikaları için hazırlanmış bir promosyon broşürü olduğunu gösterir. Bu durumlar göz önünde bulundurul-duğunda hiçbir hükümet veya kredi kuruluşu, ÇED Raporu güncellemesine dayanarak Ilısu Barajı’na akla uygun bir gerekçeyle kredi sağlama kararı veremez. 1990’larda Ilısu ÇED’e muhtemel bir ekip lideri olarak katı-lan bir etki değerlendirme uzmanı, projeden çekilme nedenini şöyle açıklamıştı:

Hasankeyf bir kere suyun

altında kaldıktan sonra

bir daha kurtarılması

olanaksızdır

İnsanların tarihleriyle,

kültürel ve kutsal

mekânlarıyla olan bağları

değersizleştirilmektedir

40

"Ilısu Barajı’nın ÇED’ine 1997’nin Nisan ve Mayıs aylarında muhtemel bir ekip lideri olarak katıldım ve tüm sürecin gülünç karakteri ortaya çık-tığında ayrıldım. O dönemde ulusla-rarası ÇED için çevre ekibini oluştur-makla sorumlu olan İsviçreli-Alman bir mühendis bazı şeyleri açıklığa kavuşturdu. Güvenilir bir alan çalışma-sı ve istişare için gerekli kaynaklara izin verilmeyecekti ve ÇED’in projeye önemli bir etkisi olmayacak, proje etki değerlendirme raporu olsa da olmasa da yürütülecekti."1

Bölgenin yarı kurak olmasından ve son yıl-larda hızla ormansızlaştırılmasından dolayı Ilısu baraj gölüne yüksek miktarda sediment (tortu, kum, kil vs.) akıp depolanacaktır. Bu da barajın ömrünü kısaltacak en önemli etkendir. Ayrıca 300 km2lik baraj gölünün önemli bir bölümünde Midyat kireçtaşları yer almaktadır. Bu taşın altında yer alan Gercüş Formasyonu’nda da eriyebilir jips ve anhidrit-ler var. Yani baraj gölü su tutmaya başladı-ğında Midyat kireçtaşı içinden doğuya, Şırnak yönünde havza dışına su kaçma olasılığının yüksek olduğu görülüyor. Üstelik bu kireçtaşı kıvrımları karst gelişimini ve yeraltı suyu hareketini kolaylaştırıcı etkiye sahip olan faylarla kesiliyor. Su tutulmaya başladığında karstik boşluklardan havza dışına bu şekilde su kaçarsa kireçtaşının geçirimsizleştirilmesi için büyük yeraltı barajlarının kurulması gere-kebilir. Ömrü yalnızca 50 yıllık olan ve yeteri kadar su tutamadığında daha pahalıya mal olacak olan bu baraj yüzünden, 12 bin yıllık kültür yok edilecek, 78 bin köylü yerinden edi-

lecek, çevre kirliliği aşırı derecede artacak, binlerce canlı telef olacak, Hasankeyf gibi antik bir kent, binlerce yıllık tarihi değerler, muhteşem bir doğa ve yaklaşık 6 bin mağara sular altına gömülecek. Ayrıca bu durum muazzam bir kültürel yıkımla sonuçlanacak-tır.

Hasankeyf ve Kültürel MirasIlısu Barajı’nın planlandığı bölge ilk yerleşim yerlerinden olan Yukarı Mezapotamya’dır. İnsanlık tarihi açısından çok önemli olan bölgede ilk insandan Neandertal’e ve tam anlamıyla modern ilk insana uzanan kökle-rimiz hakkında bilgiler yer almaktadır. ÇED Raporu’na göre Ilısu barajı gölü Hasankeyf dâhil toplam 289 arkeolojik sit alanını etkile-yecek. Bunun yanı sıra Ilısu bölgesinin ancak yaklaşık %40’ında yüzey araştırması yapılmış. Eğer bu tamamlanabilirse bu sayının en az ikiye katlanması beklenmektedir. Bu bölgenin sular altında kalmasıyla hiç bilmediğimiz zen-

ginlikler de gün ışığına çıkarılmadan tama-men yok edilecek ve insanlık kültürü büyük katliama uğrayacaktır. Uruk, Urartu, Medes, Asur, Roma ve Bizans İmparatorlukları dâhil pek çok imparatorluğun sınırı olan bölgenin İran ve Güney Mezapotamya ile ticaret bağ-lantıları vardır. Burada birçok dev höyüğün, anıtsal mimarinin, gömü kentlerin, kalelerin, mezarlıkların ve Birecik Barajı’nın inşası için alelacele kazılırken uluslararası dikkatleri üzerinde toplayan Zeugma’daki gibi yer moza-iklerine sahip olan, muhtemel zengin yerle-şim alanlarının varlığı söz konusudur. Tarımın ilk ortaya çıktığı, insanların ilk kez kasaba ve kentlerde yaşamaya başladığı, imparatorluk-ların kurulduğu, çeşitli dinlerin yeşerdiği ve Ortaçağ hanedanlarının ve modern impara-torlukların yer aldığı bölge ve en az 20 doğu ve batı kültürünün iz bıraktığı, 9 bin yıldır sürekli yerleşim yeri olan Hasankeyf bu pro-jeyle sular altına gömülecektir. Hasankeyf’in yok olmayacağı, tarihi değerlerin taşınarak bir Hasankeyf müzesi oluşturulacağı iddia ediliyor, fakat bölgedeki yapıtların büyük çoğunluğu yapılış özelliklerinden dolayı (harç ve dolgu gibi) taşınamaz durumdadır. Bunun yanı sıra Hasankeyf doğasıyla bir bütündür ve buradan bir parçasının koparılmaması gerekmektedir. Taşınamaz değerler arasın-da yaklaşık 6 bin doğal mağara vardır ve bu mağaralar bölgenin tarihine baktığımızda Paleolitik döneme ait harikulade resimler ve gravürler içerebilir. Coğrafyanın tamamı çok önemli bir kültürel ve doğal mirastır ve onu yaşatan ve besleyen toplulukların binlerce yıllık çalışmasının bir ürünüdür. Burası kur-tarma kazıları veya etnografik çalışmalarla korunamaz.

ÇED Raporu, proje ve

hükümet politikaları için

hazırlanmış bir promosyon

broşürüdür

41

Ayrıca Hasankeyf’in üzerinde bulunduğu jeo-lojik birim gözenekli bir kayadan oluşmak-tadır. Bu yapı kolay kazılabilir ve kazı yüzeyi kısa sürede biraz sertleşir, atmosferik ortam-da kolayca ayrışmaz. Hasankeyf’teki anıtsal yapılar da bu kayadan çıkarılan taşlarla yapıl-dığı için aynı özellikleri taşıyorlar. Kaya su altında kaldığında ve suyun debisi değiştikçe, bu kayayı oluşturan karbonat kırıntıları ve çimentosu kolayca suda çözünür ve bu doğal yarlar da tarihsel ve anıtsal yapılar da zaman içinde ufalanır. Baraj ömrünü tamamladıktan sonra su ve çamurların altından yalnızca toz yığını çıkacaktır. Hasankeyf bir kere suyun altında kaldıktan sonra bir daha kurtarılması olanaksızdır.

Barajın Doğal Yaşama Etkisi1975-2000 yılları arasında, 5 baraj projesi sonucu bölgenin önemli iki nehir sisteminden biri olan Fırat’ın Türkiye sınırları içersindeki bölümü tamamen baraj göllerine dönüşmüş-tür. Yöredeki doğal hayatın nasıl etkileneceği o dönemde yeterince sorgulanmamış, GAP’ın ekonomik ve mühendislikle ilgili boyutları çevresel boyutunu perdelemiştir. Dicle ve Fırat nehirleri jeolojik tarihleri açısından aynı su sisteminin öğeleridir. Bu nedenle Fırat’ta kaybedilen ya da ciddi şekilde sınırlandırılan yaşam şekillerinin bazıları halen Dicle’de temsil edilmektedir. Bu yüzden Dicle vadisi bölgenin ekolojik dengesi, bitki ve hayvanları açısından birinci dereceden önemlidir.Önerilen proje, 170 km. uzunluğundaki nehir boyunca uzanan doğal nehir kıyısı ekosistemi ve bu ekosisteme birleşik diğer yaşam ortam-larının kalıcı kaybına neden olacaktır. Bunun sonucunda nadir, hassas, göçmen ve tehlike

altındaki türler yaşamlarına devam edemeye-ceklerdir. Tavşancıl, Gökkuzgun, Kızıl akbaba, Küçük ebabil, Küçük akbaba, Çizgili sırtlan, Küçük kerkenez, Alaca yalıçapkını, Bataklık kırlangıcı, Fırat kaplumbağası, Büyük kızkuşu, yarasa türleri ve balık türlerinin popülasyon-ları projeden önemli ölçüde etkilenecektir. Hatta bazıları yuvalama alanlarının su altında kalması ve inşaat sonrası su rejiminde olacak değişme nedeniyle tamamen yok olacaktır.Baraj gölüyle su altında kalan alanlar barajı işletme düzeyine göre 100-313 km2 arasında değişebilecek. Böyle durumlarda durgun su birikintileri ve nemli alanlarda su ile bulaşan hastalıklara neden olacak canlıların türemesi ve yayılması çok kolaylaşıyor. Son yıllarda bütün Türkiye’de bu hastalıkların ortalama %80’i GAP alanında ortaya çıkıyor. Bunun

yanı sıra baraj gölünün su kalitesinde önemli miktarda düşüş beklenmektedir. Bu duru-mun şiddetini arttıracak olan ötrefikasyon (biyolojik ve kimyasal maddeler sonucu atık sularda oksijenin azalmasıyla baraj gölündeki canlıların yok olması) ile nem oranın ciddi şekilde artması sonucu baraj gölü çevre-sinde (özellikle Batman, Bismil, Hasankeyf şehirleri açısından) yaşayacak halk için son derece tehlikeli bir durum ortaya çıkması beklenmekte. Biyolojik ve kimyasal atıklarla kaplanmış büyük alanlar çok sayıda tehli-keli hastalık taşıyabilecek böcek ve (sivri-)sinek türemesine neden olacaktır. Bu durum enfeksiyöz hastalıkların bir kaç yılda yaygın-laşmasını birlikte getirmektedir. Bu neden-lerle Hepatit A, Salmonella, Para-Tifo, Amipli Dizanteri gibi etkenler Fırat nehri etrafındaki bölgede olduğu gibi çok sayıda hastalığa neden olabilecektir.

Barajın Tarım Alanına Etkisi136 km. uzunluğu, 500-2000 m. arasında değişecek olan genişliği ile son derece uzun ve dar olan baraj gölü, diğer barajlarla kıyas-lanamayacak kadar yaygın bir coğrafyayı etkileyecektir. Baraj gölünün altında kalacak 1. ve 2. derecede tarım alanlarının oranı %20’dir. Bu da 6,000 hektar tarım alanının

Hassas, göçmen ve

tehlike altındaki türler

yaşamlarına devam

edemeyeceklerdir

Tarım toprakları

yoksullaşacak ve bu

alanlar tuzlanma tehdidi

altında olacaktır

42

yok olacağının ve ciddi bir üretim kaybı-nın meydana geleceğinin bir göstergesidir. Dicle’ye Cizre Barajı’nın yapılmasıyla da bu barajın sulayabileceğinden daha çok tarım alanı baraj gölünün altında kalacaktır. Ayrıca, Dicle’nin aşağı ovalara taşıdığı, tarımsal top-rağı besleyen malzeme barajlarda çökeleceği için orta ve uzun dönemde tarım toprakları yoksullaşacak ve bu alanlar tuzlanma tehdidi altında olacaktır. Nitekim tarımsal toprakla-rın eskisi kadar beslenememesi nedeniyle Harran Ovası’nda 13 yıllık sulama süresinde tarım alanlarının %8’i aşırı, 1/3’i de orta ve şiddetli derecede tuzlanmıştır. Aynı durumun Ilısu-Cizre baraj ikilisinin aşağı kesimindeki toprakların da başına gelmesi söz konusu-dur.Ilısu Barajı yalnızca Türkiye sınırları içe-risindeki bu bölgeyi etkilemekle kalmayıp, Irak ve Suriye’deki toplulukların su kaynak-larını da azaltacaktır. Irak Su Kaynakları Bakanlığı’ndan bir yetkili, Ilısu Barajı tamam-ladığında Dicle’deki toplam su miktarının %47 oranında azalacağını, Musul kentinin de yaz aylarında ihtiyaç duyduğu suyun

%50’sinden mahrum edileceğini açıkça vur-gulamıştır. Nehir suyunun %80’ini tutacak olan baraj, Irak’ta bulunan yaklaşık 3 milyon dönümlük ekilebilir tarım arazisini susuz bıra-kacaktır. Irak’ın payına düşen su miktarının azalması yalnızca tarım alanını değil; içme suyu, bataklık alanları ve çevreyi de olumsuz etkileyecektir.

Sosyal Boyut ve GöçIlısu Barajı, Batman, Siirt, Diyarbakır, Mardin ve Şırnak illerinde toplam 199 köyü ve Hasankeyf ilçesini etkileyecek. Bu 199 köyün 49’u ise 90’lı yıllarda uygulanan zorunlu göç politikasından dolayı halen insansız durumda (90’lı yıllarda bu bölgede toplam 80 kadar köy boşaltıldı). Barajdan etkilenecek insanla-rın sayısından 78 bin olarak bahsediliyorken YYEP (Yeniden Yerleşim Eylem Planı) 55 bin rakamını önümüze koydu. Buna askeri güç-ler tarafından zorla göç ettirilen ve değişik şehirlerde yaşayan 23 bin kadar insan dâhil değil. Oysa bu insanlar halen terk etmek zorunda kaldıkları ev ve özellikle toprakların sahipleridir. Etkilenecek insanların %23’ü yeni yerleşim yerlerine gidebileceğini söyler-ken, %77’si büyük şehirlere göç edecek ve buradaki sorunları daha da ağırlaştıracaktır. İnsanların şehirlerde ve yeni yerleşim yerle-rinde nasıl geçineceklerinin belli olmaması önemli diğer sorunlardan biridir.Göçler ve sosyal kayıplarla beraber yerli halk iyice yoksullaşacaktır. Yeniden yerleşimin öngörüldüğü yerlerde insanların yeni konut-lara ödemeleri gerekecek olan miktarın, eski evleri için alacakları miktarın bir kaç katı olması yüzünden devlet eliyle göç ettirilen insanlar borçlanmak zorunda kalacak. 70’li yıllarda uygulanan toprak reformunun devlet tarafından bu bölgede bilinçli şekilde yapılma-

ması, toprak dağılımında çok ciddi sorunlara yol açmıştır. Göç-Der Diyarbakır’ın Bismil’in Ilısu projesinden etkileneceği 33 köyünde yaptığı alan çalışmasına göre yerli halkın %56’sı işlettikleri toprakların sahipleri değil. Yani insanların çoğu büyük toprak sahipleri için çalışmakta. Bu insanlara tahsis edilecek arazi sıkıntısının olduğu söyleniyorken ara-zinin neredeyse tamamı 25 toprak ağasına verilmiştir. Topraksız insanlar barajın yapıl-masıyla geçim kaynaklarını kaybedecek ve yasalara göre hiçbir tazminat alamayacaklar. İnsan haklarının çok sınırlı olduğu bu bölgede yaşayan halk; savaş, işkenceler, göçe zorlan-malar ve baskılardan dolayı askeri şahıslara ve devlete güvenmedikleri için yasal yollara başvurmayacaktır.Kentlere göç edecek insanları çok sayıda sos-yal, ekonomik ve psikolojik sorunlar bekleye-cek. 90’lı yıllarda zorla yerlerinden göç ettiri-lip Diyarbakır ve Batman gibi bölge kentlerine gelen yüz binlerce insanın sorunları daha çözülememişken gelecek yeni bir göç dalgası, kentleri daha da zor bir durumda bıraka-caktır. Köylerde üretici konumunda olanlar, şehirlere göç ettiklerinde tüketici konumuna düşecekler. Genellikle çiftçi olan yerli insan-lar mesleki durumlarından dolayı kentlerde iş bulamayacak ya da en ağır işlerde çok düşük bir ücret karşılığında çalışmak zorunda kala-caklardır. Kentlerde işsizlik oranının şu an %50’lere vardığını düşünürsek bu insanları sosyal bir facianın beklediği çok açıktır.Hem arazilerinde hem de hanelerinde ve köylerinde, savaş ve yoksullukla birlikte şid-deti iyice artan ağır iş yükü altında olan bölgedeki kadınlar bir de göç sorunuyla yüz yüzeler. Kente gelişin en büyük faturasını ödeyecek olanlar yine Kürt kadınlar olacak. Kırsal alanlarda kadınlar da üretimin içinde yer alırken bu durum şehirlerde ortadan kalkacak. Kent yaşamını tanımayan kadınlar; dil, okur-yazarlık, okul eğitimi gibi sorunları da göz önünde bulundurursak sosyal yaşama neredeyse hiç katılamayabilirler. Bölgedeki savaş yüzünden karşılaştıkları ekstra zorluk-larla yoksulluğun kadın yüzü yalnızca daha iyi yaşam koşulları istiyor. Fakat bunun yerine aşiret sistemi içersinde hiyerarşik açıdan en

Halkların yaşamı ve kültürleri

insanlık için çok değerlidir,

fakat pazar için en ufak bir

değeri yoktur

Göçler ve sosyal kayıplarla

beraber yerli halk iyice

yoksullaşacaktır

43

altta bulunan ve en ağır yükleri üzerlerinde taşıyan kadınlar, feodal düzenin içersinden çıkartılıp ücretli emeğin tahakkümü altına gir-mek zorunda bırakılıyorlar. Aynı zamanda bu insanların tarihleriyle, yaşamalarını sağlaya-cak bilgiyle ve kültürel ve kutsal mekânlarıyla bağlarını kopartarak, bu bağlar değersiz-leştirilmektedir. Bu, barajın yol açacağı en büyük kültürel yıkımdır. Bu halkların yaşamı ve kültürleri insanlık için çok değerlidir, fakat pazar için en ufak bir değeri yoktur.Göç eden topluluklar arasında, savaş nede-niyle yerinden edildikten sonra köylerine dönmüş olan bazı aileler ve Batman barajı nedeniyle Ilısu bölgesine taşınmış ve şimdi ikinci kez göç etmek zorunda kalan köylüler olabilir. Bu durum üzerine ise bu bölgedeki toplulukların göçe ve zorla yerinden edilme-ye zaten alışkın oldukları ve kendilerini pek de kötü hissetmeyecekleri ima edilmektedir.Sağlıklı bir yeniden yerleşimin, mevcut yasa-lar, pratik, yaklaşım ve mantıkla pek gerçek-leşemeyeceği çok net ortadadır.Gerçekleştirildiğinde sadece 420 kişiye iş imkanı sağlayacak olan baraj, on binlerce kişinin evini ve toprağını terk etmesinin yanı sıra, 53 köy 14 mezra, 112 km. enerji hattı, 120 km. köy yolu, 148 km. devlet yolu ve 5,575 m. demiryolunun yenilenmesiyle sonuç-lanacaktır. Üstelik yeniden yerleşimin mal oluşu, baraj ve HES mal oluşundan fazladır.

Meselenin Siyasi BoyutuGAP ve çok-uluslu şirketlere göre geçim-lik tarımın yok edilmesi ve suyun, toprağın ve tüm bölge kaynaklarının özelleştirilmesi daha fazla kâr için gereklidir. Bunların tica-rileşmesi için ilk olarak bu bölgedeki yerel direnişi ortadan kaldırmak gerekmektedir. Halkı topraklarından çıkararak ve Türkiye’nin Güneydoğusunda kültürel ve toplumsal yıkı-ma neden olarak, bölgedeki yerli harekete ciddi zararlar verilmek istenmektedir.

‘‘…DSİ bürokratları kurula, su tutulmaya başlanmasının ardından oluşacak ve 10 bin hektar olacağı hesaplanan Ilısu Baraj gölü-nün PKK’nın önemli geçiş güzergâhlarından bazılarını kapatacağını anlattı. DSİ, PKK’nın zaman zaman kullandığı yaklaşık bin mağa-ranın da sular altında kalacağını belirtti. Böylece PKK’nın bölgedeki hareket kabiliye-ti ve barınma imkânının kısıtlanmış olacağı ifade edildi...’’ 22 Şubat 2007’de toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu’nda DSİ’nin konuşmasıyla ilgili Radikal gazetesinde 23 Şubat 2007’de yayınlanan bu haber yazısında da görüldüğü üzere DSİ, barajın tek gerekçe-sinin enerji olmadığını açıkça dile getirmiştir. Bir taşla birden fazla kuş vurulmak istenmek-tedir.Yerli hareket, dayatılanın aksine, fiziksel olduğu kadar kültürel beslenmenin de hayat-ta kalmanın ve direnmenin temeli olduğunu görmüştür. Bu yüzden tarihlerinin, geleneksel bilgilerinin, boşaltılmış köylerinin, mezarlık-

larının, kutsal mekânlarının ve Hasankeyf’in yok olmasını engellemek için on yıllardır çaba harcamaktadırlar.Antik kentteki tarihi eserlerin taşınabilmesi için kazı çalışmaları şu sıralar aralıksız sür-dürülmektedir. Halkların kendilerine dayatı-lanları reddedişlerinin ve isyanlarının tarihini değersizleştirmek, çarpıtmak, inkâr etmek ve görünmez kılmak suretiyle baskı ve kaynak hırsızlığını meşrulaştırmak için tarih ve arke-olojinin bir araç olarak kullanılmış olduğu ve nasıl kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Ilısu için yapılacak herhangi bir etnografik tetkik ve kurtarma çalışmaları tarihin bu çarpıtma-sına katkı sunacaktır. Ilısu Barajı Projesinin sosyal, ekolojik, kültürel, etnik ve kalıtsal miras açısından böyle yıkımlara yol açaca-ğı yeterince açıkken kurtarma projelerinin sadece göz boyamaya yönelik ve projenin devamını kolaylaştırıcı girişimler olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak yetkililerin kül-türel çeşitliliğe yönelik politikası yeterince açıktır. İnkâr, baskı ve asimilasyon.Şu anki planlamaya göre 2015 yılında barajın inşaatı tamamlanacak. Ilısu projesi ile yaşam alanları sular altında kalacağı için ve iklim değişiklikleri yüzünden bir sürü canlı türü yok olacak, çevre kirliliği artacak, tarım arazileri-nin yok olması ciddi miktarlarda ürün kaybına neden olacak, yaklaşık 80,000 insanın göç ettirilmesiyle bir nevi tehcir uygulanacak, binlerce mağara, eşsiz güzellikteki doğa, 1. dereceden arkeolojik sit alanı olan Hasankeyf ve 12 bin yıllık kültürel miras yalnızca 50 yıllık ömrü olan bir baraj yüzünden sular altına gömülecek. Ne bu bölgedeki doğa, ne binlerce yıllık tarihi miras, ne de kültürel değerler böyle bir maddiyatla ölçülemez. Eğer Ilısu planları ve diğer HES girişimleri durdurulamazsa, Türkiye’nin dev bir şantiye haline gelişini ve yaşam alanlarının nasıl yok edildiğini izlemek zorunda kalacağız.

1 James Ramsay, İmtiyazlı Çevreci (M. Ronayne’ye 22 Şubat 2006 ve 1 Haziran 2006’da iletilen e-posta)

Kurtarma projelerinin,

sadece göz boyamaya

yönelik ve projenin

devamını kolaylaştırıcı

girişimler olduğunu

söyleyebiliriz

Arzu

44

Yenilenebilir Enerji Kaynakları Üzerine

"Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kentle-rinde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler; bir kelebeğin kanat çırpışları duyulamaz."

Kızılderililer beyaz adamı iyi tanımışlar. Onun ihtirasını, yağmacılığını, bencilliğini görmüşler. Ne yazık ki doğru, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesleri, bir kelebeğin kanat çırpışlarını duyamıyoruz yaşadığımız şehirlerde. Ama beyaz adamın ihtirası son bul-muş değil. Gözü her zaman başka topraklarda, ağaçlarda, ırmaklarda. Bugün enerji kaynağı olarak kullanmak amacıyla Karadeniz’de bir-birinden güzel, birbirinden yeşil, birbirinden mavi vadilerde hidroelektrik santraller (HES) kurmayı planlıyor. Derelerin şırıltısında huzur bulmuş toprakları kurutarak anasını, kardeşini öldürüyor. Ve bunu "çevrecinin daniskasıyız" diyerek yapıyor. Nasıl, neden? Günbegün artan enerji ihtiyacı, küresel ısınma sorunu ve çözüm olan alternatif-yenilenebilir enerji kaynakları-nın doğa katliamı yaparak kullanılmaya çalışıl-ması... Gelin hepsine sırasıyla bakalım.

Küresel İklim Değişikliğiİnsanlık, enerji ihtiyacını doğayla barışık yön-temlerle elde etme yolundan sapalı çok oldu. Daha fazlası, daha fazlası derken artan enerji ihtiyacı en kolay ve ucuza elde edilebilir enerji kaynaklarının kullanımını arttırdı. Bu kaynaklar, klasik enerji kaynakları olarak adlandırılıyorlar ve temelde, yakılmasıyla daha fazla enerji açığa çıkaran kömür, petrol

ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanılması anlamına geliyorlar. Bu yakıtların yakılmasıy-la insanlığın ihtiyaç duyduğu enerji şimdiye dek fazlasıyla elde edildi, hatta halen tüm dünyada, insanlığa yüzlerce yıl yetecek kadar rezerv de var. Gelgelelim bu yakıtların yakıl-masıyla yalnızca enerji değil, 6 tane sera gazı da açığa çıkıyor. Genel olarak en bilinenleri ve en zararlı olanları ise karbondioksit ve metan. Sera gazlarının en belirgin özellikleri bünyelerinde ısı tutabilmeleri. Gün boyun-ca güneşten atmosfere ısı ve ışık geliyor. Bunların bir kısmı atmosferde kalmayıp uzaya geri dönüyor ki böylece doğal bir denge oluşuyor. Sera gazlarının atmosferde yoğun-laşmasıyla güneşten gelen ısı ve ışının daha büyük bir kısmı atmosferde hapsoluyor. Bu da artık herkesin bildiği bir şeye neden oluyor: Küresel iklim değişiklikleri ve küresel ısınma.Araştırmalara göre son bir milyar yılda atmosferdeki ısı artışı 1,5 °C iken, Sanayi Devrimi’nden bu yana da, yani yaklaşık son 250 yıllık süre içinde de atmosferde görülen ısı artışı 1,5 °C olmuştur. Bu durum, kapita-list gelişim süreci içinde sermaye birikiminin oluşmasının en önemli uğraklarından birinin, kendi dönemi içinde fark edilememiş sonuçla-rını da gözler önüne serer.Küresel iklim değişiklikleri ile artan doğal

felaketler her yıl ciddi can kayıplarına, pek çok yerleşim yerinin yok olmasına ve doğal çevrenin, ekolojik sistemin bozulmasına neden oluyor. Okyanuslarda, denizlerde ve karada yaşayan canlı türleri değişiyor, pek çok canlı yaşam koşulları değiştiği için yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bir ayna misali güneş ışınlarının bir kısmını uzaya geri yansıtan buzul kütlelerinin hızla erimesi, gitgide daha az güneş ışınının uzaya yansı-tılması ve dünyanın daha da fazla ısınması anlamına geldiği gibi, dünya üzerinde su seviyesini de hızla arttırıyor. Sera gazlarının atmosfere salınımı bu hızla gittiği takdirde, 2020 yılında su seviyesinin bir metre civarın-da artacağı söyleniyor ki böylesi bir felakete insanın inanası gelmiyor.

Yeni Piyasalar, RantlarSon yüzyıl içinde atmosferdeki sıcaklığın oldukça artması ve halen artmaya devam etmesi, dünya çapında küresel ısınma konu-suna ve doğayla barışık tarım politikalarından tutun da enerji politikalarına dek pek çok şeyin tartışılmaya başlanmasına neden oldu. Ne yazık ki artan sanayileşme ve şirketlerin, devletlerin amansız kâr hırsı sebebiyle bu durum çok öncesinden görülebildiği halde ancak etkileri yaşanmaya başladıktan sonra

Derelerin Kardeşliği Platformu,

Karadeniz’in derelerine

bakarken yalnızca parayı değil,

kendi hayatlarını, geçmişlerini

ve geleceklerini gören herkese

çağrıda bulunuyor

45

gündem olabildi. Bu konuda gerçekçi çözüm-ler bulmak, ikiyüzlü yaklaşımları bir kenara bırakarak mümkün olacaktır. Artan vicdan seslerini bastırmak için dostlar alışverişte görsün misali bir şeyler yaparak hiçbir yere varılamaz.Yeni açılan "küresel ısınma karşıtlığı-çevre duyarlılığı" piyasasından rant kapma yarışı başlamış bulunuyor. Örneğin, küresel ısınma konusuna dikkat çekmek için yapılan çeşit-li televizyon programlarıyla karşılaşıyoruz. Kapitalizm öyle işliyor ki kendisine karşıt olanı da yaratıyor. Ama bu karşıt ele avuca sığa-bilir bir düzeyde tutuluyor. İnsanların belli duyarlılıkları bir miktar harekete geçirilip daha sonra massediliyor, topluca vicdan rahatlatma seanslarına girilip çıkılıyor sanki. Bazı sahne-leri gördüğümde gerçekten içim acıyor. Doğayı sevelim koruyalım diye diye tatil beldelerin-deki otellerin reklamı yapılıyor, susam yağı özlü rimellerin, organik makyaj malzemelerinin faydalarından bahsediliyor. Sadece Türkiye’de pek çok tarım arazisi, yerleşim yeri, tarihi alan barajlar yüzünden sular altında kalacakken, HES’ler yüzünden birbirinden güzel vadiler geri dönüşü olmayacak şekilde harap edilecekken, onlarca yıllık çam ormanları göz göre göre yakılıp arazileri şirketlere peşkeş çekilirken, gerçekçi tartışmalara ve samimi duyarlılıklara ihtiyaç varken organik rimel reklamlarını gör-düğümde kızgınlığım arttıkça artıyor. Herkes yalnızca bu piyasadan kendine düşen payı kapmaya çalışıyor.

Ancak rantçılar yalnızca bunlar değil. Yıllarca doğaya verilebilecek en büyük zararları ver-miş, her şeyin farkında olmalarına rağ-men fabrikalarında fosil yakıtları kullanma-ya devam etmiş ve etmekte olan; yağmur ormanlarını yakmış, yıkmış; Güllük’te canım koyu doldurmuş; orman yangınlarından arta kalan arazileri yeniden yeşillendirmek yeri-ne oteller, taş ocakları açmak için kullanmış; Bergama’da, Kaz Dağlarında siyanürle altın aramaya kalkışmış; güzelim vadilerin suyu-nu kurutmuş; insanları yerlerinden yurtla-rından etmiş; dünyayı talan etmiş çokuluslu şirketler de ikiyüzlü reklam kampanyala-rıyla bu piyasaya giriyorlar. Sanki bunları yapan kendileri değilmiş gibi kanlı elleriyle hazırladıkları "Çevreye Saygılıyız" tadında reklamlar sunarak bir yandan kendi payla-rını kapmaya çalışırken bir yandan da türlü pisliklerinin üstünü örtüyorlar. Ve sanki bun-lar hiç bilinmiyormuş gibi o kanlı ellerle el sıkışıp ödüller veren zihniyetlerle ya da o kanlı ellerle el sıkışıp sponsorluk anlaşması yapan sivil toplum - çevre kuruluşları/kam-panyalarıyla (hepsini kastetmiyorum elbet-te) karşılaşıyoruz.Bu ikiyüzlü yaklaşımlara kredi verilmeye devam edildikçe, çözümlerin bulunabileceği konusunda gerçekten kaygılıyım. Ancak her şeye rağmen, alternatif enerji kaynakları üzerine eğilmek ve bunların yaygınlaşması için çalışmalar yapmak şarttır. Ama bu, top-rağımızı, suyumuzu, havamızı kirleten, mah-veden tüm bu ilişkilere sırtımızı çevirerek mümkündür.

Alternatif Enerji KaynaklarıPek çok araştırmada dile getirilen bir gerçek var. Tüm dünyada fosil yakıtların kullanı-mına dayalı enerji üretimini bugün tümüyle bıraksak bile atmosferdeki aşırı artmış kar-bondioksit miktarının normal seviyesine dön-mesi için en az 50 yıl geçmesi gerekiyor. Bu durum, alternatif yani yenilenebilir enerji kay-naklarına bir an evvel geçilmesi gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Yenilenebilir enerji, "doğanın kendi evrimi içinde, bir sonraki gün aynen mevcut olabilen enerji kaynağı" olarak tanımlanıyor. Fosil yakıtlar, yakılınca biten ve yenilenmeyen enerji kaynakları. Oysa güneş, rüzgâr, hidrolik (su), hidrojen ve jeotermal gibi doğal kaynaklar yenilenebilir olmalarının yanı sıra temiz enerji kaynakları olarak kar-şımıza çıkıyor. Kısaca, başlıca yenilenebilir enerji kaynaklarına bir bakalım.

Okyanuslarda, denizlerde ve

karada yaşayan canlı türleri

değişiyor, pek çok canlı

yaşam koşulları değiştiği için

yok olma tehlikesiyle karşı

karşıya kalıyor Artan sanayileşme ve

şirketlerin, devletlerin

amansız kâr hırsı sebebiyle

bu durum ancak etkileri

yaşanmaya başladıktan

sonra gündem olabildi

46

Güneş enerjisi, çevreye hiçbir zararı olmama-sı, sürekli ve yenilenebilir olması sebebiyle aslında oldukça elverişli bir enerji kaynağı. Ancak, Türkiye için sorun olmasa da güneş-ten fazla yararlanamayan bölgeler için uygun değil. Asıl sorun ise elde edilen enerjinin depolanamaması ya da ısıtma hariç diğer enerji biçimlerine dönüştürülmesi için başka sistemlerin de kurulmasını gerektirmesi. Çeşitli kaynaklara göre Türkiye’nin bir yılda aldığı güneş enerjisi, kömür rezervlerinin 32, petrol rezervlerininse 2200 katı. Bu durumda kullanılabilir olması için enerji dönüşümünü sağlayan çeşitli sistemler gerektirse de güneş enerjisinden faydalanmak hiç de mantıksız bir yöntem gibi durmuyor. Hidrojen enerjisi, gele-cek vaat ettiği söylenmekle birlikte şu anda pek kullanılmıyor. Nedeni, hidrojenin doğada tek başına bulunmaması ve elde edilmesi için su veya doğalgazdan ayrıştırılması gerekme-si. Bu süreçte ise çok fazla elektrik enerjisi harcandığı söyleniyor. Taşıma ve saklanma güçlükleri ve riskleri de devreye girince bu enerji kaynağı şimdilik yaygın kullanılabilir olmaktan uzak görünüyor. Jeotermal enerji,

yerkabuğunun ısısı ile yeryüzüne çıkmış sıcak su kaynaklarından (kaplıcalar vs.) elde edili-yor. Bu enerjiden dünyanın her yerinde eşit bir dağılım olmadığından yeterince yararlanı-lamıyor. Ancak Türkiye, jeotermal kaynaklar bakımından dünyada 7. sırada ve genellikle ısıtma amaçlı olmak üzere bu kaynaklardan zaten yararlanıldığını ancak bu kaynakların tüm enerji ihtiyacını karşılayacak düzeyde olmadığını söyleyebiliriz. Bunların yanı sıra okyanus akıntılarından, dalgalarından, gel-gitlerden, çöplerden ve benzeri pek çok şey-den de enerji üretmek mümkün.Yenilenebilir enerji kaynakları arasında, temiz ve bol olması, tüm dünya genelinde de fay-dalanılabilir olması sebebiyle en fazla dikkat çeken enerji kaynağı ise rüzgâr. Rüzgâr ener-jisi, diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının sahip olduğu tüm olumlu yanlara sahip olma-nın yanı sıra rüzgâr tesislerinin kurulumunun ve bakımının kolay olması, güvenilir olması ve enerji üretim maliyetinin düşük olması gibi özelliklere de sahiptir. Sakıncaları arasında ise gürültülü olması (son dönem üretilen rüzgâr türbinlerinde büyük oranda azaltıl-mıştır), rüzgârın değeri sabit olmadığından enerji üretim değerinin sabit olmaması ve yatırım masraflarının yüksek olması sayı-labilir. Oysa bir rüzgâr türbini imal etmek ve çalıştırmak için gerekli olan enerjiyi geri kazanmak için sadece iki ya da üç ay yeterli olacaktır. Türkiye Rüzgâr Atlası çalışmalarına göre, teknik rüzgâr potansiyeli ve santral kurmaya uygun alan sayısı açısından Türkiye tüm dünyada birinci sırada yer alıyor. Tüm bu etkenler göz önünde bulundurulduğunda rüzgâr santralleri, hem Türkiye’de hem de dünyanın her yerinde kullanılabilecek elverişli bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor.

Son olarak da, bir diğer yenilenebilir enerji kaynağı olan suyun kullanılmasından bahset-mek istiyorum. Temelde, suyun akış gücün-den yararlanmak üzere akarsular, ırmak-lar, dereler üzerinde kurulan hidroelektrik santraller (HES) aracılığıyla enerji üretimi gerçekleştiriliyor. Hidroelektrik enerjisi mali-yeti düşük olan bir enerji çeşidi ve yakıtlar karşısında ekonomik olarak zayıf değil. Bu sebeple Türkiye’de ve tüm dünyada yaygın olarak kullanılan bir yöntem. Ancak büyük ölçekli HES’lerin sürdürülebilirliği tartışmalı. Onca yatırım yapılan santrallerden en fazla 50 ila 70 yıl yararlanılabiliyor. Bunun yanı sıra, HES’lerin yakın doğal ortam ve çevrede yaşayanlar üzerindeki etkileri ve oluşan baraj göllerinin doğal ve kültürel kaynakları yok etmesi açılarından HES’lerin olumsuz yanları bulunuyor.Aşağıda, Karadeniz’de yapılması planlanan 500’ün üzerinde hidroelektrik santral ve bu çalışmaları durdurmak için kurulan Derelerin Kardeşliği Platformu’na dair bir şeyler belirt-meden önce son bir ara not eklemek istiyo-

Yeni açılan "küresel ısınma"

karşıtlığı piyasasından

rant kapma yarışı

başlamış bulunuyor

Yenilenebilir enerji, "doğanın

kendi evrimi içinde, bir

sonraki gün aynen mevcut

olabilen enerji kaynağı"

olarak tanımlanıyor

47

rum. Atmosfere karbondioksit yaymadığı için savunulan bir diğer enerji kaynağı, nükleer enerjidir. Taşıdığı riskler ve dünyamıza kar-bondioksit yayarak değil de başka yollarla verdiği onca zarardan sonra bu kaynağın savunulacak bir yanını göremiyorum. Nükleer enerji kullanımının olumsuz yanları oldukça fazladır ve uzun uzadıya değerlendirilmedir. Bu sebeple nükleer enerjiye tümüyle karşı olduğumu belirterek bu konuyu daha fazla açmadan geçiyorum.

Derelerin KardeşliğiKaradeniz’in dereleri üzerinde HES’lerin kurulmasına dair tartışmalar, Dünya’nın 200 ekolojik vadisinden biri olan Fırtına Vadisi’nde yaşanan süreçle başlamıştı. Neyse ki iki yıl önce Fırtına vadisi üzerinde HES kurulma-sı kararı iptal edilmişti. Yalnız bu kararın iptali, diğer dereleri ve vadileri kurtarmadı. Bugün Abu Çağlayan Deresi, Arılı Deresi, Hemşin Deresi, Senoz Deresi, Çataldere, Fırtına Deresi, Papart Deresi ve İkizdere üzerinde ve/veya yan kollarında yapılma-sı planlanan 500’ün üzerinde HES projesi var. Bazılarının yapım çalışmaları başlamış durumda. Bölgedeki her bir derenin korun-ması için yöre halkı tarafından kurulmuş olan tüm platformlar, "Derelerin Kardeşliği Platformu" adıyla birleşti ve HES’lerle müca-dele ediyor.Platform ve çevreciler ile şirketler ve neo-liberal politikalar bayrağını açmış son hızla ilerleyen devlet arasında uzun bir süredir tartışmalar sürüyor. "Ben çevrecinin daniska-sıyım" diyen Başbakan gibi, Çevre ve Orman Bakanı da "Yılda 8 milyar dolarlık sudan elde edebileceğimiz enerji boşa akıyor. HES’ler çevreci santraller. Suyu içmiyorlar sadece akışından faydalanıyorlar. Canlı hayatın deva-mı için de can suyu bırakılıyor. Vatandaş niye tepkili anlayamıyorum, altında başka maksatlar var. Birilerinin gazına geliyorlar." diye açıklama yaptı. "Çevreci" bakanın dedik-lerinin bir kısmı doğru. Evet, yukarıda da bahsettiğim gibi HES’ler çevreci santraller. Ancak 50 ila 70 yıl gibi bir süre sonra işlevsiz-leşecek bu santrallerin kurulacakları yerlerin ciddi havza çalışmaları ve çevre raporları hazırlandıktan sonra belirlenmesi gerekiyor. Oysa Fırtına gibi İkizdere de endemik bitki ve canlı çeşidi açısından dünyanın 200 eko-lojik vadisinden biri. Üstelik Karadeniz’de bir havza planlaması olmadığı için bilirkişi tek bir havzayı incelediğinde kurulacak santralin çevreye zararı yok gibi görünüyor. Ancak bir santralin bıraktığı suyu diğeri alıyor. Derenin suyu kanallardan geçirildiği için de dere-nin yatağında hiç su kalmıyor. Örneğin 77

kilometrelik İkizdere üzerinde yapılacak 16 HES yüzünden derenin 55 kilometrelik bölü-mü tümüyle kanallardan geçecek. "Çevreci" bakanın bahsettiği can suyunun miktarı ise iki mahkeme kararı sonucu iki kez değiş-ti! Yöre halkı halen derelere verilecek can suyunun derenin yarısına gelmeden bitecek kadar az olduğunu söylüyor. Ayrıca, bu böl-geler ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporları kapsamı dışında tutularak elektrik nakil hatlarının bölgeye vereceği zararlar da görmezden geliniyor. Bazı vadilerde başlayan çalışmalardan dolayı şimdiden yüzlerce ağaç kesilmiş durumda. Sadece İkizdere’de yapı-lacak çalışmalar sonucu 600.000 metreküp hafriyat çıkarılıp ormanın içinden yeni yolların ve elektrik nakil hatlarının yapılması için yüz-lerce ağaç kesilecek."Çevreci" bakanın "birilerinin gazına geliyor-lar" dediği yöre halkı, "Binlerce yıldır çevre-lerine ve bize hayat vererek akan bu dereleri yok etmeyin" diyerek isyan ediyor. Ulusal elektrik sistemine yüzde 4 ila 18 arası bir katkı yapacağı sanılan HES’ler için, "Dünya’da sayılı vadilerimizi bu küçük yüzdeler için niye yok etmek istiyorsunuz" diye soruyor. Bu yıl Haziran ve Ağustos aylarında mitingler düzenleyen Derelerin Kardeşliği Platformu, Karadeniz’in derelerine bakarken yalnızca parayı değil, kendi hayatlarını, geçmişlerini ve geleceklerini gören herkese de bu sorum-lulukla birlikte mücadele etmek için çağrıda bulunuyorlar."Çevrecinin daniskasıyım" diyenlerin, doğaya telafisi mümkün olmayan zararlar verecek HES yapımı için çalışması çevrecilik değildir, altında başka maksatlar vardır. Bu çevrecilik değil piyasa ve bu piyasadan rant kapma savaşıdır. Küresel ısınma sorununa çözüm olabilecek yenilenebilir tek enerji kaynağı su değildir. Eğer kaş yaparken göz çıkarı-lacaksa, enerji kaynağı olarak sudan değil Türkiye için çok daha elverişli olan rüzgârdan ya da güneşten yararlanılmalıdır. Umalım ki Kızılderililerin beyaz adam için söyledikleri şu sözler hiç gerçekleşmez.

"Son ırmak kuruduğunda,Son ağaç yok olduğunda,Son balık yendiğinde,Beyaz adam paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak!.."

Bu bölgeler ÇED raporları

kapsamı dışında tutularak

elektrik nakil hatlarının

bölgeye vereceği zararlar da

görmezden geliniyor

Pisi

48

Dünya dönüyor (I)

Doğanın bir parçası olduğundan beri insanlar ve doğa arasında, kabaca Newton’ un diliyle açıklayacak olursak, bir ilişki var: Etki-tepki. Biz insanlar, bu ilişkiden çok fazla bilgi edindik, ediniyoruz ve edineceğiz. Öğrendiklerimizle beraber halen hayatımızda birçok şeyi değiş-tirmekteyiz.Her anı bir olay, her olayı da bir bilgi olarak tanımlarsak, yaşadıklarımızın hesabını tut-maya çalışmanın akla yatkın hiçbir yanı yok. Ancak doğayı anlamaya koyulduğumuz bu yolda da öyle anlara şahit olduk ki, bu anlar bildiğimiz tüm toplumsal ilişkiler üzerinde büyük etkiler yarattılar. Bu yüzden bu anları göz ardı edemeyiz. İnsanlığın, doğayı anlama yolunda bugünlerinin önünü açan böyle bir ana, bir olaya geçen ay gözlerimle tanıklık ettim: Dünya dönüyor! Bu yazıda bu konu-yu aktarmaya çalışacağım. Ancak, ilk kez Copernicus tarafından ispatlanan "Dünya’nın dönüşüne" geçmeden önce biraz Dünya’nın şeklinden ve Copernicus’tan bahsedelim.

Top mu Tepsi mi?Bir dönem, Dünya’nın şekli üzerine iki karşıt görüş mevcuttu: Dünya düz bir tepsi mi yoksa topa benzer bir yapı mı? Bu önemli tartışmanın toplumsal arka planına giremeyeceğim. Dilerim ki bir gün onları da yazabilirim, kısmet.Dünya’nın şekliyle ilgili çoğumuzun bildiği o ilkokul gözlemine geçelim. Hiçbir engel olmaksızın açık bir havada ufka doğru özgür-ce baktığımızı düşünelim. Hayallere kısıtlama mı gelecek? İsteyenler yüzlerini hafif bir rüzgârın okşadığını da düşünebilirler. Deneye dönelim. İddia şu: Eğer Dünya düz ise, uzak-

tan gelen bir vapuru bir bütün olarak görme-miz gerekir. Fakat vapuru gözlemlediğimizde, önce dumanını, sonra bacasını, sonra da göv-desini görürüz. Sonuç: Dünya düz değildir.Peki Dünya’nın şekli nedir? Aynı gözlemi başka bir cisim üzerinde yapalım. Bu sefer deney aygıtlarımız, çoğumuzun müptelası olduğu bir futbol topu ile gemi yerine kul-lanacağımız ucu pamuklu bir kibrit olsun. Pamuklu kibriti topun sibobuna saplayıp pamuklu kısmı yakalım ve topu döndürelim. Yanan kibrit uzaklaşırken en son dumanını ve yakınlaşırken de ilk olarak dumanını göz-lemleriz. Bulduğumuz sonuçların aynı olması, Dünya’nın yuvarlağa benzer bir şey olduğunu ortaya koyuyor.Tabii şu soru hala aklımı kurcalıyor: Dünya düz görünüyor mu? Mesela, uzaktan gelen bir arkadaşımızın önce yüzünü, sonra bedenini, sonra da bacaklarını görmeyiz, onu bir bütün olarak görürüz. Bunun nedeni nedir? Eğer yer küremsi bir şey ise bu nasıl olur? Yanıtını bulmaya çalışalım.Elimizde kağıda sarılı bir limonumuz ve bir futbol topumuz olsun. Limonun üstündeki

kağıdı çıkarıp meşin yuvarlağımızın üstüne saralım. Gözlem: Daha önce limon gibi yuvar-lağa benzer bir şekil alan kağıdımız, şu anda kağıt bir mendili andırmaktadır. O halde şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Küremsi bir şeklin boyutu büyüdükçe, algılanabilir yuvarlaklık azalmaktadır. Dünyamız da görece bayağı büyük bir cisim olduğundan, etrafımızı düz olarak algılayabilmekteyiz.Dünyanın büyüklüğünü gözümüzün önüne getirmeye çalışalım. Çapı yaklaşık 13,500 km olan bir toptur ki bu dört kez Kars-Edirne gidiş dönüş yoluna tekabül ediyor.

Mikolaj Kopernik (Nicolaus Copernicus)1473-1543Aristoteles’e göre Dünya, evrenin merkezin-de sabit bir şekilde durmakta ve diğer gök cisimleri de Dünya etrafında dönmekteydi. Aristoteles evreni de, Hıristiyanlık anlayışına göre sorgulanamayacak bir tabuydu. Ancak MÖ. 3. asırda, sonraları tabu olacak bu ina-nışa kuşkuyla bakabilen birisi vardı: Samoslu Aristarkhos. Ona göre Dünya kendi ekseni etrafında dönüyordu ve Güneş de evrenin merkezindeydi.1

Samoslu Aristarkhos dan 17 asır sonra Copernicus dünyaya gözlerini açtığında insanlık, Dünya’nın evrenin merkezinde sabit olduğuna inanıyordu. Zaman ve mekânın Avrupa’da Rönesans’ı göstermesine karşın doğanın bu sıralanışını sorgulamak hiç de kolay değildi. Böyle bir devirde Torun’da (Polonya) doğan Copernicus’un düşünce yapısına, Einstein ve daha nice dâhide de olduğu gibi, amcası büyük etkide bulundu. Bir kilise papazı olan amcası, Copernicus’un

Galileo Galilei

Ptolemy (Batlamyus)

Her anı bir olay, her olayı da

bir bilgi olarak tanımlarsak,

yaşadıklarımızın hesabını

tutmaya çalışmanın akla

yatkın hiçbir yanı yok

Küremsi bir şeklin boyutu

büyüdükçe, algılanabilir

yuvarlaklık azalmaktadır

49

çocukluğunda dini, gençliğinde de bilimsel bir öğrenim görmesinde büyük rol oynadı. Memleketinde üniversite okuyan Copernicus, tıp, astronomi, hukuk ve matematik öğren-mek üzere çeşitli İtalyan üniversitelerine de gitti. Uzun bir süre İtalya’da öğrencilik yaptı ve sonra matematik profesörü olarak çalıştı.Copernicus çalışmalarına başladığında, orta-çağ skolastik düşüncesini sorgulamak gibi bir niyeti yoktu. Tek amacı Ptolemy’nin teorisini matematiksel olarak anlaşılır bir hale koy-maktı. Ptolemy teorisine göre, gökyüzü yıldız-ların "çakılı" olduğu dönen bir küreydi; Dünya bu kürenin merkezinde sabit bir konuma sahipti, çevresinde ise ay, güneş ve gezegen-leri taşıyan iç içe bir dizi kristal küre vardı. "Tanrısal bir düzen" diye imgelenen bu sistem, ayrıca insana, evrenin merkezinde olma onur ve gururunu da sağlamaktaydı.2

Gözlemlerinde bu sistemin birçok tutarsız-lığını gören Copernicus, yaptığı çalışmalar sonucunda kendince doğru bulgular elde etti. Lakin bunları yayınlanması kilise tarafından kesinlikle yasaklanmıştı. Kendisi de bir dönem papazlık yapmış olan Copernicus, inandıkla-rından hiçbir zaman vazgeçecek birisi değildi. Düşündüklerinin savsata olduğu yönündeki bağnazlığa karşı gözlemleriyle birlikte cevap için her zaman hazırdı. Ona göre iki temel şey vardı: Gezegenler ve yıldızlar Dünya’nın değil Güneş’in etrafında dönmekteydiler ve Dünya da, kendinin ve Güneş’in etrafında dönmekteydi.Yaşlandıkça kiliseye duyduğu korku azalan Copernicus, Papa’ya şu mektubu yazarak bütün hayat mücadelesini özetliyordu: "Aziz Peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca çevremin düşüncelerine aldırmayan, kendi fikirlerimi savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden, başladığım hususlardan vazgeçmeye niyetlendiğim olmuştur. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı tenkit edenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma

kabul edeceğim..."

Bu satırları yazdıktan sonra bir iki yıl içerisinde vefat eden Copernicus’un çalışmaları, Galilei ve Kepler’in doğayı anlama çabalarına yardım-cı olmuştu. Yazdıklarını özgürce yayınlayabil-mek için birçok zorluk çekerek Copernicus’la aynı kaderi paylaşan Galilei, bir seferinde Copernicus’un doğa üzerine çalışmalarını yayım-lama konusundaki sabrı ve inadı üzerine şunları yazmıştır: "Geleneksel teorileri çürütecek birçok kanıt topladım. Ancak, bazı kimselerin gözünde ölümsüz bir ün kazanmış olan, ama birçok kişi için de alay ve aşağılama konusu olan üstadımız Copernicus’un yazgısını paylaşmaktan korktu-ğum için bunları günışığına çıkaramıyorum…"3

Dünya, Kilisede de Dönüyor!Copernicus, gözlemleriyle tabuları yıkma-ya, doğanın basit sırlarını anlamaya çalıştı. Bu gözlemlerinin (çalışmalarının) en önem-lilerinden biri de bizzat kendisinin yapmış olduğu basit sarkaçtır. Bu sarkaç yardımıyla Dünya’nın kendi etrafında döndüğünü göz-lemledi. Bugün, haftanın belli günlerinde Krakov’daki bir kilisede bu deney yapılıyor. Bir anlamda kilise, bir zamanlar yasakladığı Copernicus’un teorisine "zorunlu bir şekilde"

değer veriyor. Yaşasın mücadele! İsterseniz bir arkadaşımla birlikte büyük bir coşkuyla tanıklık ettiğim bu deneye geçelim.Duvar ya da başka bir yerde sabit duran bir çivi veya çengelin ucuna bağlanmış bir ip ve ipin ucuna bağlanmış bir ağırlıktan oluşan düzeneğe basit sarkaç diyoruz. Bu deneyde, basit bir sarkacın yapmış olduğu hareke-ti (salınımı) inceleyeceğiz. Salınma süresini (periyodu), yani sarkacın bir uçtan başka bir uca gidip gelme süresini belirleyeceğiz. Bu periyodun zamanla değişmediğini, fakat salınım yolunda bir takım değişikler olduğu-nu saptamaya ve buradan da bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.Öncelikle ben gördüklerimi şöyle bir anlata-yım. Bir arkadaşımla birlikte deneyin yapı-lacağı kiliseye gittik. Deneyin başlamasına daha on dakika vardı. Hemen kalem kağıt çıkarıp periyodu hesaplamaya başladık. Hesabımız yüzde elli oranında yanlış çıktı. Bunun nedenine birazdan geleceğim. Sonra deneyi yapacak olan amca geldi. Deney hak-kında bir iki dakika İngilizce konuştuktan sonra başladı Lehçe’ye. Bir daha da bize bir şeyler anlatmadı. Şaşırdık, çünkü bizim mem-lekette, misafire hürmetten olsa gerek, konu hep misafirlere anlatılır.Neyse, deneye dönersek… Deneyci amca kilisenin tavanına tutturulmuş olan basit sar-kacın ağırlığını kendine doğru çekti, sonra sarkacı serbest bıraktı ve basit sarkaç hare-ket geçti. Sarkacın topuzuna bağlanmış lazer yardımıyla da sarkacın salınımı rahatça göz-lenebiliyordu. Copernicus, hareketin yolunu izlemek için sarkacın topuzuna mürekkep koymuştu. Zemine döşenen kağıt üzerine dökülen mürekkep izi sayesinde sarkacın yörüngesi hakkında veri alabiliyordu.Periyodun formülünü okurken sıkılabilecekler olabilir. Periyot, bir olayın tekrar etme süresi olarak düşünülüp, bu ve bir sonraki parag-

Copernicus deney yaparken…

Krakov Üniversitesi

Copernicus dünyaya gözlerini

açtığında insanlık, Dünya’nın

evrenin merkezinde sabit

olduğuna inanıyordu

50

rafın okunmadan geçilmesi yazının anlaşıla-bilirliği açısında bir sorun yaratmamaktadır. Şimdi periyodu hesaplayalım. Bir basit sar-kacın periyodu, ipin uzunluğuna ve yerçekimi ivmesine bağlıdır. İpin ucuna ister bir elma isterse de bir gülle bağlansın, periyot değiş-mez. Bu size ilginç gelebilir. Kütlenin periyoda etki etmeyişini ve periyodun matematiksel çıkarımını bir sonraki yazıya bırakalım

T=2π√L/gT: PeriyotL: İpin uzunluğug: Yerçekimi ivmesi

Formülüyle periyodu hesaplayabiliriz. İki önceki paragrafta belirttiğim bizim yapmış olduğumuz hataya gelecek olursak... Biz, ipin uzunluluğunu göz kararıyla 15 m. almıştık. Periyodu saatle ölçtüğümüzde aldığımız veriyi görünce çok şaşırdık. Bizim hesapta yüzde elli hata payı vardı. Yer çekimi ivmesinin yak-laşık 10m/sn2 ve π sayısının da 3 gibi bir şey olması kesin olduğuna göre hatayı bulmuştuk. Biz ipin uzunluğunu hatalı hesaplamıştık. Bu sefer periyodu bildiğimize göre ipin uzunlu-ğunu hesaplamak çok kolaydı. Yaklaşık olarak değeri bulduk ve deneyci amcaya ipin uzunlu-ğunu sorduk. İp 47 m. idi. Periyot ise yaklaşık

14 saniye idi. Aslında göz kararı hesaplarımız iyidir ama bu sefer fena çuvallamıştık.Periyodu hesapladıktan sonra hareketin yörüngesini inceleyelim. Zemine döşenen çizgili bir defteri andıran kağıdın üzerinde lazerin çizmiş olduğu yörüngeye bakalım. İlk olarak bir-iki dakika boyunca lazer, kağıt üze-rine bırakıldığı gibi sanki tek bir hat üzerinde salınımına devam etti. Aradan dört-beş daki-ka geçtikten sonra, lazerin ilk hattının açık bir şekilde değiştiğini gördük. İlk zamanlar tek bir çizgi üstünde salınan lazerimiz artık sekiz-ler çizmeye başlamıştı. Lazerin kağıt üzerinde bıraktığı uç noktalarını (ki bu noktaları bun-dan sonra yön değiştirme noktaları olarak da tanımlayacağız) birbirlerine eklemlediğimizde ise git gide çemberimsi bir şekil oluşmaktay-dı. Laboratuarlarda salınım hareketi üzerine birkaç kez deney yapmış olanların bunları okurken tüylerinin diken diken oluşunu his-setmekteyim. Neyse, yörüngedeki değişimin neler ifade ettiğine dikkat çekelim. Eğer Dünya dönmeseydi ve biz, bu basit sarkacı aynı doğrultuda bırakmış olsaydık, lazer izinin düz bir çizgi olan ilk yörüngesinin hiç değiş-mediğini görecektik. Çünkü Dünya’nın ve cis-min hareket doğrultusu sabit olacaktı. Bu durumda bizim lazerimiz, Copernicus’ unsa mürekkebi, basit sarkacın salınımını bize yan-sıtmaktaydı. Dikkat ettiysek, bizim deneyimiz-de lazer düz bir çizgiden öte sekizler yapmayı uygun gördü. Ayrıca salınımın yön değiştirme noktalarının da değiştiğini ve bunların birbir-lerine eklemlenmeleriyle oluşan şeklinde bir çembere benzediğini saptamıştık.Bu noktada verilerimize bazı sorular yöneltip bu sorulara cevaplar bulmaya çalışalım. İlk olarak, kağıttaki bu yön değişikliğinin nede-ni ne olabilirdi? Bir cismin hareket yönünü ancak ve ancak bir kuvvetin değiştirebilece-ğini Newton 17. asırda açıklamıştı. Ortalıkta tanrısal bir şeyler yoksa yön değişmemişti. Tanrısal mucize gerçekleşene kadar, bir fani olan Newton’la idare ederek ikinci soruya geçelim (çok şükür Newton hala pek çok işi-mizi görmekte). O halde hareket eden başka bir şey mi vardı? Biraz tekrar olacak ama

olaylarımızı gözden geçirirsek; basit sarkacın hareketinin kağıttaki yansıması düz bir çizgiy-di, sarkaca cismin ağırlığı dışında etki eden bir kuvvet yoktu, cismin yörüngesi sekize benzer hatlar çizmekteydi ve yön değiştir-me noktalarının birbirlerine eklemlenmeleri çemberimsi bir şey yaratmaktaydı. Bu bilgiler ışığında ikinci sorunun cevabı: Evet, Dünya hareket etmekteydi.Evet, Dünya’nın hareket ettiğini gözlemleri-mizden çıkardık. Geriye, Dünya’nın nasıl hare-ket ettiğini belirlemek kaldı. Sarkacın yalnızca yön değiştirme noktalarındaki konumlarını işaretleyelim. Eğer Dünya hareketsiz (sabit) dursaydı, lazer, yalnızca iki nokta oluşturabi-lecekti. Oysa bizim lazerimiz, yön değiştirme noktalarında çemberimsi bir şekil çizmişti. Buradan gözlemsel ve biraz da sezgisel ola-rak Dünya’nın dönme hareketine sahip oldu-ğunu çıkardık.Copernicus, dönemin teknolojik yetersizlikle-rinden ötürü bu meselenin boyutlarını mate-matiksel olarak tam anlamıyla yakalayamasa da, kendisinden yirmi yıl sonra doğan Galileo Galilei ve Galilei’nin akranı, çağdaşı, Johannas Kepler’e çalışmaları için önemli sorularla dolu büyük bir miras bıraktı. Galilei ve Kepler bu mirasa, yaptıkları gözlemlerle büyük katkı sundular. Özellikle doğanın işleyişini matema-tik (Galilei’nin deyimiyle "doğanın konuştuğu dil") bakımından göstermeye çalıştılar. Ben de matematiksel gösterim konusunu bir dahaki yazıya bırakıyorum.

1 William Bixby, Galileo ve Newton’un Evreni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Çev. Nermin Arık, s. 392 Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, s. 733 William Bixby, Galileo ve Newton’un Evreni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Çev. Nermin Arık, s. 39

Copernicus’un doğduğu ev…

Copernicus

"Tanrısal bir düzen" diye

imgelenen bu sistem, ayrıca

insana, evrenin merkezinde

olma onur ve gururunu da

sağlamaktaydı

Bir cismin hareket yönünü

ancak ve ancak bir kuvvetin

değiştirebileceğini Newton

17. asırda açıklamıştı

Lazuri

51

Che’nin katili, Mucize Operasyon ve Kübalı doktorlar1

Efsanevi gerilla savaşçısı Ernesto Che Guevara’yı, 9 Ekim 1967 tarihinde La Higuera’daki (Bolivya) küçük bir okulda infaz ettiği için kötü bir ün kazanmış emekli onbaşı Mario Terán, derin bir gizlilik içinde Santa Cruz’da yaşadı. Eski bir asker olmasından dolayı kendisine bağlanan cüzi emekli maaşı ile yoksulluğa batmış Terán, imkânsızlık yüzünden tedavi ettiremediği kataraktı sebe-biyle görme yetisini kaybetmişti.2

2004 yılında Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, Mucize Operasyon adıyla tüm kıta genelinde geniş bir insani yardım kampanyası başlattı. Venezüella tarafından da desteklenen bu kampanya ile katarakt ve diğer göz rahatsız-lıklarından muzdarip yoksul Latin Amerikalılar -ücretsiz- ameliyat ediliyordu. 30 ay içersin-de, ABD vatandaşları da dâhil olmak üzere 28 ülkeden yaklaşık 600.000 insan Kübalı doktorların fedakârlıkları sayesinde görme yetilerini yeniden kazandılar. Açıklanan hedef ise, 2016 yılına kadar 6 milyon insanı ameli-yat etmek.3

2005 Aralığı’nda Evo Morales’in Bolivya Başkanı olarak seçilmesi ve kıtadaki yok-sul insanların durumunu iyileştirmek için sosyal politikalar kurmaktaki istekliliği, Bolivyalıların, Küba tarafından başlatılan insani yardım programına erişimlerini sağ-ladı. Yaklaşık 110.000 Bolivyalı, tek bir kuruş ödemeden görme yetisini geri kazandı.4

Bu insanların arasında, ciddi rahatsızlığından Kübalı doktorlar sayesinde kurtulan Mario Terán da bulunuyordu. El Deber of Santa Cruz gazetesinde çalışan Bolivyalı muhabir Pablo Ortiz bu hikâyeyi anlatıyor: "Terán’ın katarakt sorunu vardı ve Mucize Operasyon çerçeve-sinde hiçbir ücret ödemeden Kübalı doktorlar tarafından tedavi edildi."Ve birkaç ayrıntı veriyor: "Terán hiçbir şekilde tanınmıyor. Hiç kimse onun kim olduğunu bil-miyor. Aç biilaç bir halde Mucize Operasyon’un yapıldığı hastanede ortaya çıktığında kimse onu hatırlamıyor ve böylece ameliyat ediliyor. Hikâyeyi, halka minnettarlığını ifade etmek için gazeteye gelen öz oğlu anlattı. (…) Tüm bunlar, geçtiğimiz Ağustos ayında gerçekleşti (2006)."5

Kimi zaman tarih, bazı sürprizleri saklı tutar. Nitekim Che’nin katili, "cesur gerilla"nın en sadık ve yakın yoldaşı Fidel Castro’nun gön-

derdiği doktorlar tarafından tedavi edildi. Terán yeniden görebilmesini, öldürdüğü ada-mın enternasyonalist ideallerini takip eden sağlık elçilerine borçlu. Che’yi yakalama operasyonuna katılan eski CIA ajanı Félix Rodriguez’e göre Terán, isyan-cı lideri infaz etmeye gönüllü oldu. Öncesinde, tüm diğer tutsakları soğukkanlı bir şekilde öldürdü.6 Fakat Che’yle yüz yüze gelince cesareti kayboldu."Sınıfa girdiğimde Che bir sırada oturuyor-du. Beni gördüğünde,‘Beni öldürmeye geldin’ dedi. Utandım ve cevap vermeden başımı öne eğdim. Daha sonra bana, ‘Diğerleri ne söyle-diler’ diye sordu. Hiçbir şey söylemediler diye yanıtladım ve o da ‘Onlar cesur insanlardı!’ diyerek yorumladı. Ateş etmeye cesaret ede-medim. Tam o anda Che bana büyük göründü, çok büyük, devasa. Gözleri keskin bir şekilde parlıyordu. Beni mahvedeceğini hissettim ve sabit bir şekilde bana baktığında sersemle-dim. Che’nin, hızlı davrandığı takdirde silahı-mı alabileceğini düşündüm. Bana, ‘Sakin ol ve dikkatlice nişan al. Bir adam öldüreceksin’ dedi. Kapıya doğru bir adım geri geldim, gözlerimi kapattım ve ilk ateşi açtım. (…) Soğukkanlılığımı yeniden kazanmıştım ve onu kolundan, omzundan, kalbinden vuran diğer ateşleri açtım. Çoktan ölmüştü."7

Che’nin öldürülmesinin kırkıncı yılının arifesin-de ve yirminci yüzyılın en büyük devrimcilerin-den birinin imajını lekelemek için tasarlanmış

iğrenç medya kampanyasına rağmen Che örneği, "büyük, çok büyük, devasa" olarak karşımızda duruyor ve isimsiz kahramanlıkla-rı ile her yerde, daha az acımasız, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmaya devam eden on binlerce Kübalı doktorun özverileri sayesinde "keskin" bir şekilde parlamaya devam ediyor.

1 Çev. Notu: Yazının İspanyolca ve İngilizcesi için bkz. http://progreso-weekly.com2 Héctor Arturo, "Che bir başka savaş kazanıyor" (Che wins another battle), Granma, 29 Eylül 20073 Mucize Operasyon, "Ana sayfa", 28 Eylül 2007. http://www.operacionmilagro.org.ar. İnsani programdan yarar-lanan ABD vatandaşları şunu okuyabilirler: Prensa Lati-na, "ABD’li göz hastalıkları uzmanı, Mucize Operasyon’un değerini kabul ediyor." (U.S. ophthalmologist acknowledges value of Operation Miracle), 19 Ocak 20074 Mucize Operasyon, "Bolivya. Karanlıktan aydınlığa: Mucize Operasyon 108.403’ten fazla hastanın görme yeti-sini iade etti."(Bolivia. From darkness to light: Operation Miracle restored the eyesight of more than 108,403 pati-ents), 28 Eylül 2007. http://www.operacionmilagro.org.ar5 Juan Pablo Meneses, "Ayrıcalıklı bir dünya: Pablo Ortiz’le röportaj" (A world exclusive: An interview with Pablo Ortiz), Crónicas Argentinas, 11 Kasım 20066 Claudia Márquez, "Gölgelerdeki savaşçı. Félix Rodriguez’le röportaj" (The warrior in the shadows. An interview with Félix Rodriguez), El Veraz, 19 Ağustos 20057 Mario Terán, "Alıntılar" (Extracts), http://fotolog.terra.com.ar/desdelaterraza:268 Salim Lamrani, ABD ve Küba ilişkilerinde uzmanlaşmış Fransız profesör, gazeteci ve yazardır. Washington contre Cuba (Pantin: Le Temps des Cerises, 2005), Cuba face à l’Empire (Genève: Timeli, 2006) ve Fidel Castro, Cuba et les États-Unis (Pantin: Le Temps des Cerises, 2006) adlı kitapları yayımlamıştır.

Salim Lamrani8

İngilizceden Çev.: Nihan

Che’nin öldürülmesinin

kırkıncı yılının arifesinde ve

yirminci yüzyılın en büyük

devrimcilerinden birinin imajını

lekelemek için tasarlanmış

iğrenç medya kampanyasına

rağmen Che örneği, "büyük,

çok büyük, devasa" olarak

karşımızda duruyor

yeni!

yeni!

Bu kitapta, kapitalizmin sadece sömürüyle değil, aynı zamanda bütün bir hayatı sonu gelmez bir şekilde işe tabi kılma yönünde bir eğilimle tanımlanması gerektiğini öne süren bir analiz bulacaksınız. Marx’ın emek değer teorisi sadece sömürüyü, başkaları için har-camaya zorlandığımız fazladan emeği açıklamak için tasarlanmış bir teori değildir. Emek değer teorisi, aynı zamanda, hayatın kapitalist örgütlenmesinin temel mekanizmasına ve dolayısıyla kapitalizm içindeki sınıf çatışmasının temel bağına ve de kapitalizmin ötesine geçebilmek için aşılması gereken temel toplumsal örgütlenme tarzına dikkatimizi çeken bir teoridir. Kapitalizm çalışmak için yaşamayı içerir, öte yandan bizler sadece yaşamak için çalışmak adına mücadele ederiz. Emek değer teorisi, emeğin değerinin soyut olarak ya da genel olarak insanlar için bir teorisi değildir, emeğin sermaye için değerinin, sermayenin toplumu örgütlemesinin aracının, temel toplumsal kontrol aracının teorisidir.

Bu kitabı yazma fikri ortaya çıktığında, bu kadar büyük bir yankısı olacağını düşünememiş-tik. Birdenbire etrafı bu kitabın ateşi sardı adeta. Haber bir dalga gibi yayıldı ve çok sayıda

solcu, kadın ve erkek, değişik yazı biçimleri, değişik konular ve futbola duyulan sempatiyle, “Futbolistas”ta, yaşamda ikincil olmakla beraber bir o kadar da önemli olan yan unsurları bir

arada topladılar. Avrupa ve Latin Amerika’dan eylemciler, gazeteciler, sendikacılar, müzisyenler, avukatlar, sinemacılar, tarihçiler, sosyal bilimciler ve kalkınma projelerinde aktif olarak yer alan

kişiler, klasik futbolun neredeyse uzmanları olarak karşımıza çıktılar. Basın, futbolun sisteme dayalı yüzünü kitlelere sunup, savunmaya devam edip, FIFA da herkesi Coca Cola içme konu-sunda ikna etmeye devam ederken, “Futbolistas” futbolun başka bir yüzünü ortaya koyacaktır.

Maradona’nın bir zamanlar dediği gibi: “Biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı oldu-ğundan yakınırız. Baskı, ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsedi-

yoruz… Stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir, lanet olsun ki.”

Kapital’i Politik Olarak OkumakHarry Cleaver

Politik Ekonomi Dizisi - İngilizceden çeviren: Münevver Çelik - 254 sayfa

“Futbolistas”: Futbol ve Latin AmerikaDario Azzellini, Stefan Thimmel

Dünyanın Yerlileri Dizisi - Almancadan çeviren: Serra Bucak - 371 sayfa

Foucault, Marksizm ve TarihMark Poster

Politika Dizisi - İngilizceden çeviren: Feride Güder - 171 sayfa

Foucault, Marksizm ve Tarih, Foucault’nun toplumsal teori ve tarih çalışmalarını Batı Marksizmi geleneğinin içinden çıkan, ancak bu geleneğe eleştirel bir alternatif sunan yeni bir açılım olarak ele alan bir incelemedir. Batı Marksizmi, I. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren klasik Marksizmin içine düştüğü tıkanıklığa bir yanıt arayışı olarak ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde, Foucault’nun özellikle Hapishanenin Doğuşu ve Cinselliğin Tarihi kitaplarında somutlaşan eleştirel toplumsal teorisi, Mayıs 1968’le birlikte çok yönlü bir şekilde açığa çıkan yeni toplumsal oluşum karşısında Batı Marksizminin açmazlarına bir yanıt üretebilmenin arayışı olarak ele alınır. Foucault, Marksizm ve Tarih, Foucault’nun tarih çalışmalarını eleştirel teoriye yaptığı katkılar üzerinden bir güncelleştirme denemesidir

Felsefe Dizisi - Fransızcadan çeviren: İlke Karadağ - 102 sayfa

Felsefe Dizisi - İngilizceden çevirenler: Ali Utku, Mukadder Erkan - 236 sayfa

Deleuze’ün Nietzsche’si, Nietzsche’nin felsef-esine bir giriş niyetiyle yazılmış olmasına rağmen, yanlış Nietzsche okumalarının sis bulutlarını dağıtıp, Deleuzecü özgünlüğün ve yaratıcılığın tadını da sunmaktan geri kal-mayan yalın, duru ve anlaşılır bir metindir. “Güç istenci, üstinsan, tanrının ölümü” gibi belli başlı Nietzscheci kavramlar sanki daha bir berraklık kazanır bu sayfalarda. İlk olarak 1965’te yayımlanan ve muhtemelen gömlek cebine koyulup rahatlıkla sokağa çıkarılabilsin diye kısa tutulan bu kitap, Nietzsche’nin ezgisini Deleuze’ün yorumundan dinlemek isteyen herkes içindir.

Gilles Deleuze

Nietzsche

Nietzschelerin Şöleni, Derrida’nın Nietzsche okumalarından ve R. Beardsworth’la bir söyleşisinden oluşan özgün bir derleme kitaptır. Derrida, adeta katışıksız bir okurdur bu derlemede; bize felsefeyi bir okuma/yeniden-okuma etkinliği olarak, yazıyı bir yeniden-yazma etkinliği olarak görmeye zor-layan bir okur. Bunu da, hem okumanın hem de yazmanın sınırlarını zorlayarak yapar. Derrida, Nietzsche’den kendi yapıbozumcu öncüllerinden biri olarak söz eder. Nietzsche, Derridacı metinde, Derrida’nın Batı metafiziğinin merkezine yerleştirdiği bütün mevcudiyetin nostaljik özlemine bir alternatif olarak ortaya çıkar. Ali Utku ve Mukadder Erkan’ın uzun soluklu ve Derrida’nın Nietzsche okuması seyrinde bize eşlik eden sunuşuyla birlikte bir araya getirilen bu metinler, gerçek bir okuma, bir yeniden-okuma şölenidir.“… Muhtemelen ismini –isimlerini– ve biyografilerini tehlikeye atarken tek başınaydı ve bu yüzden bunun yol açtığı risklerin çoğunu göze alıyordu: “Kendisi” için, “onlar” için, kendi yaşamları, kendi isimleri ve onların geleceği için ve özellikle imzalanmak üzere bıraktığı şeyin politik geleceği için. Bu metinler okunurken, bütün bunları hesaba katmaktan nasıl uzak durulur? Bu metinler, ancak bunlar hesaba katılarak okunur…”Jacques Derrida

Jacques Derrida

Nietzschelerin Şöleni

Balığımız, yaban hayatımız, ormanlarımız, kuşlarımız, yaylalarımız, göçlerimiz, derelerimiz ile bir bütün olan kültürümüzü, geleneklerimizi ve alışkanlıklarımızı değişime uğratacak olmasından

Geleneksel mimari ile inşa edilmiş ve modern statik hesaplara dayalı olmayan evlerimizin temellerinin sarsılmasını, zarar görmesini ya da yıkılmasını istemediğimizden

Doğduğumuz günden beri alışık olduğumuz deremizin sesinin kesilerek, onlarca yıl türbin mili sesini ve daha duymadığımız diğer yabancı sesleri duymak istemediğimizden

Yer altı sularımızın, pınarlarımızın kaybolduğu bir köy istemediğimizden

Hayat kaynağı derelerimizin suyunun kesilmesine, dere yataklarının hafriyat artığı, dolgu malzemesi ile dolmasına, sızlak dere yatağının zamanla bataklık hale gelmesine tanık olmak istemediğimizden

Bizlerce korunan binlerce ağacımızın, ormanımızın gözlerimiz önünde kesilmesine ya da heyelanlar altında kalmasına, bunun bize vereceği acıya dayanamayacağımızdan

Yaşam alanlarımızın yüksek gerilim hatları ile bir ağ gibi sarılmasını, yüksek elektromanyetik etki altında kalmayı istemediğimizden ve projeler tamamlandığında köy olarak ruhen eksileceğimizi değerlendirdiğimizden

Köyümüzü terk etmek istemediğimizden

HES Projelerinin iptal edilmesini umut ediyoruz...

Derelerin Kardeşliği Platformu Dur!Yeşil alan

hideroelektirk santralyapmak yasaktır