68
20. sayı ekim - aralık 2009 4 TL www.otonomlar.org [email protected] emeğin farkı nedir? diyalektik reformizmdir öğrenci hareketi 1989-93 süreci Sermaye salonlarda, emek sokakta!

Otonom Sayı 20

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Otonom20. Sayı

Citation preview

Page 1: Otonom Sayı 20

20. sayı ekim - aralık 2009 4 TL www.otonomlar.org [email protected]

emeğin farkı nedir? diyalektik reformizmdir öğrenci hareketi 1989-93 süreci

Sermaye salonlarda, emek sokakta!

Page 2: Otonom Sayı 20

Kanser hastası devrimci tutsak Güler Zere’ye ve onun nezdinde tüm devrimci tutsaklara selam ederiz…

Merhaba,Şu anda gecenin bir vakti, sesinizi duyuyorum yine. Nasıl ki sizin sesiniz ulaşıyor bana, biliyorum ki, benim sesim de size ulaşıyor. Yüreğimin atışlarına karışıyor, sizin yürek atışlarınız. Sonra kocaman bir yürek oluyor sol yanımda.Yürek… Nasıl da dolu doludur yüreklerimiz... Neleri neleri sığdır-mamışız ki biz yüreklerimize…Benim yüreğim de öyle, çok şey var içimde. En başta o büyük sev-gili; karanfil kokularımız, yanı başımda kokusu kır çiçeklerine karı-şanlarımız, sizler, canlarım, tüm sevdiklerim, yarım bıraktığım her şey, sevgisini hissettiğim herkes…Ne zamandır dara düşse yüreğim, acıya kesse bedenim parmakları-mın ucuna dokunuyorsunuz, gözleriniz değiyor gözlerime, bu küçük hücrem kalabalıklara karışıyor, birden çok ses çıkarıyor. Ben içinde kala kalıyorum. Her sese tebessümle cevap veriyorum. Bilerek değil, kendiliğinden! Sizler ise gülen gözlerinizle karşılıyorsunuz içimden kopan her sesi.İster yanı başımda olsun, ister bir adım ötemde kapı önünde, ister bir sokakta olun, ister herhangi bir şehrin bir yerinde oturun, ister Adli Tıp önünde oturun, ben sizleri hissediyorum. Sıcaklığınız, gücünüz, sesiniz, beni sarıp sarmalıyor. Bundandır bu illet her sıkış-tırdığında, karşısında başımı dik tutmam. Ona çelme takmaya hazır-lanmam bundandır. Sizler benimlesiniz ya, gerisi boş!Hele kısacık bir yolda, gözleriniz gözlerime takılınca bir serçe tela-şında oluyor yüreğim.Evet, sizlerden bahsediyorum Adana’nın sıcağı kadar sıcak yüreklile-rim, Seyhan’ın yakamozları gibi parlayan ışıl ışıl gözlülerim.

Seviyorum sizleri. Kapı önünde değil, işte tam şuramda oturuyorsu-nuz.Şimdi bir de kavgamın şehrinde oturanlar var. Günlerdir oradası-nız ve ben kim bilir kaç kez uzandım sizlere bilir misiniz? Uzanıp dokunuyorum size, en çok da umutlu hallerinize. Hani o yüreğinizin sesinin gözlerinizin terine karıştığı anlardaki hallerinize, ben hep sizinleyim, her seferinde çoğalarak dönüyorum hücreme. Ve her seferinde sizin gücünüzle yerle bir ediyorum hücremi. Sarılıyorum ellerinize sımsıkı, sarılıyorum bütün gücümle.Sonra gönlümün hep hareketli derinlerinde olanlar var. Sevgisini, yoldaşlığını, dostluğunu satırlara yükleyip her seferinde buraya koşan, her seferinde umut taşıyan canımın canı yoldaşlarım; öyle özledim ki sizleri, öyle seviyorum ki ben sizleri…Dostlarımız da var tabi bu kavgada. Dost yürekleriniz her daim yanımda bunu bana hep hissettirdiniz. Sesinizi sesime kattınız. Her kavgada insan dostunu omuz başında görünce duygusu farklı oluyor biliyorsunuz. Bir dost gülüşü gönderiyorum sizlere; sevgiden, kav-gadan yana… Selam olsun sizlere.Kime ne desem, ne yapsam yarım kalacak biliyorum. Hangi köşesini tutsam bir başka köşe eksik kalacak, iyisi mi burada bitirmek. Ama gözlerinizin ta içine dikiyorum gözlerimi. Sevgimin derinliğini görün diye. Ve son olarak tekrar ediyorum; seviyorum sizleri… hem de çok!

Güler Zere1 Eylül 2009

Page 3: Otonom Sayı 20

Otonom Sayı: 20, Ekim - Aralık 2009 Fiyatı: 4 TL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre KolayAdres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbulTel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli YayınBaskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B blok Kat: 1 No: 366 Topkapı İst.Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93

Meta fetişizmi ve antagonizmaDevrimcilik ve hareket üzerine ‘‘gençlikten’’ bir denemeKafama bir elma düştüSýnýf mücadelesinde bir dönüm noktasý olarak 1989-93 süreciEAP: Çalışanı kurtarma programıOrtak olanın kurumlarıMektup var!

1318

2834

445161

2 248

Anti-kapitalizme içkin bir soru: Emeğin farkı nedir? Öğrenci hareketi ve

örgütlenmeHegel’in ontolojisinde devlet: Diyalektik reformizmdir

Meta toplumsal bir üretim ilişkisidir

46

Merhaba,

Geçen merhabamızda, biraz dertlenip içimizi dökmüştük yüzlerini bilmediğimiz siz dostlarımı-za. Şimdi ise yirminci sayımızı çıkarmanın neşesi içindeyiz. Sayılarda keramet aramak nafile, ama gönlümüz yine de bu sayının coşkusunu kendimize çok görmemekten, sizinle paylaşmak-tan yana. Kahkahamız elinizdeki sayfalar olsun.

‘‘Bekle bizi’’ deyip ahdettiğimiz İstanbul, haramilerin, haraççıların, kafesçilerin, şantajcıların istilasında. IMF ve Dünya Bankası denilen hırsız çeteleri, elli dört yıl sonra tekrar Türkiye’de, İstanbul’da toplanıyor. Türkiye, imparatorluğun küresel egemenlik işleyişini oluşturan pira-mide giderek daha çok eklemleniyor. Küresel pazar ve küresel sermaye, bu coğrafyayı büyük bir iştahla yalayıp yutuyor. Bu kuşatmaya karşı her yer isyan, her yer direniş alanı. Emeğin sermayeye değil, sermayenin emeğe ihtiyacı varsa, kapitalizmin çanına ot tıkamak da emeğin gerçek antagonizmasının kuruluşuna ve kendi kudretini olumlamasına bağlı. Bu kudret dün-yalıdır. Bu dünyada topraklar kardeştir. Kardeş topraklarda yaşanan toplumsallıkların politik sınırları ve egemenlikleri yoktur. Politik egemenlik altında halkların kardeşliği olamaz. Emeğin kudretinde, yeryüzü gökyüzüdür. Emeği sınıflaştıran ücretli emek, bu kudrete vurulan bir boyunduruktur. Emeğin kudreti yaratıcıdır, dönüştürücüdür. Ölçülemez toplumsal yarar üretir, bu kudret komünalisttir. Emeğin özgürlüğü onun kendi kudretin-dedir. Ve de kapitalistlerin kongre salonlarındaki protokollerini yıkacak olan onun bu kudretidir.

Yirminci sayımızla herkese merhaba…

İletişim için:www.otonomlar.org

[email protected]@yahoogroups.com

Page 4: Otonom Sayı 20

2

Anti-kapitalizme içkin bir soru: Emeğin farkı nedir?

Sermayenin içinden geçmekte olduğumuz son küresel krizi, sermayenin doğası ve emeği özneleştirme biçimlerine dair bütünlüklü bir yeniden değerlendirmenin, devrimci hare-ketler açısından taşıdığı önemi bir kez daha göstermiştir. Bu bütünlüklü yeniden değer-lendirmenin birbirleriyle doğrudan ilişkili ve ancak çözümlemeye çalışırken ayrıştırabile-ceğimiz çeşitli uzanımları mevcuttur. Bunların en acili, mevcut krizi, politik bir kriz teo-risi geliştirerek, yeni bir egemenlik para-digmasının ve sermayenin yeni kâr üretme biçimlerinin kuruluşuyla birlikte değerlen-dirmektir. Döngüsel kriz analizlerine geri dönerek, bugünkü biyo-kapitalizmin krizini anlamak mümkün görünmüyor.1 İkincisi ise direniş-örgütlenme-mücadele hattıyla ilişkili-dir. Bu hattaki kuramların ve pratiklerin, anti-kapitalizm ekseninde ciddi dönüşümlere ihti-yacı var. Bugün önümüzü ne ‘‘kana susamış ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne el uzatmış’’ bir ABD’ye karşı girişilen salt anti-Amerikancı bir söylem, ne de emperyalist yağmaya karşı bağımsızlık temennileri açabilir. Doğrudan sermayeyi ve onun biyo-politik özneleştirme biçimlerini karşısına almayan ve direnişinde küresel olamayan her türlü söylem ön tıkayıcı

olacaktır. Bununla birlikte bugün Türkiye’de anti-kapitalist söylemin, daha önce anti-kapitalist eksende değerlendirilmemiş olan çeşitli mücadele alanları arasında belli bir yaygınlığından da bahsedilebilir (on-on iki yıl öncesinin öğrenci hareketi cephesinde bu söylemin kavgasını verirken, en hafifinden karşılaştığımız yadırgamayı hatırladığımızda, bu sevindirici bir gelişme). Ne var ki bu söylemin gücü henüz tam olarak kavranılma-mıştır. Anti-kapitalizm salt bir slogan değil, sermayeden ontolojik bir farka gönderme yapan, kendini sermayeden koparma kudre-tine sahip emeğin karşıdan kurucu siyaseti olmalıdır. Örneğin hem anti-kapitalizm deyip hem de politik değerlendirmelerde emper-yalizm kuramına ya da mücadelede adalet-li ücret dağılımı talebine sahip çıkılamaz. Ücretli çalışma, kapitalizmin özüdür. Pazarın küreselliği ve sermayenin üretim zamanı ile

dolaşım zamanını sıfırlama eğilimi, mevcut egemenlik biçimlerini altüst etmekte ve buna uygun olarak da yeni kuruluşta yerini almak isteyen aktörler arasındaki güç ilişkileri, yeni bir egemenlik kuruluşunun içersinden şekillenmektedir. Dolayısıyla anti-kapitalist bir söylem, kurulmakta olan yeni egemenlik biçimini ve bu egemenlik biçiminin toplumsal emek zamanın ölçüsünü belirleme krizini iyi analiz edebilmelidir. Fakat bunun da ötesinde anti-kapitalizme, emeğin sermayeden ontolo-jik farkının zemini üzerine düşünebilmek için, köklü felsefi kopuşların ve kavramsal yenilen-melerin eşlik etmesi gerektiği görülmelidir.Kapitalizmin ‘‘anti’’si, yani karşıtı üzerine düşünmek, siyasal olduğu kadar, ontolojik de bir sorudur. Emeğin, sermayeden farkı nedir? Bu fark, emek ile ücretli-emek arasın-daki farktan bağımsız düşünülemez. Emeğin ücretli emekten farkını etkili bir mücadele hattına çevirebilmek için de en temelde, antagonizma kavramını güncellemeye ihtiya-cımız vardır. Ama nasıl?

Anti-kapitalizm salt bir slogan değil, sermayeden

ontolojik bir farka gönderme yapan, kendini

sermayeden koparma kudretine sahip emeğin

karşıdan kurucu siyaseti olmalıdır

Diyalektikte bir şeyin varlığının

ispatı, başka bir şeyin

olumsuzlanması anlamına gelir

Page 5: Otonom Sayı 20

3

Bu kavram bize Marx’tan mirastır. Marx, bir ömre uzanan çalışmalarını emek ile sermaye arasındaki antagonizmanın kuramını geliştir-meye adamıştır. Bu çalışmalar, Kapital ciltle-rinin de ait olduğu uzamdır. Kapital ciltleri, mektuplar ve gazete yazıları da dâhil olmak üzere bu uzamın içinden değerlendirmelidir. Yoksa adı üstünde sermaye üzerine olan bir eser, bu külliyattan, özellikle de tarihsel ve felsefi altyapısından bağımsızlaştırılıp okun-duğunda, günümüz için ciddi yanlış anla-maları da beraberinde getirecektir. Bugün salt döngüsel kriz teorilerinden yola çıkılarak mevcut krizi anlama çabası bunun örnekle-rinden biridir. Döngüsel kriz teorilerini anta-gonizma hareketinden bağımsızlaştırdığınız anda, sermayenin reformcu diyalektiğinin içine yeniden eklemlenirsiniz. Marx kendi önüne koyduğu bu antagonizma kuramını geliştirebilmiş midir? Bu tarihi bir sorudur ve dönemin sınıf mücadelelerinin politik yenilgi-lerine içkindir. Ama asıl önemlisi, günümüze uzanan bir biçimde Marksizmin bu mirası geliştirip geliştirmediği sorusudur.

I. Diyalektik Çelişkiden Antagonizma Çıkar mı?Klasik Marksizmde, polemikler ve ayrışmaları unutmamakla birlikte, antagonizma sorusu, her zaman için diyalektik sorusunun içersin-den ele alınmış ve çelişki kavramıyla birlikte düşünülmüştür. Bu gelenek içersinde, diya-lektiğin, tarihsel ve toplumsal değişimleri dile getirebilecek tek felsefi yöntem olduğu önkabul olagelmiştir. Hegelci diyalektik, yine Hegel’in idealizminden ayrı tutulmaya çalı-şılarak değişimi ve hareketi kavrayan bir yöntem olarak yüceltilmiştir:

{Modern} Alman felsefesi doruğu-nu, ilk kez olarak bütün doğa, tarih ve tin dünyasını sürekli bir hareket, sürekli bir değişme, sürekli bir dönü-şüm ve evrim içine girmiş bir süreç biçiminde kavrayan ve bu hareket ile bu evrimin iç bağlantısını göstermeye girişen Hegel sisteminde buldu. Hegel sisteminin büyük değeri de budur. Bu açıdan insanlık tarihi, artık olgunluğa varmış felsefi akıl mahkemesi önünde hepsi de aynı biçimde hüküm giy-mesi gereken ve mümkün olduğunca çabuk unutulmasında yarar bulunan anlamsız zorbalıkların kaotik bir karı-şımı değil, insanlığın kendisinin evrim süreci olarak görünüyordu. Şimdi düşüncenin, bu sürecin tüm dolam-baçları arasından sürekli ilerleyişini izlemek ve onda, bütün görünür olum-sallıklar arasında, yasaların varlığını göstermek gibi bir görevi vardır.2

Hegel’in diyalektik yöntemini bir model olarak alan Marksizm, bu yöntemin dışında kalan fel-sefeleri, yani diyalektik olmayanları metafizik olarak adlandırır. Aslında diyalektik felsefe ile metafizik felsefe gibi bir ayrımlaştırma ilk olarak Hegel’in kendisi tarafından yapıl-mıştır. Hegel metafizik ifadesini, özellikle de Spinoza’nın temsil ettiği varlık felsefesi ile diyalektik felsefe arasında ayrım yapmak için kullanır.3 Marksizm ise bu terminolojik ayrımı devam ettirerek metafizik görüşün değişimi açıklamaya muktedir olmadığını, çünkü bu görüşe göre değişim itkisinin hep dışarıdan geldiğini, bu yüzden de değişimin zorunlu değil, olumsal olarak kavrandığını söyler. Diyalektik görüş, metafizik görüşün varlık anlayışının statik olduğunu iddia eder. Metafizik bakış açısının varlığı, kendi dina-mikleriyle hiçbir değişime girmez. Örneğin bir toplum kendi iç dinamikleriyle değiş-

mez; onu yalnızca dışarıdan gelen etmenler değiştirebilir. Böyle bir dışsal faktör yoksa değişim de olmayacaktır ve dışsal faktör-lerin olup olmaması da tamamen rastlantı-saldır. Dolayısıyla bu değerlendirmeye göre, diyalektik yöntemin üstünlüğü, içsel değişim fikrinden hareketle, değişimin zorunluluğunu ispat edebilmiş olmasıdır. Çelişki kavramı bu noktada devreye girer. Çünkü içsel deği-şimin ve hareketin dinamiği bir şeyin sahip olduğu ilişkisel çelişkiler olarak tanımlanır. Çelişki, bir şeyin o şey olmayanla girdiği bütünsel ilişkidir. Bununla birlikte diyalektik söz konusu olduğunda, bir şeyin kendisiyle ilişkisi de, o şeyin kendisi olmayanla, yani o şeyin ötekisiyle ilişkisi dolayımıyla tanımlanır. Bir kutup ve o kutba göre tanımlanan temel çelişki kutbu her zaman için tek ve aynı düzleme ait iki çelişik kutup olacaktır. Bu bir-birlerine göre karşıt olan kutuplar ise birlikte organik bir birlik oluşturur. Çelişki ilişkisinin kendi sürecini (oluşunu) gerçekleştirmesiyle birlikte bu karşıt kutuplar karşılıklı etkileşime

Bu uzlaşmacı yan, Hegel’in

sadece Devlet felsefesinde değil,

ontolojisinde de mevcuttur.

Hegelci diyalektikte karşıt

kutuplar arasındaki çelişkiler

sürekli olarak daha kapsayıcı bir

bütün içinde çözülür

Page 6: Otonom Sayı 20

4

geçecektir. Karşıtların bu etkileşimi belli bir mücadele yani olumsuzlama biçimini alacak ve bu olumsuzlama hareketinin sonrasında da karşıtların özdeşliği/birliği denen yeni bir süreç oluşacaktır. Karşıtlar tek bir düzlemin içinde ve üzerinde birbirlerine bağımlı olarak var olabilir ve biri ancak diğeri üzerinden kavranabilir. Her bir kutup, çelişme ve kendisi olmayanın onu belirleme hareketiyle karşıtı-na dönüşecek ve böylece çelişkinin çözülme momenti kurulacaktır.Çelişki mantığının özetleyerek basitleştirdiği-miz bu tablosunda antagonizma kavramının yerini sorgulamadan önce ele almamız gere-ken iki kavram daha var: Fark ve uzlaşma. Aslında Hegel felsefesinin etkililiği, varlığın hareketini güç ilişkileri, belirlenim ve fark kavramlaştırması üzerinden açıklamasında yatar. Hegel’de kendisinden farklı olan tara-fından belirlenmeyen, bu farka göre konum-lanmamış olan varlık soyut, yalın ve niteliksiz varlık olarak tanımlanır. Yalın varlık, sınırsız bir olumlama olduğu için (‘‘varım ya da var, hepsi bu’’), yokluktan farklı değildir. Bu yalın varlığın nitelikli ve gerçek bir varlık olabilmesi için önce karşıtı olan yokluktan farkını ortaya koyabilmesi, yani onu olumsuzlaması ve kendi varlık alanını sınırlandırması gerekir. Fark, olumsuzlama yani karşıtıyla çatışma hareke-tinde yaratılır. Varlık bir kez yokluktan farkı-nı ortaya koyduktan sonra, varlığını devam ettirebilmek için sürekli yeni farklar ve varlık dereceleri yaratarak kendi iç dinamizmini korumak zorundadır. Böylece bir şeyin varlı-ğının ispatı, başka bir şeyin olumsuzlanması

anlamına gelir. Kısacası Hegelci ontoloji, daha baştan fark ve çatışma (antagonizma) kav-ramlarını ontolojisinin kurucu ilkeleri haline getirmiş görünür. Fakat bu fark ve çatışma, sürekli olarak döngüsel bir belirlenim atama ve sınır çizme hareketine tabi tutulur. Bir varlığın ontolojik dinamizminin devam ede-bilmesi için sürekli olarak karşıtını yeniden üretmesi gerekecektir. Böylece başlangıçtaki farkın ve sınırın türevleri türetilecek ve varlık biricik ontolojik ilke olarak bu sefer bu fark türevlerini olumsuzlayarak kendiyle yeniden barışacak, yani kendi varlığını olumlayacaktır. Bu yüzden de her çatışmanın, ortaya çıkan her ‘‘antagonist’’ durumun bir uzlaşması, bir dolayımı olmak zorundadır. Bu uzlaşma-cı yan, Hegel’in sadece Devlet felsefesinde değil, ontolojisinde de mevcuttur. Hegelci diyalektikte karşıt kutuplar arasındaki çeliş-kiler sürekli olarak daha kapsayıcı bir bütün

içinde çözülür. Daha geniş ve kapsayıcı bir organik birliğin sürekli olarak yeniden kurul-ması zorunludur. Varlığın kendini olumlaması için –kendi varlığını sürdürmesi için- sürekli yenilenmiş bir olumsuzlama yaratmak zorun-dadır. Fakat bir yandan da bu olumsuzlamanın sürmesi için olumsuzlanan öğelerin öz ola-rak değil derece olarak farklılaşarak sürekli yeniden dirilmeleri gerekecektir. Hegel’de mutlak bir olumsuzlama –yeniden dirilmeyi sonlandıracak nihai bir kopuş darbesi, çıplak bir yok etme-, tıpkı yalın ve soyut varlık gibi küçümsenen bir olumsuzlama türüdür ve hiçlikle özdeştir. Belki şöyle de diyebiliriz:

Marksist gelenek, aslında Marx’ın erken

dönem Hegel eleştirisinde dolayım

ve uzlaşma fikrine karşı geliştirdiği

eleştiriyle çelişki mantığında açtığı gediği

pek kurcalamadan, diyalektik karşıtlar

arasındaki görünüşteki ‘‘antagonist’’

durumu, tarihsel-toplumsal düzeyde aşırı

bir noktaya çekmeye çalışmıştır

Bugün emek sermaye olmadan

var olamaz mı?

Üretken soru budur

Page 7: Otonom Sayı 20

5

Hegel’de gerçek antagonizma, yani gerçek-ten uzlaşamayan bir çelişki, evren dışıdır. En önemlisi ise, herhangi bir antagonist çatış-manın dayanağı olabilecek kendini olumlama, karşıtını sürekli yeniden üreten bir olumsuz-lama döngüsüne teslim edilir. Hegel’de önce kendini olumlama sonra karşıtını olumsuzla-ma olmadığı için, varlığın kendini olumlaması da asla tam anlamıyla ulaşılamayan boş ve soyut bir kategori olarak kalacak ve Spinozacı anlamda bir ontolojik mükemmellik tasavvur edilemez olacaktır.Marksist gelenek, aslında Marx’ın erken dönem Hegel eleştirisinde dolayım ve uzlaş-ma fikrine karşı geliştirdiği eleştiriyle çelişki mantığında açtığı gediği pek kurcalamadan, diyalektik karşıtlar arasındaki görünüşteki ‘‘antagonist’’ durumu, tarihsel-toplumsal düzeyde aşırı bir noktaya çekmeye çalışmıştır. Burjuvazi ve proletarya, iki çelişik sınıftır ama aynı organik birliğin yani burjuva toplumunun öğeleridir. Böylece ücretli emek ve sermaye, burjuva toplumunun çelişkisinin hem birbirine bağımlı hem de birbirine karşıt iki kutbunu kurar. Her iki taraf da, mücadele içinde oluş kazanırlar. Birlikte ait oldukları organik birlik, bu birliğin içindeki mücadele dinamiği saye-sinde süregiden bir oluş haline gelir. Peki, bu oluş yeni bir değişim momentine nasıl sıçrar? Burjuva toplumuna içkin çelişki her bir momentte daha da derinleşerek yeni bir niteliksel momentin kuruluşunun koşullarını sağlar. Antagonizmanın ortaya çıkışı bu evre-ye tekabül eder. Derinleşen çelişki antago-nizmaya dönüşerek yeni bir niteliğin ortaya çıkışını mümkün kılar. Artık burjuva toplumu kendi içsel çelişkisinin içinden olgunlaşan antagonizmanın etkisiyle yıkılacak ve yeni bir senteze (sosyalist toplum) dönüşecektir.Marksizm bu yeni sentez momentini yeni bir toplum biçiminin kuruluşu olarak muştulasa da, Hegel açısından böylesi bir mutlak olum-suzlama (burjuva toplumunun tümüyle orta-

dan kaldırılışı) yukarıda bahsettiğimiz gibi yokluğa özdeş soyut bir olumsuzlama olarak görülecektir. Hegel’e göre karşıtını tümüy-le ortadan kaldıran, hiçliğe mahkûmdur. Çünkü Hegelci diyalektikte ontolojik fark asla bir varlığın kendine içkin olarak kurulmaz. Sürekli olarak dışsal bir belirlenim üzerinden okunur. Bu türden bir ontolojik hareket ilkesi sermayenin işleyişi için geçerli olsa da –ki bu yüzden sermayenin kendini olumlamasının diyalektik olduğunu söylüyoruz-, emek için böyle midir? Bugün emek sermaye olmadan var olamaz mı? Neden sermayenin başka-sı (diyalektik anlamda) değil, sermayeden başka (antagonist anlamda) olan emek tanı-mına ihtiyaç vardır? Üretken soru budur.

Marksizm bu yeni sentez

momentini yeni bir toplum

biçiminin kuruluşu olarak

muştulasa da, Hegel açısından

böylesi bir mutlak olumsuzlama

(burjuva toplumunun tümüyle

ortadan kaldırılışı) yokluğa özdeş

soyut bir olumsuzlama olarak

görülecektir

Page 8: Otonom Sayı 20

6

II. Emeğin Farkının Felsefi Olanaklarını Açma Çabası:Marx’ın, Hegel’in çelişkilerin dolayımı ve uzlaşması fikrine saldırısının, diyalektik man-tıkta açılan ilk gedik olduğunu belirtmiş-tik. Bugün antagonizma kavramını emeğin farkı üzerinden güncellemeye çalışırken, Deleuze’ün batı metafiziğindeki hetero-doks alt akıntıları takip ederek geliştirdiği anti-Hegelcilik bir kez daha hatırlanmalıdır. Marksizmin diyalektik dışındaki bütün fel-sefeleri Hegel’i takip ederek metafizik diye itham etmesi, Batı felsefesi tarihinde maddi ve varlığın gücünü olumlayan alternatiflerin

görülebilmesinin önünü kapatmıştır. Deleuze bu çok katmanlı ve diyalektiğin unutturdu-ğu geleneğe yapısalcılık sonrası ilk sondajı yapan düşünürlerin en önemlilerinden biridir. Onun Hıristiyanlık ile burjuvazi düşüncesi arasındaki sürekliliği ifşa eden ‘‘Du Christ à la bourgeoise’’ (İsa’dan Burjuvaziye) adlı ilk makalesinden geç dönem diyebileceğimiz Spinoza üzerine olan çalışmalarına uzanan tüm eserleri kararlı bir Hegel karşıtlığıyla kat edilmiştir. Deleuze’ün Hegel’le derdi diyalek-tik çelişkinin döngüsel mantığının yanlış bir fark ve olumsuzlama kavramı üretmesiyle bağlantılıdır.Deleuze’e göre, negatif belirlenim, varlı-ğın olumlu farklılaşma hareketini çarpıtır. Diyalektik mantıkta, varlığın karşıtı üze-rinden dolayımlanması, onun karşıtından farkını sürekli olarak bağımlı ve dışsal kılar. Bu varlık anlayışının nedensellik bağıntıları (karşıta göre belirlenim) ve varlığın deva-mını sağlayan ontolojik hareket (karşıtı-nı olumsuzlama) sürekli bir aşkınlık alanı üretir. Diyalektiğin varlığının nedeni, ken-dinde değildir. Diyalektiğin varlığı aşkın-dır. Ayrıca diyalektik süreç sürekli olarak yenilenen, daha kapsayıcı ve karşıtları bir üst katmanda tekrar birleştiren bir bütün kurma eğilimine sahip olduğu için, bu man-tık içersinde, tekillik de elden kaçacaktır. Oysa mevcudiyeti başka bir varlığın gücüne el koymaya dayanmayan bir varlığın farkı, kendi üretme, dönüştürme, yaratma kud-retidir. Kendinin nedeni olup içkin bir fark kurarak, sadece maddi ürünleri değil bir bütün olarak yaşamı, elbirliğini, duyguları, imgeleri ve kavramları ürettiği oranda da kendi gücünü olumlayacaktır. Emeğin ölçü-lemez yaratıcılığı ve kurucu kudreti, ürettiği ilişkiselliğinden, kendisine içkin komünali-tesinden gelir. Ölçülemez olan ilişkiselliktir. Sermaye komutasıyla, işte bu ilişkiselliğe ve emeğin kendi kendini örgütleyebilme kudre-tine el koyarak ona aşkın bir komuta yaratır. Sermayenin salt bir sömürü meselesi olma-ması, aynı zamanda bir iktidar sorunu oluşu bundandır. Sendikal mücadele bu iktidar boyutunu görmeden, sermayenin söylemi içersinden ücretli emek olarak özneleşmeye devam eder. Ancak kudretli bir varlık, kendi toplumsal elbirliğini yeniden kendine mal etmiş bir varlık, antagonist bir karşılaşma anında, isyan ve direniş anında teslim olma-yacaktır. Kendi öz-örgütlü kurucu pratiği, onun en büyük savaş silahı olacaktır. Emeğin hasreti bu içkinliğedir.Negatif belirlenime ve diyalektik karşıtını yeniden üretme döngüsüne girmeyen olumlu bir varlık anlayışını modernliğin şafak sökü-

münde geliştiren Spinoza’ya, en şiddetli saldırılardan birinin Hegel’den gelmiş olma-sı tesadüfî değildir. Hegel Mantık Bilim’de Spinoza’nın Jarig Jelles’e yazdığı bir mek-tupta4 geçen bir ifadeyi (‘‘Figür/suret belir-lenimdir ve belirlenim olumsuzlamadır -et determinatio negatio est-’’) ‘‘yanlış’’ alın-tılayarak (‘‘Her belirlenim bir olumsuzla-madır –omnis determinatio est negatio-’’), Spinozacılığı kendi diyalektik mantığı içinde çürütmeye çalışmıştır.5 Bu çürütmenin teme-linde Spinoza’nın töz kavramının soyut bir varlık kavramı (çünkü belirlenimsiz), tabiri caizse varlığın işlenmemiş ham hali olduğu ve Spinoza’nın ontolojisinin tikelliği (tümelle

Sermayenin asıl krizi

biziz. Bizler, yeryüzünün

yerlileri ve Komün’ün

sahipleri sermayeyi bir

daha dirilmemecesine

krize sokacak olan biziz!

Marksizmin diyalektik

dışındaki bütün felsefeleri

Hegel’i takip ederek

metafizik diye itham

etmesi, Batı felsefesi

tarihinde maddi

ve varlığın gücünü

olumlayan alternatiflerin

görülebilmesinin önünü

kapatmıştır

Page 9: Otonom Sayı 20

7

ilişkisi bakımından tekil) açıklayamadığını ve bu yüzden her türlü bireyleşmenin kuşatıcı töz kavramı tarafından yutulduğunu iddia eder:

Spinoza düşünceden, mutlakta olduğu gibi her şeyin bengilik formu altında, sub specie aeterni olarak görülmesi gerektiğine dair ulvi istekte bulunur. Fakat hareket etmeyen bir özdeşlikten başka bir şey olmayan söz konusu mut-lakta yüklem, keza kip, oluş olarak değil, yalnızca yitip giden olarak bulunur; öyle ki, burada da, yitip giden, pozitif başlan-gıcını sadece dışarıdan alır.6

Fakat Hegel bu eleştiriyi getirirken, Spinoza’nın töz kavramını çarpıtarak aktarır. Spinoza’nın olmayan bir töz kavramı üzerin-den, Spinoza’nın ontolojisinin sınırlılığına ve diyalektik mantık tarafından aşılması gerekti-

ğine çubuk büker. Her şeyden önce Spinoza’nın tözü casua sui (kendinin nedeni) bir varlığa tekabül eder. Hegel bu içkin nedensellik ilke-sinin özgünlüğünü görmezden gelerek dışsal/ereksel nedensellik mantığı üzerinden varlı-ğın nedensellik ilkelerinde eksiklik olduğunu ispata girişir. Spinoza’nın tekillik düzlemini ve tekillere açılan bireyselleşme hareketini görmemesinin nedeni de budur. Tüm bunlarla birlikte, Hegel’in Spinoza eleştirisinde haklı olan bir yan vardır: Spinoza’nın felsefesi özne felsefesi değildir.7 Bu yüzden Spinoza’nın töz, tözün yüklemleri ve kipleri, tekil şeyler tanımı ve bireyleşme hareketi Hegel’e yetmeyecek-tir. Özneleşmeyen ve özne olarak temsil edi-lemeyen her varlık biçimi, Hegel’e göre ilkel kalacaktır. Spinoza’nın ontolojisi bedenin/bedenlerin üretken ilişkiselliğinin felsefesidir. Hegel tam da varlığın bu dolaysız veriliğine karşı çıkacak, tözün Kavram’da diyalektik erekselliğine ulaşmasını talep eder.

***

Marksizm her ne kadar devrimci ve politik kaygılarla diyalektik mantığın içinden niha-yete erdirici bir antagonizma kavramı çekip çıkarmaya çalışmış olsa da, bu çabayı üst belirleyen modernizm ve onun Hegelyan aklı olmuştur. Hegel’in kuşatıcılığı öyle yoğundur ki, Marksizm tüm felsefe tarihini de bu diya-lektik sis içinden muğlak bir siluet olarak görebilmiştir. Oysa ne Marksizm bir din, ne de Kapital kutsal bir kitaptır. Diyalektiği reddettiğinizde de, olmayan bir dinden çık-mış falan olmazsınız. Hele Marksist olmak-tan hiç çıkmazsınız. Sadece Hegel’in devlet geleneğine ait felsefesiyle vedalaşmaya cüret etmiş olursunuz. Marx, dönemindeki hâkim felsefi ufku sol Hegelyan felsefeyi,

sermayeyi tahlil etmek ama daha da önem-lisi emeğin sermayeden farkını, antagoniz-mayı kavramlaştırabilmek için bir araç ola-rak kullanmıştır. Bunu yaparken de o aracı dönüştürmüş, değiştirmiş ve yeni bir para-digma geliştirmiştir. Evet, bu paradigmaya diyalektik kavramlar içkindir. Ama asıl soru-nun antagonizma olduğu unutulmamalıdır. O yüzden de aforozcuları bir yana bırakıp, mücadelenin önünü açabilmek için yeniden emeğin sermayeden farkı üzerinden hareket eden bir devrimci perspektife kavuşmamız lazım. Kapitalimin ihtiraslı doğasının son tezahürü, devlet ve sermaye palyaçoları-nın her türlü maskaralığına rağmen uzun süre gizleyemeyecekleri bir gerçeği açığa vurdu: Sermayenin asıl krizi biziz. Bizler, yeryüzünün yerlileri ve Komün’ün sahipleri sermayeyi bir daha dirilmemecesine krize sokacak olan biziz!

1 Daha ayrıntılı bir kriz değerlendirmesi için bkz. ‘‘İmparatorluğun Krizi’’, Otonom 19. sayı, Nisan-Haziran 2009, s. 10-15.2 F. Engels, Anti-Duhring, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1995, s. 67-68.3 G. W. F. Hegel, Hegel’s Science of Logic,, çev. A. V. Miller, Prometheus Books, 1989, s. 122, ve s. 580.4 B. Spinoza, The Letters, çev. S. Shirley, 50. mek-tup, Cambridge, Hackett Publishing Company, 1995, s. 260.5 Hegel’s Science of Logic, s. 113.6 A.g.y., s. 538.7 A.g.y., s. 383.

Eylemcan

Marksizm her ne kadar devrimci ve

politik kaygılarla diyalektik mantığın

içinden nihayete erdirici bir antagonizma

kavramı çekip çıkarmaya çalışmış olsa

da, bu çabayı üst belirleyen modernizm

ve onun Hegelyan aklı olmuştur

Page 10: Otonom Sayı 20

8

Hegel’in ontolojisinde devlet: Diyalektik reformizmdir

Hegel’in kendinden önceki metafizikten kopu-şunun ve özellikle Marksist birikimde madde-ciliğin sorunlarının çözümünde kritik bir uğrak olarak algılanmasının temel nedeni, onun Tin biçimi altında tarihsel ve toplumsal ilişkiler alanını felsefeye içermiş olmasından gelir. Sorun yalnızca, Hegel’in diğer idealistlerden farklı olarak döneminin ruhunu yakalamış olması ve ontolojinin yanı sıra birer doğa, tarih ve devlet felsefesi de geliştirmiş olması değildir. Daha önemlisi, Hegel’in politikayı ontolojik bir sorun olarak ele almış olması, başka bir deyişle politikayı tarihsel toplumsal ilişkiler alanına içkinleştirmesidir. Hâkim fel-sefe geleneğinin biraz dışından bakıldığında, politikanın ontolojik bir problem olarak ortaya konuluşu elbette Hegel’e ait değildir. Ondan önce Machiavelli’yi, Hobbes’u ve Spinoza’yı anmak gerekir. Ancak Hegel’in özgünlüğü, kendinden önceki bu birikimlerin eleştiri-sini arkasına alarak geliştirdiği egemenlik teorisiyle, modern sınıfsal güç ilişkilerinin çözümlenmesine ontolojik bir temel sağlamış olmasından gelir. Artık idealist gelenekte olduğu gibi söz konusu olan dünyanın Tanrı egemenliğinden türetilmesi değil, Tanrı’nın devlet biçimi altında yeryüzüne indirilmesidir. Hegel’de egemenliğin kuruluşu Tanrısal değil doğrudan maddi toplumsal ilişkilere içkindir.

Bu politik ontolojinin temeli ise diyalektik-tir. Onun diyalektik ontolojisinde, Tin’in tam gerçekleşmesine kavuştuğu Devlet ideası, politikliğin hem bir önvarsayımı hem de sonu-cudur. Hegel’de politikliğin üretimi, Tin biçimi altında devletin üretimi ve yeniden üretimidir. Devlet, kendini olumsuzlayarak olumlamanın politikliğidir. Hegel’in diyalektiği, aşkın bir iktidarın kendini devlet biçiminde olumlama-sının felsefesidir.Diyalektiğin modern sınıfsal güç ilişkileri-nin kuruluşu olarak okunup konuşturulması ise Hegel’den çok Marx’a aittir. Sermayeyi diyalektik olarak işleyen bir ilişkisellik olarak soyutlayan Grundrisse’yi yazarken Marx’ın, Hegel’in Mantık’ını hiç yanından ayırmadığı-nı hatırlayalım. Marx’tan sonraki Marksist gelenek bir olumsuzlama felsefesi olarak diyalektiği sınıflar mücadelesinin yasası ola-rak yorumlamıştır. Oysa Marx’ta Hegel diya-lektiğinin güncellenmesinin bağlamı; sınıflar mücadelesinin temelini oluşturan bir anto-gonizma teorisi değil, sermayenin kendini olumsuzlayarak olumlamasının ilişkiselliği-dir. Sermaye diyalektik çelişkiler üzerinden devinen öznelliktir. Bu anlamda sermayenin çözümlenmesi, diyalektik bir çözümlemeyi zorunlu kılar. Diyalektik, sermayenin kendini olumlamasının felsefesidir. O halde emeğin

politikliği üzerinden sermayenin eleştirisi, önüne doğrudan diyalektiğin eleştirisini koy-malıdır. Marksist birikimde Hegel eleştirisi, diyalektiğin eleştirisi olarak yeniden kurul-malıdır.

Hegel’in Mantığı ve PolitikaMantık Bilimi, Hegel’in hem kendinden önce-ki metafiziği içererek aşma hem de diya-lektiği ister düşünsel ister olgusal bütün gerçeklik biçimlerinin içkin mantığı olarak formüle etme girişiminin temel ürünüdür.

Hegel’in özgünlüğü,

geliştirdiği egemenlik

teorisiyle, modern

sınıfsal güç ilişkilerinin

çözümlenmesine ontolojik

bir temel sağlamış

olmasından gelir

Devlet, kendini

olumsuzlayarak olumlamanın

politikliğidir. Hegel’in

diyalektiği, aşkın bir iktidarın

kendini devlet biçiminde

olumlamasının felsefesidir

Page 11: Otonom Sayı 20

9

Bütünlükçülüğün bakış açısından, metafi-ziğin ortaya koyduğu bütün sabit belirle-nimler diyalektik ilişkisellik içinde yeniden kavranmalı; ideal ve reel, görüngü ve öz olmak üzere konulan bütün ikili dünya tasa-rımları çelişkili bir bütün olarak yeniden konulmalıdır. Buradan bakıldığında, Hegel’in Mantık’ı mantığın bilinen anlamının çağ-rıştırdığı üzere bütün somut içeriklerden soyutlanmış salt biçimsel ve bilişsel süreç-lerle sınırlı bir müdahale değil, rasyonellik ilkesi etrafında ontolojiyi diyalektik bir bütün olarak yeniden kurma girişimidir. Bu bütün-lükçü ontolojiyle karşılaştırıldığında, Hegel açısından, duyulur dünyadan olabildiğince uzak ideler isteyen öznelci idealizmler kadar bilincin etkinliğinden olabildiğince uzak nes-neler isteyen ampirizmler aynı tek yanlılıkla maluldür. Maddenin düşünceye indirgen-mesi kadar düşüncenin maddeye indirgen-mesi de eleştirilmelidir. Mantık, madde ve düşüncenin birlik olarak kavranmasına ola-nak verecek çelişkili ama bütünleştirici bir ontolojik zemine açılımdır. Nitekim Hegel’in ontolojisinin özgünlüğü, varlığın başından itibaren Bir olarak düşünülmesinin ötesinde, bu ‘‘Bir’’in birlik olarak nasıl kurulduğunu da sorunsallaştırmasından gelir. Bir varsayımı-nın kendisi üzerine sessiz kalan kendinden önceki felsefelerden farklı olarak, Hegel ‘‘Bir’’i kurulu olarak değil bir kuruluş olarak

düşünür. Eğer Hegel’de Bir olarak düşü-nülmüş bir bilinç ya da Tin felsefesinden bahsedilecekse, bu düşünce ve maddeyi ya da diğer bütün ikilik ve çelişkileri bütün-leştirici bir diyalektik üzerinden kavrayan bir Bilincin felsefesidir. Bilincin kuruluşu üzerinden soyutlanan şey Hegel’de diya-lektik kuruluştur. Varlığın kendi içinde ve ilişkisiz bir varlık olarak şeyleştirilmesine karşı, Hegel diyalektik sayesinde varlığı yalnızca kendi olarak değil aynı zamanda bir olumsuzlama ya da başka olarak düşü-nerek onu oluşa açar. Ona göre, varlık ve hiçlik arasında, başka bir deyişle oluş halinde olmayan hiçbir şey yoktur. Yine de burada hiçbir olumsallığa yer yoktur. Çünkü Hegel’de varlığın oluş olarak kavranması, oluşun zorunluluk olarak kavranmasıyla aynı şeydir. Varlığın oluşu, başkada kendini olum-suzlayarak kendini olumlamadır. Diyalektik, varlığın zorunlu oluşunun soyutlanmış biçi-midir. Çelişki kavramının Hegel’deki önemi buradan gelir. Varlığın kendini olumlaması-nın koşulu kendini başkada olumsuzlamak, başkayla çelişmektir. Burada söz konusu olan varlığın kendi içindeki çelişkisinden ziyade, içselleşebilmesi için dışsallaşarak çelişmek zorunda olmasıdır. Varlığın üreti-

minin ve yeniden üretiminin koşulu çelişkinin üretimi ve yeniden üretimidir. Bu haliyle her olumluluk, olumsuzlanmışlıktır. Tam da bu nedenle bütün farklılaşması içindeki ger-çeklik, Bir’in Başka olarak olumsuzlaması, onun kendini çelişki biçiminde üretimidir. Bu anlamda Hegel’de oluş, mutlak varlık olarak konulan Tin’in açılımı, onun öz gelişimidir. Bütün tikellikler, Tin’in kendini olumsuzla-masının, kendine başkalaşmasının biçimler-dir. Diyalektik, Tin’in tikelleşme ve kendiyle bütünleşme hareketinin birliğidir. Tikelleşme Tin’in kendiyle çelişerek nesnelleşmesi, ken-diyle bütünleşmesi ise çelişkisini olumsuz-layarak öznelleşmesidir. Olumsuzlamanın olumsuzlaması, olumlamadır. Hegel’in diya-lektiği, kendini olumsuzlayarak olumlayan mutlak Tin’in öznellik üretimidir.Tin’in öznellik üretiminde, gerçekliğin diya-lektik kavranışı aynı zamanda Tin’in kendini kendi olarak kavrayarak kendi bilincine var-masıdır. Bilinçte bulunan, kendini var olan bir nesne olarak bilen bu Tin Hegel’de Devlettir. Devlet, Tin’in dünyada kendini bilinçli olarak olgusallaştırmasının biçimi ve bunun üzerin-den kendi ussallığını yakalayarak kendiyle bütünleşmesidir. Ancak burada maddeciliğin karşıtı olarak herhangi bir idealizm yoktur. Devlet, Tin’in ussallığının maddeleşmiş ve gerçekleşmiş biçimidir. O ancak ussal ola-rak kavranabilir olan, maddi ve toplumsal

Mantık, madde ve düşüncenin

birlik olarak kavranmasına

olanak verecek çelişkili ama

bütünleştirici bir ontolojik

zemine açılımdır

Varlığın üretiminin ve yeniden

üretiminin koşulu çelişkinin

üretimi ve yeniden üretimidir.

Bu haliyle her olumluluk,

olumsuzlanmışlıktır

Page 12: Otonom Sayı 20

10

diyalektiğin kurucu gücüdür. Olgusallaşmış biçiminde diyalektik, Devlettir. Bu yüzden hâkim söylemimizde olduğu üzere, düşün-cenin, maddenin bir yansıması olduğundan hareketle Hegel’in devletinin sadece tota-liter bir organik devletin bir bilinç söylemi altında soyutlanması olduğunu öne sürmek yetmeyecektir. Bu hâlâ Hegel’in diyalektik ontolojisini görmeyerek onu bilinç ve olgu-sallık karşıtlaşması zemininden eleştiren tek yönlü bir tutumdur. Öyle ki bugüne kadar Hegel’in devleti Tin’in diyalektik işleyişinin bir uğrağı olarak koymasının arkasındaki düşünceyi, olgusal ve sabit bir devlet biçimi-nin ötesinde diyalektik bir kuruculuk olarak devletin kendisini eleştiri konusu haline getirememiştir. Oysa Hegel’in politika felse-fesinin son büyük düşünürü olarak konum-landırılmasının nedeni, onun ister demokra-tik, isterse totaliter biçimler altında gelişen modern devlet biçimlerinde ortak olan diya-lektik işleyişi çözümlemiş olmasıdır.

Hegel’in DevletiModern egemenlik biçimini kendinden önce gelen egemenlik biçimlerinden ayırt eden temel niteliği, onun devletin toplumsallaşması ile toplumun devletleştirilmesi arasındaki gerilim üzerinde şekillenmiş olmasından gelir. Nitekim modern politik teorinin uzun evrimindeki temel sorunsal alanı, devletin bir şiddet tekelinin ötesinde toplumsal bir güç olarak üretimi ve yeniden üretimidir. Modernizm, devletin aşkın bir egemenlik aygıtının ötesinde toplumsal bir iktidar ilişkisi olarak kuruluş sürecidir. Hegel, modernizmin ulus devlet egemenlik biçimi altında politik bir güce dönüşmesi süre-cinin başlangıcına tanıklık etmiş biri olarak tam anlamıyla bir eşik filozofudur. Hegel’in devlet teorisi, toplumsal ve politik dinamikleri tanım-lama biçimi dolayısıyla hâlâ modern öncesi etkiler taşır. Ancak aynı zamanda toplumsal öznelliklerin siyasal alanın bir dinamiği olarak nasıl örgütleneceğini çözümlemiş olması dola-yısıyla da modern bir eğilimi ifade eder.

Hegel’de bu modern eğilim kendisini devletin diyalektik bir kuruluş olarak soyutlanmasında belli eder. Diyalektiğin bir sonucu olarak, en son söylenmesi gerekenin en başta söylen-mesi meşrudur. Devlet, tikellik içinde çözüne-rek bireyselleşen evrenselliktir. Devlet ideası, birey-toplum-devlet diyalektiğidir. Buna göre, birey ve toplum devletin kendini açımlaması-nın uğraklarıdır. Bu tikel uğraklardan kendine yansıyarak kendi ussallığına varan evrensel bilinç Devlettir. Birey ve toplum, devletin olumsuzlayarak kendini olumlayacağı olum-suzluktur. Devletin bireyle ya da toplumla çelişmesi onun kendini üretimi ve yeniden üretimidir. Bu nedenle Hegel’de birey ve toplumun devletin bir uğrağı olarak soyutlan-masının arkasında yatan fikir, olduğu haliyle bireyi ve toplumu devlete tabi kılan tahak-kümcü bir mantığın ötesinde, bu tahakkümün işlemesinin temel koşulu olarak bireyin birey, toplumun da toplum olarak üretimidir. Bireyin ve toplumun üretiminin ve yeniden üretimi-nin temeli devlettir. Evrenselliğin bireyleşe-rek kendiyle özdeşleşmesi, başka bir deyişle Devletin öznelliğinin üretimi, birey ve top-lum olarak özneleştirmektir. Evrensel Devlet ideasının tikelleşmiş biçimleri olarak birey ve toplum, devletin öznelliğinin özneleşmiş biçimleridir. Birey ve toplum öznelliği, devlet öznelliğini üretir. Bu yüzden bireysel ya da sınıfsal çıkarlarla evrensel çıkarı temsil eden devlet arasında herhangi bir uzlaşmaz kar-şıtlık yoktur. Bunların birbirleriyle çelişmesi

Devlet, ancak ussal olarak kavranabilir

olan, maddi ve toplumsal diyalektiğin

kurucu gücüdür. Olgusallaşmış biçiminde

diyalektik, Devlettir

Birey ve toplum, devletin olumsuzlayarak

kendini olumlayacağı olumsuzluktur. Devletin

bireyle ya da toplumla çelişmesi onun kendini

üretimi ve yeniden üretimidir

Page 13: Otonom Sayı 20

11

tam da devletin yeniden üretiminin koşuludur. Devlet, tikellik ve evrenselliğin diyalektik bir-liğidir. Hegel’in sözleriyle söylersek:

‘‘Devlet somut özgürlüğün edimselli-ğidir, somut özgürlüğü oluşturan şey ise bir yandan kişisel bireyselliğin ve onun tikel çıkarlarının tam gelişimleri-ni ve kendileri için haklarının tanınma-sını kazanmaları, öte yandan bunların bir ölçüde kendiliklerinden evrenselin çıkarı içersine geçmeleri ve bir ölçüde bilgi ve istenç ile o evrenseli ve hiç kuşkusuz kendi tözsel tinleri olarak tanımaları ve son erekleri olarak onun uğruna etkin olmalarıdır; öyle ki ne evrensel yan tikel çıkar, bilgi ve istenç olmaksızın geçerli olabilir ve tamam-lanabilir ne de bireyler özel kişiler olarak yalnızca kendi erekleri için yaşayabilir ve aynı zamanda evrensel olanda ve evrensel olan uğruna iste-meyi ve etkinliklerinde bilinçli olarak bu biricik ereği amaçlamayı göz ardı edebilirler. Modern Devletlerin ilkesi bu muazzam güç ve derinliği taşır.’’1

Devletin muazzam gücü ve derinliği, onda tikel çıkarların devletin yaşamına katılımla evrensellik biçimini alması ile evrensel çıka-rın bireysel bilinç ve istenç olarak örgütlen-mesinden gelir. Devlet, tikel bilinç ve istencin edimselliğine ulaşmasının yegâne yolu olduğu gibi devlet de ancak tikel bilinç ve istençler yoluyla evrenselliğinin edimselliğine ulaşa-bilir. Devlete karşı ödevini yerine getirirken haklarının ve çıkarlarının gerçekleşmesini bulmasıyladır ki bireyler, evrensel sorunu ve çıkarı kendi tikel sorunu ve çıkarı olarak almanın bilincini edinir. Devlet, tikel çıkarla-rın evrensel bir biçim alması, evrenselin ise tikel bir içerik kazanmasının ilişkiselliğidir. Bu nedenle ne birey ve toplum tarafından temsil edilen tikellik ucu ne de hükümet gücü tarafından temsil edilen evrensellik ucu keyfi belirlenimler değildir. Bu ikisini birbirini ön gerektiren uçlar olarak konumlandıran, bir üçüncü olarak devlettir. Devletin karşısında

toplum ve bireyi tehdit olarak ilan eden egemenlik teorilerinde devlet çoğunlukla top-lumsallığa dışsal ve yabancı bir güçtür. Oysa Hegel için birey ve toplum devletin kendine yabancılaşmış biçimleridir. Ama bu yaban-cılaşma ussal bir zorunluluk olarak devletin gerçekliğinin de kendisidir. Devletin öznelli-ğini üreten, bu yabancılaşmanın üretimi ve yeniden üretimidir. Bu, devletin toplumsallığa dışsal kendi içinde bir şey ya da aygıttan daha ziyade toplumsal ilişkiler üzerinden devinen ve onları devindiren bir kuruculuk olarak söylemleştirilmesidir. Görüngüsel biçi-minde ya da kronolojik olarak sivil toplum devleti önceleyebilir, ancak Hegel için devlet salt görüngüsel bir biçim değil, kendini sivil toplum ve devlet çelişkisi biçiminde gösteren ontolojik bir özdür ve kuruculuğu bu ontolojik statüsünden gelir. O yüzden Hegel’de burjuva mülkiyet sahibi birey ile bu bireylerin birara-dalığından oluşan sivil toplumun belirlenimleri yadsınmamış tersine içerilmiş olarak bulunur. Hegel için de sivil toplum herkesin bireysel çıkarının başka herkesin çıkarlarıyla karşıt-laşmasının ve savaşımının alanıdır. Önemli olan bu bireysel çıkarların evrensel olarak tanımlanmış çıkar adına bastırılması değil bu savaşımın özgürleştirilerek denetim altına

alınacağı dolayım organlarının kurulmasıdır. Hem hükümet ve genel çıkarın hem de sınıflar ve özel çıkarların duygusuna sahip olması gereken bu organ, meclislerdir. Meclislerde temsiliyet yoluyla özel çıkarlar siyasal alanın bir dinamiği olarak özneleşirken, evrensel çıkar toplumsal bir güç olarak nesnelleşe-cektir. Bu yönüyle meclisler, devletin kendi olumsuzlaması olan birey ve toplumu olum-suzlayarak kendini olumlamasının kurumsal biçimleridir. Özel çıkarların birbirleri arasında ya da özel çıkarların genel çıkarla çelişmesi, devletin üretimi ve yeniden üretimine içkindir. Devleti var eden bu çelişkili devinimin kendi-sidir. Çelişki, varlığı yok eden değil tersine üreten ve yeniden üreten ussal zorunluluktur. Bu nedenle siyasal alan ve toplumsal alan çelişkisi devletin diyalektik ontolojisinin hem bir önvarsayımı hem de sonucudur. Bu ikisi devlet tarafından ortaya konmuş çelişkiler oldukları kadar her çelişmelerinde de devleti yeniden üretirler.Hegel’de diyalektiğin bu şekilde devletin işleyişinin mantığı olarak konulmuş olması-nın nedeni mantıksal bir zorlama değildir. Hegel’in sivil toplumu Devlet ideasının tam gerçekleşmesine varmasının bir uğrağı ola-rak soyutlamasının arkasında yatan, sivil toplumu devletten türetmekten daha çok sivil toplum ve devlet arasındaki diyalek-tiği çözümlemektir. Bu diyalektik itibariyle sivil toplum devlete karşıt bir toplumsallıktan daha çok adeta devletin toplumsal olarak yabancılaşmış biçimidir. Çünkü yukarıda gös-terildiği üzere Hegel’de özel çıkarın genel çıkar, genel çıkarın özel çıkar olarak örgütlen-mesi özdeştir ve devlet bu özdeşliğin sürekli bozularak yeniden kuruluşunun devinimidir. Devlet, özel çıkar ile genel çıkar arasındaki

Hegel, devleti toplumsallığa dışsal kendi içinde

bir şey ya da aygıttan daha ziyade toplumsal

ilişkiler üzerinden devinen ve onları devindiren

bir kuruculuk olarak söylemleştirir

Page 14: Otonom Sayı 20

12

çelişkilerin açığa çıkarttığı çatışmalar içinde kendini sürekli reforme eden bütünlüktür. Devlet, hükümet ve yasama gücü yoluyla sivil toplumun kendi içindeki ya da sivil toplumun devletle çelişkilerinden doğan çatışmaları hem disiplin altına alarak reforme eder hem de bunlar üstünden reforme olur. Hegel’de evrensel çıkarın tikelleşmesi, tikel çıkarın evrenselleşmesinin birliği bu reform süreci-nin ifadesidir. Kendinin olumsuzlanmış biçimi olan başkayı olumsuzlayarak kendini olumla-ma diyalektiği, varlığın çelişkiler üzerinden kendini reformu, kendini yeniden üretimidir. Devlet, birey ve toplum olarak örgütlenmiş başkada sürekli kendini olumsuzlayarak ken-dini olumlayan diyalektik bir politik öznellik-tir. Hegel’in devlet kuramının önemi, farklı tarihsel dinamiklere göre şekillenmiş devlet biçimlerinden önce politikliğe devlet biçimini veren bu diyalektik ontolojiyi çözümlemiş olmasından gelir.

Marksizm ve DevletHegel diyalektiği, devletin politik öznelliğinin soyutlanmasıdır. Hegel’in diyalektik olarak işleyen Tin’inin en yetkin olgusallaşmasını Devlette bulması tesadüf değildir. Çelişkiler üzerinden kendini üreten ve yeniden üreten varlık, Devlettir. Devlet, diyalektik bir kuru-luş ve kuruculuktur. Bu noktadan itibaren emeğin politikliğinin olumlanmasında devletin eleştirisi, diyalektik eleştirisi olarak yeniden kurulmak zorundadır. Bunun için yüzümüzü yeniden döneceğimiz birikimimiz, Marx’tır. Hegel’de devletin kendisini olumlamasının felsefesi olarak soyutlanmış olan diyalektiğin sermayenin kendini olumlamasının felsefesi olarak kuruluşu Marx’tır. Ancak Marx’tan kalan herhangi bir bütünlüklü devlet teori-sinin yokluğunda, sermayenin kendini olum-lama politikliğinde devletin ne olduğu soru-su Marksizm için bitmemiş bir tartışmadır. Bugüne kadar Marksizm içinden geliştirilen araçsalcı ya da işlevselci devlet kuramla-rı, devleti sermayenin ontolojisinin içkin bir

eğilimi yerine, ister sermayeyi belirleyen isterse onun tarafından belirlenen dışsal bir faktör olarak konumlandırır. Marx’ın ölümün-den önce Kapital’in Devlet cildini tamamla-yamamış olması Marksist birikim açısından çok ciddi bir şansızlıktır. Ancak bu boşluğun giderilmesi yönündeki çabalar yine Marx’ın kuramlaştırmış olduğu sermayenin öznelliği-nin diyalektik işleyişini temel almak zorun-dadır.Marx’ta sermaye, ücretli emek ve sermaye çelişkisi üzerinden devinen diyalektik öznellik-tir. Ücretli emek, emeğin sermaye tarafından sınıflaştırılmış biçimi, sermayenin olumsuz-layarak kendini olumlayacağı olumsuzluktur. Burjuvazi, sermayenin kişilikleşmiş tikel bir biçimidir. Hem sınıfsal bir özne olarak bur-juvazi hem de ücretli emek sınıfı sermayenin kendine yabancılaşmasının biçimleridir. Onun kendini gerçekleştirmesinin tikel dolayımla-rıdır. Sermaye, bu tikel biçimler arasındaki yabancılaşmanın üretiminin ve yeniden üre-timinin diyalektik ilişkiselliğidir. Burjuvazinin ücretli emeği olumsuzlaması, ücretli emeğin burjuvaziyi olumsuzlaması bir ilişkisellik ola-rak sermayeyi yeniden üretir. Kapitalizmde sınıflar sermayenin öznelliğinin tikelleşerek özneleşmiş biçimleridir. Sermayenin politik-liği ve varlık koşulu, kendisine sınıfsal tikel biçimler altında yabancılaşmak ve bu biçim-lerin çelişkisi üzerinden kendini var etmektir. Sermaye, sınıf üretmenin ve üretmiş olduğu sınıflar arası çelişkileri devindirmenin politik öznelliğidir. Devlet, bu politikliğin egemenlik olarak örgütlenmiş biçimidir. Sınıflaştırmanın ve sınıflar arası çelişkilerin özgürleştirile-

rek denetim altına alınmasının siyasal alanı, devlettir. Bu anlamda, devlet kavramı ser-mayenin ontolojisine içkindir. Sınıflar arası çatışmalar üzerinden kendini var eden ser-mayenin devindirici politik gücüdür. Emeğin ücretli emek biçimi altında sermayenin çeliş-kisi olarak sınıflaştırılmasının, ücretli emek ve sermaye arasındaki diyalektik çelişkinin üretiminin siyasal dolayımıdır. O halde eme-ğin politikliğinin gözünden, devleti salt sınıflar arası bir uzlaşma alanı ya da bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki tahakkümü olarak okumak yanlış olmamakla beraber eksik okumalardır. Bu hâlâ devletin sermayenin sınıflaştırmış olduğu sınıfların gözünden bir eleştirisidir ve devleti emeği ücretli emek olarak sınıflaştırma politikliği olarak göz ardı eder. Emeğin politik-liği ücretli emek olarak sınıflaşmanın politik-liği değildir. Ücretli emek olarak sınıflaşmak, sermayenin ve devletin yeniden üretimidir. Ücretli emek olarak sınıflaşmak, sermayenin diyalektik işleyişinin öznesi haline gelerek reforme olmaktır. Diyalektik, reformizmin fel-sefi temelidir. Olumsuzunu olumsuzlayarak kendini olumlayan sermayenin öznellik işle-yişidir. Emeğin politik öznelliğinin kuruluşu diyalektiğin reformizminden kurtarılmalıdır. Sermayenin ve devletin olumsuzlanmasının politik teorisi, emeğin politikliğinin antago-nistliği üzerinden yeniden kurulmalıdır.

1 Hegel, Tüze Felsefesi, çev. Aziz Yarımlı, İdea Yayınları, 2006, s. 287.

Çelişki, varlığı yok eden değil tersine üreten

ve yeniden üreten ussal zorunluluktur. Bu

nedenle siyasal alan ve toplumsal alan

çelişkisi devletin diyalektik ontolojisinin hem

bir önvarsayımı hem de sonucudur

Sinem

Page 15: Otonom Sayı 20

13

Meta fetişizmi ve antagonizmaPolitikliğin felsefi temelleri anlaşılmadan ne yazık ki politik teori kurulamıyor ve politika yapılamıyor. Sınıf siyaseti adına hareket eden günümüz modernist solunun politik felsefe-sinin diyalektik olduğunu hepimiz biliyoruz. Modernist solun politik teori kurma, politika yapmadaki tıkanıklığının ve krizinin önemli bir nedeni, solun hâlâ politik felsefesini diya-lektik üzerinden kurmasından kaynaklanıyor. Sermayenin diyalektik işleyişine içkin sınıf siyaseti, kapitalizmin gelmiş olduğu boyutta devrimciliğini yitirmiştir; bu durumun görül-mesi gerekiyor. Bu bağlamda, günümüz sınıf siyasetini kurarken, politik teorinin devrimci temeli olan antagonizmanın politik felsefesi-nin, diyalektiğin temel nosyonlarının devrimci bir eleştirisine içkin olarak kurulması kaçınıl-maz görünüyor.

Diyalektiğin Bütünlük TeorisiBütünlük felsefesi, varlığın ya da oluşun kuru-luşu, bir başka deyişle ontoloji teorisidir. Her ontoloji kuruluşu, bir bütünlük teorisini içerir. Ontolojinin tekillik, tikellik ve tümellik üzerinden kurulup kurulmadığı kuramsal bir farklılıktır ve sınıfsal farklılığı da beraberinde getirir. Tekillik ya da tikellik üzerinden kurulan ontoloji felsefelerinde bütünlüğün olmadı-ğını söylemek, konu üzerindeki yetersizliğin bir cahilliğidir. Bütünlük felsefesini yalnızca tümel üzerinden kurulan bir ontoloji teorisine indirgemek ise abesle iştigaldir.Diyalektiğin ontoloji felsefesi tümel üzerine kuruludur. Asıl kurucu güç tümel öznedir. Bu tümel öznenin öznelliği statik değil devingen-dir. Varlık, çelişkili ilişkiselliğin deviniminde oluştur. Çelişkili ilişkisellikteki oluş, çelişki üzerine kurulu çatışmaların yıkıcı kuruculuğun-da kurulur. Çelişkili ilişkisellik üzerine kurulu çatışmalı yıkıcı kuruculuk, varlığa içkin maddi bir yabancılaşmadır. Yabancılaşma varlığa içkin oluştur. Tekillikler ve tikellikler, tümelin çelişkili ilişkiselliği üzerine kurulu öznelliğinin kurduğu yabancılaşmanın maddi tarihsel ve toplumsal dinamikleridir. Tikelliklerin ve tekil-liklerin varlığı, çelişkili ilişkisellikteki yaban-cılaşmanın diyalektiğini işletmesine bağlıdır. Çelişkili ilişkisellik üzerinden çatışma devin-dirici bir güç olmayı sürdürebildiği oranda, tümelin oluşunda tekillikler ve tümellikler var olabilir. Çelişkili ilişkisellik zemininde çatışma diyalektiktir. Diyalektik işlediği ve tikellikler, tekillikler bu diyalektiği işlettiği oranda tümel aşağıdan kurularak üretilir. Varlığın diyalek-tiği durduğu anda, tekillikler ve tikellikleriyle

birlikte tümel zorunlu olmaktan çıkar ve usdı-şılılaşır. Niceliğin niteliğe, yeni bir niteliğin niceliğine geçişi tarihseldir. Bu tarihsellik olgunlaşmadan, yeni bir niteliğin niceliği-ne geçişi imkansızdır. Bu bağlamda, varlığın oluşu istediği kadar çatışmaya içkin olsun, varlığın diyalektiği çalıştığı oranda bütün çatışmalar, varlığın oluşuna hizmet bağlamın-da reformistleşir. Determinizme ve erekselci nedenselliğe bağlı olarak bütün tekillikler ve tikellikler, tümeli reforme ederek üretimi-nin ve yeniden üretiminin dinamikleri haline gelir. Diyalektiği işleten bütün dinamikler, tümelin kurduğu tekillikler ve tikelliklerdir. Bu bağlamda, tümellik üzerine kurulu diyalektik ontolojide tikellikler arası bir antagonizma yoktur. Devrimler tarihi kurmaz, tarihin evri-mi için devrimler kurulur.Diyalektikte varlık yalnızca karşıtını olumsuz-

layarak var olmaz. Tam tersine, varlık kendi-sini olumsuzlayarak ve karşıtını yaratarak var olur. Diyalektikte meşhur nosyon ‘‘çelişki var-lığa içkindir’’ esprisi fenomenolojiktir. Varlık, kendi çelişkisini kendisini olumsuzlayarak yarattığı karşıtıyla bir ilişkiye dönüştürdüğü oranda vardır. Çelişki, varlığı karşıtıyla iliş-kiselleştirerek görselleştirir. Varlık, karşı-tıyla çelişkili ilişkisellik kurduğu ve işlettiği oranda hiçliğe içkin varlığı fenomenolojik olarak kurar. Bütün tekillikler ve tikellikler, bu çelişkili ilişkiselliğin diyalektiğini işleten ve tümel tarafından fenomenolojik olarak kuru-lan karşıtlıklardır. Bu bağlamda varlık olum-suzlamanın olumsuzlanmasıdır ve olumsuz-lamanın olumsuzlanması varlığın olumlanma pratiğidir. Karşıtların çelişkili ilişkisellikteki devinimi, karşıtların birliğini ve özdeşliğini kurar. ‘‘Hiçlik’’ ne kadar çok şeyle çelişkili

Sermayenin diyalektik işleyişine

içkin sınıf siyaseti, kapitalizmin

gelmiş olduğu boyutta

devrimciliğini yitirmiştir

Page 16: Otonom Sayı 20

14

toplumsal yabancılaşmanın ilişkisi içinde ise o kadar varlıktır.

Diyalektik ve MarxTepesi üzerinde duran diyalektiğin ayakları üzerine oturtulmasını Marx’ın gerçekleştir-diğini biliyoruz. Ayakları üzerine oturtulan nedir? İdealizmin Hegel’e kadar gelen tari-hinde ortada bıraktığı boşluk toplumsal tarih ilişkisidir. Antik çağdan Hegel’e toplumsal tarih, küçümsenen ve gündelik yaşam boyu-tuyla sanat alanında konumlanan bir olgu olarak ele alınmıştır. Hegel, idealizmin bu tarihsel boşlunu doldurmuş, tarihsel ve top-lumsal alanı felsefeye içkinleştirerek felse-feyi diyalektik üzerinden toplumsal bir ilişki haline getirmiştir. Hegel, idealizmin mad-deci yorumudur. Ayakları üzerine oturtulan, bu diyalektik maddeci yorumun idealizmden arındırılarak maddi somut toplumsal sınıf ilişkilerinin kuruluş felsefesi haline getiril-mesidir.Aydınlanma ve modernizm birbirleriyle iliş-kili olmasına karşın aynı şeyler değillerdir. Her sınıf, çıkarını toplum çıkarı olarak kurar-ken çıkarına uygun olarak tarihi okur ve konuşturur. Aydınlanma tarihsel bir kopuşu gerçekleştirdi. Yeni tarihsel dönemin sınıf-larını açığa çıkardı. Modernizm ise, burju-vazinin kendi sınıf çıkarlarını yeni bir ege-menlik biçimi altında siyasallaştırmasıdır. Modernizm, yeni sınıfsal tikelliklerin diya-lektiğini kuran ve çalıştıran bir egemenlik işleyişidir. Modernizm, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması ve siyasi mülk altına alınmasıdır. Değer teorisi üzerinden kurulan sınıf antagonizması bize bu gerçeği göster-mektedir. Marx, diyalektiği ayakları üzerine oturtarak modernizmin sınıf ilişkilerinin diya-lektiğini çözümlemiş, felsefeyi politik olana

içkinleştirmiştir. Diyalektik, ekonomi politi-ğin kurucu dinamiğidir. Kapital’in her kavra-mı diyalektik ile çalışır. Hegel’in ‘‘mantık’’ı içinde gezinemeyenler, Marx’ı ve Kapital’i anlayamazlar. Kapital ve Grundrisse, diya-lektiğin toplumsal estetiğidir.Felsefe politiktir ve sınıfların politik öznellik-lerine içkin kurulur. Felsefeyi sınıfları kuran ve işleten bir konumda algılamak metafizik-tir. Modern sınıf olan burjuvaziyi ve ücretli

emeği kuran felsefe değil, toplumsal bir iliş-ki olan sermayenin politik öznelliğinin diya-lektik işleyişidir. Sermayenin ontolojisi diya-lektiktir ve bir sınıf öznelliğinin politikliğini içerir. Ücretli emek, sermayenin yabancılaş-mış bir biçimidir. Burjuvazi ve ücretli emek, sermayenin diyalektiğini işleten ve çalıştı-ran tikelliklerdir. Bu tikellikler arasındaki çelişkili ilişkiselliğin üzerine kurulu çatışma sermayenin tümelliğini olumlar. Diyalektik işleyen ücretli emek ve burjuvazi arasında bir antagonizma yoktur. Tikellikler arasında bir antagonizmanın kuruluşu, tikellikler ara-sında sermayeyi işleten ve çalıştıran çelişkili ilişkiselliği, yani diyalektiği politik olarak reddeden bir politik felsefenin kuruluşunu zorunlu kılar. Bu bağlamda, sınıfsal antago-nist bir ontoloji felsefesi tümellik üzerinden değil, tikellik üzerinden kurulmalıdır.Marx, emeğin politik öznelliğinin felsefesini diyalektik olarak kurmadı. Tam tersine, ser-mayenin politik öznelliği olarak diyalektiği kurdu. Kapital, sermayenin politik öznelliği-nin diyalektik üzerinden çözümlenmesidir. Bu bağlamda diyalektik, sınıf ve iktidar üre-timinin politikliğidir. Emeğin politik olumla-ma öznelliğinin felsefesini sermayenin politik öznelliğinin felsefesine gömmek, sınıf anta-gonizmasının reddidir.

Diyalektik, ekonomi

politiğin kurucu

dinamiğidir. Kapital

ve Grundrisse,

diyalektiğin toplumsal

estetiğidir

Burjuvazi ve ücretli emek,

sermayenin diyalektiğini işleten

ve çalıştıran tikelliklerdir. Bu

tikellikler arasındaki çelişkili

ilişkiselliğin üzerine kurulu

çatışma sermayenin tümelliğini

olumlar

Page 17: Otonom Sayı 20

15

Marx, Kapital’in Almanca birinci baskısına önsözde şunları ifade etmektedir: ‘‘Ben, bu yapıtta kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim koşullarını inceleyeceğim… konu, kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecede gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan, bu yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işle-yen bu eğilimlerdir.’’1 Marx için diyalektik, sermayenin politik öznelliğinin ‘‘yasalarını’’ ve ‘‘eğilimlerini’’ çözümlemek için önemli-dir. Marx, diyalektik üzerinden sermayenin politik öznelliğinin işleyişini çözümlemiştir. Sermayenin çözümlenmesi, emeğin politik olumlanmasının tarihsel ve toplumsal koşul-larının bilimsel çözümlenmesidir. Sermaye, değer teorisi üzerinden emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması, ücretli emek altında özneleştirilerek siyasi olarak mülkleştirilmesi ve emeğin sömürgeleştirilmesidir. Kapital, sermayenin öznelliğine içkin diyalektiğin nasıl işlediğinin, çalıştığının çözümlenmesi ve açığa çıkarılmasıdır. Bu bağlamda, emeğin politik öznelliğinin felsefesi diyalektik değil-dir ve diyalektiğe karşı kurulmalıdır. Sınıfsal antagonizma diyalektikte değil, diyalektiğe karşı politikliktedir.

Metanın DiyalektiğiMarx’ın, Kapital’i kaleme alırken anlaşılır bir dil ve anlatım kurmak için azami bir çaba sarf ettiği biliniyor. Buna rağmen, Kapital’in ilk bölümü olan ‘‘Para ve Meta’’ başlığı altında ‘‘değer’’ ilişkisinin kuruluşunun okurların anla-makta zorlanacağı bir bölüm olacağını söyle-mekten kaçınmamıştır. Bu bölüm, Marksist ekonomi politik eleştirisinin en soyutlanmış, yoğunlaştırılmış ve damıtılmış satırlarıdır. Bütün Kapital’in, bu bölümün açılımı olduğu-nu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu satırlar, kapitalist toplumsal ilişkilerin nasıl bir eşitlik ilişkisi üzerinden üretilip yeniden üretildiğinin çözümlenmesidir. Bu bağlamda ‘‘meta’’ kav-ramı kapitalist toplumsal ilişkilerin hücresi ve kapitalist toplumsal ilişkilerin en soyut maddi biçimidir. Meta, emeğe yabancılaştırılmış top-lumsal bir ilişki üretimidir.‘‘İlk bakışta bir meta, çok önemsiz ve kolay-ca anlaşılır bir şey gibi gelir. Oysa metanın tahlili, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey oldu-ğunu göstermiştir.’’2 Bu yüzden, metaların mistik özelliği, metaların kullanım değeri ya da emek ürünü olmaları bağlamında ‘‘değer’’ taşımaları değil, değerin, değişim değeri biçimi altında toplumsal bir ilişki üretimi olmasıdır.

‘‘Günlük konuşma diliyle, bir metanın hem kullanım değeri hem de değişim değeri oldu-ğunu söylememiz, doğrusunu söylemek gere-kirse yanlıştı. Bir meta, bir kullanım değeri ya da yararlılık nesnesi, ve bir değerdir. Meta, kendisini bu iki yanı ile, değeri, bağımsız biçi-mini yani değişim değeri biçimini alır almaz gösterir. Yalıtılmış halde bu biçimi hiçbir zaman almaz; ama ancak farklı türden başka bir meta ile, bir değer ya da değişim ilişkisi içine girince bu biçime bürünür.’’3 Marx’ın bu ifadesinde de görüleceği gibi, ‘‘meta’’nın ontolojisi ilişkisellik içerisinde kurulur.Meta, bu ilişkisellikten bağımsız, yalıtılmış

biçimi içerisinden meta değil, bir emek ürünü-dür. Bu bağlamda, her yararlı emek, kulanım değeri ve değer taşısa da meta değildir. Bir ürünün meta olması için, çelişkili ilişkisellik içinde karşıtına dönüşerek kendisini olum-suzlaması gerekir. Bir başka ifade ile ürün, kendisinden bağımsız karşıtının biçiminde kendisini görüntülediği oranda metadır.Bir üründe bulunan kullanım değeri yani yararlılığı, toplumsal emek ürünü olması bağ-lamında taşıdığı değerle çelişik değil barı-şıktır. Bu kullanım değeri ve değer, üründen bağımsız değişim değeriyle toplumsal iliş-kiye girdiği anda, kullanım değeri değişim

Sermaye, değer teorisi üzerinden

emeğin ücretli emek altında

sınıflaştırılması, ücretli emek

altında özneleştirilerek siyasi

olarak mülkleştirilmesi ve emeğin

sömürgeleştirilmesidir

Emeğin politik olumlama

öznelliğinin felsefesini sermayenin

politik öznelliğinin felsefesine

gömmek, sınıf antagonizmasının

reddidir

Page 18: Otonom Sayı 20

16

değeriyle çelişkiye girer. Değerin ontolojisi değişim değerine içkinleşir ve özneleşir ve meta kavramında karşıtlaşan kullanım değeri ve değişim değeri özdeşleşir ve karşıtla-rın birliğine dönüşür. Kavram olarak meta, tümelliğini karşıtı bir başka bir meta biçimi olan ‘‘para’’ ile çelişkili bir ilişkisellik kurduğu oranda kavrar ve kendisi için varlık olur. Nispi değer, evrensel eşdeğerin ölçüsünde değişim değeri olur.Meta kavramının bu fenomenolojik açılımının zorunlu, kaçınılmaz eğilimi nedir? Bir toplum-sal ilişki, toplumsal eşitlik ilişkisini kurma-dan kendisini üretemez ve ayakta kalamaz. Kapitalist toplumsal ilişki, eşitliği metalar üzerinden kurar ve işletir. Meta, bu bağlamda kapitalist toplumsal ilişkilerin eşitliğini kuran bir özgürlüktür. Metalar arasındaki toplum-sal ilişki eşit ve özgürdür. Meta bu eşitliği, kendisinde bulunan değeri zaman kavramının niceliğiyle ölçerek kurar. Metalar arasında-ki değişim, eşit toplumsal emek zamanlar arsındaki bir toplumsal ilişki ve değişimdir. Bu bağlamda, ürün içindeki toplumsal değer, ‘‘emek zaman’’ altında ölçülerek değişim değeri biçimine dönüşür ve emeğe yaban-cılaştırılır. Bu noktadan sonra metalar ara-sındaki ilişki eşit ve özgür bir toplumsal ilişki, insanlar arası ilişkiler ise maddi çıkar ilişkisidir. Meta fetişizmi, insanın toplumsal yabancılaşma ilişkisidir.‘‘Metaların dili olsaydı şöyle derlerdi: kul-lanım değerimiz insanları ilgilendirebilir.

Nesne olarak bize ait olan şey değerimizdir. Meta olarak doğal ilişkilerimiz bunu tanıt-lar. Birbirimizin gözünde değişim değerinden başka bir şey değiliz.’’4 Meta üretimi, değişim değeri üzerinden bir toplumsal ilişki üretimi-dir. Meta üretiminde, değişim değeri kullanım değerini önceller. Kullanım değeri, yalnızca değişim değerinin taşıyıcısı olduğu oranda vardır. Artık toplumsal eşitlik ve ilişkinin insandan bağımsız nesnelerin doğal bir özel-liğiymiş gibi algılanması kaçınılmazdır. Emek ürünlerine meta olarak üretildikleri anda yapışı veren işte bu fetişizmdir.

Ücretli Emek ve Emek ZamanDeğer, dil gibi toplumsal bir üründür. Değerin özü ise emektir. Emek, değeri toplumsal ürün olarak üretir ve değer, toplumsal emek ürünüdür. Değerin özünün emek olduğu keşfinin insanlık açısından çok önemli olduğunu Marx vurgular. Fakat, değerin değişim değeri biçimi altında emeğe yabancılaştırıldığının bulunmasının ise kendisine ait olduğunu söyler. Değişim değeri kavramı çok önemli, kilit bir kavram-dır. Kapitalizmin çökmesi demek, değişim değeri üzerinden işleyen toplumsal ilişkile-rin çökmesi demektir.Somut emek, kendi ihtiyacı için bir kulla-nım değeri üretebilir. Fakat bu durum bir değer üretmez. Emeğin değer üretebilmek için kendisi dışında toplumsal bir kullanım değeri üretmesi gerekir. Bu durum, emeğin toplumsallaşma boyutunun göstergesidir. Emeğin toplumsallığı geliştikçe, toplumsal kullanım değeri ve toplumsal değer artar. Bu ise, emeğin üretkenliğinin, verimliliğinin ve toplumsal üretken güç olarak zengin-liğinin göstergesidir. Bu boyutta somut emek, toplumsal kolektif emeğin ürünü olan toplumsal değerin üretimi ve bölü-şümünde, toplumsal kolektif emeğin bir parçası olarak eşit ve özgürdür. Değişim değeri üzerinden değerin emek zaman üze-rinden eşitlenmesinde ise emeğin toplum-sallığı, toplumsal emeğin üretkenliği artık-ça değişim değeri düşer. Değişim değerine göre değer, emeğin, emek zaman altında nicelikleşmesidir. Değişim değerine göre, canlı emek süresinde emek zaman artı-

Ürün içindeki toplumsal değer,

‘‘emek zaman’’ altında ölçülerek

değişim değeri biçimine dönüşür

ve emeğe yabancılaşır

Ücret, kâr ve rant sınıf

olarak sınıflaştırmayı üreten

mülkiyet biçimleridir

Page 19: Otonom Sayı 20

17

rıldıkça değer büyür. Fakat emek toplum-sallaştıkça, emeğin toplumsal üretici gücü geliştikçe, toplumsal emek üretkenleştik-çe emek zaman küçülür. Değişim değeri üzerinden emek, zamanlaşmış niceliksel değer ile emeğin toplumsal kullanım değeri üretimindeki niteliksel değer arasındaki diyalektik toplumsal değerin özel mülkleş-tirilmesiyle işletilir ve çalıştırılır.Toplumsal emeğin ürünü olan değer, emek zaman altında nicelikleşerek sermayeleşir. Emek zaman altında değerin nicelikleşme-si, emeği ücretli emek altında sınıflaştı-rır. Sermaye emeğin yabancılaşmış biçimi, ücretli emek ise sermayenin başkalaşmış biçimidir. Gerek emek zaman ve sermaye, gerekse ücretli emek ve sermaye, çelişkili ilişkiselliğin dinamiğinde kendilerini olum-suzlayarak olumlarlar.Toplumsal emek ürünü olan değerin emek zaman altında değişim değerine dönüşme-si, mülkün özelleştirilmesidir. Ücret, kâr ve rant, değişim değerine dayalı kapitalist toplumsal ilişkilerin üretiminin mülkiyet ve sınıfsal biçimleridir. Bu mülkiyet biçimleri, toplumsal emeğin sınıflaşmasının yeniden üretimidir. Ücret, kâr ve rant sınıf olarak sınıflaştırmayı üretmek demektir. Metalar arasındaki toplumsal ilişkiye karşı insanlar arasındaki maddi çıkar ilişkisi, sınıf üreti-minin yeniden üretiminin politik işleyişidir. Sınıflar arası diyalektik, aşağıdan yukarıya değişim değeri üzerinden işleyen kapitalist toplumsal ilişkileri kurar ve üretir.

Diyalektik TahakkümdürMetanın tümelliğinde, kullanım değeri ve değişim değeri karşıtlaştırılarak tikelleşir ve karşıtların birliğine dönüşür. Sermayenin tümelliğinde, ücretli emek ve burjuvazi kar-şıtlaştırılarak tikelleştirilir ve karşıtların özdeşliğine dönüşür. Bu durum, sermaye öznelliğinin diyalektik işleyişinin ürünüdür. Sermaye, diyalektik işleyişinde tekillikle-ri karşıtlaştırıp kendisini olumsuzlayarak

olumlar. Emeğin politik öznelliğinde ise, emeğin diyalektiğe ihtiyacı yoktur. Emek için, diyalektik antagonist bir karşıtlıktır. Emeğin öznelliği açısından, kullanım değe-ri, emek-zaman altında değişim değerinin, emek ise, ücretli emek altında burjuvazinin tahakkümü altına alınarak sermayeleşti-rilmesidir. Tikellikler arasında çelişkisel özdeşlik ve birlik yoktur; tam tersine uzlaş-maz çatışma vardır. Diyalektikte, tekillikler tümel tarafından özneleştirilerek kurulur. Antagonizmada ise, tikellikler kurucudur ve

politik karşıdan kuruculuğun politik çoklu-ğudur. Tikellik üzerine kurulu olan ontoloji antagonistir ve politik çokluğun kurucu-sudur. Sermayenin diyalektiğinde sınıfsal bir tikellik olarak kurulan proletaryanın sınıf siyaseti, ücretli emek üzerinden sınıf-laşmanın değil, sermayenin diyalektiğinin ürünü olan ücretli emeği reddeden sınıf-sızlaşmanın politik pratiğidir. Proletarya, tarihsel olarak kendisini sınıf olarak redde-den tek ezilen sınıftır. Komünizm, bugünün anti-kapitalizmidir.

1 K. Marx, Kapital 1, Sol Yayınları, 1997, s. 162 A.g.y., s. 813 A.g.y., s. 714 A.g.y., s. 92

Antagonizmada tikellikler

kurucudur ve politik

karşıdan kuruculuğun

politik çokluğudur. Tikellik

üzerine kurulu olan

ontoloji antagonisttir

ve politik çokluğun

kurucusudur

Emek, emek- zaman altında

nicelikleşerek sermayeleşir

Cengiz İNAN

Page 20: Otonom Sayı 20

18

Devrimcilik ve hareket üzerine ‘‘gençlikten’’ bir denemeYa dışındasındır çemberin,Ya da içinde yer alacaksın.Kendin içindeyken, kafan dışındaysaÇaresi yok kardeşim, mutsuz olacaksın!

Çevreye Göz AtmakÇevremize baktığımızda ne görüyoruz? Coşkulu heyecanlı insanlar mı? Otobüse bin-diğimizde mesela mutlu/huzurlu/neşeli görü-nen insanlarla mı karşılaşıyoruz? Bunca çeşit-lilik ve rengin arasında bunca insanın ortak özelliği neden hep somurtmak? Kampüslerde neler görüyoruz? Örneğin benim kampüsüm-de gördüğüm kafayı okul bitince parayı kırıp, saadetine sadet katacağını düşünen, kronik kaygılı, belleksiz, iki kolu ve iki bacağı olan yürüyen ufak şirketler. Keza yine kampüste gezinen çeşitli şirket ortalıkları. Meta kültü-rünün etkisiyle semiren ve geçmişten hiçbir tarihsellik almadan zamanı kendisinden baş-latan belleksiz bir toplam. Anlaşılan falanca CEO’nun falanca şirkette aldığı maaş ya da falanca ordunun falanca teknolojiyle ürettiği ‘‘teknoloji harikası’’ füzeler epey bir zaman-dır en trend(!) muhabbetler! Bir füze kadar pervasız, bir taş kadar duyarsız ve kendisine yabancı. Üzerindeki marka, yanındaki arkada-şı, filanca şirketin yönetim kurulu başkanı...daha da tuhafı: Bebek’ten ya da Etiler’den

Boğaziçi Kampüsüne kadar taşınan Starbucks bardağı! Aslında hiçbiri! İnsanın kendisini başkalarına referans yoluyla tanımlaması, insanın kendisini başkası olarak algılaması-dır ve başkası her zaman nesnedir.1 Fakat buradaki başkası bir bardağa indirgenince durumun vahimliği üzerine lafı daha da uzat-mak anlamsız. Meta kültürünün ürettiği gös-terinin zorunluluklarıyla ya da ona alternatif olarak (aslında olamayarak) politik-üst yapı-nın gencin gündeminden ‘‘dışarıda’’ gündem belirlediği bir solculuk oyununda geçen krizli yaşamlarda somurtmaların sebebi bu olsa gerek. Aynı sınıftaki, aynı kantindeki, aynı otobüsteki; fakat farklı koltuklardaki bir yığın somurtgan memur. Marjinali belirleyen ise yine hâkim ideoloji.

Çevreye Biraz Daha Farklı Bir Gözle BakmakKapitalizm, imparatorluk koşulları içerisinde kendini yaşamın her alanında yeniden ve yeniden var ederken; ürünü metalaştırma ilişkisini merkeze ‘‘birey’’i alarak ve onu özne-leştirerek işletmektedir. Merkezine birey’i alan ve yaşamı her alanından çevreleyen ve kapatan bu iç-içe çemberler bütünü, bütün toplumsal ilişki alanlarını da metalaştırır. Kısaca özetleyecek olursak: meta artı-değer taşıyan somut bir ürünün ifadesinden ziyade ilişki biçiminin kendisidir. Tarihte ve bugünde

gençliğin yaşamla olan dinamik ilişkiselliğine ve bunun doğal sonucu olarak gençliğin siya-sal süreçlerde üstlendiği rollere baktığımızda kapitalizmin en esas hedeflerinden biri de doğal olarak ‘‘gençliktir’’ ve kapitalizmin bir bütün olarak üzerine eğildiği bu isyankar dinamiğe yaklaşımında özne’ye birey’i koya-rak yapılandırdığı paradigma üniversiteler-de bedenini bulmuştur. Bugün üniversiteler, gençlikteki toplumsal ilişkilerin tümünün ve bireyin tüm hücrelerinin metalaşmasında kapitalizmin en sadık ve işlevli aygıtlarından biridir. Rekabetçiliğin, çıkarcığının yani bireyi toplum içerisinden yalıtarak bireyselleştiren her çeşit kapitalist ilişki biçiminin gençlik-te içsel bir olgu olarak beden bulması ve toplumun dönüşümü, alanda birçok iktidar mekanizmasının çalışmasından ve bireyde bu mekanizmaların ve metalaştırma ilişkisinin biyo-politik2 olarak kurulmasından bağımsız değildir. Kampüslerinde sallanan üzerinde ‘‘be creative!’’(yaratıcı ol) ‘‘be entrepreneur!’’ (girişimci ol) yazılı dev bayraklarıyla, kapıla-rındaki turnikeler ve kameralarıyla, kariyer kulüpleriyle ve onları coşkulu birer kapita-list olarak işleten/örgütleyen kitlesel öğrenci gruplarıyla üniversiteler, bugün YÖK’le, mis-yonu bittiğinde ise YÖK’ün kaldırılıp yerine daha belirgin yönetişim ağlarıyla örülmüş bir iktidar anlayışıyla denetim toplumunun yeniden ve yeniden kurulmasında en temel

Bugün gençlik hareketinde

‘‘hareket ve özne’’

tartışmasının oturduğu yeri

açmak bir köşe taşını yıkmak

kadar önemlidir

Page 21: Otonom Sayı 20

19

köşe taşlarından biridir. Bunun devingenli-ğini sağlayan ve yeniden var eden ise tüm toplumsal ilişki biçimleriyle meta kültürünü içselleştirmiş olan öğrenci ve üniversite içi dinamiklerinin kendisidir. Bu öğrenciyi suç-lama değil, içinde bulunduğumuz koşullarda kapitalizme karşı ‘‘direnebilme’’ ve ‘‘devrim-ci kalabilme’’ kavramlarının nasıl bir ahlaki duruş olduğunu ve ahlaki duruşun vicdan, onur ve adalet duygularıyla nasıl iç içe geç-tiğini anlamak için gereklidir. Bu gereklilikle bugün gençlik hareketinde ‘‘hareket ve özne’’ tartışmasının oturduğu yeri açmak bir köşe taşını yıkmak kadar önemlidir ve bize tarihten bugünü konuşturan bir tartışmanın olanağını sağlamaktadır.

Devrimciliğin Öznesi: BireyDevrimcilik nedir? –ist ve –izm’lerle çeper-lenmiş, eşitlik ve özgürlük kavramlarıyla hareket etmekte olan her şey midir? Ya da devrimciliği tanımlamak mümkün müdür? Evet, esas sorumuz budur çünkü devrimcilik tanımlanmış, -ist ve –izm’lerle sınırlandırılmış bir statiğin ifadesi değil değişimin ve devin-genliğin içkin duygusudur. Onu tanımlayan ve bir statiğe hapseden tüm yaklaşımlar o duy-gunun ‘‘öz’’üne ters düşmektedir. Devrimcilik –ist ve –izm’lerle sınırlandırılamaz, yaşamın kendisine içkin olduğundan ve hatta politik bir bedende yaşamın kendisi olduğundan ötürü –ist ve –izmlerle etkileşim halindedir; fakat bir ‘‘duygu’’ olarak onlardan bağımsızdır. Bu duygu, hayat içerisinde devingenlik ve değişi-min içerisinde olduğu özgürlük, adalet, onur ve vicdan gibi birçok kavramla da etkileşim içerisinde-beraberce cüretkârlaşır. Bedenini yeniden ve yeniden bulur. Bir statiklikte değil, yaşamın akışında kendisini doğrudan var eder. Aslolan devrimciliktir.Yaşamın kendisi akarken devrimciliği sabit-leyerek yaşamın kendisine devrimciliği yabancılaştıran modernist sol söylem, ken-disini ve tüm dinamiklerini ‘‘iktidarın ve dev-letin fethedilmesi-ele geçirilmesi’’ üzerinden örgütlemektedir. Bu perspektife pek tabi partilerin ve teşkilatların gençlik örgütlenme-leri de dâhildir. Her şeyin (fikrin, gündemin, eylemin vs. vs.) sorgulanamaz bir iktidarla, iktidarın fethi için tepeden indiği hareke-tin esas öznesi ‘‘gençlik’’ değil, hareketin eksenini ‘‘gençliğe rağmen’’ belirleyen ve tepeden ‘‘gençlik için’’ indiren ‘‘büyüklerdir’’. Bir genç harekete dâhil olduğunda kendisini orada özne olarak konuşturacağı bir özgür bir alandan ziyade; kendisini tüm yönleriyle önceden kurgulanmış ve aynı oyunun daha önce defalarca kez tekrarlanmış olduğu teat-ral, küçük ama sanal bir dünyanın içerisinde

bulur. Bir türlü kitleselleşmeyen bu hareket-ler en asgari ‘‘talepler’’ çerçevesinde temsil düzeyinde birlikteliklerle, eylem ittifaklarıyla kitleselleşmeler gösterseler bile, hareketteki bireylerin eylemliliği, kendilerine ve yaşamın kendisine içkin olmadığı için (aslında olma-yan) hareketin eylem ve talepleriyle beraber sanal kalmaya mahkûmlardır. Sanallıktan bir gerçeklik çıkmaz. Kapitalizm tüm aygıtlarıyla merkeze aldığı bireyi ve tüm toplumsal ilişkile-rini biyo-politik olarak metalaştırırken gençlik hareketindeki kadro-kitle ikilemi bir özneden ziyade bilinçlenmesi gereken topluluğu ifade eder. Dışarıdan dayatılan bu bilinç, bir kadro olarak harekette yar alan bireyler için göğse takılan birer devrimci kimlik ve devrimci apo-letten farksız değildir. Bu yüzden devrimcilik kavramı bu apoletliler için yaşamın içindeki devingenlikten çoktan çıkmış; yaşamın ken-

disinden bağımsız bir dünyada yaratılan ufak ve sanal dünyadaki iktidarın ifadesi halini almıştır. Bu sanal dünyadaki önceden belir-lenmiş kurgu rolde ‘‘devrimci kimlik’’ dinsel bir kimlik olarak aşkın bir yerden kurgu-sal olarak biçiminde dayatılır. Hayatı çoktan ıskalamıştır. Hayatı ıskalayan bu kurgunun bir ‘‘kuruculuğu’’ olmayacağı gibi kadronun kendisinin de yabancılaşmasını ve zamanla kendisini tüketmesini sağlayacaktır. Saygıya değer bir inat ve çalışkanlıkla sanal bir dün-yada karşı durulan ne yazık ki zamanın akışı, yaşamın gerçekliğidir ve zaman yenilmezdir. Dolayısıyla apoletli kadronun yaşayacağı bir yenilgi değil bir tükenme halidir. Velhasıl bu durumun örgütleyicisi, kapitalizmin bireyi kendisine yabancılaştırdığı ve nesneleştirdiği paradigmanın sol taraftan yeniden üretilmiş biçimidir. Oysa ‘‘devrimcilik’’ içkindir. Yukarıda

Devrimcilik –ist ve –izm’lerle

sınırlandırılamaz, yaşamın

kendisine içkin olduğundan ve

hatta politik bir bedende yaşamın

kendisi olduğundan ötürü –ist ve

–izmlerle etkileşim halindedir;

fakat bir ‘‘duygu’’ olarak onlardan

bağımsızdır

Devrimcilik kavramı bu

apoletliler için yaşamın içindeki

devingenlikten çoktan çıkmış;

yaşamın kendisinden bağımsız bir

dünyada yaratılan ufak ve sanal

dünyadaki iktidarın ifadesi halini

almıştır

Page 22: Otonom Sayı 20

20

yazdığımız gibi duygunun kendisidir. Aşkın değil, bireye içkin bir duygu olarak politikliğini birey üzerinde eylemde bulur. Bu yüzden eyle-min, öznenin kendi istenci ve gücüyle içkin şekilde örgütle(n)mesi önemlidir; böyle böyle devrimcilik devingenliğini yakalarsa bedenini bulur ve o bedenden kopmaz; çünkü artık ayağını bastığı yerden bir direniş örgütleye-bilecek beden halini almıştır. Devrimciliğin ve devrimcinin ‘‘disipline edilme’’ gereksinimi kalmamıştır. Kendi öz-disiplin mekanizma-larını, deneyim aktarımları ve tecrübelerle şekillenecek aklıyla, kendisini tanımasıyla bir özne olarak birey kuracaktır. Birbirini açığa çıkartan bu iki dinamik birbirine kenetlenmiş, birbirini üreten ve kesintisiz üreten bir bütün-lüğü ifade eder.

Hareketin Öznesi: HareketDevrimcilik, bitmeyen kuruluşunu birey üze-rinden bedenleştirirken 68’, 78’ ve 96’ öğrenci

hareketleri üzerinden ‘‘harekete’’ dair bugün-den hareketi konuşturan yeniden bir okuma, gençlik hareketinde yaşanan tıkanıklığın kon-jonktürel değil; çok daha yapısal ve bütünsel bir tıkanıklık olduğunu bize gösterecektir. 68’ hareketini, hareketin özne olduğu bir hareket ve hareketin ruhunun dünyada yarattığı ener-jiyle ayrı bir noktaya koyup, 68’ hareketi son-rası hareket içerisinde ‘‘öznelerin kadrolar tarafından belirlenimi ve ‘‘belirlenenle’’ dev-rimciliğin bedenini bulamadığını’’ söylemek 68’den sonraki gençlik hareketlerine bak-tığımızda bizleri olumsuzlamaz. 68’ sonrası bireylere içkin olmayan pratik ve pragmatizm içerisinde bireylerin memurlaşarak, harekette kendilerine ifade alanını ancak memurlaşma ve askerleşmeyle harekete dayattığını ve dar pratiğe sıkışan dinamiklerin önce kendilerini, sonra ise hareketi kilitlediğini söyleyebiliriz. 68’den sonraki gençlik hareketlerinde ise 68’ hareketinin kadrolarından arda kalanlarla

partiden/öncüden ama ‘‘dışarıdan’’ gündem belirleyenle ve onların etkisiyle ‘‘hareketli’’ duran konjonktür; 68 ruhunu (yani hareketin kendisinin özne olduğu süreci) yitirip özellikle 78’ sürecinde hareketin örgütlediği kadrolar-dan, hareketin kendi dinamiğinden yemiştir. 80’darbesiyle de var olan kadrolarını tama-men yitiren sol, hem (büyük oranda) darbenin etkisiyle hem de dışarıdan belirlenen günde-min getirdiği ve hareket içerisinde harekete ve bireye içkin şekilde devrimciliği örgütleye-mediği memurlaşan kadrolarının (yaşadıkları darbenin etkisi ne kadar büyük olursa olsun) yaşadığı iç yenilgiden (kendilerini hareket-te var edememeden-harekette hareket ile özneleşememeden) ötürü yaşadığı krizle ve tıkanıklıkla gerçek anlamda ilk farkındalığını henüz adı konulamıyor-okunamıyor olsa da yaşamıştır.Darbenin de etkisiyle neredeyse tamamen dağılan sol, 96’ süreciyle asgari talepler doğrultusunda birliktelik göstermeyi başar-mıştır. Birliktelik gösteren grupların 68’e göre çok daha geri bir pozisyondan; fakat inanç ve inatla örgütlediği ‘‘Koordinasyon Dönemi’’, adı o zamana dek konulamayan yapısal tıkanıklıkla yüzleşilmesi açısından değerlendirilmesi gereken çok önemli bir pratik süreçtir. 80 darbesi sonrası, tam bir varoluş mücadelesi içerisine girmiş ve sayıları hayli azalmış apoletli/memur kadro-ların kitleyi örgütlemeye çalıştığı 96’ süreci; talepleriyle birlikte (kimi eylemleriyle her ne kadar ses getirmiş olsa da) hem yapı-sal tıkanıklığın temel dinamiği olan ‘‘ikti-dar fethi için’’ iktidar mücadelesi hem de kadro-kitle ayrımının üretimiyle dayatılan dış-bilinçle; aşkın devrimcilik formasyonu ve iktidar perspektifi yüklemelerinden dolayı zamana, yaşama ve ‘‘kendisine’’ yenilmiştir. Keşke elimizde olanaklar olsa da koordi-nasyon döneminde harekette yer alanların yüzde kaçı bugün hala devrimci hareket

Hareketin esas öznesi ‘‘gençlik’’ değil,

hareketin eksenini ‘‘gençliğe rağmen’’

belirleyen ve tepeden ‘‘gençlik için’’

indiren ‘‘büyüklerdir’’

Yerel birliktelikler

örgütsel ve politik

sorumluluğun altına

gir(e)mediği müddetçe

hareket politikleşemez

Page 23: Otonom Sayı 20

21

içerisindedir veya hala kendisini ‘‘devrim-ci’’ olarak ifade etmektedir bunun verisini elde edebilsek. Bu verinin okuması insanları ‘‘niye devrimci harekette değilsin sen baka-yım!’’ diye suçlamak için değil; gençlik pra-tiği içerisinde özellikle de öğrencilik dönemi bitince paradigmanın yaşamın içerisinde nasıl bir kurucu rol alamadığını göstermek açısından önemlidir. Evet, 80’de devrimciler en ağır işkencelerden ve zulümlerden geçti-ler ve büyük oranda dağıldılar; fakat 96’da ki dağılmanın ve harekette yer alanların bu denli ‘‘yitmesinin’’ sebebi neydi? İşte bu soru gerçek anlamda bizi solun yaşadığı tıkanıklığın yapısal ve bütünsel boyutuyla yüzleştirecektir. Burada yaşanılan tıkanıklı-ğın adını koymak yanlış yapma riskini göze almanın cesaretini göstermekle de özdeştir. Bu riski göze alanları aynı zamanda büyük bir sorumluluk beklemektedir ve bu sorum-luluk örgütsel ve politik yükümlülüklerle bu tıkanıklığın altına paradigmatik ve pratik olarak girmekten, yanlış yapma olasılığının cesaretini göstermekten, geçmişi iyi okuyup yola çıkmaktan geçer. Keza bu yola çıkış artık prangalaşan kimi söylem ve yöntem-lerden ciddi bir kopuşla olacaktır.Bu kopuşla başlayan adımlar olmuştur ve bu muhakkak devam edecektir; fakat bu adımlar belleksizce geçmişte kalmışları öteleyen bir noktadan değil; geçmiş değer-lere saygı gösterip tarihsel aidatlarının onurunu içimizde taşıyarak olmuştur/olma-lıdır. Geçmişin duyguları yadigârımızdır. ‘‘Kopuş’’ paradigmatik bir kopuşun ifade-sidir; fakat bu paradigmatik kopuş duygu-sallık içermemelidir. Gerçekliğimiz budur.

Üretilen değerler bu toprakların devrimci gençlerinin, dönemlerinin konjonktürüne uygun olarak bedellerle yarattığı değer-lerdir ve yeni değerler devrimcilerin göre-vidir. Dışarıdan algılanan nedir bilinmez ama Otonom emekçileri kendi öz-disiplin mekanizmalarını gerçekleştirmiş bireylerin üretken ritmi içerisinde; örgütsel ve politik sorumluluklarla ürettiği değerleri koruma konusunda fazlasıyla muhafazakârdır. Bu muhafazakârlık içerisinde insanların ken-dilerini kudretleri oranında özgürleştirme-lerinin olanaklarının yaratılması konusunda ise sınırsız bir özgürlük ve bu özgürlük için gösterilecek conatus sonsuzdur. Bizler açısından en temel eksendir. Bu değerle-ri hiçbir politik-örgütsel amaç taşımadan kıyasıya eleştirip çok daha farklı ve hatta tuhaf bir biçimde ‘‘değer’’ tüketimi yaparak tuhaf bir yola girenler ise başka bir kate-goriyi oluşturuyor. Bu kategorinin gençlik içerisindeki bir kısmı, aynı zamanda bugün özne-hareket tartışmasını somut pratikler üzerinden değerlendirmemizin olanağını sağlıyor. Öğrenci hareketi içerisindeki bu somut pratikler den de kısaca bahsetmek önümüzü daha net görmek için bir gerek-liliktir.

Özne ve Harekette, Öz-Örgüt ve BugünÖğrenci hareketinde öz-örgütlülük ve hare-ketin ‘‘bağımsızlığı’’ öğrencinin ve siyasal gençlik örgütlerinin kendisini özne olarak hissedebildiği, konuşturabildiği ve hareket içerisinde özne olarak kendisini var ede-bildiği, dolayısıyla da esas öznenin aslında hareket olduğu formdur. Yukarda gençlik örgütlenmelerinde bir kadro-kitle ayrımının daha başından kadroların kitlelere bilinç taşıma misyonundan dolayı bir dış-bilinç dayattığından bu yüzden harekette öğren-cinin kendisini konuşturamadığından ve içkin bir biçimde politikleşemediğinden, gençlik hareketi içerisinde özneleşemedi-ğinden bahsetmiştik. Hareketin olmadığı yerde siyasal boşluk olur ve siyasal boşluk bir şekilde doldurulur. Bu siyasal boşlukta kendisini gençlik örgütlerinde ifade edeme-yen öğrencilerin, gençliğin dinamik doğası gereği oluşturduğu yapılar ve yerel birlik-telikler birer öz-örgütlülük deneyimi olarak anlamlıdır; fakat bunların politik bir güç olma yolunda sıçrama yaratması, hareket içerisinden kolektif ve ciddi bir örgütsel ve politik sorumluluğu gerektirmektedir. Yerel birliktelikler bu sorumluluğun altına gir(e)mediği müddetçe hareket politikleşemez.

‘‘Bütün bir beden/

örgüt/dinamik’’

olarak hareket

içerisinde hareketle

özneleşen örgütlerin

ve bireylerin, kolektif

şekilde çalışılmasının

kuruculuğunu

üstlenebilmek

öz-örgütlülük

yönünde ciddi bir

adım olacaktır

Page 24: Otonom Sayı 20

22

Politik bir güç olamayan ya da böyle bir iddiası bile olmayan hareketlerin her geçen gün sistem tarafından erozyona uğrayacağı aynı zamanda iç tartışmalarla kendini tüke-teceği deneyimlerle sabittir. Bu tür alanlar ne yazık ki modernist solun iktidar pers-pektifinden kaçışla kendisine ifade alanı bulan/açan gençlikte tuhaf refleksler geliş-tirmekte: Bunlardan biri de kurulan bu tür platformlarda örgütlülüğün ya da herhangi bir ‘‘örgütün’’ varlığının istenilmemesidir. Yerel öğrenci örgütlülüğünün kaçış psiko-lojisi içerisinde bu tavır doğal olabilir, belki ilk sarınılan duygu da bu olacaktır; fakat bu duygu hareketin ‘‘bağımsızlığı’’ açısından ciddi bir yanılsamadır. Öğrenci hareketinin ‘‘bağımsızlığı’’ kampüs dinamizminin dışın-da politik kimliklerin ittifakı değil, üniver-

sitelere sahip çıkan kampüs dinamiklerinin özgürleştirilmesidir.3 Bu özgürlük alanıyla (yani hareketin bağımsız öz-örgütlülüğüyle) ilişkiye geçecek siyasi yapıların kendilerini ve gündemlerini orada bütün bir beden ve örgütlü bir dinamik olarak kolektivite içeri-sinde kurmak yerine; bir temsiliyetler dizisi içerisinde orayı kadro çalışmasının yürü-tüleceği kitle alanı olarak görmek, aslında harekete hareketin politik olarak güçlen-mesinin değil; hareketin ‘‘kitle’’ olarak görülmesinin ve o ‘‘kitleye’’ örgütsel güç-lenmenin aracı olarak bakılmasının sonu-cudur. Bu anlayış elbette orada kendisine alan bulamaz, kendisini dayatır ve hare-keti kilitler; fakat orada politik bir dinamik olarak, tüm temsil mekanizmaların yerle bir eden ve ‘‘bütün bir beden/örgüt/dina-

mik’’ olarak hareket içerisinde hareketle özneleşen örgütlerin ve bireylerin, kolektif şekilde çalışılmasının kuruculuğunu üstle-nebilmek öz-örgütlülük yönünde ciddi bir adım olacaktır. Bu adımı atmaktan hayli uzak ‘‘örgütlülüğün ve örgütlerin kendisine karşı’’ tavrın, dolayısıyla örgütlerin içeri-sinde kendilerini var edemediği bir yapının, öğrenci hareketi içerisinde bir hafızası ya da kuruculuğu olamaz. Örgütsüzlüğün örgütlendiği bu alanlar olsa olsa birkaç tutunamayanın laf ebeliği yaptığı ‘‘sosyal alanlardır’’. Sosyal alan derken bahset-tiğim sosyalliği küçümseyen sosyalliğin içerisindeki politikliği kusan tavır değildir. Bugün bireyin onurundan ve yaşamından yana tavır alması ve bunun toplumsallığını kurması aynı zamanda siyasal bir tavırdır.

Örgütlülük, bireyi değil

‘‘bireyselliği’’ var etmek

adına toplantı salonunda

kapıya asılan bir kimlik

değildir

Politik bir örgütlülük, politik

süreçleri göğüsleyebilecek

bir gücün harekete içkin

olarak kurulmasıyla

mümkün olur

Page 25: Otonom Sayı 20

23

Fakat toplumsallığın içerisindeki siyasal-lığı en adi pragmatizmle araçsallaştırıp başka bir toplumsallık içerisinde zamanla ‘‘kulüpleşen’’ yapılarda konuşanlar devrim-ci ‘‘bireyler’’ değil; örgütsel-politik sorum-luluklardan kaçan ve devrimci olmayan ‘‘bireyselliklerdir’’.Örgütlülük, bireyi değil ‘‘bireyselliği’’ var etmek adına toplantı salonunda kapıya ası-lan bir kimlik değildir. İçkin bir devrimcilik ve onun kurduğu örgütsel kimlik içerisinde hareket etmek, bizler açısından içsel bir tavırdır. Bedenlere içkin ve bedenin kendisi olan bu duruş bir platform ya da bir birlik-telikte/bir toplantıda dışarıda bırakılacak bir kimlik değildir. Devrimciliğin tanımıdır. Bireye içkin gelişmiştir. Bu anlamda zırt-pırt ‘‘örgüt kimliklerini’’ dışarıda bırakmak gibi anlayamadığımız bir durumla kendileri-ni örgütleri reddeden çeşitli platformlarda bireysel olarak var etmek isteyen bireyle-rin, kendi yaşadıkları komik tablonun bile farkında olmadan bir de üzerine örgütlülü-ğün ve örgüt kavramının bizzat kendisine yönettiği eleştirilere ancak gülünür geçilir.Mesele bireylerin kendilerini hareke-

tin kurucu özneleri olarak var edebildi-ği, örgütlerin birer temsiliyet değil de; alan içerisinde kendilerini doğrudan ve bütün bir beden olarak özneleştirebildiği; hareket içerisinde kendilerini var ettikleri, dolayısıyla da esas öznenin aslında ‘‘hare-ket’’ olduğu anti-kapitalist karşıdan kurucu alanların, kolektif şekilde örgütlenmesidir. Velhasıl örgütlülük güçtür. Politik bir örgüt-lülük, politik süreçleri göğüsleyebilecek bir gücün harekete içkin olarak kurulma-

sıyla mümkün olur. Bugün siyasal alan-toplumsal alan farkının ortadan kalktığı üniversitelerde ve gençlikte örgütlenmek doğrudan anti-kapitalist bir kültürün kuru-culuğunu üstlenmiş, anti-kapitalist öznele-rin (bireylerin, örgütlerin) yerel ve kolektif birlikteliklerin toplumsallığının artmasıyla mümkün olacaktır. Bu karşıdan kuruculuk süreci, bireylerin, örgütlerin ve harekete dâhil olan yeni öznelerin sürekli ve devinen bir şekilde kendilerini gerçekleştirdikleri hiç bitmeyecek bir karşılıklı ‘‘öğrenme’’ sürecidir. Dışarıdan müdahale adına hiçbir alan bırakmayan kapitalizm karşısında bir özne olabilmek için gerekli olan bireye içkin anti-kapitalist bir formasyonun hiç bitmeyecek kuruluşu ve devingenliği böyle olacaktır. Devrimcilik bedenini hücre hücre böyle bulacak; kurulan bir özne olarak kapitalizmin hücrelerini böyle böyle parça-layacaktır.Hücrelerimiz hala dipdiri, hala yaramaz, hala mücrim. Hücrelerimiz hala bugün sokakları adımlar neşeyle, öfkeyle, sabır-la... Biliyor hücrelerimiz: ‘‘Bizim gibileri çok, belki bildiğimizden de çok’’ ve o çokluk bugün dünyanın kimi şehirlerinde, kimi köylerinde onuruyla yaşamayı üstlenip gök-yüzüne doğru gülümsüyor, yaşamanın içeri-sinden dünyaya haykırıyor: Yenik değiliz!

1 Gençler için hayat bilgisi-gündelik hayatta devrim, Ayrıntı Yayınları, s. 39.2 Öğrenci hareketi üzerinden daha ayrıntılı bir biyo-politika anlatımı için: Otonom 12, s. 39’a bakılabilir.3 İmparatorluk ve bağımsız öğrenci hareketi, Otonom Yayıncılık, s. 56.

Karşıdan kuruculuk süreci, bireylerin,

örgütlerin ve harekete dâhil olan

yeni öznelerin sürekli ve devinen bir

şekilde kendilerini gerçekleştirdikleri

hiç bitmeyecek bir karşılıklı ‘‘öğrenme’’

sürecidir

Emek

Page 26: Otonom Sayı 20

24

Öğrenci hareketi ve örgütlenmeÖğrenci hareketi ve örgütlenme üzerine düşünmek öncelikle kapitalizmin iktidar işle-yişinin dünü, bugünü ve nasıl değişikliklere gittiği üzerine düşünmeyi gerektirir. Kapitalist üretim tarzı ve iktidar biçimi her dönem farklı olmuş ve yürütülen muhalefete göre kendisini yeniden yapılandırıp değişikliklere gitmiştir. Bu değişikliklerle birlikte hâlâ modernist sol söylemlerle yapılanan bir öğrenci hareketi-nin artık bir karşılığı yoktur ve örgütlenme biçimlerinde yapısal değişikliklere gidilmesi gerekmektedir. Kapitalizmin iktidar işleyişin-de yaşanan değişimler üzerine düşünmek, öğrenci hareketi üzerine düşünürken kafamızı açacaktır. Artık üretim yalnızca fabrikada değil hayatın bütün alanlarında gerçekleşiyor. Tüm yaşam bir fabrika haline gelirken, haya-tın her alanının piyasalaşmasına ve bütün toplumsal ilişkilerin metalaşmasına tanık olu-yoruz. Üretim biyo-politikleşiyor ve beden, bu toplumsal fabrika içersinde maddi üretiminin yanı sıra maddi olmayan üretimi ve yarattığı duygulanımlarıyla da sermayenin tahakkümü altına alınıyor. Kapitalizm, emeği sadece fab-rikada değil içinde bulunduğu bütün toplum-sal ilişkiler içersinde tahakküm altına alarak tüm yaşamı sınıflaştırma mekanı haline geti-riyor. Bugün, modern dönemin içerisi-dışarısı ayrımı üzerinden işleyen iktidar yapılanması ortadan kalkmıştır ve iktidar tek merkez yerine birçok merkezden oluşmaktadır. Bu bağlamda mücadeleyi toplumsal alan-siyasal alan ikilemi üzerinden kuramayız. Yürütülen muhalefete göre kendisini yeniden yapılandı-rabilen, dönüştürebilen tek bir merkez yerine birçok merkezin bulunduğu bir beden olan iktidarla birlikte sömürü de her yerdedir. Dolayısıyla artık öncelik ve önem sırasına sahip olmaksızın yaşamın her alanı, birincil olarak direnişin ve karşıdan kurucu hayat-ların, kapitalizmin tahakkümüne karşı doğ-

rudan anti-kapitalist söylem ve pratiklerle kurulacağı iktidar alanlarıdır. Kapitalist üre-tim biçiminin ve sınıflaştırmanın en somut yaşandığı bu alanlardan biri de üniversite-lerdir. Bugün, zaman zaman yaşanan sınırlı hareketlenmeler dışında bir öğrenci hareke-tinin varlığından pek söz edemeyiz. Yaşanan bu tıkanıklığın yapısal bir tıkanıklık olduğunu yıllardır söylüyoruz. Kendisini ve mücadele tarzını hâlâ modernizm dönemi içersinden kuran sol, kapitalizmin yeni iktidar işleyişi-ni ve yaşanan değişikliklerin bütünselliğini kavrayamamaktadır. Geleneksel sol örgütler, yaşanan bu tıkanıklığın kendi modernist siya-set anlayışlarından kaynaklandığını, günümü-zün tahakküm biçimlerinin nasıl dönüştüğünü ve kapitalizmin ulus devletle sınırlı kalmayan yeni bir egemenlik biçimi içersine nasıl gir-diğini modernizmin söylemlerini kullanarak çözemeyeceklerini ve yeni bir yapılanma-ya gitmek zorunda olduklarını hâlâ göreme-miş ya da bu gerçeklikle yüzleşememiştir. Temsiliyete dayalı bu anlayışa bir tepki olarak da kampüslerde salt bireysellik üzerinden kendini kuran yapılar meydana gelmiştir. Örgütsel temsiliyet taşıyan bireylerle örgüt-lülüğü birbirine karıştıran, salt ‘‘bireysellik’’ ve ‘‘birey temsiliyeti’’ üzerinden birarada bulunmaya çalışan bu oluşumlar da ters-

ten aynı yere düşüyorlar. Bir yanda yalnızca örgütü özneleştiren modernist sol oluşumlar varken, diğer yanda da yalnızca bireyi özne-leştiren oluşumlar bulunuyor. Maalesef ikisi de madalyonun ters yüzleri olmaktan ve aynı şeyi üretmekten kaçamıyorlar. Bu iki anlayış da yeni bir özgürlük söylemi yaratamamakta-dır ve eski ezberlerin ötesine geçebilecek bir politik kuruculuğa sahip değildir. Şimdi her iki anlayışı da ayrı ayrı inceleyelim.Kapitalizmin yaşamın bütün hücrelerini kuşattığı, her bedende kendisini işlettiği; çok merkezli iktidarın toplumsal hayatın bütünü üzerinde doğrudan tahakküme dönüştüğü bu koşullar içinde, politik kuruculuğu ancak anti-kapitalizm üstlenebilir. Bu bağlamda öğrenci hareketi, artık işçi hareketinin destekçisi veya örgütsel iradeye kadro sağlama zemini olmaktan çıkıp toplumsal fabrika içersinde tahakküm ve sömürüye karşı mücadelenin yürütüldüğü zeminlerdir. Modernist söylem-lerle kendini yapılandıran anlayışlara göre kamusal bir alan olarak üniversiteler kitle alanlarıdır. Belli bir pasifliğe gönderme yapan kitle kavramı, siyasal alanda ise kitlelere siyasi bilinç vererek onları örgütleyecek bir öncüden bağımsız düşünülemez. Siyasi kuru-culuğu da bu kitleleri temsil eden ve onlara bilinç götüren partiler üstlenir. Öncü temsili-

Yaşamın her alanı,

birincil olarak direnişin

ve karşıdan kurucu

hayatların, kapitalizmin

tahakkümüne karşı

doğrudan anti-kapitalist

söylem ve pratiklerle

kurulacağı iktidar

alanlarıdır

Page 27: Otonom Sayı 20

25

yet üzerinden öznelliğini kurarken nesnesini kitleleştirir. Kitle kavramı, öncünün iktidar üretimidir. Hareketin kendi gücü yerine siyasi temsiliyet üzerinden hareket edilmesi aşkın bir siyaset anlayışının gelenekleşmesine yol açmıştır. Kapitalizmin iktidar işleyişinin top-lumsal hayatın bütünü üzerinde doğrudan tahakküme dönüştüğü günümüzde, karşıdan kurucu bir hareket, bir merkez ya da dışarıdan bir siyasal temsiliyetle değil, kendi eyleminin ve söyleminin öznesi olan toplumsal dinamik-ler tarafından gerçekleştirilebilir. Öncü-kitle ayrımı üzerinden giden anlayışlar, öğrencileri özne olarak değil bilinçlendirilmesi gereken kitleler, alanın kendisini ise öncü tarafından üretilen politikanın taşındığı alanlar olarak görür. Temsiliyet üzerinden öncü, öğrenci hareketini iktidarı için ‘‘kitle’’ olarak nesne-leştirir. Talep siyaseti üzerinden örgütlene-cek bir öğrenci hareketi, politik mücadeleyi temsili siyasetle kapatarak, onu reformistleş-tirmesinin yanı sıra, toplumsal dinamiklerin politik kuruculuktan dışlanmasına yol açar. Asıl sorun ‘‘eşitlik’’ kavramı üzerindeki politik farklılıktır. Modernist sol, eşitliği toplumsal olarak değil, politik olarak kurar ve örgütsel temsiliyeti politik eşitliğin ilkesi olarak görür. Örgütsel temsiliyet üzerinden politik eşitlik kuruluşu devlet, iktidar ve sınıf üretme iliş-kisidir. Bu bağlamda modernist sol, politik eşitlik ilişkisi dışındaki bireyleri küçümser ve yok sayar. Aşkın siyaset anlayışının ortadan kaldırılıp her türlü politik temsiliyet üzerine kurulu eşitlik ilişkisini reddeden toplumsal örgütlenmelerin hayata geçirilmesi gerek-mektedir. Hareketin önünü açabilecek yeni bir özgürlük söylemi, hem kapitalizmden hem de onun en büyük politik gücü olan devletten

kopuşu sağlayacak olan toplumsal demokrasi ekseninde yapılanacaktır.Modern dönem boyunca kitlesel mücadele-lerin önünü açan bir anlayışın, bugün neden böyle bir tıkanıklığın içine girdiği üzerine derinlemesine düşünmek yerine, aslında hiç-bir fark yaratmayan, aynı işleyişi devam etti-rip yaşanan sorunlara yüzeysel çözümlemeler getiriliyor. Bunlardan biri, politik temsiliyetler üzerinden bir eşitlik ilişkisi reddedilirken, salt öğrenci kimliği üzerinden ve kendisini bir örgütle ifade etmeyen insanlarla yanyana gelinerek oluşan, birey temsiliyetlerine daya-nan eşitlik ilişkisi üzerine kurulan yapılardır. Bu tarz oluşumlar, örgütlü öğrencileri de örgütlü ilişkilerinden sıyırıp yalnızca birey kimlikleriyle o oluşumun içinde bulunmaya zorlayarak sol’dan liberal bir eşitlik ilişkisinin kuruculuğunu üstlenmektedirler. Modernist söyleme sadık kalınarak, yeni durumlara eski ezberlerle üretilmeye çalışılan çözümlemeler, kapitalizmin iktidar işleyişinin bütünlüğünün

ve öğrenci hareketinde gerekli olan yapı-sal değişikliklerin görülmesinin önünü de kapatmaktadır. Modernist yapıların yalnızca örgütlü insanları tanıyarak ve yalnızca örgüt-lerle politik eşitlik üzerinden ilişkilenerek bağımsız insanların kendilerini var etmele-rinin önünü kapatması gibi, birey temsiliyet-lerinin eşitliği üzerinden kendini tanımlayan bu oluşumlar da aynı ilişki biçimini tersinden örgütlü insanlara karşı kurmaktadır. Yaşanan sorunların örgütlü olmaktan kaynaklandığını zanneden bu anlayışlar, sorunun tamamen bir temsiliyet ve eşitlik sorunu olduğunu görememektedir. Asıl problem yaratan, bir zeminde örgütlü olarak bulunmak değil, bir örgütlülüğü politik temsiliyete indirgeyerek bulunmaktır. Bu aradaki farkı göremeyenler, örgütlü bireyleri de reddetmektedirler. Örgüt kavramını reddedip, bireyliği öne çıkararak bireyselliği sürekli üreten bu tarz oluşumlar kapitalizmin kültürünü yeniden üretiyor ve politikliği soldan liberalleştiriyorlar. Bununla

Bir yanda yalnızca

örgütü özneleştiren

modernist sol

oluşumlar varken,

diğer yanda da

yalnızca bireyi

özneleştiren oluşumlar

bulunuyor

Öncü temsiliyet üzerinden

öznelliğini kurarken

nesnesini kitleleştirir.

Kitle kavramı, öncünün

iktidar üretimidir

Page 28: Otonom Sayı 20

26

birlikte toplumsallığa yabancılaşan bireylerle yaratılmaya çalışılan hareket de zamanla apolitikleşiyor. Bu yapılar diğer modernist sol oluşumlara karşıt olarak kurulmasına rağ-men, toplumsallığı politik olarak örgütleye-medikleri için, karşıtıyla aynı yere düşerek o zemin içindeki bütün öznelerin farklılıklarıyla bir arada olduğu, karşıdan kurucu bir hayat yaratamamaktadır. Biraz daha açabilmek için birey kavramı üzerine biraz düşünelim.İnsan bedeninde, okulda, ailede, hayatın her alanında işleyen iktidar ağları meydana gelmiştir. Birey kavramı da iktidarın insan bedenini kuşatma biçiminde meydana gelen bu değişikliğin bir ürünüdür. Kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir unsur olan birey, disipline edilir, yetenekleri geliştirilir ve ekonomik denetim sistemleriyle bütün-leştirilir. Kapitalizm, toplumsallığını insanları bireyleştirerek sağlar ve otoriteyi içselleş-tirmiş bireyler yaratmaya çalışır. Bu yüzden iktidar, bireysel yaşam biçiminin sağladığı güçleri engellemek veya yok etmek yerine; onları teşvik eder, güçlendirir, denetler ve en iyi şekilde kullanabileceği bir biçimde örgütler. Bireylerin kendine dönük kültürleri, sisteme uyumun vazgeçilmez bir parçasıdır.

Sorunun bu biçimde okunabilmesi için biraz Foucault’ya bakmak gerekir. Ne yazık ki birey hukukunu savunan görüşler liberalliği sol-dan ürettiklerini görmeden Foucault’yu post-modernist olarak eleştirmeyi kendilerine hak görürler. Foucault’da birey, iktidar üretiminin bir ürünüdür ve birey, iktidar üretiminin diz-pozitifidir. Birey, iktidar tarafından kurulur ve özneleştirilir. Birey temsiliyeti ile kurulan eşitlik iktidar üretiminin politik öznelliğidir. Kapitalizmin iktidarını insanların bedenleri ve bilinçleri üzerinde işleyerek, bütün toplumsal ilişkileri kendi varlığının güvencesi olarak yapılandırması karşısında, bütün toplumsal dinamikler de, farklı ilişkiler kurarak, biyo-politik ilişkileri dönüştürerek kapitalizmin bağrında çatlaklar oluşturabilir. Her birimi-zin eyleyişi, bir diğerimizinkiyle iç içedir. Dolayısıyla bireysel olarak anti-kapitalist bir

hayatı üstlenebilmek bir yanılsamadır. Bütün ilişkilerle birlikte en baştan yeni bir kültür yaratılmalıdır ve kolektivite sadece kampüs içersinde değil hayatın her alanında örgütlen-diği zaman bir karşılığı olur. Böylelikle hare-ket yaygınlaşıp, kampüsteki bütün öğrenci-lerin bireyselliklerinden çıkıp kolektif yaşam biçiminin tadına varmalarını sağlayabilir ve diğer kampüslere de sıçrayabilir.Artık politik kuruculuk, kendi eyleminin ve söyleminin öznesi olan toplumsal dinamikle-ri açığa çıkartacak antikapitalist hareketin yaratılması eksenine oturmuştur. Yalnızca toplumsal dinamiklerin kendi özyönetimleri üzerine içkin ve doğrudan demokrasi pers-pektifiyle yapılandığı oluşumlar, bir hareketin yaratılmasında kurucu ve ön açıcı irade olabi-lirler. Bugün kampüslerde var olan oluşumlar böyle bir yapılanma içerisine gitmemektedir. Hatta yaşanan sorunları ve hareketin ortak aklının nasıl yaratılacağını tartışmak yerine, bu tartışmaların önü kesilerek, sadece pratik üzerinden gidilmekte ve eski işleyişler devam ettirilmektedir. Bu tarz oluşumlar, kendi içle-rinde nasıl bir zeminde örgütleneceklerini ve nasıl bir yapılanmayla pratik faaliyette bulu-nacaklarını tartışmayı ne kadar ertelerlerse,

Asıl problem yaratan, bir zeminde

örgütlü olarak bulunmak değil,

bir örgütlülüğü politik temsiliyete

indirgeyerek bulunmaktır

Kolektivite sadece kampüs

içersinde değil hayatın her

alanında örgütlendiği zaman bir

karşılığı olur

Page 29: Otonom Sayı 20

27

böyle temel bir yerden kaynaklanan sorunla-rın birikmesiyle kendi kendilerini yok etmeleri de o kadar hızlı ve yıkıcı olacaktır. Bu oluşum-lar, karşıdan bir hayat kuramadıkları sürece bir veya iki yılda dağılıp, farklı bir isim altın-da tekrar toplanmaya mahkumdurlar. Farklı dinamiklerin, kendi öznelliklerini yitirmeden, bir toplumsallığın parçası ve öznesi olduğu, orada kendilerini gerçekleştirip değerli kıl-dıkları, temsiliyetin yerle bir edildiği zeminler yaratılmalıdır. Kendi toplumsal ilişki biçimleri-mizi en baştan gözden geçirip, yeni bir kültür yaratarak eski alışkanlıklarımızdan kurtula-biliriz. Komünalizmin amacı özgürlüktür ve politik mücadelenin özgürlüğü üstlenebilmesi bu tarz oluşumların varlığına bağlıdır. Meta üretimi üzerinden kurulu kapitalist toplumsal ilişkilerde toplumsal ilişki, metalar arasında eşitlik üzerinden kurulur. İnsanlar arasındaki ilişki ise maddi çıkar ilişkisidir. İnsanlar arası bu maddi çıkar ilişkisi, politik temsiliyet ile kurulan eşitlik üzerinden sağlanır. Metalar arasındaki eşitlik, emek zaman üzerinden kurulurken, politik eşitlik ise temsiliyet üze-rinden kurulur. Özgürlüğün olmadığı yerde temsiliyet ve eşitlik ilişkisi vardır. Özgürlüğün olduğu yerde ise temsiliyet ve eşitlik kav-ramlarının yeri yoktur. Komünalist bir örgüt-lenme, temsiliyet üzerinden bir eşitliği değil tam tersi temsiliyeti reddeden özgürlüğü ifade eder. Komünalist örgütlenme herkesin kendisini özgürce ifade ettiği bir olanak ve güçtür. Komünalist örgütlenme bir sınıflaşma ilişkisi değil, tam tersi sınıfsızlaşmanın politik kuruculuğudur. Kapitalizm, niteliksel farkları ekonomi politik olarak emek zamanla, politik olarak da temsiliyetle yok sayar. Özgürlüğün eşitliği ise niteliksel farklılıkları özgürleştiren bir güçtür. Her varlık kendi kudretiyle eşit ve özgürdür. Kapitalizm, insanları kapitalist ilişkiler içersine çekebilmek için, onlara ait özgünlükleri homojenleştirerek kendi kültü-rünü dayatır. Bu yüzden yerellikler ve özgün-lükler kapitalizme karşı özgürleşme alanları-dır. Birbirinden farklı kampüs dinamiklerinin kendi özgünlükleriyle yan yana olabildiği, farklılıkların birbirine dayatılmadığı ve ortak-lık içersinde de eritilmediği oluşumlar farklı bir siyasal anlayışın hayata geçirilebileceği zeminlerdir. Bu şekilde oluşan bütün yerel direnişler anti-kapitalist söylemin ortaklığın-da birleşerek kapitalist tahakkümün çok yönlü gücünü yıkabilir ve yerine kendi istedikleri toplumsal ilişkileri ve hayatı inşa edebilirler. Bunun için yereller, farklı öznelliklerin kendi politik güçlerini doğrudan ifade edilmesinin önünü açan ve içkin demokrasinin güvencesi olan otonomlar olarak örgütlenirler. Herhangi bir merkez, lider ya da hiyerarşi olmaksızın

yan yana gelen otonomların eşit ve özgür ilişki temelinde, örgütlenmeleri, hareketin tüm dinamiklerinin özne olarak kendilerini kurabilmeleri ve ifade edebilmelerini olanaklı kılar. Bir merkez ve hiyerarşi yoktur. Hiçbir öznellik bu örgütlenmeyi tekeline alamaz. Bu şekilde oluşan bir koordinasyon herhangi bir örgütü ya da grubu temsil etmez ve herhangi bir örgüt ya da grup da onu temsil edemez. Otonomlar, eylem ittifaklarında olduğu gibi özgünlüklerini, yaratıcılıklarını ve renklerini yok ederek değil; farklılıklarının özgürleşme-si temelinde bir araya gelirler. Bir merkez olmadığı gibi, katılımcı grupların kişi sayısı-na bakılmaksızın herhangi bir temsiliyet ve tahakküm de reddedilir. Bu sayede, kendisini bir örgüt ya da grupla ifade etmeyen kişilerin de bu örgütlenme içinde aktif rolü garanti altına alınır. Bizim için farklı yaklaşımlarla bir arada yürümenin zemini bu şekildedir. Önemli olan isminin otonom olup olmaması değil, karşıdan kurucu yaşamın örgütlenişinin otonomiye dayanmasıdır. Bizim için ‘‘siyasal sorunlar ise: ilk önce, neyin işleyip işle-mediğinin, hangi tür örgütlenmelerin müca-delenin dolaşımını kolaylaştırıp hangilerinin

bunu engellediğinin tespiti ve ikinci olarak da hareketi, işleyenler üzerine inşa etmeye devam edip işlemeyenleri değiştirmek ya da tamamen terk etmektir.’’1

Bir otonomist için örgütlülük bir özgürlük ve kudrettir. Herhangi bir platformda bir otono-mist örgütlülüğünü, bireyliğinde içkin bir güç olarak taşır. Onun bireyselliği, içkin güç olan örgütlülüğünden bağımsız değildir. Modernist sol anlayışa göre ise örgütlü birey, temsiliyet üzerinden örgütünün politik iktidarını taşır. Bizim farkımız budur. Bu farklılık antagonist bir farklılıktır; politik felsefeden politik teo-riye ve politika yapmayı da içine alan köklü bir değişimi gerekli kılar. Modernist sol, bu köklü değişimi gösteremediği için bugün öğrenci hareketi, konjonktürel gündemlere ve yıl dönümlerine sıkışıp kalmıştır. Modernizm söylemiyle yapılanmış sol paradigmalar ve onların yarattığı kültür, hareketin önünün açıl-masında engel oluşturmaktadır. Artık muhalif olmayı aşamayan ve sisteme alternatif kura-mayan siyaset biçimleriyle bir yere varılamaz. Nasıl bir hayat, nasıl bir dünya, nasıl ilişkiler istiyorsak; bunları bugünden hayata geçi-rerek, kendi pratiğimiz içinde yaşayıp gös-termeliyiz. Ele geçirilecek bir devlet amacı gütmeyen hareket, aynı Zapatistalarda ve topraksız köylü hareketinde olduğu gibi, yeni bir toplumsal ilişkiler ağını bugünden hayata geçirecektir. Bugün, alternatif bir kuruculuğu üstlenebilmek sadece, yaşamı en baştan tekrar örgütleyebilecek otonomist bir politik teoriyle mümkündür.

1 Otonom dergisi, sayı:10/ Harry Cleaver’la Röportaj (II) Arzu

Bir otonomist için örgütlülük bir

özgürlük ve kudrettir. Herhangi

bir platformda bir otonomist

örgütlülüğünü, bireyliğinde içkin

bir güç olarak taşır

Page 30: Otonom Sayı 20

28

Kafama bir elma düştüVar oluşundan beri, insanoğlunun doğa ile mücadelesi devam etmektedir. Mücadelede kimin ne kadar emeğinin olduğunu hesapla-maya yeltenmek yakışık almaz. Ancak doğa-nın kimi yönlerini anlamaya çalışmak öyle şeyler öne sürmüştür ki, bu savlar (düşün-celer), insanoğlunun toplumsal yaşantısının şekillenmesinde önemli roller oynamıştır.Bu yazıda, düşünce yapımıza yeni bir boyut kazandıran bir isimle, bana göre doğa bilim-leri futbol takımının orta sahadaki dominosu olan Newton ile kendimce (hayali) bir söyleşi yapmaya çalıştım. Her ne kadar Einstein zamanda yolculuğu yasaklamış olsa da, konu Newton olunca Einstein için bile akan suların duracağına dair beklentimle devam ediyo-rum.A = {a,b,c,ç,d,e,f} Görmüş olduğunuz harf-ler kümesinde, her harf sırasıyla Newton’un çocukluğu, gençliği, Royal Academy günleri, oradan ayrılışı ve oradaki tartışmalar, Sir unvanı alışı, darphane müdürlüğü gibi konu-ları simgelemektedir. Bu kümeyi söyleşiye dahil etmedim. A kümesi, Newton ile aramda kalsın. İsteyen yarım saat internet karıştırıp, A kümesinin bütün elemanları ile ilgili olarak doyurucu metinlere ulaşabilir. Bu çok kısa söyleşide, Newton ile onun hareket yasaları-nı, kendisinin de sevdiği basit ve basit olduğu kadar sağlam bir matematiksel dille (kendi çapımda) aktarmaya çalıştım.

Lazuri: Hocam siz şöyle bir başlayın, ben ara-larda kafama takılanları size sorarak sohbete haddim olmayarak katılmaya çalışayım.

Newton: Olur genç adam. Öncelikle konuş-ma dilimizi belirleyelim. Bizim on yedinci asırda, bütün felsefe ve doğa bilimlerinin dili Öklid geometrisiydi. Birazcık bu geomet-riden bahsedeyim. Bu geometrinin belitleri (aksiyomları) var. Belit, kanıtlanmaya gerek duyulmayan, besbelli olan şeydir. Şimdi belit-lere geçelim. Belit bir: Herhangi iki noktadan iki doğru geçer. Belit iki: Herhangi bir doğru parçası sonsuza kadar bir doğru olarak uzatı-labilir. Belit üç: Bir doğru parçası verildiğinde, merkezi verilen doğru parçasının ucunda olan, yarıçapı ise verilen doğru parçası olan bir çember çizilebilir. Belit dört: Tüm dik açılar eşittir. Belit beş: Kısaca söyleyeyim, paralel doğrular asla kesişmezler. Elementler adlı başyapıtında Öklid, bu belitleri temel alarak, geometride kullandığımız teoremleri kanıtladı.L: Bir teorem kanıtlayalım mı?N: Sabırlı olmalısın. Daha konuşma dilimizi oluşturmadık. Neyse, gençlikte olur böyle şeyler. Nerede kalmıştık?L: Belitlerin teoremleri kanıtladığını söyle-miştik.N: Tamam. Sonuç olarak doğada bir boyutun geometri olduğunu kabul ediyoruz.L: Bu boyut kavramını tanımlayabilir misiniz?N: Sağ, ön ve yukarı gibi üç farklı yöne üç boyut demekten öte, onları oluşturan uzunluğun kendisini boyut olarak kabul ede-

ceğiz. Şimdi, uzunluk boyutumuzun anlaşıl-dığını varsayıyorum. İkinci bir boyutumuz daha var: Zaman. Benim zaman tanımım, kolundaki saatin sabit hızla turlamasıdır. Ustam Galileo’nun dönüşümleriyle örtüştüğü için bu tanımı geçerli sayıyorum. Bu tanım gözlemlerimizle örtüşmekte. Ayrıca, zaman kavramının tartışmalı bir konu olduğu bilinir. Bizim asırda Descartes, Spinoza, Leibniz ve daha birçok doğa filozofunun zaman kavramı üzerine değerli çalışmaları vardır. Şimdi, bu iki boyutu kullanarak yeni bir kavram oluş-turalım: Hareket. Hareket kavramını ustam Galileo, ‘‘Diyaloglar’’ adlı kitabında en iyi şekliyle anlatmıştı. Bu kitabı muhakkak oku-yun. Hareket kavramının işimize yarayacak bazı temel tanımlarını hatırlatmak istiyorum. Herhangi bir nesnenin bulunduğu noktanın belli bir referans noktasına göre durumuna

Dinamik yasalarının

etki alanı o kadar

geniş ki bu yasalar

kullanılarak

üretilebilecek birçok

alet savaşlarda ve

ekonomik üretimde

kullanılabilir

Newton’un kafasına düşen elmanın ağacı

Herhangi bir cisim sabit hızla

hareket ediyorsa ya da sabit

durmaktaysa, cisim üzerine

uygulanmakta olan net kuvvet

sıfırdır

Page 31: Otonom Sayı 20

29

konum, bu konumun zamana göre olan deği-şimine hız, hızın zamana göre değişimine de ivme diyeceğiz. Bir de bunları uzunluk (L) ve zaman (T) boyutlarımızla gösterelim. L konum, L bölü T hız, ve L bölü T’nin kare-si ivme. Tekrarlamakta fayda var, hareket kavramlarımızı her zaman seçtiğimiz bir refe-rans noktasına göre tanımlıyoruz. Galileo’dan başka bir usta isme geçelim: Kepler. Bu arada geçen sayınızı okudum, Kepler ve Galileo’yu konu etmişsiniz. Neyse, hareket konusuna geri dönelim. Şimdi içinden ‘‘Ne yapıyor bu adam?’’ diye soruyor olabilirsin, konuyu dağıttık, açıklayayım. Amacım, tamamıyla gözleme dayalı Kepler yasalarını matematik-sel olarak kanıtlamak. Bunu nasıl yapacağız? İşte benim hayatımı adadığım sorulardan biri bu? Doğanın Matematiksel Prensipleri’ni bu amaçla yazdım. Matematikte kalkülüsü, analitik hesap yöntemini bu yüzden buldum: Harekete sebep olan kavramın bir nedeni var mıdır, varsa nedir?L: Kuvvet kavramı mı?N: Evet, kuvvet deyip geçmek çok kolay, ama kuvvetin doğanın işleyişindeki etki-sinin eğilimini matematiksel bir biçimde ifade etmek o kadar da kolay değil. Ama kimse korkmasın; belirsiz limitler hesapla-mayacak, saçma sapan türevler almayacak ve çözümsüz integral hesapları yapmaca-ğız. Yapacaklarımız son derece temel şey-ler, bu anlamda takibi son derece basittir. Yapacağımız hesaplarda, tanımlamadığımız hiçbir şeyi de kullanmayacağız.L: Kepler yasalarını hatırlayarak başlayalım mı?N: Yasaları da sen yaz.L: Büyük bir onurla. Yasa bir: Yörüngeler yasası der ki, bütün gezegenler eliptik yörün-gelerde güneşi de odaklayarak hareket eder-ler. Yasa iki: Eşit alanlar yasası der ki, her gezegen eşit zaman aralıklarında güneş etra-fında eşit alanlar süpürür. Yasa üç: Periyotlar yasası der ki, herhangi bir gezegenin güneş etrafındaki bir turu tamamlama süresinin (periyodunun) karesi gezegenin güneşe orta-lama uzaklığının küpüyle doğru orantılıdır.N: Güzel, elipsin ne olduğunu da Şekil 3’te gösterelim. Kepler yasalarının doğasında, sadece uzunluk ve zamanla oluşturulabilecek kavramlar var. Dolayısıyla kuvvet kavramını içermiyorlar. Şimdi, kendi doğa yasalarımı vereceğim ve daha sonra Öklid belitlerini ve kendi yasalarımı kullanarak Kepler yasalarını kanıtlayacağız. Terzi kendi söküğünü dikemez ama kendi yasalarımı ben açıklayayım.1. Eylemsizlik ilkesi: Herhangi bir cisim sabit hızla hareket ediyorsa ya da sabit durmak-taysa, cisim üzerine uygulanmakta olan net

kuvvet sıfırdır.2. Hızlanma ilkesi: Herhangi bir cisim üze-rindeki net kuvvet sıfır değilse, cisim kuvvet doğrultusunda hızlanır.3. Etki tepki ilkesi: Herhangi iki kuvvetin birbirlerine uyguladığı kuvvetler eşit büyük-lükte, ters yönlerdedir.L: Hızlanma ilkesini bizlere hep ‘‘kuvvet = kütle x ivme’’ diye öğretmişlerdi.N: Hiçbir zaman hızlanma yasasını senin öğrendiğin şekliyle yazmadım. Benim bu yasa-mın denklemini olsa olsa ‘‘kuvvet x zaman değişimi = kütle x hız değişimi’’ olarak düşünebiliriz. Evet, denkliğin her iki tarafını zaman değişimine bölersek senin öğrendiğin denklemi elde ederiz, ama o zaman birazdan tanımlayacağım bir kavramı elde edemeyiz. Bu yüzden, o zaman değişimi orada kalsın.L: Hareketin kuvvet etkisiyle oluşan yeni sistemini nasıl adlandırıyoruz?

N: Dinamik. Böylelikle, gerekli tanımları yap-mış olduk. Kanıtlama zamanı geldi. Kepler’in birinci yasası gözleme dayalı bir doğru, kanıtlanacak bir şeyi yok. İkinci yasayı, eşit zamanda eşit alanlar taranır yasasını kanıt-layalım. Şekil 1’e bakalım. G noktası güneşi D noktası da dünyayı temsil etsin. Eğer güneş ile dünya arasında bir etkileşim yoksa, yani net kuvvet sıfırsa, dünya sabit hızla hare-ketine devam edecektir. Konum değişiminin hız ile değişen zamanın çarpımına eşit oldu-ğunu hareket konusundan bildiğimizden, DA uzunluğu AB uzunluğuna eşittir. Bir üçgenin alanının, taban uzunluğuyla o tabana ait yük-sekliğin çarpımının yarısı olduğunu herkesin bildiğini kanıtlamadan kabullenelim. DA ve AB tabanlarına ait yükseklik aynı yükseklik olduğundan, üçgenlerin alanları eşit çıkar. İkinci yasayı, net kuvvetin sıfır olduğu koşul-da kanıtlamış olduk. Ya net kuvvet sıfır değil-se ne olur? Aynı şekili birazcık değiştirerek

G

BF

A

D

G

B

A

D

h

Bu iki üçgenin alanı eşit

Şekil 1:

Şekil 2:

Şekil 3

Uzay boşluğunda dahi olsa

cisimler birbirlerine karşı bir

çekim uygularlar

Page 32: Otonom Sayı 20

30

Şekil 2 olarak çizelim. Bir varsayım yapalım. Kuvvetimiz periyodik olarak anlık etki etsin. Bir musluktan belli zaman aralıklarında yere suyun damlaması gibi. Bu durumda, o anlık kuvvet uygulanması anında, ikinci yasama göre cismin hareket yönü güneşe doğru yönelecektir. Sonuçta Şekil 2’de yeni bir üçgen oluştu. Eğer elimizdeki bu iki üçgenin alanları eşitse kanıtımız tamamdır. DA ve DF hareket yön değişimlerini uç uca eklersek, Şekil 2’deki iki doğrunun paralel olduğunu, DF’nin hiçbir şeyinin değiştirilmeden koyul-masından anlıyoruz. İki paralel doğru ara-sında sayılamaz sonsuzlukta eşit yükseklik olduğunu Öklid’in dördüncü beliti sayesinde biliyoruz. Sanırım herkes GDA ve GAB üçgen-lerinin alanlarının eşit olduğunu görmüştür. Şimdi yasayı kanıtlamak için son hamlemizi yapalım. Kuvvetimizin uygulanma sıklığını çok ama çok küçültelim. Zaman aralıkları sıfıra yaklaştığında, kuvvetin artık bir sürekliliğe sahip olduğu ve yörüngenin elips olduğu görülmektedir. İkinci yasanın limit, türev, integral olmaksızın yapılmış kanıtı tamamdır kanımca.L: Üçüncü yasanın ispatı için elipsin özel bir durumu olan çemberleri kullansak.N: Doğru, işlemler kolay olur. Diyelim ki, güneş çemberin merkezinde sabit duruyor ve dünya da çemberin üzerinde hareket edi-yor olsun. Hızlanma ilkemi (ikinci yasamı) daha önce bahsettiğim gibi ‘‘kuvvet x zaman

değişimi = kütle x hız değişimi’’ olarak düşü-nelim. Bu denklikte kütleyi sabit kabul eder-sek, kuvvet ile hız değişiminin birlikte artıp azaldığını rahatça görebiliriz. Yan taraftaki hareket denkliklerini yandaki kutucuktaki gibi bir denklemde toplayarak, ters kare yasasını elde edebiliriz.L: İşimiz bitti mi?N: Aslında daha analitik, toplamda sadece bir paragraflık ve daha geniş bir analiz yapabilir-dik. O zaman kalkülüs kullanmamız gerekirdi. Bizim asırda kalkülüs bilen yoktu. Kalkülüsü icat edip, bu yasaları analitik bir dille ilk ola-rak yazdığımda kimse ne yaptığımı anlamadı ve Principia’yı, anlaşılsın diye yine geometrik bir dille yazdım.L: Gezegenlerin hareketlerini dinamik yasa-ları ve Öklid belitleri yardımıyla göstermiş olduk.N: Evet, Kepler yasalarıyla ilgili söyleyebile-

ceğimiz bazı sonuçları yazalım: Uzay boşlu-ğunda dahi olsa cisimler birbirlerine karşı bir çekim uygularlar. Buna kütle çekimi kuvveti diyorum. Hatta burada bir evrensel çekim kuvvet sabiti vardır. Bunlar biraz analiz mate-matiği gerektirdiğinden yapmayacağım. Bir başka sonuç ise, benim ikinci yasamı senin söylediğin gibi ‘‘kuvvet = kütle x ivme’’ şekliyle yazıp bir önceki sonuçta yazdığımız kuvvetle denklersek, bir yıldızın ya da bir gezegenin kütlesini bulabiliriz.L: Biraz daha açar mısınız?N: Ay dünya etrafında döner, aradaki kütle çekimi kuvvetini yazalım: ‘‘G x M x m / r2’’. Bir de bu kütle çekim kuvvetinin ay üzerindeki etkisini yazalım: ‘‘m x a’’. Bu iki denkliği eşit-leyelim. Buradan ‘‘G x M x m / r2 = m x a’’ olur. Küçük m’ler gider ve ‘‘M = r2 x a / G’’ olur. r ve G’yi bildiğimizden, dünyanın kütle-sini hesaplayabiliriz. Aynı operasyonu güneş için, herhangi bir gezegenin hareketi için de yapabiliriz. Bu da analizin gücüdür.L: Teorik dinamik yasalarının çok uzaklardaki gök cisimlerinin hareketlerinin doğasını gös-terdiğini gördük. Peki bu yasalar, yaşadığımız dünyada da geçerli mi?N: Tabii ki. Ay ile dünya arasındaki kütle çekimi ağaçtan kafamıza düşen bir elma ile yer kabu-

Kimileri, doğanın bazı

yönlerini anlamaya

çalışmak için öyle şeyler

öne sürmüştür ki, bu

savlar (düşünceler),

insanoğlunun

toplumsal yaşantısının

şekillenmesinde önemli

roller oynamıştır

Herhangi bir cisim

üzerindeki net

kuvvet sıfır değilse,

cisim kuvvet

doğrultusunda

hızlanır

buradan:

(Denklem 1)

(Denklem 2)

(Ters Kare Yasası, denk-lemin sağ tarafı sabittir)

m: Dünyanın kütlesiM: Güneşin kütlesiR: Güneş ile dünya arası uzaklıkG: Evrensel yerçekimi sabitiv: Dünyanın güneş etrafındaki dönme hızıT: Dünyanın güneş etrafındaki dönme periyodu

Denklem 1 ve Denklem 2’den:

Page 33: Otonom Sayı 20

31

ğu arasında da mevcut. Kimileri, benim yasa-larımı kafama düşen o güzel elmadan feyiz alarak bulduğumu söyler. Belki de öyledir.L: Elma ile yer arasındaki etkileşime geç-meden önce bir soru sormak istiyorum. Etki tepki yasasına göre güneşin dünyayı çektiği kadar dünya da güneşi çekmez mi? Güneş hareket etmez mi?N: Evet doğru, aynı kuvvet güneşe de etki eder ama güneşin kütlesi çok büyük oldu-ğundan kütle çekim kuvvetinin güneşe etkisi, büyük bir yörüngeden çok kendini çalkalayan bir insana benzer. Güneşin hareketinin anali-zini isteyen yapabilir, ben yapmayacağım.L: O halde elma ile yer kabuğunun etkileşi-mine bakalım.N: İyi fikir. Elmanın kütlesi m olsun ve iki kuvvet denkliğini de aynı denklemin içinde yazalım. ‘‘G x M x m / r2 = m x a’’. Buradaki r yer kürenin yarıçapı, M dünyanın kütlesi ve G evrensel çekim sabitidir. Bu denklemde m’lerin sadeleşeceği aşikardır ve denklemde bilmediğimiz tek değer olan a, elmanın ivme-si, ‘‘G x M / r2’’ olarak elimizde kalır. Bu a yaklaşık olarak 10 metre bölü saniye karedir, yani elmamız kafamıza düşene kadar hızını her saniye, 10 metre bölü saniye artırmak-tadır. Şimdi kafama elma değil de bir gülle düştüğünü hayal edelim. Dilerim ki elmayla yırtarım. Güllenin kütlesi elmanın yaklaşık yüz katıdır, güllenin kütlesine ‘‘100 x m’’ diyelim. Yine iki kuvvet denkliğini yazalım: ‘‘G x M x 100 x m = 100 x m x a’’. Bu seferde ‘‘100 x m’’, güllenin kütlesi sadeleşecektir ve gülle-nin ivmesi 10 metre bölü saniye olacaktır. O

halde şöyle bir sonuca varabiliriz; kütlesi ne olursa olsun bir cisim yere her zaman aynı ivmeyle düşer, bu ivmeye yer çekimi ivmesi diyorum ve simgesi artık g olsun.L: O zaman, yer çekimi ivmesini kullanarak serbest düşmeye uğrayan cisimlerin herhangi bir andaki konumunu ve hızını belirleyebiliriz.N: Bunu basit grafikler çizerek yapalım. Elimizdeki ivme-zaman grafiğinin altındaki alanı hesaplarsak hız değişimini buluruz. Hız değişiminin her saniye ivme kadar arttığına dikkat etmeli. Hız-zaman grafiğinin altındaki alanı bulursak da konum değişimini buluruz. Ama burada ilginç bir durum var. Konum deği-şimleri eşit zaman aralıklarında 1, 3, 5, 7, 9, 11, … oranlarıyla artıyor ve herhangi bir ana kadarki toplam yer değiştirmelerinin oranı, bize her zaman bir sayının karesini vermekte. 1+3 = 22, 1+3+5 = 32, … Doğanın işi.L: Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?N: Temel Öklid geometrisi ve mutlak bir

mekan ve zaman algısıyla, sabitlenmiş bir kütleyle doğanın yapısının bahsettiğim eği-limlerde olduğu varsayımıyla kuyuya bir taş attım. Gözlem sonuçlarımı dayandırdığım bir hesap felsefesi geliştirdim: Kalkülüs. Yanıt verebildiğim doğa olaylarının veremedikle-rimin yanında bir zerrecik olduğunun farkın-dayım. Mekan ve zaman algımda yanlışlıklar olduğu söylenmekte. Derdim zaman ve mekan üzerine sözsel bir şeyler söylemekten öte, gözlemlere dayanan doğa olaylarını matema-tiksel bir dille kendimce uzaktan seyretmek. Hayatın anlamını kavramak değil. Bu nokta-daki görüşümü belirttikten sonra, kesinliğine sonsuz inandığım bir şey söylemek istiyorum. Zaman, mekan ve kütlenin yapısı ne olursa olsun doğayı keşfetme yönünde şu andan iti-baren bir yola girmiştir: Matematiksel analiz. Çok tekrar oldu ama bir daha söyleyelim; kal-külüs. Leibniz ile eş zamanlı ve birbirimizden bağımsız geliştirdiğimiz bu yöntem, şıklığı ve sadeliği anlamında geometri kadar albenisi olmasa da, işleri kolaylaştırması açısından sadece doğa felsefesinde değil pek sevme-sem de toplumsal hayatta da büyük değişim-lere yol açacaktır.L: Biraz daha açıcı olabilir misiniz?N: Dinamik yasalarının etki alanı o kadar geniş ki, bu yasalar kullanılarak üretilebile-cek birçok alet savaşlarda ve ekonomik üre-timde kullanılabilir. Yavaş yavaş bunlar kul-lanılmaya başlandı. Kömürle çalışan, birçok insanın yapabileceği işi tek başına yapabilen makineler üretilmekte. Bu ilerde dünyanın dengelerini alt üst edeceğe benziyor…L: Bu açıklayıcı sohbet için çok teşekkür ederim.N: Artık mekanımı biliyorsun, her zaman bek-lerim. Ayrıca bütün çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Temel Öklid geometrisi ve mutlak

bir mekan ve zaman algısıyla,

sabitlenmiş bir kütleyle doğanın

yapısının bahsettiğim eğilimlerde

olduğu varsayımıyla kuyuya bir

taş attım

ivme hız konum

0 0 0zaman zaman zaman

Lazuri

Serbest düşen bir cismin hareket

grafikleri

Page 34: Otonom Sayı 20

Her Şey Sende Gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsınKanatların çırpındığı kadar hafif…Kalbinin attığı kadar canlısınGözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…

Sevdiklerin kadar iyisinNefret ettiklerin kadar kötü…Ne renk olursa olsun kaşın gözünKarşındakinin gördüğüdür rengin…Yaşadıklarını kâr sayma:Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,Sevdiğin kadardır ömrünGülebildiğin kadar mutlusunÜzülme bil ki ağladığın kadar güleceksinSakın bitti sanma her şeyi,Sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değerVe karşındakine değer verdiğin kadar insansınBir gün yalan söyleyeceksen eğerBırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasretVe sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksınGüneşin seni ısıttığı kadar sıcak.Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsınVe güçlü hissettiğin kadar güçlü.Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin…

İşte budur hayat!İşte budur yaşamak, bunu hatırladığın kadar yaşarsınBunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsünVe karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldirKuşlar ötebildiği kadar sevimliBebek ağladığı kadar bebektirVe her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,Sevdiğin kadar sevilirsin…

Can Yücel

Page 35: Otonom Sayı 20

Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçan-lar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yan-lışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayan-lar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barın-dırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölüm-lerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Pablo NerudaÇeviren: İsmail Aksoy

Çevirenin notu: Şiirin son tümcesini, Rimbaud’nun “A’laurore, armes d’une ardente patience nous entrerons aux splendid villes” (“Şafak kızıllığında, ateşli bir sabırla silâhlanmış olarak gireceğiz o muhteşem kentlere”) dizesin-den esinlenerek yazmıştır Neruda.

Page 36: Otonom Sayı 20

34

Sýnýf mücadelesinde bir dönüm noktasý olarak 1989-93 süreci

‘‘Kitle hareketinin gerisinde kalı-yorsak, hala yeterince geniş, çar-pıcı ve çabuk bir biçimde, tüm utanılacak haksızlıkları açığa vur-mayı örgütleyememiş olduğumuz için kendimizi suçlamalıyız.’’

(Lenin, sendikalar üzerine)

Bu yazı, bu topraklarda dünyayı değiştirme niyet, çaba ve arayışının uzun bir süredir genel anlamda ortadan kalkışının nedenlerin-den bir kısmına değinme ihtiyacıyla kaleme alınmaktadır. Türkiye’de dünyayı değiştirme iddiasının ana yüklenicisi olan sistem karşıtı sol hareket, bütün eğilimleriyle toplumsal-siyasal yaşamdaki ağırlığı bakımından son on yılların en etkisiz ve itibarsız dönemini yaşamaktadır. Hala kendi kapalı dünyaların-dan hareketle yaşanan gerçekliğin dışında olanları bir kenara bırakırsak, bugün solun bütün kesimleri Türkiye’de sistem karşıtı duruşun ‘‘marjinalleşmiş’’ durumda olduğu-nu kabul etmektedir. Sistemin derin bir kriz içerisinde bulunduğu, sınıf çelişkileri ve top-lumsal kutuplaşmanın keskinleştiği, büyük bir çoğunluk için çıkışsızlık duygusunun arttığı bir dönemde bu duruma yol açan tarihsel süreç nasıl şekillenmiştir?Sistem karşıtı hareketin öznelerinin ve bu hareketten etkilenmiş akademik çevrelerin bu meseleye yönelik vermiş oldukları cevap ağırlıklı olarak suçu 1980 darbesine ve/ya 24 Ocak 1980 kararlarına yüklemektedir. Bu yaklaşımı kısaca özetlersek:12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Türkiye işçi sýnýfý tarihinde pek çok yönüyle özel bir yer tutmaktadýr. Darbenin en doğrudan sonucu, 1960’larýn ikinci yarýsýnda başlayan ve 12 Mart darbesine rağmen durdurula-mayan devrimci yükselişi durdurmasý ve işçi sýnýfýnýn siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağýtmasýydý. İşçi sýnýfýnýn faşist darbeye karşý duramayarak ağýr bir yenilgi almasýyla sýnýf mücadelesinde bir kýrýlma yaşandý. Bu kýrýlma Türkiye’deki sýnýfsal güç dengelerin-de bir kaymaya yol açarken, işçi hareketi o günden beri, bir daha eski düzeyine yükse-lemedi. Sýnýfsal güç dengelerindeki kaymayý somutlarsak, örgütsel mevzilerini yitiren işçi

sýnýfý (onlarla birlikte sol güçler) faşist dik-tatörlüğün şiddetli baskýsý sonucunda bir taraftan pasifize oldu ve öte taraftan da uygulanan neo-liberal politikalarla ekonomik-sosyal kazanýmlarýný da yitirmeye başladý. Neo-liberal politikalarýn getirisi olarak üretim parçalandý, kayýt dýşý çalýşma ve işsizlik arttý, iktidarýn körüklediği dinsel gericilik ve birey-ci ideoloji yaygýnlýk kazandý, depolitizasyon sonucu toplumun geniş kesimleri toplumun kaderine müdahaleden el etek çekti. 1989 bahar eylemlilikleri ve 90’larda vücut bulan öğrenci ve kamu emekçileri hareketi de belli bir tepkiselliğin ötesine geçemeyip sönül-mendiler. Alt tabakalar sadece çýkarlarý bir bütün olarak zedelendiğinde tepkisel eylemli-likler dýşýnda gündem belirleyici bir etkinliğe girmediler, vs...Olgularýn bu şekilde dizilmesi ve krono-lojik bir nedensellik üzerinden 1980’e

Genel sistem karşıtı

yaklaşımda işçi sınıfı

(neredeyse) sermayenin

değil de nesnel tarihsel

yasaların tahakkümü

altındadır: Sermayenin

tarihsel yasası hem

sermayenin hem de emeğin

üzerinde işler

Page 37: Otonom Sayı 20

35

bağlanmasý oldukça kolaycý olmasýnýn yaný sýra hem sorumluluğu dýşsallaştýrýcý hem de kurbanlaştýrýcý bir yaklaşýmý içermektedir. Bunlarla bağlantýlý olarak, metodolojik olarak da nesnellik adýna öznesiz bir tarih anlayýşýný –ki aslýnda sadece sermayenin özne olduğu bir tarih anlayýşýný– içermektedir. Eğer bu açýklamanýn doğru olduğunu kabul edersek 1970’lerin sonunda benzer süreçleri yaşayan G. Kore, Brezilya, Arjantin, G. Afrika gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerde o günden bugüne süreğenlik arz eden mücadeleyi ve böylelikle bizden farklýlaşan tarihi açýklayamayýz.Bu yazýda geliştirilecek yaklaşým ise ser-maye temelli bir açýklamayý değil, bunun tersine işçi sýnýfýnýn öznelliğinden hareketle sýnýf mücadelesi temelli bir açýklamayý önüne koymaktadýr. Burada nesnel olanın yadsınma-sı gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak sorun nesnel olanın nereye oturtulacağı ile

ilgilidir. Kapitalist işleyişte nesnellik, sınıf-ların öznelliği, yani tarihsel özgüllüğü ve bu öznellik bağlamında var olan sınıf mücade-lesi üzerinden tanımlanabilir. Peki, tüm bu açıklamaların içinde sınıf mücadelesi nereye oturur? Genel sistem karşıtı yaklaşımda işçi sınıfı (neredeyse) sermayenin değil de nes-nel tarihsel yasaların tahakkümü altındadır: Sermayenin tarihsel yasası hem sermayenin hem de emeğin üzerinde işler. Sermayenin öznelliği (varoluşu) bağımsız bir nesnellik ve doğallaştırılmış bir yasallık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayış sermaye sınıfını ve işleyişini öncelikli olarak ele almakta, isçi sınıfını sermaye sınıfının istem ve arzularına göre şekillenen bir yapı olarak ikinci plana itmektedir. Oysaki başlangıç noktası isçi sını-fının mücadelesidir (Tronti).Kapitalizmin içkin antagonist çelişkisi birey-sel sermayenin içinde değil, ‘sermayeye’ içkin

değildir. Sermayenin gelişimini sınırlayan kendisi değil proletaryanın mücadelesidir. Dolayısıyla antagonizm sermayenin yasala-rında değil, sermaye ve ‘emek’ arasındaki ilişkidedir. Kapitalizmin kaotik yapısı despo-tik bir biçimde planlanan üretimden değil, sınıf savaşımından kaynaklanmaktadır. Sınıf mücadelesi kapitalizmin gelişimini belirler. Yani, sınıf mücadelesi sermayenin üretimi örgütlemesinde yeni teknikleri kullanmasını ve üretim araçlarındaki yenilenmeyi belir-ler. Proletaryanın sermayeye direnişi normal şartlar altında sermayenin canlı emeğe olan bağımlılıktan sıyrılmaya çalışmasını, canlı emekten (ölü emeğe) kaçışını tetikler. Ancak bu süreç, sermaye canlı emeğe olan bağımlı-lığından tümüyle kurtulamayacağı için, onun-la bir araya gelişte sermayenin yeni formları üretmesiyle sonuçlanır. Böylelikle sınıf tahak-kümünün yeni biçimlerini ortaya çıkarır. Bu, yeni sınıf bileşimlerinin ve dolayısıyla yeni mücadele biçimlerinin ortaya çıkmasının da zeminidir. Ve her tahakküm ilişkisi bir önceki-ne göre, geçmişin deneyimlerini hem serma-ye hem de proletarya nezdinde barındırdığı için, daha yoğun bir biçimde kurulur. Sermaye kurduğu her yeni tahakküm ilişkisi içinde direnç noktalarını mas etmeye yönelir. Ancak tahakküm iliksisinin doğası gereği bunda bir bütün olarak başarılı olamaz -canlı emeğe bağımlılığını ortadan kaldıramaz.1980 sonrasý sürece bu yaklaşýmdan hareket-le kurmaya çalýşalým. Evet. 24 Ocak kararlarý ve 12 Eylül bir karşý saldýrý olarak karşýmýza çýkmaktadýr. 12 Eylül’e gelene kadarki süreç-te işçi sýnýfýnýn yoğun bir mücadele yürüt-tüğünü, hem fabrika düzleminde hem de genel olarak gündelik yaşamdaki toplum-sal ilişkiler bağlamýnda sermaye ilişkisine

G. Kore, Brezilya, G.

Afrika ve Arjantin gibi

ülkeler Türkiye’yle

benzer bir biçimde

piyasa dýşý zor üzerinden

işçi sýnýfýný tahakküm

altýna almak üzere neo-

liberal politikalara geçiş

sağlamýşlardýr

Özellikle 1973

sonrasýnda yükselmeye

başlayan mücadele

ücret ve sosyal haklar

düzleminde işçi sýnýfý

lehine bir ilerlemeyi

içermekteydi

Page 38: Otonom Sayı 20

36

yönelik, sermayenin kendisini üretmesine ve yeniden üretmesine yönelik ciddi bir teh-dit oluşturduğunu belirtmek gerek. Özellikle 1973 sonrasýnda yükselmeye başlayan müca-dele hem ücret ve sosyal haklar düzleminde işçi sýnýfý lehine bir ilerlemeyi hem de grev, sabotaj vs. gibi sermayenin aleyhine iş günü kayýplarýný içermekteydi. Bu durum emek maliyetinin yükselmesiyle sömürü oranýnýn ve kâr oranýnýn düşmesine yol açmýştýr. İmalat sanayinden bir örnek vermek gerekirse; 1970’lerin başýnda ücretlerin katma değer-den aldýklarý pay %20’lerde seyrederken, yürütülen mücadele sonucu 1970’lerin ikinci yarýsýnda %30’larýn üstüne çýkmýş, 1977’de başlayan krize rağmen yükselişini kesmemiş, 1979 yýlýnda %37 gibi sermaye için sürdürü-lemez bir seviyeye çýkmýştýr. Sermayenin işçi sýnýfýnýn bu mücadelesini sistemin normal işleyişi içersinde mas edememesi 1980 dar-besinin ana sebeplerindendir.Kapitalist sınıf kârlarını silah zoruyla artırmak yoluna gitmiştir. Bu Koç tarafından ‘‘12 Eylül devletin yeniden kurulması devri’’ şeklinde tanımlanmıştır. 1980’in 11 Eylül’ünde, yani darbeye bir gün kala, TİSK başkanı Halit Narin üretimi nasıl artıracaklarının formülü-nü açıklamıştı: ‘‘DGM’ler kurulmadan üretim artmaz’’. Aynı Halit Narin 12 Eylül’ün anlamını darbeden sonra şöyle açıklıyordu. ‘‘Şimdiye

kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda’’.Elbette bu süreci iç dinamiklerin yaný sýra dünyadaki genel gidişatýn bir parçasý ola-rak da görmek gerekir. 1960’lar ve 70’ler boyunca dünya çapýnda yükselen işçi sýnýfý mücadelelerine karşý geliştirilen politikalarýn bu topraklara uygunlaştýrýlmýş bir benzerinin yürürlüğe konduğu açýktýr. Bu noktada geç kapitalistleşen ülkelerin benzer bir süreci yaşadýğýnýn altý çizilmelidir. G. Kore, Brezilya, G. Afrika ve Arjantin gibi ülkeler Türkiye’yle benzer bir biçimde piyasa dýşý zor üzerinden işçi sýnýfýný tahakküm altýna almak üzere neo-liberal politikalara geçiş sağlamýşlardýr. Ancak bu ülkelerde sýnýf mücadelesinin de sermaye-nin bu saldýrýsýna yeniden yapýlanarak cevap verdiği gözlenmektedir. Bu ülkelerde gelişen

süreci kabaca özetleyelim:Güney Afrika’da neo-liberal politikalara karşı 1985 yılında kurulan G.A. Sendikalar Konfederasyonu COSATU, ırk ayrımcılığına karşı mücadele ile işçi haklarının geliştiril-mesi mücadelesini birlikte yürüttü. COSATU örgütlenme noktasında işçilerin işyerinden ve işyeri dışındaki yaşamından kaynaklanan sorunları ile işçi ailelerinin ve çevre halkının sorunlarını bir bütün olarak ele alan bir yakla-şım benimsedi. Bu model özellikle 1990’larda oldukça başarılı oldu ve 1998 yılında 2 milyon üyeye ulaştı.Güney Kore’de de bizdeki gibi yükselen sınıf mücadelesine karşı sermaye 1980 darbesiyle karşılık verdi. Benzer bir biçimde 1980’lerin başında önce sol kadroların toparlanması ve öğrenci hareketiyle başlayan toplumsal kıpır-danmayı işçi hareketleri takip etti. G. Kore’de devletle korporatist ilişkiler yürüten FKTU federasyonun sendikal alanda tekeli söz konu-suydu. Ancak, 1987 büyük işçi eyleminin ardın-dan Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu (KCTU) kuruldu. KCTU uzun bir süre yasal olarak faaliyet yürütememesine rağmen kul-landığı mücadele ve örgütlenme biçimleriyle Güney Kore’de yapılan büyük işçi eylemleri-nin önderliğini üstlendi. Kore sermayesinin 1997’de yaşadığı krizde bu eylemliliklerin bir sonucu olarak sermayenin üretim sürçlerinin denetimini ele geçirememesinin önemli bir payı vardır. KCTU neo-liberal yeniden yapı-lanmanın bir getirisi olan güvencesiz işçilerin örgütlenmesine özel bir önem vermektedir. Bu iki örneğe 1984’de örgütlenmeye başlayan ve 2001 krizinin öncesi ve sonrasında oldukça etkin olan Arjantin’deki işsiz işçiler hareketini ve 1980’lerden itibaren etkinliğini artıran ve Brezilya İşçi Partisini iktidara taşıyan işçi

1980-90 arası, karşıdevrim olarak

adlandırabileceğimiz tamamlanmamış bir geçiş

sürecine tekabül etmektedir

Esas önemli nokta yasalar

değil, yasalarý aşýp geçecek ve

meşruiyeti kendi mücadelesinden

alacak bir örgütlülüğün

olmamasýydý

Page 39: Otonom Sayı 20

37

hareketi ile topraksız köylüler hareketini de ekleyebiliriz.Türkiye’de bu sürecin nasýl yaşandýğýna geri dönersek: 12 Eylül diktatörlüğü ilk olarak, mevcut işçi hareketini bastýrmayý hedeflemiş, bu doğrultuda grevleri ve her türlü direnişi yasaklamýş, sermaye için tehlikeli addedi-len DİSK kapatýlmýş, örgütlenme özgürlüğü kaldýrýlmýş ve korporatist bir biçimde iliş-ki kurmak üzere Türk-İş tahkim edilmiştir. 1980’de Türkiye’de 733 sendikaya bağlı 5 milyon 721 bin 74 üye işçi olduğu hesapla-nıyordu. 1983’de sendikaların sayısı 90’a, sendikalı işçi sayısı ise 1 milyon 422 bin 271’e düştü.1980-90 arası, karşıdevrim olarak adlandıra-bileceğimiz tamamlanmamış bir geçiş süreci-ne tekabül etmektedir. Karşı devrim eskinin yeniden üretimi değil, tersine eskiyi devirmek isteyenlerle aynı saiklerden yola çıkan ancak sistemin, kendi çözümlerini koyarak, başka bir formda, devamını hedefleyen bir süreçtir. Sermayenin mevcut olandan çıkış olarak sun-duklarına gelince: Sistem, derin karşıtlıklar-dan dolayı tüm tarafları temsil etme kabiliye-tini kaybedişinin ortaya çıkardığı demokrasi krizini depolitizasyonla ve otoriter yönetimle, insanlara çıkış imkânı sunmayan ve kendi başına hedef haline gelen kontrolsüz şiddetin yaratmış olduğu kısır döngüyü şiddetin tekel-leşmesiyle kırılmasını hedefledi. Ortadan kal-kan genel çıkar temelli kalkınma ve fedakârlık kültürü yerine kişisel refah seviyesinin artı-rılması ideolojisini öne sürdü: Kendini zengin et. Burada gelecek yerine gündelik olanın öne çıkartılması söz konusuydu. Fabrika içi tahak-küme yönelik direnişin yarattığı fabrika krizi-ne karşılık fabrikanın tüm topluma yayılması ve endüstrisizleşmeye yönelik bir projeksi-yonla hareket etti. Bu bağlamda yeni üretim tarzının hayata geçirilmesi (yeni teknolojiler, çalışma süreçlerinin merkezsizleştirilmesi ve esnekliği, temel ekonomik kaynaklar olarak bilgi ve iletişimin öne çıkması) ve kapitalist komutanın toplumsal olarak gerekli emek

zamanın azaltılması konusundaki çabası söz konusudur (yapısal işsizlik, yarı zamanlı istih-dam, uzun dönemli işe yönelik güvencesizlik, zorunlu erken emeklilik ve emek piyasasının devamlı genişlemesi). Mevcut toplumsal iliş-kiyi taşıyamayan Cumhuriyet’in kurucu nite-liklerinin krizi sonucu hükümet etme biçimle-rinin üretim yapılanmasındaki dönüşümlere uygun hale getirilmesi gündemdedir (mevcut ulus devlet yapısının değişimi, üniter, han-tal ve katı bir modelden esnek ve akıcı bir modele geçiş). Tüm bunlar 1980 öncesinde işçi sınıfının mücadelesiyle ortaya çıkan üre-tim süreçlerinin komuta edilmesine yönelik kriz ve üretim maliyetlerindeki yükselişten kaynaklı düşen kâr oranlarının yarattığı sana-yideki kârlılık kriziyle cebelleşen sermayenin kendisini meşrulaştıran ‘‘alternatifleriydi’’.

Belirtmek gerekir ki 1980’li yýllarýn sonu-na dek sermaye askeri baskýnýn yarattýğý ortamdan dolayý kolaycýlýğa kaçmýş ve üretim-de bir yeniden yapýlanmaya gitmemiştir. Bu dönemde ucuz emek gücü endeksli ihracata dayalý büyüme politikasý uygulanmýştýr. İlk elden mevcut kapasite kullaným oranlarýnýn artýrýldýğýný görmekteyiz. 1982 Anayasasýnda yapýlan düzenlemelerle, grev yapmak ve Türk-İş dýşý sendikal örgütlenmeye gitmek adeta imkânsýz hale getirilerek bu süreç güvence altýna alýnmaya çalýşýlmýştýr. 1983’e kadar hiçbir şekilde grev yapýlamamýş ve bu tarihten sonra da her grev girişimi şiddetle bastýrýlmaya çalýşýlmýştýr. Fakat esas önemli nokta yasalar değil, yasalarý aşýp geçecek ve meşruiyeti kendi mücadelesinden alacak bir örgütlülüğün olmamasýydý. 1983 yýlýndan iti-baren toplumsal yapýda kimi kýpýrdanmalarýn söz konusu olduğu gözlenmektedir. Sol kad-rolar yavaş yavaş toparlanmakta, özellikle öğrenci eylemlilikleri gündeme gelmekte ve feminist hareket sokaklarda boy göstermek-tedir. Tüm bunlara ek olarak Kürt hareketinin ortaya çýkýşý da sistemi bir başka cephede de mücadele etmeye çağýrmaktadýr.Darbenin ardından işçi sınıfındaki ilk hare-ketlilik ise 2 Ekim 1984’de Yıldırım ve Desan Tersane işçileri tarafından düzenlenen grev-lerdir. Sonrasında Netaş işçilerinin direni-şi söz konusu olmuştur. Bu direnişler 80 darbesinin karşı saldırısının parçalanmaya başladığının ve yaratılan tüm olumsuzlukların mücadeleyle ortadan kaldırılabileceğinin gös-tergesidir. O günlerde bir sosyalist dergiye (Zemin) verdikleri röportajda Netaş işçileri bu gerçeğin altýný şöyle çiziyorlardý: ‘‘Bu grevin başarýya ulaşmasý mutlaka zorunlu… 1980 sonrasý birtakým sendikalar ‘‘bu yasa-larla grev yapýlmaz’’ diyerek, TİSK ve MESS’in ilkeleri dýşýna çýkmayarak, işverenlere teslim olmaktalar. Biz Netaş’ta bu grevi başlatarak, zor da olsa, kýsýtlý yasalara rağmen, öncelikle grev yapýlabileceğini Türkiye’deki sýnýf kar-deşlerimize göstermek istedik. Yasalardan

Darbenin ardından işçi sınıfındaki ilk

hareketlilik ise 2 Ekim 1984’de Yıldırım

ve Desan Tersane işçileri tarafından

düzenlenen grevlerdir

1986’nýn sonbaharýndan

başlayarak işçi hareketi yeniden

canlanýyor ve her şeyden

önemlisi de faşist rejimin hâkim

kýldýğý yýlgýnlık havası kırılmaya

başlıyordu

Page 40: Otonom Sayı 20

38

şikâyetçiyiz. Bu yasalarýn değiştirilmesini istemek, sadece bu yasalardan sözle şikâyetçi olmaktan geçmiyor.’’Bu perspektifle hareket eden Netaş işçi-lerinin 93 gün süren grevi başarýya ulaştý ve taleplerini büyük ölçüde kabul ettirdiler. Netaş grevi 1980’den sonra, 3150 işçinin katýldýğý ilk büyük grevdi ve gerek işçi kitleleri gerekse sol kadrolarda büyük heyecana yol açmýştý. 1986’nýn sonbaharýndan başlayarak işçi hareketi yeniden canlanýyor ve her şey-den önemlisi de faşist rejimin hâkim kýldýğý yýlgýnlýk havasý kýrýlmaya başlýyordu. Burada eklemek gerekir ki bu eylemliliklerde militan sol kadrolarýn aktif bir biçimde mücadeleye katýlmalarý, hareket her ne kadar kendili-ğindenci vasýflara sahip olsa da, hareketin hep bir üst noktaya çýkmasýnda önemli bir rol oynamýştýr. Bu kadrolarýn mevcudiyeti bir yandan geçmişten ve mevcut direnişler-den deneyim aktarýmýný sağlamakta, diğer yandan mevcut direnişler arasýnda bir bağ teşkil etmekte ve sahip olduklarý bütünselci bakýş itibarýyla direnişin olumlu bir biçimde sonlandýrýlabilmesi için gerekli olan ataklýğý harekete katabilmekteydi.Netaş grevi bir mevzi idi ve bu mevzinin üzerine basan grevler peş peşe geldi. Derby, Dizel Motor, Migros, Devlet Demiryollarý ve Kazlýçeşme deri işçilerinin grevi bunlardan bazýlarýydý. Kazlýçeşme’de başlayan deri işçi-lerinin militan grevi, deri patronlarýna kök

söktürecek bir sürecin başlangýcý olacaktý. 1987 yýlýnda tam 30 bin işçi greve çýktý. Bu sayý, daha bir sene öncesine kadar hâkim olan ‘‘bu yasalarla grev olmaz’’ havasýnýn nasýl da dağýldýğýnýn vücut bulmasýdýr. Fakat canlanma sadece grevlere bakarak anlaşýlamaz; grevle-ri kýsmi düzeyde iş býrakma veya yavaşlatma, yürüyüşler ve vizite eylemleri tamamlýyordu (iş günü kaybý). Bu eylemlilik süreci 1989’a kadar sürecek ve 89’un baharýnda mücadele ülke sathýna yayýlacaktý. İşçi hareketinin sıç-rama noktası 1989 yılındaki bahar eylemleri oldu. Bu, yaklaşık 1,5 milyon işçiyi kapsayan bir eylemlilik süreci olarak 80 sonrasının en önemli işçi hareketiydi.1989’un Mart ayýnda kamu sektöründe çalýşan 600 bin işçinin toplu sözleşme görüş-meleri týkanmýştý. Özal hükümetinin istenen zam artýşýný ve çalýşma hayatýna ilişkin kimi iyileştirmeleri kabul etmemesi üzerine, ülke-nin her köşesinde çeşitli biçimlere bürünen ve yaygýnlaşan eylemler hayata geçirilmeye başlandý. Bu eylemler Türkiye işçi sýnýfý tari-hine ‘‘1989 Bahar Eylemleri’’ olarak geçe-cekti. 30 bin işçinin greve çýkmasý, binlerce işçinin neredeyse her gün çeşitli yürüyüş-ler düzenlemesi ülke gündemine otururken, Netaş greviyle başlayan canlanma süreci işçi hareketine yayýlmýştýr. 89 baharýndaki bu işçi uyanýşý, darbe sonucu örgütlülükle-ri dağýtýlan memurlarý da harekete geçir-mişti. Dernek kurma hakkýndan bile yoksun olan işçi-memurlar, bir araya gelip Sendika Yürütme Komisyonunu (bugünkü KESK)

kurarak yýllarca sürecek bir mücadeleyi başlatmýşlardýr. Sermaye başlayan rüzgârýn giderek bir fýrtýnaya dönüşmek üzere oldu-ğunu kavramakta gecikmemişti. Eğer önüne geçilmez ise, başlayacak olan işçi fýrtýnasý 12 Eylül faşizminin hesabýný soracak bir siyasal mücadeleye dönüşebilirdi. Daha önce sadece %40 oranýnda zam öneren Özal hükümeti, %140 gibi, bugün hayal dahi edilemeyecek bir ücret artýşýyla fýrtýnanýn önüne geçmeye çalýştý.İşçi kitlelerindeki politikleşme daha ileri gide-mese de iki önemli sonuca yol açtý. Birincisi, 27 Mart 1989’da yapýlan belediye seçimlerin-de ANAP’ýn oylarý %35’ten %21’e düşerken, önünde başka bir seçenek bulamayan işçi kitleleri, o dönemde özgürlük, barýş ve refa-ha vurgu yapan SHP’ye yöneldiler. SHP pek çok yerde belediye başkanlýklarýný kazandý. İkincisi, yükselen mücadele etkisini Türk-İş tabanýnda da hissettirdi ve sendikalarýn yönetim kadrolarýnda büyük değişiklikler yaşandý. 12 Eylül rejiminin uzantýsý haline gel-miş 900 sendikacý yönetimlerden tasfiye olur-ken, yerlerine daha sol ve muhalif söyleme sahip sendikacýlar seçilmişti. 12 Eylül faşist rejimiyle uzlaşan, hatta ona bakan veren Türk-İş’teki bu değişim önemli bir gelişmey-di. O güne kadar 1 Mayýs kutlamalarýna katýlmayan Türk-İş, 1 Mayýslarda devrimci-lerin ve öncü işçilerin sokaklara çýkmasý ve sendika tabanýndan gelen baskýlar üzerine

Eğer önüne geçilmez ise,

başlayacak olan işçi fýrtýnasý

12 Eylül faşizminin hesabýný

soracak bir siyasal mücadeleye

dönüşebilirdi

89 baharýndaki bu işçi

uyanýşý, darbe sonucu

örgütlülükleri dağýtýlan

memurlarý da harekete

geçirmişti

Sendika bürokrasisi, işçi

sýnýfýnýn en güçlü silahlarýndan

biri olan genel grevi

anlamsýz bir eylem biçimine

dönüştürürken, işçilerin

öfkesini de yatýştýrarak pasifize

etmeye çalýştı

Page 41: Otonom Sayı 20

39

90’larýn başýndan itibaren 1 Mayýs’ý kutla-ma kararý alacaktý. Ancak bu adýmlar kon-federasyonun tepe bürokrasisine egemen olan devlet sendikacýlýğý anlayýşýnýn değiştiği anlamýna gelmeyecektir.1989 baharý, 1990 sonunda başlayan Zonguldak madenci greviyle bir üst sevi-yeye çýkmýştýr. Şubat 1990’da 68 maden işçisi hayatýný kaybettiği Yeniçeltek maden ocağýndaki grizu patlamasý madencileri ilk hareketlendiren olaydýr. Kapatýlan maden ocaklarýndan sonra bir de onlarca madenci-nin göçüğe kurban verilmesi, biriken öfkenin şiddetli bir şekilde dýşa vurulmasýna neden olacaktý. Genel Maden-İş’in, işçilerin ölü-münü, kötü çalýşma koşullarýný ve maden ocaklarýnýn kapatýlmasýný protesto etmek için düzenlediği miting, 35 bin kişinin katýldýğý 1980’den sonra en kitlesel miting haline

gelmiştir. Bu katýlým yaklaşmakta olan büyük grevin de kaldýracý olacaktýr. Ayný günlerde toplusözleşme görüşmeleri týkanmýş ve Genel Maden-İş kurultayý grev kararý almýştýr.30 Kasým 1990 günü yaklaşýk 50 bin işçi-yi kapsayan grev başladý. Ancak sendika bürokrasisinin mücadeleyi týrmandýrma ve Zonguldak sathýndan çýkartarak genelleştir-me gibi bir derdi yoktu. Nitekim daha grev başlar başlamaz sendika yönetimi işçileri evlerine göndermek istemiştir. Fakat işçiler evlerine dönmediler ve ailelerini de yanlarýna alarak hemen her gün yürüyüşler düzenle-diler. Polisin tüm baskýlarýna rağmen yürü-yüşler giderek büyüyordu; öyle ki, grevin dördüncü günü sokaktaki insan sayýsý 70 bine kadar çýkmýştý. Buna karşýn, Körfez’de savaş tamtamlarýnýn çaldýğý ve Turgut Özal’ýn ‘‘bir koyup üç alma’’ formülüyle hislerine tercüman

olduğu sermaye, grevin kesinkes bitirilmesini istiyordu. Türk-İş bürokrasisi de grevin daha fazla devam etmesini istemiyordu. Nitekim, tabandan gelen baskýlara direnemeyen sen-dika bürokrasisi 3 Ocak 1991’de ‘‘genel grev’’ ya da ‘‘genel eylem’’ kararý almakla birlikte, işçiler meydanlara çýkartýlmadý ve grev tatile dönüştü. Böylece sendika bürokrasisi, işçi sýnýfýnýn en güçlü silahlarýndan biri olan genel grevi anlamsýz bir eylem biçimine dönüştürür-ken, işçilerin öfkesini de yatýştýrarak pasifize etmeye çalýştý.Sendika bürokrasisi ayný rolü 4 Ocak’ta başla-yan Ankara yürüyüşünde de sergileyecekti. 4 Ocak’ta 80 bin kişiyle başlayan yürüyüş, yol-lardaki katýlýmla yaklaşýk 100 bine ulaşýyordu. Yürüyüş için en temel gereksinimler, çadýr, battaniye ve yiyecek dahi yokken –çünkü sendika hiçbir hazýrlýk yapmamýştý– ve Ocak

Zonguldak madenci grevi sadece

Türkiye’de değil, uluslararasý

düzeyde de yanký uyandýran ve

işçi sýnýfý tarihine kaydedilmiş

sayýlý büyük mücadelelerden

biridir

Çok geçmeden sosyalist

hareketteki tasfiye dalgasý

ve kafa karýşýklýğý SSCB’nin

çökmesiyle daha da

derinleşecek ve işçi hareketi

1990’daki düzeyinden çok

gerilere savrulacaktı

Page 42: Otonom Sayı 20

40

ayýnýn dondurucu soğuğuna rağmen işçiler, önlerine çýkan polis ve asker barikatlarýný aşarak Bolu Mengen’e kadar yürüdüler. Burjuvazi ve Özal hükümeti yürüyüşten ötürü oldukça korkmuştu ve eğer bu yürüyüş dur-durulamazsa, madencilerden güç alan diğer işçiler de ayağa kalkabilirdi ve bunun sonu-cunu hiç kimse kestiremezdi! Zira 115 bin işçi daha grev kararý almak üzereydi. Tüm çabalarýna karşýn işçilerin Ankara’ya yürüme isteğini bastýramayan sendika bürokrasisi, yürüyüş esnasýnda gizlice hükümet ile görüş-tü ve türlü oyunlar çevirerek işçilerin moralini bozmaya ve direnişi kýrmaya çalýştý. Sendika bürokrasisi başarýlý olamayýnca işçilerin önü Mengen’de asker-polis barikatlarýyla kesildi ve kitle kuşatýldý. Bu durumdan yararlanan sendika bürokrasisi işçileri oyaladý ve bila-hare onlarý ikna ederek 8 Ocak’ta yürüyüşü bitirdi. Hükümet 25 Ocak’ta ‘‘milli güvenlik’’ nedeniyle tüm grevleri yasakladýğýný açýkladý. Nihayetinde hükümet, bürokratlar eliyle zafer kazanmýştý ve bunu istediği gibi kullanacaktý; daha önce 65 bin lira yevmiye önermesine rağmen, bunu 49 bin liraya indirdi ve işçilerin diğer taleplerini de kabul etmedi.Zonguldak madenci grevi sadece Türkiye’de değil, uluslararasý düzeyde de yanký uyandýran ve işçi sýnýfý tarihine kaydedilmiş sayýlý büyük

mücadelelerden biridir. Bu mücadelenin bir başka ayýrt edici özelliği olarak, tüm grev süresince ve Ankara yürüyüşünde işçilerin aileleri madencilerin yanýndan ayrýlmamýş ve özellikle kadýnlar ön saflarda yer almýşlardýr. Gerçekten de madenci grevi, Netaş greviyle başlayan ve ‘89 baharýyla gelişen işçi hareke-tini daha da ileriye sýçratacak bir potansiyele sahipti. Ancak bir kez daha eksik olan şey, peş peşe gelen mücadeleleri doğru kanallara akýtacak öznel faktörün, yani işçi sýnýfýnýn bağýmsýz bir örgütlülüğünün, daha siyasal ve daha bütünsel bir bakýşýnýn olmamasýydý. Bunlar bütünüyle gerçekleşebilmiş olsaydý grev yerel düzeyden çýkartýlarak ülke sathýna yayýlan bir mücadeleye dönüştürülebilir ve uluslararasý işçi sýnýfýnýn somut desteği alýnabilirdi. Diğer bir nokta, mücadele eko-nomik istemleri aşarak 12 Eylül düzenleme-lerinin bir bütün olarak hesabýný sormaya yönelebilirdi.Ancak işçi sýnýfýnýn devrimci siyasal bir önder-liği olmadýğý gibi, verili sosyalist hareket de tasfiye dalgasýndan dolayý etkisizdi. Bundan dolayýdýr ki, sosyalist hareketin madenci grevine pek de etkisi olamadý. Hatta kimi sosyalistler öncü rolü oynamak bir yana, Şemsi Denizer başkanlýğýnda bir ‘‘işçi parti-si’’ kurma planlarýyla sendika bürokratlarýnýn kuyruğuna takýlmýşlardý. Çok geçmeden sos-yalist hareketteki tasfiye dalgasý ve kafa karýşýklýğý SSCB’nin çökmesiyle daha da derinleşecek ve işçi hareketi 1990’daki düze-yinden çok gerilere savrulacaktý. Bu sürece noktayý koyan ve tam bir yenilgi hali yaratan 1994 krizidir. Bu krizle birlikte sermaye ken-disini yeniden yapýlandýrýrken işçi sýnýfýnýn

1989-93 arasýndaki tüm kazanýmlarý sermaye tarafýndan geri alýnmýştýr.Bu dönem hareketliliğin devamýný sağlaya-cak olan işçi hareketinin bu yükselişine ve savaşma isteğiyle azmine karşý sermayenin başlatmýş olduğu bu saldýrýya yönelik, sýnýfýn militan kadrolarýnýn daha fazla öne çýkarýlarak cevap verilmesi gerekirdi. Ne var ki, sermaye ve devlet bu süreçte çok yönlü bir biçimde bu karşý saldýrýyý yönetmiştir. Bu saldýrý bir yandan sýnýfýn militan kadrolarýnýn hareket-ten uzaklaşmasýný sağlayarak devrimci ve direngen kadrolarýn sýnýfla bağýný koparmayý hedeflemiş, diğer yandan üretim sürecine müdahale ederek sýnýfýn parçalanarak tahak-kümünü artýrmýştýr. 1994 krizi bu saldýrýnýn son vuruş noktasý olarak yapýlandýrýlmýştýr. Bu karşý saldýrý stratejisini bir miktar açar-sak: 1988’den itibaren devletin, sýnýfýn radi-kal unsurlarýný sistem içine çekme politikasý gözettiğini görebiliriz (1988 senesinde K. Evren komünist bir partinin kurulabileceğin-den bahsetmektedir). Solda bunun karşýlýğý 1989’da başlayan Kuruçeşme Tartýşmalarý olarak adlandýrýlan süreçtir. Bu sürecin aka-binde Türkiye Solunun sýrasýyla en önemli damarlarýndan TİP, TSİP, TKP gelenekleri ilk başta Sosyalist Birlik Partisini, akabin-de Kurtuluş hareketiyle birleşerek Birleşik Sosyalist Partiyi kurmuşlar, bu süreç 1996 yýlýnda DY hareketinin ana damarlarýndan biri-nin katýlýmý sonucunda ÖDP’nin kurulmasýyla tamamýna ermiştir. Başka bir oluşum ise

1988’den itibaren devletin,

sýnýfýn radikal unsurlarýný

sistem içine çekme politikasý

gözettiğini görebiliriz

Bu tartýşma ve ayrýşma

süreçleri tam da işçi sýnýfý

mücadelesinin yükselip

sermayenin buna karşý

topyekûn bir saldýrý başlattýğý

döneme tekabül etmiştir

Ortaya çıkan toplumsal

yalnızlık ve güçsüzlük hissiyatı

piyasanın yıkıcılığına karşı

cemaat ilişkileriyle bir tür

kalkan görselliği yaratan

dinselliğe yönelişe yol açtı

Page 43: Otonom Sayı 20

41

1992 yýlýnda önce STP’yi, sonrasýnda kapat-malar ve ayrýşmalar ve birleşmelerle SİP ve bugünkü TKP’yi oluşturmuştur.Bu dönemde devlet bir yandan yasallýğýn önünü açýp radikal solun bir kesimini sistem içine yerleştirmeye çalýşýrken diğer yandan da daha militan unsurlara karşý (Kürt hareke-tiyle birlikte) 1990-93 arasýnda topyekûn bir saldýrý başlatmýştýr. Bu süreç darbe sonrasý sistem karşýtý hareketin en çok kayýp verdi-ği dönem olarak öne çýkmaktadýr. Özellikle hücre evi baskýnlarý, gözaltýnda ölümler ve kayýplar, yoğun işkence ve uzun süreli tutuk-lamalarla ağýrlaştýrýlmýş cezalar bu sürecin sistem tarafýndan ne kadar ciddiye alýndýğýnýn bir göstergesidir. Bir diğer ve yüzeysel ola-rak bakýldýğýnda ilginç gelebilecek nokta 1991’deki, 80 darbesi sonucu içerde bulunan sol hareketin önder kadrolarýnýn da için-de bulunduğu kesimin salýverilmesidir. Bu salýverilme solun büyük bir kesiminde yoğun bir tartýşma ve ayrýşma sürecini başlatmýştýr. Örneğin Türkiye solunun ve sýnýf hareketinin en kitlesel ve önemli dinamiklerinden biri olan DY hareketi 2 seneyi bulan uzun bir tartýşma sürecinin ardýndan 3 ana parçaya ve 3-4 küçük parçaya ayrýlmýştýr. Benzeri bir biçimde Maoist gelenekte de parçalanmalar ve birleş-meler süreci söz konusudur. Bu tartýşma ve ayrýşma süreçleri tam da işçi sýnýfý mücadele-sinin yükselip sermayenin buna karşý topyekûn

bir saldýrý başlattýğý döneme tekabül etmiştir ve bu haliyle bir rastlantý söz konusu olamaz. Bunlara, Sovyetlerin çöküşü ile Çin’in ‘‘piyasa sosyalizmine’’ geçişini de eklersek, ideolojik alanda da hegemonik anlamda bir gerileme durumunun ortaya çýktýğýný ve sistem karşýtý hareketin ana düşünsel geleneğini oluşturan Sosyalist fikriyatýn bir alternatif olarak sorgu-lanmaya başlamasýný kattýğýmýzda, işçi sýnýfý mücadelesinin tam da bir yükseliş esnasýnda kötü bir rüyayla karşý karşýya kaldýğýný söyle-yebiliriz.Salýverilme ve legalleşme denen olgunun sistem tarafýndan nasýl incelikle dokunduğu-nun anlaşýlmasý için aslýnda bu tartýşma ve ayrýşma süreçlerini bir miktar daha açmak iyi olacaktýr. 1980’lerin ikinci yarýsýnda yükselen sýnýf mücadelesinin ana taşýyýcý kadrolarýnýn daha çok 1970’lerin sonunda ve 80’lerin başýnda siyasallaşan genç kadrolar olduğu-

nun altýný çizmekte yarar var. Bu kadrolarýn üretimin yapýsýnda yavaş, toplumsal yapýda hýzlý bir biçimde başlayan dönüşümü mevcut gündelik yaşantýlarýnda doğrudan algýlayýp geçmişin kurgularýnýn algýlarýný kapatmadýğý bir gençlik olduğunun, arzu ve ihtiyaçlarýnýn 80 öncesinden farklý olduğunun altýný çizmek gerek. Bu da onlarý yeni deneyimlere daha açýk kýlmaktaydý. Darbe sonrasýnýn uzun erim-li baský konjonktürü ise onlarý daha direngen ve atak hale getirmekteydi. Ancak geçmi-şin deneyimlerinin yeterince aktarýlamamýş olmasý, bütünlüğün oturtulmasýnda, öngörüle-bilirlik ve olgularýn kavramlaştýrýlmasý yönün-de hâlihazýrda bir boşluk doğurmaktaydý. Üretimin örgütlenmesindeki her dönüşümün (yeni teknolojiler, yatırımların dağılımının farklılaşması ve emek gücündeki niteliksel değişimler) yol açtığı toplumsal ilişkilerindeki değişim bu kadrolar tarafından pratik olarak yaşanmakta ancak teorik olarak el yordamıy-la ilerlenmekteydi. Bu da genel anlamda bir strateji eksikliğine yol açmaktaydı.İşçi sınıfının (ve Kürt hareketinin) 80’lerin sonundaki kalkışması solun her yapısından genç kadroların yüzlerini sınıfa döndürdü. Ne var ki tam o dönemde artan askeri şid-det özellikle bu genç kesimi hedef almıştı. 1990-93 arası özellikle bu genç kadroların devletin şiddetinden nasiplendiğini görmek-teyiz. Bunlara yaşlı kadroların cezaevlerinden

1990’larla birlikte endüstriyel merkezlerde

kol emeği azaldı, parçalanıp şehrin

kenarlarına ve taşraya kaydı

İnsanların bu şekilde nesneleştirilmesi

aslında teori ile pratik arasındaki açının

giderek ne kadar açıldığının da bir göstergesi

olarak ele alınabilir

Page 44: Otonom Sayı 20

42

salıverilmesi eklendiğinde durum iyice kaotik bir hal aldı. Geçmişin teorik ve örgütsel yapılanmaları yeni pratiklerle karşı karşıya bırakıldı. Ortaya çıkan atıllaştırıcı bir dizi tartışma süreci ve boş beklentilerdi. Sistem karşıtı hareket birden kendine dönüş süreci yaşadı. Bu dönüş kendisinin yarattığı ya da yaratabileceği yeni pratikler üzerinden ken-dini açan değil, daha çok mevcut olumsuz-lukların müsebbibi olarak kendi geçmişinin lanetlenmesine dönüştü. Geçmiş değerler ve onunla birlikte sınıfın kültürü de tümden reddedildi. Bu süreç Sovyetlerin çöküşüyle birleştiğinde iyice güvensizleştirici bir ortam yarattı. Ortada olan tümüyle felç haliydi. Bu sürece dâhil olmak istemeyenler ise bir tür kapanma hali yaşadılar. Devletin baskısıyla birleşen bu kapanma hali marjinalleşmeye yol açtı. Solun yaşadığı bu kaotik ortam sol içinde bölünmelere yol açtı. Bunlardan en görünür olanı 3 ana kola ve bir o kadar da küçük yapıya ayrışan Dev Yol geleneğinin yaşadığıdır. TKP ve Maoist gelenekler de ben-zer süreçlerden geçtiler. Devletin şiddetinden sıyrılabilmiş aktif militanlar da bu sürecin içinde boğulup işçi sınıfıyla bağlarını kaybetti. İşçi sınıfı ise bu süreçte bir yandan devletin tavizleri ve ideolojik saldırısıyla bir miktar rahatlayıp pasifleşirken, diğer yandan müca-deleyi yürüttüğü alanlarda yalnızlaşmaktaydı. Zonguldak yürüyüşüyle başlayan işçi sınıfının kısmi yenilgisi ve soldan uzaklaşması solun büyük bir kısmının da işçi sınıfına karşı hayal kırıklığı yaşayıp yüzünü ondan çevirmesine yol açtı. Aşırı solun bu süreçte devletin evcil-leştirme amaçlı açtığı yasallaşma yoluna gir-meyip, bunun yerine yine devletin belirlediği araçlarla devlete karşı açık bir orantısızlık içeren silahlı mücadeleye girmesi, işçi sını-fıyla sol arasındaki güvensizliği besledi. Eski tarz üretim süreçlerinin ortadan kalkmasının

eski işçi tipinde yarattığı güvencesizlik teh-didi ve rekabet ortamı bu yalnızlaştırmayla el ele işçi sınıfının büyük bir çoğunluğuna sirayet eden muhafazakârlaşmayı tetikledi. 1980’ler boyunca tarımda devam eden yıkım ve yeni üretime yönelik 90’ların başında baş-layan ‘‘durdurulamayan’’ yöneliş geçimlik ekonomiyi, dayanışmacı ilişkileri ve eski tip aile yapısını da çözmekte olduğundan, orta-ya çıkan toplumsal yalnızlık ve güçsüzlük hissiyatı piyasanın yıkıcılığına karşı cemaat ilişkileriyle bir tür kalkan görselliği yaratan dinselliğe yönelişe yol açtı. Solla işçi sınıfının arası bu süreçte, bu güne kadar bir daha kapanmaksızın açıldı.1990’larla birlikte endüstriyel merkezlerde kol emeği azaldı, parçalanıp şehrin kenarla-rına ve taşraya kaydı. Merkezde entelektüel emek arttı. Geçmişin reddini amorf (ama aslında bireyci) bir ‘‘özgürlükçülük’’ kavram-laştırmasıyla taçlandıran, eskinin kitlesel sol yapıları için artık ulaşılabilir olan, yeni yeni ortaya çıkan kentli entelektüel işçilerdi. Yeni üretim ilişkilerinin yarattığı hiyerarşinin üst katlarında yer edinen bu kesim konumları gereği gerici bir elitist yaklaşımı benimse-mişti. ‘‘Özgürlükçü’’ tutuma sahip olan sol bu kitlesel entelektüellerin gerici partisi haline

geldi. Yüzergezer bu emek gücünün koşulla-rıyla, zihniyetiyle, arzularıyla ve yaşam biçi-miyle uyumlu politik tarzı ifade etmekte ve emek gücünün geri kalan daha alt kesimlerine karşı bir örgütlenme teşkil etmekteydi. Buna bir tür halkçı liberalizm diyebiliriz: Farklılığın eşitsizlik, toplumsal statü ve baskıyla aynı anlama geldiği bir kültür.İçine kapanan solun ise kol emeği ile birlikte şehrin merkezinden kenarlarına doğru kayıp parçalandığını görmekteyiz. Tekil yerel pra-tiklere sıkışma/sıkıştırılma, diğer hareketler-den ayrıştırılma ve sonunda etkisiz kılınma. Her şeyin geçicileşmeye başladığı bir top-lumsal ilişkiler ağında kendini korumaya çalı-şan solun pratik doğrulamaya ulaşamadıkça geçmiş üretim yapılanmasının araçlarıyla donanmış ideolojik doğruyu öne çıkardığını görmekteyiz. Bu da pratik alanın hazır olma-dığı mitiyle at başı gitmektedir. Bu ideolojik yapının kitlesel bir harekete dönüşememesi ise ister istemez kadro örgütleme faaliyetini öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla alana araçsal-cı bir anlayışla yaklaşılmaktadır. İnsanların bu şekilde nesneleştirilmesi aslında teori ile pratik arasındaki açının giderek ne kadar açıl-dığının da bir göstergesi olarak ele alınabilir. Sonuç, zaten var olan güvensizlik ortamının katlanarak artması olmuştur. Bu yapıların mevcut üretim süreçlerine doğrudan müda-hale etmek ya da bulundukları mekânları kapitalist ilişki ağından kurtaran asimetrik toplumsal ilişkiler yaratmak yerine sistemin anti-simetriği olan bir biçimde bulundukla-rı dar alanlarda sistemle politik (toplumsal

Bu orantısız mücadelede gündelik

pratiklere müdahale edilemediğinde de

karşımıza çıkan sistemin eninde sonunda

yeniden üretimidir

Devletin şiddetinden

sıyrılabilmiş aktif

militanlar da bu

sürecin içinde

boğulup işçi sınıfıyla

bağlarını kaybetti

Page 45: Otonom Sayı 20

43

değil) iktidar mücadelesine girdiklerini belirt-mek gerek. Bu orantısız mücadelede gündelik pratiklere müdahale edilemediğinde de karşı-mıza çıkan sistemin eninde sonunda yeniden üretimidir.Aslında her iki yaklaşımın da sistemin işleyişi tarafından belirlenir bir duruma geldiğini söylemek gerek. Araçsalcı pratiklerin temel örgütlenme modeli haline geldiği, bütünsel-cilikten hızla uzaklaşıldığı bir süreç. Araçsalcı mantığın değişen koşullara ‘‘uyum sağla-ma’’ pratiği: Kapitalist pazarlama teknik-leri, piyasaya sunulan bir mal ya da tek tip mal, ama hep sunum ilişkisi, tercih edilme üzerine kurulu ve görselliğin öne çıkarıl-dığı. Paketleme servisleri, farklı toplumsal dinamiklerin doğallaştırılması, dolayısıyla değiştirilebilirlik bağlamında kendini yapay bir biçimde kendi dışındakiyle eşitleme, hazır giyim sektörü misali yaşam tarzlarının ve kültürel tarzların katlanarak çoğalmasına duyulan heves. Kapitalist zafer çoğulculuğa izin verdi: ‘‘arkada yer var’’.Tüm bunların sonucu olarak, toplumsal baş-kaldırıyı bastırmayı ve içermeyi hedefleyen geçiş politikaları sermaye tarafından başa-rıyla uygulandı. Bu becerilir becerilmez (özel-likle 1994 krizi sonrası) yeni üretim çevrimleri hayata geçirildi ve üretim bandının kitle işçi-leri, politika ve sözleşmeye dair pazarlıklarda ağırlıklarını yitirdiler. Geleneksel sol müm-kün olduğunca çabuk bertaraf edilmek üzere güçsüz bırakılmış bir kabuk haline geldi. Bu haliyle geleneksel sol sınıf hareketinin yok edilmesine dolayısıyla yapısal dönüşüme kat-kıda bulunduktan sonra politika sahnesinden dışlandı, politik inisiyatif tamamıyla serma-yenin eline geçti. Bunu 1990’ların neredeyse tümüyle sermaye içi çatışma ortamından çıkarsayabiliriz. Sistem karşıtı hareket bu süreçte ancak sermayenin taraflarının istem-leri doğrultusunda ve izin verdiği ölçüde hareket imkânı bulabilmiştir (Susurluk, 28 Şubat, vb. süreçler).Hâkim anlayıştan ayrılmacı yaklaşımlar içeren üniversite öğrencileri hareketi: Koordinasyon –ODTÜ oluşum: karşı saldırı– ancak kendi merkezi üzerine düşünerek, kendisini çözüm-leyerek felce uğradı, kendi kendini yedi. Küçük grupçuklar –yerliler için ayrılan arazi parçası gibi hayal edilen bir tür ayrı ve yalı-tılmış bir topluluk kurma yönünde neredeyse her zaman deneyimi belirleyen bir eğilimle sekteye uğradı.Aşağıdan örgütlenen illegal sendikacılık: KESK. Sendika, grev ve toplu sözleşme hakkı, ücretler ve çalışma koşulları üzerine başarılı bir mücadeleyle başlayan kamu emekçileri sonrasında geleneksel sendikacılığa döndü.

Bunda eski tarz üretime dayalı dönemin kalın-tısı olan işletmelerde hâlihazırda o dönemin politikalarıyla örgütlenen geleneksel solun etkisi büyüktür. Devletin 1990’larla birlikte özelleştirme, taşeronlaştırma ve sözleşmeli gibi yeni üretim sürecine uygun kadrolar oluşturması sonucunda eski tarz güvenceli işçi-memur tipini değiştirmiş ve kamu emek-çileri arasındaki birlikteliği dağıtmıştır. Buna uygun bir yeniden yapılanmaya gidemeyen KESK’in hızla erimesine yol açmıştır. Bu eği-lim KESK içersinde ‘‘pazarın’’ daralmasından kaynaklı şiddetli bir rekabete giren sol yapı-lanmaların iktidar kavgasından yoğun bir biçimde beslenmiştir.1990’ların ikinci yarısından itibaren kuru-cu cumhuriyetin çözülüşü sınıf dinamiklerini görünmez kılacak kadar belirleyici hale geldi, getirildi. Emeğin temsiliyeti ortadan kalktı. Genel çıkar yok oldu, temsiliyet mekanizma-ları işlevsizleşti, devletten ayrıldı. Ancak sol temsiliyet ilişkilerinden kendini koparamadı ve yeni pratikler yaratamadı, yaratmak iste-medi. Temsiliyet mekanizması farklılıkları ve yetenekleri emer. Karşı devrim temsiliyet kri-zini demokrasiden otoriterliğe geçerek aşma politikası uygulamaktadır: Tepeden demok-rasi (istikrarlı hükümet), silahlı mücadeleye,

krizlere vs. karşı olağanüstü hal (özel yasalar ve bunları uygulayacak özel kurumlar), par-lamenter sistemin pek çok kurumunun idari alana devri, bürokratik kararnameler süreci, başkanlık uygulamasına fiili geçiş isteği ve eğilimi. Yolsuzluk ve usulsüzlük davaları ile geleneksel partilerin çökertilmesi (DYP, DP, yenilenemeyen ANAP, REFAH). Bu süreçte yeni sağ oluştu. Bu sağ, gelenek ve görenek-leri öne çıkarmakla birlikte sermaye birikimi-nin isterleri anlamda muhafazakâr olmaktan uzaktır. Daha çok kendini yeniliğe adamıştır ve küçük ve orta ölçekli yeni tip işletmele-re göreli bir özerklik sağlaması bağlamında günümüzün mevcut üretici güçlerine aşırı bir biçimde bağlıdır. Yenilikçi pozisyonu içinde insanların en yüksek umutlarını ve değişim istemlerini kavrayıp kendinin kılmaktadır: Devlet karşıtlığı, entelektüel emeğin gücün-den yararlanma.Sonuç olarak baktığımızda yükselen işçi sınıfı hareketine, 1990-93 dönemindeki karşı saldı-rısına, işçi sınıfı hareketinin cevap veremedi-ğini gözlemlenmektedir. Bu süreci göğüsleyip bir ileri noktaya taşıması gereken sistem karşıtı hareketin kendisini yeniden yapılandı-ramaması sonucu işçi sınıfının bu yenilgisinde aktif bir rol oynadığının altını çizmek gere-kir. Sistemin yeni pratiklerini deneyimleyen kadrolarını kendi içine dönerek ya sınıftan koparan ya da tasfiye eden devrimci gele-nek yaşanan çöküntü halinde ya geçmişine kapanıp cemaatleşmiş ya da sistemin açtı-ğı kulvarda radikalliğini kaybetmiştir. Sınıfın yeni öznelerini sistemden bağımsızlaştıracak alanların yaratılamaması, işçi sınıfının tüm yönleriyle sistemin tahakkümüne girmesine yol açmıştır.

Sendika, grev ve toplu

sözleşme hakkı, ücretler ve

çalışma koşulları üzerine

başarılı bir mücadeleyle

başlayan kamu emekçileri

sonrasında geleneksel

sendikacılığa döndü

İlker KABRAN

Page 46: Otonom Sayı 20

44

EAP: Çalışanı kurtarma programı

Sermaye yıllardır kendi ilişkilerini ve kurum-larını yaratmaya ve bu ilişkileri ve kurumları kendi ihtiyaçlarına göre örgütleyerek, hayat-larımızın bütün hücrelerine kadar sokmaya devam ediyor. Şirketler hayatlarımıza gireli çok uzun süre oldu. Bu yazı son süreç-te sermayenin kendi iktidar ilişkileri çerçe-vesinde insan hayatını, kendi ihtiyaçlarına göre nasıl örgütleyerek şirketleştirdiğinin ve yabancılaştırdığının ufak bir örneği olarak EAP (Employee Assitance Program) üzerine. Özellikle 90’lardan sonra, insanların emeğini ücretli olarak sattığı saatlerin dışında günde-lik hayatlarındaki vakitlerini nasıl değerlendi-receklerine ve ilişkilerini nasıl kuracaklarına dair birçok alan ve piyasa yaratıldı. EAP gibi kurumların, yeni piyasalar yaratılarak ilişki-lerin metalaştırılmasından öte, sermaye için insanların motivasyonlarının ve üretkenlikle-rinin artırılması gibi çok ciddi anlamları da var.

EAP (Employee Assistance Program)1

EAP’yi Türkçeye ‘Çalışanı asiste etme prog-ramı… Çalışana yardım etme programı ya da çalışanı destekleme programı’ gibi çevirebili-riz. Bu programın kendi sitesi ‘Her şey çalışan için, her zaman böyleydi ve hep böyle olacak’2 cümlesi ile karşılıyor bizi. EAP ilk bakışta sanki çalışanların sadece sağlık sorunları ile ilgili destek veren bir program gibi gözüküyor ve zaten ilk ortaya çıkışında (1940–ABD) kendine bunu görev edinen söylemleri var. EAP gibi programlar ilk olarak Amerika’da alkol tedavi desteği olarak ortaya çıkmış-tır (Kapitalizm zaten sizin sağlığınızı ancak onun için çalıştığınız zaman önemser). Alkol kullanımının ve bağımlılığının emeğin verim-liliğini düşürdüğünü fark eden kapitalistler, bu sorunu çözmek adına devlet aracılığı ile bunun gibi pek çok program oluşturmuşlardır.

Daha sonra bu programlar sadece bedensel sağlığın ve fiziksel performansın ihtiyaçlarını aşarak, özellikle 80 sonrasında kişilerin ruh-sal durumu, mutluluğu ve bunalımları ile daha fazla ilgilenir duruma gelmiştir. Kapitalist yaşamın ve emek piyasasının kendi ihtiyaçları doğrultusunda gittikçe, çalışanların sadece bedensel sağlık sorunlarına çözüm arayan söylemleri aşarak, bireylerin iş dışındaki bütün hayatlarını kontrol edip verimliliklerini artırmak ve tam performans elde etmek için iş saatleri dışındaki hayatları ile ilgili bütün sorunları ele alan ve sözde çözüm üreten programlar haline gelmiştir. Aslında EAP’yi kendi içindeki başlıklar altında incelersek daha açıklayıcı olur. EAP’nin hizmet verdiği alanlardan ilki ‘Total Life Asisstance’ (Tam Hayat Yardımı). Bu başlık altındaki açıklama-lar başlığın kendisi kadar ilginç. Bu programın nedenleri arasında, son beş yıldır çalışanların akıl sağlığı problemlerinin gittikçe artması, özellikle 1990 ve 2000 yılları arası depresyon gibi psikolojik hastalıkların %450 oranında ciddi artış göstermesi, çalışanların gittikçe daha fazla stres altına girmesi gibi sebepler gösteriliyor (açıkça görülüyor ki kapitalizm insanları yavaş yavaş delirme noktasına geti-rip çıldırtıyor). Birçok çalışan son yıllarda daha fazla davranışsal arıza gösterdiği ve

kısa süreli çözüm olarak ilaç kullandığı için bu programın amacı, aslında sadece ilaç tedavisi yeterli olmadığından dolayı, insanla-rın davranışlarının ve kafalarının değişmesi için uzun süreli olarak bu program altında eğitime alınmaları. Kısaca bu program, sis-temle nasıl daha uyumlu insanlar yaratırız sorusu üzerine kafa patlatmaktadır. Daha doğrusu uyumun ötesinde çalışanların, kapi-talizmle ve kendi gündelik hayatları ile mutlu olabilecekleri ve bu hayatı üretebilecekleri arzuların, üretkenlik gösterebilecek kişilikle-rin ve kafaların nasıl yaratılacağı üzerine. Biz tekrar EAP’nin insanların hayatlarına saçtığı ışıklara(!) dönelim. EAP’nin asıl üzerinde dur-duğu alan ikili ilişkiler ve aile alanı. Zaten ilan verdiği ve reklamını yaptığı her yerde gayet mutlu ve etrafa gülücükler saçan, üç ya da dört kişiden oluşan bir çekirdek ailenin yer aldığı fotoğraflar bulunuyor. Bu fotoğrafların yaptığı gönderme çok açık; kapitalizme daha fazla değer yaratmanın ve kişilerin perfor-manslarını artırmanın tek yolu mutlu bir aile-den geçer. Bu aile prototipi aslında bireyci bir hayatın ve ilişkilerin örgütlendiği bir alandır (Aile fotoğraflarının genelde anne, baba ve çocuk üçlüsünden oluştuğunun altını çizelim. Bu da kapitalizmin bir arada yaşamı tanım-ladığı ve dayattığı tek alan aslında). İş haya-

Bu program uyumun ötesinde çalışanların, kapitalizmle

ve kendi gündelik hayatları ile mutlu olabilecekleri

ve bu hayatı üretebilecekleri arzuların, üretkenlik

gösterebilecek kişiliklerin ve kafaların nasıl

yaratılacağı üzerine kafa patlatmaktadır

Page 47: Otonom Sayı 20

45

tında başarılı olursan mutlu bir aile kurarsın – mutlu bir aile kurarsan iş hayatında başarılı olursun gibi bir kısır döngü aynı zamanda. Buradan yola çıkarak EAP var gücüyle, elin-dekini arkasına koymadan, sevgilinizle olan problemlere de odaklanıyor.EAP’nin adından anlaşılacağı üzere asıl ilgi-lendiği kişiler ücretli çalışanlar. Eğer ‘çalı-şan’ pozisyonunda değilseniz EAP’nin ilgi alanına girmiyorsunuz. Bu arada şunu da belirtelim, bizzat ücretli çalışanların kendi-leri EAP programına katılıp katılmayacağına karar veremiyorlar. Şirket patronunun ken-disi, bu programa ihtiyaç duyulup duyulmadı-ğına karar veriyor. Yani aslında bireyler değil şirketler EAP hizmeti veren bir kurum ile anlaşarak çalışanları yönlendiriyor. Özellikle Amerika’da ve Avrupa’da son yıllarda epey revaçta olan bir kurum bu. Aslında Türkiye’de de farklı zeminlerde bu tür kurumsallıklar ve ilişkiler son 10 yılda epey tavan yapmış durumda. Şirketlerin, çalışanlarına yönelik motivasyon toplantı ve gezileri gibi sosyal alan ve kaynaşma alanı yaratan etkinlikleri epey yaygın. Bu zaten çok yabancı olduğumuz bir durum değil fakat EAP’nin bu gibi organi-zasyonlardan farkı, şirketlerin bizzat kişilerin akıl sağlığının yanı sıra kişisel ve toplumsal ilişkileriyle ilgili yorum yaparak yönlendirme gücünün olması. Şirketler, iş saati içinde-ki performansınız kadar iş saati dışındaki performansınızla da ilgilenir durumda. Ne düşündüğünüz, kafanızın içinden neler geç-tiği, hayatta ne gibi hedefleriniz olduğu, ne

istediğiniz ve nerelere gittiğinize kadar sizin-le ilgilenme niyetinde. Eğer hayatta herhangi bir hedefiniz ve amacınız yoksa, EAP adına sizinle diyaloga giren kişiler, sizin adınıza hedefler belirleyebiliyor. EAP’nin son yıllarda verdiği popüler hizmetlerden biri de, insanla-rın tatillerini nasıl planlayıp örgütleyecekleri. Kendi çapında yaptığı bir araştırma sonunda ‘ofis sendromu’na yakalanmış kişilerin (ki bu kişiler bütün hayatlarını ofis içinde geçirdiği için ofis dışındaki hayata tamamen yabancı-laşarak ne yapacağını şaşırıp tatile çıkmak istemeyen ya da tatilde sıkılanlardır) tatile çıkma konusunda motivasyonlarının olmadığı sonucuna vararak bu konuda kolları sıvamış.EAP’nin kendi sitesinde ‘‘Neden benim şir-ketimin EAP’ye ihtiyacı var’’ diye bir başlık açılmış. Bu başlığın altında son yıllarda kaç milyon insanın Amerika’da psikolojik destek aldığı (54 milyon) ve kaç milyon insanında depresyon ve anerexia (yeme bozukluğu) gibi hastalıklara yakalandığı (19 milyon) rakamlar-la açıklanmaya çalışılıyor. Bu hastalık ve anor-malliklerin, iş performansını düşürdüğünden ve şirketlerin verimliliğini etkilediğinden bah-sediliyor. Özellikle depresyonun birçok kayıp iş günü yarattığının ve ekonomiyi 40 milyon dolardan fazla zarara uğrattığının tahmin edildiği belirtiliyor. Çalışanların üçte birinin çocuk bakımını üstlendiği, bu yüzden iş günü kaybı olduğu ve çalışma zamanın %33’nün kayba uğradığı, yine bu çocuk sahibi olan ve çocuk bakımını üstlenen çalışanların vaktinin %25’ini çocukları için endişelenerek geçirdiği

için verimliliğin düştüğü belirtiliyor. Çocuk bakımına yönelik programların, insanların çocuk bakımından dolayı duyduğu endişeyi ve kederi %40 oranında azaltabileceği ve her gün Amerika’da 30 milyon kişinin kedere düş-tüğü ve patronların bu durumu görmemezlik-ten gelmesinin maliyetinin yüksek olduğu da belirtiliyor.(!) İnsanların ruhsal bunalımlarının devamsızlık oranını artırdığı ve bunun da her yıl ekonomiyi kişi başına 688 dolar zarara uğrattığı da altı çizilen bilgiler arasında… Aslında, kişilerin sürekli olarak kafalarına iş dışında taktıkları şeylerin toplam yaratılan değere nasıl bir darbe yaptığına, dolarlarla ve rakamlarla vurgu yapılıyor. EAP aynı zamanda kısa süreli ve uzun dönemli problemler ayrı-mını yaparak ‘tedavi’ kelimesini kullanıyor. Kısa süreli problemlerin standart tedaviye ihtiyaç duyulmadan halledilebildiği fakat uzun süreli problemlerin -yani gerçekten de kafayı sıyırmışsanız- uzun vadeli olarak hem ilaç hem de terapi yöntemi ile ‘kalıcı’ olarak hal-ledildiğinden bahsediliyor (bir anlamda size güzel bir format atılıyor). Kalıcı olarak sağlıklı davranmanızdan bahsedilen ve kastedilen de bu zaten. Buradan hareketle ‘sağlıklı olmak’ demek aslında emeğinizin ne kadar verimli olduğu ve ne kadar artı-değer yarattığınız anlamına gelir. EAP hizmeti veren kurumlar her ne kadar ticari değil de yardımlarla ayakta kalan kurumlar olduklarını belirtseler de, tek amaçları emeğin yarattığı toplam artı-değerin nasıl daha fazla artırılacağıdır.EAP gibi programlar ücretli emeğin mutsuzlu-ğunu mutluluğa çevirerek, emeği denetleme ve kontrol etme ilişkisinin farklı bir biçimidir. Kapitalizm, kapitalist hayat hem bireycilik kültürünü sonuna kadar dayatıp hem de bu kültürden arta kalan hayatları tamir etme derdinde. Kapitalizmin sözde yarattığı mutlu-luk ve özgürlük sabun köpüğü gibi dağılıyor. Kapitalizm gittikçe daha fazla yoksulluk, mut-suzluk, boşluk ve intihar üretiyor.

1 www.iaep.com2 ‘It’s all about employees; always has been, always will be.’

Bu programlar

sadece bedensel

sağlığın ve fiziksel

performansın

ihtiyaçlarını

aşarak, özellikle 80

sonrasında kişilerin

ruhsal durumu,

mutluluğu ve

bunalımları ile daha

fazla ilgilenir duruma

gelmiştir Neso

Page 48: Otonom Sayı 20

46

Meta toplumsal bir üretim ilişkisidir

Bir mağazanın vitrininde duran bir ayakka-bıyı meta yapan nedir? Bu sorunun cevabı sermayenin ayakkabı üretmeye duyduğu ihti-yaçta gizlidir. Sermaye bir ürünü artı değer yaratmak için üretir. Ürün içindeki donmuş artı emek zamanın artı değer biçiminde mülk-leştirilmesi, ürünün meta biçimi altında para-ya çevrilmesini gerektirir. Öyleyse ayakkabı vitrinde durduğu haliyle artı değer üretemez. Ayakkabının fabrikada mı, atölyede mi yoksa zanaatçının elinde mi üretildiği de meta olup olmadığını anlayabilmemiz için yeterli değildir. Meta üreten toplumsal ilişki, yani kapitalizm var olmadan önce de alım satım ilişkisinin var olduğunu düşünürsek ayakkabının tek başına alım satım ilişkisine girmesi de yeterli olmaz. Meta bu iki sürecin bütünlüğü içinde konulmak zorundadır. Ayakkabının meta ola-bilmesi için kullanım değerine sahip olduğu bir başkasına donmuş emek zaman birimle-rince belirlenen değişim değeri karşılığında devredilmesi gereklidir.1 Ayakkabının meta-laşma süreci, artı değer üretme ilişkisinin

devindirici gücüdür ve sermaye ayakkabıyı bu ilişkinin üretimi ve yeniden üretimi için üretir. Bir ürün ancak bu ilişkinin içerisinde meta olabilir. Metanın ilişkisel karakteri onun toplumsallığını kaçınılmaz kılar. Meta salt bir ürün değil toplumsal bir üretim ilişkisidir. Ayakkabının hammaddesinin tedarik edilme-sinden, üretim araçlarına, üretimin mekanına ve dolaşım süreçlerine kadar herhangi bir evrede dondurulmuş hali meta değildir. Meta ancak bu süreçlerin ilişkiselliğinin bir bütünü sonucunda ortaya çıkabilir ve doğru anlaşı-labilmesi ancak bu bütünlük çerçevesinde mümkün olabilir. Metayı üreten sermaye tüm

bu evreleri devindiren özne, dolaşım ve üreti-min süreç halindeki birliğidir.Bu genel çerçeveden baktığımızda serma-yenin bugünkü üretim ilişkilerini daha iyi kavrayabilmemizi sağlayacak sonuç, meta üretiminin olduğu her toplumsal ilişkinin artı değer üretiminin kendisi olduğudur. Fabrika dönemsel olarak artı değer üretiminde belir-leyici rol oynamış olsa da artı değer üretimi fabrika mekanına sıkıştırılamaz ve üretim ve dolaşım ilişkilerinin bütünü içerisinde kavra-nabilir. Dolaşım ve üretim süreçlerinin iç içe geçtiği bir toplumsal yapıda meta üretiminin mekanı toplumun bütünü haline gelir.

Biçimsel tahakkümden gerçek tahakkümeSermayenin üretim sürecinin tarihsel gelişi-mini, sermayenin emek üzerindeki tahakkü-münü kuran ölçü olarak zaman ilişkisinin nite-liği çerçevesinde, Marx üç evreye ayırmıştır. Birinci evre üretim zamanının niceliksel artışı yani iş saatlerinin uzatılması yoluyla artı emek zamanın çoğaltılmasının kârlılığın temel motoru olduğu biçimsel tahakküm dönemidir. Biçimsel tahakküm dönemi, adından da anla-şılacağı üzere, kapitalist üretim ilişkilerinin tam anlamıyla toplumsal yapıya henüz yer-leşmediği dönemdir. Bu dönemde sermaye kendisinden önceki üretim biçimlerini (feodal dönem) devralmıştır. İşbölümünün gelişme-si, bilim, teknoloji, mekanik ve makinelerin gelişimi niteliksel bir sıçramaya yol açarak sermayenin emeğin verimliliğini arttırmak yoluyla artı değeri çoğaltma yoluna gitmesine yol açmıştır. Mutlak artı değerden nispi artı

Metanın ilişkisel karakteri onun

toplumsallığını kaçınılmaz kılar. Meta

salt bir ürün değil toplumsal bir üretim

ilişkisidir

Dolaşım ve üretim

süreçlerinin iç içe geçtiği

bir toplumsal yapıda meta

üretiminin mekanı toplumun

bütünü haline gelir

Page 49: Otonom Sayı 20

47

değere geçişle karakterize olan bu dönem gerçek tahakküm dönemidir. İşgünü ve zama-nında değişiklik yapmadan artı emek zamanın artırılması, gerekli emek zamanın kısılmasıy-la mümkündür ve bu, emeğin birim zamanda-ki üretiminin artırılmasıyla olanaklı hale gelir. Bu üretim zemininin vazgeçilmez altyapısı makinelerdir. Makineler içerdikleri donmuş emek zaman üzerinden canlı emeğin verim-liliğini artırırlar. Gerçek tahakküm dönemi ile birlikte makinelerin, emeğin verimliliğini belirleyen bir konuma geçmesi (genel zekanın temel unsuru haline gelmesi) onları, eme-ğin toplumsallaşmasının kaçınılmaz unsuru haline getirmiştir. Üretim sürecinin maki-neleşmesinin sınırı aynı zamanda emeğin toplumsallaşmasının da sınırıdır. Sermaye, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundu-rarak, emeğin toplumsallığını kendi tekelinde örgütler. Bu çerçeve içinde, emek süresi değer üretiminde doğrudan belirleyici fak-tördür. Sermaye emeği zaman üzerinden ölçerek ücretli emek altında sınıflaştırma ilişkisini kurar. Gerçek tahakküm döneminde gerek sermayeler arası rekabetin gerekse sermayenin emeği sınıflaştırma ilişkilerinin örgütlenmesinin ve düzenlenmesinin temeli ölçülebilir emek zamandır. Ölçülebilir emek zaman temelinde fabrikadaki gerekli emek zaman artı emek zaman diyalektiğinin işleyi-şi, makineleşmenin gücüne bağlıdır. Bu temel nedeniyle, artı değer üretiminin toplumsal döngüsünde fabrika ilişkisi, soyut emekle somut emeğin karşı karşıya geldiği meka-nın ilişkiselliği toplumsal ilişkilerinin bütü-

nünü belirleyici hale gelir. İnsanın doğayla ve insanla ilişkisi fabrika yasaları ekseninde belirlenir. Bu, diğer emek biçimlerinin veya fabrika dışı toplumsal alanların olmadığını değil, bu alanların veya fabrikanın dışarısının onun verimliliği ölçüsünde ve bağlamında örgütlendiğini ifade eder. Fabrika dışı bir alan olarak dolaşım alanı, üretim alanının belirle-nimi altındadır. Dolaşım alanı üretim alanın-dan bağımsız değil ona tabidir. Bu nedenle, en basit ifadesiyle artı değer üreten emek olan üretken emek bu dönemde maddi üretim sürecini ifade eden fabrikada ortaya çıkar ve merkezileşir. Bu üretim döngüsü içerisinde, üretim sürecine dolayımlar yoluyla dahil olan diğer emek biçimleri üretken olmayan emek kategorisine girerler.

Gerçek tahakkümden toplumsal fabrikaya geçişBiçimsel tahakkümden gerçek tahakküme geçişte sermaye birikiminin gelişimi sana-yi devrimi ile eş zamanlı olarak makine-lerin üretim sürecine dahil edilmesini ve fabrikaların üretimin merkezi haline gelme-sini doğurmuştu. Makineler ve fabrikaların gelişimi büyük sanayi üretimini geliştirerek artık üretimin fabrikaların ötesine geçişinin koşullarını hazırlarken iletişim devrimi de bu sürece eşlik etmiştir. Bu aynı zamanda sermayenin emeği verimleştirerek tahakküm altına almasında yeni bir aşamaya geçiştir. Bu geçişin analizi, bizzat Marx’ta mevcut-tur. Marx, Grundrisse’de2 içinde bulunduğu dönem itibariyle kesin olarak tanımlanama-yacak olsa da, sermayenin değer üretim biçi-minde, özel sermayenin ve onun özel üretim

sürecinin koşullarıyla ilişkisinden farklı ola-rak, sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisine doğru bir geçişi öngörür. Bu, değer üretiminin toplum-sal ilişkilerin üretimi ve yeniden üretimine dönüştüğünün ifadesidir. Toplumsal fabri-kadan anlaşılması gereken, Marx tarafın-dan da konmuş olduğu üzere, değer üretim biçimindeki bu yapısal dönüşümdür. Marx’ın öngördüğü gerçek tahakkümün ötesi bugün bir gerçekliğe dönüşmüştür. Marx’ı, biçimsel ve gerçek tahakküm sınırlarına hapseden modernist sol değer teorisindeki bu başkala-şımı kavramakta yetersiz kalmaktadır. Değer teorisindeki başkalaşım kavranamadan ser-mayenin bugünkü üretim ilişkileri ve sınıflar mücadelesinin dinamikleri yakalanamamakta ve bugünün politik ve devrimci ihtiyaçlarına cevap üretilememektedir. Nasıl ki emper-yalizm gerçek tahakküm döneminin değer üretim ilişkilerine içkin egemenlik biçiminin teorisiyse, imparatorluk da toplumsal fabri-kanın değer üretim ilişkilerine içkin egemenlik biçimi teorisidir. Bugün emeğin politikliğinin kuruluşu, önüne toplumsal fabrikada değer üretim ilişkilerinin çözümlenmesini almalı-dır. Değer üretim biçimindeki bu farklılaşma Marx’ta ifadesini şöyle bulur:

‘‘…Büyük sanayi geliştikçe, gerçek zenginlik üretimi, giderek emek süre-sinden ve harcanan emek miktarından çok emek zamanı boyunca harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar. Bu aracıların gücünün –onların etkili gücünün- onları üret-mek için harcanan doğrudan emek

Marx’ın

öngördüğü gerçek

tahakkümün

ötesi bugün

bir gerçekliğe

dönüşmüştür

Canlı emekle cansız emek

arasındaki ayrım ortadan

kalkmış, maddi olmayan emek

biçimi altında emek sabit

sermayeleşmiştir

Page 50: Otonom Sayı 20

48

zamanı ile hiçbir ilişkisi yoktur; daha çok bilimin genel düzeyine ve tek-nolojinin gelişmesine, ya da bilimin üretime uygulanmasına bağlıdır… Gerçek zenginlik, daha çok, harcanan emek süresi ile bunun ürünü arasın-daki müthiş oransızlıkta ve saf bir soyutlamaya indirgenmiş olan emek ile bunun denetlediği üretim sürecinin gücü arasındaki niteliksel dengesiz-likte görülür… Emek üretim süreci-nin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar…’’3

‘‘Emeğin sermaye altındaki gerçek boyunduruğunun ya da özgül kapita-list üretim tarzının gelişimiyle birlikte, bireysel işçi gittikçe bütün bir emek sürecinin gerçek kaldıracı olmaktan çıkar… Sayısı giderek artan farklı emek türleri üretken emek kavramına dahil edilir ve bu emeği ifa edenler, doğrudan sermaye tarafından sömü-rülen ve sermayenin üretim ve geniş-leme sürecine tabi kılınan üretken işçiler olarak sınıflandırılır.’’4

Bu noktadan itibaren sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin temeli, harcanan emek zaman süresiyle ölçülebilir hale getirilen emek olmaktan çıkmış; bilimin genel düze-yi, teknolojinin gelişimi ve iletişimin üretim sürecinde artan rolünde cisimleşen maddi olmayan emeğin etkinliğine bağlı hale gel-miştir. Bu, canlı emeğin üretim sürecinden tasfiye edilmesi değil tersine emeğin zihinsel, duygusal, fiziksel ve toplumsal bütün canlı-lık faaliyetiyle sermayenin üretim sürecine içerilmesidir. Sermayenin kârlılığının koşu-lu, emek zaman niceliğinin ötesinde ‘‘emek zamanı boyunca harekete geçirilen faktör-lerin gücü’’, maddi olmayan emeğin üret-

kenliğidir. Ölçülebilir emek zaman temelinde canlı emeğin cansız emek yoluyla üretken kılındığı gerçek tahakküm döneminden farklı olarak, artık söz konusu olan canlı eme-ğin canlı emek yoluyla üretken kılınmasıdır. Bugün üretim araçlarının giderek bilişsel, iletişimsel ve duygulanımsal yapılar olarak ortaya çıkışı ancak bu temelde anlaşılabilir. Canlı emekle cansız emek arasındaki ayrım ortadan kalkmış, maddi olmayan emek biçimi altında emek sabit sermayeleşmiştir. Marx’ın ifadesiyle:

‘‘Emek süresinden yapılan tasarruf serbest sürenin, yani bireyin her yönüyle gelişmesine ayrılacak sürenin artması demektir; bu çok yönlü geliş-me de, en büyük üretici güç olarak, yine emeğin üretici gücünü etkileye-

cektir. Dolaysız üretim sürecinin bakış açısından, bu bir sabit sermaye üreti-mi olarak görülebilir – insan burada bu sabit sermayenin ta kendisidir’’5

Bugün değer üretim sürecinde maddi olma-yan emeğin hegemonyasının kaynağı, serma-yenin emeği tahakküm altına alma biçiminde-ki bu niteliksel farklılaşmadır. Maddi üretim süreçleri ve fabrika ortadan kalkmamıştır. Maddi üretim süreçleri yeniden tanımlanarak görsel, işitsel, bilişsel, duygulanımsal maddi olmayan emek biçimleriyle bütünleşmiştir. Nasıl ki gerçek tahakküm döneminde fab-rikadaki maddi emek süreci diğer toplum-sal emek süreçlerini etkisi altına almışsa, bugün de bütün toplumsal emek süreçleri maddi olmayan emeğin belirlenimi altındadır. Sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü kuran ölçü, emek zaman niceliğinden çıka-rak emeğin niteliksel gücü haline gelmiş-tir. Maddi olmayan emeğin hegemonyasıyla birlikte sermayenin değer üretim sürecinin merkezi fabrika bir mekandan uzama dönüşe-rek toplumsal ilişkilerin bütününe yayılmıştır. Üretim bandı iletişim araçları yoluyla toplu-mun bütününe yayılmıştır. Emeğin üretkenliği fabrika zamanının ve mekanın ötesine geç-miştir. Üretim ve dolaşım alanları arasındaki ayrım silikleşmiş, dolaşım alanı doğrudan üretimin bir öğesi haline gelmiştir. Bu nokta-dan itibaren, sermayenin üretimi ve yeniden üretiminin ve sermayeler arası rekabetin temeli, bütün toplumsal ilişkileri ve değerleri metalaştırma gücüdür. Artık üretilen bir cep

Sermayenin kârlılığının

koşulu, emek zaman

niceliğinin ötesinde ‘‘emek

zamanı boyunca harekete

geçirilen faktörlerin

gücü’’, maddi olmayan

emeğin üretkenliğidir

Maddi olmayan emeğin

hegemonyasıyla birlikte

sermayenin değer üretim

sürecinin merkezi fabrika bir

mekandan uzama dönüşerek

toplumsal ilişkilerin bütününe

yayılmıştır

Page 51: Otonom Sayı 20

49

telefonunun artı değer yaratabilmesi salt birim maliyeti ucuzlamış bir telefon olma özelliği ile kurulamaz. Bir cep telefonu, tüke-ticisine bir marka, imaj, duygulanım olarak ulaşmak durumundadır ki bu ‘kullanım değer-leri’ ancak maddi olmayan emek süreçleri ile yaratılabilir. Dolayısıyla toplumsal fabrika işleyişinde maddi olmayan emek sürekli yeni değişim değerlerinin tanımlanmasına imkan sağlayarak sermayenin üretim ve yeniden üretim döngüsünü iç içe geçirerek yaygınlaş-tırır. Sermayeleşmiş maddi olmayan emek, emeğin toplumsal ve politik ortamına sürekli müdahalede bulunarak toplumsal fabrikanın biyonik bedenini sürekli kurar ve yeniden kurar. Toplumsal fabrika işleyişinde, ser-mayenin üretim süreci doğrudan toplumsal ilişkilerin üretim ve yeniden üretim sürecine dönüşmüştür.

GoogleHarekete geçirdiği maddi olmayan emek güç-lerinin etkinliği dolayısıyla Google, serma-yenin üretim sürecinin yukarıda sözünü etti-ğimiz niteliksel farklılaşmasının çok önemli bir örneğini oluşturur. Google krize rağmen karlılığını ciddi oranda artırmış ve büyüme-ye devam eden bir şirkettir. 20000 dola-yında çalışanı olan ve kapitalist dergilerin yaptığı araştırmalarda uzun süredir en çok çalışılmak istenen şirket olarak Google son yılların yükselen markasıdır. Bu ‘başarılar’ kapitalist üretimin geldiği aşamada Google’ın maddi olmayan emeğin verimli kılınmasına bağlı işleyişi ve bu yönüyle üretim ilişkilerinin güncel doğasıyla örtüşen konumundan ileri gelmektedir. Google bir ilişki üretim fabri-kasıdır. Google bir arama motoru olmakla birlikte doğru tüketiciyi doğru üretici ile buluştur-ma motoru olarak sermayenin hizmetindedir. Bunu yapabilmesi, toplumsal fabrikada yaşa-mın damarlarına sızabildiği oranda mümkün-dür. Google internette insan davranışlarını sürekli izleyen ve kelimenin tam anlamıyla her yerde olan ‘büyük birader’dir. İnternet başında zaman geçirmeye başladığı andan itibaren birey, Google tarafından izlenmeye, bir yandan da yönlendirilerek dönüştürül-meye başlayacaktır. Belli bir süre sonunda Google bireyin ilgi alanlarından cinsiyetine, tüketim alışkanlıklarına, mesleğine kadar pek çok konuda bilgi sahibi olmaya başlamıştır. Bilgi sahibi olmanın da ötesinde karşısına çıkarttığı seçenekler ile onu dönüştürmeye de başlamıştır. Ve daha da ötesi toplumsal fabrikanın bir bireyi olarak internet kullanıcısı da Google’a sürekli müdahale eder. Eğilimler ve tercihler dinamik ve değişkendir, Google’ın

robotları6 da esnektir ve dönüşüm geçirirler. Bu esneklik ve etkileşim sebebiyle bu yazı-lımlar toplumsal fabrikanın biyonik bedeninin biyonik robotlarıdır. Google’ın görevi toplum-sal hayata nüfuz etmektir. Bütün dünyaya yayılmış internet ağları ve bu ağlar üzerin-den harekete geçen aracılar düşünüldüğünde Google ve benzerleri internet üzerinden nüfuz ettiği toplumsal hayatın sermayeleşmesinde merkezi bir konuma oturmuştur. Nitekim iletişimde yaşanan bu muazzam gelişmeye paralel olarak üretim ve dolaşım alanlarının arasındaki ayrımlar silikleşerek art zamanlılık ilişkisi yerini giderek eş zaman-lılık ilişkisine bırakmıştır. Ağır sanayilerde bile ürünler üretilmeden satılmaya başla-mıştır ki bu ancak doğru veriler, bu verilerin doğru analizi ve piyasa eğilimlerinin doğru tespitine dayanır. Dolayısıyla maddi olmayan emek süreçlerinin ürünü olan bilgi, üretim ve dolaşım alanlarını iç içe geçiren güçlü harcı oluşturur. Büyük birader Google bugün, hangi coğrafyada, kimin Ford alacağını, Ford’un hangi özelliklere sahip bir otomobili, kaç adet ve ne zaman üreteceğini belirlemek bağ-lamında değer üretim sürecinde toplumsal yapıyı belirleyen bir konuma yerleşmiştir. Google Ford’a daha önceden ağda etkile-şimler sonucu elde ettiği bilgileri ve bu bil-giler çerçevesinde üretilen otomobili metaya dönüştürecek ilişkiyi satarak kâr elde eder.Peki küresel Google fabrikasının üretkenliğinin temeli olan sabit sermayesi nedir? Google’ın sabit sermayesi maddi olmayan canlı emeğin içerisinde gizlidir. Maddi olmayan emeğin bilgi birikimi ve yeteneği Google’ın sabit ser-mayesini oluşturur. Fordist üretim bandının makine parkuru farklı işlevlere sahip maki-nelerin yan yana gelmesiyle oluşurken maddi

olmayan emek sürecinde farklı yetenek ve birikimlere sahip şirketleşmiş bireylerin elbir-liği üretim bandını oluşturur. Dolayısıyla sabit sermayeyi de oluşturan yine maddi olmayan emeğin kendisidir. Sanayi üretimi, üretim bandı üzerindeki işbö-lümünün örgütleniş yapısı ile ücretli emeği makinelerin mekanik bir uzantısına dönüş-türmüştü. Ücretli emek, vida sıkmak gibi, düğmeye basmak gibi öznelliği ve özgünlüğü olmayan, mekana ve kronometreye endeks-li bir üretim atmosferinde nesneleşerek üretken kılındı. Toplumsal fabrikada üretim giderek biyonik bir makinenin ürettiği iliş-ki düzeyine geçerken üretken emek biyonik makinenin kâr üretme döngüsüne öznelliği ile dahil olan ve dolayısıyla biyonik makinenin kendisini yeniden üreten bir kimliğe bürünür. Dolayısıyla, öznellik üretimi söz konusu oldu-ğunda üretken emek biçimlerinin şirketleşmiş bireyler olması bir zorunluluktur. Sermayeyle olan ilişkisinde ancak bu güvenceyle üretken emek yaratıcı faaliyetinde özgürdür ve özgür olmalıdır. Maddi olmayan emek sürecinde sıkılan her vida, fabrika emeğinin aksine, yaratıcılığı, yeteneği ve özgünlüğü içermek

Google bir ilişki üretim

fabrikasıdır

Toplumsal fabrikada üretken

emek ancak gelişmiş elbirliği

düzeyi sayesinde üretken

kılınabilir. Bu elbirliğinin kendisi

de maddi olmayan emek

tarafından üretilir

Page 52: Otonom Sayı 20

50

durumundadır. Bu emek süreci zaman üze-rinden ölçülemez. Temel olan toplumsal artı değer üretiminde harekete geçirdiği güçlerin niteliğidir. Google gibi, maddi olmayan emeğin doğasına uygun, onu yaratıcılığı, yeteneği ve özgünlüğü ile sermayeleştirmeyi başarabilen, elbirliğini patron elinden daha çok şirketleş-miş bireylerin güvencesi altında doğallığıyla geliştirmenin olanaklarını yaratmaya çalışan şirket örgütlenmeleri, kapitalizmin yeni değer üretim biçiminin öncüleridir.

OlanaklarMaddi olmayan emeğin hegemonyası altın-daki üretim süreci sürekli esnek, etkileşi-me açık ve mümkün mertebe doğallığında gelişen elbirliğine ihtiyaç duyar. Başka bir ifadeyle toplumsal fabrikada üretken emek ancak gelişmiş elbirliği düzeyi sayesinde üretken kılınabilir. Aynı zamanda bu elbirliği-nin kendisi de maddi olmayan emek tarafın-dan üretilir. Kapitalizmin modern döneminde sermaye üretim araçlarının mülkiyeti üzerin-den emeğin toplumsallığını, elbirliğini tekeli altına aldı. Bu bağlamda bugün sermayenin bu gücünü yitirmeye başladığı söylenebilir, ancak söylenemeyecek olan bu dönüşümün komünist ilişkileri kendiliğinden ortaya çıkar-dığıdır. Örneğin Linux, yazılım emekçilerinin sermayeden mümkün mertebe bağımsız bir elbirliği neticesinde ortaya çıkarttıkları bir işletim sistemidir. Microsoft şirketinin, ser-maye cephesinden yarattığı elbirliği sonucu ortaya çıkan Windows’un şirketsiz, patron-suz, ücretsiz, kendi ifadeleriyle ‘özgür’ mua-dilidir. Aynı zamanda açık kodludur, yani yara-tılan programın kodunu görebilir ve istediği-niz gibi müdahale ederek değiştirebilirsiniz. Dolayısıyla ilk bakışta Linux’un en azından kendisi7 sermayeleştirilemez gibi gözükür. Ancak Linux toplumsal üretim ve yeniden üre-timde kendisine şirketlerin ağ sistemlerinde ağırlıklı bir yer bulmuştur. Bugün Linux hangi toplumsal ilişkilere hizmet ediyor sorusunu sorduğumuzda bir grup yazılımcının ve Linux meraklısının bilgisayarlarının ötesinde, çok daha geniş bir etkiye (toplumsallığa) sahip

olarak sermayenin üretim süreçlerine hizmet eden ağ sistemlerinde ve web hizmetlerinde kâr üretim döngüsüne katılmış bir biçimde karşımıza çıkar. Dolayısıyla Linux’un bütün o özgün ve ‘özgür’ yönleri onu ilişki üretimi düzeyinde komünist kılmaya yeterli olmamış-tır. Maddi olmayan emeğin elbirliği, sermaye-nin toplumsal ilişkileri metalaştırma sürecini devindirdiği oranda sermayenin tahakkümü altındadır.Emeğin kendisinin sabit sermayeye dönüş-tüğünü belirtmiştik. Bu elbette emeğin top-lumsal genel zeka ile ilişkisinde de yapısal değişikliklere yol açmıştır. Bilgi her zaman için önemli bir silahtır ve bu yaygın iletişim ağları toplumsal emeğin birikimi olarak bil-ginin sermaye tarafından kontrolünü giderek zorlaştırmaktadır. Ne var ki sermaye gide-rek bilginin ve emeğin elbirliğinin doğrudan kontrolü yerine oto-kontrol mekanizmalarını devreye sokmaktadır. Bilginin hangi toplum-sal ilişkiler içerisinde üretilip çalıştırıldığı temel olduğundan sermaye odak noktasını toplumsal öznelliklerin yaratılmasına kaydır-mıştır. Daha basit bir ifadeyle bilgiyi işletip çalıştıran şirketleşmiş bireylerin çıkar ilişkisi temelindeki toplumsallıkları olduğu sürece sermaye bilginin kendisinin mülkiyetinden kolaylıkla vazgeçebilir. Hatta maddi olmayan emek süreçlerinin verimliliğinin artırılabil-mesi açısından bilginin serbest dolaşımının teşvik edilmesi dahi gündeme gelebilir. Bu bağlamda kimi Otonomist Marksistlerin ifade

ettiği gibi8 komünizmi, genel zekanın ve bil-ginin özgür dolaşımı bağlamında tanımlamak bizi ancak sermayenin komünizmine götürür. Sermaye toplumsal fabrikada toplumsal iliş-kilerin metalaştırılması üzerinden kendisini güvence altına alır. Bireylerin şirketleşmesi, sermayenin toplumsal ilişkileri metalaştırma gücünün ifadesidir. Sermayenin kendini olum-laması, emeği bireyleştirmek, toplumsallığını metalaştırmaktır. Emeğin kendini olumlaması ise komünalliğinin kuruluşudur. Sermayenin bireyciliği ile emeğin komünalliği antagonist-tir. Anti-kapitalizm doğrudan toplumsal bir antagonizmayı ifade eder. Sermayeleşmiş olan insanın insanla kurduğu çıkar ilişkilerine ve metaların metalarla kurduğu toplumsal ilişkiye karşı insanın insanla kurduğu bütün toplumsal ilişkiler ve toplumsal değerler hayata karşı hayatın politik bedenini kurar. Kapitalizme karşı komünalliğin kuruluşu doğ-rudan politiktir.

1 Ayrıca bkz. Diyalektik, sınıftır, Otonom sayı 17.2 K. Marx, Grundrisse,Cilt II, Sol Yay., 2003, s.26.3 K. Marx, Grundrisse,Cilt II, Sol Yay., 2003, s.1744 K. Marx, Kapital’e ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, çev.: Mustafa Topal, Ceylan Yay., 1999, s.107.5 K. Marx, Grundrisse, Birikim Yay. s. 662 6 Buradaki robot kavramı yazılım robotları anla-mında kullanılmıştır. Bu küçük yazılım parçaları daha çok gözleme ve veri aktarma görevleri yaparak görevlerini gerçekleştirir.7 Linux’u paketleyip satan şirketler vardır, ancak bunların daha çok, farklı Linux parçalarını bir araya getirip derli toplu paketleme ve destek hizmetini sattıklarını söylemek daha doğru olacaktır.8 Carlo Vercellone, From Formal Subsumption to General Intellect: Elements for a Marxist Reading of the Thesis of Cognitive Capitalism

Maddi olmayan emek

süreçlerinin ürünü olan

bilgi, üretim ve dolaşım

alanlarını iç içe geçiren

güçlü harcı oluşturur

Kapitalizme karşı

komünalliğin kuruluşu

doğrudan politiktir

Barış

Page 53: Otonom Sayı 20

51

Ortak olanın kurumlarıSon yıllarda, ortak olanlar kategorisi, ulusla-rarası teorik ve politik tartışmalarda giderek daha fazla yer almaya başladı. Bu durum, asıl olarak, öncelikle piyasa güçleri ve neo-liberal küreselleşme karşısında savunmamız gereken ‘‘doğal’’ mallar olarak yorumlana-cak sözde ‘‘ortak mallar’’ın –su veya top-rağın yanı sıra bilginin de– özelleştirilmesi ve metalaştırılması süreci ile ilgilidir. Bu çerçevede, ortak olanlar nosyonu bir yan-dan önemliyken öte yandan sorunsallık taşı-maktadır. Önemlidir, çünkü dünya çapındaki çeşitli direniş biçimlerinin dillerini çözmemize olanak sağlar. Sorunsaldır, çünkü üretim iliş-kilerinden bağımsız ve doğası gereği tama-men muhafazakar olan, doğalcı bir ortak olanlar imgesi önerme riski taşır.Bu makalede, ortak olanlar sorununu ya da daha iyi bir ifadeyle, emek ile serma-ye arasındaki toplumsal ilişkilerde yaşanan dönüşümler içerisindeki ortak olan sorununu ve bugün yaşadığı krizi ortaya koyacağız. Çözümlememizi, özellikle, kimi düşünürlerin –geçici ve keşif türünden bir kavram olarak ele aldığımız– ‘‘bilişsel kapitalizm’’1 olarak tanımladığı çerçeveye oturtuyoruz. Burada, sorunun derinine inmekle ilgilenmiyoruz, ancak kısaca bir açıklık getirmek gerekiyor. Bu terim –bilişsel kapitalizm– ile, sanıldığı gibi kol emeğinin ortadan kalkmasına atıfta bulunmuyoruz. Çünkü bu terim diğer kate-goriler (örneğin, maddi olmayan kapitalizm, bilgi ekonomisi ya da yaratıcı ekonomi vb.) ile bir eşanlamlılık taşımıyor ve biz de böylesi bir eşanlamlılık ileri sürmüyoruz. Bunun yerine, canlı emeğin ve kapitalist hiyerarşileştirme

ve sömürü biçimlerinin topyekun bileşiminin okunması (ve içerisinde hareket edilmesi) için, bütünlüklü bir dönüşüm süreci, bir işaret ve ‘‘genel bir aydınlanma’’ anlamında emeğin bilişselleştirilmesi ile, belirli işçilerin emek piyasasının farklı yerlerinde bireyleştirilmesi anlamında bilişsel emek arasındaki gerilime odaklanıyoruz.Özellikle, ‘‘canlı bilgi’’ ve öznellik üretiminin merkezi konumuna, meselenin en belirsiz anlamıyla dikkatimizi veriyoruz. Bu temelde, iki alternatif teorik ve politik modeli takip ederek, ortak olanlar ve ortak olan katego-rilerinin birbirinden ayrılmasını öneriyoruz. Bu modellerden birincisi Polanyi ile, ikincisi ise Marx ile ilişkilidir. Post-operaista (işçicilik sonrası, ç.n.) tartışmasında çerçevesi çizilen ikinci modelde, ortak olan çifte statü üstlenir;

hem otonom canlı emeğin üretim düzlemidir, hem de kapitalist ‘‘ele geçirme’’ye boyun eğer; toplumsal antagonizmanın yeni mad-diliği ve niteliğini ortaya koyarak, eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir toplumsal ilişki ufkuna işaret eder. Başka bir deyişle, ortak olan canlı emeğin gücü ve otonomisine dayalıdır, ancak aynı zamanda sermaye tarafından da sömürülür. Sonuçta söz konusu olan, ortak olanın savunulması değil, kamusal olan ile özel olan arasındaki bitip tükenmiş diyalek-tiğin ötesindeki üretimi ve yeni kurumlarda örgütlenmesidir.

1. Ortak olan, Çifte Statüye SahiptirBilgi, hem üretim kaynağı hem de üretim aracı olarak merkezileştiğinde, birikim biçim-leri de değişir. Marx’ta da, canlı emek ile ölü emek arasındaki ilişkide bilginin çok önemli bir yeri vardır. Ancak sermayede somutlaş-tığı için, bilgi işçiden tamamen ayrılmıştır. Bilginin otomatik makineler sistemine dahil edilmesi, emeğin sahip olduğu yetenek ya da know-how’un2 (teknik bilgi) eksilmesi anlamı-na gelmiştir. Bugün, canlı emek ile ölü emek arasındaki klasik ilişki, canlı bilgi ile ölü bilgi arasındaki ilişkiye dönüşme eğilimindedir. Başka bir deyişle, canlı bilgi kategorisi, yal-nızca bilim ve bilginin üretim sürecindeki merkezi rolünü ifade etmez, kendisinin dolay-sız olarak toplumsallaşması ve canlı emeğe dahil olmasına da odaklanır.3 Bilişsel emeğin bileşimi, yaygın eğitim için ve ‘‘Fordist’’ fab-rika ve ücretli emek zincirlerinden kurtuluş için verilen mücadeleler ile güçlendirilmiştir. Böylece, bilişsel emek bir yandan üretken işçi olma ‘‘utancı’’na indirgenirken, öte yandan

Ortak olan canlı

emeğin gücü

ve otonomisine

dayalıdır, ancak

aynı zamanda

sermaye

tarafından da

sömürülür

Bugün, canlı emek ile ölü emek

arasındaki klasik ilişki, canlı

bilgi ile ölü bilgi arasındaki

ilişkiye dönüşme eğilimindedir

Page 54: Otonom Sayı 20

52

otomatik makineler sisteminden otonom hale gelme eğilimine girer. Bu nedenle, genel zeka bundan böyle (ya da en azından kesintisiz ve geçici bir süre için) ölü emekte somutlaşmaz; yani bilgiler, tümüyle işçilerden ayrılıp maki-nelere devredilemez. Süreç tersine döner. Değişken sermaye, sabit sermayenin pek çok yanına dahil olur; devamlı olarak makineyi üretir ve yeniden üretir, canlandırır ve yeni-den hayat verir. Aynı anda, daimi toplumsal ve canlı bilgi fazlası da sürekli olarak ölü emek/bilgiden kaçar.Bu çerçevede, canlı emek/bilgiyi soyut emek/bilgiye indirgeme gereği, yani değer yasasının nesnel krizine karşın emeğin yap-tığı işi ölçme zorunluluğu, sermayeyi tümüy-le yapay zaman birimleri dayatmaya zorlar. Marx’ın deyişiyle, bu bir ‘‘question de vie et de mort’’tur (ölüm kalım meselesi); değer yasası ortadan kalkmaz, ancak dolaysız ola-rak çıplak bir sömürü ölçütü haline gelir. Öznellik üretiminin yarattığı değeri, mese-lenin her iki anlamıyla ele geçirmek zorun-dadır: ‘‘Belirli bir öznel tavra ait özneliğin kuruluşu (hem vasıflı hem de uysal bir işçi sınıfı) ve sonrasında öznelliğin üretken gücü, değer üretme yeteneği’’.4 Böylece, ortak olan, elbirliği kavramının güçlü bir kopyası olmaz; aynı anda hem elbirliğinin kaynağı ve taslağı, hem canlı emeğin bileşimi ve otonomisi sürecinin ortamı, hem de öznellik ve toplumsal zenginlik üretiminin düzle-

midir. Daha iyi bir ifadeyle, bugün öznellik üretiminin düzlemi toplumsal zenginlik üre-timi olduğundan, sermaye, elbirliği döngü-sünü başlangıç aşamasında giderek daha az örgütleyebilmektedir. Canlı emek/bilgi tarafından ortak olarak üretilen değeri ele geçiren birikim eylemi, son aşamada gide-rek daha fazla gerçekleşir. Bu açıdan bakıl-dığında, finansallaşma, ölçemediği bir şeye değer biçmek zorunda olan bir sistemdeki gerçek ve somut, ancak ters bir kapitalist ekonomi biçimidir. The Economist dergisinin deyişiyle, bu ‘‘sermayenin komünizmi’’, yani ortak olanın ele geçirilmesidir.

Ortak olan bağlamında, kâr ile rant arasın-daki klasik ayrım oldukça sorunludur; kapita-list örgütlenme olmaksızın elbirliğinin (büyük çapta) temellük edilmesine dayanarak, bu iki terim benzer özellikler üstlenir. Bugün rant, emeğin otonom üretimini ele geçirmek için emeği komuta eder. Bu, sermayenin yalnızca bir parazit olduğu anlamına gelmez; ele geçirmeyi örgütlemesi de gerekmektedir. Kurumsal cool hunter figürü açıklayıcıdır. 1920’lerde, Ford, (ulaşılamaz olan) kapitaliz-min ihtiyaçları yukarı çekme düşünü özetleyen şu ifadeyi kullanmıştı: ‘‘Herhangi bir araba alın, Black Ford T olması şartıyla’’. Bunu reddeden cool hunter, aksine aşağıya doğru hareket ederek, otonom yaşam biçimlerini ve öznel ifadeleri ele geçirmektedir. ‘‘Merkez’’, ortak üretken gücü (potentia) ele geçirmek amacıyla, ‘‘çevre’’ye doğru ilerlemektedir.Benzer biçimde, bu bağlam çözümlemesi,

‘‘Üreten tüketici’’nin elbirliği,

müşterilere yüklenen iş gücü

maliyetlerinin sıfırlanması

anlamına gelir. Böylece özgür

yazılım, özgür emek anlamına

gelir; ‘‘üreten tüketici’’ ise

ücretsiz işçidir

Ortak olanlara yönelik

‘‘Polanyi yanlısı’’ bir bakış

açısı tanımladığımız yerde,

özneler, sermaye ve metanın dış

saldırısına karşı kirlenmemiş

antropolojik ve doğal bir uzamı

koruyan bireyler ve toplumdur

Page 55: Otonom Sayı 20

53

ağ ve internette yer alan literatürü bilen herkes açısından görünüşte çarpıcı olan bir soruyu açıklamaya yardımcı olur: eleştirel kuramcılar ve eylemciler tarafından bilginin üretimine ilişkin vurgulanan özellikler –yani özgür elbirliği, mülkiyet dışı stratejilerin mer-kezi konumu, yatay paylaşım–, neoliberal düşünürler tarafından neden göklere çıkarı-lır? İnternetteki elbirliğine ve özörgütlenme-ye dayalı pratikleri tanımlamakla başlayan Yochai Benkler, ortak olanlara dayalı bir yatay üretimin yükselişine yönelik bir varsayımda bulunur.5 Böylece Benkler, fikri mülkiyete dayalı bir sistem ile açık bir toplumsal ağa dayalı bir sistem arasındaki bir alternatife işaret eder. Başka bir deyişle, ortak olanlar kapitalizme ölümcül bir tehdit olmanın yanı sıra onun tam da kaynağıdır. Fikri mülkiyet, pek çok düşünürün vurguladığı gibi, bilgi üre-timine dayalı bir sistemde yenilikleri engelle-me riski taşıdığından, kapitalizm ‘‘mülkiyetsiz bir kapitalizm’’ olmak zorundadır. Bu durum, Google ile Microsoft arasındaki çatışma ya da Ibm ile Linux arasındaki ittifak ile örneklendi-

rilen Web 2.0 durumudur.Örneğin, pek çok yazılım şirketi ve cep tele-fonu tedarikçisinin çevrimiçi müşteri hizmet-leri, ‘‘tüketici’’nin ya da ‘‘bilgi toplumu’’na ait yaygın bir retoriği kullanmak gerekirse ‘‘üreten tüketici’’nin, ‘‘özgür’’ ve ‘‘açık kay-naklı’’ elbirliğine dayalıdır. Aslında, ‘‘üreten tüketici’’nin elbirliği, müşterilere yüklenen iş gücü maliyetlerinin sıfırlanması anlamına gelir. Böylece özgür yazılım, özgür emek anlamına gelir; ‘‘üreten tüketici’’ ise ücretsiz işçidir. Şirketlerin ücretli işçileri, yalnızca ‘‘üreten tüketiciler’’in yazdıklarını kontrol edenlerdir: Kapitalizm belki mülkiyeti terk edebilir, ancak komutayı (ya da kontrolü) asla! Paradoks buradadır. Sermaye, komutayı yeniden düzenlemek ve elbirliği akışını idare etmek için, canlı emeğin üretken gücünü, fikri mülkiyet ya da güvencesizlik ile sürekli olarak engellemek zorundadır. Bu, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin yeni biçimidir ve bugün yaşanan krizin, yani ‘‘ser-mayenin komünizmi’’nin krizinin temelinde yatan da budur.Emek ile kapitalist birikimin yaşadığı dönü-şümler bağlamında, ortak olan çifte statü üstlenir; hem üretim biçimidir, hem de yeni bir toplumsal ilişkinin kaynağıdır; hem canlı bilginin ürettiği, hem de sermayenin sömür-düğü şeydir. Otonomi ile boyunduruk, kendini değerli kılma ile el koyma arasındaki bu geri-lim, geçiş biçimini alır. Burada, bir aşamadan diğerine doğrusal olarak geçilmez; geçiş, üretim sisteminin bütününe yön verebilecek değişen paradigmalarla ‘‘donatılmış’’ prizma-tik bir savaş alanında mücadele eden farklı güçler, olanaklar ve zamansallıklar tarafın-dan oluşturulan açık bir süreçtir. Bilişsel kapitalizme, onun ilksel birikimine6 geçiş, –Marx’ın yazdığı gibi– işçiler ve mülkiyeti, işin gerçekleşmesi koşulundan durmaksızın, tekrar tekrar ayırmak zorundadır. Bilişsel kapitalizmin ilksel birikimi, canlı emek ile ortak olanı birbirinden ayırır; zamansallığı, onun tarihöncesinin devamlı olarak yeniden önerilmesidir. Ancak kalıcı geçiş de, kırılma olasılığının devamlı olarak yeniden açılması

anlamına gelir. Bu, komünizmin gerçekliğidir, ya da daha iyi bir ifadeyle, ortak üretimin otonom örgütlenmesidir.

2. Ortak olan, Doğal Mal DeğildirÇoğul halinde iddia edildiği gibi, ortak olanlar, genellikle doğada var olan şeyler (su, toprak, çevrenin yanı sıra bilgi de) olarak tanımlanır. Bu yoruma teorik bir göndermede buluna-biliriz: Karl Polanyi’nin ‘‘büyük dönüşüm’’7 çözümlemesi. Herkesin bildiği gibi, büyük Avusturyalı düşünür, kendi kendisini düzen-leyen piyasanın genişlemesi ile toplumun kendisini savunması arasındaki gerilim hattı boyunca kapitalizmin yükselişini, ekonomi üzerindeki kontrolünü yeniden kurmasını ele alarak, yeniden inşa eder. Bu nedenle, ekono-mik liberalizm ile toplumsal korumacılık, fay-dacılık ilkesi ile komüniter bütünlük, metalaş-ma ile doğal unsurların, yani ortak olanların savunulması arasındaki çatışmanın nedeni olarak değişim ileri sürülür. Bu çerçevede, sermaye, kendi kendisini doğal olarak düzen-leyen bir toplumu dışarıdan temellük etmeye

Canlı emeğin devamlı olarak

ürettiği ve yeniden ürettiği

otonom elbirliğinden, ortak

olanından başka savunacak

hiçbir şeyi yoktur

Modernitenin tarihsel

öznesi olan yurttaş,

Marx tarafından emek

gücü kavramı ile

parçalanmıştır

Page 56: Otonom Sayı 20

54

çalışan, insanlık dışı bir ‘‘ütopya’’yı temsil eder. Sonuçta, sermaye bir toplumsal ilişki değil, tarihsel bir rastlantı ve normdan sap-madır. Bu nedenle büyük dönüşüm, toplumsal amaçlardan ekonomik araçlara dönüştür.Polanyici bakış açısına göre, antagonizmanın merkezine üretim sömürüsü ve toplumsal üretim ilişkileri değil, piyasa ve metalaşma oturur. Son yıllarda, toplumsal hareketlerde ve eylemciler ile eleştirel düşünürler ara-sında, örneğin ağlar konusunda, ‘‘Polanyici’’ duruş yükselişe geçmiştir. Burada mücadele, bilgiyi tekellerine alanlar ile bilginin özgür dolaşımı için verilen liberter ya da neoli-beral sözler arasında tanımlanır olmuştur. Bu nedenle, Web 2.0, ‘‘hacker etiği’’ ile ‘‘anarko-kapitalizm’’ ittifakının olumlanması-dır; tekelcilik ve fikri mülkiyete karşı ‘‘sanal topluluk’’un savunulması, aynı zamanda sömürü ilişkilerinin devam etmesidir.O halde sorun, mülkiyet ilişkilerinden üre-tim ilişkilerine geçişte, ortak olan sorununu uygun yere yerleştirmektir. Pek çok düşü-nür, ‘‘kültür’’ün ya da ‘‘antropolojik açıdan ortak olanlar’’ın önemini göklere çıkarırken, ‘‘ekonomizm’’i, Marx ve işçiciler açısından üretim biçimi kavramının merkezi konumu olarak tanımlar.8 Ancak bu, tam da bu kav-ramın, emek kavramında olduğu gibi, onlara göre ‘‘ekonomizm’’ olarak yorumlanmasıdır; sermaye bir toplumsal ilişki olmadığından, toplumun kontrol etmek zorunda olduğu pek çok aktörden biri haline gelir. ‘‘Kültür’’ ya da ‘‘antropoloji’’, yaşam biçimleri ve öznellik ifa-deleri durmaksızın ele geçirilir ve bunlara bir değer atfedilir. Üretim ilişkilerinin dışarısında hiçbir şey kalmamıştır; hem ele geçirmenin hem de sömürünün gerçekleştiği yer bura-sıdır; ancak burası aynı zamanda direniş ve özgürlük alanıdır. Burası, ortak olana ait üre-timin çifte statüye sahip olduğu yerdir.Bu nedenle, ortak olanlara yönelik ‘‘Polanyi yanlısı’’ bir bakış açısı tanımladığımız yerde, özneler, sermaye ve metanın dış saldırısına karşı kirlenmemiş antropolojik ve doğal bir uzamı koruyan bireyler ve toplumdur. Bireyler, Aydınlanma modernitesinin evrensel öznesi ile devamlılık halindeyken, toplum, organik bir

bütündür; her ikisi de, felaket riski karşısında insanlığın korunmasına denk düşen genel zekanın taşıyıcısıdır. Ancak, ‘‘hacker etiği’’ ile ‘‘anarko-kapitalizm’’ arasındaki ittifakın başarısız olması ya da ikincisinin birincisini ele geçirmesi durumunda, aynı düşünürler, ‘‘ekonomi’’ye karşı ‘‘toplum’’un güvencesi ola-rak ya da kendisini savunamayan ‘‘toplum’’un yerine geçmesi için rahatsız edici Devlet hayaletini yardıma çağırırlar. Topluluk, tutucu bir şekilde kimliğini, mitolojik açıdan ortak olanlarını yalnızca sermaye ve metalardan ibaret olmayan küreselleşme saldırısından, ancak öncelikle emek ve göçmen hareketlili-ğinden korur. Her durumda, politika, en kötü-sünden sakınmak zorunda olan olumsuz bir ütopya ve normatif bir proje haline gelir. Söz konusu olan, ortak olanın gücünün örgütlen-mesi değil, kısıtlanması ya da ‘‘küçülmesi’’dir. Bu, bilgi üretiminin zenginlik ve bolluğunun aksine kıtlık ilkesine dayalı hukuki bir kav-rama ayna tutan bir ortak olanlar imgesidir. Sınır, sermayenin kendisidir.Bununla beraber, bilişsel kapitalizmde bilgi doğasından koparılmalıdır. Özü için herhan-

gi bir fazlalık oluşturmaz; ancak bilgi canlı emekte somutlaştığından, yalnızca üretimde bir ortak olan haline gelir. Aslında, tekillikle-rin ortak olarak sahip olduğu şey, soyut bir insanlık fikri değil, bu tekilliklerin kuruluşları-nın çatışmalı belirsizliğindeki somut ve kendi-ne özgü ilişkileridir. ‘‘Biyo-sermaye’’ (örneğin, biyo-teknolojilere yatırılan sermayenin değer-leme süreçlerinin geliştiği toplumsal ilişkiler9) tarafından temellük edilen yaşam dahi, doğal bir unsur ile tanımlanamaz. Patent altına alınan, bedendeki kendinde genom ya da tek tek beden parçaları değil, bunlar üzerine bilgi üretimidir. Biyo-şirketlerde değerleme, bilgi ve veri aracılığıyla, yaşamın kendisinin üretiminde gerçekleşir. Bu nedenle, bilgi gibi genom da, (değerleme sürecinde fikri mül-kiyet sisteminden daha önemli olan) para-nın finansallaşma sürecinde soyutlanması ile birleşen, yaşamın soyutlanmasıdır. Bu iki soyutlamanın birleşmesi, canlı emeğin üre-timi ile ele geçirilen ‘‘kapitalist ortak olan’’ı meydana getirir.Bu nedenle, canlı emeğin devamlı olarak üret-tiği ve yeniden ürettiği otonom elbirliğinden, ortak olanından başka savunacak hiçbir şeyi yoktur. Ayrıca, sözde doğal ortak olanların (topraktan suya kadar), canlı emeğin otono-misi ile kapitalist ele geçirme arasındaki ilişki ile belirlenen gerilim düzleminde durmaksızın üretilip tanımlandıklarından, doğal olan hiç-bir şeyleri yoktur. Beverly Silver tarafından önerilen ikili şema10 ikna edici olmaktan uzaktır. Silver, işçi hareketleri tarihindeki iki tür rahatsızlığı birbirinden ayırır: Bir yanda ‘‘Polanyici türdeki’’, diğer yanda ‘‘Marksist türdeki’’ rahatsızlık. Birincisi, el koyma ve proleterleşme süreçleri karşısında işçilerin sürekli değişen bir devinim içerisinde verdi-ği tepki ile nitelenirken, ikincisi ise, üretim örgütlenmesinin değiştiği birbirini izleyen aşamalardaki sömürü ilişkilerinde karşılığını bulur. Ancak, bilişsel kapitalizmde, bilgiye el konulmasına karşı direniş dolaysız olarak sömürü ilişkilerine karşı verilen mücadeledir;

Kapitalizm belki

mülkiyeti terk edebilir,

ancak komutayı (ya da

kontrolü) asla!

Artık dışarısı diye bir kavram

ve içerme ile dışlama

arasındaki diyalektik ortadan

kalkmıştır; iş gücü sömürüsü ve

hiyerarşileştirilmesi, farklılaşan

içerme süreçleri üzerinden

gitmektedir

Page 57: Otonom Sayı 20

55

çünkü bu, bilişsel üretimin kolektif kontrolü sorununu, yani kapitalist el koymaya karşı ortak olana ait üretim üzerindeki kolektif kontrol sorununu ortaya çıkarır.

3. Ortak, O Halde Evrensel Değil: Yani, Ortak olan, Bir Sınıf KavramıdırOrtak olan ve ortak olanlara yönelik farklı yorumlar, özne sorununu içinde barındırır. Toplum, topluluk, birey, ‘‘üreten tüketici’’. Tüm bu özneler, evrensel olan düşüncesini farklı yollarla yeniden ortaya koyar. Sermaye ve metalaşma karşısında savunulacak olan evrensel bir insanlıktır. Modernitenin tarihsel öznesi olan yurttaş, Marx tarafından emek gücü kavramı ile parçalanmıştır. Marksist ve sosyalist gelenek, yeni bir evrensel olan figü-rünü, genel zekanın taşıyıcısı olan sınıfı yeni-den ortaya koyar. Operaismo (işçicilik, ç.n.) bunu parçalar. İşçi sınıfı, insanlığın kaderi ile ilgilenmez; çünkü kapitalist ilişkiler içeri-sinde ve karşısındaki parçalı bir öznedir. Bir soyutlaması, İki antagonist parça arasındaki antagonizma içerisinde parçalanır. İşçi sınıfı, iktidarı ele geçirmek isteyen güçtür; sermaye ise, gücü sömüren iktidardır. Birincisi efendi, ikincisi köledir. Ancak, Aufhebung (içererek aşma, ç.n.) hiçbir şekilde mümkün değildir. Evrensel özne gibi diyalektik de, işçi müca-deleleri ve parçalı olanın isyanında kesinlikle ölmüştür.Bu nedenle, ortak olan sorununu sınıf antago-nizmasına yerleştiriyoruz. Ancak, sosyolojik ya da nesnel bir sınıf imgesine atıfta bulun-muyoruz. Sınıf, çatışma dışında var olmaz. Mario Tronti’nin deyişiyle: ‘‘Sınıf mücadele-sinin olmadığı yerde sınıf yoktur.’’ Benzer bir şekilde Althusser de, mücadelenin sonradan

gelmediğini, ancak sınıfların bölünmesini sağladığını ileri sürmüştür. Buna dayanarak, biz de işçici gelenekte sömürü ilişkisinin maddi yapısı ile antagonist özneleşme süreci arasındaki çatışmalı ilişkiye işaret eden sınıf bileşimi kategorisini11 kullanıyoruz. İşçiciler, iş gücünün kapitalist eklemlenmesi ve hiye-rarşileştirilmesine dayalı olan teknik bileşim ile sınıfın otonom özne olarak kurulması süreci anlamındaki politik bileşimi birbirin-den ayırmıştır. Bu yorumda, emeğin sermaye tarafından sonradan bölünerek yabancılaş-tırılan ve bu nedenle yeniden düzenlenmesi gereken özgün birliği fikri ya da kendinde sınıf ve kendi için sınıfı yeniden bir araya getirmek için sergilenecek bilinç fikri söz konusu değil-dir. Aslında, teknik ve politik bileşim arasında ne simetri ne de diyalektik altüst oluş vardır; bunun nedeni de, sınıfın, öznel kuruluşunun maddi ve olası tarihsel koşulları öncesinde var olmamasıdır. Bu kuruluş, hem olabilirlik koşuludur hem de mücadele sırasında söz konusu olur.

Ancak, ‘‘Fordist’’ fabrikanın uzam-zamanı ve kendine özgü bir işçi figürü ile belirlenen operaismo, özgün bir bağlamda oluştu. Canlı emeğin bileşimi son dönemlerde dünya çapın-da verilen mücadeleler ile şekillendiğinden, bugün onları radikal bir şekilde yeniden düşün-mek zorundayız. İşçi mücadeleleri, sömürgeci-lik karşıtı ve feminist mücadeleler, sermayeyi küresel hale gelmeye zorladı. Artık dışarısı diye bir kavram ve içerme ile dışlama ara-sındaki diyalektik ortadan kalkmıştır; iş gücü sömürüsü ve hiyerarşileştirilmesi, farklılaşan içerme süreçleri üzerinden gitmektedir. Bu, sınıf bileşiminin kapitalist toplumsal ilişkiler içerisinde ve karşısındaki yeni zaman-uzam düzlemidir. Canlı emeğin bileşimi, evrensel olana indirgenemeyecek farklılıkların olumlan-masına dayandığından, esas olarak heterojen-dir. Ancak, bu heterojenlik canlı emeğin ortak bileşimi olanağının önüne geçer mi? Ortak olan üretim sistemi içerisinde merkezi hale geldiğinde, sınıf kavramını yeniden düşünme-mize yardımcı olan soru tam da budur.

Evrensel özne gibi

diyalektik de, işçi

mücadeleleri ve parçalı

olanın isyanında kesinlikle

ölmüştür

Kriz, bundan böyle döngünün

bir aşaması değil, sermaye

gelişiminin daimi bir

koşuludur

Page 58: Otonom Sayı 20

56

Aslında, tekillikler sözde kökenlerine ve aidi-yet kategorilerine (etnik, cinsiyet, komüni-ter, bölgesel, mesleki, toplumsal grup vb.) sabitlendiğinde, farklılıklar kendilerini ayırıcı bir şekilde eklemleyebilir. Bunun emek piya-sasındaki bölümleme ve farklılaşan içerme mekanizmalarını, örneğin belli bir politik bile-şim ile belirlenen canlı emek krizini yönetmek için kapitalizmin verdiği karşılığı, sürdüren teknik bileşim olduğunu kabaca söyleyebili-riz. Çatışma, bu çerçevede, kimlik politikası, yani hiyerarşinin kendisini tartışma konusu etmeksizin kapitalist hiyerarşide farklılık ola-rak tek bir statü ve konumun kabul görmesi talebi haline gelme riski taşır. Sonuç olarak politik bileşimi, Jacques Rancière’in12 deyi-şiyle, farklılaşan içerme mekanizmalarındaki konumun sözde doğallığına ilişkin bir ‘‘kimliği parçalama’’ süreci olarak yeniden tanımlaya-biliriz. Bu, teknik bileşimin parçalanması ve anlamını ortak olanın üretiminde bulan bir güç hattında yeniden bileşimidir. Bu güç hattı sınıfın kendisidir. Bu bakımdan, sınıf olmaktan değil sınıf haline gelmekten bahsedebiliriz.Bununla beraber, dikkat etmek zorunda oldu-ğumuz şeyler vardır. Teknik ve politik bileşim

arasındaki asimetri, iki kategorinin ayrılacağı anlamına gelmez. Bunlar açık süreçler olduk-larından, çoklu öznellik üretimi biçimleri ve kapitalist değerleme mekanizmaları tarafın-dan devamlı olarak kurulur ve gerilime soku-lurlar. Bu nedenle, teknik bileşim yalnızca kapitalist tahakküm tarafından yapılandırıl-maz; bunun yanı sıra çatışmalı bir dinamiğin geçici resmidir ve durmaksızın yıkılmaya açık-tır. Aynı anda, politik bileşim de kendi başına şirket talepleri ve yeni kimlik kapatmalarının dışında değildir; ortak olana ait mücadeleler ve üretim tarafından belirlenen yeni ve güçlü bir alana işaret eder. Bu nedenle, meselenin can alıcı noktası, iki sürecin açık ve tersine çevrilebilir ilişkisinde –yerleşmiş ve tarihsel olarak belirlenmiş– seçimi yapmaktır. Söz konusu ilişki, bir yandan işçiler ile sermaye arasındaki ‘‘Fordist’’ fabrikaya dayalı ilişkinin uzam-zaman doğrusallığının sonunda karı-şıp karmaşıklaşmışken; öte yandan, bugün kesinlikle canlı emeğin otonomisi ile kapi-talist boyunduruk, ortak olanın üretimi ile kapitalist ele geçirme arasındaki mücadele içerisindedir.Bu nedenle, otonomi ve tekilliğin güçlü geli-şimi, sınıfçılık sonrası toplumun13 bir sonu-cu değil, antagonist bir toplumsal ilişkide söz konusu olan şeydir. Parçalılığın saldırısı, canlı emeğin bileşimini sağlar; ancak bu, onların ortak olanda bir araya getirilmesinin olanaksız olduğu anlamına gelmez. Aslında evrensel olan, farklılıkların soyut bir özneye, her ikisi de Devlete gönderme yapan libe-ral anlamdaki birey ile sosyalist anlamdaki kolektife indirgenmesi demektir. Ortak olan, tekillik ile çeşitlilik arasında yeni bir ilişkinin kurulmasıdır; başka bir deyişle, tekillik, fark-lılığından vazgeçmeden başka tekilliklerle bir araya gelebilir. Bu nedenle, ortak olandaki politik bileşim, kapitalizmin iş gücünü yeniden eklemlemesinin reddidir; kapitalist komuta altında geçici olarak ele geçirilen ve yeniden düzenlenen canlı emeğin otonom gücünün özgürleşmesi ve ortak olan düzleminde yeni-den bileşimidir. Bir formül vermek gerekirse, evrensel olan değil ortak olan, bireysel olan değil tekillik, doğal olan değil çeşitlilik.

4. Ortak olan, Ütopya Değildir: Özel Olan ile Kamusal Olan Arasındaki Diyalektiğin Ötesinde Yeni Bir Antagonizma ve Komünizm Zamansallığı TanımlarFinansallaşmanın, iktisatçılar tarafından atfedilen ve bir döngü sonunda ortaya çıka-rak reel ekonomiyi takip edip onu karşıdan dengeleyen klasik role artık sahip olmadığını söylemiştik. Bugün finansallaşma, döngünün bütününe yayılmaktadır; kapitalist birikim

ortak olanın ele geçirilmesine dayalı hale geldiğinde, finansallaşma reel ekonominin ta kendisi olmuştur. Bilişsel emek ile küresel kapitalizmin zaman-uzam koordinatları deği-şirken, yalnızca döngü şemasından faydalan-mak hâlâ olanaklı mıdır? Ampirik olarak, son on beş yıldır krizlerin birbirini daha da hızla takip etmesini (Güneydoğu Asya piyasalarının çatırdamasından Nasdaq’ın çöküşüne ve son olarak subprime krizine kadar) incelediğimiz-de, yanıt oldukça basittir: Hayır, olanaklı değil-dir. Kriz, bundan böyle döngünün bir aşaması değil, sermaye gelişiminin daimi bir koşulu-dur. Kapital’in üçüncü cildindeki Marx’ın izini sürdüğümüzde, ‘‘sermayenin komünizmi’’ni, kapitalist üretim biçimi içerisinde sermayenin özel mülkiyet anlamında ortadan kaldırılması olarak tanımlayabiliriz. Bu, ortak olanın, rant simgesi altında ve toplumsal elbirliği tarafın-dan yaratılan değerlerin giderek daha fazla kısmını temellük edecek güç amaçlanarak,

Borçların ödenememesi,

küresel ekonomik krizin öznel

kökenlerinden biridir

Şirketleşme, üniversitenin

bizatihi kendisinin, eğitim ve bilgi

piyasasında rekabet edebilmek

için, maliyet ve kâr hesabı, kâr

mantığı, girdi ve çıktıya dayalı

bir şirket haline gelmek zorunda

olduğudur

Page 59: Otonom Sayı 20

57

sermayenin doğrudan müdahalesi olmaksızın ele geçirilmesi ve başkalaştırılmasıdır.Bu açıdan bakıldığında, ‘‘sermayenin komü-nizmi’’ kamusal olan ile özel olan arasındaki diyalektiğin ötesine geçer; bunlar, kapitalist madalyonun her iki yüzüdür. Örnek olarak, üniversitelerde yaşanan ve genellikle şirket-leşme kategorisinde özetlenen dönüşümleri ele alabiliriz. Açıkça belirtmek gerekirse, bu yalnızca özel fonların kamu üniversitelerin-deki egemenliği ya da hukuki statüsü anlamı-na gelmez. Bunun asıl anlamı, üniversitenin bizatihi kendisinin, eğitim ve bilgi piyasasında rekabet edebilmek için, maliyet ve kâr hesabı, kâr mantığı, girdi ve çıktıya dayalı bir şirket haline gelmek zorunda olduğudur. Bu bağlam-da, bilgi şirketleri –üniversitelerden çokulus-lu biyo-teknoloji şirketlerine kadar– borsa ve değerlendirme kuruluşlarında giderek daha önemli bir kâr, değerleme ve ölçü kanalına sahiptir ve küresel eğitim ve bilgi piyasası hiyerarşilerindeki ana aktörlerdir. Bunun yanı sıra, seksenli yıllardan bu yana, Yeni Kamu Yönetimi teorisi, şirket araçları ve mantığının kamu sektöründe ortaya çıkışını haklı göster-mek üzere bir ‘‘düşünce’’ ve ‘‘felsefe’’ hare-keti olarak varlığını sürdürmektedir. Amerika bağlamında, kamu üniversiteleri özel fonları artırırken, özel üniversiteler eyalet ve fede-ral fonlar almaktadır. İtalya’da, şirketleşme yönelimi, paradoksal biçimde devlet üniversi-tesi sistemindeki bir tür ‘‘feodal güce’’ dahil olmaktadır. Ancak, bu iki unsur arasında herhangi bir çelişki yoktur. ‘‘Feodal güç’’, kimi açılardan (kendine has anlamıyla) İtalyan tarzı şirketleşme olmuştur.Şimdi, bugün yaşanan krizin kökeninde yatan ve ‘‘bilgi ekonomisi’’ ile finansallaşmanın

tümüyle iç içe geçmesine açık bir örnek olan borç sorununu ele alalım. Artan ücret, kla-sik dışlama mekanizmalarına dönüşü işaret etmez; çünkü kayıtlar da artış gösterir, ancak borç sistemi üzerinden, yani iş gücü değerini düzenleyecek bir başka seçici süzgeç üzerin-den artar. Bu, genellikle maaşın gerçekten alınmasından önce maaşın düşürülmesidir. Bununla birlikte, eğitim ve bilgi indirgenemez toplumsal ihtiyaçlar olduklarından, refahın finansallaşması, ihtiyaçları bireysel olarak realize etme ve ortak olan olarak üretileni ele geçirme yoludur. Ancak bu, sistemin daima kırılgan oluşunun da ilk örneğidir. Aslında borçların ödenememesi, küresel ekonomik krizin öznel kökenlerinden biridir.Bu nedenle, kapitalist üretim biçimini oluştu-ran ve farklılaşan zamansallıklar, artık somut ve ters haldeki ‘‘sermayenin komünizmi’’ biçi-minde bir finansallaşma içerisinde özel olan ile kamusal olan arasındaki modern diyalek-tiğin üstesinden gelecek yeni bir paradigma bulmuştur. Sonuç olarak, üniversitenin şirket-leşmesine karşı bir hareketlilik, yalnız neo-liberal sermaye tarafından değil hareketler tarafından da krize sokulmuş olan kamusal modelin savunulması olamaz. Gerçekten de, İtalyan ‘‘Aykırı Dalga’’ (‘‘Anomalous Wave’’) hareketinin, küresel ekonomik krize gönder-me yapan ‘‘krizinizin faturasını biz ödeme-yeceğiz’’ sloganı, ‘‘kamu üniversitesi krizinin faturasını biz ödemeyeceğiz’’ anlamına da gelir. Şirketleşmeye karşı muhalefet, kamusal ile özel, devlet ile şirket arasındaki alter-natifin, yani tarihsel kapitalist gelişmenin karşısında değil içerisindeki bir alternatifin ötesine geçme sorununu ortaya koyar. Ortak olana ait üretim, geçmişe dair hiçbir özlem duymaz.Antagonizmanın yeni niteliğini belirlemek amacıyla, yanıltıcı bir şekilde özel olana karşı kamusal olana başvurmanın ötesinde, zaman-sal vektörün, küresel sermaye koordinatla-rında yaşanan bu dönüşümlerdeki merkezi konumuna işaret ediyoruz. Geçmişe duyulan özlem yalnızca tutucu ya da en azından etki-siz olma riskini taşımakla kalmaz, belirsiz bir şekilde gelecekteki değişimlerin zayıf olması riskini de içerir. Bu, bir yandan yaşamın güvencesizliğinin ‘‘deneyim uzamı’’nı14 dağıt-tığı bir tür sonsuz şimdiki zamanda çöküntüye uğrarken, bir yandan da artık tarihselci anla-tının doğrusallığıyla damgalanmayan yeni bir uzam açar. Geçmişin değişmez değerinin yanı sıra, –hem Katolik hem de Sosyalist geleneğin paylaştığı ölümden sonrasına iliş-kin görüşlerde yoğunlaşan– gelecek ve onun ilerici kaderinin beklenmesi, kurumların dura-ğanlaştırılarak korunması amacını taşır. Bu

ve ‘‘kıyamete ilişkin beklentinin tekrarlanan yapısı’’15 arasında apaçık bir benzerlik var-dır; dünyanın sonu ve ‘‘geleceğin doğuşu’’ devamlı ertelenerek, mevcut çatışmalar ve özgürlük talepleri bir biçimde etkisiz kılınır. Bu çatışmalar ve özgürlük talepleri, zamansal çerçeveyi değiştirir, bir ivme ortaya koyar, geçmiş ile gelecek arasındaki normatif iliş-kinin çöküşünü kışkırtır ve tarihi bugünden, durmaksızın yeniden açar.Son olarak, politika kavramı, bu yeni zaman-sallık içerisinde, pek çok post-kolonyal düşü-nür tarafından tam da ‘‘ikincil’’ özneleri ‘‘tari-hin bekleme odası’’na hapseden16 tarihselci düşünceye radikal bir meydan okuma alanı olarak tariflenen yeni bir nitelik kazanır. Bu politika öncesi ‘‘aşama’’, ya da politikanın yalnızca temsiliyet politikası olduğunu düşü-nenlerce yaygın olarak kullanılan retoriği kullanırsak, politik olmayan ‘‘aşama’’, öznellik ve öznelliğin politik kuruluşunun zamanı ola-rak ‘‘şimdi’’nin istilası ile kesin olarak yarılır. Canlı emeğin bugünkü figürleri, ‘‘henüz gel-meyen vakit’’i beklemeye gerek duymaksızın, ereksel olarak kendi uğraklarına geldiklerine

İtalyan ‘‘Aykırı Dalga’’

hareketinin, küresel

ekonomik krize gönderme

yapan ‘‘krizinizin faturasını

biz ödemeyeceğiz’’ sloganı,

‘‘kamu üniversitesi krizinin

faturasını biz ödemeyeceğiz’’

anlamına da gelir

Ortak olana ait üretim, geçmişe

dair hiçbir özlem duymaz

Page 60: Otonom Sayı 20

58

inanarak ve eylemlerini temsili aktörlere ya da Devlet egemenliğine havale etmek zorun-da kalmaksızın, bugünleri üzerine eksiksiz ola-rak verecekleri kararla, geleceksizliği tersine çevirebilirler. Geleceğin bugünle normatif iliş-kisinin yarılması sırasında, idealizme ait son bilinç kalıntıları da dağılmaktadır. Dönüşüm, artık tarihsel zorunluluk ve farkındalığın doğ-rusal olarak ilerlemesi değildir; canlı emeğin otonomisi ile kapitalist ele geçirme arasın-daki gerilim boyunca, bütünüyle öznellik ve ortak olan üretimine içkindir. Bu nedenle, ortak olan bir ütopya değildir. Klasik tanımını izlersek; var olmayan ya da gelecekte var olacak bir yer değildir. Ortak olan yalnızca vardır ve özgürleşmeyi talep etmektedir. Özel olan ile kamusal olan arasındaki kapitalist diyalektiğin ötesinde, Marx’ın sözlerini yeni-den ifade etmek gerekirse; ortak olan, tekil mülkiyetin temeli olarak kolektif mülkiyettir. Hic et nunc (Burada ve şimdi).

5. Ortak olan Örgütlenmelidir: Ortak olanın KurumlarıBu dönüşümlere dayanarak, yeniden düşün-memiz gereken bir başka ana operaismo kategorisi vardır: eğilim. Ya da daha iyi bir ifadeyle, bu kategoriyi yeniden düşünmeli ve yöntemini yenilemeliyiz. Canlı emeğin bile-şiminin heterojenliği ve başladığı noktayı, örneğin ilksel birikimi, durmaksızın yinele-mek için sermayenin ele geçirdiği farklılaşan zamansallıklar çerçevesinde, eğilim, ilerici olmayan bir olanaklar alanı belirlenmesidir. Sermaye, her gün –Benjamin’in deyişiyle– canlı emeğin hareket ve elbirliğinin ‘‘hetero-jen ve dolu zamanını’’ değerin ‘‘homojen ve boş zamanına’’ çevirmek zorundadır. Naoki Sakai’nin ‘‘aynı dilden çeviri’’ ile ‘‘farklı dilden çeviri’’ arasında yaptığı ayrımı izleyen Sandro

Mezzadra, bunun politik bir alet olarak kul-lanılmasını önerir.17 Eski biçimde, beyanda bulunan özne bir başkasıyla, kendi dilinin olduğu kadar dinleyicinin de dilinin durağan ve homojen olduğunu varsayarak konuşur. Farklılıkları kabul eder; ancak bunları sözde özgün bir topluluğa geri götürür. Bu nedenle, çeviri, temsiliyet ve dolayım rolüne sahiptir; böylelikle beyanda bulunan öznenin dilinin önceliği ve egemenliği yeniden olumlanır. Farklı dilden çeviride, başlangıç noktası, ‘‘anadil’’den bağımsız olarak sürecin her par-çasına yabancı olmaktır. Bu, hareket halin-deki öznelerin dilidir. Farklılıklar, kendilerini ancak ortak bir sürecin içerisinde düzenler. Temel teşkil eden değil, ancak kesinlikle söz

konusu olan dilin kendisidir.Bu nedenle, ortak olan daima çeviri içeri-sinde örgütlenir; ya aynı dilden çeviri, yani canlı emek/bilginin soyut emek/bilgiye indir-genmesi aracılığıyla ya da yeni canlı emek öznelerinin indirgenemez çeşitliliğini içerecek sınıf bileşimini oluşturan farklı dilden çevi-ri aracılığıyla. Mücadelelerin sahip olduğu heterojenlik, mücadelelerin iletişim kurması fikrini kesinlikle geçersiz kılar; ancak bu, mücadelelerin bileşiminin olanaksız olduğu anlamına gelmez. Aksine bu bileşim, yeni bir dile, ortak olanın diline çeviri biçimini alır. Başka bir deyişle, farklılıklar kendi başları-na antagonizma araçları değildir. Farklılıklar kimliğe, soyut bir kökene ve sonuç olarak yalnızca farklılıkları üzerinden ifade edilmeye indirgendikleri takdirde, merkezsizleştirile-rek ehlileştirilir18 ve kapitalist makinede biri-kerek değer diline çevrilir. Kapitalist çevirinin engellenmesi, canlı emeğin politik bileşimi ve otonomisinin uzamını açar. Bu düzeyde, eğilim, yeni bir unsurlar topluluğu oluşturan süreksizlik noktalarının birbirine bağlı olması üzerinden tanımlanır. Bu unsurların ‘‘genel aydınlanması’’ ve gelişme düzlemleri, ortak üretimin çeviri dispozitiflerine ilişkin çatışma-larca belirlenir.Otonomi ile ele geçirme arasındaki antagonist ilişkiden başlayarak, ortak olanın kurumları sorusunu yöneltebileceğimiz bağlam bura-sıdır. Bu kurumlar, asla ‘‘mutlu bir adacık’’ hayali ya da sömürü ilişkilerinden kendisini koruyan özgür bir topluluk anlamına gelmez; günümüz küresel kapitalizminde, artık dışarı-

Ortak olanın kurumları,

canlı emeğin bileşimi ve

zamansallığına dayalı

olduğundan, devamlı

olarak yıkıcılığa kapı

açar

Ortak olanın kurumları,

hepimiz tarafından

üretilen şeylerin kolektif

temellükünün örgütsel

gücüdür

Page 61: Otonom Sayı 20

59

sı diye bir kavram yoktur. Bu kurumlar, kapi-talist ele geçirmenin kırılması sırasında ortak normlar üretme amacıyla, bütünüyle toplum-sal elbirliği içerisinde, canlı emek/bilginin otonomi ve direnişinin örgütlenmesi, ortak komuta ve yönetimin belirlenmesi gücüdür. Bunlar, kriz ve karar, kurucu süreç ve somut politik biçimler, olay ve örgütsel tortulaşma, kırılma ve ortak üretim arasındaki –doğrusal olmayan ve diyalektik karşıtı, heterojen ve dolu– yeni bir zamansal ilişkinin kurumlarıdır. Hirschman’ın iyi bilinen kategorilerine atıfta bulunmak gerekirse, terk etme ve sesini yükseltme, artık birbirlerinin alternatifi değil-dir; ancak bir yandan terk etme antagonist toplumsal ilişkiye içkinken, öte yandan sesini yükseltme ortak olana ait üretimi besler ve savunur. Ortak olanın kurumları, canlı emeğin bileşimi ve zamansallığına dayalı olduğundan, devamlı olarak yıkıcılığa kapı açar. Ortak olanın kurumları, oluşun kökeni değil örgüt-lenmesidir.Konuyu, öğrenci hareketleri içerisinden iki örnekle kısaca açıklık getirelim. Birincisi, Siyah Çalışmalarıdır. Irk, Etnik, Kadın ve Lgbt Çalışmaları gibi, bu çalışmaların kökleri de akademide değil, altmışlı ve yetmişli yıllar-daki hareketlerde yatar; tıpkı Post-kolonyal Çalışmaların soykütüğünün sömürgecilik karşıtı mücadelelerin alevlerine dayandığı gibi.19 Siyah Çalışmaları, yalnızca üniversi-te ve yüksek öğrenimin yığınlaşması süreci anlamına gelmez; bu, bilgi üretiminin kurum-sal biçiminin kontrolü üzerinden siyah top-lumun kolektif otonomisinin radikal biçimde olumlanmasıdır. İktidar, baskının ötesinde, içerme araçlarını kullanmıştır. Bu, altmışlı yılların sonunda Ford Vakfı’nın, ırk bütünleş-mesini savunan liderleri desteklemek için Siyah Çalışmaları programlarını farklılaşan biçimde fonlayarak Black Power (Siyah Güç) hareketinin radikal militanlarını tecrit ettiği stratejisinde çok iyi somutlaşır.20 Kapitalist kurumsallaşma, ortak olanın kurumlarını ele geçirme ve ehlileştirme biçimidir.Diğer örnek ise, İtalya’daki ‘‘Aykırı Dalga’’dır. Bu hareketin gelişmesi, kamu üniversite-sinin savunulmasına değil, son yıllardaki ‘‘öz-öğrenim’’ deneyimlerine dayanan yeni bir üniversitenin inşasına bağlıdır. Üniversitenin ‘‘kendi kendini reforme etmesi’’nin anlamı budur. Bu hükümete ya da kimi temsili aktör-lere bir yönelme teklifi değildir ve radikal konuları yumuşatma amaçlı, uysal, reformist bir pratiği ima etmez. Kesinlikle tam aksi yöndedir; radikal konuların, uzak bir gele-cekte değil dolaysız olarak otonomiyi kurma amacı taşıyan örgütlü biçimidir. Çatışma ve dönüşüm düzeyinin yükseltilmesi için, güç

ilişkilerinin birleştirilmesidir.Siyah Çalışmalarında olduğu gibi, ‘‘muhalif bilgiler’’21 ile öz-öğrenim deneyimleri de ele geçirmeden asla muaf değildir. Aslında aka-demik yönetişim ve bilginin ekonomi politi-ği, kendi kapsadıklarıyla yaşarlar. Başka bir deyişle, yönetişimin sorunu dışlama değil, en ciddi ve radikal konuların ehlileştirilme-sidir. Kapitalist yönetişimin, ortak olanın ele geçirilmesinin kurumsal biçimi olduğunu söy-leyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, direniş olmadan önce yönetişim vardır. Bu yine, yönetişimin eksiksiz bir kontrole dayalı olma-dığı, ancak daimi bir kriz içerisinde kendisini yeniden ürettiği anlamına gelir. Yapısal ola-rak, düşmanının yaratıcı gücüne dayalıdır. Bu, yönetişimi açık ve durmaksızın tersine çevrilebilir bir süreç haline getirir.Özetleyecek olursak, modernitede kamu, hepimiz tarafından üretilen bir şeydir ve hiç kimseye ait değildir ve bu nedenle de Devlete aittir. Ortak olanın kurumları, hepimiz tara-fından üretilen şeylerin kolektif temellükü-nün örgütsel gücüdür. Carlo Vercellone’nin mecazi olarak söylediği gibi, kesinlikle finansı taklit etmeliyiz: Devlet ve şirketleri ‘‘rehin’’ almak nasıl mümkün olur? Başka bir deyişle, kamusal olan ile özel olan arasındaki kapita-list diyalektik içerisinde donmuş halde bulu-nan toplumsal zenginlik, kaynaklar ve güçleri kolektif olarak yeniden temellük etmek nasıl mümkün olur? Yeni refah sorunsalı, yani kapitalist rant tarafından ele geçirilenleri yeniden temellük etme sorunsalı budur ve

bunun ‘‘Aykırı Dalga’’ hareketinin asıl konula-rından biri olması da rastlantı değildir.Artık, üretici güçler ile üretim ilişkileri ara-sındaki eski çelişkiyi, diyalektik karşıtı bir biçimde yeniden tanımlayabiliriz. Daha önce söylediğimiz gibi, sermaye, üretici güçlerin üretim ilişkilerinden otonom hale gelmesini engellemek amacıyla, kontrol edip ele geçi-remediği zenginlik üretimini sınırlandırmaya mecburdur. Ortak olan toplumsal ilişkinin merkezine yerleştiğinde, sömürü üzerinden yürütülen mücadeleler ile özneleşme üze-rinden yürütülen mücadeleler arasındaki Foucault tarafından önerilen ayrım yeniden formüle edilmeli, öznellik üretimi üzerinden

Özgürlük, ancak tekillik

ile ortak olan arasındaki

ilişkide, zenginlik üretimi

ve canlı emeğin gücünün

özörgütlenmesi üzerindeki

kolektif kontrolde somutlaştığı

takdirde, radikal bir sömürü

eleştirisi haline gelebilir

Page 62: Otonom Sayı 20

60

yürütülen mücadelelerin dolaysız olarak sömürü karşıtı mücadeleler olduğu ve bunun tersinin de böyle olduğu kabul edilmelidir. Bu noktada, özgürlük sözcüğünü materya-list anlamda yeniden düşünebiliriz. Özgürlük, ancak tekillik ile ortak olan arasındaki ilişki-de, zenginlik üretimi ve canlı emeğin gücünün özörgütlenmesi üzerindeki kolektif kontrolde somutlaştığı takdirde, radikal bir sömürü eleştirisi haline gelebilir. Özgürlük, kapitalist gelişmenin kırılması sırasındaki üretici güçle-rin özgürlüğü ve farklı bir oluşa, örneğin farklı bir eğilime, açık olmaktır. Bu ortak bir özgür-lüktür, çünkü parçalıdır/kısmidir. ‘‘Kapitalist ortak olan’’ın, yani değişim değeri soyutla-masının kırılması, mitolojik ‘‘ortak mallar’’da bulunan kullanım değerine dönüş değil, ortak olana dayanan, ortak olan tarafından devamlı olarak kurulan ve radikal bir özgürlük ve eşitlik bileşimini yeniden keşfeden yeni bir toplumsal ilişkinin inşasıdır.Bu düzeyde bir teorik ve politik kumar, sözde ‘‘yegâne düşünce’’ (‘‘pensiero unico’’) tara-fından parçalanmış yeni canlı emek özneleri-nin pasifliğinden son otuz yıldır bahsedenlerin gözünde gereğinden fazla vurgulanmış ya da

gerçek dışı görünebilir. Belki de haklıdırlar. Bununla beraber, küresel sermayenin bugün-kü krizi, neoliberal sistemin kırılganlığını ve bu nedenle, kendisini ‘‘yegâne düşünce’’ ola-rak dayatma gücü iddiasının sorunsallığını sergilemektedir. Bununla ilgili olarak, Marx’ın 9 Aralık 1851 tarihinde Engels’e verdiği yanıt akla gelir. Dostunun, Louis Bonaparte’ın dar-besine karşı koymayan Parislilerin ‘‘budala-ca ve çocukça’’ davranışları ile ilgili olarak hayıflanması karşısında, Marx, ‘‘Proletarya gücünü korumuştur’’ şeklinde karşılık verir; çünkü proletarya, burjuvaziyi orduyla uzlaş-tırarak güçlendirecek ve işçiler açısından Haziran’daki ikinci bir yenilgi anlamına gele-cek bir ayaklanmaya kalkışmaktan uzak dur-muştur. Sözde pasiflikleri içerisinde kitlesel işçiye dönüşecek olan ellili ve altmışlı yıllar-daki işçiler ile benzer biçimde, bir güç düzle-minde –ortak olan düzleminde– olası terse çevrilebilirlik hatlarını bulmamız ya da ortak olarak araştırmamız gereken yer, belki de canlı emek öznelerinin son otuz yılda sergi-lediği görünüşteki pasifliktir. İstencin kötüm-serliği ve zekanın iyimserliği ile öğrenmemiz gereken yeni dil budur.

1 Vercellone, C. (Ed., 2006), Capitalismo cogniti-vo. Conoscenza e finanza nell’epoca postfordista, Rome: Manifestolibri.2 Marx, K. (1973), Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy, New York: Vintage. {Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, 2008}3 Alquati, R. (Ed., 1976), L’università e la formazi-one: l’incorporamento del sapere sociale nel lavoro vivo, ‘‘Aut Aut’’ içinde, sayı 154.4 Read, J. (2003), The Micro-Politics of Capital: Marx and the Prehistory of the Present, Albany: State University of New York Press, s. 102.5 Benkler, Y. (2006), The Wealth of Networks: How Social Production Transforms Markets and Freedom, New Haven: Yale University Press.6 Mezzadra, S. (2008) La condizione postcoloni-ale. Storia e politica nel presente globale, Verona: Ombre Corte.7 Polanyi, K. (1944) The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time, Boston: Beacon Press. {Büyük Dönüşüm: Çağımızın Sosyal ve Ekonomik Kökenleri, çev: Ayşe Buğra, İletişim Yayınevi, 2000}8 Bkz. Revelli, M. (2001) Oltre il Novecento. La politica, le ideologie e le insidie del lavoro, Torino: Einaudi; Formenti, C. (2008) Cybersoviet. Utopie postdemocratiche e nuovi media, Milano: Raffaello Cortina Editore.9 Rajan, K. S. (2006) Biocapital: The Constitution of Postgenomic Life, Durham, NC-London: Duke University Press.10 Silver, B. J. (2003) Forces of Labor: Workers’ Movement and Globalization since 1870, Cambridge-New York: Cambridge University Press.11 Bkz. Wright, S. (2002) Storming Heaven: Class Composition and Struggle in Italian Autonomist Marxism, London: Pluto Press. {Gökyüzünü Fethet-mek: İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, çev: Özgür Yalçın, Otonom Yayıncılık, 2008}12 Rancière, J. (1995) La mesentante: politique et philosophic, Paris: Galilée. {Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, çev: Hakkı Hünler, Aralık Yayınları, 2006}13 Bkz. Beck, U. (1992) Risk Society: Towards a New Modernity, New Delhi: Sage.14 Koselleck, R. (2007) Futuro passato. Per una semantica dei tempi storici, Bologna: Clueb, Bolog-na.15 A.g.e.16 Chakrabarty, D. (2000) Provincializing Euro-pe: Postcolonial Thought and Historical Difference, Princeton: Princeton University Press.17 Mezzadra, S. (2008) La condizione postcoloniale, alıntı.18 Mohanty, C. T. (2003) Feminism Without Bor-ders: Decolonizing Theory, Practicing Solidarity, Durham, NC: Duke University Press. {Sınır Tanı-mayan Feminizm: Teoriyi Sömürgeleştirilmekten Kurtarmak, Dayanışmayı Örmek, çev: Hatice Pınar Şenoğuz, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2009}19 A.g.e.20 Bkz. Rooks, N. M. (2006) White Money – Black Power: The Surprising History of African American Studies and the Crisis of Race in Higher Education, Boston: Beacon Press.21 Mohanty, C. T. (1990) On Race and Voice: Chal-lenges for Liberal Education in the 1990s, ‘‘Cultural Critique’’ içinde, sayı 14, s. 179-208.

Küresel sermayenin bugünkü

krizi, neoliberal sistemin

kırılganlığını ve bu nedenle,

kendisini ‘‘yegâne düşünce’’

olarak dayatma gücü iddiasının

sorunsallığını sergilemektedir

Sermaye, üretici güçlerin üretim

ilişkilerinden otonom hale

gelmesini engellemek amacıyla,

kontrol edip ele geçiremediği

zenginlik üretimini sınırlandırmaya

mecburdur

Gigi RoggeroÇev.: Uzun

Page 63: Otonom Sayı 20

61Mektup Var!

Sevgili Dostlar,Kötümserliğe kapılmaca yok.Hayat ilk günden son güne bir mücadeledir. Bu sel felaketini de bu mücadelenin bir parçası olarak değerlendirip eski günlerimize dönmek için canla başla, aşkla şevkle çalışaca-ğız. Eskisinden daha da güzel bir vakıf yapacağız.Yarın çok daha kötü bir sel felaketi bekleniyormuş. Nasıl mümkünse! Elimizden geldiğince hazırlanıyoruz. Kum torba-larımız hazır mesela.Küçük çocuklarımızı anneleriyle birlikte İstanbul’daki evleri-mize dağıttık. Vakıf’ta sadece eli iş tutabilecek yaşta genç-ler kaldı.Görmeden anlaşılmaz ama felaketin boyutlarını anlatmaya çalışayım.Şu anda çamurdan bir vakfımız var desem abartmış olmam. Bodrum kat baştan aşağı, giriş katı bir buçuk metre kadar su altında kaldı. Bahçedeki su düne kadar boyu aşıyordu. Şimdi suyu gitti, diz boyu balçığı kaldı. Çizmeyi bırakmadan ayağınızı balçıktan kurtarmanız zor.Selin sürükledikleri, meyve ağaçlarının arasına takılmış, ağaçları eğmiş, kocaman bir bariyer oluşturmuş. O yemyeşil bahçeden geriye eser kalmadı. Çoluk çocuk hep birlikte o kadar da çok emek vermiştik ki… Hayvanlarımıza yem için ektiğimiz onlarca dönüm tarla bataklığa döndü. Seralarımız kim bilir nerelerdeler.Komşu haradaki onlarca at boğuldu. Muhteşem atlardı. Hep birlikte koşmaya başladıklarında zemini zangır zangır titretirlerdi. Çocuklarımız, küçücük boylarıyla çitin üstünden uzanarak o atları bahçeden kopardıkları tutam tutam çimler-le beslerlerdi. Minicik ellerle atların koca koca dişlerini yan yana görmenin keyfine doyum olmazdı... Başkalarına para kaynağı olan o atlar bizim neşe kaynağımızdı. Gitti gider canım atlar.Tiyatro salonumuz tanınmaz halde. Şu anda içine bile girile-miyor.Mutfağımız tamamen alt üst.Çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, kurutma makinesi, buzdolapları, soğuk havadepomuz, fırınlar, soğutma depoları, kalorifer kazanı... Medeniyet namına ne varsa yok oldu.Et stoğumuz perişan. Kokuşmadan gömmek gerekiyor. Ama nereye? Her yer balçık.Emektar Teo’muzun marangozhanesi tüm işlevini yitirdi. Koca koca aletler sağa sola savrulmuşlar.Söylemeye gerek var mı, su, elektrik, telefon, internet kesik elbet.‘‘Dereboyu’’ndaki evime uzun süre ulaşamadık. Aziz Nesin’in en önemli notları oradaydı. Sel, ağaç kütüğünden karavana kadar, ne bulmuşsa önüne katmış tüm şiddetiyle akıyordu.

Neyse ki ev yıkılmadı ve notlara bir şey olmadı. Mucize diye-sim geliyor.Kullanılmaz hale gelen koltuk, kanepe, yatak, yorgandan ya da tamamen suya gömülen elbise depolarımızdan söz etmi-yorum bile.Bitirmek üzere olduğumuz ‘‘Sanatçı Evi’’ perişan. Yeni baş-tan yapacağız.Kitap depolarındaki on binlerce Aziz Nesin kitabı mahvoldu.Aziz Nesin’in yıllarca biriktirdiği gazete koleksiyonunun büyük bir kısmını ciltletmiştik. Büyük ölçüde parasızlıktan ama bir miktar da ihmalkârlıktan ciltletemediğimiz binlerce gazete hamur oldu.1976’nin Politika gazetelerini çamur için-de gördüm. İçim acıdı.Mezunlar dâhil bütün büyük çocuklarımız Vakıf’a geldiler. Gençlerimiz ve gönüllüler elbirliğiyle Vakıf’ı temizlemeye çalışıyorlar.İki tesellimiz var:1) Hiçbirimize bir şey olmadı.2) Aziz Nesin’in bütün arşivi kurtarıldı. Çocuklarımızın aklına ilk bu notlar gelmiş. 3000 dolayında dosya... İnanılmaz bir sürat ve imrenilecek bir işbirliğiyle çocuklar bütün dosyaları su basmadan kütüphaneden ikinci kata çıkarmışlar. Sabahın köründe uykularından fırlayıp...Çocuklarımızın kimisi haylaz kimisi yaramaz kimisi söz din-lemez olabilir, ama hiç görmedikleri Aziz Dede’lerinin notla-rının ilk kurtarılacak eşya olduğunu biliyorlar... Bunu onlara nasıl öğrettik acaba? Eğitim işte böyle bir şey olmalı.Sonuç olarak geri dönüşü mümkün olmayan hiçbir şeyimizi yitirmedik. Sadece emeğimize yanıyoruz, ondan da bizde var.Tüm zarar ve ziyana karşın iyimserliğimizi elden bırakma-yacağız. Sürekli ileriye bakmaya ant içtik. Mücadeleye, yani yaşamaya devam!

Ali Nesin11 Eylül 2009

Nesin Vakfı ve pek çok insan zor günler geçiriyor. Ali Nesin’in hayata, mücadeleye devam davetini, dostlukla, dayanışmayla yayınlıyoruz.

Page 64: Otonom Sayı 20

62 Yörüngesinde Boğaziçi’nin

Makineye hoş geldin evlat!Bizi tanıyanlar Boğaziçi Öğrenci Otonomu klasiği öteki oryantasyonumuzu iyi bilir. Oryantasyonu yine de hatırlatmakta fayda var. Neydi oryantasyon? Ön kayıtta ve okul açıldığında, Boğaziçi Üniversitesi’nin memleketin dört bir yanından gelen yeni öğrenci-lerine Boğaziçi’ni tanıtması ve tam bir Boğaziçilinin nasıl olacağını onlara anlatmasıdır. Bizler de bu yılki önkayıtlar sırasında öteki Boğaziçililer olarak güney meydandaki yerimizi aldık. Bu yıl oryantasyonumuzda küçük bir değişiklik yaptık. Önceleri okulun öğrenciler için hazırladığı öğrenci el kitapçığını yapı bozumuna uğratıp, okula yeni gelen arkadaşlarımıza dağıtırdık. Bizim yapmaya başladığımız bu etkinliğin zamanla yaygınlaşması, bizleri onurlandırdı ve sevindirdi. Alternatif tanıtım kitapçıkları her yıl yapılmaya başladığına göre, bizler de bu yıl yeni gelen arkadaşlarımızı, bir Pink Floyd klasiği olan ‘‘Makineye Hoş geldin Evlat’’ şarkısının sözlerini değiştirerek oluşturduğu-muz bildirimizle karşıladık. Yandaki bildirimizi okuyup; bize, okula, kapitalizme, oraya buraya sinirlenenler oldu. Masamıza gelen öğrenciler ve velilerle çay içtik; bu yılki harç bilmecesinden yurtlara, derslerden çan eğrisine, krizden ne olacak bu Fenerbahçe’nin haline kadar her konuda muhabbet ettik. Büyük umutlarla geldikleri Boğaziçi’nin içsel-leştirmiş olduğu kapitalist anlayışa tam da karşı cepheden anti-kapitalist bir hayatın kurulabileceğine olan inancımızı paylaştık.

Kimsenin makinenin dişlisi olmaması umuduyla..:hoş geldin evlat, hoş geldin makineye

nerelerdeydin? tamam, biz biliyoruz nerelerde olduğunu

dershanedeydin, zaman öldürüyorduntest sorularıyla boğuşarak.

güzel şeyler hayal ettin, güzel bir gelecek.çok çalıştın

ve türkiye’nin en seçkin, en elit üniversitesine girdin

bu yüzden hoş geldin makineye.hoş geldin evlat, hoş geldin makineye.

neler düşledin?önemi yok,

öğreneceksin asıl düşlemen gerekenleriçok şey öğreneceksin

belki remedial olacaksınuğruna ne fedakarlıklarda bulunduğun okulda

yurttan atılıp, bursların kesilecekyapayalnız, bir sürü yükün altında ezileceksin

olsun böylelikle iş hayatının acımasızlığını, rekabeti

ve burada edindiğin bilgileri nasıl paraya dönüştüreceğini öğreneceksin.

para vereceksin öncelikle her şeye,harca, yurda, öğrenci belgesine,

shuttle denen dolmuşa…karşılığında piyasa işleyişine dair her türlü bilgiyi

öğretecekler sana.her şeyin

bir karşılığı olması gerektiğini göreceksin.boğaziçi iyi bir yatırım deyip

rahatlatacaksın kendini.ayrıcalıklı olduğunu vurgulayacaklar her dakika

bu yüzden hoş geldin makineye.hoş geldin evlat, hoş geldin makineye

sürekli ölçüleceksin notlarla.çan eğrisi yüzünden

gerçek dostların olmayacak hiçgöreceksin.

bir gün arkadaşın ders notlarını parayla satacak,öbür gün arkadaşlar birbirlerini satacak,

sonra da kendini nasıl pazarlayacağını öğretecekler sana.

iyi bir gelecek için,zaman zaman vicdanını,zaman zaman onurunu,

bazen de kişiliğini ayaklar altına alacaksın.ik, enso, sk gibi kulüpler yardım edecek sana

değerin giydiğin kıyafetler kadar olacaketrafında markalar dolaşacak, insanlar değil

değişecek hayallerin, göreceksin,çok para kazanmayı düşleyeceksin, zengin olmayı

bu yüzden hoş geldin makineye…

Page 65: Otonom Sayı 20

63

İşçilerin Yanıtı: İşgal

Morales’ten Yerlilere Özerklik Açlık Grevcisi Thodoris Iliopoulos Tahliye Edildi

Dünyanın birçok yerinde, yaşanan küresel ekonomik krizin faturası emekçilere kesili-yor. Çalışan işçilerin işten çıkarılması, bunun yapılamadığı durumlarda ise ücretsiz izinler ya da mevcut hakların ellerinden alınması patronların başlıca uygulamaları. İşlerin iyi gittiği dönemlerde pek rastlamadığımız fabri-ka işgalleri bıçak kemiğe dayandığında görü-nür olmaya başlıyor. Dünyanın birçok yeri işçi sınıfının direnişlerine sahne oluyor.Fransa’da işçilerin yöneticileri rehin alma ve fabrika bombalama tehdidi ile gerçekleştir-dikleri eylemlerden sonra Güney Kore’de de işten çıkartılınca fabrikayı işgal eden işçiler işçi sınıfının onur mücadelesinde yerlerini aldılar. Yükselen işçi direnişleri emek ve ser-maye arasındaki sınıf savaşımında temsiliyet ilişkisini ve sendikanın rolünü tartıştırıyor.Güney Kore’de Pyeongtaek kentindeki Ssangyong Motor grevi ve işgali polisin vahşi baskısı ve şiddeti ile sonlandırıldı.Ssangyong Motor yönetimi, küresel krizin etkisiyle satışları ve karının azalmasını gerek-çe göstererek yeniden yapılanmaya gitmeye karar verir. Bu yeniden yapılanma ile kârını muhafaza etmek isteyen şirket, işçi çıkarma-ya karar verir. Şirket toplam çalışma gücünün

yüzde 36’sını oluşturan 2646 işçi-nin işine son vereceğini açıklar. Bu işçilerin 1670’i gönüllü olarak işten ayrılırken, 800 kadar işçi, işten çıkar-ma saldırısına direnerek fabrikanın boyahane kısmını işgal ederek 77 gün sürecek olan direnişi başlatır-lar. Fabrika işgali başından itibaren polisin yoğun baskısına maruz kaldı. 22 Temmuz gerçekleşen ilk polis sal-dırısının ardından binlerce kişinin katıldığı eylemlerde, direnişçi işçilerin yaşamsal ve tıbbi ihtiyaçlarının karşılanmasının engellen-memesi istendi, polis tabi ki bu eylemlere de müdahale etti. Fabrikanın elektrik, su ve doğalgazı kesildi. Geceleri işçilerin nöbetleşe uyuyup dinlenmesini engellemek için fabrika çevresine yüksek ses çıkartan hoparlörler yerleştirilerek işçiler psikolojik olarak yıpra-tılmak istendi.Büyük sermayenin ve aşırı sağ iktidarın çıkar-ları gereği, hem gelecekteki potansiyel dire-nişlere imkân vermemek, hem de bu fazla zarar vermeye başlayan işgali sonlandırmak gerekiyordu. Bunun için, 4 Ağustos günü polis direnişteki işçilere 3 helikopter destekli 2500 polis, gaz bombaları ile tıpkı bizdeki 19 Aralık

‘‘Hayata Dönüş’’ operasyonuna benzer bir vahşetle işçilere müdahale etti. İşçilerin demir çubuklar ve mancınıklar ile karşı koyduğu sal-dırıda yüzlerce işçi ağır yaralandı.Ve sonunda bu ağır saldırı ardından sen-dikanın şirkete sunduğu ‘‘nihai’’ müzakere önerisinin kabul edilmesin ardından yaklaşık iki buçuk aydır süren grev sona erdirildi. Yerel sendika başkanı Han Sang-Kyun’un imzaladığı anlaşma, işverenin işten çıkarmak istediği, ancak buna direnen 1000 kadar işçinin yüzde 52’sinin işten çıkarılmasını ve kalanlara ise ücretsiz izin verilmesini içeriyor. İşçilerin işgal boyunca işten atılan tüm işçilerin işe alınmasını dillendirmelerine rağmen, işveren ile sendikanın vardığı anlaşma neredeyse tam bir yenilgiyi ifade ediyor.

Yörüngesinde Dünyanın

Bolivya’nın ilk yerli başkanı olan Evo Morales, ‘‘Özerklik ve Merkezsizleşme Yasası’’ tasarısının genel çerçevesini açıkladı. Bolivya’da Aralık ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleriyle birlikte yapılacak referandumda halka özerklik isteyip istemedikleri de sorulacak.Bolivya’daki yerli toplulukları ülke nüfusunun yüzde 63’ünü oluşturuyor, 1952 yılına kadar oy kullanma hakkına dahi sahip olmayan yerliler için bu tasarı tarihsel bir adımı ifade ediyor. Bu tasarı ile birlikte Bolivya yerlilerinin ekonomik ve politik bağımsızlıkları mümkün olabilecek. Ancak bu tasarıya ülkenin doğusunda yaşayan Avrupa kökenli ve melez Bolivya’lılar muhalefet ediyor.

6 Aralık 2008 tarihinde, Atina’da polisin 15 yaşın-daki bir genci vurmasının ardından Yunanistan’da isyan günleri yaşanmış-tı. Yaşanan ayaklanma-nın ardından onlarca kişi polis ifadelerine dayanıla-rak tutuklanmıştı. Süreç içerisinde tutuklananlar tahliye edilirken, polise ateş açmakla suçlanan Thodoris’in tutukluğu devam etti. Suçsuz oldu-ğunu savunan Thodoris; ‘‘Açlık grevi, gerçeği haykırmak ve bu korkunç haksızlığa karşı koya-bilmek için bugün elimde kalan tek araçtır. Direnişin özgürlük için tek yol olduğunu bilen, mahkemenin keyfi ve korkunç tutumunu reddeden herkes beni anlayacak ve benimle yanyana olacaktır.’’ diyerek 49 gün süren açlık grevine başladı.Onun özgürlüğü için yürütülen mücadele, eylem ve yürüyüşlerin sonu-cunda Thodoris, 27 Ağustos’ta tahliye edildi.

Page 66: Otonom Sayı 20

Kapitalizmin yeni bir küresel krizinin içinden geçiyoruz. Bu kriz, 21. yüzyıl sınıf-lar mücadelesinin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulacağı bir dinamiği taşıyor. Küresel kapitalizmin bu krizi, unutulmuş olan Marx’ı çağırıyor ve emeği şenliğe davet ediyor. Fakat Türkiye devrimci hareketi, kapitalizmin bu krizi karşısında teorik ve poli-tik bir kriz yaşıyor. Genel anlamda söylersek, devrimci hareket kriz karşısında yaşama ajitasyon çeken propaganda dilinin ötesine geçemiyor. Geleneksel olarak Türkiye devrimci hareketi Marx’ı Lenin üzerinden okumuştur. Kriz, Marx’ı çağı-rıyor ve Marx üzerinden yeniden bir Lenin okumasını zorunlu kılıyor. Simon Clarke’ın ‘‘Marx’ın Kriz Teorisi’’ kitabı unutulmuş olan Marx’ı yeniden hatırlatı-yor ve güncelliyor…

Yazın sanatı, kendi çağının sorunlarının yanı sıra, insanlığın evrensel çelişkilerini de ortaya koyduğu ölçüde ardında iz bırakır. Kate Chopin, öyküleriyle bu ünvanı çoktan hak ediyor. Amerikan öykü geleneğinin ve birinci dalga feminist yazınının önde gelen temsilcisi Chopin, Uyanış ve Seçme Öyküler çalışmasında, on dokuzuncu yüzyıl kadınının karşılaştığı sorun-larla birlikte kadınlık halleri ve kadın olmanın kadim güçlükleri ile çelişkilerini ortaya koyu-yor. Chopin, ikinci dalga feminizminin yükselişe geçmesine kadar, yayımlandığı dönemde Amerika’da edebiyat çevrelerinin eleştiri oklarını üstüne çeken öyküleriyle akılda kalmıştı. Günümüzde Chopin’in eserleri, toplumsal cinsiyetlerin şekillenişine işaret etmesi, ırk ve cin-siyet ayrımları etrafında yapılanan kadın ve erkek rollerini vurgulaması, doğalcı yazın tarzını kendine özgü olarak ele almasıyla çağdaşlarından ayırt edilebilir. Uyanış ve Seçme Öyküler’de ise, erkek egemen bir dünyada özellikle evli kadınların yaşadığı güçlükler, dönüşümler resme-dilir. Uyanış, Simon de Beauvoir’ın ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ sözünü doğrularcasına, modernist kadın bilincindeki kırılmaların, uyanışların ilk kez cesaretle ele alınması bakımın-dan edebiyat dünyasındaki saygın yerini koruyacaktır.

Marx’ın Kriz TeorisiSimon Clarke

Politik Ekonomi Dizisi - İngiliceden çeviren: Cumhur Atay - 323 sayfa

Uyanış ve Seçme ÖykülerKate Chopin

Edebiyat Dizisi – İngiliceden çeviren: Ayşe Bilge Aknam – 217 sayfa

Bu kitabı yazma fikri ortaya çıktığında, bu kadar büyük bir yankısı olacağını düşünememiş-tik. Birdenbire etrafı bu kitabın ateşi sardı adeta. Haber bir dalga gibi yayıldı ve çok sayıda

solcu, kadın ve erkek, değişik yazı biçimleri, değişik konular ve futbola duyulan sempatiyle, “Futbolistas”ta, yaşamda ikincil olmakla beraber bir o kadar da önemli olan yan unsurları bir

arada topladılar. Avrupa ve Latin Amerika’dan eylemciler, gazeteciler, sendikacılar, müzisyenler, avukatlar, sinemacılar, tarihçiler, sosyal bilimciler ve kalkınma projelerinde aktif olarak yer alan

kişiler, klasik futbolun neredeyse uzmanları olarak karşımıza çıktılar. Basın, futbolun sisteme dayalı yüzünü kitlelere sunup, savunmaya devam edip, FIFA da herkesi Coca Cola içme konu-sunda ikna etmeye devam ederken, “Futbolistas” futbolun başka bir yüzünü ortaya koyacaktır.

Maradona’nın bir zamanlar dediği gibi: “Biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı oldu-ğundan yakınırız. Baskı, ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsedi-

yoruz… Stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir, lanet olsun ki.”

“Futbolistas”: Futbol ve Latin AmerikaDario Azzellini, Stefan Thimmel

Dünyanın Yerlileri Dizisi - Almancadan çeviren: Serra Bucak - 371 sayfa

Page 67: Otonom Sayı 20

yeni!

Otonom Yayıncılık

www.otonomyayincilik.com

Deleuze, Marx ve Politika Nicholas ThoburnMarx’ın Kriz Teorisi Simon ClarkeUyanış ve Seçme Öyküler Kate ChopinFutbolistas: Futbol ve Latin Amerika Dario Azzellini, Stefan ThimmelKapital’i Politik Olarak Okumak Harry CleaverFoucault, Marksizm ve Tarih Mark PosterGökyüzünü Fethetmek Steve WrightNietzschelerin Şöleni Jacques DerridaUmudun Yolcuları William MorrisJohn Ball’un Rüyası William MorrisKüreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi Werner Bonefeld, John HollowayÖnemsizin Arkeolojisi: Condillac Okuması Jacques DerridaDurito’yla Söyleşiler Subcomandante MarcosKadınlar Ülkesi Charlotte P. GilmanDeleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş Eugene W. Hollandİmparatorluktaki Hareketler Antonio Negri Marx ve Komünalist Otonomi Der: Cengiz BaysoyMichel Foucault: Güncelliğin Bir Ontolojisi Judith RevelAvrupa ve İmparatorluk Antonio Negri

Nietzsche Gilles DeleuzeBizim Gibi Komünistler Felix Guattari, Antonio Negri Marx Ötesi Marx Antonio Negri İstisna Hali Giorgio AgambenYıkıcı Politika Antonio Negri Bergsonculuk Gilles Deleuzeİtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika M.Hardt, A.Negri, P.Virno, G.AgambenYaban Kuraldışlılık Antonio Negri Spinoza ve Siyaset Etienne Balibarİmparatorluk ve Bağımsız Öğrenci Hareketi Der: Cengiz Baysoy

CONATUS Çeviri DergisiSayı 7: Milliyetçilik ve Irkçılık

Sayı 6: Devlet, Egemenlik ve İktidarSayı 5: Kriz Teorisi ve Öznellik

Sayı 4: Değer Teorisi ve Sınıf MücadelesiSayı 3: Avrupa Birliği

Sayı 2: Emperyalizm, Yeni Emperyalizm, İmparatorlukSayı 1: Anti-kapitalizm

Deleuze, Marx ve PolitikaNicholas Thoburn

Politika Dizisi - İngilizceden çevirenler: Ali Utku – Mukadder Erkan - 286 sayfa

Deleuze’ün minör politikası ve Marx’ın kapitalist dinamikler eleştirisi arasındaki politik, kavramsal ve kültürel yankılanma noktalarına ilişkin eleştirel ve kışkırtıcı bir inceleme olan Deleuze, Marx ve Politika, Deleuze’ün tamamlayamadığı eseri Marx’ın İhtişamı’nı ele alan ilk kitaptır.Deleuze’ün yeni ilişkiler ve bağlantılar kuran bir yorum talebini izleyen bu kitap, komünizmin ve sermayenin ana kategorilerini –lüm-penproleterya ve anarşizmden İtalyan autonomia’sına ve Antonio Negri’ye, maddi olmayan emek ve işin reddine– çağdaş ve tarihsel pek çok politik kavram ve akımla birlikte inceliyor. Kafka ve Beckett gibi edebi figürlerden yararlanan Deleuze, Marx ve Politika, post-Marxizmin ve toplumsal akışlara ve ağlara minör bağlılık aracılığıyla ortaya çıkan icatlara, üsluplara ve bilgilere duyulan bir ilgiye karşı tek boyutlu direniş modellerinin başat çerçevelerinden ayrılan bir poli-tika geliştiriyor. Ayrıca bu kitap, yeni kimlik ve topluluk biçimleri, enformasyon teknolojisi ve işin yoğunlaştırılması konusundaki çağdaş tartışmalara da bir müdahaledir.

Page 68: Otonom Sayı 20

Munzur Özgür Akacak! Hasan Keyfine Bakacak!