16
Şapkanın altında kalın. Kültür Mantarları Aylık Dergi Sayı: 1

Kültür Mantarları Sayı: 1

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

Page 1: Kültür Mantarları Sayı: 1

Şapkanın altında kalın.

Kültür MantarlarıAylık Dergi

Sayı: 1

Page 2: Kültür Mantarları Sayı: 1

Launch!

Page 3: Kültür Mantarları Sayı: 1

Şapkanın altında kalın.

Kültür MantarlarıAylık Dergi

Sayı: 1

3

BaşlarkenKültür Mantarları

Editörden- Kültür Mantarı

Bir anda gerçekleşiveren olayların ve anlık kararlarımızın hayatımızın ivmesini bizim hiç de beklemediğimiz biçimlerde değiştirdiğini görürüz sık sık. Otobüsü kaçırdım diye sinirlenirken durakta bir de bakarsın günlerdir görmek isteyip de göremediğin o kişi bitiverir yanında, yüzünde anlamlı bir tebessümle. Uyku tutmaz, gayet hoşnutsuz kalkarsın yatağından, bir aşağı bir yukarı voltalarken odanı, sabahın ilk ışıklarında elinde hayatında yazıp yazabileceğin en güzel şiirin karalamalarını buluverirsin.

Bizimki de anlık verilen bir karardı. Hep birikte oturmuş her zamanki gibi güncel olaylardan konuşuyor, tartışıyorken, ortaya bir şeyler koymamız gerektiği sonu-cuna vardık. Çünkü o kadar ateşli ve verimli tartışmalar yapıyorduk ki, bunların sadece bizlere yararının olmasına açıkçası gönlümüz el vermedi. Bunları birileriyle -bu birileri artık siz okuyucularımız ve takipçilerimiz oluyor-sunuz- paylaşmalıydık. Bu düşünecelerle doğdu Kültür Mantarları tıpkı ıssız bir ormanda yalnız bir ağacın dibinde umarsızca ve mağrur bitiveren bir mantar gibi.

Peki nedir bu sizlerle paylaşmayı istediğimiz ve sizin de yararlanabileceğinizi düşündüğümüz şeyler?

Her sayımızda güncel olaylara değinip bunları "Kültür Mantarları" ruhuyla yaklaşarak değerlendireceğiz. Simetrik Çekişme adını verdiğimiz bölümde ilginç bir konu iki arkadaşımız tarafından tartışılacak ve tartışmanın can alıcı bölümleri sizlere sunulacak.Vitrin bölümümüzde gündemde olan kitap, dergi, film, albüm vs. gibi kültürel yayınlar hakkında kişisel değerlendirmelerimizi bulabileceksiniz. Tabii ki her sayımızda şiir, öykü, deneme, makale gibi türlerdeki çalışmalarımızı da sunacağız sizlere. Bütün bu saydıklarımızın yanında her sayımızda kendimize bir dosya konusu belirleyip bu konu hakkında yaptığımız detaylı çalışmaları da bu bölümde beğenilerinize sunacağız.

Sizleri doğuş hikayemiz ve içeriğimiz hakkında yeterince bilgilendirdiğimizi düşünerek artık sayfaları çevirmeye davet ediyoruz. Haydi gelin, yakalayın siz de "Kültür Mantarları" ruhunu. Bizlerin günlerdir, aylardır hatta belki yıllardır konuşa konuşa, tartışa tartışa yakaladığımız bu ruhu siz de yakalayın ve girin şapkamızın altına. Endişelenmeyin, orada hepimize yetecek kadar yer var.

Çuvaldızın Ucundakiler 4

Simetrik Çekişme 6

Vitrin 8

İçimizdekiler 10

Kültür MantarlarıŞapkanın altında kalın.

Aylık dergi

Sayı: 1 Eylül 2013

EditörKültür Mantarı

Katkıda Bulunan MantarlarBeste KANTEREmre GÜLSOYLUEmre SÖNMEZ

Erem GÜLSOYLUKoray TEKİNUğur GÖNÜL

Page 4: Kültür Mantarları Sayı: 1

Yoğun uğraşlar sonucunda, İzmit’te, birkaç günde altı kezden fazla boyanan merdivenle küçük bir röportaj yapma şansı bulduk. (Bu şansı önümüze altın tepside sunan Takvim gazetesine teşekkürlerimizi borç biliriz.)

K.M. Muhabiri: Öncelikle iyi günler. Fazla zamanın olmadığının farkındayız. Bir iki ufak sorudan sonra seni polis korumasında yalnız ve rahat bırakacağımızdan şüphen olmasın. Şöyle başlamak istiyorum, boyanma işlemi nasıl başladı?Merdiven: 1 eylül barış günü simgelerinden biri olmam için halk beni rengarenk boyamaya çalıştı. Boyarken bana sorulmadığı için belediyeden yardım istedim. Griyi seviyorum. Her şey böyle başladı.K.M: Gerçekten başınıza gelenler korkutucu.

İstemediğiniz halde barış simgesi yapılıyorsunuz bir anda. Ayrıca bunun için sizi rengarenk ediyorlar. Gençlik çok saygısız. Peki belediye işçilerinin muamelesi nasıldı?M: Gerçekten hizmet sektöründe olması gerektiği gibiydi. Beni sakince eski halime çevirdiler. Fakat insancıklar da nerden bilsin bu kadar uzayacağını olayın, tabi son günlerde biraz baştan savma boyamalar da oldu. Hepsini saygıyla karşıladım çünkü düşüncelerime değer veren bir hizmet almıştım.K.M: Son olarak şunu sormak istiyorum, en sonunda polis korumasına alındınız. Buna nasıl bakıyorsunuz?M: Onlar olmasa şimdiye yine rengarenktim, beni halktan koruyan polise sonsuz teşekkürlerimi iletmek istiyorum.K.M: Bize zaman ayırdığınız için teşekkürler, umarım bir daha başınıza böylesine renkli ve barışçıl şeyler gelmez. Sağlıcakla kalın!

Şu günlerde halk olarak en çok duyduğumuz kelimedir herhalde YASAK. Kapalı alanlarda sigara içmek yasak, parklara çadır kurmak yasak, merdi-venleri boyamak yasak…

Bugün bu yasaklara bir yenisi daha ekleniyor. Artık devlet saat 22:00’den saat sabah 06:00’ya kadar alkollü ürünlerin perakende satışına “yasak hemşerim” diyebilecek. Uygulanacak yasayı genel olarak ele alırsak, alkollü ürünlerin, reklam ve promosyonlarının yapılması, belirli saatler arası perakende satışı, satış merkezlerinin ibadethane ve yurtların 100 m çevresinde bulunması, pastane ve akaryakıt istasyonu gibi yerlerde satışı ve televi-zyonda gösterimi yasaklandı. Bu yasakların çevresinde artık mahzensiz evlere rağbetin düşmesi, öğrenci partilerinde AB standartlarının uygulanması ve ibadethanelerin etrafında saygısız alkoliklerin azalacağı tarafımızca bekleniyor.

Hani diyor ya Cemal Süreya, "Her ölüm erken ölümdür." diye, bu tür ölümler çok daha erken ve çok daha can yakıcı. Ölümün ve öldürmenin hiçbir türlüsünü içine sindire-meyen bizler bugünlerde gerçekleşen ölümler karşısında da oldukça kaygılı ve üzüntülüyüz. Türkiye 2013 Haziran’ına çok hızlı girdi. Gezi Parkın’da başlayan ve tüm ülkeye yayınlan, kimisinin adalet kimisinin huzur kimisinin de özgürlükleri için bulunduğu direnişi hepimiz biliyoruz. Tarafsız olarak bakınca televizyon ve gazetelerin ne kadar ikiyüzlü olduğunu gördük, polisin ne kadar gaddar olduğunu hissettik, en sonunda da korkulan oldu. Halk içinden beşini barışa, özgürlüğe adadı. 1 Eylül barış gününde renkleri aldık yanımıza, çevremizle “barışarak”. Bu sefer de barış isteyenlere “devlet malıdır, boyanmaz” denildi, betondan merdivenlere polisler dikildi. 7 rengi boya sandılar, griye boyadılar. 10 Eylül günü birimizi daha toprağa adadık. O da soldu gezide uzatılan karanfiller gibi. Barışmak isteyenlerin aldığı cevaplar hep ağır oldu. Karanfile biber gazı, yedi renge kan kırmızı!

4

Çuvaldızın Ucundakiler Kültür Mantarları

Sorduk Renkli Merdivene

Yasak

Her ölüm...

Page 5: Kültür Mantarları Sayı: 1

5

Çuvaldızın UcundakilerKültür Mantarları

Son günlerde Gezi, Mısır, Suriye derken kafamızı en çok meşgul eden olaylardan biri 2020 olimpiyatı ev sahibi seçimleriydi. Başlarda Marmaray ve tünel otoyolun bütçelerinin de katılarak hesaplandığı olimpiyat bütçemizin Tokyo’nun bütçesinin 4 katı olması, İspanya’nın ekonomik bir çöküntü içinde olduğu gerçeğiyle birlikte bizlere “acaba” dedirtti. Fakat tanıtım konuşma ve görsellerinde apaçık bir şekilde geride kalmamız, gelenin gidenin dopingli sporcularımızı ve futbolumuza düşen kara lekeyi yüzümüze vurmasıyla gerçekçi acabaları susturdu. Geride kalan çıkarcı ve saf acabaları ise Tokyo ezici bir oy üstünlüğüyle yanıtladı. Bunun üzerine dopinge sıfır toleransla yaklaşan spor ve gençlik bakanımız Suat Kılıç’ın bir tweeti yine birilerini suçlar nitelikte oldu: “Kına stokları tükenmiş!”

2010 yılının yazı neredeyse her yaz olduğu gibi sportif açıdan oldukça hareketli bir yıldı. O yıl futbol ve basketbolda Dünya Kupası yılıydı. Çok değil, 2 yıl önce Avrupa Şampiyonası’nda gururumuz olan futbol milli takımımız o yıl Dünya Kupası'na gitmeye hak kazanamamıştı. Doğal olarak, ülkece aynı zamanda ev sahibi olduğumuz Dünya Basket-bol Şampiyonası'na kilitlenmiştik. O yıl yaşadığımız heyecanı ve sevinci kelimelere dökmek gafletinde bulunmayacağım. Tıpkı 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda olduğu gibi milli basketbol takımımız şampiyonayı 2. sırada bitirerek ülkemize hakettiği gururu yaşatmıştı. Hatta sonrasında devlet tarafindan bu başarı maddi açıdan oldukça büyük bir şekilde ödüllendirilmişti ve bu da bizim başarıya ne kadar aç olduğumuzun bir göstergesi olarak haberlerde yerini almıştı.

Çok değil, 3 yıl sonra aynı takım ve aynı koç ile kabus dolu bir turnuvaya başladık. 2010’da harikalar yaratan takım gitmiş, yerine ruhsuz ve bitse de gitsek modunda oynayan bir grup gelmişti sanki. Takımın birliği ve bütünlüğü Yugoslavya gibi dağılmıştı. İlk 3 maçı art arda kaybederek turnuvaya cok başında veda ettik. Sonrasında oynanan 2 maçın da önemi kalmadığından turnuvayı pek de zevk almadan izledik. Ama soluksuz izlediğimiz başka bir turnuva var bu sene. EuroVolley ya da Avrupa Voleybol Şampiyonası… Filenin Sultanları yollarına emin adımlarla ilerliyorlar. Rakibimizi kazandığımız sayılarla ve takımın bütünlüğüyle yeniyoruz. Ben, Filenin Sultanları’nın Şampiyona’dan madalya ile döneceğine eminim. Eğer diğer milli takımlarımız da biraz daha yürekli oynayıp oyuna ellerin-den geleni yaparak mücadele ederlerse Filenin Sultanları kadar başarılı bir tablo çizebilirler

Kına Stokları

Filenin Sultanlarından Bir Üçlük Daha

Page 6: Kültür Mantarları Sayı: 1

6

Simetrik Çekişme

Babalar... Bozulmasın aralar

- Koray TEKİN- Emre GÜLSOYLU

Emre Gülsoylu: Bu kadar insan parayı nasıl, nereden buluyorlar? Bakın, şunu net şekilde söylüyorum: İlerde zengin olursam, çocuğuma yaşayabileceği kadar para vereceğim. Kalanını kendi kazansın.

Koray Tekin: Eğitim masrafları n'olcak? Bunun dersanesi var, araç gereçleri var… YGS'yi nasıl kazancak hiç düşündün mü?

Emre: Düşünmedim, muhtemelen YGS olmaz zaten o zamana kadar. Habire sınav sistemi değişiyor. Ayrıca,, belki Türkiye'de bile olmayabilirim.

Koray: Peki hobileri?

Emre: Hobisi olmazsa mutlaka bir şeylere yönlendirmeyi düşünüyorum zaten. Mesela imkanlar dahilinde bütün spor dallarını denemeli. Sanat konusunda da bir şeyler yapmalı. Eğer benim gibi biraz bilgisayara eğilimliyse ona da destek olurum elbette. Baktım gayretli, çalışıyor, bir şeyler yapmak için paraya ya da malzemeye ihtiyacı var. Eğer o ihtiyaçlarını karşılarsam kendini geliştirmiş olacaksa tabii ki de veririm.

Koray: Senden nefret eder.

Emre: Etsin, ben seviyor olacağım onu ve onun için çabalıyor olacağım. Ne kadar ederse etsin, çocuğum o benim. İyiliğini ve geleceğini düşünmek zorundayım.

Koray: Bu iyi bir yaklaşım değil. Çocuğunun cebinde her zaman fazladan para olmalı.

Emre: Para, insana büyük bir sorumluluk yüklüyor aslında. Kimileri o sorumluluğu küçük yaşta bile olsa kaldırabiliyor ama kimileri de o sorumluluğu kaldıramayıp şımarıyor. Acayip zenginim diyelim, çocuğuma her gün gereğinden fazla para veriyorum. Henüz yaşı küçük olduğu için o paranın sorumluluğunu kaldıramayacak, artistik yapacak, şımarık bir çocuğum olacak.

Koray: İyi de, öteki türlü o seni sevmiyor olacak.

Emre: Dediğim gibi, önemli değil beni sevip sevmemesi. Babalık benim için bir görev. Eğer çocuğuma iyi bir dünya görüşü bırakabilirsem bundan daha iyi bir şey yapamayacağımı düşünüyorum. Çünkü eğer u�u genişse hayatı mutlaka güzel olacaktır. İstediği her şeyi mütevazı şekilde yapabiliyor olacaktır. Paraya mı ihtiyacı var? Geniş u�u sayesinde çok kar edecek işler kurabilir.

Koray: Kendine ait zevkleri olacak o çocuğun, mesela bir motor koleksiyonu niye olmasın?

Emre: Olsun, olmasın demiyorum ama kendi parasıyla yapsın bu keyfi işlerini. Bir baba olarak görevim onu mutlu etmek değil ki, onu hayata en iyi şekilde hazırlamak. Yoksa ne anlamı var ki babalığın? Çocukları mutlu etmek kolaydır, eğer babalık sadece çocuğunu mutlu etmekten oluşsaydı, herkes çok iyi baba olabilirdi.

Koray: İyi de, senin paranla niye olmasın? Sonra çok konuşabilir arkadan. Başkalarına şikayet eder seni, hayatındaki başarısızlığı sana bağlar. Birisine "Babam

Kültür Mantarları

bana motor almadı. Durumumuz vardı ama yine de almadı." der.

Emre: Alcak mıydım bir de?

Koray: Mesela babam bana bir bisiklet almadı. Ben hep ablamın bisikletini sürdüm. Niye almıyorsun çocuğa motor? İstemiş işte!

Emre: İyi de, baban sana bisikleti hiç sürdürmeseydi bu eziyet olurdu. Fakat seni bisikletle tanıştırmış, görevini yapmış. Eğer her istediği keyfi şeyi yapacaksam suyu çıkar. Bu yüzden almıyorum.

Koray: Sen gidip kendi keyfin için binlerce lira para harcamayı biliyorsun ama şimdi.

Emre: Ee? Hangi sıklıkta yapıyorum bu tür bir şeyi? Üstelik tamamen keyfi şeylerimi babamın parasıyla mı alıyorum? Hayır, kendi kazandığım üç-beş kuruşla alıyorum. Kazandığım parayla alıyorum.

Koray: Pahalı, pahalıdır… Üstelik o senin çocuğun. Senin paran onun parası.

Emre: Evet, diyorum ya, eğer onu geliştirecek bir şeyse para hiç önemli değil. Bak mesela, kitap okuyor olsun, kitap günümüzde pahalı sayılabilecek bir şey. Yılda kaç kitap alabiliyorsun harçlıklarınla? Kitap okumak istiyorsa tüm parasını karşılayabilirim. Ders çalışmak istiyor, dershaneye gitmek istiyor olsun, tabii ki karşılayacağım. Bu benim görevim. Sadece maddi düşünme, benim bilgi sahibi olduğum bir şeye ilgi sahibi olsun çocuğum, o bilgileri nasıl öğrendim çocuğuma aktarırım tabii ki. Kullandığım kaynakları ona gösteririm. Hatta gereki-yorsa kendim öğretirim. O ilgisini geliştirmek için de tüm donanımsal şeyleri karşılayabilirim. Tasarımcı olmak istiyorsa kalemler, tasarım yazılımları alırım ona. Beraber öğreniriz her şeyi en başından.

“Bir baba olarak görevim onu mutlu etmek değil ki, onu hayata en iyi

şekilde hazırlamak. Yoksa ne anlamı var ki babalığın? Çocukları mutlu

etmek kolaydır, eğer babalık sadece çocuğunu mutlu etmekten oluşsaydı, herkes çok iyi baba olabilirdi..”

Koray: Ya, tam dizilerdeki fabrika sahibi sıkıcı herif kafasına sahipsin. Ona alacağın motorla da piyasa yapa-cak belki, kızlarla konuşmayı öğrenecek…

Emre: En gıcık olduğum insan tipini anlattın: Baba parasıyla artistik yapan çocuk. Ya Koray, sırf kızlarla geze-cek diye o kadar… Eğer motora ihtiyacı varsa, bir tane

alırım ona. O da ihtiyacı var diye, kullanması için. Eğer piyasa yapacaksa illa ki, ürettiği şeylerle yapsın. Tabii ki küçük yaşlarda değeri bilinmez ama sonradan görecek ne kadar iyi işler yaptığını, hayatının temeli olduğunu. Ve tahmin ediyorum bana teşekkür edecek.

Koray: Kendin diyorsun küçükken değeri bilinmez diye. Kazanana kadar iş işten geçiyor işte. Sonra gençliğine birçok şeyi yaşayamazsa, depresyona girer. Zor bir genç-lik geçirir.

Emre: Evet, ama hayat da zor. Onu bu şekilde hazırlayabilirim ve parasına bakacak kişiler olacaksa yanında hiç olmasın. Birileri onu sevecekse gerçekten sevsin, yaptıkları için sevsin, gülüşü için sevsin. Bir de şöyle bir şey var. Şimdi tek yönlü düşünüyoruz, bu işin anne boyutu da var. Annesi dayanamaz, verir bir şeyler.

Koray: Ama sen eşine de vermezsin ki paranı. Git kendin kazan dersin. :)

Emre: Eşim bana hiçbir konuda bağlı olmayacaktır. Onların gelişimi benim gelişimim, onların mutluluğu benim mutluluğum… Ben paragöz biri değilim. Sadece belirli bedellerin ödenmesi gerektiğini düşünüyorum. Eğer kazanmıyorsa da tabii ki vereceğim. Eşim o, onun da zevkleri olacak. Yine de takı almayabilirim. Nedir abi takı? Gösteriş nedir?

Koray: Yuh artık! Ne diyorsun oğlum sen? Boşar valla. Hem onun annesi senin gibi oğlana vermek için mi büyüttü kızını? En güzel takıları görecek üstünde kızının. Haklı kadın. Boşarsa nafaka da ister daha çok para kaybedersin.

Emre: Derdim para mı? Umarım öyle biriyle evlenmem.

Koray: Boşanırsanız çocuğun da annesinde kalır. Çünkü para vermiyorsun çocuğa, mutsuz o.

Emre: Sanırım yalnız öldüm.

Koray: Bir de malların yarısı gitti.

Emre: Yenisini kazanırım. Sen n'apacaksın? Verecek misin çocuğuna her istediğinde para?

Koray: Yemem, içmem de cebine para koyarım çocuğumun. Fazladan veririm parayı, al bununla biraz gez derim.

Emre: Yanlış anlıyorsun beni. Tabii ki gezcek ama para yönetimini de bilecek. Ben de koyacağım cebine para ama çok değil, fazla değil.

Koray: "Bu dünya bana yaramadı, ben eğlenemedim al bari sen eğlen." derim. Bizim çocuğumuz olduğunda bu motorlar oyuncak olcak gerçi… Uçak alırım çocuğuma!

Page 7: Kültür Mantarları Sayı: 1

Emre Gülsoylu: Bu kadar insan parayı nasıl, nereden buluyorlar? Bakın, şunu net şekilde söylüyorum: İlerde zengin olursam, çocuğuma yaşayabileceği kadar para vereceğim. Kalanını kendi kazansın.

Koray Tekin: Eğitim masrafları n'olcak? Bunun dersanesi var, araç gereçleri var… YGS'yi nasıl kazancak hiç düşündün mü?

Emre: Düşünmedim, muhtemelen YGS olmaz zaten o zamana kadar. Habire sınav sistemi değişiyor. Ayrıca,, belki Türkiye'de bile olmayabilirim.

Koray: Peki hobileri?

Emre: Hobisi olmazsa mutlaka bir şeylere yönlendirmeyi düşünüyorum zaten. Mesela imkanlar dahilinde bütün spor dallarını denemeli. Sanat konusunda da bir şeyler yapmalı. Eğer benim gibi biraz bilgisayara eğilimliyse ona da destek olurum elbette. Baktım gayretli, çalışıyor, bir şeyler yapmak için paraya ya da malzemeye ihtiyacı var. Eğer o ihtiyaçlarını karşılarsam kendini geliştirmiş olacaksa tabii ki de veririm.

Koray: Senden nefret eder.

Emre: Etsin, ben seviyor olacağım onu ve onun için çabalıyor olacağım. Ne kadar ederse etsin, çocuğum o benim. İyiliğini ve geleceğini düşünmek zorundayım.

Koray: Bu iyi bir yaklaşım değil. Çocuğunun cebinde her zaman fazladan para olmalı.

Emre: Para, insana büyük bir sorumluluk yüklüyor aslında. Kimileri o sorumluluğu küçük yaşta bile olsa kaldırabiliyor ama kimileri de o sorumluluğu kaldıramayıp şımarıyor. Acayip zenginim diyelim, çocuğuma her gün gereğinden fazla para veriyorum. Henüz yaşı küçük olduğu için o paranın sorumluluğunu kaldıramayacak, artistik yapacak, şımarık bir çocuğum olacak.

Koray: İyi de, öteki türlü o seni sevmiyor olacak.

Emre: Dediğim gibi, önemli değil beni sevip sevmemesi. Babalık benim için bir görev. Eğer çocuğuma iyi bir dünya görüşü bırakabilirsem bundan daha iyi bir şey yapamayacağımı düşünüyorum. Çünkü eğer u�u genişse hayatı mutlaka güzel olacaktır. İstediği her şeyi mütevazı şekilde yapabiliyor olacaktır. Paraya mı ihtiyacı var? Geniş u�u sayesinde çok kar edecek işler kurabilir.

Koray: Kendine ait zevkleri olacak o çocuğun, mesela bir motor koleksiyonu niye olmasın?

Emre: Olsun, olmasın demiyorum ama kendi parasıyla yapsın bu keyfi işlerini. Bir baba olarak görevim onu mutlu etmek değil ki, onu hayata en iyi şekilde hazırlamak. Yoksa ne anlamı var ki babalığın? Çocukları mutlu etmek kolaydır, eğer babalık sadece çocuğunu mutlu etmekten oluşsaydı, herkes çok iyi baba olabilirdi.

Koray: İyi de, senin paranla niye olmasın? Sonra çok konuşabilir arkadan. Başkalarına şikayet eder seni, hayatındaki başarısızlığı sana bağlar. Birisine "Babam

7

Simetrik ÇekişmeKültür Mantarları

bana motor almadı. Durumumuz vardı ama yine de almadı." der.

Emre: Alcak mıydım bir de?

Koray: Mesela babam bana bir bisiklet almadı. Ben hep ablamın bisikletini sürdüm. Niye almıyorsun çocuğa motor? İstemiş işte!

Emre: İyi de, baban sana bisikleti hiç sürdürmeseydi bu eziyet olurdu. Fakat seni bisikletle tanıştırmış, görevini yapmış. Eğer her istediği keyfi şeyi yapacaksam suyu çıkar. Bu yüzden almıyorum.

Koray: Sen gidip kendi keyfin için binlerce lira para harcamayı biliyorsun ama şimdi.

Emre: Ee? Hangi sıklıkta yapıyorum bu tür bir şeyi? Üstelik tamamen keyfi şeylerimi babamın parasıyla mı alıyorum? Hayır, kendi kazandığım üç-beş kuruşla alıyorum. Kazandığım parayla alıyorum.

Koray: Pahalı, pahalıdır… Üstelik o senin çocuğun. Senin paran onun parası.

Emre: Evet, diyorum ya, eğer onu geliştirecek bir şeyse para hiç önemli değil. Bak mesela, kitap okuyor olsun, kitap günümüzde pahalı sayılabilecek bir şey. Yılda kaç kitap alabiliyorsun harçlıklarınla? Kitap okumak istiyorsa tüm parasını karşılayabilirim. Ders çalışmak istiyor, dershaneye gitmek istiyor olsun, tabii ki karşılayacağım. Bu benim görevim. Sadece maddi düşünme, benim bilgi sahibi olduğum bir şeye ilgi sahibi olsun çocuğum, o bilgileri nasıl öğrendim çocuğuma aktarırım tabii ki. Kullandığım kaynakları ona gösteririm. Hatta gereki-yorsa kendim öğretirim. O ilgisini geliştirmek için de tüm donanımsal şeyleri karşılayabilirim. Tasarımcı olmak istiyorsa kalemler, tasarım yazılımları alırım ona. Beraber öğreniriz her şeyi en başından.

“Bir baba olarak görevim onu mutlu etmek değil ki, onu hayata en iyi

şekilde hazırlamak. Yoksa ne anlamı var ki babalığın? Çocukları mutlu

etmek kolaydır, eğer babalık sadece çocuğunu mutlu etmekten oluşsaydı, herkes çok iyi baba olabilirdi..”

Koray: Ya, tam dizilerdeki fabrika sahibi sıkıcı herif kafasına sahipsin. Ona alacağın motorla da piyasa yapa-cak belki, kızlarla konuşmayı öğrenecek…

Emre: En gıcık olduğum insan tipini anlattın: Baba parasıyla artistik yapan çocuk. Ya Koray, sırf kızlarla geze-cek diye o kadar… Eğer motora ihtiyacı varsa, bir tane

alırım ona. O da ihtiyacı var diye, kullanması için. Eğer piyasa yapacaksa illa ki, ürettiği şeylerle yapsın. Tabii ki küçük yaşlarda değeri bilinmez ama sonradan görecek ne kadar iyi işler yaptığını, hayatının temeli olduğunu. Ve tahmin ediyorum bana teşekkür edecek.

Koray: Kendin diyorsun küçükken değeri bilinmez diye. Kazanana kadar iş işten geçiyor işte. Sonra gençliğine birçok şeyi yaşayamazsa, depresyona girer. Zor bir genç-lik geçirir.

Emre: Evet, ama hayat da zor. Onu bu şekilde hazırlayabilirim ve parasına bakacak kişiler olacaksa yanında hiç olmasın. Birileri onu sevecekse gerçekten sevsin, yaptıkları için sevsin, gülüşü için sevsin. Bir de şöyle bir şey var. Şimdi tek yönlü düşünüyoruz, bu işin anne boyutu da var. Annesi dayanamaz, verir bir şeyler.

Koray: Ama sen eşine de vermezsin ki paranı. Git kendin kazan dersin. :)

Emre: Eşim bana hiçbir konuda bağlı olmayacaktır. Onların gelişimi benim gelişimim, onların mutluluğu benim mutluluğum… Ben paragöz biri değilim. Sadece belirli bedellerin ödenmesi gerektiğini düşünüyorum. Eğer kazanmıyorsa da tabii ki vereceğim. Eşim o, onun da zevkleri olacak. Yine de takı almayabilirim. Nedir abi takı? Gösteriş nedir?

Koray: Yuh artık! Ne diyorsun oğlum sen? Boşar valla. Hem onun annesi senin gibi oğlana vermek için mi büyüttü kızını? En güzel takıları görecek üstünde kızının. Haklı kadın. Boşarsa nafaka da ister daha çok para kaybedersin.

Emre: Derdim para mı? Umarım öyle biriyle evlenmem.

Koray: Boşanırsanız çocuğun da annesinde kalır. Çünkü para vermiyorsun çocuğa, mutsuz o.

Emre: Sanırım yalnız öldüm.

Koray: Bir de malların yarısı gitti.

Emre: Yenisini kazanırım. Sen n'apacaksın? Verecek misin çocuğuna her istediğinde para?

Koray: Yemem, içmem de cebine para koyarım çocuğumun. Fazladan veririm parayı, al bununla biraz gez derim.

Emre: Yanlış anlıyorsun beni. Tabii ki gezcek ama para yönetimini de bilecek. Ben de koyacağım cebine para ama çok değil, fazla değil.

Koray: "Bu dünya bana yaramadı, ben eğlenemedim al bari sen eğlen." derim. Bizim çocuğumuz olduğunda bu motorlar oyuncak olcak gerçi… Uçak alırım çocuğuma!

Page 8: Kültür Mantarları Sayı: 1

Elysium (2013) Etkileyici fragmanı ve başrolünde Matt Damon’ın olmasıyla baştan etkiledi bu film beni. Fakat daha da önemlisi filmin sistemi eleştirmesi ve verdiği mesaj çok açık ve gerçekçiydi. Yıl 2154, dünya tam anlamıyla acınası hale gelmiş durumda. İnsanlar ikiye ayrılmış; yoksul insanlar dünyada umutsuzca hayatta kalmaya çalışırken, zenginler Elysium adında bir uzay istasyonunda kusursuz bir hayat yaşıyor. Ama bu düzensizliğe baş kaldırıda bulunan Max (Matt Damon) çıkıyor karşımıza ve heyecan başlıyor. Filme kurgusal hataları ve fazla tahmin edilebilirliği nedeniyle mükemmel diyemem ve duyduğum yorumlara göre bu nedenle bazı izleyiciler filmden çok sıkılmış. Fakat farklı bir noktadan bakınca; filmde gerçek hayatta da tüm gerçekliğiyle önümüzde duran ve bir türlü çözemediğimiz adaletsiz gelir dağılımını ve devletlerin tutumunu, bunları görmezden gelmesini çok güzel ifade etmiş bence.

The Pursuit of Happyness (2006) Bence bir insanın izlemesi gereken en yararlı ve umut verici filmdir. Herkesin hayatında zor anlar olur, buna rağmen bir şeylere tutunabilmek, umudunu kaybetmemek ve yoluna devam etmek bana göre en büyük başarıdır. Will Smith filmin başrollüğünü kendi oğluyla paylaştığı bu filmde Chris Gardner adında ailesini geçindirmekte zorlanan bir adamı canlandırıyor. Karşısına çıkan tüm engellere rağmen oğluna sımsıkı sarılıp ona örnek bir baba olma çabası bir çok kişiye örnek olacak nitelikte. Filmin kaynağı çok gerçek, hayatın kendisi. Film o kadar duru, samimi ve güzel ki detay verip lafı uzatmak istemiyorum. İzlenmesi ve örnek alınması gereken filmlerden, can alıcı sahneleriyle de mükemmel bir dram.

Man from the earth(2007) Tek bir mekanda, birkaç kişiyle diyaloglara dayalı bir film düşünün. Böyle düşününce ne kadar da sıkıcı geliyor kulağa. Fakat film ilerledikçe o odadaki insanlardan biri haline geliyorsunuz ve kendinizi o tartışmaların içinde buluyorsunuz. Yazar öyle bir senaryo yaratmış ve bunu o kadar güzel işlemiş ki mekan değişikliğine, efektlere, müziğe bile ihtiyaç duymadan seyirciyi ekrana bağlamayı başarıyor. Film insana tarihte gezinti yapıyor hissini verirken, bir taraftan “acaba anlatılanlar gerçek mi?” diye insanda soru işareti uyandırıyor. Başrolünü David Lee Smith’in üstlendiği bu film, sizi ekranda göremeseniz de tarihi zihninizde canlandırmaya itecektir.

Man of Steel (2013) Süper kahraman filmlerine hep ilgi duymuşumdur, çoğunun kurgusal ve mantıksal hataları olsa da onları heyecanla izlemişimdir. Ama nedendir bilinmez kolunu kaldırarak ordan oraya uçan bir kahramanı hep anlamsız buldum. Man of steel daha gösterime girmeden o kadar medhini duydum ki bu filmin belki bu sefer farklı olur diye düşünerek gittim sinemaya ve resmen esneyerek izledim filmi. Superman’i farklı yönden göstermeye çalışmışlar (bu arada Clark Kent’i unutmuşlar), geçmişine değinmişler ama farklı olacağı yerde tam bir klişe olmuş. Başlangıçta “I Am Number Four filmi mi bu acaba” dedim, film ilerleyince kendi kendime “bildiğin Thor olmuş bu” demeye başladım. Dünyaya yollanan özel güçleri olan bir çocuk, onun yıkılan gezegeni, yeteneklerini keşfedip dünyayı saldırılardan kurtarması. Ellerindeki bütçeye, oyunculara bakın bir de şu klişelere, yazık cidden çok yazık…

8

Vitrin - Sinema Kültür Mantarları

Yeni

YazarınSeçimi

Page 9: Kültür Mantarları Sayı: 1

Yıllar önce henüz bir şarkısını biliyorken konserine gidip gitmemekte kararsız kalmıştım ve bir arkadaşım “Zaten Cem Adrian konserinde şarkıları bilmene gerek yok, insanlar oturuyor birbirine sarılarak dinliyor, bir kısmı gözleri yaşlı ayrılıyor.” demişti. Bu sözlerin üstüne onu canlı canlı dinlemeyi istemiştim hep. Sonunda bu yaz gitme fırsatı bulabildim ve çok iyi anladım o arkadaşımın ne demek istediğini.Bir insanın sesi bu kadar mı güçlü olur, bu kadar mı içine işler insanın. Komik gelecek belki ama Cem Adrian’ın sesini duymak bile ağlama hissi uyandırır bende, bir de canlı dinleyince daha en başında göz yaşıma engel olamadım. Bir de Aşık Veysel’in o güzel türküsü “Uzun İnce Bir Yoldayım”ı da repertuarına eklemiş, ne kadar da iyi olmuş. Konserin sonlarına doğru “Dün Gece Bir Rüya Gördüm” şarkısının nakaratında “Özgürdük Anne” sözleri üzerine tüm seyirciler alkışlamaya başladı, gidişat belliydi… Nakaratı “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” sözleriyle devam edince tüm seyirciler ayakta gözler yaşlı, gururlu; eller alkış tutarken çıkan görüntü o kadar

duygulu ve anlamlı geliyordu ki insana… Konserden çıktığımda hala etkisi altındaydım o duyguların, o güzel sesin, o muhteşem seyircilerin. Cem Adrian

sevmiyorum deyip gitmemezlik etmemeli insan konserine gidip öyle karar vermeli bence (bir hatırlatma:23 Eylül'de Bostanlı Açıkhava Tiyatrosunda yeniden bizlerle).

9

Vitrin

Cem Adrian 18 Temmuz İzmir

Duyduk ki Erkan Oğur almış yanına Derya Türkan’ı İzmir’e geliyor. Günler öncesinden tüm planlarımızı ayarladık ve konser saatinden saatler önce oradaydık.

5 eylülde Erkan Oğur ve Derya Türkan tarihi havagazı fabrikasında bizlere hoş bir dinleti sundu. İçimize işleyen gitarının yanına kattığı kemençeyle yazın son günlerinden kurtulamamış İzmirliye keyifli bir düet dinleten Oğur, sık sık ses sisteminden yakınsa da müziğinin dinginliğiyle çimlere serilmiş seyirciyi kendine hayran bırakmasını bir kez daha bildi.

Erkan Oğur ve Derya Türkan5 Eylül İzmir

Candan Erçetin, müziğinin yanına koyduğu akademik kariyeriyle, adını herkese sevgiyle haykırtabilmiş biri. Eğer bir konserinde onunla ve sevenleriyle bir araya gelirseniz cümlelere dökül-emeyecek kadar sevildiğini anlayabilirsiniz.

Bizim buluşmamız ise geçtiğimiz günlerde İzmir’in kurtuluşunu kutlamak için katıldığı Bornova Belediyesi halk konserin-deydi. Hepimizin bildiği, biraz hüzünlü bir şarkıyla girişini yaptığında şarkıyı hep birlikte söylemeye başladık. Üstelik bu durum neredeyse tüm konseri boyunca sürdü. Beni en çok şaşırtan şeylerden biri de şarkı sıralamasını seyirciye göre ayarlaması oldu. Seyirci istekleri yüzünden araya zar zor sıkıştırabildiği “Milyon-larca Kuştuk” şarkısı ise Candan Erçetin’in sahne performansının ne kadar iyi olduğunu kanıtladı. Etkisi o kadar uzun sürüyor ki hiçbir kayıttan o zevki alamıyor- sunuz. Dikkatimi en çok çeken şeyse konserin sonunda yörelerimizden ve gurbet ellere kanat açmış melodilerimizden söylem-esindeydi. Öyle ki tüm Erçetin şarkılarını baştan sona söyleyen seyircinin büyük bir kısmı türkülerimizin sadece nakaratlarını söyleyebiliyordu!.

Candan Erçetin9 Eylül İzmir

Kültür Mantarları

Page 10: Kültür Mantarları Sayı: 1

geçerkenki huzursuzluğumu, köpeklerin havlayışını ve yolların karanlığını hatırladım. Evden çıkıp koşmaya başladığım andan sonrasını hiç yaşamamış gibiydim ve onun gözlerinden izliyordum bütün bu olanları. Kim bilir ne kadar zaman geçmişti, peki, daha da önemlisi burası neresiydi? Odağımı çok kısa süreliğine kızın mavi gözler-inden alıp önünde durduğum raflardaki kitaplara verdim. Can Yayınları’ndan kitapların bulunduğu bir bölümdey-dim. Odağımı tekrar kızın gözlerine verdim, bir umut, buraya nasıl geldiğimi de anlatır diye. Yine aynı garip duyguyu yaşadım. Sanki kendimden çıkıyor gibiydim ama hissediyordum ki, kız da o an kendine dönüyordu. Yolda yürürken buraya amaçsızca yöneldiğimi ve Can Yayınları’ndan Avrupalı bir yazarın öykülerini aradığımı anımsadım. Sonra tekrar tüm yüzünü, giysilerini görebildiğim geniş görüşe, şimdiki ana döndüm. Bu esnada biri seslendi ve kız kafasını çevirdi. Ona çok benzeyen ve bir iki yaş büyük bir kız yanına geldi ve ona gördüğü bir kitabı göstermek istediğini söyleyerek çekiştirdi. Kız, bu çekiştirmeye karşı koyamadı. Durumu toparlamam gerekliydi. “Kahretsin!” Konuşmak konusunda hiç de iyi değildim. Fakat düşünmek konusunda fena değildim.

Kızın müthiş uyumundan başka bir şey düşünemiyordum. Fakat ablasının çekiştirmeleri sonu-cunda neredeyse bir adım atmıştı ve bir adım daha atarsa benden kopacaktı. İstemsizce bütünden, detaya doğru hareket eden bir düşünceye bıraktım kendimi. “Gözleri… Gözleri bana geçmişimi anımsattı ve ben de ona bir şeyler anımsattım sanırım. O halde, gelecekle ilgili bir şeyler de aktarabilir.” Kız, ablasına karşı direnerek bir sonraki adımı için ayağını kaldırmadı. Bana baktı tekrardan. Yine bulunduğum yerdeydim ama ışıklar kapalıydı, dükkan gün ışığıyla aydınlanıyordu. Üstüme baktım, kırmızı Lacoste tshirt ve kot pantolonla gördüm kendimi. Sonra sanki birinin geç kaldığını düşünerek telefonuma baktım: “18:21, 16 Ağustos 2013, Cuma” kafamı kaldırdığımda bana doğru yürürken onu gördüm. Bir anda başka bir yere geçtik. Kahverengi bir aydınlık, kahverengi, desenli duvarlar ve kahverengi masa takımlarının bulunduğu bir yerdeydik. En sevdiğim restoran. Orası için hep “Bir kızı yemeğe çıkarsam, kesin-likle buraya gelirim.” diye düşünüyordum. Sanırım başaracaktım.

Gözleri artık bana bakmıyordu. Rahatsız edici şekilde ellerime kilitlenmişti bakışları. Kız elini hafifçe kaldırdı ve parmaklarını salladı. Önce bunun bir veda hareketi olduğunu düşündüm ama sonra parmaklarıyla çeşitli sayılar yaptığını algıladım. İşaret parmağımı havada döndürerek “Tekrar et.” işareti yaptım. Tüm sayıları takip edebilmiştim. Bu bir telefon numarasıydı. Sanırım o da, yarın onu arayacağımı gördü. Daha sonra, kız, rafların arasında kayboldu. Ben de yürümeye başladım ve numarayı ezberlemeye koyuldum. Hemen eve gidip bir miktar para almalıydım. Sonra da kırmızı Lacoste ve bir kot pantolon.

14

Gözler- Emre GÜLSOYLU

“Her şeyin tamam olması ve kendimi daha az yalnız hissedebilmem için, idam gününde çok seyirci bulunmasından ve bunların beni hınç dolu haykırışlarla karşılamalarından başka isteyecek bir şeyim kalmamıştı.” Bir kitabı daha bitirdim ve yatağımda uzan-maya başladım. Bütün gün boyunca yatağımdan çıkmamış ve sürekli bir şeyler okumuştum. Acıkmaya başlamıştım ama daha önemli bir ihtiyacımın olduğunu hissediyordum: Biraz yürümeliydim. Yatağımdan ağır hareketlerle kalktım ve karşıdaki giysi dolabımı açıp bir çift çorap aldım elime. Oldukça yumuşak ve kalın bir çorap denk gelmişti. Bu yaz sıcağında bu tür bir çorabı başka biri bırakın giymeyi, eline bile almak istemezdi. Çoraplarımı giyerken insanların sıcağa ne kadar da takıntılı olduğunu ve hayatları boyunca en çok şikayet ettikleri şeyin sıcak olduğunu düşünüyordum. Çoraplarım da ayaklarımda olduğuna göre artık yürümemem için bir neden yoktu. Önce aynada kend-ime bakmak istedim. Yüzümde bölgesel çıkan tüycükler çok uzamış ve çirkin bir görüntü oluşturuyordu ama umurumda bile değillerdi. Üstüme baktım, bütün gün yattığım giysilerle dışarı çıkacak değildim. Yine de üstüme bakmaya devam ettim. Eğer iyi bir yönlerini görebilirsem, kendimi ikna edebilirsem o giysilerle çıkacaktım. Hem neresiydi ki gideceğim yer? Sadece evin dışında biraz yürüyecektim. Kısacık hayatım boyunca çöp atmaya giderken bile gömlek giyen ben, bu durumu kaldıramadı. “Polo yaka spor bir tshirt iyi bir seçim olacak.” diye düşündüm ve odama dönüp dolabımdan kriterlere uyan bir tshirt seçtim kendime. Hemen yan kapağı açarak pantolonumu da aldım. Üstümü değiştirirkenki boş zamanda açlığımın gittikçe

yok olduğunu ve dışarıda bir şeyler yememin gereksiz olduğunu düşündüm. Böylece para da harcamayacaktım. Yanıma ne telefon ne de para aldım. Sadece ben dolaşacaktım; yürürken beynimin en sert kıvrımlarımdan büyük bir hızla dönecek ve düşünürken asla hız kesmeyecektim. Kapıdan çıkmadan saate baktım 21:21’i gösteriyordu.

Apartmanın merdivenlerinden yavaşça indim. Bu esnada az sonra yapacağım düşünce koşusu için ısındırıyordum beynimi. Apartmandan dışarı çıktım ve temiz bir nefes çektim içime. Yürüdükçe beynim açılıyor, düşüncelerim hızlanıyordu. Bir süre sonra bacaklarım düşünce hızıma yetişememeye başladı ve bitmek bilmeyen bir koşma isteğiyle koşmaya başladım.

Kahverengi bir ışık ve kahverengi rafların arasından karşıma iki çift mavi göz çıktı. Beni gördüğü anda ağzı hafif açıldı ve şaşkınlıkla bana bakmaya başladı. Ona bakıyordum ama daha önce hiç olmadığı kadar geniş bir açıyı görebiliyordum. Gözlerini, burnunu, azıcık açılmış ağzını, dudaklarının güzel rengini, özenle toplanmış saçlarını ve saçlarının tüm bu güzel yüzle uyumlu rengini ayrıca, giydiği beyaz, polo yaka tshirt’ü ve krem rengi pantolonu da görebiliyordum. Daha önce böyle bir uyumu hiç görmemiştim. Sonra gözlerine odaklandım. Garip hissetmeye başladım çünkü gözleri, ilk baktığım anda görüş açımı nasıl genişlettiyse, hafızamı da genişletmeye başlamıştı. Yürüdüğüm yolları, yolda hissettiğim yalnızlığı, tekin olmayan yerlerden

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 11: Kültür Mantarları Sayı: 1

geçerkenki huzursuzluğumu, köpeklerin havlayışını ve yolların karanlığını hatırladım. Evden çıkıp koşmaya başladığım andan sonrasını hiç yaşamamış gibiydim ve onun gözlerinden izliyordum bütün bu olanları. Kim bilir ne kadar zaman geçmişti, peki, daha da önemlisi burası neresiydi? Odağımı çok kısa süreliğine kızın mavi gözler-inden alıp önünde durduğum raflardaki kitaplara verdim. Can Yayınları’ndan kitapların bulunduğu bir bölümdey-dim. Odağımı tekrar kızın gözlerine verdim, bir umut, buraya nasıl geldiğimi de anlatır diye. Yine aynı garip duyguyu yaşadım. Sanki kendimden çıkıyor gibiydim ama hissediyordum ki, kız da o an kendine dönüyordu. Yolda yürürken buraya amaçsızca yöneldiğimi ve Can Yayınları’ndan Avrupalı bir yazarın öykülerini aradığımı anımsadım. Sonra tekrar tüm yüzünü, giysilerini görebildiğim geniş görüşe, şimdiki ana döndüm. Bu esnada biri seslendi ve kız kafasını çevirdi. Ona çok benzeyen ve bir iki yaş büyük bir kız yanına geldi ve ona gördüğü bir kitabı göstermek istediğini söyleyerek çekiştirdi. Kız, bu çekiştirmeye karşı koyamadı. Durumu toparlamam gerekliydi. “Kahretsin!” Konuşmak konusunda hiç de iyi değildim. Fakat düşünmek konusunda fena değildim.

Kızın müthiş uyumundan başka bir şey düşünemiyordum. Fakat ablasının çekiştirmeleri sonu-cunda neredeyse bir adım atmıştı ve bir adım daha atarsa benden kopacaktı. İstemsizce bütünden, detaya doğru hareket eden bir düşünceye bıraktım kendimi. “Gözleri… Gözleri bana geçmişimi anımsattı ve ben de ona bir şeyler anımsattım sanırım. O halde, gelecekle ilgili bir şeyler de aktarabilir.” Kız, ablasına karşı direnerek bir sonraki adımı için ayağını kaldırmadı. Bana baktı tekrardan. Yine bulunduğum yerdeydim ama ışıklar kapalıydı, dükkan gün ışığıyla aydınlanıyordu. Üstüme baktım, kırmızı Lacoste tshirt ve kot pantolonla gördüm kendimi. Sonra sanki birinin geç kaldığını düşünerek telefonuma baktım: “18:21, 16 Ağustos 2013, Cuma” kafamı kaldırdığımda bana doğru yürürken onu gördüm. Bir anda başka bir yere geçtik. Kahverengi bir aydınlık, kahverengi, desenli duvarlar ve kahverengi masa takımlarının bulunduğu bir yerdeydik. En sevdiğim restoran. Orası için hep “Bir kızı yemeğe çıkarsam, kesin-likle buraya gelirim.” diye düşünüyordum. Sanırım başaracaktım.

Gözleri artık bana bakmıyordu. Rahatsız edici şekilde ellerime kilitlenmişti bakışları. Kız elini hafifçe kaldırdı ve parmaklarını salladı. Önce bunun bir veda hareketi olduğunu düşündüm ama sonra parmaklarıyla çeşitli sayılar yaptığını algıladım. İşaret parmağımı havada döndürerek “Tekrar et.” işareti yaptım. Tüm sayıları takip edebilmiştim. Bu bir telefon numarasıydı. Sanırım o da, yarın onu arayacağımı gördü. Daha sonra, kız, rafların arasında kayboldu. Ben de yürümeye başladım ve numarayı ezberlemeye koyuldum. Hemen eve gidip bir miktar para almalıydım. Sonra da kırmızı Lacoste ve bir kot pantolon.

Birkaç aydır görüşmediğim bir arkadaşımla karşılaştım geçenlerde. “Bunun sırrını bana da söyle.” dedi bana. “Aynı yaşta olmamıza rağmen benden daha genç görünüyor olmanın…” Güldüm geçtim tabii. Zira yok öyle bir sır. Belki tatile girdiğimizden dış görünüş bakımından biraz dinlemiş olabilirim. Fakat beynimdeki yorgunluğu bilmesini çok isterdim. Tatile gireli neredeyse bir ay oldu. Geçen bir ay zarfında bedenen dinlendiğimi yadsıyacak değilim ancak ruhen çok yorgun hissettiğimi belirtmeliyim. Tamamen bana ait olan geniş zaman dilimlerinde –özellikle geceleri- çıldırmaya ramak kalana dek düşünmeye veriyorum kendimi. Yapılan, yapılamayan işler; yapılması planlanan işler; beynimin içinde çarpışan fikirler –ki çarpışıyor olmalarına rağmen hepsi bana ait- bir kurt gibi içimi kemiriyor. Bu da doğal olarak zihnen yorulduğum anlamına geliyor.

Şikayetçi miyim bu durumdan? Kesinlikle hayır! Çünkü düşünmek, yanlış olduğunu bile bile düşünmek, gerçekte hiç var olmayacağını bile bile, okuduğum kitaplar yardımıyla dünyalar değiştirmek hoşuma gidiyor. Masama oturduğum andan itibaren takdir edersiniz ki bedenen yorulma olasılığım sıfır; ama zihnim bir işçinin gün boyu harcadığı çabadan daha fazlasını harcıyor belki.

“En ağır işçi benimGün yirmi dört saatSeni düşünüyorum.”

Diyor ya hani Ümit Yaşar Oğuzcan, sanırım benimkisi de öyle. Evet, en ağır işçi benim, gün yirmi dört saat ve bir şeyler düşünüyorum.

15

İçimizdekilerKültür Mantarları

En Ağır İşçi- Kültür Mantarı

“Her şeyin tamam olması ve kendimi daha az yalnız hissedebilmem için, idam gününde çok seyirci bulunmasından ve bunların beni hınç dolu haykırışlarla karşılamalarından başka isteyecek bir şeyim kalmamıştı.” Bir kitabı daha bitirdim ve yatağımda uzan-maya başladım. Bütün gün boyunca yatağımdan çıkmamış ve sürekli bir şeyler okumuştum. Acıkmaya başlamıştım ama daha önemli bir ihtiyacımın olduğunu hissediyordum: Biraz yürümeliydim. Yatağımdan ağır hareketlerle kalktım ve karşıdaki giysi dolabımı açıp bir çift çorap aldım elime. Oldukça yumuşak ve kalın bir çorap denk gelmişti. Bu yaz sıcağında bu tür bir çorabı başka biri bırakın giymeyi, eline bile almak istemezdi. Çoraplarımı giyerken insanların sıcağa ne kadar da takıntılı olduğunu ve hayatları boyunca en çok şikayet ettikleri şeyin sıcak olduğunu düşünüyordum. Çoraplarım da ayaklarımda olduğuna göre artık yürümemem için bir neden yoktu. Önce aynada kend-ime bakmak istedim. Yüzümde bölgesel çıkan tüycükler çok uzamış ve çirkin bir görüntü oluşturuyordu ama umurumda bile değillerdi. Üstüme baktım, bütün gün yattığım giysilerle dışarı çıkacak değildim. Yine de üstüme bakmaya devam ettim. Eğer iyi bir yönlerini görebilirsem, kendimi ikna edebilirsem o giysilerle çıkacaktım. Hem neresiydi ki gideceğim yer? Sadece evin dışında biraz yürüyecektim. Kısacık hayatım boyunca çöp atmaya giderken bile gömlek giyen ben, bu durumu kaldıramadı. “Polo yaka spor bir tshirt iyi bir seçim olacak.” diye düşündüm ve odama dönüp dolabımdan kriterlere uyan bir tshirt seçtim kendime. Hemen yan kapağı açarak pantolonumu da aldım. Üstümü değiştirirkenki boş zamanda açlığımın gittikçe

yok olduğunu ve dışarıda bir şeyler yememin gereksiz olduğunu düşündüm. Böylece para da harcamayacaktım. Yanıma ne telefon ne de para aldım. Sadece ben dolaşacaktım; yürürken beynimin en sert kıvrımlarımdan büyük bir hızla dönecek ve düşünürken asla hız kesmeyecektim. Kapıdan çıkmadan saate baktım 21:21’i gösteriyordu.

Apartmanın merdivenlerinden yavaşça indim. Bu esnada az sonra yapacağım düşünce koşusu için ısındırıyordum beynimi. Apartmandan dışarı çıktım ve temiz bir nefes çektim içime. Yürüdükçe beynim açılıyor, düşüncelerim hızlanıyordu. Bir süre sonra bacaklarım düşünce hızıma yetişememeye başladı ve bitmek bilmeyen bir koşma isteğiyle koşmaya başladım.

Kahverengi bir ışık ve kahverengi rafların arasından karşıma iki çift mavi göz çıktı. Beni gördüğü anda ağzı hafif açıldı ve şaşkınlıkla bana bakmaya başladı. Ona bakıyordum ama daha önce hiç olmadığı kadar geniş bir açıyı görebiliyordum. Gözlerini, burnunu, azıcık açılmış ağzını, dudaklarının güzel rengini, özenle toplanmış saçlarını ve saçlarının tüm bu güzel yüzle uyumlu rengini ayrıca, giydiği beyaz, polo yaka tshirt’ü ve krem rengi pantolonu da görebiliyordum. Daha önce böyle bir uyumu hiç görmemiştim. Sonra gözlerine odaklandım. Garip hissetmeye başladım çünkü gözleri, ilk baktığım anda görüş açımı nasıl genişlettiyse, hafızamı da genişletmeye başlamıştı. Yürüdüğüm yolları, yolda hissettiğim yalnızlığı, tekin olmayan yerlerden

Page 12: Kültür Mantarları Sayı: 1

16

Aklımın Odaları- Erem GÜLSOYLU

Yalnızlık, sessizlik, karanlık.

Şöyle bir oturup sakinleşmek, düşüncelerini bir sıraya koymak, kafayı toparlamak, bazen de aynı olaylara farklı açılardan bakmak istediğimizde ne kadar da çok ihtiyaç duyuyoruz bunlara. İyi geliyor bu tip kalabalıktan, gürül-tüden, aydınlıktan kaçma terapileri değil mi?

Değil mi, değil mi, değil mi, değ…

Olmayabilir. bugün Twitter’da bir arkadaşımın yazdığı yalnızlık ve insanın kendiyle vakit geçirmesi temalı bir tweet’i gördükten sonra birkaç ay önce 9gag’te gördüğüm ilginç bir şey aklıma geldi. İlk gördüğümde de ilginç gelmişti fakat bugünkünden daha çok uyaran olmuş ki etrafta, bu kadar hissederek düşünmemiştim.

Bir oda düşünün, küçük piramitler şeklinde, sesi absorbe edebilecek özellikte bir materyal ile kaplı olsun 6 yüzü de. Dışarıdan gelebilecek sesleri kalın yalıtım materyal-leri ile engellemiş olsunlar. tamamen sessiz bir oda. Hatta öyle ki içerisi eksi desibel düzeylerinde. İçeri giriyorsunuz, yalnızsınız, kapı kapatılıyor. İçeride oturmanız için verilmiş bir sandalye dışında hiçbir şey yok. oda o kadar sessiz ki, bir sürenin ardından kulaklarınız dengenizi kurmakta size yardımcı olamıyor, oturmak zorundasınız. Oturduğunuz zaman ışıkları da kapatıyorlar. Kaç dakika orada kalabilirsiniz? Bir düşünün…

Şaşırtıcı gelebilir fakat bu zamana kadar en uzun süre içeride vakit geçiren insan 45 dakika kalabilmiş. 45

dakika! İçeri giren bütün denekler kulaklarının bulunduğu ortama uyum sağlamasıyla birlikte önce iç organlarının sesini duymaya başlıyormuş. Kalbin atışı, midenizdeki enzim aktivitesi, akciğerlerinizin sesi. Onlara alıştıktan sonra ise, tamamen düşüncelerinizle başbaşasınız. Tabii bilinciniz sizi serbest bırakırsa. Günlük hayatta onlarca uyaranı aynı anda işleyen beyin, uyaransız bir ortamda kendi uyaranlarını oluşturmaya başlıyormuş.

Düşünebiliyor musunuz? Kendinizi en rahat dinleyebileceğiniz mükemmel bir ortamdasınız. Masraf-tan kaçınmayıp size negatif desibelli bir oda kurmuşlar Fakat kendinizle iletişim kuramadan beyniniz sahte uyaranları göstermeye başlıyor size. Buna alışkanlıktan diyebilirsiniz, beynin her gün o kadar veriyi analiz etmeye alışmış birden boşluğa düşünce bocalaması normal diyebilirsiniz ama ben biraz art niyet arıyorum bunun ardında. Kendinle iletişime geçip belki de kendinle ilgili pek çok şeyi düzeltebileceğiniz bir ortamda bir bakıyorsunuz halisünasyonlar denizinde yüzmeye başlamışsınız. Savunma mekanizması olabilir mi bu?

Bir sürü insan tehlikeyi dışarıda arıyor. Dışarıda, başka insanlardan gelebilecek tehlikelerden korkuyorlar. Ciddi önlemler alıyorlar belki. Belki de paranoyaklaşıyorlar.

Peki, ya en önemli şeyi atlıyorsak? Ya esas tehlike kafamızın içindeyse?

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 13: Kültür Mantarları Sayı: 1

17

İçimizdekilerKültür Mantarları

Yalnızca- Emre SÖNMEZ

“Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya

Ona sorarsanız: ’Lafı bile edilemez, mikroskobik bi zaman…’

Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…” Nazım Hikmet hapishanede geçirdiği günler için böyle ses vermiş kalemine. Peki bizim de böyle hissettiğimiz günler olmuyor mu? Hayatın içinde bir koşuşturmaya kendimizi kaptırmış giderken, hıza inat durup düşündüğümüz anları gözünüzün önüne getirin. O anlarda yanımızda kimler vardı? Bence doğru cevap “yalnız olduğumda” olmalı. Peki yalnızlık neye benzer? Nasıl bir duygu bu, bazısını intihar eşiğine getirirken, bazısının kendini geliştirerek, daha emin adımlarla hayata yürümesini sağlıyor? Bence yüzeysel olarak bütün bu soruların cevapları kendini daha iyi tanımaktan geçiyor. Yalnızlık insanı kendisiyle baş başa bırakıyor. Bu yüzden herkes için yalnızlık algısı farklı. İlk olarak düşüncelerin götürdüğü yere, ya da düşüncelerinizi götürdüğünüz yere gidiyorsunuz. O kadar da basit olma-yan bi yolculuk bu. Sonuçlarında, kendini tanımak ve çözüm odaklı olabilmek varken, zorlama çıkarımlarla tarttığın, hayatın yumruklarının sertliğiyle acizleştiğini düşünmek de var. Sonuç ipin kimin elinde olduğuna bağlı, mantık mı yoksa duygu mu? Bence insanın başaramama duygusu ve buna bağlı başarısızlıkları kendini tanımama durumuyla doğru orantılı. “Kendimi doğru tanımlayarak, güçlü yönlerimi öne çıkarıp, güçsüz yönlerimi bulduğum ve araştırdığım

çözümlerle güçlendirmeliyim” diyebilmeli insan. Bunu yapabilmek için de bence basit bi yol var. Bu yol, yazının en başında da bahsettiğim yalnızlık hissi. İnsan her şeyi doğru kullanmaya çalıştığı gibi yalnızlığı da doğru kullanmalı. Uçsuz bucaksız hayal dünyasında kaybolup gidebildiği kadar yaptıklarından hareketle yapabileceklerini tartmalı. Nice potansiyelli insan Einstein’ın dediği gibi ağaca tırmanmaya çalışırken yitip gitti. Rakiplerinin doping yaptığı bir yarışta bile kaybetmeyecek kadar “doğru bir işi doğru çalışmayla” yapan Usain Bolt’u düşünün. Ya balet olmaya zorlansaydı? Ya da şöyle düşünelim, balet olmak isteseydi ne olurdu? Başarılı olmak için çok daha fazla çalışmalıydı. Tereddüt etmeden söyleyebilirim ki yapabil-eceklerine göre çok başarılı bi balet olurdu. Çünkü Bolt ve onun gibiler, sınırlarının farkında olup daha ileri gitmek için çözüm arayabilen insanlar. Yani, yetenekleriniz ve farklı konulardaki başarı sınırlarınız kendinizi tanıyabildiğiniz kadar var. Doğru kullandığınız yalnız anlarınız sizi zihinsel olarak bir Bolt yapabilir. Aslında kitap okumaya çok benzetiyorum yalnızlığı. Bir kitaptan alabileceğiniz zevk ve bilginin sınırı yoktur. Kitap size kilitli kapıların anahtarlarını verir. Tüm odaları dolaşsanız bile bulacaklarınız bitmez, çünkü son anahtar dışarıya bakan bi kapıyı açıyordur. Yalnızlık da böyledir, ister hayaller arasında dalgalansın zihniniz, ister rahatlamak için boşluklarda dolaşın, isterseniz kendinizi tanımayı deneyin, ya da beş para etmez biri olduğunuzu düşünün. Her zaman dışarıya açılan bi kapı vardır. Bu arada, içeriyi doğru kullanmak için bolca vaktiniz var, ama dışarıda harekete geçmek için zaman kaybet-meyin!

Page 14: Kültür Mantarları Sayı: 1

16

Değişim- Uğur GÖNÜL

Size AFS desem aklınıza ilk ne gelir? Kiminize yeni otoyol geçiş sisteminin adı, kiminize ortaöğretime giriş sınavının yeni adı, vs. vs…

Açılımı bugünkü işleviyle pek alakalı olmayan bir kısaltma aslında AFS. I. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’ya gönüllü olarak gelen Ameri-kan ambulans sisteminin adı. Açılımı da bugün bile

Amerika’daki ambulansların üstünde görebileceğiniz "American Field Service". Savaşta

ül- keleri için çarpışıp yaralanan müttefik devletlerin askerlerine sağlık hizmetinde bulunan bu ekip yerel halk tarafından çok sevilirmiş. Bugün ise oluşan o sevgi ve kardeşlik, dünyanın neredeyse her ülkesinde hayatları değiştirmeye devam ediyor. Hatta değiştirmekle

kalmayıp birleştirmeye devam ediyor. Tıpkı sloganında olduğu gibi; Hayatları birleştirme, kültürl-eri paylaşma.

Bugün, dünyada öğrenci değişim programlarının atası sayılan AFS, 1946

yılında sadece on ülkeden öğrencilerin ABD’ye çağrılmasıyla başlamıştır. Tamamen gönüllülerden oluşan binlerce kişilik AFS ordusu saye-sinde bugün binlerce öğrenci bir yıla bir hayatı sığdırabiliyor. Türkiye’de 60. yılını kutlayan AFS, 60 yılda birbirinden

farklı kişilerin yaşamına değdi ve yaşamlarını değiştirdi. Örneğin Türkiye’nin ilk kadın valisi, Lale Aytaman 1962 yılında AFS değişim programına katılmış bir AFS'lidir. Ya da bir zaman-lar dışişleri bakanlığı yapan barış elçimiz İsmail Cem de AFS değişim programıyla hayatını değiştirenlerdendir. Yunan başbakanı Papandreu’nun Cem’in kabrine zeytin dalı bıraktığını bir çoğumuz hatırlarız. Sadece kamu görevlileri değil ayrıca, Nevra Serezli gibi birçok sanatçı isim de hayatlarını AFS ile değiştirmişerdir.

“Tamamen gönüllülerden oluşan binlerce kişilik AFS ordusu sayesinde bugün binlerce

öğrenci bir yıla bir hayatı sığdırabiliyor.”

Görüldüğü üzere AFS sıradan bir öğrenci değişim programından ziyade kültür paylaşımı yaparak çok uzaklardaki insanlarla hayatınızı birleştirme fırsatı sunan ve bu esnada yaşayacağınız tecrübeler sonu-cunda hayatınızı değiştiren bir oluşumdur. Ayrıca yapılan gönüllülük aktiviteleri ile AFS deneyiminin bir ömür boyu sürdüğü rahatlıkla söylenebilir.

İçimizdekiler Kültür Mantarları

Page 15: Kültür Mantarları Sayı: 1

Space!

Page 16: Kültür Mantarları Sayı: 1