Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
1
2
BİLİMSEL SEKRETERYA
Ankara Aile Hekimliği Derneği Mehmet Akif Ersoy Mah. Anadolu Bulvarı 286.Sok. Proofis Plaza No:3 Kat:5 Daire:38 06200
Yenimahalle Ankara T: 0 546 265 24 33
ORGANİZASYON SEKRETERYASI
FTS TURİZM KONGRE ORGANİZASYON Güzeltepe Mah. Alper Sok. 14/9 Çankaya/ANKARA
T: 0312 439 68 04 * M: 0 507 705 73 78 [email protected]
3
4
DAVET MEKTUBU .......................................................................................................................................... 1
KURULLAR .................................................................................................................................................... 3
BİLİMSEL PROGRAM ................................................................................................................................. 5-10
SÖZEL BİLDİRİLER .................................................................................................................................. 12-114
SS-001 Koah’lı Hastalarda Anksiyete Depresyon Durumu ve Etkileyen Faktörler; Akiz Çalışması Sonuçları ..... 12-13
SS-002 Umblikal Pilonidal Sinüsü Olan Hastalarda Risk Faktörlerinin Değerlendirilmesi ........................................ 14
SS-004 Opiyat Kullanım Bozukluğu Hastalarında Çocukluk Dönemi Travmaları ................................................ 15-20
SS-005 COVID-19 Pandemisinde Hastaların Eğitim Aile Sağlığı Merkezine Başvuru Durumlarının
İrdelenmesi ........................................................................................................................................................ 21-22
SS-006 Çocuk ve Ergenlerde Selektif Serotonin Gerialım İnhibitörleri ve Serotonin Noradrenalin Gerialım
İnhibitörleri Reçetelerinin Sitokrom P450 Enzimleri Üzerinden Gerçekleşebilecek Potansiyel İlaç-İlaç Etkileşimleri
Yönünden Değerlendirilmesi .................................................................................................................................... 23
SS-007 Prostat Kanserinde Yeni Grade-Group Sisteminin İncelenmesi: 15 Yıllık Bir Retrospektif Çalışma ....... 24-27
SS-008 Evre-IV Rektum Kanserlerinde E-Cadherin Ekspresyonun Prognostik Önemi ................................. 28-31
SS-009 Gross Tümör Volumü ve Az Diferansiye Kümeler Pt1- 2 Rektal Kanserlerde Kötü Sağkalım Açısından
Yüksek Riskli Hastaları Öngörebilir ................................................................................................................. 32-37
SS-010 Stage-IIA Kolon Kanserinde Tümörü İnfiltre Eden T-Lenfositlerin Prognostik Rolü: Geniş Metodolojik
Bir Çalışma ........................................................................................................................................................ 38-43
SS-011 Ortopedi ve Travmatoloji Polikliniğine Başvuran Bebeklerde Gelişimsel Kalça Displazisnin Graf
Yöntemine Göre Ultrasonogrofik Değerlendirilmesi ........................................................................................... 44
SS-012 Ergenler ve Genç Yetişkinlerde Sigara Tütün Ürünlerine Genel Bakış ............................................. 45-54
SS-013 Gebelikte Metastatik Hepatik Tümör Rüptürü: Olgu Sunumu .......................................................... 55-57
SS-014 Çocuk Endokrin Polikliniğine Başvuran Konjenital Hipotroidili Yenidoğanların Klinik ve Laboratuvar
Özellikleri ................................................................................................................................................................ 58
SS-015 3. Basamak İleri Endoskopi Merkezinin Gaytada Gizli Kan Pozitif Hasta Analizi .................................... 59
SS-016 Yoğun Bakımda Yatan Hastaların Kan Kültürlerinden İzole Edilen Acinetobacter Baumannii ve
Pseudomonas Aeruginosa Suşlarının Çeşitli Antibiyotiklere Direncinin Değerlendirilmesi ........................ 60-62
SS-017 Sakarya İli Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçları ................................................................................ 63-67
SS-018 3. Basamak Hastaneye Kanser Tarama Merkezlerinden Şüpheli Mamografik Bulgularla Sevkedilen
Hastaların Retrospektif Analizi .............................................................................................................................. 68
SS-019 Aile Hekimlerinin Epilepsi ve Non-Epileptik Psikojenik Nöbetler İle İlgili Bilgi ve Tutumlarının
Değerlendirilmesi ............................................................................................................................................. 69-71
SS-020 Tırnak Batmalarında Konservatif Tedavinin Yeri ................................................................................ 72-73
SS-021 Sol Ventrikül Aberran Bant Saptanan Çocukların Kardiyak Bulgularının Kontrol Grubu İle
Karşılaştırılması ................................................................................................................................................ 74-76
SS-022 Hemşirelerin Çocukluk Çağı Hipertansiyonu Bilgi Düzeyi ve Yaklaşımlarının İncelenmesi ............. 77-78
5
SS-023 Lateral Epikondilit Tedavisinde Trombositten Zengin Plazma ve Lokal Steroid Enjeksiyonlarının Kısa
Dönem Sonuçlarının Karşılaştırılması ............................................................................................................. 79-87
SS-024 Obez Çocuklarda Metabolik Sendromu Saptamada Hangi Belirteç: HOMA-IR? OGTT’DE 2.Saat
İnsülin? tg/hdl Oranı? ........................................................................................................................................... 88
SS-025 Endometrial İntraepitelyal Neoplazi Terminolojisi, Endometrial Hiperplazi Sınıflamasındaki Kaosu
çözdü mü? 8 Yıllık Retrospektif Bir Çalışma ................................................................................................... 89-92
SS-026 Multiple Myelom Tanılı Hastalarda Floresan İn Situ Hibridizasyon Yöntemi İle Saptanan
13. Kromozom Delesyonu Sıklığı ................................................................................................................... 93-101
SS-027 Rektum Kanserı İle Birlikte Guillain Barre Sendromu; Çok Nadir Bir Vaka .................................. 102-105
SS-028 Çocukluk Çağı Vaskülitleri Ayırıcı Tanısında Akut İnfantil Hemorajik Ödem ...................................... 106-107
SS-029 Kronik Ürtikerli Çocuk Ve Ergenlerde D Vitamini Düzeyinin Hastalık Şiddeti Üzerindeki Rolü .......... 108
SS-030 Sigara Kullananlarda Uyku Kalitesi, Gündüz Uykululuğu, Depresyon ve Anksiyete Düzeylerinin
Değerlendirilmesi ................................................................................................................................................. 109
SS-031 İnfertil Hastalarda Tamamlayıcı Alternatif Tıp Tedavilerinin Prevalansı .............................................. 110
SS-032 Aile Hekimliği Polikliniğine Başvuran Kadınların Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamalarını
Kullanma Durumlarının Değerlendirilmesi ......................................................................................................... 111
SS-033 Pediatrik Yaş Grubunda Konjonktivit Benzeri Klinik Olgular ................................................................. 112
SS-034 Aile Sağlığı Merkezine Başvuran Kadınların Gebelik Sırasında Bitkisel Ürün Kullanımı, Tutum ve
Davranışlarının Araştırılması ............................................................................................................................... 113
SS-035 Kahta Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniğinde Takip Edilen Psikiyatri Hastalarının Birinci Basamak
Uygulamalarını Kullanma Durumlarının İncelenmesi ........................................................................................ 114
POSTER BİLDİRİLER .............................................................................................................................. 116-118
PP-001 Kahta Devlet Hastanesi'ndeki Psikiyatri Konsültasyonlarının İncelenmesi ................................................ 116
PP-002 Şizofreni ve Diğer Psikotik Bozuklukların Tedavisinde Paliperidon Palmitat 3 Aylık Formülasyonun Yeri: Bir
İlçe Devlet Hastanesi Verileri ................................................................................................................................. 117
PP-003 Paliperidon Palmitat 1 Aylık Uzun Etkili Enjeksiyon Kullanan Psikotik Özellikli Hastaların İncelenmesi
................................................................................................................................................................................ 118
1
Değerli Meslektaşlarımız;
Ankara Aile Hekimliği Derneği tarafından 8 yıldır düzenlenen Ankara Aile Hekimliği Kongresi ANKAKON,
bilimsel ve sosyal içeriği ile aile hekimleri için takdir edilen bir okul niteliği kazanmıştır.
Aile hekimleri tarafından her yıl sabırsızlıkla beklenen kongremizin bu yıl COVID-19 nedeniyle 25-27
Eylül 2020 tarihinde online kongre olarak yapılacağını duyurmaktan gurur duyuyoruz.
Bilimsel gelişim ve değişimin hızla gerçekleştiği günümüzde, alanlarında birbirinden değerli
konuşmacılarımız, yeni gelişmeleri ve güncel bilgileri bizlerle paylaşırken biz aile hekimleri de sahada
karşılaştığımız vakaları ve sorunları ve çözüm önerilerimizi tartışma olanağı bulacağız.
Zengin bilimsel programımız ve sürpriz sosyal programlarımızla yine dopdolu, keyifli, enerjik bir kongre
programı hazırladık. Kongre dili Türkçe’dir. Arzu eden katılımcılar bildirilerini sunma imkânına sahiptir.
Sizleri 25-27 Eylül 2020 tarihlerinde online kongremizde görmeyi umuyoruz. Değerli katkılarınızla, her
yıl olduğu gibi, başarılı bir kongreyi birlikte gerçekleştirmek, özlem gidermek ve bir arada daha iyi bir
gelecek planlamak için sizleri bekliyoruz.
Mine GÜRÇİNER İREZ
Kongre Başkanı
2
3
KONGRE VE DERNEK BAŞKANI
Mine GÜRÇİNER İREZ
DÜZENLEME KURULU
Oğuz ÇELİK, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
Cem BİLGİÇ, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı
Sümeyra GÜRGEN, Genel Sekreter
Mutlu ÇAKIR, Sayman
Murat ÇEVİK, Üye
Fatih GÜRPINAR, Üye
BİLİMSEL KURUL
Cem BİLGİÇ
Mustafa KASAP
Ekrem BAŞARA
Murat ÇEVİK
Tülay DEMİRBAŞ
Sümeyra GÜRGEN
Süha ÖZKAN
Fatma SEZGİN
Nur YAZAR
KONGRE BİLİMSEL DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Süleyman GÖRPELİOĞLU
Doç. Dr. Tijen ŞENGEZER
Dr. Öğretim Üyesi Duygu AYHAN BAŞER
Uzm. Dr. Ayşenur KUZUCU ÜŞÜMEZ
Uzm. Dr. İsmail ARSLAN
4
5
25 EYLÜL 2020
18:30-19:00 AÇILIŞ KONUŞMALARI
Dr. Mine GÜRÇİNER İREZ, Ankara Aile Hekimliği Derneği
1. KONFERANS
Moderatör Dr. Mine GÜRÇİNER İREZ
19:00-20:00 Pandemi Döneminde Aile Hekimleri ve Aileleri
Prof. Dr. Yankı YAZGAN
26 EYLÜL 2020 2. KONFERANS
Moderatör Dr. Pelin UYGUR
09:30-10:15 2050'de Hekim Olmak
Prof. Dr. Süleyman GÖRPELİOĞLU
10:15-10:30 ARA
UYDU SEMPOZYUMU PFIZER
Moderatör Dr. Sümeyra GÜRGEN
10:30-11:00 Meningokok Hastalıklarına Karşı Hangi Aşı Ne Zaman?
Prof. Dr. Ener Çağrı DİNLEYİCİ
11:00-11:15 ARA
3. KONFERANS
Moderatör Dr. Eren ŞENOL
11:15-12:00 Korona Virüs Aşı Çalışmalarında Son Durum
Prof. Dr. Nur AKSAKAL
4. KONFERANS
Moderatör Dr. Fatma SEZGİN
12:00-12:45 Sağlıkta Dijital Dönüşümden Yapay Zekaya Gidişin Hikayesi
Prof. Dr. Ersin AKPINAR
12:45-13:00 ARA
UYDU SEMPOZYUMU ASTELLAS
Moderatör Dr. Murat TOPALOĞLU
13:00-13:30 Aşırı Aktif Mesane Tedavisinde Denge: Betmiga
Op. Dr. Mustafa Levent ERTON
13:30-13:45 ARA
1. PANEL ENDOKRİNOLOJİ PANELİ
Moderatör Dr. Süha ÖZKAN
13:45-14:45
Neler Konuşacağız?
Obezite Biterse?
Kronik Hastalıklar ASM'de..
Endokrinin Kırmızı Çizgileri
Panelistler
Doç. Dr. Muhammet KIZILGÜL
Doç. Dr. Narin NASIROĞLU İMGA
Doç. Dr. Bekir UÇAN
14:45-15:00 ARA
6
UYDU SEMPOZYUMU SANOFİ
Moderatör Dr. Fatih GÜRPINAR
15:00-15:30 ASM’de Meningokok Aşılaması
Prof. Dr. Mehmet CEYHAN
2. PANEL DERMATOLOJİ PANELİ
Moderatör Dr. Fatih GÜRPINAR
15:30-16:30
Neler Konuşacağız?
Yaşının Güzeli Nasıl Olunur? Estetik İşlemler İhtiyaç mı?
Bebeğim Neden Kızardı?
Panelistler
Dr. İbrahim Devrim GÜRSOY
Prof. Dr. Ersoy CİVELEK
16:30-16:45 ARA
5. KONFERANS
Moderatör Dr. Nur YAZAR
16:45-17:30 Kaşınıyorum …
Prof. Dr. Ülker GÜL
OTURUM SÖZEL BİLDİRİLER
Oturum Başkanı Uzm. Dr. İsmail ARSLAN
17:30 - 19:00
SS-001 KOAH’lı Hastalarda Anksiyete Depresyon Durumu ve Etkileyen Faktörler; AKİZ Çalışması Sonuçları
Nurgül BOZKURT
SS-002 Umblikal Pilonidal Sinüsü Olan Hastalarda Risk Faktörlerinin Değerlendirilmesi
Yurdakul Deniz FIRAT
SS-004 Opiyat Kullanım Bozukluğu Hastalarında Çocukluk Dönemi Travmaları
Filiz ÖZSOY
SS-006 Çocuk ve Ergenlerde Selektif Serotonin Gerialım İnhibitörleri ve Serotonin Noradrenalin Gerialım İnhibitörleri Reçetelerinin Sitokrom P450 Enzimleri Üzerinden Gerçekleşebilecek Potansiyel İlaç-İlaç Etkileşimleri Yönünden Değerlendirilmesi
Gül ÖZBEY
SS-007 Prostat Kanserinde Yeni Grade-Group Sisteminin İncelenmesi: 15 Yıllık Bir Retrospektif Çalışma
Mehmet ZENGİN
SS-008 Evre-IV Rektum Kanserlerinde E-cadherin Ekspresyonun Prognostik Önemi
Mehmet ZENGİN
SS-009 Gross Tümör Volumü ve Az Diferansiye Kümeler pT1- 2 Rektal Kanserlerde Kötü Sağkalım Açısından Yüksek Riskli Hastaları Öngörebilir
Mehmet ZENGİN
SS-010 Stage-IIA Kolon Kanserinde Tümörü İnfiltre Eden T-lenfositlerin Prognostik Rolü: Geniş Metodolojik Bir Çalışma
Mehmet ZENGİN
7
OTURUM SÖZEL BİLDİRİLER
17:30 - 19:00
SS-011 Ortopedi ve Travmatoloji Polikliniğine Başvuran Bebeklerde Gelişimsel Kalça Displazisnin Graf Yöntemine Göre Ultrasonogrofik Değerlendirilmesi
Nazan ÇEVİK
SS-012 Ergenler ve Genç Yetişkinlerde Sigara Tütün Ürünlerine Genel Bakış
Hakan ÇELİKHİSAR
SS-013 Gebelikte Metastatik Hepatik Tümör Rüptürü: Olgu Sunumu
Canan SOYER ÇALIŞKAN
SS-014 Çocuk Endokrin Polikliniğine Başvuran Konjenital Hipotroidili Yenidoğanların Klinik ve Laboratuvar Özellikleri
Amine AKTAR KARAKAYA
SS-015 3. Basamak İleri Endoskopi Merkezinin Gaytada Gizli Kan Pozitif Hasta Analizi
Ali Emre Naycı
SS-016 Yoğun Bakımda Yatan Hastaların Kan Kültürlerinden İzole Edilen Acinetobacter baumannii ve Pseudomonas aeruginosa Suşlarının Çeşitli Antibiyotiklere Direncinin Değerlendirilmesi
Hatice KÖSE
SS-017 Sakarya İli Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçları
Ali GÜVEY
SS-018 3. Basamak Hastaneye Kanser Tarama Merkezlerinden Şüpheli Mamografik Bulgularla Sevkedilen Hastaların Retrospektif Analizi
Coşkun ÇAKIR
SS-024 Obez Çocuklarda Metabolik Sendromu Saptamada Hangi Belirteç: HOMA-IR? OGTT’de 2.Saat İnsülin? TG/HDL Oranı?
Meliha DEMİRAL
8
27 EYLÜL 2020 3. PANEL CİNSEL SAĞLIK
Moderatör Dr. Ekrem BAŞARA
09:30-10:30
Neler Konuşacağız?
Cinsel İşlev Bozukluklar El Alem Ne Der?
Temel Cinsel Sağlık
Panelistler
Op. Dr. Müjdegül KARACA
Op. Dr. Aslı ÖCAL
10:30-10:45 ARA
4. PANEL PSİKİYATRİ PANELİ
Moderatör Dr. Mutlu ÇAKIR
10:45-11:45
Neler Konuşacağız?
Dijital Bağımlılık
Eyvah Bebeğim Ergen Oluyor
Asm'de Evde Artık Geriatri Her Yerde?
Panelistler
Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ
Doç. Dr. Emel SARI GÖKTEN
Prof. Dr. Mustafa CANKURTARAN
11:45-12:00 ARA
UYDU SEMPOZYUMU PFIZER
Moderatör Dr. Oğuz ÇELİK
12:00-12:30 Erişkin Risk Grubu Pnömokok Aşılaması
Prof. Dr. Mehmet CEYHAN
12:30-12:45 ARA
6. KONFERANS
Moderatör Dr. Oğuz ÇELİK
12:45-13:30 Çocukluk Çağı Aşıları
Prof. Dr. Hasan TEZER
13:30-13:45 ARA
7. KONFERANS
Moderatör Dr. Mustafa KASAP
13:45-14:30 Aşı Redleri
Prof. Dr. Mehmet CEYHAN
14:30-14:45 ARA
9
UYDU SEMPOZYUMU NBT İLAÇ
Moderatör Dr. Cem BİLGİÇ
14:45-15:15 Kadın Sağlığı Ve Mikrobiyata
Prof. Dr. Hulusi Bülent ZEYNELOĞLU
15:15-15:30 ARA
8. KONFERANS
Moderatör Uzm. Dr. Murat ÇEVİK
15:30-17:00 Birinci Basamakta Kalbi Anlamak... İpuçlarının İzinden Gitmek...
Prof. Dr. Hüseyin OFLAZ
17:00-17:15 ARA
5. PANEL FİZİK TEDAVİ VE REHABİLİTASYON PANELİ
Moderatör Uzm. Dr. Cem BİLGİÇ
17:15-18:00
Neler Konuşacağız?
Romatizmal Asm Yağmur Yağınca Ne Yapar? Aktif Yaşlanmak Sağlıklı Yaş Almak
Evde İşyerinde Ergonomi Her Yerde
Panelistler
Uzm. Dr. Abdülsamet ERDEN
Uzm. Dr. Salih ÜRPER
Uzm. Dr. Gülsemin ERTÜRK ÇELİK
OTURUM SÖZEL BİLDİRİLER
Oturum Başkanı Uzm. Dr. Ayşenur KUZUCU ÜŞÜMÜŞ
18:00 - 19:30
SS-019 Aile Hekimlerinin Epilepsi ve Non-Epileptik Psikojenik Nöbetler ile İlgili Bilgi ve Tutumlarının Değerlendirilmesi
Oğuzhan KILINÇEL
SS-020 Tırnak Batmalarında Konservatif Tedavinin Yeri
Orhan AKINCI
SS-021 Sol Ventrikül Aberran Bant Saptanan Çocukların Kardiyak Bulgularının Kontrol Grubu ile Karşılaştırılması
Hasan BALIK SS-022 Hemşirelerin Çocukluk Çağı Hipertansiyonu Bilgi Düzeyi ve Yaklaşımlarının İncelenmesi Eda Didem KURT ŞÜKÜR SS-023 Humerus Lateral Epikondilit Tedavisinde Lokal Steroid Enjeksiyonu ile PRP Tedavisinin Karşılaştırılması Orhan AKINCI
SS-033 Pediatrik Yaş Grubunda Konjonktivit Benzeri Klinik Olgular
Ersan ÇETİNKAYA
SS-025 Endometrial İntraepitelyal Neoplazi Terminolojisi, Endometrial Hiperplazi Sınıflamasındaki Kaosu Çözdü Mü? 8 Yıllık Retrospektif Bir Çalışma
Mehmet ZENGİN SS-026 Multiple Myelom Tanılı Hastalarda Floresan in situ Hibridizasyon Yöntemi ile Saptanan 13. Kromozom Delesyonu Sıklığı Yusuf COŞKUN
10
OTURUM SÖZEL BİLDİRİLER
18:00 - 19:30
SS-027 Rektum kanserinde Guillain Barre Sendromu; Nadir bir olgu
Murat Bülent KÜÇÜKAY
SS-028 Çocukluk Çağı Vaskülitleri Ayırıcı Tanısında Akut İnfantil Hemorajik Ödem
Kamuran KARAMAN
SS-029 Kronik Ürtikerli Çocuk Ve Ergenlerde D Vitamini Düzeyinin Hastalık Şiddeti Üzerindeki Rolü
Selma TUNÇ
SS-030 Sigara Kullananlarda Uyku Kalitesi, Gündüz Uykululuğu, Depresyon ve Anksiyete Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Selma PEKGÖR
SS-031 İnfertil Hastalarda Tamamlayıcı Alternatif Tıp Tedavilerinin Prevalansı
Arzu YURCİ
SS-032 Aile Hekimliği Polikliniğine Başvuran Kadınların Geleneksel Ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamalarını Kullanma Durumlarının Değerlendirilmesi
Nurcan AKBAŞ GÜNEŞ
SS-034 Aile Sağlığı Merkezine Başvuran Kadınların Gebelik Sırasında Bitkisel Ürün Kullanımı, Tutum ve Davranışlarının Araştırılması
Mehmet BAYKAL
SS-035 Kahta Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniğinde Takip Edilen Psikiyatri Hastalarının Birinci Basamak Uygulamalarını Kullanma Durumlarının İncelenmesi
Mehmet Hamdi ÖRÜM
SS-005 COVID-19 Pandemisinde Hastaların Eğitim Aile Sağlığı Merkezine Başvuru Durumlarının İrdelenmesi
Muhammet MUTLU
19:30 - 20:00 Kongre Kapanış Konuşmaları
11
12
SS-001
KOAH’LI HASTALARDA ANKSİYETE DEPRESYON DURUMU VE ETKİLEYEN FAKTÖRLER; AKİZ
ÇALIŞMASI SONUÇLARI:
Nurgül BOZKURT
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı
Amaç: KOAH(Kronik Obstüktif Akciğer Hastalığı) hekimlerin sık karşılaştığı kronik solunum yolu
hastalığıdır. KOAH’ta ruhsal bozukluklar sık görülür. Özellikle depresyon/anksiyetenin eşlik ettiği
olgularda tedavi uyumu ve yaşam kalitesi olumsuz etkilenmektedir. Bu çalışmada KOAH’lılarda
anksiyete, depresyon durumu ve etkileyen faktörler incelenmiştir.
Yöntem: AKİZ (Akdeniz Üniv.KOAH İzlem Çalışması) kapsamında Eylül-2019/Mart-2020 tarihleri
arasında kliniğimize başvuran KOAH’lılar çalışmaya alınmıştır. KOAH tanısı için solunum fonksiyon
testleri ve rutin tetkikler yapılmıştır. Ayrıca yüz yüze görüşme yöntemiyle anket uygulanarak yaş,
cinsiyet, hastalıkla ilgili bilgiler elde edilmiştir. Ek olarak üç farklı ölçek (KOAH değerlendirme
testi(CAT), Modifiye-Tıbbi Araştırma Konseyi anketi(m-MRC) ve anksiyete/depresyon durumunu
saptamak için “Hastane Anksiyete Depresyon Ölçeği”(HAD) uygulanmıştır. Hastaların anksiyete ve
depresyon durumları saptanmış, etkili faktörler araştırılmıştır.
HAD sonuçları hastanın anket, klinik ve laboratuvar bulgularıyla karşılaştırılmıştır. Veriler SPSS 15,0
programında analiz edilmiştir. Karşılaştırmalarda X2, ANOVA ve t testleri kullanılmış, korelasyon
analizi ve çoklu regresyon analizi uygulanmıştır.
Bulgular: Çalışmaya 128’i erkek 151 KOAH hastası alınmıştır. Yaş ortalaması 66,1±9,5’dir ve
ortalama 7 yıllık KOAH hastalarıdır ve %27’si aktif sigara içicisidir. Hastaların %4,6’sı kendilerinde
psikiyatrik hastalık olduğunu beyan etmişlerdir. Buna karşın HAD’a göre KOAH’lılarda %21,6
depresyon, %8,6 anksiyete ve %23,7 anksiyete ve/veya depresyon saptanmıştır.
Çoklu analizler ile anksiyete ya da depresyon sıklığını etkileyen faktörler saptanmıştır. Komorbidite
varlığı, ağır KOAH olması, yakınma sayısının fazlalığı hem anksiyete hem de depresyon sıklığını
arttıran faktörlerdir(Grafik-1). Kadın cinsiyet, genç yaşlarda olma anksiyeteyi artıran faktörler
olarak dikkati çekmektedir.
Ayrıca KOAH’ta semptom düzeyini gösteren m-MRC ve CAT skorları ile HAD-ölçeği puanları
arasında yüksek korelasyon saptanmıştır.
Sonuç: KOAH’ta anksiyete/depresyonun eşlik ettiği olgularda tedavi uyumu ve yaşam kalitesi
olumsuz etkilenmektedir. Çalışmamızda kendi beyanlarına göre %4,6’sında psikiyatrik hastalık
varken; HAD ile bilinenden yaklaşık 5 kat fazla anksiyete/depresyon sorunu olduğu saptanmıştır.
13
Verilerimize göre ağır KOAH’lılar, yakınma sayısı fazla olanlar, komorbit hastalığı olanlar ve kadın
hastalar yüksek riskli kişiler olarak öne çıkmaktadır. KOAH tedavi/takibi yapan aile hekimleri ve
uzman hekimlerin bu riskli grupları anksiyete/depresyon açısından değerlendirmeli ve
gerekenlerde tedavisi sağlanmalıdır.
Anahtar Kelimeler: KOAH, izlem, anksiyete, depresyon, Hastane anksiyete depresyon ölçeği
Grafik 1. KOAH'lılarda komorbidite, yakınma durumu ve hastalığın ağırlığına göre anksiyete
depresyon dağılımı
14
SS-002
UMBLİKAL PİLONİDAL SİNÜSÜ OLAN HASTALARDA RİSK FAKTÖRLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yurdakul Deniz FIRAT
SBÜ Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği
Amaç: Pilonidal sinüs, sakrokoksigeal bölgenin genel bir problemidir, ancak Sakrokoksigeal bölge
pilonidal sinüs hastalığı için en yaygın bölge olmasına rağmen, bazen periumbilikal bölgede de
görülebilir. Umblikal pilonidal sinüs, göbek deliğinin derinlerine nüfuz eden kıl parçalarına
granülomatöz reaksiyon ile karakterize edilen nispeten nadir bir hastalıktır. Bu çalışmada; Umblikal
Pilonidal Sinüslü hastaların risk faktörleri, kesitsel bir çalışmayla değerlendirildi.
Yöntem: Bu kesitsel çalışmada, Ocak 2014-Aralık 2019 arası Genel Cerrahi polikliniğine başvuran
52 hasta değerlendirildi. Bu hastaların tamamında Umblikal pilonidal sinüs mevcuttu. Hastaların
demografik bilgileri kayıt altına alındı. Veri toplama aracı olarak, doktorlar tarafından oluşturulan
özel olarak çeşitli sorular içeren bir liste kullanıldı.
Bulgular: Ortalama yaş 24dü. Hastaların yaşları 17 ile 38 arasında değişmekteydi. Erkekler
kadınlardan(% 73, n: 38) daha sık etkilenmekteydi. Risk faktörleri arasında göbek çevresinde kıl
artışı (%78,8, n:41) günlük duş almama (%75, n: 39), aile öyküsü (birinci ve derece akrabalar):
(%30, n: 16), sigara içilmesi (%50 n:26), göbek tıraşı yapılması (%75, n:39) idi.
Hastaların tamamına ilk müdahale olarak poliklinik şartlarında umblikustaki saç debrislerinin
temizlenmesi ve antibiyoterapi uygulandı. Bu hastaların 8 ine(%15,3) bir hafta sonra kontrolde
tekrar debridman uygulandı,2 (%3,8) hastada tekrarlayan debridmanla cevap alınamadı, cerrahi
eksizyon uygulandı. 8 hasta da 2 yıl içinde relaps odu, cerrahi müdahale gerekmeksizin umblikusun
kıl köklerinden temizlenmesi ve ampirik antibiyoterapi ile geriledi. Ayrıca, Umblikal Pilonidal Sinüs
hastalarının (%23, n:12') sinde intergluteal pilonidal sinüs olduğunu fark ettiğimiz önemli
bulgulardan biriydi.
Sonuç: Bu çalışmada; Umbilkal pilonidal sinüs üzerine etkili risk faktörleri değerlendirilmiştir. Bu
risk faktörlerinden bazılarının kişinin düzeltebileceği faktörler olması nedeniyle, hastalara
tavsiyelerde bulunulması önem taşımaktadır. Bu tavsiyeler sadece umblikal pilonidal sinüsten değil
sık olarak eşlik eden sakrokoksigeal pilonidal sinüs gibi cerrahi gerektiren durumlara karşı koruma
sağlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Pilonidal, sinüs, umblikus, risk faktörleri, sakrokoksigeal
15
SS-004
OPİYAT KULLANIM BOZUKLUĞU HASTALARINDA ÇOCUKLUK DÖNEMİ TRAVMALARI
Filiz ÖZSOY Tokat Devlet Hastanesi
Amaç: Opiyat bağımlılarında maruz kalınan çocukluk dönemi travmalarını sağlıklı kontroller ile
karşılaştırarak incelemeyi amaçladık.
Yöntem: Çalışmamıza 60 kişi; 30 kişi DSM-5 kriterlerine göre opiyat kullanım bozukluğu tanılı
hasta, 30 kişi de sağlıklı kontrol grubu olarak alındı. Tüm katılımcılara; demografik ve klinik
değerlendirme formu, Çocukluk Çağı Travma Yaşantılar Ölçeği (ÇÇTYÖ) uygulandı.
Bulgular: Hasta ve kontrol grubunun cinsiyet, yaş ortalaması, medeni durumu arasında istatistiksel
olarak anlamlı farklılık yoktu (p>0.05). Katılımcıların yaş ortalaması; hastaların 25.65±7.42 iken
sağlıklı kontrol grubunun ise 25.70±9.58 idi. Katılımcıların çoğunluğu bekar ve ilkokul mezunu idi.
Hasta grubunda 22 kişi (%73.33), kontrol grubunda 23 kişi (%76.66) bekardı. Hasta grubunda 24
kişi (%80), kontrol grubunda ise 23 kişi (%76.6) ilkokul mezunu idi. Hem hasta hem de kontrol
grubunun 1 paket/gün sigara içimleri mevcuttu. Hastalardan 10 kişinin (%33.33) klinikte yatarak
tedavi alımı öncesinde de olmuştu. Nicel değişkenler arasındaki ilişki incelendiğinde; ÇÇTYÖ
duygusal ihmal, fiziksel ihmal ve ölçeğin toplam skorları sağlıklı kontroller ile karşılaştırıldığında çok
daha yüksekti.
Sonuç: Çalışmamızda; opiyat bağımlısı hastaların çocukluk döneminde daha fazla kötü muameleye
maruz kaldıkları tespit edilmiştir. Topluma maliyeti oldukça yüksek olup hayatın her alanını
etkileyen madde kullanım bozukluğu/bağımlılığın önlenebilmesi için gelişim basamaklarında
desteklenen çocuklar yetiştirilmesi oldukça önemlidir. Ruhsal olarak sağlıklı bireyler yetişmesi için;
çocukluk döneminde maruz kalınan travmaların önenebilmesi önerdi.
Anahtar kelimeler: Opiyat kullanım bozukluğu, bağımlılık, çocukluk dönemi travmaları, ihmal,
istismar.
16
Abstract
Childhood Traumas in Patients With Opiate Use Disorder
Objective: We aimed to examine childhood traumas in opiate addicts by comparing them with
healthy controls.
Method: 60 people (30 patients diagnosed with opiate use disorder according to DSM-5 criteria,
30 healthy control group) were included in our study. To all participants; demographic and clinical
evaluation form, Childhood Trauma Experiences Scale (CTRS) were applied.
Results: There was no statistically significant difference between the gender, average age and
marital status of the patient and control groups (p> 0.05). Average age of the participants; i was
25.65 ± 7.42 in the patients and 25.70 ± 9.58 in the ealthy control group. Most of the participants
were single and primary school graduates. 22 people (73.33%) in the patient group and 23 people
(76.66%) in the control group were single. 24 people (80%) in the patient group and 23 people
(76.6%) in the control group were primary school graduates. Both the patient and the control
group had 1 pack / day smoking. Ten patients (33.33%) had also been treated before inpatient
treatment at the clinic. When the relationship between quantitative variables is examined; CTQ
emotional neglect, physical neglect, and total scores of the scale were much higher compared to
healthy controls.
Conclusions: In our study; it was found that opiate addicted patients were subjected to more
maltreatment in childhood. It is very important to raise children who are supported in the
developmental stages in order to prevent substance use disorder / addiction that has a high cost
to society and affects all areas of life. To raise mentally healthy individuals; He suggested that
traumas exposed in childhood can be prevented.
Keywords: Opiate use disorder, addiction, childhood traumas, neglect, abuse.
17
Giriş ve Amaç
Opiyat Kullanım Bozukluğu (OKB); atak ve iyileşme dönemleri ile ilerleyen kronik bir hastalıktır.
Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabına (DSM-5) göre tanı kriterleri; tolerans
gelişimi, yoksunluk, istek duyma, kontrolsüz alım semptomlarının birleşmesinden oluşmaktadır
(American Psychiatric Association Publishing, 2013). Opiyatlar; tarihin bilinen en eski
ilaçlarındandır, yasal ilaç olarak ağıyı dindirmek amacı ile sentezlenmiştir. Fakat yirmi birinci yüzyıl
başlarında oldukça bağımlılık yapıcı bir etkilerinin olduğu tespit edilmiştir (Tarabar ve Nelson,
2003). Kimyasal yapı olarak bir birinden farklı, doğal opioidler, yarı sentetik opioidler ve sentetik
opioidler olarak incelenen yirmiden fazla opiyoid çeşidi bulunmaktadır (Evren ve Uluğ, 2012).
OKB etiyolojisinde; genetik, çevresel, ailesel faktörler, kişilik özellikleri, çocukluk döneminde maruz
kalınan olumsuz muameleler olduğu belirtilmiştir. Opiyat kullanım bozukluğu olan kişilerin
dürtüsellik, yenilik arayışı gibi kişilik özelliklerine sahip olduğu saptanmıştır. Ek olarak yürütücü
işlevlerde bozulma olduğu, çalışma belleği, dikkat ve plan yapmada bozulmalar yaşandığı da tespit
edilmiştir (George ve Kooh, 2010).
Tüm bu bilgiler ışığında çalışmamızda; opiyat kullanım bozukluğu tanılı hastalarda çocukluk
döneminde maruz kalınan travmaların sağlıklı kontroller ile karşılaştırarak incelenmesi
amaçlamıştır.
Yöntem
Çalışmanın yapılabilmesi için Takat İl Sağlık Müdürlüğü’nden 87064461-04460 sayı numarası ile izin
alındı. Çalışmaya 30 kişi DSM-5 kriterlerine göre opiyat kullanım bozukluğu tanılı hasta ve hasta
grubu ile demografik veriler açısından eşleşebilecek 30 kişi de sağlıklı kontrol grubu olarak alındı.
Çalışmaya dahil edilme ve çalışmadan dışlanma kriterleri; 18-35 yaş arası, DSM-5 kriterlerine göre
opiyat kullanım bozukluğu tanılı hastalar çalışmaya alındı. Genel durum düşüklüğü olan, medikal
tedavi almasını gerektirir kronik hastalığı olan, opiyat dışında madde ve alkol kullanımı olan, opiyat
kullanımına bağlı psikotik bozukluk tanısı olan hastalar ile çalışmaya katılmak istemeyen kişiler
çalışma dışı bırakıldı. Tüm katılımcılara; demografik ve klinik değerlendirme formu, Çocukluk Çağı
Travma Yaşantılar Ölçeği (ÇÇTYÖ) uygulandı.
18
Veri Toplama Araçları
Sosyodemografik veri formu: Çalışmanın amaçları doğrultusunda araştırmacılar tarafından
hazırlanmıştır. Yaş, medeni durum, eğitim düzeyi, çalışma durumu gibi demografik veriler ile
öncesinde AMATEM kliniğinde yatışı olup olmadığı gibi klinik değerlendirme sorularını içeren bir
formdur.
Çocukluk Çağı Travma Yaşantılar Ölçeği (ÇÇTYÖ): Bernstein ve arkadaşları (1994) tarafından
geliştirilmiştir. Ergenlik ve çocukluk döneminde yaşanan ihmal ve travmaları geriye dönük
değerlendiren bir öz bildirim ölçeğidir. 28 soruluk formun; duygusal ihmal, duygusal istismar,
fiziksel ihmal, fiziksel istismar ve cinsel istismar olmak üzere beş alt boyutu bulunmaktadır.
İstatistiksel Analiz: Hesaplamalarda hazır istatistik yazılımı SPSS for Windows 20 (Statistical
Package for Social Sciences for Windows 20) kullanıldı. Verilerin dağılımları Kolmogorov-Smirnov
testi ile analiz edildi. Kategorik veriler sayı ve yüzde olarak, sayısal veriler ortalama±standart olarak
gösterildi. Hastaların kategorik verilerinin karşılaştırmalarında Ki-kare testi, sayısal verilerin
karşılaştırmalarında ise Mann-Whitney U testi kullanıldı. Çalışmamızda tüm analizlerde istatistik
anlamlılık p<0.05 olarak kabul edildi.
Bulgular
Çalışmaya toplamda 60 kişi dahil edildi. Hasta grubu tamamı erkek olduğu için kontrol grubu da
erkek cinsiyette seçildi. Hasta ve kontrol grubunun cinsiyet, yaş ortalaması, medeni durumu
arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.05). Katılımcıların yaş ortalaması;
hastaların 25.65±7.42 iken sağlıklı kontrol grubunun ise 25.70±9.58 idi. Katılımcıların çoğunluğu
bekar ve ilkokul mezunu idi. Hasta grubunda 22 kişi (%73.33), kontrol grubunda 23 kişi (%76.66)
bekardı. Hasta grubunda 24 kişi (%80), kontrol grubunda ise 23 kişi (%76.6) ilkokul mezunu idi.
Hem hasta hem de kontrol grubunun 1 paket/gün sigara içimleri mevcuttu. Hastalardan 10 kişinin
(%33.33) klinikte yatarak tedavi alımı öncesinde de olmuştu.
Nicel değişkenler arasındaki ilişki Tablo 1’de verilmiştir. Çocukluk Çağı Travma Yaşantılar Ölçeği;
duygusal ihmal, fiziksel ihmal ve ölçeğin toplam skorları sağlıklı kontroller ile karşılaştırıldığında
hastalarda çok daha yüksekti (sırası ile p değeri tüm alt boyutlar ve toplam puan için p<0.01 idi).
Tartışma
Çalışmamızda; opiyat kullanım bozukluğu hastalarının çocukluk döneminde maruz kaldıkları
travmalar sağlıklı kontroller ile karşılaştırılarak incelenmiştir. Sonuçlarımızda hastaların duygusal
ihmal, fiziksel ihmal ve toplam travma puanının sağlıklı kontrollerden yüksek olduğu görülmüştür.
19
Çocukluk döneminde yaşanan kötü muameleler; küresel bir sorun olarak tanımlanmaktadır.
Gelişmiş ülkelere göre gelişmekte olan ülkelerde çok daha fazla oranda yaşanmaktadır (Mikton ve
Butchart, 2009). Çocukluk dönemi maruz kalınan kötü muameleler; depresif bozukluk, anksiyete
bozuklukları, cinsel kimlik bozukluğu gibi psikiyatrik hastalıklar yanında obezite, ortaya çıkan
rahatsızlıklar ile birlikte toplumlarda ekonomik ve sosyal sorunlara dahi yol açabilmektedir (Nagavi
vd., 2011).
Literatürde yapılan pek çok çalışmada alkol/madde kullanım bozukluğu ve çocukluk dönemi
yaşanan kötü muamelelerin ilişkili olduğu gösterilmiştir (Ergelen vd., 2018; Nagavi vd., 2011;
Garami vd., 2019). Ülkemizde yapılan bir çalışmada alkol ve opiyoid kullanım bozukluğu
hastalarında çocukluk dönemi travmaları ilişkisi incelenmiştir. Bu çalışmada alkol kullanım
bozukluğu ve opiyoid kullanım bozukluğu hastaları arasında çocukluk dönemi travmaları arasında
farklılık tespit edilmemiş iken; sentetik kanabinoid kullanan kişilerin daha fazla duygusal ihmal ve
istismar ve fiziksel istismara maruz kaldığı gösterilmiştir (Ergelen vd., 2018). Yine ülkemizde yapılan
bir çalışmada alkol/madde bağımlılığı nedeni ile ayaktan tedavi gören hastaların daha fazla
çocukluk dönemi travması yaşadığı gösterilmiştir (Kocaoğlu, 2018). Yurt dışında yürütülen bir
çalışmada; opiyoid kullanım bozukluğu hastalarında çocukluk dönemi travmalarının tüm alt
tiplerinin sağlıklı kontroller ile karşılaştırılmasında daha fazla yaşandığı gösterilmiştir (Nagavi vd.,
2011). Yine yurt dışında yapılan bir çalışmada opiyoid kullanım bozukluğu hastalarının daha fazla
çocukluk dönemi travması, daha fazla yaşam boyu travma ve daha fazla algılanan stres düzeyi
yaşadığı bildirilmiştir (Garami vd., 2019).
Çalışmamız bazı kısıtlılıklar göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Kısıtlılıklardan ilki; çalışmanın
kesitsel nitelikte olması, örneklem sayısının görece yetersiz sayıda oluşu ve ölçekleri hastaların
kendilerinin doldurması olarak sayılabilir. Bu durum elde ettiğimiz sonuçların genellemesi ve
yorumlanmasını sınırlamaktadır.
Sonuç olarak çalışmamızda literatür ile uyumlu olarak opiyat kullanım bozukluğu hastalarının daha
fazla çocukluk dönemi travması yaşadığı tespit edilmiştir. Elde edilen tüm bulgular ışığında; ruhsal
olarak sağlıklı bireyler yetişmesi için; çocukluk döneminde maruz kalınan travmaların önüne
geçilmesi önerilmektedir.
Opiyat Kullanım
Bozukluğu Hasta
Grubu (n=30)
(Ort±SS)
Sağlıklı
Kontrol Grubu (n=30)
(Ort±SS)
P
ÇÇTYÖ
Duygusal ihmal 12.37±5.45 7.33±4.08 <0.01* Duygusal istismar 8±4.23 6.63±2.81 0.051
Fiziksel ihmal 8.87±4.34 5.6±1.24 <0.01* Fiziksel istismar 6.6±3.95 5.47±1.19 0.494
Cinsel istismar 5.6±1.54 5.47±1.33 0.730
Toplam travma skoru 41.33±14.45 30.53±9.38 <0.01*
Tabloda verilen kısaltmalar: ÇÇTYÖ: Çocukluk Çağı Travma Yaşantılar ölçeği, (Ort±SS): Ortalama ±
Standart Sapma
Hesaplamalarda Mann Whitney U testi kullanılmıştır. *p<0.05
20
Kaynaklar
1. American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental
disorders (DSM-5®). American Psychiatric Pub.
2. Tarabar, A. F., & Nelson, L. S. (2003). The resurgence and abuse of heroin by children in the
United States. Current Opinion in Pediatrics, 15(2), 210-215.
3. Evren, C., Ögel, K., & Uluğ, B. (2012). Alkol madde bağımlılığı tanı ve tedavi el kitabı. Birinci
Basım. TPD Yayınları.
4. George, O., & Koob, G. F. (2010). Individual differences in prefrontal cortex function and
the transition from drug use to drug dependence. Neuroscience & Biobehavioral Reviews,
35(2), 232-247.
5. Bernstein, D. P., Fink, L., Handelsman, L., Foote, J., Lovejoy, M., Wenzel, K., ... & Ruggiero,
J. (1994). Initial reliability and validity of a new retrospective measure of child abuse and
neglect. The American journal of psychiatry.
6. Mikton, C., & Butchart, A. (2009). Child maltreatment prevention: a systematic review of
reviews. Bulletin of the World Health Organization, 87, 353-361.
7. Naqavi, M. R., Mohammadi, M., Salari, V., & Nakhaee, N. (2011). The relationship between
childhood maltreatment and opiate dependency in adolescence and middle age. Addiction
& health, 3(3-4), 92.
8. Ergelen, M., Yalçın, M., & Bilici, R. (2018). The comparison of violence, and the relationship
with childhood trauma in Turkish men with alcohol, opiate, and synthetic cannabinoid use
disorder. Neuropsychiatric disease and treatment, 14, 3169.
9. Kocaoğlu, M. (2018). Alkol ve madde kullanım bozukluğu nedeniyle ayaktan tedavi gören
hastaların çocukluk çağı travmaları, bağlanma stilleri ve mizaç özellikleri açısından
karşılaştırılması (Master's thesis, Hasan Kalyoncu Üniversitesi)
10. Garami, J., Valikhani, A., Parkes, D., Haber, P., Mahlberg, J., Misiak, B., ... & Moustafa, A. A.
(2019). Examining perceived stress, childhood trauma and interpersonal trauma in
individuals with drug addiction. Psychological reports, 122(2), 433-450.
21
SS-005 COVID-19 PANDEMİSİNDE HASTALARIN EĞİTİM AİLE SAĞLIĞI MERKEZİNE BAŞVURU
DURUMLARININ İRDELENMESİ
Muhammet MUTLU
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı
Amaç
COVID-19 pandemisinde “evde kal” çağrılarına uyulup uyulmadığının bir yansıması olarak Aile
Sağlığı Merkezlerine (ASM) başvuru oranlarının azalıp azalmadığı merak konusudur. Bu amaçla,
hastaların ASM’ye başvuru sayılarının ve nedenlerinin bir önceki yıla göre değişim ve farklılıkları
araştırılmıştır.
Yöntem
Çalışmamızda, retrospektif olarak, tek merkezde, iki birimli Eğitim ASM’ye, 11 Mart-11 Haziran
2020 tarihlerini içeren 3 aylık dönemdeki hasta başvuru nedenleri ve oranları taranarak, 2019
yılının aynı üç aylık döneminde aynı verilerle karşılaştırılmıştır.
Bulgular
COVID-19 Pandemisinin ilk 3 aylık döneminde ASM’ye başvuran hasta sayısı 766 iken, 2019 yılı aynı
döneminde 1570’tir. Hasta başvuru oranında %51 azalma saptanmıştır. Reçete edilen toplam ilaç
kalem sayısı, 4393’den 2389’a inmiştir (%45,6 azalma). Hastalardan, ASM’ye başvuran kronik
hastaların sayısı geçen yıla göre 217’den 87’ye düştüğü (%59,9) görülmüştür. ASM’de en sık tanı
konulan hastalıklardan olan üst solunum yolu enfeksiyonu sayısı ise, 313’ten 79’a düşmüştür
(%74,8 azalma).
COVID-19 pandemisinde aşı, bebek-çocuk izlem, gebe izlem sayıları geçen yılın aynı dönemine göre
sırasıyla, %4,3 (190-182); %28,9 (170-121); %8,4 (36-33) oranında azalmışken, lohusa izlem kısmen
%4,5 (22-23) oranında artmıştır. ASM’ye diğer başvuru nedenlerinden ilaç yazdırma, rapor alma ve
tetkik yaptırma oranları sırasıyla, %52,8 (934-450); %74,2 (294-78); %31,1 (230-158) oranlarında
azalmıştır.
Yapılan istatiksel analizde ise, başvuru sayıları ve tüm nedenlere bağlı ASM başvuru nedenlerinde
anlamlı farklılık saptanmıştır (her ikisinde de p<0,001).
22
Tartışma
Pandemi sürecinde ASM’ye genel olarak, muayene, aşı ve izlem maksatlı başvuru oranlarının
belirgin oranda azaldığı tespit edilmiştir. Kronik tanılı hastaların pandemi süresince ilaçlarını direkt
olarak eczaneden temin etmeleri nedeniyle, kronik hastalık tanısı ve reçete edilen ilaç kalem
sayılarının düştüğü, yapılan tetkik sayılarının azaldığı dikkat çekicidir. Diğer bir dikkat çekici nokta
ise, geçen yıla göre üst solunum yolu enfeksiyon tanısı konulmasında çok belirgin oranda azalma
olmasıdır.
Sonuç
COVID-19 pandemi sürecinde hastaların evde kalma çağrılarına uyduğu, izlem, aşı ve muayene
amaçlı ASM başvurularında azalma olduğu tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Aile Sağlığı Merkezi, COVID-19, pandemi, hasta başvuru sıklığı, Aile Hekimliği
23
SS-006
ÇOCUK VE ERGENLERDE SELEKTİF SEROTONİN GERİALIM İNHİBİTÖRLERİ VE SEROTONİN
NORADRENALİN GERİALIM İNHİBİTÖRLERİ REÇETELERİNİN SİTOKROM P450 ENZİMLERİ
ÜZERİNDEN GERÇEKLEŞEBİLECEK POTANSİYEL İLAÇ-İLAÇ ETKİLEŞİMLERİ YÖNÜNDEN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Gül ÖZBEY
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Farmakoloji Anabilim Dalı
Giriş-Amaç: Çocuk ve ergenlerde depresyon ve depresyonla ilişkili psikiyatrik tanıların artması ile
birlikte antidepresan kullanımının da arttığı görülmüştür. Buna karşın, çocuk ve ergenlerde
depresyonun selektif-serotonin gerialım inhibitörleri (SSGİ) ve serotonin noradrenalin gerialım
inhibitörleri (SNGİ) ile tedavinin güvenilirliği ile ilgili endişeler bulunmaktadır. Son yıllarda çocuk ve
ergenlerde psikotrop ilaçların kullanımı sırasında polifarmasi oranlarının da arttığının gösterilmesi
ilaç-ilaç etkileşimleri (İİE) potansiyelini de birlikte getirmektedir. En sık reçete edilen psikotrop ilaç
grupları arasında yer alan SSGİ ve SNGİ’ler, sitokrom P450 (CYP450) enzimleri ile metabolize
olurlar. Bu çalışma çocuk ve ergen hasta popülasyonunda yazılan SSGİ/SNGİ reçetelerinde CYP450
enzimleri üzerinden gerçekleşebilecek potansiyel İİE’lerinin oranlarının araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç-Yöntem: Akdeniz Üniversitesi Hastanesi MİA-MED veritabanında 2014-2018 yılları arasında
çocuk ve ergen hasta popülasyonunda yazılmış 7.909 SSGİ/SNGİ elektronik reçete verisinde
CYP450 enzimleri üzerinden gerçekleşebilecek potansiyel İİE “Lexicomp® Drug Interactions”
programı kullanılarak incelenmiştir.
Bulgular: Çocuk ve ergen hasta popülasyonunda SSGİ/SNGİ bulunan elektronik reçetelerin
%12,2’sinin CYP450 enzimleri üzerinden gerçekleşebilecek İİE potansiyeli taşıdığı görüldü (n=964).
CYP450 enzimleri üzerinden gerçekleşebilecek İİE potansiyeli olan reçetelerin %69,5’i fluoksetin,
%16,6’sı sertralin, %13,9’u ise venlafaksin, sitalopram, essitalopram, paroksetin ve fluvoksamin
reçeteleriydi. Yaş gruplarına göre bakıldığında CYP450 enzimleri üzerinden gerçekleşebilecek İİE
potansiyeli olan reçetelerinin %55,6’sının 16-20 yaş için, %31’nin 11-15 yaş için, %13,4’ünün ise 0-
10 yaş için yazıldığı görüldü. CYP450 enzimleri üzerinden gerçekleşebilecek potansiyel İİE bulunan
reçetelerde SSGİ/SNGİ’lerle en sık etkileşen ilaç grubu ise antipsikotiklerdi.
Sonuç: Çocuk ve ergenlerde antidepresanların güvenilirliği ile ilgili veriler sınırlı olmasına karşın
uluslararası tedavi kılavuzlarında CYP450 enzimleri üzerinden etkileşen SSGİ/SNGİ’lerle antipsikotik
ilaçların birlikte kullanılması önerilmektedir. CYP450 enzimleri üzerinden etkileşen ilaç gruplarının
çocuk/ergen hasta populasyonunda birlikte kullanımları sırasında en sık etkileşen ilaç
kombinasyonlarının bilinmesi, terapötik ilaç monitorizasyonu ve farmakogenetik analizlerin
yapılması klinisyenlerin ilaç dozlarını optimize etmelerini kolaylaştırarak hastaların tedavi uyumunu
arttıracaktır.
Anahtar Kelimeler: çocuk ve ergen, antidepresan, ilaç-ilaç etkileşimleri, sitokrom P450 enzimleri,
e-reçete
24
SS-007
PROSTAT KANSERİNDE YENİ GRADE-GROUP SİSTEMİNİN İNCELENMESİ: 15 YILLIK BİR
RETROSPEKTİF ÇALIŞMA
Mehmet ZENGİN1, Merve ERYOL1, Merva AYDEMİR AKKAYA1, Mahi BALCI1, Selim YALÇIN2, Devrim
TUĞLU3
1Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim dalı, Kırıkkale, Türkiye 2Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim dalı, Kırıkkale, Türkiye 3Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim dalı, Kırıkkale, Türkiye
Amaç: Prostat kanseri (PK) erkeklerde en sık görülen malign tümördür. Gleason skorlaması (GS) PK
için en yaygın kullanılan histolojik derecelendirme şemasıdır. Gleason, tümörün beş farklı paternini
görselleştirerek bu sınıflandırma için temel bir diyagram çizmiştir. Orijinalinden sonra bu sistem
birkaç kez modifiye edilmiştir. Son olarak, 2013 yılında, Johns Hopkins Hastanesi'nden bir çalışma
ile Grade-Group sisteminin (GGS) temeli atılmıştır. Bu çalışmada Epstein ve ark. GS'nin prognostik
risk kategorilerine bölünmesini önermiştir. Bu sistem klasik GS vakalarını 1'den 5'e kadar
gruplandırmaktadır. Birçok çok merkezli çalışma tarafından onaylanan bu sistem, 2016 yılında
DSÖ'ye de girmiştir. Biz bu yeni sistemi, prognoz tahmini, yararlılığı ve günlük pratiğe katkısı
açısından geriye dönük olarak inceledik.
Yöntemler: Bu çalışma 2000-2015 yılları arasında PK tanısı konmuş 486 vakayı içermektedir. Tüm
olgular yeni GGS sistemi için yeniden gruplandırıldı ve prognozla ilişkisi incelendi.
Bulgular: GGS alt gruplarının prognostik faktörler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki vardı
ve bu ilişki GGS 2 ve GGS 3 arasında daha anlamlı idi [tümör durumu (p <0.001), yaş (p = 0.045), PN
invazyonu (p <0.001), evre (p = 0.004), ve LN durumu (p <0.001)]. Tek değişkenli sağkalım
analizinde GGS alt grupları arasında anlamlı bir fark vardı (GGS 2-GGS 3, RFS: p = 0.035 ve OS: p =
0.012; GGS 4-GGS 5, RFS için: p = 0.001 ve OS: p = 0.001). Çok değişkenli sağkalım analizinde GGS
alt gruplarının PK için bağımsız bir sağkalım parametresi olduğu bulundu (GGS 2-GGS 3, OS: HR =
2.56, p = 0.012 ve RFS: HR = 2.69, p = 0.038; GGS 4- için GGS 5, OS: HR = 2.84, p = 0.011 ve RFS: HR
= 2.59, p <0.001).
Sonuçlar: Çalışmamıza göre, yeni GGS sistemi prognostik risk sınıflandırmasını eski
sınıflandırmadan daha doğru bir şekilde gerçekleştirmektedir. Ayrıca, bu sistemin daha az kategori
içermesi ve daha basit olması, gözlemciler arası uyumluluğu artırdı.
Anahtar Kelimeler: Grade-grup sistemi, gleason skorlaması, prostat kanseri, retrospektif, prognoz
25
Şekil 1
Grade- Grup sisteminin (GGS) temsili örnekleri Prostat kanserleri GGS açısından incelerken, x10 -
x20 lens, hematoksilin ve eozinle boyanmış bölümler ve klasik mikroskop kullanılmıştır.
Şekil 2
Grade-Group sistemi için genel sağkalım ve nükssüz sağkalım Hayatta kalma eğrileri Kaplan-Meier
eğrileri ile sunuldu. Ki-kare testi için anlamlılık sınırı 0.05 olarak kabul edildi.
26
Tablo 1
GGS 2 GGS 3 P-value GGS 4 GGS 5 P-value
Tumour status Single lobe
Both lobes
39 (32.5) 72 (63.1) <0.001*
81 (67.5) 42 (36.9)
22 (36.6) 33 (57.8) 0.021*
38 (63.4) 24 (42.2)
Age <65
>65
57 (47.5) 69 (23.4) 0.045*
63 (52.5) 45 (76.6)
27 (45.0) 36 (63.1) 0.048*
33 (55.0) 21 (36.9)
AL invasion No
Yes
54 (45.0) 63 (55.2) 0.116
66 (55.0) 51 (44.8)
29 (48.3) 30 (52.6) 0.642
31 (51.7) 27 (47.4)
PN invasion No
Yes
54 (45.0) 78 (68.4) <0.001*
66 (55.0) 36 (31.6)
29 (48.3) 38 (66.6) 0.045*
31 (51.7) 19 (33.4)
Tumour volume <50%
>50%
54 (45.0) 63 (55.2) 0.116
66 (55.0) 51 (44.8)
24 (40.0) 34 (59.6) 0.033*
36 (60.0) 23 (40.4)
Stage PT1
PT2
48 (40.0) 72 (63.1) 0.004*
72 (60.0) 52 (36.9)
23 (38.3) 37 (64.9) 0.004*
37 (61.7) 20 (35.1)
LN status Negative
Positive
52 (35.0) 81 (71.0) <0.001*
78 (65.0) 33 (29.0)
24 (40.0) 38 (66.6) 0.003*
36 (60.0) 19 (33.4)
Surgical margin Negative
Positive
52 (35.0) 72 (63.1) 0.003*
78 (65.0) 52 (36.9)
22 (36.6) 35 (61.4) 0.007*
38 (63.4) 22 (38.6)
*. Ki-kare testi için anlamlılık sınırı 0.05 olarak kabul edildi. Kısaltmalar: GGS: Sınıf-Grup sistemi,
AN: Anjiyopatik, PN: Perineural, LN: Lenf düğümü
27
Tablo 2
Univariate survival
analysis - OS
Univariate survival
analysis - RFS
Multivariate survival
analysis - OS
HR
(95% CI)
Multivariate survival
analysis - RFS
HR
(95% CI)
Tumour
status 0.248 0.233 NC NC
Age 0.457 0.449 NC NC
AL invasion 0.559 0.489 NC NC
PN invasion 0.162 0.168 NC NC
Tumour
volume 0.667 0.823 NC NC
Stage 0.007* 0.009*
0.041*
1.42
(1.23-4.56)
0.032*
1.37
(1.33-2.44)
LN status 0.003* 0.001*
0.021*
1.31
(1.11-4.12)
0.014*
1.43
(1.52-3.88)
Surgical
margin 0.005* <0.001*
0.017*
1.42
(1.28-2.16)
0.003*
1.54
(1.37-3.62)
GGS2-GGS3 0.012* 0.003*
0.038*
2.56
(1.81-4.32)
0.012*
2.69
(1.49-4.52)
GGS3-GGS4 0.001* <0.001*
0.011*
2.84
(1.34-3.49)
0.001*
2.59
(1.46-4.19)
*. Ki-kare testi için anlamlılık sınırı 0.05 olarak kabul edildi. Kısaltmalar: GGS: Sınıf-Grup sistemi,
AN: Anjiyopatik, PN: Perineural, LN: Lenf nodu, OS: Genel sağkalım, RFS: Sarkmayan sağkalım, HR:
Tehlike oranı, NC: Hesaplanamaz, CI: Güven aralığı
28
SS-008
EVRE-IV REKTUM KANSERLERİNDE E-CADHERİN EKSPRESYONUN PROGNOSTİK ÖNEMİ
Mehmet ZENGİN, Pınar ATASOY
Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim dalı, Kırıkkale, Türkiye
Amaç: Batı dünyasında rektal kanserler (RK) tümöre bağlı ölümlerin ikinci en sık nedenidir. Adjuvan
tedavi ve cerrahideki ilerlemelere rağmen, evre-IV hastalıkta 5 yıllık sağkalım oranları% 20'nin
altında kalmaktadır. Tümör-Nod-Metastaz (TNM) evrelemesi, RK hastalarının prognozunda altın
standarttır. Bununla birlikte, hastalığın eşit TNM evresine sahip bazı hastalar daha kötü bir prognoz
gösterebilmektedir. Bu nedenle, farklı tedavi seçeneklerinin denenebileceği bu vakaları
tanımlamak için yeni prognostik belirteçlere büyük ihtiyaç vardır. Epitelyal-mezenkimal geçiş
(EMG); lokal invazyon, ana kanserden kopma ve uzak bölgelere göç gibi metastaz yöntemlerinden
biri olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir deyişle, metastatik sürecin ilk adımlarından biri EMG olarak
düşünülmektedir. Literatürde birçok moleküler EMG ajanı tanımlanmıştır, ancak tümör
hücrelerinde E-cadherin (EC)'nin ekpresyonunun azalmasının EMG'nin tipik bir bulgusu olduğu
düşünülmektedir. EC, hücreleri birbirine bağlayan ve tümör baskılayıcı aktivitesi olan
transmembranöz bir proteindir. Ancak kanser ortamı ve EMG arasındaki ilişki halen belirsizliğini
korumaktadır. Bu çalışmada, evre-IV RK'larda yüksek riskli hastaları öngörmek için EC'nin
prognostik değerini inceledik.
Method: Bu retrospektif çalışmaya Kırıkkale Üniversitesi'nde 2001-2015 arasında cerrahi girişim
uygulanan seksen beş RK hastası dahil edildi. EC, immünohistokimyasal (İHK) boyanmış kesitlerde
skorlandı. Sonuçlar ve klinikopatolojik özellikler arasındaki ilişki analiz edildi.
Bulgular: EC yüzdesi, ileri pT (p = 0,005), anjiyolenfatik invazyon (p=0,034), evre IVb (p=0,006),
yüksek lenf nodu metastazı sayısı (p=0,039) ve ileri grade (p=0,014) olan RK'larda anlamlı derecede
düşüktü. Tek değişkenli analizde, düşük EC’li hastalar 5 yıllık kötü sağkalıma sahipti (RFS: % 28,3, p
<0,001; OS: %41,2, p<0,001). Çok değişkenli analizler, düşük EC'nin RFS (Hazard ratio [HR]: 1,33
[1,15 – 3,46], p=0,001) ve OS (HR: 1,57 [1,09 – 4,32], p=0,002) için bağımsız bir kötü hayatta kalma
parametresi olduğunu doğruladı.
Sonuç: Sonuçlarımız evre-IV RK'larda düşük EC' nin prognostik önemini doğruladı. Bu nedenle, bu
parametrenin RK'larda kötü prognozun bir göstergesi olabileceğini düşünüyoruz.
Bu biyobelirteç, İHK boyalı lamlar üzerinde kolaylıkla tanımlanabilir ve RK
tedavisinde bir moleküler ajan olarak kullanılabilir.
Anahtar Kelimeler: E-cadherin, rektal kanser, prognostik belirteçler, stage-IV, gastrointestinal
sistem
29
Şekil 1
E-cadherin (EC) sayımının temsili örnekleri. İlk olarak EC, x10 objektif ile immunhistokimya ile
boyanmış kesitler kullanılarak invaziv tümör sınırı boyunca araştırıldı. Daha sonra, x20 objektif
alanı (0.785 mm²) kullanılarak hesaplandı. Son olarak EC yüzdesinin immüno-pozitifliği (yıldız),
yüksek (>=% 50) (a-b) ve düşük (<% 50) (c-d) olarak gruplandı.
Şekil 2
E-cadherin için sağkalım eğrileri. Kaplan-Meier eğrileri genel sağkalım (a) ve nükssüz sağkalım (b)
için kullanıldı. P değeri için 0.05 anlamlılık sınırı olarak kabul edildi.
30
Tablo 1
E cadherin
>50% <50% P-value
PT-stage pT3/pT4
pT1/pT2
15 (41.6%) 21 (58.4%) 0.005*
35 (71.4%) 14 (28.6%)
Age >76
<76
20 (52.6%) 18 (47.4%) 0.297
30 (63.8%) 17 (36.2%)
AL invasion Positive
Negative
17 (45.9%) 20 (54.1%) 0.034*
33 (68.7%) 15 (31.3%)
Size >5.7 cm
<5.7 cm
21 (52.5%) 19 (47.5%) 0.264
29 (64.4%) 16 (35.6%9
PN invasion Positive
Negative
22 (52.3%) 20 (47.7%) 0.233
28 (65.1%) 15 (34.9%)
LN Status >7
<7
16 (45.7%) 19 (54.9%) 0.039*
34 (68.0%) 16 (32.0%9
Grade High grade
Low/Moderate grade
18 (45.0%) 22 (55.0%) 0.014*
32 (71.1%) 13 (28.9%)
Stage Stage IVB
Stage IVA
14 (41.1%) 20 (58.9%) 0.006*
36 (70.5%) 15 (29.5%)
*. Ki-kare testi için anlamlı sınırı 0.05'tir. Kısaltmalar: EC: E-kaderin, PT: Patolojik tümör evresi, PN:
Perinöral invazyon, LN: Lenf Nodu, AL: Anjiyolenfatik invazyon.
31
Tablo 2
Univariate survival
analysis - OS
Univariate survival
analysis - RFS
Multivariate survival
analysis - OS
OS
HR (95% CI)
Multivariate survival
analysis - RFS
HR (95% CI)
PT-stage 0.185 0.108 NC NC
Age 0.824 0.683 NC NC
AL
invasion 0.564 0.455 NC NC
Size 0.368 0.277 NC NC
PN
invasion 0.247 0.195 NC NC
LN Status 0.124 0.045* 0.324
2.64 (0.77-5.47)
0.092
2.72 (0.91-5.46)
Grade 0.033* 0.029* 0.069
3.28 (0.78-5.34)
0.048*
1.49 (1.04-3.27)
Stage 0.008* 0.003* 0.016*
1.58 (1.12-2.68)
0.009*
1.53 (1.11-2.58)
EC <0.001* <0.001* 0.002*
1.57 (1.09-4.32)
0.001*
1.33 (1.15-3.46)
*. Ki-kare testi için anlamlı sınırı 0.05'tir. Kısaltmalar: EC: E-cadherin, PT: Patolojik tümör evresi, PN:
Perinöral invazyon, LN: Lenf Nodu, AL: Anjiyolenfatik invazyon, NC: Hesaplanamaz, CI: Güven
aralığı, HR: Tehlike oranı, OS: Genel sağkalım, RFS: Relaps içermeyen sağkalım.
32
SS-009
GROSS TÜMÖR VOLUMÜ VE AZ DİFERANSİYE KÜMELER PT1- 2 REKTAL KANSERLERDE KÖTÜ
SAĞKALIM AÇISINDAN YÜKSEK RİSKLİ HASTALARI ÖNGÖREBİLİR
Mehmet ZENGİN, Pınar ATASOY
Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale, Türkiye
Amaç: Batı dünyasında ölümle sonuçlanan en önemli kanserlerden biri rektal kanserlerdir (RK).
PT1-2 RK'lı hastalarda lokal eksizyondan sonra adjuvan tedaviye gerek duyulmamaktadır. Ancak bu
olgularda % 25'e kadar lokal nüks oranları bildirilmektedir. Bu nedenle, yeni prognostik belirteçlere
ihtiyaç vardır.
Boyut için tümör ölçümleri genellikle en uzun eksen için belirlenir. Pratik olmasına rağmen, bu
analiz biraz basittir ve birçok nüansı kaçırabilir. Çalışmalarda, tümörün üç boyutunu tanımlayan bir
modelin, yani gros tümör volümü, birçok kanserde prognozun güçlü bir öngörücüsü olduğu
bildirilmiştir.
RC'nin derecelendirilmesinde en yaygın olarak bez oluşumu değerlendirlmektedir. Bu
derecelendirme bağımsız bir prognostik faktör olmasına rağmen gözlemciler arası değişkenlik
oldukça yüksektir. Çalışmalarda, RK hastalarında az diferansiye kümelerin bu sistemden daha
yararlı olduğu ve yüksek riskli hastaların saptanmasında umut verici olduğu tanımlanmıştır. Biz bu
çalışmada pT1-2 RC olgularında bu iki parametrenin sağkalımdaki rolünü araştırdık.
Yöntemler: Kırıkkale üniversitesi'nde 1999-2014 yılları arasında ameliyat edilen altmış beş pT1-2
rektal karsinom retrospektif olarak çalışmaya dahil edildi. GTV ve ADK kümeler makroskopi ve
hematoksilen ve eozin boyalı kesitler kullanılarak skorlandı.
Bulgular: Bu parametreler büyük tümör boyutu ([GTV]: p=0.020), invasive patern (GTV: p=0.004;
[ADK]: p=0.020), anjiolenfatik invazyon (GTV: p=0.001; ADK: p=0.009), tümör nekrozu (GTV:
p=0.002; ADK: p=0.038) ve yüksek grade (ADK: p=0.001) ile anlamlı olarak ilişkili idi. Tek değişkenli
analizde, bu iki parametreye sahip hastalar nükssüz sağkalım (NSS) ve genel sağkalım (GS)
açısından 5 yıllık kötü sağkalıma sahipti ([GTV: NSS=78.5%, p=0.001; GS:81.0%, p=0.005], [PDC:
NSS= 80.0%, p=0.013; GS=83.1%, p=0.039]). Çok değişkenli analiz, bu iki parametrenin NSS (GTV:
Hazard ratio [HR]= 42 [1.06-2.85], p=0.006; PDC: HR=1.39 [1.06-3.28], p=0.028) ve GS (GTV:
HR=1.35 [1.09-3.37], p=0.011) için bağımsız kötü hayatta kalma parametreleri olduğunu doğruladı.
Ayrıca, GTV’nin ADK’dan daha yararlı olduğu tesbit edildi.
Sonuçlar: Çalışmamıza göre GTV ve ADK, rektal karsinomlu hastalarda prognozda önemli bir rol
oynamaktadır ve mevcut risk sınıflamasına bu belirteçleri eklemek daha iyi hasta seçimine katkıda
bulunabilir.
33
Anahtar Kelimeler: Gross tümör volumü, az diferansiye kümeler, rektal karsinom, prognostik
belirteçler, pT1-2
Şekil 1
GTV'nin temsili örnekleri. Gross tümör volümü (GTV), formalinle sabitlenmiş primer tümörün
makroskopik örneğinde değerlendirildi. İlk olarak, tümörden 3-5 mm kalınlığında kesitler alındı ve
en büyük tümör alanı (a-b-c-d) için tümörün iki boyutlu ölçümleri yapıldı. Bu ölçüm toplam kesit
mesafesi ile çarpıldı ve nihai sonuç bulundu.
34
Şekil 2
ADK'nin temsili örnekleri. Primer tümörün mikroskopik kesitlerinde az diferansiye küme (ADK)
değerlendirmesi yapıldı. İlk olarak, tümörün tüm kesitleri tarandı. Daha sonra en belirgin ADK'ye
sahip bir alan seçildi ve bu alanda x20'lik lens kullanılarak kümeler sayıldı. Son olarak, kümeler
sağkalım ile ilişkili kesme değerine göre düşük ADK (a-b) ve yüksek ADK (c-d) olarak sınıflandırıldı.
35
Şekil 3
Kaplan-Meier eğrileri genel sağkalım (a) ve relaps içermeyen sağkalım (b) için kullanıldı. P değeri
0.05 düzeyinin altı için anlamlıydı.
Şekil 4
Kaplan-Meier eğrileri genel sağkalım (a) ve relaps içermeyen sağkalım (b) için kullanıldı. P değeri
0.05 düzeyinin altı için anlamlıydı.
36
Tablo 1
Gross Tümör Volümü
Positive Negative P-value
Az Diferansiye Küme
Positive Negative P-value
Invasiv Patern No
Yes
10 (34.4%) 19 (65.3%)
0.004*
25 (69.4%) 11 30.6%
11 (37.9%) 18 (62.1%)
0.020*
24 (66.6%) 12 (33.4%)
Yaş <75
>75
15 (48.3%) 16 51.7% 0.399
20 (58.8%) 14 (41.2%)
18 (58.0%) 13 (42.0%) 0.514
17 (50.0%) 17 (50.0 %)
PN invazyon No
Yes
13 (43.3%) 17 56.5% 0.115
22 (62.8%) 13 (37.2%)
14 (46.6%) 16 (53.4%) 0.282
21 (60.0%) 14 (40.0%)
Size <5.5 cm
5.5cm
11 (37.9%) 18 (62.1%)
0.020*
24 (66.6%) 12 (33.4%)
14 (48.2%) 15 (51.8%) 0.418
21 (58.3%) 15 (41.7%)
LIR No
Yes
14 (46.6%) 16 (53.4%) 0.282
21 (60.0%) 14 (40.0%)
13 (43.3%) 17 (56.7%) 0.115
22 (62.8%) 13 (37.2%)
AL invazyon No
Yes
11 (34.3%) 21 (65.7%)
0.001*
24 (72.7%) 9 (27.3%)
12 (37.5%) 20 (62.5%)
0.009*
23 (69.6%) 10 (30.4%)
Grade
Low/Moderate
grade
High grade
12 (35.2%) 22 (64.8%)
0.001*
23 (74.1%) 8 (25.9%)
15 (44.1%) 19 (55.9%) 0.099
20 (64.5%) 11 (35.5%)
Tümör
Necrozu
No
Yes
10 (33.3%) 20 (65.7%)
0.002*
25 (71.4%) 10 (28.6%)
12 (40.0%) 18 (60.0%)
0.038*
23 (65.7%) 12 (34.3%)
GTV, PDC ve prognostik faktörler arasındaki ilişki. *. Ki-kare testi için anlamlılık sınırı 0.05 idi.
Kısaltmalar: GTV: Gross Tümör Völümü, ADK: Az Diferansiye Küme, PN: Perinöral, LIR: Lokal
inflamatuar yanıt, AL: Anjiyolenfatik.
37
Tablo 2
Univariate survival
analysis - OS
Univariate survival
analysis - RFS
Multivariate survival
analysis - OS
Multivariate survival
analysis - RFSS
Invasive
Pattern 0.235 0.045* NC
0.274
3.38 (0.72-6.35)
Age 0.578 0.403 NC NC
LIR 0.484 0.813 NC NC
Size 0.367 0.374 NC NC
PN
invasion 0.247 0.208 NC NC
AL
invasion 0.045* 0.031*
0.321
2.56 (0.64-3.18)
0.049*
1.68 (1.18-4.84
Grade 0.108 0.099 NC NC
Tumour
Necrosis 0.029* 0.015*
0.041*
1.53 (1.21-4.47)
0.034*
1.62 (1.19-5.38)
GTV 0.005* 0.001* 0.011*
1.35 (1.09-3.37)
0.006*
1.42 (1.06-2.85)
ADK 0.039* 0.013* 0.093
2.27 (0.63-2.37)
0.028*
1.39 (1.06-3.28)
GTV ve PDC'nin tek ve çok değişkenli sağkalım analizi. *. Ki-kare testi için anlamlılık sınırı 0.05 idi.
Kısaltmalar: GTV: Gross tümör volümü, ADK: Az diferansiye küme, PN: Perinöral, LIR: Lokal
enflamatuar yanıt, AL: Anjiyolenfatik, NC: Hesaplanamaz, CI: Güven aralığı, HR: Tehlike oranı, OS:
Genel sağkalım, RFS: Relaps göstermeyen sağkalım
38
SS-010
STAGE-IIA KOLON KANSERİNDE TÜMÖRÜ İNFİLTRE EDEN T-LENFOSİTLERİN PROGNOSTİK ROLÜ:
GENİŞ METODOLOJİK BİR ÇALIŞMA
Mehmet ZENGİN
Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale, Türkiye
Kolon kanseri (KK), batı dünyasında en yaygın kanserlerden biridir. Hastaların yaklaşık% 20-30'u
evre II hastalık tanısı almaktadır ve cerrahiden sonra genellikle iyi bir prognoza sahip olmaktadır.
Bu hastalarda kemoterapinin azda olsa sağkalımı arttırdığı gösterilmiştir. Ancak ideal hasta
seçiminde ek yeni prognostik belirteçlere ihtiyaç vardır. Kanser oluşumu, bağışıklık yanıtının önemli
bir rol oynadığı karmaşık bir süreçtir. Tümör ortamından izole edilen T lenfositlere tümörü infiltre
eden T lenfosit (TIL) denir. Birçok çalışmada yüksek TIL yoğunluğunun KK'de daha iyi prognoz ile
ilişkili olduğu belgelenmiştir. Ancak yayınlanan çalışmaların standardizasyonu oldukça düşüktür. Bu
çalışmada, stage-IIA KK'da CD3 ve CD8 T hücrelerinin sağkalıma etkisini araştırdık. Çalışmamızda
oldukça homojen bir hasta grubu seçildi ve değerlendirme yöntemlerine standardizasyon
sağlanmaya çalışıldı.
Yöntemler: 2000-2014 yılları arasında cerrahi rezeksiyon yapılan 72 stage-IIA (T3N0) KK hastası
çalışmaya dahil edildi. Lenfositler açısından CD3 ve CD8 skorlandı. Bildiğimiz kadarıyla bu çalışma
literatürdeki en kapsamlı metodolojiye sahiptir.
Bulgular: CD3 için prognostik faktörlerle (Crohn benzeri reaksiyon (p = 0.015), pozitif cerrahi sınır
(p = 0.019), MMRP-D (p = 0.003), grade (p = 0.015) ilişkili daha ileri idi. Ayrıca tahminlerin
korelasyonu (r = 0.708), araştırmanın tekrarlanabilirliği (Κappa = 0.60-0.71) ve kesme değerinin
yararlılığı (ROC = 0.800) tatmin edici idi. Tek değişkenli analizde, düşük TIL daha kötü OS (CD3, p
<0.001; CD8, p = 0.023) ve RFS (CD3, p <0.001; CD8, p = 0.005) ile ilişkiliydi. Çok değişkenli analizler
düşük TIL'ın OS (CD3, Tehlike oranı [HR] = 1.42, p = 0.005) ve RFS (CD3, HR = 1.46, p = 0.001; CD8,
HR = 1.32, p = 0.032) için bağımsız bir kötü prognostik faktör olduğunu gösterdi. Ayrıca Model A
(en invaziv blok, hot-spot alan ve invaziv sınır) yöntem açısından daha iyi idi.
Sonuçlar: Sonuçlarımız düşük TIL'in (özellikle CD3) evre IIA (T3N0) KK'de kötü bir prognostik
belirteç olduğunu gösterdi. Ayrıca yöntem olarak Model A'nın kullanılmasının başarılı sonuçlara
katkıda bulunacağını düşünüyoruz.
Anahtar Kelimeler: Tümörü infiltre eden T-lenfositler, kolon kanseri, stage-IIA, tümör
parametreleri, inflamasyon
39
Şekil 1
TIL sayımının temsili örnekleri. Tüm slaytları, x 10 objektif kullanarak tümörü infilre eden T-
lenfositlerinin (TIL) dağılımını belirlemek için taradık. Görüş alanında baskın olarak T lenfositleri
içeren bir alan seçildi. Daha sonra, TIL (yıldız işaretleri) x 20'lik objektifte ayrı olarak skorlandı. Son
olarak, olgular düşük (<50 lenfosit) TIL (a-c-e) ve yüksek (>50 lenfosit) TIL (b-d-f) olarak iki gruba
ayrıldı.
Şekil 2
Farklı TIL değerlendirme yöntemleri için korelasyon (a-b) ve tekrarlanabilirlik (c-d) burada
gösterilmiştir. Kategorik ve sürekli değişkenlerle benzer sonuçlar gözlendiğinden, burada sadece en
iyi sonuçlar gösterilmektedir. Kısaltmalar: CD3: CD3 lenfosit, CD8 lenfosit: -d: En derin invaziv blok,
-r: Rastgele seçilen blok, -h: hot-spot alan, -w: Tüm alan, -c: Tümörün merkezi, -i: Tümörün istilacı
sınırı.
40
Şekil 3
CD3 (a) ve CD8 (b) ile ilgili en uygun kesme değerini belirlemek için ROC eğrileri kullanılmıştır.
Kısaltmalar: TIL: Tümörü infiltre eden T-lenfositler, ROC: Receiver Operating Characteristic, AUC:
ROC eğrisinin altındaki alan.
Şekil 4
Kaplan-Meier sağkalım eğrileri genel sağkalım (a) ve nükssüz sağkalım (b) için kullanıldı. P değeri
0.05 düzeyinin altında anlamlıdır.
41
Tablo 1
CD3 Randomly selected
block/Whole area
Randomly selected
block/Hot-spot
area
Deepest invasive
block/Whole area
Deepest invasive
block/Hot-spot
area
Tumour centre-
Invasive margin
Tumour centre-
Invasive margin
Tumour centre-
Invasive margin
Tumour centre-
Invasive margin
Age 0.413 0.190 0.299 0.136
Size 0.429 0.335 0.259 0.133
Localization 0.295 0.247 0.281 0.150
Lymphatic
invasion 0.117 0.195 0.180 0.113
Perineural
invasion 0.624 0.357 0.564 0.575
Crohn’s-like
reaction 0.342 0.191 0.031* 0.015*
Invasive
pattern 0.282 0.242 0.331 0.208
Surgical
margin 0.248 0.158 0.009* 0.019*
MSI Status 0.767 0.348 0.232 0.003*
Grade 0.295 0.501 0.118 0.015*
*. P değeri 0.05 düzeyinin altında anlamlıdır. Kısaltmalar: CD3: CD 3 lenfositler, CD8: CD 8
lenfositler, PT: Patolojik tümör evresi, MMR-D: Mismatch onarım proteinleri eksikliği, MMR-P:
Mismatch onarım proteinleri yeterliliği.
42
Tablo 2
CD8 Randomly selected
block/Whole area
Randomly selected
block/Hot-spot
area
Deepest invasive
block/Whole area
Deepest invasive
block/Hot-spot
area
Tumour centre-
Invasive margin
Tumour centre-
Invasive margin
Tumour centre-
Invasive margin
Tumour centre-
Invasive margin
Age 0.553 0.834 0.457 0.222
Size 0.194 0.155 0.471 0.112
Localization 0.101 0.102 0.098 0.068
Lymphatic
invasion 0.380 0.467 0.151 0.118
Perineural
invasion 0.782 0.072 0.478 0.138
Crohn’s-like
reaction 0.178 0.102 0.413 0.124
Invasive
pattern 0.863 0.658 0.079 0.070
Surgical
margin 0.232 0.216 0.007* 0.004*
MSI Status 0.299 0.467 0.089 0.041*
Grade 0.979 0.174 0.345 0.105
*. P değeri 0.05 düzeyinin altında anlamlıdır. Kısaltmalar: CD3: CD 3 lenfositler, CD8: CD 8
lenfositler, PT: Patolojik tümör evresi, MMR-D: Mismatch onarım proteinleri eksikliği, MMR-P:
Mismatch onarım proteinleri yeterliliği.
43
Tablo 3
Univariate survival analysis - OS
Univariate survival analysis - RFS
Multivariate survival analysis - OS
Multivariate survival analysis - RFS
Age 0.359 0.153 NC NC
Size 0.468 0.844 NC NC
Localization 0.735 0.653 NC NC
Lymphatic 0.562 0.257 NC NC
invasion
Perineural 0.238 0.078 NC NC
invasion
Crohn’s-like reaction
0.645 0.854 NC NC
Invasive 0.836 0.574 NC NC
pattern
Surgical 0.023* 0.001*
0.113 0.013*
Margin 2.06 (0.84-5.07) 1.28 (1.03-1.60)
MSI Status 0.174 0.005* 0.256 0.035*
1.63 (0.80-3.83 1.28 (1.03-1.59)
Grade 0.238 0.475 NC NC
CD3 <0.001* <0.001*
0.005* 0.001*
(Model A) 1.42 (1.10-1.85) 1.46 (1.17-1.83)
CD3 0.097 0.318
0.254 0.686
(Model B) 2.13 (0.98-4.62) 2.54 (1.00-6.40)
CD8 0.023* 0.005*
0.150 0.032*
(Model A) 1.45 (0.55-3.84) 1.32 (1.05-1.64)
CD8
0.174 0.775 NC NC (Model B)
*. P değeri 0.05 düzeyinde anlamlıdır. Kısaltmalar: CD3: CD3 lenfosit, CD8: CD8 lenfosit, MMR-D:
Mismatch onarım proteinleri eksikliği, CI: Güven aralığı, HR: Tehlike oranı, OS: Genel sağkalım, RFS:
Nükssüz sağkalım, Model A: Derin invaziv blok ve hot-spot alan ve invaziv marj, Model B:Derin
invaziv bloklar ve hot-spot alan ve tümör merkezi.
44
SS-011
ORTOPEDİ VE TRAVMATOLOJİ POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN BEBEKLERDE GELİŞİMSEL KALÇA
DİSPLAZİSNİN GRAF YÖNTEMİNE GÖRE ULTRASONOGROFİK DEĞERLENDİRİLMESİ
Nazan ÇEVİK, Yavuz AKALIN
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ortopedi ve
Travmatoloji Kliniği, Bursa
Amaç: Gelişimsel kalça displazisi (GKD), doğumdan hemen sonra teşhis edilebilen ve başlangıçta
femur başı asetabulum ilişkisinin bozulmadığı bir hastalıktır. Bu çalışmanın amacı yenidoğanlarda
GKD’nin erken teşhisinde ultrasonografi etkinliğinin belirlenmesidir.
Yöntem: Nisan 2019 -Mart 2020 taihleri arasında Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji polikliniğine gelen 4 hafta – 6 ay yaşları arasında 180 bebeğin,
360 kalçası Graf yöntemi kullanılarak ultrasonografik olarak incelendi. Daha önceden tanı alan ya
da kalça ultrasonu çektiren bebekler çalışma kapsamı dışında bırakıldı.
Bulgular: Ultrasonografi yapılan 360 kalça Graf sınıflandırmasına göre değerlendirildiğinde 164
(%45.5) kalça tip Ia, 124 (%34.5) kalça tip Ib, 46 (%12.8) kalça tip IIa, 8 (%2.2) kalça tip IIb, 7 (%2)
kalça tip IIc, 1 (%0.2) kalça tip D ve 10 (%2.8) kalça tip III-IV olarak tespit edildi. GKD oluşumuna
neden olan risk faktörleri kız cinsiyet, ilk bebek olma, kundak uygulaması, ek ortopedik anomali,
konjenital sebepler, pozitif aile hikayesi, makat geliş şeklinde idi.
Sonuç: GKD tedavisinde ilk ve en önemli koşul erken tanıdır. Gelişimsel kalça displazisinin erken
tanı ve takibinde ultrasonografi önemlidir. Sonuç olarak, GKD’nin erken tanı ve tedavisi sakatlık
oranlarını ciddi şekilde azaltır.
Anahtar Kelimeler: Gelişimsel kalça displazisi, bebek, ilk tanı, ultrason, graf
45
SS-012
ERGENLER VE GENÇ YETİŞKİNLERDE SİGARA TÜTÜN ÜRÜNLERİNE GENEL BAKIŞ
Hakan ÇELİKHİSAR1, Gülay DAŞDEMİR İLKHAN2
1İzmir Büyükşehir Belediyesi Eşrefpaşa Hastanesi Göğüs Hastalıkları Kliniği, İzmir 2Tire Devlet Hastanesi, Göğüs Hastalıkları Kliniği, İzmir ÖZET Giriş: Tütün salgını, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki gençler arasında önemli bir halk sağlığı sorunu olarak tanımlanmaktadır. Sigara içmek, özellikle nedenleri açısından önemli bir psikososyal sorundur. Sosyal öğrenme, okul çağındaki çocuklarda sigarayı doğrudan etkiler. Arkadaşların baskısı, ebeveynlerin veya kardeşlerin sigara içmesi ve öğretmenler, sanatçılar, sporcular ve öğrenciler gibi sevdikleri ve önem verdikleri kişilerin sigara içilmesi sigara içmeye başlamasında cesaret verici bir rol oynayabilir. Bu çalışmanın amacı, 11-20 yaş arası öğrenciler arasında sigara içme sıklığını ve sigarayı etkileyen faktörleri değerlendirmektir. Yöntem: Çalışma Kasım 2019'da İzmir, İstanbul ve Ankara'da şehir merkezinde yaşayan, 11-20 yaş arası ve devlet okullarına ve özel okullara devam eden öğrenciler üzerinde gerçekleştirildi. Anketimiz Florida Gençlik Tütün Araştırması anketinden (Florida'da orta (6-8 Sınıflar) ve lise (9-12 Sınıflar) öğrenciler için yürütülen bir anket formundan uyarlanmıştır. Anket, sigara içme durumu, sigara içmeyi etkileyen faktörler, sigara içmenin etkileri ve ailelerinin sigara içme durumu gibi 32 çoktan seçmeli sorudan oluşmaktadır. Analizler için tanımlayıcı istatistikler yapıldı. Bulgular: Toplam 641 katılımcı çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya katılanların 335'i kadın, 306'sı erkekti. Katılımcıların yaş ortalaması 16.56 ± 1.82 idi. Katılımcılar arasında, yarısından fazlası daha önce sigara içmeyi denediklerini ve sigara içmeye çalışmanın erkeklerde anlamlı olarak daha yaygın olduğunu tanımlamıştır. İlk sigara içme yaşı en sık 12-15 yıl idi. Sonuç: Ergenler genç yaşlarda sigara içmeye başlıyor veya en azından deniyor. Nargile içimi de önemli bir sorun haline geliyor. Bu eğilimlerin sürekliliğinin yanı sıra, gençlerin e-sigaraya ulaşmasını zorlaştıran tütün önleme reklamları, politikaları gözden geçirilerek önlemler arttırılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Bağımlılık, ergen, genç yetişkin, tütün ürünleri
46
ABSTRACT
THE OVERVIEW OF SMOKING TOBACCO PRODUCTS IN ADOLESCENTS AND YOUNG ADULTS
Introduction: Tobacco epidemic is identified as an important public health problem among young people in developed and developing countries. Smoking is an important psychosocial problem, especially in terms of its causes. Social learning directly affects smoking in school-age children. The pressure of friends, the smoking of parents or siblings, and the smoking of the people they like and care about, such as teachers, artists, athletes and students may play an encouraging role in starting the smoking. The aim of this study was to evaluate the prevalence of smoking and the factors affecting smoking, among students aged 11-20 years. Material and Methods: The study was conducted on November 2019 on students living in the city center in Izmir, Istanbul and Ankara, between the ages of 11-20 years and attending public and private schools. Our survey was adapted from the Florida Youth Tobacco Survey questionnaire (a questionnaire conducted in Florida for middle (Grades 6-8) and high school (Grades 9-12) students). The questionnaire consisted of 32 multiple choice questions including smoking status, factors affecting smoking, effects of smoking and smoking status of their families. Descriptive statistics were performed for the analyses. Results: In a total 641 participants were included in the study. Among study participants, 335 were female and 306 were male. The mean age of the participants was 16.56 ±1.82 years. Among participants, more than half defined that they tried smoking before and the behavior of trying smoking was significantly more common in males). The first smoking age was most commonly between 12-15 years. Number of smoked cigarettes per day in last 30 days was significantly higher in males. There was not any significant difference between genders regarding the quitting thought (p:0.151). Conclusion: Adolescents start smoking at a young age, or at least try it. Hookah smoking is also becoming an important problem. In addition to the continuity of these trends, measures should be increased by reviewing tobacco prevention advertisements and policies that make it difficult for young people to reach e-cigarettes.
47
ERGENLER VE GENÇ YETİŞKİNLERDE SİGARA TÜTÜN ÜRÜNLERİNE GENEL BAKIŞ
GİRİŞ
Dünya genelinde her yıl tütün kullanımı nedeniyle yaklaşık 6 milyon insan ölmektedir ve yıllık ölüm sayısının 2030 yılına kadar 8 milyona çıkması beklenmektedir (1). Tütün kaynaklı bu önlenebilir ölümlerin yaklaşık% 80'i düşük ve orta gelirli ülkelerde meydana gelmektedir (2). Sadece sigara değil, diğer tütün ürünleri de ölüm yüküne katkıda bulunur. Tüm kanserlerin% 22'si tütün kullanımına bağlıdır ve akciğer kanserinin% 70'i sigaraya bağlanmaktadır (3,4). Tütün kullanımı, önlenebilir ölümlerin ve gençler arasında küresel bir salgının en yaygın nedenidir. ABD'de, dört lise son sınıf öğrencisinden biri sigara içiyor ve on erkek lise son sınıf öğrencisinden biri dumansız tütün kullanmaktadır (5,6). 18 yaşın altındaki 4000 kişi her gün ilk sigaralarını deniyor ve sigara içenlerin% 90'ı 18 yaşından önce sigara içmeye başlıyor. Dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi Türkiye'de de erkeklerin tütün tüketimi kadınlardan daha fazla (7). TÜİK'in 2016 verilerine göre Türkiye'de 15 yaş üzeri nüfusun yüzde 26,5'i her gün tütün ürünü kullanıyor. Bu oran 2014'te 27,3, 2010'da 25,4'tü. Erkeklerin tütün ürünü kullanımı 2014-16 arasında azalırken kadınlarda bu oran arttı. 35-44 yaş arası erkekler yüzde 50,6 ile en fazla tütün ürünü içen yaş grubunu oluşturuyorlar. Kadınlarda da yüzde 19,6 ile en fazla 35-44 yaş aralığı tütün içiyor. Yine TÜİK verilerine göre; 2014'te daha önce hiç tütün ürünü içmemiş kişiler 15 yaş üzeri nüfusun yüzde 49,8'ini oluşturuyordu. Erkeklerde bu oran yüzde 28,7, kadınlarda ise 70,3'tü. 2016'ya gelindiğinde hiç tütün ürünü kullanmamış olanlar yüzde 56,5'e yükseldi. Bu oran erkeklerde 36,6, kadınlarda 75,9 oldu. Türkiye'de tütün ürünleri kullanmaya başlayanların yüzde 36,2'si merak, yüzde 16,8'i özenti, yüzde 29,4'ü ise arkadaş etkisini gerekçe gösteriyor (8).
METHOD
Bu anket çalışması, Kasım 2019'da İzmir, İstanbul ve Ankara'da şehir merkezinde yaşayan, 11-20 yaş arası ve devlet okullarına ve özel okullara devam eden öğrenciler üzerinde gerçekleştirildi. Anketimiz Florida Gençlik Tütün Anketi anketinden (Florida'da orta (6-8 Sınıflar) ve lise (9-12 Sınıflar) öğrenciler için yürütülen bir anket formundan uyarlanmıştır. Anket, sigara içme durumu, sigara içmeyi etkileyen faktörler, sigara içmenin etkileri ve ailelerinin sigara içme durumu gibi 32 çoktan seçmeli sorudan oluşmaktadır. İstatistiksel analizler için tanımlayıcı istatistikler ve ikili grup karşılaştırmalarında da ki-kare testi kullanıldı. P<0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR
Toplam 641 katılımcı çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya katılanların 335'i kadın, 306'sı erkekti. Katılımcıların yaş ortalaması 16.56 ± 1.82 idi.
48
Tablo 1. Sigara içme davranışı
Kadın (n:335) Erkek (n:306) p
Daha önce sigara içmeyi denediniz mi? 155 (50.8 %) 178 (58.2%)
0.003
İlk sigara içme yaşı? 8 yaş önesi önce 8-11 yaş arası 12-15 yaş arası 16-19 yaş arası
6 13 80 57
10 34 80 52
0.002
Son 30 günde sigara içilen sigaralar? Sıfır 1 2-5 sigara 6-10 sigara 11-20 sigara > 20 sigara
236 20 29 12 8 30
190 22 26 30 26 12
0.001
Son 30 günde okulda sigara içme durumu Yok 1-2 gün 3-5 gün 6-9 gün 10-19 gün
286 14 5 7 23
242 10 6 0 48
0.001
Bırakmayı düşünmek? Evet Hayır Şimdi sigara içmiyor
43 27 265
52 32 222
0.151
Sigara almanın en yaygın yolu 155 katılımcıdan bir pazardan satın almaktı ve çoğu (% 92), satın alırken yaşları hakkında soru sorulmadığını bildirdi. Uyanmadan sonra, ilk duman için geçen süre 20 katılımcıda 15 dakikadan az, 28 katılımcıda 15-10 dakika ve 40 katılımcıda 1-2 saat idi. Sadece 31 katılımcı uyandıktan sonra ilk dumandan yarım günden fazla beklediklerini bildirdi.
Son 30 günde elektronik sigara içen katılımcı sayısı düşük olmasına rağmen (n: 55), en sık başka bir kişiden aldıklarını bildirmişlerdir. E-sigara içmek için en yaygın yerler evde veya başka bir kişinin evindeydi. Nargile içimi e-sigara içmekten daha yaygındı, ancak katılımcıların çoğu nargile sigaradan daha tehlikeli olduğunu düşünüyordu (Tablo 2).
49
Tablo 2. Nargile ve e-sigara
Kadın (n:335) Erkek (n:306) p
Nargile içiyor musunuz? Yok Evde Bir restoranda / kafede Diğerleri
202 19 104 10
146 16 138 6
0.006
Nargile, Sigara içmeye Kıyasla? Daha az tehlikeli Eşit Daha tehlikeli Bilmiyorum
38 69 155 73
68 46 132 60
0.002
Son 30 günde okulda e-sigara mı içiyorsunuz? Sıfır 1-2 gün 3-5 gün 6-9 gün 10-19 gün
329 2 0 3 1
288 10 8 0 0
0.001
Sigara, eSigara içmeye Kıyasla? Daha az tehlikeli Eşit Daha tehlikeli Bilmiyorum
46 96 94 99
86 52 80 88
0.001
e-sigara, sigarayı bırakmada rol oynuyor mu? Kesinlikle evet Belki evet Belki hayır Kesinlikle hayır
9 64 109 153
26 60 146 74
0.001
Sigaranın tehlikeleri hakkında ders alan katılımcı sayısı çok azdı (n: 159) (Tablo 3).
50
Tablo 3. Okulda veya arkadaşlar arasında sigara içme davranışı
Kadın (n:335) Erkek (n:306) p
Okulda sigara içmenin tehlikeleri hakkında ders aldınız mı? Evet Hayır Emin değil
75 189 71
84 164 58
0.32
Okulda sigara içen yetişkin var mı? Evet Hayır Emin değil
256 54 25
256 32 18
0.063
En iyi arkadaşın teklif ederse sigara içiyor musun? Kesinlikle evet Muhtemelen evet Muhtemelen hayır Kesinlikle hayır
40 56 58 181
60 44 52 150
0.061
Sigara bağımlılığı var mı? Kesinlikle evet Belki evet Belki hayır Kesinlikle hayır
211 64 14 46
162 72 14 58
0.07
Sigara içen insanların daha fazla arkadaşı var mı? Kesinlikle evet Belki evet Belki hayır Kesinlikle hayır
46 97 54 138
58 94 50 104
0.167
Sigara içenler sigara içmeyenlerden daha kısa mı yaşıyor? Kesinlikle evet Belki evet Belki hayır Kesinlikle hayır
148 107 45 35
134 110 24 38
0.114
Sigara içmek stresi azaltır mı? Kesinlikle evet Belki evet Belki hayır Kesinlikle Hayır
42 85 69 139
56 112 54 84
0.001
51
Son 1 yılda, katılımcıların yarısından azı sigara içmenin tehlikeleri hakkında bilgi aldıklarını
söylemiştir (Tablo 4).
Tablo 4. Sigara karşıtı dersler ve reklamlar
Kadın (n:335) Erkek (n:306) p
Son 1 yılda doktorunuzdan, ebeveynlerinizden veya arkadaşlarınızdan sigara içmenin tehlikeleri hakkında bilgi aldınız mı? Evet Hayır
145 190
148 158
0.205
Son 30 gün içinde, sosyal medyada kaç gün boyunca sigara karşıtı reklamlar gördünüz? Yok 1-5 gün 6-9 gün 10-19 gün 20-30 gün
150 94 40 26 25
148 74 36 20 28
0.69
Son 7 gün içinde iç mekanlarda sigara içen birini gördünüz mü? Hayır Evet, okulda Evet evde Evet, arabada Evet, bir restoranda Diğerleri
56 49 146 7 47 30
26 66 122 12 52 28
0.001
Pasif sigara içmek tehlikeli midir? Kesinlikle evet Belki evet Belki hayır Kesinlikle hayır
266 45 14 10
230 62 6 8
0.06
Son 12 ayda kimseden sigara içmemesini istediniz mi? Evet Hayır
231 104
192 114
0.113
Evde katılımcıların dördünden fazlası sigara içen biri olduğunu bildirmiştir (Tablo 5). Bunu bildiren öğrenci sayısı çok azdı, sigara içiyorlardı ama aileleri bunu umursamıyor (n: 16).
52
Tablo 5. Evde sigara içme davranışı
Kadın (n:335) Erkek (n:306) p
Evde sigara içen var mı? Yok Sigara Nargile elektronik sigara
92 231 7 5
106 190 8 2
0.17
Sizi en iyi ne tanımlar? Yok içmeyen Sigara içmek ama ailem bunu bilmiyor Sigara içmek ama ailem bunu sevmiyor Sigara içmek ama ailem bunu umursamıyor
247 30 46 12
218 42 42 4
0.08
TARTIŞMA
Bu çalışmada; katılımcıların yarısından fazlası daha önce sigara içmeyi denediklerini ve sigara içmeye çalışmanın erkeklerde anlamlı olarak daha yaygın olduğunu tanımlamıştır. İlk sigara içme yaşı en sık 12-15 yıl idi. Son 30 günde içilen sigara sayısı erkeklerde anlamlı olarak daha fazlaydı. Sigarayı bırakma düşüncesi açısından cinsiyetler arasında anlamlı fark yoktu. Sigara almanın en yaygın yolu 155 katılımcıda bir market ya da büfeden satın almaktı ve çoğu (% 92), satın alırken yaşları hakkında soru sorulmadığını bildirdi. Nargile içimi e-sigara içmekten daha yaygındı, ancak katılımcıların çoğu nargilenin sigaradan daha tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Sigara içmenin tehlikeleri hakkında ders alan katılımcıların sayısı çok düşüktü (n:159, %24.8). Katılımcıların sigara içme davranışı ile ilgili genel fikirleri cinsiyetler arasında farklı değildi. Katılımcıların dörtte üçünden fazlası evde sigara içen biri olduğunu bildirmiştir. Sigara içmesine rağmen ailelerinin bunu umursamadığını bildiren öğrenci sayısı çok azdı (n: 16). Hiç sigara içmeyen grup sigara içen kişilerin daha az yaşadığını düşünmemekte, daha az yaygın olarak sigara içmenin stresi azalttığını düşünmekte ve daha yaygın olarak pasif içiciliğin tehlikeli olduğunu düşünmektedir. Daha önce sigara içmeyen ve daha önce sigara içmeyi deneyen katılımcılar arasında evde sigara içme durumu farklı değildi (p: 0.118). Türkiye Sağlık Araştırması 2014’te, erkeklerde 15-24 yaş grubunda %31,4, kızlarda 15-24 yaş grubunda %5,7 sigara içme oranı bildirmiştir.
Yeditepe Üniversitesi Tıp, Eczacılık, Diş ve Sağlık Bilimleri fakülteleri dördüncü sınıf öğrencilerinde yapılan çalışmada tütün ürünü halen kullanım oranı erkek öğrencilerde %53,5, kız öğrencilerde %29,7 olarak bulunmuştur (9). Çalışmamızda, katılımcıların yaklaşık %52’si daha önce sigara içmeyi en az bir kez denediğini ifade ederken; %27.5’i kendini halen sigara içmekte olarak tanımlıyordu. Çalışmamızda ilk sigara içme yaşı en sık 12-15 olarak bulundu. (n: 160, 24.9%). Ülkemizden yapılan bir başka çalışmada, İstanbul ili Anadolu yakasındaki özel bir üniversite hazırlık dershanesi öğrencilerine uygulanan ankette, anketleri eksiksiz cevaplamış 358 öğrencinin 152 (%42.4)'si erkek ve 206 (%57.6)'sı kız olup 264 (%73.7)'ü halen lise öğrencisi, 94 (%26.3)'ü lise mezunu idi. Öğrenciler 16-20 yaş aralığında olup ortalama yaş 18 ± 1.15 idi. Erkek öğrencilerin 54 (%15.2)'ü, kız öğrencilerin 30 (%8.4)'u olmak üzere toplam 84 (%23.5) öğrenci aktif olarak sigara içmeye devam ediyordu. Toplam 14 öğrenci (%3.9) sigara içip bırakmış, 260 (%72.6) öğrenci ise hiç içmemişti.
53
Sigara içmeye başlama yaşı 15.89 ± 1.80 olarak bildirildi. Ülkemizde legal olarak sigara alabilme yaşı 18 olmasına rağmen, Sigara almanın en yaygın yolu 155 katılımcıda bir market ya da büfeden satın almaktı ve çoğu (% 92), satın alırken yaşları hakkında soru sorulmadığını bildirdi. Bu konuda daha caydırıcı çözüm önerilerine ihtiyaç vardır. Sigara içmeye başlayan gençlerin durumu ile anne ve babanın sigara bağımlılığı arasında bir ilişki olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Çalışmamızda daha önce sigara içmeyen ve daha önce sigara içmeyi deneyen katılımcılar arasında evde sigara içme durumu farklı değildi. Sigarayı bırakma düşüncesi açısından cinsiyetler arasında anlamlı fark yoktu. Çalışmamızda aktif sigara içmeye devam ettiğini belirten 154 kişiden 95’i sigara içmeyi bırakmayı düşündüğünü belirtti (%61,6). Tanımlayıcı nitelikteki, 14-20 yaş arası 934 ergenle birlikte İstanbul'da bulunan bir meslek lisesinde gerçekleştirilen bir anket çalışmasında; Ergenlerin yaş ortalaması 16,38 ± 1,12 idi. Ergenlerin% 90.3'ü erkektir. Grubun% 29,9'u en az bir kez sigara içtiğini ve katılımcıların% 12,1'i düzenli olarak sigara içtiğini bildirmiştir. Sigara içen öğrencilerin% 80'i sigarayı bırakmak istediklerini bildirmiştir. % 68.9'luk bir grup, gelecekte hastalanmaktan korktukları için bırakmak istediklerini,% 28.8'i sigarayı bırakmak için ekonomik nedenler gösterdiğini ve% 24.2'si çevreye zarar vermek istemedikleri için sigarayı bırakmak istediklerini bildirdi. İzmir’de yapılan bir çalışmada; İzmir nüfusunu örnekleyeceği düşünülen toplam 600 hane Türkiye İstatistik Kurumu tarafından, iki aşamalı sistematik küme örneklemesi yoluyla seçildi. Hanelerde 47 soruluk anket çalışması gerçekleştirildi. Katılımcıların %53.7'si kadın, %46.3'ü erkek olup yaş ortalaması 41.5 ± 15.6 idi. Sigara içmekte olan 232 (%39), hiç içmemiş 257 (%42) ve sigarayı bırakmış 111(%19) kişi bulunmaktaydı. Ortalama sigaraya başlama yaşı 18.7 ± 6.6 olarak bulundu; erkeklerde kadınlara göre sigaraya başlama yaşı istatistiksel açıdan daha erken olarak tespit edildi (p= 0.0001). Sigara dışı tütün ürünleri %10.7 oranında kullanılıyordu. Sigara içmekte olanların %70.7'si sigarayı bırakmayı düşünüyordu. Çalışmamıza katılan gençlerin 293 tanesi (%45,7) nargile içmekte olduğunu ya da en az bir kez içtiğini belirtmiştir. Yine katılımcılardan 287 tanesi nargile içiciliğinin sigara içiciliğinden daha zararlı olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Nargile özellikle gençlerde sık kullanılmasıyla tütün kullanımını özendirmektedir ki, genç yaşta tütün kullananların bağımlı olma oranları daha yüksektir. Nargilenin bağımlılık yapıcı etkisinin yeterince bilinmemesi de bu kullanım sıklığının sebeplerinden birisidir. Nargilenin tütün bağımlılığının bir basamağı olduğu unutulmamalı ve daha çok gençlere yönelik eğitici politikalar geliştirilmelidir.
Sonuç: Ergenler genç yaşlarda sigara içmeye başlıyor veya en azından sigara içmeyi deniyorlar. Nargile içimi de önemli bir sorun haline geliyor. İlginçtir, evde sigara içme durumu hiç sigara içmeyen ve daha önce sigara içmeyi deneyen katılımcılar arasında farklı değildi. Bu, çevresel davranışların sigara içme davranışında evde sigara içme durumundan daha önemli olduğunu göstermektedir. Sigara içme eğilimlerinin sürekli gözetimi ve gençlerin sigaraya ulaşmasını zorlaştıran tütün önleme reklamları, politikaları ve kuralları garanti edilmektedir. Gençlerimiz giderek daha küçük yaşlarda sigaraya başlamakta ve bu kötü bağımlılığın sorunlarını yaşamlarının sonraki yıllarına aktarmaktadırlar. Hem devlet hem de toplum olarak sigarayı özendirici eylemlere ve koşullara karşı kararlılıkla mücadele etmeli ve gençlerin bu zararlı bağımlılıktan kurtulabilmesi için gerekli desteği her basamakta sağlamalıyız.
54
REFERANSLAR
1. Dessaix A, Maag A, McKenzie J, Currow DC. Factors influencing reductions in smoking among Australian adolescents. Public Health Res Pract. 2016 Jan 28;26(1):e2611605. doi: 10.17061/phrp2611605. PMID: 26863168.
2. Warner KE. How to Think-Not Feel-about Tobacco Harm Reduction. Nicotine Tob Res. 2019 Sep 19;21(10):1299-1309. doi: 10.1093/ntr/nty084. PMID: 29718475.
3. Lauterstein D, Hoshino R, Gordon T, Watkins BX, Weitzman M, Zelikoff J. The changing face of tobacco use among United States youth. Curr Drug Abuse Rev. 2014;7(1):29-43. doi: 10.2174/1874473707666141015220110. PMID: 25323124; PMCID: PMC4469045.
4. Wipfli H, Samet JM. Global economic and health benefits of tobacco control: part 1. Clin Pharmacol Ther. 2009 Sep;86(3):263-71. doi: 10.1038/clpt.2009.93. Epub 2009 Jun 17. PMID: 19536067.
5. Carlsen KH, Carlsen KC. Respiratory effects of tobacco smoking on infants and young children. Paediatr Respir Rev. 2008 Mar;9(1):11-9; quiz 19-20. doi: 10.1016/j.prrv.2007.11.007. Epub 2008 Feb 1. PMID: 18280975.
6. Fidancı, İ, Arslan, İ, Fidancı, İ, Yengil Taci, D, İşcan, G, Kıbrıslı, E, Özenç, S, Tekin, O. (2016). Association of Physical Activity and Smoking Status with Mood and Anxiety in Adolescents. Ankara Medical Journal, 16 (1) , 0-0. DOI: 10.17098/amj.77013.
7. Hamzaçebi H, Ünsal M, Dabak Ş, Bilgin S, Aker S. Samsun Tekkeköy İlçesi İlköğretim Öğrencilerinde Sigara İçme Prevalansı ve Etkileyen Faktörler. Toraks Dergisi 2008;9(1):34-9.
8. Carlsen KH, Lødrup Carlsen KC. Parental smoking and childhood asthma: clinical implications. Treat Respir Med. 2005;4(5):337-46. doi: 10.2165/00151829-200504050-00005. PMID: 16137191.
9. Saraçoğlu, S, Öztürk, F. (2020). Türkiye’de Tütün Kontrol Politikaları ve Tütün Tüketimi Üzerine Bir Değerlendirme. Politik Ekonomik Kuram, 4 (1) , 20-44. DOI: 10.30586/pek.730271.
55
SS-013
GEBELİKTE METASTATİK HEPATİK TÜMÖR RÜPTÜRÜ: OLGU SUNUMU
Canan SOYER ÇALIŞKAN
SBÜ Samsun Eğitim Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü ÖZET Gebelerde oluşan fizyolojik değişiklikler nedeniyle tümörlere bağlı semptomların ortaya çıkması ve
tanılarının konulabilmesi gecikebilmekte ya da atlanabilmektedir. Ancak gebelikte metastatik
hepatik tümör rüptürü çok nadir görülen bir durumdur.
Bu çalışmada; metastatik hepatik tümör rüptürü ile yakalanmış bir gestasyonel meme kanseri olgusu sunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Gebelik, hemoperitoniyum, hepatik metastaz, meme kanseri, sezaryen. METASTATIC HEPATIC TUMOR RUPTURE DURING PREGNANCY: A CASE REPORT ABSTRACT Due to the physiological changes that occur in pregnant women, the emergence of symptoms due
to tumors and the diagnosis can be delayed or missed. However, metastatic hepatic tumor rupture
during pregnancy is a very rare condition.
In this study; A case of gestational breast cancer with metastatic hepatic tumor rupture is
presented
Keywords: Breast cancer, cesarean section, hemoperitoneum, , hepatic metastasis, pregnancy.
GİRİŞ
Gestasyonel meme kanseri 10000-30000 canlı doğumda 1-3 oranında görülür (1,2). Meme kanseri
gebelikte sıklıkla ağrısız kitle ile kendini gösterir. Nadiren emziren anne bebeğin emmediğini fark
ederek şikayet edebilir (3). Bulgular gebeliğin memede oluşturduğu değişiklikler arasında
atlanabilir (4).
Bu olgu sunumunun amacı gebelik takibinde gözden kaçan bir meme kanser vakasının hayatı
tehdit edecek masif kanamaya ve yanlış tedavi yaklaşımlarına neden olabileceğini hatırlatmaktır.
56
OLGU
39 yaşında ikinci gebeliği olan hasta, acil servise şiddetli karın ağrısı şikâyeti ile pre-şok durumda
başvurdu. Yapılan muayenede, 36 hafta 1 günlük canlı fetüs ve distandü, hassas, ağrılı batın,
hipotansiyon, ultrasonografide batında serbest mai izlenmesi üzerine uterin rüptür ön tanısı ile acil
sezaryene alındı. Batına girildiğinde uterusun sağlam olduğu ama batın içinde kanama olduğu
görüldü. 2800 gr, canlı bebek doğurtuldu. Kanama odağının karaciğer olduğu tespit edildi.
Abdominal packing uygulayarak Fakültesi Hastanesine sevk edildi ve acil operasyona alındı.
Karaciğer sol lobunda multiple metastazlar, sağ lobunda 2-3 adet metastatik tümör alanları izlendi
(Resim 1).
Resim 1. Karaciğer metastazını gösteren kontrastlı bilgisayar tomografi aksiyal kesiti.
Primer onarım şansı olmadığı için biyopsi alınarak, packing ve silikon dren konularak kapatıldı.
Hasta 2 gün sonra reopere edildi, abdominal packler çıkartıldı. Hastaya yapılan detaylı incelemeler
sonucunda hastanın sol memesinde kitle bulundu. Yapılan meme ve karaciğer biyopsi sonucu
invazive duktal adenokarsinom olarak geldi. Hasta yüksek proliferetif evre IV meme kanseri tanısı
aldı. Kemoterapi tedavisi planlandı.
TARTIŞMA
Gebelikteki değişiklikler nedeniyle meme muayenesi zorlaşır ve kanser tanısı gecikebilir (5,6). En
fazla görülen invazive duktal karsinomdur (7). Gestasyonel meme kanserinde uzak organ metastazı
daha fazla görülür ve en sık akciğer, karaciğer ve kemiğe olmaktadır (8). Gebelikte ya da
laktasyonda memede kitle tespit edilince öncelikle ultrasonografik değerlendirilmeli eğer kitle
şüphesi varsa mutlaka biyopsi yapılmalıdır (9).
57
KAYNAKLAR
1. Chiechi LM. Breast screening in women considering pregnancy. Minerva Ginecol 1999;51:77-81.
2. Germignani ML, Petrek JA. Pregnancy-Associated breast cancer:Diagnosis and treatment. Breast J 2000;6:68-73.
3. Saber A, Dardik H, Ibrahim IM et al. The milk rejection sign: A natural tumor marker. Am Surgeon 1996; 62(12):998–999.
4. Ploquin A, Pistilli B, Tresch E et al. 5-year overall survival after early breast cancer diagnosed during pregnancy: A retrospective case-control multicenter French study. European Journal of Cancer 2018;95:30-37.
5. Litton JK, Theriault RL. Breast cancer and pregnancy: Current concepts in diagnosis and treatment. Oncologist 2010;15:1238-1247.
6. Sanchez C. Breast cancer and pregnancy: A comparative analysis of a Chileancohort;e-cancer 2014,8:434 DOI:10.3332/ecancer.2014.434.
7. Middleton LP, Amin M, Gwyn K et al. Breast carcinoma in pregnant women: Assessment of clinic pathologic and immune histochemical features. Cancer 2003;98:1055–1060.
8. Tretli S, Kvalheim G, Thoresan S et al. Survival of breast cancer patients diagnosed during pregnancy or lactation. Br J Cancer 1988;58:382-384.
9. Ayyappan AP, Sulkarni S, Crystal P.Pregnancy associated breast cancer: Spectrum of imaging appearances. Br J Radiol 2010;83:529-534.
58
SS-014
ÇOCUK ENDOKRİN POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN KONJENİTAL HİPOTROİDİLİ YENİDOĞANLARIN
KLİNİK VE LABORATUVAR ÖZELLİKLERİ
Amine AKTAR KARAKAYA1, Edip UNAL1
1Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Diyarbakır
Giriş-Amaç: Konjenital hipotroidi önlenebilir zeka geriliğinin en sık nedenidir. Dünyada 1/2000-
1/4000, ülkemizde ise 1/650 canlı doğumda görülmektedir. En sık neden tiroidin gelişimsel
patolojisi iken, ülkemizde akraba evlilikleri nedeniyle en sık dishormonogenez nedenleri
görülmektedir. Çalışmada çocuk endokrin polikliniğine başvuran konjenital hipotroidili
yenidoğanların klinik ve laboratuvar özellikleri incelendi.
Gereç-Yöntem: Çalışmada son bir yıl içinde Dicle Üniversitesi tıp fakültesi çocuk endokrinoloji
polikliniğine başvurmuş, tiroid fonksiyon test sonucuna göre konjenital hipotroidi tanısı almış 67
hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Dosya kayıtlarından kaç günlükken
başvurdukları, antropometrik ölçümleri, başvuru şikayetleri not edildi. Ayrıca tiroid stimülan
hormon (TSH), serbest tiroksin (ST4), tiroglobulin (TG) düzeyleri, tiroid USG ve /veya tiroid
sintigrafileri incelendi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 67 hastanın 28’i (41,8%) kız, 39’u (58,2%) erkekti. Hastaların ortalama
yaşı 14,75±6,34 (min-max:4-30gün) idi. Ortalama TSH değeri:97,87± (49,62-100) µIU/mL, ortalama
ST4 değeri:8,52 ± 3,92, ortalama TG:456±246 olarak saptandı. Olguların 7’inde tiroidin gelişimsel
patolojisi (4’ü ektopik tiroid, 2’si tiroid agenezi, 1’i hipoplazik tiroid) saptandı. Bu gruptaki
hastaların serum tiroglobulin düzeyleri normalin altındaydı. Otuz iki (47,7%) hastaya ilk 14 gün
içinde, 35 (52,2%) hastaya ise 15-30. günler arasında tanı konuldu. Yirmi sekiz (41,7%) hastanın
klinik olarak uzamış sarılığı mevcuttu. İki hastaya santral hipotroidi tanısı konuldu. Bunlardan biri
yarık damak ve dudak, diğeri ise uzamış sarılık nedeniyle bakılan tiroid fonksiyon testleri
sonucunda santral hipotroidi tanısı aldı.
Sonuç: Konjenital hipotroidi yenidoğan döneminin en sık görülen endokrinolojik problemi olup
tedavisi kolay, ucuz ve etkilidir. Doğumda çoğunlukla asemptomatiktir. Bu durum tarama
programlarının önemini vurgular. Doğum sonrası ilk iki hafta içinde tanı konulup tedavi edilmeleri
gerekir. Tarama programında TSH değeri bakıldığından santral hipotroidi vakaları tespit
edilememektedir. Hipotroidi semptomlarının varlığında (orta hat defekti, uzamış sarılık gibi)
tarama testi normal olsa bile mutlaka tiroid fonksiyon testlerinin bakılmasını öneriyoruz.
Anahtar Kelimeler: Dishormogenez, konjenital hipotroidi, santral hipotroidi, uzamış sarılık,
yenidoğan
59
SS-015
3. BASAMAK İLERİ ENDOSKOPİ MERKEZİNİN GAYTADA GİZLİ KAN POZİTİF HASTA ANALİZİ
Ali Emre NAYCI
Sağlık Bilimleri Üniversitesi İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği
Giriş: Kolorektal kanserler (CRC) dünyada 3. sıklıkta karşılaşılan ve kansere bağlı ölümlerin önde
gelen sebeplerindendir. Erkek ve kadınlarda da kansere bağlı mortalitede 3. sırada yer almaktadır.
Toplum tarama programları sayesinde CRC ve prekanseröz lezyonlar erken evrede yakalanıp sağ
kalımın artırılması amaçlanmaktadır. Tarama testleri 3 grupta incelenebilir gaytada gizli kan testi-
kolonoskopi-çift kontrastlı baryum grafisidir.
Amaç: Bu çalışmada İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesine 2017-2019 yılları arasında
1.basamak Aile Sağlığı Merkezlerinden yönlendirilen ve GGK testi pozitif olan hasta grubu dahil
edilmiştir. Kolonoskopi işlemine gelmeyen ve yeterli barsak temizliği sağlayamayan hastalar
çalışma dışında bırakılmıştır. GGK+ olan hastaların verileri incelenip testin sensivite ve spesitifitesi
değerlendirilmesi ve sonuçları analiz edilmek istenmiştir.
Bulgular: Toplam yönlendirilen 774 hasta 471 kadın/ 303 erkek. Gelmeyen hasta sayısı 302 %39.1
kirli kolon olan hasta sayısı 27 %3,48. Değerlendirilen hasta sayısı 445'tir.• Değerlendirilen: 445
hasta normal hasta sayısı 258 (%57,97), divertiküler hastalık 22 hasta (%4,94) kitle tespit edilen
165 hastadır. (%37,07)
Kitle tespit edilen hastaların dağılımı:165 hasta
- Polip: 26 (15,75)
- Tubuler/villöz adenom:54 (%32,72)
- Displazi:49 (%29,69)
- Karsinom:36 (%21,81)
Sonuç: Gaytada gizli kan en az invaziv testtir. CRC mortalisini %33 azalttığı bilinir. Ancak GGK
duyarlılığı düşüktür; kanserlerin %50'sini ve adenomların büyük bir kısmını atlar. Özgüllüğü de
düşüktür. GGK sonucu pozitif olanların %90 'ında CRC yoktur. Sonuç olarak, gaitada gizli kan testi
maliyet etkin olması, kolay uygulanabilir olması nedeni ile ülkemizde de bazı Avrupa ülkelerinde
olduğu gibi asemptomatik bireylerin toplum kökenli tarama programlarında birinci sırada
kullanılmalıdır. Ancak negatif GGK testi birey bazlı düşünüldüğünde kolonoskopik taramaya engel
olmamalıdır. 1. basamakta GGK+olup kolonoskopi işlemine gitmeyen hastalar kolonoskopi işlemi
için teşvik edilmelidir.
Anahtar Kelimeler: gaytada, gizli, kan, kolon, kanseri, kolonoskopi, tarama, testi
60
SS-016
YOĞUN BAKIMDA YATAN HASTALARIN KAN KÜLTÜRLERİNDEN İZOLE EDİLEN ACİNETOBACTER
BAUMANNİİ VE PSEUDOMONAS AERUGİNOSA SUŞLARININ ÇEŞİTLİ ANTİBİYOTİKLERE
DİRENCİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Hatice KÖSE
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Temel İmmünoloji Bilim Dalı, Adana
Amaç: Çoklu ilaca dirençli (ÇİD) gram negatif bakterilere bağlı gelişen enfeksiyonlar, tedavi
seçeneklerinin kısıtlı olması ve hastane içi salgınlara neden olması ile sıklığı her geçen gün artan
önemli mortalite nedenlerindendir. Özellikle ÇİD’e bağlı gelişen kan dolaşımı enfeksiyonları,
hastane içi mortalitenin en önemli sebeplerindendir. Dünya sağlık örgütü, ilk defa 2017 yılında, acil
olarak yeni antibiyotik gereken bakteriler listesi yayınlamış ve kritik öneme sahip bakteriler
arasında ilk sırada A.baumannii ve P. aeruginosa’ya yer vermiştir
Yöntem: Ocak 2017-Nisan 2018 tarihleri arasında, Yozgat Şehir Hastanesi yoğun bakım ünitesinde
yatan hastaların kan kültürlerinden izole edilen ve 47 A.baumanni, 80 P.aeruginosa suşu
retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Antibiyotik duyarlılıkları için değerlendirmeler European
Committee on Antimicrobial Susceptibility Testing (EUCAST) kriterlerine göre yapılmıştır.
İstatistiksel analizde SPSS versiyon 15.0 istatistiksel paket programı kullanılmıştır. Veriler
ortalama±standart sapma ve yüzde oran olarak verilmiştir. Tanımlayıcı istatistikler kullanılmıştır.
Bulgular: Kan kültürlerinden izole edilen A. baumannii suşlarının tümünün amikasin ve
siprofloksasine dirençli olduğu saptanmıştır. İmipenem ve meropenem direnç oranlarının sırası ile
%90.5 ve %86.1 olduğu görülmüştür. Kolistin direnç oranı ise %3.3’tür. A. baumannii suşlarında
antibiyotik direnç oranları Tablo 1’de gösterilmiştir.
P. aeruginosa suşlarının ise en dirençli olduğu antibiyotiğin, %46.3 oranı ile imipenem olduğu
saptanmıştır. P.aeruginosa suşlarında antibiyotik direnç oranları Tablo 2’de gösterilmiştir.
Sonuç: Bakteriyemilere sebep olan mikroorganizmaların direnç profillerinin bilinmesi, ampirik
antimikrobiyal tedavi için yol gösterici olacaktır. Bu nedenle her merkez, direnç profillerini
bilmelidir. Antibiyotik direnci tüm dünyada tehlikeli boyutlara ulaşmıştır ve önemli küresel bir
tehdit haline gelmiştir. Antibiyotik direnci doğal olarak ortaya çıkmasına rağmen, antibiyotiklerin
yanlış kullanımı süreci hızlandırmaktadır. Bu nedenle antibiyotik direncini önlemek ve yayılmasını
kontrol etmek başlıca hedeflerimiz arasında olmalıdır. Bunun için ise güçlü bir ulusal eylem planın
olması, enfeksiyon önleme ve kontrol programlarının geliştirilmesi önemlidir. Hastane ortamında,
dirençli suşların yayılmasını önlemek için çevresel yüzeylerin dezenfeksiyonu ve el hijyenine önem
verilmelidir.
61
Anahtar Kelimeler: Acinetobacter baumannii, antibiyotik direnci, çoklu ilaca direnç, kan kültürü,
Pseudomonas aeruginosa
Tablo 1. Kan kültürlerinden izole edilen A. baumannii suşlarında antibiyotik direnç oranları
Dirençli sayı /n Yüzde (%)
Amikasin 28/28 %100
Siprofloksasin 31/31 %100
Levofloksasin 31/47 %66
Kolistin 1/30 %3.3
Gentamisin 28/34 %82.4
Tobramisin 21/27 %77.8
İmipenem 19/21 %90.5
Meropenem 31/36 %86.1
Trimetoprim-sulfometoksazol 10/23 %43.5
62
Tablo 2. Kan kültürlerinden izole edilen P.aeruginosa suşlarında antibiyotik direnç oranları
dirençli sayı/n yüzde (%)
Amikasin 14/70 %20
Gentamisin 17/64 %26.6
Siprofloksasin 17/67 %25.4
Levofloksasin 16/64 %24.6
Kolistin 16/50 %32
Seftazidim 12/62 %19.4
Sefepim 17/53 %32.1
Piperasilin-tazobaktam 12/53 %22.6
İmipenem 31/67 %46.3
Meropenem 22/67 %32.8
63
SS-017
SAKARYA İLİ YENİDOĞAN İŞİTME TARAMASI SONUÇLARI
Ali GÜVEY1
Kütahya Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Tıp Fakültesi, KBB Anabilim Dalı, Kütahya.
ÖZET
Giriş: Kalıcı işitme kaybı en sık görülen konjenital hastalıklardan biridir. İnsidansının bin canlı
doğumda 1-3 arasında olduğu düşünülmektedir. Tarama yapılmazsa işitme kaybının en erken 2
yaşında anlaşılabildiği ve bunun da çocuğun gelişimi için oldukça kötü sonuçlar doğurduğu
bildirilmiştir. Bu çalışmada Sakarya ilindeki hastanelerde 2018 yılında yapılan tüm yenidoğan işitme
taramalarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Araştırma Sakarya İlindeki hastanelerde 2018 yılında yapılan yenidoğan işitme
taramalarını kapsamaktadır. Toplam 15235 yenidoğana ilk tarama testi yapılmıştır.
Bulgular: Sakarya ilinde 2018 yılında 15235 bebeğe işitme taraması yapılmıştır. İlk tarama testini
bebeklerin %33,7’si geçememiştir. İkinci tarama testine alınan 5135 bebeğin 131’i ikinci tarama
testini de geçemediği için ileri tetkik ve tedavilerinin yapılması için referans hastaneye sevki
yapılmıştır.
Sonuç: İlk taramanın tüm hastanelerde standart yapılamaması tarama programının başarısındaki
en önemli engellerden biridir. Hastanelerin bu konuda sertifikalandırılması ve taramadan kalan
bebek sıklıklarının düzenli takip edilmesinin programı daha başarılı kılacağını düşünmekteyiz.
Anahtar kelimeler: yenidoğan, işitme kaybı, tarama
RESULTS OF NEWBORN HEARING SCREENING IN SAKARYA
ABSTRACT
Objectives: Permanent hearing loss is one of the most common congenital diseases. Its incidence
is thought to be between 1-3 per thousand live births. It is known that hearing loss can be
detected at the earliest age of 2 if screening is not performed. This has been reported to have very
bad consequences for the child's development. In this study, it was aimed to evaluate all newborn
hearing screenings performed in 2018 in hospitals in Sakarya.
Methods: The research covers newborn hearing screenings performed in 2018 in the hospitals in
Sakarya Province. A screening test was performed on a total of 15235 newborns.
Results: In 2018, 15235 babies were screened for hearing in Sakarya province. 33.7% of babies did
not pass the first screening test. 5135 babies were taken to the second screening test. 131 of them
64
did not pass the second screening test. Referrals were made to the reference hospital for further
examination and treatment.
Conclusion: Failure to perform the first screening test as a standard in all hospitals is one of the
most important obstacles to the success of the screening program. We think that the certification
of the hospitals on this issue and regular follow-up of the frequencies of the screening will make
the program more successful.
Keywords: infant, hearing loss, screening
GİRİŞ
Kalıcı işitme kaybı en sık görülen konjenital hastalıklardan biridir. İnsidansının bin canlı doğumda 1-
3 arasında olduğu düşünülmektedir (1). İşitme duyusu yenidoğan bebeklerin dil becerisi
kazanabilmesi ve zeka gelişiminin normal olabilmesi açısından çok önemlidir. İşitmenin zeka
gelişiminin yanısıra duygusal ve sosyal gelişimi de etkilediği bilinmektedir (2,3) Amerikan Pediatri
Akademisi 1994 yılında tüm yenidoğanların ilk 3 ay içerisinde işitme açısından taranması ve ilk 6 ay
içerisinde gerekli müdahalelerin tamamlanması yönünde görüş bildirmiştir (4). Tarama yapılmazsa
işitme kaybının en erken 2 yaşında anlaşılabildiği ve bunun da çocuğun gelişimi için oldukça kötü
sonuçlar doğurduğu bildirilmiştir (5).
Ülkemizde 2002 yılında yapılan Türkiye Özürlüler Araştırması’na göre işitme engellilerin sıklığı
%0,37’dir. İşitme engellilerin %40’ı kendilerine hiçbir tedavi girişiminde bulunulmadığını
belirtmiştir (6). Hiçbir risk faktörü taşımayan yenidoğanlarda dahi işitme kaybı sıklığının %0,12
olduğu bulunmuştur. Riskli yenidoğanlarda ise sıklık %1,33 olarak bulunmuştur (7). Yenidoğan
taramalarında ilk taramadan geçemeyenlerin sıklığı çeşitli çalışmalarda %19 ile %5,4 arasında
bulunmuştur (8-12). Bu konudaki araştırmaların genellikle tek hastanedeki verilerin
değerlendirilmesiyle yapıldığı görülmüştür.
Bu çalışmada Sakarya ilindeki hastanelerde 2018 yılında yapılan tüm yenidoğan işitme
taramalarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
GEREÇ VE YÖNTEM
Araştırma için Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Girişimsel Olmayan Araştırmalar Etik Kurulundan
71522473/050.01.04/89 sayılı etik kurul izni alınmıştır. Araştırma Sakarya İlindeki hastanelerde
2018 yılında yapılan yenidoğan işitme taramalarını kapsamaktadır. Bu hastaneler 4’ü kamu, 3’ü
özel hastane olmak üzere toplam 7 tanedir. Sakarya ilinde 2018 yılındaki canlı doğum sayısı
14719’dur. Toplam 15235 yenidoğana ilk tarama testi yapılmıştır. Buna sebep olarak hedef
nüfusun dışından da hastaneye başvuruların kabul edilmesi gösterilebilir.
Tarama kapsamında ilk test 3 aydan küçük bebeklere yapılmaktadır. Sağlık Bakanlığı’nın Yenidoğan
İşitme Tarama programı kapsamında, tüm bebeklere sessiz bir odada odyometri teknisyenleri
tarafından TEOAE testi kullanılarak işitme taraması yapılmıştır. İlk testi geçemeyen bebekler iki
hafta sonra tekrar çağırılmıştır. İkinci testte dış kulak yolu temizliği kontrol edilip, orta kulaktaki
65
efüzyon açısından değerlendirildikten sonra test tekrarlanmıştır. İkinci testi de geçemeyenler ileri
tetkik ve tedavilerinin yapılacağı referans hastanesine sevk edilmiş ve ABR testleri yapılmıştır.
Tarama programının yapıldığı 7 hastanenin 6’sında Madsen/Accuscreen kombine cihazı
kullanılırken, 1 hastanede ise TEOAE için Madsen/Capella cihazı, ABR ölçümleri için
Neurosoft/Neuro cihazı kullanılmaktadır.
BULGULAR
Tablo 1.
Sayı (Yüzde)
İlk Taramaya Alınan Bebek Sayısı 15235 (%100)
İkinci Kez Taramaya Alınan Bebek Sayısı
5135 (%33,7)
Referans Hastaneye Sevk Edilen Bebek Sayısı
131 (%0,86)
İşitme Kaybı Tanısı Konan Bebek Sayısı
11 (%0,07)
Sakarya ilinde 2018 yılında 15235 bebeğe işitme taraması yapılmıştır. İlk tarama testini bebeklerin
%33,7’si geçememiştir. İkinci tarama testine alınan 5135 bebeğin 131’i ikinci tarama testini de
geçemediği için ileri tetkik ve tedavilerinin yapılması için referans hastaneye sevki yapılmıştır. İkinci
tarama testinden geçemeyen bebekler toplam taramaya alınan bebeklerin %0,86’sıdır. Referans
hastaneye sevk edilenlerin içerisinde 11 bebeğe işitme kaybı tanısı koyulmuştur. (Tablo 1) Bunların
5’i tek taraflı, 6’sı çift taraflıdır. Bebeklerin tedavileri yine bu merkezde düzenlenmiştir.
TARTIŞMA
Erken çocukluk döneminde işitmenin normal olması konuşma ve dil gelişiminin olmazsa olmazıdır.
İşitme çocukların zihinsel ve duygusal gelişimleri ile sosyal etkileşimleri için de oldukça önemlidir
(13). Bunun için tüm yenidoğanların ilk 3 ay içerisinde işitme açısından taranması ve ilk 6 ay
içerisinde gerekli müdahalelerin tamamlanması gerekmektedir. Sakarya İlinde 2018 yılında yapılan
taramalar bu zaman aralığında tamamlanmıştır.
Sakarya’da 2018 yılı içerisinde işitme taraması yapılan yenidoğanların %33,7’sinin ilk tarama testini
geçemediği saptanmıştır. Şanlıurfa’da 3412 bebeğin tarandığı çalışmada bu sıklık %19,2 olarak
bulunmuştur (8). Elazığ’da 1664 bebeğin tarandığı çalışmada %14,9 olarak bulunmuştur (10).
İstanbul’da 2284 bebeğin değerlendirmeye alındığı çalışmada ilk testten kalanların sıklığı %15,8
olarak bildirilmiştir (12). Konya’da 3167 bebeğin tarandığı çalışmada ilk testten kalanların sıklığı
%9,7, İstanbul’da 1350 bebeğin dahil edildiği çalışmada ise %4,9 olduğu saptanmıştır (11,14).
Çalışmalar arasında ilk testten kalma sıklığı açısından belirgin farklar göze çarpmaktadır. İşitme
taramalarının tüm ikinci basamak hastanelerde yapılmadığı bilinmektedir. Özellikle imkanların
daha iyi olduğu Eğitim ve Araştırma Hastaneleri ile Üniversite Hastanelerinde yapılmaktadır.
66
Literatürdeki çalışmaların çoğunluğu tek bir hastanede yapılan taramalara aittir. Çalışmamızda ilk
testten kalan bebeklerin sıklığı %33,7 olarak saptanmıştır.
Literatürde bu kadar yüksek sıklık bildiren benzer bir çalışma bulunmamakla birlikte bunun bir ilin
tamamını değerlendiren bir çalışma olmamasına bağlamaktayız. Sağlık Bakanlığı’nın tarama
protokolü sabit olsa da hastanelerde farklı standartlarda farklı şartlarda taranma yapılma ihtimali
olduğu söylenebilir.
Değerlendirilmesi gereken önemli bir diğer bulgu da tarama sonrası ileri inceleme için sevk edilen
bebek sıklığıdır. Sakarya’da 2018 yılında taranan bebeklerin %0,86’sı tarama sonrası referans
merkeze sevk edilmiştir. İncelenen diğer çalışmalar içerisinde en yüksek sevk sıklığı (%1,5)
İstanbul’da 1350 bebeğin tarandığı çalışmadır (9). Van’da 52338 bebeğin taramasının incelendiği
çalışmada sevk sıklığı %0,54 olarak bulunmuştur (15). En düşük sevk sıklığı (0,23) Elazığ’da 1664
bebeğin tarandığı çalışmada göze çarpmaktadır (10). Genellikle literatürde sevk sıklığın %1’in
altında ve benzer değerlerde olduğu göze çarpmaktadır.
Yenidoğanların yaşamın ilk aylarında taranması ve işitmeye dair sorunların saptanması ile erken
müdahalelerle işitmenin sağlanması ilerleyen yıllardaki yaşam kalitesini oldukça etkilemektedir.
Amerikan Pediatri Akademisi tüm bu müdahalenin 6 ay içerisinde tamamlanması gerektiği
yönünde görüş bildirmiştir. Ülkemizde yapılan bir çalışmada tanı alan bebeklerin yaş ortalamasının
7,4 ay, cihaz takılma yaş ortalamasının 9,6 ay olduğu görülmüştür (14). Bu konuda daha fazla
çalışma yapılması ve tanı yaşının düşmesi gerektiği söylenebilir.
İlk taramanın tüm hastanelerde standart yapılamaması tarama programının başarısındaki en
önemli engellerden biridir. Hastanelerin bu konuda sertifikalandırılması ve taramadan kalan bebek
sıklıklarının düzenli takip edilmesinin programı daha başarılı kılacağını düşünmekteyiz.
67
KAYNAKLAR
1. H Patel, M Feldman, Canadian Paediatric Society, Community Paediatrics Committee,
Universal newborn hearing screening, Paediatrics & Child Health. 2011;16(5):301–305
2. Yoshinga-Itano C, Sedey AL, Coulter DK, Mehl AL. Language of early and later-identified
children with hearing loss. Pediatrics 1998;102:1161–1171.
3. Tomblin, J Bruce et al. “Language Outcomes in Young Children with Mild to Severe Hearing
Loss.” Ear and hearing 2015;36(1):76-91
4. Joint Committee on Infant Hearing 1994 Position Statement. American Academy of
Pediatrics Joint Committee on Infant Hearing. Pediatrics 1995;95(1):152–156.
5. Shanna Shulman, Melanie Besculides, Anna Saltzman, Henry Ireys, Karl R. White.
Evaluation of the Universal Newborn Hearing Screening and Intervention Program. Irene
Forsman Pediatrics 2010;126:19-27
6. Türkiye Özürlüler Araştırması 2002
https://kutuphane.tuik.gov.tr/pdf/0014899.pdf
Son erişim tarihi:26.12.2019
7. Connolly JL, Carron JD, Roark SD. Universal newborn hearing screening: are we achieving
the Joint Committee on Infant Hearing (JCIH) objectives?. Laryngoscope 2005;115:232-236.
8. Oğuzhan O, Özbey AO, Yıldırım Y, Altınışık M. Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçlarımız.
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi. 2016;6(3):181-183.
9. Erdoğdu S, Tepe Karaca C, Zer Toros S. Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçlarımız. KBB ve
BBC Dergisi. 2018;26(2):50-3
10. Susaman N, et al. "Elazığ Eğitim Araştırma Hastanesi Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçları."
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 2016;(12)1:17-19.
11. Aricigil M, Ulutas AR, Yücel A, Arbağ H. Our Newborn Hearing Screening Outcomes. Selcuk
Medical Journal. 2015;31(3):121-123.
12. Karaca ÇT, Toros SZ, Naiboğlu B, Verim A, Çelebi Ş.Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçlarımız.
Van Tıp Dergisi 2014;21(2):67-71.
13. Genç GA, Ertürk BB. Belgin E. Yenidoğan işitme taraması: başlangıçtan günümüze. Çocuk
Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi. 2005;48(2):109-118.
14. Türkmen A, Yiğit Ö, Akkaya E, Uğur E, Kefeciler Z, Gözütok S. İstanbul Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçlarımız. İstanbul Med J. 2013; 14:175-180.
15. Kılıçaslan S, Kılıçaslan R, Uluyol S, Gür MH. Van Bölgesi Yenidoğan İşitme Tarama Sonuçları
ve Literatür Taraması. KBB ve BBC Dergisi 2017;25(3):25-30.
68
SS-018
3. BASAMAK HASTANEYE KANSER TARAMA MERKEZLERİNDEN ŞÜPHELİ MAMOGRAFİK
BULGULARLA SEVKEDİLEN HASTALARIN RETROSPEKTİF ANALİZİ
Coşkun ÇAKIR
İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği, İstanbul
Amaç: Bu çalışmada; ileri düzey meme kanseri tetkik ve tedavi merkezi olan kliniğimize 2018-2019
yıllarında Kanser Erken Teşhis Tarama ve Eğitim Merkezlerinden (KETEM), şüpheli mamografik
bulgularla refere edilen hastaların tetkik ve tedavilerinin retrospektif analizi ve meme kanseri
tarama programının etkinliğinin değerlendirilmesini amaçladık.
Yöntem: Hastanemiz kanser kayıt merkezi verileri ve Hastane Bilgi Yönetim Sistemi (HBYS) kayıtları
göz önüne alınarak hasta kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Tetkiklerini yarım bırakan
veya randevularına gelmeyen hastalar çalışma dışında bırakldı.
Bulgular: 2018 ve 2019 yılları arasında KETEM’ den toplam 151 hasta şüpheli mamografik
bugularla kliniğimize refere edilmiştir. Mamografi sonuçları tarama merkezlerinde görevli radyoloji
uzmanları tarafından BİRADS (Breast Imaging-Reporting and Data System) sınıflaması ile
değerlendirilip BİRADS 0-4 ve 5 sınıfında olan hastaların ileri merkeze refere edildiği gözlenmiştir.
Toplam 2 yıllık süreçte 151 hastanın kliniğimize başvurduğu ancak 24 hastanın ileri tetkiklerini
yaptırmayı kabul etmediği tespit edildi. Bu 24 hasta çalışma dışı bırakıldı. 127 kadın hastanın yaş
ortalaması 51,4 olarak saptandı. Mamografik taramada 93 hasta BİRADS 0, 26 hasta BİRADS 4 ve 8
hasta BİRADS 5 olarak değerlendirilmiştir. 127 hastanın tamamına bilateral meme ultrasonografisi,
40 hastaya kontrastlı meme MR incelemesi, 34 hastaya biyopsi yapılmış olup, 19 hastada malign ve
15 hastada benign tümör tespit edilmiştir.
Sonuç: Meme kanseri tarama merkezlerinden ileri tetkik amaçlı refere edilen 127 hastanın ileri
tetkiklerinde, 34 ünde (%26,7) memede şüpheli kitle tespit edilmiştir. Yapılan biyopsi sonucunda
19 hastada (%14,9) malign tümör, 15 hastada (%11,8) benign tümör teşhis edilmiştir. Sonuçta
asemptomatik hastalarda mamografik taramanın meme kanseri teşhisinde etkin bir yöntem
olduğu ve ileri düzey tetkik ve tedavi merkezleri ile korele çalışmanın erken teşhis ve tedavi
etkinliğini artırdığı gözlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Meme kanseri, tarama, ketem, mamografi, memede kitle
69
SS-019
AİLE HEKİMLERİNİN EPİLEPSİ VE NON-EPİLEPTİK PSİKOJENİK NÖBETLER İLE İLGİLİ BİLGİ VE
TUTUMLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Rukiye AY1, Oğuzhan KILINÇEL2
1Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Bursa, Türkiye 2Sakarya Yenikent Devlet Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Sakarya, Türkiye
Giriş: Bu çalışmada; aile hekimlerinin, epileptik ve non epileptik psikojenik nöbetleri(PNES)
tanıyabilmesi, tedavi ve yönlendirme açısından gerekli bilgi ve tutumlarını saptamak
amaçlanmıştır.
Gereç-Yöntem: 30 gönüllü aile hekimi çalışma kapsamına alındı. Tüm katılımcılara
‘Sosyodemografik veri formu ve araştırıcılar tarafından hazırlanan ‘epileptik ve non epileptik
psikojen nöbet ayrımı için klinik özellikler değerlendirme formu’ online olarak uygulandı. Verilerin
analizi SPSS v25 programında yapıldı. Sürekli veriler ortalama standart sapma, kategorik veriler
sıklık ve yüzde şeklinde ifade edildi. Kategorik verilerin karşılaştırılmasında ki-kare testi kullanıldı.
p<0.05 değeri anlamlılık sınırı olarak kabul edildi.
Bulgular: Çalışma grubunun yaş ortalaması 35,10±8,65 idi. Mezuniyet sonrası epileptik nöbetler
konusunda eğitim alma oranı non epileptik psikojen nöbetlere göre daha yüksekti. Epileptik
nöbetler konusunda bilgilerini yeterli bulma oranı, non-pileptik psikojen nöbetlere göre anlamlı
derecede yüksek bulundu Cinsiyet, Mesleki çalışma yılı gibi değişkenlere göre katılımcıların bilgi
düzeyleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç: Non-epileptik psikojen nöbet günlük pratikte aile hekimlerinin karşısına çıkmaktadır. Fakat
aile hekimlerine yönelik bu konudaki eğitimlerin azlığı kendilerini bu grup hastada daha yetersiz
görmelerine neden olmaktadır. Bu çalışma bize aile hekimleri için epileptik ve non-epileptik
psikojen nöbetlere yönelik sık aralıklarla, pratiğe yönelik, kolay ulaşılabilir standart eğitimlerin
düzenlenmesi ile bu 2 grup hastalığın belirtilerini tanıma ve sonraki süreci yönetme konusunda
bilgi düzeyi ve farkındalığın artırılmasının sağlanabileceğini düşündürmüştür.
Anahtar Kelimeler: Aile Hekimliği, Epilepsi, non-epileptik psikojen nöbet, tanı, tedavi
70
Klinik Özellikler Değerlendirme Formu Sonuçları
Klinik Özellikler Değerlendirme Formu Sonuçları devamı
71
Klinik Özellikler Değerlendirme Formu Sonuçları
Klinik Özellikler Değerlendirme Formu Sonuçları
72
SS-020
TIRNAK BATMALARINDA KONSERVATİF TEDAVİNİN YERİ
Orhan AKINCI
Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ortopedi ve
Travmatoloji Kliniği, İzmir
Amaç: Bu çalışmamızda tırnak batması ve batmaya bağlı enfeksiyon gelişen hastaların özellikle Aile
Sağlığı Merkezlerinde ve Aile Hekimliği polikliniklerinde de uygulanabilecek basit medikal tedavi ile
başarılı bir şekilde tedavi edilebileceğini göstermektir.
Gereç-Yöntem: Eylül 2011 ve Mart 2019 tarihleri arasında polikliniğimize ayak başparmağında ağrı,
akıntı, tırnak batması ya da tırnakta şekil bozukluğu şikâyetleriyle başvuran 86 hastanın (33 kadın,
47 erkek) 92 ayak başparmağına Heifetz‘in sınıflandırmasına göre evre I ve evre II olan tüm
hastalara sadece ayak hijyeni ile birlikte %2 lik fucidik asit kremi emdirilmiş pamuk uygulaması ile
tedavi uygulandı. Çok küçük bir pamuk parçası %2 lik fucidik asit kremine iyice yedirilmiş bir hale
getirildikten sonra bir cımbız yardımıyla tırnağın batan kısmının altına itilerek kondu. Sabah konan
pamuk akşam değiştirilmek üzere günde iki kez uygulandı. Uygulama ortalama bir hafta (3-11 gün)
devam ettirildi. Evre III olan hastalar çalışmaya alınmadı. Tırnak batması olan ancak enfeksiyonu
olmayan hastalara oral antibiyotik verilmedi. Parmaklarında enfeksiyon olan hastalara beş gün
boyunca sefuroksim aksetil 500 mg tedavisi uygulandı. Sonuçlar; hastalarda nüks gelişip
gelişmediği, uygulama sonrası enfeksiyon gelişimi veya mevcut enfeksiyonun geçip geçmediği ve
hasta memnuniyeti anketi yapılarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastalar ortalama 16 ay (3-22 ay) süreyle takip edildi. Hiçbir hastada nüks gözlenmedi.
Tırnak batması ile birlikte enfeksiyonu olan 23 hastaya antibiyotik tedavisi uygulandı. Tırnağın
yukarı doğru yer değiştirmesi ve lokal antibiyotik uygulanmasıyla birlikte tüm enfeksiyonlar geçti.
Bütün hastalarımız, yapılan anketlere verdikleri puanlara göre tedaviden memnun kaldıklarını
bildirdi.
Sonuç: Tırnak batması güncel tedavisinde, cerrahi tedavi ilk planda düşünülmemelidir. Bu
yöntemle tedaviye hemen başlanmakta, iş kaybı olmamakta ve cerrahinin komplikasyonlarından
kaçınılmaktadır. 1.basamakta da uygulanabilecek medikal tedavi ile tırnak batması ve ona bağlı
gelişen enfeksiyonun başarı ile tedavi edilebileceği görüldü.
Anahtar Kelimeler: Tırnak batması tedavisi, işe dönüş, nüks, yara bakımı, hasta memnuniyeti
73
Şekil 1
Tırnağın batan kısmının antibiyotik emdirilmiş pamukla desteklenmesi
74
SS-021
SOL VENTRİKÜL ABERRAN BANT SAPTANAN ÇOCUKLARIN KARDİYAK BULGULARININ KONTROL
GRUBU İLE KARŞILAŞTIRILMASI
Mehmet TÜRE1, Hasan BALIK1
1Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı, Diyarbakır
Amaç: Sol ventrikül aberran bant genellikle anatomik varyantlar olarak kabul edilmelerine rağmen,
bazı küçük vaka serilerinde masum üfürümler ve elektrokardiyografik anormallikler ile
ilişkilendirilmiştir. Bu çalışmanın amacı sol ventrikül aberran bant saptanan çocukların kardiyak
bulgularını kontrol grubu ile karşılaştırıp ileri yaşta oluşabilecek kardiyak sorunları öngörebilmektir.
Yöntem: Hasta ve kontrol grubunda kardiyak muayene, Elektrokardiyografi (EKG) ve
Ekokaradiyografi (EKO) bulguları karşılaştırıldı. İstatistiksel analizler SPSS versiyon 18.0.0 (Statistical
Package for Social Sciences, for Windows, USA) yazılımı kullanılarak yapıldı.
Bulgular: Çalışmamıza 49 sol ventrikül aberran bant saptanan çocuk ve 80 kontrol grubu alındı.
Hasta ve kontrol grubu arasında yaş, cinsiyet, boy ve kilo açısından istatistiksel anlamlı farklılık
yoktu. İki grubun değerlendirilen EKG bulguları ( QRS süresi, QT minimum, QT maksimum, QT
dispersiyonu, QTc minimum, QTc maksimum, QTc dispersiyonu, Tp-e maksimum, Tp-e maksimum/
QT maksimum, sol ventrikül hipertrofisi) ve EKO bulguları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark
saptanmadı (Tablo 1,2). Sol ventrikül aberran bant saptananlarda kontrol grubuna göre istatistiksel
olarak anlamlı şekilde üfürüm sıklığı fazlaydı (p<0.01) (Tablo 3).
Sonuç: Bazı yetişkin çalışmalarında sol ventrikül aberran bant olan hastalarda sol ventrikül sistolik
disfonksiyonu ve sol ventrikül hipertrofisi açısından kontrol grubuna göre anlamlı farklılık
saptanmıştır. Sol ventrikül aberran bant; üfürümler, ventriküler aritmiler ve bazı repolarizasyon
anormallikleri ile ilişkili bulunmuştur. Çalışmamızda da sol ventrikül aberran bant saptananlarda
kontrol grubuna göre anlamlı şekilde üfürüm sıklığı daha fazla olduğu saptandı. Yapılan bir
pediatrik çalışmada sol ventrikül aberran bant çeşitli açılardan incelemiş ve yapının fetal
dönemden yetişkin döneme kadar mevcut olduğu ve çocuklarda kalp hastalığı ile ilişkili olmadığı
bulunmuştur.
Sol ventrikül aberran bant ile ilgili yapılan pediatrik çalışmalarda genel olarak masum üfürüm
dışında başka bir bulgu saptanmamasına rağmen yetişkin çalışmalarında aritmiler, repolarizasyon
bozuklukları ve sol ventrikül hipertrofisi saptandığı için hastaların bu yönlerden takip altında
olmaları gerektiğini düşünmekteyiz.
Anahtar Kelimeler: Sol ventrikül aberran bant, Çocuk, Üfürüm, Elektrokardiyografi, Aritmi
75
Tablo 1: Sol Ventrikül Aberran Bant Saptanan Grup ve Kontrol Grubunun Elektrokardiyografi
Verilerinin Karşılaştırılması
ECG verileri (mean intervals*) Grup 1(n:49) Grup 2 (n:80) p value
HR 84,10±16 86,3±15 p>0.05
QTmin(s) 0,311 ±0,02 0,315 ±0,023 p>0.05
QTmax(s) 0,329± 0,03 0,33± 0,03 p>0.05
QTdis (s) 0,017± 0,008 0,019 ± 0,007 p>0.05
QTcmin(s) 0,37± 0,02 0,377 ±0,027 p>0.05
QTcmax (s) 0,394± 0,024 0,398 ± 0,025 p>0.05
QTcdis (s) 0,024± 0,013 0.024 ± 0.018 p>0.05
Tp-emax (s) 0,073± 0,01 0.072 ± 0.01 p>0.05
Tp-emax/QTmax 0,22± 0,07 0.21 ± 0.06 p>0.05
QRS (s) 0,08± 0,02 0.078 ± 0.02 p>0.05
LV Hipertrofisi Yok Yok p>0.05
* Mean ± standard deviation s: saniye n: Hasta sayısı; Grup 1: Sol Ventrikül Aberran Bant Saptanan
Grup; Grup 2: Kontrol Grubu; HR: Kalp Hızı QTmin: QTminimum, QTmax: QTmaximum, QTdis:
QTdispersion, QTcmin: QTc minimum, QTcmax: QTcmaximum, QTcdis: QTc dispersion, Tp-emax:
Tp-e maximum, Tp-emax/QTmax: Tp-emaximum/QTmaximum, LV: Sol ventrikül
76
Tablo 2: Sol Ventrikül Aberran Bant Saptanan Grup ve Kontrol Grubunun Ekokardiografik (EKO)
verilerinin karşılaştırılması
EKO verileri Grup n Ortalama değerler* p değeri
LVEDd Grup 1/ Grup 2 49/80 39,2±5,3/ 38,9 ±5 p>0.05
LVESd Grup 1/ Grup 2 49/80 24,1 ±4,8/ 24,3 ±4,1 p>0.05
LVKF Grup 1/ Grup 2 49/80 37,7±3,4 / 38,5±4,1 p>0.05
LVEF Grup 1/ Grup 2 49/80 68,6±4,5/ 69,4 ±5,7 p>0.05
* Mean ± standard deviation n: Hasta sayısı, Grup 1: Sol Ventrikül Aberran Bant Saptanan Grup;
Grup 2: Kontrol Grubu; LVEF: sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu, LVKF: Sol ventrikül kısalma
fraksiyonu, LVEDd: Sol ventrikül diastol sonu çapı, LVESd: Sol ventrikül sistol sonu çapı
Tablo 3: Sol Ventrikül Aberran Bant Saptanan Grup ve Kontrol Grubunun üfürüm karşılaştırılması
Grup 1 (n:49) Grup 2(n:80) p değeri
Üfürüm 1,3 ± 0,46 1,84 ±0,36 p<0.01
* Mean ± standard deviation, Üfürüm var: 1 Üfürüm yok: 2 n: Hasta sayısı, Grup 1: Sol Ventrikül
Aberran Bant Saptanan Grup; Grup 2: Kontrol Grubu
77
SS-022
HEMŞİRELERİN ÇOCUKLUK ÇAĞI HİPERTANSİYONU BİLGİ DÜZEYİ VE YAKLAŞIMLARININ
İNCELENMESİ
Eda Didem KURT ŞÜKÜR1, Songül YILMAZ2
1Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Çocuk Nefroloji Kliniği 2Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Nefroloji Kliniği
Amaç: Bu araştırmanın amacı hemşirelerin çocuklarda hipertansiyon (HT) konusundaki bilgi
düzeyini belirlemek ve günlük pratikteki uygulamalarını değerlendirmektir.
Gereç-Yöntem: Kesitsel tipteki araştırma Kasım 2019-Nisan 2020 tarihleri arasında yapılmıştır.
Üniversite Hastaneleri, Eğitim ve Araştırma Hastaneleri, Devlet Hastaneleri, Aile Hekimliği birimleri
ve özel sağlık kuruluşlarında çalışmakta olan toplam 240 hemşire çalışmaya katılmıştır. Veriler
demografik bilgiler, çocukluklarda HT ile ilgili bilgi ve uygulamalara yönelik 18 soruluk bir anketten
elde edilmiştir.
Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin demografik özellikleri Tablo 1’de sunulmaktadır.
Hemşirelerin %66’sı çocuklarda kan basıncı (KB) ölçümü yapmaktaydı. Ölçüm yöntemi olarak
%63’ü oskültasyon, %23’ü otomatik KB ölçümü cihazı (bilekten veya koldan), %14’ü nabız
palpasyonunu tercih etmekteydi. Çocukluklarda HT sıklığı sorusuna %19’u doğru yanıt vermişti.
Çocuklarda KB sınırlarının yaş, cinsiyet ve boya göre değiştiğini belirterek hemşirelerin %54’ü doğru
yanıtı vermişti, HT’nin kesin tanısı için en az 3 ölçüm gerekli diyerek doğru yanıtı veren 14 (%6)
hemşire mevcuttu. "Kimlere KB ölçümü yapılmalı?" sorusuna hemşirelerin %18’i “3 yaş üzeri her
çocuk” doğru yanıtını vermişti. Doğru KB ölçüm yöntemleri değerlendirildiğinde hemşirelerin %70’i
hasta 10 dakika dinlendikten sonra ölçüm yapmakta, %34’ü her iki koldan da KB ölçmekte, %87’si
yaşa uygun manşon seçmekte, %74’ü yüksek çıkan ölçümü tekrarlamakta, %55’i hasta oturur
pozisyonda iken ölçüm yapmaktaydı. İdeal ölçüm yapamama nedeni olarak hasta yoğunluğu
katılımcıların %50’si, uygun manşon yokluğu %4,5’u ve hasta ajitasyonu %5’i tarafınca gösterilmişti.
Çalışılan kliniklerin %33’ünde yaşa uygun manşon, %58’inde yaşa göre HT sınırları çizelgesi
olmadığı belirtildi. Çocuklarda HT bilgi sorularına verilen doğru yanıt sayılarına bakıldığında
Üniversite ve Eğitim-Araştırma Hastaneleri ile diğer sağlık birimleri arasında anlamlı fark
saptanmadı. Katılımcıların %11’i çocuklarda HT konusunda hemşirelik eğitiminin yetersiz olduğunu
düşünüyordu. Çözüm olarak hizmet-içi eğitimlerin artırılması %65, bilgilendirme yazıları gönderimi
%12, medya kullanımı %11 ve bilimsel toplantılar %11 oranlarında önerildi.
78
Sonuç: Bu çalışma hemşirelerin çocuklarda HT konusunda bilgi düzeyinin yeterli seviyede
olmadığını göstermiştir. Hizmet-içi eğitimlerle farkındalığın artırılmasının yararlı olacağı
düşünülmüştür.
Anahtar Kelimeler: çocuk, hemşire, hipertansiyon, kan basıncı, pediatrik hipertansiyon
Katılımcıların demografik özellikleri
Cinsiyet
Kadın
Erkek
223 (%92,9)
17 (%7,1)
Yaş (ortalama), yıl 35,5 +8,6
Çalışma yılı
0-5 yıl
5-10 yıl
10-15 yıl
>15 yıl
44 (%18)
49 (%20,4)
45 (%18)
102 (%42)
Çalışma yeri (n:240)
Devlet hastanesi
Eğitim ve araştırma hastanesi
Üniversite hastanesi
Aile sağlığı merkezi
Özel sağlık kuruluşu
43 (%18)
83 (%34.5)
62 (%26)
13 (%5,5)
39 (%16)
Çalıştığı birim (n:239)
Çocuk sağlığı ve hastalıkları
Erişkin dahili branşlar
Erişkin cerrahi branşlar
Her yaş grubuna hizmet
veren birimler
116 (%48,5)
30 (%12,5)
50 (%21)
43 (%18)
Haftalık görülen çocuk hasta sayısı (n:240)
Hiç görmüyorum
<10 hasta
10-50 hasta
50-100 hasta
100-200 hasta
>200 hasta
44 (%18,3)
73 (%30,4)
69 (%28,7)
25 (%10,4)
8 (%3,3)
21 (%8,8)
79
SS-023
LATERAL EPİKONDİLİT TEDAVİSİNDE TROMBOSİTTEN ZENGİN PLAZMA VE LOKAL STEROİD ENJEKSİYONLARININ KISA DÖNEM SONUÇLARININ KARŞILAŞTIRILMASI Orhan AKINCI SBÜ, Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği, İzmir [email protected] ÖZET Amaç: Lateral epikondilit tanısı almış hastaların tedavisinde lokal steroid enjeksiyonu ile trombositten zengin plazma (PRP) yapılan iki grubun etkinliklerini ve birbirlerine olan üstünlüklerini karşılaştırmaktır. Yöntem: Lateral epikondilit tanısı konulan 55 hasta değerlendirmeye alındı. Hastalar 2 gruba ayrıldı: steroid enjeksiyonu grubu ve PRP grubu. Birinci grupta 36 hasta, ikinci grupta 19 hasta vardı. Değerlendirme; tedaviden önce ve tedaviden sonra 3. ve 6. haftalarda yapıldı. Kriter olarak; istirahat ve zorlu el bileği ekstansiyonu halinde iken palpasyon ve kavrama sırasındaki vizüel analog skala (VAS) üzerinden ağrı derecesi, Verhaar ve ark.’larının skorlama sistemi ve Mill’s ve Cozen testleri ile yapıldı. Streoid Grup 1’e 1 cc triamcinolon heksasetonit içine 0.5 cc %2’lik prilokain karıştırılarak lateral epikondil bölgesine, Grup 2’ye de venöz kandan hazırlanan ve yaklaşık 2 cc hacmindeki trombositten zengin plazma aynı yöntemle lateral epikondile yapıldı. Bulgular: VAS skorları 3. ve 6. haftada her iki grupta da anlamlı olarak azalmıştır fakat iki grubun birbirine üstünlüğü olmamıştır.Diğer testlerde de her iki grup arasında altıncı haftanın sonunda bariz bir üstünlük saptanmamıştır. Verhaar ve ark.’larının skorlama sistemine göre 3. haftanın sonunda grup 1 de mükemmel ve iyi hasta oranı, grup 2 ye göre bir miktar yüksek iken, 6. haftanın sonunda iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark olmadığını görülmüştür.
Sonuç: Lateral epikondilitte uygulanan steroid enjeksiyonu özellikle ilk üç haftada ağrının azaltılmasında etkili bulunmuştur. PRP nin etkisi steroid grubuna göre biraz daha geç başlamakta ve daha erken azalmaktadır. Ancak altıncı haftadan sonra iki tedavi yönteminin birbirine üstünlüğü saptanmamıştır.
Anahtar kelimeler: Kısa dönem, lateral epikondilit, PRP enjeksiyonu, steroid enjeksiyonu
80
ABSTRACT COMPARING OF SHORT TERM RESULTS OF PLATELET-RICH PLASMA AND LOCAL STEROID INJECTIONS IN LATERAL EPICONDYLITIS TREATMENT AIM: The aim is to compare the predominance of two groups with the local injection and platelet-rich plasma (PRP) in the treatment of patients diagnosed with lateral epicondylitis. METHOD: 55 patients diagnosed with lateral epicondylitis have been evaluated. The patients have been separated into two groups: a group of steroid injection and a group of PRP. There have been 36 patients in the first group and 19 patients in the second one. The evaluation has been made before and after the treatment in the third and sixth weeks. As a criteria; pain scale, have been tested in the position of resting and forced wrist extension during palpation and grasping through the Visual Analog Scale (VAS). In addition, Venhaar and et. al. scoring system, and Mill’s and Cozen’s tests have been used. Stirred 0.5 cc Prilocaine %2 into 1 cc of triamcinolone hexacetonide has been injected to the lateral epicondylitis region for the steroid group 1, and venous blood prepared platelet-rich plasma approximately 2 cc of volume has been injected with the same method to the lateral epicondylitis region for the steroid group 2. FINDINGS: VAS scores have significantly reduced for both groups in the third and sixth weeks, yet neither of the groups have taken the predominance. Any significant predominance has not been determined in other tests for both groups at the end of the sixth week. According to the Venhaar and et. al. scoring system; while the rate of outstanding and recovered patients in the group 1 is slightly higher than the group 2 at the end of the third week, it has been monitored that there has been any statistically significant difference between the groups at the end of the sixth week. CONCLUSION: It has been found that steroid injection applied in lateral epicondylitis has reduced the pain in the first three weeks in particular. The influence of PRP starts a little bit late and reduces sooner comparing to the steroid group. However, it has not been confirmed that neither of the groups has the predominance after six weeks. Keywords: Short term, lateral epicondylitis, PRP injection, steroid injection
81
GİRİŞ VE AMAÇ Tenisçi dirseği olarak ta bilinen lateral epikondilit (LE), el bileği ekstansör kaslarının orijin aldığı humerusun lateral epikondil bölgesinde eflamasyon, mikro yırtıklar ile seyreden ve ekstansör kaslar boyunca ele doğru yayılan ağrı ile karekterize patolojik bir durumdur. Epikondilit, kelime anlamı olarak iltihabi bir durumu ifade etsede yapılan çalışmalarda ağrılı bölge veya çevresinde enflamasyon hücreleri saptanamamıştır (1.2.3). Özellikle elin zorlamalı dorsifleksiyonunda ve önkol rotasyon hareketlerinde ağrı ve elin kavrama gücünde zayıflığa neden olmaktadır . Toplumda görülme sıklığı %1-3 arasındadır(4,5,6) . Lateral epikondilit hastalığının toplumdaki sıklığı %4’den düşük olmasına rağmen özellikle 30 ile 60 yaş arasında %19’lara kadar çıkabildiği gösterilmiştir. Dominant kolda ve kadın cinsiyette daha sık görülmektedir (1). Ortalama görülme yaşı 45–55 arasıdır(7). Tanısı fizik bakı ve anamnezle rahatıkla konulabilmektedir. Radyolojik görüntülemenin tanıdaki yeri sınırlıdır (8) Günümüzde bu hastalığın etiyolojisi, patofizyolojisi ve tedavisi konusundaki tartışmalar devam etmektedir (9). Hastaların çoğu konservatif tedaviye cevap verirken, %5-10’u kronik bir hal almaktadır (10). Diğer taraftan Cyriax, LE’in 8-12 ay için de spontan iyileşme gösteren kendini sınırlayan bir durum olduğunu bildirmiştir (11). Uygun konservatif tedavilerle lateral epikondilitli hastaların %75-90’nın düzeldiği, geri kalanların bir kısmının cerrahi tedaviye kadar gittiği rapor edilmektedir (8). Çalışmamızda lateral dirsek ağrısı ile polikliniğimize başvuran ve lateral epikondilit tanısı alan hastalar iki gruba ayrıldı. Amacımız, birinci grup hastaya uyguladığımız tek doz streroid +lokal anestezik karışımı ile ikinci grup hastaya uyguladığımız PRP enjeksiyonunun etkinliklerini ve birbirlerine karşı olan üstünlüklerini karşılaştırmaktır. YÖNTEM Çalışmaya Mart 2017-Eylül 2019 tarihleri arasında Ortopedi ve Travmatoloji polikliniğine dirsek ağrısı şikayeti ile başvuran ve lateral epikondilit tanısı konulan ve düzenli takibi yapılabilen 55 hasta (31 kadın, 24 erkek) değerlendirmeye alındı. Hastalar 2 gruba ayrıldı: steroid enjeksiyonu grubu (Grup 1) ve PRP grubu (Grup 2). Birinci grupta 36 hasta (21 kadın, 15 erkek), ikinci grupta 19 hasta (11 kadın, 8 erkek) vardı. Grup 1’de ortalama yaş 41.4 (21-60) yıl, ortalama takip süresi 6.3 ay (3-9) olarak tespit edildi. Grup 2’de ise ortalama yaş 43.7 (19-58) ve ortalama takip süresi 4.1 (3-6) ay idi. Hastaların 32’sinde sağ, 23’ünde sol dirsek etkilenmişti. Steroid enjeksiyonu grubuna 22 G uçlu enjektör içinde 1 cc triamcinolon heksasetonit, 0.5 cc %2’lik prilokain ile karıştırılarak, hasta oturur pozisyonda, dirsek 90 derece fleksiyonda ve ön kol pronasyonda diğer ekstremite tarafından alttan desteklenirken en ağrılı noktaya ve ekstansör karpi radialis brevis başlangıç kısmına yapıldı. Diğer gruba, hastalardan alınan 25 cc venöz kan PRP kiti kullanılarak 3200 devirde 15 dakika santrifuje edildi. Yaklaşık 2 cc hacmindeki trombositten zengin plazma ayrıldı. Aynı teknik ve pozisyonda enjekte edildi. Daha önce lateral epikondilit nedeniyle cerrahi tedavi veya enjeksiyon tedavisi gören, kronik inflamatuar hastalığı, aynı taraf omuz veya servikal problemi olan , 18 yaşın altında olan ve geçirilmiş dirsek kırığı öyküsü bulunanla gebe olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi.
Tedavi etkinliğinin değerlendirilmesi için ölçümler klinik olarak, tedavi öncesi ve tedaviden sonra 3. ve 6. haftalarda yapıldı.
82
Değerlendirme; hastaların istirahat ve zorlu el bileği ekstansiyonu halinde iken palpasyon ve kavrama sırasında hissettikleri ağrıyı belirlemek amacıyla “Vizüel Analog Skalası” (VAS, 0-10) , Verhaar ve ark.’larının (12 ) skorlama sistemi ve lateral epikondilite özel testler olan Mill’s ve Cozen testleri ile yapıldı.
VAS görsel bir ağrı değerlendirme sistemidir. Ağrının hiç olmaması skala üzerinde 0 puan, en şiddetli olması durumu 10 puan ile gösterilmektedir. Hastalardan; sorguladığımız ağrı düzeylerini, dikey olarak hazırladığımız skala üzerinde göstermeleri istendi. Sonuçlar not edildi. Verhaar ve ark.’larının değerlendirme skoruna göre ise ağrının ortadan kalkıp kalkmadığına, tedavi sonucunda hastanın memnun kalıp kalmadığına, el kavrama gücünde kayıp olup olmadığına ve el bileği dorsofleksiyonuna karşı dirence ağrının olup olmadığına bakıldı ve ona göre değerlendirildi. Hiçbir yakınmanın olmaması mükemmel, şiddetli ağrı olması ve hiçbir yakınmasının geçmemiş olması da kötü olarak değerlendirildi. Verhaar ve ark.’larının değerlendirme skoru tablo 1’de verilmiştir. İstatistiksel analiz, Windows için SPSS 11.5 sürümü kullanılarak Mann-Whitney U-testi ile yapıldı; p değerinin 0.05’ten küçük olması anlamlı olarak kabul edildi.
Tablo 1. Lateral epikondilit için Verhaar ve ark.’larının klinik değerlendirme skorlama sistemi
Mükemmel
Lateral epikondil üzerinde ağrının tamamen ortadan kalkması Tedavi sonucunda hastanın ileri derecede memnuniyeti Güçlü el kavrama hareketinde kayıp olmaması El bileği dorsofleksiyonuna karşı dirence ağrının olmaması
İyi
Güçlü germe aktivitelerinden sonra lateral epikondil üzerinde hafif ağrı olması Tedavi sonucunda hastanın memnuniyeti Güçlü el kavrama hareketinde kayıp olmaması veya hafif derecede kayıp olması El bileği dorsofleksiyonuna karşı dirence ağrının olmaması veya hafif ağrı olması
Orta
Germe aktivitelerinden sonra lateral epikondil üzerinde orta derecede ağrı olması Tedavi sonucunda hastanın orta derecede memnuniyeti Güçlü el kavrama hareketinde orta derecede kayıp olması El bileği dorsofleksiyonuna karşı dirence orta derecede ağrının olması
Kötü
Lateral epikondil üzerinde ağrının geçmemesi Tedavi sonucunda hastanın memnuniyetsizliği Güçlü el kavrama hareketinde ağır kayıp olması El bileği dorsofleksiyonuna karşı dirence ileri derecede ağrının olması
BULGULAR VE TARTIŞMA Bu kadar yaygın görülen ve uzun yıllardır bilinen lateral epikondilitin patofizyolojisi ve tedavisi konusundaki tartışmalar günümüzde de devam etmektedir (9). Epikondilit, kelime anlamı olarak iltihabi bir durumu ifade etsede yapılan çalışmalarda ağrılı bölge veya çevresinde enflamasyon hücreleri saptanamamıştır (1.2.3).
83
Tendon hasarı ve zedelenmesine karşılık artmış fibroblastlar mevcuttur ve vasküler hiperplazilerle, özellikle ekstansor karpi radialis brevis origosunda kollajen organizasyonunda patoloji gelişimi ile karekterizedir. Bu yüzden lateral epikondilitin enflamatuvar bir patolojiden ziyade daha çok anjiyofibroblastik hasarlar karşısında fibroblastik ve vasküler yanıtdan oluşan bir tendinozis olduğu iddia edilmiştir (13). Ayırıcı tanı da dejeneratif eklem hastalığı, radial tünel sendromu (RTS), lateral radio-humeral eklem artrozu, ulnar kollateral ligaman hasarı, servikal sinir kökü kompresyonu, boyun, omuz veya elbileğinden yansıyan ağrı gibi ekstrinsik sebepler göz önünde bulundurulmalıdır(14,15) Radial tünel sendromu, altı aydan uzun süreli konservatif tedaviye yanıt vermeyen vakalarda düşünülmelidir. Radius boynu anteriorunda radial tünel palpasyonunda hassasiyet, üçüncü parmak dirence karşı ekstansiyonunda ağrı ve dirençli supinasyonda ağrı varlığı tanı koydurucudur(15). RTS %5 oranında LE ile eş zamanlı bulunabilir. Elektrodiagnostik inceleme genellikle normaldir. Radial tünele 3-5 ml lokal anestezikle blok ağrıyı tamamen geçiriyorsa RTS tanısında yardımcı olabilir(16). Diğer omuz ve servikal bölge patolojilerinden ayrımı da elektrodiagnostik ve radyodiagnostik tetkiklerle yapılabilir. Radyolojik görüntülemenin tanıdaki yeri sınırlıdır (8). Kronik LE’te radyolojik görüntüleme genellikle ayırıcı tanıda diğer patolojilerin dışlanması için kullanılır. Radyografide %16 oranında kalsifikasyonlar gözlenebilir. Ultrason incelemesinde tendonda kalsifikasyon, hipoekoik alan, yırtık, diffüz heterojenite gözlenebilir. İntramusküler hematom ve bursit ayırıcı tanısında önemlidir. Manyetik rezonans görüntülemede (MRG) tendonda kalınlaşma, T1 sinyal artışı, mikro yırtıklar, ödem saptanabilir (16). Çeliktaş ve arkadaşlarının çalışmasında hiçbir hastada radyografik değerlendirmenin klinik olarak konulan tanıyı değiştirmediğini ve dirsek radyografisinin lateral epikondilit tanısında katkısının olmadığı kanaatine varmışlardır. Hasta ilk kez polikliniğe başvuruyor ve fizik muayene ile lateral epikondilit tanısı konuyorsa, hastaya radyografik tetkik yapılmadan tedaviye başlanabileceğini de belirtmişlerdir(17). Enjeksiyondan 3 ve 6 hafta sonra yapılan değerlendirmede; her iki gruba ait VAS değerleri enjeksiyon öncesi değerlere göre daha düşük tespit edildi. Steroid grubunda enjeksiyon öncesinde 7,8 VAS skoru 3.haftanın sonunda ortalama 3.2’ye, 6. haftanın sonunda ise 3.8’e gerilemişti. PRP enjekte edilen gruptaki VAS değerleri benzer eğilim göstererek enjeksiyon öncesinde tespit edilen değer olan 7,5’ten, 3. haftanın sonunda 3,6’ya ve 6.haftanın sonunda 4,1’e gerilemiştir. 6. Haftanın sonunda her iki yöntemin etkisinin azalarak devam ettiği ancak aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı görülmüştür (p>0.05). Klinik sonuçlarımızı Verhaar ve ark. skorlama sistemine göre değerlendirdiğimizde ise Grup 1’de enjeksiyondan 3 hafta sonra yapılan ilk kontrolde 29 olguda mükemmel sonuç alınırken, Grup 2’de 9 hastada mükemmel sonuç alındı. Grup 1’de sonraki takipte 23 olguda mükemmel sonuç alınırken, Grup 2’de 10 olguda mükemmel sonuç görüldü. Bu sonuçlara göre ilk takiplerde lokal steroid enjeksiyonu yapılan hasta grubunda sonuçların daha iyi olduğu fakat sonraki takiplerde mükemmel sonuçların görüldüğü vaka sayısında azalma olduğu görüldü. PRP grubunda ise ilk takiplerde mükemmel olgu sayısının takip eden kontrollerde bir arttığı görüldü. Verhaar ve ark.’larının değerlendirme skoruna göre ise alınan sonuçlar Tablo 2 de gösterilmiştir.
84
Tablo 2. Verhaar ve ark.’larının skorlama sistemi kullanılarak elde edilen sonuçlar 3. Hafta Kontrol 6. Hafta Kontrol Mük İyi Orta Kötü Mük İyi Orta Kötü
Grup 1 29 5 2 0 23 7 4 2 Grup 2 9 7 1 0 10 6 2 1
LE tedavisinde de hala bir netlik yoktur. Birçok tedavi yöntemi tanımlanmış olmasına rağmen standart tedavi olarak kabul görmüş, üzerinde kesin bir uzlaşıya varılmış bir tedavide yöntemi henüz bulunamamıştır (1). Lateral epikondilit tedavisinde cerrahi dışı tedavilerde çok sayıda farklı yöntem uygulanmaktadır. Bunlar,
1.İstirahat + Breys kullanımı + NSAİ ilaçlar 2.Fizik tedavi modiliteleri (kuru iğneleme, lazer, şok dalga tedavisi, bantlama, akupunktur, USG gibi) 3.Steroid, PRP, botilismus toksin enjeksiyonu 4.Otolog venöz kan enjeksiyonlarını kapsar.
Bu tedavilere yanıt vermeyen %10 kadar olguda cerrahi tedavi gerekebilmektedir Lateral epikondilit tedavisinde steroid enjeksiyonu uzun yıllardır kullanılmaktadır. Birçok çalışmada, steroidin kısa dönemde etkili olduğu belirtilmesine rağmen, enjeksiyondan sonra ağrının azaldığı veya gerilediği, fakat uzun süreli takiplerde semptomların tekrarladığı ve steroidin etkinliğinin saptanamadığını belirten çalışmalarda vardır(18,19,20). Kısa süreli (altı haftadan az) değerlendirmeler de KS’lerin plasebo, lokal anestezik ve konservatif tedavilere ağrı ve global düzelme açısından üstün olduğu, orta (altı hafta-altı ay) ve uzun vadede (altı ay sonrası) KS lehine etkinlik saptanamadığı bildirilmiştir. Başka bir çalışmada steroid enjeksiyonu tedavisi sonrasında, hastalığın yüksek oranda rekürrense sahip olduğu, bunun sebebinin de; steroidin tendonda kalıcı yapısal değişikliklere yol açabilmesinden kaynaklandığı belirtilmiştir (21). Almekinder’ın yaptığı literatür taramasında lokal steroid enjeksiyonu yapılan 23 çalışmadan sadece 8 tanesinin ileriye dönük ve kontrollü çalışma olduğu bunlardan da sadece 3 tanesinde bu tedavinin uzun dönemde etkili olduğu savunulmaktadır(22,23). Çalışmalarda bildirilen yan etkiler; enjeksiyon sonrası ağrı, lokal deri atrofisi, depigmentasyon, enfeksiyon ve yüzde flushing dir. KS’in yan etkileri konusunda daha ayrıntılı uzun dönem çalışmalara ihtiyaç olduğu bildirilmiştir(24). KS enjeksiyonunun etkin olduğunu ancak uygulama kolaylığı, ucuz olması, kolay bulanabilir olması gibi avantajları yanında uygulama zamanı, lokal anestezik eklenmesi, dozu, KS seçimi, enjeksiyon tekniği, yan etkiler konusunda yeterli veri olmadığı bildirilmiştir (21,24). Trombositten zengin plazma ilk olarak 1987 yılında Ferrari ve ark. tarafından kullanılmıştır(25). Bu zamandan itibaren PRP; özellikle1990’lı yılların başında maksilofasyal ameliyatlar ve plastik cerrahi ameliyatlarında uygulanmaya başlanmış; günümüzde ortopedik girişimler, dental oral girişimler, kozmetik dermatoloji, kulak burun boğaz cerrrahisinde, beyin cerrahisi, üroloji, korneal epitelyal
85
defekt tedavisi, kronik yara ve ülser tedavisi gibi çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. İçerisinde PDGF (platelet-derived gowth factor), EGF (epidermal growth factor), TGFbeta (transforming growth factor) gibi sitokin ve büyüme faktörleri içerir. PRP enjeksiyonu ile doku rejenerasyonunu ve tendon iyileşmesini hızlandırdığı düşünülmektedir. Anjiogenez ve fibroplazinin ilk birkaç gün içerisinde başladığı, kollajen sentezi ve epitelizasyonun sonraki dönemde devam ettiği hayvan çalışmalarında gösterilmiştir(26,27). Literatürdeki çalışmalarda PRP’nin enflamasyonu etkilediği, postoperatif kan kaybını, enfeksiyonu ve narkotik ihtiyacını azalttığı, yara iyileşmesinde, yumuşak doku ve kemik rekonstrüksüyonun da etkili ve güvenli olduğu gösterilmiştir (28). PRP’nin etkinliği ile ilgili; Mishra ve Pavelko’nun çalışmasında tedavide PRP enjeksiyonunun, bupivakaine’den üstün olduğu (29), Peerbooms ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmada ise glukokortikoidlerden üstün olduğu (30) gösterilmiştir. Creaney ve arkadaşları 6 aylık dönemde otolog venöz kan enjeksiyonu ile karşılaştırmışlar ve iki yöntemin de tedavide etkili olduğunu, ancak birbirlerine üstünlüklerinin olmadığını ortaya koymuşlardır(31). SONUÇ VE ÖNERİLER Çalışmamızda PRP ile KS’lerin LE tedavisindeki etkinlikleri ve birbirlerine karşı olan üstünlükleri araştırılmıştır. Kısa süreli olan bu çalışmada 3. haftanın sonunda KS grubunda etkinlik ön planda iken, 6.haftanın sonunda aralarında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır (P>0.05). PRP’nin pahalı olması, LE tedavisinde uzun dönem sonuçlarının olmaması dezavantajlarıdır. Bu sonuçlar ile otolog PRP enjeksiyonun lateral epikondilitte iyi yönde etkinliğinin zamanla artığı söylenebilir. Daha uzun dönem takiplerde iyi yönde etkinliğinin saptanması halinde lateral epikondilit tedavisinde klinik kullanımı yaygınlaşabilir. Ancak olası komplikasyonları açısından KS den daha güvenli olduğu söylenebilir. KS’lerin ise ucuz olması, kolay bulunabiliyor ve uygulanabiliyor olması avantajlarıdır. Ancak depigmentasyon, lokal yağ dokusu nekrozu, enfeksiyon ve tendonda rüptürlere neden olabilmesi dezavantajlarıdır. Her iki yöntemin etkinliklerini, yan etkilerini ve olası komplikasyonlarını öğrenmek için daha yüksek sayıda olguya ve daha uzun süreli takiplere ihtiyaç vardır. KAYNAKLAR 1. Erdem H İ, Çağlar NS., (2019). Lateral Epikondilit’de Ekstrakorporal Şok Dalga Tedavisinin Etkinliği. Bakırkoy Tıp Dergisi,15:345-51 2. Noteboom T, Cruver R, Keller J, Kellogg B, Nitz AJ., (1994). Tennis elbow: a review. J Orthop Sports Phys Ther, 19:357-66. 3. Ernst E., (1992). Conservative therapy for tennis elbow. Br J Clin Pract, 46:55-7. 4. Tang HY, Yu T, Wei W, Zhao Y., (2019). Effect of extracorporeal shock wave for tennis elbow: A protocol for systematic review of randomized controlled trial. Medicine, 98:7. 5.Stasinopoulos D. (2018). Can extracorporeal shock-wave therapy be used for the management of lateral elbow tendinopathy? World J Methodol., 8:37-9. 6. Stasinopoulos D, Johnson MI.,(2004). Cyriax physiotherapy for tenis elbow/lateral epicondylitis. Br J Sports Med, 38:675-7.
86
7. McCormack RR Jr, Inman RD, Wells A, et al., (1990). Prevalence of tendinitis and related disorders of the upper extremity a manufacturing workforce. J Rheumatol, 17:958–64. 8. Pomerance J., (2002). Radiographic analysis of lateral epikondilitis. J Shoulder Elbow Surg. 11: 156-157. 9. Akpınar S, Hersekli MA, Demirors H, Tandoğan RN (2001). Lateral epikondilitte artroskopik gevsetme (olgu sunumu). Artroplasti Artroskopik Cerrahi, 12: 87-90. 10. Nirschl RP.,(1992). Elbow tendinosis/tenis elbow. Clin Sport Med, 11: 851-870. 11. Ölmez N, Memiş A.,(2010). Lateral Epikondilit Tedavisinde Kanıta Dayalı Veriler Turkiye Klinikleri J Med Sci, 30(1):303-11. 12. Verhaar JAN, Walenkamp GHIM, Kester A, van Mameren H, van der Lindan T.,(1993). Lateral extensor release for tennis elbow: A prospective long term follow-up study. J Bone Joint Surg, 75A:1034-1043 13. Cohen MS, Romeo AA, Hennigan SP, Gordon M.,(2008). Lateral epicondylitis: Anatomic relationships of the extensor tendon origins and implications for arthroscopic treatment. J Shoulder Elbow Surg,17:954-60. 14. Viola L.,(1998). A critical review of the current conservative therapies for tennis elbow (lateral epicondylitis). Australas Chiropr Osteopathy, 7(2):53-67. 15. Hume PA, Reid D, Edwards T.,(2006). Epicondylar injury in sport: epidemiology, type, mechanisms, assessment, management and prevention. Sports Med, 36(2):151-70. 16. Henry M, Stutz C.,(2006). A unified approach to radial tunnel syndrome and lateral tendinosis. Tech Hand Up Extrem Surg, 10(4):200-5. 17. Çeliktaş M, Köse Ö.,(2009). Lateral Epikondilit Tanısında Radyografik değerlendirmenin Yeri. Anatol J Clin Investig, 3(2):136-137 18. Hay EM, Paterson SM, Lewis M, et al.,(1999). Pragmatic randomised controlled trial of local corticosteroid injection and naproxen for treatment of lateral epicondylitis of elbow in primary care. BMJ, 319:964–8. 19. Solveborn SA, Buch F, Mallmin H, et al.,(1995). Cortisone injection with anesthetic additives for radial epicondylalgia (tennis elbow). Clin Orthop, 316: 99-105.
20. Price R, Sinclair H, Heinrich I, Gibson T.,(1991). Local injection treatment of tennis elbow: Hydrocortisone, triamcinolone and lignocain compared. Br J Rheumatol, 30: 39-44. 21. Smidt N, Assendelft WJ, van der Windt DA, Hay EM, Buchbinder R, Bouter LM.,(2002). Corticosteroid injections for lateral epicondylitis: a systematic review. Pain, 96(1-2):23-40. 22. Almekinders LC, Temple JD.,(1998). Etiology, diagnosis and treatment of tendonitis: an analysis of the literature. Med & Science Sports & Exer, 30:1183-1190.
23. Almekinders LC.,(1998). Tendinitis and other chronic tendinopathies. J Am Acad Orthop Surgeons, 6: 157-164. 24. Assendelft WJ, Hay EM, Adshead R, Bouter LM.,(1996). Corticosteroid injections for lateral epicondylitis: a systematic overview. Br J Gen Pract, 46(405):209-16. 25. Ferrari M, Zia S, Valbonesi M.,(1987). A new technique for hemodilution, preparation of autologous trombosit-rich plasma and intraoperative blood salvage in cardiac surgery. Int J Artif Organs, 10:47–50. 26. AT Pehlivan AT, Polat Ö, Dedeoğlu SS, İmren Y, Ceylan HH.,(2014). Lateral Epikondilit Tedavisinde Plateletten Zengin Plazma ve Steroid Enjeksiyonlarının Karșılaștırılması. Kafkas J Med Sci, 4(3):102–106.
87
27. Aspenberg P, Virchenko O.,(2004). Platelet concentrate injection improves Achilles tendon repair in rats. Acta Orthop Scand, 75:93–9. 28. Rick GS, Craig JG, Mark SC.,(2007). Trombosit-rich plasma: Properties and clinical applications J Lancaster Gen Hosp, 2:25-30. 29. Mishra A, Pavelko T.,( 2006). Treatment of chronic elbow tendinosis with buff ered platelet-rich plasma. Am J Sports Med, 34:1774–8. 30. Peerbooms JC, Sluimer J, Bruijn D, et al.,(2010). Positive eff ect of an autologous platelet concentrate in lateral epicondylitis in a double-blind randomized controlled trial, platelet-rich plasma versus corticosteroid injection with a 1-year follow-up. Am J Sports Med, 38:255–62. 31. Creaney L, Wallace A, Curtis M, et al.,(2011). Growth factor-based therapies provide additional benefit beyond physical therapy in resistant elbow tendinopathy. Br J Sports Med, 45:966–71.
88
SS-024
OBEZ ÇOCUKLARDA METABOLİK SENDROMU SAPTAMADA HANGİ BELİRTEÇ: HOMA-IR? OGTT’DE
2.SAAT İNSÜLİN? TG/HDL ORANI?
Meliha DEMİRAL
Balıkesir Atatürk Şehir Hastanesi, Balıkesir
Giriş: Çocukluk çağında açlık insülin, HOMA-IR indexi ve OGTT (Oral Glukoz Tolerans Testi)’de 120.
dakika insülin düzeyleri insülin direncini saptamada kullanılmaktadır. Yakın zamanda
TG/HDL(Trigliserid/High Density Lipoprotein) oranının metabolik sendrom ve insülin direncini
yansıttığı bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı obez çocuklarda insülin direncini saptamada kullanılan
bu parametrelerin metabolik sendromu öngörmede kullanılabilirliklerinin karşılaştırılmasıdır.
Materyal-Metod: Çocuk endokrinoloji polikliniğine kilo fazlalığı şikayeti ile başvuran hastalar
arasında hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Antropometrik ölçümlerine göre vücut kitle
indexi >2SD olan hastalar akantozis nigricans varlığı, tansiyon arteriyel ve bel çevresi ölçümleri,
lipid ve lipoprotein düzeyleri ve diğer hormonal ve biyokimyasal parametreler açısından
değerlendirildi. International Diabet Federation (IDF) tanı kriterlerine göre metabolik sendrom
olanlar tespit edildi. Metabolik sendrom saptanan, açlık kan şekeri>100 mg/dl olan, ailede tip 2
diyabet öyküsü olan 53 hastaya 1.75 gr/kg (maximum 75 gr) oral glukoz solüsyonu ile OGTT yapıldı.
Bulgular: Yaş ortalaması 11.64±3.63 yıl 34’ü kız, 36’sı pubertal toplam 53 hasta çalışmaya alındı. 30
tanesinde metabolik sendrom var 23 tanesinde yoktu. OGTT sonucuna göre 1 hastada tip 2
diyabet, 3 hastada bozulmuş glukoz toleransı, 9 hastada bozulmuş açlık glukozu tespit edildi.
Metabolik sendrom olan hastaların TG, HDL, TG/HDL oranı ve OGTT’de 120 dakika insülini
metabolik sendrom olmayanlara göre anlamlı yüksek idi (sırasıyla p<0.001, p<0.001, p<0.001). ROC
analizde metabolik sendrom olan ve olmayan hastalarda HOMA-IR için cut-off 3,86 (sensitivite %65
spesifite %53); TG/HDL oranı için cut-off 2,73 (sensitivite %82 spesifite %80); OGTT de 120. dakika
insülin için cut-off 93 (sensitivite %82 spesifite %73) idi. ROC analizde under ROC curve area
TG/HDL oranı için 0.901, OGTT ‘de 120. dakika insülin için 0.815, HOMA-IR için 0.562 idi.
Sonuç: TG/HDL oranı ve OGTT ‘de 120. dakika insülin düzeyi metabolik sendrom tanısında IDF
kriterlerine yardımcı bir bulgu olarak kullanılabilir. Bununla birlikte TG/HDL oranının metabolik
sendrom tanısında daha kolay, noninvaziv ve yüksek duyarlılık ve özgünlüğü olan bir parametre
olduğu tespit edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Obezite, metabolik sendrom, HOMA-IR, TG/HDL oranı, OGTT 2. saat insülin
89
SS-025
ENDOMETRİAL İNTRAEPİTELYAL NEOPLAZİ TERMİNOLOJİSİ, ENDOMETRİAL HİPERPLAZİ
SINIFLAMASINDAKİ KAOSU ÇÖZDÜ MÜ? 8 YILLIK RETROSPEKTİF BİR ÇALIŞMA
Mehmet ZENGİN1, Merve ERYOL1, Merva AYDEMİR AKKAYA1, Tuba DEVRİM1, Selim YALÇIN2, Zehra
Sema ÖZKAN3
1Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale, Türkiye 2Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıları Anabilim Dalı, Kırıkkale, Türkiye 3Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Doğum Anabilim Dalı, Kırıkkale, Türkiye
Amaç: Endometrial karsinom, Amerika Birleşik Devletleri'nde en sık görülen jinekolojik malignitedir
ve sıklığı% 2.5'tir. Olguların çoğu (% 70-% 80) endometrioid tip endometrial adenokarsinomlardır
(EEA). Bu tümörler genellikle perimenopozal kadınlarda uzun süreli östrojen stimülasyonuna
sekonder gelişir. Genellikle endometriyal hiperplazi (EH) arka planında gelişir.
EH, östrojen uyarımına yanıt olarak endometriyumun premalign ve benign lezyonlarını tanımlayan
bir terimdir. EH'leri sınıflandırmak için en yaygın olarak kullanılan sistem Dünya Sağlık Örgütü'nün
sistemidir (WHO, 1994). Bu sistem EH'leri temel olarak mimari (basit ve karmaşık) ve sitolojik atipi
(atipi ile ve atipi olmadan) ile ayırır. Bu sistemin zayıf yönleri düşük tekrarlanabilirlik ve dört farklı
tanı kategorisi içermesidir. Gerçek EH'ler, uzun süreli östrojenik stimülasyona yanıt olarak
endometriyal bezlerde ve stromada gelişen poliklonal proliferasyonlardır. Bu proliferasyonların
morfolojisi, hastanın östrojene maruz kalmasının süresine ve dozuna bağlı olarak bireyseldir. Yeni
WHO (2014) sisteminde EEA, hiperplastik bölgenin ilerlemesinden değil, oldukça lokalize ancak
premalign lezyonlar üretebilen bireysel bir bezin genetik transformasyonundan
kaynaklanmaktadır. EIN olarak adlandırılan bu lezyon, mimari ve sitoloji açısından çevredeki
bezlerden farklı olan adenokarsinoma ilerleme eğilimi yüksek endometriyal bezlerin monoklonal
bir çoğalmasıdır. Bu çalışmada, EIN'yi eski sınıflandırma ile karşılaştırdık ve bu yeni varlığın EEA
teşhisindeki katkılarını inceledik.
Yöntemler: Bu retrospektif çalışmaya 2007-2015 yılları arasında EEA tanısı konan 60 olgu dahil
edildi. Vakalar, hematoksilin ve eozin ile boyanmış bölümler kullanılarak EIN açısından yeniden
değerlendirildi.
Bulgular: EIN, yaş (p = 0.022), EEA (p = 0.010) ve CEA (atipili) (p = 0.038) ile anlamlı derecede
ilişkiliydi. Tek değişkenli analiz incelendiğinde, EIN hastaları için 5 yıllık nükssüz sağkalım daha
kötüydü (p = 0.035). Çok değişkenli analiz incelendiğinde, EIN'nin nükssüz sağkalım için kötü
sağkalımın bağımsız bir öngörücüsü olduğu görüldü (HR=2.77 [1.22-4.78], p=0.046).
90
Sonuçlar: Çalışmamıza göre EIN, EEA'nın gelişiminde önemli bir rol oynamaktadır, ancak eski
sınıflandırmaya göre belirgin bir üstünlük gözlenmemiştir. Bu nedenle, daha sağlıklı bir karar için
eski ve yeni sınıflandırmaların birlikte not edilmesini öneririz.
Anahtar Kelimeler: Endometrial intraepitelyal neoplazi, endometrial adenokarsinom, endometrial
hiperplazi, patoloji, tümör biomarkırları
Şekil 1
Endometrial İntraepitelyal Neoplazi (EIN) örnekleri EIN incelemesinde (oklar) klasik mikroskop, x10
- x20 objektif ve hematoksilin ve eozin boyalı bölümler kullanıldı.
Şekil 2
Endometrial İntraepitelyal Neoplazinin hayatta kalma eğrileri Genel sağ kalım ve relapssız sağ
kalım Kaplan-Meier sağ kalım eğrileri ile sunulmuştur. 0.05'in altındaki Ki-kare testi değerleri
anlamlıdır.
91
Tablo 1
EEA (n=60) (%)
Pozitiv Negativ P-value
EIN (n=60) (%)
Pozitiv Negativ P-value
Yaş <63
>=63
9 (28.1%) 18 (64.2%)
0.004*
23 (71.9%) 10 (35.8%)
10 (31.2%) 17 (60.7%)
0.022*
22 (68.8%) 11 (39.3%)
Tümör volümü <4 blok
>=4 blok
11 (34.3%) 18 (64.2%)
0.020*
21 (65.7%) 10 (35.8%)
13 (40.6%) 16 (57.1%)
0.201
19 (59.4%) 12 (42.9%)
EEA
Düşük/Orta
grade
High grade
--
10 (31.2%) 18 (64.2%)
0.010*
22 (68.8%) 10 (35.8%)
SEH
(atipili)
Evet
Hayır
14 (43.7%) 20 (71.4%)
0.030*
18 (56.3%) 8 (28.6%)
15 (46.8%) 19 (67.8%)
0.101
17 (53.2%) 9 (32.2%)
SEH
(atipisiz)
Evet
Hayır
14 (43.7%) 15 (53.5%)
0.447
18 (56.3%) 13 (46.5%)
13 (40.6%) 16 (57.1%)
0.201
19 (59.4%) 12 (42.9%)
CEH
(atipili)
Evet
Hayır
11 (34.3%) 19 (67.8%)
0.018*
21 (65.7%) 9 (32.2%)
12 (37.5%) 18 (64.2%)
0.038*
20 (62.5%) 10 (35.8%)
CEH
(atipisiz)
Evet
Hayır
12 (37.5%) 19 (67.8%)
0.009*
20 (62.5%) 9 (32.2%)
14 (43.7%) 17 (60.7%)
0.189
18 (56.3%) 11 (39.3%)
Disordered
proliferation
Evet
Hayır
15 (46.8%) 17 (60.7%)
0.283
17 (53.2%) 11 (39.3%)
16 (50.0%) 16 (57.1%)
0.580
16 (50.0%) 12 (42.9%)
EIN ve prognostik faktörler arasındaki istatistiksel ilişki (n = 60)
92
Tablo 2
Univariate
survival analysis -
OS
Univariate
survival analysis -
RFS
Multivariate
survival analysis -
OS
Multivariate
survival analysis -
RFS
Age 0.684 0.625 NC NC
Tumour volume 0.266 0.546 NC NC
SEH
(without atypia) 0.427 0.423 NC NC
SEH
(with atypia) 0.226 0.372 NC NC
CEH
(without atypia) 0.117 0.041*
2.48
(0.77-7.98)
3.44
(0.58-8.22)
CEH
(with atypia) 0.030* 0.011*
1.68
(1.17-3.25)
1.33
(1.13-3.28)
Disordered
proliferation 0.554 0.498 NC NC
EIN 0.097 0.035* 3.48
(0.86-7.44)
2.77
(1.22-4.78)
EIN'nin hayatta kalma analizi (n = 60) *. 0.05'in altındaki Ki-kare test değerleri anlamlıdır.
Kısaltmalar: CEH: Kompleks endometriyal hiperplazi, SEH: Basit endometriyal hiperplazi, EIN:
Endometriyal intraepitelyal neoplazi, NC: Hesaplanamaz, OS: Genel sağkalım, RFS: Relapssız
sağkalım, CI: Güven aralığı, HR: Tehlike oranı.
93
SS-026
MULTİPLE MYELOM TANILI HASTALARDA FLORESAN İN SİTU HİBRİDİZASYON YÖNTEMİ İLE
SAPTANAN 13. KROMOZOM DELESYONU SIKLIĞI
Yusuf COŞKUN1, Güven ÇETİN2
1 Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Gastroenteroloji Kliniği, Ankara 2 Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi, Hematoloji Bilim Dalı, İstanbul ÖZET Amaç: Multipl myelom (MM) kemik iliğinde tek bir plazma hücre klonunun proliferasyonu sonucu gelişen, serum ve/veya idrarda monoklonal protein varlığı ile karakterize malign bir hastalıktır. Kromozom 13 monoallel kaybı (del 13) ya da uzun kolunda kayıp (del 13q) standart kemoterapi ile tedavi verilen hastalarda güçlü negatif prognostik özellik gösterir. Yeni tespit myelom hastalarının yaklaşık yarısında Floresan In Sıtu Hibridizasyon (FISH) yöntemiyle del 13 ya da del 13q saptanır. Biz bu çalışmada myelom tanılı hastalarda.13. kromozom delesyonu oranlarını saptayarak klinik bulgular ile ilişkisini karşılaştırmayı amaçladık. Yöntem: Bu çalışmaya Hematoloji polikliniğine başvuran uluslararası myelom çalışma grubu kriterlerine göre MM tanısı konulan ve takip edilen 42 hasta alınmış ve klinik, laboratuvar, patolojik ve genetik verileri retrospektif olarak kayıt altına alınarak incelenmiştir. Kromozom anomalileri FISH yöntemi ile incelenmiştir. Bulgular: Hastaların 26’sı kadın (%61,9), 16’sı erkekti (%38,1). Hastaların ortalama yaşı 62 idi. Çalışmaya alınan 42 hastadan 30’unda del13 sonuçlarına ulaşılabildi, 6 hastada (%20) pozitif olarak saptandı. 24 hastada (%80) ise del13 gözlenmedi. 13. kromozom delesyonu çalışılan 30 hastanın 4’ü IgA, 19 tanesi IgG tipinde, del 13 saptanan 6 hastanın tamamı da IgG (2’si kappa, 3’ü lambda) tipinde tespit edilmiştir. Sonuç: Son çalışmalarla kıyaslandığında del13’ün çalışmamızda daha düşük olduğu görülmektedir. Yapılmış birçok çalışmada %30-50 arasında değişen oranlarda del13 saptanmıştır. Bulduğumuz %20 oranı literatürdeki verilerden düşük görülmekle birlikte myelom hastalarındaki del13 sıklığını yansıtması açısından değerlidir. Yeni tanı almış her myelom hastasında konvansiyonel sitogenetik inceleme ve FISH yöntemi ile sık rastlanan kromozom anomalilerinin analizinin yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. Anahtar kelimeler: Multipl myelom; 13. kromozom delesyonu; FISH; Hipodiploidi
94
ABSTRACT DETECTİON OF 13TH CHROMOSOME DELETİON FREQUENCY BY FLUORESCENT İN SİTU HYBRİDİZATİON METHOD İN PATİENTS WİTH MULTİPLE MYELOMA Objective: Multiple myeloma (MM) is a malignant hematological disease characterized by malignant proliferation of a single plasma cell clone leading to monoclonal protein in plasma or urine. Presence of monoallelic loss of chromosome 13 (del13) or loss of long arm (del13q) indicates poor prognostic outcome in patients treated with standard chemotherapy. Del13/del13q is detected by FISH method in approximately half of newly diagnosed MM patients. Material and Methods: 42 patients diagnosed with MM according to the criteria of the international myeloma working group and treated at research and education hospital, were included in this study. Clinical, laboratory, pathological data were analyzed retrospectively and genetic data obtained by FISH method. Results: 26 patients were female (61.9%) and 16 were male (38.1%). The mean age was 62. Del13 results were obtained in 30 of 42 patients, while positive in 6 patients (20%) negative in 24 patients (80%). Among the 30 patients with chromosome 13 results, 4 had IgA, 19 had IgG type monoclonal protein. All of the 6 patients with del13 were IgG myeloma (2 kappa, 3 lambda). Conclusion: Compared to the recent studies, del13 is lower in our study. In many studies, del13 has been found in rates ranging from 30-50%. Although the rate of 20% we found is lower than the data in the literature, it is valuable in terms of reflecting the frequency of del13 in myeloma patients. Therefore, we strongly recommend that conventional karyotyping and FISH analysis of common chromosomal abnormalities be performed in newly diagnosed MM patients. Keywords: Multiple myeloma; Chromosome 13 deletion; FISH; Hypodiploidy
GİRİŞ VE AMAÇ
Multipl myelom (MM) kemik iliğinde tek bir plazma hücre klonunun proliferasyonu sonucu gelişen anemi, hiperkalsemi, böbrek yetmezliği, serum ve/veya idrarda monoklonal protein varlığı, osteolitik kemik lezyonları (kranium, pelvis, vertebra ve kostalarda) ile karakterize malign bir hastalıktır. Multipl myelomun patogenezi sitokin salınımı, sitogenetik ve moleküler genetik özellikleri, kemik iliği mikroçevresi ve hücre siklusu üzerine yapılan çalışmalar ile açıklanmaya çalışılmıştır. MM’un etyolojisi kesin olarak bilinmemekle birlikte genetik yatkınlık ve çevresel faktörlerin etkili olduğu düşünülmektedir.(Tricot G 2005, Kyle, vd. 2007, Dispenzieri A 2009)
M proteini hastalığın temel bulgularından birisidir, hastaların %97’sinde protein elektroforezi, immünfiksasyon elektroforez ile serum veya idrarda intakt Ig veya serbest hafif zincirler tespit edilebilmektedir.(Kyle 1975, Kyle, vd. 2003) M proteini tek tip homojen Ig fazla üretimini gösterir. Görülme sıklığı sırasıyla IgG, IgA, Bence Jones myelom (sadece hafif zincir varlığı), IgD şeklindedir.(Kyle, vd. 2003) Myelomlu hastaların %1’den daha azında IgM monoklonal patern görülmektedir, çoğu IgM monoklonal proteinleri MGUS, lenfoma, Waldenstrom makroglobülinemi veya primer sistemik amiloidozis gibi hastalıklarla ilişkilidir.(Kyle, vd. 1987)
95
Kromozom 13 monoallel kaybı (del 13) ya da uzun kolunda kayıp (del 13q) standart kemoterapi ile tedavi verilen hastalarda güçlü negatif prognostik özellik gösterir.(Tricot G 2005, Kyle, vd. 2007, Dispenzieri A 2009, Marshall A. Lichtman 2010) Myeloma spesifik olmamakla birlikte FISH sitogenetik anomalileri saptama oranını artıtır.(Jung, vd. 2018) Kromozomal anormallik saptanan myelom hastalarının yaklaşık yarısında Floresan In Sıtu Hibridizasyon (FISH) yöntemi ile del 13 ya da del 13q saptanır.(Dispenzieri A 2009, Jung, vd. 2018) FISH yöntemi ile 13. kromozom delesyonu saptanması tedaviye rağmen kötü sağ kalım özelliği gösterir.(Sonneveld, vd. 2016)
Myelomda delesyon 13 varlığının tespit edilmesi tedavi yaklaşımını değiştirmesi açısından önemlidir, bu durumda erken ve agresif tedavi seçeneği tercih edilmektedir, birçok ülkede myelom hastalarında delesyon 13 sıklığının araştırıldığı yayınlar vardır.(Zojer, vd. 2000, Deng, vd. 2007, Chiecchio, vd. 2009, Reece, vd. 2009, Neben, vd. 2010) Ülkemizde ise çok kapsamlı çalışmalar azdır.(Yuregir, vd. 2009, Durak, vd. 2012) Biz bu çalışmada hematoloji kliniğine başvuran myelom hastalarının verilerini kullanarak 13. kromozom delesyonu sıklığını belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM
Çalışmamız için İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi Etik Kurulu’ndan 06.10.2010-5/1 sayılı kararı ile onay alınmıştır. İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hematoloji kliniğinde Uluslararası Myelom Çalışma Grubu’nun kriterlerine göre multipl myelom tanısı konulan, takip ve tedavi edilen yeni tanılı veya nüks aktif hastalığı olan MM hastaları çalışmaya dâhil edildi. Çalışmada tek merkezli olarak retrospektif hasta dosya ve kayıtları incelenerek veriler elde edildi. Yaş, cinsiyet, evre ve tedavi farkı gözetmeksizin Hematoloji polikliğinde takipli verilerine ulaşılabilen tüm Multipl Myelom hastaları çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaşları ve cinsiyetleri kaydedildi. Hastaların üre, kreatinin, hemoglobin, protein, albumin, LDH (Laktat dehidrogenaz), kalsiyum, sedimentasyon tetkikleri ve β2 mikroglobulin ve immünfiksasyon ile Ig düzeyleri (Ig A,G,M) İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi laboratuvarında yapılmıştır. Sonuçlar hastanemiz bilgi işlem kayıtlarından alınmıştır.
Genetik
Kromozom 13 delesyonu araştırması için kemik iliği materyali FISH yöntemiyle incelenmiştir. Prob olarak 1. LSI D13S319 Probe-Vysis, lokus: LSI 13q14.3 (D13S319) S.Orange 2. 13q14.3 Deletion Prob-Cytocell, lokus:13q14.3 kırmızı, 13qter yeşil 3. LSI 13 (13q14) Probe-Vysis, lokus 13q14 yeşil kullanılmıştır.
Kemik İliği Histolojisi
Kemik iliği biyopsi materyali tru-cut biyopsi yöntemi ile alınmıştır. Holland solusyonunda fiksasyon, formik asitte dekalsifikasyon ardından tek kasette takibe alınıp havada tesbit edilmiş aspirat yaymaları MGG (May-Grünwald-Giemsa) ve Prussion blue ile boyanarak incelenmiştir.
MM tanısı uluslararası myelom çalışma grubu kriterlerine göre yapılmış ve International Staging System (ISS) ve Durie-Salmon Evreleme sistemine göre evrelendirilmiştir.
İstatistiksel Değerlendirme
İstatistik SPSS 17 (Armonk, NY: IBM Corp.) paket programı ile yapılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistiksel metodların (ortalama, standart sapma) yanı sıra niteliksel verilerin (cinsiyet, tip, evre dağılımı) değerlendirilmesinde fisher exact testi kullanıldı. Nicel verilerde (yaş ve biyokimyasal parametreler) parametrik test koşulları sağlanamadığı için Mann-Whitney-U testi yapıldı. Sonuçlar, anlamlılık p<0,05 düzeyinde, %95’lik güven aralığında değerlendirildi.
96
BULGULAR Bu çalışmaya İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hematoloji polikliniğine başvuran Uluslararası Myelom Çalışma Grubu kriterlerine göre MM tanısı konulan ve takip edilen 42 hasta alınmıştır. Hastaların 26’sı kadın (%61,9), 16’sı erkekti (%38,1). Hastaların yaşları 35-88 arasında değişmekte ve ortalama yaş 62, ortanca yaş 64’tü. M protein tipine göre en sık IgG tipi paraproteinemi saptandı. Dağılım oranları; 23 hasta (%54,8) IgG, 7 hasta (%16,7) IgA, 12 hasta (%28,6) hafif zincir tipi hastalığa sahipti. Alt tiplerinin analizi yapıldığında ise literatürle uyumlu olarak 11 hasta (%26,2) ile IgG/kappa tipinin çoğunlukta olduğu görüldü. IgG/lambda 9 hasta (%21,4), lambda hafif zincir 8 hasta (%19), kappa hafif zincir 4 hasta (%9,5), IgA/lambda 4 hasta (%9,5), IgA/kappa 3 hasta (%7,1) olarak saptandı. Durie-Salmon evreleme sistemine göre hastaların çoğu ileri evrede idi. 7 hasta (%17,1) evre 1, 5 hasta (%12,2) evre 2, 19 hasta (%46,3) evre 3a, 10 hasta (%24,4) evre 3b olarak tespit edildi. ISS’ye göre ise 2 hastanın (%8) evre I, 12 hastanın (%48) evre II, 11 hastanın (%44) evre III olduğu görüldü. Çalışmaya alınan hastalardan 33 tanesinin radyolojik görüntülerine ulaşılabildi, bunlardan 19 tanesinde (%58) litik kemik lezyonu saptandı. Çalışmaya alınan 42 hastadan 30’unda delesyon 13 sonuçlarına ulaşılabildi, 6 hastada (%20) pozitif olarak saptandı. 24 hastada (%80) ise 13.kromozom delesyonu gözlenmedi. Klinik ve laboratuvar bulgularına tablo 1’de detaylı olarak yer verilmiştir.
Tablo 1: Klinik veriler ve laboratuvar bulguları
Yaş, Ortalama(Min/max) 62 (35-88)
Cinsiyet (kadın/erkek) 26 / 16
Durie Salmon Evre
I 7 (%17,1)
II 5 (%12,2)
IIIa 19 (%46,3)
IIIb 10 (%24,4)
ISS Evre (sayı, %)
I 2 (%8)
II 12(%48)
III 11(%44)
M protein tipi dağılımı Sayı
Ig A 7 (%16,7)
Ig G 23 (%54,8)
Hafif Zincir 12 (%28,6)
Lambda hafif zincir 8 (%19)
Kappa hafif zincir 4 (%9,5)
IgA/Lambda 4 (%9,5)
IgA/Kappa 3 (%7,1)
IgG 3 (%7,1)
IgG/Lambda 9 (%21,4)
IgG/Kappa 11 (%26,2)
Laboratuar bulguları Ortalama ± SS
97
β2 Mikroglobulin (mg/L) 9,63 ± 12,82
Hemoglobin (g/dl) 8,92 ±2,15
Kalsiyum (mg/dl) 10,35 ±2,04
Protein (g/dl) 8,74 ±1,79
Albumin (g/dl) 3,08 ±0,7
Kreatinin (mg/dl) 1,75 ±1,46
Sedimentasyon (1.saat) 97,68 ±39,57
LDH (U/L) 222,33 ±95,02
Kemik litik lezyon 19 (%58)
Delesyon 13 6 (%20)
Delesyon 13 saptanan ve saptanmayan hastaların verileri tablo 2’de detaylı olarak karşılaştırmalı bir şekilde yer almaktadır. Delesyon 13 (-) ve (+) olan hastaların yaşa ve cinsiyete göre dağılımı yapıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Ayrıca laboratuvar parametreleri, hastalık evreleri ve M protein tip ve alt tipleri açısından delesyon 13 saptanan ve saptanmayan gruplar arasında da istatistiksel anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).
Tablo 2: Klinik verileri ve laboratuvar bulguları ile 13. kromozom delesyonu arasındaki ilişki
Del 13 (-) Del 13 (+)
p Ortalama Ortalama
Yaş 60,21±12,61 56,5±9,01 0,436
Cinsiyet (K/E) 16/8 3/3 0,641
β2 Mikroglobulin 9,60± 13,94 6,21±5,28 0,265
Hemoglobin 9,08±2,02 8,65±2,18 0,735
Kalsiyum 10,33±2 9,23±1,23 0,262
Protein 8,55±2 10,32±1,51 0,104
Albumin 3,15±0,72 2,77±0,63 0,153
Kreatinin 1,69±1,39 1,04±0,66 0,103
Sedimentasyon 90,53±41 115,67±33 0,149
LDH 210,36±88 231,33±165 0,758
M protein tip Sayı Sayı
Ig A 4 0
0,222 Ig G 13 6
Hafif Zincir 7 0
Durie Salmon Evre
I 4 0
0,056 II 1 3
IIIa 12 2
IIIb 6 1
ISS Evre
I 1 1 0,777
98
II 9 2
III 5 2
TARTIŞMA
Multipl Myelom hastalarında kromozom bozukluklarının saptanması en önemli prognostik faktörlerdendir. Kromozom anomalileri konvansiyonel sitogenetik yöntemlerle ve interfaz FISH yöntemiyle tespit edilebilir.(Jung, vd. 2018, Byun, vd. 2019) FISH yöntemi ile yapılan çalışmalarda %86-98 oranında kromozom anomalileri saptanmıştır.(Dewald, vd. 2005, Ross, vd. 2005) Yapılan çalışmalarda FISH yöntemi ile myelom hastalarının %30-50’sinde 13. kromozom delesyonu saptanabileceği gösterilmiştir.(Ross, vd. 2005, Jung, vd. 2018, Byun, vd. 2019)
Viyana’da 2000 yılında Zojer ve arkadaşlarının yaptıkları bir çalışmada 68’i IgG, 23’ü IgA, 6’sı da diğer tiplerden olmak üzere toplam 97 Myelom tanılı hastadan 46’sında (%47,4) FISH yöntemi ile del 13 saptanmıştır (Zojer, vd. 2000). Del 13 saptanan hastalar daha sık olarak evre III’te yer almaktadır ve β2 mikroglobulin ile kemik iliği plazma hücre oranı yüksek bulunmuş, diğer laboratuar parameterleri ile ilişki kurulamamıştır, del 13 saptananlarda sık relaps, konvansiyonel kemoterapi tedavisine kötü yanıt ve ortalama yaşam süresinde kısalma (24,2 ay) saptanmıştır (Zojer, vd. 2000). Çin’de 2007 yılında Deng ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmada FISH analizi ile MM tanısı almış 100 hastanın %33,3’ünde del 13 saptanmıştır, hastaların konvansiyonel sitogenetik analizinde ise sadece %6’sında 13. kromozom anomalisi bulunmuştur, ayrıca del 13 varlığının kısa sağkalım süresine neden olan bağımsız bir prognostik faktör olduğu ileri sürülmüştür.(Deng, vd. 2007) Chiecchio ve arkadaşlarının 2009 yılında İngilterede 400 myelom tanılı hasta üzerinde yaptıkları çalışmada FISH yöntemi ile 395 hastadan 186’sında (%47) del 13 saptanmıştır, ayrıca bu çalışmada del 13 myelom ilişkisinin önemi belirsiz monoklonal gamopati (Monoclonal gammopathy of undetermined significance-MGUS) ve smoldering multiple myeloma (SMM) göre anlamlı derecede yüksek olduğu bulunmuştur, del 13 saptanan hastalar içinde myelomun MGUS’a göre IgH translokasyonu ve t(11;14) ile ilişkili görülme olasılığı daha yüksek bulunmuştur ve ek olarak diğer anomaliler t(4;14), t(14;16), t(14;20) ile del 13 ilişkisi açısından her 3 grupta da (MM, SMM ve MGUS) anlamlı bir fark bulunamamıştır.(Chiecchio, vd. 2009) Reece ve arkadaşlarının 2009 yılında Kanada’da 130 myelom tanısı almış hasta üzerinde FISH analizi ile yaptıkları çalışmada 54 hastada (%41,5) del 13 saptanmıştır, del 13 saptananlardan %29,6’sı evre I, %42,6’sı evre II, %18,5’i evre III olarak bulunmuştur.(Reece, vd. 2009)
Almanya’da 2010 yılında Neben ve arkadaşlarının myelom tanısı almış 47 hasta evre I, 101 hasta evre II ve 47 hasta evre III olmak üzere toplam 315 hastadan 312’si üzerinden FISH analizi ile yaptığı çalışmada del 13 sıklığı %46 olarak tespit edilmiştir, kromozomal delesyonlar içinde en sık del 13 saptanmıştır, hastalar 3 gruba ayrılmıştır. 1.grupta (iyi prognoz) del 17 veya t(4;14) yokluğu ve evre I, 2.grupta (kötü prognoz) del 17 veya t(4;14) saptanması ve evre II ya da III olması, 3.grup (orta derece prognoz) ise diğerlerini kapsayacak şekilde sınıflandırılmıştır.(Neben, vd. 2010) Fonseca ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada hastalar ek olarak del 13 varlığına göre sınıflandırılmıştır. (Fonseca, vd. 2003) Burada t(4;14), t(14;16) ya da del 17 varlığı kötü prognoz grubunu, del 13 varlığı orta prognoz grubunu ve diğerleri ara prognoz grubunu oluşturmaktadır, bu çalışmada del 13’ün del 17, t(4;14) ve ISS evresine göre değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. (Fonseca, vd. 2003)
99
Kötü prognoz için delesyon 13 saptanmasının tek negatif prognostik faktör olduğunu belirten çalışmalar olmakla birlikte, bazı çalışmalarda del 13 saptanmasının tek negatif prognostik faktör olmadığı, t(4;14) ve del 17 ile birlikte değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir.
(Gutierrez, vd. 2007, Sonneveld, vd. 2016, Jung, vd. 2018) Konvansiyonel sitogenetik analiz ile del 13 ve 11 saptanmaması yüksek doz kemoterapi alan vakalarda hastalıktan bağımsız uzun süreli sağ kalım sağlar. (Barlogie, vd. 1999)
Ülkemizde iki merkezde yapılan çalışmalarda benzer oranlarda delesyon 13 saptanmıştır. Başkent Üniversitesinde Yüreğir ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada FISH analizi sonucunda 36 olgudan 11’inde (%30,5) delesyon 13 saptanmıştır.(Yuregir, vd. 2009) Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde Durak ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ise 50 hastanın 27’sinde 13. kromozom bozuklukları saptanmış ve bunlardan 13’ünde 13. kromozom delesyonu (8’i del 13, 5’i del 13q) tespit edilmiş.(Durak, vd. 2012)
Bizim çalışmamızda yaş ortalaması 62, erkek/kadın oranı 0,62, hastaların %54,76’sı IgG, %16,67’sı IgA, %28,57’si hafif zincir tiplerinde olarak bulunmuştur. 30 hastadan 6 tanesinde (%20) del 13 saptanmıştır. 13. kromozom delesyonu çalışılan 30 hastanın 4’ü IgA, 19 tanesi IgG tipinde, del 13 saptanan 6 hastanın tamamı da IgG (2’si kappa, 3’ü lambda) tipinde tespit edilmiştir. Durie Salmon evrelemesine göre evre III’te 18 hastada del 13 saptanırken 3 hastada saptanmamıştır, bununla birlikte bu fark istatistiksel anlamlı değildir (p=0.056) böylece Durie Salmon ve ISS’ye göre ileri evrelerde delesyon 13 sıklığı artmamaktadır.
SONUÇ
Yapılmış birçok çalışmada %30-50 arasında değişen oranlarda del 13 saptanmıştır. Bulduğumuz %20 oranı literatürdeki verilerden düşük görülmekle birlikte myelom hastalarındaki del 13 sıklığını yansıtması açısından değerlidir. Son yıllarda dünyada ve ülkemizde yapılan çalışmalarla kıyaslandığında 13.kromozom delesyonunun bizim çalışmamızda daha düşük olduğu görülmektedir. Hasta sayısının azlığı, örnek dağılımındaki heterojenite ve FISH yönteminde olası teknik farklılıklar bu sonucu ortaya çıkarmış olabilir. Ülkemiz verilerinin detaylı olarak ortaya çıkarılması için hematoloji kliniklerinden birleştirilmiş verilerle daha kapsamlı analizler yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
100
KAYNAKLAR - Barlogie, B., S. Jagannath, K. R. Desikan, S. Mattox, D. Vesole, D. Siegel, et al. (1999). "Total therapy with tandem transplants for newly diagnosed multiple myeloma." Blood 93(1): 55-65. - Byun, J. M., D. Kim, D. Y. Shin, I. Kim, Y. Koh and S. S. Yoon (2019). "Combination of Genetic Aberration With International Staging System Classification for Stratification of Asian Multiple Myeloma Patients Undergoing Autologous Stem Cell Transplantation." In Vivo 33(2): 611-619. - Chiecchio, L., G. P. Dagrada, A. H. Ibrahim, E. Dachs Cabanas, R. K. Protheroe, D. M. Stockley, et al. (2009). "Timing of acquisition of deletion 13 in plasma cell dyscrasias is dependent on genetic context." Haematologica 94(12): 1708-1713. - Deng, S. H., Y. Xu, Y. F. Wang, Y. J. Mai, X. P. Liu, Y. Z. Zhao, et al. (2007). "[Cytogenetic characteristics of patients with multiple myeloma in China: analysis of 100 case]." Zhonghua Yi Xue Za Zhi 87(24): 1685-1688. - Dewald, G. W., T. Therneau, D. Larson, Y. K. Lee, S. Fink, S. Smoley, et al. (2005). "Relationship of patient survival and chromosome anomalies detected in metaphase and/or interphase cells at diagnosis of myeloma." Blood 106(10): 3553-3558. - Dispenzieri A, L. M., Greipp PR (2009). Multiple Myeloma. Wintrobe’s clinical hematology. F. J. Greer JP, Rodgers GM, Paraskevas F, Glader B, Daniel AA. Philadelphia, USA, Lippincott Williams & Wilkins: 2372- 2420. - Durak, B. A., O. M. Akay, G. Sungar, G. Bademci, V. Aslan, J. Caferler, et al. (2012). "Conventional and molecular cytogenetic analyses in Turkish patients with multiple myeloma." Turk J Haematol 29(2): 135-142. - Fonseca, R., C. S. Debes-Marun, E. B. Picken, G. W. Dewald, S. C. Bryant, J. M. Winkler, et al. (2003). "The recurrent IgH translocations are highly associated with nonhyperdiploid variant multiple myeloma." Blood 102(7): 2562-2567. - Gutierrez, N. C., M. V. Castellanos, M. L. Martin, M. V. Mateos, J. M. Hernandez, M. Fernandez, et al. (2007). "Prognostic and biological implications of genetic abnormalities in multiple myeloma undergoing autologous stem cell transplantation: t(4;14) is the most relevant adverse prognostic factor, whereas RB deletion as a unique abnormality is not associated with adverse prognosis." Leukemia 21(1): 143-150. - Jung, H. A., M. A. Jang, K. Kim and S. H. Kim (2018). "Clinical Utility of a Diagnostic Approach to Detect Genetic Abnormalities in Multiple Myeloma: A Single Institution Experience." Ann Lab Med 38(3): 196-203. - Kyle, R. A. (1975). "Multiple myeloma: review of 869 cases." Mayo Clin Proc 50(1): 29-40. Kyle, R. A. and J. P. Garton (1987). "The spectrum of IgM monoclonal gammopathy in 430 cases." Mayo Clin Proc 62(8): 719-731. - Kyle, R. A., M. A. Gertz, T. E. Witzig, J. A. Lust, M. Q. Lacy, A. Dispenzieri, et al. (2003). "Review of 1027 patients with newly diagnosed multiple myeloma." Mayo Clin Proc 78(1): 21-33. - Kyle, R. A. and S. V. Rajkumar (2007). "Epidemiology of the plasma-cell disorders." Best Pract Res Clin Haematol 20(4): 637-664. - Marshall A. Lichtman, T. J. K., Uri Seligsohn, Kenneth Kaushansky, Josef T. Prchal (2010). Myeloma. Williams Hematology. USA. - Neben, K., A. Jauch, U. Bertsch, C. Heiss, T. Hielscher, A. Seckinger, et al. (2010). "Combining information regarding chromosomal aberrations t(4;14) and del(17p13) with the
101
International Staging System classification allows stratification of myeloma patients undergoing autologous stem cell transplantation." Haematologica 95(7): 1150-1157. - Reece, D., K. W. Song, T. Fu, B. Roland, H. Chang, D. E. Horsman, et al. (2009). "Influence of cytogenetics in patients with relapsed or refractory multiple myeloma treated with lenalidomide plus dexamethasone: adverse effect of deletion 17p13." Blood 114(3): 522-525. - Ross, F. M., A. H. Ibrahim, A. Vilain-Holmes, M. O. Winfield, L. Chiecchio, R. K. Protheroe, et al. (2005). "Age has a profound effect on the incidence and significance of chromosome abnormalities in myeloma." Leukemia 19(9): 1634-1642. - Sonneveld, P., H. Avet-Loiseau, S. Lonial, S. Usmani, D. Siegel, K. C. Anderson, et al. (2016). "Treatment of multiple myeloma with high-risk cytogenetics: a consensus of the International Myeloma Working Group." Blood 127(24): 2955-2962. - Tricot G, F. A. (2005). Multiple Myeloma and other plasma cell disorders. Hematology Basic Principles and Practice. B. J. E. Hoffman R, Shattil SJ, Furie B, Cohen HJ, Silberstein LE, Mcglave P. Philadelphia, USA, Elsevier Churchill Livingstone: 1501- 1535. - Yuregir, O. O., F. I. Sahin, Z. Yilmaz, E. Kizilkilic, S. Karakus and H. Ozdogu (2009). "Fluorescent in situ hybridization studies in multiple myeloma." Hematology 14(2): 90-94. Zojer, N., R. Konigsberg, J. Ackermann, E. Fritz, S. Dallinger, E. Kromer, et al. (2000). "Deletion of 13q14 remains an independent adverse prognostic variable in multiple myeloma despite its frequent detection by interphase fluorescence in situ hybridization." Blood 95(6): 1925-1930.
102
SS-027
REKTUM KANSERI İLE BİRLİKTE GUİLLAİN BARRE SENDROMU; ÇOK NADİR BİR VAKA
Murat Bülent KÜÇÜKAY1, Recep ALANLI2
1Lokman Hekim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Ankara. 2 Lokman Hekim Üniversitesi, Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Ankara. ÖZET
Vakamızda rektum kanseri ile birlikte görülen ve tedavi sonrası iyileşen bir Guillain Barre Sendromu (GBS) olgusunu sunmaktayız. Bu vaka; metastatik olmayan ve kemoterapi almayan kolon (rektum) kanserlerinde bildirilmiş ilk GBS vakasıdır. Anahtar Kelimeler: Guillain Barre Sendromu, Rektum kanseri, Hipoestezi, Kas güçsüzlüğü, Poliradikülopati
ABSTRACT
Guillain-Barre Syndrome In Rectum Cancer; A Rare Case
A case of Guillain-Barre syndrome (GBS) in rectum cancer is being reported. No other cause of GBS, rather than rectum cancer, could be documented. GBS improved after medical treatment. To our knowledge, this is the first reported case of GBS in rectum cancer, without metastases and who did not have any prior history of treatment with chemotherapeutics. Keywords: Guillain-Barre syndrome, rectum cancer, hypoesthesia, muscle weakness, polyradiculopathy
GİRİŞ
Guillain Barre Sendromu (GBS) bir akut paralitik nöropati tipidir. GBS, ciddi akut paralitik
nöropatinin en sık nedenidir. GBS'de periferik sinir sistemi etkilenir. İnsidansı yıllık 0,8-
1,9/100,000 kadardır (Esposito 2017). Genellikle solunum ya da gastrointestinal sistem
kaynaklı bakteriyel veya virüs enfeksiyonlarının tetiklediği bir otoimmünite nedeniyle gelişir
(Vigliani 2004). Enfeksiyon seyri sırasında gelişen antikorların periferal sinir sistemindeki
epitoplara bağlanması sonrasında geliştiği tahmin edilmektedir (Esposito 2017). Daha nadir
olarak aşı sonrası, cerrahiler ve travmalar sonrası da gelişebilir. Ayrıca bazı kanser türleri ile
de ilişkili olduğu (akciğer, böbrek, ösofagus, larinks kanserleri ve lenfoma) bildirilmiştir
(Toothaker 2009). GBS geliştiği bildirilmiş neoplazi vakalarının metastazların eşlik ettiği
neoplazi vakaları olduğu ve birçoğunun da kemoterapi uygulaması sonrasında gelişmiş
olduğu bildirilmiştir ( Christodoulou 2004).
GBS tanısı için gerekli dört kriter vardır (Esposito 2017). Güçsüzlük; daha çok alt
esktremiteden başlar ve asendan ilerler. Tutulan kas gruplarında simetri olması, derin tendon
103
reflekslerinde (DTR) azalma ve diğer olası nedenlerin dışlanması tanı için gereken dört şarttır.
Tanıya yardımcı testler de vardır. BOS incelemesinde protein yüksekliğine rağmen, çok az
sayıda hücre olması (albuminositolojik disosiasyon) saptanır (Chongkai 2019).
Elektrofizyolojik incelemede; GBS'ye özgün bulgular; uzun latanslı, düşük persistanslı ya da
kaydedilemeyen F yanıtlarıdır. Bu bulgu sinir kökleri ya da pleksuslar gibi proksimal sinir
segmentlerindeki demiyelinizasyonu yansıtır. Motor iletim incelemelerinde sinir iletim hızları
belirgin derecede ve multifokal nitelikte bir yavaşlama gösterir (Esposito 2017). Hastalık %3-
7 oranında ölümcül seyreder. GBS'nin %80'i kendiliğinden iyileşir. Tedavi; destek ve
modifiye edici tedavi olarak iki gruba ayrılır. Solunum ve beslenme desteği, elektrolit
bozuklukların düzeltilmesi, ritim problemlerinin kontrol edilmesi, fizik tedavi verilmesi ve ağrı
kesici tedaviler destekleyici tedavileridir. Plazmaferez ve intravenöz immünglobulin (IVIG) ise
modifiye edici tedavilerdir (Esposito 2017).
OLGU SUNUMU
69 yaşında bayan hasta 1 aydır olan aralıklı rektal kanama ile ani başlayan güç kaybı,
yürürken sendeleme, destekle yürüme gibi şikayetlerle hastanemiz dahiliye polikliniğine
başvurdu. Hastanın uyuşma, karıncalanma ve güçsüzlük hissi, her iki omuz ve kalça
kuşağından başlayıp kol ve bacaklara doğru ilerliyordu. Hastanın başvurmadan önce üst
solunum yolu enfeksiyonu, travma veya yeni yapılmış bir aşı öyküsü yoktu. Hastanın
özgeçmişinde DM, HT, 3 yıl önce sol kalça protezi öyküsü mevcuttu. Hasta; nebivolol 1x5 mg,
metformin 2x1000 mg ve paroksetin 1x10 mg kullanmakta idi. Fizik muayenede; her iki üst
ekstremite proksimalinde 0-1/5 distalinde 1-2/5; her iki alt ekstremite proksimalinde 0-1/5,
distalde 1-2/5 kas güçü mevcut ve DTR'ler global olarak hipoaktif bulundu. Üst ve alt
ekstremitelerde hipoeztezi mevcuttu. Babinski bilateral lakayt saptandı. Hastaya gelişte
bakılan tetkiklerinde; glikoz 183 mg/dl, hemoglobin A1c: %7,5, vitamin B12: 266 pg/ml ve
TSH 1,5 µu/ml olarak saptandı. Diğer test sonuçlarında anormal bir değer saptanmadı. Rektal
kanama etyolojisinin saptanması için yapılan kolonoskopide rektum distalinde anal kanala
yaklaşık 2 cm uzaklıkta, geniş, kenarları düzensiz, ortası deprese kitle izlendi, histopatolojik
inceleme için biyopsiler alındı. Rektumdan alınan patoloji sonucunda adenokarsinom
saptandı. Ani olan güç kaybı etyoloji için yapılan tetkiklerde Lomber MRG'de; L4-5 ve L5-S1
disklerine bakan end platelerde tip 2 dejenerasyon dışında patoloji saptanmadı. EMG' de alt
esktremite sinirlerinde multifokal iletim hızı yavaşlaması saptanmış ve akut poliradikülopati?
(Guillain Barre sendromu?) düşünülmüştür. Hastaya yapılan lomber ponksiyon sonucu da
Guillain Barre sendromu ile uyumlu saptandı (albuminositolojik disosiasyon). Hastaya GBS
tanısı konuldu. Hastaya plazmaferez tedavisi uygulandı ancak klinik yeterli yanı alınamayınca
IVIG tedavisi verildi ve klinik yanıt alındı. Iki hafta sonraki kontrolde hastanın şikayetleri
belirgin şeklinde azalmıştı. Fizik tedavi programları ile kas gücü iyileştirilmeye çalışıldı.
104
Eş zamanlı metastaz varlığı saptamak için yapılan batın ve toraks bilgisayarlı tomografisinde
metastaz saptanmadı ve abdomen BT'de rektum distalinde en kalın yerinde yaklaşık 9.5
mm'ye ulaşan düzensiz sınırlı diffüz duvar kalınlaşması saptandı. Hasta genel cerrahi
tarafından opere edildi. Operasyon sırasında rezeke edilen kolon materyalinde metastaz
saptanmadı. GBS ile ilgili şikâyetleri tamamen düzeldi.
TARTIŞMA
Kanser hastalarında görülen nöropatiler, neoplastik hücrelerin kök ve sinire direkt invazyonu
veya kompresyonuna, paraneoplastik otoimün sürece, immünsupresiflerin,
kemoterapötiklerin ve radyasyon tedavisinin yan etkilerine, metabolik ve nutrisyonel
bozukluklara bağlı olarak gelişebilir (Toothaker 2009). Bahsedilen mekanizmalar ile oluşan
sinir tutulumları kanserli hastalarda sık olmakla birlikte saf demyelinizan nöropati nadir
olarak görülür (Toothaker 2009). Lenfomalar (Grigg 1998) ve solid tümörlerin GBS'ye neden
olduğu bildirilmiştir (Zilli 2010). Kemoterapi sonrasında da GBS geliştiği bildirilmiştir (Thapa
2018). İtalya'da 435 GBS hastası ile yapılan bir çalışmada takip sırasında, 9 hastada kanser
saptanmıştır. Akciğer, böbrek, özefagus, vokal kord kanseri ve lenfoma gelişmiş ancak hiç
kolon kanseri saptanmamıştır. Bu sonuca göre GBS’de kanser görülme riskinin arttığı
saptanmıştır (Vigliani 2004).
GBS bildirimi yapılan çoğu kanser vakasında metastaz vardır. Bu hastaların çoğu kemoterapi
alırken GBS gelişmiştir (Christodoulou 2004, Toothaker 2009, Thapa 2018). Dolayısıyla
GBS'nin kanserin etkisi (paraneoplastik sendrom, sinir invazyonu vs.) mi yoksa
kemoterapatiklerin etkisiyle mi geliştiğinin ayrımını yapmak zor olmaktadır. Güncan S.'nin
bildirdiği bir olguda GBS saptanan hastanın incelemelerinde eş zamanlı metastatik mide
karsinomu olduğu saptanmıştır. GBS'nin paraneoplastik sendroma bağlı olduğu
düşünülmüştür (Toothaker 2009). Akut lenfositer lenfomalı 32 yaşında bayan bir hasta
vinkristin tedavisi almakta iken GBS gelişmiş. Yapılan incelemelerde GBS'nin kemoterapiden
ziyade ALL'ye bağlı olabileceği düşünülmüştür (Grigg 1998)
Kolon kanserinde GBS gelişmesi ile ilgili literatürde az sayıda bildirim vardır. Yunanistan'dan
bildirilen bir olgu sunumunda; 53 yaşında metatstatik kolon kanseri nedeniyle oksaplatin ve
5- florourasil tedavisi alan bir erkek hastada GBS geliştiği bildirilmiştir (Christodoulou 2004).
Kolon kanserli başka bir olguda; 73 yaşında bayan pembrolizumab tedavisi almakta iken GBS
saptanmıştır (Chongkai 2019). Vatandoust ve arkadaşlarının bildirdiği iki kolon kanseri
olgusunda da GBS gelişmiştir (Vatandoust 2012). Tüm bu vakalarda metastaz mevcuttu ve
hastalar GBS geliştiği sırada kemoterapi almakta idiler. Bildirilen bu vakada hem metastaz
saptanamadı, hem de kemoterapi almadığı halde GBS gelişmişti. GBS’ye neden olabilecek
primer kanser dışında herhangi bir etyolojik neden saptanamadı.
105
Netice itibari ile bu vaka; metastatik olmayan ve kemoterapi verilmeyen rektum kanseri
olgusunda gelişen ilk GBS vakası olarak değerlendirilmiştir. Daha önce benzer bir vaka
bildirilmemiştir. GBS saptanan hastalarda, etyolojide kanser (özellikle de rektum kanseri)
olasılığı göz önüne alınmalıdır.
Teşekkür: Yazarlar bu olgu sunumunun hazırlanmasındaki katkılarından ötürü nöroloji
uzmanı Dr. Şerafetin SEVİL'e teşekkürlerini sunarlar.
KAYNAKLAR
Chongkai W, Jaideep S, Marwan F. (2019). Complete response to pembrolizumab in a patient with metastatic colon cancer with microsatellite instability and a history of Guillain-Barre syndrome. J Gastrointest Oncol. 10(1):161–5
Christodoulou C, Anastasopoulos D, Visvikis A, Mellou S, Detsi I, Tsiakalos G. et al. (2004). Guillain-Barre syndrome in a patient with metastatic colon cancer receiving oxaliplatin-based chemotherapy. Anti-Cancer Drugs. 15(10):997–9.
Esposito S, Longo MR. (2019). Guillain-Barre syndrome. Autoimmun Rev. 16(1):96-101.
Grigg A, Tait B, Davis S, Kiers L. (1998). Association of acute inflammatory demyelinating polyneuropathy with acute lymphoblastic leukaemia and HLA-A11. Journal of Clinical Neuroscience. 5(2):169–71
Thapa B, Khalid S, Vakili R, Ui J, Misbah S. (2018). Nivolumab-Associated Guillain–Barre Syndrome in a Patient With Non–Small-Cell Lung Cancer. American Journal of Therapeutics. 25(6):e761–3.
Toothaker TB, Rubin M. (2009). Paraneoplastic Neurological Syndromes. The Neurologist 15(1):21–33.
Vatandoust S, Joshi R, Price TJ. (2012). Guillain-Barre syndrome in colorectal cancer. Asia Pac J Clin Oncol. 8(2):205-8.
Vigliani MC, Magistrello M, Polo P, Mutani R, Chio A. (2004). Risk of cancer in patients with Guillain-Barre syndrome (GBS). Journal of Neurology. 251(3): 321–6.
Zilli T, Allal AS. (2010). Guillain-Barre syndrome as an atypical manifestation of an esophageal carcinoma. Neurological Sciences. 32(1):151–3.
106
SS-028
ÇOCUKLUK ÇAĞI VASKÜLİTLERİ AYIRICI TANISINDA AKUT İNFANTİL HEMORAJİK ÖDEM
Serap KARAMAN, Kamuran KARAMAN
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Van
Akut infantil hemorajik ödem (AiHÖ), iki yaş altındaki çocuklarda izlenen ateş, subkutan
inflamatuvar ödem ve simetrik ekimotik purpura ile karakterize iyi seyirli bir hastalıktır.
Histopatolojik olarak lökositoklastik vaskülit özellikleri nedeniyle Henoch-Schönlein
purpurasının klinik varyantı olarak kabul edenler vardır. Birinci olgumuz On iki aylık erkek
hasta yanaklarında, ayaklarında ve bacaklarında oluşan mor lekeler ve şişlikle çocuk
polikliniğimize başvurdu. Muayenesinde Bilateral malar bölgede, alt ekstremitelerde simetrik
dağılım gösteren 0,5-4 cm arasında değişen oval-yuvarlak ekimotik purpurik hedef benzeri
lezyonlar, ayak dorsalinde ödem izlendi. Diğer sistem muayeneleri normaldi. İkinci olgumuz
yanaklarında ve her iki alt ekstremitesinde şişlik ve morarma şikayetiyle başvuran bir aylık
erkek çocuğun hikayesinden bir hafta önce yüksek ateş ve iki gün önce de ilk olarak
kulaklarında kızarıklık ve şişlik ortaya çıktığı, bir gün sonra her iki alt ekstremitesinde şişlik ve
morluk fark edildiği öğrenildi. Fizik muayenesinde vücut sıcaklığı 36.5oC, kan basıncı 100/60
mmHg, solunum sayısı 36/dk, kalp tepe atımı 108/dk olup her iki alt ekstremitede, yanakta
değişik boyutlarda ekimotik lezyonlar ve ödem saptandı. Diğer sistem muayeneleri normaldi.
Üçüncü olgumuz 11 aylık erkek hasta, iki gündür her iki kulak kepçesinde daha belirgin olmak
üzere sağ yanağı, sağ dirseği, sağ el sırtı ve her iki kalçasında morarma şikayeti ile getirildi.
Olguların Eritrosit sedimantasyon hızı sırasıyla 22-18-32 mm/saat arasında, CRP değerleri
sırasıyla 3-3-5 mg/ dl, kan biyokimyası, idrar analizi, protrombin zamanı (PT), aktive parsiyel
tromboplastin zamanı (aPTT) ve fibrinojen normaldi. Viral serolojik tetkikler negatif saptandı.
Meningokoksemi, purpura fulminans ve AİHÖ tanıları düşünülen olgularda ayırıcı tanıya
yönelik yapılan kan, idrar kültürleri negatif bulundu. Klinik ve genel durumunun iyiye
gitmesiyle meningokoksemi tanısından; aPTT, PT ve fibrinojen değerlerinin normal olması,
trombositopeninin olmaması nedeniyle purpura fulminans tanısından uzaklaşıldı.. Burada
purpurik döküntülerle kanama diatezi ve çocukluk çağı vaskülitik sendromları öntanılarıyla
tarafımıza yönlendirilen ve AİHÖ tanısı alan üç olgumuzu sunmak istedik.
Anahtar Kelimeler: akut hemorajik ödem, çocukluk çağı, lökositoklastik vaskülit, infant,
purpura
107
Resim 1
Her iki alt ekstremitede değişik boyutlarda ekimotik lezyonlar
Resim 2
Yanaklarda purpurik ve değişik boyutlarda ekimotik lezyonlar
108
SS-029 KRONİK ÜRTİKERLİ ÇOCUK VE ERGENLERDE D VİTAMİNİ DÜZEYİNİN HASTALIK ŞİDDETİ
ÜZERİNDEKİ ROLÜ
Selma TUNÇ
Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Diyarbakır
Altı hafta yada daha uzun süren ürtiker tablosu kronik ürtiker olarak adlandırılır. Çocuk ve
ergenlerde kronik ürtiker sıklığı %1,8 kadardır. Erişkinlerin aksine çocuk ve ergenlerde kronik
ürtiker ile D vitamini ilişkisine dair sınırlı veri mevcuttur.
Bu çalışmanın amacı, serum D vitamini düzeyi ve kronik ürtikerin klinik şiddeti arasındaki
ilişkiyi araştırmaktır. Çalışmaya Mart 2019-Mart 2020 tarihleri arasında Diyarbakır Çocuk
Hastalıkları Hastanesi çocuk alerji polikliniğine başvuran kronik ürtiker tanısı alan 3-18 yaş
arası 75 olgu (K/E: 43/32) dahil edildi. Tüm hastalara 25 OH vitamin D düzeyi bakıldı.
Hastalığın şiddetinin değerlendirilmesi için 7 günlük Ürtiker Aktivite Skorlaması (ÜAS7)
kullanıldı. Bu skorlamaya göre hastalar hafif, orta ve şiddetli ürtiker olarak sınıflandırıldı.
Kronik ürtikerli hastaların ortanca ürtiker süresi 12 ay (3-84 ay) idi. Ortalama 25 OH vitamin D
düzeyi 12,85 ± 5,97 ng/ml idi. 25 olguda (%49) kritik derecede D vitamini eksikliği (<10
ng/ml), 22 olguda (%39) D vitamini eksikliği (10-14,9 ng/ml), 19 olguda (%10) D vitamini
yetersizliği (15-19,9 ng/ml) saptandı. Sadece 9 olguda (%2) D vitamini düzeyi yeterliydi (>20
ng/dl).
Ortalama 25 OH vitamin D düzeyi hafif ürtiker (n= 17) grubunda 19,88 ± 3,87 ng/ml, orta
derecede ürtiker (n= 33) grubunda 14,16± 3,52 ng/ml ve şiddetli derecede ürtiker grubunda
(n=25) 6,3 5 ± 1,45 ng/ml idi. Hastalığın şiddeti ve 25 OH vitamin D düzeyi arasında yapılan
karşılaştırmada kuvvetli negatif korelasyon saptandı. D vitamini düzeyi azaldıkça hastalık
şiddetinin arttığı saptandı (r: -0.856, p <0,001).
Bu çalışmada kronik ürtikerli hastalarda D vitamini düzeyinin, kritik derecede düşük olduğu
ve D vitamini düzeyi ile hastalığın şiddeti arasında ters bir ilişkisi olduğu gösterildi.
Hastalığının aktivitesini ve klinik seyrini tahmin etmek için D vitamininin yardımcı bir belirteç
olarak kullanılabileceği düşünülmekle birlikte ek büyük ölçekli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Ayrıca tedaviye dirençli kronik ürtikerde hastaların semptomlarını iyileştirmek ve mevcut
ürtiker tedavisine fayda sağlamak amacıyla ek tedavi olarak D vitamininin kullanılabileceği
düşünülebilir.
Anahtar Kelimeler: Kronik ürtiker, D Vitamini, Çocuk ve Ergen, Ürtiker Aktivite Skorlaması,
Hastalık şiddeti
109
SS-030
SİGARA KULLANANLARDA UYKU KALİTESİ, GÜNDÜZ UYKULULUĞU, DEPRESYON VE
ANKSİYETE DÜZEYLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Betül ŞAHİN DEVECİ, Selma PEKGÖR, Mehmet Ali ERYILMAZ
Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Konya Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi, Aile Hekimliği
Kliniği, Konya
Amaç: En yaygın kullanılan bağımlılık yapıcı madde olan sigara, önlenebilir hastalık ve ölüm
sebepleri arasında ilk sıradadır. Sigara kullanımı, en büyük halk sağlığı tehditlerinden birisidir
ve yüksek mortalite oranlarıyla ilişkilidir. Pek çok kronik hastalığın yanı sıra uyku bozuklukları,
anksiyete ve depresyon ile de ilgili olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada sigara içen ve hiç
içmemiş olan bireylerde uyku kalitesi, gündüz uykululuğu, depresyon ve anksiyete düzeyinin
karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Gereç-Yöntem: Araştırma eğitim araştırma hastanesi aile hekimliği polikliniğine ve hastaneye
bağlı aile sağlığı merkezine başvuran, çalışmaya katılmayı kabul eden 473 kişiyle yapıldı.
Çalışmaya dahil edilen tüm hastalara sosyodemografik bilgi formu, Pittsburgh Uyku Kalite
İndeksi, Epworth Uykululuk Ölçeği, Beck Depresyon Ölçeği ve Beck Anksiyete Ölçeği
doldurtuldu. Sigara içen kişilere Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi uygulandı.
Bulgular: Katılımcıların %37,6’sı (n=178) kadın, %62,4’ü (n=295) erkekti. Katılımcıların yaş
ortancası 31 (20-64) bulundu. Sigara içen gruba uygulanan FNBT puanlarına göre
katılımcıların %15,8’i (n=39) çok az, %15,8’i (n=39) az, %13,4’ü (n=33) orta, %28,7’si (n=71)
yüksek, %26,3’ü (n=65) çok yüksek düzeyde nikotin bağımlılığına sahipti. Sigara içen grubun
eğitim düzeyi (p<0,001) ve aylık geliri (p<0,001) sigara içmeyen gruba göre daha düşüktü.
Sigara içenlerde anksiyete (p<0,001) ve depresyon (p<0,001) düzeyleri daha yüksek, uyku
kaliteleri daha kötü (p<0,001), gündüz uykululukları daha fazla (p=0,006) bulundu. Sigara içen
katılımcıların bağımlılık düzeylerini gösteren FNBT puanları ile BAÖ (p<0,001), BDÖ (p=0,004)
ve PUKİ (p<0,001) puanları pozitif yönde korelasyon gösterdi. Kadınların anksiyete düzeyi
erkeklere göre daha yüksekti (p=0,026). Eğitim düzeyi arttıkça anksiyete (p=0,026) ve
depresyon (p=0,006) düzeyinin azaldığı görüldü. Sigara içme düzeyi (paket/yıl) ile anksiyete
düzeyi (p=0,008), anksiyete düzeyleri ile de depresyon düzeyi pozitif yönde korelasyon
gösterdi. Kötü uyku kalitesi; nikotin bağımlılığı (p<0,001) ve gündüz uykululuğu düzeyleriyle
(p<0,001) pozitif yönde korelasyon gösterdi.
Sonuç: Sigara içen kişilerde anksiyete, depresyon ve gündüz uykululuğu seviyeleri daha
yüksek, uyku kalitesi daha kötüdür. Nikotin bağımlılığı arttıkça anksiyete ve depresyon
seviyesi artar, uyku kalitesi olumsuz etkilenir.
Anahtar Kelimeler: Sigara, uyku kalitesi, gündüz uykululuğu, anksiyete, depresyon
110
SS-031 İNFERTİL HASTALARDA TAMAMLAYICI ALTERNATİF TIP TEDAVİLERİNİN PREVALANSI
Arzu YURCİ
Memorial Kayseri Hastanesi, Tüp Bebek Ünitesi, Kayseri
Amaç: Son yıllarda tamamlayıcı alternatif tıp tedavilerinin(TAT) uygulamaları Batı ülkelerinde
olduğu gibi ülkemizdede giderek yaygınlaşmaktadır.İnfertil hasta grubu içindede gebelık
şansını arttırmak için TAT uygulamalarının yaygınlığı artmaktadır. Bu çalışmamızdaki
amacımız TAT ‘ın infertil hastalar arasındaki yaygınlığını ve özelliklerini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmamız Kayseri Memorial Tüp Bebek Merkezine tedavi olmak için
başvuran hastalar arasında yapılmıştır. İnfertilite tanısı konmuş ve tedavi olmak için başvuran
toplam 360 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Bu çiftlerin arasında TAT prevalansı ve
modalitesi araştırıldı.
Bulgular: Toplam 360 hasta(180çift) arasında %28(n:100)uygulandığı belirlendi. İnfertil
çiftlerden en az bir tanesinin TAT deneyiminin %48 olduğu saptandı. Daha önce tedavi olup
başarılı olmamış hasta grupları arasında TAT uygulamalarına daha yatkın olduklarını
değerlendirdik.(p:0,01)
Sonuç: TAT uygulamaları infertil hasta grubunda yaygın olarak tercih edilmektedir. Bu
çiftlerin bir kısmı konvansiyonel infertilite tedavilerine başlamadan önce, bir kısmı tedavi
sırasında yada başarısız tedaviler sonrasında TAT uygulamalarına başvurmaktadırlar. TAT
yöntemlerine başvuran kadınlar arasında (her yaş grubunda )daha çok tercih edildiği
gözlemlenmiştir. Birçok vitamin, mineral, besin desteği, bitkisel ürünler tercih edilmektedir..
Bitkisel ürünler içinde en çok soğan suyu, ısırgan otu, çörek otu, keçiboynuzu gibi ürünleri
tükettiklerini bildirmişlerdir.
Anahtar Kelimeler: İnfertilite, Tamamlayıcı, Alternatif, Tıp, Prevalans
111
SS-032
AİLE HEKİMLİĞİ POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN KADINLARIN GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP
UYGULAMALARINI KULLANMA DURUMLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Nurcan AKBAŞ GÜNEŞ
Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı, Bolu
Amaç: Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GETAT) ülkemizde tedavi, koruma ya da kültürel amaçlı
bireylerin kullandığı, 2014 yılında yönetmelikle belirlenen 15 uygulamadan oluşmaktadır.
GETAT uygulamaları bireylerin yaş, kronik hastalık gibi ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir.
Aile hekimliği polikliniğine başvuran 15-49 yaş arası kadınlarda geleneksel ve tamamlayıcı tıp
uygulamalarını kullanma durumlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Yöntem: Aile hekimliği polikliniğine Mart 2019- Haziran 2019 tarihleri arasında başvuran 542
(beşyüz kırk iki) kadın çalışmaya dahil edilmiştir. Anket formu ilgili literatür taranarak 15
sorudan oluşturulmuştur.
Bulgular: Çalışmamızda yer alan katılımcıların yaş aralığı 36.16±9.53 (15-49) idi. Katılımcıların
%77.9 (n=422)’ u evli, %22.1 (n=120)’i ise bekardı. Eğitim düzeyleri değerlendirildiğinde %3’
ünün okuma yazması yoktu, %38’i ilköğretim, %32.8’i lise, %28’i üniversite mezunuydu.
Kadınların %68.6’sı ev hanımı iken, %31.4’ü çalışmaktaydı. Katılımcıların %84’ü GETAT
uygulamalarını duyduğunu, %16’sı ise duymadığını belirtti. Katılımcıların %32.1 ile en sık
kullandığı yöntemin fitoterapi olduğu, onu %9.6 ile akupunktur ve %6.6 ile hacamat/sülük
takip etmekteydi. GETAT uygulamalarından katılımcıların %40.2’sinin fayda gördüğü,
%52,4’ünün ise fayda görmediği belirtildi. Hekimiyle bu bilgiyi paylaşıp paylaşmadığı
sorulduğunda %71.2’si hayır cevabını verdi. Eğitim düzeyleri ile hekimiyle paylaşım
değerlendirildiğinde istatistiksel açıdan anlamlı ilişki bulunamadı (p=0.064). Ayrıca eğitim
düzeyleri ile GETAT uygulaması kullanıp kullanmadığı değerlendirildiğinde istatistiksel olarak
anlamlı ilişki tespit edilemedi (p=0.284). Ayrıca en az bir ek hastalığı olan katılımcılarda
GETAT kullanım oranlarının daha yüksek olduğu tespit edildi.
Sonuç: Yaptığımız çalışma ile kadınların farklı GETAT uygulamaları kullandıklarını tespit etmiş
olduk. Dikkat çeken ise bunu hekimleri ile paylaşmadıkları sonucuna ulaştık.
Anahtar Kelimeler: GETAT, tamamlayıcı tıp, geleneksek tıp, kadın, fitoterapi, akupunktur
112
SS-033
PEDİATRİK YAŞ GRUBUNDA KONJONKTİVİT BENZERİ KLİNİK OLGULAR
Ersan ÇETİNKAYA, Mustafa KALAYCI
SBÜ Antalya Eğitim Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Antalya
Amaç: Çalışmamızda çocukluk döneminde göz enfeksiyonlarında ayırıcı tanının önemini
vurgulamak ve bu hastalıklara dikkat çekmek amaçlanmaktadır.
Yöntem: Çalışmamıza Ocak 2018 ve Ağustos 2020 tarihleri arasında ki konjoktivit benzeri
tablo ile takip edilen 172 pediatrik hasta dahil edildi.
Bulgular: 172 hastanın 88’i erkek (%51), 84’ü kadın (%49) idi. Ortalama yaş 8,2 ± 6,24 yıl.
16 olguda Konjenital nazolakrimal kanal tıkanıklığı, 3 olguda Herpetik keratit, 2 olguda Üveit,
1 olguda Episiklerit ve 1 olguda Sklerit saptandı.
Sonuç: Çocuklarda klinik olarak konjonktivite benzeyen durumlarda ayrıcı tanı yapılması
unutulmamalıdır. Sık tekrarlayan atak çapaklanma, görme bulanıklığı, ağrı ve tedaviye cevap
vermeyen olgularda göz hastalıkları konsultasyonu önermekteyiz.
Anahtar Kelimeler: çocukluk çağı, görme bulanıklığı, göz hastalıkları, konjoktivit, göz
kızarıklığı
113
SS-034
AİLE SAĞLIĞI MERKEZİNE BAŞVURAN KADINLARIN GEBELİK SIRASINDA BİTKİSEL ÜRÜN
KULLANIMI, TUTUM VE DAVRANIŞLARININ ARAŞTIRILMASI
Mehmet BAYKAL
Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Aile Hekimliği Kliniği, İstanbul
Amaç: Gebelik fizyolojik ve psikolojik açıdan birçok değişime yol açan bir süreçtir.Bu süreçte
oluşan rahatsızlıklara karşı ilaç kullanımı ilacın fetüs üzerine olası olumsuz etkiler nedeniyle
kısıtlı olmaktadır. Bu yüzden gebelik sırasında bitkisel ürünler doğal ve zararsız olabileceği
düşünülerek bilinçli yada birçok kez bilinçsiz olarak mevcut ilaçlar yerine tercih
edilebilmektedir. Çalışmamızda aile sağlığı merkezine başvuran kadınlarda bitkisel ürünlerin
kullanımı hakkında tutum ve davranış düzeylerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç-Yöntem: Bağcılar 8 Nolu Aile Sağlığı Merkezine Başvuran 18- 48 yaş arasındaki gebeliği
devam eden yada doğum yapmış 147 kadın çalışmaya dahil edilmiştir. Kişiler ile yüz yüze
yapılan görüşmede önce bilgilendirilmiş gönüllü olur formu alınmış, ardından katılımcıların
sosyo-demografik bilgilerini ve bitkisel ürün kullanım ve tutumlarına ilişkin anket formlarını
doldurmaları sağlanmıştır.
Bulgular: Katılımcıların%63,9’unun gebelik sürecinde rahatsızlık ve şikayetleri gidermek için
bitkisel ürün kullanımı olduğu tespit edilmiştir. Bitkisel ürünleri kullanan kişilerin %82,9’u
şişkinlik, kabızlık, bulantısı gibi GİS şikayetleri için,%42,5’i uykuya yardımcı,sedasyon
amaçlı,%31,9’u ise soğuk algınlığı semptomlarını önlemek amaçıyla bitkisel ürün kullandığını
belirtmektedir. itkisel ürünler arasında sıklık sırasına göre yeşilçay, adaçayı, tarçın, çörek otu,
hodan aleo vera, hünnap kullanıldığı saptanmıştır.Katılımcılar bu yöntemleri % 61,7 oranında
internet araştırması,sosyal medya aracılığı ile%31,9 oranında arkadaş tavsiye ile %13,8
oranında ise doktor tarafından bilgi edinerek kullandıklarını belirtmişlerdir.Bitkisel ürünleri
kullanan kişilerin eğitim düzeyine göre dağılım açısından istatistiksel anlamlı farklılık tespit
edilmiştir(Fisher'sE p<0,05).Eğitim düzeyi üniversite ve üzeri olan hastalarda bitkisel ürün
kullanım oranı daha az olarak belirlenmiştir.Bitkisel ürünleri kullanan kişilerde bu durumu
doktoruna bildirim oran sadece % 8,51 olarak saptanmıştır.Bitkisel ürünlerin%93,6 oranında
aktarlardan sadece %6,4 ‘ünün eczanelerden temin edildiği tespit edilmiştir.
Sonuç: Bu çalışma sonucunda günümüzde gebelik sırasında bitkisel ürünlerin oldukça sıklıkla
kullanılmakta olduğu görülmüştür. Bu yöntemleri kullanan kişilerin internet gibi alanlardan
edindikleri bilgiler sonucunda kullanmaya başladıkları ve doktoruna bu konuda bilgi
vermedikleri görülmektedir. Bitkisel ürünlerin bilinçli kullanılmasını sağlamak, yol
açabilecekleri istenmeyen etkileri önlemek için toplumda bilgi düzeyinin arttırılmasına
yönelik çalışalar yürütülmesi gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler: Gebelik, bitkisel ürün, aile hekimliği, tedavi, istenmeyen etki
114
SS-035
KAHTA DEVLET HASTANESİ PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNDE TAKİP EDİLEN PSİKİYATRİ
HASTALARININ BİRİNCİ BASAMAK UYGULAMALARINI KULLANMA DURUMLARININ
İNCELENMESİ
Mehmet Hamdi Örüm
Kahta Devlet Hastanesi, Psikiyatri, Adıyaman, Türkiye
Giriş: Dünyada ve ülkemizde psikiyatrik bakım, giderek daha fazla toplum temelli olmakta ve
birinci basamakla bütünleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız nüfusunun
çoğunluğu kırsal kesimde yaşayan Adıyaman’ın Kahta ilçesindeki psikiyatri hastalarının
tanı,tedavi ve takip süreçlerinde aile sağlığı merkezlerinin rolünü ve hastaların bu konudaki
algılarını incelemektir.
Yöntem: Çalışma kesitsel özellikte olup,Haziran 2019-Haziran 2020 tarihleri arasında
gerçekleştirilmiştir. Olguların tamamı Kahta Devlet Hastanesi psikiyatri polikliniğine
başvurmuş 18 yaşını doldurmuş hastalardan oluşturulmuştur. Görüşmelerin tamamı aynı kişi
tarafından gerçekleştirilmiştir (MHÖ). Tanılar DSM-5’e göre konulmuştur.
Bulgular: Çalışmaya 154 hasta (82 kadın, 72 erkek) dâhil edilmiştir. Ortalama yaş kadınlarda
29,12±9,88 yıl, erkeklerde 32.35±8.24 yıldı (p=0,103). Hastaların 34 (%22,07)’ü majör
depresif bozukluk (MDB), 25 (%16,23)’i panik bozukluk (PB), 12 (%7,79)’si obsesif kompülsif
bozukluk (OKB), 49 (%31,81)’u yaygın anksiyete bozukluğu (YAB), 18 (%11,68)’i bipolar
bozukluk (BB), 16 (%10,42)’sı şizofreni tanılıydı. Hastaların 73 (%47,40)’ü şikâyetleri ilk ortaya
çıktığında yerel dini hocalara, 16 (%10,38)’sı aile hekimine, 43 (%27,92)’ü psikiyatri dışı
uzman hekimlere, 22 (%14,30)’si psikiyatriste başvurmuştu. İlk olarak psikiyatri dışı
uzmanlara başvurmuş olanların 28 (%65,11)’i YAB, 15 (%34,89)’i PB tanısı almıştı. BB
hastalarının 15 (%83,33)’i, şizofreni hastalarının 14 (%87,50)’ü ilk olarak yerel dini hocalara
götürülmüştü. Psikiyatriste ilk başvuru öncesinde hastaların 146 (%94,80)’sı damgalanma
korkusu yaşamıştı. İlk başvuru yerleri açısından cinsiyetler benzerdi (p=0,324). Hastaların 106
(%68,83)’sı raporlu psikotropik ilaç kullanıyordu ve bu hastaların 86 (%81,13)’sı ilaçlarını aile
hekiminden yazdırıyordu. Yeni ortaya çıkan fiziksel belirtileri için hastaların 75 (%48,70)’i,
yeni psikiyatrik belirtiler için 36 (%23,37)’sı aile hekimine başvuruyordu. Depot antipsikotik
kullanan 17 hasta vardı ve bu hastaların tamamı enjeksiyonlarını aile sağlığı merkezinde
yaptırıyordu.
Sonuç: Literatürdeki benzer çalışmalar incelendiğinde, bulguların bölgesel anlamda belirgin
farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Özellikle ilk başvuruda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu
Bölgelerinde dini hocaların daha fazla tercih edildiği, psikiyatriste başvurma oranlarının
düşük olduğu görülmektedir. Bu çalışma, Kahta’daki psikiyatri hastalarındaki damgalanma
korkusunu göstermesi açısından önemlidir. Hastaların büyük çoğunluğu tanı aldıktan sonra
aile hekimlerine daha fazla başvurmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Aile sağlığı merkezi, aile hekimi, damgalanma, psikiyatri, stigmatizasyon
115
116
PP-001
KAHTA DEVLET HASTANESİ'NDEKİ PSİKİYATRİ KONSÜLTASYONLARININ İNCELENMESİ
Mehmet Hamdi ÖRÜM
Kahta Devlet Hastanesi, Psikiyatri, Adıyaman, Türkiye
Amaç: Adıyaman’ın Kahta ilçesine ait konsültasyon-liyezon psikiyatri (KLP)’si verileri daha
önce araştırılmamıştır. Biz bu çalışmada acil servis dışındaki bölümlerden yatan ve ayaktan
hastalar için istenilen psikiyatri konsültasyonlarını incelemeyi amaçladık.
Yöntem: Hasta kayıt sistemi aracılığıyla retrospektif olarak 01.06.2019-01.06.2020 tarihleri
arasındaki konsültasyon istemleri incelendi. Yaş, cinsiyet gibi sosyodemografik veriler,
konsültasyon isteminde bulunan bölüm adı, bu bölümlerdeki ana yatış tanısı ve konulan
psikiyatrik tanı elde edildi.
Bulgular: Toplam hasta sayısı 407’ydi. Kadınların yaş ortalaması 50,50±22,96 (yıl), erkeklerin
yaş ortalaması 55,10±24,23 (yıl)’du. İç hastalıklarından 158 (%38,8), kardiyolojiden 59
(%14,5), anesteziyoloji ve reanimasyondan 33 (%8,1) istem yapılmıştı. Yatış yapıldıkları
bölümdeki ana tanıları şöyleydi: Genel durum bozukluğu (%11,3), genel tıbbi muayeneler
(%8,8), ve göğüs sorunları (%8,1). En sık konsültasyon nedenleri anksiyete (%26,0), ajitasyon
(%20,9) ve uykusuzluk (13,5)’tu. Psikiyatrik olarak konulan tanılar şu şekildeydi: Anksiyete
bozukluğu 127 hasta (%31,2), depresif nöbet 80 hasta (%19,7), deliryum 75 hasta (%18,4) ve
panik bozukluk 43 hasta (%10,6). Cinsiyetlere göre konsültasyon istemi nedenleri (p=0,018)
ve psikiyatrik tanılar (p<0,001) açısından anlamlı farklılık vardı. Konsülte edilen hastaların 270
(%66,3, 137 Kadın, 133 Erkek)’i geçmişte en az bir defa psikotropik ilaç kullanmıştı. Hastaların
342 (%84, 173 Kadın, 169 Erkek)’sine konsültasyon sonrası psikotropik ilaç yazıldı.
Konsültasyon istemleri 2020 yılının ilkbahar aylarında en düşük sayıdaydı.
Sonuç: Bu çalışma, Kahta ilçesinin psikiyatrik konsültasyon istem özelliklerinin incelendiği ilk
çalışmadır. Psikiyatri bölümünde yapılacak planlamalara yol göstermesi ve diğer bölge ve
illerle karşılaştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca, COVID-19’un KLP verilerini etkilediğini
göstermesi bakımından da önemlidir.
Anahtar Kelimeler: Ayaktan hasta, fiziksel hastalık, konsültasyon-liyezon psikiyatrisi,
psikiyatri, yatan hasta
117
PP-002
ŞİZOFRENİ VE DİĞER PSİKOTİK BOZUKLUKLARIN TEDAVİSİNDE PALİPERİDON PALMİTAT 3
AYLIK FORMÜLASYONUN YERİ: BİR İLÇE DEVLET HASTANESİ VERİLERİ
Mehmet Hamdi ÖRÜM
Kahta Devlet Hastanesi, Psikiyatri, Adıyaman, Türkiye
Giriş: Oral antipsikotiklere (AP) uyum sorunları, psikotik bozukluğu olan hastalarda sık
karşılaşılan zorluklardandır. Uyum sorunlarını çözmek için uzun etkili enjekte edilebilir
AP'lerin kullanılması önerilmektedir. Bu çalışmada, günümüzde kullanılan en uzun etkili depo
AP olan paliperidon palmitat 3 aylık formülasyonu (PP3A) kullanan hastaları incelemeyi
amaçladık.
Yöntem: Bu retrospektif kohort çalışmasında, PP3A ile tedavi edilen şizofreni ve şizoaffektif
bozukluk tanılı hastaları inceledik. Tüm veriler hastane kayıt sisteminden elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya 21 hasta (8 kadın, 13 erkek) dâhil edildi. Totalde; ortalama yaş
40,90±10,98 yıl, hastalık başlangıç yaşı 18,47±3,64 yıl, paliperidon palmitate bir aylık
formülasyon (PP1A) kullanım süresi 12,38±14,68 ay, PP3A kullanım süresi 4,66±1,85 aydı.
Cinsiyetler arasında hastalık başlangıç yaşı (p=0,242), PP1A kullanım süresi (p=0,659), PP3A
kullanım süresi (p=0,366) açısından anlamlı farklılık saptanmadı. Yirmi hasta şizofreni
tanılıyken, 1 erkek hasta şizoaffektif bozukluk tanılıydı. Sütür atılma öyküsü (p=0,011), yatış
öyküsü (p=0,020), sigara kullanım öyküsü (p<0,001), geçmişte PP1A dışında depot AP
kullanma öyküsü (p=0,023) erkeklerde anlamlı olarak fazlaydı. Zeka geriliği (p=0,001)
kadınlarda anlamlı olarak daha fazlaydı.
Sonuç: PP3A, uyum sorunları olan hastalarda uzun etki süresi avantajı ile ilacı kullanmama ile
ilişkili riskleri önleyebilir. Enjeksiyonların uygulanmasında rol alabilen birinci basamak sağlık
hizmeti sağlayıcıları, bu yolla psikotik hastaların sosyal uyumunun da artmasına dolaylı
yoldan katkı sağlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Paliperidon palmitat üç aylık uzun etkili enjeksiyon, hasta uyumu,
şizofreni, şizoaffektif bozukluk, psikotik bozukluk
118
PP-003 PALİPERİDON PALMİTAT 1 AYLIK UZUN ETKİLİ ENJEKSİYON KULLANAN PSİKOTİK ÖZELLİKLİ
HASTALARIN İNCELENMESİ
Mehmet Hamdi ÖRÜM
Kahta Devlet Hastanesi, Psikiyatri, Adıyaman, Türkiye
Amaç: İlaç tedavisine uyumsuzluk, şizofreni ve bipolar bozukluk tanılı hastalardaki önemli bir
sorundur. Uzun etkili anpsikotik (AP) enjeksiyonlar bu tür durumlarda önemli avantajlar
sağlamaktadır. Biz bu çalışmada hastanemizin psikiyatri polikliniğinde takip edilen ve
paliperidon palmitat aylık uzun etkili enjeksiyon (PP1A) kullanan hastaları incelemeyi
amaçladık.
Yöntem: Bu geriye dönük kohort çalışmada, 10/06/2019-10-06/2020 tarihleri arasında
şizofreni ve bipolar bozukluk tip 1 (BB1) tanısıyla PP1A başlanan, tedaviye en az altı ay devam
eden ya da tedaviyi bırakan hastaları inceledik. Verilerin tamamı hastane kayıt sisteminden
elde edildi. Klinik global izlenim ölçeği (KGİÖ) skorları kullanıldı.
Bulgular: Yirmi sekiz (9 kadın [7 şizofreni+2 BB1], 19 erkek [13 şizofreni + 6 BB1]) hastanın
dâhil edildiği çalışmada cinsiyetler arasında ortalama yaş, tanı, hastalık başlangıç yaşı, PP1A
kullanım süresi, KGİÖ skorları açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Cinsiyetler
arasında darp edilme öyküsü (p=0,035), zekâ geriliği komorbiditesi (p=0,047), depo AP
kullanım öyküsü (p=0,010) açısından anlamlı farklılık saptandı. Totalde sadece BB1 tanılı bir
kadın hasta PP1A’yı tolere edememiş ve tedaviyi bırakmıştı. BB1 hastalarında tip 2 diyabetes
mellitus (p=0,026) ve hipertansiyon (p=0,020) komorbiditesi ve PP1A’ya ek oral AP kullanımı
(p=0,021) daha fazlaydı. Yedi tane şizofreni hastasında PP1A kullanımından fayda görüldüğü
için paliperidon palmitat 3 aylık depo enjeksiyon (PP3A)’ya geçilmişti. BB1 hastalarında PP1A
sonrası PP3A’ya geçilen hasta yoktu. Altıncı ayın sonunda uygulanan KGİÖ’ye göre, PP1A
şizofreni hastalarında BB1’e göre daha anlamlı bir klinik düzelme sağlamıştı (p=0,009).
Sonuç: Literatürde, bipolar bozuklukta PP1A kullanımı ile ilişkili veriler sınırlıdır. Mevcut
çalışmalarda bipolar bozukluk alt tipi konusunda bilgi verilmemiştir. Bu anlamda çalışmamız
BB1’de PP1A kullanımını inceleyen ilk çalışmadır. Ayrıca bulgularımız literatürdeki diğer
çalışmalarla uyumlu olarak PP1A’nın şizofreni hastalarında klinik düzelmeye olumlu etkisi
olduğunu göstermektedir. Enjeksiyonların uygulanmasında rol alabilen birinci basamak sağlık
hizmeti sağlayıcıları, bu yolla psikotik hastaların sosyal uyumunun da artmasına dolaylı
yoldan katkı sağlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Paliperidon palmitat 1 aylık uzun etkili enjeksiyon, şizofreni, bipolar
bozukluk, hasta uyumu, psikotik hasta