24
İcab-ı Hâl 28 KASıM 2011 | SaYı 3 İ.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR Ücretsizdir, Parayla Satılmaz AYDINLANMANIN MİRASI KARANLIĞA BOĞULURKEN...

Icabihal sayi 3

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Icabihal sayi 3

İcab-ı Hâl28 kasım 2011 | SaYı 3 İ.Ü. Hukuk Fakültesi Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

H U K U K T a T O P L U M c U T a V ı R

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

AYDINLANMANIN MİRASI KARANLIĞA BOĞULURKEN...

Page 2: Icabihal sayi 3

2 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

BU S

AYID

A Bizim Olana Sahip Çıkmak3Muhterem Cemaat, Safları Sıklaştıralım5Özgürleşen Dünya8

Bir Yıldönümü ve Ufkun Sınırları12

N.Ç. Davasında Skandal Bitmiyor

Van Dosyası

Özgürlük: Kime, Ne Zaman, Ne İçin, Nasıl?

Kanun Önünde Eşitsizliğin Hikayesi: Deniz Feneri Tahliyeleri

17

18

19

21

2224

Bir Enternasyonalizm Dersi13

Laiklik Tartışmalarının Gösterdikleri:“Hoşgörülüyüz Evelallah, Laikiz Hamdolsun”10

Ekim ayıyla birlikte, yeni anayasanın nasıl olacağı sıkça konuşulmaya başlandı. Bu tartışmalar çerçevesinde gördük ki; anayasanın ruhunu oluştu-ran başlıca kavramlar ve ilkeler sanki gökten zembille indirilmiş-çesine, şuursuzca tartışılıyor.Toplumsal mücadeleler netice-sinde ortaya çıkan ve geleceği aydınlatan –eşitlik, özgürlük, yurttaşlık ve laiklik- kavram-ları tarihin çarklarını geriye çevirenler tarafından dönüştü-rülerek sahiplenilmeye çalışı-lıyor. Duyduğumuz bu kaygı bizi 3. Sayımızda bu değerlerin nereden, nasıl geldiğini ve asıl olarak ne olduklarını su yüzüne çıkarmaya götürdü.Bu sayımızda makalelerde laik-lik, özgürlük, yurttaşlık, eşitlik kavramları tarihsel kökenleri irdelenerek, günümüze etkileri ve ortaya çıkışından itibaren yaşadığı değişimler göz önüne alınarak kaleme alındı. Bu kav-ramlar hem Türkiye Cumhuriyeti ve dünya anayasaları içindeki hem de sosyalist ve kapitalist sistemler içindeki önemi ve yeri saptandı. Konumuz çerçevesin-de faşizm ve Nazizm dönemleri ile bu dönemlerdeki anayasal düzenlemelere yer veren bir yazı hazırladık. Haberlerimiz-de ise ele aldığımız ilkeleri gözeterek bir derleme yaptık. Kültür-sanatta da bir yazar ve film tanıtımı gerçekleştirdik.Bir sonraki sayımız için alaca-ğımız katkı ve eleştiriler daha önceki giriş yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, bizim için çok büyük bir öneme sahip. Birlikte tartışma ve dergimizi ilerletme dileğiyle, iyi okumalar.

topluı[email protected]

facebook.com/toplumcuhukukcularklulubu

Çukurca Saldırısı ve Yükselen Milliyetçilik

Hukuk Olmadan Suç ve Ceza: Hopa

Milletvekilleri Bedava Yaşıyor, Ya Siz?

Bir Şair, Bir Devrimci, Bir Aşık: Federico Garcia Lorca

İki Çocuğun Gözünden: Sınıflar, Sosyalizim ve Darbe

MERHABA

Page 3: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 3

BİZİM OLANA SAHİP ÇIKMAK

Bu satırların yazılmaya başlandığı gün içinde, dünyada açlıktan ölen insan sa-yısı: 20.4361 Şimdilik. Çünkü ortalama iki saniyede bir, bu rakam artmakta. Her yıl listeler yapılıyor, “Dünyanın en zengin 100 işadamı” ve gazete-lere gururla konu oluyor, “Dünyanın en zenginleri listesine giren bilmem kaçıncı işadamımız”. Sözü edilen lis-telerde adı geçenlerin toplam serveti, insanlığın toplam gelirinin yarısından fazla. Her geçen gün birilerinin artan serveti, her geçen dakika birilerinin ölümüne neden oluyor. Kapitalizm diyorlar bunun adına.Bir avuç insanın elinde toplanmış bu servete ve bunun neden olduğu açlığa ve yoksulluğa karşı isyan, nasıl oluyor da önleniyor?

Kavram karmaşasından akıl tutulmasına İsyan savaşla, silahla ya da zor yoluyla önlenmiyor. Eşitsizliği yaratan burjuva düzeni, kendi ideologları aracılığıyla eşitsizliğin teorisini de ya-ratıyor, ki yaratmak zorunda. Patronlar elbette demiyor ki “Sen çok ürettiğin ve ürettiğini satın alabilecek parası olan insan sayısı gittikçe azaldığı için kriz çıkabilir, işsiz kalabilirsin, kiranı ödeyemeyebilirsin, çocuğunu okula gönderemeyebilirsin, ya da iş bulsan bile tüm bunlara gereken parayı  kaza-namayabilirsin. Bütün bunlar olabilir, olmalı ki ben daha da zenginleşeyim.” Tercih edilen şu oluyor: “Bizler de eşitlikten özgürlükten yanayız, ama ne yapalım, sistem böyle işliyor, kriz çıkabiliyor. Böyle zamanlarda bizler de küçülmek için işçi çıkartmak zorunda kalıyoruz.” Kitleler bu durumun kaçınıl-mazlığına ikna ediliyor, ekonomi soyut, insanın üzerinde hakimiyet kurama-dığı bir “şey” olup çıkıyor. Kavramlar aracılığıyla yürütülen bu ideolojik mücadelede, bir akıl tutulması ki, tüm insanlığı esir alıyor. Burjuvazi buna neden ihtiyaç duyu-yor? Yanıtı tarihte. Aydınlanma düşüncesinin hayat bulduğu ve doruğa ulaştığı tarihsel uğrak 1789 Fransız Devrimi. Bu

dönemde insanlık, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” için, “çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek” için; burjuvazi ile birlikte aristokrasiyi alaşağı ederek, aydınlanarak, kul olmayı reddederek ve ilk defa tanrı öyle buyurduğu için değil, kendi aklı bunu emrettiği için savaşarak “özgür birey” oldu. Demokrasi mücadelesinde , henüz bütünsel bir sınıf özelliği göstermeyen işçileri de kendi talepleri doğrultu-sunda harekete geçirip, kendi önder-liğinde halkı da aydınlatan burjuvazi, bu aydınlığın sınırını belirlemişti, ışık sonsuz aydınlatmamalıydı ki  işçi sınıfı burjuvaziyi tarihin karanlık sayfalarına gömmesindi. Aklın egemenliği, laiklik, özgürlük ve  aydınlanma burjuvazinin işine yaradığı ölçüde vardı. Dolayı-sıyla proletarya bir sınıf olarak kendi bağımsız taleplerini ortaya koyduğu ölçüde burjuvaziyi karşısında buldu, aydınlanan burjuvazinin ışığı, emek-çiye gericilik, sömürü ve ortaçağ karanlığı olarak yansıdı. 1848 yılına, burjuva sınıfının ilericilik özelliğini kaybettiği yıl olarak bir işaret koyuldu. Bu tarihten sonraki eşitlik ve özgürlük mücadelesi ancak burjuva düzenine karşı verilebilirdi. Burjuvazi, ideologları eliyle, aydın-lanmanın bu çelişkisini gizlemeye çalıştıkça aydınlanmaya ve aydınlan-madan miras kalan kavramlara saldırdı. Saldırmalıydı da. Bu kavramlar emek-çinin elinde silah olduğu sürece kendi iktidarını tehlikeden kurtaramazdı.  Özgürlük sana çok yakışıyor “Özgürlük istiyorum!” diyene, “Eme-ğini satmakta özgürsün.” demeliydi. Öyle ya; Mösyö Burjuvazi insanlığı Ortaçağ karanlığından, insanı köle-likten kurtarmıştı. Köleyken efendisi tarafından bir kez satın alınan insan, artık emeğini her gün her saat sat-makta özgürdü. Öyle ya; artık insan bedeni prangalarla esir alınamazsa da, akıllara vurulan pranga tüm insanlığı esir alabilirdi. Fransız Devrimi’nin düşünsel te-melini hazırlayan filozoflardan Montesquieu,”Hiçbir kavram yoktur ki, Özgürlük Kavramı kadar kendisine değişik anlamlar verilmiş ve düşünce-lere çeşitli biçimde yansımış olsun!”

diyerek 18. yüzyıldan sesleniyor.Özgürlük konusunda en somut ve güçlü ilk adımların Amerika’da yayın-lanmış Bağımsızlık Beyannameleri ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi ile atıldığını görüyoruz. Fransız Devrimi’nden sonra yayınlanan beyanname ilk maddede “İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğar ve yaşarlar.” dedikten sonra dördüncü maddesinde özgürlük tanımını şöyle yapıyor: “Özgürlük başkalarına zarar vermeden istediğini yapabilmektir: Her bir insanın doğal haklarını kullan-ması da toplumun diğer üyelerinin de aynı hakları kullanmasını garanti altına alacak sınırlar içindedir. Bu sınırlar da sadece yasalarla belirlenebilir.” Bu soyutlanmış özgürlük, yasaları-nın yapıcısı ve uygulayıcısı egemen sınıflar tarafından sadece kendilerine tanınmıştır. Marx’ın bu konuyla ilgili verdiği örnek, bu kavrama yüklenen farklı tanımlar açısından oldukça yerindedir: “İngiltere’ye gelen bir Ame-rikalı zenci kölesini kırbaçlamış, yargıç bunu yasaklayınca bu yasağın nede-nini bir türlü anlayamayan Amerikalı, insanın kölesini kırbaçlayamadığı bir ülkeye özgürlük ülkesi denir mi, diye bağırmış.”Özgürlük de, en az eşitlik kadar, sınıf-sal bir kavramdır. Özgürlüğün gerçek anlamını üretici güçler ve üretim ilişkilerinden ayrıksı bir yere oturta-rak anlamak mümkün değildir. Aksi, burjuva ideologlarının yaptığı gibi öz-gürlüğü soyut bir temelde ele almayı gerektirir. Bunun sonunda varacağımız yer “sakal bırakma özgürlüğü”, “türban takma özgürlüğü”nden öteye gitme-yecek, gitse gitse “başka ülkelere özgürlük götürmek için öldürmek özgürlüğü” olacaktır.Marksizmin, tekil ve yalıtık bir birey, bir monad olarak insanın özgür-leşmesiyle ilgilenmediği doğrudur. Marksizm, toplumsal bir varlık, yani koşullanmış bir irade olarak toplumsal ilişkilere giren insanın özgürleşme-siyle ilgilenir. İnsan, nihai anlamda özgürleştiği zaman da gene toplumsal bir varlık olacaktır; ama bu aşamada, toplumsal yaşama her türlü yaban-cılaşmadan kurtulmuş olarak katıla-caktır. Yabancılaşmadan kurtuluş ise,

SUAY ERGİN

Page 4: Icabihal sayi 3

4 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

toplumsal eşitsizliklerin kaynağı olan özel mülkiyete ve ona bağlı işbölümü-ne son verilmesiyle gerçekleşecektir. (...) Özgürlüğün temek önkoşulu olarak görülen “değişim”, kapitalist üretim tarzının sona ermesidir. İnsanın toplumdaki yeri Marx’ın yaptığı gibi tanımlanırsa, bu konumdaki insanın özgürleşmesinin ancak “bütün insan-larca yaşanıp paylaşılan bir değişimle” gerçekleşebileceği ortaya çıkar. Eşitlik, işte bu “büyük değişim”dir.2 Kapitalizmin özgür insanı ise, daha önce de bahsedildiği üzere, sakalını bırakmak türbanını takmakta özgür olduğu gibi, emeğini satacağı patronu seçmekte ve belki de bugün açlıktan ölen yirmibin küsur kişiden biri olmak-ta da özgür olacaktır. 

Bir samimiyet testi olarak laiklik Laiklik, Ortaçağ karanlığından çıkmaya niyetlenmiş devrimci burjuvazinin politik bir istemiydi. Din düşüncesi, Aydınlanmanın etkisiyle yeniden şekil-lenmişti şekillenmesine de, burjuvazi bu isteminde ne kadar samimiydi?Dinin ilk  işlevi, açıklanamayan doğa olaylarını açıklamaya çalışmaktı. “Öbür dünya” düşüncesi ile birlikte din toplumsal bir nitelik kazanmıştır. O bize bu dünyadaki zulme katlanmayı öğütlemiştir, çünkü bu düzene boyun eğersek öteki dünyada bizi gerçek mutluluk beklemektedir. Marx’ın de-yişiyle; “Din, baskı altındaki yaratığın iniltisidir, vicdansız dünyanın vicda-nıdır, ruhsuz hallerin ruhudur. Din, insanların afyonudur.”3

Aydınlanmaya kadar geçen süre-de dinin siyasal işlevi ise anlamını, iktidarın tanrısallığında buluyor. Son derece dünyevi bir iş olan yönetme yetkisi, Tanrı tarafından hükümdar bahşediliyor.Ulus-devletin gelişme sürecinde hükümdarın karşısında tek güçlü rakip olarak kilise duruyor ve toprakların üçte birine sahip olan kilise, büyük halk kitlelerinin ödediği vergiler yoluy-la gün be gün daha da zenginleşiyor-du. Papa’nın iç işlere karışma hakkının bulunması da, politik rakip olması anlamına geliyordu.  Kilise feodal yapının en önemli tuğ-lalarından biriydi ve “tanrının gücü” feodal düzeni saldırılara karşı koru-yordu. Feodalizm dünya üzerinden silinirken onun en sağlam kalelerinden birinin, kilisenin, olduğu gibi bırakıl-ması söz konusu olabilir miydi? İlk iş olarak kilise toprakları devletleştirilip açık arttırmayla, parası olan yükselen

sınıfa, burjuvaziye satıldı.  Burjuvazi, kilisenin siyasi ve ekono-mik egemenliğini feodaliteyle birlikte ortadan kaldırmıştı. Dinsel otoriteler tarafından yönetilen toplum yapısına son verilmişti. Bu anlamda burjuvazi tarihteki laik rolünü oynamıştır. Tarihe dikkatli bir gözle bakıldığında, burjuva ideologları dışında herkes şunu göre-cektir: Bir dönem dinin baskısına ve otoritesine karşı savaşan burjuvazi, kendi egemenlik araçlarını oluşturma-ya başlamasıyla birlikte dini ve dinsel örgütlenmeleri kendi tarafına çekmiş, onlara toplumda ciddi bir misyon biçmiştir. Dinsel otoritenin kapita-lizmin vazgeçilmezliğini vaaz eden, insanları soyut bir huzura davet eden yaklaşımları burjuvazi için gül bah-çesi demektir. Bu gülleri yetiştirmek, bunları “dünyevi hayatın” pınarlarıyla beslemek burjuvazi için son derece karlı bir uğraştır. Burjuvazinin tarihsel olarak oynadığı laik rolü ve ortaya koyduğu gücü “tanrısal düzen”in temsilcilerince de kabul edilmiştir. Topluma huzur vaaz eden, tanrısal gül bahçelerini sulayan pınarları burjuvazi elinde tutuyor. Burjuvazi, savaşta yenip dünyevi düzenden uzaklaştırdığı hasmına,  şimdi gürül gürül akan emek denizini denetlemek için,  seve seve yanında bir iş vermiştir!4 Devrimci burjuvazi için laiklik, “din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması iken, kurduğu düzeni korumaya çalışan burjuvazi “din ve devlet işlerini birbi-rinden ayırarak” laik olur. Günümüzde ise  “dini inançlara saygı duymak, her

dine eşit mesafede olmak” olarak ta-nımlanmakta ve burjuvazinin ilericilik bayrağını çoktan bıraktığına kanıt teşkil etmektedir. Ne yapmalı?Kavramlar, nesnel gerçeklikten yansıdıkları için tıpkı nesnel gerçeklik gibi kesin, durgun, sonsuz ve saltık de-ğildirler. Kavramlar da nesnel gerçeklik gibi, daima gelişirler ve yenilenirler.5 Burjuvazinin terk etmekle kalmadığı, bu kavramlar aracılığıyla sürekli bir ideolojik savaş örgütlediği günümüz-de, bu kavram karmaşasının yol açtığı akıl tutulmasına son vermenin tek yolu, tarihte ilericilik bayrağına yazıl-mış kavramların içini emek ekseninde, taşıdıkları devrimci içeriği unutmaya-rak doldurmaktır. Bu, bizim olana, kuşatma altında kala-na sahip çıkma mücadelesidir.

Dipnotlar:1.    Sayısal veriye ulaşılabilecek inter-net sitesi: http://www.worldometers.info/ 2.    M. Çulhaoğlu, Doğruda Durma-nın Felsefesi, YGS Yayınları, 1.cilt, s.246,2473.    Afyon, o dönemde bir nevi ağrı kesici olarak kullanılıyordu. Günümüz-deki uyuşturucu anlamında değil.4.    Tahir Kalemci, Laiklikten Ne Anla-malıyız?, Gelenek 54. Sayı5.    O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü

Page 5: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 5

MUHTEREM CEMAAT, SAFLARI SIKLAŞTIRALIM

Birey Ve Toplum ÜzerineLiberalizm, sosyalizmi bireyi yok saymakla onu topluluklara kurban etmekle suçlamıştır . “Liberal aydınlar” toplumsallaşma düşüncesini bireylerin pasifize edilmesi, etkisizleştirilmesi olarak adlandırmış ve sosyalizm mü-cadelesinin karşısına bu argümanla di-kilmiştir. Örgütlenme anlayışının bireyi yok sayması ve ezmesi defalarca ba-his konusu olmuştur. Bu anlayışa göre birey, toplum içinde içsel dinamikleri ile hareket edemez hale gelir ve toplumun çıkarları bireyin çıkarlarının önüne geçer. Halbuki bireyin kendini tekil olarak var edebildiği dönem top-lum olabilme düşüncesinin serpilmeye başladığı dönemdir. Yani “birey” ve “toplum” birbirlerini öteleyen değil aksine birbirlerinin  içinden çıkan kavramlardır. “Neydi bu sürecin ana hatları? Birey olarak insan ile dış çevre arasındaki ilişkilerin, ilk kez kurumsal prizmaları atlayarak daha doğrudan-laşması…  İnsanın dış çevreyle birlikte kendisinin bilincine varmada daha

elverişli koşullara ulaşması… İnsanal olan her şeye yaklaşabilme özgürlü-ğü… İnsanın toplumsallaştığı ölçüde bireyleşmesi, bireyleştiği ölçüde de toplumsal bir varlık konumuna gelme-si…”1 Ayrıca burjuvazinin iktidara gel-meye başladığı bu dönemde bireylerin, örgütlü (topluca- eşit yurttaşlar gibi) hareket ederek aristokrasiyi yerinden etmesi burjuvazinin öncülüğünde gerçekleşmiş eylemliliğin sonucudur. Dolayısıyla liberalizmin sosyalizme isnat ettiği suç, – ki eğer toplum ola-bilme çabası bir suçsa- kendi sınıfının (burjuvazinin) çıkarlarına işçi sınıfın-dan çok daha evvel hizmet etmiştir. Liberalizmin her ne kadar “birey” diye kodladığı ve sözde soğurulmasından rahatsızlık duyduğu yalnızca son dö-nemin moda deyimiyle %1 ‘den oluşan özel bir zümreden ibaret olsa da bu iddia tümden sakattır. Birey – toplum ilişkisi karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen, diyalektik bir ilişkidir. Dolayısıyla bu iki kavram ara-sında çelişkiden çok, tarihsel ilerleme bakımından yükseliş ve alçalış dönem-lerinde doğru orantı bulunmaktadır. Metin Çulhaoğlu’ nun deyimiyle bu

iki kavram ciddi bir birikim meydana getirmiştir ve “Bu birikimin patlama dönemi 19.yy ‘ın ilk yarısıdır. Fel-sefe de Hegel, müzikte Beethoven, edebiyatta gerçekçilik ve toplumsal planda Marksizm aynı birikimin somut ürünleridir.”2

Burjuva Devrimlerinin Perde Arkası Toplumsal sınıflardan biri diğerinden iktidarı alabilmek istiyorsa, mevcut iktidardan çok daha radikal dinamik-ler geliştirmek zorudadır. Burjuva devrimleri döneminin kilit noktası da burdadır. Burjuvazinin öznel itici güç-leri iktidarın el değiştirmesine olanak tanımamış ve ortaya bir radikalizm boşluğu çıkmıştır. Bu boşluk emekçi sı-nıfların mücadeleye dahil olması sonu-cu doldurulmaya çalışılmış ve başarılı olunmuştur. Fakat burjuvazi iktidara geldiği tarihten sonra kendi rejimini kurduğu her yerde gericileşmeye başlamıştır. Emekçi sınıfların mücade-leye katılması için ortaya atılan eşit yurttaşlık, özgürlük gibi kavramlar anayasal düzlemde yerini bulurken toplumsal yaşamda varolamamıştır. Fransız Devriminden başlayarak 1923

ONUR GüNEş

Page 6: Icabihal sayi 3

6 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Türkiye devrimine kadar gelen geniş bir yelpaze, burjuvazinin iktidarı aldıktan sonra gericileşmesine, emekçi düşmanı karakterini gözler önüne sermesine örnek olarak verilebilir. Burjuvazinin emekçi sınıfları arkasına alarak yaptığı devrimler her ne kadar halk için beklentileri karşılamasa da bu durum burjuva devrimlerinin değersiz olduğu anlamına gelmez. Bugün bizler tarafından, ülkemizde ve dünyada burjuvazi hedef tahtasına oturtul-muş olsa da kralların hüküm sürdüğü bir dünyanın yıkılması başlı başına tarihsel bir ilerleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat burjuvazinin tarihin çarklarını ileriye çevirmesine atfedilen anlam, işçi sınıfının kendi devriminin koşullarını hazırlayabileceği ortamın yaratılmasında saklıdır. İktidarda-ki mevcut sınıfın ilericiliği bundan ibarettir. Örnek olsun; 1789 Fransız devrimi, toprağı “kralın mülkü” toplumu ise “kralın tebaası” olmaktan çıkarıp “yurt” ve “yurttaş” kavramlarını siyasi arenaya sokmuştur. Yurt, örgütlenmiş ve yönetimi ele geçirmiş yığınların yani kulluğu reddeden yurttaşların, kralın ayaklarının altından kaydırdıkları toprak olarak zihinlere kazınmıştır (aynı halk yığınları, 20. yy’ da çokça görüldüğü üzere burjuvazinin ayağının altından da yurt toprağını kaydırma-yı başarabilmişlerdir). Şüphesiz ki burjuva devrimleri, yönetimi halka vermemiş fakat en azından iktidarın kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirmiştir ve bu durum kıymetlidir ve bunu anlamayıp solcu kisvesi altında dolananlar en hafif tabirle şaşkındır.   Türkiyeli Bir Burjuvazi Yaşadığımız coğrafyadaki dönüşüm de Avrupa kıtasındaki gelişmelerden geç de olsa payını almıştır. Halk padişah denilen otoritenin mülkü olmaktan kendisini ve yaşadığı toprağı kurtar-mıştır. Avrupa kıtasındaki burjuva dev-rimleri ve 1917 Ekim Devrimi’ nden etkilenen, Jön Türkler ile başlayarak İt-tihat ve Terakki  ile devam eden süreç nihayet kemalist kadrolarda birikimini tamamlayarak bir basınç yaratmış, halkın padişahların tebaası olmaktan kurtulmasına önayak olmuştur. 1923 Türkiye Devrimi eksiklikleri, zaafları ve hatta tarihi hatalarına rağmen yüzyıl-lardır süregelen padişahlık düzeninin

kellesini almayı başarmıştır. Kendi insanını yaratmak her devrimin olduğu gibi Türkiye Devrimi’nin de temel zorunluluğuydu. Yeni insa-nın yaratılışı ise yalnızca anayasal düzlemde şekillenebilecek kadar basit bir olgu değildi ve sanatla desteklen-mek durumundaydı. Çünkü birey artık toplumla bağlarını kurmalıydı. Birey ve toplumun birbirini besleyen kavramlar olması da buradan ileri gelmektedir. Zira bireyin iç çelişkilerinin yansıması toplum üzerinde kendini gösterirken toplumun dışsal dürtüleri de bireyin iç çelişkilerini etkilemektedir. Cumhu-riyet dönemi edebiyatının önemli bir bölümü de bu tezi desteklemektedir. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu eserindeki Feride karakteri, iç çelişkilerinin yap-tığı baskı ile bir köy öğretmeni olmuş, İstanbul’un görece rahat koşulla-rından ve kendi yalnız dünyasından sıyrılıp aydınlanma hareketine destek vermek için yola koyulmuştu. Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’unda ki Adnan’ı, çevresinde olup bitenlere bir zaman sonra kayıtsız kalamamış; kendi çevresine baktığında gördüğü manzaranın, memleketin manzarası olduğuna kanaat getirdiği noktada mücadeleye katılmıştır.  Artık yeni insan tek başına bir birey değil örgütlü toplumun bireyidir. Türkiye’ de artık yeni bir düzen vardır. Yeni rejimin kurgusu Kurtuluş Savaşı döneminde şekillenmeye başlamış ve bu kurgu doğrultusunda rejime muha-lif unsurların sesleri daha muhalefet yapamadan kısılmıştır. 10 eylül 1920’ de Bakü’ de kurulan Türkiye Komünist Fırkası’ nın önderliği, Kurtuluş Savaşı’ na destek vermek için geldikleri kendi ülkelerinde katledilmiştir. Kurtuluş Savaşı’ nı yürüten kadroların, halkın yanı sıra burjuvazinin kurtuluşunu da koruma altına aldıkları o gün ortaya çıkmıştır. İzmir İktisat Kongresi’ nde simgeleşen durum ise yeni rejimin yönünün Kurtuluş Savaşı sırasında askeri ve iktisadi yardım aldığı SSCB’ ye (sosyalizme) değil Batı Avrupa’ya (kapitalizme) taraf olduğunu gözlerö-nüne sermiştir. Devrim süreci yukarıda örneklemeye gayret ettiğim sancı ve gelişmele-riyle beraber devam etmiş ve 1950’ li yıllara gelindiğinde CHP, iktidarı emperyalizmin yeni dönem çıkarları doğrultusunda Demokrat Parti’ye

bırakmıştır. Yönü değişen devrim kendi rotasında dahi kalamamış, yavaşladığı ve gericileştiği oranda yönetimi de liberal eğilimlere terk etmiştir.

12 Eylül Ve Sonrası 27 mayıs darbesinin ardından gelen 1961 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ortaya çıkan en özgürlükçü anayasa olarak anılmaktadır. Darbenin ve yeni anayasanın  yarattığı siyasi ortam, Türkiye’ de sosyalist hareketin güçlenmesine olanak sağlamıştır. Ardından gelen süreç , uluslar arası dinamiklerin de yoğun etkisiyle 12 mart ve 12 eylül faşist darbelerini ortaya çıkarmış ve aklını özgürleştirme şansını yakalamış insanların üzerinden silindir gibi geçmiştir. Türkiye burju-vazisi, 27 mayısta darbeyi engelleme-mekle yaptığı hatanın farkına varmış ve ardından gelen dönemde gerçek yüzünü tekrardan göstermiştir.12 Eylül faşist darbesi, yurttaşlık adına Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri atılan 2 ileri 1 geri adımların tümünü silmeyi amaçlamıştır. Özal’ lı yıllar olarak da tanımlanabilecek 80’ ler dönemi sadece Türkiye’ de değil Dünyada da neo-liberal dönüşümlerin ortaya çıktığı dönem olarak bilinmek-tedir. Sovyetler Birliği’nin zayıfla-ması, tüm ülkelerin ezilen emekçi sınıflarının umutlarını söndürmüş ve onları kariyerizmin, köşe dönmeciliğin, cemaatleşmenin kollarına bırakmıştır. 80’ lerin sonu 90’ların başı olarak kod-lanabilecek dönemde soğuk savaşın etkilerini özellikle silahlanma yoluyla arttıran kapitalist blok, Doğu Bloku’ nun dağılması ve Sovyetler Birliği’ nin çözülmesiyle, sosyalizm karşısında bir zafer kazanmıştır. Artık özgür düşünen insanlara değil özgürce halkın sırtına binen girişimcilere, kanaat önderi kisvesi altında halkı maymunlaştıran imamlara ihtiyaç vardır. Cemaatleşme olgusu bu dönemde yurttaşlık kav-ramını yok etmek adına var gücüyle savaş vermektedir. 1980 sonrası döneminin sanatına baktığımızda da bir “yeni insan” yaratma çabası görürüz. Bu yeni insan ise içine kapanık, toplumla bağları olmayan, kendi küçük dünyasında iç çelişkilerinin sancısını çeken insandır. Ahmet Altan’ın, Elif Şafak’ın romanla-rındaki karakterlerinin aşkları, acıları, mutlulukları hep dört duvar arasında

Page 7: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 7

kalmıştır. Bu karakterlerin toplumun başından geçenlerle ilişkisi yoktur ve bunların örgütlenmeden, birlik olabil-meden anladıkları dans kurslarından, graffiti topluluklarından ibarettir. Birey bu dönemde toplumdan koparılmak, yalnızlaştırılmak istenmektedir. Ülkemizde “Gülen cemaati” adıyla bilinen grup, kapitalizmin insan bey-nini çürütmek adına verdiği savaşın Türkiye ayağını temsil etmektedir. 12 eylül darbesinin de destekçisi olan Fetullah Gülen; dershanelerde, ma-hallelerde, okullarda, üniversitelerde adım adım örgütlenerek, insanların dini duygularını cımbız darbeleriyle yavaş yavaş sömürerek cemaat kültürünü bu ülkenin insanlarına aşılamakta çok önemli bir yol katetmiştir. Cemaat nedir sorusunun cevabını“Cemaatleşmenin özelliği, se-vilen bir kişinin merkezinde durduğu, onun etrafında ama onun şahsını aşan bir sistem oluşturmasıdır. Cemaatler, yıldız şahsiyetlerin etrafında, onların İslam’dan alıp yansıttığı ışıkla aydın-

lanan insanlar yetiştirir.”3 şeklinde verebilen insanlar artık ülkemizde saygın kanaat önderleri olarak anıl-maktadır. Halbuki cemaatler; bireylerin zihinlerini dogmalarla çürüten, onların eylemliliklerini sönümlendiren, itaatkar ve uysal olmaları için “şükretme” kültürünü pompalayan kurumlardır. Cemaatin içindeki insan, ne önderi olarak gördüğü kişiyi sorgulayabilir ne de ondan dinlediklerini tartışabilir. Cemaatler, vaaz dinlerken aldığı gazı eşinden, çocuğundan çıkartan bireyler yetiştirirler. “Yakın zamanlardan trajikomik birkaç izaha yüzlerce tarikat bağlısının sırf şeyhleri dedi diye nasıl inandıklarını örnek verebiliriz. Birinci şeyhin Amerika’ya kızıp nasıl uzay mekiğini düşürdüğünü şeyhin müritleri büyük bir gururla anlatıyorlardı. İkinci şeyhin ise Kıbrıs’ta duyulan ve başta nedeni çözülemeyen gürültüyü ejder-ha ilan etmesini en okumuş müritleri bile hemen kabul etmişlerdi.”4 Yukarıdaki örnekler 21. yy Türkiyesi’ nden alınmıştır. Bu coğrafyada yaşa-yan insanlar, kulluktan kurtulabilmek

için mücadele etmiş ve bu mücadele-den ciddi kazanımlarla çıkmıştır. Şimdi ise gözüken tablo bu kazanımların yokolmaya yüztuttuğu yönündedir. Bu dönemde ya yurttaşlığımıza, özgür aklımıza sahip çıkar saflarımızı sıklaş-tırırız ya da uçak düşürme hikayelerini anlatmaya başlarız. Üçüncü bir yol yoktur.  Dipnotlar:1.       Metin ÇULHAOĞLU, Bir Mirasın Güncelliği  TARİH TÜRKİYE SOSYA-LİZM, YGS Yayınları, Birinci Basım – Eylül 2002, sf: 177  2.       Metin ÇULHAOĞLU, Bir Mirasın Güncelliği  TARİH TÜRKİYE SOSYA-LİZM, YGS Yayınları, Birinci Basım – Eylül 2002, sf: 1823.      Hatice Kübra ERGİN, CEMAATLEŞ-ME BİLİNCİ ve FARKLILIKLARA TAHAM-MÜL, http://www.milligorusforum.biz/serbest-kursu/32415-cemaatlesme-bilinci-ve-farkliliklara-tahammul.html4.      Ali AKSOY, TARİKATLAR, http://www.aliaksoy.net/2007/03/26/tarikatlar/

Tekstil ürünlerinden medikal malzemelere, gıdadan kozmetiğe kadar pek çok ürünün İslami usullere uygunluğunun uluslararası platformda ‘helal sertifikası’ ile belgelendiği biliniyordu ancak uygulama Türkiye’de artık devlet eliyle gerçekleştirilecek.

GÖREVLİ KURUMLAR; DİYANET İLE TÜRK STANDARTLARI ENSTİTÜSÜHelal gıda belgesi denetimi için gıda ve kimya mühendislerinin yanı sıra Diyanet İşleri Bakanlığı üst düzey yetkililerinden oluşan özel bir ekip kuruldu.Firmalardaki üretimin tüm aşamalarını takip eden ekiplerin hazırladıkları rapor doğrultusunda TSE uzmanları ve Diyanet’in üst düzey yetkilisinden oluşan komisyon, firmalara ürünlerinde kullanılmak üzere ‘helal gıda’ bel-gesi vermeye başladı.

Komisyon, Beypiliç ve Aytaç firmalarına sertifika verirken yirminin üzerinde şirketin de

sertifika almak üzere başvuruda bulunduğu ve sürecin tamamlan-mak üzere olduğu öğrenildi.

HELAL SERTİFİKASI DEVLETTEN

Page 8: Icabihal sayi 3

8 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

ÖZGÜRLEŞEN DÜNYAEzGİNUR şAhİN

İnsanlar ne özgür doğuyor ne de özgür yaşıyorlar. Sadece özgür olmak istiyorlar… İnsan özgür doğar, özgür yaşar.. . 1789 da yayımlanan İnsan Hakları Bildirisi’nin birinci maddesi böyle başlı-yordu..İnsanlık ilk defa özgür insan ha-yalini somut bir şekilde ilan ediyordu bu bildiriyle..Beyinler özgürleşiyordu, akıl ve bilim yaşamın her alanında sahneye çıkıyor; soruyor, sorguluyor ve değiştiriyordu.Artık krallar, kiliseler zorba iktidarlarını halka karşı kullana-mayacaklar ve bu özgür insanlar, yeni ve adil bir dünyayı tüm insanlık adına kuracaklardı.Herkesin özgür ve mutlu olduğu bir dünyaydı istedikleri.Maa-lesef kulağa da çok hoş gelen bu iyi niyetli yaklaşımın sınıf,mülkiyet,eşitlik gibi kavramların henüz net olarak orta-ya konulamadığı bir tarihsel dönemde gerçek anlamıyla vücut bulması da beklenemezdi.Çok geçmeden özgür-lüğün ve adaletin belirli bir sınıf için olduğu anlaşılacaktı.Bu sınıf tüm özgürlük ve aydınlık söylemlerini perdeleyerek kendi iktidarını kuracak ve sadece kendisi özgürleşecekti.Yoksul halk yığınları için ise değişen pek fazla bir şey yoktu. Akıl ve bilimle, aydınlanma ile tanışmıştı dünya ama insanların, sömürü mekanizmalarını tam olarak anlamaları için henüz erkendi. Özgür olmak istiyorlardı. Bu istekle yola çıkmışlardı ama gördüler ki insanlar ne özgür doğuyordu ne de özgür yaşıyordu!

İlkel toplumdan uygar topluma…“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Bu bana aittir ‘ diyebilen ve kendisine inanacak denli saf insanlar bulan ilk insanın ortaya çıkmasıyla beraber insanların tam ve mutlak öz-gürlüğü bozulmuştur.” diyor Rousseau. Evet, mülkiyetin gerçekten de avcı-toplayıcı ilkel insan topluluklarının1 doğal özgürlüklerini sınırladığı söyle-nebilir ancak aynı zamanda da üretici topluma geçen insanları toplumsal yaşama iten en önemli etkenlerden de biri olmuştur.Bundan sonra gelişen

toplum düzeninde mülkiyetin doğur-duğu eşitsizlik karşısında kişiler belli hak ve özgürlüklerini devlete devret-mişlerdir ve toplum halinde yaşamak ve toplumdaki düzeni sağlamak amacıyla da sözleşme oluşturmuş-lardır diye devam ediyor Rousseau. Böylece toplumsal bir varlık olan insan artık topluma karşı da sorumlu hale gelmiştir. Bu uygar toplum sisteminin, bireyin tüm özgürlüklerini ortadan kaldırdığını düşünmek yanlış olur. Bu sistemi temsil eden uygar insan; tek tek bireylerin iradelerinin birleş-mesinden meydana gelen, genel bir irade yaratıp, bu genel iradenin hakim olduğu bir toplum düzeni hayal ediyor-du. İnsanın doğuştan ve yalnız insan olduğu için sahip olduğu birtakım dokunulamaz ve devredilemez hak ve özgürlüklerinin var olduğu düşüncesi-nin de sözleşmenin gereği olması, top-lumun devlet karşısında tüm özgür-lüklerinden –ki sözleşmeye uyulmadığı takdirde itaatsizlik özgürlüğünü de

buna dahil edebiliriz- vazgeçmediğinin kanıtı olarak gösterilebilir. Bireyin ve toplumun özgürlüğünü amaç edinen bu fikir silsilesi özgürlüğün kaynağını da dünyevi ölçütlere dayandırıyordu . 17. Yy da işlerlik kazanmaya başlayan bu düşünce salt belli bir kesimin değil tüm insanlığın haklarını savunduğu için ilerici bir adımdır. Özgürlük yeryü-züne inmişti fakat bu kez de yönetici-lerin ellerinde güç odağı haline geldi. Şimdi artık asıl sorun özgürlüğün kaynağından çok. özgürlüğün nasıl kullanılacağı meselesiydi.

Dünya kafası üstünde duruyor2

Aydınlanma düşüncesi de işte bu birikimin üstüne doğdu. Bu birikimin doruk noktasını ise Fransız Devrimi temsil ediyordu.Kralların ve derebey-lerin baskısı altında ezilen halk için öz-gürlük krala ve kralın nezdinde temsil edilen devlet otoritesine karşı diren-mekti.Dolayısıyla Fransız Devrimi’ne kadar gelmiş ve ondan sonra da uzun-

Page 9: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 9

ca bir süre devam etmiş olan özgürlük anlayışının başlıca amacının devlet iktidarını sınırlandırmak olması son derece doğaldı. Bu anlamda özgürlük, devletin sınırlarını aşmaması gereken bir çerçeve oluşturuyordu.Fransız devrimiyle beraber ilan edilen ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’; baş-kalarına devredilemez, zaman aşımına uğramaz kutsal hakların varlığını ilan ediyordu. Özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, kişi güvenliği hakkı, düşünce ve vicdan özgürlüğü gibi klasik hak ve öz-gürlükler sistemli bir ayrım yapılmak-sızın sıralanmıştı. Bildiri özgürlüğün tarihsel gelişim sürecindeki en önemli duraklarından biriydi. Tüm insanlığa seslendiği için de devrimci niteliktey-di. Diyalektiğe uygun olarak demok-ratik bir topluma geçişi simgeliyordu. Kuşkusuz yaratılan bu soyut insanın bu hakları kullanması imkânsızdı. Feo-dalizme karşı kazanılan bu özgürlükler üretim araçlarını ellerinde bulunduran egemen sınıfa,burjuvaziye, teslim edil-mişti. Burjuvazi kendi çıkarlarını gene-lin çıkarları gibi göstererek, özgürlüğü gerçekleştirecek olanakları elinde toplamıştı. Egemenliklerinin zorunlu koşulu olan bu özgürlükler, ezilen sınıf içinse sadece emeğini ‘özgürce’ satma hakkını ifade eder durumdaydı .Tüm bu koşullara bakıldığında tüm insanlığı kapsayan yeni bir özgürlük anlayışı yaratılmak zorundaydı.

Gerçek özgürlük…“Toplumda özgürlüklerin gerçek

anlamda var olması, kişinin ancak her biçimi ile sömürüden kurtulması koşulları altında olanaklıdır.” Bu yeni bir bakıştır özgürlüğe..Bu anlayışta öz-gürlük kavramının sınıfsal anlamı çok açıktır.Belli sınıfların karşılıklı ilişkisini doğrudan doğruya inceler durumdadır. Bununla beraber özgürlüğü ne kişinin yaşadığı çağdan ne de toplumun koşullarından ayırarak incelemenin mümkün olmadığı gerçeğini ortaya koymuştur..Ve toplumdaki tüm dog-malardan sıyrılan insanın, zincirlerini kırdığında,yeteneklerini, eğilimlerini serbestçe kullanmasının önündeki engelleri kaldırdığında özgürlüğüne kavuşabileceğini söyler..Bu da geliş-menin bütün koşulları yaratıldığında ve yasaların insanlar yararına kulla-nabildiği ölçüde mümkün olacaktır.Yani, “Gerçek insan, birey olarak insan, soyut yurttaşı kendi içinde erittiği ve bir birey olarak günlük yaşayışında, işinde, ilişkilerinde toplumsal bir varlık olduğu ve kendine özgü erklerini top-lumsal erkler olarak tanıyıp örgütlediği ve dolayısıyla bu toplumsal erki artık siyasal erk olarak kendisinden ayırmaz olduğu zaman tamamlanacaktır.”4 Bu da toplumsal yaşamla siyasal yaşa-mın özdeş olmasıdır. Birey kendini toplumun bir parçası gördüğü ölçüde var edebilir ve yaşadığı toplumu geliş-tirebildiği ölçüde özgürlüklerini daha gerçek anlamda yaşayabilir. Özgürlük böyle bir anlayışla kavrandığı zaman gerçekten algılanabilir ve bu-gün bize sunulan özgürlüğün ne oldu-

ğunu anlamamız açısından bu kavrayış oldukça önemlidir. Zira yaşadığımız şu dönemlerde de yapılan her türlü siya-si-ideolojik gerici hamle özgürlük (!)adına yapılıyor.Amerika ve diğer NATO ülkeleri -Irak’ a, Libya’ya özgürlük götürmek için bombalar yağdırabiliyor.Ya da kadının özgürleşmesi sorununun bir sonucu olan türban, bir özgürlük simgesi olarak çıkabiliyor karşımıza üstelik 13 yaşındaki N.Ç nin tecavüz-cüleri bir bir aklanıp özgürlüklerine kavuşturulmaya çalışılırken. Özgür akıyor derelerimiz ve özgürce talan ediliyorlar HES’ler uğruna. Tersaneler-de yüzlerce işçi güvencesiz çalışma koşulları altında ölme özgürlüklerini kullanıyorlar mesela… Gazeteciler özgürce cezaevlerinden yazıyorlar ya-zılarını. Öğrenciler özgürce ödüyorlar harçlarını ve özgürce alınıyor özgür-lükleri parasız eğitim istedikleri için ve yine özgürce atılıyorlar okullarından....Ve yıkıntıların arasındaki akrabalarının, dostlarının acısını özgürce yaşaya-biliyor Van’ da insanlar.Ve insanlık özgürce ölüyorken , ölüm de özgürce alıyor yaşamı!!

Dipnotlar:1. Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi2. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Hegel’in Fransız Devrimi üzerine söylediği söz3. Karl Marks, Yahudi Sorunu Üzerine4. Karl Marks, age

Page 10: Icabihal sayi 3

10 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Laiklik Tartışmalarının Gösterdikleri:“HOŞGÖRÜLÜYÜZ EVELALLAH,

LAİKİZ HAMDOLSUN”

Laiklik kavramı, belki de Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllardan başlayarak Türkiye’nin temel tartışma başlıkla-rından birini oluşturuyor. Tartışma, Tayyip Erdoğan’ın “Arap Baharı” kapsamındaki Mısır ziyaretinde yaptığı laiklik açıklaması ve hükümetin “yeni anayasa”nın yapım sürecine başlandı-ğını duyurması ile son haftalarda ye-niden gündemin ilk sıralarına oturdu. Başbakan Erdoğan’ın Mısır’daki laiklik çıkışının, “Arap Baharı” ile kurulacak yeni yönetimlerde söz sahibi olacağı belli olan İslamcı hareketleri Batı’nın etki alanında tutmak, yeni rejimlerin kapitalizmle uyumluluğunu artırmak ve bu çerçevede “laik Türkiye”nin böl-gedeki liderliğini tesis etmek olduğu açıkça anlaşılıyor. Laiklik tartışmalarını Türkiye’nin gündeminde tekrar ilk sıralara taşıdığı için andığımız bu çıkış, bundan öte bir öneme haiz değil. Bu sebeple Tayyip Bey’i komik liderlik-pa-dişahlık düşleriyle baş başa bırakıyor, onun bilimsellik ve tarihsellikten uzak laiklik tanımını bu yazı kapsamına dahil etmiyoruz. Öte yandan özellikle “yeni anayasa” bahsi ile gündeme

gelen son dönem laiklik tartışmaları izlenmeli ve bu tartışmalarla amaçla-nanın ne olduğu sorgulanmalıdır.

Kavramların Yeniden Tanımlanması ve Toplumun DönüştürülmesiSon dönem laiklik tartışmalarını AKP iktidarının gerek siyasal gerekse toplumsal alanda gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeye çalıştığı dönüşümler üzerinden ele almak gerekiyor. AKP’ci dönüşüm süreci 1923’te kurulan Cumhuriyet’i bitirmiş, yerine yeni bir cumhuriyet (cumhuriyet demek ne kadar mümkünse...) inşa etmiştir. Bu süreçte pek çok kavram (vesayet, öz-gürlük, demokrasi, darbe vs), AKP’nin devlet katında olduğu gibi toplumsal alanda da galebe çalabilmesi için yandaşlar ve bizzat iktidar tarafından yeniden tanımlanmış ve iktidarın elin-de bir silaha dönüşmüştür. Yani AKP’ci dönüşüm sürecinin önemli bir ayağı da, kimi kritik kavramların yeni an-lamlara büründürülmesi olmuştur. Bu çerçevede laiklik de öne çıkan kavram-lardan biridir. Laiklik, Kemalist çevre-lerin, kavrama verilen önemden ötürü üzerine titrediği hassas bir konudur. Ve tersinden yani kavrama beslenen düşmanlık ve nefretten ötürü, İslamcı

çevreler için de hassas bir başlıktır. Bu nedenle laiklik kavramının ne “sahip-lenilerek” içinin boşaltılması (özgürlük kavramı gibi), ne de tamamen tu kaka ilan edilerek yeniden tanımlanması (darbeler gibi) kolay olmuyor. Bu da iktidar yanlısı kesimleri, laiklik tartışmalarına giren başlıkları(örneğin türban meselesi) özgürlük, demokrasi gibi kavramların kapsamına da dahil ederek ele almaya itiyor. Ya da laiklik, dini cemaatlerin toplumsal alandaki sınırsız serbestisinin sağlanması gibi sunuluyor. Laiklik adına, dini kural-lara göre yaşamanın bir zorunluluk olarak dayatılmasının önü açılırken, bu kurallara uymayan bir yaşam sürdü-renlerin toplumda yeri olmadığı dile getirilebiliyor. Üzülerek belirtmek ge-rekiyor ki, Türkiye’de laiklik yıllar yılı, dinin yalnızca devlet katından uzak tutulması olarak tanımlandığı için, toplumdaki dinselleşme görmezden gelinerek devlet dairelerine türbanla girilememesi laikliğin tesis edilmesine yetiyormuş gibi davranıldığı için bugün AKP’nin eli daha rahat. Oysa laiklik, ne devlet dairelerine ne de yasa metinlerine sığdırılabilecek bir kavram. Toplumun gerici-faşist bir kuşatmaya uğratıldığı, bireylerin kişisel alanlarıyla

YASEmİN GüR

Page 11: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 11

sınırlanması gereken dinin, hayatın tüm alanlarında aklın ve bilimin yerine geçirildiği bir ülkede laikliğin var oldu-ğunu söylemek asla mümkün değildir. Bu sebeple türbanın üniversitelere ve diğer devlet kurumlarına girmesi kendi başına laikliğin elden gittiğini göstermiyor. Laikliğin yok edildiğini söyleyebilmek için bugün türbanın akla ve bilime de sirayet ettiğini görmek gerekiyor. Türkiye’de laiklik için kaygılanıyorsak AKP’nin özgürlük yalanlarına kanmadan, dinin akla ve bilime sirayet ettirildiğini, türbanın bunun bir aracı olduğunu açık ve net bir biçimde, amasız fakatsız söylemek gerekiyor. Yani laikliğin yok edilmesi-nin aklın ve bilimsel düşüncenin yok edilmesi, insanın kendi kaderinin kendi ellerinden alınması, gökyüzüne havale edilmesi demek olduğunu söylemek gerekiyor.Buradan hareketle laiklik tartışmala-rının yükseldiği son uğrakta AKP’nin taşıdığı amacın, devlet katında iktidarını tesis eden siyasal İslam’ın toplumda da iktidarını tam anlamıy-la kurması olduğu görülüyor. Son tartışmalardan ayrı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın camileri sevdirme kampanyaları, KHK ile çocuklara Kuran kursunda yaş sınırının kaldırılması, aile imamlığı uygulaması gibi bir dizi başlığın toplumun dönüştürülmesi ve dolayısıyla İslami düşüncenin toplum-sal alanda da iktidar olması amacına hizmet eden örnekler olarak karşımıza çıktığını belirtelim.

‘Hoşgörü mü, Tahammül mü?’ Tar-tışmalarının GösterdikleriAKP’nin, devlet katında tesis ettiği dinci iktidarı toplumsal alanda da yerleştirmeye çalıştığını belirttik. Bu sebeple AKP’nin toplumu gericileştir-

meye, bilimsel düşünceyi yok etmeye yönelik adımlar attığını da söyledik. Bu adımlar elbette, dinci iktidarın toplumsal alanda tesis edilmesi için kritik. Çünkü dinci partinin toplumda iktidarını tesis edebilmesi büyük ölçü-de, toplumu hurafelere inandırmaktan, bilimsellikten uzaklaştırmaktan, yeni bir ahlak anlayışı oluşturmaktan ge-çiyor. Bu adımlar ülkemizde aslolarak AKP iktidarı ve Gülen cemaati eliyle olmak üzere, on yıllardır hükümet olmayı başaran sağ tarafından hayata geçirildi, geçiriliyor. Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki, dinci iktidarın toplumsal alanda tesis edilmesinin bir ayağı (şüphesiz ki son derece önemli ve karşısında durulması gereken bir başlık) toplumun dönüştürülmesi ise, diğer ayağı da dönüştürülemeyen kesimlerin baskı altına alınmasıdır. Türkiye’de AKP çarşafına girmeyen, onun din anlayışını benimsemeyen hatırı sayılır bir kesim baskı altındadır.

Baskı, iktidar yanlılarının, laiklik düşmanlarının kendilerini mukte-dir hissetmesi için elzemdir.AKP’ci kesimlere kendilerini muktedir hissettiren bu baskı, bugün en çok laik kesimlerin gettolara kapatılması gereken ve en iyi ihtimalle tahammül (!) edilebilecek “insansılar” olarak ilan edilmesi şeklinde tezahür ediyor. Yeni Şafak Gazetesi’nin köşe yazarlarından Hayrettin Karaman’ın ‘Tahammül mü, Hoş Görmek mi?’ başlıklı yazısıyla başlatılan tartışma süreci, profesör un-vanlı Orhan Çeker’in “Dekolte giyersen tecavüze uğrarsın. Tahrikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değil.” sözlerinin gösterdiği bu. (Orhan Çeker’in sözleri bir de, insanlığın bittiği noktada mide bulantısından başka bir şey kalmadığını gösterdi, hala insan kalabilenlere...)Hatırlanacağı üzere Hayrettin Karaman’ın geçtiğimiz Ağustos ayında söz konusu ‘Tahammül mü, Hoş Gör-mek mi?’1 yazısını yazmasıyla pek çok ilahiyatçının dahil olduğu bir tartış-ma(!) süreci başlamıştı. Bu süreçte yaşanan, AKP’ci kesimlerin, kendi da-yattığı yaşam tarzını benimsemeyen kesimleri açıkça aşağılaması, toplumda barındırılmaması(!) gereken canlılar olarak ilan etmesiydi. Bakınız; Hayret-tin Karaman yazısında Müslümanların İslami kurallara göre yaşamayanları ıslah etmesi gerektiğini söylüyor ve ekliyordu: “İslam toplumunda onların aykırı filleri için özel mekânlar ihdas edilmek gibi tedbirlere başvurulur.”

Tabi Türkiye hala tam anlamıyla bir İslam toplumu olamadığı için Kara-mangillerin bu pislikleri(!) ‘ıslah etme’ ve ‘özel mekanlara kapatma’ olanağı bulunmuyor. Karaman bu duruma çok üzülse de başka bir çözüm ile yetinme-yi biliyordu. Karaman’ın –özlemle bek-lediği günler gelene kadar- bulduğu çözüm kendi sözleriyle şöyle: “Durum böyle olunca çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla ‘hoşgörü’ değil, ‘tahammül’ diyorum.”Bu sözlerin yazarının, o yazarın düşüncelerini destekleyen AKP’ci isim-lerin2 ve bu düşüncelere -eleştirirmiş gibi yapmayı ihmal etmeden- çanak tutan liberallerin ağzından dökülenler3 kendini muktedir hisseden, bu sayede herkese, her şeye karışabileceğini zanneden bir kesimin pervasızlığının dışa vurumudur. Bu pervasızlık bir sonuç olduğu kadar, bir araçtır da: AKP’cileşmeyen yurttaşların artık Türkiye toplumunda yeri olmadığını, AKP’nin devlette tesis ettiği iktidarı toplumda da tesis etmekte olduğunu ilan etmenin bir aracıdır.

Dipnotlar:1. http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=28484&y=HayrettinKaraman2. İslamcıların Hayrettin Karaman’ın yazısı ile ilgili yorumları için bakınız: http://haber.sol.org.tr/medya/islamcilarin-breivikten-farki-yok-haberi-452393. http://www.stargazete.com/yazar/mustafa-akyol/dindarlik-hosgoru-ve-tahammul-haber-374581.htm Star Gazetesi yazarı Mustafa Akyol, bu yazısında Hayrettin hocasının hoşgörü-tahammül bahsinde söylediklerinde hem katıldığı, hem de katılmadığı noktalar olduğunu belirterek liboşluğun kendisine bahşettiği demokratlıkla, kibarca fikirlerini beyan ediyor! Yine kibarca lafı artık suyu çıkan ‘beyaz Türk’ söylemine getiriyor. Akyol’un nelere katılmadığı soracak olursanız… Görünürde böyle bir durum yok, sadece hocasına, fikirlerinin daha geniş kesimlerde kabul görmesi için birkaç öneride bulunuyor. Son olarak Mustafa Akyol’un bu yazısının pek çok İslami forum sitesinde paylaşıldığını ve memnuniyetle karşılandığını belirtelim.

Page 12: Icabihal sayi 3

12 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

BİR YILDÖNÜMÜ ve UFKUN SINIRLARI

Anma yazıları her zaman bir takım risk-ler barındırmaktadır. Özellikle bugünü kabullenmeyenler, var olanı değiştirme iradesine sahip olanlar için bir hayli tehlikeli olabilirler. Bu yüzden okurken hep temkinli yaklaşırım anma yazıları-na. Çoğu zaman okumak için zorlarım kendimi. Sanki bir görevi, rutin bir işi yerine getirir gibi…Bugün bu anma yazısını kaleme alırken ise bir rutini yerine getirir gibi değil önemini yüreğimde ve aklımda fazla-sıyla hissettiğim bir işi yapar gibiyim. Çünkü zor zamanlardan geçiyoruz. İnsanlığın aklını, cesaretini, örgütlülü-ğünü, üretme ve değiştirme gücünü yitirdiği bir dönem. Karanlığın her yanımızı sardığı, aklımızı, onurumuzu teslim aldığı, alamasa da içimizde-ki ışığın büyümesine engel olduğu zamanlar…İşte böyle karanlık zamanlarda anma yazıları fazlasıyla risklidir. Çünkü gele-ceğe dair umutlarımızı bir yana bırakıp geçmişe öykünmemize, tabiri caizse o zaman dilimine sıkışıp kalmamıza neden olabilirler. Bu yüzden, ancak geçmişe “geleceğin penceresinden” bakmak bu riskleri ortadan kaldırabilir.Anacağımız dönem ise bellidir: Ekim Sosyalist Devrimi… İnsanlığın tıpkı bugün olduğu gibi karanlıkla çevrili olduğu bir yüzyılın başında, o karan-lığı yırtıp atarak yeni bir tarih sayfası açmış, bugün bile baktığımızda içimizi ısıtacak bir aydınlığı tüm insanlığa hediye etmiş bir tarihsel duraktır andı-ğımız. Bu durak, eşitliğe ve özgürlüğe dair insanlığa yepyeni ufuklar kazan-dırmış, sınırları zorlamıştır.İşte bu yüzden Ekim’i tekrar anıyoruz çünkü günümüze, tartıştıklarımıza ışık tutuyor, geniş bir ufuktan bakmamızı sağlıyor. Ekim’e giderken…20. yüzyıl insanlık için fazlasıyla karanlık bir çağ olarak açılmıştı. Avrupa’nın doymak bilmez emperyalist ülkeleri ile gözlerini kâr hırsı bürümüş tekelleri tüm dünyayı paylaşmış, artık yeni pazarlar ve yeni sömürü alanları bulabilmek için birbirlerinin sömürge-lerine göz dikmişlerdi. Herkes yakın

zamanda bir savaş bekliyordu.Emperyalist ülkeler dünya kaynakların-dan yararlandıkları halde ülkelerindeki gelir uçurumları inanılmaz düzeydeydi. Milyonlar açlık, işsizlik, salgın hastalık, uzun çalışma saatleri, baskı ve terör ile terbiye ediliyordu. 19. yüzyılı kanlı mücadeleler, grevler, ayaklanmalar ile geçirmiş olan emekçi kesimler ise 20. yüzyılın başında özellikle Avrupa ülkelerinde sayıları milyonlara ulaşan örgütlü sendikaları ve siyasi partileri ile etkili olduğu halde siyasi hedefleri ve ufukları daralmış bir durumdaydı.Savaş kısaca bu koşullar altında 1914 yılının yazında başladı. Farklı millet-lerden işçiler, köylüler hiçbir çıkarları olmadığı bu emperyalist paylaşım savaşında, cephelerde emperyalistlerin çıkarları için öldüler. Böyle bir dönem-de Avrupa’da işçi sendikaları ve siyasi partileri kendi ülkelerinin burjuvaları-nın milliyetçi ve şovenist çığlıklarına teslim oldular ve onları destekleme kararı aldılar.Çarlık Rusya’sı ise 20. yüzyıla dev bir tarım ülkesi olarak girdi. Merkezi şehirlerde toplanmış sanayi sayesinde palazlanmış işçi sınıfı ise sayıca az ol-masına rağmen etkili bir siyasi aktördü. Başarısızlığa uğrayan 1905 Devrimi işçi sınıfının siyasi etkinliğinin ne ka-dar önemli olduğunu göstermişti. Rus işçisi pek çok farklı biçimde (dernek, kulüp, örgüt, Sovyet…) örgütlenmiş ve Avrupa’daki sınıf kardeşlerinden farklı olarak siyasi ufku daralmamış bir durumdaydı.Savaş uzadıkça bütün ülkelerde zaten yoksul olan halk iyice yoksullaşmış, tepkileri artmaya başlamıştı. Rusya’da da halk artık savaşmak istemiyordu. Emekçiler şehirlerde kıtlık çekiyor, askerler cephelerde soğuktan donuyor, salgın hastalıklar ve düşman kurşunları altında can veriyorlardı. Savaşın kendi çıkarları için yapılmadığını herkes an-lamaya başlamıştı. Sınıf çatışmasının üzerindeki tül kalkmış, saflar netleş-mişti. Bu durumun daha fazla devam etmeyeceği belliydi. İşte bu noktada halk işçi sınıfının öncülüğünde önce çarlığı devirecek (Şubat 1917), hemen ertesinde kurulan geçici hükümet savaşa devam etme kararı alınca işçi sınıfı bağımsız bir siyasi aktör ola-rak ortaya çıkacak, bütün iktidar işçi sınıfına ve onun organları Sovyetlere

kalacaktı (Ekim 1917).

Yeni bir çağ açılıyor…Jülyen takvimine göre 24 Ekim, Miladi takvime göre 6 Kasım gece-sini 7 Kasım’a bağlayan saatlerde Petrograd’da (Bugünkü adıyla St. Pe-tersburg) kışlık sarayın ele geçmesiyle yeni bir çağ açıldı. Artık bütün iktidar Sovyetler’deydi.Tabii ki sosyalizmi kurmak kolay olma-yacaktı. Genç Sovyetler yıllarca içerde burjuva artıkları ve hainlerle, sabotaj-larla; dışarıda da emperyalist ülkelerin baskı ve şantajlarıyla boğuşacaktı.Eşitlik ve özgürlük hayal olmanın öte-sine geçip hayat bulmaya başlamıştı. Ta ki bu yükselen ışık yeni bir karanlık dalgasıyla boğulana kadar… Ekim günümüze ışık tutuyor… Ekim Devrimi’nin üzerinden 94 yıl geçti. Fakat bugün bile ondan öğ-renebileceğimiz çok şey var. Çünkü insanlık hala özgürlük, eşitlik üzerine düşünüyor, tartışıyor. Ekim Devrimi bu tartışmalara verilmiş bir cevaptı.Onlar insanlığın eşit ve özgür ola-bilmesi için toplumu bir asalak gibi kemiren sömürücü sınıflardan kurtul-mak gerektiğini ileri sürdüler ve bunu yaptılar. Bugün bu cevabın bu tartış-mada verilmiş şu ana kadar ki en ileri cevap olduğunu görüyoruz. Görüyoruz çünkü Ekim Devrimi’nin ve sosyalizmin yokluğunda dünya sadece sömürenler, para babaları için daha iyi bir yer oldu. Ezilenler, işçiler, emekçiler için ise dünya bir cehenneme döndü.Evet. Hala bu kavramlar üzerine tartışıyor ve düşünüyoruz. Özgürlüğü, eşitliği hayal ediyoruz. Ama onları elimizden alanların çizdikleri sınırlar içerisinde kalındıkça bunun ne anlamı var?Özgürlük denilince kılık-kıyafetten ötesini düşünemeyen, eşitlik denilince doktor maaşıyla çöpçü maaşının aynı olmasını anlayan bir toplum ne özgür-lüğü ne de eşitliği anlamıştır.Peki anlamak isteyenler ne yapabilir-ler?Başlangıç olarak 1917 yılının dondu-rucu kış aylarında bir kuzey şehrinde yaşananlara bakabilirler. İnsanın özgürlüğe, eşitliğe dair ne kadar geniş bir ufka sahip olabileceğini, neleri başarabileceğini orada bulacaklardır.

cANkAt AYdıN

Page 13: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 13

BİR ENTERNASYONALİZM DERSİ

1. Dünya Savaşı Sonrası Avrupa, savaşın getirdiği yıkım ve ekonomik buhranın etkisiyle faşist ideolojilerin hakim olduğu bir coğrafya haline geldi. Açlık, yoksulluk, işsizlik içinde kıvra-nan halkların karşısına bir kurtarıcı kılığında çıkan 20. yüzyıl diktatörleri-nin baş mimarı olan faşist ideolojiler nasıl doğdu ve nasıl yayıldı?Faşizmin tanımlamasına yönelik ça-lışmalar genellikle ortaya çıkarmasına neden olan ekonomik ve toplumsal koşulların belirlenmesi ve faşizmin iktidara geldiği ülkelerde işçi hareketi-nin ezilmesinin nedenlerin saptanması üzerinde durur. Faşizm aslen kelime kökü olarak `İtalyan milliyetçisi` demektir. Sıfat İtalyanca `facio` keli-mesinden doğmuştur. Mussolini`nin İtalyan Milliyetçi Partisi mensuplarına `faşist` denmiş, İtalyan milliyetçiliğini tanımlamak içinse`faşizm`ifadesi kullanılmıştır. Faşizmin kurucusu Benito Mussolini olarak kabul edilmek-le birlikte ilkelerini, yazdığı kitaplarla İtalyan filozof Giovanni Gentile belir-lemiştir. Gentile, Benito Mussolini’den etkilenerek 1920’li yıllarda faşizmin ilkelerini belirleyerek bir siyasi doktrin haline getirmiştir.(1) Mussolini’nin 1922’de İtalya’da iktidarı ele geçir-mesinin ardından, İtalya’da resmi

ideoloji olarak yürütülmüştür. Zamanla faşizm kelimesi yalnız aşırı milliyetçi ve vatansever bir anlayışı ifade etmek için kullanılmaktan çıkmış; baskıcı, otoriter ve ırkçı rejimlerle özdeşleş-miştir. Faşizm kelimesinin anlamındaki bu değişiklik şüphesiz ki başlangıçta hizmet ettiği ideolojilerin yarattığı tarihsel kıyımın sonucudur. 1945’e kadar Avrupa’da hüküm süren faşizm de her ülkeye göre farklılıklar göste-riyordu. Faşist ideolojiyle yönetilen ülkelerden en belirgin örnekler Musso-lini dönemi İtalyası ve Hitler dönemi Almanyası’ydı.

İtalya’da Faşizm ve Mussolini DönemiMussolini, İtalyan Sosyalist Partisi’nin sendikalist kanadından geliyordu. 1915 yılında Mussolini, Sosyalist Parti’nin savaş karşıtı manifestosunu imzalamasına rağmen I. Dünya Savaşı sırasında İtalya’nın savaşa katılması için faaliyet gösteren bir örgüt kurdu. Bu faaliyetinin sonucunda Sosyalist Parti’den çıkartıldı. Bu tarihten sonra sosyalist ve komünist hareketlerle on-lara yakın işçi hareketlerine karşı şid-detli bir mücadeleye girişti. 1919’da Mussolini’nin de içinde yer aldığı 1. Fascio di Combattimento kuruldu. Örgütün talepleri arasında otoriter bir düzen de yer alıyordu. 1920’den itiba-ren faşist hareket toprak sahiplerinin ve küçük burjuvaların desteğiyle bir kitle hareketine dönüştü. 1921 yılında

Nasyonal Faşist Parti kuruldu. Partiyi destekleyenler arasında bürokrasi, kilise ve ordu bulunuyordu.İktidar olduğunda önceleri liberallerin desteğini alan Mussolini, diktatörlü-ğün koyu ve keskin uygulamalarını birer birer hayata geçirmeye başlamış-tı. İtalya kısa zamanda bir polis devleti haline getirildi. Kitap ve gazetelere getirilen sansür, seçim sisteminde ya-pılan düzenlemeler ve Faşist Parti dı-şındaki diğer partilerin kapanması gibi uygulamalar gerçekleştirildi. Mussoli-ni, sendika hareketlerini de kanun dışı ilan etti ve eğitimi kontrol altına aldı. Ekonominin faşistleştirilmesi amacıyla tüm ülkeyi tren rayları ve otobanlarla kaplayan Mussolini, çiftçileri sürekli teşvik ederek tarım ve endüstrinin canlanmasını sağladı. Gerçekleştirdiği bu değişiklikler ve yeni uygulamalarla İtalya’da işsizlik azalmıştı. Bu başarısı Mussolini’nin popüleritesinin artmasını sağladı, böylece ülkenin iç ve dış işleri, koloniler ve kamu çalışmalarının yanı sıra orduyu da idare etme yetkisine sahip oldu. Tüm bakanlıkların görevle-rini kendisi üstlenmişti. Bu şekilde tüm gücü elinde tuttuğuna inanan Mus-solini, rekabet yaratacak herhangi bir durumun da önüne geçmiş oluyordu.2

Diktatörlük altındaki İtalya’da kanunlar yeniden yazılmış, üniversi-tedeki öğretim görevlileri faşist rejimi savunacaklarına dair yemin etmek zorunda bırakılmışlardı. Gazete editör-leri Mussolini tarafından özel olarak

bURkAY AYkAl, ıRmAk kORAlAY, YASEmİN AltıNkUm

Page 14: Icabihal sayi 3

14 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

seçiliyor ve Faşist Parti’den sertifikası olmayan hiç kimse gazeteci olamıyor-du. Amaç tüm İtalyan halkını, şirketleri ve dernekleri kontrol altında tutmaktı. Mussolini’nin dış politikada sergile-diği tutum ise agresif milliyetçilikti. Bunun ilk örneği 1923’te Corfu’nun bombalanması olmuştu. Ardından Arnavutluk’un kukla rejimine geçmesi ve Libya’nın yeniden fethi geldi. Ulus-lararası arenada güçlendiğini ispat etmek için 1935’te Habeşistan’a asker çıkardı. Uzun ve nedensiz bir savaş sonunda Habeşistan işgal edilmişti.İtalya, 1936 yılında Almanya ile Berlin-Roma Mihveri’ni kurdu. Hitler öncelikle Orta Avrupa, ardından Doğu ve Batı Avrupa’yı Almanya toprakları-na katmak amacındaydı ve bu amaçla 1 Eylül 1939 sabahı Polonya sınırlarını geçti. Bu taarruzla II. Dünya Savaşı başlamış oldu. Daha önce Malta, Korsika ve Tunus’u İtalyan toprakları-na katma ve “Roma İmparatorluğu’nu canlandırma amacı” taşıdığını söyle-yen Mussolini de Almanya ile birlikte Mihver Devletleri bloğunda savaşa girdi. Berlin- Roma Mihveri’nin savaşa girmesiyle Hitler’in İtalya ve Mussolini üzerindeki etkisi arttı.3 Alman nazizmi İtalyan faşizminden daha koyuydu. Faşizm, Nazizm’e göre bir ölçüde daha ılımlıydı. Sanayinin devletleştirilmesi-ne ve kapitalist sınıfın ortadan kaldırıl-masına da kesinlikle karşı bir rejimdi.Almanya’da Nazizm ve Hitler DönemiNasyonal-Sosyalizm doktrininin ilanı 1898’in Mayıs ayında, ilk teorisyeni Maurice Barrès tarafından yapıldı. Fransız Barrès; sosyalist bir milliyetçi-lik fikrini, yabancı egemen Almanya’ya karşı, seçmenleri kazanmak üzere yaymıştı ve sosyalizmin “liberal bir

zehir” olduğunu, ancak nasyonal sosyalizmin, kollektif milliyetçiliği gerçekleştirmenin aracı olduğunu açıklamıştı. Barrès’e göre, işçiler kendi uluslarından işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve Yahudi sermaye-sine karşı mücadele etmeliydi. Daha sonra bu ideolojiyi benimseyen Adolf Hitler tarihin en kanlı savaşının ve en baskıcı rejiminin mimarı olacaktı.1. Dünya Savaşı’nda Alman mağlu-biyetinden sonra Hitler, Alman İşçi Partisi’ne (Deutsche Arbeiterpartei, DAP) katıldı ve kısa sürede bu oluşu-mun üst basamaklarına kadar ilerleyip lider koltuğuna oturdu. 29 Temmuz 1923’te partinin adını Nasyonal Sos-yalist Alman İşçi Partisi (Nationalso-zialistische Deutsche Arbeiter Partei, NSDAP) olarak değiştirdi. Adolf Hitler, Alman İşçi Partisi’nin lideri olmadan önce parti, milliyetçi ve sosyalist ilke-lere sahipti. Henüz partinin ideolojisi Nasyonal Sosyalizm değildi. Hitler’in düşünceleri Alman İşçi Partisi’nin ilkelerine ve düşüncelerine uymakta, hatta onları daha da ileri bir seviyeye taşımaktaydı. DAP’a üye olan kişiler Hitler’in düşüncelerinden etkilendiler. Hitler’in parti önderi olması üzerine üyeler Nasyonal Sosyalizmi benim-sediler. Bu düşüncenin taraftarlarına “Nazi” ismi verildi.I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın sömürgelerine ve ordularına el konulmuş, yalnızca küçük bir kara ve deniz askeri birliği bulundurmasına izin verilmişti. Alman imparatoru II. Wilhelm tahtı bırakmış ve Cumhuriyet kurulmuştu. Bu yeni Alman Cumhuriyeti’nin adı Weimar Cumhuriyeti idi. Bu sırada I. Dünya Savaşı’nın getirdiği büyük alt üstlükle-re, haksızlıklara bir de savaştan yenik çıkmanın vermiş olduğu manevi eziklik eklenmişti. Savaş sonrasında büyük bir siyasal ve ekonomik bunalım baş gösterdi. Böyle bir ortamda ortaya çı-kan Naziler, bu durumdan demokratik kurumları, komünistleri ve beceriksiz siyaset adamlarını sorumlu tutuyor; yenilginin verdiği ezikliği üzerinden atamayan ve ekonomik durumu iyice bozulan Alman halkına iş, ekmek ve güçlü bir Almanya vaat ediyorlardı. Almanların üstün bir ırk olduğunu ve başlarına gelen tüm kötülüklerin sorumlusunun başta Yahudiler olmak üzere Çingeneler, komünistler ve sosyal demokratlar olduğunu söylü-yorlardı. Bu söylem nazizmin temel taşlarından biri olacak ve tarihteki en büyük soykırımın gerçekleşmesine

zemin hazırlayacaktı.1924-1932 yılları arasındaki seçimler-de yaşadıkları başarısızlıklardan sonra yüzde 37 oy alan Nazi Partisi, parla-mentoda çoğunluğu sağlayamamakla birlikte en çok sandalye sayısına sahip parti oldu. 1933 yılının Ocak ayında, komünistlerin bir genel grevle “dev-rimci durum” yaratacakları ve başarıya ulaşacakları endişesi o derece artmıştı ki, Cumhurbaşkanı Paul von Hinden-burg Hitler’i, Katolik Merkez Partisi’yle bir koalisyon kurarak istikrarlı bir hükümet kuracağı umuduyla başbakan olarak atadı. Ancak Katolik Merkez Partisi’yle bir anlaşma sağlanamadı. Milliyetçi Parti’nin de desteğini alan Hitler, ülkeyi yeniden bir genel seçime götürdü. Hükümette oldukları için devletin tüm olanaklarını kullandıkla-rı; aynı zamanda endüstri, finans ve sigorta devlerinden büyük miktarda mali destek sağladıkları bir seçim kam-panyası yürüttüler. Hitler, başbakan olmasından bir ay sonra Reichstag’ta (parlamento) çıkan (NSDAP’ın polis örgütü olan gestapo tarafından çıkarıldığı düşünülen) yangından komünistleri sorumlu tuttu ve ertesi gün Hindenburg’a, anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili madde-lerini ortadan kaldıran bir kararname imzalattı. İzleyen günlerde Nazi Partisi ve Milliyetçiler dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları dur-duruldu. Böylece 5 Mart 1933 günü yapılan seçimlerde Nazi Partisi’nin oyları yüzde 44 düzeyine çıkabildi.İktidarı almayı başaran Nazi Par-tisi Hükümeti, parlamentodan bir “Yetki Kanunu” çıkardı. Bu kanun, Reichstag’ın tüm yetkilerini dört yıl süre ile kabineye devrediyor ve çalış-malarına bu süre için ara veriyordu. Ancak böyle bir kanun için parlamen-toda üçte iki çoğunluk gerekiyor-du. Çoğunluğu sağlamak amacıyla oylamanın yapılacağı gün parlamento SA tarafından kuşatılarak aleyhte oy kullanacağı düşünülen bazı Sosyal De-mokrat parlamenterler içeri alınmadı. 81 komünist parlamenter de seçimler-den önce gözaltına alınmıştı. Böylece “Halkta ve Almanya’daki Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Kanun (Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reicht)” adındaki yetki tasarısı kabul edildi. Nazi Partisi bu kararnameyle yürütme ve yasama erklerini eline aldı ve hemen ardından diğer partileri yasakladı.4

Hitler, büyük bir propaganda faaliyeti yürüterek ve olağanüstü hitabet ve

Page 15: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 15

ikna kabiliyetini kullanarak bütün Alman halkını Nazi bayrağı altında birleştirdi. Kendisini, Almanların yanıl-maz büyük lideri ilan etti ve halkı da buna inandırdı. Bundan sonra Alman halkı ölümüne kadar Hitler’in peşinden gitti. Halka, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtaracağına söz verdi ve bu yolda çalışmalarına başladı.Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılını izleyen yıllardaki Alman ekonomisinde gözlenen gelişmeler, çoğu kez Hitler’in olağanüstü başarısı olarak kabul edilir. Hitler’in iktidarın tüm kontrolünü ele geçirmesinin hemen ardından tüm sendikalar kapatılmış, tüm çalışanlar bir “işçi birliği” çatısı altında toplanmış, işçi aidatları genel bütçeye aktarıl-mıştı. Ücret artışları ve bunun sonucu olan grev olasılığının kalktığı ekono-mide, doğal olarak bir istihdam artışı yaşandı. İşgücü maliyetinin düşmesi ve “iş dünyasındaki barış ve istikrar”, işgücü talebinin atmasını sağladı. İşsizlik sorunun çözümünün altında yatan gerçek ise Hitler Almanyası’nın savaşçı dış politikalarında gizliydi. Almanya ekonomisi bir savaş ekono-misiydi. İşsizlerin istihdamı da savaş hazırlığını sağlayan temel unsurdu.Ülkede yapılan savaş hazırlığının temel sebebi Hitler’in Büyük Alman İmparatorluğu idealini gerçekleştirme amacıydı. Büyük Alman İmparatorluğu nazizmin gerektirdiği gibi “üstün” Ar-yan ırkından oluşacaktı. Bu amaçla es-kiden Roma-Germen İmparatorluğu’na ait olan ve Almanca konuşulan tüm toprakları işgal etmeye başladı. Ülke içinde ise Hitler’in iddia ettiği ari ırkın yaratılması için “çürükler” ayıklanmak-taydı.5

Parti programlarında, Nazi Partisi üye-leri Yahudileri “Aryan” toplumundan ayırma ve politik, kanunî ve medenî haklarını ellerinden alma niyetlerini açıkça bildirmişlerdi. Nazi liderleri, iktidarı ele geçirdikten hemen sonra, Alman Yahudilere zulmetme konusun-da verdikleri sözü yerine getirmeye başladılar. Yahudi vatandaşların hakla-rını kısıtlayan ilk büyük kanun, 7 Nisan 1933’te çıkarılan Yahudiler ve “siyasi olarak güvenilmeyen” kamu memur ve çalışanlarının devlet hizmetinden çıka-rılmasını sağlayan “Profesyonel Kamu Hizmetinin Yenilenmesi Yasası”ydı.“Yeni Kamu Hizmeti Yasası” Alman yetkililerin, Aryan Paragrafı olarak adlandırılan Yahudileri (ve çoğunlukla, “Aryan olmayan” diğerlerini de kap-sayan) kurumlardan, mesleklerden ve kamu hayatının diğer alanlarından dış-

lamak için kullanılan bir çeşit düzenle-menin ilk biçimlendirilmesiydi. Nisan 1933’te çıkarılan Alman Kanunu, Alman okulları ve üniversitelerindeki Yahudi öğrenci sayısını kısıtladı. Aynı ayda, ilave kanunlar tıbbî ve hukukî mesleklerdeki “Yahudi etkinliğini” büyük ölçüde azalttı. Bunları izleyen kanunlar ve hükümler Yahudi doktor-larının kamu sağlık sigorta fonlarından aldıkları geri ödemeleri sınırlandırdı.Eylül 1935’te, Nürnberg’deki yıllık toplantılarında Nazi liderleri, Nazi ideolojisine hakim birçok ırkçı teoriyi kurumsallaştıran yeni kanunları açık-ladılar. Bu “Nürnberg Yasaları” Alman Yahudilerini devlet vatandaşlığından dışladı ve onlara “Alman ya da Alman kanıyla ilişkili” kişilerle evlenmeyi ya da cinsel ilişki kurmayı yasakladı. Bu kanunlarla ilgili düzenlemeler onları birçok politik haktan yoksun bıraktı. Yahudiler vatandaşlık haklarından mahrum bırakıldılar (yani, kanunî oy verme hakkı beklentisine sahip değil-lerdi) ve kamu görevlerine gelemiyor-lardı.6 Yahudi karşıtlığının toplumsal hayatta da kendine bir zemin bulmasıyla beraber Naziler Yahudileri toplama kamplarına göndermeye başladı. Burada çalışabilecek durumda olanlar ayrıldıktan sonra diğerleri gaz odala-rında öldürülüp, fırınlarda yakıldılar. Bu faaliyetler sadece Almanya’da değil, daha sonra işgal edilen bütün ülkeler-de de gerçekleştirildi. Bu şekilde tüm Avrupa’da yaklaşık olarak altı milyon insan öldürüldü. Alman ırkını iyileş-tirmek adına, binlerce zihinsel engelli insan da hastanelerde, verilen gizli

emirlerle öldürülmüştü.Hitler, Sovyet Rusya’da büyüyen-geli-şen sosyalizmi bir tehdit olarak görü-yordu. Bu amaçla Japonya ile Almanya arasında 25 Kasım 1936 tarihinde Komintern’in uluslararası komünist hareketinin kendi ülkelerine sıçrama-sını engellemek için “Anti-Komintern Paktı” imzalanmıştı.

Sovyetler Birliği ve SosyalizmAvrupa coğrafyasında savaşın getirdiği siyasi ve ekonomik buhran, faşizm ve nasyonal sosyalizm gibi ideolojilerin güçlenmesine ortam hazırlarken; Rusya’da halk Bolşeviklerin önderli-ğinde savaşa, yoksulluğa ve işsizliğe karşı örgütleniyordu. Yoksul halkı savaşa çağıran Çarlık rejimi karşısında Bolşevikler “Emperyalist çıkarlar uğru-na savaşmayın!” diyor ve bu söylemle özellikle cephedeki askerler olmak üzere tüm halka direnişe geçme çağrı-sı yapıyordu. Batı Avrupa’ya göre daha az gelişmiş bir sanayiye sahip olan Rusya’nın iki sanayi şehrinde, Mosko-va ve Petrograd’da Bolşevikler, işçilere önderlik ediyor; onları bu mücadelenin öznesi haline getirmeye çalışıyordu. 1917 Ekim ayına gelindiğinde hemen her açıdan sosyalist devrimin koşulları olgunlaşmıştı. İşçi sınıfının güvenini ve desteğini kazanan Bolşevik Partisi Eylül ayında yapılan seçimlerde tüm oyların %52’sini aldı. Bu da aslında Bolşeviklerin yürüttüğü mücadelenin haklılığıyla ilgiliydi. 7 Kasım 1917’de (Jülyen takvimine göre 25 Ekim 1917) Bolşeviklerin önderliğinde ayaklanan işçilerin Kışlık Saray’ı basmasıyla Ekim Devrimi gerçekleşti. Lenin devrimin

Page 16: Icabihal sayi 3

16 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

hemen ardından halka şöyle sesleni-yordu:“ Yoldaşlar, işçiler, askerler, köylüler ve bütün emekçi halk! Bütün iktidarı Sovyetlerinizde toplayın. Uyanık olun ve toprağınızı, tahılınızı, fabrikalarınızı, araç ve gereçlerinizi, ürünlerinizi yani artık tamamen sizin olan, kamuya ait olan her şeyi gözünüz gibi koruyun. Gitgide köylülerin çoğunluğunun rızası ve onayıyla, onların ve işçilerin pratik tecrübesini gözeterek, kararlı ve şaş-maz bir biçimde sosyalizmin zaferine doğru yürüyeceğiz- birçok ileri ülkenin öncü işçilerinin halklara barış getiren ve onları ezilmekten ve sömürülmek-ten kurtaran zaferiyle...”7

Yoksulluğun ve cehaletin kıskacın-daki halklar Avrupa’da burjuvazinin egemenliğinde faşizme sürüklenirken, Rusya’da Bolşeviklerin önderliğinde örgütlenerek sosyalizme yürüdü. Irkçı, baskıcı; yurttaşlığı, insanların hak ve özgürlüklerini yok sayan faşizm tüm suçlarını yasaların altına saklamaya çalışırken, Sovyet Rusya’da yaşamın her alanında oluşturulan sosyalist ilke ve yasalar, insanlık tarihinde yeni ve aydınlık bir çağ başlatarak halkların kendini geliştirmesinde önemli bir rol üstleniyordu. Bunun bir örneği de Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra gerçekleştirilen Sovyet Kongresi’nde kabul edilen Rusya Halklarının Hakları Kararnamesi’dir:1.Rusya’daki ulusal toplulukların eşitli-

ği ve egemenliği2.Rusya’daki ulusal toplulukların, ayrıl-ma ve bağımsız devletler kurma hakkı dahil, kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkına sahip olması3.Ulusal ve ulusal-dinsel her türlü ayrıcalıkların ve sınırlamaların kaldı-rılması4.Rusya sınırları içinde yaşayan ulusal azınlıkların ve etnografik grupların özgürce gelişebilmesiSovyetler Birliği’nin insanlık tarihine en büyük katkısı sosyalist hukuk anlayışının ne demek olduğunu, sosyalist bir devletin nasıl işlediğini gösteren bir belge niteliğindeki SSCB Anayasası’dır. Anayasa’nın 1.Maddesi: “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Bir-liği, işçi, köylü ve aydınların, ülkedeki bütün ulus ve halk topluluklarının emekçilerinin irade ve çıkarlarını ifade eden tüm halkın sosyalist devletidir.”8 der. SSCB’de bireye verilen önem yine Anayasa’nın 20. maddesinde yer alan “Toplumun özgür gelişiminin koşulu, bireylerin özgür gelişimidir.” sözüyle belirtilmiş ve bireylerin kendini geliş-tirmesi için uygun koşulları sağlamak sosyalist devletin temel görevlerinden biri olarak kabul edilmiştir.Sosyalizmde halkların kardeşliğini, bi-reylerin eşitliğini ve sınıfsız bir toplum düzenini sağlamak temel amaçtır. Bu amacın gerçekleşmesine verilen önem SSCB Anayasası’nda 34. , 35. ve 36. maddelerde belirtilmiştir.

Madde 34: SSCB yurttaşları kökenine, toplumsal durumu ya da mülkiyet sahipliğine, ırk ya da ulusuna, cinsiye-tine, eğitimine, diline, dinsel tercihleri-ne, mesleki durumuna, oturduğu yere ya da diğer konumlara bakılmaksızın yasalar önünde eşittir. SSCB yurttaş-larının eşit hakları ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel yaşamın tüm alanlarında garanti altına alınmıştır.Madde 35: SSCB’de kadın ve erkek eşit haklara sahiptir.Madde 36: Farklı ırk ve uluslara men-sup SSCB yurttaşları eşit haklara sa-hiptir. Bu hakların kullanımı SSCB’deki tüm ulus ve halkların her bakımdan gelişerek birbirine yakınlaştırılması politikasıyla güvence altına alınır.SSCB uluslararası alanda 28. Maddede “SSCB Leninist bir barış politikasının sadık bir izleyicisidir ve ulusların gü-venliğini ve uluslararası işbirliğini sa-vunur.” sözleriyle ifade edilen barışçı bir dış politikaya sahip olmuştur. Yine aynı maddede halkların ulusal kurtuluş ve sosyal ilerleme mücadelelerinin desteklenmesi ve saldırı savaşlarının engellenmesi SSCB’nin dış politikada sahip olduğu temel ilkeler olarak belir-tilmiştir. Bu ilkeler doğrultusunda ha-reket eden Sovyetler Birliği; Almanya ve İtalya’nın faşist ideolojik ittifakının yarattığı 2. Dünya Savaşı’nda, ezilen halkları faşizmin boyunduruğundan kurtarma görevini üstlendi. Tarihin en kanlı savaşı 23 Nisan 1945’te Sovyetler Birliği’nin Berlin’e girmesini takiben 8 Mayıs 1945’te Almanya’nın koşulsuz teslimiyetiyle Avrupa’da sona erdi. Kızıl Ordu’nun bu galibiyeti aynı zamanda sosyalizmin faşizme karşı ideolojik bir zaferiydi. Kaynakça:1) Tom Bottomore, Marxist Düşünce-ler Sözlüğü; İletişim Yayınları, 1993 İstanbul2)İhsan Dinç, Benito Mussolini; Kastaş Yayınları3)2. Dünya Savaşı Ansiklopedisi 1.cilt; Yener Yayınları4) William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu 1. cilt; Ağaoğlu Yayınevi, Mart 19705) Adolf Hitler, Siyasi Vasiyetim; Bilge Karınca Yayınları6) Holokost Ansiklopedisi7) Lenin’in 5 Kasım 1917 tarihli ko-nuşması, solhaber8) SSCB 1977 Anayasası

Page 17: Icabihal sayi 3

Geçtiğimiz sayıda da sayfalarımızda yer verdiğimiz N.Ç. davasında Yargıtay, büyük eleştirilere neden olan mahkeme yorumunu doğru buldu.Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi, N.Ç.’nin, hem kendisini pazarlayan iki kadının hem de kendisiyle ilişkiye giren yirmi altı kişinin yanına rızasıyla gittiğini belirtmişti.Kararda, İstanbul Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulu’nun N.Ç. ile ilgili raporuna atıf yapılarak, “Mağdurenin 2002 yılı Temmuz ayında 15 yaşı içerisinde olup 15 yaşını bitirmediği, mağduresi olduğu olayın ahlaki radaetini müdrik olduğu (ahlaki kötülüğünün farkında olduğu)” ifadeleri kullanıldı. Raporda N.Ç.’ nin, “olaya ruhsal yönden mukavemete muktedir olduğu, beyanlarına itibar edilmemesi için bir neden olmadığı” belirtilmişti.Kararda ayrıca Adli Tıp’ın, N.Ç. için yaptığı bu yorum da anımsatılarak şöyle denildi: “Küçük kızın kendi iradesiyle para kazanmak amacıyla sanıklar T. ve E. ile irtibata geçtiği veya bunlarla irtibata geçen diğer sanıklarla ilişkiye girdiği anlaşılmaktadır.”

Bu yorum doğrultusunda, “en az beş yıl” hapis cezası öngörülen 15 yaşından küçük biriyle rızasıyla birlikte olmak fii-linden alt sınır olan beş yıl süreyle ceza alan sanıkların bu cezaları iyi hal indirimi ile dört yıl iki aya indirilmişti. Mahkeme, “rızası olduğu” gerekçesiyle, sanıklara “reşit olmayan kişiyi zorla alıkoyma” suçunda, mağdurun rızasının olduğu değerlendirmesini yaparak ceza vermiş, suçun mahiyeti değiştirilerek cezalar zamanaşımına sokulmuştu. Yargıtay 14. Ceza Dairesi de yirmi altı kişiye, 15 yaşından küçük biriyle rızasıyla birlikte olmak fiilinden verilen indirimli cezayı onadı. Yargıtay söz konusu suç hakkında, ‘cinsel amaçlı hürriyeti tahdit suçunda çocuğun rızası’ ile ilgili hükmün uygulan-masının gerektiği ve bu düzenlemenin zamanaşımına girdiği yorumunu da yerinde buldu. Böylece sanıklar, zamana-şımı sayesinde beş yıldan on yıla varan hapis cezalarından kurtuldu.Yargıtay, mahkemenin sadece “ırza geçme” ve “ırza geçmeye iştirak” suçla-rından verdiği cezaların arttırılabileceği yorumunda bulundu. Yerel mahkemenin, Yargıtay’ın görüşünü yerinde bulması

halinde bu artırım “rızayla birlikte olmak” suçundan verilen ceza üzerinden olacağı için, cezalar iki buçuk yılı geçemeyecek. Davada, N.Ç’nin rızası olduğu yönündeki karar olmasaydı sanıkların cezaları en az beş yıl artacaktı. Yargıtay, yerel mahke-menin kararlarını onadığı için, sanıklar işledikleri suç için öngörülen cezadan on iki buçuk yıl süreyle cezalandırılmış oldu.İşin dava boyutu ortada dururken, suçluların en alt sınırdan ceza almaları vicdanları sızlatırken, 14. Ceza Dairesi Başkanı Fevzi Elmas kararın kamuoyun-da çokça tartışılmaya başlanmasının ardından kararı savunarak açıklamasını şöyle sürdürdü; ‘‘Biz bir karar verdik. Bu karar kesin değildir, bu kararın yaygaray-la değişmesi de mümkün değildir.’’ Kanun böyleydi bizde yasalar doğrul-tusunda karar verdik limanına sığınan Yargıtay tarafından N.Ç infaz edildi! İnfaz edilen N.Ç. nezdinde de tüm çocuklara tecavüz edildi. Adalet duygusunun bu kadar sarsıldığı, sarsılmaktan öte yok edildiği ülkemizde yine de vicdanlara dönmeye bir kez daha ihtiyaç oluyor: Hangi inanca hangi hukuka sığdırabildi-niz bu hükmü?

N.Ç. DAVASINDA SKANDAL BİTMİYOR

ÇUKURCA SALDIRISI VE YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİKBundan yaklaşık bir ay kadar önce PKK’nin Hakkari’de 8 ayrı noktada dü-zenlediği saldırılarda 24 asker yaşamını yitirmiş, 18’den fazlası yaralanmıştı. Hemen arkasından hükümet ve TSK hava ve kara harekâtına başlamış, yaşa-nan; halkların kardeşliğini bir kez daha dinamitlemek olmuştu. Yaşanan şiddetin bir an evvel durdurulmasını istemek, düşmanlığı körüklemenin bir fayda getir-meyeceği konusunda ısrar etmek, barış için tek çıkar yol olarak görünmektedir.Devlet ile karşı tarafın yetkilileri görüşe-bilirken ve bu konu milliyetçi kesimlerde bile ciddi bir tepki yaratmazken; hangi konular üzerinde anlaşıldığı ve hangi konularda uzlaşma sağlanamadığı açık-lığa kavuşturulmalı, kan pazarlığı sona erdirilmelidir.Bir yanda bunlar yaşanırken toplum nazarında da olay travmatik hale gelmeye başladı. Haber kanallarında ve gazetelerin okuyucu yorumlarında da bu travma hali gözler önüne serilmiş, Van depreminin ardından Müge Anlı gibi isim-lerin milliyetçi hezeyanlarıyla ise iyice ayyuka çıkmıştı. Hükümet ve muhalefet cephesinden de aynı seslerin yüksel-mesi, zaten sokaklara dökülmeye hazır olan faşist cenahın iplerinin çözülmesi anlamına geldi.Şimdi o söylenenlere biraz daha yakın-

dan bakalım:Cumhurbaşkanı Gül: Bu saldırıların intikamı çok büyük olacaktır ve misliyle alınacaktır.MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli: OHAL ilan edilsin.BDP Eşbaşkanı Demirtaş’ın olaylardan sonra yaptığı açıklamalara ilişkin gaze-telerin okuyucu yorumlarında ise saf bir nefret ve kafatasçılık göze çarpıyordu. İnsanlık suçu barındıran bu yorumlar, gazete editörlerince olduğu gibi yayım-landı.Akşam Gazetesi: Hidayet Demir - Upsala University Allah belanizi versin ermeni usaklari. israilin k.pekleri.Star Gazetesi: Idris Pamuk - neden ku-durup azdılar? sona yaklaştıkça, köşeye sıkıştıkça saldırır k.pek...itlaf zamanı artık...cesetlerini kamyona doldurup hakkarinin meydanına boşaltacaksın ki insanlıktan anlamaz hainler devletin gücünü ciğerinde hissedecek...Sokaklarda ise şiddet her yerdeydi…Bağcılar: Önünde ırkçı sloganlarla gösteri yaptıkları BDP Bağcılar İlçe Örgütü’nün bulunduğu binaya girmek isteyen bir grup, son anda binanın giriş kapısının kapatılması üzerine aynı bina-nın 2. katında faaliyet yürüten Med Kül-tür-Sanat Merkezi’ne saldırdı. Saldırgan grup, içerisinde çocukların da bulunduğu

Kültür Merkezi’ni bina dışından taş yağmuruna tuttu. Atılan taşlar nedeniyle Kültür Merkezi ve alt katındaki bir işye-rinin camları kırıldı. Gerçekleşen saldırı üzerine Kültür Merkezi çalışanları ve içe-ride bulunan çocuklar, 8 katlı binanın en üst katında bulunan BDP ilçe Örgütü’ne sığınarak atılan taşlardan kurtuldu. Bina önünde polis müsaadesiyle eylemle-rini akşam saatlerine kadar sürdüren gruplara karşı, ilçede yaşayan Kürtler de bina önünde toplanmaya başladı. Irkçı grubun gösterisine herhangi bir şekilde müdahalede bulunmayan polis, savun-ma amaçlı toplanan BDP’ lilerin üzerine biber gazı sıktı.Ataşehir’de hedefte Aleviler vardı: Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ataşehir Cemevi Başkanı Metin Arslan, faşist grupların, sivil polisler nezaretinde ma-halleye girdiğini ve esnaflara saldırdığını söyledi. Arslan, “Yaklaşık bir saat önce ülkücüler mahallemize girerek esnafa saldırdı. Polislerin kontrolünde yapılan saldırıda, esnaflarımıza hakaret ettiler, aşağıladılar” dedi. Mahallelerin muhtar-ları ve halk ile birlikte sokakta bekledik-lerini kaydeden Arslan, “Sabaha kadar ne olur bilmiyoruz. Bugün buraya saldıran yarın evlere saldırır” diyerek kaygılarını dile getirdi.

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 17

cEYdA kAçAR

Page 18: Icabihal sayi 3

23 Ekim’de Van, 7.2 büyüklüğünde yaklaşık 25 saniye süren bir depremle sarsıldı. Deprem Iğdır, Şanlıurfa, Batman, Şırnak, Muş, Bingöl, Bitlis, Siirt, Mardin, Hakkari, Irak’ın kuzeyindeki Duhok ve çevresinde de etkisini hissettirdi.“Devlet yok, bizi görmüyor.”Depremde en büyük yıkım Erciş’te ya-şandı. Yıkımın ardından yeterli olmayan kurtarma çalışmaları nedeniyle halk kendi kurtarma çalışmasını başlattı. Elektrik olmadığı için arama çalışmaları araba farlarıyla yapıldı. Depremzedeler bu bölgede çadır alabilmek için sabah saatlerinde kaymakamlık önünde bekle-meye başladı. Duruma dayanamayanlar ise polis barikatını da aşarak kaymakam-lığı ve hükümeti protesto etti.Depremzedelerin en önemli sorunları arasında çadır sıkıntısı ve yardımların gelmesi-dağıtılması sürecinde oluşan kargaşa yer alıyordu. Çadır problemi, soğuğun kar yağışıyla birlikte kendisini artarak hissettirdiği günlerde de devam ettiğinden yurttaşlar çareyi arabalarında yatmakta buldular. Hayli çaba harca-yarak çadır alma şansı elde edenlerin yanında bütün çabalarına rağmen bu şansı elde edemeyenlerin sayısı da oldukça fazlaydı.Van halkı, deprem sonrası yaşadıkları sıkıntıların giderilememesini ve arama çalışmaları hususunda devletin yetersiz kalmasını protesto etmek için Valilik önünde eylem düzenledi. Eylemde “Vali istifa” sloganı atıldı. Polis ise vatandaşla-ra gaz bombaları ile müdahale etti.Çadır sıkıntısının yol açtığı sıkıntılar nedeniyle Van merkezde bulunan 34 muhtardan 31’i istifa etti. İstifa sebeple-rini, çadırların kendilerine ulaştırılmadığı halde vatandaşa, ‘çadırları muhtara verdik’ denmesi olarak açıklayan muh-tarlar, tepkilerini bu şekilde koyduklarını belirtti.Deprem Çok da Olasılıksız Değilken…Fay hatlarının yoğun olduğu bir bölgede yer alan ülkemiz için depremin öngörü-lebilir olduğu bilimsel verilerle de sunul-muş olmasına rağmen ne Van için ne de diğer iller için yeterli önlemin alınmamış olması kapitalizmin insana verdiği değeri gösteriyor.Deprem Vergisi Çelişkisi26 Kasım 1999 tarihinde, 4481 sayılı kanun ile Özel İletişim ve Özel İşlem Vergisi adında iki yeni vergi uygulaması düzenlendi. 1999 depremiyle geçici olarak uygulanan düzenleme 2003’te kalıcı hale getirildi. Verginin akıbetinin ne olduğu, Van’daki yetersizliklerin ortaya çıkmasının ardından akıllarda soru işareti bıraktı. Soru işaretlerine cevap

vermek isteyen iktidar ise yanıtlarına AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in “Deprem vergisi diye bir vergi yok. Özel İletişim Vergisi var. Bunlar devletin kasasına akıyor. Devletin halkın ayağına götürdüğü hizmetler buradan karşılanıyor. Paraları Bakan Mehmet Şim-şek Bey cebine mi attı? Villa mı yaptır-dı?” açıklamasıyla başladı. Ancak deprem vergisinin olmadığı argümanı pek tutmadı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek vergiler için başka bir açıklama yaparak kafaları biraz daha karıştırdı. Açıklaması şu şekilde: “Bu vergiler bizim sağlığımıza gidiyor. Eğitime gidiyor. Bazen bize şunu da söylüyorlar. Şu kadar özelleştirme yaptınız ne yaptınız bu kadar parayı. Çok açık Hazine’ye verdik. Hazine bunları borç ödeme de kullandı. IMF’ye olan borç neredeydi bugün nereye geldi.” Aynı bakan bir ay önce yapılan ÖTV zamlarına da güncelleme diyerek az da olsa zamla-rın beyinlerdeki etkisini azaltmıştı.Depremin ardından medya ve sosyal paylaşım siteleri ırkçı açıklamalarla sarsıldıEkranlardaki ırkçılık şovu, bir haber spi-kerinin deprem haberini, “Her ne kadar Doğu’dan, Van’dan gelmiş olsa da bu ha-ber hepimizi gerçekten derinden sarstı ve üzdü,” şeklinde yapmasıyla başladı.Müge Anlı da aşağıdaki açıklamayla faşi-zan yaklaşımlara bir yenisini ekledi:“Allah askerimize zeval vermesin, biz de onları hep böyle zor günde demeyelim, normal zamanda da onlara taş atanların elleri kırılsın. Canımız istediği zaman taş atıyoruz, kuş avlar gibi dağlarda vuruyoruz, sonra bir şey olduğu zaman hadi mehmetçik gelsin, hadi polis gelsin diyoruz. Biraz da dengeleri kuralım. Zor günlerde ah canım cicim sonra kuş avlar gibi avlamayalım bunları. Biraz da insan-lar hadlerini bilsinler.”Bazı gericiler de deprem için; “ilahi ikaz”, “takdiri-i ilahi” gibi değerlendirmelerde bulundular.Sosyal paylaşım sitelerinde yapılan bu tür paylaşımlar, depremde insanlığın da öldüğünü gösterdi.Yardım Derken?AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “9 bine yakın çadır gönderilmesine rağmen çadır yeterli değil. Kızılay bu noktada iyi bir sınav veremedi,” diyerek deprem çalışmaları konusunda sınıfta kaldıklarını kabul etti. Hüseyin Çelik’in açıklamasının bir kısmı da şu şekilde:“Sayın Bayraktar’la gittiğimiz köylerde örneğin Gedikbulak Köyünün nüfusu 2000’e yakın. Biz oraya gittiğimizde ulaşan çadır 30 taneydi. Bu gece yarsına kadar yeteri kadar çadır gelecek. Ama ilk

etapta vatandaşın başını sokacağı yer olduğu için çadır ve battaniye önemli. Bu konuda eksikliği ben de kabul ediyorum. Çadırların intikalinde bir sorun var.”Deprem için yurtdışından gelen yardımların geri çevrilmesini ise Beşir Atalay, “İlk anda kendi potansiyelimizi görmek istedik. Bizim ekiplerimiz yeterli olduğundan dışarıdan destek istemedik,” şeklinde açıkladı. Atalay, “Depremin en iyi tarafı yardımlaşma duygusunu arttırmış olması” demesine rağmen devletin yetersiz kaldığı deprem sonrası çalışmalarında yardımları ilk etapta böyle bir bahaneyle reddetti. Yeterli gördüğü ekiplerin yetersizliğini ise yaşananlar net bir şekilde gösterdi.Yeniden Deprem, Yeniden Yıkım9 Kasım tarihinde Van’da merkezi Edre-mit olan 5.6 şiddetinde bir deprem daha meydana geldi. Depremden sonra gene Edremit merkezli 4.5, 3.7, 3.6, 3.5, 3.4 şiddetlerinde artçı sarsıntılar gerçekleşti.Bayram Otel enkazı altında, DHA muha-biri Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz’ ın da dahil olduğu 25 kişi hayatları kaybettiler.5.6’lık depremin ardından halk, valilik önünde çadır talepleri için bir protesto eylemi düzenledi ancak “Vali istifa” sloganı atan depremzedelere tazyikli su ile müdahale edildi.Van Valisinin sağlam dediği ve ikinci depremden sonra yıkılan Bayram Otel’in önünde ise, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın da içlerinde bulunduğu heyetin geldiği sırada durumu protesto eden halka polis coplarla cevap verdi.Erdoğan ise protestolarla ilgili, “Bu dep-remden kendisine rant sağlamaya çalı-şanlar var. Bunlar depremzede de değil. Bunlar sadece buradaki süreci provoke etmeye çalışan provokatörler. Orada çalışmaya gayret eden bakanlarımız, valimiz burada bir de onlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar,” yorumunda bulundu.Erdoğan Bayraktar, Van’da gerçekleşe-cek yeni bir deprem ihtimalini; “Bugün itibariyle diyebilirim ki; deprem açısından en güvenilir Van ve Erciş’tir. Çünkü bu-radaki fay kırılmış ve enerjisini boşalt-mıştır,” şeklinde değerlendirmişti. Van halkına da; “Geldiğimiz noktada vatan-daşlarımız yıkılmış evlere yaklaşmasın-lar, ağır hasarlı evlere girmesinler. Onun dışında az hasarlı evlere girebilirler,” demişti. Bayram Otel’in ve birçok konu-tun gerçekleşen yeni depremden sonra yıkılması ve yeni ölümlere yol açması çağrıların ne kadar yerinde olduğunu sorgulamamız gerektiğini gösteriyor.

VAN DOSYASI

18 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Page 19: Icabihal sayi 3

ÖZGÜRLÜK: KİME, NE ZAMAN, NE İÇİN, NASIL?

HUKUK OLMADAN SUÇ VE CEZA: HOPA

YONcA bAlEkOğlU

Geçtiğimiz ay eli kanlı örgüt Hizbullah’ın legal faaliyet kolu olan Mustazaf-Der, Diyarbakır’da 23 Ekim’de yapmış olduğu “İnanca Saygı ve Başörtüsüne Özgürlük Mitingi” için bölge kentlerde büyük bir çalışma yürüttü ve afişler astı. Katılımın fazla olması amacıyla birçok dinci dernek de mitinge katılım için çağrıda bulundu. Kentin birçok yerine, işyerlerine ve hatta toplu taşıma araçlarına da asılan afişlerde bulunan ibarelerden biri şöyle: “Her alanda iffet ve haya, her alanda Rabbimizin emri tesettür için İstasyon Meydanı’nda buluşalım.”Bunun yanında mitingde; “Örtüsüzlük terbiyesizliktir, örtüsüzlük kafirliktir”, “Laiklik kafirleştirmektir” gibi ifadeler kullanıldı.Mustazaf-Der’in mitingine Tesettüre Çağrı Platformu, Hak ve Özgürlükler Platformu ve Peygamber Sevdalıları Platformu destek verenler arasında.“Örtüsüzlük Terbiyesizliktir” (!)Doğru Haber Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Göktaş yaptığı konuşmada; “Rejim bu ülkede iki şeyle uğraşmıştır. Bir Kürdü, Lazı, Çerkesi, Arabı Türkleştirmek, iki laiklik yani kafirleştirmek. Kemalizmin bu ülkeye maliyeti komünizmin Rusya’ya maliyeti kadardır,” dedi. Ayet ve surelerle ko-nuşmasına devam eden Göktaş, “Biz örtüye iman ediyoruz. Örtüsüzlüğün de

terbiyesizlik olduğuna iman ediyoruz” gibi açıklamalar yaparak örtüsüzlüğü terbiyesizlik olarak nitelendirdi ve bütün kadınları aşağıladı. “Öğretmen-ler, idareciler, kaymakamlar bizim vergilerimizle maaş alan hizmetçilerdir tesettürümüze karışamazlar” diyerek saygısızlığının sadece kadınları değil gerici düşünceler dışındaki her şeyi kapsadığını gösterdi.Mitingde konuşma yapan Molla Osman Tayfur Hoca da; “Kendi isteğimize göre hareket edemeyiz. Allah’ın emrettiği şekilde emirleri eda etmemiz gerekir. Gerçek örtü bayanın tüm vücudunu kapatmasıdır. Okullarda ve çevresinde İslami bir yaşantının hâkim olması gerekir. Bu konudaki talebimiz, her yerde örtünün özgür olmasıdır. Bu İslami emre engel olanlar bir an önce kaldırılmalıdır. Yaşamın her alanında tesettür özgür olması gerekir. Karma eğitimin olmaması da bizim talepleri-miz arasındadır,” dedi.Miting sonunda başörtüsünün önünde-ki engellerin kaldırılması için toplanan imzaların Anayasa Komisyonu’na gönderileceği duyuruldu.Amaç: Başörtüsüne okullarda serbestiBir süre önce okullarda “tesettür sefer-berliği” başlatan, bu amaçla platformlar oluşturan Hizbullahçıların oluşturduğu Mustazaf-Der bu çalışmalar kapsamın-

da “Haydi kızlar başörtülü okula” çağrı-sı yaptı. Dernek açıklamalarında sadece okullarda değil hayatın her alanında başörtüsüne serbestlik istediklerini belirtti.Ayrıca miting esnasında milyonlarca öğrencinin başörtüsü nedeniyle okula gidemediğini iddia eden Mehmet Gök-taş, kadınlara; okullara ve işyerlerine pazartesi tesettürlü gidin çağrısında bulundu.Mitinge Tolerans Neden?Muhaliflerin sindirilmesi amacıyla sürekli kullanılan halkı kin ve düş-manlığa teşvik suçunun, asıl hakkında işlem yapılması gereken bu miting için neden hala gündeme gelmediği, çifte standardı gözler önüne sermesi, akıl-lara Hizbullahçıların geçtiğimiz aylarda serbest bırakılmasını ve örgütün askeri kanat sorumlusu Hacı İnan’ın mahke-medeki savunmasında AKP ile yaşanan sürecin olumlu olarak değerlendirip Gül ve Erdoğan ile 80 öncesinde beraber çalıştıklarını söylemesi geldi. Miting, bir kez daha dinci gericilik meselesinin nasıl türbana indirgen-diğini ve siyasete nasıl alet edildiğini gösterirken, kadınlar, hatta ilkokul ça-ğındaki kız çocukları üzerindeki baskıyı ve bunun insan hakları ve özgürlüğü ambalajına nasıl sokulmaya çalışıldığını gözler önüne serdi.

AKP, 31 Mayıs’ta seçim çalışmaları kapsamında Artvin’in Hopa ilçesinde bir miting düzenledi. Onlar bu mitingi yaparken “Derelerin satılması ve çayda yaşanan sömürüyü protesto” eden Hopa halkı, siyasal parti ve demok-ratik kitle örgütleri temsilcileri polis terörüyle karşılanmıştı. Karşılanmıştı diyoruz; çünkü bu karşılama töreni bir ay önce devlet bakanı Hayati Yazıcı’nın Hopa’ya sokulmamasının kendilerince bir intikamı gibiydi. AKP, ilk defa bir ilçede miting düzenliyordu. Keza çevre il plakalı otobüslerle getirilen binlerce polis de bu görüşü destekliyor. Sayısal verilerden yararlanmak gerekirse olay-dan önce Hopa’nın nüfusu on beş bin iken Haziran başında bu sayı TİHV, TTB, İHD ve KESK’in bölgedeki değerlendir-meleri sonucu düzenlenen ve altında bu kuruluşların imzalarının bulunduğu 6-7 Haziran Hopa Raporu’nda yirmi beş bin olarak belirlenmiştir. Bu nüfus artışı, tanıkların 5-6 bin polis gördükle-

rini belirtmeleri ve çevre il plakalı polis otobüsleriyle tutarlı bir şekilde birle-şince bunun özenle getirilen polislere bağlı olduğu görülüyor. Bu karşılama bir polis terörüdür diyoruz; çünkü polis, olayı AKP’nin mitinginden farklı bir yerde halay çeken insanların olduğu yere gelerek üzerinde yalnızca eylemin nedeni belirtilen bir pankartı indirmeye çalışarak başlatmıştır. 120’si bir polisin düşerek yaralanmasından sonra olmak üzere 127 el ateş açılmış; gaz bomba-larının atılması, coplu çevik kuvvet ve tazyikli su saldırısı onlarca kişinin ya-ralanmasına ve emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Lokumcu’nun ölümü polisin yaralanmasından öncedir. Aynı rapora göre ilçede olayın üstünden bir hafta geçmesine rağmen ilan edilmemiş bir sıkıyönetim halinin yaşandığı da belirtilmiştir.Yurttaşlık, AKP’cilere Özel..Olayın ardından Recep Tayyip Erdoğan,

yaptığı açıklamada “Zira ben Hopa’ya eşkıyaların indiğini bilmiyordum. Me-ğerse eşkıya oraya da inmiş.” dedi. Bu sözlere hiç şaşırmadığımızı belirtmek gerekiyor. Zira başbakan kendisine muhalefet eden herkesi hedef tah-tasının çeteci veya terörist halkasına işaretleyip özellikle Ergenekon ve KCK davalarıyla sindirmeye çalışmaktadır. AKP’nin eleştiriye tahammülsüzlük de-recesini anlamak adına daha az önemli olmayan, AKP’nin genel başkan yardım-cısı Çelik’in sözlerine de dikkat etmek yeterli. “Hükümet istifa demek, darbe-ciliktir.” Başbakanın ikinci açıklaması da asapları bozacak cinstendi. Yaralanan polis memuru için bir genel yas ilan etmediği kalmışken Metin Lokumcu için “Bir tanesi de kalp krizi geçirerek ölmüş. Kimliğini bilmiyorum. Üzerinde durma gereği de duymuyorum.” diyerek üzerin-de durma gereği duymadığı Lokumcu’ya Libya’daki Amerikancı isyancılara verdi-ği kadar değer vermediğini göstermişti.

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 19

Page 20: Icabihal sayi 3

Belki Başbakan da Hopa kaymakamı gibi Metin Abi’nin çayına ve suyuna sahip çıktığını bilmeseydi, o da Akdaş gibi, Lokumcu’ya yurttaş diyebilirdi.Murat Belge ve Mümtazer Türköne gibi AKP’nin kadrolu yardakçıları da olayların AKP’ye oy kaybettirmek amacıyla yapıl-dığı tembihleriyle döndüler köşelerine. Yani Metin Lokumcu’nun AKP’ye oy kaybettirmek için hayatını verdiğini söyleyebilecek kadar ileri gittiler. Kemal Kılıçdaroğlu bu kadarını bile yapmadı ve ilk sözlerini AKP’nin seçim otobüsünü ve Erdoğan’ı korumak için kullandı.Polis Terörünü Protestoda Polis TerörüHopa’da Başbakan’ı protesto etmek isteyenlere polisin saldırması ve bu saldırıda bir emekli öğretmenin can vermesi ülkenin değişik noktaların-da aynı günden başlayarak aylarca protesto edildi. İstanbul’da kalabalık bir kitle Galatasaray Lisesi’nin önünden Taksim’e yürüdü. Burada AKP’nin büyük bir binaya asılı dev pankartını indiren iki kişi gözaltına alındı. Polis yine halka tazyikli su ve biber gazıyla saldırdı; ancak tüm bunlara rağmen dağılmayan kitle tekrar Galatasaray Lisesi önüne gelerek Halkevleri, ÖDP, TKP, ESP, EMEP VE EHP’nin ortak basın açıklamasını okudu. Ankara’da da polis saldırgan tutumunu sürdürdü. AKP İl Başkan-lığı önüne yürüyüp basın açıklaması yapmak isteyen kitleye polis cop, biber gazı, tazyikli su ve taşlarla saldırdı. Çatışma Kızılay’a kadar taşındı. Sonuçta yaralanan onlarca kişi ve altmış gözaltı vardı. Barikat kuran panzerin üstüne çı-kan Dilşat Aktaş’ı çevik kuvvet polisi ve sivil polisler takip ederek Kızılay’da feci şekilde dövdü. Olay sonucu Dilşat’ın kalça ve bacak kemiği kırıldı. İzmir’de, Bursa’da, Adana’da, Eskişehir’de ve daha birçok kentte AKP il binası önünde basın açıklaması yaparak Hopa’daki polis terörünü protesto etmek isteyen gruplara polis saldırdı. Aslında AKP, po-lisiyle doğal bir şey yaptı. Çünkü zaten karşıt düşünmek bir eşkıyalıkken bir de çıkıp orta yerde Metin Lokumcu’nun yoldaşı olduğunu söylemek akıllara zarar bir suçtu. AKP’nin yurttaşı böyle şeyler yapmaz!Protesto gösterileri devam ederken Metin Lokumcu’nun ön otopsi sonucu da açıklandı: Biber gazı ve heyecana bağlı kalp krizi! Ancak Trabzon Adli Tıp Kurumu Başkanlığı, fikrini bir ay sonra kesin otopsi raporunda değiştirdi ve “kalp kriziyle biber gazı, tazyikli su ve göğsüne aldığı darbenin arasında bağlantı olmadığı”nı açıkladı.

31 Mayıs’ta Hopa’daki olaylarla ilgili on beş kişi tutuklandı. Bunlardan yedisi 26 Eylül’de yapılan ikinci duruşmada “terör örgütü propagandası yapmak” suçlama-sından beraat edip “polise mukavemet, gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet ve kamu malına zarar” suçlamalarından tutuklu yargılanmaya devam ediliyor.13 Ekim’de Özel Yetkili Ankara Cumhu-riyet Başsavcı Vekili’nin yirmi sekiz kişi hakkında hazırladığı iddianame, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi.“Mağdur” Polisler ve “Terörist” Halkevleriİddianamede dikkatleri üzerine çeken birçok noktadan biri, çoğunluğu Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nden altmış beş çevik kuvvet polisinin müşteki olarak yer almasıydı. Bunlar Dilşat Aktaş’ın kemiklerini kıran “mağdur”lardı. Bir baş-kası, “silahlı terör örgütüne üye olmak, terör örgütünün propagandasını yap-mak” suçlamasıydı. Bu tespitte Mahir Çayan’ın ölüm yıl dönümü anmaları delil teşkil etti. Öyle ki Halkevleri gibi Der-nekler Kanunu kapsamında yasal olan bir kuruluşun, Öğrenci Kolektifleri’nin THKP/C “terör örgütü”nün yasal uzantısı olduğu yer aldı. Yani THKP/C tartışmasız terör örgütü iken Halkev-leri ve Öğrenci Kolektifleri üyeleri de terörist ilan edildi. Bu şekilde, toplumun tamamının değiştirilmeye girişildiği bu günlerde imamın ordusunun sivil veya silahlı kanadından olmakla toplumun içinden ya da dışından olmak arasında ciddi bir ilişki kuruluyor.Yasal Örgütler Terör Örgütü OlduKızılbayrak, Partizan, Kaldıraç, Sendika.org, Odak gibi açık faaliyet yürüten dergi ve haber siteleri terör örgütü yayınıymış gibi gösterildi. İddianameye göre ESP ve SKM, MLKP, Partizan, TKP/ML, Odak, THKP/C Direniş Hareketi, Kaldıraç, DSİH “terör örgütü”nün açık alan yapılanmasıydı. Savcı açıkça, yasal sosyalist örgütleri terör örgütü ilan etti!Korkunç Suç Aletleriİddianamedeki suç aletleri de çok ilginç ve komik. “İki adet yaklaşık yüz elli cm uzunluğunda ve iki cm çapında gri renkli sert plastik boru, bir adet yaklaşık yüz elli cm uzunluğunda ve iki cm çapında açık gri renkli sert plastik boru, bir adet yaklaşık yüz elli cm uzunluğun-da ve iki cm çapında siyah renkli sert plastik boru, bir adet doksana doksan cm ebadında siyah beyaz kareli puşi.” tanımlamaları bu silahlardan bazıla-rı. Merak edilen soru: “AKP nasıl bir dünyada yaşıyor?” AKP’nin özel savcısı ‘terörizm’ ilan edilen savaşımların bu ‘si-

lah’larla sürdürüldüğünü sanacak kadar aptal mı? Yoksa bu savaşımların mutlak sonucu olarak yaşanan dramlarla dalga geçebilecek kadar rahat mı? Yani bu silah tanımlamalarına bizim gibi kendisi de gülüyor mu?İddianamede “sanıkların THKP/C Dev-rimci Yol Devrimci Gençlik isimli silahlı terör örgütünün bilgi ve istemi içinde, örgüt adına suç işleyerek, örgüt üyesi oldukları kanaatine varıldığı” dile geti-rildi. Buna göre bütün sanıklar; bütün görüş ayrılıklarına, farklı yasal örgütler-den olmalarına rağmen tek merkezden talimat alıp hedeflerini gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Bu, savcının bir komplo teorisi mi, yaratıcı düşüncesinin bir ürünü mü yoksa her ikisi de mi merak ediyoruz. Hatta TKP üyesi Cüneyt Çakır, sorgusunda bu ülkenin bir partisinin, TKP’nin üyesi olduğunu açıkça söy-lemesine rağmen savcı Hakan Yüksel onu ısrarla yurttaşlıktan soyutlama çabası içine girerek THKP/C Devrimci Yol Devrimci Gençlik üyesi olduğunu kabul ediyor. Asıl trajikomik olan da THKP/C Devrimci Yol Devrimci Gençlik isimli örgütün pratikte olduğuna dair herhangi bir somut kanıt olmaması.Akp Yandaşları ve Teröristler...Yani eğer bütün bunlardan bir sonuç çıkarmamız gerekiyorsa bu kesinlikle AKP’ye direnç gösterenlerin yurttaşlık-tan soyutlandığıdır. Hakkını arayan bu insanların yok sayılması; eşkıya, terörist ilan edilmesi, fazlaca da hapsedilmesi-dir. Dünya genelinde terörist ilan edilip hapse atılanların üçte biri Türkiye’den. Bu anlamda AKP, milyarlık Çin’i bile geri-de bıraktı. Hükümet, ülke toplumunu iki-ye ayırdı: AKP yandaşları ve teröristler. “Teröristler”in ilk duruşması 9 Aralık’ta Ankara Adliyesi’nde olacak ve bu yurt-sever ‘teröristler’e ilerici yurttaşların fiili destek borcu var.

AhmEt pAkEt

20 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Page 21: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 21

Deniz Feneri soruşturması kapsamın-da yaklaşık 4 aydır Sincan Cezaevi’nde bulunan eski RTÜK Başkanı Zahid Akman ( ilk ismi Aykut olup, Şeyh Zahid Kotku ile tanıştıktan sonra şeyhe bağlılığını kanıtlamak için adını Zahid Akman olarak değiştirdi), Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman, Genel Yayın Yönetmeni Mus-tafa Çelik, İsmail Karahan, İzzet Kurum ve Ali Solak tahliye edildi. Soruşturmayı yürüten 3 savcının, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kararıyla görevden alınmasının ardın-dan derneğin kuruluş tarihinden önce elde edilen mallar üzerindeki tedbir kaldırılmıştı. Almanya’ da süren Deniz Feneri soruşturmasında asıl faillerin Türkiye’de olduğunun açıklanmasının ardından iki buçuk yıl sonra gözaltı-na alınıp tutuklanan 6 şüpheli, 4 ay sonra ‘tutukluluk sürelerinin cezaya dönüştüğü’ gerekçesiyle tahliye edildi. Serbest bırakılan isimler hakkında yurtdışına çıkış yasağı konuldu. Sanık-lar tutuksuz yargılanacaklar.Diğer Kamu Davalarindaki Tutukluluk Süreleri Ne Olacak? Balyoz, Oda TV ve Poyrazköy davala-rının 14 sanığı, Deniz Feneri soruştur-

ması ve Hizbullah davasındaki tahliye kararlarını örnek göstererek tahliye ta-lebinde bulundu. Tahliye talebini içe-ren dilekçede Bülent Arınç’ın ‘vicdanım kabul etmiyor,’ açıklamasına da yer verildi. Dilekçede, Ankara’da devam eden Deniz Feneri Soruşturması süre-cinde 6 kişinin, ‘tutukluluğun devamı

halinde tedbirin cezaya dönüşeceği’ gerekçesiyle serbest bırakılması kararı üzerine dava avukatları, “Ankara ve

İstanbul’da uygulanan hukuk kuralları birbirinden farklı mı?’ sorusunu akıllara getirmektedir,” dedi. Ergenekon, KCK, Balyoz gibi davalarda, seçilmiş milletvekilleri dahil olmak üzere tutuklulukları yıllardır devam edenler ile Deniz Feneri sanıklarının arasındaki fark kamuoyunun cevabını beklediği bir sorudur.Nedim Şener Dışarıya SeslendiNedim Şener, tahliyelerin ardından, cezaevinden meslektaşlarına gön-derdiği mektupta; “Zahid Akman ve diğerleri hep bizim gibi gazetecilerden daha eşitti,” dedi.“Biz 8 ay soruşturmanın bitmesini ve iddianameyi bekledik. Sonunda iddianame çıktı, bir de ne göreyim; … savcılığın mahkemeye bile sevk etme-diği insanlar örgüt üyesi yapılmıştı. Ben ve Ahmet Şık ise ‘örgüt üyesi’ diye tutuklandık ama iddianame gel-diğinde gördük ki suçlama ‘örgüte üye olmamakla birlikte yardım ve yataklık etmek’. Mahkemeler iddianame çıkmış olmasına, deliller toplanmış olmasına rağmen halen ‘atılı suçun vasıf ve ma-hiyeti, delil durumu, kaçma şüphesi ve delilleri karartma ihtimali’ gerekçesiyle tahliye taleplerini reddediyor…”

KANUN ÖNÜNDE EŞİTSİZLİĞİN HİKAYESİ: DENİZ FENERİ TAHLİYELERİ

TBMM Başkanlık Divanı tarafından, 12.10.2011 tarihli toplantıda, mil-letvekillerinin iletişim giderleri için ayrılan ödenekten kalan paraların büt-çeye dönmesi yerine milletvekillerine bedava uçak bileti ve benzin parası olarak kullanılması kararlaştırıldı. Meclis bütçesinden, milletvekillerine her yıl için iki maaş tutarında (23 bin lira) telefon yardımı yapılıyordu. Birçok vekil bu miktarı tamamlayamadığı için kalan ödenek bütçeye dönüyordu.Hükümet tarafından yapılan zamlarla benzinin litresi 5 TL ye ulaşan ve Avrupa’ nın en pahalı benzin fiyat-larına sahip olan Türkiye’ de milletin ‘vekilleri’, halkın haklarını savunmak üzere seçilmiş temsilciler olduklarını çoktan unutmuş gözükmektedir.

Sayıştay’ ın, Vekillerin 3 Bin TL Fazla Maaş Aldıklarına Dair Raporu Henüz YayınlanmıştıKarardan günler önce Sayıştay bir rapor yayınlamış, bu rapor ile makam tazminatı hesaplamasında yapılan hata sebebiyle milletvekillerine 3 bin TL fazla maaş verildiği ortaya çıkmıştı. Raporda şu ifadelere yer verilmişti: “Mevzuat hükümlerinde milletvekille-rinin ödenek ve yolluklarına sınırlama getirildiği, üst limit olarak 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda en yük-sek devlet memuru olan Başbakanlık Müsteşarı’nın almakta olduğu aylık miktarı ve yolluk olarak da ödenek miktarının yarısını aşmamasının kabul edildiği anlaşılmıştır.”Vekillere Ödenek Lazım Ama

En Çok Tablet Bilgisayar Eğitimi Lazım!Divan üyeleri, komisyon başkanları ve grup başkanvekillerine makam oto-mobili olarak yeni kiralanacak 56 araç için de önümüzdeki yıl bütçesinde 1 milyon 528 bin lira ödenek ayrıldı. Meclis yönetimi, 2012 bütçesinin 651 milyon 252 bin lira olmasını öngördü. Bu miktarın 92 milyon lirası milletve-killerine maaş olarak ödenecek. Meclis personelinin maaş gideri ise 240 milyon liraya ulaşıyor.Yine geçtiğimiz aylarda milletvekilleri-ne son teknoloji ürünü tablet bilgisa-yarlar ücretsiz olarak verilirken vekiller ürünü kullanma konusunda eğitime tabi tutuldu.

MİLLETVEKİLLERİ BEDAVA YAŞIYOR YA SİZ?

EcE özSARAç

Page 22: Icabihal sayi 3

22 | HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

BİR ŞAİR, BİR DEVRİMCİ, BİR AŞIK FEDERICO GARCIA LORCA

“Lorca’yı İspanya’nın soluğunu kesmek için öldürdüler.  Bu ölümün duruş-masında birbiriyle uzlaştırılamaz iki İspanya vardı. Korkunç çatal tırnaklı lanetli cinayetlerin zehirli İspanya’sı ve karşısındaki İspanya: Yaşama onuru ve ruhuyla gülen, sevginin, geleceğin parıltılı İspanya’sı, Lorca’nın İspanya’sı.” Pablo NerudaHer ülkenin tarihinde, o ülkenin dinamiklerinin oluşmasında öne çıkan insanlar olmuştur. Bu kişiler kimi zaman bir edebiyatçı, kimi zaman bir düşünür, kimi zaman da bir müzisyen olabilir.  Lorca’yı bu sıfatlardan birine hapsetmek ne kadar doğru olur? Bu yazıda Lorca’nın hayatına tuttuğumuz el feneriyle bu soruya yanıt aramaya çalışacağız.Lorca 1898’da Granada’da doğdu. 1936’da 38 yıllık yaşamı doğduğu şehirde faşistler tarafından son-landırıldı. Çocukluğu ve ilk gençliği Granada’da geçen Lorca, buraya olan sevgisini her fırsatta dile getirmiştir ve bu sevgi, şiirlerinde de çoğu zaman kendini hissettirmiştir. Peki neden Granada? Burası, İspanya’nın farklı etnik gruplarının, ülkenin başka hiçbir yerinde olmadığı kadar, bir arada yaşa-dığı bir şehirdir. Çingeneler, Basklılar, Arap kökenliler, Yahudiler ve İspan-yollar... Belki de bu yüzden Lorca’nın sanatı bütün İspanyolluğuna rağmen evrenseldir.

Sanat AnlayışıLorca genellikle “devrimci şair” olarak bilinse de, sadece şiir alanında değil yazdığı tiyatrolarla da adından söz ettirmiştir. Tiyatro oyunlarında kadının toplumsal hayattaki yerine, köylülere, batıl inançlara, namus kavramına, çingenelere değinir. Tiyatronun toplumsal sorunları yansıttığı ölçüde bir değeri olduğunu belirtir. Toplum-sal gerçekleri net bir ışıkta sunar. Lorca, ona ülke çapında ün kazandıran oyununda 1831’de Kral’a ve mutla-kıyetçi rejimine karşı çıktığı, evinin üstünde “Özgürlük-Eşitlik-Adalet” yazılı bir bayrak bulundurduğu için asılarak idam edilen Granadalı kadın özgürlük savaşçısı Mariana Pineda’nın son günlerini anlatır. Kanlı Düğün, Yerma ve Bernarda Alba’nın Evi belli başlı oyunlarındandır. Bir arkadaşı ile kurduğu “La Barraca” adlı gezici tiyatro grubu ile İspanya’yı dolaşarak halkı tiyatroyla tanıştırır. İlk olarak bu toplulukla ülkedeki falanjistlerin dikkatini çekmiştir.Lorca aynı zamanda müzik eğitimi de

almıştır. Zaten şiiri, müziği ve tiyat-rosu birbirinden ayrılamaz. Şiirinin kaynağına Endülüs halk şarkılarını koyar.  İspanyol halk müziği ve folkloru her zaman ilgisini çekmiştir. Unutulmaya yüz tutmuş halk şarkıla-rını ve şairlerini anar, halk müziğinin toplumda hak ettiği yeri bulması için uğraşır. İspanya’da giderek yaygınla-şan meyhane müziğinin estetikten yoksun, yoz bir müzik olduğunu ve Endülüs ruhuna yakışmadığını katıldığı konferanslarda sürekli dillendirir. Arka-daşlarıyla bir aradayken onlara piyano çalıp şarkı söyler yahut müzisyen arkadaşlarına gitarıyla eşlik eder:“Ben ölünce;gömün gitarımla benikumlara “Lorca’nın şiirleri ise başlarda Endülüs halk şiirlerinin bir devamı şeklinde karşımıza çıkar. Doğa, tüm biçimlerin eşitçe sahip olduğu özdeş güzelliğiyle mutlaka Lorca’nın şiirlerinde kendine yer bulur. İmgeleri aydan, rüzgârdan, hayvanlardan, yıldızlardan seçilmiştir.

Kapadım balkonumuduymak istemiyorum ağıtıama yalnız ağıt vargri duvarlar ardındaÇok az melek var şarkı söyleyençok az köpek var havlayanbin keman bir avuca sığıyor;Ama ağıt koskoca bir köpek,ağıt koskoca bir melek,ağıt koskoca bir keman,gözyaşı ağzını tıkıyor rüzgarınduyulmaz başka bir şeyağıttan

AĞIT-KASİDE

hAtİcE dEmİR

Page 23: Icabihal sayi 3

HUKUKTa TOPLUMcU TaVıR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 23

1927 yılında bir dizi İspanyol şairi Seville’de Şair Luis de Gongora’yı ölümünün üç yüzüncü yıldönümünde anmak üzere bir araya geldi.  Lorca’nın da aralarında bulunduğu bu grup sonradan 27 kuşağı olarak anıldı. Bu kuşağın en öne çıkan iki şairi Alberti ve Lorca’dır. 27 kuşağının en önemli özelliği yerelliklerinden beslenen sanatçıların katıksız bir mil-liyetçi düşmanlığı ve enter-nasyonalizm sergilemeleridir.  Bunun yanı sıra Lorca dönemi-nin en önemli ressam, müzisyen ve yönetmenleriyle de iyi arkadaştır. Özellikle sürrealist ressam Salvador Dali ve sür-realist yönetmen Luis  Bunuel ile olan dostluğu Lorca’ya çok şey katmıştır. Ayrıca Arjantin’e yaptığı gezide tanıştığı sosyal-ist şair Pablo Neruda’yla da dost olmuştur.

27 Kuşağı.......Karadır atları, kapkaraNalları da kapkara demir.Pelerinlerinde parıldarMürekkep ve mum lekeleriAğlamak nerede onlar neredehepsinin de kurşundan beyniYoldan ağır çıkageldilergönülleri cilalı deri.O çılgınlar, o gececilerboğarlar geçtikleri yeriZamk karası bir sessizliğeve bir dehşete kum incesi…

Ölürsemaçık bırakın balkonu.Çocuk portakal yer.(Balkonumdan görürüm onu.)Orakçı ekin biçer.(Balkonumdan duyarım onu.)Ölürsemaçık bırakın balkonu!

İSPANYOL KORUCULARI ROMANSI

HOŞÇAKALIN

İlk olarak on sekiz  şiirden oluşan kitabı “Çingene Romansları” ile Lorca tüm dünyada adından söz ettirir. Bu kitapta yer alan İspanyol Korucuları Romansı, faşizmin şiddetinin unutul-maz bir anlatımıdır.

Yazdıklarından ötürü tutucu çevre-lerden eleştiriler alsa da, tavrını hiç değiştirmez. Henüz hukuk fakültesin-deyken “Ben de her gerçek şair gibi devrimciyim.” diyerek yolunu çizmiştir. 1929’da ülkesindeki baskıdan ve içinde bulunduğu sıkıntıdan bir nebze olsun sıyrılmak için Amerika’ya gider, fakat burada aradığını bulamaz. Ameri-ka sınıfsal uçurumlarıyla, beyaz-zenci ayrımıyla, dilencileriyle,  yoksullarıyla Lorca için bir hayal kırıklığından öteye gidemez. Dönüşünde naif, lirik, yumu-şak dizeler yerini öfkeye ve kırgınlığa bırakmıştır.“Artık ne ekmeği bölüştüren var ne şarabı çünküne ölümün ağzında ot yetiştiren,çirkefin New York’udemir telin, ölümün New York’u.Yanağında saklanan hangi melektir?Söyleyecek hangi yetkin ses buğdayın doğrularını?Kirlenmiş lâlelerin korkunç düşü kim?...”Lorca; İspanya’nın faşizmin postalları altında ezildiği yıllarda, hiçbir eserinde tarafını belli etmekten çekinmedi.  Tescilli bir cumhuriyetçiydi ve sosyal-istlerin safındaydı. 1935’ta Rafael Al-berti ve Katolik aydın Jose Bergamin’le birlikte “Anti-faşist Aydınlar Birliği”nin kurucuları arasında yer aldı. Kuruluşun amacı faşist sokak cinayetlerine karşı aydınların sesinin daha gür çıkmasını sağlamaktı.

Faşizme karşı atılan her adımda, yapı-lan her mitingde, yazılan her bildiride mutlaka Lorca’nın da adı geçiyordu. Bu yüzden Lorca sadece dünya edebiyat tarihinde değil, devrim tarihinde de saygıyla anılan bir sanatçı olmuştur.

ÖlümüLorca 1936’da yakın arkadaşlarının ısrarına rağmen çok sevdiği Granada’ya döndü. Burada, Franko yanlısı dostları olduğu bilinen bir ailenin evinde saklanıyordu. Bir gün eve yapılan bir baskınla Lorca alındı ve Ağustos 1936’da faşist birliklerce kurşuna dizilerek öldürüldü.

Ölü halk müzisyenlerinden bah-sederken söylediği gibi Lorca da “halk ruhunun muazzam bir yorumcusuydu” ve “yüreği yüzünden öldürüldü”.

Lorca ve üç Franco karşıtının kurşuna dizilerek öldürülmelerinin anısına Alfacar’daki anıt mezarın üzerine ise şu not düşüldü:“Tüm Ölüler Lorca’ydı/18 Ağustos 2002”

“...bir halkın gösterişsiz, sessiz cömertliğinde ölüm nasıl söylenirse öyle ispanyol dilinde ve her dilde...

obra completas

artık kat iyen biliyoruz; halk adına dökülen kan sapı güldalı güzelliğinde bir bıçaktır. dişlerin arasında... ispanya da ve her yerde...”

Federico Garcia Lorca için üç şiir(Turgut Uyar)

Page 24: Icabihal sayi 3

1973 Şili’si… Salvador Allende hükümeti iktidarda… Ülkede eşitlik ve özgürlük adına sınıflar arasındaki belirgin duvarı yıkmanın mücadelesi verilirken bu mücadele, üst sınıflara mensup bir ailenin utangaç çocuğu Gonzalo Infante ve gecekondularda büyümüş yoksul bir ailenin çocuğu olan Pedro Machuca arasındaki arka-daşlıkta somutlanır.Sosyalizmin filizlendiği ülkede idealist Peder McEnroe müdürü olduğu ve zengin ailelerin çocuklarının eğitim gördüğü okula yoksul çocuklarını da kabul eder. Bunlardan birisi de kahra-manımız Pedro Machuca’dır. Ülkede yaşanan değişimin ve sosyalist hükü-metin yıkmaya çalıştığı belirgin sınıf ayrımlarının yansıması bu okuldur. Kimi aileler bu çocukların okula alın-masına karşı çıkarken kimileri destek-

lemektedir. Zengin bir ailenin çocuğu olan Gonzalo Infante, Machuca ile hiç görmediği bir hayatı anlamaya başlar. Machuca da arkadaşının burjuva dün-yasına girer. Ta ki faşist diktatör Pi-nochet darbe ile Salvador Allende hü-kümetini düşürene kadar… Artık yoksul çocuklarının parasız eğitim aldığı okul müdürü McEnroe ve Machuca’nın ailesi gibi devrim sempatizanları darbenin ezip geçeceği kesimlerdir. Devrimci-ler, yoksullar katledilir, ülkede eşitlik ve özgürlük duygusunu barındıran ne varsa kurşuna dizilir. Machuca ve yoksul arkadaşları okuldan uzaklaş-tırılır, okul tekrardan zengin çocuk-larının okuyabileceği ayrıcalıklı bir yere dönüştürülür. Gonzalo’nun ailesi daha lüks bir hayata yelken açarken Machuca’nın ailesi faşizmle ve daha da yoksul bir hayatla karşı karşıyadır. Darbenin burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet ettiği, Gonzalo’nun yaşadı-ğı zengin semtlerindeki huzur ve

Machuca’nın yaşlı gözleriyle, daha da

çarpıcı hale gelir.

Devrim, eşitlik, sosyalizm, darbe, sınıf

ayrımları gibi kavramları iki ortaokul

çocuğunun gözünden aktaran, yö-

netmenliğini Andres Wood’un yaptığı,

samimi ve ‘bize benzeyen’ bu filmin

izlenilmesi ve ‘anlaşılması’ dileğiyle…

Yönetmen: Andrés Wood

Senaryo: Eliseo Altunaga, Roberto Brodsky

Oyuncular: Matías Quer, Ariel Mateluna, Manuela

Martelli, Ernesto Malbran, Aline Küppenheim

Filmin Türü: Drama

Orijinal Adı: Machuca

Yapımcı Firma: Eduardo Castro Yapım

Yılı: 2004

Yapım Ülkesi: Şili/İspanya/İngiltere

Orijinal Dili: İspanyolca

Filmin Süresi: 121 dakika

İKİ ÇOCUĞUN GÖZÜNDEN: SINIFLAR, SOSYALİZM ve DARBE

mUStAfA mURtEzAOğlU