269
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI TASAVVUF BİLİM DALI AHMED MAHİR EFENDİ’NİN EL MUHKEM Fİ ŞERHİ’L - HİKEM ADLI ESERİ (İLK 100 SAYFA) Yüksek Lisans Tezi Hüseyin KARACA İSTANBUL, 2006

Ahmed mâhir efendinin el muhkem fî şerhi'l hikem adli eseri

Embed Size (px)

Citation preview

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI

TASAVVUF BİLİM DALI

AHMED MAHİR EFENDİ’NİN EL MUHKEM Fİ ŞERHİ’L - HİKEM ADLI ESERİ (İLK 100 SAYFA)

Yüksek Lisans Tezi

Hüseyin KARACA

İSTANBUL, 2006

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İLAHİYAT ANABİLİM DALI

TASAVVUF BİLİM DALI

AHMED MAHİR EFENDİ’NİN EL MUHKEM Fİ ŞERHİ’L - HİKEM ADLI ESERİ (İLK 100 SAYFA)

Yüksek Lisans Tezi

Hüseyin KARACA

Danışman:

Prof.Dr. Mustafa TAHRALI

İSTANBUL, 2006

ÖNSÖZ

İnsanın en mühim vazîfesi Rabbini tanımak, sonra da bu tanımanın derecesine

ve kıvâmına göre O’na kullukta bulunmaktır. Ubûdiyyet yolunda yolun âdâb ve

erkânını öğreten, Rabbimizi bize tanıtan klavuz ve rehberler de peygamberlerdir.

Nebilerden sonra insanlığı aydınlatma, beşere rehberlik yapma görevi ise yine nebilerin

mîrâsçısı olan ulemâ ve evliyânın omuzlarındadır.

Eser veren, te´lîf sâhibi velîler ve mürşidler ise daha ayrı bir yere sâhiptirler.

Bunlar, sadece yaşadıkları asır ve zamânın değil ilâ yevmi’l-kıyâme insanlığa rehber

olmak, insanoğlunun geçtiği-geçeceği patikaları dikenlerden arındırmak, geriden

gelenlere yol açmak gibi bir işçiliğin temsilcileridir. Ehl-i tevhîd gibi bir evrensel

kümenin alt kümesi olan mürşidler, bir alt kümeye bu üst, kapsayan, kuşatan, evrensel

kümeden devşirdiklerinden nasipler sunarlar. Bu bazen bir eserle bazen bir tek söz ile

olur. Ama mutlaka her birisinin insanlığa verdiği erdemler vardır.

“Söz uçar yazı kalır” meselinde anlatıldığı üzere sûfîler tecrübî birikimlerini

gelecek kuşaklara aktarmak, sahîh duruşun adını koymak adına yaşadıkları hakîkatleri

yazıya geçirmişlerdir. Sûfî literatürü bu şekilde meydana gelmiştir..

Aslında bu durum bütün ilim dalları için geçerlidir. Fakat diğer dallardan farklı

olarak tasavvufun “hâl”i dert edinen bir kaygıya sâhip olması, kayda geçen ilmin,

“aslından neleri muhâfaza ettiği” veya “özünden neleri götürüp nelere açık kapı

bıraktığı” konusunu gündeme getirmiştir. Tasavvuf denilince “mutlak zikir kemâline

masruftur” kāidesine göre doğru tasavvufun cevâbını verecek kaynak ve literatürün

etkinliği ve yetkinliği önem arzetmektedir.

Her ilimde o ilmi kapsayan muhît kitaplar vardır. Her sayfası her cümlesi

yüzyıllar boyu biriktirilen, damıtılan, damıtıldıkça güçlenen, güçlendikçe te’sir sahasını

genişleten bir tasavvuf terbiyesinin üsâresi konumunda olan bazı eserler vardır. “İhyâ”

kendi devrinde bu şümûlü yakalayan bir ansiklopedik şâhikadır. Aynı frekanstan

II

seslenen bazı büyük tasavvuf önderleri sayılabilir. Mevlânâ, İbn.Arabî, Yunus popüler

kültür unsurlarının da katkısıyla gündemde ön sıralarda görünmektedir.

“Namazda Kur’an’dan başka bir kitâp okumak câiz olsaydı el-Hikem

okunûrdu”1 şeklinde kendisine önem atfedilen, sâhip olduğu husûsiyetlerle bu övgüyü

hak eden, gerek muhtevâsındaki sağlam kurgu, gerekse doğru tasavvufu adres

göstermesi sebebiyle tüm dünyâda dikkatle okunmuş - okunmakta olan, üzerinde

defâlarca şerhler yazılmış bir eser olan “el-Hikemü’l-Atâiyye” de bu nevi kitaplardandır.

Hacminin küçük olmasına rağmen muhtevâsının derinliği karşısında bu kadar şerhin

yazılması eserin müellifi İbn Atâullâh İskenderî’nin duruş yeri ve mevkiini anlatması

bakımından önemlidir.

“İbn Atâullah, İslâm âleminin siyâsî iktisâdî ve ictimâî yönden en bunalımlı

dönemlerinden birinde yaşamış ve toplumu canlı tutan ma’neviyyat büyüklerinden birisi

olmuştur.”2 Yazdığı eserler bugün de insanlığın ma´neviyâtını zenginleştirmeye devâm

etmektedir. Şâzelî geleneğinin mühim sîmâlarından olan İbn Atâullâh İskenderî’nin bu

mühim eseri sadece kendi tarîkat çevrelerinde değil bütün herkes tarafından okunmuş

ve takdîr edilmiştir. Bu takdîr ve kabûlün göstergesi, eserin sâdece Şâzelî geleneğine

bağlı olanlar tarafından değil, her kesimden zevât tarafından hem de defâlarca

şerhedilmesi sayılabilir.

İşte böyle velûd bir eserin anlaşılmasına mâtuf yapılan şerh çalışmalarından biri

de Türkçe olarak Ahmed Mâhir Efendi’nin kaleme aldığı “el-Muhkem Fî Şerhi’l-

Hikem”dir.

Ahmed Mâhir Efendi’nin şerhinin ilk yüz sayfasını ele aldığımız çalışmamız

merkezde el-Hikemü’l-Atâiyye etrafında yapılmış bir tasavvuf klasiği sayılabilir. Temel

el-hikem olsa da tasavvufî birikimi Osmanlı coğrafyasının içinde nasıl özümsendiği ile

alakalı da bir çok ayrıntı şerhte görülecektir. Şerhi okuyan, hem tasavvufun ana

1 ).لو جازت الصالة بشيء غير القرآن، لجازت بحكم ابن عطاء اهللا 2 Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından

Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi

III

konularına muttalî’ olacak, hem de Türk hars ve medeniyeti içinde özellikle bir tarîkat

bahçesi olan Osmanlı topraklarında tasavvufun âlim ve mütefekkirler seviyesinde nasıl

seviyeli bir şekilde ele alındığını kavrayacaktır.

el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem, kanaatimizce bir “tasavvuf ve terimler

ansiklopedisi” çalışmasıdır. Hikem-i Atâiyye’nin güçlü mesajı yanında Osmanlı

tasavvufî hayatının sûfî düşüncesini özümsemiş ve içselleştirmiş, hatta kendi renk ve

kıvamını ona katmış, o bedîî üslubu el-Muhkem’i şümûllü bir tasavvuf klasiği haline

getirmiştir.

Selçulu-Osmanlı asırlarının tasavvuf laboratuarına kazandırdığı yeni buluş ve

teknikler meyânında tekke ve tarîkat dünyâsıyla renklenen, yeni manevralar kazanan

tasavvuf kültürü, sadece sadırlarda yaşananlarla değil satırlara aktarılanlarla, satırlardan

sadırlara nüfûz eden irşâd bereketleriyle de bir özge yere sâhiptir. Bu bağlamda velûd

Osmanlı coğrafyasının bu coğrafyada yetişen ve başka örnekler yetiştiren te’lîf

geleneği yeterince keşfedilmiş değildir. Vâkıa asır çalışmaları, dönem ve şahıs

çalışmaları yapılmaktaysa da bunlar deryâda katre cinsindendir. Temennîmiz, katrelerin

feyyâz bir ivme ile daha da artması, sâdece Osmanlı dönemi değil Tanzîmât bakiyesi

Hasta Adam devrinin hiç de hasta olmayan sıhhatli te’lifâtının da adamakıllı bugüne

aktarılabilmesi yönündedir. Biz bu çalışmamızda yukarıda sözü edilen muhît bir

külliyâtın arkeolojik kazısını yaptığımız kanaatindeyiz.

Ahmed Mâhir Efendi’nin şerhi yazdığı dönem Osmanlının son dönemleridir.

Son yüzyılın Batılılaşma cereyânlarına rağmen toplumu ayakta tutma işlevini sürdüren

tasavvufî reflekslerimiz hâla velûd kâlemlerce sadırlardan satırlara geçiriliyordu.

Tasavvuf Târîhî literatürünü târîhsel mâcerâsında inceleyenler inkırâz yıllarına düşen

müellefâtı gözden geçirseler siyâsî idbâra ma’kûsen mütenâsip bir bereketi

yakalayacaklardır. muhtelif akım ve te’sîrlerle yalpalanan tanzîmât sonrası zamân

diliminde -Cumhuriyetin ilk yılları dâhil- Türk dilinin Tasavvuf etrâfında kalem

oynatan münevverlerimizce bütün revnaklığıyla işlendiği, tarâvetini muhâfaza ettiği bir

IV

gerçektir. el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem, Türk Dili ve Edebiyatına kazandırdıklarıyla bile

haklı bir övgüye lâyıktır.

Gönüllerde asırlarca yoğrulan sûfî ıstılâhları bu şerhte edebî bir çeşni ile

sunulmuştur. Şârihin nazma vukūfiyyeti ve şâir hassâsiyeti şerhin rüchâniyyetinde

önemli bir ipucudur. el-Hikemü’l-Atâiyye gibi, veciz bir Arapça, dolambaçlı bir üslup

ile yazılmış eseri hem nesir olarak hem nazmen başarıyla Türkçe’ye çevirmesi, konu

sonlarında gerek dîvân şiirinden gerek Arap ve Fars şiirinden beyitleri isâbetli bir

şekilde seçmesi Ahmed Mâhir Efendi’nin bu şerhini farklı kılmıştır. Şiir şerhte

tasavvufa âdetâ yedirilmiştir.

Şiirsel bir üslupla da şerh bizzat başka bir şerhe ihtiyâç duymamış değildir.

Fakat bu, “el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem”in anlaşılması imkânsız bir şerh olduğu

anlamına gelmez..

Osmanlıca diye ta’bîr edip, saray dili şeklinde anlaşılmaz bir dil halinde

gördüğümüz Osmanlı asırlarının Türkçesi, en özgün eserlerini tasavvufun eliyle

kazanmıştır. Dil hassâsiyetimizin kolaycı bir zihniyetin zebûnu olması, el-Muhkem gibi

nice kıymetli eserlerin gün yüzüne çıkmasına fırsat ve imkân vermemektedir.

Tezimiz üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde el-Hikemü’l-Atâiyye

müellifi İbn Atâullâh İskenderî’nin hayâtı ve eserleri ele alınmıştır.

Birinci bölüm el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem şârihi Ahmed Mâhir Efendi’nin

hayatı ve eserleri incelenmiştir.

İkinci bölümde el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’(ilk yüz sayfa) şekil ve muhtevâ

yönünden, eserin edebi değeri, dil,.şerhin kaynakları vb . yönlerden tanıtılmıştır.

Üçüncü Bölümde el-muhkem fî şerhi’l-hikem’de belli başlı tasavvufî konular ele

alınmıştır.

Dördüncü bölümde de el-muhkem fî şerhi’l-hikem’in tahkîk, tahrîclerle ilk yüz

sayfasının metni bulunmaktadır.

V

Daha evvel el-Muhkem’le alâkalı daha çok edebî unsurları ön plana çıkaran bir

yüksek lisans tezi yapılmıştır. 3 Fakat tasavvufî mesaj ve birikimin bizzat terâziye

konması el-Muhkem’in bir de bu şekilde tahkîkli-tahrîcli incelemesinin yapılması elzem

hâle gelmiştir. Biz el-Muhkem’in sadece ilk yüz sayfasının değerlendirdiğimiz

tezimizde, bu büyük okyanus içinde küçük bir adayı keşfetmenin haz ve lezzetini

duyuyoruz. Bir adanın bu şekilde ele alınması netîcesinde aldığımız idrâk ve hakîkat

karşısında, ulaşamadığımız öbür adacıkların bâkir îcâdlarına göre yerimizi ve

duruşumuzu biliyoruz. Anladıklarımız anlatamadıklarımızın, hissettiklerimiz hissedip

de hissettiremediklerimizin, bulduklarımız bulamadıklarımızın bir penceresidir. Bu

küçük menfezden bakıp o büyük zirvenin ihtişâmına hayran olmak isteyenler için bir

örnek sunabildiysek ne mutlu..

Tasavvufî bakımdan eseri incelediğimiz yerlerde el-Muhkem’den alıntı yaparken

sayfa numarasını metin içinde koymayı uygun gördük. Her iktibâsta ayrıca altta dipnot

vermenin görsel bakımdan okumayı zorlaştıracağını düşündük. Alıntı yaptığımız el-

Muhkem’in sayfa numarasını asıl matbû basımdaki sayfa numarasına göre verdik.

Hikmetlerin başında matbû baskıda olmayan hikmetlerin numaralarını koyduk.

Böylece ilk yüz sayfada kırk dokuz hikmetin metin ve şerhi verilmiş oldu

Eserde âyetlerin nerede geçtiği yazılmadığı için âyet numaralarını verdik.

Kaynağı belli olmayan hadîs-i şeriflerin kaynaklarını bulduk. Bulamadığımız bir iki

hadîs-i şerîf bulunmaktadır.

Şâiri belli olmayan şiirleri tesbît etmeye çalıştık. Tercümesi verilmeyen Farsça

Arapça şiirleri tercüme ettik.

Tezimizde kelime yazımlarında A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve

Şerhi’ni (Haz.Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın) esâs aldık. Eserin sonuna şârih Ahmed

Mâhir Efendi’nin bizzat kendi yaptığı fihristin ilk yüz sayfayı kapsayan bölümünü de

ilâve ettik.

3 Önemli, Tahsin,(1989) El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem Kitabında Geçen Dînî, Tasavvufî, Harsî Istılâh

Tâbirler Konusunda Bir Lügat Denemesi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü , Yayınlanmamış

Yüksek Lisans tezi

VI

Bu çalışmamızda gerek ders içi, gerek ders dışı ortamlardaki seminer ve

konuşmalarıyla kendilerinden istifâde ettiğim, ufuk açıcı yönlendirmelerde bulunan

hocalarım Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Prof. Dr.Hasan Kâmil Yılmaz’a; Farsça

şiirlerin tercümelerinde katkısını esirgemeyen Doç. Dr. Necdet Tosun’a teşekkürü bir

borç biliyorum.

Bu tezin hazırlanmasında, bütün aksatmalarımıza rağmen hep umutla, şevkle

devâm mesajı vererek bizi yüreklendiren, olumsuz şartlarda bile teşvikten geri

durmayan, mütevâzı´ ve hoşgörülü yaklaşımıyla hemen her konuda yardıma koşan,

velhâsıl bu tezin hazırlanmasında belki de en birinci sebep olan, değerli hocam Prof. Dr.

Mustafa Tahralı’ya ayrıca müteşekkirim. O olmasaydı tezimiz.bu seviyeye kesinlikle

gelemeyecekti.

Ayrıca tezin yazım-tashîh ve dizgisinde, meşgûliyetlerinin arasında yardımdan

geri durmayan, eseri sürekli okuyup teşviklerde bulunan eşime de teşekkür borçluyum.

Gayret bizden, tevfîk Allah’tandır.

Hüseyin KARACA

İstanbul, 2006

VII

KISALTMALAR

a.g.e. :Adı Geçen Eser

a.g.md : Adı Geçen Madde

Bkz: :Bakınız

Bn :bin

Böl. :Bölüm

Bsy. :Baskı yeri yok

c. :Cilt

Çev. :Çeviren

DİA: :Diyanet İslam Ansiklopedisi

el-Muhkem: :el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem

h. :Hicrî

Haz. :Hazırlayan

İst. :İstanbul

k.s. :kuddise sirrûh

nr. :Numara

ö. :Ölüm Târîhi

r.a. :radıyellâhu anhü

s. :sayfa

s.a.v. :Sallallahu aleyhi ve sellem

Sad. :Sadeleştiren

VIII

Sy. :Sayı

Thk. :Tahkîk eden

trc. :Tercüme

trs: :Târîhsiz

TTS: :Tasavvuf Terimleri Sözlüğü

TTVDS: :Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü

vb: :Ve Benzeri

vd: :Ve devamı

IX

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ…………………………………………………………………………….I

KISALTMALAR………………………………………………………………….VII

İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………..IX

GİRİŞ ………………………………………………………………………………1

İBN ATÂULLÂH İSKENDERÎ’NİN HAYÂTI VE ESERLERİ............................1

1.Hayâtı……………………………………………………………………....1

2. Eserler……………………………………………………………………..2

2.1.el-Hikemü’l-Atâiyye …………………………………………………...3

2.2. el-Hikemü’l-Atâiyye’nin Şerh ve tercümeleri……………………5

2.3. el-Hikemü’l- Atâiyye’nin Türkçe Şerh veTercümeleri ………….6

1.BÖLÜM……………………………………………………………………………8

AHMED MÂHİR EFENDİ, HAYÂTI VE ESERLERİ ……………………………8

1.1.Hayâtı…………………………………………………………………….8

1..2.Eserleri…………………………………………………………………..8

2. BÖLÜM…………………………………………………………………………..10

EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’İN TAHLÎLİ(İLK 100 SAYFA) …………..10

2.1.El-Muhkem’in Şekil Ve Muhtevâ Yönünden Tanıtılması …………....10

2.2.Şerhin Edebi Değeri, Dili ……………………………………………...12

2.3.Şerhin Kaynakları ……………………………………………………….13

2.3.1. el-Muhkem’de Kur’ân Âyetleri…………………………………13

2.3.2 El-Muhkem’de Hadîs-i Şerîf’ler ………………………………..15

2.3.3 El-Muhkem’de Hz.Peygamberin (S.A.V.) Vasıfları……………..17

2.3.4. Arapça, Farsça,Türkçe Şiirler,Türkçe Deyim ve Atasözleri ……18

X

2.3.5. Sahabe-Tâbiîn–Sûfî Sözleri , Evliyâ Menkıbeleri …………….. 19

3.BÖLÜM…………………………………………………………………………….21

EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’DE BELLİ BAŞLI TASAVVUFÎ KONULAR 21

3.1. İman -Amel İlişkisi……………………………………………………… 21

3.2. Tevhîd-i Ef’âl - Tevhîd-i Sıfât - Tevhîd-i Zât………………………….22

3.3 Amel- Hâl İlişkisi …………………………………………………………24

3.4 Amellere Güvenmek ………………………………………………………25

3.5. İbâdetlere Güvenmek……………………………………………………...29

3.6 Vakit ……………………………………………………………………… 44

3.7. Namaz……………………………………………………………………...46

3.8. Amellere Etkisi İ’tibâriyle Dünyâ Sevgisi ………………………………48

3.9. Havf Ve Recâ ……………………………………………………………..50

3.10.İhlâs ...............................................................................................………..62

3.11. Kerâmet …………………………………………………………………..70

3.12 Sohbet……………………………………………………………………..77

3.13. Hayâ……………………………………………………………………...87

3.14. Cezbe – Ârif…………………………………………………………….89

3.15. İlim – Cehl ……………………………………………………………….89

3.16. Ayne’l-yakîn - İlme’l-yakîn - Hakkal-yakîn ………………………..91

3.17. Hicret…………………………………………………………………….92

3.18. İnfak ……………………………………………………………………...94

XI

3.19. Mürşid ……………………………………………………………………96

3.20.Nefes ……………………………………………………………………...97

3.21. Kurb - Bu’d ……………………………………………………………... 98

3.22. Hâtif……………………………………………………………………..101

3.23. Uzlet……………………………………………………………………..102

3.24. Tedbîr …………………………………………………………………...106

3.25. Nefs ……………………………………………………………………..107

3.26. Tevekkül ………………………………………………………………..113

3.27. Taleb ……………………………………………………………………116

3.28. Basîret …………………………………………………………………..120

3.29. Zaman…………………………………………………………………...124

3.30. Tevâzu´………………………………………………………………….125

3.31. İstidlâl,…………………………………………………………………..125

3.32. Hayret…………………………………………………………………... 131

3.33. Üveysîlik………………………………………………………………...132

4. BÖLÜM ……………………………………………………………………………133

“EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM” METNİ ………………………………….....133

Mukaddime………………………………………………………………..133

1. Hikmet ……………………………………………………………......136

2. Hikmet ………………………………………. ………………………138

3. Hikmet ………………………………………………………………..140

4. Hikmet ………………………………………………………………..142

XII

5. Hikmet ...……………………………………………………………...144

6. Hikmet ………………………………………………………………..146

7. Hikmet ………………………………………………………………..150

8. Hikmet ………………………………………………………………..152

9. Hikmet ………………………………………………………………..156

10. Hikmet ………………………………………………………………..157

11. Hikmet ………………………………………………………………..159

12. Hikmet ………………………………………………………………..165

13. Hikmet ………………………………………………………………..168

14. Hikmet ………………………………………………………………..171

15. Hikmet ………………………………………………………………..174

16. Hikmet ………………………………………………………………..178

17. Hikmet ………………………………………………………………..181

18. Hikmet ………………………………………………………………..184

19. Hikmet ………………………………………………………………..186

20. Hikmet ………………………………………………………………..187

21. Hikmet ………………………………………………………………..189

22. Hikmet ………………………………………………………………..191

23. Hikmet………………………………………………………………...193

24. Hikmet ………………………………………………………………..194

25. Hikmet ………………………………………………………………..196

26. Hikmet ………………………………………………………………..198

27. Hikmet ………………………………………………………………..199

28. Hikmet ...………………………………………………………….......200

29. Hikmet ………………………………………………………………..201

30. Hikmet………………………………………………………………...202

31. Hikmet ..………………………………………………………………205

32. Hikmet ………………………………………………………………..207

33. Hikmet ………………………………………………………………..209

34. Hikmet ………………………………………………………………..212

XIII

35. Hikmet ..………………………………………………………………214

36. Hikmet ………………………………………………………………..216

37. Hikmet ………………………………………………………………..218

38. Hikmet ………………………………………………………………..220

39. Hikmet ………………………………………………………………..222

40. Hikmet ………………………………………………………………..223

41. Hikmet ………………………………………………………………..226

42. Hikmet ………………………………………………………………..227

43. Hikmet ..………………………………………………………………230

44. Hikmet ………………………………………………………………..232

45. Hikmet ………………………………………………………………..234

46. Hikmet ………………………………………………………………..236

47. Hikmet ………………………………………………………………..239

48. Hikmet ………………………………………………………………..240

49. Hikmet ………………………………………………………………..242

El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in - Fihristi (ilk yüz sayfa) …………………...243

SONUÇ………………………………………………………………………..246

BİBLİYOGRAFYA………………………………………………………….. 249

XIV

1

GİRİŞ

İBN ATÂULLÂH el-İSKENDERÎ

1.Hayâtı:

Ebû’l-Abbâs (Ebû’l-Fazl) Tâcûddîn b. Muhammed b. Abdilkerîm b. Atâillâh eş-

Şâzelî el- İskenderî (ö. 709/1309). İskenderiye’de doğdu. Mısır’ın fethinden sonra

buraya yerleşen Benî Cüzâm kabîlesine mensûptur. Dedesi Abdülkerîm İskenderiye’de

tanınmış bir Mâlikî fakîhi olup İbn Atâullâh’ın Letâifül-Minen’deki ifâdelerinden

anlaşıldığına göre şiddetli bir tasavvuf muhâlifi idi. İbn Ferhun, onun Zemahşerî’nin el-

Mufassal ve et-Tehzîb adlı eserlerini ihtisâr ettiğini, ikinci esere yedi ciltlik bir şerh

yazdığını söyler. İbn Atâullah, Nâsiruddin İbnü’l-Müneyyir’den fıkıh, Muhyiddîn el-

Mazuni’den nahiv, Şerefüddîn Abdülmü’min ed-Dimyâtî’den hadîs ve Muhammed b.

Mahmûd el-İsfehâni’den felsefe, mantık kelâm tahsîl etti. Fıkıh âlimi olarak tanındığı

bu yıllarda tasavvufa karşı iken Şâzelîyye tarîkatının pîri Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin

hâlîfesi Ebû’l-Abbâs el-Mürsî ile tanıştı ve onun sohbetlerine devâm etmeye başladı.

Muhtemelen şeyhinin izniyle va’az ve irşâd için gittiği Kāhire’ye yerleşti. Burada

çevresinde Tabakātu’ş-Şâfiiyye müellifi Sübkî’nin babasının da katıldığı geniş bir

cemaat oluştu. Aynı yıllarda Mısır’da bulunan İbn Teymiyye ile İbn Atâullâh ve

mürîdleri arasında çıkan yoğun tartışmalar İbn Teymiyye’nin hapse atılmasına yol açtı.

İbn Atâullâh mürşidi Ebû’l-Abbâs el-Mürsî vefât ettiği zamân (686/1287) Kāhire’de

bulunuyordu. Hayâtının bundan sonraki dönemini Kāhire’de geçiren İbn Atâullâh 13

Cemâziyelevvel 709’da (19 Ekim 1309) Medrese-i Mansûriyye’de vefât etti ve Karefe

mezarlığına defnedildi. 1

İbn Atâullâh el-İskenderî, Şâzelîyye tarîkatının Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî ve

hâlîfesi Ebû’l-Abbâs el-Mürsî’den sonra üçüncü büyük hâlîfesidir. Letâifül-Minen adlı

eserindeki ifâdelerden babasının Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî ile görüştüğü anlaşılmaktadır.

1 Kara, Mustafa, İbn Atâullah el-İskenderî, DİA, XVIV, s. 336

2

Kendisinin Şâzelî ile görüşmüş olması târîhen mümkün ise de bu konuda kaynaklarda

bilgi yoktur. 2

2.Eserleri:

1.Letâifü’l-Minen: Müellifin çeşitli tasavvufî konulardaki görüşlerini

açıkladığı geniş bir mukaddime ile Ebû’l-Abbâs el-Mürsî ve Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî’nin

hayât ve menkıbelerinin anlatıldığı on bölümden meydana gelmektedir. Şâzelîyye

tarîkatına dâir en eski eser olma niteliğini taşıyân Letâifü’l-Minen’in çeşitli baskıları

yapılmıştır.3

2. et-Tenvîr fi iskâti’t-tedbîr. Tevekkül ve teslîmiyyet konularının ele alındığı

bu eserde muhtelif zamânlarda basılmış olup son olarak Mûsâ Muhammed Alî ve

Abdulâl Ahmed tarafından inceleme ve notlarla birlikte yayımlanmıştır. (Kāhire 1973)4

3. Miftâhu’l-felâh ve mişbâhu’l-ervâh. Zikir, hâlvet, tevhîd, ma’rifet gibi

konuları ihtivâ eden eser Abdulvehhab eş-Şâ’rânî’nin Letâifu’l-Minen adlı eseriyle

birlikte basılmış (Kāhire 1331), ayrıca Muhammed Azb tarafından da

yayımlanmıştır.(Kāhire 1933)5

4. Tâcûl-arûs el-hâvî li tehzîbi’n-nüfûs. İbn Atâullâh’ın va’azlarından ve

mürîdlerine tarîkat âdâbına dâir nasîhatlerinden meydana gelen eseri Ebû’l-Vefâ et-

Taftazânî et-Tuhfe fi’t-tasavvuf, en-Nebze fi’t-tasavvuf, et-Tarîku’l-câdde ilâ neyli’s-

sa’âde” adları ile kaydeder. Eser et-Tenvîr fî iskāti’t-tedbîr’in içinde yayımlanmıştır.

(Kāhire 1345)6

5. el-Kastu’l- mücerred fi ma’rifeti’l- ismi’l müfred . Allâh kelimesi, Allâh’ın

zât, sıfât, esmâ ve ef’âli hakkında kelâmî tarzda bir eserdir. (Dımaşk 1990) Müellifin

2 İbn Atâullâh el-İskenderî’nin hayâtı ve yaşadığı dönemle ilgili geniş bilgi için Bkz. Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi s.1-29 3 Kara, a.g.md. 4 Kara, a.g.md 5 Kara, a.g.md 6 Kara, a.g.md

3

Allâh’ın ismi konusundaki görüşleri İbn Teymiyye tarafından tenkîd edilmiştir. Eseri

Maurice Gloton Traite sur le nom Allâh adıyla Fransızca’ya çevirmiştir. (Paris 1981)7

6. Unvânü’t-tevfik fi âdâbi’t-tarîk. Ebû Medyen el-Mağribî’nin “yaşamın

lezzeti dervişlerle sohbettir.” anlamındaki beyitle başlayan şiirinin şerhi olup Ahmed er-

Rifâî’nin el-Burhânü’l- müeyyed adlı eseriyle birlikte basılmıştır.( Beyrut 1408)8

7. el-Münâcâtü’l-Atâiyye. Tevekkül, teslîmiyet konusunu işleyen otuz altı

beyitlik münâcât Paul Nwyia’nın el-Hikemü’l Atâiyye neşrinin sonunda (Beyrut 1972

s.208-229) Fransızca tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır. 9

8. el-Vasiyye ile’l-ihvân bi’l-İskenderiyye. İbn Atâullâh’ın 694 (1295) yılında

Kāhire’den İskenderiyye’deki mürîdlerine gönderdiği vasiyyetnâmesi Letâifü’l-Minen

neşirleri sonunda yayımlanmıştır.10

İbn Atâullah el-İskenderî’nin diğer ba’zı eserleri şunlardır: Risâle fi’l-

Kavâidi’d-Dîniyye, Mevâ’iz, Hizbü’n-Necât, Risâle fi’t-Tasavvuf, Hizbu’n-Nûr ve

Tamâmu’s- Sürûr. (Brockelmann, GAL, II. 143-144). el- Murakkā ile’l-Kudsi’l-Ebkā,

Muhtasaru tehzîbi’l-müdevvene ve Usûlü mukaddemetu’l-vusûl adlı eserleri ise

günümüze ulaşmamıştır. 11

2.1. el-Hikemü’l-Atâiyye:

“İbn Atâullâh’ın tasavvufun hemen hemen bütün temel konuları ile ilgili

görüşlerini yansıtan ve yaklaşık 300 kadar hikmetli sözünden meydana gelen eserin çok

sayıda şerhi ve tercümesi bulunmaktadır.”12

İbn Atâullâh’ın tezimizi ilgilendiren eseri el-Hikemü’l-Atâiyye’dir.

7 Kara, a.g.md. 8 Kara, a.g.md 9 Kara, a.g.md 10 Kara, a.g.md 11 Kara. a.g.md. 12 Kara , a.g.md.

4

“Şark ve Garp İslam âleminde büyük bir alaka toplayan bu eser hicri yedinci

asırda en revnaklı çağını yaşâyân Şâzelî tarîkatı ocağının ahlâk ve irfân muhîti içinde

yetişen Tâcüddîn Atâullâh’ın adını tasavvuf târihinde ebedîleştirmiş, birçok âlim ve

mutasavvıf tarafından şerh ve îzâhları yapılmıştır.”13

“İbn Atâullâh’ın mürşidi Ebû’l-Abbâs Mürsi’ye takdim ettiği eserde tasavvufî

hayât ve düşüncenin en tartışmalı konuları çok dikkatli bir üslûpla özlü bir şekilde

anlatılmıştır. “Taleb şân değildir, asıl şân iyi edeple rızıklanmandır.” “Seni vehim kadar

yöneten bir şey yoktur.” “Başlangıcı parlak olanın sonu da parlaktır.” gibi ba’zı

hikmetler birer cümleden ibâret olduğu hâlde bir kaç cümle veya birkaç satırla anlatılan

konular da vardır. Havf- recâ, kabz-bast, heybet-üns, cem-fark gibi tasavvufî hâllerin

tanıtıldığı eserde namazla melâmetin, zühdle ma’rifetin, vahdet-i vücûtla vahdet-i

şuhûdun, kerâmetle istikāmetin, ubûdiyyetle rubûbiyyetin .... anlamları ve ilişkileri

üzerinde de durulmuştur. (...) Eserde kulluk ve dervişlik psikolojisinin son derece güçlü

bir üslupla özetlenmesi sebebiyle daha sonraki yüzyıllarda sûfîler arasında “Namazda

Kur’ân’dan başka bir kitâp okumak câiz olsaydı el-Hikem okunûrdu.”14 sözü yaygınlık

kazanmıştır.”

“El-Hikemü’l-Atâiyye’de yeni bir tasavvufi yorum ve yaklaşım yoktur;15

müellifin yaptığı şey, önceki sûfîlerin geliştirdiği yorum ve tefekkürü Arapça’nın bütün

imkânlarını kullanarak şiirle nesir arasında bir üslûpla özlü cümleler hâlinde ortaya

koymaktan ibârettir. Eserde yer alan hadîslerin büyük çoğunluğu sahîh hadîs

kitâplarında bulunmaktadır. Müellifin ayrıca tasavvuf klasiklerinden de istifâde ettiği

kesin olmakla birlikte bunların hiçbirinin adından söz etmemiştir. Hikmetlerden birini

okurken akla gelebilecek sorular daha sonraki hikmetle cevaplandırılmış, böylece esere

13 Atâullah İskenderâni, el-Hikemü’l-Atâiyye.(trc. Saffet Yetkin) Ankara Üniversitesi basımevi, 1963, tecüme edenin önsözünden.. 14 ).لو جازت الصالة بشيء غير القرآن، لجازت بحكم ابن عطاء اهللا 15 Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü El-Hikemü’l-Atâiyye bir önceki klasik eserlerin kopyası değildir. Konular benzer olabilir fakat konunun ele alınış biçimi, kısa sözle çok ma’nânın anlatılması gibi hususlar göz önüne alındığında El-Hikemü’l-Atâiyye’nin özgün bir yapıya sâhip olduğu görülecektir.

5

bir bütünlük kazandırılmıştır.” “İbâdet ve tâat gibi konuların özlü ve etkili bir şekilde

anlatılması eserin tasavvufi çevrelerin dışında da ilgi görmesini sağlamıştır.16

2.2.El-Hikemü’l- Atâiyye’nin Şerh ve Tercümeleri:

“75 kadar şerhi bulunan el-Hikemü’l-Atâiyye böylece İbnü’l-Arabî’nin

Fusûsu’l-Hikem’i gibi üzerinde en çok şerh yazılmış olan eserler arasında yer almıştır.

En tanınmış şerhleri şunlardır:”17

İbn Abbâd er-Rundî (ö.792/1390), Ğaysu’l-Mevâhibi’l-Aliyye fi Şerhi’l-

Hikemi’l-Atâiyye (Kāhire 1358/1939, 1390/1970, 1988), Ahmed er-Zerruk, el-

Futûhâtu’r-Rahmâniyye (Tripoli 1969; Kâhire 1986) ,Müttakî el-Hindî, en-Nehcü’l-

Etemm fî Tebvîbi’l-Hikem (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp. Ulu Camii, nr

1683) Muhammed Abdurraûf el-Münâvi, ed-Dürerü’l-Cevheriyye fî Şerhi’l-Hikemi’l-

Atâiyye (İ.Ü. Ktp. Ay nr. 943) , Ahmed el-Kuşaşî , el-Kelimâtü’l-Vüstâ fî Şerhi Hikem-i

İbn Atâ (Îzâhu’l- Meknûn, 1, 413; 2, 300; Ziriklî, 1, 228) , Abdullâh Eş-Şerkāvî, el-

Minehu’l- Kudsiyye Ale’l-Hikemi’l-Atâiyye (Ğaysu’l- Mevâhib kenarında, Kāhire 1358-

1939) , İbn Acîbe, Îkāzu’l- Himem fî Şerhi’l- Hikem (Beyrut ts.)18

El-Hikemü’l-Atâiyye üzerinde aynı konuya dâir hikmetleri bir araya getiren

böylece eseri bölümlere ayırıp yeni bir şekle sokarak okuyucunun ondan daha çok

faydalanmasına imkân sağlayan çalışmalar da yapılmıştır. Bu tür çalışmaların en eski

örneği, Şâzelî şeyhi Ahmed ez-Zerruk tarafından Tebvîbü’l-Hikem adıyla ortaya

konmuştur. (İÜ. Ktp. Ay nr. 1093,3331)

Zerruk eseri “ilim , tövbe, ihlâs , salât , uzlet , humûl , riâyetü’l- vakt, zikir ,

fikir , zühd , fakr, riyâzetü’n- nefs, havf, recâ, sabır, teslîm, âdâbu’d-duâ, zikr-i hafî

16 Kara, Mustafa, el-Hikem-i Ataiyye, DİA, XVII, s.502 17 Bu şerhlerin bir listesi için bk. Tasavvufi Hikmetler:Hikem-i Ataiyye |trc.Mustafa Kara| , tercüme edenin girişi, s.73-85) 18 Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi,

6

sohbet, tama’, tevâzu, istidrâc, vird, vârid, merâtibü’s- sâlikîn, kabz, bast, envâr, kurb,

baz’u hasâisi’l- ârif, teferrüs, istidlâl, va’az, şükür” başlıklı bölüme ayırmıştır.19

2.3.el-Hikem-i Atâiyye’nin Türkçe Şerh ve Tercümeleri

Eser ilk defa Ali Urfî Efendi (ö. 1887) tarafından Türkçe’ye çevrilip şerh

edilmiştir. (İÜ. Ktp TY nr 849) Daha sonra Kastamonulu Ahmed Mâhir Efendî (ö.

1942) el-Muhkem fî Şerhi’l-Hikem (1-2, İstanbul 1323) her hikmetin Arapça metni ve

tercümesi ile manzûm çevirisini verdikten sonra açıklamasını yapmıştır. Bu

açıklamâlarda tasavvufa dâir kitaplardan ve özellikle eserin şerhlerinden istîfâde edilmiş

her hikmetin sonunda konu ile ilgili Arapça Farsça ve Türkçe bir beyit kaydedilmiştir.20

Bu konuda geniş bilgi tezimizde yer alacaktır.

Mustafa Enver Efendi’nin de (ö. 1909) eser ile ilgili bir tercümesi bulunmakta

olup kitap henüz basılmamıştır. Saffet Kemâleddin Yetkin tarafından el-Hikemü’l

Atâiyye adıyla yapılan Türkçe tercüme ise (İstanbul 1950) hikmetlerin metin ve

anlamlarıyla açıklamalarını ihtivâ etmektedir. Eseri hazırlarken İbn Abbâd er-Rundî ve

Şerkāvi şerhlerinden faydalandığını belirten mütercimin (bk. s. 2-3) Ahmed Mâhir

Efendinin şerhinden hiç söz etmemesi dikkat çekicidir.”21

Biz, bu tercüme üzerinde yaptığımız araştırmada tercümenin altında yapılan

yorumların isim verilmeden el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’den aynen alındığını, yer yer

sadeleştirmeye gidildiğini gördük.

Diğer Türkçe tercümeler şunlardır:

Orhan Parlak ve Cemil Çiftçi, Hikmetler Kitabı (İstanbul 1981).

Mustafa Kara, Tasavvufî Hikmetler adıyla (İstanbul 1990).

19 Kara , Mustafa, a.g.md. Bibliyoğrafya için madde sonuna bakınız. 20 Kara, el-Hikemü’l-Atâiyye ,DİA 17/502 21 Kara a.g. mad.

7

Beşiktaş Yahya Efendi dergâhı son postnişini Abdulhay Efendi’nin (Öztoprak

|ö. 1961|) eser üzerine yaptığı sohbetlerde tutulan notlar da Velîler Sofrası adıyla

yayımlanmıştır.

Victor Danner eseri İbn Atâullah’s Sûfî Aphorisms adıyla İngilizce’ye (Leiden

1973) Annemarie Schimmel Texte zum nachdenken ibn Ata Allâh Bedrangnisse sind

Teppiche voller Gnaden adıyla Almanca’ya (Freiburg 1987) çevirmiştir.

Paul Nwyia, ibn Ata Allâh et la naissance de la confrerie Sadilite adlı eserinde

“Nil kıyılarında oluşan en son sûfî harikası” diye nitelediği el-Hikemül-Ataiyye’yi geniş

bir incelme yazısı, tenkitli metin ve Fransızca tercümesiyle birlikte

yayımlamıştır(Beyrut 1972).22

22 Kara a.g.md. 503. , Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Târîhi Literatürü , Ankara 2001 s. 96-98. Geniş bilgi için bkz. İbn Ataullah Bkz. Sevim Yılmaz, İbn Atâullah el-Hikemül-Ataiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi (Y. Lisans) dan E. Cebecioğlu, AÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2001 s. 142-149

8

1..BÖLÜM

AHMED MÂHİR EFENDİ, HAYÂTI, ESERLERİ

1.2.Hayâtı

Ahmed Mâhir Efendi, Ballıklızâde,(1860-1922) Babası Seyyid hâfız Mehmed

Saîd, dedesi Hâfız Mehmed Nûreddîn’dir.Bağlı bulunduğu âile aslen Kastamonulu olup

Ballıklı Efendizâde lakabıyla tanınmıştır. Ahmed Mâhir şeyh ve âlim Ahmed

Hicâbî’den icâzet aldı.(1300/1882-83). Kendisi de ders okutarak bir çok talebeye icâzet

verdi.1901’de İstanbul’a gitti. Abdurrahman Paşa’nın himâyesinde istinâf mahkemesi

üyeliği ve çeşitli yerlerde hâkimlik yaptı. Bir süre şûrâ-yı evkāf başkanlığında bulundu.

1908’den itibâren siyasi hayâta geçerek Meclis-i Meb’ûsânda yedi yıl, Büyük Millet

Meclisi “birinci”23 devresinde de iki yıl millletvekilliği yaptı. Meclis-i Meb’ûsân’da

bulunduğu sırada geçici reislik ve birinci reis vekilliği gibi görevlerde bulundu. emekli

olduktan sonra şehremâneti müşâvirliğine ta’yîn edildi. Dârü’l-fünûn İlâhîyat

Fakültesinde ve Medresetü’l-vâizîn’de on üç yıl tefsîr ve kelâm okuttu. İstanbul

pâyesini, ikinci rütbe mecidi ve üçüncü rütbe Osmânî nişânlarını aldı. Ayrıca Sultan

Reşâd tarafından kıymetli bir kürk, ferâce, çok değerli bir tesbîh ve iki adet saatle

ödüllendirildi. Görevli olarak Medîne-i Münevvere’ye ve Rumeli’ye seyahatler yaptı. 4

Eylül 1922’de Kastamonu’da vefat etti.24

2.2.Eserleri:

1.el-Muhkem fî Şerhi’l-Hikem.

23 Abdülkerim Abdulkādiroğlu’nun DİA’de yazdığı maddede sehven olsa gerek, ikinci meclis ifâdesi geçmektedir. Doğrusu birinci mecli olacaktır. 24 Abdulkādiroğlu, Abdülkerim, Ahmed Mâhir Efendi Ballıklızâde, DİA, II, s.98 Geniş bilgi için .bkz. Önemli, Tahsin,(1989) El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem Kitabında Geçen Dînî, Tasavvufî, Harsî Istılâh Tâbirler Konusunda Bir Lügat Denemesi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü , Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi

9

Eserin bibliyografik künyesi: el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem,Tâcüddîn Ebu’l-Fazl Ahmed’den tercüme, matbaa-i Ahmed İhsân, İst. 1323, (1905) , 1.c, 292 s, 2.c,294-628 s; 25×17, 20×12 cm. 25

En hacimli eseri olup İbn Ataullah İskenderî’ye ait el-hikemü’l- Atâiyye’nin

şerhidir. Asıl eserde bulunan 321 hikmet, Arapça asılları ve tercümeleri verildikten

sonra oldukça geniş bir şekilde açıklanmıştır. Bu açıklamalar tasavvufî, dînî remizler

ve ta’bîrler bakımından çok zengindir.Eser iki cilt hâlinde basılmıştır.(İstanbul 1323,

628 sayfa)26

2.Hutbe Mecmuâsı: Türkçe bir mukaddimeden sonra yetmiş iki Arapça

hutbeden meydana gelen eserin (İstanbul 1316, 87 sayfa) bir yazma nüshası Millî

Kütüphâne’dedir.(06 Mil A 4987, 48 varak)27

3.el-Fâtiha fi tefsîri’l-Fâtiha: Müellifin tefsîr dersi notlarından ibâret olup

basılmıştır. (İstanbul 1331, 69 sayfa)28

4.Mu’cizât-ı Kur’âniyye: Kitabın birinci kısmı yazarın 1324-1325 (1908-

1909) yıllarında gazetelerde yayınlanmıştır. Makālelerinden meydana gelmiş olup

basılmıştır.(İstanbul 1328, 280 sayfa). Aziz Demircioğlu’nun kütüphânesinde bulunan

müellif hattıyla 278 sayfa olan ikinci kısım ise henüz basılmamıştır.29

5.Hâtırât: Günlük hâtıralarını yazdığı doksan üç yapraklı bir eser olup torunu

Ali Binkaya’nın özel kütüphânesinde mevcûttur. Ahmed Mâhir Efendi kendi

döneminde üslûbunun güzelliği ve hitâbetteki üstün başarısıyla dikkat çekmiştir.30

25 Bu künye için bkz. M.seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler kat. İst. 1975, c.3, s.1201,sıra No, 14161(kıs.özege Kat.) Keşfü’z-Zünûn zeylinde sadece bu eser vardır. C.2 s. 444 26 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 27 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 28 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 29 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98 30 Abdulkadiroğlu, DİA, II, s.98

10

2. BÖLÜM

EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’İN TAHLÎLİ (İLK 100 SAYFA)....31

2.1. el-Muhkem’in Şekil ve Muhtevâ Yönünden Tanıtılması:

el-Hikemü’l-Atâiyye, Arapça ibâre yönüyle oldukça ağır bir eser olduğu için bir

çok şerhi yapılmıştır. El-Muhkem fî şerhi’l-Hikem yapılan şerhlerin bir özeti, bir

toparlayıcısı gibidir. Bir şerh nasıl olur sorusu bu şerhte cevabını bulmuştur dense

sezâdır.

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de şu tarz bir şerh yapmıştır. Evvelâ el-

Hikem’in Arapça ibâresi verilmiş, hemen altına hikmet’in Ma’nâsı, nesir olarak

Türkçe’ye aktarılmıştır. Ma’nâsı verilen hikmet, daha sonra şârihin bizzat kendi

tasarrufu dahilinde nazmen Türkçe’ye çevrilmiştir. Ahmed Mâhir Efendi’nin

Türkçe’ye olan hâkimiyeti, tasavvufun diline olan nüfûzu eserin bu kısımlarında ortaya

çıkmaktadır. Şârih, şerhini Kur’ân Tefsîri dersleri verirken yazdığını söylemektedir. (

Bkz. Mukaddime.) Bir eseri nesir olarak tercüme etmenin nazmen tercüme etmeye

nazaran kolay olduğu bilinmektedir. Ahmed Mâhir Efendi nazma da nesre de

vukūfiyyet kesbetmiş bir şârih olarak önemlidir. Nesir Arapça ve Farsça tamlamaların

çokça kullanıldığı bir tercümedir. Nazmen yapılan tercüme kanaatimizce daha sâde ve

anlaşılır şekildedir.

31 İstanbul, .1323, Matbaa-i Ahmed İhsân

11

Mesela 4. hikmetin şerhi yapılırken nesir olarak şu şekilde tercüme verilmiştir:

“Ey mürîd-i sâlih tedbîr-i umûr-i dünyâdan kendini müsterîh kıl zîrâ tedbîr vâbeste-i

irâde ve takdîr-i ilâhî olduğundan gayrın kendisiyle senden dolayı kāim olduğu şey ile

sen nefsin için kıyâmı iltizâm etme.” (el-Muhkem s. !2) Aynı metin şiir dilinde şu

kalıba girmiştir:

“Terk edip tedbîrini ol müsterîh

Emr-i gayri etme cânâ iltizâm”( (el-Muhkem s.12 )

Şiir lisanında daha anlaşılır olduğu bu örnekte görülmektedir.

Nazmen tercüme’den sonra îzâh kısmı gelmektedir. Şerhin iskeleti bu

bölümdür.

Ahmed Mâhir Efendi metindeki tasavvufî kavram ve ıstılahları tek tek

açıklamakta, mübhem îfâdeleri açarak kafadaki suallere cevaplar vermektedir. Şerh bu

şekilde âyet ve hadîsler, şiirler, sûfî sözleriyle zenginleştirilmiş bir yorum bütünlüğü

içinde devâm ettirilmiştir.. Yer yer de sûfî menkıbeleriyle de süslenen îzâh kısmı netîce-

i hikmet başlığı altında “kıssadan hisse” denilebilecek bir üslupla kısaca özetlenmiştir..

Daha sonra da konuya uygun divân edebiyâtından seçilmiş Türkçe beyitler veya Arapça

ve Farsça beyitlerle îzâh kısmı son bulmaktadır.. Bu beyitler îzâhı yapılan mevzûyu

toparlaması bakımından oldukça isâbetli seçilmiştir. Meselâ yine 4. Hikmet’in sonunda

Şeyh Gâlib’in:

“Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdânındır

Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır” (el-Muhkem s. 12 )

beyti iktibâs edilmiştir ki bütün söylenmek istenilen mesaj bu beyitle

verilmiştir.

el-Hikemü’l-Atâiyye’nin bir özelliği de hikmetler arasındaki konu bütünlüğüdür.

Bir sonraki hikmet bir önceki hikmetin açıklaması veye onun tamamamlayıcısı

durumundadır. Bazen vuzûha kavuşmayan bir hikmet bir sonraki hikmette değil de

12

sayfalar sonra gelen bir hikmette açıklanmaktadır. Bu yüzdendir ki el-Hikemü’l-

Atâiyye’yi tebvîb esâsına göre tekrar te’lif edenler olmuştur.

Aynı konuya dâir hikmetleri bir araya getiran böylece eseri bölümlere ayırıp

yeni bir şekle sokarak okuyucunun ondan daha çok faydalanmasına imkân sağlayan

çalışmalar da yapılmıştır. Bu tür çalışmaların en eski örneği, Şâzelî şeyhi ez-Zerruk

tarafından Tebvîbü’l-Hikem adıyla ortaya konmuştur32

Kanaatimizce el-Hikem gibi eserlerin ilk yazıldığı şekliyle okunup incelenmesi

daha uygundur.Mevlânâ’nın Mesnevî’si, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem ve Fütuhât-ı

Mekkiyye’si nasıl kendi içinde bir bütünlük arzediyorsa el-Hikemü’l-Atâiyye de böyle

anlaşılmalıdır.Zîrâ bu tür eserlerde ilhâm unsuru, keşf ve mükâşefe ile bilgiye ulaşma

metodu göz ardı edilmemelidir. Sûfîler, Kur’ân’dan devşirilen kırıntılarla eser kâleme

aldıklarını belirtmişlerdir.33

Kur’ân Cebrâil’in tertibi üzere yazılmıştır, nüzûl sırasına göre değil. Sûfî

müellefâtı bu bakışla ele alınırsa daha isâbetli verimler alınacak, subjektif gibi görünen

ba’zı spekülasyonlar da böylece vuzûha kavuşacaktır. Ahmed Mâhir Efendi’nin şerhi

tebvîb esâsına göre yazılmış bir şerh olmasa da genel tasavvufî bakış açısıyla konuları

mercek altına aldığı için bir bütünlük arzetmektedir.

32 Kara, Mustafa, el-Hikemü’l-Atâiyye DİA XVII s.502. .İÜ Ktp.AY, n.1093,3331 33 Bkz.A.Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, İst.1999, c.I, Mukaddime, s.3: “Fakir derim ki, Fususu’l-Hikem’in Kelâmullâh gibi iki hâssıyyeti vardır. (Bakara 2/26) Yani okuyanların bir kısmı hidâyete vasıl olur, bir kısmı da dalâlete düşer. Kur’ân-ı kerim bu hâssıyyeti câmi olmakla berâber onu mütâlaa ve kırâat eden kimseyi men etmek câiz değildir. Zîrâ Kur’ân mihekktir; altın ve bakır ayrılmak için gelmiştir. Fusûs’l- Hikem dahi öylece bir mihekktir..” . “Bu kitâb-ı münif (Fusûs) ... serâpâ asl-ı hakîkîden kulûb-i enbiya aleyhimü’s-selâma münzel olan maarif ve hikem-i ilâhîyyeden ibâret, ve ehl-i takyîd ve erbâb-ı ukûlün bilmediği ve idrak edemediği hakāyık ile mâlâ-mâldir.”s. I,II

Mevlânâ’nın Mesnevi’si için de durum böyledir: “Mesnevî, birinci derecede tasavvufi bir eser olmakla berâber bir çok âyeti direkt veya dolaylı olarak açıklamış hatta bu yüzden “Mağz-ı Kur’ân” diye de meşhur olmuştur.”Bkz. Hüseyin Güllüce, Kur’ân Tefsîri Açısından Mesnevi, İst.1999, Önsöz, s.12 (Basılmış Dr. Tezi, Ötüken Yay.;

Mevlânâ, Mesnevî’ye yazdığı Mukaddime’de kendi eserini “Keşşâfu’l-Kurân” ve “Mahz-ı İlham-ı Rabbânî” olarak görür.bkz. Mevlânâ, Mesnevi-i Şerîf , Nahifi Trc. Haz Amil Çelebioğlu, İst. 2000. s.56,( M.E.B Yayınları)

13

Şerhte, Hikmet’lerin başına numara koyulmamıştır. Biz, tezimizde, ilk yüz

sayfanın metnini bugün kullanılan harflerle verirken her hikmetin başına bir numara

verdik.

2.2.Eserin Edebî Değeri ve Dili

el-Muhkem fî şerhi’l-Hikem bir tasavvuf klasiği olmanın ötesinde edebi neşve

veren de bir eserdir. Türkçenin imkânları sûfî bakış açısıyla sonuna kadar

kullanılmıştır. Sağlam cümle kurguları, Türkçe deyim ve atasözlerin mevzûya uygun

serpiştirilmesi göze çarpmaktadır.

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’in “mukaddime”sinde adete bir üslûp peşrevi

vermiştir. Mukaddime, şârihin bundan sonra söyleyeceklerinin bir fısıltısı bir

müjdecisidir.

Târîhte pek az şârih şerhettiği esere yaklaşabilmiş pek nâdir kısmı da ana metni

aşabilmiştir. Şerhlerin ana metinlerin anlaşılmasında ne kadar ehemmiyeti hâiz olduğu

açıktır. Ba’zı eserler bilmece gibidir. Şârihler bu bilmecenin düğümlerini çözen şifre

çözücüdürler. Şerh olmadan anlaşılmayan okunamayan eserler bu kısımdandır. İbnü’l-

Arabî’nin Fusûs’u şerhlerin klavuzluğu olmadan kaç kişi tarafından anlaşılmıştır. El-

Muhkem, sâdece el-Hikemü’l-Atâiyye’nin şifrelerini çözen bir anahtar kitap

değildir, aynı zamânda onu tamamlayan bir yeni te’lîftir.

2.3.Şerhin Kaynakları

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de el-Hikemü’l-Atâiyye üzerine yapılan daha

önceki şerhlerden faydalanmıştır. Ama hangi kaynaktan neyi aldığını belirtmemiştir.

Genel çerçevede şerhte en çok kullanılan doneler, Kur’ân âyetleri, Hz.Peygamberin

sözleri, evliyâ menkıbeleri (Özellikle Şâzelî geleneğine ait rivâyetler), Arapça deyim ve

atasözleri, Farsça Arapça ve Türkçe şiirler sayılabilir.

2.3.1 el-Muhkem’de Kur’ân Âyetleri

14

El-Hikemü’l-Atâiyye’nin İslâm coğrafyasında çok okunması ve

okutulmasındaki temel etken doğru tasavvufu, sünni sûfîliği muhtevî bulunmasıdır.

Risâle-i Kuşeyrîyye , İhyâ, Taarruf, Riâye nasıl doğru tasavvufa adres gösterilip

referans alındıysa el-Hikem de aynı nokta-i nazardan kabûl görmüştür. Sapmalardan

eğriliklerden arındırılmış tasavvuf kültürü ancak Kur’ân ve Sünnet kaynaklı olmalıdır.

El-Hikemü’l-Atâiyye bu yönüyle âyetlere yer veren bir eserdir. Hatta el-Hikem

(dolayısıyla onun şerhi olan el-Muhkem) bir nev’i iş’arî tefsîr bile sayılabilir. Müellif

İbn Atâullah’ın ve şârih Ahmed Mâhir Efendi’nin referans aldığı âyetlere yüklediği

anlamlar başlı başına bir sûfî tefsîr yaklaşımıdır.

Bilindiği gibi mutasavvıflar da nev’-i şahsına münhasır bir tefsîr ekolü

oluşturmuşlardır.

“Tasavvuf ilmi, gerek kaynağının Kur’ân ve sünnet olması gerekse tefsîrdeki

iki usûle ( rivâyet ve dirâyet) ilâveten geliştirip kullandığı İş’arî metod açısından tefsîr

ilmiyle irtibâtlıdır.”34 İş’arî tefsîr denilen bu sûfî ekolü Kur’ân’ın okunup

anlaşılmasında büyük bir katkı sağlamıştır..

El-Hikem’in şerhi olan el-Muhkem’e de sünnî tasavvufun temsilcisi

denebilir. el-Muhkem’de (ilk yüz sayfa) şârih 59 âyete yer verilmiştir.

31. Hikmette Talâk suresi 7. âyetin tefsîri iş’arî bir bakış açısıyla verilmiştir.

Âyet evvelâ rivâyet yönüyle ele alınmış, sonra el-hikem’de belirtilen esâs üzerine

tasavvufi bir yorumla tefsîr edilmiştir.

32. Hikmette En’âm süresi 91. âyeti sebeb-i nüzûlü verildikten sonra tasavvufi

bir tarzda ele alınmıştır. Türkçe meâl verilirken de tasavvufî yaklaşım sergilenmiştir:

" ذرهم في خوضهم يلعبون قل الله ثم

“Allâh de bundan sonra abede-i mâsivâyı havz-ı hevâlarında oynar oldukları hâlde terk

et” (Enâm, 6/91)” (el-Muhkem s.68 ) 34 Yılmaz, Hasan Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst.1997, s. 59, 2.Baskı; bu konuda ayrıntılı bilgi için bakz. Süleyman Ateş, İş’arî Tefsîr Okulu Ankara 1974, Güllüce, a.g.e.

15

Ayete nazmen de şöyle meâl verilmiştir:

“Ey mürîd Allâh de et terk-i sivâ

Oynasın havzında varsın zî-hevâ” (el-Muhkem s.68 )

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’e yazdığı mukaddimede tefsîr dersi verirken

bu dersleri tasavvuf hakîkatlarıyla renklendirmek, nûrlandırmak maksadına ma’tûf, bu

ihtiyâca binâen “hikem-i atâiyye”yi tercüme ve şerh ettiğini yazmaktadır. Buradan

anlıyoruz ki, Kur’ân’ın anlaşılmasında tasavvufun mühüm bir rolü vardır. Kur’ân’ın iyi

tefsîr ve yorumu biraz da sûfî düşünceden nasipli olmaya bağlıdır. Tasavvufu

bilmeyenler tefsîr yapamaz demiyoruz. Fakat tasavvuf Kur’ân’ın bütüncül

anlaşılmasında bize önemli katkılar sağlayacaktır.

Özellikle günümüz meâl ve tefsîr çalışmalarının tasavvufun engin

literatüründen beslenmesi elzemdir. Kalıplarda kalan, öze nüfûz edemeyen meâl ve

tefsîr çalışmalarının yavanlığı ortadadır. Gönüllere hitâb edecek bir Kur’ân hermonotiği

sûfî kaynaklarla barışık olan hermonotik olacaktır.

2.3.2.El-Muhkem’de Hadîs-i Şerîf’ler.

El-Muhkem’in ilk yüz sayfasında (49 hikmet) otuz yedi hadîs-i şerîf tesbit ettik.

Ahmed MâhirEfendi hadîslere yer yer iş’arî yorumlar getirmiştir. Bu hadîslerin çoğu

sahîh hadîs kitaplarında mevcûttur. Nitekim bu hadîslerin tahrîcini yapmış

bulunmaktayız. Kaynaklarını bulamadığımız hadîsler yok değildir. Hz. Peygamber’e

atfen söylenilen sözler el-Muhkem’de bazen lafız olarak değil de Türkçe tercümesiyle

verilmiştir. Türkçe olarak geçen bazı hadîslerin kaynağını bulamadık.

“..Mutasavvıfların kullanmış olduğu hadîs malzemesinin hadîs metodolojisinin

ışığı altında ele alınıp kritik edilmesi dînin doğru anlaşılmasında da yardımcı

olacaktır..” 35

35 Yıldırım, Ahmed; Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadîslerdeki Dayanakları; Ankara,2000; Önsöz, XI, Basılmış Dr. Tezi,Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Bu eser sahasında önemli bir boşluğu doldurmuştur.

16

Bilindiği gibi mutasavvıfların hadîslere bakış açısı muhaddislerden farklıdır.

Muhaddislerin zayıf veya mevzû’ dediği îfâdelere sûfîler pekâlâ hadîs diyebilmektedir.

“Çünkü muhaddisler hadîsleri hıfz ve rivâyet için belli titizliklerle öğrenip

naklederken mutasavvıflar hadîsleri bir irşâd vesilesi ve ahlâkî öğüt şeklinde

değerlendirmişler ve hadîs rivâyetinde özellikle sened konusu üzerinde pek fazla

durmamışlardır. Mutasavvıflardan ba’zılarının eserlerinde görülen zayıf ya da mevzû’

hadîslerin varlığının sebebi budur.”36

“.... Mesnevî ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye gibi âlim mutasavvıflar tarafından

te’lif edilen tasavvuf eserlerinde kullanılan hadîslerin büyük bir ekseriyeti mu’teber

hadîs kitaplarında yer almakta ve hadîs âlimleri tarafından kabûl edilmiş bulunmaktadır.

Bir kısmı ise “Küntü kenzen mahfiyyen..” hadîs-i kudsîsi gibi ba’zı hadîsçilerin

tenkîdlerine rağmen tasavvuf ehlince “keşfen” sahîh kanaatiyle asırlardır kullanılmakta

devâm etmiştir. İşte bu nev´i hadîs veya hadîs-i kudsîleri “mevzû” (uydurma v.s.gibi)

ta’bîrlerle reddetmek yerine ba’zı hadîsçilerin yaptığı gibi hadîs ilminde

kullanılabilecek daha nüanslı değerlendirme yoluna gitmek böylece bunların İslam ilim

ve kültüründeki yerini vukûf ve isâbetle tesbît edip “ma’nâ”larını anlamak ve muhâfaza

etmek yolunu tercîh etmek, İslâm ilim ve düşüncesinin yeniden incelenmeye başladığı

devrimizde, İslâmî ilimler arasında olması gereken “bütünlük” bakımından daha verimli

neticeler verecektir.”37

“Sûfîler iş’arî tefsîr ile meşgûl olduğu gibi hadîsleri iş’arî metodla

şerhetmekten de uzak kalmamışlar ve bu alanda oldukça verimli çalışmalar

sûfîlerin kullandığı hadîsler değerlendirilmiş, hadîslerin geçtiği kaynaklarla berâber hadîslerin tahrîcini yapılmıştır. Daha evvel İzmirli İsmâil Hakkı ile Şeyh Safvet Yetkin arasında cereyan eden bir tartışma da bu konuya ışık tutacak mâhiyettedir. Bkz.Ahlak Ve Tasavvuf Kitaplarındaki Hadîslerin Sıhhati;İzmirli İsmail Hakkı-Şeyh Safvet; Tenkitli neşir:İbrahim Hatiboğlu İst.2001, Dârul hadîs yay. 36 Yılmaz, a.g.e. s.60 37 A.Avni Konuk; Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,( Hz. Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın) İst.1999, c.I;

s.8; Takdim”3. Basım. ÎFÂV yayınları.

17

yapmışlardır. Bilhassa kırk hadîs şerhi kapsamında bir çok mutasavvıf eser kaleme

almıştır. Bu da hadîs tasavvuf ilişkisi bakımından önemli birliktelik sağlamıştır.”38

Sûfilerin çokça mürâcaat ettikleri hadîslerden biri olan “ Kim nefsini bilirse

Rabbini bilir” hadîs-i şerifi şöyle yorumlanmaktadır: “ من عرف نفسه فقد عرف ربه 39 hadîs-i şerîfînin mantûk-ı münîfince ma’rifet-i ilâhîyyeyi müstelzim olan ma’rifet-i

nefsten murâd da meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilerek izâlesine gayretle husûl-ı kemâl ve

şuhûd-ı nûr-ı zi’l-celâldir. (el-Muhkem s.70)

Niyyet hadîsi olarak bilinen meşhûr hadîs de el-Muhkem’de 45.Hikmette

şerhedilmiştir. Tercüme şu şekildedir.

“Her kimin niyyeti Cenâb-ı Hâllâk-ı cihâna ve resûl-i zîşâna muhâceret ise onun

hicreti şüphesiz Hüdâya ve Resûl-i Kibriyâya ve her kimin maksadı muhâceret-i

istihsâl-i dünyâ ve tezevvüc-i mer’e-i hüsnâ ise onun hicreti de muhâceret ettiği dünyâ

ve mer’e-i hüsnâyadır.” (el-Muhkem s.93)

Nazmen tercümesi de şiir diliyle isâbetli bir hadîs tercümesidir.

Bak hadîs-i şeh-i kevneyne teemmül eyle

Ne buyurdu o keremkânı taakkul eyle

Niyyeti Hak ve Resûl-i Hak olan hicretle

Bulur Allâh ile Peygamberi bu niyyetle

Hicreti devlet-i dünyâya zen-i hüsnâya

Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye

Anla bu kavl-i imâm-ı Rusüli hoş ey dil

Kıl tefekkür onu sen oldun ise ger âkıl (el-Muhkem s.93)

2.3.3 El-Muhkem’de Hz.Peygamberin (S.A.V.) Vasıfları

38 Bkz. Yılmaz, Hasan Kâmil, Tasavvufî Hadîs Şerhleri ve Konevi’nin Kırk Hadîs Şerhi, İst.1990, İFAV 39 el-Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, II, 262. (Kim nefsini bilirse Rabbini bilir)

18

Ahmed Mâhir Efendi şerhte Hz. Peygamber’den bahsederken çok müeddeb bir üslûp kullanmış, O’nu tavsîf eden ta’birlerde adeta bir üslûp dersi vermiştir. Örneklere bakalım.

“Refref- süvâr âlem-i lâmekân aleyh-i salavâtu’r- Rahmân Efendimiz

hazretlerinin..” (el-Muhkem s.11)

“Seyyidü’l-enbiyâ mahrem-i esrâr-ı kibriyâ Efendimiz hazretleri (el-Muhkem

s.14)

İcâbet-nümâ-yı duâ-yı ümmet aleyhi ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri

(el-Muhkem s.16)

Seyyidü’l-enbiyâ Efendimiz (el-Muhkem s.18)

Şefî-i ümmet Efendimiz hazretleri.. mücîbü’d-daavât hazretleri (el-Muhkem

s.18)

Bülbül-i bâğ-ı belâğ Efendimiz (s.a.v) hazretleri (el-Muhkem s.60)

Edîb-i bezm-i ilâhî Cenâb-ı Risâlet Penâhî Efendimizin (el-Muhkem s.63)

Nebiyy-i âhiru’z-zamân Efendimiz hazretleri.. (el-Muhkem s.69)

Şifâsâz-ı merîz-i ümmet aleyh-i ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri (el-

Muhkem s.88)

Hayru’l-beşer Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hazretleri.. (el-Muhkem s.92)

Taraf-ı eşref-i Peygamberî…(el-Muhkem s.20)

Hakîm-i İlâhî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem hazretleri…(el-Muhkem s.20)

2.3.4. Arapça, Farsça, Türkçe Şiirler, Türkçe Deyim Ve Atasözleri

Ahmed Mâhir Efendi şerhte her hikmetin sonunda o konuya uygun beyitler

iktibâs etmiştir. İlk yüz sayfada hikmetlerin sonunda on dört Farsça, yedi Arapça, yirmi

altı Türkçe beyit bulunmaktadır.. Ayrıca konu aralarında yeri geldikçe Arapça- Farsça

19

şiirlere yer vermiştir. Bu beyitlerin kime ait olduğu şerhte belli değildir. Sâdece

Sa’dî’ye ait birkaç Farsça, Rabîatü’l-Adeviyye’ye ait iki yerde Arapça münâcât, sâdece

bir yerde Azîz Mahmûd Hüdâî’ye ait Türkçe bir beyit açıkça îfâdelendirilmiştir. Geri

kalan manzum ibârelere her hangi bir kayıt düşülmemiştir. Biz bulabildiğimiz kadarıyla

bu beyitlerin kime âit olduğunu tesbît etmeye çalıştık.

Şerhin bir başka özelliği de Türkçe dilinin imkânlarının serbest bir şekilde

kullanılmasıdır. İlk yüz sayfada tesbit ettiğimiz ba’zı atasözü ve deyimler şunlardır:

“Göz nerede ise gönül de oradadır” (el-Muhkem s. 33)

“Nefsin canı var, tutmaya ne ziyânı var.” (el-Muhkem s.56 )

“..âlemde bu herkese nasîb olur devlet olmadığına ...” (el-Muhkem s.95 )

“Yâri ağyârsız istemek gülü hârsız istemek kabîlinden olmakla muhâldir.” (el-Muhkem s. 58)

2.3.5. Sahabe-Tâbiîn – Sufî Sözleri , Evliyâ Menkıbeleri,

Ahmed Mâhir Efendi şerhte konulara genişlik kazandırması bakımından ba’zı

menkıbelere yer vermiştir. İlk yüz sayfada adı geçen sahabe-tâbiîn ve sûfîler,

hikmet’lere göre şöyle bir sıra ta’kîb eder.

2. hikmetin şerhinde Şeyh Şâzelî, 3.hikmetin şerhinde Bâyezid Bistâmî,

4.hikmetin şerhinde Sehl b. Abdullah et-Tusterî, Şeyh Ebû’l-Hasen Şâzelî, 5.hikmetin

şerhinde Hârûn Er-Reşîd’e ait bir menkıbe, 6. hikmetin şerhinde Şeyh Şâzelî, Ebû’l-

Abbâs el-Mürsî, 8.hikmetin şerhinde Ebû’l-Abbâs İbnü’l-Arifîn, Ebû’l-Hayr,

Muhammed el-Esfencî 10. hikmetin şerhinde da Rabîatü’l-Adeviyye, 11. hikmetin

şerhinde Ebû Setre el-Abbâs, İbrâhim bin Edhem, Eyyûb Sahtıyânî, Bişr Bin Hars,

Veysel Karânî(Tâbiîn), sahâbeden Hz. Ömer, Hz. Ali; 12.hikmetin şerhinde Hasan

Basrî, Sehl et-Tusterî, Peygamberlerden Hz.İsa’ya ait iki menkıbe, sahâbeden Ebû’d-

Derdâ, Abdâl ile alakalı bir menkıbe;

20

13. hikmetin şerhinde Ahmed bin Hanbel, Ahmed bin el-Havârî, Ebû

Süleyman Dârânî, 15. hikmetin şerhinde. Cüneyd Bağdâdî, Bâyezîd, Hâllâc, İbn Atâ,

İbn Arabî;

18. hikmetin şerhinde Mevlânâ, Sa’dî, Ebû Osmân; 20. hikmetin şerhinde

“Urefâdan Bir zât” kaydıyla bir menkıbe anlatılmıştır..Bu menkıbe İbn Atâullâh’ın

Kitâbü’t-Tenvîr adlı eserinden alınmıştır.

22. hikmetin şerhinde Abdulhâlık Gucduvân, 24. hikmetin şerhinde Ebû Hafs

Kebîr, Sehl Bin Abdullah et-Tusterî, 29. hikmetin şerhinde Ebû Hafs Kebîr, Cüneyd

Bağdâdî, 33. hikmetin şerhinde İmâm Şâfiî, İsimsiz bir Zühhâd-ı Benî İsrâil; 36.

hikmetin şerhinde Ebû Hafs Kebîr, Cüneyd Bağdâdî, Ebû Süleymân Dârânî, Yusuf

(A.S); 38. hikmetin şerhinde Azîz Mahmûd Hüdâî 40. hikmetin şerhinde Cüneyd

Bağdâdî, Hars Muhâsibî , 41. hikmetin şerhinde Atâ Horasânî, Vehb Bin Münebbih,

42. hikmetin şerhinde Yahyâ bin Muaz, Abdulaziz, Ebû Tâlib Mekkî; Sahâbelerden İbn

Mes’ûd, Ebû Saîd el- Hudrî, Ebû Hüreyre, Selmân

44. hikmetin şerhinde Rabîatü’l-Adeviyye, Sahabeden Hz. Ömer

45. hikmetin şerhinde Bâyezîd Bistâmî, Ebû Süleymân Dârânî, Şiblî; 46.

hikmetin şerhinde Yusuf b. Hüseyin Razi, Süfyân-ı Sevrî, Sehl b. Abdullah et-Tusterî,

48. hikmetin şerhinde Ebû Süleymân Dârâni, Ma’rûf-ı Kerhî, Ebû Abdullâh Kureşî ‘ye

âit menkıbeler anlatılmıştır.

21

3. BÖLÜM

EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM’DE BELLİ BAŞLI TASAVVUFÎ

KONULAR

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de tamamen bir tasavvuf metodolojisi ile

meseleleri ele almıştır. Biz, el-Muhkem’in ilk yüz sayfasında yer alan bazı tasavvufî

terim ve ıstılâhları daha önceki tasavvuf klasiklerine de gitmek sûretiyle incelemeye

çalıştık.. Îmân ve amel konularına başta yer verdik. Çünkü eser amel ve amele ilişkin

sûfî reflekslerine ilişkin önemli detayları içermektedir.

3.1. Îmân-Amel İlişkisi

Kelâm ilminin temel konularından olan îmân-amel ilişkisi tasavvufî

kaynaklarda da ele alınmıştır.

“Îmân Hz Peygamberin Allâh’tan alıp bize haber verdiği zarûrî olarak bilinen

husûsları tasdîk etmektir. Eş’arîlere göre îmân kalbin bir fiili ve tasdîkidir. Yani bir

tasdîkinden ibârettir. Maturîdîlere göre îmân kalbin tasdîki ve dilin ikrârından ibârettir.

Ancak kalbin tasdîki esâstır. Dilin ikrârı ise bazı zarûrî hâllerde sâkıt olabilir. İkrâh ve

cebr durumunda olduğu gibi. Hadîs âlimleri ve selefe göre îmân kalb ile tasdîk dil ile

ikrâr, beden ve organlarala amel etmekten ibârettir. Buna göre amel, îmândan bir

cüz’dür. Mu’tezile , Havâric ve Zeydiyyenin görüşü de böyledir.40

Kelâbâzî şöyle demektedir. “Sûfîlerin büyük çoğunluğuna göre îmân, ikrâr,

amel ve niyyetten ibârettir. Buradaki niyyet sözü tasdîk ma’nâsına gelmektedir.”

Kelâbâzî, Matüridî olduğu hâlde bu kanaati benimsemektedir. Zîrâ sûfîliğe uygun düşen

görüş budur.”41

Ahmed Mâhir Efendi de “amel”i îmânın temel rüknü olan “tasdîk”e delîl

olarak görmektedir. Amel ve ikrâr tasdîkin bir göstergesidir. Aslolan tasdîktir, fakat bu

tasdîkin vâr olup olmadığını biz, zâhire bakarak anlarız. Dolayısıyla ameller ve ibâdetler

40 Kelâbâzî, a.g.e. s. 117 (Hazırlayanın dipnot açıklaması) 41 Kelâbâzî, a.g.e. s. 118

22

imânın ikrârıdır. Aynı zamanda îmânın mevcûdiyetine bir vâsıtadırlar: “Hükümrân-ı

kulûb olan ahvâl dâimâ vücûh ve zevâhirde rûnümâ-yı âsâr olduğundan şerîat-i

mutahhara ikrâr ve a’mâli hakîkat-i îmân olan tasdîk-i kalbîye delîl etmiş ve sohbet ve

muhabbeti arzû olunan bir kimsenin ahvâl-i bâtınesine şevâhid-i zâhiresiyle istidlâl

olunagelmiştir.” (el-muhkem s.63)

Kalpteki tasdîkin alâmeti de, ilâhî emirleri ve Rasûlüllâh’ın sünnet-i

seniyyesini dikkate alıp yaşamaktır:

“Erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden dâimâ

basîret üzerine olmalıdır ki zevâhir-i ahvâli bırakıp da serâir-i kulûbun salâhını îhâm

eden ef’âl ve a’mâl sebebiyle esîr-i dâm-ı desâis ve hıyel olmasın. Çünkü bu hâl

sûretsiz sîreti, kışırsız lübbü, lafızsız ma’nâyı taleb kabîlindendir ki bîmeâldir. Bir

kimse ki kalben ma’rifetullâh ve muhabbet-i Resûlullâhı iddiâ ettiği hâlde kavlen ve

fiilen evâmir-i ilâhîyyeye imtisâl ve nevâhî-i sübhâniyyeden içtinâb ve sünnet-i

risâletpenâhîye temessük ve i’tisâm etmezse elbette o müddaî نحن أبناء الله وأحباؤه 42 nazm-

ı celîline mâsadak bir kezzâb-ı düzeh-i müstehaktır” (el-muhkem s.64)

3.2. Tevhîd-i Ef’âl - Tevhîd-i Sıfât - Tevhîd-i Zât

Sûfîler İslâm dîninin Allâh’a îmân konusunda koyduğu esaslardan kalkarak

kendi düşünceleri ve halleri doğrultusunda tevhîd meselesine yeni îzâhlar getirmişlerdir.

Onların tevhîd ve vahdet görüşlerini çeşitli tasniflere tâbi tutmak mümkündür.43

Tevhid-i zât, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i esmâ ve Ef’âl. Allâh zât, sıfât isim ve

filleri yönünden bir tanedir, eşi benzeri yoktur. Allâh birdir sözü bu üç tevhîdi de içine

alır44.

Tevhîd-i Zat ile birlikte “tevhîd-i sıfât” ve tevhîd-i ef’âl’e yükselmek ma’rifet

sayesinde meydana gelir. 45

42 Mâide, 5/18(Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz.) 43 Kara, Mustafa, Tasavvuf Ve Tarîkatler Târihi , İst. 1985 s. 317 44 Kara, a.g.e s. 317

23

39. Hikmetin şerhinde Ahmed Mâhir Efendi bu konuyu ele almıştır:

“Cenâb-ı Kird-gâr kendisiyle berâber hiçbir şey mevcût olmadığı hâlde vardı. Yine hâlâ tahtkâh-ı tahakkuk-ı sübhânîsinde öylece hüküm-fermâdır.46 (el-Muhkem s. 81)

Nazmen tercümesi de şöyledir:

“Vâr idi Allâh yok idi eşyâ

Öylece el’ân oldu hükümrân” (el-Muhkem s. 81)

Mevcûdât Allâh’ın fiileri, Allâh’ın fiilleri de Allâh’ın sıfâtları, Allâh’ın sıfâtları

da Allâh’ın Zâtının tecellîsinden ibârettir. Buna göre Allâh’ın fiilleri mükevvenât ile,

Allâh’ın sıfâtları Allâh’ın fiilleri ile, Allâh’ın Zâtı da Allâh’ın sıfâtları ile gizlenmiştir.

“Ekvân ve âsârdan ibâret olan şu kârhane-i kudret ef’âl-i rabbâniyyenin ve

ef’âl-i rabbâniye de sıfât-ı sübhâniyyenin ve sıfât-ı sübhâniyye de Zât-ı hâl-i Hazreti

İlâhîyyenin âyine-i tecellîyâtıdır. Şu hâlde ef’âlullâh ekvân ve âsâr ile ve sıfâtullâh

ef’âl-i Kird-gâr ile ve Zâtullâh da sıfât-ı kudsiyet-desâr ile müstetir ve mütehaccibtir.”

(El-Muhkem s. 81)

Tecellî-i Zât olanlar fenâ makāmına erenlerdir. Bunlar vücûd-ı ilâhîden başka

hiçbir şey görmezler:

“İrtifâ-ı hacb-ı ekvân ile tecellî-i ef’âle mazhar olan bir sâlik ekvân ve âsârda

ef’âlullâhtan başka bir şey göremeyeceği gibi irtifâ-ı hacb-ı ef’âl ile tecellî-i sıfâta

masdar olan bir mürîde de ef’âlullâhın muktezâ-yı esmâ ve sıfât olduğundan başka bir

şey müşâhede edemez. İrtifâ-ı hacb-i sıfât ile tecellî-i Zâta nâil olan ashâb-ı fenâ ise

mustağrak-ı bahr-i vahdet ve fenâ-yı etemm ile sergerdân-ı sahrâ-yı vuslat olup bunların

âlemde vücûd-ı ilâhîden başka hiçbir mevcûd dîde-i Hak-bînîlerine meşhûd olamaz.”

(El-Muhkem s. 81)

45 Eraydın, Selçuk, Tasavvuf Ve Tarîkatler, İst. 1981, s. 152 46 Bkz. Keşfü’l-Hafâ,II, 130-131

24

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre tevhîd erbâbının hakîkî muvahhid olabilmesi

Tevhîd-i Zât mertebesine ulaşabilmesıne bağlıdır:

“Şu merâtib-i sülüsenin birinci derecesine tevhîd-i ef’âl, ikincisine tevhîd-i

sıfât, üçüncüsüne tevhîd-i Zât ıtlâk olunup erbâb-ı tevhîdin muvahhid-i hakîkî olması

ancak üçüncü derecenin husûlüne mutevakkıftır ki iş bu hikmetin hakîkati zâhir ve

nümâyân olsun.” (El-Muhkem s. 81)

Bu hâli zevketmek de yine tevhîd-i Zât mertebesindeki âriflerin işidir:

“Çünkü Cenâb-ı Perverd-Kârın cemî-i eşyâ yok iken vâr olmasını ve el’ân da

yine şu arş-ı tahakkuk-ı ilâhîsinde hükümrân bulunmasını zevk etmek tevhîd-i Zât ile

muvahhid olan urefânın hâlidir.” (El-Muhkem s. 81)

3.3 Amel- Hâl İlişkisi

Ahmed Mâhir Efendi amellerin hâllerin bir neticesi olduğunu ifâde etmekte,

hâllerin güzelliğinin de amelleri güzelleştireceğini söylemektedir.

49.Hikmet’in tercüme ve şerhinde konu ile alakalı şunlar anlatılmaktadır:

“A’mâlde güzellik ahvâlde güzeliğin netîcesi ve hüsn-i ahvâl de kulûb-i ârifîne

nâzil olan makāmât ile tahakkukun semeresidir” (el-Muhkem s. 99)

“Hüsn-i a’mâl şurût-ı ve âdâb-ı meşrûası vech ile mâni’-i kabûl olan riyâ ve

kayd-ı mâsivâdan hâlî olduğu hâlde îfâ olunan ibâdâttır. Hüsn-i hâl ise hazz-ı âcil ve

sevâb-ı âcil ile mukayyed olmayarak mücerred muktezâ-yı ubûdiyyet olmak sûretiyle

îfâ edilen ibâdet de kalbin iktirân ettiği ihlâs ve zühd ve takvâ ile ihtisâs gibi hâlâttır.

(el-Muhkem s.99)

“İlim-Amel-Hâl Bütünlüğü” konusunda Ahmed Mâhir Efendi hâlin ilimden

doğduğunu, hâlin de ameli netice vereceğini belirtmiştir.

“….makāmât-ı mezkûreden her mertebe de ilim-amel-hâl şu üç meziyet ve

kemâl bulunmak iktizâ eder. Çünkü ilim hâli, hâl de ameli intâc edeceğinden

25

bunlardan biri noksân olsa silsile-i terakkî munkatı’ olur. Nasıl ki şecere mevcûd

olmayan yerde ağsân, ağsân bulunmayan şecerede meyve olmazsa zemîn-i kalbe şecere-

i irfânı ğars etmeyen mürîd de gusn-i hâl ve gusn ile tahakkuk etmeyen kimse de

semeredâr-ı a’mâl olamaz. (el-Muhkem s.100)

3.4 Amellere Güvenmek

Amel , fiil, iş, eylem, hareket, davranış demektir. Şerîat ve tarîkat gereği olarak

yapılan her işe ve tâate amel denir. Amel dînî, ahlâkî ve rûhî fiillerin hepsini kapsar.

Bildiğini uygulama alanına koyana âmil, koymayana amelsiz denir. 47

A’mâl, filler, işler demektir. İnsanların beden ve kalpleriyle işledikleri işler.

Oturmak, kalkmak, namaz, hacc bedenin; sevmek, iyi niyyet, samîmîyet veya bunların

zıtları nefret, kötü maksat ve riyâ kalbin fiilleridir. Bedenin fiillerine a’mâl-i cevârih,

kalbinkine a’mâl-i kulûb denir. Tasavvufun konusu a’mâl-i bâtıne yani ef’âl-i kulûbtur. 48 Zîrâ Allâh kalbe ve onun fiilerine bakar, bedenlere ve servete bakmaz.49

Tasavvuf bâtın ilmi olsa da sûfîler şerîatın emrettiği amel ve ibâdet

mükellefiyetini çok önemsemişler, zâhiri amellerde gevşek olanları kınamışlardır.

Tevhîdin en ileri ma’rifet noktasını yakalayan mutasavvıflar amelî îcâpları yapmanın

ciddîyetine dâir bir çok malzeme de bırakmışlardır. Zühd ve takvâ yolunda kitâp ve

sünnetin emirlerini yaşamak konusunda hiç kimse sûfîlerin eline su dökememiştir. Öyle

kılı kırk yaran bir amel hassâsiyeti göstermişlerdir ki her şeyde Allâh Teâlânın fazl ve

lutfunu aramışlar, her türlü inâyet ve tevfiki ondan bilmişler, nefse en ufak bir kapı

aralamamışlardır. Şirkten arındırılmış sâfî bir kulluk da zâten böyle bir titizlik

neticesinde gerçekleşir. Gizli şirk olarak tavsîf edilen riyâ konusunda sûfîlerin

gösterdiği ciddîyet ve titizlik, tasavvufî eserlerde çokça işlenmiştir.

Tezimize konu olan İbn Atâullah da bu hassâsiyeti gösteren sûfîlerdendir. el-

Hikem’de dağınık olarak yerleştirilmiş fakat birbirini destekler mâhiyette bu konuda bir

47 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst.1991 s. 46 48 İbn.Hâldun, Şifâu’s-sâil, s. 5, 18 49 Müslim Birr, 10

26

çok hikmet bulunmaktadır. Hikem-i Atâiyye’nin şerhi olan el-Muhkem Fî Şerhi’l-

Hikem’de de şârih Ahmed Mâhir Efendi bu konuyu “etrâfını câmi’ ağyârını mâni’ bir

şekilde ele almıştır.

Tasavvufta amelin önemine dâir Necmüddin Kübrâ’nın “Usûl-i Aşere’sindeki

şu îfâdeler sûfîlerin bu konuda ne kadar dikkatli olduklarını gösterir mâhiyettedir.

“Ma’nevî makāmlara çıkan merdivenin ayağı amel-i sâlihtir. Ayaksız merdiven

ile bir yere ulaşmak mümkün olmadığı gibi amelsiz de bir mertebeye ulaşılamaz. Çünkü

o ilâhî bir emirdir. Onun emrini yapmayan ona ulaşamaz. Bu konu tasavvufta çok

önemlidir ve bir çok mürîdin yarı yolda kalmasına sebep olmuştur. Amel ve ibâdete

önem vermeyenler bir alâka ve ilgiden kendini kurtarsa bile bin tanesiyle karşı karşıya

kalır. Onun için şöyle bir söz vardır: Malını seven meftûn, çoluk çocuğunu seven

mağbûn, hâlini seven mecnûn olur.”50

Mevlânâ da amelin gerekliliğini şöyle ifâde etmektedir.

“Tâat ve amel ile meşgûl ol. Ta son nefesine kadar bu yoldan ayrılma.”51

Ahmed Mâhir Efendi amelin ta’rîfini şöyle yapmaktadır:

“Emr-i dîne taalluk eden evsâf-ı beşeriyye biri insânın zâhirine ve a’zâ ve

cevârihine diğeri bâtınına ve kulûb ve serâirine müteallik olmak üzere iki kısım olup

evvelkisine a’mâl ikincisine ukûd tesmiye olunmuştur. A’mâl de evâmir-i ilâhîyyeye

muvâfık veya muhâlif olmak sebebiyle kezâlik iki kısım olup evvelkisine tâat ikincisine

ma’siyyet. Ukūd da hakîkate muvâfakat veyâhut muhâlefet cihetiyle iki kısım olup

birincisine îmân ve ilim ikincisine nifâk ve cehil ıtlâk olunmuştur. Şu aksâmdan zâhir-i

insâna taalluk edenleri tefekkuha ve bâtıne taalluk eyleyenleri tasavvuftur” (el-Muhkem

s.74 )

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre Hakk’a giden yolda nefsin engellerini aşmak, şehvetlerden kurtulmak ve menzil-i maksûda varmak için amellere sarılmalıdır.

50 Kübrâ, Necmüddîn , Usûl-i Aşere trc.Mustafa Kara , Tasavvufî Hayât İst. 1996 s.65 51 Mevlânâ, Mesnevî, 1/1890

27

“Sâlik-i râh-ı Hüdâ olan kimseye akabât-i nefsâniyye ve mehâlik-i

şehevâniyyeden ufûl ve ser-menzil-i maksûd olan haclegâh-ı vuslata duhûl için kesret-i

a’mâl ve tasfiye-i ahvâl lâzım”“ (el-Muhkem s.21)

Bir başka hikmetin şerhinde de Allâh’tan başkası (Mâsivâ) için yapılan her şeyi

elinin tersiyle itebilmenin önemi vurgulanmıştır. “Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö.

215/830) hazretleri de “Ben iki salât ile duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet

benim, namâz Rabbimin rızâsı tahtında olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime

tercîh ile namâzı ihtiyâr ederim” dedi. (el-Muhkem s.94)

Burada cennete girerken bile amele ve namaza yapılan vurgu yapıldığı

görülmektedir. Sûfîler görüldüğü gibi şerîatın emrettiği yükümlülüklere karşı çok

hassas yaklaşmışlardır.

Ahmed Mâhir Efendi, takdîri Cenâb-ı Hak tarafından belirlenmiş rızık

konusunda koşuşturmanın, gayret etmenin, ibâdetle ve amel ile bağlantısı olmazsa, kalp

gözünü körelteceğini anlatmaktadır:

“Ey sâlik-i tarîkat; ezelen senin için mazmûn olan rızk-ı makdûrde ictihâd ve

gayret ve senden matlûb olan amel ve ibâdette tekâsül ve rehâvet; amâ-yı basîretine

delâlet eder bir keyfiyyettir.” (el-Muhkem s.7)

Ahmed Mâhir Efendi, rızık konusunda çalışan kimselerin meşkûr ameller ve

kazançlı bir ticaret (Ticâret-i Len Tebûr) için neden çalışmadıklarına dâir bir hadîs-i

şerîfi nakletmektedir:

“seyyidü’l-enbiyâ mahrem-i esrâr-ı kibriyâ Efendimiz hazretleri “Nasıl insanlardır şunlar ki müfsidîni şeref ve meziyyetle tavsîf ve âbidîni istihfâf ederler. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in hâl ve hevâlarına muvaffak olan ahkâmıyla âmil ve hevâ ve heveslerine muhâlif olan cihetlerden müteâmî ve câhil ve binâenaleyh kitâbullâhın bir kısmına mü’min ve diğer kısmına kâfir olurlar. Kader-i makdûr ve ecel-i ma’lûm ve rızk-ı maksûm gibi sa’y ve içtihâdsız idrâk olunacak umûr için sa’y ve gayret ederler de cezâ-yı mevfûr ve a’mâl-i meşkûr ve “ticâret-i len tebûr”52 gibi sa’y ve içtihâda

Fâtır, 35/29”(Allâh'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz تجارة لن تبور 52rızıktan (Allâh için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler)

28

mutavakkıf olan şeylerde terk-i sa’y ve himmet ederler.” buyurmuşlardır. (el-Muhkem s. 14 )

Ahmed Mâhir Efendi sâliklerin amellere sarılmanın çokça ibâdet yapmanın

Haktan gelen nûrların bolluğunu celbettiğini, dolayısıyla bol bol nûrlarla garkolmak

isteyen hakîkat yolcularının amellere doyamadıklarını anlatmaktadır:

“Erbâb-ı hakîkat evâhir-i hâllerinde a’mâl-i zâhirede ihtiyâr-ı kıllet ve mamafî

kesret-i a’mâlden nâşî vefret-i envâr arzûsuyla evâil-i hâle de temennî-i avdet ederler.”

(el-Muhkem s.24)

Kulun amellere muvaffak olması Allâh’ın o kulu sevmesinin, O’nun râzı

olmasının bir neticesidir. Allâh sevdiği kula amel sevgisi verir. Kulun amellerde

muvaffak olması da tamâmen Allâh’ın rızâsına bağlıdır:

“Çünkü Cenâb-ı Hak o sâliki sever ve sâlik de ehl-i irâdeden olursa mensûf

olduğu hâlde ibkā ile berâber onu a’mâl-i sâlihaya tevfîk ve cemî-i a’mâlini rızâ-i

sübhâniyyesine tatbîk eyler.” (el-Muhkem s.24)

“Rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-yı

ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı ni’met

bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ve kerâmâta ihâle-i

nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âlde terakkiyât-ı dünyevîyye ve

mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-sudûr

olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû-i edepten neş’et eylediğinden

elbette gayr-i makbûldur.” (el-Muhkem s.55)

İbn Atâullah sekizinci hikmette Rabbi tanıma O’nu bilme ile müşerref olan

kulun yaptığı amelin Allâh’ın fazl ve lütfuna göre çok değersiz, hep hatalı ve kusurlu

olduğunu ibâdetin ubûdiyetin mukaddimesi olduğunu bildirmektedir. Ahmed Mâhir

Efendi bu hikmeti enfes üslûbuyla şu şekilde tercüme etmektedir:

“Rabb-i izzet işbû ma’rifeti ancak kendini sana bildirmek ve seni neşvedâr-ı

feyz-i tecellî ve inâyet etmek için açtı. Bilmez misin ki bu taarrufun mu’tî ve fâili zü’l-

fazli’l-azîm olan Allâh, ve a’mâl-i zâhirenin muhtî ve âmili senin gibi bir abd-i pür

29

günâhkâr şu hâlde fazl-ı rubûbiyyet olan ma’rifetle tekaddüme-i ubûdiyyet olan ibâdet

nasıl kābil-i kıyâs olur?” (el-Muhkem s.21)

Mevlânâ Mesnevî’de bu konuda şöyle demektedir:

“Allâh için hizmette bulun; halkın kabûl edip etmemesiyle ne işin var senin! 53“Biz yokuz. Varlıklarımızı, fâni suretle gösteren, vücûd-ı mutlak olan sensin.Biz

aslanlarız; ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri,

hamleleri rüzgârdandır, rüzgarın tesiriyledir.”54

“Hareketimiz de varlığımız da senin vergindir. Varlığımız senin icadındır.İn’am

ve ihsan lezzetini bizden esirgeme!Bize, bizim işlerimize bakma; kendi ikramına, kendi

cömertliğine bak!”55

3.5. İbâdetlere Güvenmek

İbâdet kelimesi lügat olarak kulluk etmek, boyun eğmek, ma’nâlarına

gelmektedir.56 Tasavvufta ise sâlikin seyr u sülûkünü tamamlamak için gösterdiği

çabadır.57

Büyüklerden biri “ İbâdet vâcip olan şartlara riâyet ederek, Allâh’ın mükemmel

kıldığı vazîfeleri yerine getirmektir.” demiştir. Vâcibin şartına uygun olarak ibâdetten

maksat karşılık beklemeden vazîfeyi îfâ etmek ve bunu bir lutuf olarak görmek, hatta

sâdece Allâh’ın hakkı olan şeyi düşünerek bu lütfu bile görmeyecek şekilde kendinden

geçmektir. “Şüphesiz Allâh mü’minlerin canlarını ve mallarını satın almıştır”(Tevbe

9/111) âyetinde belirtildiği gibi karşılık istememek amel eden kul üzerinde Allâh’ın

hakkıdır.58

53Mevlânâ, Mesnevî, VI,845

54 Mevlânâ, , Mesnevî 1/625 55 Mevlânâ, Mesnevî, 1/625 56 İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c.ııı s. 272; Asım Efendi, Kāmus tercemesi c.1 s.1199 57 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü İst. 1991, s.237 58Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin Tasavvuf Açısından

Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi

30

“Ameli ile dünyâlık isteyene Allâh istediğini verir, ancak o kimsenin ahirette

nasibi yoktur. Ahireti isteyene de mükâfatını verir” (Hud 11/15–16; İsra 17/18–20).

Tahânevî de ibâdetin, Cehennem korkusu veya cennet arzusu, Sâdece Allâh’ın

emri olduğu için, Allâha karşı, aşk, şevk, heybet ve celâl duygusu için yapıldığını

zikreder.59

Ebû Hasan eş-Şâzelî : “Ubûdiyet, Allâh’ın emirlerine ittibâ etmek,

yasaklarından kaçınmak, şehvetleri terk etmek ve şuhûd ıyânı dilemektir” der.60

Tasavvuf târîhinin mühim sûfî müelliflerinden Kuşeyrî, er-Risale’sinde amel

konusunu ihlâs ile iritibatlandırarak anlatmıştır: Ona göre amele güvenmemek ihlâs

alâmetidir. Makbûl bir amel de ihlâslı amel olduğuna göre yaptığı ameline güvenen

kimse ihlâslı bir mü’min değildir.

“Zünnun Mısrî demiştir ki: Şu üç şey ihlâs alâmetidir. Kişinin nezdinde halkın

övmesi ve yermesi eşit olmak, amelde ameli görmeyi unutmak (Çalışmak fakat

çalışmaya kıymet vermemek) , amelin âhirette sevâb gerektirdiğini unutmak”.61

“Ebû Osman: ”Dâimâ Yaratanın lutfuna bakıldığı için yaratılanı (ameli ve

insanları) görmeyi unutmaktır”. demiştir. 62

Kuşeyrî riyâ bahsinde de amele güvenmemenin önemine işâret etmektedir:

“İbn Nüceyd demiştir ki: Nezdinde amellerinin riyâ, hâllerinin iddiâ olduğunu

müşâhede etmeyen hiçbir kimsenin ibâdetteki derecesi saf duruma ulaşamaz. (Aslında

kulun ameli ve hâli riyâdan uzak olmalı ameli değil ameli yaratanı görmeli. Ameli

kendine değil O’na izafe etmeli amel ve hâli kendine nisbet etmeyi riyâ saymalıdır.” 63

59 Tehânevi , Keşşâf, s.1, s.947 60 İbn Iyâd, Ahmed b. Muhammed eş-Şâfiî, el-Mefâhiru’l-Aliyye Fi’l-mmeâsiri’ş-Şâzelîyye mısır 1993 s.85 61 Kuşeyrî; Kuşeyrî Risalesi, trc. S.Uludağ ist.1991 3.baskı s.354 : Sühreverdî, Avârifül-Maarif. Trc.H.Kâmil Yılmaz-İrfan gündüz .İst. 1993 s.92 62 Kuşeyrî, a.g.e. s. 355 63 Kuşeyrî, ag.e. s.342

31

Melâmet ehli riyâ ile ucbu Hakk’a giden yoldaki en büyük engeller olarak

görür. Bunun rûhi yükselmeye ve ma’nevî kurtuluşa engel olduğunu vurgular.64

“Onlardan (Sûfîlerden) bir kısmına marifet rüzgârı eser, bunun üzerine iş bitti

zannederler, o noktaya saplanıp kalırlar. Tasavvuf yolunda, gurûra sevkeden bu

hususları bilen sâlikler, ona göre davranırlar, Allâh da onların makāmını yüceltir. Bu

durumda olanlar, üzerlerine gelen feyizlere, kerâmetlere, keşiflere, marifetlere iltifât

edip, onlara dayanarak râhata kavuşmayı bile denemezler. Kulluğa devâm ederler, yine

devâm ederler, yine devâm ederler. Böylece Allâh'a yaklaştıkça yaklaşırlar. Gerçek

tasavvuf erbâbının hâli, bu "kulluk" tan başka birşey değildir. Yolda giderken,

makāmları vuslat sanıp orada takılıp kalmak gurûrdur, aldanıştır.”65

Sa’dî’nin şu beyti de konuya açıklık getirmektedir.

“Günâhkâr-ı endîşe-nâk ez Hudâ, Besî bihter ez âbid-i hod-nümâ”

(Allâh’tan korkan günâhkar kendini gösteren ve beğenen abiden çok daha

iyidir.) 66

Hucvîrî, Keşfü’l-Mahcûb adlı eserinde îmânın ma’rifet-ikrar ve amelden

oluştuğunu anlattığı bahsinde konuyla ilgili şunlara yer vermektedir:

“Amel sâhipleri ma’rifet olmaksızın mücerred amelle cennete girmezler. İmdi

buradan ma’lûm olur ki tâat emn için illet olarak gelmemiştir. Nitekim Resûlullâh s.a.v

buyurur: Hiçbirinizi ameli kurtaramaz. Ya Rasûlellah seni de mi diye sorulunca Evet

beni de amelim kurtaramaz. Meğer ki Allâh rahmetine gark ede diye cevâb

vermişlerdi.”67

64 Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ist. 1991. s.496 65 Cebecioğlu a.g.e. gurûr maddesi. 66 Hucvîrî, .a.g.e s. 144 67 Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb, Hakîkat Bilgisi. Trc. S.Uludağ. İst. 1996 2.baskı s.422

32

Hucvîrî konuyla ilgili şunları yazmaktadır:“Şibli’nin şöyle dediği nakledilir:

“Hiçbir vakit tahâretin âdâbından bir edebi bile terk etmedim. Onun için bâtınımda

(bend, zann) ucb ve kendini beğenme hâli meydana gelmedi.”68

Ahmed b. Hanbel ihlâs nedir diye sorulunca “ İhlâs, amellerdeki âfetlerden

hâlas olmaktır.” demiştir.69

“Malik b. Dînâr şöyle demiştir. “Bana göre amellerin en sevimlisi amellerdeki

ihlâstır.” Bunun sebebi şudur. Bir amel ancak ihlâs sayesinde amel olur. Bedene göre

rûh ne ise amele göre ihlâs da odur. Rûhu olmayan bir beden cansız bir maddeden

ibârettir. İhlâssız amel de hebâ olmuş bir iştir. İhlâs bâtınî ameller nev’inden, tâat ise

zâhiri ameller nev’indendir. Zâhirî ameller bâtınî amellerle tam hâle gelir.” 70

Sühreverdî, melâmet bahsinde ihlâs ile ilgili olarak şöyle der:

“Kul amellerine kesb nazarıyla bakacak ve nefsine bir şeyler izâfe edecek

olursa tefrikada, herşeyi Hakk'a izâfe edecek olursa cem'dedir.”

“ Amelleri yabancı duygu ve düşüncelerden arıtma ma’nâsındaki ihlâs

melâmetîlerin hâli, ihlâsı da hâlis kılma gayreti sûfîlerin hâlidir. İhlâsı hâlis kılma işinde

de saf ve temiz bir ihlâsa sahip olmak ancak ihlâsın yabânî duygulardan temizlenmesi

neticesinde elde eilir. Bu ise kulun her türlü şekil ve kāideden kurtulması ibâdet ve

amellerin kendi gayreti ile yerine getirdiğini düşünmekten uzaklaşması varlığını bile

Cenâb-ı Hakk’ın elinde görerek kendini aradan çıkarması aksine Hakk’ın varlığında

kendi varlığını yitirerek hiçbir şeyde kendi varlığının bulunmadığını bilmesi (fenâ) ve

hâlini başkalarından saklama durumundan da kurtulması demektir. Bu durum sûfî

hâlinin ardından gelen ondan daha yüksek bir mertebedir.”71

68 Hucvîrî, .a.g.e s. 428 69 Hucvîrî a.g.e s. 217 70 Hucvîrî .a.g.e. s. 185 71 Sühreverdî, a.g.e s. 94

33

Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ’sında Hasan Basrî’nin şöyle dediğini

nakleder.: “Ebedi ve sonsuz olan cennet şu birkaç günlük amelin değil iyi niyyetin

karşılığıdır.”72

Buna göre niyyet-amel münasebeti de önemlidir. Niyyetin iyi olması sağlam

olması makbûl bir amel için gereklidir.

Şeyh Ebû Hasan Harakānî “.Onun huzuruna varınca kalbimi çağırdım. O da

geldi. Daha sonra îmân, yakîn, akıl ve nefs de geldi kalbi bu dördünün ortasına koydum.

Yakîn ihlâsı, ihlâs da ameli yanına aldı ve böylece Hakk’a erdim.”73

“Amelim en yüce veya en basit emelime beni ulaştırır, diye vehmeden kimse

yolunu kaybetmiştir. Zîrâ Nebi (s.a.v) “Ameli kimseyi kurtaramaz” buyurmuştur. İmdi

korkulardan kurtaramayan bir şey, umulana nasıl ulaştırır., sâdece Allâh’ın lutfuna bel

bağlayanın vuslata ermesi ümîd olunûr.”74

Hayru’n-Nessâc da ihlâs-amel dengesine vurgu yapmıştır: “İhlâs amelin

kabûlüne esas olan şeydir”.75

Attâr, Ruveym’in şu sözünü naklederek amele güvenmemenin gerekliliğini

belirtmiştir: “Amelde ihlâs, amele bedel olmak üzere iki cihânda herhangi bir karşılığa

göz dikmemendir.”76

Tezkiretü’l-Evliyâ’da geçen Ebû Osman Hîrî’nin şu sözü ihlâsın da dereceleri

olduğunu, amele güvenmemenin havassın ihlâsı olduğunu vurgulamaktadır: “İhlâsta

nefsin hiç birt şekilde payı yoktur. Böylesi ihlâs avâmın ihlâsıdır. Havâssın ihlâsı ise

üzerlerine icrâ ve tatbîk edilir. Yaptıkları tâatler onlarla ve irâdeyle değildir. Onlar

72 Attâr, Feridüddîn , Tezkiretü’l-Evliyâ, trc. S.Uludağ İst. 1991 s. 82 73 Attâr a.g.e s. 697 74 Attâr , a.g.e. s. 593 75 Attâr a.g.e. s.562 76 Attâr a.g.e. s. 506

34

bunun çok uzağında ve dışında kalırlar. Tâatleri gözlerine hiç görünmez. Bunu hiçbir

şey saymazlar.”77

Kelâbâzî de amel konusunda titizlikle duran sûfîlerdendir. Ruveym’den

naklettiği ihlâsa dâir şu sözler amelin ihlâslı olması gerektiğine parmak basmaktadır.

“İhlâs yaptığın işi görmemen ve ona değer vermemendir.” 78

Ebû Ya’kûb Sûsî şöyle demişitr. “Hâlis amel odur ki meleğin haberi olmaz ki

sevâbını yazsın şeytanın haberi olmaz ki bozsun, nefsin haberi olmaz ki onu vesîle

yaparak kendini beğensin.”79

“Horasan dervîşlerinden bir grup Ebû Bekir Kahtâbî’yi ziyarete gelmişlerdi.

Ebû Bekir onlara : “Şeyhiniz Ebû Osman size neyi emretmektedir, dedi. Onlar da . “

Çok amel ve ibâdeti . Fakat amelinizin kusurlu olduğunu da hiç aklınızdan çıkarmayın,

diye emir vermektedir, dediler. Ebû Bekir : “Yazık! Ameli yaratanı görerek amelden

gâip olmayı emretmiyor mu, dedi.” 80

Yunus’un şu beyitleri de ne kadar mânidârdır:

“Başında aklı olan ücretle amel etmez,

Hûrîlere aldanmaz göz ile kaştan geçer”

Fuzûlî’nin beyitleri de konuyu hülâsa etmektedir.

Yok bende bir amel sana şâyetse âh eğer

A’mâlime göre vere adlin cezâ bana.

“Câhil kimseler, sâhib olduğu îmân ile gurûra kapılır. Kendini kurtuldum sanır,

amelinin kabûl edilip edilmediğini düşünemez. Allâh, onun düşündüğünün zıddına bir

hüküm sahibidir. İşte bunları düşünecek olursak, hangi hâlde olursak olalım, gereğinden 77 Attâr a.g.e. s. 502 78 Kelâbâzî, Taarruf trc. Doğuş Devrinde Tasavvuf . Süleyman Uludağ ist. 1992 s. 149 79 Kelâbâzî a.g.e. s.149 80 Kelâbâzî a.g.e. s.149

35

fazla güven hissine kapılmamak gerekir. Ancak Allâh'dan ümîdvâr olmamak da

günahtır. Bu durumda bir kulun, Allâh karşısında hafv ve recâ arasında (korku ve ümîd)

duygularla dolu olması gerekir.”81

Mevlânâ’ya göre makbûl ibâdetin ölçüsü o ibâdetten zevk almaktır: “Tanrıyı

anışımın ma’kûl olması Tanrı rahmetindendir. Âdeta istihâze olan kadının namaz

kılması gibi bir rûhsattan ibârettir. Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa senin Tanrıyı

anışını da benzetiş ve zannediş bulaşmış! Kan pistir ama bir parçacık su ile temizlenir.

Fakat içte öyle pislikler vardır ki: Tanrının lütûf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz ibâdet

eden kişinin gönlünden eksilmez.”AmellerAllâh’ın kullara bir vergisidir, armağanı bir

lütfudur.82

“Kullara ibâdet edin diye emrettimse bir kâr, bir fayda elde edeyim diye değil,

kullara ihsanlarda bulunayım diye” Ne güzel ibâdet ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor;

fakat bir parçacık bile tat yok. İbâdet kabuktan ibâret, içi yok; cevizler çok, ama içleri

boş.İbâdetin netice vermesi için zevk, tohumun ağaç olması için iç gerek!83

İbn Atâullah’ın Hikem’inde üzerinde durduğu – şârihlerin de uzun uzadıya îzâh

ettiği – konulardan biri de ibâdet konusudur. İbn Atâullah namaza ayrı bir önem

atfetmiştir.

İbâdetiyle vâr olmak isteyen kişi “ene’l-Abd” diyen kişidir. Kendisine ikinci vücût

veren kişidir. Ene’l-Hakk diyen ise tevâzu’ göstermektedir.

Mevlânâ bu konuda şu güçlü tesbîti yapar:

“Nihâyet bu “Ene’l-Hak” demeyi herkes büyük da’vâdır zanneder. “Ene’l-Abd”

da’vâsı büyüktür. “Ene’l-Hak” da’vâsı azîm tevâzu’dur. Zîrâ ben abd-i Hudâyım

diyen kimse iki mevcût isbât eder. Birisi kendisi için diğeri Hudâ içindir. Fakat “Ene’l-

Hak” diyen kimse kendisini yok edip ve ber-hevâ eyleyip “Ene’l-Hak” der. Ya’nî “ Ben 81 Cebecioğlu, a.g.e. Mekr maddesi. 82 Mevlânâ, Mesnevî, II,3394-3396 83 Mevlânâ, Mesnevî, II,3394-3396

36

yokum Hep O’dur. Hudâ’dan başka mevcût yoktur, Ben külliyen adem-i mahzım ve

hiçim “ der. Bu makāmda tevâzu’ ziyadedir. Şu kadar ki halk anlamıyorlar.84

Şeyh Gâlib’in “el-Muhkem”de yer alan şu beyti Mevlânâ’nın yolunda giden bir

Mevlevî şeyhinin konuya bakışını özetler mâhiyettedir.

“Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır” (el-Muhkem s. 13 )

Gerçek varlık O’dur. Dolayısıyla yapılan ibâdetler de tâatler de hep O’nun

varlığına karşı bir varlık iddiâsıdır. İbn Atâullah 11.Hikmette Allâh’ın varlığı

karşısında varlık iddiâsı taşımamanın gerekliliğine vurgu yapmaktadır:

“Ey talebkâr-ı sünbüle-i ibâdet olan insân! Tohum-ı vücûdunu arz-ı hamûle

defneyle! Yani bî-nâm ve nişân ol. Zîrâ hâk ile yeksân olmayan habbe nâbit olursa da

nâfi’ olmaz. ( el-Muhkem s.27)

Amellerine ibâdetlerine güvenen kimse ibâdetlerine vücût vermek istemektedir.

Bu da Cenâb-ı Hakka karşı bir saygısızlıktır.

Hikem-i Atâiyye’de İskender Atâullah’ın eserin ilk hikmetine amele

güvenmenin afetlerini anlatarak başlaması ilginçtir.

Eserin ilk hikmetinin bu konuya tahsis edilmesi aslında tasavvufi geleneğin

amel-istikāmet–ihlâs dengesini nasıl dikkate aldığını isbat eder mâhiyettedir. Hatâya

düşme durumunda recânın noksân oluşu, amel ve ibâdete güvenmenin alâmetidir

Hikmeti, Mâhir Efendi şu şekilde tercüme etmiştir. “Vukū-ı meâsî ve vücûd-ı zelel

zamânında noksân-ı recâ ve emel, iğtirâr-ı tâat ve i’timâd-ı amel etmenin

alâmâtındandır” (el-Muhkem s. 6 )

Nazmen tercemesi de konuyu şiir diliyle toparlayıcı mâhiyettedir:

“İ’timâd-ı tâate oldu delîl

84 Mevlânâ, Fih-i Mâ Fîh s. 43

37

Ma’siyet vaktinde noksân-ı recâ” (el-Muhkem s. 6 )

İbn Atâullah’a göre ibadete güvenmemek esastır. İnsanın ameline bel bağlaması

ibâdeti nefsine mâl etmesi demektir. Bu da Allâh’tan uzak kalmış olmanın îfâdesidir.

Makbûl olan amellerimiz sâdece Allâh’ın lutfuyla kabûl görmektedir.

İbâdetlerin rûh ve anlam kazanması için ihlâs sırrına ulaşmış olması

gerekmektedir.

“A’mâl-i zâhire suver-i kâimedir. Onun ervâhı sırr-ı ihlâsın onda

bulunmasıdır.”( el-Muhkem. s.25)

Ameller sırf Allâh için yapılır. Bir karşılık görmek için değil. Mâhir Efendi el-

Muhkem’de Rabîa-i Adeviyye’nin şu sözünü nakletmektedir:

“Tâcü’l- muhadderâtü’l-islâmiyye Rabîa-i Adeviyye(ö.185/801) kuddise

sırrûhâ hazretleri bu hakîkata işâretle “Ey şeb-i tarîk-i ibtilâda niyâz-i nihân ile istimdât

eden bîçâregâna medet-res-i inâyet olan Yezdân! Ben sana şevk-i cinân ve havf-i nîrân

ile ibâdet etmedim. Ancak îfâ-yı vezâif-i ubûdiyyet ettim”85 diyerek münâcât-ı kâzı’l-

hâcâtta bulunmuştur.” (el-Muhkem s.93)

İbn Atâullâh’a göre “İbâdetlerin değişiklik arzetmesi de hâl vâridlerinin çeşitli

olması sebebiyledir. Kişi içinde bulunduğu hâleti rûhiyyeye göre değişik ibâdetlere

yönelmektedir.” Ahmed mâhir Efendi’nin bu durumu şu veciz îfâdelerle anlatır:

Ecnâs-ı a’mâlin tenevvu’u ahvâl-i kalbiyye ve vâridâtı ma’neviyyenin

tenevvu’undan nâşîdir. (el-Muhkem s.23)

İbâdetlerin farklı oluşundaki sır da bu hikmette anlatılmaktadır:

“A’mâl-i zâhire ahvâl-i bâtınaya tâbi’ ve onun âsârı olduğundan vâridât-ı

ahvâl-i bâtınede mütenevvi’ bulunduğundan müktezayât-ı ahvâl olan a’mâl bizzarûre

85 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, trc. Süleyman Uludağ, , İst.1991, Giriş, s.43 (İbn Teymiyye’den naklen)

38

tenevvu’ etmiştir. Binâen aleyh ibâdette meyl-i kalbî gözetilmelidir. Ferâiz ve vâcibât

zâten taht-ı teklîf ve zimmette olduğundan onda meyl-i kalbî aranılmazsa da a’mâl-i

sâirede iktizâ-yı tabîata ve isti’dât-ı hüviyyete bakılmalıdır. Ba’zı sâlik olur ki salâttan

aldığı lezzeti siyâmdan ba’zısı da bilakis salâttan alamaz. Ba’zısı vecd ve semâ’ı ve

ba’zısı da erbâb-ı hakîkat ile sohbet ve ictimâ’ı rehnümâ-yı seyr ü sülûk etmiştir.” (el-

Muhkem s.23)

Fakat bu inceliği herkes anlayamaz. Bu yüzden sâlikin elinden tutacak bir

mürşide ihtiyaç vardır. Tasavvufun görevi de bu noktada devreye girmektedir zâten.

“Kişilerin fıtrî kabiliyetlerine göre ma’nevî gelişmelerine imkân sağlamak.” Kişisel

gelişim tekniklerinin revâçta olmadığı kadîm zamânlarda Tasavvuf terbiyesi insanın

psikolojik hassâsiyetleri ile aynı frekansı paylaşan ibâdet ve sülûk şekillerini birleştirip

bir davranış modeli ortaya koymayı başarmıştır. Tekkelerin, dergâhların icrâ ettiği

fonksiyon budur. İbâdetin severek yapılması, kişinin iç dünyâsında potansiyel olarak

bulunan hassâsiyetlerin şuûr hâlinden kuvve hâline çıkarılmasıyla, yani iç dünyâmızın

rağmına olmayan da’vet ve irşâd refleksleriyle mümkündür. Mürşid mürîdin iç

dünyâsında meknûz olan namaz hakîkatini gün yüzüne çıkaran kâşiftir. Şeyh mürîdin

hayâline sarmalanan muhabbet kırıntılarından en büyük aşk olan ilâhî aşkı avlayan

kişidir.

“Şeyh ile mürîd arasında fıtrî bir bağ olmalı ve bir karakter benzerliği

bulunmalıdır. Bu da te’sîri artırır. Nitekim : “Rûhlar toplu cemaatlerdir.Birbiriyle

tanışanlar ülfet ederler. Tanışmayanlar etmezler.86 buyurulur. Şeyh ve mürîdlerin

istifâdesi bu fıtrî münâsebete bağlıdır.”87

Şeyh arayan kişinin hem karakterine uygunluk açısından hem de şeyhin

sıfatları açısından dikkatli davranması gerekir. Nitekim : “Kişi arkadaşının dîni üzeredir.

O halde kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.”88 hadîsinden anlaşıldığına göre

normal arkadaşlık için belli bir dikkat gerekiyor. ..elbette şeyh ile mürîd arasında

86 Buhârî, Enbiyâ, 2; Müslim, Birr 159 87 Yılmaz, Hasan Kâmil , Tasavvuf Meseleleri , İst.2004 s. 92 88 Ebû Dâvûd, Edeb, 19; Tirmizî, zühd, 45

39

meydâna gelen te’sîr ve sevgi bundan daha kuvvetli olacağı için daha bir özen

gerekmektedir.”89

İç dış bütünlüğü olmadan yapılan her türlü ibâdet yavandır. Tasavvuf geleneği

yavan değil samîmî yapılan ibâdetin da’vâsındadır. Bütün velîler, sûfîler, müstakim bir

ehl-i sünnet anlayışı ile ibâdetlerini Hakk’a yaklaşma vesilesi yapma adına kılı kırk

yaran bir titizlik sergilemişlerdir.

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre ibâdet irâde işidir. Zorlamayla ibâdet yapılmaz.

Sevilerek yapılan tâat irâdenin hakkı verilerek yapılan tâattir. Dolayısıyla ibâdetlerde

şekil ile irâdeyi buluşturmak durumundayız.

“Vâridât-ı ahvâl ise kulûb-ı sâlikînde ahlâk-ı hamîde îcâb eden maârif-i

rabbâniyye ve esrâr-ı sübhâniyyeden hâsıl olur. Zîrâ ba’zı vâridât vardır ki kalb-i

mürîdde heybet ba’zısı da üns ve şetâret diğeri kabz öbürü bast ve daha bunlar gibi

ahvâl-i muhtelife iktizâ eder.” (el-Muhkem s.24)

İnsanın hem hayra hem de şerre karşı bir yönüyle istîdat ve temâyülü vardır.

İnsan, kalbinin sesini dinleyip hayra teveccüh etmeli ve evrâd ü ezkârla sürekli kalbinin

derinliklerine doğru yönelmelidir. İşte bu buluşmayı yaptıracak olan rehber mürşittir.

Bu noktaya vurgu yapan Ahmed Mâhir Efendi şöyle anlatmaktadır:

“A’mâl-i zâhirenin vâridât-ı bâtınaya şu irtibâtı sebükhân-ı mekteb-i sülûk olan

sâlikân için ma’lûm olamayacağından ve hilâf-ı meyl-i kalbî işlenilen a’mâl ise mûcib-i

melâl ve ibâdette melâl de sebeb-i inkıtâ-ı tecellî-i melik-i müteâl olacağından ashâb-ı

sülûk artık gidilmez bir tarîk-ı nâ-hem-vâre sapmamak ve beyhûde iştiğâl etmemek

üzere lâ-cerem bir mürşid-i kâmilin irşâdına ve müsterşidin de isti’dâtına ihtiyâç

vâreste-i ihticâc olur. (el-Muhkem s.24)

Namazların belli vakitlerde farz olmasındaki hikmet de bu konuyla alakalıdır.

“Salavât-ı mefrûzanın erkân-ı ma’lûme ve ef’âl-i muhtelife-i mahsûsa üzerine

olmasındaki hikmet de işte budur. Bu sebepten dolayı mürşid-i tecellîhâne-i âlem

89 Yılmaz, a.g.e. s.92

40

sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri ihyâ-yı leyl edenlere râhat ettikleri

kadar ibâdet, ibâdet ettikleri kadar râhat etmelerini ve her nev’i ibâdette melâl his

olunduğu zamânda da diğer ibâdete intikāl eylemelerini emretmişlerdir.” 90 (el-

Muhkem s.24)

Bu yaklaşım aslında dînin temel bir konusuna vurgu yapmaktadır. Fıtrî

olmayan her türlü ibâdete dâir zorlamayı insan kabûllenmek istemez. Dînimizde insanın

yapabileceği mükellefiyetler emredilmiştir. Aşırılıklar konusunda i’tidâl (adâlet) çok

mühimdir. Kişiler yapamayacakları sorumluluklarla muhâtap kılınırsa bu, usanç getirir.

Bu da inancın zayıflamasına sebep olur. Halbuki mü’mine düşen, yakîne ermiş bir

îmâna sahip olmaktır. Tasavvufta dervişliğe kabûl edilecek kşilerde, “tasavvufî usûl ve

âdâbı kaldırabilecek kābiliyetin olup olmadığı şeyhler ve mürşidler tarafından dikkate

alınmıştır.

Kalbin meyline ters yapılan zorlama ibâdete usançlık getirir. İbâdetlerde

usanmak sıkıntı ise Allâh’ın tecellîlerinin lutuflarının kesilmesine sebebiyet verir. Bu

yüzden tasavvufta herkesin farklı sülûk basamakları, farklı irşâd şekilleri, başka vird

gelenekleri vardır. Özünde Kur’ân ve Sünnet’e bağlı olmak kaydıyla değişik zikir ve

virdlerin olması bu hassâsiyetin neticesidir.

Tasavvufun gâyesi insanı tahkîkî îmâna ulaştırmaktır. Bütün sûfîler gerek

yazdığı eserlerde gerek şeyh mürîd şeklinde pratik tarîkat uygulamalarında hedef olarak

hep yakînî ma’rifeti yakalamak istemişlerdir.

Hakk yolunda giden yolculara seyr ü seferlerinde ârız olabilecek her türlü

hastalık ve virüse karşı geliştirilmiş antivirüs programıdır her bir sûfi eseri.. Kulluk

adına başa gelebilecek sistem çökmelerine karşı ubûdiyet hâfızamızı koruyacak,

yaptığımız işleri, biriktirdiğimiz amel-i salihi beyhûde yitirmemek kaybetmemek için

tasavvuf, bir yardımcı, sistem koruma programıdır.

90 Benzer rivâyet için bkz. Neseî, Kıyâmü’l-leyl, 61

41

Sûfî düşüncesinde ne olursa olsun orjinali muhâfaza etme esâstır. Taklîd ve

ikinci el ta’bîr edilebilecek hiçbir uygulama tasvîb edilmez. Kulluk mu, tam tevhîd

anlayışı ile , ibâdetler mi tam tefvîz ile teslîmiyet ile olmalıdır.

Tasavvufta, her türlü dünyevî menfaat ve engelleri Hakk’ın rızâsına giden

yolda elinin tersiyle itebilen bir sâlik, ma’rifet fırınında pişmiş bir mü’min modeli

ortaya konmak için çaba sarfedilmiştir. Dolayısıyla hem inanç bağlamında hem de

ibâdetler bakımında kalitenin çıtası yüksek tutulmuştur.

Kısaca ihlâsa ermek diye ta’rîf edebileceğimiz bu husus tasavvuf literatüründe

çokça işlenmiştir. Hakîkî ihlâs sâhibi olmak ise kolay değildir. İdeal mü’min (Muhlis)

olmanın da ba’zı ciddî adımları, belli başlı aşılması gereken mertebeleri vardır. Her

şeyde “tevhîdi” “bulmak”, “görmek”, yakalamak, hep tevhîd eksenli bir yaşayış içinde

kulluğu icrâ etmek tasavvufta temel endîşedir. Bu endîşeyi neticeye ulaştıracak temel

dinamikler vardır.

Tasavvufta ne ibâdetsizlik, laubalilik, ibâhîlik veya şerîatın emirlerine karşı

lâkaytlığa izin verilmiş, ne de kendi yaptığımız amellere güvenme konusu tervîc

edilmiştir. Sûfî bu anlamda ne, taabbudî mükellefiyetlerden âzâde başıboş bir kimse, ne

de yaptığı iyiliklerin kıldığı namazların gurûru ile sarhoş bir zâhittir. Çünkü Rabbin

rızâsını kazanmak yine Rabbin lutfunun bir tezâhürüdür. Mü’minin amelinin neticesi

değil.

Ahmed Mâhir.Efendi amel-i sâlihe güvenenleri iki kısma ayırıyor. Biri

“âbidîn-i zahidîn”, diğeri “mürîdîn-i sâlikin”.

Âbidlerin ve zâhidlerin ameline i’timâdı cennete girmek, orada ebedi ni’metler

ermek, azâb-ı ilâhîden kurtulmaya yöneliktir.

Ahmed Mâhir Efendi şerhte evvelâ neyin doğru olmadığını îzâh ettikten sonra

doğru olanı anlatmaktadır. Def’-i mazarratı celb-i menfaatin önüne koymaktadır. Metod

olarak bu çoğu müellif ve şârihin kullandığı bir yoldur. Bir hakîkati evvelâ ne olmadığı

ile ele almak, onun ne olduğunu bütünüyle isbatlamaz. Fakat yaklaşık olarak bir tanım

42

verir. Dolayısıyla amele güvenmek zikredilirken aslında amele güvenilmemesi

gerektiği vurgulanmış olmaktadır.

Ashâb-ı îkān’ın isâbetliliğini isbat sadedinde iki zümrenin görüşlerine yer

verilmiştir.

Yakîne ermiş kişilerin başarısı hangi noktadadır? Onlar her şeyde Allâh’ı fâil

ve müdebbir gördüklerinden kendilerini mahzar-ı esmâ saydıklarından amele güvenme

tehlikesine düşmezler. Bu hassâsiyetin onların hayâtına yansıması ise ne tam bir recâ

nede tam bir havftır. Günâha düştüğü hâlde ümid şımarıklığına girme, ardından yine

meâsîye dalma böylece önlenmiş olmaktadır. Bunun yanında ibâdetlerinin kabûl

olmaması korkusuyla aşırı tedirginlik tefrîtinin önüne de geçilmiştir.

Şârih, hikmetin neticesi olarak da sâlikleri yüksek gayeye yönlendiriyor. Hedef

“hakîkat”e kavuşmaktır. Ameller ise “esbâb-ı adiyedir. Çünkü ibâdetler Allâh’ın lutfu

yanında hiçtir. Cennet cemâli tecellîlerin yeri (tecellî- hâne-i cemâli) olarak Allâh’ın

fazl ve inâyetinin bir neticesidir. Cehennem de celâlî tecellîlerin yurdu (dâr-i celâlî)

olarak adâletin muktezasıdır.

Ahmed MâhirEfendi amele güvenmenin değil Allâh’ın lutfuna bel bağlamanın

önemini anlatmak için bu hikmetin şerhine bir de menkıbe koymuştur:

“..müddet-i hayât-ı medîdesini halvethâneyi ibâdette geçirmiş olan bir zâhid-i

isrâîlînin inde’l-muhâsebe cümle-i ibâdâtı ni’met-i vücûda mukābele edemiyeceği ve

diğer ni’metler ise şükrü îfâ olunamamış bulunduğu hâlde kalacağı için mücâzâtına emr

ve fermân-ı hümâyın-ı ilâhî şeref-sudûrunu müteâkib zâhid-i mûmâileyhin kendisinin

medâr-ı fevz ve necâtı mücerred Cenâb-ı Hakk’ın mahz-ı lutf ve âtıfeti olduğunu

teyakkun ile ilticâgâh-ı bîçâregân olan urvetu’l-vuskâ-yı fazl-ı samedânîye temessük ve

taalluk etmekle girîbân-ı zimmetini dest-i muâheze ve mesûliyetten hâlâs edebileceği”

(el-Muhkem s. 7 ) anlatılmıştır.

43

Amele güvenmeme, fazl-ı ilâhîye tefvîz-i umûr etme meselesinde örnek

alacağımız model Hz.Peygamberdir. “Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey Ma’bûd)91

hadîs-i şerîfi bu anlamda “ubbâd-ı ümmete bir dershâne-i hikmet, zühhâd-ı millete

nümûne-nümâ-yı ibrettir”. (el-Muhkem s. 8 )

En fazîletli amellere örnek olması bakımından Ahmed Mâhir Efendi hadîs-i

şerîfe dayanarak, tefekkürü göstermektedir.

“Etkıyâ-ı ashâb-ı Resûlullâhtan ârif-i esrâr-ı kibriyâ Cenâb-ı Ebû’d-Derdâ

radiyallâhu anhü Efendimizin zevce-i muhteremelerine müşârun ileyhin efdal-i a’mâli

suâl olunduğu vakitte “O sadef-i dersaâdet âlâ-i ilâhîyyede fikret idi.” cevâb-ı hikmet

nisâbını vermiştir.” (el-Muhkem s.33)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre amellerle mertebeleri geçme, Allâh’ın rızasını

ikinci plana atıp nefsânî amelleri Allâh’ın rızasına tercih etmek demek olduğu için

mu’teber değildir..

“Ekvân ile iştiğâli mükevvinden kendisini iğfâl ve işgâl eden hiss-i âdî erbâbı

ise tedvîr-i âsiyâb için isti’mâl olunan hayvân kabîlindendir. Kezâlik âbidînin ibâdâtı

da ekvân kabîlinden olup onda vech-i hak gözetilmeyerek rü’yet-i halk ile meşûb olursa

ibâdât-ı mezkûre de beyne’l-ekvân seyir ve devrândan ibâret olacağından şer’an

mezmûm ve eğer ki a’mâl, müşâhede-i nefs ile riyâdan hâlis ve mücerred kast-ı

mükâfât-ı ilâhîyye ve neyl-i merâtib-i uhrevîyye ve makāmât-ı aliyye ile mütehassıs

olarak inde’ş-şer’ makbûl olursa da şu mesûbât matlûbe-i mahsûsada cümle-i ekvândan

olduğu cihetle tâlibi inde’l-ârifîn yine melûmdur. Çünkü ekvân her ne kadar ba’zısı

a’mâl-i sâliha gibi envâr görülürse de umûmiyyet i’tibâriyle ağyâr ve a’mâl ile tahsîl-i

merâtib ve istihsâl-i mevâhib de rızâ-yı Hak üzerine a’mâl-i nefsâniyyeyi îsâr demek

olduğundan sâkıtu’l-i’tibârdır. Binâen aleyh ibâdet ve ubûdiyyeti huzûzât-ı âcile ve

metâlib-i ‘âcileden tahlîs ve Cenâb-ı Hakk’a tahsîs ile abdullâh ve müntehâ-yı seyr ve

91 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, II,184; Hâkim, Müstedrek; IV,629; Beyhakî, Şua’bu’l-Îmân, I,183

44

irtihâli huzûr-ı Rabb-i müteâl ederek mütehakkık sırr-ı 92 ففروا إلى الله olmak lâzımdır ki

himâr-ı rehâya müşâbehetten rehâyâb olunabilsin. (El-Muhkem s. 92)

3.6 Vakit

İbnü’l-Vakt, Arapça, vaktin oğlu demektir. Tasavvufta geçmiş ve gelecek

endişesinden kurtulmuş, şimdiki ânı yaşayan sûfî'ye ibnu'l-vakt denir. Sûfî ta’bîrlerinin

dışında olmak üzere, bu ifâde, zamanın uyarına giden, vaktin îcâblarına göre hareket

eden, mizaç ve tabîata göre söz söyleyen, müsamahakâr kişiler için kullanılır. İbnû'l-

vakt, hâlin kullandığı kişidir.93

Harâbât ehline düzâh azabın anma ey zâhid

Ki bunlar ibn-i vakt olmuş gam-ı ferdâyı bilmezler. Hayalî94

Cüneyd r.a.. “Korkusuz olması ve havfı bulunmaması velînin sıfâtlarındandır.

Zirâ korku ilerde başa gelecek olan nâhoş bir şeyi gözetlemek veyâ gelecekte elden

kaçacak olan hoş bir şeyi beklemektir. halbuki velî ibn vakttir. Vaktin oğludur. Sadece

içinde bulunduğu hâli düşünür. Onun geleceği yoktur ki bir şeyden korklması bahis

konusu olsun. Onun korkusu ve havfı olmadığı gibi ümîdi ve recâsı da yoktur. Zira recâ

husule gelecek olan hoş bir şeyi veya zail olacak olan nâhoş bir şeyi beklemektir. Bu ise

hâlde değil vaktin ikinci parçasında yani gelecekte olur.” demştir.95

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre insanların ibâdet yapabilmeleri için kendilerini boş

vakit şartına bağlamalarını nefislerinin ahmak oluşunun bir göstergesidir. “Ey tâlib-i

hakîkat ibâdâtını vakt-i ferâgatin vücûduna te’hîr ve ihâle etmen nefs-i emmârenin

ruûnâtındandır.” (el-muhkem, s.50)

Nazım diliyle çevirisi de pek isâbetlidir.

“Hamâkattir ferâgat vaktine amâlini ta’lîk” (el-muhkem, s.50)

92 Zariyât, 51/50 Allâh’a firâr ediniz 93 Cebecioğlu, a.g.e. İbnü’l-Vakt maddesi 94 Cebecioğlu, a.g.e. İbnü’l-Vakt maddesi 95 Hucvîrî, a.g.e.s. 333

45

Bu ahmaklığın sebebi de dünyâ hayâtını âhiret hayâtından üstün görmektir: “Zîrâ

o şu ta’lîk evvelâ iştigâl-i dünyevîyyeyi a’mâl-i uhrevîyye üzerine takdîm ve îsâr ve

“Onlar dünyâ hayâtını âhiret hayâtına tercîh ediyorlar . Hâlbûki âhiret daha hayırlı ve

daha kalıcıdır.”96 nazm-ı celîlince saâdet-i ebediyyeyi te’hîr ile hayât-ı fâniyyeyi

ihtiyârdır.” (el-muhkem, s.50)

Ahmaklığın ikinci sebebi de henüz gelmemiş olan mevhum gelecek düşüncesiyle

şimdiye, hâle ehemmiyet vermemek, ömrü zâyi’ etmektir: “Sâniyen vücûd-ı maktû’

olmayan ferâgat ve istikbâle tesvîf-i a’mâl ile izâa-i nakd-i hâl ve tazyî-i a’mârdır. (el-

muhkem, s.50)

Ahmaklığın üçüncü sebebi de şudur: Boş vakitte niyyet karârında durmaz. İdeal

kaybolur. İstenen iş yapılamaz. Dolayısıyla fırsat geçirilmiş olur. Fikir kuvveden fiile

geçemez: “Sâlisen vakt-i ferâgatte za’f-i niyyet ve tebeddül-i azîmet cihetiyle a’mâl-i

sâlihaya adem-i muvaffakiyyet yüzünden ifâte-i fırsat ve imâte-i efkârdır. (el-muhkem,

s.51)

Tasavvufi düşüncenin İbnü’l-vakt olma düsturu bu hikmet ile pekiştirilmiştir.

Mü’min fırsatları değerlendiren insandır. İlerde yaparım düşüncesi şimdi yapılacak

vazifeleri ihmal etmek demektir. Hâlbuki ânı değerlendiren bir kişi aslında geleceğe de

sağlam tohumlar atmaktadır.

Ahmed MâhirEfendi hikmetin şerhinin sonuna konuyu tamamlayıcı “Gelecekte

yaparım diyenler helâk oldular”97 hadîs-i şerîfi ile “Hayır te’hîr edilmez” hikmetli

sözünü koyarak âdetâ meseleyi özetlemiştir.. Konu sonundaki iktibâs edilen şiir de

hikmette anlatılmak istenen mesaja uygundur:

‘Neylersen eyle elde iken fırsatı koma

Ed-dehru lâ yüsâidü yevmen ale’l-vusûli.” (el-Muhkem s.51 )

Bugünün işini yarına bırakmama önemlidir.

96 A’lâ 87/17 97 Farklı lafızlarla rivâyet için. Bkz.Deylemi, el-Firdevs, 2420; Hatîb el-Bağdâdî , Târîhu Bağdat, 5936

46

İmâm-ı Rabbânî de Mektûbât’ında “Gelecekte yaparım diyenler helâk oldular”

hadîs-i şerîfiyle irtibatlı şunları yazmıştır: “Bugünkü ömrü vehm ve hayâl için harc

etmek ve hayâl olan şeyleri ele geçirmek için, mevcûd olanları elden kaçırmak çok

çirkin bir işdir.” Vakit sermâyesi gerekir ki en uygun işe sarfedile. Bu mensûbiyet ister

ki lüzumsuz muzahrefat işleri sonraya bıraktıra. 98

3.7. Namaz

“Namaz kelimesi Farsça olup, Arapça'sı "salât'tır. Namaz, İslâm'ın temel

şartlarından biridir. Allâh âşıkları devâmlı namazdadırlar. Yani, namazın dışında da,

sanki namazın içinde imiş gibi Allâh'ı tefekkür hâlinde, O'nunla birlikteliği ve huzuru

"nerede bulunûrsanız bulunun O, sizinle beraber (ma'a) dir" (Hadid/4) âyetini şuûr

haline getirmişlerdir. Sûfîler, bu doğrultuda olmak üzere, namazı beş espiri ile algılarlar:

1. Maddî bedenin namazı: Farz ve nâfile namazlar, 2. Nefsin namazı: Nefsin kötü

isteklerinden sıyrılmak, rûhaniyyette mesafe almak, 3. Kalbin namazı: Allâh ile huzuru

ve murâkabeyi devâm ettirmektir, 4. Sırrın namazı: Sır deryasına dalmak, mâsivâ ile

uğraşmamak, 5. Rûhun namazı: Fenâ fillah ve bekā billah'a varmakla olur. Namaz, sırf

dış şekliyle değil, içteki derin boyutuyla (huşu) bir şey ifâde eder. Sûfîler bu konuda

alabildiğine derinleşmişler ve ona önem vermişlerdir.99

Kuşeyrî, namaz konusunda titizlik göseren sûfîlere örnek olması bakımında şunu

anlatır: “Naklederler ki Abdülvâhid felç olmuştu. Namaz vakti gelince abdest almaya

ihtiyaç duydu ve burada kim var diye bağırdı. Kimseden cevâp alamayınca namaz vakti

geçecek diye korktu. Onun için Ya Rab zincirimi çöz ki abdest alayım sonra bana yine

dilediğini yap dedi. Derhal sıhhate kavuştu. Abdestini aldı. Fakat sonra tekrar yatağa

düştü ve eski hâlini aldı.100

“Derler ki: Allâh Teâlâ beş şeyi beş yere koymuştur. İzzeti tâate, zilleti günâha,

heybeti gece namazına, hikmeti boş karına, zenginliği kanaate yerleştirmişti. Onun için

izzeti tâatte arayınız.”101

98 İmâm Rabbânî, Mektûbâtı Rabbânî (trc.A.Akçiçek) , İst.1996 c.1 s.315 ; 133. Mektub. 99 Cebecioğlu, a.g.e. Namaz maddesi. 100 Kuşeyrî, a.g.e. s. 567 101 Kuşeyrî, a.g.e s. 300

47

Hucvîrî ye göre “Namaz öyle bir ibâdettir ki mürîdler ve tâlibler baştan sona

kadar Hakk’ın yolunu onda bulurlar. Makāmları orada keşfolunûr.102

Resulullah “göz aydınlığım namazda kılnmıştır” buyurmuşlardır . yani benim

bütün rahatım namazdadır demek istemişlerdir.103

Mevlânâ, “Kalp huzûru olmadıkça namaz namaz olmaz buyuran o büyükler

büyüğünün haberini dinle.”104 demektedir.

Mevlânâ Fih-i Mâ Fîh’te namaz hakkında şöyle demektedir: “Namaz yalnız bu

sûretten, şekilden ibâret değildir; bu, namazın kalıbıdır. Çünkü; bu namazın başı, sonu

bellidir. Başı ve sonu olan her şey ise kalıptır. Tekbir namazın başı, selâm ise onun

sonudur. Bunun gibi şahâdet de yalnız dilleri ile söyledikleri şey değildir. Onun da başı

ve sonu vardır. Sesle, sözle söylenebilir. Sonu ve başı olan her şey sûret ve kalıptan

ibâret olur. Onun rûhu benzersiz ve sonsuzdur; başı sonu yoktur. Bu namazı Nebîler

bulmuşlardır ve bunu ortaya çıkaran Nebî : “Benim Allâh ile bazı vakitlerim olur ki o

zaman, oraya ne bir Allâh tarafından gönderilmiş Peygamber ve ne de Allâh’a en yakın

bulunan bir melek sığar.” buyuruyor. O halde namazın rûhunun (öz) sadece, bu

görünüşünden, şeklinden ibâret olmayıp; belki istiğrak, kendinden geçiş olduğunu,

bilmiş olduk. Çünkü bütün sûretler dışarıda kalır, oraya sığmazlar. Katıksız, sırf mânâ

olan Cebrâil bile oraya sığmaz.”105

Ahmed Mahir Efendi, ibâdetler konusunda kişilerin meyillerinin dikkate

alınmasını belirtmiştir. Bazı kişiler namaz ile bazıları da oruç ile derinleşebilir. Farz ve

vâciplerde mecbûrî mükellefiyetlerden sonra nâfile vb. ziyâde tâatlerde mürîdler

kābiliyetine göre değerlendirilmelidir.

“..ibâdette meyl-i kalbî gözetilmelidir. Ferâiz ve vâcibât zâten taht-ı teklîf ve

zimmette olduğundan onda meyl-i kalbî aranılmazsa da a’mâl-i sâirede iktizâ-yı tabîata

ve isti’dât-ı hüviyyete bakılmalıdır. Ba’zı sâlik olur ki salâttan aldığı lezzeti siyâmdan

ba’zısı da bilakis salâttan alamaz. Ba’zısı vecd ve semâ’ı ve ba’zısı da erbâb-ı hakîkat

ile sohbet ve ictimâ’ı rehnümâ-yı seyr ü sülûk etmiştir. (el-muhkem. s.24) 102 Hucvîrî, a.g.e s. s. 437 103 Hucvîrî a.g.e s. 438 104 Rifâî, a.g.e. s.59 386.beyit 105 Mevlânâ, Fîh-i Mâ fîh s.19,20

48

Namaz bedenî ibâdetlerin en fazîletlisidir.

“efdal-i ibâdât-ı bedeniyye olan salâta…. (el-muhkem. s.35)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre namaz “günâhların pisliklerinden kalplerin

temizlenmesi ve gayb kapılarının insana açılmasıdır.”

Hikmetin nazmen tercümesi şöyledir:

“Namaz eyler günâhtan kalbi tathîr

Eder bâb-ı guyûbu feth ve teshîr” (el-Muhkem. s. 225 )

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre namaz o kadar önemlidir ki cennet talebinin bile

önüne geçmektedir. “Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö. 215/830) hazretleri de “Ben

iki salât ile duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet benim, namâz Rabbimin

rızâsı tahtında olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime tercîh ile namâzı ihtiyâr

ederim” dedi (el-Muhkem. s. 93)

3.8. Amellere Etkisi İ’tibâriyle Dünyâ Sevgisi

Hikem-iAtâiye’de (dolayısıyla onun şerhi olan el-Muhkem’de) dünyâ sevgisinin

bulaştığı her türlü amel ve ibâdet zemmedilmiştir. Dünyâ ve dünyâlığa ait ne varsa

kalpten atılmalıdır. Dünyâdan arınmış bir kalpten yapılan ameller makbûldür.

“Dünyâ dediğimiz şu güzergâh-ı sûret mezraa-i âhiret olmak üzere müteşekkil

bir dâr-ı mihnettir. Nûşu nîş, şarâbı serâb, ni’meti nikmettir. Her ferd-i insân dâr-ı ihsân

olan âhirette a’mâl-i dünyevîyyesinin muktezâsı üzere mücâzât ve mükâfât görebilmek

için bu mihnetsarâ-yı ibtilâya gelmiş ve silsile-i ihtiyâcâtın menât-ı kemâli olan dâire-i

tabîatta istihsâl-i metâlib-i tâmme adem-i muvaffakiyetinden dolayı dûçâr-ı ekdâr

olduğu hâlde kalmış bir esîr-i şehvettir.” (el-Muhkem.59)

“Dünyânın dâr-ı ekdâr ve ağyâr ve ukbânın dar-ı bekā ve envar olmasındaki

hikmet mü’minini fenâdan bekāya da’vet ve ni’met-i ebediyye ve müşâhedât-ı seniyye

için celb-i nazar-ı dikkattır (el-Muhkem s. 59 )

49

“Zühd büyük bir makāmdır. Zâhid bütün dünyâyı gönlünden çıkarmış adam

demektir. Yapılan amellerin miktarları yapanların gönüllerine göredir. Zahidlerde

görülen ameller görünüşte az olsa da hakîkatte çoktur. Râğıplerde görülen amel çokça

görülse bile azdır.. Çünkü zâhidler ihlâsı bozucu âfetlerden kurtulmuşlardır. Râğipler ise

dünyâ muhabbetinden kurtulamadıkları için görünüşte çokça, ibâdetlerde bulunsalar bile

dünyâya muhabbetleri dolayısıyle bu ibâdetleri azdır. İmâm Alî : “Bir ameli yerine

getirmek için göstereceğiniz ihtimâmdan ziyâde amelin kabûl edilmesi için ihtimâm

ediniz” buyurmuştur.”106

El-Muhkem’de 48. Hikmet’in şerhi bu konunun güzel bir îzâhıdır.

“Tarîk-i dünyânın kalbinden bürûz eden amel az, ve râğib-i mâsivânın

gönlünden zuhûr eyleyen amel de çok olmadı.

Merâtib-i a’mâl kulûb-i a’mâlin ahvâliyle takdîr olunûr. Zühd ve takvâ ile

ittisâf edenlerin amelleri zâhirde kalîl olursa da hakîkatte kesîr ve celîl ve tâlib-i dünyâ

olanların amelleri zâhirde kesîr olursa da hakîkat nokta-i nazarından kalîl olur. Çünkü

zühhâd mâdem ki tarîk-i dünyâ ve râğib-i rızâ-yı Rabbu’l-ibâddır. Riyâ ve tasannu’ gibi

ihlâsı izâle eden âfât-ı dîniyye ve a’vâz-ı dünyevîyyeden tahlîs-i a’mâl edecekleri

cihetle ibâdetleri nûr-ı ihlâs sebebiyle her hâlde münevver ve makbûl olur da teveffür ve

tekessür eder. Râğib-i dünyâ olanların amelleri ise ağrâz-ı dünyevîyye ve a’vâz-ı

beşeriyyeden hâlî olamayacağı cihetiyle şüphesiz merdûd ve derece-i kabûle vâsıl

olamayan a’mâl kesîr olursa da sâkıtu’l- i’tibâr olacağından elhak kalîl ve ma’dût olur.

(el-Muhkem s.98)

Ahmed Mâhir Efendi bu konuda iktibâslarda bulunmuştur: “Şîr-i merdân-ı Hüdâ Cenâb-ı Aliyyu’l-Murtazâ Efendimiz: “A’mâlinizin

vâsıl-ı hedef-i kabûl olması için yine amel etmek sûretiyle ihtimâm edin zîrâ takvâ ile

berâber derece-i kabûle vâsıl olan amel bir vakitte kalîl olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hâllâk-

ı cihân nûr-i ihlâsı ve adem-i riyâyı mutazammın olduğu cihetle mü’minîn ve

106 İskenderî, Atâullah-ı, el-Hikemü’l-Atâiyye (çev.Saffet Yetkin) Ankara 1963 s.33 Saffet Yetkin’in bu el-Hikem çevirisi ve şerhi kanaatimizce el-Muhkem’in çoğu yerde tekrârı mâhiyetindeir. Hattâ cümleler bile aynıdır. Fakat çevirenin el-Muhkem’e hiç vurgu yapmaması ilginçtir.

50

muvahhidînin zikrini kesretle tavsîf ederek ذآروا الله ذآرا آثيرا يا أيها الذين آمنوا ا 107 ve zümre-

i münâfikînin zikrini riyâ ve süm’adan ve adem-i ihlâstan nâşî kılletle ta’rîf buyurarak

buyurmuştur” dedi. Ulemâ-yı ashâb-ı Resûlullâhtan 108 يرآؤون الناس وال يذآرون الله إال قليال

İbn-i Mes’ûd hazretleri de “Bir âlim-i zâhidin iki rek’at namazı ile âhirü’d-dehr

müteabbidîn-i müçtehidînin ibâdâtından hayırlıdır.” buyurdu. Ba’zı ashâb-ı kirâm sadr-

ı tâbiînde bulunan müteabbidîne hitâben “Sizin amel ve içtihâdınız ashâb-ı Resûlullâhın

ibâdetlerinden ziyâde ise de yine onlar ziyâde zâhid ve müttakî olduklarından dolayı

sizden hayırlıdır” der idi. Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî (ö.215/830) hazretleri

Gavsu’s-sulehâ Ma’rûf Kerhî’nin(ö. 200/816) “Erbâb-ı tâat Cenâb-ı Hakk’a ibâdette

nasıl kudret hâsıl ederler.” suâline “Gönüllerinden dünyâ ile hubb-ı dünyâyı ihrâç ile

cevâbını verdiğini” ve a’mâl-i dünyâdan bir emel onların kalbinde olduğu hâlde secde

etmiş olsalar rehîn-i sıhhat olamaz.”109 dediğini hikâye buyurmuştur. Ebû Abdullâh el-

Kureşî hazretleri dahi “Ba’zı nâsın urefâdan bir zâta ibâdet ediyorsam da hâlâvetini

bulamıyorum diyerek ettiği şikâyet üzerine ârif-i müşârun ileyhin cevâben: senin

yanında iblîs-i pür-telbîsin kızı olan dünyâ vardır. Bir peder elbette kızını hânesinde

ziyârete gelecektir. O hâne de senin kalbindir. Şeytânın kalbe duhûlü de müstelzim-i

fesâd olacağında şüphe var mı?” kelâm-ı hikmet encâmını ityân ettiğini rivâyet

eylemiştir. (el-Muhkem s.99)

Ahmed Mâhir Efendi konu sonunda Mevlânâ’dan şu beyitleri aktarmak sûretiyle konuyu toparlamıştır. جيست دنيا از خدا غافل بدن

110 نى قماش ونقره وفرزند و زن

3.9. Havf Ve Recâ

Havf, lügatta korku, endîşe, harb, kıtâl, ilim ve dirâyet demektir.111 Recâ ise emel,

ümîd etme anlamındadır.112 Gelecekte elde edilmesi umulan iyi bir şeyden veya başa

gelmesinden endişe edilen kötü bir şeyden ileri gelen korku. Allâh korkusuna

“havfullah veya haşyetullah denir. Kimi cehennemden ve oradaki azâbtan kimi Allâh’ın

107 Ahzâb, 33/41 “Ey îmân edenler Allâh’ı çokça zikredin” 108 Nisâ, 4/142 “O münâfıklar insânlara riyâ gösterirler ve Allâh’ı da çok az zikrederler” 109 Attâr, a.g.e. s. 352 110 Mevlânâ. “Dünyâ nedir? O hüda’dan gafil olmaktır; Kumaş, gümüş, evlat ve kadın değil midir.” 111 İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c.IX, s.99 : Âsım Efendi, Kāmûs Tercümesi, c. III s. 579 112 Cürcânî, Ta’rîfât, s.74

51

gazabından kimi de Allâh’ın kendisinden korkar. Allâh’ın zâtından korkmak âşıkın

ma’şûkunu üzmesinden ve rahatsız etmesinden korkması gibi bir korkudur. Âriflerin

korkusu böyledir. 113

Diğer bir ta’rîfe göre havf, yasaklanan şeylerden ve günâhlardan utanmak ve bu

husûsta üzüntü duymak demektir. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle der: "Ben, Allâh'tan en

çok korkanınızım.” Ebu'l-Kasım el-Hakîm, korkuyu rahbet ve haşyet olmak üzere ikiye

ayırır: Rahbet sahibi korkunca kaçacak delik arar ve Allâh'tan gayriye sığınır; haşyet

sahibi ise Allâh'a sığınır.114

Havf, Allâh'ın kahrından korkarak dinde sâbit olmaktır.115

Havf (korku) gelecekle ilgilidir. Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin

gelmesinden, ya da arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Kulun Allâh'tan

korkması, Allâh'ın kendisini dünyâ ve ahirette cezalandırmasından korkması şeklinde

olur.116

Recâ , Arapça ummayı, ümîd etmeyi ifâde eden bir kelime. Allâh'tan ümîd

kesmeme. "Allâh'ın rahmetinden ümîd kesmeyiniz" (Zümer/53) âyetine göre, Allâh'tan

ümîd kesmek büyük günahlardandır. Bu, kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden,

râhatlık ve ferâhlık duyma halidir. İnsanın geçmişle ilgili düşüncelerine zikir ; hâlle

ilgili olanlara vecd, zevk, idrâk ; gelecekle ilgililere intizâr, tevekkül ; hoşa gitmeyen

türden ise havf ve işrâk; hoşa giden türden ise recâ ve irtiyâh denir. Allâh'ın lütfuna nâil

olma düşüncesi, recâ duygusunun doğmasına sebep olduğu gibi, tersi de havf

duygusuna neden olur. Kul, ideal olarak bu iki duygu arasında bulunmalıdır. Recâ'nın,

gelecekle ilgili olması, temennî ile aynı anlama gelmesini çağrıştırıyorsa da, ikisi

arasında fark vardır: Temennî, oyalayıcıdır, sahibini çalışmaktan alıkoyar, recâ ise;

113 Uludağ .Tasavvuf Terimleri sözlüğü, ist. 1991s. 213 114 Cebecioğlu, a.g.e. haşyet mad. 115 Cebecioğlu. a.g.e Havf maddesi

116 Kuşeyrî, a.g.e s. 26.

52

bunun aksinedir. Bu yüzden temenni makbûl değildir. "Şeytan, insanı ümniyye yani

temennilerle oyalar." şeklindeki âyet (Hacc/2) bu hususu te'yid eder. Recâ,

dünyâlık istemekle yorumlandığı gibi, Allâh'ın cemâlini müşâhede etmeyi isteme,

şeklinde de, düşünülmüştür. Tâatta güzellik, recâ'nın belirtisidir, denmiştir.117

Avammın murakabesi, Allâh'tan korkmak (havf) iken, havassınki Allâh'tan ümîd

etmektir (recâ)118

Lece’ de havf ile alâkalı konulardandır. “Arapça'da kale’ye vs. sığınmak,

güvenmek ma’nâlarına gelen bir kelime. Tam bir (doğru) recâ ile Allâh'a yönelmek, bu

kelimenin terminolojik anlamını verir. Serrâc'a göre, bu terimin açıklaması şöyledir:

insan aczini, fakrini ve mahviyetini anlayıp, bunun bilincine sahip olur, ayrıca, bütün

nimetlerin O'ndan geldiğini farkederse, O'ndan başka gidilecek bir kapı bulunmadığını

anlar ve sadakatle O'na yönelir. İşte bu, sığınma (lece')'dır.119

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde korku ve ümîd arasında bulunmaya teşvik

eden hükümler vardır: "Allâh'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz ki Allâh

bütün günahları affeder. Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir. " (ez-Zümer,

39/53).

"O muttakîler Rabblerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ

ederler. kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler. " (Secde,

32/16).

Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır:"Müminler Allâh'ın azap ve

azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümîd etmezdi. Kâfirler de Allâh'ın

rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümîd

kesmezdi." 120

117 Cebecioğlu, a.g.e. recâ maddesi. 118 Cebecioğlu, a.g.e. murâkabe maddesi. 119 Cebecioğlu, a.g.e.lece’ maddesi. 120 Müslim, Tevbe, 23

53

“Hikmetin başı Allâh korkusudur.”121

Hz. Peygamber hastalanan Hz. Ömer’in ziyaretine gitmişlerdi. Ona “Ey Ömer!

Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordular. O da “Ey Allâh’ın Rasûlü! Korku ile ümîd

arasındayım. Şöyle ki bir taraftan Allâh’ın rahmetini umarken diğer taraftan da O’nun

azabından korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Bu iki duygu herhangi

bir müslümanın kalbinde biraraya gelirse Allâh ona umduğunu verir ve onu

korktuğundan da emin kılar” buyurdular 122

Hz. Ebubekir şöyle buyurmuştur: “Gördüğünüz gibi Allâh Teâlâ bir rahmet

(genişlik) âyetinin yanında bir azap (şiddet) âyeti, bir azap âyetinin yanında da bir

rahmet âyeti indirmiştir. Bundan maksat da mü’minin havf ile recâ (korku ile ümîd)

arasında bulunup Allâh’tan hak dışında birşey istememesi ve elleriyle kendisini

tehlikeye atmaması gerektiğini vurgulamaktır” 123

Recâ, Kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden rahatlık ve ferahlık

duymasıdır.Kişinin kalbindeki duygu ve düşünceler geçmişle veya hâlle veyâhut da

gelecekle ilgili olur. Bu duygu ve düşünceleler geçmişle ilgili ise zikir ve tezekkür, hâlle

ilgili ise vecd, zevk ve idrâk, gelecekle ilgili ise intizâr ve tevekkü, hoşa gitmeyen

türden ise havf ve işrâk, hoşa giden türden ise irtiyâh ve recâ adını alır. 124

Muhâsibî, havf ve recâ’ya “Mükâfât ve cezânın büyüklüğünü yeterince

bilmekle” varılabileceğini nakletmektedir.125

Serrâc havfı üçe ayırmıştır. Birincisi büyüklerin havfı, Allâh havfı îmâna yakın

olarak zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer inanıyorsanız onlardan değil benden

121 Keşfu’l-Hafâ 1/507 122Kenz II/145

123 Kenz II/144

124 Gazâlî İhyâ IV, 139

125 Muhâsibî, er-Riâye (Trc. Abdülhakîm Yüce. Kalp Hayâtı,) İzmir 1997 s.58

54

korkun” (Âli İmrân 3/175). İkincisi, Mutavassıtların havfı: “Rabbinden korkanlar için

iki cennet varadır (Rahmân55/46) âyetinde anlatılan havftır. Üçüncüsü: Avâmın havfı:

“Yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği günden korkarlar”(Nûr, 24/37)

âyetinde anlatılan havftır. Avâm bu âyette zikredildiği gibi Allâh’ın gazabından ve

ikābından korkan kimselerdir.126

Gazâlî, insanın irâdesinde olan bütün şeyleri hazırladıktan sonra sevdiğini

beklemesine recâ demektedir.127

Ebû’l-Kāsım Hakîm “ Bir şeyden korkan ondan kaçar.Azîz ve celîl olan

Allâh’tan korkan ise O’na kaçar, O’na sığınır demiştir.

Kelâbâzî, Sehl Tusterî’den şunu nakletmektedir: “Korku erkek, ümîd ise

dişidir.” demiştir. Bu şu demektir: Bu ikisinin birleşmesinden îmânın hakîkatleri doğar. 128

“Ebû Ali Dekkāk (r.a). şöyle demiştir. Korkunun havf, haşyet ve heybet gibi

çeşitli mertebeleri mevcûttur. Havf îmânın şartındandır. Bunun muhkem kaziyesi yani

isbâtı Allâh Teâlanın “eğer mü’min iseniz benden korkunuz (Âli İmrân 187) buyurmuş

olmasıdır. Haşyet ilmin şartındandır. Allâh teâlâ bu konuda “Allâhtan ancak âlim olan

kullar korkar (Fâtır 35/28)” buyurmuştur. Heybet ma’rifetin şartıdır. Allâh Teâlâ “Allâh

sizi kendinden sakındırmaktadır (Âli İmrân 3/28)buyurmuştur. Nûrî “Hâif Rabbinden

Rabbine kaçan zâttır” demiştir.129

“Hırka hususunda işâretlerin en iyisi şu sözdür: Hırkanın beli sabırdan iki yeni

havf ile recâdan, iki yanı kabz ile bastan, kuşağı nefse muhâlefet etmekten, yakası

sıhhatli yakînden pervâzı ihlâstan îmâl edilmiştir.” 130

126 Serrâc,Ebû Nasr Abdullah b. Ali et-Tusterî, el-Lüm’a Mısır 1960, s.89 127 Gazâlî, İhyâ c. IV, s.74 128 Kelâbâzî, Ta’arruf trc. Doğuş Devrine Tasavvuf İst.1992 s.148 129 Kuşeyrî , a.g.e s. 263- 265 130 Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb trc. Süleyman Uludağ, Hakîkat bilgisi , İst. 1996 s.137

55

Yahyâ b. Muâz’a “ey Şeyh, senin makāmın recâ makāmıdır. Muâmelen ise

korkanların hareket biçimidir. Şöyle dedi.”Evlâdım şunu iyi bil. Ubûdiyeti ve kulluğu

terk etmek dalâlettir. Havf ve recâ îmânın iki ayağı ve direğidir. Şu halde îmânın

rükünlerinden bir rükne sıkı bir şekilde sarılan bir kimsenin sapıklığın içine düşmesi

imkânsızdır. Havf hâlinde bulunan hicrânda ve firkatta kalma korkusundan ibâdet eder.

Recâ hâlinde olan ise vuslat ümîde ederek ibâdet eder. Şayet ibâdet mevcûd olmazsa ne

havf ne de recâ sıhhatli olur. İbâdet hâsıl olursa şu havf ve recâ bütünüyle ibâreden ve

sözden ibâret kalır.bir yerde ki ibâdet etmek lâzımdır orada ibârenin ve sözün hiçbir

faydası olmaz.131

Cüneyd r.a.. “Korkusuz olması ve havfı bulunmaması velînin sıfâtlarındandır.

Zirâ korku ilerde başa gelecek olan nâhoş bir şeyi gözetlemek veyâ gelecekte elden

kaçacak olan hoş bir şeyi beklemektir. Halbuki velî ibn vakttir. Vaktin oğludur. Sadece

içinde bulunduğu hâli düşünür. Onun geleceği yoktur ki bir şeyden korklması bahis

konusu olsun. Onun korkusu ve havfı olmadığı gibi ümîdi ve recâsı da yoktur. Zira recâ

husule gelecek olan hoş bir şeyi veya zail olacak olan nâhoş bir şeyi beklemektir. Bu ise

hâlde değil vaktin ikinci parçasında yani gelecekte olur. … Bu söz hakkunda avâm

şöyle bir şey tasavvur eder. “Ne havf ne de reca ne de hüzün bulunmayınca bunları amn

hali ta’kîp eder. Halbuki bu durumda emn de mevcût olmaz. Zira emn gaybı

görmemekten ve ve vakitten yüz çevirmekten neş’et eder. Bu ise beşerî bir rü’yeti

bulunmayanların ve sıfâtla sükûn bulmayanların vasfıdır. Havf ve reca emn ve hüzün

bütün bunlar nefsin hazlarına râci’ ve âit hususlardır. Nefsşn bu gibi nasip ve hazları

fânî olunca rızâ kulun sıfatı hâline gelir.”132

İmâm Şâfiî’nin şu sözleri “recâ” hâlini anlatmaktadır.

131 Hucvîrî, a.g.e. s. 223 132 Hucvîrî, a.g.e.s. 333

56

“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven

yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca,

affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”133

Sühreverdî, havf ve recâ ile alakalı şu âyete vurgu yapar. “Cenâbı Hakk “Sizden

önceki kitâb verilenlere de size de Allâhtan korkun diye tavsiye ettik” (Nisâ 4/131) “

buyurmuştur. Bu âyet-i kerîme Kur’ân’ın mihveridir. Çünkü her şey bunun etrâfında

döner.134

Zünnûn Mısrî “Allâh’ı gerçek ma’nâda seven kişi, havf, kalbini sulamadığı

sürece muhabbet kadehinden içemez “ demiştir.135

Şâh el-Kirmânî “ Recânın alâmeti güzelce itâat ve ibâdet etmektir. “ dedi. Recâ

celâl tecellîleri cemâl gözüyle görmektir”136

Necmüddîn Kübrâ “Yavrunun (İşe yeni başlayan sâlik) kanatları havf –recâ,

orta yaşlının kanatları kabz-bast, ihtiyarın kanatları ise üns –heybettir” demektedir. 137

Hem korkan hâif , hem ümîd eden râcî İslâm makāmındadır. Havf ve recâ sahibi

çocuktur. Çünkü havf ve recâ ilmin meyve ve netîceleridir.138

Attâr, Ebû Osman Mağribî’den şu sözü nakleder.: “ Havf atına binen

ümîdsizliğe recâ atına binen atâlete düşer. O yüzden gâh onun , gâh bunun üzerinde gâh

da ikisi arasında bulunmalıdır.” Attâr, Ebû Muhammed Cerîrî’den şu sözleri

nakletmiştir: “Recâ, zâhidlerin, havf tenbellerin yoludur.” 139

133 İmâm eş-Şâfiî, Dîvânu’l-İmâm eş-Şâfiî s.100; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 1/150.

134 Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif , trc. H.Kâmil Yılmaz-İrfân gündüz, Tasavvufun Esâsları, ist.1993 s. 619 135 Sühreverdî, a.g.e s. 619 136 Sühreverdî a.g.e s. 620 137 Kübrâ, Necmüddîn, Fevîhü’l-Cemâl , (terc. Mustafa Kara, Tasavvufî hayat) İst. 1996 s.123 138 Kübrâ , a.g.e. s. 128 139 Attâr a.g.e s.783

57

Mevlânâ da eserlerinde havf ve recâ bahsine yer vermiştir. “Peygamberler

dediler ki: “ye’se düşmek hatâdır. Cenâb-ı Hak’ın rahmeti fazlı ve ihsânı sonsuzdur.

Böyle bir ihsan sahibinden şüphelenmek yakışmaz. Eliniz, rahmet terkisinde olsun.”140

“Cenâb-ı Hak ümîdsizlerde kendine ibâdetten yüz çevirmesinler ister. Onlar da

Hakk’ın ibâdetiyle şereflensinler ve tâatiyle meşgûl bulunsunlar ister. Tâ ki onlar da bir

ümîdle ümîdlensinler ve bir zaman o ümîdin ardından koşsunlar.

Hakk’ın merhameti herkese şâmil olduğundan Hakk diler ki rahmeti iyiye de

fenâya da ışık tutsun. Emir veyâ esîr herkes ümîd ve korku ile Haktan çekinsin.

Bu havf ve recâ korku ve ümîd gayb-ı ilâhînin perdesidir ki herkes bu perdenin

ardında beslenip yetişir. Ümîd ve korku perdesini yırttığın zamân gayb bütün

gösterişiyle meydana çıkar.141

Mevlânâ, kendisine “Biz hayr ettiğimiz ve amel-i Sâlih işlediğimiz vakit

Hakdan ümidvâr olsak ve mükâfât umsak acabâ bize zarar verir mi yoksa vermez mi”

diye sorulunca cevâben şöyle demektedir: “EyvAllâh, ümîd etmek lâzımdır.Îmân işte bu

havf ve recâdır. Birisi bana suâl etti ki: “Recâ hoştur, fakat bu havf ne oluyor?” Ona

şöyle cevap verdim.:Sen bana recâsız bir havf ve havfsız bir recâ göster; Ve mâdem ki

yekdiğerinden ayrı değildirler, niçin sorarsın? Meselâ birisi buğday eker, elbette buğday

çıkmasını recâ eder. Ve onun zımnında da sakın bir mâni’ ve bir âfet zuhûr etmesin diye

hâif olur. eğer ümid-vâr olur ve mükâfâta ve ihsâna muntazır bulunûrsa elbette o işte

daha ziyâde hâhişi ve ve cidd ve cehdi olur. Ve o tevakku’ onun kanadıdıdr. Kanadı her

ne kadar ziyâde kavî olursa uçması da daha ziyâde olur. ve eğer nâ-ümîd olursa kâhil

olup ondan bir iş ve tâat zâhir olmaz. Nitekim hasta acı ilâcı içip on tâne tatlı lezzeti terk

eder. Eğer onda sıhhat ümîdi olmasa idi o acı ilâcı içmeye nasıl tahammül

edebilirdi?”142

“Mâdem ki “O her gün bir tecellîdedir.”(Rahmân 55/29) âyet-i kerîmesi

mûcibince her bir lahzada yüz bin renk görünür. Eğer yüz bin tecellî etse aslâ birbirine 140 Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf , Manzûm Nahifî terc. Haz. Âmil Çelebioğlu, İst.2000 c..III, s. 549; 2940-2942.beyitler. 141 Rifâî, Ken’an, Şerhli Mesnevî Şerîf, İst.2000 s. 529, 142 Mevlânâ, Fîh-i Mâ Fîh, (Terc.A:Avni Konuk Yayına haz. Selçuk Eraydın) .İst.2001, s.72

58

benzemez. Nihâyet sen dahî bu saatte Hakk’ı âsâr ve ef’âl içinde görüyorsun ve her

lahza türlü türlü müşâhede eyliyorsun. Zîrâ bir fiil bir fiile benzemiyor. Meserret

vaktinde başka tecellî ve havf ve recâda böylece başka tecellî..”143

İbn Arabî’ye göre de âlemin yaratılışında “havf ve recâ” vardır: “Ba'dehû,

bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini "Zâhir" ve "Bâtın" olmakla vasf eyledi.

Binâenaleyh, âlemi, gaybımız ile bâtını, ve şehâdetimiz ile zâhiri idrâk etmemiz için,

âlem-i gaybi ve şehâdeti îcâd eyledi. Ve kendi nefsini rızâ ve gazab ile vasf etti:

Binâenaleyh âlemi havf ve recâ sâhibi olarak îcâd eyledi. Böyle olunca biz onun

gazabından korkarız ve rızâsını recâ ederiz:144

Ahmed Mâhir Efendi 153. hikmetin şerhinde “umut ve recâ kapısının açılmasını

istiyorsak Ondan bize gelenleri görmemizi ve tasavvur etmemizi; Korku ve havf

kapısının açılmasını istediğimiz zaman ise bizden O’na olanları müşâhede etmemizi”

istemektedir..

“Ey sâlik-i tarîk-i sedâd, Cenâb-ı Rabbü’l-ıbâdın senin için bâb-ı recâyı feth ve

küşâd etmesini murâd ettiğin vakitte Ondan sana vâsıl olan ni’am-ı lâ tühsâ-yı ilâhiyeyi

Ve bâb-ı Havfı açmasını arzû ettiğin zamandada senden Ona karşı sudûr eden ma’âsî ve

ahvâl-i rediyyeyi tasavvur ve şuhûd et. (el-Muhkem s.272 )

Ahmed Mâhir Efendi Cenâb-ı Hakk’a hüsn-i zann etme konusunu işlerken recâ

konusuna değinmiştir.

“Emr-i uhrâda hüsn-i zan da; her ehl-i îmânın işlediği a’mâl-i sâlihanın merfû-ı

kabûlgâh-ı Hüdâ ve mukābilinde nâil-i ecr ve cezâ olacağına kaviyü’z-zan ve gâlibu’r-

recâ bulunmasıdır. Bu da teksîr-i ibâdât ve tevfîr-i a’mâl-i sâlihâtı îcab eyler.” (el-

Muhkem s.88

En güvenilir recânın Allâh’a olan recâ olduğunu Yahya bin Muâz’ın şu sözüyle

ifâde etmiştir:

143 Mevlânâ a.g.e. s. 105 144 Konuk, Ahmed Avni, Fusûs’l-Hikem Ter cüme ve Şerhi, c.1, s.160, Âdem Fassı

59

“Binâenaleyh ecille-i tâbiînden Yahya bin Muâz (ö. 258/871) hazretleri: “Bir

mürîdin faâlün limâ yürîd hazretlerine olan recâsı recâların evsakı ve hüsn-i zannı da

zunûn-ı vâkıanın esdakıdır.” buyurdu” (el-Muhkem s.88)

“Ben kulumun bana olan zannının yanındayım” anlamındaki hadîs-i şerif de

Allâha iyi bir recâ ile yönelen kimsenin ahirette bu recâ zannıyla mukābele göreceğini

anlatmaktadır.

Sûfîler insan-ı kâmil olma yolunda yürüyen kişilerdir. Mutlak kemâl Allâh’a ait

olduğu için recâların O’na yöneltirler. O’ndan bekler, O’ndan tadar, O’ndan doyarlar.

O’na olan güvenleri tamdır.

“Kemâl-i hakîkî ise mutlaka mûsıl-ı menâfi ve dâfi’-i mazarrat ancak muhibb-i

muhsinîn olan Hâlıku’l-kâinâtın olduğunu teyakkun ile hüsn-i zan etmek ve mâsivâllâha

iltifât eylememektir.” (el-Muhkem s.87)

Bu yüzden bu yolda yürüyenler, günah işleseler de hemen recâ hâli onları

kaplar tekrâr O’na yönelirler. “Şeytan seni dürtecek olursa Allâh'a sığın; doğrusu O,

işitendir, bilendir” (Fussılet, 41/036] ayetinde anlatılan hâl Hak yolunda yürüyen kişiye

rehber olur.

Ahmed Mâhir Efendi recâyı günâh işlendiği zaman kişinin ümîdsizliğe

kapılmaması, Allâh Teâlânın rahmetine güvenmesi anlamında kullanmaktadır.

“ma’siyetin vukū-ı zamânında recâ ve emniyyetlerine ne de ibâdet vaktinde

havf ve haşyetlerine noksân târî olur. (el-Muhkem s.7)

Havfı da ibâdet esnasında gösterilecek titizlik, dikkat ve huşû’ ma’nâsında

değerlendirmektedir.

Yakîne ermiş kişiler ise Havf ve recâ dengesini koruyanlardır. Onlar ne yaptığı

amele güvenip Allâh’ın rahmetini ikinci plana atar, nefsini ön plana çıkarır; ne de

amelde haşyeti huşû’yu ıskalarlar.

Havf- recâ dengesini kuranlar şerhte “fenâ fi’z-zât ashâbı”, “şinâverân-ı bahr-i

vahdet”, “ iki cenâh seyr ü sülûk eyleyen fârisân-ı meydân-ı vuslat” olarak

vasıflanmaktadır.

60

“..fenâ fi’z-zât ashâbından olduklarına mebnî mahâll-i zuhûru bulundukları

ahvâlin topuna tasrîf-i hak cereyân-ı kazâ nazarıyla bakarak her iki hâlde de şinâverân-ı

bahr-i vahdet ve havf-ı recâyı iki cenâh seyr ü sülûk eyleyen fârisân-ı meydân-ı

vuslattır.”(el-Muhkem s.7)

Bu anlamda “ashâb-ı îkānı” biz “beyne’l-havf ve’r-recâ” içinde yaşâyânlar

olarak tanımlayabiliriz.

Ahmed Mâhir Efendi kerem-recâ ilişkisi bağlamında Allâh’ın Kerîm ismine

vurgu yapmaktadır. “Kerîm, bir mücrimi kudretyâb-ı cezâ olduğu vakitte âfî ve bir şeyi

va’dettiği hâlde vâfî ve i’tâsı müntehâ-ı recâ üzerine âlî ve mikdâr-ı atâ ile mahâll-i

i’tâya gayr-ı mübâlî olan ve kendisinden gayriye ref’-i hâcete râzı ve dûçâr-ı cefâ

olunduğunda itâb ederse de müstaksî olmayan ve bâb-ı lutf ve ihsânına ilticâ edenleri

me’yûs ve bî-ilâç ve vesâil ve şüfeâya muhtâç etmeyen kimsedir.” (el-Muhkem s.84)

Cehennemden korkmak cennete gitmek için uğraşmak ihlâsa mâni’ bir

durumdur.

“Makāmât-ı inzâlde tahakkukun ma’nâsı da taraf-ı ma’nevî-i ilâhîden peyderpey

tevârüd eden vâridât-ı ulûm ve maârif-i sübhâniyyeyi kalbin ihâta ve ihtivâsı şevk-i

cinân ve havf-ı nîrân meyl-i mâsivâ ve hâtıra-i da’vâ gibi mâni-i ihlâs olan ahvâli terk

ve tecrîdde temekkün ve istivâsıdır.” (el-Muhkem s.99)

Ahmed Mâhir Efendi aynı konuda Rabîa-i Adeviyye’nin sözüyle konuya

genişlik getirmiştir:

“Tâcü’l- muhadderâtü’l-islâmiyye Râbia-i Adeviyye(ö. 185/801) kuddise sırrûhâ

hazretleri bu hakîkata işâretle “Ey şeb-i tarîk-i ibtilâda niyâz-i nihân ile istimdât eden

bîçâregâna medet-res-i inâyet olan Yezdân! Ben sana şevk-i cinân ve havf-i nîrân ile

ibâdet etmedim. Ancak îfâ-yı vezâif-i ubûdiyyet ettim”145 (el-Muhkem s.92)

el-Muhkem’de havf ile alakalı, şu tesbîtler de bulunmaktadır:.

145 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, trc.Uludağ, Süleyman, İst.1991, Giriş, s.43 (İbn Teymiyye’den naklen)

61

“Havf, istikbâlen husûle gelecek bir emrin tevakku’ ile hâsıl olacağından emr-i

mezkûr eğerçi mahûf olursa havf ve mahbûb olursa recâ meydana gelir. (el-Muhkem s.

161)

Erbâb-ı safâ için havf u recâ;

1.Hevâcis-i Şeytâniye ve şehevât-ı nefsâniyeye tebaiyetle icrâ edilen bunca cürm

ü isyânı tahatturdan

2.İbtidâ-yı mevcûdiyetten hâl-i hâzıra değin hayz-i husûlde cilve-ger-i zuhûr olan

nice nice eltâf-ı bî-girân-ı Yezdânı tasavvurdan neş’et eden iki hâl lâzımu’l-i’tinâdır.

Havf u recâ mîzan-ı selâmetin iki kefe-i tevâzün-nümâsı olup onun muhâfazası

dâimâ muhâfaza-i mesâvât ile hâsıl olacağı vâreste-i beyândır.Kefe-i havfın kefe-i

recâyı tevâzünden iskāt eder sûretle tedennîsi mûcib-i küfr ü hırmân ve kefe-i recânın

kefe-i havfa galebesi müstevcib-i haybet ve hüsrândır. (el-Muhkem s. 272)

Hâl-i recânın hâl-i havfa bir dereceye kadar gâlib olması muktezâ-yı

irfândır.Hazreti Îsâ’nın hâl-i recâları gâlib olduğundan dâimâ beşûş ve şâdân ve Cenâb-

ı Yahyâ’nın havf u haşyetleri ziyâde idüğünden mütemâdiyen giryân ve nâlân idi. (el-

Muhkem s. 272-273)

Ümîd ve emânî, havf ve hırasânı îcâb eden sıfât-ı ilâhiyenin muktezâ-yı şuhûdu

olarak kalb-i insân üzerine taakkub eden iki hâldir. Sırât-ı ilâhiyede tevâfüt olmadığı

gibi şuhûdunda da tehâlüf olmadığından havf ü recâda tefâvütü îcâb eden her şuhûd

elbette nâkıstır. Bu iki hâlde mertebe-i kemâl ise mîzânın keyfiyetini ve ve tâirîn-i

cenâheyn gibi yekdiğerini ağdırmayarak husûle gelen istivâ ve i’tidâldir.

Erbâb-ı hakîkat tâat-ı fevkal’ade ile berâber kemâl-i havf u heyecâna mastar

oldukları gibi irtikâb-ı ma’sıyetle berâber ümid ü recâya mazhariyetten de hiçbir vakitte

hâlî olmamışlardır. Şu kadar ki havfın recâya gâlib olmasından ziyâde , recânın havfa

galebesi recâyı mültelzim olan rahmet-i ilâhiye havfı îcâb eden gasb-ı sübhânî üzerine

sâbık olmasından dolayı hâiz-i rüchân olabilir. Fakat ümîd ü recâya kapılıp da mekr-i

ilâhîden emîn olmak nasıl mûcib-i hüsrân ise, havf-ı Rabbânîye mağlûb olarak Rahmet-i

Rahmâniyeden kat’’-i ümîd etmek de öylece müstevcib-i hırmândır. (el-Muhkem s. 605)

Haşyete mukārin olmayan ulûm ile ittisâf edenler ukbāca hâiz-i mevkî-i imtiyâz

olamayacakları gibi hakîkaten ulemâdan olmak meziyetini de ihrâz edemezler. İclâle

mukterin olan havftır. Ba’zıları “ta’zîm ile berâber iclâldir. Bazıları da havf mea’l-

62

ameldir” dedi. Hayru’l-ulûm haşyetullahı müstelzim ve müsteshib olan ilm olup bu da

ilm-i nâfîdir. (el-Muhkem s. 439)

3.10 İhlâs

İhlâs, gösterişi bırakmak, tâatta, ibâdette samimi olmak ma’nâlarını ihtiva eden

Arapça bir ifâde. Kalbi, safasına keder veren şeyden kurtarmak. Tam bir doğrulukla

kullukta bulunmak. Amellerinde, Allâh'tan başkasından karşılık beklememek demektir.

Sıdk ile ihlâs beyninde fark şudur ki, sıdk; asıl ve evveldir. İhlâs fer'dir. Ve bir farz dahi

İhlasın amele duhûlden sonra olmasıdır".146

İhlâs , bir işi sırf Allâh için, O'nun rızası için yapmaktır. Muhlis (ihlâsa erdiren)

Allâh, muhlas (ihlâsa erdirilen) ise kuldur. Kişinin, işinde Allâh'tan gayriyi görmez hale

gelmesi, İhlâsın en son noktasıdır.

“Muhlis kendi irâdesi ve gayreti ile ihlâsa kavuşan kimsedir. Muhlas ise

muhlisliğe ilâveten Allâh tarafından kendisine ihlâs bahşolunan zâttır.”147Kur’ân-ı

Kerîm’de peygamberlerin ihlâsına dâir : “Şüphesiz o ihlâsa erdirilmişti. (Muhlas) ”

(Meryem,19/51) buyurulmaktadır.

Allâh'ın mahlûkların amellerinden murâdı ancak kendi rızâsına müteveccih olan

ihlâsdır. Âyet-i kerîmelerde buyurulur: "(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb'ı sana hak

olarak indirdik. O halde sen de dîni Allâh'a has kılarak ihlâs ile kulluk et!.."

(Zümer,39/2) "De ki: Ben, dîni Allâh'a has kılarak ihlâslı bir şekilde O'na kulluk

etmekle emrolundum." (Zümer, 39/11)

“İblîs: dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de

yeryüzünde onlara (günâhları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım."

"Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!.." (Hicr, 39-40) âyette ifâdesini

bulduğu gibi şeytân, ancak ve ancak ihlâsta gevşeklik gösterenlere yanaşmaktadır ve

146 Cebecioğlu, a.g.e. İhlâs maddesi 147 Kuşeyrî, a.g.e. s.354

63

onları sapıtmaktadır.. "Elbette benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir te'sîrin

olmayacaktır. (Zîrâ onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." (el-İsrâ,17/ 65)

Hadîs-i kudsîde buyurulur: "İhlâs, benim sırlarımdan (öyle) bir sırdır (ki), onu

kullarımdan (ancak) sevdiğim kimsenin kalbine emânet ederim. Onu (ecir defterine)

yazmak için bir melek ve ifsâd etmek için de bir şeytân ona (ihlâsa) muttalî olamaz." 148

Hz. Peygamber s.a.v. de “Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel yeter”149 buyurmuş,

amellerin ihlâs ile kabûl olacağını bildirmiştir.“Her zaman amellerinizde ihlâsı gözetin;

zira Allâh, sadece amelin hâlis olanını kabûl eder

Kurtulanlar ihlâs sahipleridir.. Bu durum, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle

anlatılır:"(Azâbdan) ancak Allâh'ın hâlis kulları istisnâ edilecek..." (Sâffât, 37/40)

İhlâs ibâdetleri saflaştırıp kirlerden arındırır.

Gazâlî, ihlâs bahsinde ihlâsın , ameli, tıpkı sütün süt oluşunun , kan ve

pislikten arınmış bulunması gibi, amellerin hâlis olması da Allâh rızâsından başka her

şeyden uzak kılınmasına bağlı olduğunu zikretmiştir “Kendisine başka bir şeyin

karışması düşünülen bir şeye o başka şey karışmamış ise işte buna “hâlis” derler. Bu

sâfî ve karışıksız işe de ihlâs derler. Allâh Teâlâ, "Size onların (hayvanların) karnındaki

işkembe pisliği ile kan arasından hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından âfiyetle

geçer." (Nahl, 16/66) buyurmuştur. Şüphesiz ki sütün hâlis ve sâfî olması kan sidik ve

pislik gibi inekten çıkan herhangi bir şeyin ona karışmış olmamasıdır. Şirk ise ihlâsın

zıddıdır.150

Kuşeyrî, ihlâsa dâir şunları nakleder: “Sehl b. Abdullah’a “nefse en ağır gelen

şey nedir ? diye soruldu. Şöyle cevâp verdi. “İhlâs, çünkü nefsin ihlâsta nasîbi

yoktur.”151

148 Deylemî, el-Müsned 3/187 149 Beyhakî, Şua’bü’l-îmân 5/342; ed-Deylemî, el-Müsned 1/435. 150 Gazâlî, İhyâ, c. 4 s. 680 151 Kuşeyrî , a.g.e. s. 355

64

Hucvîrî de “Mâlik b. Dînâr’dan şu sözleri kaydeder: “Amellerin en sevimlisi

amellerdeki ihlâstır. Bunun sebebi şudur. Bir amel ancak ihlâs sâyesinde amel olur.

bedene göre rûh ne ise amele göre ihlâs da odur. Rûhu olmayan bir beden cansız bir

maddeden ibârettir. İhlâssız amel de hebâ olmuş bir iştir. İhlâs Bâtınî amelle nev’inden,

tâat ise zâhirî ameller nev’indendir. Zâhirî ameller bâtınî amellerle tam hâle gelir. Bâtınî

ameller de zâhirî amellerle değer kazanır. Şöyle ki bir kimse bin sene candan ihlâslı olsa

ihlâsla amel etmediği sürece ihlâsı ihlâs olmaz. Diğer bir kimse bin yıl zâhir ile amel

etse amelini ihlâsa rabtetmediği sürece ameli amel olmaz.” 152

Sühreverdî , “İhlas ancak amele girdikten sonra meydana gelir. Ameli her türlü

yabancı duygu ve düşüncelerden arınma işlemidir.” demektedir. 153

Ebû Zür’a , Ebû Osman el-Mağribî’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir. “İhlâs

ufacık da olsa içinde nefsin payı bulunmayan bir ameldir.”154

Niyyeti hâlis olmayanın kulluğu Allâh için olmaz. Çünkü Allâh Teâlâ bizi amel

ile emrettiği gibi ihlâs ile de emretmektedir:”oysa kendilerine dîni yalnız Allâh’a hâlis

kılarak Allâh’ı birleyenler olarak Allâh’a ibâdet etmeleri..

emredilmiştir.”(Beyyine98/5)155

Ebû Bekir Dakkāk der ki: Her insanın ihlâsındaki eksikliği, amelinde ihlâsını

görmesidir. Allâh Teâlâ bir kulun ihlâsını riyâ ve kendini beğenmeden hâlis kılmak

murâd ettiği zamân ihlâsından ihlâsını görme keyfiyetini iskāt eder. O zaman kul muhlis

(ihlâsa sâhip olan) değil, muhlas (ihlâsa sâhip kılınan) olur.” 156

Necmüddîn Kübrâ da şöyle der: “Gerçek ihlâs ameldeki ihlâsı daha

görmemektir. Bu hâl ise ancak Hakta fenâ ve ileri derecede cezbe hâli ile meydaba gelir

ki buna da “fenâ-yı kâmil veyâ “ihlâs-ı tâm” ismi verilir.157

152 Hucvîrî, a.g.e.s 185 153 Sühreverdî, a.g.e. s. 94 154 Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif , Tasavvufun Esasları terc. (H:Kâmil Yılmaz, İrfân gündüz) s. 92 155 Sühreverdî, a.g.e. s. 266 156 Kuşeyrî, a.g.e s. 354 157 Kübrâ, a.g.e s. 46

65

Fevâihü’l-Cemâl’de de bu konu şöyle işlenmektedir: “İhlâslı ve samîmî ol

dostum. Şâyet ihlâs üzere isen kesinlikle kendini ihlâs makāmında görme.Çünkü bu

ihlâsın için bir şâibedir ve böylece şeytân iç dünyâna girer. İhlâsını da ihlâsa tâbi’

tut.”158

Hazret-i Îsâ, kendisine hâlis amelden soran havârîlerine şu cevabı verdi: "Allâh

için amel edip de bundan ötürü Hakk rızâsından başka bir arzusu bulunmayan şahsın

yaptığı amel, hâlis ameldir." Dolayısıyla ihlâs, amellerin başta riyâ olmak üzere her

türlü mânevî kirlerden temiz olmasıdır. Zîrâ riyâ, ihlâsı bulandıran ve onu yok eden en

büyük ve tehlikeli müessirdir. Amellerine riyâ karıştıran kimse, gizli şirke düşmüş olur

ve azâba dûçâr kılınır. Bâyezîd-i Bistâmî’: sînemize “ Ey Bâyezîd! Bizim hazînelerimiz

makbûl ibâdet ve hoş hizmetlerle doludur. Eğer bizi diliyorsan bize bizde olmayan bir

şey getir diye seslendiler. Ben Yâ Rab! Sende bulunmayan şey nedir? Dedim: Bîçârelik,

acz, ihtiyâç, zavallılık, miskinlik ve zillet..159

Kelâbâzî, Cüneyd Bağdâdî’nin şöyle dediğini nakleder: “İhlâs hangi konuda

olursa olsun Hakk’ın rızâsına uygun düşen iştir.”160

Hucvîrî, Ahmed b. Hanbel’den şu sözü nakleder: “İhlâs amellerdeki âfetlerden

halâs olmaktır””161

Mevlânâ da ihlâsa dâir Hz.Ali’yi örnek vermekte ve düşmanına karşı takındığı

tavrı ihlâs olarak yorumlamaktadır.

“Kıl Alî’den meşk-i ihlâs-ı amel

Hakk idi ol şîr-i Hakk içün emel”162

“Ameldeki ihlâsı Ali’den öğren, O Allâh aslanını hilelerden temizlemiş. Hz.Ali

gazâda bir yiğidi alt etti ve kılıcını çekip üstüne yürüdü. O mağlub kişi,

peygamberlerin ve velîlerin iftihârı olan Ali’nin yüzüne tükürdü. 163 Tükrük ayın bile

baş eğdiği ay gibi güzel yüzüne geldi. Bunun üzerine Hz. Ali, elinden kılıcı attı ve

yiğitle döğüşmek hızını gevşetti. Yiğit bu harekete ve bu yersiz merhamet ve affa

158 Kübrâ, a.g.e. s. 102 159 Attâr, Ferîdüddîn, Tezkiretü’l-evliyâ s.215. 160 Kelâbâzî, a.g.e. s. 149 161 Hucvîrî, a.g.e. s 217 162 Mevlânâ, Mesnevî, (Çelebioğlu) 1/3830, s. 884 163 Rifâî, a.g.e. s. 548

66

şaşırıp kaldı. Dedi ki: “Üzerime keskin kılıcını çekmiştin. sonra neden indirdin ve

canımı bağışladın.?”164

Hz. Ali buyurdu ki: “Ben kılıcı Hakk’ın rızâsı için vururum. Hakk’ın bendesiyim.

Nefsimin bendesi değil. Hakkın aslanıyım, hevâ ve hevesin değil. Muhârebede “Attığın

zaman sen atmadın.Allâh attı..”(Enfâl 7/17) sırrına mazharım. Ben kılıcın kendisiyim.

Kılıcı vuran ise ilâhî güneştir. Ben nefsimin vârını yoğunu yoldan kaldırdım.; Allâh’tan

gayrısını yok bildim.Gazâda döğüşürken bir nefsânî hâl zuhûr eder olunca kılıcı kınına

koymayı münâsip gördüm. Tâ ki ismim Allâh için seven ve dileğim Allâh için

buğzeden olsun. Ben tamâmen Cenâb-ı Hakk’a âidim, başka hiç kimseye âit

değilim..165

Osmanlı dönemi önemli sûfîlerinden olan Hüdâî de şöyle der:

“Bir gün eser bâd-ı ecel

Ten bâğına verir halel

İhlâs ile eyle amel

İnsâfa gel insâfa gel”

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de ihlâs-ı tevhîd ta’bîrini kullanır. Hâlis

tevhîdi, gerçek tevhîdi anlatan bu ta’bîr el-Muhkem’deki orijinal tespitlerden biridir.

“..mâsivâllâh, adem-i mahz olup hazretullâha nisbetle min-haysü zâta hâiz-i vücûd

olmadığı ve hâiz-i vücûd olsa ihlâs-ı tevhîde münâfi şeriket ve isneyniyyet lâzım

geleceği ittifâk-ı girde-i ârifîn ve mecma-i aleyh-i muhakkikîndir. İhlâs-ı tevhîd

mâsivâllâhtan bilkülliyye nefy-i vücûd eylemek ve kelime-i tevhîdi ( Allâhtan başka

mevcûd yoktur) ma’nâsıyla tasavvur etmekle hâsıl olup bunu da آل شيء هالك إلا

أال آل kelâm-ı ilâhîsiyle “şâir-i sihr-âferîn-i Arab Cenâb-ı Lebîd’in en doğru sözü 166وجهه

شيء ما خال اهللا باطل

آل نعيم ال محالة زائل و

164 Rifâî, a.g.e. s. 548 165 Rifâî, .a.g.e s. 560 166 Kasas, 28/88 (Allâh’ın dışında her şey yok olacaktır.)

67

meâlindeki hadîs-i risâlet penâhî167 te’yîd eder. Bu tevhîd hazîz-i mecâzdan

zirve-i hakîkate suûd ile âlemde Allâh’tan başka hiçbir mevcûd görmeyen hâssu’l-

havâssın tevhîdidir. Hakîkat-ı tevhîd de budur.” (el-Muhkem, s.40 )

Ahmed Mâhir Efendi, el-Muhkem’in “Onuncu hikmet”inde ihlâs hakkında

geniş ma’lûmât vermiş, ihlâsın derecelerini anlatmıştır:

“A’mâl-i zâhire suver-i kâimedir. Onun ervâhı sırr-ı ihlâsın onda bulunmasıdır.

(el-Muhkem s. 25 )

“İhlâs ihtilâf-ı ahvâl-i nâs ile muhtelif olup her bir abdin ibâdetinde ihlâsı

ubûdiyyetteki derece ve makāmına göredir. Zümre-i ibâd ve ebrârdan olan âmilînin

müntehâ-yı mertebe-i ihlâsı a’mâl-i vâkıaları celî ve hafî riyâdan muvâfakat-ı hazz-ı

nefs ve hevâdan sâlim olmaktır. Bu zümre-i nâciyenin Cenâb-ı Hakk’a karşı ettikleri

perestiş ve ibâdet muhlisîne mev’ûd olan ve ecr ve sevâbı taleb ve vaîd-i hâlitîn olan

azab ve ikâbtan ve sû-i hesâbtan herab için olup bu da 168 إياك نعبد nazm-ı celîlinin

tahkîkînden ve rü’yet-i nefs ve ibâdete i’timâd etmek bâkî olduğu hâlde yalnız sezâvâr-ı

rubûbiyyet olan ibâdette halkı nazardan iskātın ta’mîkinden ibârettir. Kâfile-i erbâb-ı

zevk ve muhabbetin ihlâsı ise a’mâl-i vâkıaları taleb-i sevâb ve herab-i ikâb için

olmayıp mücerred Cenâb-ı Hakk’ın şâyeste-i şân-ı ulûhiyyeti olan iclâl ve ta’zîm için

olmasıdır. Mamafi bunda da nefse nisbet-i ibâdet meşmûmdur. İşte tâcu’l-muhadderât-ı

ilâhîyye Râbiatü’l-Adeviyye (ö.185/801) hazretlerinin münâcâtında “Yâ Rabbi ben

sana dâr-ı celâlîn olan cehennemin havf-ı ihrâkından ve tecellîhâne-i cemâlin olan

cennetin iştiyâkından için ibâdet etmedim” buyurması işbû ihlâs-ı muhibbîni îzâh eden

kelîmât-ı kudsiyyedendir. (el-Muhkem s. 26 )

“İhlâsın bir üçüncü derecesi daha olup ancak tâife-i ârifînin mukarrabînine

mahsûstur. Bunların ihlâsı ibâdât ve tâat ve harekât ve sekenâtlarında kendileri için aslâ

havl ve kuvvet ve vücûd ve kudret görmeksizin a’mâl-i vâkıada infirâd-ı vâcibü’l-

vücûdu müşâhede etmek ve ibâdette illet-i ğâiyye tasavvur etmemektir. İşte bu makām-ı

167 Buhari, Rikāk,29; (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih trc.Ankara 1981c.10 s.38) (İyi biliniz ki Allâh’tan başka her şey bâtıldır, devâmsızdır. Ve her ni’met de zevâle mahkûmdur.) 168 Fâtiha, 1/5 (Ancak sana kulluk ederiz.)

68

ihlâsın mâ-bihi’s-sıhhati olan mak’ad-i sıdk ve yakîn ve sevâü’s-sebîl-i muvahhidîn-i

ârifîn olup binâenaleyh bir mürîd için vâreste-i vücûd olarak وإياك نستعين 169

nazm-ı celîli ile tahakkuk ancak bu makām ile tahâlluka vâbestedir. İhlâsın bu makām-ı

ârifîni ile mertebe-i muhibbîni miyânesindeki fark şu vecihlerdir.” (el-Muhkem s.26 )

Muhibbînin ibâdeti Allâh için, ârifinin ubûdiyyeti Allâh iledir. Amel-lillâh ise

mûcib-i mesûbet, amel-billâh mûcib-i kurbettir. Amel-lillâh tahkîk-i ibâdeti, amel-billâh

tashîh-i irâdeti mûcibtir. Amel lillâh na’t-ı âbidîn, amel-billâh vasf-ı kâsidîndir. Amel-

lillâh ahkâm-ı zevâhir ile, amel-billâh esrâr-ı zamâir ile kıyâmdır. (el-muhkem s.26)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre ihlâs ibâdetlerin kabûlüne sebeptir. İhlâssız amel,

rûhsuzdur. Ma’nâsı olmayan lafızdır:

“Her âbidin ihlâsı suver-i kâime-i ibâdâtının ervâhıdır. Rûh-ı ihlâs ile hâiz-i

hayât olan ibâdât vücûd-ı kabûle ehliyet ve îcâb-ı takarrube salâhiyyet kesb eder.

İhlâssız a’mâl ise ervâhsız eşbâh, meânîsiz elfâz gibi olmakla derece-i i’tibâr ve

meziyyetten sâkıttır. Onun için ba’zı meşâyıh amel ihlâs ile, ihlâs havl ve kuvvet ve

vücûd ve kudretten teberrî ile tashîh edilmelidir buyurmuştur. (el-muhkem s.26)

Ahmed Mâhir Efendi Muallim Nâcî’den iktibâs edilen şu beyitle de konuyu

toparlamıştır:

“Hak-perestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir

Bir nefes ayrılmadım tevhîdden Allâh bir” . (el-muhkem s.26)

Ahmed Mâhir Efendi nesir olarak “Bidâyeti parlak olanın nihâyeti de parlak

olur.” veyâ nazmen de “Evvelî parlak olan âhiri de parlak olur.” şeklinde tercüme ettiği

28.hikmet’in şerhinde, sülûke başlayan mürîdin, “başta ne ise sonda da o olacağını,

sâlik’in hayâtının sonuna kadar ihlâstan ayrılmamasının, onun müstakîm olarak kabûl

edilmesinde önemli bir ölçü olduğunu vurgulamaktadır:

169 Fatiha,1/5 (Ancak senden yardım dileriz.)

69

“İşrâk-ı bidâyetin ma’nâsı mürîd-i sâdıkın her türlü ibâdât ve her nevi evrâd ve

tâat ile evkātını tezyîn ve ta’mîr ve buna tamâmıyla musâberet ederek tecellîhâne-i

kalbini envâr-ı ezkâr ile tenvîr etmesidir. İşrâk-ı nihâyetin ma’nâsı da devâm-ı ibâdet ve

husûl-ı ihlâs ile cüybâr-ı feyz-i Rabbânî ve enhâr-ı tecellî-i sübhânînin kalb-i sâlikte alâ-

vechi’l-etemm feyzânı ve Cenâb-ı Hak ile sâlik arasına haylûlet edip de zuhûr-ı nûr-i

ma’rifete hicâb olan kudûrât-ı nefsâniyyenin zevâl ve seyrânıdır.” (el-Muhkem, s.62 )

Ahmed Mâhir Efendi, Onbirinci hikmetin şerhinde de şöhretin ihlâsı

zedelediğini, mütevâzı olmanın ise ihlâsa muvâfık bir davranış olduğunu anlatmaktadır:

“Ey talebkâr-ı sünbüle-i ibâdet olan insân! Tohum-ı vücûdunu arz-ı hamûle

defneyle! Yani bî-nâm ve nişân ol. Zîrâ hâk ile yeksân olmayan habbe nâbit olursa da

nâfi’ olmaz.” (el-Muhkem,s. 27)

“Hamûlun ma’nâsı hâk gibi vaz’ ve zillet, ve defn-i vücûddan murâd, terk-i

esbâb-ı sît ve şöhrettir. Hatta beyne’n-nâs iştihârdan sonra da ihtiyâr-ı sülûk olunsa yine

iltizâm-ı tevâzu’ adem-i rü’yet-i nefs vâcib olur. Zîrâ türâb gibi zelîl olmayan gönülde

nebât-ı hikmet bitmez. Tahte’l-arz medfûn olmayan dâne nâbit olsa bile nâfi olamaz.

Evvel-i sülûkünde ve bidâyet-i hâlinde esbâb-ı şöhrete münhemik olan sâlik, nihâyet-i

emrinde pek az felâh bulur. Çünkü ihlâsın derece-i tahakkuku hamûlun mertebe-i husûlü

ile mütenâsiptir.(el-Muhkem,s. 27)

“Ârif-i Rabbâni Eyyûb-i Sahtiyâni hazretleri de: “Ancak Cenâb-ı Hâlika sâdık

olan abd-i hâlis mekânının bilinmemesiyle mesrûr olan kimsedir.” demiştir. Bana

vasiyyet buyurun diyen bir racüle Bişr bin Hars (ö.227/841) hazretleri: “Nâm ve şânını

ihmâl ve met’ûmâtını helâl et” cevâbını vermiştir. Ba’zı ârifîn: “Beyne’l-halk ma’rûf

olmaklığı seven kimse neşve-i uhrâ hâlâvetini bulamaz” buyurmuştur” (el-Muhkem,

s.28 )

“Şân ve isti’lâya muhabbetin ve intişâr-ı şöhretin en büyük mazarratı sermâye-

i saâdet olan ihlâs-ı ibâdeti ihlâl etmesidir. Zîrâ إلا عبادك منهم nazm-ı 170 المخلصين

170 Sa’d, 38/83 (Ancak ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.)

70

celîlince bâis-i fevz ve felâh olan ihlâs muâmelât-ı halktan ihrâc-ı halk etmektir” (el-

Muhkem, s.28 )

Ahmed Mâhir Efendi ihlâsı kazandıran sebeplere sarılmanın kerâmet peşinde

koşmaktan daha hayırlı olduğunu söylemektedir:

“İnsânın riyâ, sû’-i hulk, müdâhene, hubb-i riyâset ve câh gibi uyûb-i

nefsâniyyesine vâkıf olarak riyâzat ve mücâhede ve ibâdetle onu izâleye himmet ve

esbâb-ı ihlâsı istikmâle gayret eylemesi hafâyâ-yı kader ve letâif-i iber, esrâr-ı ilâhîyye

ve maârif-i ledünniyye kerâmât-ı kevniyye ve mükâşefât-ı kalbiyye gibi guyûb-ı

melekûtiyyeti şuhûd ve ma’rifetten (İzâle-i uyûb muktezâ-yı taleb-i sübhânî ve keşf-i

guyûb ise mübteğâ-yı emel-i nefsânî olduğu için) elbette hayırlıdır.” (el-Muhkem, s.70)

3.11. Kerâmet

“Kerâmet, ikrâm, kerem, lütuf ve ihsân demektir. Mü'min bir kulda harikulade

hâlin zuhur etmesine "kerâmet" adı verilir. Ehl-i sünnet ulemâsı kerâmetin hak

olduğunda müttefiktir. Kerâmet ehli, amel-i sâlih sâhibi, inançlı bir mü'min olmalıdır.

İnancı olmayan insanlarda görülen olağan üstü hâllere kerâmet değil, istidrac, sihir veya

mekr adı verilir.

Peygamberlerin gösterdikleri olağanüstü şeylere ise mûcize denir. Ancak mûcize

peygamber tarafından hasımlarla çekişme, münâzara sırasında peygamberliğini te’yîd

için gösterilir. Peygamber istediği zaman mu’cize izhârına muktedirdir ve mûcizenin

izharı vâcibdir. Kerâmetin ise gizliliği, yâni izmârı gereklidir. Mûcize de, kerâmet de

bütün fiiller gibi Allâh'a âittir.171

Sûfîler genellikle kerâmeti kevnî ve hakîkî olmak üzere ikiye ayırırlar. Kevnî

kerâmet, bâzı olağanüstü hâller göstermektir. Havada uçmak, denizde yürümek,

gönülden geçeni bilmek gibi. Hakîkî kerâmet ise ilim, ma'rifet ve ahlâkla ilgili

olağanüstü bir mazhariyettir. Mürîdlerin hâllerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve

bilgisiyle, iffet ve mehâbetiyle etkili olup, insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar

kazandırmaktır. Bu tür kerâmete ilmî ve mânevî kerâmet de denilir. Sûfîlerin îtibâr ettiği

kerâmet bu tür kerâmettir. Halkın îtibâr ettiği ise kevnî kerâmettir. Halk şeyhinde veya 171 Cebecioğlu, a.g.e kerâmet mad.

71

velîlerde o tür kerâmetler görmek ister. Sûfîler ise onun bir "mekr-i ilâhî" olmasından

korkarlar.172

Bâzı sûfîler kerâmeti, kendilerine mânevî yolda engel ve hicab olarak

görürler ve bunun bir mekr-i ilâhî olmasından endişe duyarlar. Nitekim mürîdleriyle

berâber bir tenezzühe çıkan Ebû Hafs Haddâd'ın gönlünden şöyle geçer: "Keşke bir

koyunum olsa da misafirlerime onu kesip ikrâm etsem." Bu düşünce gönlünden geçer

geçmez, dağdan bir ceylan koşarak gelir ve başını Haddâd'ın dizine koyar. Bu hâli gören

Haddâd ağlayarak: "Kendimi niyâzı istidrâc olarak kabûl edilen Fir'avn durumuna

düşmüş sandım." der.”173

“Tasavvuf mâ-verâe'l-akl bir ilimdir. Felsefe ve mantık gibi tamamen akla

dayanan aklî bir ilim değildir. Akıl-üstü, kalb ve vicdân ilmidir. Nasıl kelâm ilmi, dînî

nasların şerh ve yorumunda aklı bir araç olarak kullanırsa, tasavvuf da keşf ve ilham

denilen bilgi kaynağından yararlanır. "Tasavvuf akıl-üstü bir ilimdir," derken

tasavvufun tamamen akıl dışı ve mantığı olmayan bir ilim olduğu anlaşılmamalıdır.

Çünkü tasavvufta da birçok şey akılla ifâde edilir. Fakat tasavvuf pür-akılcı bir ilim

değildir. Tasavvuf aklı aşan bir ilim oluşu sebebiyle "kerâmet" gibi husûsî durumlar arz

eder. Kerâmet velîlerde görülen ve taraf-ı ilâhîden verilen özel bir hâldir.” 174

Tasavvufta kerâmet değil istikāmet esastır. Bu yüzden sûfîler “en büyük

kerâmet, istikāmettir..." demişlerdir.

“Sûfiler, kerâmet göstermeyi bir kadının aybaşı kanı (hayzu'r-ricâl) gibi çirkin ve

kaçınılması gereken bir durum olarak görürler. Olgunlaşmamış, henüz olgunluk yolunda

ileryen, irşâd seviyesine ulaşamamış, kişeler de, hayız halinde sayılır. İrşâd ehliyetini

kazanınca artık er kişiler olurlar (rical). Bu mânâda olmak üzere, olgun kadınlara da,

racül yani er kişi denir.”175

172 Cebecioğlu, a.g.e kerâmet mad. 173 Cebecioğlu, , a.g.e kerâmet maddesi.

174 YILMAZ, H. Kamil , Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar; İst. 1997, s.21

175 Cebecioğlu, a.g.e. Hayzu'r-ricâl” maddesi

72

Sehl b. Abdullah Tüsterî -kuddise sirrûh- şöyle derdi: “Kerâmetlerin en

büyüğü kötü huyları, iyi huylarla değiştirmektir. Kerâmet, oyalansnlar diye ağlayan

çocuklara verilen bir haşhaştır. Bunu büyük velîler değil, küçükleri ister. Bununla onlar

oyalanır.176

Beyazid-i Bestâmî şöyle anlatır: Bir gün Dicle nehrine vardım. Dicle'nin iki

yakası, bana yol vermek için birleşti. Ben: And olsun ki, ben, buna kanmam. Zira öte

tarafta sandalcılar bir adamı yarım akçeye geçiriyorlar. Otuz senelik ömrümü yarım

akçeye verip ziyân etmem. Bana Kerîm lâzım, kerâmet değil!177

Bâyezîd-i Bestâmî'ye dediler ki: Su üzerinde yürüyormuşsun! O: Bir çöp de

su üstünde yüzer. Havada uçuyormuşsun! Kuşlar da havada uçar. Bir gecede tayy-i

mekânla Kâbe'ye gidip geliyormuşsun! Bir cin de bir gecde Hindistan'dan Demâvend'e

gidiyor. O halde, erler için önemli olan nedir? Hak Teâlâ'dan başka kimseye gönül

bağlamamak!...178

Bâyezîd-i Bestâmî yolda yürürken, arkasında bastığı yerlere basarak

yürümeye çalışan bir genç gördü. Bir yandan da: -Şeyh, adım adım böyle takip edilir,

diyordu. Bâyezîd-i Bestâmî'nin üstünde bir kürk vardı. Genç: -Ey Şeyh, şu kürkünün

bir parçasını bana ver ki sendeki bereket ve feyizler, bana da ulaşsın, dedi. Beyazid: -Şu

postu ve kürkü değil, bizzat Bâyezîd'in derisini giysen; Beyazıd'ın yaptığını yapmadıkça

hiçbir faydasını göremezsin, dedi.179

“İmam-ı A'zam Ebu Hanîfe ilk zamanlarında yün elbise giyer, uzleti tercih eder

ve münzevî bir hayat yaşardı. Bu minval üzere günleri geçerken, bir gün rüyasında

176 Kuşeyrî, a.g.e s: 49

177Attar, a.g.e , s: 217

178 Attâr , a.g.e. s. 235-236

179 Attâr, , a.g.e. s: 224

73

gördüğü Peygamber Efendimiz, ona: -Senin halk arasında olman gerekli, sünnetimin

ihya edilmesinin sebebi sen olacaksın! buyurdu. İşte o zamandan itibâren inzivâ

hayâtını terk etti. Bir daha hiç pahalı elbise giymedi. Kendisini Peygamber Efendimizin

sünnetini tahkîk ve neşr etmeye verdi.”180

“Ebu Süleyman Dârânî der ki: -Nice zaman kalbime, sûfîler tâifesine mahsus

nükte ve hikmetler düşer. Nefsimin beni aldatmasından korktuğum için Kitâb ve

sünnette, bunların sıhhatine delâlet eden iki âdil şâhid bulmadıkça onları kabûl

etmem.”181

“Harrâz şöyle der: Muhlisler mürîd değil murâddırlar. Mevlâları bunları seçmiş,

onlar üzerindeki ni’meti tamamlamış, onlar için kerâmet hazırlamış, onlardan istek

(taleb)'i kaldırmıştır. Sırf ictibâ, kulun kazanmasına bağlı değildir. Bu, murad (istenen),

mahbûb (sevgili)'un hâlidir. Kulun çalışması olmadan, Allâh nimetini kendiliğinden,

hibe olarak da verir.”182

Şu beyitler de kerâmet konusunda aydınlatıcı sözlerdir.

Gerçek bu söz yarenler,

Gördüm demez görenler,

Kerâmete erenler,

Gizli sirrin açar mi? (Üftade )

“Hararet nârdadır, sacda değildir,

Kerâmet hırkada, taçda değildir,

Her ne arar isen kendinde ara

Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.” “Hacı Bektâş-ı Velî”

180 Hucvîrî, a.g.e. s: 126 181Kuşeyrî', a.g.e. s: 94 182 Cebecioğlu, a.g.e. ictibâ maddesi.

74

“Ârifin hâlini ta’rîf ne hâcet,

Efsâne sözlerden eyle feragat.

Nerdedir, bir göster, sâhib-kerâmet?

Ali çokdur, Şâh-ı Merdân bulunmaz.” Türâbî

Mekr de “hile, tuzak anlamında Arapça bir kelimedir.. Allâh'a isyan yolunda

olmakla birlikte, nimetlerin devâm etmesi. Veya su-i edeb üzere olmakla birlikte

Allâh'ın nimetlerinin kesilmemesi, yerli yersiz kerâmet gösterisine kalkışmak. Kur’ân-ı

Kerim'de Allâh, "Nefsinizi tezkiye ediniz, hanginizin takvâ sahibi olduğunu, Allâh çok

iyi bilir" (Necm/32). "Onlar tuzak kurarlar, Allâh da kurar, halbuki Allâh, tuzak

kuranların en hayırlısıdır" (Al-i imran/54). "Onlar bir tuzak kurarlar, halbuki onların

farkına varmadıkları şekilde, biz de tuzak kurmaktayız" (Nemi/50). Peygamberler,

makāmlarının yüksekliklerine rağmen Allâh'ın mekrinden korkarlar. Mekr, açıkta

görünenin aksine, gizli kalan bir durumdur. Bunun ne olduğundan, kimse emin ve

ma'lûmât sahibi değildir. Câhil kimseler, sâhib olduğu îmân ile gurûra kapılır. Kendini

kurtuldum sanır, amelinin kabûl edilip edilmediğini düşünemez. Allâh, onun

düşündüğünün zıddına bir hüküm sahibidir. işte bunları düşünecek olursak, hangi halde

olursak olalım, gereğinden fazla güven hissine kapılmamak gerekir. Ancak Allâh'dan

ümîdvâr olmamak da günahtır. Bu durumda bir kulun, Allâh karşısında hafv ve recâ

arasında (korku ve ümîd) duygularla dolu olması gerekir. 183

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre mürîdler ve sâlikler keşf u kerâmet ve sırlara

kavuşmak için amellerine güvenir.

Her iki zümreyi de “hakîkat” terâzisinde tartan Ahmed Mâhir Efendi onların

merdûd veya mezmûm olacakları hükmünü çıkarmıştır. Çünkü amele güvenmek her iki

kısım için nefse pay çıkarmak fiileri ve amelleri nefsin kudretine vermek demektir ki bu

tasvib edilecek bir durum değildir. Böyle kimseler kınanır. Bu , “nefsi rü’yet ve efâl ve

a’mâli ona nisbetten neş’et ettiği için gayr-ı makbûl ve ehli dâimâ melûmdur.” (el-

Muhkem s.7)

183 Cebcioğlu, ag.e. mekr. maddesi..

75

Buradan şunu anlıyoruz ki yaptığı amel karşısında cenneti garanti gören

cehennemden uzaklaşmayı uman kimse ile hasenâtının neticesinde keşf u kerâmet

bekleyen arasında fark yoktur. Bu zahid olmuş sûfî olmuş fark etmez. Nefis fâil olarak

görüldüğü müddetçe sonuç aynıdır.

“İnsânın riyâ, sû’-i hulk, müdâhene, hubb-i riyâset ve câh gibi uyûb-i

nefsâniyyesine vâkıf olarak riyâzat ve mücâhede ve ibâdetle onu izâleye himmet ve

esbâb-ı ihlâsı istikmâle gayret eylemesi hafâyâ-yı kader ve letâif-i iber, esrâr-ı ilâhîyye

ve maârif-i ledünniyye kerâmât-ı kevniyye ve mükâşefât-ı kalbiyye gibi guyûb-ı

melekûtiyyeti şuhûd ve ma’rifetten (İzâle-i uyûb muktezâ-yı taleb-i sübhânî ve keşf-i

guyûb ise mübteğâ-yı emel-i nefsânî olduğu için) elbette hayırlıdır (el-Muhkem s. 70)

“Çünkü ibâdetle keşf-i guyûb arzûsuna düşmek ubûdiyetle istihsâl-i rızâ-yı ilâhî

etmeye münâfî olur. Ve hamyâze-i kerâmete mübtelâ olan gönül de zevk-i vuslattan

mahrum olur. İnsân-ı kâmile lâzım olan ise tâlib-i kerâmet olmak değil râğib-i istikāmet

olmaktır. Zîrâ kerâmet matlûb-ı ibâd, istikāmet matlûb-ı Rabb bî-endâd olduğundan

muvâfık-ı rızâ-yı ilâhî olan istikāmet mutâbık-ı rızâ-yı abd-i mübâhi bulunan kerâmete

tercîh olunmalıdır ki vazîfe-i ubûdiyyet tamâmiyle îfâ olunmuş ve husûl-i istikāmet

içinde meâyıb-i nefsâniyeye vukûf ve izâlesine himmet edilmelidir ki tâ ki âfâttan safâ-

yı a’mâl kudûrâttan negâ-yı ahvâl hâsıl olmakla mir’ât-ı zâttan gubâr-ı cehl ve gurûr

müntefî, ve silsile-i vâridâttan mevâdd-ı şurûr munkatı’ olmuş olsun.” (el-Muhkem s.

70)

el-Hikemü’l-Atâiyye’de kerâmet konusu şu hikmette anlatılmaktadır.

“Himem-i sâbıka Cenâb-ı Kird-gâr’ın mukedderât-ı sübhânîyyesi esvârını hark

ve tahrîb edemez.” (el-Muhkem s.10)

“Burada himmet-i sâbıkadan murâd, eşyâda biiznillâhi Teâlâ müessir olan kuvâ-

yı nefstir ki evliyâ-ı ârifîne nisbetle kerâmet ve sâhir ve âin gibi gayra izâfetle istidrâc

ve ihânet olur. (el-Muhkem s.10)

76

“Himmetin kerâmet veyahut istidrâc ve ihânet sûretiyle hısn-i hasîn-i takdîre

te’sîri olmazsa himmet-i âdiyyenin mukadderât-ı ezeliyyeye karşı ne hükmü olabilir?

Binâenaleyh bu hikmet hikmet-i sâbıkayı ta’lîl gibidir. Sûr bir şehri düşmandan

muhâfaza için yapılmış dâiren-mâdâr müstahkem bir duvar demek oduğundan esvârın

akdâra izâfeti müşebbeh bihin izâfeti kabîlindendir. (el-Muhkem s. 11)

Kerâmet tavsîfi karşısında velîlerin takındıkları edepli tavırlara bir örnek olarak

Ahmed Mâhir Efendi şu hikâyeyi anlatır:

“Ebû’l- Abbâs İbnu’l- Arîfin hikâye-i âtiyesi şu hikmeti tamâmıyla îzâh eder.

Maskıt-i ra’si Sikliya ve mevtıni Bağdât; sinni doksân râddesini mütecâviz, henüz

efendisi kendisini bi’l-iltizâm âzâd etmemiş Ebû Hayr denilmekle meşhûr diyâr-ı

mağribte muammerîni islâmdan bir racül olup bunun vücûdunu tamamıyla cüzzam

illeti müstevlî olduğu ve taaffun etmek iktizâ ettiği hâlde bi’l-akis kendisinden mesâfe-i

baîdede olursa da râhia-i misk istişmâm olunûrdu. Râvi-i müşârun ileyh bu zât-ı âli

kadre mülâki olan bir kimsenin âhiren onun su üzerinde batmıyarak namaz kılmakta

olduğunu gördüğünü söylemesi bundan sonra da mazanne-i kirâmdan Muhammed El-

Esfencî hazretlerini baras illetine mübtelâ olarak müşâhede eylemesi üzerine kemâl-i

hayretle müşârun ileyh hazretlerine hitâben “ey seyyidü’s-sâdât Cenâb-ı Hâliku kâinât

bu belâya mahâl olacak a’dâsından gûyâ kimse bulmadı mı ? kim siz zümre-i evliyâ-yı

kerâmet-i simâttan olduğunuz hâlde onunla sizi mübtelâ etti” dediğini müşârun ileyh

hazretleri cevâben “sükût et sû-i edeb etme” zîrâ ben hazâin-i ihsânât-i ilâhîyyeye

matla’ kılındığımda mesâib ve belâyâdan ziyâde eşref ve efdal hiçbir ni’met-i

ilâhîyyeye tesâdüf etmediğim için bu hâli ben istedim de öyle hâsıl oldu . eğer sen

seyyidü’z-zühhâd kutbı’l- ibâd imâmu’l- evtâd olan zât-ı irfân-nihâdı Tarsusta vâki’ bir

cebelin ğârında mübtelâ olduğu illetten dolayı vücûdundaki etlerin ve derilerin

dökülmekte ve göz göz olmuş olan bedenin her tarafından kanların ve irinlerin akmakta

ve sinekler ve karıncaların vücûdunu devr ve tavâf etmekte olduğunu ve gecenin

hulûluyle berâber yine bu hâle ve zikr-i Melik-i Müteâle ve şükr-i câlibu’n-nevâle

kanâat etmeyerek kendisini demir zincirlere şedd ü bend ile kıblegâh-ı hakîkate

müteveccihen sabaha kadar oturmak üzere bulunduğunu ve âmme-i ömrünü bu sûretle

77

geçirdiğini görse idin acaba ne der idin” buyurmuş olduğunu hikâye etti. (el-Muhkem

s.23)

3.12 Sohbet

Sohbet, arkadaşlık musâhiplik dostluk ahbaplık yoldaşlık ve mürîdlik ma’nâsına

gelir .184 “İki veya daha çok kimse arasında karşılıklı olarak dostça, arkadaşça yapılan

konuşma, hasbihal, musâhabe.“Allâh’a gönül veren insanların bir araya gelip her an

O’nunla berâber olduklarını bilmenin edebi ve huzûru içinde, şeylerinin veya

aralarından ehil birinin yönlendirmesiyle yaptıkları ârifâne söyleşme ve hâlleşme:”185

“İlk sûfîler sohbete büyük önem verir, tasavvufî bilgileri ehil ve hevesli

gördükleri muhiblerine özel sohbetlerle aktarır eğitim ve öğretimde sohbeti esâs

alırlardı. Sohbette istifâde edilen sûfîye “Şeyh-i Sohbet” istifâde edene “Sâhib” denirdi.

Sohbetin zıddı uzlet ve halvettir. Ba’zı sûfîler ve tarîkatlar önceliği uzlete ve halvete

bazıları ise sohbete verir. Mevlevilikte ve Nakşîbendîlikte sohbet bir tarîkat esâsıdır.”186

Tasavvufta sohbetin önemini, Kelâbâzî’nin eseri “Taarruf’u nasıl yazdığını

anlattığı şu cümlelerden anlıyoruz: “Bu kitâbı tasavvuf konusunda ehliyetli olan bir çok

âlimin kitâbını inceledikten ve tasavvufun hakîkatini bilenlerin menkıbelerini

araştırdıktan ve sûfîlerle sohbet ederek kendilerine sorular sorduktan sonra te´lîf

ettim”187

“Sohbetten maksat sırf Allâh için kurulan dostluk ve dava arkadaşlığıdır.

(Sohbet-i fillâh, uhuvvet-i lillâh)bazı sohbetler ilaç gibi (şeyh ile olan ) bazıları gıdâ gibi

(Din kardeşiyle) bazıları mikrop gibidir(Fâsık ve ve fâcirlerle) 188

“Sohbet üç kısımdır. 1.Üst (mâfevk) olanlarla sohbet .Aslında bu sohbet değil

hizmettir. 2.Ast (Mâdûn) olanlarla sohbet. Bunda metbû olanın tâbî olana şefkat ve

184 Kuşeyrî, a.g.e s. 468 (Uludağ, Dipnot) 185 Misâlli Büyük Türkçe Sözlük (Kubbealtı Lügatı) Sohbet maddesi. 186 Uludağ, TTS s. 436 187 Kelâbâzî, a.g. e. S. 49 188 Kuşeyrî, a.g.e s. 468

78

merhametle tâbî olanın da metbû olana hürmet ve itâatle muâmele etmesi îcâb eder.

3.Emsâl ve akrân olanların yekdiğeri ile sohbet. Bu nev’i arkadaşlık îsâr ve fütüvvet

esâsı üzerine kurulur.” 189

“Mûsil-i hakîkat bulunan (hakîkate eriştirecek olan) turuk-ı aliyyeden her birinin

hizmet ve sohbet nâmıyle iki rüknü vardır” “190

Bâyezid Bistâmî’ye “Bulmuş olduğun şeyi ne ile buldun” diye sorulunca Ulu ve

yüce Allâh’la güzel sohbette bulunarak ve ıssız yerlerde bile edebe riâyet ederek”

demiştir.191

Yahyâ b.Muâz “Sohbetin sermâyesi ve esâsı samîmiyet ve rahat

münâsebettir.”192 demiştir.

“Mürîdin şeyhi ile sohbet ederek pek çok hayırları elde etmesi mümkündür.”193

Muhakkak ehli ile sohbet etmek bâtındaki kapalı gözenekleri açar. Sohbetle

insan hâdiselerin hakîkatini kavrar. Güçlüklerin nasıl aşılacağını öğrenir.194

Ebû Abdullah Antâkî, “Doğru insanların sohbetinde bulunduğunuz zaman

doğru olun. Çünkü onlar kalp câsusudur (...) onlardan hiçbir şey gizleyemezsiniz...”195

“İnsanın tek başına halvet ve uzlette yaşaması yanında kötü arkadaşın

bulunmasından hayırlıdır. Kişinin iyi ve temiz arkadaşlarla birlikte olması ise uzlette tek

başına yaşamasından hayırlıdır.”196

Ebû Osmân Mağribî ““Fakirle düşüp kalkmaktan el çekip zenginlerle sohbeti

tercîh edeni rûhî ve kalbî ölüme ve körlüğe mübtelâ kılarlar.”197 Sohbetten sorulunca

189 Kuşeyrî, a.g.e s. 468 190 Misâlli..a.g. sözlük (Tâhir Olgun’dan). 191 Hucvîrî, a.g.e. s 480 192 Hucvîrî, a.g.e. s 482 193 Sühreverdî, a.g.e s.123 194 Sühreverdî, a.g.e s. 531 195 Kelâbâzî, a.g.e s.56 196 Sühreverdî, a.g.e s. 536

79

dedi ki:” İyi bir sohbet odur ki senin olan şeyi Müslüman kardeşlerinin istifâdesine

sunar onların olan şeye tamah etmez onlardan gelen cefâya katlanırsın. Onlara karşı

insaflı davranır onlardan insâflı davranmalarını beklemez onlara itâat eder onları

kendine tâbî bilmez onlardan sana gelen her şeyi ve iyiliği büyük görür ve çok sayar.

Senden onlara ulaşan her şeyi ve iyiliği gâyet az ve pek önemsiz sayarsın.”198

“Ebû Bekr Saydalânî : Hakk ile sohbet ediniz. Buna gücünüz yetmezse Hakk

Teâlâ ile sohbet edenlerle sohbet ediniz ki onlar vâsıtasıyla Hakk ile sohbetin feyzi size

de ulaşsın.” demiştir. 199

“Şiblî “Allâh Teâlâ ile sohbet üç kısımdır. Allâh’ın lütfunu kendi kusûrunu ve

halkın mâzeretini görmek. Halkı mâzur gör.Çünkü mahlûkāttan sâdır olan her şey

Hakk’ın irâdesi ile olur. Bütün kâinât O’nun kudreti ve hükmü altında mecbûr bir

vaziyettedir. Kendi kusûrunu gör ki Hakk’ın lütfunu yâd etsin” demiştir. 200

Tasavvuf Edebiyâtımızda sohbet ile ilgili bir çok şiir-beyit vardır. Kendi

târihimizde tekke ve tarîkatların tasavvufun kültürümüze yansıması bakımından bu

örneklerin çokluğu önemlidir.

Erzurumlu Emrah’a göre Allâh Dostlarının konuşması sözleri büyük bir iksirdir:

İksir-i âzamdır nutk-ı ehlullâh

Yek nazarda hâki kimyâ ederler

Hakk’ın esrârından anlardır âgâh

Velâkin sûrette ihfâ ederler.

Yûnus’un şiirleri başlı başına bir değerdir:

“Sûfîlere sohbet gerek, Ahîlere ahret gerek

Mecnûnlara Leylâ gerek, bana seni gerek seni”

197 Attâr, a.g.e. s. 782 198 Attâr , a.g.e s. 783 199 Câmî, Abdurrahmân, Nefehâtü’l-Üns Haz. S.Uludağ-M.Kara İst.1998 s. 329; Kuşeyrî, a.g.e s. 473 200 Câmî, a.g.e. s. 220

80

“Âb-ı hayatın çeşmesi âşıkların visâlidir

Sohbeti aşk ile eder, susamışları yakmaya

Aşk mı derim ben ona Tanrının uçmağın seve

Uçmak hod bir tuzaktır eblehler canın tutmağa”

Tezimize konu olan Hikem-i Atâiyye şârihi de sohbet konusunu işlemiştir.

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre, nefsin ayıplarını bilme yollarından biri de sohbet ehli

sâdık bir arkadaştır. Çünkü böyle bir dost, kişinin amelî noksânlarını kemâle çıkarır.

Aynı zamanda ayıp hâllerini giderir.

“Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir…İkincisi sadîk-i

sadûk ve refîk-i halûktur ki musâhabet-i cân-fezâ ve irşâdât-ı hakîkat-pîrâsıyla

musâhabân ve ahillâsını nevâkıs-ı a’mâlden kemâle ve meâyıb-ı ahvâlden hayyiz-i

zevâle çıkarırlar. Muhabbet ve refâkatleri iğrâz-ı nefsâniyyeden hâlî olmayan ihvân-ı

zamân ise mûcib-i suâl olmaz.” (el-Muhkem s. 70 )

Ahmed Mâhir Efendi sohbet konusunu, Hikem-i Atâiyye’deki “Hâli ve yaşayışı

kişiye feyz ve hamle vermeyen, kāl ve sözü Allâh’a götürmeyen kimse ile sohbet

edilmemesine dâir olan” 46. hikmeti,

ال تصحب من ال ينهضك حاله وال يدلك على اهللا مقاله

“Ey tâlib-i hakîkat! Hâli sana feyz-efzâ-yı terakkî, ve makāli Cenâb-ı Hakk’a

delâlet-nümâ-yı telâkî olmayan kimse ile hem-bezm ünsâ-üns-i sohbet olma.”, (El-

Muhkem s.94) nazmen de

“Sakın şol şahıs ile hem-bezm-i sohbet olma ey dervîş

Özü feyz-âver-i himmet sözü Allâh’a dâll olmaz” (El-Muhkem s.94) şeklinde

tercüme etmiştir.

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre sohbet, tarîkatlerin önemli bir gördükleri bir

usûldür. Hakk yolunda giden sâliklerin Bir şeyhe intisab ile, onun mürîdi olmak

81

anlamında bir “mürşid-i inâbeti” bir de “sohbet şeyhi” vardır. Sohbetin mânevî

faydaları , yüksek menfaatleri bulunmaktadır. Bu yüzden tarîkat erbâbı sohbet üzerinde

ısrârla durmuşlardır.

“Tarîkat-ı aliyyenin usûl-i müttehizesinden biri de sohbettir. Öteden beri her

sâlik-i râh-ı Hüdânın bir mürşid-i inâbeti olduğu gibi bir de şeyh-i sohbeti bulunmuştur.

Zîrâ sohbetin fevâid-i ma’neviyye ve menâfi’-i seniyyesi olduğu vâreste-i reyb ve

gümân ve evvel ve âhir erbâb-ı tarîkat onun üzerinde müstemirru’l-cereyândır.” (El-

Muhkem s.94)

Sohbetin en önemli faydası belki en büyüğü de sohbete katılanların hâl ve

harekâtının mânen ilerleyebilmesi geliştirilebilmesidir. Sohbette konuşulan kelimelerin

sözlerin de Allâh’a kılavuzlar mâhiyette olması gerekmektedir. Hâl ve kâl i’tibâriyle

kişiyi terakkî ettirmeyen sohbetten hayır gelmez.

“Fevâid-i sohbetten biri ve belki ekberi hâlen ifâza-i himmet ve makālen

Cenâb-ı Hakk’a delâlettir.” (El-Muhkem s.94)

Sühreverdî’ye âit şu sözler de Mâhir Efendi’nin kanaatini te´yîd eder

mâhiyettedir. “İnsanın tek başına halvet ve uzlette yaşaması yanında kötü arkadaşın

bulunmasından hayırlıdır. Kişinin iyi ve temiz arkadaşlarla birlikte olması ise uzlette tek

başına yaşamasından hayırlıdır.”201

“Evliyâullâhın serfirâzı Yûsuf bin Hüseyin Râzî (ö. 304/916) hazretleri bu

hakîkata işâretle “Maâsinin topu bende mevcûd olarak huzûrullâha varmak zerre kadar

belki zerreden kemter tasannu’ ile Cenâb-ı Hakk’a mülâkî olmaktan daha hayırlıdır”202

buyurmuştur.

Sohbette samîmî olmak esâstır. Her türlü tasannu’ ve yapmacıklıktan arınmış

bir sohbet sohbettir. Ahmed Mâhir Efendi bununla alakalı bazı iktibâslar yapmıştır:

201 Sühreverdî, a.g.e s. 536 202 Attâr, a.g.e , s.411,

82

“Ba’zı urefânın kendisine esdikāsından birine işâretle “Filan kimse seni pek

ziyâde seviyor ve her ân medh ü senânızda bulunuyor” diyen bir kimseye cevâben:

“Bilirim o benim dostumdur fakat adâveti maktû’ olan şeytâna günde bin defa mülâkat

etmek onunla bir kere hem-bezm-i sohbet olmaktan o benim için müdârâ ve ben onun

için tasannu’ etmek mahzûrundan nâşî daha ehvendir.” buyurmuş olduğu da mahkîdir.”.

(El-Muhkem s.95).

“Süfyân-i Sevrî (ö.161/778) aleyhi rahmetü’l-Bârî hazretleri “Nâs ile

muâşeret-i dâimede bulunan âdem müdârâya ve müdârâ yüzünden riyâya mecbûr

olacağından süllem-i terakkîde vâsıl-ı mertebe-i kusvâ olamaz.” buyurdu. (El-Muhkem

s.95)

Sohbet arkadaşlığı yapılacak kimseler, hâli madden ve mânen nümune kabûl

edilecek, parmakla gösterilecek örnek kişiler olmalıdır. Kendileriyle arkadaşlığa lâyık

kimseler sözüyle sazıyla dünyevî ve uhrevî saâdeti netîce verecek fazîlet ve mârifet

ehli kimseler olmalıdır:

“Hem-inân-ı refâkat ve musâhabet olacak zevât ise ahvâli sûrî ve ma’nevî

nümûne nümâ-yı imtisâl, akvâli dünyevî ve uhrevî menfaat-bahş-ı saâdet ve kemâl olan

ashâb-ı fazl ve ma’rifettir”. (El-Muhkem s.96)

Ahmed Mâhir Efendi, Sehl bin Abdullah et-Tusterî’nin sözünden yola çıkarak,

kendisiyle sohbet edilmeyecekler listesinde, şân şöhret peşinde olanları, gafletine esîr

nüfûzlu kimseleri, dalkavuk kurrâ’ları ve câhil mutasavvıfları saymaktadır:

“Sehl bin Abdullah et-Tusterî( ö.273/886) hazretleri de ikbâl ve gafletle

muttasıf müteneffizîn ve kurrâ-i müdahinîn ve cehele-i mutesavvifîn ile muhâsabeti

nehy etmiştir. İllet-i nehy ise bunlarla musâhebetin mûcib-i menfaat olmaktan ziyâde

müstelzim-i mazarrat olmasıdır.” (El-Muhkem s.96)

Ahmed Mâhir Efendi şu beyti iktibâs ederek de sohbetin önemini vurgulamıştır. “Akla mağrûr olma Eflâtûn-i vakt olsan eğer

83

Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mektep ol”203 (el-Muhkem s. 96 )

47. Hikmette Ahmed Mâhir Efendi Hikem-i Atâiyye’deki ربما آنت مسيئا فاراك

ibâresini “Ey sâlik-i tarîkat ba’zı kere sen منكاالحسان منك صحبتك الى من هو اسوأ حاال

isâetkâr olabilirsin fakat senden daha ziyâde sû-i hâl ile muttasıf bir kimse ile sohbet o

isâeti sana ihsân ve mükerremet gösterir.” (El-Muhkem s.97) şeklinde tercüme etmiştir.

Nazmen Tercümesi de şöyledir:

“İsâet üzere de olsan yine mâ-dûn ile sohbet

Edip tezyîn-i sû-i hâlin ihsân gösterir elbet” (El-Muhkem s.97)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre sohbette aslolan kişinin kendinden olgun fâzıl

kimselerle sohbet etmesidir. Bu şekildeki sohbetten ancak istifâde umulur. Kişinin

kendi emsâlleriyle olan sohbeti menfaat ve mazarrat noktasında eşittir. Fakat kendinden

manevî olarak aşağıda bulunan kimselerle yapılan sohbet büyük zararlar içermektedir:

“İnsân kendinden ziyâde erbâb-ı fazl ve kemâle iktirân etmelidir ki istifâde ve

istihsâl-i fâide etsin. Akrân ve emsâliyle musâhabet menfaati mûcib olmazsa da

mazarratı da müstevcib olmaz. Lâkin hâlen ve makālen mâ-dûnu olan kimselerle

hembezm-i ünsâ-üns-i sohbet olmak pek büyük mazarratı müstelzim olacağını işbû

hikmet isbât ediyor. (El-Muhkem s.97)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre aşağı mertebede bulunanların zarar

vermesindeki sebep, altta olanların üsttekilere yaranmak için onların ayıplarını onlara

söylememeleri, onların hep kemâlatını yüzlerine söylemeyi âdet edinmeleridir. İkbâl

kadehiyle sarhoş olan yukarıdaki kimseler de nefislerini okşayan bu durum karşısında

yerinde sayarlar. İlerleyemezler. Bu ise ma’nevî terakkîlerin ve feyizlerin gelmesine

mâni’ bir durumdur. Aynı zamanda bu, bütün hatâların yanlışların başı mesâbesindenir:

“Çünkü mâ-dûn dâimâ uyûbunu setr ve ihfâ ve kemâlini izhâr ile mâ-fevkini memnûn 203 “Nefi”. Soykut, Hilmi, Unutulmaz Mısralar. İst.1968, s.310

84

etmeye çalışır. Sermest-i câm-ı ikbâl olan mâ-fevk ise nefsine hüsn-i zannı bir kemâl

olmakla müteaccib-i a’mâl ve kāni’-i ahvâl olup kalır. Bu ise mâni’-i terakkî ve füyûzât,

üssü’l-esâs-ı hatîâttır. (El-Muhkem s.97)

Ahmed Mâhir Efendi sohbetin feyizli olan kısmını, başka ifâdeyle ilim irfân

sâhibi kimselerle olan sohbeti iki kısma ayırmaktadır: Bunlardan birincisi, müsterşidin

(Mürşid arayan, irşâd edilmek isteyen kimsenin) mürşidiyle olan sohbeti anlamında

“sohbet-i irâde”dir. Bunun bazı şartları vardır. Bu şartların en önemlisi, hepsini özetler

mâhiyette olanı da müsterşidin mürşidi karşısında, tasavvufta çok kullanılan ta’bîrle

“Gassâlın elindeki meyyit” misâli mürşidine tam teslîm olmasıdır. Onun her dediğini

yapması onun emrinden çıkmamasıdır. Feyizli bir sohbet ancak bu şekilde mümkün

olabilir.

“Ashâb-ı irfân ile sohbet de iki kısımdır. Biri sohbet-i irâde diğeri sohbet-i

teberrüktür. Sohbet-i irâde bir müsterşidîn mürşidiyle olan sohbetidir ki bir takım şurûtu

câmi’ olup hülâsası müsterşid olan kimsenin mürşidine karşı gassâl elinde meyyit gibi

olmasıdır. (El-Muhkem s.97)

İkinci kısım sohbet de “Sohbet-i teberrük”tür. Sâhibin(sohbete iştirak eden,

mürîdin) kendisine sohbet eden şeyhinin meslek ve meşrebini taklîd etmesi, O’nun gibi

giyinmesi, konuşması onun gibi hareket etmesi anlamında O’na benzemeye

çalışmasıdır. Bu tür sohbet ehli için benzemedeki isâbet, sohbetin de istifâdesi anlamına

gelmektedir. Çünkü Hz. Peygamber “Kim bir kavme benzerse onlardandır”

buyurmuştur. Mürîd de mürşidine banzemek isteyeceği için ne kadar O’nu iyi taklîd

ederse o kadar sohbetten feyiz alabilecektir:

“Sohbet-i teberrük ise şurût ile mukayyet olmayıp yalnız sâhib olan kimsenin

maksadı mashûbunun meslek ve meşrebinde olmak ve onun ziyy ve kıyâfet ve vaz’ ve

hareketini takınmak sebebiyle 204من تشبه قوما فهو منهم mantûkunca âsâr-ı teşebbüh ve

teberrükten hissedâr-ı feyz ve fütûhât olmaktır.” (El-Muhkem s.97)

204 Ebû Dâvud, Libâs, 4; Müsned, II ,50 “Kim bir kavme benzerse onlardandır.”

85

Sohbetlerde kaçırılmaması gereken nokta her türlü maddî mânevî zararın

olmamasıdır. Birbirine uyumlu olmak birbirini rahatsız etmemek de sohbetin

şartlarındandır. Ayrıca sohbetler meşrû şeyler etrâfında yapılırsa câizdir. Yoksa meşrû’

olmayan sohbetler zâten her türlü feyizden mahrûmdur:

“Fakat her iki sohbette de sûrî ve ma’nevî mazarattan vâreste olmak hükmü

şart-ı kâide-i i´tilâf ve dâire-i meşrûa hâricinde sohbet ve muvânesetin câiz olamayacağı

da vâreste-i iştibâh ve ihtilâftır.” (El-Muhkem s.97)

Ahmed Mâhir Efendi, konu ile alakalı Mevlânâ’dan “Hakîm bir zâttan

hikmet talebinde bulun ki onun himmetiyle sen de görür ve bilir bir adam olasın.”

anlamındaki şu beyitleri iktibâs etmiştir:

205تا ازو آردى تو بينا و عليم * طالب حكمت شو از مرد حكيم

Burada hakîm zâttan taleb edilen hikmetten kasıt herhalde onun sohbetinden müstefîd

olmaktır.

37. Hikmetin şerhinde de “nefsinden râzı olmayan bir câhille arkadaşlık

yapmanın, nefsinden râzı olan bir âlimle arkadaşlık yapmakdan daha hayırlı” olduğunu

anlatan hikmetin şerhinde sohbet ve arkadaşlık yapılacak kimselerin nefsinden râzı

olmayan kişiler olduğunu, velev ki ilim sahibi de olsa nefsinden râzı olan kişilerin

sohbet edilecek arkadaşlık edilecek kimseler olmadığını îzâh etmiştir:

“Ey âkıl-ı nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i

hodbîn hem-bezem sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır. Zîrâ âlim-i hodbîn için

hangi ilm-i nâfi’ ve rızâ-yı nefsini terk ile ehl-i yakîn olan câhil için nasıl cehl-i muzırr

olur.” (El-Muhkem s.78)

Nazmen Tercümesin de şöyledir.

205 “Mevlânâ”, Bkz. Tâhir Büyükkörükçü, Hakîkî Vechesiyle Mevlânâ ve Mesnevî, Konya, 1959, s.138 “Hakîm bir zattan hikmet talebinde bulun ki onun himmetiyle sen de görür ve bilir bir adam olasın.”

86

“Rızâ-yı nefsini terk eyleyen câhil ile sohbet,

Olur hayr âlim-i hodbîn ile sohbetten

Nasıl âlim olur nefs-i leîminden olan râzı,

Teberrî eyleyen câhil olur mu nefse hizmetten” (El-Muhkem s.78)

Ahmed Mâhir Efendi bütün rezâletlerin nefsin dediklerine râzı olmaktan

dolayı meydana geldiğini, bu yanlışa da çoğunlukla zâhirî ilimlerle uğraşan kendini

beğenmişlerin düştüğünü, sohbetten umulan faydanın kemâlâtı elde etmek ve hâlen

yükselmek olduğunu, nefsine mağlûb ulemânın da bu hareketiyle kendilerinde varlık ve

vücût gördüklerinden ötürü düştükleri büyük cehâletten de yakalarını kurtaramadıkları

için hâl bakımından câhil durumuna düştüklerini bu seviyeye inen bir kimsenin de

sohbetinin fayda vermeyeceğini anlatmıştır:

“Hikmet-i sâbıkada ümm-i rezâilin ancak rızâ-yı nefsten ibâret olduğu beyân

olunup bu da ekser ulûm-ı zâhiriyye ile ittisâf eden hodperestânda hükümrân olduğuna

ve fâide-i sohbet ise istifâde-i kemâl ve istizâde-i hâl olup ulemâ-yı mezkûre her ne

kadar ittisâf-i ilm etmişler ise de kendilerine vücûd vermek gibi bir büyük cehilden

tahlîs-i girîbân edemiyerek hâlen câhil kalmak sebebiyle sohbetleri hiçbir vakitte fâideyi

müstelzim olamayacağına..” (El-Muhkem s.78)

Ahmed Mâhir Efendi câhil kimsenin tevâzu’ ve meskenet ile hareket ettiği

için nefsini her dâim sorguladığını, böylece Rabbinin rızâsını tahsîl etmekle hâl

i’tibâriyle âlim olduğunu, sohbetin feyzi ve insibâğı vesilesiyle onunla sohbet edenin de

bu hâlden istifâde edeceğini belirtmiştir.

Bu yüzden yakîn sâhibi bir câhil âlim olarak, kendini beğenmiş âlim de câhil

olarak isimlendirilmiştir. Buradan çıkan sonuç da kendini aşmış nefsine yenilmemiş bir

cahil ile sohbetin kendini aşamamış bir âlim ile yapılan sohbetten daha verimli ve

feyizli faydalı olduğudur.

87

“..bir câhilse kemâl-i tezellül ve meskenetle bi’l-ittisâf nefsini dâimâ ittihâm ve

tahkîr ve bu vecihle istihsâl-i rızâ-yı Rabb-i Habîr eylemekle hâlen âlim ve tabîatın

sirâyeti ve sohbetin sirkati cihetiyle onun şu hareketi musâhibinin de istifâdesi

müstelzim bulunacağına mebnî işbû hikmette bir âlim-i hodbîn câhil ve bir câhil-i zi’l-

yakîn, âlim-i kâmil mesâbesinde olduğunun beyânıyla öbürünün sohbeti berikinin

musâhabetinden daha hayırlı olacağı ityân olunmuştur.” (El-Muhkem s.78)

Yunus’un beyitleri meseleyi tam îzâh eder mahiyettedir:

“Erenlerin sohbeti, arttırır marifeti

Cahilleri sohbetden, her dem süresim gelir

Miskin Yunusun canı, dört tabiat içinde

Aşk ile can sırrına pinhân varasım gelir”

3.13. Hayâ

Hayâ utanma, kınanma endişesi sebebiyle nefsin bir şeyi yapmaktan veya

yapmamaktan sıkılmasıdur. İki türlü hayâ vardır. 1.Tabiî hayâ mahrem yerlerin

açılmasındam insanın utanması gibi 2. Dînî hayâ. Allâh’tan korkan bir mü’minin günah

işlemekten utanmasıdır.206

Hz.Peygamber hayâ konusunda şöyle buyurmuştur:

“Allâh’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allâh’a karşı gerektiği ölçüde

hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına

alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından dûr etmesin! Âhireti dileyen, dünyânın sûrî

güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o Allâh’tan hakkıyla hayâ etmiş

sayılır.”207 “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!”208

“Îmân yetmiş şu kadar şûbeden ibârettir, hayâ da îmândan bir şûbedir.”209

206 Uludağ. TTS. S. 214 207 Tirmizî, Rekāik 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned 1/387. 208 Buhârî, enbiyâ 54, edeb 78; Ebû Dâvûd, edeb 6; İbn Mâce, zühd 17. 209 Müslim, îmân 57-58; Nesâî, îmân 16.

88

İbn Atâullah, Hikem-i Atâiyye’de “mâsivâllâha meyletmenin Allâh’a karşı haya

eksikliğinden kaynaklandığını anlatmaktadır. el-Muhkem’de de Ahmed Mâhir Efendi

hayâ ile ilgili hikmetin şerhinde konuyla ilgili hikmetteki “mâsivâllâha meyl ve

muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet..” (el-Muhkem s. 55) olduğu

hakîkatini güzel bir anlatımla îzâh etmiştir:

“Rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-yı

ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı ni’met

bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ve kerâmâta ihâle-i

nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âl de terakkiyât-ı dünyevîyye ve

mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-sudûr

olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû-i edepten neş’et eylediğinden

elbette gayr-i makbûldur.” (el-Muhkem s. 55)

Hayâ, nefis tezkiyesinde başarılı olan bir kişinin “hüsnü ve ziyâdeyi ve

kemâl ve saâdeti mûcib olan ahlâk-i îmân” sıfâtlarındandır.

“Tathîr-i kalbe tezkiye-i nefse nâil olan mürîd-i selîmü’l-vicdân mehâsin-i

sıfât ile ittisâf ederek tevâzu’ ve huşû’ ta’zîm liemrillâh ve şefkat alâ halkillâh hıfz-ı

hudûd ve heybet havf ve tezellül ve haşyet ihlâs ve rızâ rü’yet-i minnet gibi âsâr-ı

hamîdeye mazhariyetle hâiz-i mevki-i irfân ve beyne’n-nâs re’fet merhamet leyyin ve

murâfakat sea-i sadr ve şefkat hükm ve siyânet tahammül ve nezâhet vüsûk ve emânet

teennî ve âtıfet vekar ve sehâ cûd ve hayâ beşâşet ve nasîhat gibi hüsnü ve ziyâdeyi ve

kemâl ve saâdeti mûcib olan ahlâk-i îmân ile müşârun bi’l-benân olur. (el-Muhkem s.

75)

Hayânın olmayışı kişinin kötü sıfâtlarının füruâtındandır:

“Sıfât-ı mezmûmenin kibr ve ucb riyâ ve süm’a hıkd ve haset ve hubb-ı câh-ı

müslim ve hubb-ı mâl gibi rezâil-i ahlâk üssü’l-esâsı, ve buğz ve adâvet isti’zâm-ı

ağniyâ ve istihkâr-ı fukarâ, terk-i tevekkül ve vüsûk, ve hafv-ı zevâl-i kader ve

menzilet, şuhh ve buhl ve tûl-ı emel, fahr ve batar, gıll ü gış, tasannu’ ve mubâhât,

müdâhane ve kasvet, fezâzat ve gılzet, cefâ ve gaflet, acele ve hiddet, dıyku’s-sadr ve

89

kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat, taleb-i uluv ve taleb-i riyâset gibi

keyfiyyât-ı deniyye ve ahlâk-ı rediyye onun furûudur.” (el-Muhkem s. 75)

3.14.Cezbe – Ârif

Ahmed Mâhir Efendi cezbe ehli ile âriflerin farklarını şöyle anlatmaktadır.

“Gerçi zümre-i ârifîn de ehl-i şuhûd gibi ehl-i cezbeden iseler de ahvâl-i

vâkılarında şiddet-i temekkünlerinden dolayı cezbe ve aşk ehl-i şuhûdda olduğu gibi

zevâhir-i hâllerinde zâhir ve nümâyân olmaz. Bu sebepten dolayı erbâb-ı hakîkat ehl-i

sülûkun nihâyeti ehl-i cezbenin bidâyeti olduğuna kāil oldular. Cezbe cihetinden a’zam-

ı nâs enbiyâ ve mürselîn olduğu da nigâşte-i sahîfe-i haberdir.”(el-Muhkem s. 66 )

3.15. İlim – Cehl

Ahmed Mâhir Efendi ilimden anlaşılması gereken mânânın da ne olduğunu

anlatmaktadır. O’na göre hakîkî ilim varlık iddiâsını yok etmek, hakîkî vücûd olan

Allâh Teâlâ’yı isbât etmektir. Yokluğun değil varlığın arkasında koşan ilim sâhibi

hâriçte âlim olsa da hakîkatte câhil, ilmi de mânevî bakımından faydasız ve şerrin ta

kendisidir.

“Çünkü ilimden murâd mahv-i vücûd ile Vâcibü’l-Vücûdu isbât etmektir. Bir

ilim ki mahvdan ziyâde vücûd îrâs eder. Mevsûfu olan zât her ne kadar âlim ise de şu

hakîkate câhil, ve ilmi ma’nen şerr-i mahz ve gayr-ı nâfi’dir.” (El-Muhkem s.78)

Bunun tam tersi de cehâlet için geçerlidir. Vücut iddiâsı taşımayan câhil zâhirde

câhil olsa da hâl ilmine vâkıf olduğundan cehâleti hatta faydalıdır. Çünkü ilm-i kāl ilm-

i hâlin delîlidir. Ahmed Mâhir Efendi burada çok güçlü bir mantık kurgusuyla

meseleyi özetlemektedir. Şöyle ki: delîl medlûlu ile değerlidir. Medlûlü olmayan delîle

i’tibâr edilmez. Buna örnek olarak da beden ile rûh ,ilişkisini göstermektedir. Nasıl ki

rûh bedene göre daha kesindir. Beden rûhla kāim olduğu hâlde rûh bedenle kāim olmak

mecbûriyetinde değildir. İşte ilm-i hâl de ilm-i kāl’e göre rûh mesâbesindedir. Kāl

olmadan hâl tahakkuk edebilir. Fakat hâl olmadan kāl tahakkuk edemez. Dolayısıyla kāl

adamları olan ulemânın sohbetleri hâl adamları olan yakine ermiş câhillere göre bir

değer ifâde etmez:

90

“Bir cehl ki mahv-ı vücûdu istilzâm eder. Onun mevsûfu zâhirde câhil olursa da

ilm-i hâle âlim demek olduğundan cehli bu cihetle müfîd ve nâfi’dir. Bir de ilm-i kâl

ilm-i hâlin delîlidir. Bir delîl ki medlûlu olmayan o rûhsuz beden gibidir. Fakat bedensiz

rûhun tahakkuku muhakkak idiğinden rûh mesâbesinde olan ilm-i hâl de beden

mesâbesinde bulunan ilm-i kâlsiz tahakkuk eder de nâfi’ olur.” (El-Muhkem s.79)

Cehâlet sûfîlere göre büyük günâh sayılır.

“İşte bu tahakkuk şecere-i îkān ve irfânın semeresi hilafı ise muâraza-i hüküm

ve zamân olup nezd-i sûfîyyûnda a’zam-ı zünûb-ı hâssa olan cehil ve nâdânînin

netîcesidir.” (El-Muhkem s.50)

37. Hikmetin şerhinde de “nefsinden râzı olmayan bir câhille arkadaşlık

yapmanın, nefsinden râzı olan bir âlimle arkadaşlık yapmakdan daha hayırlı” olduğunu

anlatan Ahmed Mâhir Efendi sohbet ve arkadaşlık yapılacak kimselerin nefsinden râzı

olmayan kişiler olduğunu, velev ki ilim sahibi de olsa nefsinden râzı olan kişilerin

sohbet edilecek arkadaşlık edilecek kimseler olmadığını îzâh etmiştir:

“Ey âkıl-ı nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i hodbîn

hem-bezem sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır. Zîrâ âlim-i hodbîn için hangi

ilm-i nâfi’ ve rızâ-yı nefsini terk ile ehl-i yakîn olan câhil için nasıl cehl-i muzırr olur.”

(El-Muhkem s.78)

Nazmen Tercümesi de şöyledir:

“Rızâ-yı nefsini terk eyleyen câhil ile sohbet,

Olur hayr âlim-i hodbîn ile sohbetten

Nasıl âlim olur nefs-i leîminden olan râzı,

Teberrî eyleyen câhil olur mu nefse hizmetten” (El-Muhkem s.78)

91

3.16. Ayne’l-yakîn - İlme’l-yakîn - Hakka’l-yakîn

el-Muhkem’de 38. Hikmetin şerhinde bu konu ele alınmıştır. “Ey basîret-i dâr-ı

ma’rifet, şua’-ı basîret sana Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyyetini ve ayn-ı basîret de vücûd-ı

ilâhîyyesinden dolayı senin ma’dûmiyyetini ve hakk-ı basîret ise senin ne vücûd ve

ne de ademini belki vücûd-ı sübhânîyi irâe ve işhâd eder.” (el-Muhkem s. 79 )

Nazmen Tercümesi de şöyledir.

“Nûr-ı akl eyler sana işhâd-ı kurb-ı Kird-gâr

Varlığından yokluğunda nûr-i ilm eyler haber

Nûr-i Hakta Zât-ı Pâk-i Hakkı işhâd eyleyip

Varlığından yokluğundan eylemez izhâr-ı eser” (el-Muhkem s.79 )

Ahmed Mâhir Efendi yakîn derecelerini şöyle anlatmaktadır:

“Şua’-ı basîretten murâd nûr-ı akıldır ki ondan ilme’l-yakîn ile ve ayn-ı

basîretten murâd nûr-ı ilimdir ki ondan ayne’l-yakîn ile ve hakk-ı basîretten murâd nûr-

ı haktır ki ondan hakke’l-yakîn ile ta’bîr olunûr.” (el-Muhkem s. 79 )

İlme’l-yakîn ukalâ’ya, mahsûstur:

“Şua’-ı basîret nûr-ı akıl ile nefislerine nazar ederek Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ilâhî

ve ihâta-i kayyûmiyyet-i sübhâniyyesiyle kendilerine karîb olduğunu müşâhede eden

ukalâya..” (el-Muhkem s.79 )

Ayne’l-yakîn ulemâ’ya mahsûstur:

“ayn-ı basîret; nûr-ı ilim ile nefslerinin vücûd-ı samedânîyede mahv ve nabûd

olduğunu anlayan ulemâya..” (el-Muhkem s.79 )

Hakka’l-yakîn âriflere mahsûstur:

92

“hakk-ı basîret; nûr-ı Hak ile Zât-ı pâk-i Hakk-ı şuhûd ile âlemde Allâh’tan gayrı

mevcûd müşâhede edemeyen mütehakkıkîn-i urefâya mahsûstur. (el-Muhkem s.80)

3.17. Hicret

Hicret: Arapça, ayrılık demektir. Beden ülkesini terkedip, rûhlar âlemine göçü

anlatan bir terim. Yerilen huyları terkedip, övülen huyları elde etmek de, "hicret" olarak

tanımlanır.210

el-Hikemü’l-Atâiyye ve onun şerhi olan el-Muhkem’de 44. Hikmetin şerhi ile bir

sonraki 45. hikmet tasavvufun hicrete bakış açısını özetlemektedir.

“Ey tâlib-i hakîkat! Bir kevnden diğer kevne rıhlet edip durma ki bir çok

yürüdüğün hâlde müntehâ-ı intikāli yine ayn-ı mebde’-i irtihâli olan değirmen hımârı

gibi olursun. Belki ekvândan mükevvin-i cihân ve cihâniyân olan Rabbü’l-âlemine

intikāl et. Zâten müntehâ-yı ekvân da o Rabb-i Ğafûr olduğu vâreste-i reyb ü

gümândır.” (el-Muhkem s.91 )

Nazmen Tercümesi:

“Sakın bir kevnden bir kevne rıhlet eyleyip durma

Hurta hûn-i âsâ kim eder bir noktada devrân

Velî ekvândan kıl irtihâl ol Hâliku’l-kevne

O Rabbu’l-izzedir çün müntehâ-yı cümle-i ekvân” (el-Muhkem s.91 )

Buna göre muhâcir ekvândan ( varlık aleminden) Mükevvin’e intikāl eden

hicret eden kişidir.

“Ehl-i fenâ ekvânı mükevvinde ve kâmil-i şuhûd olan ashâb-ı bekā mükevvini

ekvânda müşâhede edenlerdir. Ekvân ile iştiğâli mükevvinden kendisini iğfâl ve işgal

eden hiss-i âdî erbâbı ise tedvîr-i âsiyâb için isti’mâl olunan hayvân kabîlindendir.

Kezâlik âbidînin ibâdâtı da ekvân kabîlinden olup onda vech-i hak gözetilmeyerek 210 Cebecioğlu a.g. e. Hicret md.

93

rü’yet-i halk ile meşûb olursa ibâdât-ı mezkûre de beyne’l-ekvân seyir ve devrândan

ibâret olacağından şer’an mezmûm..” (el-Muhkem s.91 )

“el-Hikemü’l-Atâiyye”de 45.hikmette hicret hadîs-i şerîfi ele alınmıştır. Şerhte

de hicret hadîs-i şerîfi vukûflu bir şekilde şerhedilmiştir. Tasavvufî hadîs şerhleri içine

girebilecek bir yaklaşım sergilenmiştir..

45.hikmet şöyledir:

“Ey sâhib-i nazar! Hayru’l-beşer Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hazretlerinin

“Her kimin niyyeti Cenâb-ı Hâllâk-ı cihâna ve resûl-i zîşâna muhâceret ise onun hicreti

şüphesiz Hüdâya ve Resûl-i Kibriyâya ve her kimin maksadı muhâceret-i istihsâl-i

dünyâ ve tezevvüc-i mer’e-i hüsnâ ise onun hicreti de muhâceret ettiği dünyâ ve mer’e-i

hüsnâyadır.”211 ma’nâsını mütezammın olan fermân-ı risâlet penâhîlerine îm’ân-ı nazar

et de hadîs-i şerîf-i nebevîlerini fehm ve idrâk ve akıl ve şuûrun var ise durmayıp bu

makāl-ı hikmet- meâli teemmül ve istidrâk eyle ! (el-Muhkem s.92 )

Hadîs-i şerîfi şiir diliyle şöyle tercüme edilmiştir.

Bak hadîs-i şeh-i kevneyne teemmül eyle

Ne buyurdu o keremkânı taakkul eyle

Niyyeti Hak ve Resûl-i Hak olan hicretle

Bulur Allâh ile Peygamberi bu niyyetle

Hicreti devlet-i dünyâya zen-i hüsnâya

Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye

Anla bu kavl imâm-ı Rusüli hoş ey dil

Kıl tefekkür onu sen oldun ise ger âkıl (el-Muhkem s.93 )

211 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1; Müslim, İmâre 155, Ebû Dâvud, Talâk 11, Neseî Taharet, 59; İbn Mace, Zühd,56.

94

Ahmed Mâhir Efendi hikmetler arasında irtibat kurarak hadîsin yorumuna

geçmektedir.

“Bu hikmet, hikmet-i sâbıkanın tetimmesidir. Mutazammın olduğu hadîs-i şerîf

de de hikmet-i sâbıkadaki ekvândan mükevvine lüzûm-i irtihâle dâir olan fıkra-i ahîreye

tenbîh ve işâret vardır.Hadîs-i şerîf-i mezkûru Fârûk-ı A’zam Hazreti Ömer rivâyet edip

matlai olan 212 عمال بالنيات وإنما لكل امرئ ما نوى الاcümleleri burada tayy olunmuştur. Bu

cümlelerin ma’nâsı “A’mâl vâbeste-i niyyettir ve her insân için hâsıl da niyyet ettiği fiil

ve harekettir.” Bundan anlaşilıyor ki hüsn-i kabûl hüsn-i niyyete menût ve amel niyyetle

meşrûttur. Şu hâlde hicretten murâdı Hâlıku’l-ibâd ve Resûl-i nübüvvet-nihâd olan

kimse ekvândan mükevvine irtihâl etmiş olur ki maksad ve matlûb da budur. Ve bu da

hadîs-i şerîf-i mezkûrda musarrahtır. Maksad-ı muhâcereti şu iki matlab-ı aksânın gayrı

olan kimse ise beyne’l-ekvân dâir, ve ekvân ile bâkî ve sâir olup onun fırka-i ûlâya

ihsân olunan zevk-i vuslat ve kurbiyyetten nasîbi olamaz. İşte mevzi-i i’tibâr ve

teemmül de burasıdır ve bu da hadîs-i şerîfte musarrah olmayıp huzûz-ı nefsâniyyeden

olan dünyâ ve mer’e-i hüsnâ ile müşârun ileyhtir. Binâenaleyh sâlik-i tarîkat her

hâlikârda âlî himmet olup haktan gayrıye iltifât etmemesi..(gerekmektedir.) (el-Muhkem

s. 94 )

3.18. İnfak

“Harcama, karşılıksız yardım demektir.. Tasavvufta, Hakk yolunda malı ve

canı seve seve fedâ etmektir.”213

31. Hikmet infâk konusunu ele almıştır.

“Ehl-i kudret sea-i hâlince infâk etsin demek olan 214 لينفق ذو سعة من سعته

nazm-ı celîlinin ma’nâ-yı işâretiyle murâd, vâsıl-ı vahdethâne-i Rabbu’l-ibâd ve rızkı

212 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1 213 Uludağ, Süleyman, TTS. s. 248

214 Talak,65/7

95

dar kılınan kimse 215 ومن قدر عليه رزقه ma’nâsına cümle-i Kur’âniyyesinin mantûk-ı

münîfinden müstefâd da sâlik-i tarîk-i Rabb-i endâd olanlardır.” (el-Muhkem s.67 )

Nazmen Tercümesi de şöyledir.

“Ehl-i kudret vüs’at-i hâlince infâk eylesin

Böyle emretti Hüdâ bundan murâdı vâsilîn

Bulunduğundan eylesin infâk rızkı dar olan

İş bu fermânıyla da ma’nâ ricâl-i sâlikîn” (el-Muhkem s.67 )

Ahmed Mâhir Efendi evvelâ âyetin tefsîrini vermektedir.

“Cümle-i ûlânın ma’nâsı erbâb-ı servet ve samândan olan zevc sea-i hâl ve

iktidârı derecesinde zevce-i mutallaka-i murziasını infâk etsin. Cümle-i sâniyenin “men”

kelime-i şartiyyesinin cevâbı olan 216 فلينفق مما آتاه الله cümle-i cüz’iyyesinin

mülâhazasıyla berâber ma’nâsı vüs’at-ı rızka mâlik olmayıp da emr-i intiâşta zarûret

çekenlerde zevce-i mutallıka murzıasını Cenâb-ı Hak ihsân buyurmuş ise ondan infâk

eylesin demektir. (el-Muhkem s. 67 )

Bu hikmette Ahmed Mâhir Efendi’nin ta’bîriyle “vâsıl-ilellâh olanlarla henüz

sâlik-i tarîk-i hakîkat-i iktinâh bulunanların ahvâl-i vâkıalarına işâret olunuyor.” (el-

Muhkem s. 67 )

Sûfîler dünyâyı boşamış kimselerdir. Vuslat ehli belli makāmları geçtikleri için

onlar istedikleri kadar tasarruf ederler.

“Çünkü zümre-i vâsilîn tatlik pîrezen-i dünyâ ile sicn-i rü’yet-i ağyârdan fezâ-

yı vesîatü’l-enhâ-yı tevhîde çıktıkları vakitte nazar-ı istifsâr-ı irfânları mesâfesi tevessü’

etmekle şu sea-i hâlden ashâb-ı isti’dât ve kemâli istedikleri gibi infâk ve telattuf ve

âlem-i tahakkuk ve taayyünlerini arzû ettikleri vecihle tedbîr ve tasarruf ederler. (el-

Muhkem s. 67 )

215 Talak,65/7 216 Talak, 65/7 Allâh’ın ona verdiğinden infâk etsin

96

İşin başındaki sâlikler ise henüz nefsin tuzaklarından kurtulamadıkları için

onlar da kendi iktidârlarına göre “hâl”lerinde tasarruf edebilirler.

“Fırka-i sâlikîn ise henüz makdûru’r- rızk-ı ilim ve irfân ve muzîk-i hayâlât ve

rüsûmda esîr-i dâm-ı nefs ve şeytân olduklarından onlarda derece-i iktidâr ve

taayyünlerine göre bâzil-i nakd-i hâl ve âlem-i husûsîlerinde hükümrân-ı ef’âl olurlar.”

(el-Muhkem s.67 )

3.19. Mürşid

Mürşid, doğru yolu gösteren, uyaran, irşâd eden demektir. Gerçek mürşid Hz.

Muhammed (s.)'dir. Diğer mürşidler, O'nun ma’nevî mîrâsını elde etmeğe muvaffak

olmuş kişilerdir. Cürcânî, mürşidi, doğru yolu gösteren, sapıklıktan önce Hak yola ileten

kişi, olarak tanımlar. Tasavvufî terim olarak, tarîkat lideri anlamına da gelir. Aynı

anlamda olmak üzere postnişin, şeyh, seccâdenişin, ifâdeleri de kullanılır. Mürşid olan

kişinin, Allâh'ın ahlâkını tahakkuk ettirmiş olması, yani, en azından fenâ makamına

ulaşması şarttır.Her mürşid, kâmil olmayabilir. Bu yüzden mürşidin kâmil olmayanları

da bulunabilir. Mürşidin en makbûlü, hem "kâmil" (kendi olgun), hem de mükemmil

başkasını olgunlaştırandır217

el-Hikemü’l-Atâiyye aslında bir mürşidin vasıflarını etraflıca ortaya koyan bir

kitaptır. Onun şerhi olan el-Muhkem de farklı konulara serpiştirilmiş olarak bir

mürşidin özelliklerini anlatmaktadır. Bununla beraber bazı yerlerde mürşide direk vurgu

yapılmıştır.

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre Mürşid, nefsin tuzaklarını kişiye gösteren bir

vesîledir. Mürşid olmadan kâmilen kişi nefsinin hilelerinden emin olamaz. Ahmed

Mâhir Efendi bunu şöyle anlatmaktadır:

“Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir. Birincisi

mürşidîn-i kâmilîndir ki dâmen-i inâbet ve irşâdlarına sarılan müsterşidîni tarîk-i

Hakk’a hidâyet ve meâyıb-ı nefsâniyye ve mehâlik-i şehevâniyyeye irâe ile istikmâli

217 Cebecioğlu, a.g.e. mürşid maddesi

97

esbâb-ı kemâl ve ma’rifet ederler. Kendileri muhtâc-ı irşâd olan müteşeyyihîn bu bâbta

bâis-i işkâl olmaz.” (el-Muhkem s.71 )

3.20.Nefes

Nefes, soluk, hafif rüzgâr, uzun söz, mühlet, bolluk, genişlik anlamlarını ihtiva

eden Arapça bir kelimedir. Kâşânî'ye göre bu, gaybden gelen latifeler sebebiyle,

kalplerin rahatlamasıdır. Bu, seven (muhib)'in sevilen (mahbûb) ile ünsiyetidir. Nefes

sahiplerinin, hallere sahip olan kişilere göre, daha saf ve daha hassas oldukları

kaydedilir. Sahib-i vakt, mübtedi iken, nefes sahibi müntehidir. Hal sahibi ise, bu

ikisinin arasındadır. Haller, ortalar, nefesler, terakkinin nihayetidir.Vakitler, kalp ehline;

haller, rûh erbabına; nefesler ise, sırlar ehline mahsustur. Nefes, Bektaşîlerde, genellikle

hece vezniyle yazılmış ilâhîlere denir. Nefesler, şu konularda olur: Övme, yerme,

mersiye aşk, zaman. Alevîler nefese, deyiş veya âyet de derler. 218

Ahmed Mâhir Efendi nefesle alâkalı hikmeti şöyle tercüme etmiştir.

“Ey sâhib-i nefes! Enfâs-ı Ma’bûde-i hayâtiyyenden izhâr ettiğin her bir nefeste

mukaddiru’l-enfâs olan Hak Teâlâ Hazretlerinin hakkında bir emr-i mukadderi vardır ki

onu elbette icrâ ve imzâ eder.”(el-Muhkem s.56)

Nazmen Tercümesi de şu şekildedir:

“Teneffüs ettiğin her bir nefes Hakk’ında ey sâlik

Tecellîgâh-ı takdîr kadîm-i Rabb-i izzettir.” (el-Muhkem s. 56)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre “Enfâs zurûf-ı ekdâr-ı rabbu’n-nâstır. Her bir

nefeste ni’met ve beliyyet, tâat ve ma’siyetten her ne ki takdîr olmuş ise elbette onu

Cenâb-ı Hak izhâr ve ibrâz edecektir. Enfâs insâna vedîa olunmuş bir emânettir. Çünkü

sermâye-i ömür ve mâye-i izz u saâdettir. (el-Muhkem s.56)

Nefesler Allâh’ın büyük bir lütfudur insana.. Dolayısıyla bu nefesleri O’nun

rızâsı dışında kullanmamak lâzımdır. 218 Cebecioğlu , a.g.e nefes maddesi..

98

“..enfâsın tedbîr-i umûr-ı dünyâ bâbında medâr-ı cereyân olması da onu rızâ-ı

ilâhî hilâfında istihlâkın mûcib-i mücâzât olacağını isbât eylemiştir. Şu hâlde sâlik-i

müeddep her nefeste muhâfaza-i edep ve murâkaba-i Rab eylemelidir ki cemî-i

enfâsında tarîk-ı Hakk’a rehrev ve ashâb-ı enfâs-ı kudsiyyeye peyrev olabilsin. İşte bu

cümle-i kudsiyyesinin ma’nâsıdır (el-Muhkem s.57) 219 الطرق الى اهللا تعالى بعدد انفاس الخال ئق

3.21. Kurb - Bu’d

Kurb, Arapça, yakınlık anlamındadır. Kelime ezelde, yani rûhlar âleminde,

Allâh ile kul arasında geçen ahde uymayı ifâde eden, bir ta’bîrdir. Kulun Hakk'a yakın

olması, müşâhede ve mûkâşefe iledir. Allâh'tan gayrisiyle de Allâh'tan uzak olur. Kurb

hakkında, kalb yoluyla sevilene duyulan yakınlıktır, denmiştir. İki türlü kurb vardır. 1-

Nâfilelerle olan kurb: Beşerî sıfatların sona erişi, ve beşer üzerinde Allâh'ın sıfatlarının

zuhûru. Bu durumda beşer, uzaktakileri duyar ve görür hâle gelir. Buna, beşerî

sıfatların, Allâh'ın sıfatlarında fânî olması da denir. İşte bu, nâfileler ile elde edilen

kurbdur. 2- Farzlarla olan kurb: Kulun, nefsi de dâhil olmak üzere, her şeyin şuurundan

tamamen fâni olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan gayri, hiçbir şey

kalmaz. Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fenâ halidir. Özet olarak ifâde etmek

gerekirse; kurb, Allâh'a itâat ve kullukla elde edilir. Kurbün mukābiline, bû'd (uzaklık)

denir. İbn Arabî, bu ikisi hakkında şu tanımı yapar: Bû'd, kulun muhalefetlerde ikāmet

etmesi; kurb, Kābe kavseyn’in hakîkatına da denir.220

Bu’d da Arapça uzaklık anlamına bir kelime. Kulun Allâh'tan uzaklaşması ki bu,

emir ve nehiylere uymamakla olur. Hak'tan uzak kalanlara "bâ'id" denir. Bu'd'un

mukābili "kurb" tur.221

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de çoğu yerde Allâh’a yakınlaşmanın (kurb)

ehemmiyetine vurgu yapar. Aynı şekilde O’ndan uzaklaştıracak (bu’d) her türlü engel,

tuzak ve desîselere karşı dikkatimizi çeker. Bunlara örnek olarak şu tesbitleri

aktarabiliriz.

219 “Allâh’a giden yollar mahlûkâtın nefesleri adedincedir Bu cümle Necmüddin-i Kübrâ’ya (ö. 618/1221) âittir. Bkz. Kübrâ, Necmüddîn Kübrâ, Usûlu Aşere, (Haz. Mustafa Kara, “Tasavvufî Hayât” İst. 1996, s. 33, II. Baskı. Dergâh yay. 220 Cebecioğlu a.g. e. Kurb. md. 221 Cebecioğlu a.g. e bu’d mad.

99

“Zîrâ mukaddiru’l- umûr olan hakîm-i mutlak hazretleri tedbîri mahsûs-i

ulûhiyyet ve tevekkül ve tefvîzi muktezâ-yı ubûdiyyet eylediğinden tedbîr ile ihtisâs

etmek isteyen abd-i pür-taksîr terk-i vazîfe-i ubûdiyyet ve teaddi-i hükm-i rubûbiyyet ile

kaza-yı ilâhîye mudâfaa ve kader-i ezeliye münâzaa etmiş olur ki bâis-i helâk ve hüsrân

ve sebeb-i bu’d ve hicrândır” (el-Muhkem s.12)

“..îmân ve tâat ve huşû’ ve haşyet gibi ayn-ı ubûdiyyet olan sıfât-ı

mahmûdeden hurûc ve tecerrüd, müstevcib-i kurbet değil bilakis müstelzim-i bu’d ve

del’alettir.” (el-Muhkem s.74)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre hicret maksadı Haktan başkası olan da

kurbiyyetten nasîbini alamaz.

“Maksad-ı muhâcereti şu iki matlab-ı aksânın gayrı olan kimse ise beyne’l-

ekvân dâir, ve ekvân ile bâkî ve sâir olup onun fırka-i ûlâya ihsân olunan zevk-i vuslat

ve kurbiyyetten nasîbi olamaz” (el-Muhkem s.93)

Mâsivâya muhabbet de bir Haktan uzaklık eseridir:

“Ve mâsivâllâha meyl ve muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet

ve mâsivâllâhtan umûd-ı atâ etmekliğin de mu’tî-i hakîkîden gaflet ve muktezâ-yı

bu’diyyettir” (el-Muhkem s.54)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre bir kimsenin ihtiyâçlarını Rabbine değil de halka

arzetmesi bu’d alâmetidir.

“Bir abd-i sâdıkın ma’bûd-ı hakîkîsine karşı mahlukâttan hiçbir kimseye arz-ı

ihtiyâç etmemesi edeb-i ubûdiyyet ve hükm-i kurbiyyet ve Cenâb-ı Hakk’a kurbiyet de

mâsıvâllâhtan bu’diyyet iken bârigâh-ı ihsân-ı ma’bûdu bırakıp da bâb-ı abde ilticâ ve

temennî-i i’râz-ı dünyâ etmek fa’âlün limâ yürîd hazretlerinden gaflet ve semere-i hicâb

ve bu’diyyet olduğundan mezmûm ve metbûldur”. (el-Muhkem s.55)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre ibâdetler Allâh’a yaklaşmak içindir.

100

“Çünkü ibâdet husûl-i kurbet ve ma’rifet içindir. Madem ki bir nev-i ma’rifet

hayyiz ârâ-yı husûl ve envâr-ı tecellîyyât deyriçe-i kalbe fürceyâb-ı dühûl oldu.” (el-

Muhkem s.21)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre bir kimse tehlîye ve tehallî ile nefsinin

tuzaklarından kurtulursa Allâh’ın yakınlığını elde etmiş olur:

“ Eimme-i sûfîyye şu sıfât-ı mezmûmeden hurûc ve tecerrüd ve evsâf-ı

mahmûde ile ittisâf tahakkuka tehallî ve tahâllî ve ta’bîr-i aherle tezkiye ve tahliye ıtlâk

ederler. Bu iki emr-i meslûk elhak hakîkat-i sulûk olup bununla tahakkuk eden sâlik için

gayri hakāik-i ubûdiyyet tahakkuk edeceğinden ve ribka-i rukyet-i nefs-i emmâreden

tahlîs-i girîbân eyleyeceğinden ona kurb-ı sübhâni me’vâ-ı ma’rifet ve huzûr-ı rabbâni

mesvâ-yı vuslat olarak vâsıl-ı sem’-i cân ve cinânı olan nidâ-yı ma’nevî-i ilâhîye mûcib

ve müstelzim-i bu’diyyet olan hazz-ı nefsi terk ile huzûr-ı hazrete karîb olur da a’mâl-i

ahyâr ile mahzûz ve gerd-i vebâl ve evzârdan mahfûz kalır.” (el-Muhkem s.75)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre îmân ve tâat ve huşû’ ve haşyet gibi ubûdiyetin

gereklerini yapmamak, yakınlığı değil Allâh’a uzaklığı netîce verir.

“Ve salâh-ı kalbin husûlü ise sıfât-ı mezmûmeden tecerrüd ve tahâllî ile olup

ibâre-i hikmetteki münâkız-ı ubûdiyyet olan evsâf-ı beşeriyye ile murâd da işbû sıfât-ı

mezmûmedir. Yoksa îmân ve tâat ve huşû’ ve haşyet gibi ayn-ı ubûdiyyet olan sıfât-ı

mahmûdeden hurûc ve tecerrüd, müstevcib-i kurbet değil bilakis müstelzim-i bu’d ve

del’alettir.” (el-Muhkem s.74)

“Elhâsıl kurb ve hazret, ma’rifet-i nefs-i deniyyeye ve izâle-i ahlâk-i rediyyeye

vâbeste ve bu’d ve mehcûriyyet rukyet-i nefse ve ittibâ-ı hevâ ve hevese peyvestedir.”

(el-Muhkem s.76)

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre “Muhibbînin ibâdeti Allâh için, ârifinin

ubûdiyyeti Allâh iledir. Amel-lillâh ise mûcib-i mesûbet, amel-billâh mûcib-i

kurbettir.” (el-Muhkem s.26)

101

3.22. Hâtif:

Hâtif, Arapça bir kelimedir. Gizliden gelen ses ki, ses sahibi görülmez.. Gaibden

gelen, sâlikin kalbinde ortaya çıkan ve onu Hakk'a davet eden ses.”222

Ahmed Mâhir Efendi konu ile alakalı şu tesbitleri yapmaktadır.

“Hâtif,kalb-i sâlike hakîkat-ı ilâhîye cihetinden lisân-ı hâl ile nidâ edici

demektir. Bir sâlik seyr-i sülûkunda meşhûd-ı dîde-i cân ve cânân olan maârif-i ilâhîye

ve tecellîyât-ı sübhâniyyenin matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksâ olduğunu i’tikâd ederek

tevakkuf- nümâ-yı kanâat olursa füyûzât-ı Samedânîyyeye nihâyet olmayıp matlûb-ı

ma’nevî ve mahbûb-ı hakîkî daha ileride olduğu kalb-i sâlike ilhâm ve lisân-ı hâl ile

i’lâm olunûr.” (el-Muhkem s.53 )

el-Muhkem’de hâtif ile alakalı bir de menkıbe anlatılmaktadır:

“Urefâdan bir zâtın esbâbı terk ile günde yalnız iki dilim ekmek kendisine

verilip meşakkat-i esbâb ve taab-ı taayyüşten bu suretle hâlâs olarak ferîhu’l-hâl

müsterîhü’l-bâl olduğu hâlde yaşamaklığı arzû ettiği ve ba’de berhe mine’z-zamân

ma’lûm olmayan bir sebeple hapishâneye idhâl ve günde iki dilim ekmek kendisine i’tâ

olunduğu ve bu hâlin temâdîsi üzerine husûle gelen daceret bir vakitler kendisine

mescûniyyetin esbâb-ı ma’neviyyesini taharrîye mecbûriyet hâsıl etmekle sem’-i

ibretine ilkā olunan şu nidâ-ı hâtifi: “Ey kulum sen benden günde iki dilim ekmek

isteyerek ta’b-i taayyüşten istifrâğ ve ihtiyâr-ı genc-i ferâğ etmedin mi? Ben de

matlûbunu is’âf ve ni’met-i ferâğı sana ithâf ettim.” Mûmâileyhi hemen irşâd ve vâki’

olan talep ve ihtiyârından dolayı istiğfâr ile Cenâb-ı Fâil-i Muhtârdan istirşâd etmesini

müteâkib bâb-ı mahpes küşâd ve oradan hurûc ile nâil-i murâd olduğu “Kitâbü’t-

Tenvîr”223 hikâye ve tasvîr ve netîce-i hikmet böyle bir misâl-i ibret iştimâl ile îzâh ve

tefsîr olunmuştur.” (el-Muhkem s.52 )

222 Cebecioğlu , TTVDS, hâtif maddesi.. 223 “Et-Tenvîr fî ıskâtı’t-tedbîr” İbn.Ataullahın Tevekkül ve teslimiyet konularından bahseden bir başka eseridir.. Musa Muhammed Ali ve Abdulâl Ahmed tarafında tahkîkli basılmıştır. Kahire,1973

102

3.23. Uzlet

Uzlet, “halka karışmamak, onlardan ayrı yaşamak, inzivâya çekilmek. Günâha

girmemek, daha çok ve daha ihlaslı ibâdet etmek içintoplumdan ayrılıp ısız ve kimsesiz

yerlere çekilmek,tek başına yaşamak. Buna halvet, inzivâ, vahdet adı da verilir. Toplum

içinde bulunmaya, ihtilât, muhâleta, hiltat denir. Mutasavvıfların uzletten maksatları

ihtiyaçtan fazla toplumda kalmamak, laklakıyatla zaman geçirmemek, boş zamanlarda

bir köşeye kûşe-i inzivâya çekilerek ibâdet ve tefekkürle zamanı

değerlendirmektir.Fakat bazı dervîşler ömür boyu toplumun dışında kalmışlar, çilehâne

ve mağaralarda yaşamışlardır. Şerden ve şerlilerden uzak durmak farz uzlet, fuzûldan ve

fuzûlîlerden uzak kalmak fazilet olan uzlettir. 224

Eşrefzade’nin beyitleri güzel bir uzlet ta’rîfidir.

Uzlet ehli doğru gider cennete

Uzlet ehl uğramaz hiç mihnete

Uzlet ehlidir sevip hem sevilen

Sen bu uzletten kaçarsın pes neden (Eşrefzâde)

“Birçok sûfiye göre sâlik halkın içinde iken onlardan ayrı olmalı, zâhiren halk

ile, bâtınen Hak ile olmalı. Ârif hiltatta iken uzlette, celvette iken halvette, kâin iken

bâin, karîb iken garîb, ferşiî iken arşî, arzî iken semâvî olmalı.225

Kur'ân'da uzleti anlatan bazı ayetler şunlardır: "Sizi ve Allâh'tan gayrı

çağırdıklarınızı terkediyorum" (Meryem/46), "Onları ve tapmakta olduklarını

terkediniz" (Kehf/16). Uzletin karşıtı ihtilât, halka karışmayı ifâde eder. Uzlet

uygulaması, hayat akışı içerisinde küçük zaman dilimlerinde iç murâkabe, iç muhasebe

için yapılır.226

“Uzlet tıpkı bir ölü gibi halkla berâber yaşamaktan inzivâ ve halvet yolu ile yüz

çevirmek demektir. Uzlet iki sebepten dolayı yapılır. Mürîd ya halkın şerrinden kaçar

veya kendinin onlara zarar vermesini önlemek için onlardan ayrılır . İkinci yol daha

224 Uludağ, TTS , s.498 225 Uludağ, TTS , s.498 226 Cebecioğlu, a.g. e Uzlet maddesi

103

iyidir. Çünkü insanın kendi nefsi için kötü zan beslemesi başkaları için kötü zan

beslemesinden daha iyidir.

Gel beri gel mâsivâdan uzlet et

Ba’dehû Mevlâ ile var sohbet et.227

Zünnûn-ı Mısrî “uzlet ne zaman sıhhatli olur dediklerinde “kişi nefsiyle uzlet

hâlinde ve ona yabancı bulununca “ demiştir. 228

“Cerîrî’ye uzletin ne olduğu sorulmuş. O da “ uzlet kalabalık arasına girmek

fakat Hakk’ı bırakıp halk ile meşgûl olmasın diye sırrı korumak, nefsi günâhtan

uzaklaştırmak, sırrı kalbi Hakk’a bağlamaktır” demişti.”229

“Halvet, uzlet, inzivâ, yalnızlık, tek başına yaşamak, topluma karışmamak,

ihtilat halinde olmamak. Ne bir meleğin ne de diğer herhangi bir kimsenin bulunmadığı

bir hâlde ve yerde Hakk ile sırren mânen konuşmak, rûhen sohbet etmek. Mâsivâdan

ilgiyi kesip tamâmen Allâh’a yönelmek kendini ibâdete vermek”230 demektir.

Halvet ve uzlet aynı kavramlar gibi görülse de bunlar birbirinden farklıdır.

“Sühreverdî, bu farka şöyle işâret eder:“Halvetin uzlet olmadığı ileri sürülmüştür.

Halvet toplumdan ve insanlardan uzak bir köşeye çekilmek, uzlet ise neftsen nefsin arzû

ve istelklerinden Allâhâtan başkası ile meşgûl eden her şreyden kaçmak ve bunları terk

etmek demektir. Halvette vücût çokluğu uzlette ise vücût azlığı vardır. Genellikle

halvette toplumdan maddî bir ayrılış, uzlette ise mânevî ve şuûrî bir ayrılış vardır.”231

el-Muhkem’de 12. Hikmetin şerhinde “Şehsuvâr-ı kalbe mizmâr-ı tefekkür ve

hayrete bi’d-duhûl at oynatmak için nâstan uzlet kadar hiçbir şey nâfi’ ve müfîd

olmadı.” (el-Muhkem s.32 )ma’nâsına gelen, “nazmen de

“Âlem-i fikret içinde cevelân etmek için

Uzlet âsâ olamaz kalbe müsâid bir hâl” (el-Muhkem s.32 ) şeklinde tercüme

edilen uzletle ilgili hikmet “uzlet” konusunu ele almaktadır.

227 Kübrâ, a.g.e s. 54 228 Attâr, a.g.e s. 191 229 Kuşeyrî, a.g.e s. 241 230 Uludağ, TTS s. 206 231 Sühreverdî a.g. e. S. 529

104

Şerhte de insanlarla çokça birlikte olmanın, nefsî hastalıklara yol açtığı, uzlet

ile kalbin bu hastalıklardan kurtulduğu ve ilâhî tecellîlere açıldığı anlatılmaktadır:

“Ahlâk-ı rediyye ve tabâyi-i deniyye ki emrâz-ı nefsâniyyeden tahliye-i kulûb ve

tasfiye-i esrâr etmek her mürîd-i müsterşid için lâzımdır ki şâhid-i dilârân-ı tecellî onda

cilveger-i zuhûr olsun. Bu emrâzın esbâb-ı zuhûru ise sohbet-i ezdât, esâret-i i’tiyâd

havâ-yı nefse inkıyâd ile berâber nâs ile kesret-i muhâletat ve âlem-i his ve şehâdete

devâm-ı taalluk ve münâsebettirEvvelemirde şu esbâbın esâsından izâlesi nâstan uzlete

ve sûret-i müdâvâtı Cenâb-ı Hakk’ı fikrete mütevakkıftır. Uzlet olmadıkça “göz nerede

ise gönül de oradadır” meselince kalb dâimâ âlem-i his ve şehâdetin mubsırât ve

mahsûsâtını tefekkür ile müşteğıl ve âlem-i gayb ve melekûtun müşâhedât ve

tecellîyâtından gâfil olur. Bu sebepten dolayı “bir sâat tefekkür yetmiş senelik ibâdât-ı

mütetavviadan hayırlı olduğu”232 haberde vâki’ olmuştur. Meydân-ı fikrette cevelân

olmak isteyen ibtidâ-yı emirde nâsdan i’tizâl etmelidir. . (el-Muhkem s.33 )

Ahmed Mâhir Efendi uzlet ve fikret ile ilgili sufîlerin sözlerinden nakiller

yapmıştır.

“Etkıyâ-ı ashâb-ı Resûlullâhtan ârif-i esrâr-ı kibriyâ Cenâb-ı Ebû’d-Derdâ

radiyallâhu anhü Efendimizin zevce-i muhteremelerine müşârun ileyhin efdal-i a’mâli

suâl olunduğu vakitte “O sadef-i dersaâdet âlâ-i ilâhîyede fikret idi.” cevâb-ı hikmet

nisâbını vermiştir. Kudvetu’t-tâbiîn Hasan Basrî (ö. 110/728) hazretleri “murâkabe ve

fikret hasenât-ı mütefekkirîni kabâih-i sıfâtından ayrı olarak gösterir bir mir’ât-ı

hakîkattır. Bu fikret âyât ve mesnûât-ı ilâhîyede olduğu vakitte celâl ve ceberrût-ı

sübhâniyyeyi, ve celâl ve ceberrût-ı sübhâniyye de tefekkürde âlâ-yı celiyye ve niam-i

hafiyye-i samedânîyyeyi ıttılâa sebep olmakla ondan gönülde bir takım ahvâl-i seniyye-i

tecellî efzâ-yı tevârüd ve emrâz-ı kalbiyyenin de artık bilkülliyye zevâliyle âfiyet-i

ma’neviyye olan istikāmet nev-be-nev rûnümâ-yı tezâyüd olmaya başlar” buyurdu.

Merfûun mele-i a’lâ Hazreti İsâ Efendimiz de “Kavli zikir ve samtı fikir ve nazarı ibret

olan kimse için ne saâdettir. Tahkîk-i nâsın en zekîsi nefsini dâimâ muhâfaza eden ve

inkızâ-yı müddet-i ömürden sonrası için amel edendir” der idi.” (el-Muhkem s.33 )

232 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 30

105

Bizzat uzlet maksud değildir. Tefekkür ve halvete vesîle olduğu için uzlet

benimsenir. Yoksa tek başına uzlet tehlikelerle doludur. İçi boş bir uzlet faydadan çok

zarar verir. Uzletin verimli olması ise sırf uzletle değil uzlet içindeki fikret(Tefekkür)

iledir.

“Tabîat sâriyye sohbet sârika olduğuna göre rezâil-i ahlâk ve zemâim-i

ahvâlden tecerrüd edebilmek için ancak ihtilât-ı nâstan tecerrüd ile olur. Fikret

olmadıkça da ebvâb-ı tecellîyât ve meyâdîn-i müşâhedât feth ve küşâd olunamaz.

Binâenaleyh gencine-i guyûb olan kulûbun emrâz-ı nefsâniyyeden tahliyesi ancak

uzletle ve envâr-ı maârif ve tecellîyât-ı rabbâniyye ile tahliyesi de fikretledir”. (el-

Muhkem s. 33 )

“Şu hâlde maksûd-ı aslî fikret olup uzlet ise ona vesîledir. Bir uzlette ki fikr-i

ilâhî yoktur, onun menfaatinden ziyâde mazarratı çoktur. Uzletin vesîle-i fikret olduğu

dört esâs-ı tarîkatın biri olan hâlveti mutazammın olmasındandır. Mütebâki üçü ise

samt, cû’, seherdir.” Külliyyet-i devâ’ tahakkuk-ı velâ bu derdin ictimâ’ıyla hâsıl olur.

Onun için Sehl bin Tusterî( ö.273/886) kudsise sirrûh hazretleri bilkülliyyet hayrın

hısâl-i erbaa-i mezkûrede ictimâ’ına kâil oldu .” (el-Muhkem s. 33 )

Uzletten kasıt rûhbanlık değildir. Faydadan çok zarara verecek kişilerle oturup

kalkmakdolayısıyle kulluk gereklerine lâyıkıyla yönelememek kaygısıyla uzlet yapılır.

Yoksa rûhbanlığa teşvik yoktur.

“Netîce-i hikmet erbâb-ı sülûkü rûhbâniyyete da’vet değildir. Belki sohbetleri

fasıl ve gaybet ve muhabbetleri hiciv ve mezimmet ve ihlâsları müdâhane ve riyâ ve

ihtisâsları mücâvele ve cefâ, i’timâdları rehîn-i zevâl, i’tikâdları bî-mağz bî-meâl,

infâkları tasannu’ ve nifâk, ittifâkları tekellüf ve şikâk, ibâdetleri taklîd ve âdet, ve

âdetleri takayyüd ve esâret kabîlinden olan ebnâ-yı vakt ve ihvân-ı zamân ile ihtilâttan

mücânebeti tavsiye ve nasîhattır.” (el-Muhkem s. 33 )

“Vâsıl-ı makām-ı bekā billâh” olan ârifler için uzletin de halvetin de kesretin

de ihtilâtın da pek önemi olamaz. Çünkü bunlar vahdet ve kesret vb. ile mukayyed

değillerdir:

106

“Ama tasfiye-i kulûb ve tecellîye-i esrâr ile vâsıl-ı makām-ı bekā billâh olan

ârif-i dilâgâh için ef’âl-i mahlûkât, ef’âlullâh ve bilcümle eşyâ ve kâinât mezâhir-i esmâ

ve sıfât-ı âlihe olduğuna ve âlemde gayrullâh olarak hiçbir şey meşhûd-ı dîde-i Hakk-

bîn ârifâneleri olmadığına mebnî bunlar uzlet ve muhâletat, vahdet ve kesret ile

mukayyed olmayıp bezm-i muhâletatta zevk âver-i uzlet âlem-i kesrette hükümrân-ı

melik ve vahdet olmak bu zümre-i cem’u’l-cem’ safâya mahsûs bir mukaddes

keyfiyyettir. İşte sîret-i Resûlullâh da bundan ibârettir.” (el-Muhkem s.33 )

3.24. Tedbîr

Tedbîr, işi idâre, etmek, sonunu düşünerek bir iş yapmak gibi anlamları bulunan,

Arapça bir kelime. Hayırlı olduğunu bilmekle bir şeyin sonu üzerinde düşünmek. İşleri,

sonlarını bilmek suretiyle yapmaya çalışmak . Allâh hakîkî tedbîr sahibi, kul ise

mecazen tedbîr sahibidir. Takdîre yapışmanın, tedbîri terkten ziyâde, en yüksek tedbîre

sırtı dayamak şeklinde yorumlanması gerekir. Avâmımın maddî tedbîri ile, havâssın

mânâdaki tedbîri arasında, önemli nitelik farkı vardır. Sûfîyyenin tedbîri terkeylemek

sözünden, avammın anladığı ma’nâdaki tedbîri terketmek anlaşılmalıdır. Zira sûfî, Hz.

Peygamber (s) in yolundan giden ve O'na sımsıkı bağlı kalan kişidir. O'nun tavsiye ve

öğretisine rağmen, tedbîr'den uzak kalması düşünülemez. "Kim Allâh için olursa (yani

Onun rızasını kazanmak üzere çabalarsa), Allâh da onun lehinde (yani umurunu üzerine

alır) olur" hadîsi, kanaatimizce bir tür tedbîri içermektedir. Biz sûfiyyenin tedbîri

terkden, neyi anladıkları üzerinde biraz daha düşünmek ve yorum yapmak gerektiğine

inanıyoruz ki, tedbîr her halükârda esastır, terkedilmez. 233

el-Muhkem’de tedbîr konusu şöyle işlenmiştir.

“Ey mürîd-i sâlih tedbîr-i umûr-i dünyâdan kendini müsterîh kıl! Zîrâ tedbîr

vâbeste-i irâde ve takdîr-i ilâhî olduğundan gayrın kendisiyle senden dolayı kāim

olduğu şey ile sen nefsin için kıyâmı iltizâm etme.” (el-Muhkem s.12 )

233 Cebecioğlu a.g. e. Tedbîr md.

107

Hikmetin nazmen tercümesi şöyledir.

“Terk edip tedbîrini ol müsterîh

Emr-i gayri etme cânâ iltizâm “(el-Muhkem s.12 )

Şeytânın vesveselerine karşı tedbîr şöyle olur: “kesret-i zikr ve devâm-ı

mürâkabe ile kalb-i alîlden onu tahliyeye ve envâr-ı tevhîd ile de tahliyeye tedbîr ister .”

(el-Muhkem s.12 )

Tedbîrsizlik tedbîr değildir.

“Tamâmıyla terk-i tedbîr etmek değildir. Belki hükm-i takdîrden gaflet-i

külliyyeyi müstelzim olan ve tûl-ı emel hükmünü alan tedbîri terk etmektir . Hatta

denildiğine göre emr-i intiâşi te’mîn ve esbâb-ı hayât olan 234 التدبير نصف المعيشة

kuvâ-yı tabîiyyeyi muhâfaza ve tersîn için vech-i Sehl üzere tedbîr-i umûr-i maîşet

muvâfık-ı hikmet ve şerîattır. Şu kadar ki erbâb-ı hakîkat tedbîrin bu derecesini de

tecvîz etmiyorlar hatta Sehl bin Abdullah et-Tusterî( ö.273/886) hazretleri nâsın ayş ve

safâsını tekdîr eden ihtiyâr ve tedbîri terk edin buyurmuşlardır. Şeyh Ebû’l-Hasen eş-

Şâzelî (656/1258) hazretleri de eğer ki tedbîr zarûrî ve lâzım ise tedbîr etmemek için

tedbîr edin demişlerdir.

“Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdânındır

Sen yoksun o benlikler hep vehm ve gümânındır”235 (el-Muhkem s.13 )

3.25. Nefs

Nefs, Arapça bir kelime olup çok sayıda ma’nâları ihtivâ eder: Rûh, akıl, insanın

bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence,

ukûbet, arzu, murâd. Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde irâdî

234 Tedbîr maîşetin yarısıdır. 235 Gâlip Dede. Şeyh Gâlip Divânından Seçmeler, (Haz. Abdülbâki Gölpınarlı) İst. 1994, s. 24

108

hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir. Kötülüğü emreden

ma’nâsında anlaşıldığı gibi, Allâh tarafından insana üflenen ve rûh-i Rahmânî, ilâhî ben

mânâsına da kullanılmıştır Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı ma’nâda

kullanılmıştır: Nefsine hâkim olmak: Arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak,

sabretmek demektir.

Nefisle mücâdele, dünyevî muharebeden güçtür: Burada, Tebûk seferinden dönen Hz.

Peygamber (s)'in "Küçük cihâddan, büyük cihâda (Ramazan ayındaki oruç) döndük"

sözlerine telmîh vardır. İnsanın nefsini terbiye etmesinin, kontrol altında tutmasının zor

olduğuna, bu söz ile işâret edilir.236

İbn Atâullâh İskenderî ‘ye göre bütün ma’sıyetlerin, gafletlerin sebebi neftsen

râzı olmaktır.Bütün tâat ibâdet ve iffetin menşei de neftsen râzı olmamaktır.

“Her bir ma’siyet ve gaflet ve şehvetin üssü’l-esâsı nefs-i emmâreden râzı olmak

ve bilcümle tâat ve intibâh ve iffetin menşe-i asliyesi nefs-i emmâreden râzı

olmamaktır.” (el-Muhkem s. 76 )

Ahmed Mâhir Efendi 36.hikmeti nazmen şöyle tercüme etmiştir:

“Rızâ-yı nefstir aslu’r-rezâil

Onu ittihâm etse ümmü’l-fezâil” (el-Muhkem s. 76 )

Nefsle alakalı şunları kaydetmektedir:

“Cemî-i sıfât-ı mezmûmenin esâsı rızâ-i nefs ve bilcümle evsâf-ı mahmûdenin

menşe-i aslîsi adem-i rızâ-yı nefs olduğu teslîm gerde-i ârifîn ve ittifâk yâfte-i erbâb-ı

yakîndir. (el-Muhkem s. 76 )

“Sevgi ve rızâ gözü hiçbir kusûru göremez, rızâ gözü, ayıplara karşı kördür”

anlamındaki şiirle konuyu açan Ahmed Mâhir Efendi nefse rızâ gözüyle bakmanın

nefsin kötü taraflarını görmeyi engelleyeceğini dolayısıyla rızâ-yı ilâhînin elde

edilemeyeceğini belirtmiştir.

236 Cebecioğlu , TTVDS, nefs maddesi..

109

“Nefs-i emmâreden rızâ 237وعين الرضى عن آل عيب آليلة medlûlunca uyûb ve

mesâvî-i vâkıasından iğmâz-ı ayn ve gafleti ve adem-i rızâ 238ولكن عين السخت تبدى المساويا

mefhûmunca ahvâl-i rediyyesinin tefekkud ve tecessüsüyle isnâd-ı töhmeti îcâb

edeceğinden ve rezâil-i nefsten gaflet tahtkâh-ı kalbi cünûd-ı şehvete pâmâl-i gâret

ettirerek umrân-i tehâllî ve ma’rifetten dûr ve nefse isnâd-ı töhmette dâimâ onu tasfiye

ve terbiye ile derece-i kemâle bi’l-îsâl hâiz-i zevk-i huzûr eyleyeceğinden rızâ-i nefs,

adem-i rızâ-yı ilahî, rızâ-yı ilâhî adem-i rızâ-yı nefsten ibâret olmuştur. (el-Muhkem s.

77)

“Çünkü rızâ-yı nefs gafleti, gaflet şehveti, şehvet ma’siyeti mûcib, ve adem-i

rızâ-i nefs, nefsine isnâd-ı töhmetle intibâh ve basîreti basîret de def’-i şehvet ve iffeti,

iffet de tâati müstevcibtir.” (el-Muhkem s. 77)

Nefse muhâlefetle ilgili pek çok söz olduğunu belirten şârih, Ebû Hafs Kebîr,

Ebû Süleymân Dârânî ve Cüneyd Bağdâdî’nin sözlerini nakletmiştir.

“Nefs-i emmâreye dâimâ isnâd-ı töhmetle rızâsının hilâfında hareketi tavsiye

eder bu bâbta pek çok kelimât-ı tasavvufiye görülmüştür. Bu cümleden Ebû Hafs Kebîr(

ö. 260/8749 hazretleri “ Aled-devâm nefsini ittihâm ve cemî-i ahvâlde rızâsının hilâfına

kıyâm etmiyen kimse mağrûr ve nâpâk ve nefse ihâle-i nazar-ı i’tibâr ve a’mâlini

istihsân ve istikrâr eden kimse de helâk olur” . Seyyidü’t- tâife Cüneyd Bağdâdî

(ö.297/909) hazretleri de “Nefs-i emmâre her ne kadar tâat-i ilâhîyede inkiyâd ve tâat

gösterir ise de yine adem-i emniyyet lâzımdır.” buyurdu.” (el-Muhkem s. 77)

“Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî(ö.215/830) hazretleri de “Lemha-i

ebsârda bile nefs-i emmâreye emniyyet ve i’tibâr etmedim” dedi. Elhâsıl desâis-i nefs

bilinmedikçe nefâis-i rûh elde edilemez. Desâisin topu rızâ-yı nefste nefâisin cemîsi de

hilâf-ı rızâ-yı nefstediri. Ve billâhi’t-tefvîk. (el-Muhkem s. 77)

237(Sevgi ve rızâ gözü hiçbir kusûru göremez,"Rızâ gözü, ayıplara karşı kördür.) (Fakat Kem göz, kin ve nefret gözü bütün kirli çamaşırları ortaya serer, kusurları araştırır." Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s.91. Bu şiir Kuşeyrî’de Sohbet bahsinde geçmektedir. Bkz. Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyrîyye, Tahk.Maruf Zerrik.Ali Abdulhamid Ebû’l-Hayr. (Dâru’l- Hayr) İkinci Baskı. Beyrut. 1416/1995 s.295. 238 Kuşeyrî, a.g.e.s.295

110

33. hikmetin şerhinde de nefsin ayıplarının dört kişi sayesinde bilineceğini

ifâde etmektedir. Bunlardan ilki, mürşid-i kâmildir. Bunlar, kendilerine bağlananları

Hakk yoluna kılavuzlarlar. Nefsi şehvetlerin tehlikelerini gösterirler. Kemâle giden

yolda mürîdleri mârifete erdirirler. Tabi bu kısım mürşidler mürşid-i Kâmillerdir. Yoksa

kendisi irşâda muhtaç “müteşeyyih”ler değil:

“Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir. Birincisi

mürşidîn-i kâmilîndir ki dâmen-i inâbet ve irşâdlarına sarılan müsterşidîni tarîk-i

Hakk’a hidâyet ve meâyıb-ı nefsâniyye ve mehâlik-i şehevâniyyeye irâe ile istikmâl

esbâb-ı kemâl ve ma’rifet ederler. Kendileri muhtâc-ı irşâd olan müteşeyyihîn bu bâbta

bâis-i işkâl olmaz.” (el-Muhkem s. 70)

Nefsin ayıplarını kişiye gösteren ikinci kısım “Sâdık Dostlar” ve “ahlâkı olgun

arkadaş”lardır. Bunlar arkadaşlıklarıyla hakîkati gösterir, kişinin ihlâsını amelî

eksikliklerden kurtarır ve hâlî ayıplarını giderirler..

“İkincisi sadîk-i sadûk ve refîk-i hâlûktur ki musâhabet-i cân-fezâ ve irşâdât-ı

hakîkat-pîrâsıyla musâhabân ve ihlâsını nevâkıs-ı a’mâlden kemâle ve meâyıb-ı

ahvâlden hayyiz-i zevâle çıkarırlar. Muhabbet ve refâkatleri iğrâz-ı nefsâniyyeden hâlî

olmayan ihvân-ı zamân ise mûcib-i suâl olmaz.” (el-Muhkem s. 70)

Nefsin ayıplarını kişiye gösteren üçüncü kısım, ayıpları araştırıp soran

düşmanlardır. Kişi böyle kimseler her zaman ayıpları araştırığı için kişi dâimâ yanlış

yapmamak için tetikte durur. Dolayısıyla ahlakını eleştiri okalrına karşı düzeltme

yolunu tutar.

“Üçüncüsü cüst-cû-yı meâyıb eden a’dâdır ki bunlar dâimâ adâvet ettikleri

zevâtın meâyıbını tasvîr ve nevâkısını teşhîr edeceklerinden ve onların sihâm-ı lisân-ı

fasl ve mezimmetlerine hedef olmamak için dâimâ o ahvâl-i mezmûme ve sıfât-ı

ma’yûbenin izâlesi iltizâm olunacağından zümre-i a’dâ mu’terizun-aleyhlerinin tehzîb-i

ahlâk ve tasfiye-i ahlâkına ihyâ-yı müdâhene etmeden ziyâde hizmet etmiş olurlar. Hatta

İmâm Şâfiî (ö.204/819) hazretleri: “Dostundan ziyâde düşman benim için hayırlıdır.

Çünkü dost meâyıbımı setr ve ihfâ edeceğinden beni nâkıs bırakır. Düşmanım ise

111

nevâkısımı izhâr eyleyeceğinden beni hayyiz-i kemâle getirir.” buyurmuştur. (el-

Muhkem s. 71)

Nefsin ayıplarını kişiye gösteren dördüncü kısım ise insanların arasına

karışmaktır. Çünkü bir kimse inanlar arasında kemâlâtını yükseltmek, noksânlarını

gidermek ister. Bu sâyede iyiliği kötülüğü kişi mukāyese eder:

“Dördüncüsü ihtilât-ı nâstır. Zîrâ insân benî nev’inde gördüğü kemâlâtı

istihsâle, nevâkısını izâleye çalışmak muktezâ-yı tabîat-ı beşeriyyedir. Âlemde hiçbir

kimseye tesâdüf olunmaz ki ilmin kemâl, cehlin noksân olduğunu bilip de hatta kendisi

cehl ile muttasıf olduğu hâlde câhil denildiğinde yine eser-i infiâl göstermesin.

Binâenaleyh bed-siriştan-ı zamân dahî hüsn-i ahlâkın meftûnudur. Şu hâlde insân

ihtilâtı nâs ile iyiliği fenâlığı yek diğerinin zıddıyla bilmukāyese terk-i mesâvi ve celb-i

mehâsine meyl ve muhabbet edeceğinden ihtilât-ı nâsta esbâb-ı tezkiyeden ma’dûddur.

Hatta Hazreti Lokmân’a “Edebi kimden öğrendiniz” suâline “Edepsizlerden öğrendim

çünkü onların edepsizliğinden müteessir oldukça edebe mülâzım oldum” cevâbını

vermiştir.” (el-Muhkem s. 71)

Ahmed Mâhir Efendi bu dört kısımdan birinci kısmın ( Mürşid-i Kâmil’in

bulunması durumunda diğerlerine lüzûm olmadığını bir kıssa naklederek anlatmıştır.

“Şu dört hâl gerçi esbâb-ı tezkiyeden ise de fakat birincisi mevcût olduğu hâlde

mütebâkîsine lüzûm görülemez. Kıssa-i âtiye mürîde taleb-i guyûbtan ziyâde izâle-i

uyûbun lüzûmunu isbât eder hikâyât-ı latîfedendir. Zühhâd-ı Benî İsrâilden biri

behresine yalnız altı gün iftâr etmek şartıyla tamam yetmiş sene sâim olur. Bir gün

Cenâb-ı Hakk’a, şeyâtînin nev’-i benî âdemi ne sûretle iğvâ ve izlâl ettiklerini

göstermesini istidâ ve istifsâr ve bu duâda ilhâh ve ısrâr ederse de eser-i icâbet

göremediğinden bir kere de dönüp bâri kendi hatîâtımı ve Ma’bûd-ı zîşânımla bu abd-i

perîşânı miyânesindeki zünûb ve seyyiâtımı bilmiş olsam daha iyi olur diyerek istiğfâr

eder. Bunun üzerine derhâl Melik-i Müteâl hazretleri zâhid –i mûmâileyhe şu ahîren

vâki’ olan kelâm ve istiğfârının yetmiş senelik ibâdetinden daha ziyâde makbûl, dergâh-

ı Gaffâr olduğu ilhâm ve nûr-ı basîretini açarak İblîs-i mel’anet-âyîn ile onun avenesi

112

olan şeyâtînin nev’-i benî âdeme sûret-i iğvâsını ve bunların keyd ve mekrinden tahlîs-i

girîbân edecek ancak verı’-ı leyyin olan ehl-i îmân olduğunu irâe ve i’lâm

eylemiştir.”(el-Muhkem s.72 )

Ahmed Mâhir Efendi konu sonuna iktibâs ettiği şu beyitlerle de nefsin ayıplarını

görmenin en büyük irfân olduğunu anlatmış bulunmaktadır.

“Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz”239 (el-Muhkem s.72 )

Ahmed Mâhir Efendi sülûk ehlinin nefs-i emmârenin aldatmalarına karşı dikkatli

olmalarını belirtmektedir.

“Erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden dâimâ

basîret üzerine olmalıdır.”(el-Muhkem s.64 )

“Ey âkıl! Nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i hodbîn-i

hem-bezm-i sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır.” (el-Muhkem s.78 )

Ahmed Mâhir Efendi sûfîlerin inceliklerine bir örnek olarak cennet talebinin

bile bir nefs tuzağı olduğunu isbât sadedinde şu sözü nakletmiştir:

“Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö. 215/830) hazretleri de “Ben iki salât ile

duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet benim, namâz Rabbimin rızâsı tahtında

olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime tercîh ile namâzı ihtiyâr ederim” dedi.”

(el-Muhkem s.94 )

Nefsin irâde ve ihtiyârına kendini kaptırmayan kimseler ancak hakîkate

ereceklerdir.

“Nefsini dâire-i ihtiyârdan iskât eden erbâb-ı hakîkattır.” (el-Muhkem s.95)

239 Talip. (ö.1118/1706) İskender Pala, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi, İst.1995, s.289; M.Naci, Osmanlı Şâirleri, Haz.Cemal Kurnaz, Ankara 1995, s.326; Bu eserde “bilmek gibi” ibâresi yerine “bilmek kadar” ibâresi kullanılmıştır.

113

3.26. Tevekkül

“Tevekkül, Arapça, vekîl edinme, güvenme anlamında bir kelime. Gerekli

tüm çabayı sarfederek, her türlü, tedbîri aldıktan sonra, işi tam bir inançla Allâh'a havâle

etme, yani, deveyi bağladıktan sonra Allâh'a emânet etmeye, tevekkül denir. Tevekkül

bir kalp amelidir. Seri es-Sakatî tevekkülü "güç ve kuvvetten sıyrılmak", İbn Mesrûk

"hükümlerdeki kazâ cereyânına tam anlamıyla teslîm olmak" diye ta’rîf ederken, onu

ihsan makāmında bulunma şartına bağlayıp, muhsinlerin tevekkülünü, işi Allâh'a

döndürmekten ibâret görenler de vardır. Tevekkül'de esas olan, kalbin ıstırapsız

olmasıdır. Istırap halindeki kalpte tevekkül olmaz. Tevekkül makāmındakilerin bir

kısmı, Allâh'ın huzurunda, ölü yıkayıcısı elindeki ceset gibi durur. Allâh'a tevekkül

edenin yâveri Hak'dır.”240

İşin başında Hakk’a dönen, hep O’nu düşünen mürîd amellerine güvenmez

Haktan medet umar, O’na tevekkül ederse başarılı bir şekilde sülûkünü tamamlamış,

kurtuluşa ermiştir. Bir mürîd sülûkünün başında tevekkül sâhibi olursa Allâh onun

nihâyetini âkıbetini emin kılar.

“Her mürîd-i sâdık için bir bidâyet bir de nihâyet vardır. Bidâyet-i hâl-i sülûk

nihâyet-i hâl-i vusûldur. Cenâb-ı Hakk’a rücû ve a’mâl-i ma’lûlesine i’timâd etmeksizin

Haktan istiâne ve ona tevekkül ile tashîh-i bidâyet eden mürîd nihâyet sülûku olan hâl-i

vusûlde rücû ve inkıtâdan emin olarak me’mûnü’l-âkıbe ve mashûbu’n-necât olur.” (el-

muhkem s.61

Hakk’a giden yolda Allâh’tan değil de başkalarından meselâ nefsinden yardım

isteyen, nefsinin inâyetine güvenen yarı yolda kalır:

“Ba’zı ulemânın “Her kim vuslat- ilallâh Allâh’ın gayrıyla olduğunu

zannederse mehcûr olur. Her kim ibâdette nefsinden istiâne ederse nefsine havâle

olunûr.” buyurması da cümle-i ahîreyi te’yîd eder.” (el-muhkem s.61)

240 Cebecioğlu , TTVDS, tevekkül . md.

114

“mürîd-i sâdık bidâyet ve nihâyetinde belki cemî-i hâlâtında mütevekkilün-

alallâh müstaînun-billâh olmak ve kendinde havl ve kuvvet ve ubûdiyyet ve ibâdete

kudret görmemek lâzımdır. İşte kavâid-i sülûkun mübnâ aleyhi olan esâs tarîkat da

budur. (el-muhkem s.62)

Allâh´a hüsn–i zann beslemek de O’na güvenip tevekkül etmenin gereğidir:

“Bu hüsn-i zan havâss-ı ibâda mahsûs olan sûretle tahakkuk etmediği hâlde

avâm-ı nâsın mevsûf olduğu sûretle olsun husûlü lâzımdır ki vazîfe-i ubûdiyyet îfâ

edilmiş addolunsun. Cenâb-ı Hakk’ın vasf-ı celîline nazarla hâsıl olan ve zümre-i

havâssa mahsûs bulunan hüsn-i zannın semeresi muhabbet-i rabbü’l-ibâd ve ona

tevekkül ve sıhhat-i i’timâddır.” (el-muhkem s.87)

Tecrîd durumunda olan mürîd için tevekkül lâzımdır:

“Bâb-ı tecrîdde kıyâmın alâmeti 241 من حيث لا يحتسب merzûkiyyetle mesrûr ve

şâdân ve hasbe’l-kader o merzukiyyet muteazzer olursa da Cenâb-ı Hakk’a olan

tevekkülle yine mütmainnu’l-vicdân ve devâm-ı ibâdet ve ubûdiyyetle tecellîyâb-ı feyz-

i yezdân olmaktır.” (el-muhkem s.9)

Tevekkül muktezâ-yı ubudiyettir:

“Zîrâ mukaddiru’l- umûr olan hakîm-i mutlak hazretleri tedbîri mahsûs-i

ulûhiyyet ve tevekkül ve tefvîzi muktezâ-yı ubûdiyyet eylediğinden tedbîr ile ihtisâs

etmek isteyen abd-i pür-taksîr terk-i vazîfe-i ubûdiyyet ve teaddi-i hükm-i rubûbiyyet ile

kaza-yı ilâhîye mudâfaa ve kader-i ezeliye münâzaa etmiş olur ki bâis-i helâk ve hüsrân

ve sebeb-i bu’d ve hicrândır.” (el-muhkem s.9)

Bir kimse ihtiyâçlarını Allâhtan ister O’na tevekkül ederse Allâh onun

müşkülâtlarını giderir:

241 Bkz. Talâk 65/2-3. “Kim Allâh’a karşı gelmekten sakınırsa Allâh ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”

115

“Şol mürîd-i sâdık ki ihtiyâcât-ı beşeriyye ve havâyic-i külliyesini Cenâb-ı

Hakk’a tefvîz ve her hâl ve muhâlde dârü’l-emân-ı ilâhîyesine ilticâ ve her bir emrinde

lutf-i sübhânîsine tevekkül ederse müsehhilü’l- umûr olan Allâh da onun cemî-i

müşkilâtını teshîl ve baîdü’l-husûl olan her matlabını takrib ve asîru’l-husûl olan her

maksadını teysîr ile şol mürîd-i hodbîn ki ilim ve dirâyetine güvenir. Ve havl ve

kuvvetine i’timâd eder.” (el-muhkem s.61)

Tevekkülü terk etmek zemmedilen sıfâtlardandır:

“Sıfât-ı mezmûmenin kibr ve ucb riyâ ve süm’a hıkd ve haset ve hubb-ı câh-ı

müslim ve hubb-ı mâl gibi rezâil-i ahlâk üssü’l-esâsı, ve buğz ve adâvet isti’zâm-ı

ağniyâ ve istihkâr-ı fukarâ, terk-i tevekkül ve vüsûk, ve hafv-ı zevâl-i kader ve

menzilet, şuhh ve buhl ve tûl-ı emel, fahr ve batar, gıll ü gış, tasannu’ ve mubâhât,

müdâhane ve kasvet, fezâzat ve gılzet, cefâ ve gaflet, acele ve hiddet, dıyku’s-sadr ve

kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat, taleb-i uluv ve taleb-i riyâset gibi

keyfiyyât-ı deniyye ve ahlâk-ı rediyye onun furûudur.” (el-muhkem s.75)

Her zaman ve zeminde Allâh’a tevekkül ile dolu olmak tarîkat esâslarındandır.

“Hülâsa; mürîd-i sâdık bidâyet ve nihâyetinde belki cemî-i hâlâtında

mütevekkilün-alallâh müstaînun-billâh olmak ve kendinde havl ve kuvvet ve ubûdiyyet

ve ibâdete kudret görmemek lâzımdır. İşte kavâid-i sülûkun mübnâ aleyhi olan esâs

tarîkat da budur.” (el-muhkem s. 62)

Ahmed Mâhir Efendi konuyu tamamlayan şu beyitle tevekkülü adeta

özetlemiştir.

“Sâl keşti-i umûrun bahr-i tevekkülde ak

Aç badbân-ı himmetin yan gel de seyre bak”242 (el-muhkem s. 62)

242 Şairi belli değil. Bkz. “E.Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk dilinde Atasözleri ve Deyimler, İst. 1975, c.II, s.415”

116

3.27. Taleb

Taleb, istek, heves, aday olmak demektir. Tasavvufta matlûbu bulmak ve

murâda nâil olmak için onu araştırmaktır..243

Tâlib, Arapça, taleb eden, isteyen demektir. Tasavvuf okuluna kaydını

yaptırma durumundakilere tâlib denir. Tasavvufta, hedefe ulaşana kadar dört dereceden

söz edilir: Tâlib, mürîd, sâlik, vâsıl. Tâlib ilk derecedir. Tâlib eskiden hemen tasavvuf

okuluna alınmaz, önce, bir süre durumu incelenirdi. Bazen işin altından kalkıp

kalkamayacağını denemek üzere, hazırlık dersi yaptırılır bu aşamada başarılı olanlara,

esâs ders verilirdi. Günümüzde görüldüğü gibi, bir kişinin paçasından, kolundan tutup

zorla, gönüllü gönülsüz tasavvuf yoluna sokulmazdı. Sülûka kabûl ediliş, çok ciddî bir

konu idi. Bu sebeple, "men talebe ve cedde vecede" (isteyen ve bu isteğinde ciddî olan

hedefe ulaşır) denmiştir. Yine bir isteklinin, tasavvufa girmeyi arzu etmesi durumunda,

ona sünnet üzere bir istihâre yapması tavsiye edilir, istihâredeki ma’nevî işârete göre,

tarîkata kabûl edilir veya edilmezdi.244

Matlûb olmak tâlib olmaktan aranan kişi olmak arayan kişi olmaktan iyi

olmakla berâber taleb iyidir. Talebi olmayanın matlûbu yoktur demektir. Tâlibten

maksat Tâlib-i Hak veya Tâlib-i tarîk-i Hak’tır. İnsanlar üç kısımdır. Vâsıllar, sâlikler,

(Tâlibler) mukîmler. Sâlikler iki kısımdır: Hak Tâlibleri. Melâmîler ve sûfîler Cennet

tâlibleri Zâhidler. Fukârâ, hâdimler âbidler245

“Tâlib olan tutar mürşid elini,

Hakk’a verir ol dem can ü dilini,

Tığbend ile bağlar mürîd belini,

Mürşidin pendini tutmak sezâdır.” 246

243 Uludağ, TTS , s. 467 244 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü, Tâlib maddesi. 245Uludağ, TTS , s. 467 246Mehmed Ali Hilmi Dede Baba

117

Şeyh Ebû Ali Dekkāk şöyle demiştir. “Allâh Teâlâ Dâvûd (a.s)a şunu

vahyetmişti. Beni taleb eden birini gördün mü ona hizmetçi ol” 247

İmâm Ebû Bekr Muhammed b. Hüseyn b. Fürek der ki:” İstikāmetteki sin

harfi taleb ifâde eder. Kendilerini tevhîd üzere bulundurmasını sonra kālû belâ’daki

ahidlerinde devâmlı kılmasını , İslâmın koyduğu sınırlara riâyet etmelerini nasîb

etmesini sûfîler Hakk Teâlâdan taleb eylediler.”248

Eşrefzâde´nin şu beyitleriyle talebi anlatır.

“Eğer tâlib isen iş böyle gerek

Eğer kâzib isen ko çekme emek

Odur tâlib Hakk’ı isteye dün gün

Gerekmez halk ile almak u vermek” 249

“Vuslata eren müsterîh olur. Halbûki tâlib için istirâhat bahis konusu değildir.

Hz. Peygamber (s.a.v) “iki günü yekdiğerine eşit olan aldanmıştır.”buyurmuştur. Ona

tâlib olanların iki günü müsâvî olsa açıktan açığa aldanmış olur.”250

Cemâlüddîn Muhammed Bâklincâr (k.s.) “Tâlib o kimsedir ki onun matlûbu

kadîm zâtın zuhûrundan başkası olmaya. Ve bundan başka her şeyin vücûdu nazarında

imkânsız ve bâtıl ola” demiştir. 251

Ahmed Mâhir Efendi 22. hikmetin şerhinde taleb konusunu ele almıştır. İbn

Atâullâh İskenderî’ye göre “Allâh’tan bir şey istemek O’na bir töhmettir. O’nu istemek

O’ndan gaybettir.O’ndan başka bir varlığı arzû etmek O’ndan olan hayâ ve utanmanın

azlığındandır. O’ndan başkasından bir şey istemek ise Allâh’a karşı bir uzaklığın

ifâdesidir.”

247 Kuşeyrî, a.g.e. s. 366 248 Kuşeyrî, a.g.e. s. 352 249 Uludağ, TTS , s. 467 250 Hucvîrî, a.g.e s. 318 251 Câmî, a.g. e s. 407

118

“Ey tâlib-i hakîkat! Senin Cenâb-ı Melik-i Vehhâbtan bir ni’meti talebin ona

isnâd-ı töhmet ve şuhûd-ı Zât-ı Ehadiyyetini istemekliğin de ondan hükm-i gaybettir.

Ve mâsivâllâha meyl ve muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet ve

mâsivâllâhtan umûd-ı atâ etmekliğin de mu’tî-i hakîkîden gaflet ve muktezâ-yı

bu’diyyettir. (el-Muhkem s.54 )

Hikmetin nazmen tercümesi de şöyledir.

“Taleb bir ni’meti Haktan ona isnat töhmettir.

Talebkâr-ı huzûr olmak da ondan hükm-i gaybettir.”

Hayâsızlıktır Allâh’ı koyup meyl eylemek gayre

Sivâdan arzû-yı matlab etmek de ne gaflettir. (el-Muhkem s.54 )

Ahmed Mâhir Efendi’ye göre sâlikin Allâh’tan talebi dört türlüdür.

1.Allâh’tan talep,

2.Allâh’a talep,

3.Allâh’tan gayrı talep,

4.Allâh’ın gayrîden taleptir.

Bunların dördü de illetli ve çürüktür. Edeb noktasında sağlam değildir.

“Bir sâlik-i ilâhî için tasavvuru kâbil olan talep dört vecih üzerine olup dördü

de hakîkat nokta-ı nazarından medhûl ve edeb-i ubûdiyyete karşı ma’lûldur. Onlar da

Allâh’tan talep, Allâh’a talep, Allâh’tan gayrı talep, Allâh’ın gayrîden taleptir”. (el-

Muhkem s. 54 )

Ahmed Mâhir Efendi birinci kısım talebin (Allâh’tan taleb) neden

ayıplandığını şöyle anlatır.

119

“Birincisi; sâlik Hak Teâlâ Hazretlerinin mukaddirü’l- umûr ve hâliku’l- hayrât

ve’ş-şurûr olduğunu ve i’tâsı vâreste-i iğrâz ve ihsânı ârî ani’s-süâl ve’l- a’vâz

bulunduğunu bildiği hâlde talepkâr-ı emel olmak Hakk’a muktezâ-yı adem-i vüsûk /55

ve emniyyet ve isnâd-ı töhmet olduğundan dolayı medhûldur.” (el-Muhkem s. 55)

“İkincisi kâinât-ı merâyâ-yı vücûd-i ilâhîsi olduğu cihetle her nereye bakılsa

meşhûd-ı dîde olacak o nûr-ı zât idiğinden ve böyle bilâ-tebeddül velâ-tegayyür el’ân

kemâkâne olan ma’bûd-ı hâzırı talebe kalkışmak ise münâfî-i huzûr ve Haktan

gaybûbeti iktizâ eder bir keyfiyet olduğundan ma’lûldur.” (el-Muhkem s. 55 )

“Üçüncüsü, rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-yı

ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı ni’met

bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ve kerâmâta ihâle-i

nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âl de terakkiyât-ı dünyevîyye ve

mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-sudûr

olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû-i edepten neş’et eylediğinden

elbette gayr-i makbûldur.” (el-Muhkem s. 55 )

“Dördüncüsü, bir abd-i sâdıkın ma’bûd-ı hakîkîsine karşı mahlukâttan hiçbir

kimseye arz-ı ihtiyâç etmemesi edeb-i ubûdiyyet ve hükm-i kurbiyyet ve Cenâb-ı

Hakk’a kurbiyette mâsıvâllâhtan bu’diyyet iken bârigâh-ı ihsân-ı ma’bûdu bırakıp da

bâb-ı abde ilticâ ve temennî-i i’râz-ı dünyâ etmek fa’âlün limâ yürîd hazretlerinden

gaflet ve semere-i hicâb ve bu’diyyet olduğundan mezmûm ve metbûldur.”(el-Muhkem

s. 55 )

Gerçek taleb Allâh’ın emirlerini içeren taleptir:

“lâ-vechi’t-taabbüd ve’t-teeddüb olmayan ve evâmir-i ilâhîyeye itâati ve izhâr-ı

fakr ve hâceti mutazammın bulunmayan talebin gerek halka gerekse halka mütaallık

olsun inde’l-muvahhidîn el-mütecerridîn câiz olmayacağını isbâttır. Zîrâ onlara göre

irâde ve ihtiyâr, ihtiyâr-ı Cenâb-ı Perverd-gârdır. Taleb sizin bu zümre-i fâniyyeye göre

ayn-ı taleb ve taleb-i fâni hükm-i vâkiyye nazaran sû-i edeptir. Bu meseleyi kıssa-i

âtiyye pek güzel tasvîr eder. “(el-Muhkem s. 55 )

120

Ahmed Mâhir Efendi konu ile alakalı bir de menkıbe anlatmaktadır:

“Bir gün ser-halka-i hâcegân kutb-i Gucduvân Abdulhâlık (ö. 575/1179 veya

595/1199) hazretlerinin huzûr-ı lâmiu’n-nûr-ı ârifânelerinde bulunan bir mürîd-i

mübtedî yevm-i kıyâmette kendisi cinân ile nîrân arasında tahyîr olunûrsa cinân-ı câmi’

hazz-ı nefsânî olduğu için terk ve idbâr ve nîrânı muhâlif-i rızâ-yı nefs-i insânî

bulunduğu için arzû ve ihtiyâr edeceğini arz ve beyân etmesi üzerine mürşid-i müşârun

ileyh hazretleri mürîd-i mûmâileyhe hitâben: “Ey dervîş, nîrândan evvel sükûtu ihtiyâr

et ibrâz-ı irâde-i hodbînâne ile izhâr-ı sû-i edep eyleme. Cennet, Cenâb-ı Kird-gâr’ın

tecellîhâne-i cemâli, cehennem ise dâr-ı celâlî olup kulunu bu iki hânenin birinde

bulundurmakta fâil-i muhtâr ve mürîd-i sâdık ise meslûbu’l-irâde ve’l-ihtiyârdır.”

buyurdu. (el-Muhkem s.56)

Konu sonundaki “Efendinin tercihi ve iradesi olmaksızın bir işi yapma. Ey

kulluğu ikrâr etmiş kişi! Efendinin tercihi olan yerde kullar için nasıl tercih olabilir”

anlamındaki farsça şiir de konuyu tamamlamaktadır.

3.28. Basîret

“Basîret, öngörü, gaflete düşmeden ve duygulara kapılmadan ileriyi ve

gerçekleri isâbetli olarak görme yeteneği,252 idrâk, firâset, kalb gözü ile görüş demektir.

Tasavvufta, kudsiyyet nûru ile nûrlanmış kalbin kuvveti olan basîret, Hakk'ın doğruya

erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyânın hakîkatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî

kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyanın zâhirini ve

dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin

görmesine sebep olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nûruna basar denildiği gibi,

kalbin görmesine sebep olan ve lisanımızda kalb gözü de denilen idrâk edici kuvvete,

özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zâhir ve bâtına dikkat ve

nüfûz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basîret

denir. Bu da ilâhî bir nûrdur. Aynı şekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek

denilen tam ve kâmil idrâke basar denildiği gibi, kalp gözü ile hâsıl olan tam ve kâmil

idrâke, ma'rifet-i mütehakkıka ve yakîniyye de basîret denir. Bundan başka beyyineye, 252 Uludağ, TTS s. 85

121

hüccet ve burhâna, şahide ve dikkat ve îmân ile ibret alınacak hidâyet sebeplerine de

basîret denir. Zira bunlar idrâk edici güçleri takviye eder, basîret ve tabassura sebep

olur. Bu ma’nâya göre basîret, evvelki ma’nâlara da şâmil olur. Çünkü basîretin kendisi,

en büyük hüccet, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük medâr-ı ibâdettir. Ve onsuz hiç

bir şey idrâk olunamaz. 253

İbn Atâullâh İskenderî’ye göre rızık için çalışıp da amel ve ibâdette tembellik

göstermek basîretin körelmesine sebep olur.

5. Hikmetin ma’nâsı bunu ifâde eder. “Ey sâlik-i tarîkat; ezelen senin için

mazmûn olan rızk-ı makdûrde ictihâd ve gayret ve senden matlûb olan amel ve ibâdette

tekâsül ve rehâvet; amâ-yı basîretine delâlet eder bir keyfiyyettir. (el-Muhkem s.13 )

Nazmen Tercümesi de şöyledir.

“Rızk-ı mazmûnda gayretle ibâdette kusûr

Oldu kör olduğuna dîde-i kalbin bürhân” (el-Muhkem s.13 )

Rızık için çalışıp da amel ve ibâdette tembellik göstermek basîretin

körelmesine sebep olur. fakat Allâh’ın emirlerinde gevşeklik göstermemek şartıyla rızık

için çalışmakta beis yoktur. Böyle bir çalışma basîretin kaybolmasına yol açmaz.

“Şu hâlde iltizâm-ı meşakkat ve evâmir-i ilâhîyede kusura mukarenetsiz taleb-i

esbâb-ı maîşet intimâs-ı basîrete delâlet etmeyeceği gibi muhâlif-i şerîat ve münâfi-i

tarîkat de olamaz. Çünkü rızâ-yı Cenâb-ı Rezzâkı tahsîl edenler için rızık da mahsûldur.

(el-Muhkem s.14)

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de basîret körlüğünün Rabbânî sırları

müşâhede edememe, ma’rifet nûrlarınıa kavuşamama olarak tecellî ettiğini

anlatmaktadır.

“Basîret; basar umûr-ı mahsûseyi idrâk ettiği gibi umûr-ı ma’kûle ve

ma’neviyyeyi idrâk eden çeşm-i kalbtir. Onun intimâs-ı nûru esrâr-ı rabbâniyyeyi 253 Cebecioğlu, TTVDS, Basîret maddesi.

122

müşâhede ve envâr-ı ma’rifeti sübhâniyyeyi mükâşefeden mehcûriyyet olup buna

müebbet amâ-yı kalb ıtlâk olunduğundan ve muvakkaten ahvâl-i sûriyeyi adem-i

rü’yetten ibâret olan amâ-yı basîre de kābil-i kıyâs olmadığından Cenâb-ı Ğafûr لا تعمى

buyurmuştur. (el-Muhkem s.14 ) 254الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور

“Amâ-yı hakîkî” görme ni’metinden uzaklaşmak veya görmemek veya kör

olmak değildir. Allâh´ın istediği tâati terk etmek sonucu basîretin kaybolmasıdır

körlükten anlaşılması gereken.

“Amâ-yı hakîki ni’met-i basardan mahrûmiyyet olmayıp belki matlûb-ı ilâhî

olan tâati terk ile intimâs-ı basîret olduğuna” delâlet ettiği gibi .. (el-Muhkem s.14

Aynı şekilde Allâh’a duâ edip de duâsının kabûl olmadığını gören kişinin

Allâh’ın va’di karşısındaki şüphesi de basîret körlüğüne yol açar.

“Ey sâlik-i hakkānî, zamânı muayyen olursa da yine emr-i mev’ûdun adem-i

vukūu seni sıdk ve va’d-i sübhânîde reyb ve iştibâha düşürmesin. Zîrâ bu iştibâh

cumûd-i ayn-i basîrete ve humûd-ı nûr-i serîrete sebep ve günâh olur.” (el-Muhkem

s.19)

Ahmed Mâhir Efendi, basîreti, nefsin bitmek tükenmek bilmeyen aldatmalarına

karşı uyanık olma anlamında da kullanmıştır.

“Bu hâlde erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden

dâimâ basîret üzerine olmalıdır ki zevâhir-i ahvâli bırakıp da serâir-i kulûbun salâhını

îhâm eden ef’âl ve a’mâl sebebiyle esîr-i dâm ve hıyel olmasın. Çünkü bu hâl sûretsiz

sîreti kışırsız lübbü lafızsız ma’nâyı talep kabîlindendir ki bîmeâldir.” (el-Muhkem s.64)

Ahmed Mâhir Efendi bir de “basîret nûru”nun açılmasından bahseder.

“Melik-i Müteâl hazretleri zâhid-i mûmâileyhe şu ahîren vâki’ olan kelâm ve

istiğfârının yetmiş senelik ibâdetinden daha ziyâde makbûl, dergâh-ı Gaffâr olduğu

ilhâm ve nûr-ı basîretini açarak İblîs-i mel’anet-âyîn ile onun avenesi olan şeyâtînin 254 Hacc, 22/46 Ne var ki onlarda kör olan gözler değil asıl kör olan sinelerindeki gönüllerdir.

123

nev’-i benî âdeme sûret-i iğvâsını ve bunların keyd ve mekrinden tahlîs-i girîbân edecek

ancak verı’-ı leyyin olan ehl-i îmân olduğunu irâe ve i’lâm eylemiştir.” (el-Muhkem

s.72)

Nefisten râzı olmamak, nefsi her zaman yargılamak, hesâba çekmek, kişinin

uyanmasına ve basîretinin açılmasına vesîle olur. Basîret de şehvetten kurtulmayı ve

iffetli olmayı iffet de tâati netîce verir.

“Çünkü rızâ-yı nefs gafleti, gaflet şehveti, şehvet ma’siyeti mûcib, ve adem-i

rızâ-i nefs, nefsine isnâd-ı töhmetle intibâh ve basîreti basîret de def’-i şehvet ve iffeti,

iffet de tâati müstevcibtir.”(el-Muhkem s.76)

Ahmed Mâhir Efendi şua’-ı basîreti ilme’l-Yakîn, ayn-ı basîret ayne’l-yakîn,

hakk-ı basîreti de hakka’l-yakîn ma’nâsında kullanmaktadır.

“Şua’-ı basîretten murâd nûr-ı akıldır ki ondan ilme’l-yakîn ile ve ayn-ı

basîretten murâd nûr-ı ilimdir ki ondan ayne’l-yakîn ile ve hakk-ı basîretten murâd

nûr-ı haktır ki ondan hakke’l-yakîn ile ta’bîr olunûr.” (el-Muhkem s.79)

“Şua’-ı basîret”, “ukalâya”, “ayn-ı basîret” “ulemâya”, “hakk-ı basîret”

“mütehakkikîn-i urefâya” hâstır.

“Şua’-ı basîret nûr-ı akıl ile nefislerine nazar ederek Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i

ilâhî ve ihâta-i kayyûmiyyet-i sübhâniyyesiyle kendilerine karîp olduğunu müşâhede

eden ukalâya, ve ayn-ı basîret; nûr-ı ilim ile nefslerinin vücûd-ı samedânîyyede mahv ve

nabûd olduğunu anlayan ulemâya, ve hakk-ı basîret; nûr-ı Hak ile Zât-ı pâk-i Hakk’ı

şuhûd ile âlemde Allâh’tan gayrı mevcûd müşâhede edemeyen mütehakkikîn-i urefâya

mahsûstur.” (el-Muhkem s.80)

Ahmed Mâhir Efendi “Onlarda kör olan gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki

gönülleridir.”(Hacc, 22/46) âyetine dayanarak ebedî olan âhiret saâdetini bırakıp bir

günlük dünyâ rahatına dalmanın da basîret körlüğüne yol açtığını anlatmaktadır:

124

255" لكن تعمى القلوب التي في الصدورلا تعمى الأبصار و فإنها"

hükm-i ilâhîsine mâ-sadak olmakla netîcesi ve saâdet-i ebediyye-i sermediyyeyi devlet-i

yekrûze-i dünyâya değişerek mahmûr-ı câm-ı ikbâl ve hevâ olmak da dîde-i basîretin

amâ-yı ma’neviyyeye dûçâr olduğunun delîl-i alenîsidir.” (el-Muhkem s.-90)

Ahmed Mâhir Efendi basar ve basîret arasındaki farka da şöyle temâs

etmektedir.

“Basar; kendi dâire-i hissiyyesi ile mahdûd ve mukayyet olduğundan yalnız

eşkâl-i hâriciyye ve sûret-i kâimeyi ibsâr ve ihsâs edebilir. Basîret ise eşkâl-i hâriciyye

ve suver-i kâimenin mâbihi’z-zuhûr ve’l-kıvâmı olan nûr-ı ilâhîyi müşâhede eder. His

ve şehvetin hâricindeki ma’neviyyâtı rü’yet dîde-i kalbe verilmiş bir keyfiyettir. Amâ-yı

sûri bu âlem-i sûreti şuhûda nasıl mâni’ ise amâ-yı ma’neviyyede vech-i hakîkati

müşâhededen öyle mâni’dir. Kuhl-i mâzâga’l-basarla dîde-i cânı tenvîr etmek mücerrred

şu dâire-i teklîfi de terk-i hubb-i mâl ve melâl ve mihrâb-ı melekûta tevcîh-i vech-i ikbâl

eylemekle hâsıl olabileceğine mebni 256 ومن آان في هـذه أعمى فهو في اآلخرة أعمى

âyet-i celîlesinde daha hâne-berdûş-ı teklîf iken amâ-yı mâder-i zâd-ı ma’neviyyeden

sâha-i temâşâ fezâ-yı âlem-i bînâyıya çıkılması emir ve fermân buyurulmuştur. (el-

Muhkem s.89-90)

“Haktan önce göz iste, daha sonra görülecek olanı (dîdârı) iste. Çünkü Dost,

gözü olanın önünde cilve eder ve görünür” ma’nâsındaki Farsça şiir de konuya şiirsel

bir açılım sağlamaktadır.

3.29. Zaman

Zamân, Türkçede de aynı mânâda kullanılan Arapça bir kelime. Hakîmlere

göre, Atlas feleğinin hareketinin sayısına zaman denir. Sultan anlamında da kullanılır.

Kâşânî'ye göre, indiyye mertebesine izafe ve nisbet edilen ân-ı dâime zaman denir.257

255 “Onlarda kör olan gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki gönülleridir Hacc, 22/46 256 İsra, 17/72“ Kim bu dünyâda gerçekleri görmede kör ise âhirette de kördür 257 Cebecioğlu, a.g.e Basar md.

125

“Mezheb-i tahkîke göre umûr-ı vehmiyyeden olan ezminenin makām-ı

Ehadiyyete taalluku yoktur. Çünkü zamân dediğimiz mikdâr-ı hareket-i âsumân; bir

mütegayyirin diğer mütegayyire nisbetinden ibârettir. Meselâ mütegayyir olan insânın

müddet-i hayâtı mütegayyir olan küre-i arzın şems-i münîr etrafındaki hareket-i

devriyyesi ile mukâyese etmek zamândır. Dehr denilen müddet-i medîde de bir

mütegayyirin bir sâbite meselâ mütegayyir olan şu devr-i zamânın kadîm ve sâbit olan

mebâdî-i âliyyeye ya’ni sıfât-ı sübhâniyyeye nisbetinden ibârettir. Cenâb-ı Hâlık lem-

yezel hazretleri ise ezelîdir. Ezel dediğimiz de kadîmin kadîme, yâni sıfât-ı ilâhîyenin

zât-ı sübhâniyyeye nisbetinden hâsıldır. Binâen aleyh ezelde zamân olmadığı gibi lâ-

yezâlde de şu nisbet-i ezeliyyeye nazaran zamân ve zamânın ahkâmından bulunan âsâr

ve ekvân yoktur. Şu hâlde Allâh cemî-i eşyâ yok iken vâr olduğu gibi el’ân da yine

olduğu hakîkat üzerine bâkîdir. (el-Muhkem s. 82 )

3.30. Tevâzu´

Alçak gönüllülük. İnsanın nefsini Hakk´ın huzûrunda kulluk mevkiine

koyması.Halka karşı şefkatli olması, kibir ve gurûrlu olmaması. Hakk karşısında

eğilmek hakkı kabûllenmektir. 258

Ahmed Mâhir Efendi tevâzu´nun hakîkatine ulaşmanın sırrını vermektedir:

“Bir mürîd-i sâdık hakîkat-ı tevâzua revzen-i kalbinde nûr-ı müşâhedenin lem’a-

nisâr-ı zuhûr olduğu vakitte vâsıl olur. Çünkü bu hâlde nefs-i gerden-firâz-ı vâsıl-ı

makām-ı niyâz olarak Hakk’a da halka da mahv-ı âsâr ve sükûn ve hecc ve gubâr ile

mutî’ ve intibâ’-sezâ olur.”(el-Muhkem s. 80 )

3.31. İstidlâl,

“İsbat-ı vâcip başka bir ifâdeyle Allâh'ın varlığını delîllendirme konusu, başta

kelâm ilminin olmak üzere felsefenin ve filozofların en önde gelen konularındandır.

Meselâ, İslâm felsefesinde el-Kindî'den (252/266) başlamak üzere; Farabî (339/950),

258 Uludağ, TTS s. 485

126

İbn Sînâ (428/1037), İbn Rüşd (595/1198) gibi büyük İslam filozofları, Allâh'ın

varlığını çeşitli delîllerle ispatlama yoluna gitmişlerdir.259

İsbat-ı vâcip konusuyla Selefiyye de ilgilenmiştir. İbn Teymiyye (728/1382) İbn

Kayyim el-Cevziyye (751/1350) ve İbnü'l-Vezir (840/1436), bunlardan bazılarıdır.

Allâh'ın sonsuz kudretini ve hikmetinin eseri olan mahlukatın bazı sırlarını inceleyen ve

bu yolla isbat-ı vâcip yapan,"el-Hikme fi mahlukāti'llah" eserinin müellifi Gazzalî

(505/1111) ile İbn Hazm (456/1064) da aynı konu ile derinden ilgilenmiştir 260

“Allâh'ın varlık ve birliğinin isbatı konusuna "isbat-ı vâcib" denmesinin sebebi,

Allâh'ın varlığıyla birlikte birliğini de isbat etmeyi kastetmekten dolayıdır. Zira Allâh'ın

varlığını kabûl ettikleri halde birliğini inkâr e-den ve ona şirk koşan pek çok insan

vardır.”261

Kelâmcıların delîlleri: Hudus Delîli, İmkân Delîli, Gaye ve Nizam Delîli,

Kabuf-i Âmme Delîli ,İlm-i Evvel Delîli; İslâm Filozoflarının delîlleri, Hudus Delîli,

İmkân Delîli, Gaye ve nizam Delîli, İlk Sebep, İlk İllet Delîli, Hareket Delîli, Ekmel

Varlık Delîli;

Batı Düşüncesinde Allâh'ın Varlığına Dâir Delîller: Ontolojik Delîl (Varlık

Delîli)Kozmolojik Delîl,Gaye ve Nizam Delîli, Ahlâk Delîli.262

İslâm âlimlerinin çoğunluğu isbât-ı Bârîde akıl ve istidlâl yolunu tutmuştur.

Cürcânî “Ma’rifetullah ancak istidlâl ile kemâle erer.”263 der.

Allâh´ın tanınması (ma’rifetullah) taşıdığı karakter sebebiyle duyularla mümkün

olmamaktadır. Bununla berâber duyuların bu konuda hiçbir rolü yoktur denemez. İbn

Melkā “Allâh Teâlâ’nın fiilleri eserleri ve mahlûkātı vâsıtasıyla tanınması bir insanın

arkadaşını gözleriyle müşâhede ederek tanımasından daha tam ve daha kâmildir.”der. 264

Fârâbî (v.339/950)de felsefî bakış açısıyla şöyle der: “Allâh’ı mahlûkātı sâyesinde

259 Şimşek, M. Sait, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, İsbât-ı Vâcip maddesi.

260 Bekir Topaloğlu, İslâm Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allâh'ın Varlığı (İsbat-ı Vâcip), Ankara, . s. 16).

261 Gölcük, Şerafeddin.- Toprak,Süleyman, Kelam, s. : 126-127. 262 Gölcük, a.g.e s. 127-132 263 Bekir Topaloğlu, a.g.e s. 133 264 Topaloğlu, Bekir, a.g.e s. 16

127

bilişimiz O’nu bizzat tanımış olsaydık elde edebileceğimiz bilgiden daha çok şâyân-ı

i’timâttır265

“Bir kısım islâm alimlerine göre insan iç ve dış alemde Allâh'ın varlığını

gösteren bir takım delîller üzerinde durup, düşünüp böylece Allâh'ın varlığına ve

birliğine ulaşır. Gerçi Allâh Tealâ duyularla doğrudan doğruya idrak edilemez. Ancak

duyularımız Allâh'ı tanıyacak olan aklımıza malzeme temin eder. İnsan duyularıyla

yaratılmış olan şeyleri algılayıp kainattaki ahenk ve nizamı kavrar, aklıyla da bu belirti

ve izlerden hareketle yaratıcının varlık ve birliğine ulaşmaya çalışır.”266

“Klasik kelâm kitaplarımız insan için bilgi edinme vâsıtalarını üçe inhisâr

ettirir: Selîm hâsseler, sâdık haber, ve akıl. Sofiye buna bir dördüncüsünü ilâve

etmişleridr.:Keşf.”

İsbât-ı Vâcip metodlarından biri de keşftir. Nefsimizi her türlü arzû ve

isteklerden temiz tutar bütün ma’nevî kābiliyetlerimizi samimiyet ve ısrarla Allâh’a

tevcîh edersek aradaki perdeler kalkar, hakîkati olduğu gibi görürüz. Buna isbât değil

ma’rifet demek daha doğru olur. Sofiye bu görüşünü te’yîd için Kur’ân-ı Kerîm’den

delîller getirmiştir. (Enfâl), 8/29. (Ankebût29/69), (Bakara 2/282).Gazâlî’nin

(505/1111) akıl ve istidlâl yolunu yıllarca denedikten sonra bundan vazgeçip kalp

iklimine girdiği keşif ve ilham yolunu tuttuğu ma’lûmdur. İbn Arabî, Râzî’ye yazdığı

mektupta şöyle der:” Allâh Teâlâ aklın istidlâl ve tefekkürü vâsıtasıyla tanınmaktan

münezzehtir. Onun müşâhede ile tanımak isteyen aklî istidlâlden uzak durmak

mecbûriyetindedir.” “Senin öğreneceğin tıp ilmi sadece hastalıklar dünyâsında

geçerlidir. Hastalık bulunmayan bir aleme göçersen bu ilimle kimi tedâvî

edeceksin?”267

“Bir kısım islâm alimlerine göre insandaki Allâh inancı fıtrî olduğu için Allâh'ın

varlık ve birliğine dâir delîller aramaya ihtiyaç yoktur. Fıtratı bozulmamış ve rûhu hasta

olmayan her insan Allâh'ın var ve bir olduğunu kavrar. Bu konudaki delîller sadece

265 Topaloğlu, a.g.e s. 130 266 Gölcük, a.g.e s. 127 267 Topaloğlu, a.g.e s. 135

128

insanı uyarmak, içindeki varlığı ve birliği hususunda mevcûd olan zaruri bilgiyi

geliştirmek içindir.”268

Burada İslâm tasavvufunun istidlâl metodu özetlenmiş durumdadır.

Sûfîlerin benimsediği keşfin tenkîd edilen tarafı şahsî olması, herkesi

bağlamamasıdır.

“İbn Melkâ tasavvufî bir meyille şöyle der. Allâh’ın varlığı en kâmil ve en tam

bir vâr oluştur. Fakat zuhûr ( apaçık oluş) bazılarına göre hicâb teşkîl eder. Nasıl ki

göz önce zayıf ışıkları sonra da alıştıkça daha kuvvetlisini görebiliyorsa insan rûhu da

ilâhî âlemin varlıklarını yavaş derece derece idrâk edebilir.”269

Ahmed Mâhir Efendi el-Muhkem’de el-Hikemü’l-Atâiyye’de İbn Atâullâh

İskenderî ‘nin hikmetlerini açıklamakla kalmamış aynı zamanda isbât-ı Vâcip

konusunda tasavvufun genel bakış açısını da özetlemiştir. Eşyâ ile Hakkı istidlâl Hakk

ile eşyânın istidlâline göre kıymetsiz ise demek ki isbât-ı Vâcip konusunda keşf esâsı

kabûlleniliyor demektir. Esâs olan o’dur.

”Eğerma’şûktan olmazsa muhabbet aşıka,

Âşığın uğraşması ma’şûka kavuşturamaz asla!”

diyen şâir aslında isbât-ı vâcibin Vâcibü’l-Vücûd olan Allâh’tan başlayarak olması

gerektiğini ifâde etmektedir.

30. Hikmette de Cenâb-ı Hakk ile eşyâya ve eşyâ ile Cenâb-ı Hakk’a istidlâl

arasında bûn-ı baîd olduğu”nu anlatmaktadır

“Cenâb-ı Kibriyâ ile vücûd-ı mâsivâya ve mâsivâ ile vücûd-ı kibriyâya istidlâl

eden şu iki fırka beyninde bu’d-i azîm oldu.” (el-Muhkem s.65 )

Hikmetin nazmen tercümesi de şöyledir:

“Vücûd-ı Hak ile ekvâna istidlâl eden âkıl

O ekvânı delîl-i Hak edenden oldu çok fâzıl

268 Gölcük, a.g. e. s.126 269 Topaloğlu, a.g. e s. 131

129

Vücûd-ı Hak ile eşyâya istidlâl eden şol zât

Verip Hakk’a vücûdu eyledi isbât-ı mevcûdât

Vücûd-ı Hakk’a âsârıyla istidlâle kalkışmak

Onun mahcûbu olmaktan gelen bir hâldir mutlak

Aceb gâib mi kim muhtâc-ı istidlâl ola Mevlâ

Baîd olmuş mu hiç tâ ki ona mûsil ola eşyâ” (el-Muhkem s.65 )

İbn Atâullâh İskenderî ‘ye göre dolayısıyla şârih Ahmed Mâhir Efendi’ye göre

istidlâl gâib olan içindir. Halbuki Allâh gâib değildir. Bu yüzden isbât-ı vâcip varlıktan

varlığı Yaratana doğru bir seyr takîp edemez. Haktan halka gelinmelidir . Bu

kısımdakilere “murâdân” denir. Tasavvufun tervîc ettiği kısım bu kısımdır.

Sûfîler bu konuda iki kısımdır. Mürîdîn ve murâdân.

“Fırka-ı şâkire murâdân ve mürîdîn ta’bîr-i âherle meczûbîn ve sâlikîn

namlarıyla iki kısma taksîm olunmuştur. (el-Muhkem s. 65 )

Hak ile halka istidlâl edenler ise “murâdân”dır. Meczûblar da denilir. Bunlar

her şeyde O’nu gördüklerinden O’nu isbat lüzûmu duymazlar: Allâh’ı ma’rifet nûruyla

bilirler. Dışardan delîle ihtiyaç duymazlar.

“Birinci kısım ki murâdân ve nâm-ı âherle meczûbîndir. Bunlar taraf-ı

ma’nevî ilâhîye ibtidâen cezb olunurlar ise ehl-i şuhûd ba’de’s-sülûk meczûb olurlar ise

ârifîn ıtlâk olunurlar. Bu fırka-i nâciyenin âlemde vücûd-ı ilâhîyeden başka bir mevcûd

dîde-i hak-bîn ma’rifetlerine meşhûd olmadığından ve bunlara vech-i kerîm-i ilâhîsiyle

Cenâb-ı Hak müvâcehe buyurarak gönüllerine kazf-i nûr-ı ma’rifetle kendini bildirmiş

olduğundan bunlar ancak vücûd-ı ilâhî ile mevcûdâta bi’l-istidlâl 270ال موجود اال هوdeyip

dururlar.”(el-Muhkem s. 65)

270 (Allâh’tan başka hiçbir mevcûd yoktur)

130

“Cenâb-ı Hak ile vücûd-ı halka istidlâl eden kimseye hakîkat-ı vücûdun vasf-ı

kıdemle ittisâf eden Vâcibü’l-Vücûda mahsûs olduğu ma’lûm ve meşhûd oldu da

vücûd-ı mevhûm-ı ekvânın vücûd-ı ma’lûm-ı Yezdândan müstefâd olduğunu isbât etti.”

(el-Muhkem s.65 )

Halktan Hakka varmaya çalışanlar, Halk ile Hakka istidlâl edenler ki bunlar

“mürîdîn” diye vasfediliyor. .

“İkinci kısım mürîdin ve nâm-ı âher ile sâlikîndir. Bu fırka-i sâdıka hâl-i

sülûklarında rü’yet-i ağyâr ve şuhûd-ı âsâr sebebiyle Cenâb-ı Kird-gâr’dan mahcûb ve

pîş-gâh-ı nazarlarında meşhûd ve zâhir olan ancak ekvân olmak cihetiyle vücûd-ı Hak

merhûn-ı gencine-i guyûbtur.Bu cihetle müşârun ileyhim hazerâtı evvelemirde vücûd-ı

Hakkı göremediklerinden nâşî vücûd-ı halk ile Hakk’a istidlâl ve mechûl olan eşyâyı

ma’lûm-ı bî-iştibâh olan Hâliku’l-eşyâya ve ma’dûm olan ekvân-ı Vâcibü’l Vücûd olan

Yezdâna ve emr-i hayâlî olan âlem-i zâhir ve celî olan mülk-i allâme delîl-i zîbâl ittihâz

ettiler. (el-Muhkem s. 66)

“Halk ile vücûd-ı Hak üzerine istidlâl ise Cenâb-ı Melik-i Müteâle adem-i

vüsûlden nâşîdir. Yoksa o Âlimü’ş-şehâde ve’l-gayb ne zamân gâib oldu ki eşyâ-ı

hâzıra ile onun vücûduna insân istidlâl ve o

من حبل الوريدالينا أقرب

271ne vakit baîd oldu ki âsâr-ı garîbe onun bârigâh-ı ehadiyyetine erbâb-ı hicâbı îsâl

etsin. (el-Muhkem s.65 )

Ahmed Mâhir Efendi tasavvufun İsbât-ı Vücût anlayışını aşağıdaki satırlarda anlatmıştır:

“Bunların bu zehâbı vücûd-ı hicâb ve vukûf-ı esbâb ve adem-i vusûl ve iktirâb

sebebiyle olduğundan ve fırka-i murâdân ise âlemde Vâcibü’l-Vücûddan başka bir

mevcûd görmeyip cemî-i mevcûdâtı vücûd-ı Rabbânîden müstefâd görerek Hak ile

271 Kaf 50/16“Biz ona şâh damarından daha yakınız”

131

halka istidlâl eylediklerinden şu iki fırka beynindeki bûn baîd ve fark azîm sâbit ve

nümâyân oldu. Şu kadar ki ehl-i şuhûdun istidlâli hâl-i cezbede olmayıp hâl-i sahv ve

ifâkatte olduğu gibi delîl-i aklî ve nazar-ı fikrî ile olmayıp mücerred vücûd ve sübûd-ı

eşyâ vücûd ve sübût Hâliku’l-arz ve’s-semâ’ ile olduğunu mülâhaza iledir. Çünkü eşyâ

için vücûd yok ki. Vücûd-ı Hâliku’l eşyâya mûsıl vuzûh ve zuhûr yok ki nûru’l- arz

ve’s-semâ’yı mûzıh ve muzhir olsun. Bir de delâil ve berâhîn gâib ve matlûb içindir.

Hâzır ve meşhûd için değildir. Zîrâ meşhûd vuzûh-ı şuhûd sebebiyle ihtiyâc-ı delîlden

müstağnî olduğuna mebnî onu ma’rifet ibtidâen tavsîl-i vesâil i’tibâriyle kesbî olursa da

bilâhare bedâhate avdetle yine zarûrî olur. Şu hâlde zâtında vuzûhu sebebiyle bir hâdis

delîlden müstağnî olursa muhdis-i hakîkî daha ziyade müstağnî ani’d-delîl olmaz mı?

(el-Muhkem s. 66 )

Ahmed Mâhir Efendi konu sonuna Hüdâî’nin şu beytini iktibâs ederek adeta

sûfî düşüncesinin hülâsasını vermiştir.

“Zuhûru perde olmuştur zuhûra

Gözü olan delîl ister mi nûra”272 (el-Muhkem s. 66 )

3.32. Hayret

“Hayret, şaşkınlığı ifâde eden Arapça bir kelime. Hayret, Allâh hakkında hırslı

olmakla, ümîdsiz olmak arasında bir duraktır. Aynı şekilde, korku ve rızâ, tevekkül ve

recâ arasında bir duraktır. Hayret, derin düşünce ve Allâh huzurunda, hakîkat ehlinin ve

âriflerin kalplerine gelen bir hâldir. Hayret, Allâh'ın gücüne, sun'una, hikmetine, karşı

duyulan aşırı bir arzûdur. Yaşanmadıkça bilinmez.” 273

Ahmed Mâhir Efendi hayret’in mârifetin bir netîcesi olduğunu Hz.Peygamberin

de Allâh’tan hayret’ini artırmasını taleb ettiğini belirmektedir:

272(Aziz Mahmuûd Hüdâî), Bkz. Konuk, c.IV, Fusûsu’l- Hikeme Yapılan Ba’zı İtirazlar, Selçuk Eraydın. 273 Cebecioğlu, a.g. e. Hayret md.

132

“..hayret de netîce i ma’rifet bulunduğundan duâ-i Nebevîde 274 ’vâki فيك رب زدني تحيرا

olmuş..” ve müellif-i hakîm hazretleri [İbn Atâullâh İskenderî ] de şu hikmetin

nihâyetinde izhâr-ı veleh ve hayret eylemiştir(el-Muhkem s. 48 )

3.33. Üveysîlik

“Üveysîlik, bir şeyhe bağlanıp resmî sülük görmeyen, ancak Hz. Peygamber (s)

veya bir velînin rûhunun etkilemesiyle terbiye ve irşâd olanlar. Veysel Karanî'nin adıyla

anılmasının nedeni, Veysel Karanî'nin Hz. Peygamber (s)'i görmemiş olmasına rağmen,

gıyâben O'nun terbiyesinden geçmesidir.275

“Evliyâullahtan bir zümre vardır ki tarîkat şeyhlerinin büyükleri onlara

Üveysîler derler. Onların zâhirde pîrlere ihtiyâçları olmamıştır. Zîrâ onları Hazreti

Risâlet s.a.v inâyet kucağına vâsıtasız terbiye etmiştir. Nitekim Üveys Karnî’yi de

böyle terbiye etmiş. Ve yetiştirmiştir. Bu ulu bir makām ve yüce bir pâyedir. Bu

mertebe değme bir zâta müyesser olmaz. “Bu Allâh’ın bir lütfudur, onu dilediğine

verir”(Mâide5/54)276

Ahmed Mâhir Efendi de bu konuda Veysel Karanî ile ilgili hadîs-i şerîfi uzun

uzadıya naklettikten sonra şunları yazmaktadır:

“Zâhir hâlde mülâkât-ı Nebeviyyeden mehcûr olmuşlarsa da bâtın hâlde

murâkaba-i dâime ile nâil-i zevk-i huzûr olduklarından böyle bilâ vâsıta vâsilînin

mesleklerine tarikât-ı Üveys ıtlâk olunmuştur. (el-Muhkem s.32)

274 “Yâ Rabbi, benim senin Hakk’ında olan hayretimi tezyîd eyle”. Bu hadîs-i şerîf “Fusûs Şerhi”nde de geçmektedir. Bkz. Konuk.ag.e. c.IV, s.236 275 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü , üveysîlik md.

276 Câmî, Nefehâtü´l-Üns, s. 86, bkz: Attâr, Ferîdüddîn a.g. e. s 68

133

4. BÖLÜM

“EL-MUHKEM Fİ ŞERHİ’L-HİKEM” METNİ 277

Mukaddime:

ن الرحيمبسم الله الرحمـ

Eylerim hamd ü sipâs-ı bîkıyâs

Hazreti Hâllâk-ı nev’-i Âdeme

Söylerim hem de selâm-ı bîgerân

Seyyidü’l- kevneyn fahr-i âleme

Ba’dezâ : Hikem-i Atâiyye ki her cümlesi birer beytü’l- arûs-i irfân olmakla

mısdâk-i celîl-i

278 her fıkrası serâvîl-i anberîn-i belâğata(Rahman 55/70) حسانفيهن خيرات

bürünmüş hakayık-ı ledünniyyeye haclegâh-ı furkan bulunmakla 279آاد أن يكون قرآنا

vasf-ı tebcîline bi-hakk’ın şâyândır.

Öyle bir tarz-ı dil-ârâ-yı insicâmı, öyle bir üslûb-ı bedî’ intizâmı

mütezammındır ki lemha-i ibtisâr-ı irfâna tesâdüf eder etmez şâhid-i dilnişîn-i meânîye

277 (1323 İSTANBUL BASKISININ İLK YÜZ SAYFASI)

278 (Onların da içinde güzel huylu hanımlar vardır. 279 ( [Neredeyse Kur’ân gibi])

134

istivâgâh-ı zuhûr olmak üzere te’sîs edilmiş ya bir binâ-yı muallâ-yı avârif , yâhud

sultân-ı selâtin-i vahdete tahtgâh-ı tecellî ittihâz buyrulmak maksadıyla tezyîn olunmuş

bir sarây-ı mücellâ-yı maârif olduğu tahakkuk eder.

Zîrâ bâlâ-yı rengînterîn mebânîsi, matla’u’l-envâr-ı vâridât, zemîn-i hikmet-

karîn meânîsi, üssü’l-esâs-ı sânihât. Taksîmât-ı manzûde-i dâhiliyyesi, nümûne-nümâ-

yı etvâr-ı tarîkat. Tanzîmât-ı meşhûde-i hâriciyyesi şirâze-bend-i ahkâm-ı şerîât olarak

sûret-yâb-ı vech-i hakîkattır.

Her revzen-i hizâneti’l- esrâr-ı fesâhati, birer küngüre-i kâh-ı terakkî ve teâlî, her bâb-ı faslu’l-hitâb-ı belâğati birer medhâl-i fazâil ve meâlî olduğundan bilcümle kümmelîn-i mutasavvifîn onun âsitân-ı [ 4 ] feyz âşiyânında rûhsûde-i istifâza, cemî’-i muhakkikīn-i ârifîn onun meydân-ı belâğ ve beyânında rûmâl-i ilticâ ve istifâdedir.

Böyle bir mecelle-i esrâr ve dekāyıkın kemâ-yenbağî tercüme ve şerhine ve

ebkâr-ı efkâr-ı mücmelesinin mufassalen bast ve îzâhına tünd-bâd-ı nevâib-i dehr-i dûn

önünde muktezâ-yı tâlî’-i vâjgun yuvarlana yuvarlana hazîz-i

acz ve ibtihâle girîve-i perişâni-i ahvâle sukût eden bir karîha-i hezârân cerîhadan

mütereşşih sözlerin kâfil olacağı nasıl tasavvur olunabilir? Şu kadar ki kemâli derk ve

istihsâl edilemeyen bir şeyin tamâmı terk ve ihmâl olunmak câiz olamayacağına mebnî

kitâb-ı mezkûru tecellîgâh-ı füyûzât-ı ilâhîye olarak taayyün etmiş bulunan Ramazân-ı

mağfiret-nişânlarda min-gayri haddin şerefyâb-ı iştiğâli olduğum tefsîr-i Kur’ân

derslerini hakaik-i tasavvufiyye ile de tenvîr etmek maksadıyla mütâlaa esnâsında

nazmen ve nesren şerh ve tercümeye muvaffâkiyet el verdiğinden iş bu “el-Muhkem”

nâmıyla benâm kılınan “Şerh-i Hikem” sahâif-i beyzâ-yı meânî üzerinde cemâl-

efzâ-yı sutûr ve sertâc-ı selâtîn-i cihân tâcidâr-ı meâlî-efşân hâmî-i maârif ve hüner

hâlîfe-i celîl seyyidü’l-beşer şehriyâr-ı bî-müdânî es-Sultan el-Gâzî Abdülhamîd hân-ı

sânî efendimiz hazretlerinin gülzâr-ı ulûm ve meâlî ıtlâkına sezâvâr olan asr-ı terakkî-

hasr-ı hümâyûnlarına ezhâr-ı füyûzâtına ve şukûfehâ-yı terakkiyâtına lâhika-pîrâ-yı

neğamât olmakla nûrun-alâ-nûr oldu.

Maksad hûşe-çin-i harman-ı füyûzâtı olduğum ehl-i hakîkatin kelimât-ı

âliyâtını sâha-i sutûr-i sâfilâta nakş ve ihrâc ile dekāik-i mazmûnesinin mütâlaa-i cemâl-

135

i meâlinden az çok istinâre ve istifâde edecek ashâb-ı insâf ve urefânın zikr-i cemîline

mazhariyetle iktisâb-ı hayât-ı sâniye etmektir. Erbâb-ı fazl ve kemâl indinde müsellem

olduğu üzere büyüklük bu gibi nâciz eserlere nazar-endâz-ı nevâziş olmaya mâni’

olamayacağı ve ulviyyet-i sahîha ise ashâb-ı acz ve noksânı tahtie olmayıp belki onların

hatîâtını tashîh ve nevâkısını ikmâl etmek gibi bir meziyet olduğu derkâr, ve böyle

güzergâh-ı hîçîde mevzûundan kat’-ı nazarla gubâr-âlûd-ı perîşânî olan bir hazefpâre-i

mesâîye tenezzülen evc-i bâlâterîn-i şeref ve fazîletten atf-ı lehâza-i tahsîl ve takdîr

edivermek de erbâb-ı kemâlin esâsen aliyyü’l-a’lâ olan makām-ı ilim ve irfânlarını değil

tenzîl bir kat daha i’lâ ve tebcîl edeceği müstağnî-i kayd-ı tezkârdır. Binâenaleyh

burhân-ı kemâl-i noksânım olarak görülecek noksân-ı kemâlden dolayı serd-i i’tizâra [5

] âcet olmadığı zannında bulunduğumdan ol bâbta hâme-rân-i tasdî’ olmaktan intihâ ve

yalnız ehl-i fazîletin ve erbâb-ı irfân ve hakîkatin afv-ı hatâ-pûşânelerine ilticâ ile

kelâm-ı

280آند درآار درويشان دعايي * مكر صاحب دلي روزي برحمت

beyt-i Sa’dî’siyle miski’l-hitâm eylerim.

رب هب لي حكما وألحقني بالصالحين

281 واجعل لي لسان صدق في الآخرين

El-fakîr es-seyyid Hâfız Ahmed Mâhir Bin Seyyid Hâfız Muhammed Saîd Bin

Es-seyyid Hâfız Muhammed Nûreddîn el-Kastamônî el-arîf bi-Ballıklı Efendizâde.

280 Şâyed gönül sâhibiysen bir gün rahmet eder sana. Ola ki bir duâ dervîişler hakkında işe yarar. 281Ey Rabbim bana hüküm ver ve beni sâlihler arasına dahil eyle ve gelecek nesiller içinde iyi nâm bırakmayı hayırla anılmayı bana nasib eyle. Şua’râ 26/83-84

136

EL-MUHKEM Fî ŞERHİ’L-HİKEM

بسم الله الرحمـن الرحيم

1.Hikmet:

من عالمة االعتماد على العمل نقصان الرجاء عند وجود الزلل

Ma’nâsı:

Vukû-ı meâsî ve vücûd-ı zelel zamânında noksân-ı recâ ve emel, iğtirâr-ı tâat

ve i’timâd-ı amel etmenin alâmâtındandır.

Nazmen Tercümesi:

İ’timâd-ı tâate oldu delîl

Ma’siyet vaktinde noksân-ı recâ

Îzâh:

Evrâd u ezkâr, ibâdât ve tâat gibi a’mâ l-i sâlihaya i’timâd edenler, biri âbidîn-i

zâhidîn, diğeri mürîdîn-i sâlikîn olmak üzere iki kısım olup birinci kısmın ibâdete

i’timâdı cennât-ı âliyâta dühûl ve onda ni’met-i ebediyyeye vusûl ile istihsâl-i saâdet ve

azâb-ı ilâhîden necât içindir.

İkinci kısmın i’timâdı da hicâb-ı zuhûr-ı dîdâr olan estâr-ı mâsivâyı keşf ile Ka’be-i hakîkate vâsıl ve cilve-bahş-ı kulûb olan mükâşefât-ı gaybiyye ve esrâr-ı ilâhîye hâsıl olmak içindir. [ 7 ]

137

Her iki i’timâd da erbâb-ı hakîkat nazarında merdûd ve mezmûm ve bu

keyfiyet nefsi rü’yet ve efâl ve a’mâli ona nisbetten neş’et ettiği için gayr-ı makbûl ve

ehli dâimâ melûmdur.

Hâiz-i kasabu’s-sebk-i irfân olan ashâb-ı îkān ise mâhiyet-i mec’ûlelerinde

i’timâda şâyân bir hâl görmedikleri ve harekât ve sekenâtlarında fâil-i hakîkî ancak

Vâcibu’l-Vücûd hazretlerini müşâhede eyledikleri cihetle kendilerini mazhar-ı esmâ ve

sıfât-ı mütezâdde-i sübhâniyye görerek ne ma’siyetin vuku-ı zamânında recâ ve

emniyyetlerine ne de ibâdet vaktinde havf ve haşyetlerine noksân târî olur. Bunlar fenâ

fi’z-zât ashâbından olduklarına mebnî mahâll-i zuhûru bulundukları ahvâlin topuna

tasrîf-i hak cereyân-ı kazâ nazarıyla bakarak her iki hâlde de şinâverân-ı bahr-i vahdet

ve havf-ı recâyı iki cenâh seyr ü sülûk eyleyen fârisân-ı meydân-ı vuslattır. Şu hâlde,

Cenâb-ı Rabbu’l- ibâd-ı bî endâda i’timâd na’t-i ârifân-ı sırr-ı tevhîd ve ondan gayriye

istinâd ise vasf-ı gâfilân-ı râh-ı tecrîd ve tefrîttir.

Netîce-i Hikmet- erbâb-ı sülûku uluvvi himmete da’vet ibâdete i’timâd ile

mahrûm-ı hakîkat olmaktan sıyânet olup yoksa vuslat-ilellâh için esbâb-ı âdiye olan

a’mâl-i sâliha da tezhîd ve a’mâl-i sâliha ile iktisâb edeceği ahvâl-i hasenede teşkîk ve

terdîd değildir.

İbâdet ve ubûdiyyetin ğaniyyün anil-âlemin olan ahsenü’l- hâlikîn hazretlerinin

lütuf ve âtıfetine karşı değeri ve dâire-i vücûb ve îcâbta yeri olmadığından tecellî-

hâne-i cemâli olan cennet ve ni’meti mübteğâ-ı fazl ve inâyet ve dâr-i celâlî olan

cehennem ve nikmeti muktezâ-yı adâlettir. Hatta müddet-i hayât-ı medîdesini

halvethâneyi ibâdette geçirmiş olan bir zâhid-i isrâîlînin inde’l-muhâsebe cümle-i

ibâdâtı ni’met-i vücûda mukābele edemiyeceği ve diğer ni’metler ise şükrü îfâ

olunamamış bulunduğu hâlde kalacağı için mücâzâtına emr ve fermân-ı hümâyın-ı ilâhî

şeref-sudûrunu müteâkib zâhid-i mûmâileyh kendisinin medâr-ı fevz ve necâtı mücerred

Cenâb-ı Hakk’ın mahz-ı lutf ve âtıfeti olduğunu teyakkun ile ilticâgâh-ı bîçâregân olan

urvetu’l-vüskā-yı fazl-ı samedânîye temessük ve taalluk etmekle girîbân-ı zimmetini

dest-i muâheze ve mesûliyetten hâlâs edebileceği hayru’l-beşer sallallâhu aleyhi ve

138

sellem hazretlerinden eserde rivâyet-yâfte-i sahîfe-i haber olmuştur. İşte o nûr-ı ayn-ı

âlem sallallâhu [ 8 ] aleyhi ve sellem Efendimizin

282ما عبدناك حق عبادتك يا معبود

buyurması da ubbâd-ı ümmete bir dershâne-i hikmet, zühhâd-ı millete nümûne-

nümâ-yı ibrettir.

Cürmünü mu’terif ol tâate mağrûr olma

Ki şifâhâne-i hikmette sakîm isterler

2. Hikmet:

وإرادتك األسباب مع ، إرادتك التجريد مع إقامة الله إياك في األسباب من الشهوة الخفية

إقامة اهللا إياك في التجريد انحطاط عن الهمة العلية

Ma’nâsı:

Ey muhâtab Cenâb-ı Rabbu’l-erbâb seni bu âlem-i hikmette pâbend-i alâik ve

esbâb olarak istihdâm ve istiksâb ettiği hâlde hâişker-i terk ve tecrîd ve inzivâgîr-i tefrîd

olmak, mücerred nefs-i hıyel-perdâz-ı denâetin şehevât-ı hafiyyesinden bir şehvet ve

cezbe-i Rahmân seni alâik-i mâsivâdan tecrîd ederek husûsiyyet-i mahsûsa ile

mutmainnü’l-vicdân eylediği hâlde mütemessik-i ezyâl olmak da medâric-i mi’râc-ı

tecellîyâttan tenezzül ve inhitât-ı himmettir.

Nazmen Tercümesi:

İkāme ettiği hâlde seni esbâb içinde Hakk

Talebkâr-ı tecerrüd olduğun bir gizli şehvettir

Tecerrüdle dahî âlî iken kadrin senin elhak

282 (Sana hakkıyla kulluk yapamadık ey ma’bûd. Taberâni, Mu’cemü’l-Kebîr, II,184; Hâkim, Müstedrek; IV,629; Beyhakî, Şua’bu’l-Îmân, I,183

139

Tevessül eylemek esbâba da tenzîl-i himmettir

İzâh:

Esbâb,, menâfi-i dünyevîyyenin mâbihi’t-tevassülü olan eşya ve emvâlden,

tecrîd de şu esbâb ile adem-i iştiğalden ibârettir. Esbâpta ikāme olunmaklığın alâmeti,

esbâb-ı zâhiriyyenin teheyyü’ ve husûlü ve muânât-ı esbâb zamânında selâmet-i

dîniyyenin vücûdu. Ve tesebbüb ve iktisâb ile emvâl-i nâsa tama’ ve hırsın inkıtâı ve

mamafi mütesebbibin vazaif-i ubûdiyyet-i zâhire ve vecâib-i ahvâl-i bâtınadan da adem-

i iştiğâlidir. [ 9 ]

Bâb-ı tecrîdde kıyâmın alâmeti 283 من حيث لا يحتسب merzûkiyyetle mesrûr ve

şâdân ve hasbe’l-kader o merzukiyyet muteazzer olursa da Cenâb-ı Hakk’a olan

tevekkülle yine mütmainnu’l-vicdân ve devâm-ı ibâdet ve ubûdiyyetle tecellîyâb-ı feyz-

i yezdân olmaktır.

Bir mütesebbin taleb-i tecrîd etmesinin şehevât-ı hafiyyeden olmasının hikmeti

feyz ve hayr ihtiyâr-ı ilâhîde olduğu ve irâde-i ilâhîyenin murâd-ı mürîde muvâfık olup

olmadığı da gayr-ı ma’lûm bulunduğu hâlde dâire-i taayyün-i vâkıadan çıkmayı ve

mücerred olmayı arzu etmek gibi perde bîrunluğa cesâret mücerred-i nâstan inkıtâ’ ve

infisâl ve Cenâb-ı Hakk’a takarrub ve ikbâl perdesi altında mukbil-i âlem ve mu’tekid-i

ümem olmak fikr-i hafiyyesinden neş’et etmiş nefsâni bir keyfiyyet olmasıdır.

İnden-nâs mukbil olmak ise derecât-ı âliyâta teâliden, ekseri erbâb-ı tecrîde avk

ve te’hir ettiği için urefâ bunun semm-i kâtil olduğuna kātil olmuşlardır. Bir

mütecerridin hâişker-ı esbâb olmasının inhitât-ı himmet olduğunun illeti de tecrîd-i

Hakk’a taalluk demek olup havâss-ı muvahhidîn ve hâss-ı ârifîne mahsûs olduğu hâlde

halka rücû’ ve temelluk demek olan ve ehl-i intikāsın hâli bulunan esbâba tevessülle

makām-ı havâssı menâzil-i ehl-i intikāsa değişmek gibi ihtiyâr-ı denâet olunmasıdır.

Çünkü himmet hâlât-ı kalbiyyeden bir keyfiyyet olup müteallakına nisbetle kesb-i

ulviyyet ve denâet eder. 283 Bkz. Talâk 65/2-3. “Kim Allâh’a karşı gelmekten sakınırsa Allâh ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.”

140

Netîce-i hikmet, sâlik-i râh-ı Hüdâ olan erbâb-ı basîret, taayyün-i ezelîsine

intizâr ve tahakkuk-ı lâyezâlîsine ihâle-i nazar-ı i’tibâr ederek ikāme olunduğu

makāmda kāim ve mukadderât-ı ilâhîyeye rızâda dâim olup metrûk-i esbâb olmadıkça

terk-i esbâb ve dâire-i esbâbdan çıkarılmadıkça ihtiyâr-ı tecrîd etmemesidir.

اهللاير فيما اختاره الخ 284Hatta ba’zı erbâb-ı hakîkat hikâye buyuruyor ki:

Bir çok seneler esbâbı terk ve ihtiyâr-ı tecrîd ettim. Fakat yine avdet ettim. Sonra beni

esbâb terk ve tecrîdi zuhûr etti bir daha avdet mukadder olmadı.

Bir gün Şeyh Şâzelî(ö. 656/1258) hazretlerinin huzûr-ı pür-reşâdlarına

gönlümde ulûm-i zâhire ile meşgûliyet ve nâs ile muhâlledât mâni-i vuslat olduğunu

bi’t-tasavvur âzim-i tecrîd olduğum hâlde dâhil oldum. Şeyh-i rûşen-zamîr suâl

etmeksizin bana hitâben: Ulûm-i zâhirede hâiz-i nisâb-ı kemâl olan bir zât terk-i iştiğâl

ve hizmet ve sohbetimiz için tecrîd-i hâl [ 10 ] etmekliği isti’zân etmiş idi. Ona

cevâben olduğunuz hâl üzere kalınız eğer ki bizden nasîbiniz var ise o hâsıl, Cenâb-ı

Mukaddiru’l-umûrun takdîr ettiği de min gayr-i tağyîr size vâsıl olur dedim

buyurduktan sonra yüzüme bakarak sıddîkînin şânı ve urefânın muktezâ-yı irfânı redd ü

kedd etmemektir diyerek keşf-i esrâr-ı zamîr ve kalb-i müsterşidânemi gubâr-ı reyb ve

iştibâhtan tathîr etti.

İşte bu zümre-i ârifîni 285 هم القوم ال يشقى بهم جليسهم senâ-yı nebevîsi ile i’lâ

eden kāid-i gurra’l-muhaccelîn sallallâhu aleyhi ve sellem hazretlerinden: “Bir maksadı

ta’kîb etmeyiniz zîrâ mürâcaatsız zuhûra gelir ise onda tevfîk-i ilâhîye karîn, mürâcaatla

hâsıl olursa onda mahrûm-i muîn olursunuz.” ma’nâsı câmi’ mervî olan hadîs-i şerîf de

bâb-ı rızâya mülâzemeti isbât eder şevâhid-i celîledendir.

“İrâde etse bir emrin taalluk-i fethine Nâbî

Ona etrâf nâ-me’mûlden esbâb olur peydâ”

3. Hikmet: 284 (Hayır Allâh’ın istediği şeydir.) 285Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla berâber oturan şakî olmaz. Tirmizî, Daavât, 129; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 252,359,383

141

دارسوابق الهمم ال تخرق أسوار األق

Ma’nâsı:

Himem-i sâbıka Cenâb-ı Kird-gâr’ın mukedderât-ı sübhânîyyesi esvârını hark

ve tahrîb edemez.

Nazmen Tercümesi:

Ne kadar olsa müessir-i himmet

Yine sûr-i kaderi hark edemez

Îzâh: Burada himmet-i sâbıkadan murâd, eşyâda biiznillâhi Teâla müessir olan

kuvâ-yı nefstir ki evliyâ-ı ârifîne nisbetle kerâmet ve sâhir ve âin gibi gayra izâfetle

istidrâc ve ihânet [ 11 ] olur. Öteden beri nazar vâki’, sihir gerçek denilmesinin ve

bir hadîs-i nebevî ile te’yîd olunmasının hikmeti ashâb-ı anzâr ve sehhârda istidrâc ve

ihânet sûretiyle bir takım te’sirât-i nefsâniyye görülmesidir. Şu hâlde sihir ve nazar,

sebeb bî- eserdir. Müesir-i hakîki ise sihir ve nazar değil sihir ve nazarın vücûdu

vaktinde ancak Hâliku’l-hayr ve’ş-şer hazretleridir. Himmetin kerâmet veyahut istidrâc

ve ihânet sûretiyle hısn-i hasîn-i takdîre te’sîri olmazsa himmet-i âdiyyenin mukadderât-

ı ezeliyyeye karşı ne hükmü olabilir? Binâen aleyh bu hikmet hikmet-i sâbıkayı ta’lîl

gibidir. Sûr bir şehri düşmandan muhâfaza için yapılmış dâiren-mâdâr müstahkem bir

duvar demek oduğundan esvârın akdâra izâfeti müşebbeh bihin izâfeti kabîlindendir.

Netîce-i Hikmet-erbâb-ı sülûkü mezheb-i cebr- i mahza davet değildir Zîrâ

cebr-i mahz ahkâm-ı şer’iyye ve tekâlîf-i ilâhîyeyi iskāt edeceğinden tecvîz olunamaz.

Belki ashâb-ı irfânın makām-ı vahdete vüsûlleri için istilzâm-ı şevk ve gayrettir ki bu

makām onlara hâlvethâne-i hakîkat olduğundan zuhûr-ı hakîkatte de hükm-i şerîate

mahal olmadığından cebr ve hayret ve iskât-ı izâfât bu hâlde ayn-ı irfân ve mahz-ı

vuslat olmak sûretiyle câiz ve ibâdet; artık libâs-ı külfetle değil zevk ve lezzet yüzünden

bâriz olur. Refref-süvâr-ı âlem-i lâmekân aleyh-i salavâtu’r-rahmân Efendimiz

hazretlerinin şehevât-ı nefsâniyye ve hevâcis-i şeytâniyyeden rehâyâb olmak için ihtisâ

142

ile tecerrüdyâb-ı mâsivâ olmaklığı isti’zân eden etkâ-yı ashâb-ı peygamberî Ebâ Zer

Gıfârî’ye cevâben 286 يا ابا ذر اختص اوزر جف القلم buyurmaları da bu hikmet-i celîleyi

te’yîd eden berâhîn-i kātıadandır.

Ma’nâ-yı hadîs: Kâlem-i a’lâ murâdât-ı ilâhîyeyi ümmü’l- kitâb irâdeye terkîm

ve tahrîr ederek korudu. Yani olacak oldu. İster ihtisâ et ister terk eyle ya Ebâ Zer

demektir.

Sultânu’l-ârifîn nâm-ı dibâce-i evsâfının ünvân-ı kemterîni olan Bâyezid

Bistâmi Hazretlerinin evliyâullâh zinâ eder mi? diyen bir mürîd-i müsterşide

-cevâbını vermesi de bu gülzâr-ı hikmetin nev 287 وآان أمر الله قدرا مقدورا

bâve-i berâhînindendir

“Cebr olmayıp irâde-i cüz’iyye olsa da

Kim fi’lini muhâlif-i hükm-i kader eder.”

[ 12 ]

4. Hikmet:

به غيرك عنك ال تقم به لنفسك التدبير فما قام أرح نفسك من

Ma’nâsı:

Ey mürîd-i sâlih tedbîr-i umûr-i dünyâdan kendini müsterîh kıl! Zîrâ tedbîr

vâbeste-i irâde ve takdîr-i ilâhî olduğundan gayrın kendisiyle senden dolayı kāim

olduğu şey ile sen nefsin için kıyâmı iltizâm etme.

286 Buhârî, Nikâh 8; Nesâî, Nikâh 4, “Yâ Ebâ Zer , senin mukadderâtını yazan kâlemin mürekkebi kurumuştur. Şu hâl üzerine sen ister hadımlaş, ister bırak müsâvîdir.” Ahmed MâhirEfendi bu hadîste Ebû Zer’in ihtisâ isti’zânını naklediyor. Buhari’de aynı mevzû Ebû Hüreyre rivâyetiyle vârid olmuştur..Bkz. Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve şerhi, Ankara 1975, c.11 s.255.

287 Allâh’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir. Ahzap, 33/38

143

Nazmen Tercümesi:

Terk edip tedbîrini ol müsterîh

Emr-i gayri etme cânâ iltizâm

Îzâh: Bilcümle mükevvenât âsâr-ı tekvîn; ve cemî-i mevcûdât ma’rûz-ı vücûd-

ı rabbu’l- âlemîn olunca takdîr-i rab bî-endâda karşı tedbîr-i ıbâd bir emr-i fuzûli gayr-ı

ma’kûl ve muhâlif-i hâl-i zevi’l-ukūl olmaz mı ? Zîrâ mukaddiru’l- umûr olan hakîm-i

mutlak hazretleri tedbîri mahsûs-i ulûhiyyet ve tevekkül ve tefvîzi muktezâ-yı

ubûdiyyet eylediğinden tedbîr ile ihtisâs etmek isteyen abd-i pür-taksîr terk-i vazîfe-i

ubûdiyyet ve teaddi-i hükm-i rubûbiyyet ile kaza-yı ilâhîye mudâfaa ve kader-i ezeliye

münâzaa etmiş olur ki bâis-i helâk ve hüsrân ve sebeb-i bu’d ve hicrândır. Bu vesvese-i

şeytanı mücerred harîm-i harem-i hâs-i rahmâniyye tevcîh-i vech-i hakkāni eden

sâlikânı yoldan çıkartmak ve tedbîr-i emr-i fâni ile yolunu vurmak için bir emr-i nefsâni

olduğundan kesret-i zikr ve devâm-ı mürâkabe ile kalb-i alîlden onu tahliyeye ve envâr-ı

tevhîd ile de tahliyeye tedbîr ister .

Netîce-i hikmet, tamâmıyla terk-i tedbîr etmek değildir. Belki hükm-i

takdîrden gaflet-i külliyyeyi müstelzim olan ve tûl-ı emel hükmünü alan tedbîri terk

etmektir . Hatta 288 التدبير نصف المعيشة denildiğine göre emr-i intiâşi te’mîn ve

esbâb-ı hayât olan kuvâ-yı tabîiyyeyi muhâfaza ve tersîn için vech-i Sehl üzere tedbîr-i

umûr-i maîşet muvâfık-ı hikmet ve şerîattır. Şu kadar ki erbâb-ı hakîkat tedbîrin bu

derecesini de tecvîz etmiyorlar hatta Sehl bin Abdullah et-Tusterî( ö.273/886)

hazretleri nâsın ayş ve safâsını tekdîr eden ihtiyâr [ 13 ] ve tedbîri terk edin

buyurmuşlardır. Şeyh Ebû’l-Hasen eş-Şâzelî (656/1258) hazretleri de eğer ki tedbîr

zarûrî ve lâzım ise tedbîr etmemek için tedbîr edin demişlerdir.

“Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdâ’nındır

288 Tedbîr maîşetin yarısıdır.

144

Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır”289

5. Hikmet:

دليل علي انطماس البصيرة وتقصيرك فيما طلب منك إجتهادك فيما ضمن لك

عنك

Ma’nâsı:

Ey sâlik-i tarîkat; ezelen senin için mazmûn olan rızk-ı makdûrde ictihâd ve

gayret ve senden matlûb olan amel ve ibâdette tekâsül ve rehâvet; amâ-yı basîretine

delâlet eder bir keyfiyyettir.

Nazmen Tercümesi:

Rızk-ı mazmûnda gayretle ibâdette kusûr

Oldu kör olduğuna dîde-i kalbin bürhân

Îzâh: Rızıkta zımân ا من دآبة في األرض إال على الله رزقها وم 290nass-ı

celîlinin delâlet ettiği üzere tafazzul ve ihsân sûretiyle kefâlet-i yezdândır.

Taleb-i amel ve ubûdiyette 291 وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدون âyet-i kerîmesinin

isbât ettiği vecihle ibâdı mevlâ-yı bî-endâdına îsâl eden evrâd ve ezkâr ve ibâdât ve

tââtin bâis-i hilkat ve 292 وأن ليس للإنسان إلا ما سعى nazm-ı celîlin mubteğâsı üzere

muktezâ-yı mevcûdiyyet olmasıdır. Şu hâlde abde lazım olan, Hüdâya hizmet ve

ubûdiyyet. Cenâb-ı Mevlâya düşen i’tâ-yı ecr ve inâyet olduğu hâlde terk-i vezâif-i

matlûbe ile emr-i hakîkînin şân-ı ulûhiyyetine düşen umûra tecâvüz ve mâ ya’nîyi

bırakıp da mâlâya’ni ile iştigâl intimâs-ı nûr-ı basîrete dâll olmaz mı? Basîret; basar

umûr-ı mahsûseyi idrâk ettiği gibi umûr-ı ma’kûle ve ma’neviyyeyi idrâk eden çeşm-i

kalbtir. [ 14 ] Onun intimâs-ı nûru esrâr-ı rabbâniyyeyi müşâhede ve envâr-ı ma’rifeti

289 Gâlip Dede. Şeyh Gâlip Divânından Seçmeler, (Haz. Abdülbâki Gölpınarlı) İst. 1994, s. 24 290 Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allâha âit olmasın. Hud, 11/6 291 Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım. Zariyât 51/56 292 İnsana ancak çalıştığı şey vardır. Necm, 53/39

145

sübhâniyyeyi mükâşefeden mehcûriyyet olup buna müebbet amâ-yı kalb ıtlâk

olunduğundan ve muvakkaten ahvâl-i sûriyeyi adem-i rü’yetten ibâret olan amâ-yı

basîrede kabil-i kıyâs olmadığından Cenâb-ı Ğafûr

لا تعمى الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور 293 buyurmuştur. Bu âyet-i celîle “amâ-yı hakîki ni’met-i basardan mahrûmiyyet

olmayıp belki matlûb-ı ilâhî olan tâati terk ile intimâs-ı basîret olduğuna” delâlet ettiği

gibi ba’zı eserde Cenâb-ı Hâllâkın “ey kulum bana itâat et de sen hakkında hayırlı olan

şeyi bana öğretme yani onu bilirim” buyurduğu da zeyyûr-i sahîfe-i haber olmuştur.

Gerçi aslah-ı umûr, Allâh üzerine vâcib değilse de her fi’linde binlerce

maslahat ve hikmet olduğu da derkâr ve binâen aleyh ibâdı hakkındaki her takdîri

müstecmi-i menâfi-i bîşumâr olacağı bedîdârdır. Bu sebeptendir ki seyyidü’l-enbiyâ

mahrem-i esrâr-ı kibriyâ Efendimiz hazretleri “Nasıl insanlardır şunlar ki müfsidîni

şeref ve meziyyetle tavsîf ve âbidîni istihfâf ederler. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in hâl ve

hevâlarına muvaffak olan ahkâmıyla âmil ve hevâ ve heveslerine muhâlif olan

cihetlerden müteâmî ve câhil ve binâen aleyh kitâbullâhın bir kısmına mü’min ve diğer

kısmına kâfir olurlar. Kader-i makdûr ve ecel-i ma’lûm ve rızk-ı maksûm gibi sa’y ve

içtihâdsız idrâk olunacak umûr için sa’y ve gayret ederler de cezâ-yı mevfûr ve a’mâl-i

meşkûr ve “ticâret-i len tebûr”294 gibi sa’y ve içtihâda mutavakkıf olan şeylerde terk-i

sa’y ve himmet ederler.” buyurmuşlardır.

Netice-i hikmet, ibâdullâhı istikmâl-i esbâb-ı intiâşta atâlete da’vet değildir

belki ibâre-i hikmetteki ictihâd kelimesinin meşakkati mütezammın olan Ma’nâsına

nazaran onları Rezzâk-ı ibâda ubûdiyyet ve ibâdeti tamamıyla bırakıp da emr-i maîşete

hasr-ı evkat etmekten men’ ile izâle-i gaflettir.

Şu hâlde iltizâm-ı meşakkat ve evâmir-i ilâhîyede kusura mukarenetsiz taleb-i

esbâb-ı maîşet intimâs-ı basîrete delâlet etmeyeceği gibi muhâlif-i şerîat ve münâfi-i

tarîkat de olamaz. Çünkü rızâ-yı Cenâb-ı Rezzâkı tahsîl edenler için rızık da mahsûldur.

293 Hacc, 22/46Ne var ki onlarda kör olan gözler değil asıl kör olan sinelerindeki gönüller. Fâtır, 35/29”(Allâh'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz تجارة لن تبور 294rızıktan (Allâh için) gizli ve açık sarfedenler, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler)

146

Fakat vâsıl-ı rızk-ı maksûm olanların rezzâk-ı ibâda vâsıl olmaları lâzım

gelmez. Binâen aleyh umûr-ı dünyevîyyede içtihâd ve gayretle istihsâl-i rızk-ı maksûme

çalışanlar umûr-ı uhrevîyyede de [ 15 ] sa’y ve himmetle tahsîl-i rızâ-yı rezzâk edip

hem rızkı hem de rezzâkı elde ederek câmiu’l-ciheteyn olsalar daha ziyâde mes’ûd ve

bahtiyâr olmazlar mı ? Buna kıssa-i âtiyye ne güzel bir misâl-i ibret-nümâdır.

Bir gün Hulafâ-i Abbâsiyenin reşîdi olan Hârun er-Reşîd (ö.193/809)

câriyelerini cem’ ve celb ederek hazînesinde mevcût olan girânbahâ leâlî ve huliyyât ve

mücevherât-ı nâdiretu’l-emsâli bi’l-irâe içinden her biri beğendiğini almasını emr ve

tebşîr eder.

Bunlar iktisâm-ı mücevherât ile uğraştığı sırada muhabbet-i müşârun ileyhi

hazîne-i kalbinde cevher nâyâb gibi saklıyarak onunla müteselliye olan bir câriye-i

hüsnâ da nezd-i Hârûn’a gelip durduğunda hâlîfe-i müşârun ileyhin mûmâ ileyhâya

hitâben “Sen niçin beğendiğini almıyorsun” buyurması üzerine o meftûne-i muhabbetin

“Benim beğendiğim ancak zât-ı sâmi-i velîyyü’n-niamîleridir. Ben de Efendimizi

aldım” cevab-ı hikmet-i iktinâhı müstelzim rızâ-yı hilâfetpenâhi olarak kendisini harîm-

i harem-i hâss-ı vuslata takrîb ve bilcümle mevcûd hazîneyi mûmâileyhâ için mevdû’-i

dest-i nasîb etmiştir. Ne çare ki dünya ‘âcil âhiret âcil olduğundan ve ‘âcili bırakıp da

âcili istihsâle çalışmak ise kütah-bînân sûret olanlar için muhâlif-i hükm-i tabîat

bulunduğundan ba’zı urefâ “Cenâb-ı Hak bizim için âhireti zâmin ve müstashib ve

bizden dünyayı tâlib olsa idi ne olurdu” diyerek temennide bulunmaktan çekinmemiştir.

اطالب ديدارحاجي بره آعبه وم

295 اوخانه همي جويد وما صاحب خانه

6. Hikmet:

ال يكن تأخر أمد ا لعطاء مع اإللحاح في ا لدعاء موجبا ليأ سك فهو ضمن لك اإلجابة فيما يختاره

لك ال فيما تختاره لنفسك وفي الوقت ا لذي يريد ال في الوقت الذي تريد 295 Hacı kabe yolunu tâlib, ben de dîdâr-ı Hüdâyı tâlibim. O haneyi ben de sâhib-ihaneyi arıyorum.

147

Ma’nâsı:

Ey tâlib; duâda ilhâh ile berâber zamân-ı ‘atânın te’hîri senin ye’s ve te’sîrini

mûcib olmasın [ 16 ] zîrâ Cenâb-ı Mücîbü’d-daavât icâbeti senin muhtârın olan şeyde

değil senin için ihtiyâr ettiği yerde ve senin murâd ettiğin anda değil kendi irâde

buyurduğu zamânda zâmin ve müteahhittir.

Nazmen Tercümesi:

Devâm üzere duâ eyler iken dergâh-ı yezdâna

Teahhuru mûcib-i ye’s olmasın hiç vakt-i i’tâda

Fakat bir vefk-i kâm olmaz kabûlu çünkü zâmindir

İrâde ettiği anda murâd ettiği eşyâda

Îzâh:

Muktezâ-yı ubûdiyyet, mes’ûdiyyeti abd kendi irâdesinde değil irâde-i

Ma’bûdda aramaktır. Zîrâ avâkib-i umûr hakîm-i mutlak olan Rabb-i Gafûr hazretlerine

ma’lûm olduğundan ve bidâyet ve sûrette görülen hâlet, âkibet ve hakîkatteki keyfiyyeti

tebdîl edemeyeceğinden sûret-i müstekrehede meşhûd olan çok hâl mahbûb ve

müstahsen olarak arz-ı endâm ve libâs-ı mahbûbiyette görülen pek çok âmâl istilzâm-ı

netâic-i vehâmet-encâm edebilir. İşte Cenâb-ı Hakk’ın

و شر لكم وعسى أن تكرهوا شيئا وهو خير لكم وعسى أن تحبوا شيئا وه 296 nazm-ı celîli bu hikmeti

te’yîd eden bir delîl-i cemîldir. Duâda ilhâh ile berâber âyine-i şâhid-i icabet olan

zamân-ı atânın teahhuru mûcib-i ye’s ve fütûr olmamâlıdır. Madem ki ادعوني أستجب

297va’d-i kerîmiyle mucîbü’d-daavât hazretleri icâbeti taahhüt buyurmuştur. Eser-i لكم

icâbetin teahhur ve bilakis tekaddümünde de başkaca hikmet ve maslahat olacağı teykîn

olunmamâlıdır. Tabîb-i hâzık hastanın istediği gibi değil illetin iktizâ eylediği vecih ile

296Sizin sevmediğiniz şeyler Hakk’ınızda hayr olabilir, hayır gördükleriniz de şer olabilir. Bakara, 2/216 297 Bana duâ edin ben de cevap vereyim. Ğâfir, 40/60

148

tedâvî eder. Hakîm-i mutlak hazretleri de bu şifâhane-i hikmette ma’lûl-i ahvâl-i

tabîiyye ve marîz-i ağrâz-ı nefsâniyye olan kullarının duâlarına tedâvi kabîlinden olan

icâbetin âsârını onların istediği şeylerde değil onların menfaatine kendi ihtiyar ettiği

yerde, onların murâd ettiği vakitte değil kendi irâde buyurduğu zamânda izhâr eder.

İsti’câl-i ibâd takdîr-i ilâhîyi ta’cîl ve isti’hârı da te’hîr etmez

Onun için Ebû’l-Hasen eş-Şâzelî (656/1258) hazretleri “Mürîd-i sâdık olan

kimse umûr-ı mümkineden bir emri ihtiyâr etmemelidir ve ihtiyâr olunmak lâzım ise

adem-i ihtiyârı ihtiyâr ve bu muhtârdan ondan da lâzım olan firârdan ve her bir hâl-i

gayr-ı kârrdan Cenâb-ı [ 17 ] Fâil-i Muhtâra ilticâ ve firâr etmelidir.” buyurmuştur.

ختار وربك يخلق ما يشاء وي hatta esîr-i 299 ففروا إلى الله إني لكم منه نذير مبين 298

pister nâmizâcı olan Ebû’l-Abbas Mürsî (686/1287) hazretlerinin ıyâdesine gelmiş bir

kimsenin 300عافاك ا لله يا سيدي hitâbıyla istifsâr-ı hâtır etmesine karşı sukût

eylemesi bu cümle-i duâiyenin üç defa tekrar olunmasını bâdî olduğundan şeyh-i

müşârun ileyh hazretleri gayrı sabredemiyerek âid-i mûmâileyhe cevâben “Senin

istediğin âfiyeti ben istemem. Benim âfiyetim şu mübtelâ olduğum hâlettir. Zîrâ tabîb-i

kulûb-i âlem Habîb-i Ekrem hazretleri Cenâb-ı Şâfi-i hakikîden sâil-i âfiyet olmuş iken

feth-i Hayber’de Yahûdiyye-i Hayberiyyenin huzûr-ı saâdete bi’t-tesmîm takdîm edip

tenâvül buyurdukları kuzu etinin avdet-i te’sîrâtıyla pirâye bahş-ı gülşen-i sarây-ı cemâl

ve çâr-ı erkân-ı dîn-i mübîn ve yârân-ı celîlü’ş-şân seyyidül mürselîn olan çihâr-ı yâr-i

güzîn hazerâtı da âfiyet talebinde bulundukları hâlde her biri bir sûretle bâde-nûş-i

şerbet-i şehâdet olarak humhâne-i bekāya kadem-endâz-ı irtihâl oldular. Eğer ki âfiyet

istersen âfiyet bahş-i marîz-i ma’siyet olan Allâh’ın istediği âfiyeti iste.”

buyurmuşlardır. 301

İcâbet-nümâ-yı duâ-yı ümmet aleyhi ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri de

“Bir kimse ism veyâhut katîa-i rahm için duâ eylemedikçe Cenâb-ı Hak onun duâsını

298 Rabbin dilediğini yaratır dilediğini seçer. Kasas, 28/68 299 Allâh’a firâr edin. Zâriyât, 51/50 300 Allâh sana afiyet versin şifâ versin 301 İbn.Abbad Niffezi Rundî, Gaysu’l-Mevâhibü’l-Aliyye Fî Şerhi’l-Hikemi’l-Atâiyye trs. s.3

149

icâbetle mes’ûlunu is’âf veyâhut mes’ûlu kadar zünûbu hatt ve mesâibi ondan

keffeder.”302 buyurmuştur.

Netîce-i Hikmet, şerâitına riâyet ile ref’-i dest-i tazarru’ ve daavât eden her dâî

için mutlaka icâbetin husûludür. Fakat emr-i icâbet vedîa-i dest-i meşiyyet olduğu için

mes’ûl-i med’uvvun hayırlı olmadığına mebnî adem-i icâbeti de ba’zen ayn-i icâbet

veyahut dâr-ı âhirete muvâfıkı hikmet ve maslahat olur. Hatta ba’de’l-ba’s huzûrullâha

götürülmüş olan bir kula hitâben Cenâb-ı Hakk’ın “Ben sana cemî-i havâyicini bârigâh-ı

ulûhiyetime arz et benden gayriye arz-ı ihtiyâç etme buyurmadım mı” itâb-ı azamet-

penâhîsine karşı o muhâtab-ı ilâhî de “Evet yâ Rabbi ben de ihtiyâcâtımı münâcât-ı

mütevâliye ile îsâl-i hedef-i icâbet ettim idi.” diyerek ba’zı duâsının kabûl olunmadığını

işrâb etmesi ve erhamü’r-râhimîn hazretleri de tekrar “Ben senin her duâna icâbet ve her

recânı kabûl etmiş ve ba’zısının eser-i icâbetini hasbe’l-hikme bu rûz-i hesâba te’hîr

ederek [ 18 ] senin için idhâl eylemiş idim. Şimdi onu al da karîru’l- ayn-i ibcâl ol”

buyurması üzerine o muhtâc-ı inâyet eser-i icâbet olarak gözler görmedik ni’metleri

müşâhede ettiği anda “Nolaydı her ettiğim duânın eser-i icâbetini dünyâda görmeyip de

burada göreydim” diyerek beyân-ı teessüf ve izhâr-ı telehhüf eyleyeceği zeyyür-i sahîfe-

i ahbâr olmuştur.

Şu hâlde isti’câl-i icâbet muvâfık-ı hikmet olmayacağı gibi her dâînin duâsını

isti’câl etmedikçe hedef-i icâbete vâsıl olacağı da dehân-ı hakāik-i beyân-ı

risâletpenâhîden şeref sudûr eden hadîs-i şerîfte beyân buyurulmuştur.

Enîn-i müznibîn, tesbîh-i âbidînden ziyâde mahbûb-ı rabbu’l-âlemîn olduğuna

dâir hadîs-i nebeviyyeye bakılır ise dâînin mahbûbiyyeti de bazen teahhur-i icâbeti ve

mağzûbiyyeti ise bilakis kabûlde sür’ati îcâb ediyor. Bu bâbta ba’zı ehâdîs-i şerîfe de

rivâyet-yâfte-i kütüb-i mu’teberedir. Bu sebeptendir ki seyyidü’l-enbiyâ Efendimiz

إن ا هللا يحب الملحين في الدعاء

302 Tirmizi, Da'avat 126, (3568) Münziri, Muhtasar-ı Sahih-i Müslim, Kitabu’d-Duâ, 8, (Thk.Dr.Mustafa Deybü’l-Biğa) Dımeşk, 1417;

150

303 buyurmuşlardır. Şerâit-i duâya gelince ba’zısı olur ki ma’lûm olmaz ve ma’lûm

olmayan şart da îfâ edilemeyeceğinden duâda eser-i icâbet de görülmez. Ba’zısı ise şefî-

i ümmet Efendimiz hazretlerinin “Bir kimse ki me’kûlâtı meşrûbâtı melbûsâtı ef’âl ve

harekâtı harâm olduğu hâlde duâ ediyor bu hâlde onun duâsı nasıl kabûl olur”304

meâlindeki hadîs-i şerîfinde ve ba’zısı da mücîbü’d-daavât hazretlerinin

nazm-ı münîfinde beyân buyurulmuştur. Binâen 305 أمن يجيب المضطر إذا دعاه ويكشف السوء

aleyh ba’zı ârifînin “Cenâb-ı Hak bir kulunu icâbet-i duâya muvaffak etmek isterse ona

ıztırârı tevfîk eder.” buyurması nazm-ı münîf-i mezkûra mübtenîdir.

306وقد ينفيه أصحاب ا لضال ل ** وللدعوات تأثير بليغ 7.Hikmet:

قدحاوقوع الموعود وإن تعين زمنه لألا يكون ذالك ال يشككنك في الوعد عدم

لنور سريرتك في بصيرتك إخمادا

[ 19 ]

Ma’nâsı:

Ey sâlik-i hakkānî, zamânı muayyen olursa da yine emr-i mev’ûdun adem-i

vukūu seni sıdk-ı va’d-i sübhâniyyede reyb ve iştibâha düşürmesin. Zîrâ bu iştibâh

cumûd-i ayn-i basîrete ve humûd-ı nûr-i serîrete sebep ve günâh olur.

Nazmen Tercümesi:

Çıkmazsa da ger fiile yine va’d-i muayyen

Sıtkında gümân etme ki kalbin kala pür-nûr 303 Allâh duâda ısrâr edenleri sever.Suyuti, Camiü’s-Sağîr, 2, 1876; Tecrîd-i Sarîh trc. c.4, s.137 304 Müslim , Zekat, 65, Tirmizi Tefsiru’l-Kur’ân,3 305 Neml, 27/62 “O nesneler mi üstün yoksa, çaresiz kalıp yalnız kendisine yalvaran insanın duâsını kabûl edip sıkıntısını gideren .. Allâh mı?” 306 “Duâlarda çok etkili bir te’sîriyyet vardır, ashâb-ı dalâl onu kabul etmese de.’

151

Îzâh: Va’d-i ilâhî Kur’ân-ı Hakîm’de 307 أجيب دعوة الداع إذا دعان fermân-ı azîmiyle

duâya icâbet olunacağının beyân buyurulması gibidir.

Şu hâlde her duânın vâsıl-ı hedef-i icâbet olacağı Cenâb-ı Rabbu’l-ibâdın

va’dinde hulf etmeyeceği cihetle lâzım gelirse de bu icâbet nezd-i ilâhîde ma’lûm olan

ba’zı esbâb ve şurûta muallak olmasından ve muallakun aleyhin de adem-i husûlunden

nâşî va’d-i sübhâni hayyiz-i fiile çıkmayabilir. Fakat mev’ûdun lihikmetin adem-i

vukûu sıdk-ı vaadde de müessir olup da muhill-i selâmet-i vicdân olan şekk ve gümânı

iktizâ edemez. Bu bâbtaki tafsîlât hikmet-i sâbıkanın îzâhâtında beyân olunmuştur.

Yahut va’d-i ilâhî menâm, veya lisân-ı melek yâhut rahmânî ilhâm sûretiyle de

olur. Va’dinde hulf etmesi ayn-ı kerem olduğu için tecvîz olunabilirse de va’dinde hulf

etmesi asla câiz olmayan Ekremü’l-Ekremîn hazretleri evliyâ-yı kirâmından bir zâta şu

suver-i sülüse-i mezkûreden biriyle va’dettiği ve zamân-ı incâzı da taayyün buyurduğu

hâlde emr-i mev’ûdun adem-i vukûu sıdk-ı va’d-i sübhânîde yine mûcib-i reyb ü

gümân olmamalıdır.

Zîrâ zamân-ı incâzın teahhurundaki maslahat zamânda vâbeste-i dest-i kudreti

olan Hâliku’l-kâinât hazretlerinin muktezâ-yı ilim ve irâdeti olduğundan ilm-i hâdis-i

insân onu ihâtada âciz ve sergerdân olur. Binâen aleyh mev’ûdun leh olan zâta lâzım

olan hâl ve şânı hemen sıdk-ı va’d-i ilâhîye îmân ve emr-i mev’ûdun hayyiz ârâ-yı

zuhûr olmaktaki tekaddüm ve teahhuruna ayn-ı hikmet olmak üzere ihâle-i nazar-ı

im’ân ederek haysiyeti bilmek ve âdâb-ı ubûdiyyeti muhâfaza etmek olup bu vecihle

nûr-ı i’tikādı reyb ve gümândan [ 20 ] ârî ve âyine-i vicdânı gubâr-ı şekk ve zandan

berî olduğu hâlde her şeyi nazar-ı ibretle görenler ise selîmü’l-basîre ve münevverü’s-

serîre olurlar. Bi’l-ilhâm va’d-i ilâhîyi muayyenu’z-zamân olarak i’lâm eden evliyâ-yı

kirâmın ahîren keşf ve beyân-ı vâkıalarının adem-i zuhûru da bu kabîldendir. Hatta bu

hakîkat bâis-i hilkat-ı kâinat aleyh-i efdalu’s-salavât Efendimiz’den zuhûr etmiştir.

Şöyle ki:

307 Bakara, 2/186 (Bana duâ edenin duâsına cevâb veririm)

152

Feth-i Mekke-i Mükerreme sûre-i fetihte va’d ve tebşîr ve taraf-ı eşref-i

Peygamberîden bu bişâret karîben rûnümâ-yı âyine takdîr olacağı gazve-i Hudeybiye de

livâü’l-hamd-i Muhammedî tahtında ictimâ’’ eden ashâb-ı şecâat-meâb-ı kirâma evvelce

beyân ve takrîr olunduğu hâlde iş bu sene de fetih ve zafer âyine-i teessürde cilveger

olamayarak sene-i âtiyyeye teahhur etmiştir. Gerçi bu keyfiyyet-i mukaddere zâten

nusret ve şehâdetten biri nasîb olmadıkça dönmemek ve her suretle ahz-ı mevkî-i sebât

etmek üzere sipahsâlâr-ı ılliyyîn seyyidü’l-mürselîn hazretlerine bey’at etmiş olan

ashâb-ı rıdvânın kulûbunda pek ziyâde mûcib-i teessür olmuş ise de o sırada

Hudeybiyede taht-ı imzâya alınmış olan muâhedenâmeden sonra feth-i mev’ûde kadar

esbâb-ı fütûhât-ı mütevâliyeyi teshîl edecek bir takım vâkıât-ı müstakbeleyi nazar-ı

hakîkat-bîn-i Muhammedîlerine el’ân Hakîm-i İlâhî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem

hazretleri şu emr-i med’uvvun binlerce hikmet ve maslahatı câmi’ olan teahhurundan

dolayı sıdk-ı va’d-i sübânîde zerre kadar şüphe buyurmamışlardır. Ve hakîkat-ı hâle

tamâmıyla vâkıf olamayan teşne-dilân fevz ve nusretin teessürât-ı kalbiyyelerini daha

bidâyetinde iken hüsn-i netîceyi göstermekte olan mukaddemât-ı fütuhâtın tebşîr-i

netâiciyle izâleye çalışmışlardır.

“Ona sundu ezel sâkî-i kudret câm-ı irfânı

Ona tertîb olundu bezm-i dünyâ meclis-i ukbâ”

8. Hikmet:

فال تبال معها أن قل عملك إذا فتح لك وجهة من التعرف

عليك ألم تعلم أن التعرف هو مورده إليك لك إال وهو يريد أن يتعرف فإنه ما فتحها

مورده عليك واالعمال انت مهديها إليهواين ما تهديه إليه مما هو

[ 21 ]

Ma’nâsı:

153

Ey sebükhân-ı mekteb-i irfân-ı fermân-fermâ-yı zemîn ve âsumân hazretleri!

Ğâyet-i metâlib-i seniyye ve nihâyet-i me’reb-i aliyye olan maârif-i ilâhîyeden bir

kapıyı senin için fetih ve küşâd ettiği vakitte kıllet-i amele gayri ehemmiyet verme! Zîrâ

Rabb-i izzet işbû bâb-ı ma’rifeti ancak kendini sana bildirmek ve seni neşvedâr-ı feyz-i

tecellî ve inâyet etmek için açtı. Bilmez misin ki bu taarrufun mu’tî ve fâili zü’l-fazli’l-

azîm olan Allâh, ve a’mâl-i zâhirenin muhtî ve âmili senin gibi bir abd-i pür günâhkâr

şu hâlde fazl-ı rubûbiyyet olan ma’rifetle tekaddüme-i ubûdiyyet olan ibâdet nasıl kābil-

i kıyâs olur?

Nazmen Tercümesi:

“Taarruftan sana bir bâb açınca Hazret-i Mâlik

Mübâlât etme artık kıllet-i a’mâle ey sâlik

Sana ol bâbı ancak fâtihu’l- ebvâb olan Mevlâ

Bilinmek hikmetinden nâşî açtı şüphesiz cânâ

Onun mu’tîsi Hakk bilmez misin sen mehdî-i âmâl

Hediyyen ile senin artık nasıl sayan olur efzâl

Îzâh: Sâlik-i râh-ı Hüdâ olan kimseye akabât-i nefsâniyye ve mehâlik-i

şehevâniyyeden ufûl ve ser-menzil-i maksûd olan haclegâh-ı vuslata duhûl için kesret-i

a’mâl ve tasfiye-i ahvâl lâzım olup binâen aleyh mücâhedât-ı meşrûanın devâm ve

temâdîsi sebebiyle hasbe’l-beşeriyye uhde-i ubûdiyyete terettüp eden evrâd-ı vâkıa ve

a’mâl-i zâhire-i nâfileden ba’zısında kusûr ve kesel vâki’ oluvermesi şiddetle

müstelzim-i hüzün ve elem ve belki müstevcib-i ye’s ve gam olacağından ve bu yüzden

husûle gelecek tesvîlât-ı şeytaniyyenin te’sîriyle bilkülliye terk-i mücâhede ve riyâzet

etmek de 308 خلق اإلنسان عجوال nazmının mâsadakı olan insanın muktezâ-yı hükm-i tabîatı

olduğundan ve hâlbuki o mücâhede-i mütemâdiye ile en az evvel merâtib-i tecellîyât

308 Metinde âyet yukarıdaki şekilde yazılmıştır.doğrusu: İsrâ, 17/11 “İnsan aceleci olarak yaratılmıştır.”

وآان اإلنسان عجوال

154

olan tecellî-i efâl gibi bir nev’-i ma’rifetullâh hâsıl olup bu sırada vâki’ olacak ye’s ise

ribh-i ibâdet olan ma’rifetullâhı değil sermâye-i ubûdiyyet olan ibâdâtı dahi mahv

edeceğinden bu hikmet berâ-yı irşâd-ı sâlikîn zeyyûr-ı sahîfe-i tebyîn olmuştur. Çünkü

ibâdet husûl-i kurbet ve ma’rifet içindir. Madem ki bir nev-i ma’rifet hayyiz ârâ-yı husûl

ve envâr-ı tecellîyyât deyriçe-i kalbe fürceyâb-ı dühûl oldu.

Şu hâlde, işbû fazl-ı ilâhîye esbâb-ı âdiyye kabîlinden olan a’mâl-i zâhireden

ba’zısının îfâ olunamamasından dolayı şiddetle teessür, şehrâh-ı terakkîde ye’s [ 22 ] ve tekeddür neden lâzım gelsin? Bir de kıllet-i ibâdet ba’zı kere binlerce senelik tâate

muâdil olan ibtilâ ve ma’siyetten ve maraz ve illetten nâşî de olabilir. O mübtelâ-yı

hikmet dûçâr olduğu bu ma’siyeti müessir-i hakîkî olan Allâh’tan bilir ve ibtilâsını ayn-ı

ibâdet ve âfiyet ve belki daha hayırlı olduğuna kesb-i ma’rifet ederse kıllet-i a’mâl-i

zâhireye gayri nasıl mübâlât eder?

Netîce-i Hikmet husûl-i ma’rifet vaktinde sukūt-i ibâdet değildir. Belki

hediyye-i ulûhiyyet olan ma’rifetullâha nazaran tekaddüme-i ubûdiyyet olan ibâdetin

ehemmiyeti olmadığını isbattır. Zîrâ ibâdet her ne kadar çok olursa olsun âbide ait.

Ma’rifet her ne derece az olursa da fazl-ı seyyiddir. Kezâlik Ma’bûd ibâdet-i âbidinden

müstefîd olmayıp hediyye-i Ma’bûd olan ma’rifetten ise âbid müstefîz olur. Bir de

ihlâssız ma’rifet olmaz. İhlâsa mukârin olmayan a’mâl ise beyhûde iştigâldir.

Binâenaleyh matlab-ı a’lâ ma’rifet ve ibâdet her ne kadar az olursa da ma’rifetsiz tâatten

efdal ve makbûl-i rabb-i izzettir.

Bir sâlike ma’rifet hâsıl olmaya başladığı zamânda amelden ziyâde ona

ihtimâm ve onunla iştigâl ve dâimâ huzûr-ı kalb ile Cenâb-ı Hakk’a tevcîh-i vech-i ikbâl

etmek lâzımdır. Bu sebepten erbâb-ı hakîkat evâhir-i hâllerinde a’mâl-i zâhirede ihtiyâr-

ı kıllet ve mamafî kesret-i a’mâlden nâşî vefret-i envâr arzûsuyla evâil-i hâle de

temennî-i avdet ederler. Kezâlik bazen ibâdette hazz-ı nefs olup hazz-ı nefs ile

müşevveş olan ibâdette gayr-ı makbûl ve ma’rifet ise hazz-ı nefsten mahfûz olduğundan

makbûldur. Bir hasta-i nevmîdin hâli buna pek güzel bir misâl olur. Çünkü o hasta esîr-i

pister enîn oldukça mükeffiru’s- seyyiât rafîu’d-derecât olduğu hâlde meşakkete nefsi

tahammül etmediğinden yine iâde-i âfiyetle icrâ-i ibâdât ve tâat etmek arzûsuna düşer

155

hâlbûki o hasta kendisinde hazz-ı nefs olmayan bir ibâdet içerisindedir. Bu hâlde ibâdât-

ı zâhireye mübâlâta mahâl kalır mı ? Hatta bir hadîs-i kudsîde “Cenâb-ı Hakk’ın ben

kulumu mübtelâ ettiğim vakitte ıyâdesine gelenlere iştikâ etmezse ondan akdimi çözer

yani âfiyeti ihsan ve şedâid-i hastalığı ile erimiş ve noksân bulmuş olan etinin ve

kanının yerine hayırlı et ve kan halk eyler ve a’mâl-i sâlihini de istînâf ederim”309

buyurduğu rivâyet olunmuştur. [ 23 ]

Ebû’l- Abbâs İbnu’l- Arifin hikâye-i âtiyesi şu hikmeti tamâmıyla îzâh eder.

Maskıt-i ra’si Sikliya ve mevtıni Bağdât; sinni doksân râddesini mütecâviz, henüz

efendisi kendisini bi’l-iltizâm âzâd etmemiş Ebû Hıyâr denilmekle meşhûr diyâr-ı

mağribte muammerîni islâmdan bir racül olup bunun vücûdunu tamamıyla cüzzam

illeti müstevlî olduğu ve taaffun etmek iktizâ ettiği hâlde bi’l-akis kendisinden mesâfe-i

baîdede olursa da râhia-i misk istişmâm olunûrdu. Râvi-i müşârun ileyh bu zât-ı âli

kadre mülâki olan bir kimsenin ahîren onun su üzerinde batmıyarak namaz kılmakta

olduğunu gördüğünü söylemesi bundan sonra da mazanne-i kirâmdan Muhammed El-

Esfencî hazretlerini baras illetine mübtelâ olarak müşâhede eylemesi üzerine kemâl-i

hayretle müşârun ileyh hazretlerine hitâben “ey seyyidü’s-sâdât Cenâb-ı Hâliku’l-

kâinât bu belâya mahâl olacak a’dâsından gûyâ kimse bulmadı mı ? kim siz zümre-i

evliyâ-yı kerâmet-i simâttan olduğunuz hâlde onunla sizi mübtelâ etti” dediğini

müşârun ileyh hazretleri cevâben “sükût et sû-i edeb etme” zîrâ ben hazâin-i ihsânât-i

ilâhîyeye matla’ kılındığımda mesâib ve belâyâdan ziyâde eşref ve efdal hiçbir ni’met-i

ilâhîyeye tesâdüf etmediğim için bu hâli ben istedim de öyle hâsıl oldu . eğer sen

seyyidü’z-zühhâd kutbı’l- ibâd imâmu’l- evtâd olan zât-ı irfân-nihâdı Tarsusta vâki’ bir

cebelin gârında mübtelâ olduğu illetten dolayı vücûdundaki etlerin ve derilerin

dökülmekte ve göz göz olmuş olan bedenin her tarafından kanların ve irinlerin akmakta

ve sinekler ve karıncaların vücûdunu devr ve tavâf etmekte olduğunu ve gecenin

hulûluyle berâber yine bu hâle ve zikr-i Melik-i Müteâle ve şükr-i câlibu’n-nevâle

kanâat etmeyerek kendisini demir zincirlere şedd ü bend ile kıblegâh-ı hakîkate

müteveccihen sabaha kadar oturmak üzere bulunduğunu ve âmme-i ömrünü bu sûretle

geçirdiğini görse idin acaba ne der idin” buyurmuş olduğunu hikâye etti. 309 Benzer rivâyetler için Bkz. Tecrid trc. c.12 s.66, 181

156

انفاسهم ببرآات نفعنا اهللا 310

“Cân verip cânâna ermektir kemâli âşıkın

Vermeyen cân i’tirâf etmek gerek noksânına

[ 24 ]

9. Hikmet:

لتنوع واردات األحوال تنوعت اجناس االعمال

Ma’nâsı:

Ecnâs-ı a’mâlin tenevvu’u ahvâl-i kalbiyye ve vâridâtı ma’neviyyenin

tenevvuundan nâşîdir.

Nazmen Tercümesi:

Tenevvu’ etmeseydi dilde ahvâl

Tenevvu’ eylemezdi cins-i a’mâl

Îzâh:

Vâridâtın ahvâle izâfeti sıfatın mevsûfuna izâfesi kabîlinden olduğu için

vâridât-ı ahvâlden maksat ahvâl-i vâridedir. Vâridât-ı ahvâl ise kulûb-ı sâlikînde ahlâk-ı

hamîde îcâb eden maârif-i rabbâniyye ve esrâr-ı sübhâniyyeden hâsıl olur. Zîrâ ba’zı

vâridât vardır ki kalb-i mürîdde heybet ba’zısı da üns ve şetâret diğeri kabz öbürü bast

ve daha bunlar gibi ahvâl-i muhtelife iktizâ eder. A’mâl-i zâhire ahvâl-i bâtınaya tâbi’

ve onun âsârı olduğundan vâridât-ı ahvâl-i bâtıneda mütenevvi’ bulunduğundan

müktezayât-ı ahvâl olan a’mâl bizzarûre tenevvu’ etmiştir. Binâen aleyh ibâdette meyl-i

kalbî gözetilmelidir. Ferâiz ve vâcibât zâten taht-ı teklîf ve zimmette olduğundan onda

meyl-i kalbî aranılmazsa da a’mâl-i sâirede iktizâ-yı tabîata ve isti’dât-ı hüviyyete 310 Allâh, onların nefeslerinin bereketlerinden bizi istîfâde ettirsin.

157

bakılmalıdır. Ba’zı sâlik olur ki salâttan aldığı lezzeti siyâmdan ba’zısı da bilakis

salâttan alamaz. Ba’zısı vecd ve semâ’ı ve ba’zısı da erbâb-ı hakîkat ile sohbet ve

ictimâ’ı rehnümâ-yı seyr ü sülûk etmiştir. A’mâl-i zâhirenin vâridât-ı bâtınaya şu irtibâtı

sebükhân-ı mekteb-i sülûk olan sâlikân için ma’lûm olamayacağından ve hilâf-ı meyl-i

kalbî işlenilen a’mâl ise mûcib-i melâl ve ibâdette melâl de sebeb-i inkıtâ-ı tecellî-i

melik-i müteâl olacağından ashâb-ı sülûk artık gidilmez bir tarîk-ı nâ-hem-vâre

sapmamak ve beyhûde iştiğâl etmemek üzere lâ-cerem bir mürşid-i kâmilin [ 25 ] irşâdına ve müsterşidin de isti’dâtına ihtiyâç vâreste-i ihticâc olur. Salavât-ı mefrûzanın

erkân-ı ma’lûme ve ef’âl-i muhtelife-i mahsûsa üzerine olmasındaki hikmet de işte

budur. Bu sebepten dolayı mürşid-i tecellîhâne-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem

Efendimiz hazretleri ihyâ-yı leyl edenlere râhat ettikleri kadar ibâdet, ibâdet ettikleri

kadar râhat etmelerini ve her nev’i ibâdette melâl his olunduğu zamânda da diğer

ibâdete intikâl eylemelerini emretmişlerdir. 311

ان العال حدثنى وهى صادقة

312 فيما تحدث ان العز فى النقل

10. Hikmet:

وجود سر اإلخالص فيها االعمال صورة قاءمة وارواحها

Ma’nâsı:

A’mâl-i zâhire suver-i kāimedir. Onun ervâhı sırr-ı ihlâsın onda bulunmasıdır.

Nazmen Tercümesi:

Suver-i kāime oldu a’mâl

311 Benzer rivâyet için bakz. Nesei, Kıyâmü’l-leyl, 61 312 Konuştuğu zamân doğru konuşan Alâ, bana gerçek izzet ve şerefin nakilde olduğunu söyledi.

158

Rûhdur onda vücûd-i ihlâs

Îzâh: İhlâs ihtilâf-ı ahvâl-i nâs ile muhtelif olup her bir abdin ibâdetinde ihlâsı

ubûdiyyetteki derece ve makāmına göredir. Zümre-i ibâd ve ebrârdan olan âmilînin

müntehâ-yı mertebe-i ihlâsı a’mâl-i vâkıaları celî ve hafî riyâdan ve muvâfakat-ı hazz-ı

nefs ve hevâdan sâlim olmaktır. Bu zümre-i nâciyenin Cenâb-ı Hakk’a karşı ettikleri

perestiş ve ibâdet muhlisîne mev’ûd olan ecr ve sevâbı taleb ve vaîd-i hâlitîn olan azab

ve ikābtan ve sû-i hesâbtan herab için olup bu da 313 إياك نعبد nazm-ı celîlinin

tahkîkînden ve rü’yet-i nefs ve ibâdete i’timâd etmek bâkî olduğu hâlde yalnız sezâvâr-ı

rubûbiyyet olan [ 26 ] ibâdette halkı nazardan iskātın ta’mîkinden ibârettir. Kâfile-i

erbâb-ı zevk ve muhabbetin ihlâsı ise a’mâl-i vâkıaları taleb-i sevâb ve herab-i ikâb için

olmayıp mücerred Cenâb-ı Hakk’ın şâyeste-i şân-ı ulûhiyyeti olan iclâl ve ta’zîm için

olmasıdır. Mamafi bunda da nefse nisbet-i ibâdet meşmûmdur. İşte tâcu’l-muhadderât-ı

ilâhîye Râbiatü’l-Adeviyye (ö.185/801) hazretlerinin münâcâtında “Yâ Rabbi ben sana

dâr-ı celâlîn olan cehennemin havf-ı ihrâkından ve tecellîhâne-i cemâlin olan cennetin

iştiyâkından için ibâdet etmedim” buyurması işbû ihlâs-ı muhibbîni îzâh eden kelîmât-ı

kudsiyyedendir.

İhlâsın bir üçüncü derecesi daha olup ancak tâife-i ârifînin mukarrabînine

mahsûstur. Bunların ihlâsı ibâdât ve tâat ve harekât ve sekenâtlarında kendileri için aslâ

havl ve kuvvet ve vücûd ve kudret görmeksizin a’mâl-i vâkıada infirâd-ı vâcibü’l-

vücûdu müşâhede etmek ve ibâdette illet-i gâiyye tasavvur etmemektir. İşte bu makām-ı

ihlâsın mâ-bihi’s-sıhhati olan mak’ad-i sıdk ve yakîn ve sevâü’s-sebîl-i muvahhidîn-i

ârifîn olup binâenaleyh bir mürîd için vâreste-i vücûd olarak وإياك نستعين 314

nazm-ı celîli ile tahakkuk ancak bu makām ile tahâlluka vâbestedir. İhlâsın bu makām-ı

ârifîni ile mertebe-i muhibbîni miyânesindeki fark şu vecihlerdir. Muhibbînin ibâdeti

Allâh için, ârifinin ubûdiyyeti Allâh iledir. Amel-lillâh ise mûcib-i mesûbet, amel-billâh

mûcib-i kurbettir. Amel-lillâh tahkîk-i ibâdeti, amel-billâh tashîh-i irâdeti mûcibtir.

Amel lillâh na’t-ı âbidîn, amel-billâh vasf-ı kāsidîndir. Amel-lillâh ahkâm-ı zevâhir ile,

amel-billâh esrâr-ı zamâir ile kıyâmdır. 313 Fâtiha, 1/5 (Ancak sana kulluk ederiz.) 314 Fatiha,1/5 (Ancak senden yardım dileriz.

159

Netîce-i Hikmet- her âbidin ihlâsı suver-i kāime-i ibâdâtının ervâhıdır. Rûh-ı

ihlâs ile hâiz-i hayât olan ibâdât vücûd-ı kabûle ehliyet ve îcâb-ı takarrube salâhiyyet

kesb eder. İhlâssız a’mâl ise ervâhsız eşbah, meânîsiz elfâz gibi olmakla derece-i i’tibâr

ve meziyyetten sâkıttır. Onun için ba’zı meşâyıh “amel ihlâs ile, ihlâs havl ve kuvvet ve

vücûd ve kudretten teberrî ile tashîh edilmelidi” buyurmuştur.

“Hak-perestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir

Bir nefes ayrılmadım tevhîdden Allâh bir”315

[ 27 ]

11. Hikmet

إدفن وجودك في أرض ا لخمول فما نبت مما لم يدفن ال يتم نتاجه

Ma’nâsı:

Ey talebkâr-ı sünbüle-i ibâdet olan insân! Tohum-ı vücûdunu arz-ı hamûle

defneyle! Yani bî-nâm ve nişân ol. Zîrâ hâk ile yeksân olmayan habbe nâbit olursa da

nâfi’ olmaz.

Nazmen Tercümesi:

Vücûdun tohumunu arz-ı hamûle eyle defn ey dil

Ki medfûn olmadan nâbit olan dâne müfîd olmaz

Îzâh:

Hamûlun ma’nâsı hâk gibi vaz’ ve zillet, ve defn-i vücûddan murâd, terk-i

esbâb-ı sît ve şöhrettir. Hatta beyne’n-nâs iştihârdan sonra da ihtiyâr-ı sülûk olunsa yine

iltizâm-ı tevâzu’ ve adem-i rü’yet-i nefs vâcib olur. Zîrâ türâb gibi zelîl olmayan

gönülde nebât-ı hikmet bitmez. Tahte’l-arz medfûn olmayan dâne nâbit olsa bile nâfi

315 Muallim Nâcî,

160

olamaz. Evvel-i sülûkünde ve bidâyet-i hâlinde esbâb-ı şöhrete münhemik olan sâlik,

nihâyet-i emrinde pek az felâh bulur. Çünkü ihlâsın derece-i tahakkuku hamûlun

mertebe-i husûlü ile mütenâsiptir. Binâenaleyh her sâlike esbâb-ı şöhretten tehâşî, ve

ihmâl-i zikr ile istînâs-ı halktan tecâfî lâzımdır. Şu kadar ki makām-ı bekā-billâh ser-

menzil-i seyr-ilellah olduktan sonra irâde-i ilâhîyeye intizâr olunûr. İsterse Cenâb-ı Fâil-

i Muhtâr abd-i bî-ihtiyârını ihfâ, dilerse izhâr eder. Çünkü nefs-i insâniyyenin huzûzât-ı

şehevâniyyesini terk ile semâ’hati ve ihtiyâr-ı adem-i şöhreti de hubb-i câh ve îsâr-ı

iştihârdan neşet eden bir keyfiyyet ve münâkız-ı de’b-i ubûdiyyettir. Onun için Ebû

Setre el-Abbas kuddise sirrûh rabbu’n-nâs hazretleri: “Her kim zuhûru severse o bende-

i zuhûr ve her kim hafâya muhabbet ederse o abd-i hafâdır. Ve her kim Abdullâh olursa

Cenâb-ı Hakk onu izhâr etsin ihfâ etsin nezdinde müsâvi olur.” buyurmuştur. Kutb-i

Ekrem İbrâhim [ 28 ] bin Edhem hazretleri de: “Muhibb-i şöhret olan Allâh’a sâdık

olamaz.” Ârif-i Rabbâni Eyyûb-i Sahtiyâni hazretleri de: “Ancak Cenâb-ı Hâlika sâdık

olan abd-i hâlis mekânının bilinmemesiyle mesrûr olan kimsedir.” demiştir. Bana

vasiyyet buyurun diyen bir racule Bişr bin Hars (ö.227/841) hazretleri: “Nâm ve şânını

ihmâl ve met’ûmâtını helal et” cevabını vermiştir. Ba’zı ârifîn: “Beyne’l-halk ma’rûf

olmaklığı seven kimse neşve-i uhrâ hâlâvetini bulamaz” buyurmuştur.

Şân ve isti’lâya muhabbetin ve intişâr-ı şöhretin en büyük mazarratı sermâye-i

saâdet olan ihlâs-ı ibâdeti ihlâl etmesidir.

Zîrâ 316 إلا عبادك منهم المخلصين nazm-ı celîlince bâis-i fevz ve felâh olan ihlâs

muâmelât-ı halktan ihrâc-ı halk etmektir. İnsana nisbetle evvel-i mahlûkât ise nefs-i

insâniyye olup onu nazardan iskāt edebilmek ancak hamûl ile olduğundan ba’zı

evliyâullâh şerîat nazarında mübâh fakat enzâr-ı umumiyede müstekreh görülen ba’zı

ahvâl-i tabîiyyeyi iltizâm ile hakkındaki hüsn-i zann-ı nâsı izâleye çalışmışlardır.

İbâdet-i rabbâniyyeye hasr-ı nefs eden meşhûr bir âbid-i sâihi emîr-i asrı işiterek

ziyâretine geldiği vakitte emîrin kendisini istisğâr ve istihkār etmesini istilzâm eder bir

suretle bakla tenâvülü ile iştiğâl ve zâir-i zîşânının hüsn-i zannını muhavvil infiâl

316 Sa’d, 38/83 Ancak ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.

161

eylemesi317 de bu kabîldendir. Hatta eimme-i sûfîyye kulûb-ı ibâda taalluk eden illet-i

hubb-i câha müdâvât için zâhir şerîatte terki evlâ olan bir takım eşyâyı dahi isti’mâl ve

ityân ve sâlikîn için tecvîz ederek onlara da işlemesini emir ve beyân etmişlerdir.

Mezanne-i kirâmdan bir zâtın hamama dâhil ve elbisesi altına nâsın fâhir-i

siyâbından hâriçten görülebilir sûrette bir libâs lâbis olarak onun serika olduğunu işrâb

eder vecihle mütehayyirâne yürümesi üzerine nâsın görüp onu üzerinden alâ- melei’n-

nâs çıkartması ve beyne’l-halk hamam hırsızı nâmıyla iştihâr etmesi de mebhûsun anhin

emsâlindendir. Bu bâbta pek çok ehâdîs-i şerîfe de sübût-yâfte-i kütüb-i mu’teberedir.

İşte hayru’l-beşer hazreti Peygamber Efendimizin

318لابره رب اشعث اغبر ذي طمرين تنبو عنه اعين ا لنا س لو اقسم علي اهللا

hadîs-i şerîfiyle, Muâz bin Cebel hazretlerinin rivâyet ettiği şu

وإن اهللا يحب االتقياء االخفياء الذين اذا بالمحاربة وإن من عادى وليا هللا فقد بارز اهللا إن يسيرا من الرياء شرك

مصابيح الهدى يخرجون من آل غبراء مظلمة لم يدعوا ولم يعرفوا قلوبهم غابو لم يفتقدوا واذاحضروا

319 [ 29 ] hadîs-i hikmet-redîfi bu cümledendir. Hadîs-i evvelîn ma’nâsı, saçları

perîşân yüzleri pürgubâr iki eski libâsa mâlik enzâr-ı nâsta hakîr çok kimse vardır ki

ism-i ilâhîyeye yemîn ederlerse onları yemînde Cenâb-ı Hakk elbettte bâr kılar yani

istediklerini verir.

Hadîs-i sânînin ma’nâsı: “Tahkîk-i riyâdan azı bile şirktir. Ve bir kimse ki

evliyâullâhtan bir velîye karşı ibrâz-ı adâvet ederse şüphesiz Cenâb-ı Hakk’a karşı bi’l-

muhârebe mubâreze etmiş olur. Cenâb-ı Mevlâ ğâib oldukları vakitte aranılmayan ve

hâzır oldukları zamânda da’vet olunmayan ve bilinmeyen etkıyâ-yı ahfiyâyı muhakkak

sever. Onların gönülleri mesâbîh-i hidâyettir ki onlar her tozlu topraklı karanlık

mahâlden sernümâ-yı hurûc olurlar.” demektir.

317 Gazzâlî, İhyâ’da Riyâ bahsinde buna benzer bir menkıbe anlatmıştır.Bakla lafzı orada geçmemektedir.Bkz. gazzâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn; (Trc. Ahmed Serdaroğlu) İst. Trs. c.3, s.661; 318 Müslim, Birr, 40; Tirmizi, Menâkıb, 54; (Müslim Fezailü’s-sahabe 225, ( 2542) 319 Tirmizi, Nüzür, 9; İbn Mâce, Fiten,16. Gazzâli bu hadîsi İhyâ’da yine Riyâ bahsinde ele alır.”Yesiran” lafzı yerine “ednâ” lafzı kullanılmıştır. Bakz. Gazzâli, a.g.e. s. 642; Bu hadîsin tahrici için Bkz. Ahmed Yıldırım, a.g.e. s. 145.

162

شه آمان مبرآه خالستهر بي

320 شايد آه بلنك خفته باشد

Birinci hadîs-i şerîfin râvisi hazreti Ebû Hureyre olup müşârun ileyh Veysel

Karni isminin zikr-i cemîlini mütezammın ve bu zât-ı âlînin ulüvv-i derecesine tenbîh

ve işâreti muhtevi olan diğer bir hadîs-i şerîfi rivâyet ettiği sırada demiştir ki: “Ba’zı

ashâb-ı kirâm ile berâber nezd-i risâletpenânhîde bulunuyor idik. Hayru’l-beşer Hazreti

Peygamber Efendimiz “Yarın muhakkak ehl-i cennetten bir adam sizinle berâber namaz

kılacaktır.” buyurdular. Kendi kendime o adamın ben olmaklığımı tama’ ve arzû ettim.

Ertesi günü Cenâb-ı risâlet meâb Efendimizin hâlf-i saâdetlerinde namaz kılıp cemaat

dağılıncaya kadar da mescitte meks ederek kendileriyle yalnız kaldım. O sırada izâr

yerine bez parçasına bürünmüş yamalı bir ridâ giymiş bir siyah adam göründü. Gelip

elini Hazreti Resulullâhın eli içine koydu. Ve nâil-i rütbe-i şehâdet olması için duâ

istedi. Cenâb-ı Rasül-i Kibriyâ Efendimiz de ona şehîden irtihâl etmesi için duâ

buyurdular. Biz bu esnâda o kimseden râiha-i miskiyye istişmâm ediyor idik. Yâ

Rasulallâh o buyurduğunuz adam bu mudur dedim “evet budur ve benî fülânın

kölesidir” dediler. Ya Nebiyyallâh onu satın alıp da âzâd buyursanız olmaz mı dedim.

Cevaben buyurdular ki: Cenâb-ı Hakk onu mülûk-i cennetten kılmak istiyorsa benim

için onu iştirânın imkânı nerededir. Yâ Ebâ Hüreyre, ehl-i cennetin mülûk ve sâdatı

vardır. İşte bu zenci de onlardan biridir. Yâ Ebâ Hüreyre, Cenâb-ı [ 30 ] Mevlâ

ibâdından saçları perîşân yüzleri pür-ğubâr karınları kesb-i hâlâlden aç kalmış olan ve

ekâbirle görüşmek isteyince kendilerine izin verilmeyen ve nisâ-i mütene’ımâta tâlip

olduklarında nikâh olunmayan gıyâblarında aranılmayan ve hâzır olduklarında da’vet

olunmayan ve göründükleri zamân manzaralarından hoşlanılmayan ve hastalıklarında

ıyâdet ve vefât ettiklerinde haklarında şehâdet edilmeyen asfiya-ı ahfiyâyı ve ebriyâ-yı

kerâmet-ihtivâyı sever. Bunu işiten ashâb-ı kirâm taraflarından: “Ya Rasûlallâh

onlardan birini bize ta’rîf buyursanız” denildiğinde aleyh-i ekmeli’t-tahiyyât Efendimiz:

320 (Şeyh Sadiden) :Her meşeliği(ormanı) boş sanma. Ola ki içinde uyuyan bir kaplan vardır.(Yani gafil olma)

163

“ işte o Veysel Karnî’dir (ö.37/657) dediler . “Veysel Karnî nasıl zâttır” diye suâl

olunduğunda “koyun yüzlü kızıl saçlı iki omzunun arası geniş, kāmeti mu’tedil gâyet

sarı benizli, çenesini göğsüne dayamış gözünü mevzi’-i sücûduna dikmiş, sağ elini sol

elinin üzerine koymuş Kur’ân azîmü’ş-şân okur. Nefsinin hâline ağlar. İki köhne

kaftana mâlik kendisine i’tibâr olunmaz. Sûftan izâr sûftan ridâ giyer ehl-i arz içinde

meçhûl ehl-i semâ’ beyninde ma’lûm Cenâb-ı Hakk’a kasem etse yemîninde onu Hakk

bâr kılar. Dikkat ediniz sol omuzunun altında beyaz bir lem’a vardır. Âgâh olunuz ki

kıyâmet koptuğunda ibâdullâha cennete giriniz denilir. Veysel Karnîye ise sen dur da

şefâat et buyrulur. İmdi Rabîa ve Mudar kabilelerinin adedince müstahakk-ı nîrân

olanlar hakkında şefâati makbûl-i sübhânî olur. Ey Ömer ve Ali eğer ona mülâkî

olursanız sizin için istiğfâr etmesini ondan taleb ediniz ta ki Cenâb-ı Gaffâru’z-zünûb da

sizi mağfiret etsin” 321buyurdular.

Ba’zı hadîs-i âharda “ona benden sonra her kim mülâkî olursa selâmımı ona

teblîğ etsin” vâki’ oldu.

Bir zamân sonra müşârun ileyhimâ hazreti Üveys’e mülâkatı ve kendisinden

kim olduğunu suâl ettiklerinde “koyun çobanı ve bir kavmin ücretli hizmetkârıyım”

cevâbını verdi ve ismini sakladı. Müşârun ileyhimâ ismini sorduklarında da Abdullâh

yani Allâh’ın kulu dedi. Vâlidesinin tesmiye ettiği ismi suâl olununca cevâptan imtinâ’

etti. Müşârun ileyhâ Cenâb-ı Rasûl-i müctebânın hakkındaki tavsîfât-ı nebeviyyelerine

hikâye ve kendisini tanıdıklarını ifâde eylemeleri üzerine hazreti Üveys “ihtimâl ki

başka biridir” dedi. Müşârun ileyhimâ hazreti [ 31 ] seyyidü’l-mürselîn Efendimiz

“senin sol omzunun altında bir lem’a olduğunu bize haber verdi aç da görelim”

dediklerinde artık onu göstermekten başka çâre bulamadı. Binâenaleyh ondan taleb-i

duâ ve emr-i nebeviyyeyi îfâ ettiler. Bundan sonra Fârûk-ı A’zam kendisiyle aralıkta

mülâkât etmesini ve orasının mev’ıd-i telâkî olmasını teklîf ettiğinde hazreti Üveys “yâ

emîre’l-mü’minîn senin ile benim aramda mev’ıd-i telâkî yoktur. Bu günden sonra da ne

ben seni bileyim ve ne de sen beni bil” cevâbını verdi. Ba’demâ gütmekte olduğu

develeri ashâbına iâde ile çobanlıktan vazgeçti.

321 Müslim, Fedailüs-Sahabe, 6298

164

Müslim-i şerîfte vâki’ olduğu üzere hadîs-i celîl-i mezkûr bilhassa hazreti

Ömer’e hitâben ve beyân olunan mülâkâtta müşârun ileyh hazretlerinin zamân-ı

hilâfetinde ve irtihâl-i dâr-ı bekā buyurdukları senede îfa-yı hacc-ı şerîf için Mekke-i

Mükerremeye teşrîflerinde Arafât-ı mükeffiru’s-seyyiât civâr-ı mağfirat-medârında

vâki’ olmuştur. Hazreti Üveys oradan Irak’a giderek Abdullah bin Seleme hazretlerinin

rivâyet ettikleri vecihle İrân üzerine vukū’ bulan gazavâttan Azerbaycan gazâsında

bulunduktan sonra esnâ-yı avdette yolda ikmâl-ı enfâs-ı ma’dûde ile rûh-ı akdesi tâir-i

âlem-i kudsî olduğuna mebnî defn olunmak üzere nüzûl eylediğini müteâkib kazılmış

kabir yerden nebeân eder su ve tahabbut olunmuş kefen hâzır görünmekle gusul ve

tekfîn olunarak namazı ba’de’l-edâ oraya defn olunmuş ise de ahîren bir ay ziyâret

taharrî olunduğundan hiçbir eser görülememiş ve ba’zı rivâyete göre yine hazreti

Ömer’in zamân-ı hilâfetinde bir ay gazâ-i guzâti ehl-i Yemenle Medîne-i Münevvere’ye

gelip oradan Irak’a azîmet ve zamân-ı hilâfet-i Murtazâ’ya kadar muammer olarak

müşârun ileyh hazretleri ile vak’a-i Sıffînde dahi bulunup ihrâz-ı şeref-i ma’iyyet ve

şehîden irtihâl-ı dâr-ı âhiret etmekle kenâr-ı Fırat’a defn olunup bilâhere kabr-i enverleri

de gayb olduğundan müddet-i hayâtlarında olduğu gibi hâl-i memâtlarında da ihtifâ ve

hamûl- i saâdetleri hükümfermâ olmuştur.

Hazreti Üveys’in kadrini i’lâ eden hadîs-i risâletpenâhide müşârun ileyhin bir

vâlideleri olup ona da ziyade muti’ ve berr olduğu dahi ba’zı rivâyette ziyâde kılındı. 322Müşârun ileyh asr-ı risâletpenâhînin evâhirine yetişip vâlidelerine kemâl-i itâat ve

inkıyâtlarından nâşî sehli’l-husûl olan mülâkât-ı seniyye-i Muhammediyyeye zâhirde

muvaffak olamadıklarından tâbiî add [ 32 ] olundular. Ekmel-i ashâb-ı kirâm olan

Fârûk-ı A’zam ve Aliyyü’l-Murtazâ radiyallâhu anhümâ hazerâtı ise tâbiînden efdal

olmakla şu hâlde onların hazreti Üveysten duâ ve istiğfâr taleb etmeleri ve o bâbtaki

emr-i nebevî bizzat Cenâb-ı Risâlet -meâb Efendimiz’den Ömer’e götürmekte olan bir

zâta: (Ey birâder duâna bizi de kat ) hitâb-ı müstetâbı vâki’ olmasına göre tâlib-i duânın

mefdûl ve dâînin efdaliyyetini îcâb etmeyip belki duâ-yı sâlihîni iğtinâm etmenin

istihbâbına işârettir. Hazret-i Üveys tecemmül ve sûrete aslâ mübâlât etmemeleri ve

resâset-i ziyy ve kıyâfetleri cihetiyle zâhir-bînân ve kec-nazarân taraflarından bazan 322 Müslim, Fedailüs-Sahabe, 6297

165

istihkār da olunûrlar idi. Zâhir hâlde mülâkât-ı Nebeviyyeden mehcûr olmuşlarsa bâtın

hâlde murâkabe-i dâime ile nâil-i zevk-i huzûr olduklarından böyle bilâ vâsıta vâsilînin

mesleklerine tarikât-ı Üveys ıtlâk olunmuştur.

جون اويس صاحب قرانيقرنها بايد آه تا

323 يا رن يا جو سلمان بنده ءي از فارس خيزد

12. Hikmet

يدخل بها ميدان فكرة ما نفع القلب شيء مثل عزلة

Ma’nâsı:

Şehsuvâr-ı kalbe mizmâr-ı tefekkür ve hayrete bi’d-duhûl at oynatmak için

nâstan uzlet kadar hiçbir şey nâfi’ ve müfîd olmadı.

Nazmen Tercümesi:

Âlem-i fikret içinde cevelân etmek için

Uzlet âsâ olamaz kalbe müsâid bir hâl

İzâh:

Ahlâk-ı rediyye ve tabâyi-i deniyye ki emrâz-ı nefsâniyyeden tahliye-i kulûb ve

tasfiye-i esrâr etmek her mürîd-i müsterşid için lâzımdır ki şâhid-i dilârân-ı tecellî onda

cilveger-i zuhûr olsun. [ 33 ] Bu emrâzın esbâb-ı zuhûru ise sohbet-i ezdât, esâret-i

i’tiyâd havâ-yı nefse inkıyâd ile berâber nâs ile kesret-i muhâletat ve âlem-i his ve

şehâdete devâm-ı taalluk ve münâsebettir.

323 (Üveys-Veysel Karani- gibi bir sahip-kıran(zamanın manevi sahibi) çıkması için Karen gibi köy-yahut asırlar geçmesi- lazım. Selman-ı Farisi gibi vefalı bir bendenin Faris-Şiraz-dan çıkması için de nice dostlar lazım ? (Başka ifadeyle: Nice Karenden sahip-kıran bir Veysel, nice Faris’li dost arasından da bir Selman zor çıkar)

166

Evvelemirde şu esbâbın esâsından izâlesi nâstan uzlete ve sûret-i müdâvâtı

Cenâb-ı Hakkı fikrete mütevakkıftır. Uzlet olmadıkça “göz nerede ise gönül de

oradadır” meselince kalb dâimâ âlem-i his ve şehâdetin mubsırât ve mahsûsâtını

tefekkür ile müşteğıl ve âlem-i gayb ve melekûtun müşâhedât ve tecellîyâtından gâfil

olur. Bu sebepten dolayı “bir sâat tefekkür yetmiş senelik ibâdât-ı mütetavviadan hayırlı

olduğu”324 haberde vâki’ olmuştur. Meydân-ı fikrette cevelân olmak isteyen ibtidâ-yı

emirde nâsdan i’tizâl etmelidir.

Tabîat sâriyye sohbet sârika olduğuna göre rezâil-i ahlâk ve zemâim-i ahvâlden

tecerrüd edebilmek için ancak ihtilât-ı nâstan tecerrüd ile olur. Fikret olmadıkça da

ebvâb-ı tecellîyât ve meyâdîn-i müşâhedât feth ve küşâd olunamaz. Binâenaleyh

gencine-i guyûb olan kulûbun emrâz-ı nefsâniyyeden tahliyesi ancak uzletle ve envâr-ı

maârif ve tecellîyât-ı rabbâniyye ile tahliyesi de fikretledir.

Etkıyâ-ı ashâb-ı Resûlullâhtan ârif-i esrâr-ı kibriyâ Cenâb-ı Ebû’d-Derdâ

radiyallâhu anhü Efendimizin zevce-i muhteremelerine müşârun ileyhin efdal-i a’mâli

suâl olunduğu vakitte “O sadef-i dersaâdet âlâ-i ilâhîyede fikret idi.” cevâb-ı hikmet

nisâbını vermiştir. Kudvetu’t-tâbiîn Hasan Basrî (ö. 110/728) hazretleri “murâkabe ve

fikret hasenât-ı mütefekkirîni kabâih-i sıfâtından ayrı olarak gösterir bir mir’ât-ı

hakîkattır. Bu fikret âyât ve mesnûât-ı ilâhîyede olduğu vakitte celâl ve ceberrût-ı

sübhâniyyeyi, ve celâl ve ceberrût-ı sübhâniyye de tefekkürde âlâ-yı celiyye ve niam-i

hafiyye-i samedânîyyeyi ıttılâa sebep olmakla ondan gönülde bir takım ahvâl-i seniyye

tecellî efzâ-yı tevârüd ve emrâz-ı kalbiyyenin de artık bilkülliyye zevâliyle âfiyet-i

ma’neviyye olan istikāmet nev-be-nev rûnümâ-yı tezâyüd olmaya başlar” buyurdu.

Merfûun mele-i a’lâ Hazreti İsâ Efendimiz de “Kavli zikir ve samtı fikir ve

nazarı ibret olan kimse için ne saâdettir. Tahkîk-i nâsın en zekîsi nefsini dâimâ

muhâfaza eden ve inkızâ-yı müddet-i ömürden sonrası için amel edendir” der idi. Şu

hâlde maksûd-ı aslî fikret olup uzlet ise ona vesîledir. Bir uzlette ki fikr-i ilâhî yoktur,

onun menfaatinden ziyâde mazarratı çoktur. Uzletin vesîle-i fikret olduğu [ 34 ] dört

324 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 30

167

esâs-ı tarîkatın biri olan hâlveti mutazammın olmasındandır. Mütebâki üçü ise samt,

cû’, seherdir. Külliyyet-i devâ’ tahakkuk-ı velâ bu derdin ictimâ’ıyla hâsıl olur. Onun

için Sehl bin Tusterî( ö.273/886) kuddise sirrûh hazretleri bilkülliyyet hayrın hısâl-i

erbaa-i mezkûrede ictimâ’ına kāil oldu .

Netîce-i hikmet erbâb-ı sülûkü rûhbâniyyete da’vet değildir. Belki sohbetleri

fasıl ve gaybet ve muhabbetleri hiciv ve mezimmet ve ihlâsları müdâhane ve riyâ ve

ihtisâsları mücâvele ve cefâ, i’timâdları rehîn-i zevâl, i’tikâdları bî-mağz bî-meâl,

infâkları tasannu’ ve nifâk, ittifâkları tekellüf ve şikâk, ibâdetleri taklîd ve âdet, ve

âdetleri takayyüd ve esâret kabîlinden olan ebnâ-yı vakt ve ihvân-ı zamân ile ihtilâttan

mücânebeti tavsiye ve nasîhattır.

Müşârun ileyh İsâ Efendimizin “Mevtâ ile mücâleset etmeyin ki gönüllerinizde

olmasın.” dedikleri vakitte “mevtâ kimlerdir” denilerek edilen istîzâha “dünyâya

muhabbet ve zînet-i dünyâ olan ahvâl-i fâniyyeye rağbet edenlerdir” buyurması ve

sultân-ı enbiyâ Efendimiz hazretlerinden dahi

“ehl-i gafleti rü’yet ve erbâb-ı betâlet ve kasvetle muhâletattan mutahassıl da’f-

i yakîn kadar ümmetim için korktuğum bir şey yoktur”325 meâlindeki

ضعف اليقين اخوف ما اخاف على امتى

şu hadîs-i şerîfin şeref-sudûr etmesi bu bâbtaki müddeâ-yı isbât eden şevâhid-i

celîledendir. Buna dâir ba’zı urefânın hikâye ettiği muhâvere-i âtiyyede ibret-i azîmeyi

câlibtir. Ârif-i mûmâileyh diyor ki “kıblegâh-ı hakîkate teveccüh etmiş abdâl-ı irfân-ı

iştimâlden bir zâta tarîk-i hakîkat ve Hakk’a rehnümâ-yı vuslat nedir? Dedim. Abdâl,

“mahlûkāttan kat’-ı nazar-ı muhabbettir.” Ben “niçin” dedim. Abdâl “zîrâ onlara nazar

ayn zulmettir” dedi. Ben “cemiyyet-i beşeriyye içinde bulunduğum için onlarla

muhâletat zaruridir”. Abdâl, “kelâmlarını istimâ’ etme ki ayn-ı kasvettir.” Ben “onlarla

mukâleme de zarûrîdir.” Abdâl “bâri muâmelede bulunma ki muâmeleleri hüsrân ve

vahşettir.” Ben “onların içinde olduğum cihetle muâmelede lâzımdır.” Abdâl “bâri 325 Buhârî, et-Târihü’l-Kebîr, V,264;Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, IX, 401, Beyhaki, Şua’bü’l-İman,I,63; Heysemî,mecmaü’z-Zevâid, I,107;Bezzâr, Müsned, I, 190. (ümmetimin yakîn za’fiyetinden korkuyorum

168

hemdem-i sükûn ve hareket olma ki helâk ve hasrettir.” Ben “muktezâ-yı beşeriyyet ve

maiyyettir.’ Abdâl “öyle ise senin zâtın nazar-ı laibîn istimâ-ı kelâm-ı câhilîn ve

muâmele-i battâlîn ve refâkat-i hâlikîn ile muttasıf ve müteayyin ve gönlünde

mâsivâllâh ile mutehakkık ve mutmain olduğu hâlde bir kere de lezzet-i ibâdet[ 35 ] ve sırr-ı ubûdiyyet bulmak mı arzû ediyorsun? Heyhât!” dedi. Binâen alâ-zâlik uzlet

tarîk-i hidâyete sâlik ve zühd ve takvâya münhemik muhabbetleri humhâneyi hubb-i

fillâhın neşve-i ferahfezâsı sohbetleri ashâb-ı Resûlullâhın üsve-i feyz nümâsı kulları

327ın ma’nâ-yı الشفقة على خلق اهللا hadîs-i şerîfini müfessir fiilleri 326الدين النصيحة

münîfini mükarrir olan mü’minîn-i muvahhidîn ve ashâb-ı vecd ve yakîn ile ihtilâttan

mücânebet demek değildir. Zîrâ bu mücânebet muhâlif-i hükm-i şerîat ve hikmettir. İşte

buna ibâdette cemiyetin ve efdal-i ibâdât-ı bedeniyye olan salâtta cemâatin meşrûiyyeti

de büyük bir delîl ve hele âyet-i 328 الصادقين يا أيها الذين آمنوا اتقوا الله وآونوا مع

kerîmesi şâhid-i bî-adîldir. Mamafî şu ihtilât olunacak fırkayı ta’yîn ve

mücâlesetlerinden hazer edilecek tâifeyi temyîz ve tebyîn de erbâb-ı sülûke ve bidâyet-i

hâle göredir.

Ama tasfiye-i kulûb ve tecellîye-i esrâr ile vâsıl-ı makām-ı bekā billâh olan

ârif-i dilâgâh için ef’âl-i mahlûkāt, ef’âlullâh ve bilcümle eşyâ ve kâinât mezâhir-i esmâ

ve sıfât-ı âlihe olduğuna ve âlemde gayrullâh olarak hiçbir şey meşhûd-ı dîde-i Hakk-

bîn ârifâneleri olmadığına mebnî bunlar uzlet ve muhâletat, vahdet ve kesret ile

mukayyed olmayıp bezm-i muhâletatta zevk âver-i uzlet âlem-i kesrette hükümrân-ı

melik ve vahdet olmak bu zümre-i cem’u’l-cem’ safâya mahsûs bir mukaddes

keyfiyyettir. İşte sîret-i Resûlullâh da bundan ibârettir.

329و بتخانه آدامست اى آج نظران آعبه * مهر مكرر ز آثزت روزن نشودا

13. Hikmet: 326 “Din nasîhattan ibârettir.” Buhârî, Îmân,43; Müslim, Îmân, 95; Ebû Dâvud, Edeb,59; Tirmizi, Birr, 17; Neseî, Bey’a,31, 41; Dârimî, Rikâk, 41; İbn Hanbel, Müsned; I, 351.” 327 “şefkat Allâh’ın yarattıklarınadır’ 328 Tevbe, 9/119 (Ey îmân edenler Allâh’tan korkun ve doğrularla berâber olun) 329 (Pencere çokluğundan güneş çoğalmadı. Ey eğri bakışlılar, Kabe ve puthane de ne oluyor !)

169

أم آيف يرحل إلى اهللا وهو مكبل بشهواته آيف يشرق قلب صور األآوان منطبعة في مرآته

أم آيف يرجو أن يفهم دقائق أم آيف يطمع أن يدخل حضرة اهللا وهو لم يتطهر من جنابة غفالته

األسرار وهو لم يتب من هفواته

[ 36 ]

Ma’nâsı:

Âyine-i vicdân suver-i ekvân ile muzlim ve gubâr âlûd-ı isyân iken nasıl

mücellâ ve infilâk ârâ-yı irfân olur? Yâhut şehevât-ı nefsâniyye ve huzûzât-ı hayvâniyye

ile mükebbel ve pâbend-i tûl-i emel iken ser-menzil-i vuslat ve haclegâh-ı vahdete nasıl

yol alır? Yâhut hades-i kübrâ-yı şehevât ve cinâyet-i gaflâttan tathîr-i zât etmediği hâlde

huzûrullâha duhûl ve müşâhede-i cemâle vusûlu acaba nasıl ümîd eder? Yâhut hefevât

ve maâsi üzerine ısrâr edip dururken idrâk-i dekāik-i esrârı ve fehm-i hakāik-i ahrârı ne

vecihle recâ eyler?

Nazmen Tercümesi:

İntibâ-ı suver-i halk ile müzlim vicdân

Nûr-ı Hakk onda ne keyfiyetle olur berk-i efşân

Yol alır mı acabâ Hakk’a esîr-i şehvet

Olmayan pâk ola mı dâhil bezm-i hazret

Fehm-i esrâr-ı ilâhîyi nasıl eyler ümîd

Tarîk-i tevbe olan abd-i günâhkâr-ı anîd

Îzâh:

Sükûn ve hareket nûr ve zulmet gibi ictimâ’-ı zıddeyn muhâl olduğundan ve şu

hikmette mezkûr olan eşyâda yek diğerine zıt olup ictimâ’ı mümkün olamayacağından

hikmet-i mezkûredeki her cümle taaccübü mutazammın kelime-i istifhâm ile tasdîr

170

olunmuştur. Zîrâ nûr-ı îmân ve yakîn ile kalbin işrâk ve letâfeti ağyâr ve ekvâna meyl ve

i’timâttan nâşî kalbe müstevlî olan zulmet ve kasâvete ve kat’-ı akabât-ı nefs ve hevâ ile

seyr ilellâh sicn-i tabîatta i’tikāl-i heves ve esâret-i hubb-i câha nezâhet-i kalb ve

tahâret-i vicdânı müstevcib olan duhûl-i huzûr-ı hazret, hicâb ve hasreti istilzâm eden

şehvet ve gaflete ve semere-i zühd ve takvâ olan fehm-i dekāik-i esrâr min gayr-i kasdin

vâki’olursa da maâsi üzerinde ikbâb ve ısrâra elbette münâkız ve münâfîdir. Mâsivâya

meyl ve muhabbetle arzû-yı feyz ve ma’rifet-i nûr ile zulmeti bir arada cem’ etmeyi 330temennîye benzer ki muhâldir. “Pâdişâh konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan”

pâbend-i heves ve şehvet olan kimse mümkün müdür ki seyr ilellâhın fezâ-yı

nâmütenâhîsinde reh-neverd-i ser-menzil-i vuslat olsun. “Hakk’a yol almaz imiş dest-i

tabîatte esîr” hades-i sûri ile muhdes olan kimseyi şerîat-ı mutahhara mesâcid ve

cevâmia duhûlden men ederse hades-i hakîki olan gaflettten gayr-ı mutahhar bulunan

gâfilîni hükm-i hakîkat bezm-i gâh-ı vahdete ve huzûr-ı hazrete vusûlden nasıl men’

etmez? [ 37 ]

“Âşinâ-yı ezelî yâr-i kadîm isterler” dekāik-i esrâr zühd ve takvâ ile tenvîr-i

efkâra vâbeste olunca mükibb-i menâhi ve musırr-ı melâhi olan nâpâk onu nasıl fehm ve

idrâk edebilir? 331 واتقوا الله ويعلمكم الله (Bakara 2/282)

Bir gün ekâbir-i ümmetten Ahmed b. Hanbel(ö.241/855) ile Ahmed b. Ebi’l-

Havâri(ö.246/860) mülâkât ederler. İmâm-ı müşârun ileyh İbnü’l-Havâriye hitâben:

“Üstâz-ı zîşânın Ebû Süleymân’dan(ö.215/830) işittiğin bir kıssa varsa hikâye

buyursanız da hissedâr olsak” buyurur. İbnü’l-Havâri (ö.230/844) de hikâye edeceği

kıssanın ibtidâen garâbetine işâret ederek “Sübhânallâh” demelerini iltimâs ettikten ve

müşârun ileyh de bilâ-acep uzunca “sübhânallâh” dedikten sonra şöylece ifâde-i

mesmûât eder: “Üstâz-ı zîşânım Ebû Süleymân Dârânî (ö.215/830) hazretleri nüfûs-i

nâtıka-i insâniyye, terk-i melâhî ve âsâm üzere sâbit ve berdevâm olursa âlem-i

melekûtta devr ve hareket ve cevelân ve seyahât ederek bir muallimin semere-i ta’lîmi

330 Şemseddin Sivâsî. “Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan.”, Büyük Türk Klasikleri.Ötüken.İst. 1986, c.IV, s. 328. (Mehmet Demirci, İbadetlerin İç Anlamı; Tasavvuf dergisi, sayı:3 s.11’den naklen) 331 (Allâhtan korkun Allâh sizi biliyor

171

olmaksızın nâil olacağı tarâif-i hikmetle ashâbına avdet eyler” buyururlar idi. Bu

hakîkati Cenâb-ı İmâm-ı âlî-neseb istimâ’ etmekle vecd âver-i tarab olup

makāmlarından üç kere kalkıp yine oturarak daha dâr-ı islâmda bundan a’ceb bir kelâm

işitmediklerini beyân ve âlim-i ümmî unvân Aleyhi Salavâtu’r-Rahmân Efendimizin

ما لم يعلم من عمل بما يعلم ورثه اهللا علم

332hadîs-i şerîfini de makām-ı teslîmde ityân buyururlar.

“Skender seyr isen de sedd-i nutk et pîş-i kâmilde

Aristo-yı hakîkat-bîne nakl-i mâcerâ olmaz”333

14. Hikmet:

او قبله او بعده الحق فيه فمن راىالكون ولم يشهده فيه او عنده الكون آله ظلمة وإنما اناره ظهور

بسحب اآل ثار االنوار وحجبت عنه شموس المعارف دفقد اعوزه وجو

Ma’nâsı:

Cemî-i mükevvenât mahz-ı adem ve zulmet olup ancak tecellî-i Hüdâ-yı bî-

endâd onu inâre ve îcâd etti. Her kim mükevvenâtı görür de mükevvenât ile berâber

veya mükevvenâttan evvel veya sonra Cenâb-ı Hâliku’l-kâinâtı müşâhede etmez ise

şüphesiz vücûd-ı envârdan mehcûr ve sehâb-ı ekvân ve âsâr ile şümûs-ı maârif-i

ilâhîyede ondan mahcûp ve mestûr oldu. [ 38 ]

Nazmen Tercümesi:

Zulmet- âbâd idi iş bu ekvân

Etti izhâr onu nûr-ı Yezdân

332 Aclûnî , Keşfu’l-Hafâ, II, 265 ; Ebû Nuaym Hilye, X, 15. (Kim bildiği ile amel ederse Allâh ona bilmediklerini mîrâsçı kılar) 333 İbnü’l-Emin’e âit bu beyit kaynaklarda farklı şekilde okunmuştur. Ahmed Mâhir Efendi ilk mısrayı “Skender-seyr isen” şeklinde yazmıştır Diğer eserlerde “Skender-hâl isen de” diye de geçmektedir. Bkz. İskender Pala, Divan Şiiri Sözlüğü. İst.1999 s.32

172

Âlemi rü’yet edip de onda

Görmeyen Hakk’ı dahî her yanda

Şüphesiz berk-i vücûd-ı envâr

Onu fevt ettiği artık derkâr

Neyyir-i evc-i semâ’-yı irfân

Ebr-i âsâr ile ondan pinhân

Îzâh: Adem, zulmet, vücûd, nûrdur. Vücûd-ı mutlakla müfesser olan kevn

zâtına nazarla adem muzlim, ve Cenâb-ı Hakk’ın tecellîgâh-ı nûru ve âyine-i zuhûru

olmak cihetiyle vücûd müstenîrdir. Şu hâlde ekvâna mevcûd demek mazhariyyet

alâkasıyla mecâz ve mevcûd-ı hakîki ise âlemde ba’zısı Hâliku’l-kâinât ba’zısı

mümkinât ile kāim müteaddit vücûd olmadığından ve vücûd-ı vâhid-i hakîki ancak zât-

ı vâcibü’l-vücûd olduğundan Cenâb-ı Hâlık bi-enbâz olur. Mümkinâtın mevcûd

olmaklığının mânâsı vücûdun mümkinât ile kāim olması demek olmayıp belki bizâtihî

kāim ayn-ı zât Vâcibü’l-Vücûd olan ve mebde’-i âsâr-ı hâriciyye ile müfesser bulunan

vücûd-ı hakîkîye mümkinâtın bir nev-i taallukla müntesib olmasıdır. Ve şu taallukta

kābız ve bâsit, rahîm ve kâhir gibi esmâ-i ilâhîye-yi mütakābilenin muktezâsı vechile

mütehâlifetu’l-isti’dâdât olan ve suver-i ilmiyye-i sübhâniyye ile tefsîr edilen a’yân-ı

sâbite üzerine tecellî-i ilâhî zamânında hayyiz-ârâ-yı husûl ve keyfiyyet-i tecellî ise

ancak Âlimü’s-sırr ve’l-hafâyâ hazretlerine ma’lûm olup efrâd-ı zevi’l-ukūl için

mechûldur.

Binâenaleyh Zât-ı Vâcibü’l-Vücûda lâzım olup bi’l-isti’dât yekdiğeriyle

mütehâlif olan işbû a’yân-ı sâbite tecellîyât-ı ilâhîye için mezâhir ve vücûd-ı ilâhî ile

sıfât-ı sübhâniyede alâ-hasebi’l-isti’dât a’yân-ı mezkûrede zâhir olduğundan a’yân-ı

mezkûre ihtilâf-ı isti’dâdâttan dolayı işbû âlem-i kevn ve fesâtta yekdiğerine muhâlif

olarak ibrâz-ı taayyün ve sûret ve mevcûdât-ı vâkıadaki kesrette isti’dâdât-ı mezkûrenin

ihtilâf ve kesretinden neş’et etti. İşte buna gösterişleri muhtelif merâyâ-yı

müteaddideye karşı duran bir şahsın merâyâ-yı mezkûrede vâki’ isti’dâdâtın iktizâsına

göre muavvec ve müstakîm ve tavîl ve arîz ve cesîm ve sağîr ve muhtelifü’l-elvân

173

olarak görünmesi [ 39 ] ve mamafîh şahs-ı mezkûrun işbû evsâfın topundan ârî ve

vâreste bulunması bir misâl-i sûrîdir. Vücûd-ı hakîkî-i ilâhî her ne kadar vâhid ise de

ınde’t-tecellî cemî’-i ekvân-ı mevcûda üzerine münbesittir. Fakat bu inbisât ekvân-ı

mevcûdede hulûl ve ihtilât ile olmayıp belki zuhûr iledir. Vücûd-ı hakîkî ki Zât-ı

Vâcibü’l-Vücûddur. Ekvâna mevcûd ıtlâk etmek o vücûd-ı hakīkīye ekvânın taalluk

etmesi cihetiyle ve mazhariyet alâkasıyle mecâz olup her ne zamân bu taalluk munkatı’

olmuş olsa ekvâna artık ne hakîkaten ne de mecâzen mevcûd ıtlâk olunmak sahîh

olabilir.

Hülâsa-ı kelâm ekvân-ı mevcûde mazhariyyet şartıyle a’yân-ı sâbiteden ibâret

olup her hâlde kendileriyle kāim-i vücûd olmadığına mebnî alâ-vechi’l-hakîkat mevcûd

ünvânını ihrâz edemediklerinden ezelen ve ebeden ma’dûm ve hakîkat-ı hâlde zulmet

oldular. İşte bu mutasavvıfenin 334األعيان الثابتة ما شمت رايحة الوجود buyurmaları bu

sebepten nâşîdir. Şol kimse ki ekvânın vehmi ve hayâli olan vücûdunu görmekle

mükevvinü’l-ekvân olan Vâcibü’l-Vücûdu müşâhededen mehcûr olursa onun mihr-i

münîr-i ma’rifet dîde-i ibtisârından sehâb-ı âsâr ile elbette mestûrdur. Rü’yet-i ekvân ile

müşâhede-i mükevvinü’l-ekvândan mahcûb olmayanlar da derecât-ı sülûke göre

muhtelif oldular. Ba’zıları mükevvin-i zîşânı kable’l-ekvân rü’yet ederek müessir ile

âsâra istidlâl ba’zıları da ba’de’l-ekvân müşâhede edip âsâr ile müessir-i hakîkîye

ihticâc ettiler. Bunlardan diğer bir fırka da mükevvini ekvân ile berâber görmekle ibrâz-

ı müessir-i irfân eylediler. Fakat şu maiyyet eğerçi maiyyet-i ittisâl ise bunlar Cenâb-ı

Hakkı ekvânda, maiyyet-i infisâl ise ekvân indinde müşâhede ettiler demektir. Şu kadar

ki ibâre-i hikmette mezkûr olan zurûf-ı ezmine ve emkine de cümle-i ekvândan

olduğuna mebnî zurûf-ı zamâniyye ve mekâniyyenin gayri zurûf-ı müttesiadır وهو معكم

tebşîr-i ilâhîsinin tazammun ettiği mukârenet ve mücâmeat dahi cevherin 335أين ما آنتم

cevhere ve arazın araza mukāreneti kabîlinden olmayıp belki mebde-i hakîkinin zü’l-

mebde’ ile maiyyet ve mücâmaattan ibâret olmakla ve bu bâbta hayyiz ve mevzı’ ve

mahâl ve mekânın dahli de bulunmamakla yalnız te’sîr ve teessürle müfesserdir.

Maiyyet-i ittisâl ve maiyyet-i infisâlden de lügaten mefhûm olan maâni murâd

334 (A’yân-ı sâbite vücûd kokusu koklamamıştır.) 335 Hadid, 57/4 (Nerede olursanız olun Allâh sizinle berâberdir)

174

olunamaz. Zîrâ bu maâni-i lügaviyye de cümle-i ekvândan [ 40 ] olup mücerred bu

kelimât elfâz ve ibâre ile esrâr-ı ma’neviyye ve ahvâl-i zevkiyeyi fehm-i erbâb-ı sülûke

takrîb için ihtiyâr olunmuştur.

Elhâsıl, bu hikmet ma’reke-i ârâ-yı ulemâ-yı a’lâm olan vahdetü’l-vücûd mes’ele-i dakîkasından ibâret olmakla bundan ziyâde ifâdeye havsala-i hâme-i tertîl kudretyâb tafsîl olamaz. 336 اين المعروض من الوجود المفروض

ى الكون وهم او خيالآل ما ف

337او عكوس في المرايا او ظالل

15. Hikmet:

سبحانه ان حجبك عنه بما ليس مما يدلك على وجود قهره

بموجود معه

Ma’nâsı:

Ey mürîd-i mürtâb Cenâb-ı Hakk’a nisbetle hâiz-i vücûd olmayıp zulmet-

âbâd-i adem olan ekvânın sana müşâhede-i sübhâniyyeden hicâb olması vücûd-ı kahr-i

ilâhîyeye dâll bir delîl-i bî-irtiyâbtır.

Nazmen Tercümesi:

Sana Haktan bu kevn bî-vücûdun olması hâcib

Vücûd-ı kahrına ol Hâlıkın elbette bürhândır

Îzâh:

Hikmet-i sâbıkada beyân olunduğu vecihle mâsivâllâh, adem-i mahz olup

hazretullâha nisbetle min-haysü zâta hâiz-i vücûd olmadığı ve hâiz-i vücûd olsa ihlâs-ı 336 Ortaya konulan (ideler alemi) nerede konması gereken gerçek varlık alemi nerede. 337 Mevlânâ Câmi,“Kâinâtta ne varsa hepsi vehim ve hayâldir. Ya aynalardaki akislerdir ya da gölgeler gibidir.”. Bkz. Soykut, Hilmi; Unutulmaz Mısralar, İst. ( Sönmez Neşriyât)1968, s. 28; Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst.1981, s. 120

175

tevhîde münâfi şeriket ve isneyniyyet lâzım geleceği ittifâk-ı girde-i ârifîn ve mecma-i

aleyh-i muhakkikîndir. İhlâs-ı tevhîd mâsivâllâhtan bilkülliyye nefy-i vücûd eylemek ve

kelime-i tevhîdi 338 ال موجود اال اهللا ma’nâsıyla tasavvur etmekle hâsıl olup bunu da

kelâm-ı ilâhîsiyle “şâir-i sihr-âferîn-i Arab Cenâb-ı Lebîd’in en 339آل شيء هالك إلا وجهه

doğru sözü وآل نعيم ال محالة زائل ** أال آل شيء ما خال اهللا باطل

meâlindeki hadîs-i risâletpenâhî340 te’yîd eder. Bu tevhîd hazîz-i mecâzdan zirve-i

hakîkate suûd ile âlemde Allâh’tan başka hiçbir mevcûd görmeyen hâssu’l-havâssın

tevhîdidir. Hakîkat-ı tevhîd de budur. Bir de bu[ 41 ] tevhîdden evvel birinci mertebede

avâm-ı mü’minîn için ve ikinci mertebe de havâss-ı sâlikîn için birer tevhîd daha vardır.

Avâmın tevhîdi 341ال ا له اال اهللاkelime-i tayyibesi 342 ال معبود اال اهللا ma’nâsıyla

tasavvur edilerek evsân ve esnâm gibi Ma’bûd ittihâz olunan bir takım ilâhe-i bâtıla

nefy ve Ma’bûd-ı bil-hakk Cenâb-ı Hâlik-ı Mutlak isbât olunmaktır. Hevâ ve heves-i

nefsâni ise erbâb-ı hevâ için tebeiyyette derece-i Ma’bûdda olup tevhîd-i mezkûr ile de

nefy olunamadığından bu tevhîd şirk-i hevâ mahzûrundan sâlim olamaz. Havâssın

tevhîdi kelime-i müşârun ileyhâ343 المقصود اال هللا ma’nâsıyla tasavvur olunarak Ma’bûd-i

bilhakkı tevhîd ile berâber maksûd-i hakîkî olduğu da isbât ve makâsıd-ı sâire nefy ve

tecrîd olunmaktır.

Gerçi muvahhid nefy-i makâsıd-ı sâire ile 344 هر جه مقصود تست معبود تست

kaziyyesinin mâ-sadakı olmaktan mütecerrid olursa da mâsivâllâhtan nefy-i vücûd

etmediğine mebnî şirk-i vücûddan mütehâllıs olamaz. Hâlbûki vücûd mebde-i kemâlât

olduğundan Cenâb-ı Hüdâya; ve adem, menşe-i nevâkıs ve hatîât olduğundan mâsivâya

mahsûs olup ayn-ı Zât-ı İlâhî olan vücûdu adem-i sırf olan mâsivâya teşmîl etmek وجودك

müfâdınca da pek büyük bir hodbinliktir. Hatta ba’zı ârifîn-i 345ذنب ال يقاس عليه ذنب آخر

338 Allâhtan başka mevcûd yoktur 339 Kasas, 28/88(Allâh’ın dışında her şey yok olacaktır. 340 Buhari, Rikak,29; (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih trc.Ankara 1981c.10 s.38) (İyi biliniz ki Allâh’tan başka her şey bâtıldır, devamsızdır. Ve her ni’met de zevâle mahkumdur.) beyt-i hikmet bedîdîdir” 341 (Allâhtan baş ka ilâh yoktur) 342 (Allâhtan başka ma’bûd yoktur 343 (Allâh’tan başka maksûd yoktur) 344 (Maksûdun neyse Ma’bûdun da O’dur.)

345 (Senin vücudun bir günâhtır ki diğer bir günâh ona kıyas olunmaz) Bkz. Konuk, a.g.e. c. IV, s.61

176

muhakkikîn-i kirâm hazerâtı: “Deymûmiyyet-i ilâhîyenin ihâtâsından ve kayyûmiyyet-i

sübhâniyyenin müşâhedesinden tahakkuk eden ahvâl-i ma’neviye sebebiyle mâsivâllâhı

görmekten ebâ ettiler.” dedi.

Netîce-i hikmet mâsivâllâh yani bilcümle mükevvenât adem-âbâd zulmet

olduğu hâlde mükevvinü’l- kâinât hazretlerinden mâni’ ve hicâb olması ve her ferd-i

insânın mevhûm-ı mevcûd-nümâ olan şu ekvân için vücûd olmayıp vücûd-ı hakîkî

ancak Vâcibü’l-Vücûd hazretlerine mahsûs olduğu hâlde yine nazarlarında ekvândan

başka hiçbir şeyin meşhûd olmaması Ve Hüve’l- Kāhiru fevka ibâdihî hazretlerinin

346zümresinden olan avâm-ı nâs hakkındaki kahr-ı sübhânisinin أولـئك آاألنعام بل هم أضل

delîli olduğuna işârettir. İşte âlemde Cenâb-ı Hakktan başka mevcûd-ı hakîki

olmadığından bu bâbta galeyân-ı sekr ve feverân-ı şevk ve zevk ile Seyyidü’t-tâife

Cüneyd Bağdâdî’nin (ö.297/909) ليس في جبتى سوى اهللا

347Ve Sultânu’l-ârifîn Bâyezîd Bistâmî’nin (ö.234/848 ; 261/874) سبحان ما اعظم

kelimât-ıانا الحق ve sermest-i rahîk-i safâ Mansûr-ı Hâllâc’ın (ö.309/921 [ 42 ] 348شأنى

ârifâneleri gibi aynu’l- hayât-ı irfândan teraşşuh etmiş pek çok sözler de vardır. Hatta

İbn-i Atâ’ (ö.369/979): “Ehl-i irfâna göre ekvân subût-i ehadiyyet-i ilâhîyeye karşı

mâsivâllâhın zâten vücûdu olmadığından ve bir şeyin fikdânı da vücûdundan sonra

mütasavver olduğundan vücûd ile de fikdân ile de mevsûf olamaz. Varsa hicâb-ı vehm

aradan kalkmış olsa fikdân-ı a’yân üzerine aynu’l ıyân vâki’ ve nûr-ı îkān lâmi’ olurdu

da vücûd-ı ekvân bütün bütün mestûr kalırdı.” buyurarak mesele-i vahdet-i vücûdu bast

ve tafsîl eylemiştir. Kudvetü’l- muvahhidîn Şeyh-i Ekber Muhyiddîn (ö. 638/1240)

hazretleri de tecellîyât-ı sülüse ki tecellî-i ef’âl ve tecellî-i sıfât ve tecellî-i zâttan

ibârettir. Ona işâret buyurarak “her kim halkı mastar-ı ef’âlullâh görürse fâiz-i necâh ve

mazhar-ı sıfâtullâh müşâhede ederse hâiz-i irfân ve âgâh ve mahz-ı adem olduğunu

anlarsa vâsıl ilellâh olur” buyurmuştur. Şeyh müşârun ileyh hazretlerinin Kelimât-ı

Kudsiyye’sindeki dekāika vâkıf olamayan ba’zı a’lâm o muhyi’ş-şerîa ve’d-dîni

vücûdiyye-i mülhidîne ilhâk ederek tekfîrine kadar cür’etyâb olmuştur. Hâlbûki fırka-i

346 A’râf, 7/179(Bunlar hayvanlar gibidirler belki onlardan daha aşağıdadırlar. 347 (Cübbemin içindeki Allâhtan başkası değildir.) 348 (Kendimi tenzîh ve tesbîh ederim, benim şânım ne yücedir.)

177

dâlle-i mezkûreye göre vahdet-i vücûd Hak Teâlâ hazretlerinin bi cemî-i eczâihî

âlemden ibâret olmasından ve hâricen müteayyen ve mevcûd ve müstakil olmamasından

ve Hakk’ın efrâd ve eczâ-i âleme nisbeti külli-i tabîînin efrâdına olan nisbeti kabîlinden

bulunmasından ibarettir. Bunların şu fikr-i sakîmine göre âlem Allâh, Allâh âlemdir.

Âlemden gayri Allâh denilmek için bir şey mevcûd değildir işte bu mezheb sırf küfür ve

ilhâd ve vâreste-i i’tikāttır. Cenâb-ı Şeyhin kabı ise bu misillû terahhâtu küfriyyeden

müteâlî ve kadr-i celîlleri inde’l-ârifîn pek âlîdir. Çünkü bu mezhebi hazreti Şeyh

“Risâletü’l ma’rife”de red ve iptâl etmiştir. Şu kadar ki müşârun ileyhin Fütûhât-ı

Mekkiyye’de Cenâb-ı Hakk’a vücûd-ı mutlak ıtlâk etmesi ve ba’zı mu’tekitleri de

vücûd-ı mutlaka ma’kûlât-ı sâniyeden olan vücûd-ı âmme hamledip bu ma’nâca vücûd-ı

mutlakın hâriçte vücûdu olmamasından dolayı Hakk Teâlâ hazretlerinin de hâriçte

tahakkuk etmesi için ezelen ve ebeden vücûd-ı mezâhirin lüzûmuyla kıdem-i âleme kâil

olması müşârun ileyh hazretlerinin fırka-i mezkûreden addettirmiştir. Hâlbûki müşârun

ileyh kitâb-ı mezkûrda hudûs-i âlemi ve kıdem-i Rabbu’l-enâmı ve vücûd-ı mutlaktan [

43 ] murâd-ı Vâcibü’l- Vücûd hazretlerinin bizâtihî mevcûd olmasından ve bir şeye

ma’lûl olmadığı gibi felâsife ıstılâhınca emr-i îcâbı mutazammın olan ma’nâca bir şeyin

illeti de olmamasından ibâret olmadığını isbât ve tasrîh etmiştir. Bununla berâber

Rezzâk-ı benî âdem hazretleri Sâni’ ve fâil-i âlem olduğuna mebnî ma’nâ-yı

lügaviyyece âlem için illet olması ve ma’nâ-yı ıstılâhîce illet olmaması da ayrıca ihtiyâr-

ı sübhânîyi isbâttır. Şu hâlde nerede mezheb-i sultânu’l-muvahhidîn hazret-i Muhyiddîn,

nerede zu’m-i bâtıl –ı vücûdiyye-i mülhidîn ?

فقد ترقى عن الحجاب* من ابصر الخلق آا لسراب

بالابتعاد والاقتراب * الى موجود يراه رتقا

هناك يهدىالىالصواب * ولم يشاهد به سواه

349وال مشير الى الخطاب* فال خطاب به اليه

349 Varlıkları serap gibi gören perdeyi aşar.uzaklık ve uyakınlık kalkar. Tek gördüğü bir varlığa doğru yükselir. O’ndan başka bir şey görmez. İşte orada gerçek doğruya erer. Artık orada ona ne birhitap mükellefiyet ne de o hitabı gösteren vardır.

178

16. Hikmet:

يء وهو الذي أظهر آل ش ، آيف يتصور أن يحجبه شيء

وهو الذي ظهر بكل شيء ، آيف يتصور أن يحجبه شيء

آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو الذي ظهر في آل شيء

وهو الذي ظهر لكل شيء ، آيف يتصور أن يحجبه شيء Ma’nâsı:

Bir şeyin Cenâb-ı Kird-gâra hâcip olacağı nasıl tasavvur olunûr ki her bir şeyi

o mazhardır. Bir mevcûdun Cenâb-ı Perverdigâra mâni olacağı nasıl tahayyül olunûr ki

her bir mevcûd ile o zâhirdir. Bir mükevvenin Cenâb-ı Settâra sâtir olacağı nasıl

tevehhüm olunûr ki her mükevvende o peydâdır. Bir mümkinin Cenâb-ı Fâil-i muhtâra

hâil olacağı nasıl hâtıra getirilir ki her bir mümkin için o hüveydâdır. [ 44 ] Nazmen

Tercümesi:

Nasıl mahcûb olur bir şey ile Hakk

Odur izhâr eden eşyâyı ancak

Nasıl mestûr olur bir şeyle kādir

Odur herşey ile peydâ ve zâhir

Nasıl hâil olur bir şey Hüdâ’ya

Odur zâhir-i mezâhir cümle sâye

Nasıl hâcip olur Mevlâ’ya ekvân

Odur her şey için her dem nümâyan

179

Îzâh:

Cenâb-ı Perverd-gârın cemî-i eşyâyı izhârı, âlem, zulmet-i ademde iken işrâkı

nûr-ı vücûd ve ifâzai vücûd etmesiyle olduğundan lâ-cerem eşyânın zuhûru nûru’l-

ekvân olan Hazreti Hakk’ın eşyâda zuhûruyla oldu. Mâdem ki zuhûr-ı Hüdâ zuhûr-ı

eşyâya mevkūfun aleyh ve sebeptir. Bir şeyin izhâr olunmasında izhâr edenin hafâsını

değil zuhûrunu müfîd olmak lâzım gelir iken izhâr olunan bir şeyin mazharına hâcip

olup da onun adem-i zuhûr ve hafâsını îcâb etmesi artık müstahil olmaz mı? Cenâb-ı

Hakk’ın a’yân-ı sâbite-i ilmiyyesi olan eşyâ-yı ma’dûmeyi işrâk-ı vücûd ile izhâr

etmesine bir misâl-i mahsûs göstermek lâzım gelse eşkâl ve elvânı muhtelif olan bir

takım şişelerde âfitâb-ı âlem-ârânın inşirâkı ve bu inşirâk sebebiyle rengârenk bir çok

elvânın sath-ı zemin üzerine in’ikâsı irâe olunabilir. Çünkü nûru’s- semâ’vâtı vel arz

olan Allâh âfitâb-ı cihân-tâba ve eşyâya nûr-ı vücûd etmesi de âfitâbın muhtelifü’l-elvân

olan şişelerde inşirâkına ve muhtelifü’l- isti’dât suveri ilmiyye-yi ilâhîye olan a’yânı

sâbitede o muhtelifü’l-elvân bulunan şişelere ve ekvânın muhtelifü’l- ahkâm ve’l-ânâr

olarak hayyiz-i zuhûru vücûda gelmesi de şişelerde ki elvân-ı muhtelifenin sath-ı

zemîne düşmesine mümâsildir. Ekvân sath-ı zemine düşen elvân kabîlinden olduğu

nazarı dikkate alındığında ayn-ı zât-ı ilâhî olan vücûd-ı sübhâninin bilâ taaddüd nûr-ı

âfitâb gibi muhakkık ve muzhır-ı halk olduğu ve ekvânın elvân-ı muhtelife gibi

mevhûm olup vücûd-ı ilâhî ile hayyiz-i zuhûra geldiği ve muhtelifü’l- elvân nûru mer’î

âfitâbta olmayıp mahâll-i inşirâkı olan şişelerden neş’et ettiği gibi taaddüd-i vücûd da

Zât-ı baht-ı ehadiyyette olmayıp mezâhir-i tecellî-i samedânî olan muhtalifü’l- ahkâm

a’yân-ı sâbite-i ilmiyyede idüğü ve nûrun vücûdu hakîkî ve levnin vücûdu zıll-i hârici

kabîlinden bulunduğu tahakkuk eder. Elvân-ı muhtelife-i mün’akise [ 45 ] nûr ile

levnden ibâret olan iki ciheti câmi olduğu gibi ekvânı mevcûde de biri misâli nûr olan

mebde’e , diğeri timsâli levn olan mâhiyete nâzır iki ciheti hâizdir. Cihet-i ûlâya

hakîkat ve rubûbiyyet, cihet-i sâniyeye mahlûkiyyet ve ubûdiyyet ıtlâk olunûr. Bu cihet-

i sâniye imkân-ı sırf ve mahz-ı ubûdiyyet makāmı olduğundan ve emr-i teklîf ve

tena’um ve ta’zîb bu cihete nâzır olup ıstılâhı sûfîyyeden de bu cihete makām-ı fark

ıtlâk olunduğundan bir kimse bu makāmdan انا الحق demiş olsa küfür ve ilhâd ve

cihet-i ûlâ hakîkat ve rubûbiyyet makāmı olup bir sâlikin bu makāma nisbetle انا الحق

180

demesi ise hak ve tevhîd-i Rabb-i bî-endâd olur. Binâenaleyh عالم همه از است 350diyenler levn-i farka 351 عالم همه استsöyleyenler nûr-ı cem’e nazar etmişlerdir.

Şu hâlde mevcûd-ı hâricî câmi-i vücûb ve imkân ve mazhar-ı esrâr-ı مرج

bir cevher-i gencine-i hubb-i Yezdândır. Nasıl 352” يلتقيان بينهما برزخ لا يبغيان البحرين

olur da bir gevher gencinesini mahcûb eder? Şu hâlde Cenâb-ı Kayyûm-ı Kādir

bilcümle eşyâ ile zâhir olduğu için م سنريهم آياتنا في اآلفاق و في انفس 353 nazm-ı celîli

müpteğâsı vechile vücûd-ı ilâhîyeyi fırka-i müstedillîn eşyâ ve âsâr ile isbâta kalkıştılar.

Hakk Teâlâ hazretlerinin eşyâda zâhir olması ehl-i şuhûda göre zâtıyla, ehl-i hicâba göre

mehâsin-i esmâ ve sıfâtıyladır.

Çünkü bunların nazarında eşyâ meânî-i sıfâtın tafsîli olan meânî-i esmâ-i

sübhâniyyenin mezâhir ve mecâlîsi olduğuna mebnî ehli izzette Cenâb-ı Hakk’ın “ المعز

ehl-i zillette المذل hayvanâtta المحيي emvâtta المميت vakt-i ihsân ve atâda المعطي

zamân-ı men’ ve adem-i i’tâda االمانع ifâza-yı fazl vaktinde الكريم icâbet-i duâ zamânında

esmâ-i hüsnâ-yı الضار النافع teslît-i mazarrat ve îrâs-ı menfaat buyurduğunda , المجيب

şerîfesinin tecellîyâtı zuhûr edecektir.

Cenâb-ı Fâtıru’s-semâ’vâtın bil-cümle mükevvenât için zuhûrunun ma’nâsı da

her bir mükevven için bir tecellî-i mahsûs ile tecellî buyurarak ona ma’rûf ve Ma’bûd ve

والشجر يسجدان الشمس والقمر بحسبان والنجم354 âyet-i kerîmesi delâletince âbâ-i ulviyye ve ümmehât-i süfliyye için mahdû’

ve mescûd ve 355 وإن من شيء إال يسبح بحمده ولـكن ال تفقهون تسبيحهم

[ 46 ]

350 âlem heme ez ost, (Âlem O’ndandır.) 351 “âlem heme ost” (Âlem O’dur.) 352 Rahman, 55/19-20” (O iki denizi salıverdi.birbirine kavuşurlar. Fakat aralarında bir engel bulunduğundan birbirinin sınırını aşmazlar.) 353 Fussılet, 41/53“Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyâda gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz.” 354 Rahmân, 55/5-6“ Güneş ve ay bir hesap ile hareket ederler. Yıldızlar ve bitkiler hep secdededirler.” 355 İsrâ, 17/44 “Hiçbir şey yoktur ki Allâha hamd ile tenzih etmesin. Ne var ki siz onların bu tenzih ve takdislerini anlayamazsınız.”

181

nazm-ı celîli sarâhatince cemî-i mevcûdâtın elsine-i hâliye-i takdîs ve teşekkür

ile müsebbeh ve mahmûd olmasıdır.

356 فشاهد وجهه في آل ذرة* مرآت حسن شاهد ماست جهان

17. Hikmet

وهو الظاهر قبل وجود آل شيء ، آيف يتصور أن يحجبه شيء

آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو أظهر من آل شيء

آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو الواحد الذي ليس معه شيء

آيف يتصور أن يحجبه شيء وهو أقرب إليك من آل شيء

يتصور أن يحجبه شيء ولواله ماآان وجود آل شيءآيف

أم آيف يثبت الحادث مع من له وصف القدم ، ياعجبا آيف يظهر الوجود في العدم

Ma’nâsı:

Kâinât Zât-ı baht-ı Ehadiyyeti çeşmân-i hakîkat-bînânı ma’rifetten mahcûb

edeceği nasıl tasavvur olunabilir ki? A’yân henüz râhia-i vücûd etmeksizin zâhir olan o

bedîü’l-arz ve’s-semâ’vâttır. Mevcûdât Cenâb-ı Vâhidü’s- sıfâtı enzâr-ı ibret-disâr

hakîkatten mestûr edeceği nasıl tahayyül olunûr ki? Herşeyden ziyâde zâhir ve hüveyd

olan o Fâtıru’l- kâinâttır.

Mümkinât kıblegâh-ı hakîkate tevcîh-i vech-i ubûdiyyete mâni’ olacağı nasıl

tevehhüm olunabilir ki? Hiçbir mevcûd vücûd-ı zâtiyyesine nisbetle hâiz-i vücûd

olmayan vâhid-i hakîkî o Vâcibü’l-Vücûttur.

Mükevvenât hacle-gâh-ı vahdete kadem-nihâde-i vuslat olmaya hâil olacağı

nasıl hatıra getirilir ki? Sana herşeyden ziyâde yakın olan o müfîdü’l- hayr ve’l-cûddur.

356 “Mahbûbumuzun hüsnüne âyine bu âlem Her zerrede o vechini gösterdi demâdem” Bkz. Konuk, a.g.e. İst. 1997 c.II s.225

182

“Muhtesât Ka’betullâh kudretini istârı mestûriyet altında bırakacağı nasıl zan

olunabilir ki? Onun eğer ki vücûd-ı ilâhîyesi olmasa idi bilcümle ekvân rehînü’z-zevâl

fayha ezelden sahrâ-yı lâyezâle çıkmaz idi.

En ziyâde şâyân-ı hayret ve sezâvâr taaccüb olan cihet ayn-ı zât-ı Kird-gâr olan

nûru’l envârı vücûd zulmet-âbâd adem olan eşyâda nasıl ıyân ve zâhir ve herdem rehîn-i

adem olan hâdis-i mevcûd-ı mevsûf na’ti kadem bulunan Hâllâk-ı âlemle ne kevne sâbit

ve bâhir oluyor bilmem [ 47 ]

Nazmen Tercümesi:

Nasıl mahcûb olur bir şey ile Hak?

Odur herşeyden evvel zâhirü’l-Hak.

Nasıl mestûr eder Mevlâyı ekvân?

Odur herşeyden azhar hem nümâyân.

Nasıl mâni’ olur eşyâ Hüdâya ?

Odur te’sîr eden arz u semâya.

Nasıl hâil olur Allâh’a âlem?

Odur herşeyden akreb sana herdem.

Nasıl ihfâ eder Hâllâkı hâdis?

Vücûd-ı âleme zîrâ o bâis .

Değil mi hayrete şâyân şu demde?

Nasıl zâhiri vücûd olmuş ademde?

Ne keyfiyyet ile sâbittir âyâ ?

183

Kadîmullâh ile mevhûm eşyâ .

Îzâh.

Cenâb-ı Hakk’ın herşeyden evvel zâhir olması, ez-Zâhir ism-i şerîfinin ezelen

ve ebeden tahakkuk etmesinden nâşîdir. Çünkü zuhûr-ı ilâhî Cenâb-ı Hak için zâtî ve

gayri müktesebtir. Ve bir başka şeyden müstefâd olmadığı gibi ma’lûl de değildir.

Zuhûr-ı ekvân ise Vâcibü’l- vücûd hazretlerinin sıfât-ı zuhûr ile tecellîsinden neş’et ile

meydân-ı vücûda gelmiştir. Bu hâlde Hâliku’l-eşyâ hazretleri herşeyin vücûdundan

evvel zâhir olmaz mı? Cenâb-ı Rabbu’l-âlemînin herşeyden ziyâde zâhir olması

vücûdun herhâlde ademden ziyâde zâhir olmasından ve zuhûr-ı zâtî zuhûr-ı arazîden ve

zuhûr-ı mutlak zuhûr-ı mukayyedden ve zuhûr-ı dâim zuhûr-ı munsarimden ziyâde kavî

bulunmasından nâşîdir. Hak Teâlâ hazretlerinin şiddet-i zuhûr ile berâber ukūl ve

idrâkâtın kendisinden mehcûr olması hafâsından nâşî olmayıp belki şedîdü’z-zuhûra

zaîfu’l- ebsâr olanların taab-âver nazar olamadığından içindir. Nasıl ki şeb-pere denilen

yarasa kuşunun geceleyin görüp de gündüzün görememesi nehârın hafâsından için

olmayıp bi’lakis zaaf-ı basarından nâşî hayra- bahş-ı uyûn olan nûr-ı âfitâb-ı nevvâre ve

şiddet-i zuhûr-ı nehâra tahammül edememesinden dolayıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bize

bizden ziyâde yakın olması sübût-ı kayyûmiyyet ve ihâta-i deymûmiyyetinden için olup

fakat şu yakınlık ehl-i şuhûda göre zâtıyla ve ehl-i hicâba göre ilim ve kudret ve

irâdesiyledir. Vücûd-ı Mevlâ bâis-i vücûd-ı eşyâ olmasına nazaran erbâb-ı müşâhede

vücûd-ı Hüdâya vücûd-ı eşyâ ile değil belki vücûd-ı Hüdâ ile vücûd-ı eşyâya istidlâl

ederek 357أولم يكف بربك أنه على آل شيء شهيد nazm-ı celîlinin ma’nâ-yı hakîkîsiyle

tahakkuk [ 48 ] etmişlerdir. Vücûd nûr ve adem zulmet ve kadîm Hak ve hâdis bâtıl

olup bunlar yek diğeriyle ictimâ’ı gayr-ı kābil mütazâddîn oldukları hâlde bi’l-ictimâ’

ademde vücûd nasıl zâhir ve kadîm ile hâdis ne vecihle sâbit olduğu müstelzim-i hayret

olduğundan ve hayret de netîce i ma’rifet bulunduğundan duâ-i Nebevîde 358 رب زدني

vâki’ olmuş ve müellif-i hakîm hazretleri de şu hikmetin nihâyetinde izhâr-ıتحيرا يك

357 Fussılet, 41/53(Rabbinin herşeye şâhit olması yetmez mi? 358 “Yâ Rabbi, benim senin Hakk’ında olan hayretimi tezyîd eyle”. Bu hadis-i şerîf “Fusûs Şerhi”nde de geçmektedir. Bkz. Konuk.ag.e. c.IV, s.236 “Yâ Rabbi, benim senin Hakk’ında olan hayretimi tezyîd eyle

184

veleh ve hayret eylemiştir. Zâhir ve meşhûd mazhar ve mevcûd ancak Cenâb-ı

Vâcibü’l- Vücûd olmaktan nâşî mevcûdâtın Hak Teâlâ hazretlerine zarfiyyet ve

mahâlliyyeti lâzım gelmez . Meselâ bir şey almak için el açmak veyâhut almamak için

kapamak sâhib-i yed’in ilim ve irâdesine vâbeste ve ilim ve irâde o fetih ve kabz-ı yede

bi’t-tasarruf peyvestedir. Fakat yed ilim ve irâdenin zarf ve mahâlli değildir.

Binâenaleyh ittihâd da lâzım gelmez.

دوست نزديكتراز من بمنست

يبتر آي من ازوى دورموين عج

جه آنم با آه توان آفث آه اه

359در آنار من ومن مهجورم

18. Hikmet

ما ترك من الجهل شيأ من اراد ان يحدث في الوقت غير ما اظهره اهللا فيه

Ma’nâsı:

Âyine-i şuûnât-ı ilâhîye olan zamânda âsâr ve tecellîyât-ı sübhâniyyenin gayri

bir şey ihdâs ve îcâd etmeyi murâd eden kimse cehlden hiçbirşeyi terk etmedi.

Nazmen Tercümesi:

Cehilden etmedi bir şeyi terk ol kimse âlemde

Hılâf-ı cilve-i Yezdân’ı ihdâsı murâd eyler

Îzâh: Sûfîyyûne göre vakt ile murâd mukadderât-ı ilâhîyeden bilâ-ihtiyâr

tesâdüm-efzâyı [ 49 ] tesâdüf olunan ahvâl-i vâkıadır. Müşârun ileyhimin 360الوقت سيف 359 Sa’dî Şirazî. “Dost bana benden daha yakındır. Ne acaib ki ben ondan uzağım. Ne yapıp ne diyebilirim ki; Dost benim yanımda, kucağımda oysa ki ben ondan uzağım.”

185

demeleri seyf müsâdim olduğu şeyi kātı’ olduğu gibi cereyân-ı kazâ ve kazâ-yı Hüdâ

i’tibârıyle vakitte tesâdüm ettiği şeye gâlip olacağına ve kezâlik bir seyf-i sârim gâyet

leyyin ve nerm olan eşyâyı kat’etmediği gibi vakit de kendisinde tecellî-nümâ-yı zuhûr

olan ahkâma karşı huşûnet göstermeyerek gerdân-dâde-i rızâ olan müsteslimîni helâk

etmeyeceğine işârettir.

Çünkü ahkâm-ı zamâna karşı durmak gâyet şiddetli akıntıya karşı göğüs

vererek tek kürek bir kayıkla yol almayı temennî etmeye benzer ki muhâl ve müstelzim-

i ahvâl vehâmet-i meâldir. Hatta “vakit kendisine müsâit olanlara vakit münâkit olanlara

makt olur”dediler.

Zîrâ bir mürîd vakte mün’akid olup da istilzâm-ı makt etmek Ebû’l-vakt

olmaklığı arzu eylemek ve vakte müsâit olmak ise ahkâmına tebeiyyetle bir veledin

babasına karşı olan hâl ve hareketine takınarak ibnü’l-vakt olmak demek olduğundan ve

insânın necât ve saâdeti de şüphesiz ibnü’l-vakt olmakta idiğinden tercümân-ı esrâr-ı

kayyûm-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmi Efendimiz 361صوفي ابن الوقت باشد اى رفيقmısrâ-i

hakîmesinde tâbi-i hükm-i zamân olanları senâ buyurmuşlardır.

Bu kârhâne-i dâd ü sitâdda ahvâl-i fâniyye mukâbilinde ahvâl-i bâkiyye

istihsâli sermâye-yi ubûdiyyet olan vakte mutevakkıf olması ve sermâyesiz pazar bey’

ve şirâda bulunanlar ise

اى تهى دوست رفته در بازار

ترسمت بر نياورى دستار

beyt-i Sa’di’yânesince dûçâr-ı hüsrân olacağının derkâr bulunması vakte nakit süsü verdirmekle 362 الوقت نقدde denilmiştir. Hükm-i zamâna inkiyâd ve hilâfına hareketten içtinâb ahvâl-i câriye-i umûmiyyede olup bi-hasebi’ş-şer’ evâmir-i ilâhîyeye imtisâl ve nevâh-i samedânîyyeden tahvîl ve vech-i ikbâl de ayrıca inkıyâd-ı hükm-i zamân olduğunu فان الدهر هواهللاال تسبوا الدهر ”363 hadîs-i şerîfi isbât eder. Binâenaleyh

360 (vakit kılıçtır) 361 Sûfî İbnü’l vakt olmalı ey dost.. 362 Vakit nakittir. 363 Buhârî, “Edeb”,101; Müslim, “Elfâz, 4 ;Müsned, V, 299, 311“Dehr’e sövmeyin, çünkü dehr Allâh’tır

186

364زمانه فهو جاهل من لم يعرف حكم

cümle-i hikemiyyesi bu hikmetin ta’bîr-i âherîdir.

Netîce i hikmet : Bir sâlik-i tarîkat mezmûm-ı şerîat olmayan ahvâl-i bedeniyye

ve vâridâtı kalbiyyesinde ihtiyâr-ı hüsn-i edeb ve vukū-ı intikāle kadar ahvâl-i

mezkûrede inkıyâd-ı rızâ-yı Rab eylemesi muktezâ-yı hükm-i ubûdiyyettir. Kabz ve

bast üns ve vahşet gibi ahvâl-i kalbiyye musarrifü’l- kulûb olan Hakk’ın yed-i kudret ve

tasrîfinde olup bunlardan bir hâlin zuhûrunda [ 50 ] iltizâm-ı rızâ-yı müteâl ile diğer

hâle intikāli yine onun tasrîf ve kazâsından beklememek sû-i edeb ve cehâlettir. Hâiz-i

nisâb-ı kemâl ve irfân Ebû Osmân(ö. 298/910) hazretleri: “Kırk senedir Cenâb-ı

Hakk’ın beni ikāme ettiği hâlden istinkāl ve diğer bir hâle naklinden de infiâl

etmedim.”365 buyurdu.

İşte bu tahakkuk şecere-i îkān ve irfânın semeresi hilafı ise muâraza-i hüküm

ve zamân olup nezd-i sûfîyyûnda a’zam-ı zünûb-ı hâssa olan cehil ve nâdânînin

netîcesidir.

م ما آنت جاهال االيا لكستبدي

366 ويأتيك باالخبار من لم تزود 19. Hikmet :

من رعونات النفس االعمال على وجود الفراغ احالتك

Ma’nâsı:Ey tâlib-i hakîkat ibâdâtını vakt-i ferâgatin vücûduna te’hîr ve ihâle

etmen nefs-i emmârenin ruûnâtındandır.

Nazmen tercümesi:

364 “Kim ki kendi zamânının hükmünü bilmezse cahildir.” 365 Kuşeyrî, Risale, (Haz. Trc. Süleyman Uludağ. Kuşeyrî Risalesi, İst. 1991, s. 141, 3. Baskı 366“Günler senin câhil olduğunu ortaya çıkaracak . Ve sana azık olarak bir şey getirmediğin, hazırlanmadığın şeyleri haber verecek”

187

Hamâkattir ferâgat vaktine amâlini ta’lîk

Îzâh: Ruûnet bir nev’i hamâkattir. Mânî-i visâl-i umûr-i dünyevîyye ile iştigâl

eden bir sâlik müstevcib-i rızâ-i mülk-i müteâl olan a’mâli kûşe-nişîn ferâgat olduğu

zama’nâ ihâle ve ta’lîk etmesi tesvîlât-ı şeytâniyye kabîlinden olduğu için bi’l-vücûh

hamâkattir. Zîrâ o şu ta’lîk evvelâ iştigâl-i dünyevîyyeyi a’mâl-i uhrevîyye üzerine

takdîm ve îsâr ve قىبل تؤثرون الحياة الدنيا والآخرة خير وأب ”367 nazm-ı celîlince saâdet-i

ebediyyeyi te’hîr ile hayât-ı fâniyyeyi ihtiyârdır. Sâniyen vücûd-ı maktû’ olmayan

ferâgat ve istikbâle tesvîf-i a’mâl ile izâa-i nakd-i hâl ve tazyî-i a’mârdır. Sâlisen vakt-i

ferâgatte za’f-i niyyet ve tebeddül-i azîmet cihetiyle a’mâl-i sâlihaya adem-i

muvaffakiyyet yüzünden [ 51 ] ifâte-i fırsat ve imâte-i efkârdır. İşte şu hikmeti

hikem-i münîfi pek güzel isbât 369الخير ال يأخر hadîs-i şerîfiyle 368 هلك المسوفون

etmiştir.

‘Neylersen eyle elde iken fırsatı koma

370 الوصول على يوما ال يساعد الدهر

20. Hikmet :

من حا لة ليستملك فيماسواها فلو ارادك الستعملك من غير اخراج التطلب منه ان يخرجك

Ma’nâsı

Ey muhâtap! Dînî ve dünyevî iştiğâl ettiğin bir hâlden senin onun gayrısında

isti’mâl için ihrâc etmesini Cenâb-ı Vehhâb’tan taleb etme! Zîrâ irâde-i ilâhîyesine

tevâfuk etse idi seni ondan min-gayri ihrâc isti’mâl ve rızâ-yı sübhâniyyesine muvâfık-ı

a’mâle tevfîk ve îsâl ederdi.

Nazmen tercümesi :

367 A’lâ 87/17 “Onlar dünyâ hayâtını âhiret hayâtına tercîh ediyorlar . Hâlbûki âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. 368 Gelecekte yaparım diyenler helâk oldular Deylemi, firdevs,2420,Hatîb el-Bağdad Târihu Bağdat 5936, bkz. Mektûbât-ı Rabbânî 133.Mektup 369 “Hayır te’hîr edilmez” 370 Felek (zaman) bugün müsaade ediyor fakat bir gün gelir müsaaede etmez.

188

Talebkâr-ı hurûc olma tahakkuk ettiğin hâlden

Murâd etse seni Mevlâ bila-ihrâc eder a’mâl

Îzâh : Bir sâlik ittisâf tahassus ettiği san’at gibi dünyevî ve taleb-i ilim gibi

dînî bir hâlden âik-i vuslat olduğunu tevehhüm ile talebkâr-ı hurûc ve a’mâl-i âhere

hâhişker-ı vülûc olmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak o sâliki sever ve sâlik de ehl-i

irâdeden olursa mevsûf olduğu hâlde ibkā ile berâber onu a’mâl-i sâlihaya tevfîk ve

cemî-i a’mâlini rızâ-i sübhâniyyesine tatbîk eyler. Hikmet-i sâbıka da beyân olunduğu

üzere irâde-i ezeliyye-i ilâhîyeye karşı ihtiyâr-ı a’mâl evâmir-i Rabbâniyyeye muhâlefet

ve nevâhî-i sübhâniyyeden adem-i mücânebet olmamak şartıyla muâraza-i hükm-i

zamân ve müsâdeme-i ihtiyâr-ı Melik-i Mennân olduğundan muvâfık-ı edep ve

ubûdiyyet olamaz. Belki hüsn-i edep ve de’b-i merbûbiyyet ihtiyâr-ı ilâhîyeyi kendi

ihtiyârı üzerine îsâr ve mutahakkık olduğu hükm-i tecellî ile rızâyâb-ı tesellî olarak [ 52

hükm-i celîline ihâle-i nazar-ı i’tibâr etmektir. Urefâdan bir zâtın 371والعاقبة للمتقين [

esbâbı terk ile günde yalnız iki dilim ekmek kendisine verilip meşakkat-i esbâb ve taab-ı

taayyüşten bu suretle hâlâs olarak ferîhu’l-hâl müsterîhü’l-bâl olduğu hâlde yaşamaklığı

arzû ettiği ve ba’de berhe mine’z-zamân ma’lûm olmayan bir sebeple hapishâneye idhâl

ve günde iki dilim ekmek kendisine i’tâ olunduğu ve bu hâlin temâdîsi üzerine husûle

gelen daceret bir vakitler kendisine mescûniyyetin esbâb-ı ma’neviyyesini taharrîye

mecbûriyet hâsıl etmekle sem’-i ibretine ilkā olunan şu nidâ-ı hâtifi: “Ey kulum sen

benden günde iki dilim ekmek isteyerek ta’b-i taayyüşten istifrâğ ve ihtiyâr-ı genc-i

ferâğ etmedin mi? Ben de matlûbunu is’âf ve ni’met-i ferâğı sana ithâf ettim.”

Mûmâileyhi hemen irşâd ve vâki’ olan taleb ve ihtiyârından dolayı istiğfâr ile Cenâb-ı

Fâil-i Muhtârdan istirşâd etmesini müteâkib bâb-ı mahpes küşâd ve oradan hurûc ile

nâil-i murâd olduğu “Kitâbü’t-Tenvîr”372 hikâye ve tasvîr ve netîce-i hikmet böyle bir

misâl-i ibret iştimâl ile îzâh ve tefsîr olunmuştur.

“Mülkünde tasarruf eder keyfe mâ yeşâ

371 A’râf, 7/128 “Âkıbet muttakîlerindir” 372 “Et-Tenvîr fî ıskâtı’t-tedbîr” İbn.Ataullahın Tevekkül ve teslimiyet konularından bahseden bir başka eseridir.. Musa Muhammed Ali ve Aabdulal Ahmed tarafında tahkîkli basılmıştır. Kāhire,1973

189

İsterse kevni yok eder isterse vâr eder”373

21. Hikmet :

آشف لها اال ونادتههواتف الحقيقة الذى تطلب امامك وال ما ارادت همة سالك ان تقف عندما

تبرجت ظواهر المكونات اال ونادتك حقائقها إنما نحن فتنة فال تكفر

Ma’nâsı:

Rehrev-i bezm-i vahdet olan bir sâlikin içtihâd ve himmeti mükâşefât-ı vâkıa

ve tecellîyât-ı lâmiasında tavakkuf nümâ-yı kanâat olursa ona hemen havâtıf-ı hakîkat:

“Durma talebkâr-ı visâli olduğun mahbûb-ı hakîki ileridedir.” diyerek lisân-ı hâl ile nidâ

eyler.Ve zevâhir-i mükevvenât zînet-i ebleh-firîbânesiyle arz-ı dârât ederse sana derhâl

onun hakāık-ı mündemicesi: “Biz fitne-i ibtilâ-âmiz ve dâhiyye-i maslahat engîziz.

Bizim nakş-ı [ 53 ] erjengiyânemize bakıp da meftûn ve ma’yûb ve müşâhede-i dîdâr-ı

ma’rifetten mahcûb olma!” diyerek nidâ-yı ma’nevî ile çağırır.

Nazmen Tercümesi:

Bir makāmda sâlikin etse tevakkuf himmeti

Hâtıf-i hak durma git matlûbun öndedir ona

Zâhiri dünyânın eylerse eğer arz-ı cemâl

Bâtını biz fitneyiz aldanma aslâ der sana

Îzâh: Hâtif, kalb-i sâlike hakîkat-ı ilâhîye cihetinden lisân-ı hâl ile nidâ edici

demektir. Bir sâlik seyr-i sülûkunda meşhûd-ı dîde-i cân ve cânân olan maârif-i ilâhîye

ve tecellîyât-ı sübhâniyyenin matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksâ olduğunu i’tikâd ederek

tevakkuf- nümâ-yı kanâat olursa füyûzât-ı Samedânîyyeye nihâyet olmayıp matlûb-ı

ma’nevî ve mahbûb-ı hakîkî daha ileride olduğu kalb-i sâlike ilhâm ve lisân-ı hâl ile 373 Ziyâ Paşa; Terci-i Bend,( Ahmed Badi, armağan, Divan Şiirinde Atasözleri ve Deyimler, Basılmamış Trakya Ü.projesi,Haz. Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu.

190

i’lâm olunûr. Zevâhir-i mükevvenâtın teberrücünden murâd teshîr-i halk ve ikbâl-ı nâs,

sea-i hâl ve zuhûr-ı havârık-ı bî-indirâs gibi vakt-i tecellîde zuhûra gelen mehâsin-i

imtihân perverâne ile istihsâl-i meyl-i mürîddir.

Bu sırada hakāık-ı bâtıne lisân-ı hikmetle fitne-efzâ-yı ihtibâr ve dâhiyye-

nümâ-yı imtihân olan sûret-i hasene-i zâhireye bakıp da aldanmamasını ve mi’râc-ı

terakkiyât-ı ma’neviyyede mürîdi men’ ve te’hîr edecek olan şehevât vehîmetü’n-

nihâyâta takılıp bağlanmamasını ve kuhl-i غ البصر وما طغى ما زا 374 ile tenvîr-i dîde-i cân

ve

وال تمدن عينيك اال ما متعنا به ازواجا منهم زهرةا الحيوة الدنيا

375den istihsâl-i feyz ve irfân ederek refref-süvâr-ı âlem-i lâmekân ve vâsıl-ı bezm-gâh-ı

kurb-ı yezdân olmasını esrâr-ı müsterşidîne ilkā ve ifhâm eder.

İbâre-i hikmetteki 376ا إنما نحن فتنة فال تكفر cümlesi hark-ı esbâb ve âdetle

mücerred esbâba müstenid olan sihr miyânesindeki fark-ı azîmi ta’lîm ve enbiyâ ile

onlara tebeiyyet edeceklerin saâdet hâlini ve sehare ile sihirlerine iktidâ edenlerin

vehâmet-i istikbâlini tefhîm hikmetine mübtenî olarak arz-ı Bâbil’e inzâl olunan Hârût

ve Mârût [ 55 ] lisânından hikâyeten Kitâb-ı Hakîmde vâki’ نحن فتنة فال حتى يقوال إنما

.âyet-i kerîmesinden muktebestir 377تكفر

“Nûr-ı Zât-ı Hakkı hakkıyla şuhûd et ey gönül

Bunda yârin görmeyen yârın dahî a’mâ imiş”

374 Necm, 53/17 375 Tâhâ, 20/131 Onlardan ba’zı çiftlere kendilerini imtihân etmek için iğreti hayâtın süsü olarak sunduğumuz ni’metlere gözlerini dikme. 376 Bakara, 2/102“(biz bir imtihân aracıyız, sakın küfre sapma) 377 Bakara,2/102“ O iki melek demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı.”

191

22. Hikmet:

طلبك منه اتهام له

وطلبك له غيبة منك عنه

نهوطلبك لغيره لقلة حيائك م

وطلبك من غيره لوجود بعدك عنهMa’nâsı:

Ey tâlib-i hakîkat! Senin Cenâb-ı Melik-i Vehhâbtan bir ni’meti talebin ona

isnâd-ı töhmet ve şuhûd-ı Zât-ı Ehadiyyetini istemekliğin de ondan hükm-i gaybettir.

Ve mâsivâllâha meyl ve muhabbetin Haktan kıllet-i hayâdan nâşî bir keyfiyet ve

mâsivâllâhtan umîd-ı atâ etmekliğin de mu’tî-i hakîkîden gaflet ve muktezâ-yı

bu’diyyettir.

Nazmen tecrümesi:

Taleb bir ni’meti Haktan ona isnat töhmettir.

Talebkâr-ı huzûr olmak da ondan hükm-i gaybettir.

Hayâsızlıktır Allâh’ı koyup meyl eylemek gayre

Sivâdan arzû-yı matlab etmek de ne gaflettir.

Îzâh :

Bir sâlik-i ilâhî için tasavvuru kābil olan taleb dört vecih üzerine olup dördü de

hakîkat nokta-ı nazarından medhûl ve edeb-i ubûdiyyete karşı ma’lûldur. Onlar da

Allâh’tan taleb, Allâh’ı taleb, Allâh’tan gayrıyı taleb, Allâh’ın gayrîden talebtir.

Birincisi; sâlik Hak Teâlâ Hazretlerinin mukaddirü’l- umûr ve hâliku’l- hayrât

ve’ş-şurûr olduğunu ve i’tâsı vâreste-i iğrâz ve ihsânı ârî ani’s-süâl ve’l- a’vâz

bulunduğunu bildiği hâlde talebkâr-ı emel olmak Hakk’a muktezâ-yı adem-i vüsûk /55

ve emniyyet ve isnâd-ı töhmet olduğundan dolayı medhûldur.İkincisi kâinât merâyâ-yı

192

vücûd-i ilâhîsi olduğu cihetle her nereye bakılsa meşhûd-ı dîde olacak o nûr-ı zât

idiğinden ve böyle bilâ-tebeddül velâ-tegayyür el’ân kemâkâne olan Ma’bûd-ı hâzırı

talebe kalkışmak ise münâfî-i huzûr ve Haktan gaybûbeti iktizâ eder bir keyfiyet

olduğundan ma’lûldur.

Üçüncüsü, rızâ-yı ilâhî ancak takdîr-i sübhânîsine rızâda olup sâlike muktezâ-

yı ubûdiyyet-i mukadderât-ı samedânîyesinden her ne ki zuhûra gelirse onu ayn-ı

ni’met bilerek ne zehârif-i mevkate-i hayâta meyl ve muhabbet ne de keşf ü kerâmâta

ihâle-i nazar-ı himmet etmek lâzım gelirken a’mâl ve ef’âl de terakkiyât-ı dünyevîyye

ve mükâşefât-ı ma’neviyye gibi bir takım ilel-i gâiyye arzû eylemek alîmün-bizâti’s-

sudûr olan Hak Teâla Hazretlerine karşı kıllet-i hayâ ve sû’-i edepten neş’et

eylediğinden elbette gayr-i makbûldur.

Dördüncüsü, bir abd-i sâdıkın Ma’bûd-ı hakîkîsine karşı mahlukâttan hiçbir

kimseye arz-ı ihtiyâç etmemesi edeb-i ubûdiyyet ve hükm-i kurbiyyet ve Cenâb-ı

Hakk’a kurbiyet de mâsıvâllâhtan bu’diyyet iken bârigâh-ı ihsân-ı Ma’bûdu bırakıp da

bâb-ı abde ilticâ ve temennî-i i’râz-ı dünyâ etmek fa’âlün limâ yürîd hazretlerinden

gaflet ve semere-i hicâb ve bu’diyyet olduğundan mezmûm ve metbûldur.

Netîce-i Hikmet:Alâ-vechi’t-taabbüd ve’t-teeddüb olmayan ve evâmir-i

ilâhîyeye itâati ve izhâr-ı fakr ve hâceti mutazammın bulunmayan talebin gerek halka

gerekse Hakk’a mütaallık olsun inde’l-muvahhidîn el-mütecerridîn câiz olmayacağını

isbâttır. Zîrâ onlara göre irâde ve ihtiyâr, ihtiyâr-ı Cenâb-ı Perverd-gârdır. Talebsizlik bu

zümre-i fâniyyeye göre ayn-ı taleb ve taleb-i fâni hükm-i vâkiyye nazaran sû-i edeptir.

Bu meseleyi kıssa-i âtiyye pek güzel tasvîr eder.

Bir gün ser-halka-i hâcegân kutb-i Gucduvân Abdulhâlık (ö. 575/1179 veya

595/1199) hazretlerinin huzûr-ı lâmiu’n-nûr-ı ârifânelerinde bulunan bir mürîd-i

mübtedî yevm-i kıyâmette kendisi cinân ile nîrân arasında tahyîr olunûrsa cinân-ı câmi’

hazz-ı nefsânî olduğu için terk ve idbâr ve nîrânı muhâlif-i rızâ-yı nefs-i insânî

bulunduğu için arzû ve ihtiyâr edeceğini arz ve beyân etmesi üzerine mürşid-i müşârun

ileyh hazretleri mürîd-i mûmâileyhe hitâben: “Ey dervîş, nîrândan evvel sükûtu ihtiyâr

193

et ibrâz-ı irâde-i hodbînâne ile izhâr-ı sû-i edep eyleme. Cennet, Cenâb-ı Kird-gâr’ın

tecellîhâne-i cemâli, cehennem ise dâr-ı celâlî [ 56 ] olup kulunu bu iki hânenin birinde

bulundurmakta fâil-i muhtâr ve mürîd-i sâdık ise meslûbu’l-irâde ve’l-ihtiyârdır.”

buyurdu.

اى آهدارى ببندآى اقرار* آاربى اختيار خواجه مكن

378بند آانرا باختيار جه آار * هر آجا اختيار خواجه بود

23. Hikmet:

ما من نفس تبديه اال وله قدر فيك يمضيه

Ma’nâsı:

Ey sâhib-i nefes! Enfâs-ı Ma’dûde-i hayâtiyyenden izhâr ettiğin her bir nefeste

mukaddiru’l-enfâs olan Hak Teâlâ Hazretlerinin hakkında bir emr-i mukadderi vardır ki

onu elbette icrâ ve imzâ eder.

Nazmen Tercümesi:

Teneffüs ettiğin her bir nefes hakkında ey sâlik

Tecellîgâh-ı takdîr kadîm-i Rabb-i izzettir.

Îzâh: Enfâs zurûf-ı ekdâr-ı rabbu’n-nâstır. Her bir nefeste ni’met ve beliyyet,

tâat ve ma’siyetten her ne ki takdîr olunmuş ise elbette onu Cenâb-ı Hak izhâr ve ibrâz

edecektir. “Nefsin canı var. Tutmaya ne ziyânı var” sözü enfâs-ı ma’dûde-i

insâniyyenin zurûf-ı mukadderât-ı sübhâniyye olmasından dolayıdır. Enfâs insâna vedîa

olunmuş bir emânettir. Çünkü sermâye-i ömür ve mâye-i izz ü saâdettir.

378 (Efendinin tercihi ve iradesi olmaksızın bir işi yapma. Ey kulluğu ikrâr etmiş kişi! Efendinin tercihi olan yerde kullar için nasıl tercih olabilir.)

194

İnkıbâzı memât, inbisâtı hayâttır. Ahkâm ve ekdâr-ı ezeliyye-i ilâhîyenin

cüz’iyyât-ı umûr ibâdı istiğrâk ve bunun topu da min-cihetin hukûk-ı ilâhîyeyi istilzâm

eylemesi hukûk-ı mezkûre için enfâs-ı insâniyye ile kıyâmı, ve enfâs-ı mezkûreden rûz-ı

cezâda suâl ve isti’lâmı iktizâ etmiş ve enfâsın tedbîr-i umûr-ı dünyâ bâbında medâr-ı

cereyân olması da [ 57 ] onu rızâ-yı ilâhî hilâfında istihlâkın mûcib-i mücâzât olacağını

isbât eylemiştir. Şu hâlde sâlik-i müeddep her nefeste muhâfaza-i edep ve murâkaba-i

Rab eylemelidir ki cemî-i enfâsında tarîk-ı Hakk’a rehrev ve ashâb-ı enfâs-ı kudsiyyeye

peyrev olabilsin. İşte bu 379 الطرق الى اهللا تعالى بعدد انفاس الخال ئق cümle-i kudsiyyesinin

ma’nâsıdır.

380 االعلى اليك رسائل من الملئ * تامل سطور الكائنات فإنها

24. Hikmet:

يقطعك عن وجود المراقبة له فيما هو مقيمك فيه ال تترقب فروغ االغيار فان ذالك

Ma’nâsı:

Ey mürîd-i safâ-gerdâr, tehâcüm eden ağyârdan ferâğat-i kalbe intizar etme zîrâ

bu intizâr Cenâb-ı perverd-gârın seni ikāme ettiği evrâd ve ezkârda devâm-ı

murâkabeden istidbâr eder.

Nazmen Tercümesi:

İntizâr etme ferâğ-ı ağyârdan

Tâ ki dûr olmayasın dildârdan

Îzâh :

379 “Allâh’a giden yollar mahlûkâtın nefesleri adedincedir” Bu cümle Necmüddin-i Kübrâ’ya (ö. 618/1221) âittir. Bkz. Kübrâ, Necmüddîn Kübrâ, Usûlu Aşere, (Haz. Mustafa Kara, “Tasavvufî Hayât” İst. 1996, s. 33, II. Baskı. Dergâh yay. 380 Kâinâtın satırlarını düşün; çünkü orada mele-i a’lâdan sana gelen mektuplar vardır.”

195

Ağyârdan murâd ekserî ekdâr-ı dünyâ sebebiyle kalb-i mürîde vârid olup

şuhûd-ı Mevlâ ve huzûr ve safâya hâil olan zulumâttır. Bundan tamâmıyla ferâğat

husûlunü terakkub vazîfe-i ubûdiyyette teahhuru îcâb edeceğinden câiz olamaz .

Cenâb-ı müsebbibü’l-esbâbın hasebü’t-takdîr esbâbtan bir sebepte ikāme buyurduğu

mürîd-i sâdıka vâcib olan onun hakkını kendinde me’mûl olan ikinci bir vakti terakkub

etmemektir. Çünkü bu tarakkup mürîdi vakt-i evvelde mütehakkık olduğu hükm-i ilâhî

ile kıyâmdan avk ve te’hîr ve vecîbe-i zimmet-i ubûdiyyeti tesvîl eyleyeceğinden hilâf-ı

matlûb-ı müteâldir. [ 58 ]

Zîrâ, yâri ağyârsız aramak gülü hârsız istemek kabîlinden olmakla muhâldir.

Hatta Ebû Hafs-ı Kebîr (ö. 260/874) hazretleri: “Dervîş-i sâdık ancak hükm-i zamân ile

mütehakkık olandır. Eğerçi hükm-i zamândan onun işgâl edecek bir hâl zuhûra gelirse

ondan da tavahhuş ve tevakkî etmelidir.” dedi.

Sehl b. Abdullâh e’t-Tusterî( ö.273/886) hazretlerî de: “Ufûl-i şems ile zulmet-i

leyl hulûl ettiği vakitte kemâl-i selâmetle hukūk-ı leylî edâ ve nefs-i emmâresine

nasîhat-i lâzimeyi îfâ edebilmek için zamân-ı hâli iğtinâm etmek ve nehâra intizâr

etmemek lâzım gelir.” der idi. Kezâlik müşârun ileyh hazretleri: “Dervîş-i sahîh hangi

zamânda müsterîh olur.” suâline “İçinde bulunduğu vakit ve zamândan başka vakit ve

ân tasavvur etmediği vakitte müsterîh olur.” cevâbını verdi. Binâenaleyh ونبلوآم بالشر

âyet-i kerîmesini İmâm-ı Begavî,( ö. 516/1122) şiddet ve rehâ, sıhhat ve 381والخير

sakam, gınâ ve fakr ile ba’zıları da mahbûb ve mekrûh ile tefsîr ederek “Cenâb-ı

Yezdânın şer ve hayr ile ibâdını müptelâ etmesi bir abdin mazhar-ı hayr olduğunda

şükrünü masdar-ı şer olduğu zamânda da sabrını ihtiyâr etmek hikmetine mübtenîdir.”

dediler.

“Değildir âlem-i âzâd ki hengâme-i âlem

Cihânda herkesi bir gûne derde mübtelâ buldum.”

381 Enbiyâ, 21/35 Biz sizi iyilikle ve kötülükle imtihân ederiz

196

25. Hikmet:

مستحق وصفها وواجب نعتها فى هذه الدار فانها ما ابرزت اال ماهو ال تستغرب وقوع ا الآدار ما دمت

Ma’nâsı:

Ey mürîd-i evvâb şu mihnet-hâne-i ızdırâb olan dünyâda dâim oldukça vukû-ı

ekdârı istiğrâb etme! Zîrâ pîre-zen-i dünyâ ancak sıfât-ı zâtiyyesinin lâyıkı ve tabîat-ı

zarûriyyesinin lâzımı olan keyfiyyeti izhâr etti.

Nazmen Tercümesi:

Olma mustağrib-i âlâm ve nikam

Dâim oldukça bu dâr-ı gamda

Hayyiz-i fi’le çıkan dert ve elem

Hükm-i haktır ezelî âlemde [ 59 ]

Îzâh : Dünyâ dediğimiz şu güzergâh-ı sûret mezraa-i âhiret olmak üzere

müteşekkil bir dâr-ı mihnettir. Nûşu nîş, şarâbı serâb, ni’meti nikmettir. Her ferd-i insân

dâr-ı ihsân olan âhirette a’mâl-i dünyevîyyesinin muktezâsı üzere mücâzât ve mükâfât

görebilmek için bu mihnetsarâ-yı ibtilâya gelmiş ve silsile-i ihtiyâcâtın menât-ı kemâli

olan dâire-i tabîatta istihsâl-i metâlib-i tâmmeye adem-i muvaffakiyetinden dolayı

dûçâr-ı ekdâr olduğu hâlde kalmış bir esîr-i şehvettir.

Ef’âl ve a’mâli ise hevâ ve hevese muhâlefet veyâhut muvafakattan ibâret bir

keyfiyettir. Şu iki hâl dâire-i turuk veyâ ef’âlde vücûd-ı mahbûb ve matlûb-ı veyâhut

vukû-ı mekrûh ve mağdûbu iktizâ ve istikmâl edeceğinden lâ-cerem dünyâ-yı bî-vefâ

vicdân-ı mekârih ve mazarra ve bu sebeple vukû-ı âlâm ve ekdâra mahâl olmak üzere

yaratılmış bir hayâlhâne-i ibtilâdır. Binâenaleyh hayyiz-i zuhûra gelen umûrun topu

köhne dünyânın vasf-ı müstehakkı ve na’t-ı vâcib-i bi’l-hakkıdır. Dünyânın dâr-ı ekdâr

197

ve ağyâr ve ukbânın dar-ı bekā ve envar olmasındaki hikmet mü’minini fenadan bekāya

da’vet ve ni’met-i ebediyye ve müşâhedât-ı seniyye için celb-i nazar-ı dikkattır.

Bu da ancak mekârih-i dünyâya tahammül ve şehevât-ı nefsâniyyeden

tecerrütle olabileceğine mebnî bülbül-i bâğ-ı belâğ Efendimiz (s.a.v) hazretleri:

382حفت ا لجنة بالمكاره وحفة ا لنار بالشهوات

buyurdu. İmâm Ca’fer-i Sâdık hazretleri de: “Henüz mahlûk olmayan bir

keyfiyeti taleb eden kimse it’âb-ı nefs ederse de merzûk olamaz” buyurması üzerine “O

nedir yâ imâm”: suâline “dünyâda râhattır” cevâbını verdi. Ebû Türâb (en-Nahşebî) (ö.

245/859) hazretleri: “İnsân istihsâli mümkün olmayan üç şeye muhabbet eder ki

beyhûde ihtiyâr-ı meşakkattir. Nefse muhabbet eder. O hevâ-yı nefs içindir. Rûha

muhabbet eder. O Allâh içindir. Mala muhabbet eder. O verese içindir. İstikmâli kābil

olmayan iki şeyi de taleb eder. Biri ferâh diğeri râhattır. Hâlbûki bunun ikisi de ahvâl-i

cennettir.” dedi.

Ba’zı hükemâ “Eğer ki dünyâ mekârih üzerine binâ olunmasaydı ...................

menâfi elbette........... olurdu.”383 dedi. Ba’zı büleğâ da “ Dâr-ı metâlif ve meâtıpta

selâmet [ 60 ] arayan mezâhif-i hayyât ve akârib üzerine temerruğ eden kimseye

benzer” dedi. Şu hâlde mürîd-i sâdıka lâzım olan sabır ve metânettir ki tâ ki şâhid-i

dilârâm-ı ma’rifet burka küşâ-yı feyz ve tecellîyât olsun. Fârûk-ı A’zam’ın bir racüle

kelâm-ı âtîsi bu bâbta ne büyük bir ders-i ibrettir. “Eğer hakkındaki hükm-i kader mürûr

eder. Fakat me’cûr olursun. Şikâyet edersen emr-i ilâhî yine yerini bulur. Şu kadar ki

me’zûr olursun.”

عزذى الجالل درفقرست زانكه * مالل اين وبكذار با فقر صبرآن

382 Cennet zorluklarla, cehennem şehvetlerle kuşatılmıştır” 383 okunamadı.

198

384 دوتو بينى اندر غنا تا بفقر * دوتو روزى فقررا آن امتحان

26. Hikmet

وال تيسر مطلب انت طالبه بنفسك ماتوقف مطلب انت طالبه بربك

Ma’nâsı:

Ey mürîd! Müsteînen-billâh tâlibi olduğun maksad taassür ve bizzat ta’kîb

ettiğin matlab teyessür etmez.

Nazmen Tercumesi:

Tavakkuf eylemez bir maksat-ı aksâ ki âlem de

Onun sen avn-i Yezdân ile oldun tâlibi ey dil

Dahi şol matlab-ı a’lâ ki bizzat eyledin ta’kîb

Husûlü hayyiz-i imkânda sehl olmaz olur müşkil

Îzâh: Buradaki matlab metâlib-i dîniyyenin ve mercii dîn olan makāsıd-ı

dünyevîyyenin topuna şâmildir. Şol mürîd-i sâdık ki ihtiyâcât-ı beşeriyye ve havâyic-i

külliyesini Cenâb-ı Hakk’a tefvîz ve her hâl ve mahalde dârü’l-emân-ı ilâhîyesine ilticâ

ve her bir emrinde lutf-i sübhânîsine tevekkül ederse müsehhilü’l- umûr olan Allâh da

onun cemî-i müşkilâtını teshîl ve baîdü’l-vusûl olan her matlabını takrib ve asîru’l-husûl

olan her maksadını teysîr eyler. Şol mürîd-i hodbîn ki ilim ve dirâyetine güvenir. Ve

havl ve kuvvetine i’timâd eder. Onu azizün züntikām hazretleri kendi hâline bırakarak

mahrûm ve mahzûl ve metâlib ve me’rebinden mehcûr ve melûl eyler. [ 61 ]

384“Değil mi ki Allâh indinde izzet fakirliktedir. Fakirliğe sabr et ve bu hüzünden geç.Bir günde fakirliği iki kat imtihan et. O zaman fakirlikteki zenginliği iki kat görürsün.”

199

“Bir kimse değil sırr-ı kaderden âgâh

Mâni’ de mu’tî de Cenâb-ı Allâh

Lâzımsa da esbâba tevessül etmem

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.”

27. Hikmet:

النجح فى النهايات الرجوع الى اهللا فى البداياتعالمات من

Ma’nâsı:

Seyr u sülûkte Allâh’a rücû, hâl-i vusûlde emn ve felâhın alametlerindendir.

Nazmen Tercumesi:

Sülûkünde Hüdânın emrine tâbi’ olan sâlik

Olur hâl-i vusûlünde emînü’l-âkıbe dâim

Îzâh: Her mürîd-i sâdık için bir bidâyet bir de nihâyet vardır. Bidâyeti hâl-i

sülûk nihâyeti hâl-i vusûldur. Cenâb-ı Hakk’a rücû ve a’mâl-i ma’lûlesine i’timâd

etmeksizin Haktan istiâne ve ona tevekkül ile tashîh-i bidâyet eden mürîd nihâyet

sülûku olan hâl-i vusûlde rücû ve inkıtâdan emîn olarak me’mûnü’l-âkıbe ve

mashûbu’n-necât olur.

Bunu müeyyid olmak üzere ba’zı ehl-i tahkîk: “Haktan rücû eden kimse vuslat

hâsıl olmaksızın ancak tarîkından rücû eder eğer ki ser-menzil-i maksûda vâsıl olsa idi

rücû etmezdi” buyurmuştur. Bir mürîd ki hâlini vech-i meşrûh üzerine tashîh etmezse

nihâyet-i hâlinde zuhûr-ı hicâb ile feyz-i ilâhîden munkatı’ ve geldiği yola ric’at-i

kahkariyye ile râci’ olur.

200

Ba’zı ulemânın “Her kim vuslat- ilallâh Allâh’ın gayrıyla olduğunu zannederse

mehcûr olur. Her kim ibâdette nefsinden istiâne ederse nefsine havâle olunûr.”

buyurması da cümle-i ahîreyi te’yîd eder.

Hülâsa; mürîd-i sâdık bidâyet ve nihâyetinde belki cemî-i hâlâtında

mütevekkilün-alallâh müstaînun-billâh olmak ve kendinde havl ve kuvvet ve ubûdiyyet

ve ibâdete kudret [ 62 ] görmemek lâzımdır. İşte kavâid-i sülûkun mübnâ aleyhi olan

esâs tarîkat da budur.

“Sal keşti-i umûrun bahr-i tevekkülde ak

Aç bâdbân-ı himmetin yan gel de seyre bak”385

28. Hikmet:

اشرقت نهايته من اشرقت بدايته

Ma’nâsı:

Bidâyeti parlak olanın nihâyeti de parlak olur.

Nazmen Tercümesi:

Evvelî parlak olan âhiri de parlak olur.

Îzâh:

İşrâk-ı bidâyetin ma’nâsı mürîd-i sâdıkın her türlü ibâdât ve her nevi evrâd ve

tâat ile evkātını tezyîn ve ta’mîr ve buna tamâmıyla musâberet ederek tecellîhâne-i

kalbini envâr-ı ezkâr ile tenvîr etmesidir. İşrâk-ı nihâyetin ma’nâsı da devâm-ı ibâdet ve

husûl-ı ihlâs ile cûybâr-ı feyz-i Rabbânî ve enhâr-ı tecellî-i sübhânînin kalb-i sâlikte alâ-

vechi’l-etemm feyezânı ve Cenâb-ı Hak ile sâlik arasına haylûlet edip de zuhûr-ı nûr-i

ma’rifete hicâb olan kudûrât-ı nefsâniyyenin zevâl ve seyrânıdır. Her hangi sâlik

385 Şaiiri belli değil. Bkz. “E.Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk dilinde Atasözleri ve Deyimler, İst. 1975, c.II, s.415”

201

bidâyet-i sülûkunda kalîlu’l- içtihâd olursa nihâyet-i emrinde işrâk-ı nihâd hâsıl edemez

ve ona bâb-ı füyûzât küşâd olunsa da hakkıyla meftûh olamayacağından devâm ve

bekāsından emin olunamaz yâhut işrâk-ı bidâyet Cenâb-ı Mevlâya rücû ve ilticâdan ve

işrâk-ı nihâyet de husûl-i vusûl ve devâm-ı tecellî-i Hüdâdan ibârettir.

386 سند من مفتح االبواب * هرآسى را سند بوديك باب

[ 63 ]

29. Hikmet

ماستودع فى غيب السرائر ظهر فى شهادة الظوافر

Ma’nâsı:

Gencine-i serâir ve kulûba vedîa olunan maârif ve envâr a’zâ ve cevârihte zâhir

ve âşikâr olur.

Nazmen Tercümesi:

Serâirde olan bâtın

Zevâhirde olur zâhir

Îzâh: Her şeyin zâhiri unvân-ı bâtın olduğuna “ve eserrahû serîrahû” üzerine

delâlet ettiğine mebnî işbû hikmet hâl-i sâliki ve kalb-i sâlikte mütecellî olan mezîd-i

mütedâriki mübîn bir tibyân-i hakîkattir.

Hükümrân-ı kulûb olan ahvâl dâimâ vücûh ve zevâhirde rûnümâ-yı âsâr

olduğundan şerîat-i mutahhara ikrâr ve a’mâli hakîkat-i îmân olan tasdîk-i kalbiyye delîl

etmiş ve sohbet ve muhabbeti arzû olunan bir kimsenin ahvâl-i bâtınesine şevâhid-i

zâhiresiyle istidlâl olunagelmiştir. Hatta Ebû Hafs Kebîr (ö. 260/874) hazretleri edîb-i

bezm-i ilâhî Cenâb-ı Risâlet Penâhî Efendimizin bir racüle işâret sûretiyle: 386 Herkese delil olarak bir kapı yeter.Benim senedim ise kapılar açandır.

202

“Eğer ki şu adamın kalbi Allâh’a karşı hâşi’ olsa idi a’zâ ve cevârihi de hâdı’

olurdu.” 387buyurduklarını delîl ittihâz ederek “Hüsn-i edeb-i zâhir hüsn-i edeb-i bâtının

âyinesidir.” der idi. Müşârun ileyh hazretleri kıt’a-i Irâk’ı teşriflerinde ziyâret-i

seniyeylerine giden Seyyidü’t-tâife Cenâb-ı Cüneyd Bağdâdî (ö.297/909)ashâb-ı

müşârun ileyhi pek ziyâde mutî’ ve münkād gördüklerinde “ Yâ Ebâ Hafs ashâb-ı

kirâmınızı bir pâdişâha yakışır sûrette te’dîb ve terbiye buyurmuşsunuz” hitâbına

müşârun ileyh hazretleri “Ya Cüneyd öyle değil lâkin ashâbımın âdâb-ı zâhireleri âdâb-ı

bâtınelerinin unvân-ı haşmet nişânıdır.”388 cevâbını verdi.

Bu hâlde erbâb-ı sülûk emmâre bi’s-sû’ olan nefslerinin iğrâz ve âmâlinden

dâimâ [ 64 ] basîret üzerine olmalıdır ki zevâhir-i ahvâli bırakıp da serâir-i kulûbun

salâhını îhâm eden ef’âl ve a’mâl sebebiyle esîr-i dâm-ı desâis ve hıyel olmasın. Çünkü

bu hâl sûretsiz sîreti kışırsız lübbü lafızsız ma’nâyı taleb kabîlindendir ki bîmeâldir. Bir

kimse ki kalben ma’rifetullâh ve muhabbet-i Resûlullâhı iddiâ ettiği hâlde kavlen ve

fiilen evâmir-i ilâhîyeye imtisâl ve nevâhî-i sübhâniyyeden içtinâb ve sünnet-i

risâletpenâhiye temessük ve i’tisâm etmezse elbette o müddaî 389 نحن أبناء الله وأحباؤه

nazm-ı celîline mâsadak bir kezzâb-ı düzeh müstehaktır 390أفرأيت من اتخذ إلهه هواه eğer

ki bu müddaî bâtınen iddiâsına muhâlif hâl ve hareketle muttasıf ve zâhiren de cadde-i

i’tidâlden münharif ise o hâlde gayri şüphesiz ekzeb ve hâl ve kāli şirk ve nifâka akreb

olmakla ondan Cenâb-ı Hakk’a istiâze olunmak lâzımdır.

تعصى االله وانت تظهر حبه

ا لعمرى فى القياس بديعهذ

حبك صادقا ألطعته آان لو

387 Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, II, 130. Bu hadîsi Kuşeyrî “Huşu” bahsinde nakletmiştir..Bkz. er-Risale.(Arapça) s. 144; trc. s. 284 388 Kuşeyrî, a.g.e. s. 286, trc.(Uludağ) s. 458 389 Mâide, 5/18(Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz. 390 Casiye, 45/23(Hevâ ve hevesini ilâh edinenleri gördün mü?

203

391ان المحب لمن يحب مطيع

30. Hikmet

المستدل به عرف الحق الله فاثبت المر من وجود اصله شتان بين من يستدل به ومن يستدل عليه

و متى بعد حتى تكون االثار هى والسدالل عليه من عدم الوصول اليه اال ف غاب يستدل عليه

تى توصل اليهال

Ma’nâsı:

Cenâb-ı Kibriyâ ile vücûd mâsivâya ve mâsivâ ile vücûd-ı kibriyâya istidlâl

eden şu iki fırka beyninde bu’d-ı azîm oldu. Cenâb-ı Hak ile vücûd-ı halka istidlâl eden

kimseye hakîkat-ı vücûdun vasf-ı kıdemle ittisâf eden Vâcibü’l-Vücûda mahsûs olduğu

ma’lûm ve meşhûd oldu da vücûd-ı mevhûm-ı ekvânın vücûd-ı ma’lûm-ı Yezdândan

müstefâd olduğunu isbât etti.

Halk ile vücûd-ı Hak üzerine istidlâl ise Cenâb-ı Melik-i Müteâle adem-i

vüsûlden nâşîdir. Yoksa o Âlimü’ş-şehâde ve’l-gayb ne zamân gâib oldu ki eşyâ-ı

hâzıra ile onun vücûduna insân istidlâl ve o

من حبل الوريدالينا أقرب

392ne vakit baîd oldu ki âsâr-ı garîbe onun bârigâh-ı ehadiyyetine erbâb-ı hicâbı îsâl

etsin [ 65 ]

Nazmen Tercümesi:

Vücûd-ı Hak ile ekvâna istidlâl eden âkıl

O ekvânı delîl-i Hak edenden oldu çok fâzıl

391 “Râbiatü’l-Adeviyye”. (Allâha isyan edip durduğun hâlde O’nun muhabbetinden dem vuruyorsun..Kasem ederim ki bu anlaşılır gibi değil!Eğer muhabbetinde sadık olsaydın O’na itaat ederdin; Çünkü seven sevdiğine itâat eder) 392 Kaf 50/16“Biz ona şâh damarından daha yakınız

204

Vücûd-ı Hak ile eşyâya istidlâl eden şol zât

Verip Hakk’a vücûdu eyledi isbât-ı mevcûdât

Vücûd-ı Hakk’a âsârıyla istidlâle kalkışmak

Onun mahcûbu olmaktan gelen bir hâldir mutlak

Aceb gâib mi kim muhtâc-ı istidlâl ola Mevlâ

Baîd olmuş mu hiç tâ ki ona mûsil ola eşyâ

Îzâh:

Nev’-i benî âdem, evvel-i neş’et ve mebde’-i hilkatinde cehl ile mevsûm ve

ona eşyâ bilcümle gayr-ı ma’lûm idi. Muzîk-i rahm-ı mâderden hâiz-i hükm-i

-oldukları hâlde sahrâ-yı vesîatü’l 393 ه أخرجكم من بطون أمهاتكم ال تعلمون شيئاوالل

enhâ-yı vücûda gelmişler. Ve ba’zıları 394 وجعل لكم السمع والأبصار والأفئدة

simât-ı ni’met-i ilâhîyesinden hûşe-çîn-i ma’rifet olarak inâyet-i mahsûsa ve velâyet-i

mümtâze ile muhtâr-ı sübhânî ve bende-i hâs-ı semedânî olmuşlardır. Bu lutf-ı bî-

imtinân işbû fırka-ı irfân için nisbet ve kurbet-i ma’neviyye hâsıl ettiğine ve bu da en

büyük şükür ve mahmideti müstelzim olduğuna mebnî Cenâb-ı Hak âyet-i kerîme-i

mezkûreyi 395 لعلهم يشكرون ile nihâyet buldurmuştur. Bu fırka-ı şâkire murâdân ve

mürîdîn ta’bîr-i âherle meczûbîn ve sâlikîn namlarıyla iki kısma taksîm olunmuştur.

Birinci kısım ki murâdân ve nâm-ı âherle meczûbîndir. Bunlar taraf-ı ma’nevî

ilâhîye ibtidâen cezb olunûrlar ise ehl-i şuhûd ba’de’s-sülûk meczûb olurlar ise ârifîn

ıtlâk olunûrlar. Bu fırka-i nâciyenin âlemde vücûd-ı ilâhîyeden başka bir mevcûd dîde-i

hak-bîn ma’rifetlerine meşhûd olmadığından ve bunlara vech-i kerîm-i ilâhîsiyle Cenâb-

ı Hak müvâcehe buyurarak gönüllerine kazf-i nûr-ı ma’rifetle kendini bildirmiş

393 Nahl, 16/78(Allâh sizi hiç birşey bilmezken annelerinizin karnından çıkardı 394 Mülk, 67/23 Allâh size kulak, göz ve kalp verdi 395 İbrahim, 14/37 Umulur ki şükrederler.

205

olduğundan bunlar ancak vücûd-ı ilâhî ile mevcûdâta bi’l-istidlâl 396ال موجود اال هوdeyip

dururlar. Gerçi zümre-i ârifîn de ehl-i şuhûd gibi ehl-i cezbeden iseler de ahvâl-i

vâkılarında şiddet-i temekkünlerinden dolayı cezbe ve aşk ehl-i şuhûdda olduğu gibi

zevâhir-i hâllerinde zâhir ve nümâyân olmaz. Bu sebepten dolayı erbâb-ı hakîkat ehl-i

sülûkun nihâyeti ehl-i cezbenin bidâyeti olduğuna kāil oldular. Cezbe cihetinden a’zam-

ı nâs enbiyâ ve mürselîn olduğu da nigâşte-i sahîfe-i haberdir. [ 66 ]

İkinci kısım mürîdin ve nâm-ı âher ile sâlikîndir. Bu fırka-i sâdıka hâl-i

sülûklarında rü’yet-i ağyâr ve şuhûd-ı âsâr sebebiyle Cenâb-ı Kird-gâr’dan mahcûb ve

pîş-gâh-ı nazarlarında meşhûd ve zâhir olan ancak ekvân olmak cihetiyle vücûd-ı Hak

merhûn-ı gencine-i guyûbtur.

Bu cihetle müşârun ileyhim hazerâtı evvelemirde vücûd-ı Hakk’ı

göremediklerinden nâşî vücûd-ı halk ile Hakk’a istidlâl ve mechûl olan eşyâyı ma’lûm-ı

bî-iştibâh olan Hâliku’l-eşyâya ve ma’dûm olan ekvân-ı Vâcibü’l Vücûd olan Yezdâna

ve emr-i hayâlî olan âlem-i zâhir ve celî olan mülk-i allâme delîl-i zîbâl ittihâz ettiler.

Bunların bu zehâbı vücûd-ı hicâb ve vukûf-ı esbâb ve adem-i vusûl ve iktirâb

sebebiyle olduğundan ve fırka-i murâdân ise âlemde Vâcibü’l-Vücûddan başka bir

mevcûd görmeyip cemî-i mevcûdâtı vücûd-ı Rabbânîden müstefâd görerek Hak ile

halka istidlâl eylediklerinden şu iki fırka beynindeki bûn baîd ve fark azîm sâbit ve

nümâyân oldu. Şu kadar ki ehl-i şuhûdun istidlâli hâl-i cezbede olmayıp hâl-i sahv ve

ifâkatte olduğu gibi delîl-i aklî ve nazar-ı fikrî ile olmayıp mücerred vücûd ve sübûd-ı

eşyâ vücûd ve sübût Hâliku’l-arz ve’s-semâ’ ile olduğunu mülâhaza iledir. Çünkü eşyâ

için vücûd yok ki. Vücûd-ı Hâliku’l eşyâya mûsıl vuzûh ve zuhûr yok ki nûru’l- arz

ve’s-semâ’yı mûzıh ve muzhir olsun. Bir de delâil ve berâhîn gâib ve matlûb içindir.

Hâzır ve meşhûd için değildir. Zîrâ meşhûd vuzûh-ı şuhûd sebebiyle ihtiyâc-ı delîlden

müstağnî olduğuna mebnî onu ma’rifet ibtidâen tavsîl-i vesâil i’tibâriyle kesbî olursa da

bilâhare bedâhete avdetle yine zarûrî olur. Şu hâlde zâtında vuzûhu sebebiyle bir hâdis

delîlden müstağnî olursa muhdis-i hakîkî daha ziyade müstağnî ani’d-delîl olmaz mı?

396 (Allâh’tan başka hiçbir mevcûd yoktur)

206

“Zuhûru perde olmuştur zuhûra

Gözü olan delîl ister mi nûra”397

31. Hikmet:

السائرون اليه) ومن قدر عليه رزقه (الواصلون اليه) لينفق ذو سعة من سعته(

Ma’nâsı:

[ 67 ] Ehl-i kudret sea-i hâlince infâk etsin demek olan لينفق ذو سعة من سعته 398 nazm-ı celîlinin ma’nâ-yı işâretiyle murâd, vâsıl-ı vahdethâne-i Rabbu’l-ibâd, ve

rızkı dar kılınan kimse ma’nâsına cümle-i Kur’âniyyesinin 399 ومن قدر عليه رزقه

mantûk-ı münîfinden müstefâd da sâlik-i tarîk-i Rabb-i endâd olanlardır.

Nazmen Tercümesi:

Ehl-i kudret vüs’at-i hâlince infâk eylesin

Böyle emretti Hüdâ bundan murâdı vâsilîn

Bulunduğundan eylesin infâk rızkı dar olan

İş bu fermânıyla da ma’nâ ricâl-i sâlikîn

Îzâh:

Bu âyet-i kerîme mutallaka ve çocuğunu murzia olan kadınları zevc-i

mutallıkın mûsir olsun mu’sir olsun infâk etmesi şer’an lâzım olduğuna dâirdir. Cümle-i

ûlânın ma’nâsı erbâb-ı servet ve samândan olan zevc sea-i hâl ve iktidârı derecesinde

zevce-i mutallaka-i murziasını infâk etsin. Cümle-i sâniyenin “men” kelime-i

397(Aziz Mahmut Hüdâî), Bkz. Konuk, c.IV, Fususu’l- Hikeme Yapılan Ba’zı İtirazlar, Selçuk Eraydın. 398 Talak,65/7 399 Talak,65/7

207

şartiyyesinin cevâbı olan 400 فلينفق مما آتاه الله cümle-i cüz’iyyesinin

mülâhazasıyla berâber ma’nâsı vüs’at-ı rızka mâlik olmayıp da emr-i intiâşta zarûret

çekenlerde zevce-i mutallıka murzıasını Cenâb-ı Hak ihsân buyurmuş ise ondan infâk

eylesin demektir.

Fakat burada vâsıl-ilellâh olanlarla henüz sâlik-i tarîk-i hakîkat-i iktinâh

bulunanların ahvâl-i vâkıalarına işâret olunuyor. Çünkü zümre-i vâsilîn tatlik pîrezen-i

dünyâ ile sicn-i rü’yet-i ağyârdan fezâ-yı vesîatü’l-enhâ-yı tevhîde çıktıkları vakitte

nazar-ı istifsâr-ı irfânları mesâfesi tevessü’ etmekle şu sea-i hâlden ashâb-ı isti’dât ve

kemâli istedikleri gibi infâk ve telattuf ve âlem-i tahakkuk ve taayyünlerini arzû ettikleri

vecihle tedbîr ve tasarruf ederler.

Fırka-i sâlikîn ise henüz makdûru’r- rızk-ı ilim ve irfân ve muzîk-i hayâlât ve

rüsûmda esîr-i dâm-ı nefs ve şeytân olduklarından onlar da derece-i iktidâr ve

taayyünlerine göre bâzil-i nakd-i hâl ve âlem-i husûsîlerinde hükümrân-ı ef’âl olurlar.

401مور در خانه خود حكم سليمان دارد

[ 68 ]

32. Hikmet:

وار المواجهة فاالولونوالواصلون لهم ان اهتدى الراحلون اليه بانوار التوجه

قل الله ثم ذرهم في خوضهم يلعبوندونه لالنوار وهئالء االنوار لهم النهم هللا اللشئ

Ma’nâsı:

Erbâb-ı seyr ve rıhlet envâr-ı teveccüh ile mazhar-ı hidâyet oldu. Ashâb-ı

vuslat ise envâr-ı müvâcehe-i sübhâniyye ile hâiz-i şeref ve saâdettir. Fırka-i ûlâ

400 Talak, 65/7 Allâh’ın ona verdiğinden infâk etsin 401 Evindeki karınca Süleyman hükmündedir.

208

muhtâc-ı envâr fırka-i sâniye mâsivallâhtan münselik ve Hak ile mutahakkık

olduklarından envâr onlar için sâbit ve berkarârdır. Ey mürîd

-Allâh de bundan sonra abede-i mâsivâyı havz قل الله ثم ذرهم في خوضهم يلعبون

ı hevâlarında oynar oldukları hâlde terket.”402

Nazmen Tercümesi:

Buldu envâr-ı teveccühle Hüdâ

Hakk’a rıhlet eyleyen ehl-i safâ

Vâsilîne oldu envâr-ı şuhûd

Mukteza-yı feyz-i Mevlâ-yı Vedûd

Râhilîn-i envâra hâdim oldular

Vâsilîn-i envâr lâzım oldular

Çünkü mahsûs-ı Hüdâdır vâsilîn

Onlar olmaz mâsivâllâha karîn

Ey mürîd Allâh de et terk-i sivâ

Oynasın havzında varsın zî-hevâ

Îzâh:

Envâr-ı teveccühten maksad ibâdât ve muâmelât ve riyâzât ve mücâhedât ile

kulûb-ı sâlikînde tecellî efzâ-yı zuhûr ve rehnümâ-yı vüsûl olan envâr-ı ma’rifettir.

Envâr-ı müvâceheden maksûd ezelen havâss-ı ibâdı hakkında hüküm fermâ-yı cereyân

olan irâde-i ilâhîye ve inâyet-i sübhâniyyeden dolayı hazreti ilmiyye-i samedânîyyeden

teveccüh efzâ-yı ikbâl olan envâr-ı cezbe ve muhabbettir.

Fırka-i ûlâ vesîle-i husûl-ı makāsıd ve muhtâcun ileyhi metâlib olduğu için

envârın mülâzımı fırka-i sâniye ise nûru’l- arz ve’s-semâ’ olan Cenâb-ı Mevlâ ile

müstağnî ani’l-eşya ve meczûb-ı kibriyâ olduklarından nâşî envâr onların lâzımıdır.

402 Enâm, 6/91

209

“Allâh de ya’ni envâr ve ağyâra meyl etme bundan sonra abede-i mâsivâyı havz-ı

hevâlarında [ 69 ] oynar oldukları hâlde terk et işâretini mutazammın olan 403 قل الله

âyet-i kerîmesi “taraf-ı sübhânîden hiçbir şey nev’-i beşer üzerine inzâl olunmadı”

diyerek nüzûl-i Tevrât ve Kur’ânı inkâr eden kavm-i Yehûda karşı Cenâb-ı Hakk’ın

Nebiyy-i âhiru’z-zamân Efendimiz hazretlerine “kitâb-ı Tevrâtı inzâl eden hazretullâh

olduğunu söyledikten sonra “sen onları güft-gûy-ı bî-ma’nâlarında terk et”404 fermân-ı

samedânîsini hâvi olan nazm-ı Kur’ândan muktebestir. Tevrâtın taraf-ı ilâhîden nüzûlü

kavm-i Yehûdca da kābil-i inkâr olmadığı hâlde şiddet-i adâvet ve sevk-i hiddetle onun

nüzûlünü dahi inkâr eden ahbâr-ı Yehûddan Mâlikî böyle bir kizb-i sarîhi ihtiyâr

ettiğinden dolayı kavmi hıbriyyetten ya’ni hahamlıktan azl ile yerine Ka’b bin Eşref’i

nasb etmiş oldukları bu âyet-i celîlenin sebeb-i nüzûlü olarak beyân buyrulmuştur.

Binâen aleyh iş bu nazm-ı celîlin ma’nâ-yı işârisindeki adem-i mülâhaza-i ağyâr ile

efrâd-ı tevhîd-i hasîsa-i vâsilîn olan hakka’l-yakîn ve rü’yet-i mâsivâ ise havz ve la’b

olduğundan sıfât-ı mahcûbîndir. Ma’ma’fi fırka-i hâizîn ve lâibînin şirzime-i mahcûbîn

olduğunu

وآنا نخوض مع الخائضين 405 ve 406 في شك يلعبونبل هم âyet-i kerîmeleri de

isbât eder.

33. Hikmet:

خير من تشوفك الى ما حجب عنك من الغيوب تشوفك الى ما بطن فيك من العيوب

Ma’nâsı:Ey mürîd; sende mebtûn olan uyûbu ma’rifete himmet ve teşevvüfün,

senden mestûr olan guyûba ikbâl ve teveccühünden daha hayırlıdır.

Nazmen Tercümesi:

Talebkâr-ı guyûb olmaktan elbet

403 Enam,6/91(Allâh de....) 404 Enam 6/91 405 Müddessir, 74/45 Bizler dalâlete dalanlarla berâber dalâlete giriyoruz 406 Duhan 44/9(Bilakis onlar bir şüphenin içinde oynaşıp duruyorlar.

210

Uyûb-ı zâtını bilmek güzeldir

Îzâh:

İnsânın riyâ, sû’-i hulk, müdâhene, hubb-i riyâset ve câh gibi uyûb-i

nefsâniyyesine [ 70 ] vâkıf olarak riyâzat ve mücâhede ve ibâdetle onu izâleye himmet

ve esbâb-ı ihlâsı istikmâle gayret eylemesi hafâyâ-yı kader ve letâif-i iber, esrâr-ı ilâhîye

ve maârif-i ledünniyye kerâmât-ı kevniyye ve mükâşefât-ı kalbiyye gibi guyûb-ı

melekûtiyyeti şuhûd ve ma’rifetten (İzâle-i uyûb muktezâ-yı taleb-i sübhânî ve keşf-i

guyûb ise mübteğâ-yı emel-i nefsânî olduğu için) elbette hayırlıdır. Çünkü ibâdetle

keşf-i guyûb arzûsuna düşmek ubûdiyetle istihsâl-i rızâ-yı ilâhî etmeye münâfî olur. Ve

hamyâze-i kerâmete mübtelâ olan gönül de zevk-i vuslattan mahrum kalır. İnsân-ı

kâmile lâzım olan ise tâlib-i kerâmet olmak değil râğib-i istikāmet olmaktır. Zîrâ

kerâmet matlûb-ı ibâd, istikāmet matlûb-ı Rabb bî-endâd olduğundan muvâfık-ı rızâ-yı

ilâhî olan istikāmet mutâbık-ı rızâ-yı abd-i mübâhi bulunan kerâmete tercîh olunmalıdır

ki vazîfe-i ubûdiyyet tamâmiyle îfâ olunmuş ve husûl-i istikāmet içinde meâyıb-i

nefsâniyeye vukûf ve izâlesine himmet edilmelidir ki tâ ki âfâttan safâ-yı a’mâl

kudûrâttan nekā-yı ahvâl hâsıl olmakla mir’ât-ı zâttan gubâr-ı cehl ve gurûr müntefî, ve

silsile-i vâridâttan mevâdd-ı şurûr munkatı’ olmuş olsun. Nasıl ki

من عرف نفسه فقد عرف ربه

407 hadîs-i şerîfînin mantûk-ı münîfince ma’rifet-i ilâhîyeyi müstelzim olan

ma’rifet-i nefsten murâd da meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilerek izâlesine gayretle husûl-ı

kemâl ve şuhûd-ı nûr-ı zi’l-celâldir.

Meâyıb-ı nefsâniyyeyi bilmek için dört esbâb gösterilmiştir. Birincisi mürşidîn-

i kâmilîndir ki dâmen-i inâbet ve irşâdlarına sarılan müsterşidîni tarîk-i Hakk’a hidâyet

ve meâyıb-ı nefsâniyye ve mehâlik-i şehevâniyyeye irâe ile istikmâl esbâb-ı kemâl ve

ma’rifet ederler. Kendileri muhtâc-ı irşâd olan müteşeyyihîn bu bâbta bâis-i işkâl

olmaz.

407 el-Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, II, 262. (Kim nefsini bilirse Rabbini bilir

211

İkincisi sadîk-i sadûk ve refîk-i halûktur ki musâhabet cân-fezâ ve irşâdât-ı

hakîkat-pîrâsıyla musâhabân ve ahillâsını nevâkıs-ı a’mâlden kemâle ve meâyıb-ı

ahvâlden hayyiz-i zevâle çıkarırlar. Muhabbet ve refâkatleri iğrâz-ı nefsâniyyeden hâlî

olmayan ihvân-ı zamân ise mûcib-i suâl olmaz.

Üçüncüsü cüst-cû-yı meâyıb eden a’dâdır ki bunlar dâimâ adâvet ettikleri

zevâtın meâyıbını tasvîr ve nevâkısını teşhîr edeceklerinden ve onların sihâm-ı lisân-ı

fasl [ 71 ] ve mezimmetlerine hedef olmamak için dâimâ o ahvâl-i mezmûme ve sıfât-

ı ma’yûbenin izâlesi iltizâm olunacağından zümre-i a’dâ mu’terizun-aleyhlerinin tehzîb-

i ahlâk ve tasfiye-i ahvâline ahibbâ-yı müdâhene etmeden ziyâde hizmet etmiş olurlar.

Hatta İmâm Şâfiî (ö.204/819) hazretleri: “Dostundan ziyâde düşman benim için

hayırlıdır. Çünkü dost meâyıbımı setr ve ihfâ edeceğinden beni nâkıs bırakır. Düşmanım

ise nevâkısımı izhâr eyleyeceğinden beni hayyiz-i kemâle getirir.” buyurmuştur.

Dördüncüsü ihtilât-ı nâstır. Zîrâ insân benî nev’inde gördüğü kemâlâtı istihsâle,

nevâkısını izâleye çalışmak muktezâ-yı tabîat-ı beşeriyyedir. Âlemde hiçbir kimseye

tesâdüf olunmaz ki ilmin kemâl, cehlin noksân olduğunu bilip de hatta kendisi cehl ile

muttasıf olduğu hâlde câhil denildiğinde yine eser-i infiâl göstermesin. Binâenaleyh

bed-siriştan-ı zamân dahî hüsn-i ahlâkın meftûnudur. Şu hâlde insân ihtilâtı nâs ile

iyiliği fenâlığı yek diğerinin zıddıyla bilmukāyese terk-i mesâvi ve celb-i mehâsine

meyl ve muhabbet edeceğinden ihtilât-ı nâsta esbâb-ı tezkiyeden ma’dûddur. Hatta

Hazreti Lokmân’a “Edebi kimden öğrendiniz” suâline “Edepsizlerden öğrendim çünkü

onların edepsizliğinden müteessir oldukça edebe mülâzım oldum” cevâbını vermiştir.

Şu dört hâl gerçi esbâb-ı tezkiyeden ise de fakat birincisi mevcût olduğu hâlde

mütebâkîsine lüzûm görülemez. Kıssa-i âtiye mürîde taleb-i guyûbtan ziyâde izâle-i

uyûbun lüzûmunu isbât eder hikâyât-ı latîfedendir. Zühhâd-ı Benî İsrâilden biri

behresine yalnız altı gün iftâr etmek şartıyla tamam yetmiş sene sâim olur. Bir gün

Cenâb-ı Hakk’a, şeyâtînin nev’-i benî âdemi ne sûretle iğvâ ve izlâl ettiklerini

göstermesini istid’â ve istifsâr ve bu duâda ilhâh ve ısrâr ederse de eser-i icâbet

göremediğinden bir kere de dönüp bâri kendi hatîâtımı ve Ma’bûd-ı zîşânımla bu abd-i

perîşânı miyânesindeki zünûb ve seyyiâtımı bilmiş olsam daha iyi olur diyerek istiğfâr

212

eder. Bunun üzerine derhâl Melik-i Müteâl hazretleri zâhid –i mûmâileyhe şu ahîren

vâki’ olan kelâm ve istiğfârının yetmiş senelik ibâdetinden daha ziyâde makbû-ı dergâh-

ı Gaffâr olduğunu ilhâm ve nûr-ı basîretini açarak İblîs-i mel’anet-âyîn ile onun avenesi

olan şeyâtînin[ 72 ] nev’-i benî âdeme sûret-i iğvâsını ve bunların keyd ve mekrinden

tahlîs-i girîbân edecek ancak verı’-ı leyyin olan ehl-i îmân olduğunu irâe ve i’lâm

eylemiştir.

“Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz” 408

34. Hikmet:

اليه اذهو لو حجبه شئ لستره ماحجبه يس بمحجوب وانما المحجوب انت عن النظرالحق ل

لو آان ساتر لكان لوجوده حاصر وآل حاصر لشئ فهو له قاهر وهو القاهر فوق عباده

Ma’nâsı:

Ey mürîd, Cenâb-ı Hayy-yı Mecîd mahcûb değildir. Ancak sen ona nazardan

mahcûpsun zîrâ onu eşyâdan bir şey mahcûp etse hâcip olan elbette sâtir ve settâru’l-

uyûb için de sâtir olsa o da vücûd-ı ilâhîsini şüphesiz hâsır olurdu. Her bir hâsır da

mahsûrunu kāhirdir. Hâlbûki ibâdının fevkinde kāhir ancak zü’l-celâl olan Melik-i

Kādir’dir.

Nazmen Tercümesi:

Değil mahcûb-ı eşyâ hazreti Hakk

Ona mahcûb-ı nazardan sensin ancak

408 Tâlib. (ö.1118/1706) İskender Pala, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi, İst.1995, s.289; M.Naci, Osmanlı Şâirleri, Haz.Cemal Kurnaz, Ankara 1995, s.326; bu eserde “bilmek gibi” ibaresi yerine “bilmek kadar” ibâresi kullanılmıştır.

213

Eğer olsaydı Hak mahcûb-ı eşyâ

Hicâbı setr ederdi onu zîrâ

Onun için varsa mefrûz olsa sâtir

Olur sâtir-i vücûd Hakkı hâsır

Olur kāhir olan bir şeyi hâsır

Hüdâdir hâlbûki âlemde kāhir

Îzâh:

Ayn-ul iyân zuhûr olan Hak Teâlâ Hazretleri mevsûf-i hicâb ve mestûr

değildir. Hicâb ile ittisâf eden ancak sıfât-ı nefsâniyye ile mevsûf olan insândır. O

Yezdân-ı bî-zevâle vuslat talebinde bulunan bir müsterşid-i hakîkat evvel- emirde sıfât-ı

[ 73 ] nefsâniyye ve kesâfet-i tabîiyyesinden berâet etmeledir ki vâsıl-ı haremsarâ-yı

vahdet olabilsin. Vâcibü’l-vücûd olduğu için Hak Teâlâ Hazretlerine hicâb muhâl, insân

ise ma’dûm mevcûd-nümâ olduğuna mebnî melzûm-i hicâb ve zevâldir. Zîrâ Cenâb-ı

Hakk’a bir şey hicâb olsa onu hâcib olan sâtir ve sâtir olan da mestûrun tahtessetr

inhisârını bi’l-istilzâm vücûd-ı ilâhîyeyi hâsır ve her bir hâsır da mahsûrunu kabza-i

tasarruf ve taht-i hükmünde tutarak kāhir olacağından Vâhid-i Kahhâr Hazretlerinin و وه

.nass-ı celîli mantûk-ı münîfine münâfî olur 409القاهر فوق عباده وهو الحكيم الخبير

Nass-ı mezkûredeki fevkıyyet mekân olmayıp fevkıyyet-i mekânet ve

celâlettir. Hicâbın melzûm-i setr olması sebebiyle Cenâb-ı Hak için mustahil bulunması

uzamâ ve mülûkun muktezâ-yı azamet ve şân olarak ittihâz ettikleri hicâb ve hâcib

kendilerine hicâb-ı naks etmediği gibi mahcûbiyyetinde Hak Teâla Hazretlerine muhâl

olmayacağına dâir tevehhüm olunabilecek hâtırayı def’ edeceğinden bu bâbta işkâl

lâzım gelmez.

409 Enam, 6/18 (O kulları üzerine kahirdir.)

214

İşte ayn-ı hicâb olan ademle mahz-ı zuhûr olan vücûd beyninde nisbet

bulunmadığı hâlde fa’âlün limâ yürîd Hazretleri dilediği kimseden murâd ettiği vecihle

irâde buyurduğu zamânda hicâb-i ademiyyeti ref’ ederek o bahtiyârın dîde-i hak bînini

nûr-ı şuhûd ile tenvîr ve rü’yet-i dîdâr ile takrîr eder de sıfât-ı hicâbtan kendisinin

mukaddesiyyetini ve sıfât-ı mezkûre ile ancak ibâdın mevsûfîyyetini bildirir.

410 ليس آمثله شيء وهو السميع البصير

“Hayra çeşmetti beni berk-i rehi tutmuş meğer

Mehre karşı olma nâmihribân âyineyi”

35. Hikmet:

لعبوديتك لتكون لنداء الحق مجيبا ومن اخرج من اوصاف بشريتك عن آل وصف مناقض

حضرته قريبا

[ 74 ]

Ma’nâsı:

Ey mürîd-i lebîb münâkız-ı ubûdiyyet olan evsâf-ı beşeriyetten tecerrüd et ki

nidâ-yı Hakk’a mücîb ve huzûr-ı hazrete karîb olasın .

Nazmen Tercümesi:

Rezâilden tecerrüd etmedikçe bir zamân ey dil

Mücîb-i da’vet-i Hak hem karîb-i hazret olmazsın

Îzâh:

Emr-i dîne taalluk eden evsâf-ı beşeriyye biri insânın zâhirine ve a’zâ ve

cevârihine diğeri bâtınına ve kulûb ve serâirine müteallik olmak üzere iki kısım olup

410 Şura, 42/11 (O hiçbir şeye benzemez. O Semî’ ve Basîr’dir.)

215

evvelkisine a’mâl ikincisine ukûd tesmiye olunmuştur. A’mâl de evâmir-i ilâhîyeye

muvâfık veya muhâlif olmak sebebiyle kezâlik iki kısım olup evvelkisine tâat ikincisine

ma’siyyet. Ukūd da hakîkate muvâfakat veyâhut muhâlefet cihetiyle iki kısım olup

birincisine îmân ve ilim ikincisine nifâk ve cehil ıtlâk olunmuştur. Şu aksâmdan zâhir-i

insâna taalluk edenleri tefekkuha ve bâtıne taalluk eyleyenleri tasavvuftur.

Külliyyet-i insân şu iki kısımdan ibâret olup şu kadar ki ahvâl-i zâhire bizzarûre

ahkâm-ı bâtınaya tâbîdir. Çünki iklîm-i vücûdun pâdişâhı olan kalbe cünûd ve raiyyet

kabîlinden olan a’zâ ve cevârihin tebeiyyet ve itâati muktezâ-yı kânûn-ı hilkattir.

Ve bu ma’nâya: “Vücûd-ı insânda bir et parçası vardır ki salâhı salâh-ı vücûdu,

fesâdı fesâd-ı vücûdu müstelzim olup o da kalb-i sanevberî’ş- şekldir.” 411 ma’nâsını

mutazammın olan

هي القلبإذا صلحت صلح الجسد آله، وإذا فسدت فسد الجسد آله، أال و: أال إن في الجسد مضغة

hadîs-i şerîfi de delâlet efzâ-yı hüccettir. Ve salâh-ı kalbin husûlü ise sıfât-ı

mezmûmeden tecerrüd ve tahâllî ile olup ibâre-i hikmetteki münâkız-ı ubûdiyyet olan

evsâf-ı beşeriyye ile murâd da işbû sıfât-ı mezmûmedir. Yoksa îmân ve tâat ve huşû’ ve

haşyet gibi ayn-ı ubûdiyyet olan sıfât-ı mahmûdeden hurûc ve tecerrüd, müstevcib-i

kurbet değil bilakis müstelzim-i bu’d ve del’alettir.

Sıfât-ı mezmûmenin kibr ve ucb riyâ ve süm’a hıkd ve haset ve hubb-ı câh-ı

müslim ve hubb-ı mâl gibi rezâil-i ahlâk üssü’l-esâsı, ve buğz ve adâvet isti’zâm-ı

ağniyâ [ 75 ] ve istihkâr-ı fukarâ, terk-i tevekkül ve vüsûk, ve hafv-ı zevâl-i kader ve

menzilet, şuhh ve buhl ve tûl-ı emel, fahr ve batar, gıll ü gış, tasannu’ ve mubâhât,

müdâhane ve kasvet, fezâzat ve gılzet, cefâ ve gaflet, acele ve hiddet, dıyk-ı sadr ve

kıllet-i merhamet, zevâl-i hayâ ve terk-i kanâat, taleb-i uluv ve taleb-i riyâset gibi

keyfiyyât-ı deniyye ve ahlâk-ı rediyye onun furûudur. Şu usûl ve furûun menşe-i aslîsi

ise nefs-i emmâreye vücûd vererek kaderini ta’zîm ve emrini terfî’ ile emrâz ve

ağrâzına rızâ göstermekten ibârettir ki küfr-i kâfiri ve nifâk-ı münâfıkı ve isyân-ı âsîyi

411 Buhârî, Îmân, 39; Müslim, Musâkāt, 107; İbn Mace Fiten, 14; Darimi, Büyû’; 1.

216

istilzâm ve a’nâk-ı ibâdı ribka-i ubûdiyyetten istihrâç eden bu hâl-i mefsedet-i meâldir.

Bu bâbta çâre-i hasen ve tedâvî-i müstahsen mücerred riyâzet ve mücâhede ile

münâkız-ı ubûdiyyet olan ahvâlden bit-tezekkî sıfât-ı beşeriyyeti sıfât-ı melekiyyete ve

ahlâk-ı şeyâtîni evsâf-ı mü’minîne ve tabâyi-i behâimi ahvâl-i rûhâniyyîne tebdîl

etmektir.

Bu sûretle tathîr-i kalbe tezkiye-i nefse nâil olan mürîd-i selîmü’l-vicdân

mehâsin-i sıfât ile ittisâf ederek tevâzu’ ve huşû’ ta’zîm liemrillâh ve şefkat alâ halkillâh

hıfz-ı hudûd ve heybet havf ve tezellül ve haşyet ihlâs ve rızâ rü’yet-i minnet gibi âsâr-ı

hamîdeye mazhariyetle hâiz-i mevki-i irfân ve beyne’n-nâs re’fet merhamet leyyin ve

murâfakat sea-i sadr ve şefkat hükm ve siyânet tahammül ve nezâhet vüsûk ve emânet

teennî ve atûfet vekar ve sehâ cûd ve hayâ beşâşet ve nasîhat gibi hüsnü ve ziyâdeyi ve

kemâl ve saâdeti mûcib olan ahlâk-i îmân ile müşârun bi’l-benân olur.

Eimme-i sûfîyye şu sıfât-ı mezmûmeden hurûc ve tecerrüd ve evsâf-ı mahmûde

ile ittisâf-ı tahakkuka tehallî ve tehâllî ve ta’bîr-i âherle tezkiye ve tahliye ıtlâk ederler.

Bu iki emr-i meslûk elhak hakîkat-i sulûk olup bununla tahakkuk eden sâlik için gayri

hakāik-i ubûdiyyet tahakkuk edeceğinden ve ribka-i rukyet-i nefs-i emmâreden tahlîs-i

girîbân eyleyeceğinden ona kurb-ı sübhâni me’vâ-ı ma’rifet ve huzûr-ı rabbâni mesvâ-yı

vuslat olarak vâsıl-ı sem’-i cân ve cinânı olan nidâ-yı ma’nevî-i ilâhîye mûcib ve

müstelzim-i bu’diyyet olan hazz-ı nefsi terk ile huzûr-ı hazrete karîb olur da a’mâl-i

ahyâr ile mahzûz ve gerd-i vebâl ve evzârdan mahfûz kalır. Bu sebeptendir ki

mahfûziyyet evliyâ-yı kirâma, ma’sûmiyyet enbiyâ-i izâma mahsûs olmuştur.

Mahfûziyyetin ma’nâsı zümre-i mahfûzîn olan evliyâdan zünûbun cevâz-ı

vukûuyla [ 76 ] berâber onda ısrâr olunmayarak tevbe ve istiğfâra mülâzemettir.

Ma’sûmiyyet ise zünûbun asla kast olunmamasından ibâret olmakla hasîsa-i

nübüvvettir.

Elhâsıl kurb ve hazret, ma’rifet-i nefs-i deniyyeye ve izâle-i ahlâk-i rediyyeye

vâbeste ve bu’d ve mehcûriyyet rukyet-i nefse ve ittibâ-ı hevâ ve hevese peyvestedir.

217

“Hevâ-yı nefsten sermâye-i izzettir istiğnâ

Azîz olmazdı Yûsuf çekmese dâmen-i Zelîha’dan”412

36. Hikmet:

الرضاء اصل آل معصية وغفلة وشهوة الرضاء عن النفس واصل آل طاعة و يقظة وعفة عدم

منك عنها

Ma’nâsı:

Her bir ma’siyet ve gaflet ve şehvetin üssü’l-esâsı nefs-i emmâreden râzı

olmak ve bilcümle tâat ve intibâh ve iffetin menşe-i aslîsi nefs-i emmâreden râzı

olmamaktır.

Nazmen Tercümesi:

Rızâ-yı nefstir aslu’r-rezâil

Onu ittihâm ise ümmü’l-fezâil

Îzâh:

Cemî-i sıfât-ı mezmûmenin esâsı rızâ-i nefs ve bilcümle evsâf-ı mahmûdenin

menşe-i aslîsi adem-i rızâ-yı nefs olduğu teslîm gerde-i ârifîn ve ittifâk yâfte-i erbâb-ı

yakîndir.

Nefs-i emmâreden rızâ 413وعين الرضى عن آل عيب آليلة medlûlunca uyûb ve

mesâvî-i vâkıasından iğmâz-ı ayn ve gafleti ve adem-i rızâ

412 Koca Râğıp. Bkz. Nâci, a.g.e. s. 250.

413(Sevgi ve rızâ gözü hiçbir kusûru göremez,"Rızâ gözü, ayıplara karşı kördür.) (Fakat Kem göz, kin ve nefret gözü bütün kirli çamaşırları ortaya serer, kusurları araştırır." Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s.91. Bu şiir Kuşeyrî’de Sohbet bahsinde geçmektedir. Bkz. Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyrîyye, Tahk.Maruf Zerrik.Ali Abdulhamid Ebû’l-Hayr. (Dâru’l- Hayr) İkinci Baskı. Beyrut. 1416/1995 s.295.

218

اولكن عين السخت تبدى المساوي 414 mefhûmunca ahvâl-i rediyyesinin tefekkud ve

tecessüsüyle isnâd-ı töhmeti îcâb [ 77 ] edeceğinden ve rezâil-i nefsten gaflet tahtkâh-

ı kalbi cünûd-ı şehvete pâmâl-i gâret ettirerek umrân-i tehâllî ve ma’rifetten dûr ve nefse

isnâd-ı töhmet de dâimâ onu tasfiye ve terbiye ile derece-i kemâle bi’l-îsâl hâiz-i zevk-i

huzûr eyleyeceğinden rızâ-i nefs, adem-i rızâ-yı ilahî, rızâ-yı ilâhî adem-i rızâ-yı nefsten

ibâret olmuştur.

Çünkü rızâ-yı nefs gafleti, gaflet şehveti, şehvet ma’siyeti mûcib, ve adem-i rızâ-

i nefs, nefsine isnâd-ı töhmetle intibâh ve basîreti basîret de def’-i şehvet ve iffeti, iffet

de tâati müstevcibtir. Nefs-i emmâreye dâimâ isnâd-ı töhmetle rızâsının hilâfında

hareketi tavsiye eder bu bâbta pek çok kelimât-ı tasavvufiye görülmüştür. Bu cümleden

Ebû Hafs Kebîr( ö. 260/8749 hazretleri “ Aled-devâm nefsini ittihâm ve cemî-i ahvâlde

rızâsının hilâfına kıyâm etmiyen kimse mağrûr ve nâpâk ve nefse ihâle-i nazar-ı i’tibâr

ve a’mâlini istihsân ve istikrâr eden kimse de helâk olur” ve ma’sûm oldukları hâlde

Kerîm İbn-i Kerîm Cenâb-ı Yûsuf bin Ya’kûb-ı Hâlîm وما أبرئ نفسي إن النفس ألمارة

nazm-ı celîl medlûlunce “ Nefs nefîs nübüvvet-penâhîlerinden beyân-ı adem-i 415بالسوء

emniyyet buyurur ise nefs- i deniyye ile ittisâf eden bir zâta artık rızâ-yı nefse tebeiyyet

nasıl câiz olur” der idi. Seyyidü’t- tâife Cüneyd Bağdâdî (ö.297/909) hazretleri de

“Nefs-i emmâre her ne kadar tâat-i ilâhîyede inkiyâd ve tâat gösterir ise de yine adem-i

emniyyet lâzımdır.” buyurdu.

Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî(ö.215/830) hazretleri de “Lemhatü’l-

ebsârda bile nefs-i emmâreye emniyyet ve i’tibâr etmedim” dedi. Elhâsıl desâis-i nefs

bilinmedikçe nefâis-i rûh elde edilemez. Desâisin topu rızâ-yı nefste nefâisin cemî’si

de hilâf-ı rızâ-yı nefstedir. Ve billâhi’t-tefvîk.

“Kendi aybın görmeye âyine gayrın aybıdır

Halka ta’n etme hele bir kere var görsün seni.”

37. Hikmet:

414 Kuşeyrî, a.g.e.s.295 415 Yusuf,12/53“Ben nefsimi temize çıkarmam çünkü nefis devamlı kötülüğü emreder

219

وال تصحب جاهال ال يرضى عن نفسه خير لك من ان تصحب عالما يرضى عن نفسه فاى علم

واى جهل لجاهل ال يرضى عن نفسه لعالم يرضى عن نفسه

[ 78 ]

Ma’nâsı:

Ey âkıl! Nefsinden râzı olmayan bir câhil ile musâhabet, bir âlim-i hodbîn ile

hem-bezem sohbet olmaktan senin için elbette hayırlıdır. Zîrâ âlim-i hodbîn için hangi

ilm-i nâfi’ ve rızâ-yı nefsini terk ile ehl-i yakîn olan câhil için nasıl cehl muzırr olur.

Nazmen Tercümesi:

Rızâ-yı nefsini terk eyleyen câhil ile sohbet

Olur hayr âlim-i hodbîn ile sohbetten

Nasıl âlim olur nefs-i leîminden olan râzı

Teberrî eyleyen câhil olur mu nefse hizmetten

Îzâh: Hikmet-i sâbıkada ümm-i rezâilin ancak rızâ-yı nefsten ibâret olduğu

beyân olunup bu da ekser ulûm-ı zâhiriyye ile ittisâf eden hodperestânda hükümrân

olduğuna ve fâide-i sohbet ise istifâde-i kemâl ve istizâde-i hâl olup ulemâ-yı mezkûre

her ne kadar ittisâf-i ilm etmişler ise de kendilerine vücûd vermek gibi bir büyük

cehilden tahlîs-i girîbân edemiyerek hâlen câhil kalmak sebebiyle sohbetleri hiçbir

vakitte fâideyi müstelzim olamayacağına ve bir câhilse kemâl-i tezellül ve meskenetle

bi’l-ittisâf nefsini dâimâ ittihâm ve tahkîr ve bu vecihle istihsâl-i rızâ-yı Rabb-i Habîr

eylemekle hâlen âlim ve tabîatın sirâyeti ve sohbetin sirkati cihetiyle onun şu hareketi

musâhibinin de istifâdesi müstelzim bulunacağına mebnî işbû hikmette bir âlim-i

hodbîn câhil ve bir câhil-i zi’l-yakîn, âlim-i kâmil mesâbesinde olduğunun beyânıyla

öbürünün sohbeti berikinin musâhabetinden daha hayırlı olacağı ityân olunmuştur.

220

Çünkü ilimden murâd mahv-i vücûd ile Vâcibü’l-Vücûdu isbât etmektir. Bir ilim

ki mahvdan ziyâde vücûd îrâs eder. Mevsûfu olan zât her ne kadar âlim ise de şu

hakîkate câhil, ve ilmi ma’nen şerr-i mahz ve gayr-ı nâfi’dir.

Bir cehl ki mahv-ı vücûdu istilzâm eder. Onun mevsûfu zâhirde câhil olursa da

ilm-i hâle âlim demek olduğundan cehli bu cihetle müfîd ve nâfi’dir. Bir de ilm-i kâl [

79 ] ilm-i hâlin delîlidir. Bir delîl ki medlûlu olmayan o rûhsuz beden gibidir. Fakat

bedensiz rûhun tahakkuku muhakkak idiğinden rûh mesâbesinde olan ilm-i hâl de beden

mesâbesinde bulunan ilm-i kâlsiz tahakkuk eder de nâfi’ olur.

عبادت باخالص نيت نكوست

416 جه ايدزبى مغز يوسفوآرنه

38. Hikmet:

شعاء البصيرة يشهدك قربه منك وعين البصيرة يشهدك عدمك لوجوده وحق البصيرة يشهدك

وجوده ال عدمك والوجودك

Ma’nâsı:

Ey basîret-i dâr-ı ma’rifet, şua’-ı basîret sana Cenâb-ı Hakk’ın kurbiyyetini ve

ayn-ı basîret de vücûd-ı ilâhîyesinden dolayı senin ma’dûmiyyetini ve hakk-ı basîret ise

senin ne vücûd ve ne de ademini belki vücûd-ı sübhânîyi irâe ve işhâd eder.

Nazmen Tercümesi:

Nûr-ı akl eyler sana işhâd-ı kurb-ı Kird-gâr

Varlığından yokluğunda nûr-i ilm eyler haber

416 Halis niyyetle ibadet makbuldür.Yusuf gibi bir öz olmayınca ondan ne hasıl olacak.

221

Nûr-i Hakta Zât-ı Pâk-i Hakkı işhâd eyleyip

Varlığından yokluğundan eylemez izhâr-ı eser

Îzâh: Şua’-ı basîretten murâd nûr-ı akıldır ki ondan ilme’l-yakîn ile ve ayn-ı

basîretten murâd nûr-ı ilimdir ki ondan ayne’l-yakîn ile ve hakk-ı basîretten murâd nûr-ı

haktır ki ondan hakke’l-yakîn ile ta’bîr olunûr. Şua’-ı basîret nûr-ı akıl ile nefislerine

nazar ederek Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ilâhî ve ihâta-i kayyûmiyyet-i sübhâniyyesiyle

kendilerine karîp olduğunu müşâhede eden ukalâya, ve ayn-ı basîret; nûr-ı ilim ile

nefslerinin vücûd-ı samedânîyyede mahv ve nabûd olduğunu anlayan ulemâya, ve hakk-

ı basîret; nûr-ı Hak ile Zât-ı pâk-i Hakkı [ 80 ] şuhûd ile âlemde Allâh’tan gayrı

mevcûd müşâhede edemeyen mütehakkıkîn-i urefâya mahsûstur. Sâlik-i râh-ı Hüdâ olan

bir kimsenin kalbi tecellîgâh-ı envâr-ı ilâhîye olduğu vakitte ondan bu ibâret ile ta’bîr ve

bu ibârâtın mutazammın olduğu makāmdan her biri üzerine bir takım fevâid ve semerât

terettüp etmekle ber-vechi-âtî takrîr olunûr.

Bir mürîd-i sâdık hakîkat-ı tevâzua revzen-i kalbinde nûr-ı müşâhedenin lem’a-

nisâr-ı zuhûr olduğu vakitte vâsıl olur. Çünkü bu hâlde nefs-i gerden firâz-ı vâsıl-ı

makām-ı niyâz olarak Hakk’a da halka da mahv-ı âsâr ve sükûn ve hecc ve gubâr ile

mutî’ ve intibâ’-sezâ olur.

Şu hâlde nûr-ı akıl ile kurb-ı sübhânî münkeşif ve mertebenin ehl-i murâkabe ve

istihyâ ile muttasıf olmakla işbû ittisâf makām-ı mezkûrun netîce ve fâidesi olur. Nûr-i

ilim ile de her bir mevcûdun vücûd-ı Hakta ma’dûmiyyeti ve vücûd-ı hakîkî ancak

Cenâb-ı Hakk’a mahsûs olup mâsivâllâhın vücûdu zill ve âriyet olduğunun hakîkatı

münkeşif ve bu makāmın ehli istinâd ve istinâs edecek âlem de hiçbir şey göremeyerek

tefvîz ve tevekkül ve rızâ ve istislâm ile muttasıf olmakla bu ittisâf da iş bu makāmın

fâide ve netîcesidir. Nûr-ı Hak ile bizzat Zât-ı mukaddese-i ilâhîye münkeşif ve bu

inkişâfın ehli dehlîz-i bekā-billâh olan fenâ-yı kâmile bi’l-vusûl vücûd-ı hakkānîde fenâ

ve istihlâk ve kendi vücûd ve ademinden lâ-idrâk ile muttasıf olmakla iş bu fenâ-yı

etemmde bu makāmın hasîsasıdır. Sâlikân-ı râh-ı Hüdâ için matlab-ı a’lâ olan makām-ı

bekā bu fenâ-yı etemmin husûlünden sonra hâsıl olacağına mebnî ashâb-ı fenâ Hak ile

222

halktan mahcûb olurlarsa da erbâb-ı bekā ne Hak ile halktan ne de halk ile Haktan

mahcûb olurlar. İşte bu makām-ı enbiyâ-yı fihâm için mertebe-i risâlet ve evliyâ-yı izâm

için derece-i irşâd ve hidâyettir. Sûfîyyûn-ı kirâm hazerâtı makām-ı 417 قاب قوسين

fenâ ile ve makām-ı 418 أو أدنىyı bekā ile tefsîr ettiklerinden; ve fenâya nisbetle bekā,

nübüvvete nisbetle risâlet derecesinde olup her hâlde eşref-i derecât ve efdal-i makāmât

bulunduğundan Hazreti Hüdâyî(ö.1038/1628) kuddise sirrûh bu hakîkata işâretle:

“Kâb-ı kavseyni geçip eriş sarây-ı vahdete

Sırr-ı “ev ednâ” Hüdâyî cümleden a’lâ imiş”

[ 81 ] 39. Hikmet:

آان اهللا وال شيئ معه وهو اآلن على ما عليه آان

Ma’nâsı:

Cenâb-ı Kird-gâr kendisiyle berâber hiçbir şey mevcût olmadığı hâlde vardı.

Yine hâlâ tahtkâh-ı tahakkuk-ı sübhânîsinde öylece hüküm-fermâdır.419

Nazmen Tercümesi:

Vâr idi Allâh yok idi eşyâ

Öylece el’ân oldu hükümrân

Îzâh: Ekvân ve âsârdan ibâret olan şu kârhane-i kudret ef’âl-i rabbâniyyenin ve ef’âl-i rabbâniye de sıfât-ı sübhâniyyenin ve sıfât-ı sübhâniyye de Zât-ı hâl-i Hazreti İlâhîyenin âyine-i tecellîyâtıdır. Şu hâlde ef’âlullâh ekvân ve âsâr ile ve sıfâtullâh ef’âl-i Kird-gâr ile ve Zâtullâh da sıfât-ı kudsiyet-desâr ile müstetir ve mütehaccibtir. İrtifâ-ı hacb-ı ekvân ile tecellî-i ef’âle mazhar olan bir sâlik, ekvân ve âsârda ef’âlullâhtan başka bir şey göremeyeceği gibi irtifâ-ı hacb-ı ef’âl ile tecellî-i sıfâta masdar olan bir mürîde de ef’âlullâhın muktezâ-yı esmâ ve sıfât olduğundan başka bir şey müşâhede edemez. İrtifâ-ı hacb-i sıfât ile tecellî-i Zâta nâil olan ashâb-ı fenâ ise mustağrak-ı bahr-i

417 Necm, 53/9 418 Necm, 53/9 419 Bkz. Keşfü’l-Hafâ,II, 130-131

223

vahdet ve fenâ-yı etemm ile sergerdân-ı sahrâ-yı vuslat olup bunların âlemde vücûd-ı ilâhîden başka hiçbir mevcûd dîde-i Hak-bînlerine meşhûd olamaz. Şu merâtib-i sülüsenin birinci derecesine tevhîd-i ef’âl, ikincisine tevhîd-i sıfât, üçüncüsüne tevhîd-i Zât ıtlâk olunup erbâb-ı tevhîdin muvahhid-i hakîkî olması ancak üçüncü derecenin husûlüne mutevakkıftır ki iş bu hikmetin hakîkati zâhir ve nümâyân olsun. Çünkü Cenâb-ı Perverd-Kârın cemî-i eşyâ yok iken vâr olmasını ve el’ân da yine şu arş-ı tahakkuk-ı ilâhîsinde hükümrân bulunmasını zevk etmek tevhîd-i Zât ile muvahhid olan urefânın hâlidir. Bunlara göre hacb-i ef’âl ve sıfât-ı mürtefi’ ve tecellî-i Zât münkeşif olduğundan Zât-ı baht-ı ilâhîden başka âlemde hiçbir şey meşhûdları değildir. Bu makāma vâsıl olamayanlara göre hacb-i âsâr ve ef’âl ve sıfât hâil [ 82 ] şuhûd-ı Zât olduğundan آل يوم هو في شأن 420 sırr-ı hüveydâ ve bunlar ancak mâverâ-yı hicâb da بل هم في لبس من خلق جديد 421 tecellîyâtından sahbâ-nûş-ı safâ olurlar. Mezheb-i tahkîke göre umûr-ı vehmiyyeden olan ezminenin makām-ı Ehadiyyete taalluku yoktur. Çünkü zamân dediğimiz mikdâr-ı hareket-i âsumân; bir mütegayyirin diğer mütegayyire nisbetinden ibârettir. Meselâ mütegayyir olan insânın müddet-i hayâtını mütegayyir olan küre-i arzın şems-i münîr etrafındaki hareket-i devriyyesi ile mukāyese etmek zamândır. Dehr denilen müddet-i medîde de bir mütegayyirin bir sâbite meselâ mütegayyir olan şu devr-i zamânın kadîm ve sâbit olan mebâdî-i âliyyeye ya’ni sıfât-ı sübhâniyyeye nisbetinden ibârettir. Cenâb-ı Hâlık-ı lem-yezel hazretleri ise ezelîdir. Ezel dediğimiz de kadîmin kadîme, yâni sıfât-ı ilâhîyenin zât-ı sübhâniyyeye nisbetinden hâsıldır. Binâen aleyh ezelde zamân olmadığı gibi lâ-yezâlde de şu nisbet-i ezeliyyeye nazaran zamân ve zamânın ahkâmından bulunan âsâr ve ekvân yoktur. Şu hâlde Allâh cemî-i eşyâ yok iken vâr olduğu gibi el’ân da yine olduğu hakîkat üzerine bâkîdir.

اين تعين شد حجاب روى دوست

422جونكه بر خيزد تعين جمله اوست

40. Hikmet:

غيره فا لكريم التخطاه اآلمالال تتعد نية همتك الى

Ma’nâsı:Ey sâhib-i âmâl, himmet-i âli’l-âlini Mevlâ-yı müteâlin gayriye

tecâvüz ettirme! Zîrâ Kerîm olanı âmâl tehtıye etmez.

420 Rahman, 55/29“O her gün bir şe’ndedir 421 Kaf, 50/15“Onlar bu yeniden yaratılıştan dirilmeden şüphe içindedirler 422 “Bu taayyün âlemi Dost-Allâh’ın-yüzünü göstermeyen bir perde oldu. Taayyünü aradan çıkarırsan görürsün ki her şey O’dur.”

224

Nazmen Tercümesi:

Hüdâdan gayre etme arz-ı ahvâl

Kerîmi çün tecâvüz etmez âmâl [ 83 ]

Îzâh: Uluvv-i himmet ashâbı ekremü’l-ekremîn olan Allâh’tan gayriye arz-ı

hâcât etmez. Kerîm olmayan kimsenin ef’âl ve a’mâli muallel bi’l-ağrâz olduğuna

mebnî mercî-i âmâl olamaz. Çünkü kerem ivazsız garazsız ehline lâyık olan eşyâyı ifâde

etmektir.

İvaz ve garaz maddiyyât ile ma’neviyâttan eamm olduğu için mahmûdiyyet ve

memdûhiyyet ümîdinde olmamak da muktezâ-yı keremdir. Hayır ve şerrini farketmeyen

bir tıfl-ı nevzâdın eline bıçak vermek ifâde-i mâyenbeği olmadığından münâfî-i

Kerîmiyyettir. Kerem, vakt-i itâatle zamân-ı cinâyeti de fark ve temyîz etmez. Lütuf ve

ihsân-ı ilâhî de en ziyâde

متى زدت تقصيرا تزد لى تلطفا

423لتقصير استوجب الفضلاآأنى با

neşîdesince günâhkârân-ı ümmet için kıblegâh-ı ümîd olup zünûb-ı ibâd ile

münkatı’ ve muallel bi’l-ağraz olmadığından ve her fi’l-i ilâhî ve takdîr-i rabbânîsinde

ise binlerce hikmet ve maslahat mündemiç olduğundan âlemde ale’l-ıtlâk Allâh’tan

gayrı Kerîm yoktur. Ef’âlde ağrâz fâile raci’ ve kemâlini müstelzim olan ahvâl olup

ondan gayrın istifâdesi sebebiyle tebeddül etmez . Cenâb-ı Fa’âl ise zâtında sıfât-ı

kemâl ile muttasıf ve simât-ı nakstan mukaddes olduğuna mebnî ef’âli muallele bi’l-

ağrâz olmak cihetiyle istikmâl-i bilgayr gibi münâfi-i şân-ı ulûhiyyet olan noksândan

berî ve müteâldir. Emr-i intiâşını te’mîn için icrâ-yı san’at ve başkasını da ondan

müstefîd eden kimse fi’li garazla muallel olan fâile ne güzel bir misâldir. Fakat bir fi’lde

hikmet ve maslahat fâiline müteallık ve istikmâlini müstelzim olmayıp bilakis doğrudan

doğruya ondan müstefîd olanlara âit olduğundan, imdi fâil-i muhtâr hazretlerinin

423 Benim taksirim arttıkça senin bana lütfun artıyor . Sanki ben o taksirle ihsanı vacip kılıyorum

225

mahlûkātı hakkında her fi’li hâiz-i nisâb-ı hikmet ve her takdîrî müstelzim-i hayr ve

maslahat olmak ayn-ı kemâl olmuştur. İşte bu mebhas bir tabîb-i hâzıkın esir-i pister

emrâz olan bir hastayı tedâvîsi ve ona tertîb-i muâlecâtı sûretiyle tasvîr olunabilir.

Çünkü netîce-i tedâvî olan sıhhat ve terk-i tedâvîden tevellüd eden mazarrat tabîbe değil

hastaya râcîdir. Tabîb ne sıhhat-i marîz ile müstekmil ve ne de mazarrat-ı mütevellide

ile mütezarrır ve münfâildir. Ancak kemâl-i tabîb hastaya illetin hâlen ve istikbâlen

isti’dât ve iktizâsına göre icrâ-yı müdâvât ve tertîb-i muâlecât etmektir. Emrâz-ı

nefsâniyye-i insâniyyeye ef’âl-i hasene ve a’mâl-i sâliha muâlecâtıyla icrâ-yı müdâvât

eden Hakîm-i [ 84 ] Mutlak hazretleri de devâ-yı a’mâle dikkat ve ihtimâm ile maraz-ı

ma’siyetten şifâyâb-ı tecellî olan ibâdının sıhhat-ı ma’neviyyesinden müstefîd olmadığı

gibi terk-i tedâvî-i a’mâl sebebiyle maraz-ı müzmin ma’siyetten şifâ, ve netîce-i illet

olan mevt-i hakîkî ve nîrân-ı hicrândan rehâ bulamayan mücrimînin mazarratından da

mütezarrır olmayıp bu bâbta nef’ ve zarar ancak ibâdullâha râci’dir. Binâenaleyh iki

cihetinde esbâbını irâe ile kudret-i bâliğa-i samedânîyye ve hikmet-i bâhire-i

sübhâniyyesini isbât eden feyyâz-ı mutlak hazretlerinden başka Kerîm olmadığı derkâr

ve ondan gayriye ref’-i hâcât etmek de nâbecâ olmadığı artık âşikâr olur. Seyyidü’t-tâife

Cüneyd Bağdâdî (ö. 297/909) Hazretleri “Kerîm seni arz-ı hâcete muhtâç etmeyendir.”

Hars Muhâsibî (ö.243/857) hazretleri de “Kerîm, ihsân edeceği kimse hakkında mübâlât

eylemeyendir.” Mutasavvifînden ba’zıları da “Kerîm, ümîd-i müemmilîni hâib

etmeyendir” dediler. Gerek şu târifi ve gerek bu bâbta nigâşte-i sahâif-i beyân olan

kelimâtı ta’rîf-i âtî câmi’dir.

Kerîm, bir mücrimi kudretyâb-ı cezâ olduğu vakitte âfî ve bir şeyi va’dettiği

hâlde vâfî ve i’tâsı müntehâ-ı recâ üzerine âlî ve mikdâr-ı atâ ile mahâll-i i’tâya gayr-ı

mübâlî olan ve kendisinden gayriye ref’-i hâcete râzı ve dûçâr-ı cefâ olunduğunda itâb

ederse de müstaksî olmayan ve bâb-ı lutf ve ihsânına ilticâ edenleri me’yûs ve bî-ilâç ve

vesâil ve şüfeâya muhtâç etmeyen kimsedir.

Şu evsâf-ı celîle ile ittisâf eden Allâh’tan başka âlemde kim tasavvur olunabilir.

Şu hâlde âmâl-i müemmilîn ekremü’l- ekremîn olan Rabbü’l-âlemîni tahtie etmek lâyık

olur mu? Şu kadar ki münâfî-i ubûdiyyet olup halka câiz olmayan arz-ı hâcât hâl-i

226

talebte Cenâb-ı Hâlık’tan gafletle alâ vechi’l-i’timâd vâki’ olan mürâcattır. Yoksa

mahlûkât-ı ilâhîyeyi esbâb ve vesâil-i eltâf ve inâyât-ı rabbâniyye tanıyarak neyl-i

matlûb da ancak i’timâd-ı hâliku’l-ibâda olduğu hâlde halka ref’-i hâcet ne münâfî-i

ubûdiyyet ne de muktezâ-yı gaflettir. Belki âlemin bir kâr-gâh-ı hikmet olduğuna mebnî

muvâfık-ı maslahattır.

“Tehâlüf sûretâ mâni’ değildir vahdet-i asla

Olur bir şâhtan serh ve sefîd ve hâr ve gül peydâ”

[ 85 ] 41. Hikmet:

هو له واضعا فكيف يرفع غيره ما آان ال ترفعن الى غيره حاجة هو موردها عليك

عن نفسه فكيف يسطيع ان يكون لها من غيره رافعا من ال يستطيع ان يرفع حاجة

Ma’nâsı:

Ey mürîd-i âgâh sâiki ancak Allâh olan bir hâceti mâsivâallâha ref’etme . Zîrâ

vâzıı Hak olan bir şeyi mahlûk nasıl râfi’, nefsinden ref’-i hâcete kādir olamayan bir

kimse gayrîden ne vecihle dâfi’ olur .

Nazmen Tercümesi:

Ref’-i hâcet etme gayre kim onu mûrid Hüdâ

Vâzıı Hâllâk olan bir şeyi ref’ etmez sivâ

Kendisinden ref’-i hâcet etmeye âciz olan

Gayrîden mümkün mü olsun ref’ine kudret-nümâ

Îzâh: Bir hâcet ki onu inzâl eden Allâh ola elbette mâsivâllâh onu râfi’ olamaz.

Çünkü aksâm-ı tevhîdden biri de âlemde Allâh’tan gayrı fâil olmadığını isbât ile tevhîd-

i efâl olduğu için vâzıı Allâh olan bir şeyin râfii mâsivâllâh olmak muhâl olur. Ezcümle

ekmel-i mevcûd olan insân, nefs herşeyden mukaddem olduğu hâlde acz ve ibtihâlinden

nâşî kendisinden bir hâcetin def’ine muktedir olamazsa gayriden o hâceti ref’ etmesi

nasıl tasavvur olunûr? Binâenaleyh bir muhtâca arz-ı ihtiyâç etmek şân-ı ukelâ olamaz.

227

Nerde kaldı ki erbâb-ı sülûk ve tevhîde sezâvâr ola. Ba’zı mutasavvıfîn “Mâsivâllâha

i’timâd etmek dâim ve berkarâr olmayan eşyâya iğtirâr etmektir. Her ân ve zamân

dâimü’l-fazl ve’l-ihsân olan dâim ve kadîm ise ancak Hâllâk-ı cihân olduğundan i’timâd

ve istinâd ancak o Yezdân-ı bî-zevâle şâyândır.” dedi. Âlim-i rabbânî Atâ’ Horasânî

hazretleri dahî Vehb bin Münebbih (ö. 110/728) (r.a) hazretlerine bi’l-mülâkât bir ay

ezber bir hadîs-i muhtasar taleb ettiğinde müşârun ileyhin Hazreti Dâvud’a vahy olunan

kelimât-ı kudsiyye-i âtiyyeyi îrâd ettiğini hikâye buyurdu. Yâ Dâvud! İzzet [ 86 ] ve

celâlîm hakkı için bir insânın mahlûku bırakıp da benden istimdâdını ve sıdk-ı i’tikādını

bilir isem cemî-i kâinât ibrâz-ı keyd ve adâvet ederlerse de yine ben ona necât ihsân

ederim. Yâ Dâvud! Azamet ve kemâlim hakkı için bir kimse de benim bârıgâh-ı

izzetimi terkedip de bâb-ı gayre ilticâ ve istinâd ederse onun dest-i i’tisâmından cemî-i

esbâb-ı vesâili kat’ ederek onu vâdi-i helâke uğratıp dûçâr-ı hızlân ve hüsrân eylerim.

Binâenaleyh insâna Cenâb-ı Hakk’a vüsûk ve i’timâdı terk ile bilâ-mûcib şer’i zül suâli

ihtiyâr istihkār-ı nefsi mutazzammın olduğu için harâm olmuştur.

“Etmez tarîk-i Hakta olan halka serfurû

Eğmez minâre kâmetini bâd eserse de”424

42. Hikmet:

ان لم تحسن ظنك به الجل وصفه فحسن ظنك به الجل معاملته معك فل عودك اال حسنا وهل اسدى اليك اال مننا

Ma’nâsı:

Ey mürîd-i muhsin! Ahsenü’l hâlikîn hazretlerine vasf-ı sübhânîsinden dolayı

hüsn-i zan etmezsen bâri seninle muâmele-i cemîlesinden nâşî olsun zannını güzel eyle

zîrâ sana ancak âdet ettiği ihsân ve inâyet ve îsâl ve isdâ eylediği niam bî-nihâyettir.

Nazmen Tercümesi:

Kemâlinden için ger eylemezsen hüsn-i zan Hakk’a 424 “Râtıp Ahmed Paşa.” Bkz. Şinasi, Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye, Süreyya Beyzadeoğlu. İst. 2003, s.132.

228

Cemâlinden için gel bâri kıl zannın güzel câna

Sana ihsândan özge etmedi bir şeyi çün âdet

Dahi ni’metlerinden gayrı bir şey etmedi isdâ

Îzâh: Cenâb-ı Ma’bûda zannı tahsîn makāmât-ı ehl-i yakînden ma’dûddur. Bu

bâbta erbâb-ı tevhîd, hâssa ve âmme nâmıyla iki kısma ayrılır. Birinci kısım, zât-ı

hazret-i [ 87 ] ilâhîyeye nuût-ı seniyye ve sıfât-ı kemâliyye ile muttasıf olduğundan

dolayı hüsn-i zan eden hâssadır. İkinci kısım kemâl-i niam ve şumûl-i fazl ve kerem-i

ilâhîde kendilerini mustağrak gördüklerinden nâşî hüsn-i zan eden âmme-i nâstır. Şu iki

makām beynindeki fark ve ashâbı miyânesindeki tefâvüt makām-ı sânîde mûcib-i havf

ve hirâs olan tegayyür ve inkılâb makām-ı evvelde mevcûd olmamasıyla zâhir ve

nümâyândır. Çünkü makām-ı evvelîn ashâbı sıfât-ı kemâliyye ve nuût-i celâlîyye ile

mevsûf olan Rabbu’l-ibâdın ma’rifetiyle mütehakkık ve gönülleri envâr-ı yakîn ile

münevver ve mutmain olduğundan nüfûs-ı sâkinelerinden vücûd-ı töhmete mahâl ve sû-

i zanna mecâl olamaz. Makām-ı sâni erbâbı ise mertebe-i tevhîd-i ef’âli henüz terakkî

edemediklerinden ve ef’âlullâhta da her an vukū-ı televvün ve ihtilâftan nâşî kuvâ-yı

rûhâniyyelerinin tahammül edemiyeceği ahvâlin hayyiz ârâ-yı zuhûr olması da

muktezâ-yı esmâ-i ilâhîye olduğundan bu makāmda Cenâb-ı Ahsenu’l-hâlikîne sû-i

zannı müş’ir olan havâtırdan tamâmıyla berâet ve selâmet tasavvur olunamaz. Kemâl-i

hakîkî ise mutlaka mûsıl-ı menâfi ve dâfi’-i mazarrat ancak muhibb-i muhsinîn olan

Hâlıku’l-kâinât olduğunu teyakkun ile hüsn-i zan etmek ve mâsivâllâha iltifât

eylememektir. Bu hüsn-i zan havâss-ı ibâda mahsûs olan sûretle tahakkuk etmediği

hâlde avâm-ı nâsın mevsûf olduğu sûretle olsun husûlü lâzımdır ki vazîfe-i ubûdiyyet

îfâ edilmiş addolunsun. Cenâb-ı Hakk’ın vasf-ı celîline nazarla hâsıl olan ve zümre-i

havâssa mahsûs bulunan hüsn-i zannın semeresi muhabbet-i rabbü’l-ibâd ve ona

tevekkül ve sıhhat-i i’timâddır. Ve muâmele bi’l-mücâmele-i sübhâniyyeye nazaran

hüsn-i zannın netîcesi ise şükr-i ni’met ve fazl- ı ilâhînin tevârüdüne teşevvüf ve

intizâr-ı ma’rifettir. İş bu hüsn-i zan ya emr-i dünyâda yâhut emr-i uhrâda olur. Emr-i

dünyâdaki hüsn-i zan insânın muvâfık-ı takdîr olan mekāsıt ve menâfi’ini müteşebbis-i

esbâb olsa da olmasa da er geç Cenâb-ı Hakk’ın halk-ı takdîr edeceğine vâsık ve

229

müteyakkın ve hele zamân-ı nevâib ve vakt-i mesâibte daha ziyâde mutmain olmasıdır.

İşte bu hüsn-i zan insâna râhat-ı beden ve bâl, ve emniyyet-i hâl ve istikbâl îrâs eder.

Emr-i uhrâda hüsn-i zan da; her ehl-i îmânın işlediği a’mâl-i sâlihanın merfû-ı

kabûlgâh-ı Hüdâ ve mukābilinde nâil-i ecr ve cezâ olacağına kaviyü’z-zan ve gâlibu’r-

recâ [ 88 ] bulunmasıdır. Bu da teksîr-i ibâdât ve tevfîr-i a’mâl-i sâlihâtı îcab eyler.

Binâenaleyh ecille-i tâbiînden Yahya bin Muâz (ö. 258/871) hazretleri: “Bir mürîdin

fa’âlün limâ yürîd hazretlerine olan recâsı recâların evsakı ve hüsn-i zannı da zunûn-ı

vâkıanın esdakıdır.” buyurdu. Abdüllazîz hazretleri “Hâllâk-ı cihân-ı âferîn hazretlerine

hüsn-i zan, olacak ve olmayacak gibi evhâmdan kat’-ı nazar etmekten ibârettir.” dedi.

Hüsn-i zannın en lâzım olan zamânı hâl-i ihtizârdır. Çünkü “Her kimse Cenâb-ı Hakk’a

ancak hüsn-i zan ederek vefât etmeye çalışsın”425 ma’nâsını mutazammın hadîs-i şerîf-i

enver rivâyet yâfte-i sahâif-i haber olmuştur. Hazreti Câbir’in rivâyet ettiği hadîs-i

şerîfte de من استطاع منكم ان ال يموت اال وهو يحسن الظن باهللا فليفعل şeref-vârid olmuş ve bu kavl-

i nebeviyyeyi müeyyid taraf-ı risâletten داآم فأصبحتموذلكم ظنكم الذي ظننتم بربكم أر من

.âyet-i kerîmesi de tilâvet olunmuştur 426الخاسرين

Ebû Tâlib Mekkî (ö. 386/996) hazretleri eâzım-ı ashâb-ı Resûlullâhtan İbn

Mes’ûd Radıyellâhu Teâlâ anhın yemîn ederek bir emel ki insân onda Cenâb-ı Rabbu’l-

ibâda hüsn-i zan ederse elbette onu o Hâlık-ı bî-endâd ihsân eyler. Çünkü hayır onun

yed-i kudretindedir. Mâdem ki ona bu hüsn-i zannı i’tâ buyurmuştur. Me’mûlünü de

ihsân buyuracağı şüphesizdir. Zîrâ kendisine hüsn-i zan olunan Zât-ı ecell ve a’lâ o

hüsn-i zannın tahkîkîni murâd eden Hak Teâlâdır.” buyurduklarını hikâye eylemişlerdir.

Şifâsâz-ı merîz-i ümmet aleyh-i ekmelü’t-tahiyyât Efendimiz hazretleri lütfen

iâde buyurdukları bir hasta-ı nevmîde “Cenâb-ı Hakk’a olan zannın ne yoldadır” suâl-i

saâdet meâbı ve hastanın da “Hüsn-i zandır Yâ Resûlellâh” cevâbı üzerine “ Her nasıl

istersen öyle zannet zîrâ meded-res-i bîçâregân olan Cenâb-ı Yezdân kulunun zannı

katındadır.” tesellîsiyle 427 أنا عند ظن عبدي بي hadîs-i kudsiyesini ber-âverde-i beyân

425 Ebû Dâvud, Cenâiz,13; İbn Hanbel, Müsned, III, 293, 320, 330, 390, 345. 426 Fussılet, 41/23“İşte Rabbiniz Hakk’ında beslediğiniz kötü bu kötü zandır ki sizi mahvetti oyüzden de hüsrana uğrayanlardan oldunuz. 427 Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim, Zikir, 19, 21. “Ben kulumun bana olan zannının yanındayım

230

etmiş olduklarını Ebû Saîd el-Hudrî (radıyellâhu anhü) rivâyet ve “”hüsn-i zan hüsn-i

ibâdetten neş’et eyleyeceğine” dâir bir hadîs-i şerîfi de Ebû Hüreyre hazretleri hikâyet

eylemiştir. Cenâb-ı Selmân’ın kıt’a-i âtiyesi de ne güzel hüsn-i zannı musavvir bir

vesîka-i belîğadır.

لحسنات والقلب السليم من ا* وفدت على الكريم بغير زاد

428 اذا آان الوفود علىا لكريم *وحمل الزاد اقبح آل شيئ

[ 89 ]

43. Hikmet:

لا تعمى فإنهاالعجب آل العجب ممن يهرب ممن ال انفكاك له عنه ويطلب ماال بقاء له معه

ن تعمى القلوب التي في الصدورالأبصار ولك

Ma’nâsı:

En ziyâde taaccüb ve hayret kendisinden infikâkı kābil olmayan Allâh’tan

hârib ve asla bekāsı tasavvur olunmayan mâsivâllâhı tâlib insândandır. Zîrâ bu hâlet

amâ-yı hakîkînin zâtında ebsâra târî olmayıp belki sudûrda mevdû’-ı dest-i kudret olan

kulûba tareyân etmekte olmasından neş’et eder bir keyfiyettir.

Nazmen Tercümesi:

Taaccüb şol kişiden ki kaçar evvel Rabb-i dâimden

428 “Kerîm olan Allâh’ın huzûruna hasenât ve kalb-i selîm azıklarından yoksun olarak gittim. Çünkü Kerîm olanın huzuruna azık taşımak kadar kabih bir şey olamaz.” (Kerîm olan Allâh’ın huzûruna hasenât ve kalb-i selimden mahrum olarak azıksız çıktım. Zîrâ Kerimin yanına gelenlerin azık taşıması ahmakça bir iştir.)

231

Olur sonra talebkâr-ı fenâ-yı bî-bekā hayfâ

Amâ-yı kalbi eyler iş bu hâlet şüphesiz isbât

Kör olmaz çünki göz zâtında lâkin kalb olur a’mâ

Îzâh:

Cenâb-ı Hak bize bizden yakın olup 429 وهو معكم أين ما آنتم nazm-ı celîli

mübteğâsınca kābil-i infikâk olmadığı ve evvel ve âhir merci’ ve müntehâmız وأن

ك المنتهىإلى رب 430 sırr-ı sübhânîsince onun bârigâh-ı ehadiyyeti olduğu hâlde kesâfet-i

tabîiyyemizi tezyîd edecek şehevât-ı nefsâniyyeye inhimâk ile huzûr-ı ilâhîsinden hârib

ve dûr ve vücûd-ı hakîkî-i semedâniyyenin zıll-i hayâlîsi olup her ân آل

431misdâkınca hâlık ve gayr-ı bâkî olan mâsivâyı tâlib ve neşve-iشيء هالك إلا وجهه

sahbâ-yı vahdetten mehcûr olmak mücerred

لا تعمى الأبصار ولكن تعمى القلوب التي في الصدور فإنها432 hükm-i ilâhîsine mâ-sadak olmakla netîcesi ve saâdet-i ebediyye-i sermediyyeyi

devlet-i yekrûze-i dünyâya değişerek mahmûr-ı câm-ı ikbâl ve hevâ olmak da dîde-i

basîretin amâ-yı ma’neviyyeye dûçâr olduğunun delîl-i alenîsidir. Basar; kendi dâire-i

hissiyyesi ile mahdûd ve mukayyet olduğundan yalnız eşkâl-i hâriciyye ve sûret-i

kāimeyi ibsâr ve ihsâs edebilir. Basîret ise eşkâl-i hâriciyye ve suver-i kāimenin

mâbihi’z-zuhûr ve’l-kıvâmı olan nûr-ı [ 90 ] ilâhîyi müşâhede eder. His ve şehvetin

hâricindeki ma’neviyyâtı rü’yet dîde-i kalbe verilmiş bir keyfiyettir. Amâ-yı sûri bu

âlem-i sûreti şuhûda nasıl mâni’ ise amâ-yı ma’neviyyede vech-i hakîkati müşâhededen

öyle mâni’dir. Kuhl-i mâzâga’l-basarla dîde-i cânı tenvîr etmek mücerrred şu dâire-i

teklîfî de terk-i hubb-i mâl ve melâl ve mihrâb-ı melekûta tevcîh-i vech-i ikbâl

eylemekle hâsıl olabileceğine mebnî ومن آان في هـذه أعمى فهو في اآلخرة أعمى

429 Hadid, 57/4“Nerede olursanız olunuz o sizinle berâberdir 430 Necm, 53/42“Elbette son durak Rabbinin huzûru olacaktır 431 Kasas, 28/88“Allâh’tan başka herşey helâk olur 432 Hacc, 22/46 “Onlarda kör olan gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki gönülleridir

232

433 âyet-i celîlesinde daha hâne-berdûş-ı teklîf iken amâ-yı mâder-i zâd-ı

ma’neviyyeden sâha-i temâşâ fezâ-yı âlem-i bînâyıya çıkılması emr ü fermân

buyurulmuştur.

نخست ديده طلب آن بس انكهى ديدار

434 ولو ا البصار ازانكه جلوه آند يار بر ا

44. Hikmet:

ال ترحلن من آون الى آون فتكون آحمار الرحى يسير والمكان الذى ارتحل اليه هو ا الذى ارتحل

وأن إلى ربك المنتهىمنه ولكن ارتحل من ا الآوان الى المكون

Ma’nâsı:

Ey tâlib-i hakîkat! Bir günden diğer güne rıhlet edip durma ki bir çok

yürüdüğün hâlde müntehâ-ı intikāli yine ayn-ı mebde’-i irtihâli olan değirmen hımârı

gibi olursun. Belki ekvândan mükevvin-i cihân ve cihâniyan olan Rabbü’l-âlemine

intikāl et. Zâten müntehâ-yı ekvân da o Rabb-i Ğafûr olduğu vâreste-i reyb ü gümândır.

Nazmen Tercümesi:

Sakın bir kevnden bir kevne rıhlet eyleyip durma

Hurta hûn-i âsâ kim eder bir noktada devrân

Velî ekvândan kıl irtihâl ol Hâliku’l-kevne

O Rabbu’l-izzedir çün müntehâ-yı cümle-i ekvân

Îzâh: 435 وأن إلى ربك المنتهى cümle-i hikemiyyesi aynen Kur’ân-ı azîmü’ş-

şândan muktebes [ 91 ] bir emr-i cemîl ve bilcümle kâinâtın er geç merci’ ve

433 İsra, 17/72“ Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise âhirette de kördür 434 “Haktan önce göz iste, daha sonra görülecek olanı (dîdârı) iste. Çünkü Dost, gözü olanın önünde cilve eder ve görünür.”

233

müntehâsı Cenâb-ı Hak olduğuna bir delîl-i bî-adîldir. Çünkü vücûd-ı izâfîden ibâret

olan âlem zıll-i hâllâk-ı nev’-i benî âdemdir. Zıllin vücûdu zât-ı zî-zıllin vücûduna delîl

olduğu gibi zıll-i ilâhî olan âlem de zât-ı vâcibü’l- vücûda mûsıl bir bürhân-ı celîldir.

Nûr-ı vücûd-ı Hak mezâhir-i kevniyyede ne derece zâhir olmuş ise ancak zuhûru

nisbetinde ma’rûz-i ma’rifet olup hakîkat ve hüviyyeti cihetiyle ma’lûm

olamayacağından Cenâb-ı Hak min-vechin ma’lûm ve min-vechin mechûl kalmıştır.

Ma’lûmiyyeti mukayyedâtta zuhûru ve mechûliyyeti ale’l-ıtlâk tecellîyâtta lâtenâhîsi

i’tibârıyla olup mertebe-i ahîre, zât-ı ehadiyyete mahsûs olan ve hak kendisinde

hüviyyet-i mutlaka-i zâtiyyesiyle kāim olmakla غني عن العالمين 436 sırrının

tecellîgâhı bulunan mertebe-i lâ-taayyündür. Şu ıtlâk zâtı i’tibârıyle Cenâb-ı Hak idrâk

olunamasa da a’yân-ı mümkinâtta nûr-ı vücûdun zuhûr ve imtidâdı cihetiyle idrâk

olunûr. Nasıl ki nûr-ı vücûd-ı mutlak bihasebi’z-zuhûr i’tibârât-i mezâhirle mahdût ve

mukayyed olmuş ise ilm-i beşer dahi onu idrâk ve ibsârda merâtib-i i’tibâriyye ile

mahdûd ve mukayyed olmuştur. Meselâ taayyünâta hasr-ı nazar edenler yalnız ekvânı,

ve suver-i kāime-i eşyâda tecellî-nümâ-yı zuhûr olan vücûd-ı ehadiyyeyi müşâhede

eyleyenler mücerred vech-i mükevvini görürler. Bir sâlik ki ekvân ile mükevvini

mütelâzım ve müşterek görürse hakîkat-i Vâhideyi zü’l-vecheyn olarak müşâhede etmiş

olur. Şol insân-ı kâmil ki cemî-i ekvânın hakîkat-i vâhide ile müteayyen lâkin sırr-ı

Ehadiyyetin niseb ve izâfât ile mütekesser olduğunu bilirse şüphesiz o kimse ârif-

billâhtır. Ehl-i fenâ ekvânı mükevvinde ve kâmil-i şuhûd olan ashâb-ı bekā mükevvini

ekvânda müşâhede edenlerdir. Ekvân ile iştiğâli mükevvinden kendisini iğfâl ve işgal

eden hiss-i âdî erbâbı ise tedvîr-i âsiyâb için isti’mâl olunan hayvân kabîlindendir.

Kezâlik âbidînin ibâdâtı da ekvân kabîlinden olup onda vech-i hak gözetilmeyerek

rü’yet-i halk ile meşûb olursa ibâdât-ı mezkûre de beyne’l-ekvân seyir ve devrândan

ibâret olacağından şer’an mezmûm ve eğer ki a’mâl, müşâhede-i nefs ile riyâdan hâlis

ve mücerred kast-ı mükâfât-ı ilâhîye ve neyl-i merâtib-i uhrevîyye ve makāmât-ı aliyye

ile mütehassıs olarak inde’ş-şer’ makbûl olursa da şu mesûbât matlûbe-i mahsûsada

cümle-i ekvândan olduğu cihetle tâlibi inde’l-ârifîn yine melûmdur. Çünkü ekvân [ 92 ] her ne kadar ba’zısı a’mâl-i sâliha gibi envâr görülürse de umûmiyyet i’tibâriyle ağyâr 435 Necm, 53/42“Elbette son durak Rabbinin huzûru olacaktır 436 Ali İmran, 3/97(Allâh bütün âlemlerden müstağnîdir

234

ve a’mâl ile tahsîl-i merâtib ve istihsâl-i mevâhib de rızâ-yı Hak üzerine a’mâl-i

nefsâniyyeyi îsâr demek olduğundan sâkıtu’l-i’tibârdır. Binâen aleyh ibâdet ve

ubûdiyyeti huzûzât-ı âcile ve metâlib-i ‘âcileden tahlîs ve Cenâb-ı Hakk’a tahsîs ile

abdullâh ve müntehâ-yı seyr ve irtihâli huzûr-ı Rabb-i müteâl ederek mütehakkık sırr-ı

ى اللهففروا إل 437 olmak lâzımdır ki himâr-ı rehâya müşâbehetten rehâyâb olunabilsin.

Tâcü’l- muhadderâtü’l-islâmiyye Râbia-i Adeviyye(ö. 185/801) kuddise sırrûhâ

hazretleri bu hakîkata işâretle “Ey şeb-i târîk-i ibtilâda niyâz-i nihân ile istimdât eden

bîçâregâna medet-res-i inâyet olan Yezdân! Ben sana şevk-i cinân ve havf-i nîrân ile

ibâdet etmedim. Ancak îfâ-yı vezâif-i ubûdiyyet ettim”438 diyerek münâcât-ı kāzı’l-

hâcâtta bulunmuştur.

“Yâ Rab hemîşe lütfunu et rehnümâ bana

Gösterme ol tarîki kim gitmez sana bana.”439

45. Hikmet:

، فمن آانت هجرته الى الله ورسوله فهجرته الى الله وانظر الى قوله صلى اهللا عليه وسلم

فهجرته الى ما هاجر إليه يتزوجها ورسوله، ومن آانت هجرته الى دنيا يصيبها أو امرأة

قوله عليه السالم وتأمل هذا االمر ان آنت ذا فهمفافهم

Ma’nâsı:

Ey sâhib-i nazar! Hayru’l-beşer Cenâb-ı Peygamber Efendimiz hazretlerinin

“Her kimin niyyeti Cenâb-ı Hâllâk-ı cihâna ve resûl-i zîşâna muhâceret ise onun hicreti

şüphesiz Hüdâya ve Resûl-i Kibriyâya ve her kimin maksadı muhâceret-i istihsâl-i

dünyâ ve tezevvüc-i mer’e-i hüsnâ ise onun hicreti de muhâceret ettiği dünyâ ve mer’e-i

437 Zariyât, 51/50 Allâh’a firâr ediniz 438 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, trc.Uludağ, Süleyman, İst.1991, Giriş, s.43 (İbn Teymiyye’den naklen) 439 “Fuzûlî.” Bkz. Fuzuli Dîvânı, Haz. A.Gölpınarlı. İst. trs. 3.baskı. s.10; Tarlan, Ali Nihat; Fuzûli Divanı Şerhi, Ankara 1985, c.I, s.22

235

hüsnâyadır.”440 ma’nâsını mutezammın olan fermân-ı risâlet penâhîlerine îm’ân-ı nazar

et de hadîs-i şerîf-i nebevîlerini fehm ve idrâk ve akıl ve şuûrun var ise durmayıp bu

makāl-ı hikmet- meâli teemmül ve istidrâk eyle !

[ 93 ]

Nazmen Tercümesi:

Bak hadîs-i şeh-i kevneyne teemmül eyle

Ne buyurdu o keremkânı taakkul eyle

Niyyeti Hak ve Resûl-i Hak olan hicretle

Bulur Allâh ile Peygamberi bu niyyetle

Hicreti devlet-i dünyâya zen-i hüsnâya

Her kimin olsa bulur niyyeti üzre vâye

Anla bu kavl imâm-ı Rusüli hoş ey dil

Kıl tefekkür onu sen oldun ise ger âkıl

Îzâh:

Bu hikmet hikmet-i sâbıkanın tetimmesidir. Mutazammın olduğu hadîs-i şerîfte

de hikmet-i sâbıkadaki ekvândan mükevvine lüzûm-i irtihâle dâir olan fıkra-i ahîreye

tenbîh ve işâret vardır.Hadîs-i şerîf-i mezkûru Fârûk-ı A’zam Hazreti Ömer rivâyet edip

matlai olan 441 وىعمال بالنيات وإنما لكل امرئ ما نالاcümleleri burada tayy olunmuştur.

Bu cümlelerin ma’nâsı “A’mâl vâbeste-i niyyettir ve her insân için hâsıl da niyyet ettiği

fiil ve harekettir.” Bundan anlaşilıyor ki hüsn-i kabûl hüsn-i niyyete menût ve amel

niyyetle meşrûttur. Şu hâlde hicretten murâdı Hâlıku’l-ibâd ve Resûl-i nübüvvet-nihâd

olan kimse ekvândan mükevvine irtihâl etmiş olur ki maksad ve matlûb da budur. Ve bu

440 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1; Müslim, İmâre 155, Ebû Dâvud, Talâk 11, Neseî Taharet, 59; İbn Mace, Zühd,56. 441 Buhârî, Bed’ü’l-Vahy,1

236

da hadîs-i şerîf-i mezkûrda musarrahtır. Maksad-ı muhâcereti şu iki matlab-ı aksânın

gayrı olan kimse ise beyne’l-ekvân dair, ve ekvân ile bâkî ve sâir olup onun fırka-i ûlâya

ihsân olunan zevk-i vuslat ve kurbiyyetten nasîbi olamaz. İşte mevzi-i i’tibâr ve

teemmül de burasıdır ve bu da hadîs-i şerîfte musarrah olmayıp huzûz-ı nefsâniyyeden

olan dünyâ ve mer’e-i hüsnâ ile müşârun ileyhtir. Binâenaleyh sâlik-i tarîkat her

hâlikârda âlî himmet olup haktan gayrıye iltifât etmemesi ve şâir-i irfân-ı müessirin

وآل ما قد خلق اهللا وما لم يخلق

442محتقر فى همتى آشعرة فى مفرقى

“ beytinin mazmûnuyla mütehakkık olması iktizâ eder. Hatta “Bana vasiyet

buyurunuz” diyen bir racüle kemterîn nâmı Sultânu’l- ârifîn olan Bâyezîd Bistâmi

hazretleri “Eğer sana arştan tâ ferşe kadar bütün dünyâ ihsân ve i’tâ olunûrsa da yine

mâsivâllâhı murâd etme” buyurdu. Ârif-i Rabbâni Süleymân Dârânî (ö. 215/830)

hazretleri de “Ben iki salât ile duhûl-i cennet beyninde tahyîr olunsam, cennet benim,

namâz Rabbimin rızâsı tahtında olduğuna mebnî rızâ-yı ilâhîyi rızâ-yı nefsime tercîh ile

namâzı [ 94 ] ihtiyâr ederim” dedi. Şeyh Şiblî (ö. 334/945) hazretleri de: “Her ne

kadar 443 وآلوا واشربوا ile ekl ve şürbü emir ve fermân buyurmuş ise de yine Hayru’l-

Hâkimîn hazretlerinin mekrinden hazer üzere olmak lâzımdır. Çünkü ekl ve şürbün

zâhiri ikrâm ve i’tâ ise de bâtını imtihân ve ibtilâ olmakla sâlik yine terk-i ekl ve şürb ile

güzelce imtihân vererek ma’nen mustağrak-ı en’âm ve tecellî olmalıdır.” dedi.

“Tecellî neşvesin ehl-i şikem idrâkı kābil mi

Behişt andıkça zâhid ekl ü şurbün lezzetin söyler”444

46. Hikmet:

ال تصحب من ال ينهضك حاله وال يدلك على اهللا مقاله 442 Allahın yarattığı ve yaratmadığı her şey, benim himmetimde başımdaki saç kadar önemsizdir. (Hiç birine bel bağlamam) 443 A’râf, 7/31ا (Yiyiniz içiniz.Fakat isrâf etmeyiniz.) 444 “ Râğıp”. Pala, İskender, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi. İst. 1995 s.276

237

Ma’nâsı:

Ey tâlib-i hakîkat! Hâli sana feyz-efzâ-yı terakkî, ve makāli Cenâb-ı Hakk’a

delâlet-nümâ-yı telâkî olmayan kimse ile hem-bezm ünsâ-üns-i sohbet olma.

Nazmen Tercümesi:

Sakın şol şahıs ile hem bezm-i sohbet olma ey dervîş

Özü feyz-âver-i himmet sözü Allâh’a dâll olmaz

Îzâh:

Tarîkat-ı aliyyenin usûl-i müttehizesinden biri de sohbettir. Öteden beri her

sâlik-i râh-ı Hüdânın bir mürşid-i inâbeti olduğu gibi bir de şeyh-i sohbeti bulunmuştur.

Zîrâ sohbetin fevâid-i ma’neviyye ve menâfi’-i seniyyesi olduğu vâreste-i reyb ve

gümân ve evvel ve âhir erbâb-ı tarîkat onun üzerinde müstemirru’l-cereyândır.Fevâid-i

sohbetten biri ve belki ekberi hâlen ifâza-i himmet ve makālen Cenâb-ı Hakk’a

delâlettir. Çünkü safâ-yı hâli musâhibini inhâz, ve mütemessik-i zeyl-i istikāmet ve

te’sir-i makāli muhâtabını vahdethâne-i ilâhîye sevk ve delâlet eden zevât, himmeti

Cenâb-ı Hakk’a müteallık ve râci’ kalbi alâik-i mâsivâdan munkatı’ ve havâic-i zarûriye

[ 95 ] sinde bârigâh-ı ehadiyyete mültecî ve umûr-ı vâkıasında tecellî-i rubûbiyyete

mütevekkil olup nef’ ve zararın Hâlikı Rabbu’n-nâs olduğunu derk ile nâsı nazar-ı

i’tibârdan ve kendisinin masdar-ı ef’âl-i ilâhîye bulunduğunu teyekkun ile de nefsini

dâire-i ihtiyârdan iskāt eden erbâb-ı hakîkattır. Bunların a’mâli muktezâ-yı şer’-i

münevver üzerine cârî, ve ifrât ve tefrîtten ârî olduğu için ibâdât- ı müstehabbe ve

nevâfil-i mendûbeleri kesîr olmazsa da yine sohbetleri me’mûnu’l-gâile ve mahmûdu’l-

âkıbe ve fevâid-i dîniyye ve dünyevîyyeyi câlibedir. Çünkü sohbet sârika ve tabîat

sâriyedir. Mashûb olan zâtın tamâmı ahlâk-ı hamîde ve kemâl-i sıfât-ı cemile ile ittisâfı

“Âlemde bu herkese nasîb olur devlet olmadığına mebnî” şart olmayıp belki ahvâl-i

mezkûrede sâhibi fevkinde ona ifâde-i kemâl edecek derecede olmak kâfîdir. Bu sıfât

ile mutehakkık olmayan mutasanniîn ise muâmele-i zâhirede ibrâz-ı mucâmeleden

başka bir işe yaramadıkları cihetle sohbetleri değil mûcib-i menfaat belki müstelzim-i

238

mazarrat olacağına mebnî onlardan ihtirâz etmek ve gûşe-gîr-i mücânebet olmak

lâzımdır. Evliyâullâhın serfirâzı Yûsuf bin Hüseyin Râzî (ö. 304/916) hazretleri bu

hakîkata işâretle “Maâsinin topu bende mevcûd olarak huzûrullâha varmak zerre kadar

belki zerreden kemter tasannu’ ile Cenâb-ı Hakk’a mülâkî olmaktan daha hayırlıdır”445

buyurmuştur. Ba’zı urefânın kendisine esdikāsından birine işâretle “Filan kimse seni

pek ziyâde seviyor ve her ân medh ü senânızda bulunuyor” diyen bir kimseye cevâben:

“Bilirim o benim dostumdur fakat adâveti maktû’ olan şeytâna günde bin defa mülâkāt

etmek onunla bir kere hembezm-i sohbet olmaktan o benim için müdârâ ve ben onun

için tasannu’ etmek mahzûrundan nâşî daha ehvendir.” buyurmuş olduğu da mahkîdir.

Çünkü hubb-i medih ve bu’z-i zem ile insân mecbûl ve muhâfaza-i memdûhiyyet için

tasannu’ ve izâle-i esbâb-ı mezmûyyet maksadıyla tezyîn ve irâe-i hüsn-i hâl etmek de

bi’t-tab’ me’mûl olup bu da habt-ı ameli ve mahv-ı müstakbeli îcâb ve i’dâd ettiğinden

bu misillû erbâb-ı müdâhene ve riyâdan ashâb-ı ihlâs pek ziyâde tehâşi etmişlerdir. Bu

sebeptendir ki Süfyân-i Sevrî (ö.161/778) aleyhi rahmetü’l-Bârî hazretleri “Nâs ile

muâşeret-ı dâimede bulunan âdem müdârâya ve müdârâ yüzünden riyâya mecbûr

olacağından süllem-i terakkîde vâsıl-ı mertebe-i kusvâ olamaz.” buyurdu. Ba’zı hükemâ

gazab ve rızâ, tama’ [ 96 ] ve hevâ zamânlarından her birinden başka başka hâl ve

hareket ibrâz eden kimse ile hubb ü muvâhâtı “Çünkü şu ahkâm-ı mütegayyire asıl

muvâhâtı de tağyîr edeceğinden” tecvîz etmemiştir. Sehl bin Abdullah et-Tusterî(

ö.273/886) hazretleri de ikbâl ve gafletle muttasıf müteneffizîn ve kurrâ-i müdahinîn ve

cehele-i mutesavvifîn ile muhâsabeti nehy etmiştir. İllet-i nehy ise bunlarla muhâsebetin

mûcib-i menfaat olmaktan ziyâde müstelzim-i mazarrat olmasıdır. Hem-inân-ı refâkat

ve musâhabet olacak zevât ise ahvâli sûrî ve ma’nevî nümûne nümâ-yı imtisâl, akvâli

dünyevî ve uhrevî menfaat-bahş-ı saâdet ve kemâl olan ashâb-ı fazl ve ma’rifettir.

“Akla mağrûr olma Eflâtûn-i vakt olsan eğer

Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mektep ol”446

445 Attâr, Ferîdüddîn , Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc.Uludağ, Süleyman, Evliyâ Tezkiresi), İst.1991, s.411, II. Baskı 446 “Nefi”. Soykut, Hilmi, Unutulmaz Mısralar. İst.1968, s.310

239

47. Hikmet:

نت مسيئا فاراك االحسان منك صحبتك الى من هو اسوأ حاال منكربما آ

Ma’nâsı:

Ey sâlik-i tarîkat ba’zı kere sen isâetkâr olabilirsin fakat senden daha ziyâde sû-

i hâl ile muttasıf bir kimse ile sohbet o isâeti sana ihsân ve mükerremet gösterir.

Nazmen Tercümesi:

İsâet üzere de olsan yine mâ-dûn ile sohbet

Edip tezyîn-i sû-i hâlin ihsân gösterir elbet

Îzâh:

İnsân kendinden ziyâde erbâb-ı fazl ve kemâle iktirân etmelidir ki istifâde ve

istihsâl-i fâide etsin. Akrân ve emsâliyle musâhabet menfaati mûcib olmazsa da

mazarratı da müstevcib olmaz. Lâkin hâlen ve makālen mâ-dûnu olan kimselerle

hembezm-i ünsâ-üns-i sohbet olmak pek büyük mazarratı müstelzim olacağını işbû

hikmet isbât ediyor. [ 97 ] Çünkü mâ-dûn dâimâ uyûbunu setr ve ihfâ ve kemâlini

izhâr ile mâ-fevkini memnûn etmeye çalışır. Sermest-i câm-ı ikbâl olan mâ-fevk ise

nefsine hüsn-i zannı bir kemâl olmakla müteaccib-i a’mâl ve kāni’-i ahvâl olup kalır. Bu

ise mâni’-i terakkî ve füyûzât, üssü’l-esâs-ı hatîâttır.

Ashâb-ı irfân ile sohbet de iki kısımdır. Biri sohbet-i irâde diğeri sohbet-i

teberrüktür. Sohbet-i irâde bir müsterşidîn mürşidiyle olan sohbetidir ki bir takım şurûtu

câmi’ olup hülâsası müsterşid olan kimsenin mürşidine karşı gassâl elinde meyyit gibi

olmasıdır. Sohbet-i teberrük ise şurût ile mukayyet olmayıp yalnız sâhib olan kimsenin

maksadı mashûbunun meslek ve meşrebinde olmak ve onun ziyy ve kıyâfet ve vaz’ ve

240

hareketini takınmak sebebiyle 447من تشبه قوما فهو منهم mantûkunca âsâr-ı teşebbüh ve

teberrükten hissedâr-ı feyz ve fütûhât olmaktır. Fakat her iki sohbette de sûrî ve ma’nevî

mazarattan vâreste olmak hükmü şart-ı kâide-i i’tilâf ve dâire-i meşrûa hâricinde sohbet

ve muvânesetin câiz olamayacağı da vâreste-i iştibâh ve ihtilâftır.

طالب حكمت شو از مرد حكيم

448 تا ازو آردى تو بينا و عليم

48. Hikmet :

ما قل عمل برز من قلب زاهد وال آثرعمل برز من قلب راغب

Ma’nâsı:

Târik-i dünyânın kalbinden bürûz eden amel az, ve râğib-i mâsivânın

gönlünden zuhûr eyleyen amel de çok olmadı.

Nazmen Tercümesi:

Az olmaz şol amel ki menşe-i zühd ve reşâdettir

Çok olmaz şol amel de menba’ı dünyâya rağbettir.

Îzâh:

Merâtib-i a’mâl kulûb-i a’mâlin ahvâliyle takdîr olunûr. Zühd ve takvâ ile

ittisâf [ 98 ] edenlerin amelleri zâhirde kalîl olursa da hakîkatte kesîr ve celîl ve tâlib-i

dünyâ olanların amelleri zâhirde kesîr olursa da hakîkat nokta-i nazarından pek kalîl

olur. Çünkü zühhâd mâdem ki târik-i dünyâ ve râğib-i rızâ-yı Rabbu’l-ibâddır. Riyâ ve

tasannu’ gibi ihlâsı izâle eden âfât-ı dîniyye ve a’vâz-ı dünyevîyyeden tahlîs-i a’mâl

edecekleri cihetle ibâdetleri nûr-ı ihlâs sebebiyle her hâlde münevver ve makbûl olur da 447 Ebû Dâvud, Libâs, 4; Müsned, II ,50 Kim bir kavme benzerse onlardandır. 448 “Mevlânâ”, Bkz. Tahir Büyükkörükçü, Hakîkî Vechesiyle Mevlânâ ve Mesnevi, Konya, 1959, s.138 “Hakim bir zattan hikmet talebinde bulun ki onun himmetiyle sen de görür ve bilir bir adam olasın.”

241

teveffür ve tekessür eder. Râğib-i dünyâ olanların amelleri ise ağrâz-ı dünyevîyye ve

a’vâz-ı beşeriyyeden hâlî olamayacağı cihetiyle şüphesiz merdûd ve derece-i kabûle

vâsıl olamayan a’mâl kesîr olursa da sâkıtu’l- i’tibâr olacağından elhak kalîl ve ma’dût

olur. Şîr-i merdân-ı Hüdâ Cenâb-ı Aliyyu’l-Murtazâ Efendimiz: “A’mâlinizin vâsıl-ı

hedef-i kabûl olması için yine amel etmek sûretiyle ihtimâm edin zîrâ takvâ ile berâber

derece-i kabûle vâsıl olan amel bir vakitte kalîl olamaz. Çünkü Cenâb-ı Hâllâk-ı cihân

nûr-i ihlâsı ve adem-i riyâyı mutazammın olduğu cihetle mü’minîn ve muvahhidînin

zikrini kesretle tavsîf ederek 449 يا أيها الذين آمنوا اذآروا الله ذآرا آثيرا ve zümre-i

münâfikînin zikrini riyâ ve süm’adan ve adem-i ihlâstan nâşî kılletle ta’rîf buyurarak

يذآرون الله إال قلياليرآؤون الناس وال 450 buyurmuştur” dedi. Ulemâ-yı ashâb-ı Resûlullâhtan

İbn-i Mes’ûd hazretleri de “Bir âlim-i zâhidin iki rek’at namazı ile âhiri’d-dehr

müteabbidîn-i müçtehidînin ibâdâtından hayırlıdır.” buyurdu. Ba’zı ashâb-ı kirâm sadr-

ı tâbiînde bulunan müteabbidîne hitâben “Sizin amel ve içtihâdınız ashâb-ı Resûlullâhın

ibâdetlerinden ziyâde ise de yine onlar ziyâde zâhid ve müttakî olduklarından dolayı

sizden hayırlıdır” der idi. Ârif-i Rabbânî Ebû Süleymân Dârânî (ö.215/830) hazretleri

Gavsu’s-sulehâ Ma’rûf Kerhî’nin(ö. 200/816) “Erbâb-ı tâat Cenâb-ı Hakk’a ibâdete

nasıl kudret hâsıl ederler.” suâline “Gönüllerinden dünyâ ile hubb-ı dünyâyı ihrâç ile

cevâbını verdiğini” ve a’mâl-i dünyâdan bir emel onların kalbinde olduğu hâlde secde

etmiş olsalar rehîn-i sıhhat olamaz.”451 dediğini hikâye buyurmuştur. Ebû Abdullâh el-

Kureşî hazretleri dahi “Ba’zı nâsın urefâdan bir zâta ibâdet ediyorsam da hâlâvetini

bulamıyorum diyerek ettiği şikâyet üzerine ârif-i müşârun ileyhin cevâben senin

yanında iblîs-i pür-telbîsin kızı olan dünyâ vardır. Bir peder elbette kızını hânesinde

ziyârete gelecektir. O hâne de [ 99 ] senin kalbindir. Şeytânın kalbe duhûlü de

müstelzim-i fesâd olacağında şüphe var mı?” kelâm-ı hikmet encâmını ityân ettiğini

rivâyet eylemiştir.

جيست دنيا از خدا غافل بدن

449 Ahzâb, 33/41 “Ey îmân edenler Allâh’ı çokça zikredin” 450 Nisâ, 4/142(O münâfıklar insânlara riyâ gösterirler ve Allâh’ı da çok az zikrederler 451 Attâr, a.g.e. s. 352

242

نى قماش ونقره وفرزند و زن 452

49. Hikmet:

فى مقامات االنزالحسن االعمال نتائج حسن االحوال و حسن االحوال منا التحقق

Ma’nâsı: A’mâlde güzellik ahvâlde güzeliğin netîcesi ve hüsn-i ahvâl de kulûb-

i ârifîne nâzil olan makāmât ile tahakkukun semeresidir.

Nazmen Tercümesi:

Menşe-i hüsn-i ameldir hüsn-i hâl

Hüsn-i hâlde oldu âsâr-ı kemâl

Îzâh: Hüsn-i a’mâl şurût-ı mahsûsa ve âdâb-ı meşrûası vech ile mâni’-i kabûl

olan riyâ ve kaydı mâsivâdan hâlî olduğu hâlde îfâ olunan ibâdâttır. Hüsn-i hâl ise hazz-

ı ‘âcil ve sevâb-ı âcil ile mukayyed olmayarak mücerred muktezâ-yı ubûdiyyet olmak

sûretiyle îfâ edilen ibâdette kalbin iktirân ettiği ihlâs ve zühd ve takvâ ile ihtisâs gibi

hâlâttır. Makāmât-ı inzâlde tahakkukun ma’nâsı da taraf-ı ma’nevî-i ilâhîden peyderpey

tevârüd eden vâridât-ı ulûm ve maârif-i sübhâniyyeyi kalbin ihâta ve irtivâsı şevk-i

cinân ve havf-ı nîrân meyl-i mâsivâ ve hâtıra-i da’vâ gibi mâni-i ihlâs olan ahvâli terk

ve tecrîd de temekkün ve istivâsıdır. İşte şu ahvâl-i sülüse hülâsa-i menâzil-i sâlikîn ve

netîce-i merâtib-i ârifîn olmakla makāmât-ı mezkûreden her mertebe de ilim amel hâl şu

üç meziyet ve kemâl bulunmak iktizâ eder. Çünkü ilim hâli, hâl de ameli intâc

edeceğinden [ 100 ] bunlardan biri noksân olsa silsile-i terakkî munkatı’ olur. Nasıl ki

şecere mevcûd olmayan yerde ağsân, ağsân bulunmayan şecerede meyve olmazsa

zemîn-i kalbe şecere-i irfânı ğars etmeyen mürîd de ğusn-i hâl ve ğusn ile tahakkuk

etmeyen kimse de semeredâr-ı a’mâl olamaz.

“Ameller meyve-i ahvâl oldu ağsân

Topu eşcâr-ı irfândan nümâyân”

452 Mevlânâ. “Dünya nedir? O hüda’dan gafil olmaktır; Kumaş, gümüş, evlat ve kadın değil midir.”

243

EL-MUHKEM FÎ ŞERHİ’L-HİKEM’İN - FİHRİSTİ (İLK YÜZ SAYFA)453

ا الول من المحكم شرح الحكمفهرست الجلد

Sayfa. Konu.

6. Ma’siyet zamânında noksân-ı recâ i’timâd-ı amelin alâmeti olduğu hikmeti

8 Esbâb içinde mukîm olan bir mürîdin tecrîd istemesi şehvet-i hafiyeden ma’dûd

olduğu hikmeti ve ba’zı fıkralar

10. Himmet-i müessirenin suver-i kaderi hark edemeyeceği hikmeti

12. Takdîre îman ile tedbîr meşakkatinden müsterîh olunacağı hikmeti

13. Celb-i erzâkta gayretle ibâdette kusûr nur-ı basîretin intimâsına delîl olduğu

hikmeti ve ba’zı kıssalar

14. Duâda ilhâh ile berâber eser-i icâbetin teahhuru mucib-i ye’s olmak lâzım

gelmeyeceği hikmeti

15. Va’d-i ilâhî–i muayyenin adem-i adem-i vukūu mûcib-i şekk ve ve

iştibâholmak lâzım gelmeyeceği hikmeti

16. Bâb-ı ma’rifet feth olunduğu vakitte kalb-i amele artık mübâlât edilmek lâzım

gelmeyeceği hikmeti ve bir kıssa-i garîbe

24. Vâridâtın tenavvuundan nâşî a’mâlin mütenevvi’ olduğu hikmeti

27. Vücudun arz-ı hamûle defn olunması lüzûmu hikmeti ve bazı fıkra-i

tasavvufiyye ve üveys el-Karnî kıssası

34. Uzlet kadar bir şeyin sâlike mûcib-i menfaat olmayacağı hikmeti ve bir kıssa-i

acîbe

35. Kalbin nasıl münevver ve ne yolda cenâb-ı Hakk’a râhıl ve ne vecihle huzûr-ı

Rabbânîye dâhil olacağı hikmeti

37. Ekvânın topu zulmet olup onu Cenâb-ı Hakkın zuhûru inâre ettiği hikmeti

453 Bu fihrist, Ahmed Mâhir Efendi tarafından yapılmıştır. El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in 1.cildinin (İstanbul, .1323, Matbaa-i Ahmed İhsân) sonunda bulunan 1.cilt fihrisinin ilk yüz sayfasına âit bölümüdür.

244

40. Hakk’a nisbetle mevcûd olmayan ekvânın sâlike hicâb olması kahr-ı ilâhîye delîl

olduğu hikmeti ve mesele-i vahdet-i vücûd

43. Eşyânın Cenâb-ı Hakk’a hicâb olamayacağı hikmeti, ve isbât-ı vücûd-ı ilâhî

mes’le-i hakîmânesi

46. Vücûd-ı ilâhînin hiçbir şey ile mahcûb olmayıp erbâb-ı basirete nümâyân olduğu

hikmeti

48. Cenâb-ı Hakk’a zamânda izhâr ettiğinin gayri bir şey ihdâs etmeye çalışan

kimsenin pek câhil olduğu hikmeti

50. Vakt-i ferâğate te’vîk-ı amel muktezâ-yı hamâkat olduğu hikmeti

51. Mürîdin bulunduğu hâlden hurûc etmeği taleb etmesi muvâfık-ı maslahat

olmadığı hikmeti

52. Bir sâlikin vâsıl olduğu makām ile kanaat etmemesinin ve dünyânın zâhirine

bakıp da aldanmamasının lüzûm-ı hikmeti

54. Haktan taleb Hakk’ı ithâm ve Hakk’ı taleb O’ndan gaybet, ve gayriyi

taleb eser-i kıllet-i hayâ ve gayriden taleb haktan mûcib-i bu’diyyet olduğu hikmeti

56. Her nefeste insân için bir kazâ-yı ilâhî olduğu hikmeti

57. Kalbin ağyârdan ferâğatine intizâr edilmek lâzım olduğu hikmeti

58. İnsân dünyâda oldukça vukū-ı ekdârı istiğrâb etmemek lâzım geleceği hikmeti

60. İnâyet-i ilâhî ile matlûb olan âmâlin elbette hâsıl olacağı hikmeti

61. Bidâyette Hakk’a rücû nihâyette mûcib-i felâh olacağının alâmeti olduğu

hikmeti

62. Bidâyeti parlak olanın nihzyeti de parlak olacağı hikmeti

63. Serâire tevdî’ olunan envârın zevâhirde nümâyân olacağı hikmeti

64. Cenâb-ı Hakk ile eşyâya ve eşyâ ile Cenâb-ı Hakk’a istidlâl arasında bûn-ı baîd

olduğu hikmeti

لينفق ذو سعة من سعته( ) .66 âyet-i kerîmesiyle, ( )عليه رزقهومن قدر âyet-i

celîlelerinin tefsîr-i tasavvufîsi hikmeti

68. Râhılûn ile vâsılûn arasındaki fark neden ibâret olduğu hikmeti

69. Guyûptan ziyâde uyûba nazar etmek lâzım geleceği hikmeti

72. Cenâb-ı Hakk mahcûb olmayıp ancak O’nu şuhûddan insânın mahcûb olduğu

hikmeti

245

73. Evsâf-ı beşeriyyeden çıkılmadıkça huzûr-ı ilâhîye karîb olunamayacağı hikmeti

76. Her ma’sıyetin aslı nefs-i emâreden râzı olmak olduğu hikmeti

77. Nefsinden râzı olmayan bir câhil ile sohbet bir âlim-i hodbîn ile sohbetten hayırlı

olduğu hikmeti

79. Nûr-ı basar Hakk’ın kurbunu ve basîret de insânın ademini ve hakk-ı basîret

Hakk’ın

vücûdunu işhâd ettiği hikmeti

hikmeti آان اهللا وال شيئ معه وهو اآلن على ما عليه آان“ .81

82. Kerîmi âmâl tehtıe etmeyeceği ve kerîm ne demek olduğu hikmeti

85. Cenâb-ı Haktan gayrîye ref’-i hâcât etmek câiz olmayacağı hikmeti

86. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına hüsn-i muâmelesinden dolayı hüsn-i zann edilmek

lâzım geleceği hikmeti

89. İnsân kendisinden infikâkı mümkün olmayandan hârib ve kendisiyle bekāsı

olmayan tâlib olmasının şâyân-ı taaccüb olduğu hikmeti

90. Beyne’l-ekvân dolaşıp duramayarak mükevvinü’l-ekvân olan Hakk’a irtihâl

etmenin lüzûmu hikmeti

92. Cenâb-ı Risâlet-meâb Efendimizin فمن آانت هجرته الى الله ورسوله ، hadîs-i şerîfi

hikmeti

94 Hâli ifâde-i hakîkat ve makāli cenâb-ı Hakk’a delâlet etmeyen kimse ile sohbet

câiz olmayacağı hikmeti

96. Sû-i hâl ashâbıyla sohbet insâna fenâlığı ihsân göstereceği hikmeti

97. Kalb-i zâhidden zuhûr eden amelin az, ve tâlib-i dünyânın kalbinden bürûz

eyleyen amelin çok olmadığı hikmeti ve ba’zı fıkrât-ı tasavvufiye

99. Hüsn-i a’mâlin netâic-i hüsn-i ahvâl ve hüsn-i ahvâl de semere-i makāmât-ı

inzâl olduğu hikmeti

246

Sonuç

el-Hikemü’l-Atâiyye’nin şerhlerinden biri olan el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem

Ahmed Mâhir Efendi’nin kaleminden tasavvufun ana konularını ele alan kapsamlı bir

tasavvuf klasiğidir. Temelde Şâzeli tarîkatının el kitabı durumunda olan el-Hikemü’l-

Atâiyye’nin her kesimden zevât tarafından okunup benimsenmesi, üzerinde bir çok kere

şerhler yazılması bu kitabı tasavvufun ana kitaplarından biri hâline getirmiştir. Bu

kitapta cevâmiü’l-kelim denilebilecek ifâde ve tesbitlerle hem inanç hem de amelî bir

çok konuda dînin temel dinamikleri tasavvufî bir bakış açısıyla hikmetler hâlinde

toparlanmış adeta özetlenmiştir.

Denilebilir ki üç yüz küsür (tezimize konu olarak da kırk dokuz ) hikmet sanki

bütün sûfî reflekslerini kuşatıcı bir mantıkî örgüye sâhiptir. Dolayısıyle böyle hacim

olarak küçük fakat ma’nâ ve mefhûm olarak ciltler dolusu idrâklere gebe bir hikmet

kitabının şerhi de o kitabın değerinde bir kıymete hâiz olacaktır.

Ahmed Mâhir Efendi’nin el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem fazlasıyla bu liyâkatin

sâhibidir.

Tezimizde el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in ilk yüz sayfasının metnini, tahkîkli

ve tahriçli bir şekilde incelemiş bulunmaktayız. Matbû baskıda verilmeyen âyet

numaraları, hadîs-i şerîf kaynakları tesbît edildi. Şâiri belli olmayan şiirlerin şâiri

mümkün olduğu kadar bulunmaya çalışıldı. Arapça ve Farsça şiirler tercüme edildi.

Bu şekilde elle tutulabilir bir metin ortaya koyduğumuz inancındayız.

Tez çalışmamızda el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’in ilk yüz sayfasındaki tasavvufî

konuları incelemeye çalıştık. Bu konuları ele alırken sadece Ahmed Mâhir Efendi’nin

tesbîtlerini değil daha önce bu konularda tasavvuf klasiklerindeki ilgili bahislerdeki

tesbîtleri de incelememize ilâve ettik. Böylece kavramlar bağlamında bir ansiklopedik

kavram çalışması yapılmış oldu.

el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’de başka konular da vâr olmakla berâber biz şu

konularda değerlendirme yapmayı uygun gördük. “İman -Amel İlişkisi, Tevhîd-i Ef’âl-

Tevhîd-i Sıfât- Tevhîd-i Zât , Amel- Hâl İlişkisi , Amellere ve İbâdetlere Güvenmek ,

247

Amellere Etkisi İ’tibâriyle Dünyâ Sevgisi, İbâdetler , Namaz, Vakit, Havf ve Recâ,

İhlâs, Kerâmet , Sohbet ,Hayâ, Cezbe – Ârif, İlim–Cehl, “Ayne’l-yakîn”- “İlme’l-

yakîn” – “Hakka’l-yakîn” , Hicret, İnfak, Mürşid, Nefes, Kurb-Bu’d , Hâtif,

Tevekkül, Tevâzu’, Uzlet, Nefs, Tedbîr, Zaman, Basîret, İstidlâl, Üveysîlik, Hayret,

Taleb.”

Bu kavramları incelerken gördük ki el-Muhkem’de sâdece ıstılah anlamları

verilmemiştir. Aynı zamanda bu ıstılâhlar güzel bir üslûpla da nâzenîn bir Türkçe ile de

sunulmuştur. Tasavvuf zâten bir incelikler iklîmidir. Mürşidler hâl ve kālleriyle, sûfî

müellifler de kalemleriyle bu inceliği yaşayan-yaşatan kimselerdir. el-muhkem’de bu

inceliğe âit işçiliği görmekteyiz.

Tasavvufî hakîkatler bizâtihî güzel, fakat bu güzelliği “güzel” ifâde etmek, bediî

bir şekilde dillendirmek de ayrı bir güzelliktir. el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem’ işte bu

müstesnâ güzellikler antolojisinden biridir.

Ahmed Mâhir Efendi kısa ve özlü hikmetleri şerhederken aslında ayrı bir hikmet

kitabı te’lîf etmiştir. el-Hikemü’l-Atâiyye’nin gizemli sırlarını çözerken, akıcı

hikmetleri şerhederken aslında yepyeni bir “Hikemü’l-Atâiyye” yazmıştır denilebilir.

Hatta bizzat kendisi başka bir şerhe ihtiyaç duymuştur dense sezâdır.

Târihte pek çok eser şerh olmadan anlaşılamamıştır. Bazı şerhler vardır ki asıl

“eser” o şerhle berâber anılır olmuştur. Bu o şerhin ne kadar güçlü olduğunu

göstermektedir. İşte el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem de o güçlü şerhlerden biridir. Hikem-i

Atâiyye kadar apayrı bir hikmetler kitabı etkileyiciliği görmekteyiz bu şerhte.

Bu etkileyiciliğin arka planında hem el-Hikemü’l-Atâiyye’nin kendi sağlam

omurgası olduğu kadar, Ahmed Mâhir Efendi’nin hâlis niyyeti de bulunmaktadır. Bu

eseri tefsîr dersleri verdiği esnâda Ramazân ayında sahûr vakitlerinde yazmıştır.

Buradan anlıyoruz ki Kur’ân’ın iyi anlaşılması için doğru tasavvufu işâretleyen

kilometre taşlarının iyi bilinmesi gerekmektedir. Tasavvufsuz bir Kur’ân tasavvuru

eksiktir.

Bu mânâda el-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem bir nev’î iş’arî tefsîr modelidir de aynı

zamanda. Kısmen de olsa ba’zı âyetlerin yorumlarına baktığımızda sûfî düşünce

eleğinden geçirilmiş tahlîlleri görmekteyiz.

248

Aynı şekilde hadîs-i şerîflerin açıklanmasında da bir sûfî hassâsiyeti

gösterilmiştir ki tasavvufî hadîs şerhleri kategorisine girebilecek tesbît ve yorumlar bu

şerhte fazlasıyla yer almıştır. (Bkz. niyyet hadîsi. el-Muhkem s.93)

Kanaatimizce bu şerhin de bir şerhi yapılmalıdır. Biz bu çalışmamızla ilk yüz

sayfanın derinliğinden çıkarabildiğimiz incileri sunmaya çalıştık. Eserin tamamı (iki

cilt, 628 sayfa) incelendiğinde ortaya muhteşem bir tasavvuf külliyâtı çıkacağı

şüphesizdir. Bu yüz sayfalık himmetimizle, bu külliyâtın ilk merdivenlerine tırmanmış

bulunmaktayız.

249

BİBLİYOGRAFYA

Kur’ân-ı Kerim Ve Türkçe Anlamı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, . 1987

A. Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (Haz.Mustafa Tahralı-

Selçuk Eraydın) İst.1999, c.I,

Abdulkadiroğlu, Abdülkerim, Ahmed MâhirEfendi Ballıklızade, DİA, II, s.98

Abdülbâkî, Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li elfâzı’l- Kur’âni’l-Kerîm trs.

Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I,

Ahmed Badi, Armağan, Divan Şiirinde Atasözleri ve Deyimler, Basılmamış

Trakya Üniversitesi Projesi, Haz. Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu.

Aşkar, Mustafa, Tasavvuf Târîhi Literatürü , Ankara 2001

Ataullah İskenderâni, el-Hikemü’l-Atâiyye.(trc. Saffet Yetkin) Ankara

Üniversitesi basımevi, 1963

Ateş, Süleyman, İşari Tefsir Okulu, Ankara 1974

Attâr, Ferîdüddîn , Tezkiretü’l-Evliyâ, (trc.Uludağ, Süleyman, Evliyâ Tezkiresi),

İst.199

Büyük Türk Klasikleri. Ötüken.İst. 1986, c.IV

Büyükkörükçü,Tahir; Hakîkî Vechesiyle Mevlânâ ve Mesnevi, Konya, 1959

Cânân , İbrahim, Hadîs Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte. Trs.

Cebecioğlu, Ethem , Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1996

250

Demirci, Mehmet, İbadetlerin İç Anlamı; Tasavvuf dergisi, sy, 3

E.Kemal Eyüboğlu, Şiirde ve Halk dilinde Atasözleri ve Deyimler, İst. 1975,

c.II, s.415”

Eraydın, Selçuk, , Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst.1981,

Fuzuli Dîvânı, Haz. A.Gölpınarlı. İst. trs. 3.baskı.

Gazzâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn; (Trc. Ahmed Serdaroğlu) İst. trs. c.3,

Gölcük, Şerafeddin.- Toprak,Süleyman, Kelam, Kelâm .trs.

Güllüce, Hüseyin, Kur’ân Tefsiri Açısından Mesnevi, İst.1999,

Hucvîrî Keşfü’l-Mahcûb, trc. Süleyman Uludağ Hakîkat Bilgisi, İst. 1996

2.baskı )

İbn. Hişam el-Ensari, Şerhu Katru’n-Nedâ ve Bellü’s-Sadâ, Te’lif:

Muhammed Muhyiddin Abdulhamid. trs. ysz

İzmirli İsmail Hakkı-Şeyh Safvet, Ahlak Ve Tasavvuf Kitaplarındaki

Hadîslerin Sıhhati; Tenkitli Neşir: İbrahim Hatiboğlu, İst. 2001, Dâru’l- Hadîs yay.

Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve şerhi, Ankara 1975,

Kara, Mustafa, İbn Atâullah el-İskenderî, DİA, XVIV,

Kara, Mustafa, el-Hikem-i Atâiyye, DİA, XVII,

Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyrîyye, Tahk.Maruf Zerrik.Ali Abdulhamid Ebû’l-

Hayr. (Dâru’l- Hayr) İkinci Baskı. Beyrut. 1416/1995

Kuşeyrî, Risale, (Haz. trc. Süleyman Uludağ. Kuşeyrî Risalesi, İst. 1991,

Kübrâ, Necmüddîn Kübrâ, Usûlu Aşere, (Haz. Mustafa Kara, “Tasavvufî

Hayât” İst. 1996, s. 33, II. Baskı. Dergâh yay.

251

Mevlânâ, Mesnevi-i Şerîf , Nahifi Trc. Haz Amil Çelebioğlu, İst. 2000. M.E.B

Yayınları

Münziri, Muhtasar-ı Sahih-i Müslim, (Thk.Dr.Mustafa Deybü’l-Biğa) Dımeşk,

1417;

Muhâsibî, er-Riâye,Trc. Abdülhakim Yüce İzmir 1997

Naci, Muallim, Osmanlı Şâirleri, Haz.Cemâl Kurnaz, Ankara 199

Önemli, Tahsin,(1989) El-Muhkem Fî Şerhi’l-Hikem Kitabında Geçen Dînî,

Tasavvufî, Harsî Istılâh Tâbirler Konusunda Bir Lügat Denemesi, gazi Üniversitesi

sosyal bilimler Enstitüsü , Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi

Pala İskender, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi, İst.1995

Pala, İskender, Divan Şiiri Sözlüğü. İst.1999

Pala, İskender, Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi. İst. 1995

Rifâî, Ken’an, Şerhli Mesnevî-i Şerîf İst. 2000 ikinci baskı

Soykut, Hilmi; Unutulmaz Mısralar, İst.) 1968, Sönmez Neşriyât

Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif (trc. H.Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz Tasavvufun

esasları)) İst. 1993

Şâmil İslâm Ansiklopedisi. İlgili maddeler

Şeyh Gâlip Divânından Seçmeler, (Haz. Abdülbâki Gölpınarlı) İst. 1994,

Şinasi, Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye, Haz. Prof. Dr. Süreyya Beyzadeoğlu.

MEB. İst.2003

Tarlan, Ali Nihat; Fuzûli Divanı Şerhi, Ankara 1985, c. I-II-III

252

Topaloğlu, Bekir, İslâm Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allâh'ın Varlığı

(İsbat-ı Vacip), Ankara, 1995

Uludağ , Süleyman , Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst. 1991

Yıldırım, Ahmed; Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadîslerdeki Dayanakları;

Ankara, 2000

Yılmaz, Hasan Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst. 1997

Yılmaz, Hasan Kâmil, Tasavvufî Hadîs Şerhleri ve Konevi’nin Kırk Hadîs

Şerhi, İst. 1990, İFAV

Yılmaz, Hasan Kâmil, Tasavvuf Meseleleri , İst.2004

Yılmaz, Sevim, (2001) İbn Atâullah ve el-Hikemü’l-Atâiyye Adlı Eserinin

Tasavvuf Açısından Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi