Upload
yol-siyasi-dergi
View
245
Download
14
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
Yerel Seçim “Açılımlar”
ve Sol Politika
Ergenekon’da, Gelinen Nokta ve Sol
Mert Sinan
Çatı Partisi Sürecine Dair
Halktan Yana Belediyecilik
Programı
Büyük Bunalımda Son DurumMehmet Yılmazer
Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)M. Akyol
Obama’ya Kalan Miras ve CHANGEAyşe Tansever
Latin Amerika izlenimleriAltan Keskin
21. Yüzyıl SosyalizmiMehmet Yılmazer
Sosyalizm ve ÖzgürlükMert Sinan
Bahar 2009 Sayı: 16
Bu Sayıda;3. YOL
Yerel Seçim, “Açılımlar” ve Sol Politika 7. Mert Sinan
Ergenekon’da Gelien Nokta ve Sol 11. Mehmet Yılmazer
Büyük Bunalımda Son Durum 18. M.Akyol
Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)24. Ayşe Tansever
Obama’ya Kalan Miras ve Change 34. Mehmet Yılmazer 21. Yüzyıl Sosyalizmi
44. Mert Sinan Sosyalizm ve Özgürlük
49. Altan Keskin Latin Amerika İzlenimleri
55. YOLÇatı Partisi Sürecine Dair
59-64 BELGEEşitliğe, Özgürlüğe, Adalete Yönelmiş Bir Toplum Projesinin
Yerel Alandaki İzdüşümünün Yaratılması İçin; Halktan yana Belediyecilik ve Muhtarlık Programları
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal,
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32
Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 e-posta: [email protected] Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26
İstanbul Tel: 0212 565 17 74
Yerel Seçim, “Açılım lar” veSol Politika
f YOL
29 Mart yerel seçimleri yaklaşırken AKP hükümeti ve ana muhalefet partisi CHP’den açılım üstüne açılım ha
berleri alıyoruz. Kürtçe TV açılımı, Alevi açılımı, Nazım Hikmet açılımı, 1 Mayıs açılımı, belki sırada bekleyen Ahmet Kaya açılımı... Diğer yandan çarşaf açılımı, kuran kursu açılımı vb... Hükümet ve diğer düzen partilerinin açılım adı altında başlattıkları uygulamaların 29 Mart yerel seçimleri öncesi oy arttırma telaşının bir sonucu olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Bu anlamıyla “açılımlar” seçim taktiği çerçevesinde değerlendirilebilir. Ancak özellikle Kürt ve Alevi başlıklarında başlatılan yeni uygulamaların AKP’nin seçim yatırımı olmanın ötesinde, devletin yeniden yapılandırılması bağlamında “stratejik” bir boyut taşıdığını da görmek gerekiyor. Türk ulus devleti, kendi toprakları üzerindeki iktidar ve hegemonyasını günümüz kapitalizminin koşulları içinde yeniden tesis etmeye çalışıyor. Bu girişim karşısında düzen dışı solun ideolojik duruşunu ve politik hattını gözden geçirmesi bir zorunluluktur.
Bu düşüncelerden hareketle, birbirinin içine geçen seçim süreci ve “devlet açılımlarını” birbirinden ayrıştırarak değerlendirmeye çalışacağız.
Yerel Seçime Doğru29 Mart Yerel Seçimleri özellikle AKP açı
sından referandum niteliği taşıyor. Ekonomik krizin yıkıcı sonuçları ortaya çıktıkça itibarı sarsılan AKP, iktidar pozisyonunu sağlamlaştırabilmek için oy oranını korumaya çalışıyor, özellikle Kürdistan’da oy oranını yüksek tut
mak AKP’nin devlet bürokrasisi nezdinde meşruiyetini koruması açısından hayati önemde. AKP oylarındaki hatırı sayılır bir erime, Ordu ve AKP arasında oluşmuş olan mevcut denge ve uzlaşmanın bozulmasına yol açabilir. Bu yüzden AKP, bütün imkânlarıyla, adeta can havliyle yerel seçimlere yükleniyor. Dersim’de beyaz eşya dağıtımından Davos çıkışına, bakanların seçmeni tehdit eden ifadelerinden (Mehmet Ali Şahin ve Murat Başesgioğlu’nun sözleri) havuç niteliğindeki (yukarda söz edilen) açılımlara AKP tüm gücüyle kendisi açısından referandum niteliği taşıyan Mart yerel seçimlerine hazırlanıyor.
CHP ise yerel seçim çalışmalarını adeta İstanbul’a kilitlemiş durumda. Kılıçdaroğ- lu’nun adaylığı ile İstanbul’u zorlayabileceğini hesaplayan CHP yönetimi, yerel seçim faaliyetini İstanbul merkezli yürütüyor. Bunun ötesinde yerel seçimlerde ana muhalefet partisinin ülke genelinde oylarında önemli bir artış olacağı zannedilmiyor.
CHP yolsuzluk dosyaları ile yerel seçimlere hazırlanırken, MHP de seçim faaliyetinin odağına AKP’nin yıpratılmasını koymuş durumda. Ancak ülke genelinde AKP’yi zorlayabilecek bir diğer partinin de Saadet Partisi olacağını unutmamak gerekiyor. Numan Kur- tuluş’un başkanlığa gelmesinin ardından iddialı bir seçim çalışması başlatan ve Filistin sürecinde öne çıkan SP, AKP tabanının yönelebileceği başlıca potansiyel odak olmaya devam ediyor.
Yerel seçimlerin bir ay öncesinde düzen
Yerel Seçim, “Açılımlar” ve Sol Politika
partilerinin durumu böyle özetlenebilir. Peki devrimci ve reformist kanatlarıyla Türkiye Solu ve Kürt özgürlük Hareketi açısından yerel seçimler ne ifade ediyor?
öncelikle Mart 2009 Yerel Seçimi’ne küresel ekonomik krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı, işsizliğin hızla büyüdüğü bir dönemde gireceğimizi düşünecek olursak, düzen dışı güçler açısından 2009 seçimlerinin önemli fırsatlar sunduğunu belirtmek gerekir. Bu fırsatların değerlendirilebilmesi ise zayıf ve dağınık durumdaki sol güçlerin birlikte davranabilme yeteneğine bağlı olacaktır. Bu konuda başlangıçta önemli bir beklenti ve umut yaratan Biz Varız (Birlikte Başarabiliriz) platformu ne yazık ki aday belirleme sürecinde ciddi bir tıkanıklık yaşadı, sonuçta çoğu yerde istenilen birliktelik ve ortak ruh hali ya- ratılamadı.
Bu noktada özellikle Kürt hareketinin çelişkili konumunun altını çizmek gerekmektedir. öncelikle Mart Yerel Seçimleri DTP açısından da bir genel seçim niteliği taşıyor. Kürt özgürlük Hareketi bir yandan başta Kür- distan illeri olmak üzere önceki seçimlerde AKP’ye kayan Kürt oylarını almayı önüne hedef olarak koydu, diğer yandan Batı illerinde Bin Umut Adayları kampanyasına benzer bir şekilde bağımsız adaylarla güç birliği arayışına girdi. Batı’daki metropollerde Kürt kitlesinin yoğun olduğu bölgelerde bağımsız aday yerine DTP çatısında ısrar edildi. Genel oy sayısında bir azalmaya yol açmamak için gösterilen bu hassasiyetle, bağımsız ortak adaylarla solu birleştirmek taktiği arasında kaçınılmaz bir gerilim yaşandı. Bu gerilimde, çoğu yerde DTP seçimini, genel oy niceliğini riske atmamak yönünde yaptı. Yani yerel birliklerin dağılma ihtimalini göze alarak DTP çatısında ısrar etti. Bu noktada şöyle bir eleştiri yapılabilir. DTP politik konjonktür gereği, yerel seçimlerdeki amacını DTP’ye verilen oyları arttırmakla sınırlıyorsa (ki bu anlaşılır bir durumdur) bunu baştan ifade edebilir ve yanında kimlerin olacağı daha önceden net- leşebilirdi. Ama bir yandan da “solun birliği” ve “ortak aday” vurgusu solun genelinde bir beklenti yaratı ve bu beklentiyle sürece giren oluşumlar aday belirleme sürecinde yerel platformlardan çekildiler.
EMEP’in süreçten platforma bir açıklama yapmadan çekilmesi DTP ile yürüttüğü aday pazarlığının istediği biçimde sonuçlanmamasından kaynaklandı. ÖDP ve TKP ise Batı’da her yerde bağımsız adayların çıkarılmasında ısrarcı oldular. Ancak bu ısrarı gösteren örgütlerin Kürdistan’da DTP’ye rağmen aday çıkabileceklerini belirtmiş olmaları da kaydedilmelidir. Kürt illerinde DTP ve AKP (Devlet olarak da okunabilir) arasında yaşanacak olan seçim yarışında gösterdikleri apolitik ve benmerkezci yaklaşım ağır bir eleştiriyi hak ediyor. Zaten TKP iğreti bir şekilde durduğu seçim platformunda hedeflediği etkiyi yarata- mayınca merkezi düzeyde çekildi. ÖDP ise genellikle bağımsız adaylarla seçime girilen yerlerde platformda kalmayı tercih etti.
Sonuç itibariyle 2009 yerel Seçimi’nde AKP ve CHP-MHP kutuplaşmasının ötesinde üçüncü bir cephe olarak ortaya çıkan yegâne siyasi oluşum tüm eksik ve zaaflarına rağmen Kürt özgürlük Hareketi’nin merkezinde olduğu Birlikte Başarabiliriz Platformu’dur. Sadece yerel seçim açısından değil, orta vadede Türkiye’de egemen kesimlerin arayışlarının oluşturacağı siyasi bloklar karşısında devrimci dönüşümün gerçek adresi olacak bir demokratik halk cephesi yaratılması açısından da bu bileşim önemli bir misyon yüklenmeye adaydır. Birlikte Başarabiliriz Platformu’nun Batı illerinde göstereceği başarılar, gelecekte daha geniş ve sağlam güç birliklerinin oluşmasının imkânını da yaratacaktır. Kürt illerinde ise devletin AKP’si karşısında DTP’nin kayıtsız şartsız desteklenmesi yegâne devrimci ve sol tutumdur.
SODAP bu bilinçle, Kürt illerinde tüm demokratik ve sol güçlerin oylarını DTP adaylarına vermeleri gerektiğine inanmaktadır. Batı’da ise tek alternatif, Birlikte Başarabiliriz Platformu’nun adaylarıdır. Yerel seçimlerdeki başlıca görevimiz bir yandan demokratik güçlerin birliğini sağlamak, diğer yandan ekonomik krizin mağdurlarının taleplerini yerel seçim gündemine taşımaktır. Kriz’in sefalete sürüklediği milyonarların taleplerini yerel seçimlerle birleştirerek alanlara taşımak, kapitalist sistemi ve düzen partilerini teşhir etmek solun seçimlerdeki başlıca görevi olmalıdır.
yol
AKP İzmir il örgütü Nazım Hikmet’in vatandaşlığa kabulü vesilesiyle gazetelere tam sayfa ilan vererek Nazım Hikmet’in mezarının İzmir’e getirilmesi için çağrıda bulundu. Tam da AKP’nin “gavur İzmir”i ele geçirme planları yaptığı bir dönemde gerçekleşen bu “açılımın” dikkatlice hesaplanmış bir seçim taktiği olduğu açık. CHP yönetiminin dindar çevrelere şirin görünmek için çarşaflı kadınları törenle partiye kabul etmek gibi aceleyle kotarılmış, iğreti girişimleri de bu kategoride
Devlet Açılımları
değerlendirilebilir. Ancak diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti’nin en köklü iki demokrasi sorunu olan Kürt ve Alevi meselelerindeki yeni uygulamaların AKP’nin seçim taktiği olmanın ötesinde anlamlar taşıdığını vurgulamak gerekiyor. Elbette AKP hükümeti, TRT Şeş’in açılması ya da Muharrem ayında TRT’de cem görüntülerinin yayınlanması sonucunda yerel seçimlerde oy sayısının artacağını hesaplıyor ve zamanlamayı da bu seçim takvimine bağlı olarak gerçekleştiriyor. Ancak seçim sürecinden bağımsız olarak da bu gündemlerin Türk devletinin kabuk değiştirme süreci açısından değerlendirmek gerekiyor. Ne de olsa seçimler hep vardı. Bu açılımların günümüz Türkiye’sinde gündeme gelmesi salt AKP’nin cinliğinden kaynaklı değil.
Peki AKP hükümetinin ötesinde, devlet açısından stratejik boyutları olduğunu söylediğimiz Kürt ve Alevi açılmaları hangi dinamiklerden kaynaklanıyor. Özgün durumları nedeniyle bu iki sorunu ayrı ayrı ele almak gerekiyor.
TRT Şeş, Kürdoloji bölümü girişimi ya da seçmeli dil olarak Kürtçe öğretilmesi vb. düzenleme ve vaatler öncelikle, devleti yönetenlerin Kürt direnişini salt askeri hukuksal-siyasi baskı mekanizmalarıyla bitiremeyeceklerinin kabulü anlamına geliyor. Şimdi bu baskı mekanizmalarının sürdürülmesinin yanı sıra bazı şekilsel düzenlemelerle Kürt Özgürlük Hareketi tecrit edilmeye çalışılıyor. Tıpkı Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in bir resmi “TKP” kurdurmasını anımsatırcasına bir anda resmi bir Kürt
çe TV kanalına sahip olduk. Ne de olsa tek parti döneminin Ankara Valisi Tandoğan dememiş miydi; “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz, size ne oluyor”. AKP’de geleneksel devlet refleksiyle davranarak “Kürt sorunu çözülecekse onu da biz gözeriz Kürtlere ne oluyor1’ demeye getiriyor. Kürt sorununun PKKsiz, hatta Kürtsüz çözümü gibi Türk devlet geleneğine çok yakışacak bir adım atıyor AKP hükümeti.
Hükümetin tüm açılımları genel olarak bu niteliği taşıyor. Örneğin
Alevi sorununda, hem demokratik Alevi hareketinin (Alevi Bektaşi Federasyonu ve çeperindeki örgütlenmeler) yıllardır sürdürdüğü mücadelenin (en son 9 Kasım 2009 Ankara mitingi ile zirve noktasına çıkmıştır) hem de AB’ye üyelik süreci gibi uluslararası faktörlerin etkisiyle Türk devletinin bazı düzenlemeler yapması artık kaçınılmazdı. Ama hükümet, gelecekte bu konuda yapılacak resmi düzenlemelerle ilgili olarak demokratik Alevi hareketini hiç muhatap almadan, sadece devietçi-mi11iyetçi çizgisi kesinleşmiş Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan ya da Ehli Beyt Vakfı başkanı Fermani Altun gibi isimlerle görüşmeler yapıyor. Yani AKP hükümeti, Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle sorunları “ayağa düşürmeden”, sorunun muhataplarını gerçek bir özne olarak kabul etmeden “halletmek” istiyor. Tüccar el çabukluğu ile kadim devlet geleneğimizin mükemmel bir sentezi duruyor önümüzde!
Aynı yaklaşımı Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi sürecinde de izleyebiliriz. Abdullah Gül’ün Ermenistan Cumhurbaşkanı ile
_ D
Yerel Seçim, “Açılımlar” ve Sol Politika
Erivan’da maç izlemesi gibi sembolik adımlarla birlikte resmi görüşmelerin başlatılması söz konusuyken, aydınlar devletten bağımsız masum bir “özür kampanyası” başlattığında hükümetin hedefi haline geldiler. Size de ne oluyor, Ermeni sorununu “çözmek” gerekiyorsa, onu da devlet büyüklerimiz yapar?! AKP’nin demokrasi “getirmesi” bir şartla bağlı onu kimse istememeli?!
Yukarıdan, devletin bekası kaygısıyla gerçekleştirilen düzenlemeleri kimse bize ilerici reformlar ya da demokratikleşme diye yuttu- ramaz. Ezilenler, sistemin mağdurları örgütlenip tok bir sesle haklarını talep ettiklerinde provokatör ya da bozguncu damgası yiyorlar. AKP hükümetine göre ezilenler devlet babanın verdiği lütuflarla yetinerek sessizce beklemeye devam etmeliler. Kendi inisiyatifinizle taleplerinizi istemeye mi kalkıştınız, o zaman “çocuk kadın dinlemeden” gereği yapılacaktır.
Dolayısıyla AKP eliyle yapılan açılımlar, Türkiye’de liberal anlamda dahi demokrasiyi geliştiren uygulamalar değil, özünde “devleti genişleten” hamlelerdir. Devletin topluma daha iyi nüfuz etmesi ve istikrarın sağlanması, otoriter nizamın yeniden üretilmesi ve bu arda tüm gerçek muhalefet odaklarının tecrit edilerek yok edilmesi hedeflenmektedir.
Türk devleti aslında değişmemek için “değişiyor”. Yani siyasal iktidar yapısında ve top
lumsal düzende köklü ve gerçek bir dönüşüme engel olmak için taviz niteliğinde kısmi değişiklikler yapıyor.
Ne Yapmalı?Bu süreçte açılımların gerçek niteliğini de
şifre etmek önemlidir. Ama sol bir politika aşçısından “teşhir” asla yeterli görülemez. Sol’un bu süreci kollarını göğsünde bağlayıp bilgiççe yorumlar yaparak geçirme lüksü yoktur. Politik sürece, sözde açılımları gerçek demokratik kazanımlara dönüştürme yönünde müdahil olmalıyız. AKP’nin siyasi liberal söylemi kendisini de vuracak bir silaha dönüşebilir. Tıpkı Türkiye Solu’nun ve Kürt Hare- keti’nin Ergenekon davasına müdahil olarak, onu zorlaması, bu yolla en azından AKP’nin maskesini düşürmesi gerektiği gibi; açılımlar konusunda da tavrımız onun sınırlarını zorlayarak özgürlükler alanını genişletmeye çalışmak olmalı. Bu tutum hiçbir işe yaramazsa bile düzenlemelerin kof niteliğini ve iktidar sahiplerinin ikiyüzlülüklerini açığa çıkaracaktır.
Bu konuda, Kürt hareketinin en doğru refleksleri gösterdiğini belirtmeliyiz. Ergenekon davası sürerken Cumartesi Annelerinin yeniden eylemlerine başlaması, Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşması, Dersim isminin geri istenmesi gibi adımlar taşı gediğine oturtan, sürece uygun politik taktiklerdir.
AKP hükümetinin el çabukluğu ile yukardan aşağıya başlatmak istediği sözde reformlar, halk güçleri açısından politik fırsatlar da yaratacaktır. Kürt ve Alevi hareketleri ve tüm demokratik, sol güçler bu sürece birleşik ve etkin bir müdahale gerçekleş- tirebilirlerse düzenin açılımlarını zorlayarak demokratik kazanımlar elde edebilirler. Politika yaparken daha cesur, esnek ve birleştirici olmak kaydıyla...
Ergenekon’da Gelinen Noktave Sol
Türkiye’nin sosyal olaylar açısından ne kadar ilginç bir ülke olduğunun en önemli işaretlerinden birisi her
halde Ergenekon Davası ve onun ekseninde yaşanan tartışma- lardır. Siyasal tarihinde askeri darbelerin çok belirleyici ve ayrıksı bir rol oynadığı, kontrgerilla faaliyetlerinin hız kesmeksizin başrolde olduğu ülkemizde böy- lesi bir davanın, bu kadar büyük dezenfor- masyon ortamında ve sis perdesi arkasında yürütülmesi, tartışmaların büyük bir ciddiyetsizlik taşıması, aslında ülkenin kanlı yakın geçmişiyle hesaplaşmayı arzu eden iradenin zayıflığının bir sonucudur. Ergenekon’u bir AKP senaryosu olarak görenler hem AKP’yi bir siyasi özne olarak gereğinden fazla büyütüyorlar hem de toplumun, devlet ve işleyişiyle ilgili olgun bir bilinç elde etmesini imkansız hale getiriyorlar. 1960’ların sonlarından beri neredeyse süreklilik arz eden bir biçimde özel harp koşullarında yaşayan bir toplumun derin devlet meselesini böylesine karikatüri- ze ederek tartışması bir anormallik belirtisidir. En son söyleyeceğimizi başta söylemek gerekiyor; Ergenekon ya da daha genel anlamıyla kontrgerilla, derin devlet, devletin çelik çekirdeği meselelerini hafife almayı tarz haline getirmek, bu toplumun acılı tarihiyle hiçbir bağ kurulmadığı anlamına gelir, steril bir orta sınıf tavrıdır, tuzu kuruluk belirtisidir. Bu siyasi tutum, AKP’nin ikiyüzlülüğünden bile daha ağır bir ahlaki problem taşımaktadır. Çünkü sol olma iddiasındaki bir yaklaşımın - ki yukarıda çerçevesi çizilen Ergenekon’un ciddiyetsizleştirilme ya da en fazlası AKP’nin kendi muhaliflerini ezme operasyonu olarak gören düşünce tarzı, genelde kendini sol ola
rak niteleyen kesimlerde bulunmaktadır- halkın acılarını hissedememesi ağır bir suçtur. Kürtlere yaklaşımı benzer olanların Ergenekon meselesinde de yakın tutum almaları, benzer bir steril orta sınıf ruh-düşünce dünyasının kendine hayran, empati kurma yoksunu, kendini her şeyin merkezi gören, düzenini, konforunu bozmamayı her şeyden çok önemseyen eğilimlerin politik görünümleri örnek olarak alınabilir.
Ergenekon ile ilgili çok yazdık. Tekrara düşmemek adına madde madde özetleyelim:
1. Ergenekon, özel misyonu olan bir kontrgerilla örgütlenmesidir. Devlete sızmış çete falan değildir, bilfiil devletin örgütlenmesidir. Fakat derin devletin tümü de değildir. Anlaşıldığı kadarıyla devlet görevlere dönük yapılanmalar yaratarak ilerlemektedir.
2. Ergenekon’un aktif hale geçtiği dönem Mersin’deki bayrak provokasyonuyla başlar. Toplumdaki hızlı şovenleşmenin, yaygınlaşan linç kültürünün temel sorumlusudur. İttihatçı benzeri Kuvva dernekleriyle kendisine oldukça geniş bir kitle tabanı yaratmıştır, özelikle Trabzon, Mersin, İstanbul, İzmir gibi kritik bölgelerde dikkate değer bir etkinlik sergilemiştir.
3. Ergenekon’un amacı hem AB konusunda hem de Güney Kürdistan’daki gelişmelerle ilgili devletin kırmızı çizgilerini güçlendirecek bir kitle tabanı yaratmak ve AKP’yi bu kitle tabanı üzerinden belirlemektir. özelikle Irak’taki Kürt devleti oluşumunun evrimi Ergenekon’un kaderini tayin etmiştir. Bu kırmızı çizgilerin savunulması için gere
Ergenekon’da Gelinen Nokta ve Sol
kirse ABD’yle stratejik ortaklığın da sorgulanması, Avrasyacı seçeneklerin gündeme alınması değerlendirilmiştir. Soğuk savaş sonrası dünya yeniden şekillenirken Türkiye, özellikle Kıbrıs ve Güney Kürdistan gibi ulusal güvenliğini ve varoluş biçimini tehdit ettiğini düşündüğü gelişmelere karşı toplumu ve siyaseti şartlandıracak bir sosyal barikat yaratmak istemiştir. Bunu da milliyetçiliği kışkırtarak, Kürt meselesini kangrenleştirerek, yabancı düşmanı kaynaklı b ir“anti emperyalizm” pompalayarak yapmayı denemiştir. Alternatif seslerin çıkmasını olağanüstü zorlaştıracak bir sosyal abluka ve sosyal muhalefeti linçlerle sindirecek bir hat yaratmıştır. Solun içinde dahi, yarattığı manyetik alanın etkisi altında kalan ulusalcı bir hattın oluşumuna yol açmıştır. Böylece Kürt hareketiyle Türk solunun yakınlaşmasını da zorlaştıracak bir iklim oluşmuştur.
4. Ergenekon’un ABD karşıtlığını biran- ti-emperyalistlik olarak düşünmemek gerekir. Devletin ABD’den özellikle tezkere sonrası gelişmeler ekseninde yaşadığı hayal kırıklığının bir dışavurumudur. Türkiye’nin jeopolitik siyasetinin olası seçeneklerinden biri de Ergenekon’un çizdiği strateji idi. İçeride yük
seltilen aşırı bir milliyetçilik, Kürt meselesinin iç çatışmaya evriltilmesi, ABD’ye tepki üzerinden Rusya-İran hattına kayma, Güney Kürdistan’a askeri müdahale seçeneğini açık tutma bu alternatifin önemli başlıklarını oluşturmaktaydı. ABD’nin Güney Kürdistan’daki oluşumu Türkiye’ye tercih ettiği bir gelişme yaşansaydı -Kerkük’ün Kürtlere bırakılması ve Irak’ın parçalanması- bu güzergâh hayata geçebilirdi. Yani devletin topyekûn tercihi haline gelebilirdi. Böylesi bir hat değişikliğinin sosyal tabanı zaten yaratılmıştı. ABD’nin en çok nefret çektiği ülkenin Türkiye olması, Ergenekon’un misyonunda büyük oranda başarılı olduğunu da gösterir.
5. Ancak Büyükanıt ve Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretleri sonrasında görüşü değişti. Kerkük’teki referandum askıya alındı, Barzani ve Talabani’nin tüm Kürtleri kucaklayan yaklaşımları ortadan kalktı. Güney Kürdistan’a askeri müdahalesinin önü açıldı, ABD Türkiye’ye istihbarat aktarmaya başladı. 22 Temmuz seçim sonuçları da zaten AKP ile orduyu yeni bir uzlaşmaya zorlamıştı. ABD’nin bu uzlaşmanın mimarlarından biri olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye ABD ile ittifakını bozma gibi bir zorunluluk ile karşı karşıya bulunmadığına ikna edildi.
6. Bu aşamada Ergenekon’un devre dışı kalması için düğmeye basıldı. Muhtemelen siyasi ikbalini Ergenekon’a bağlayan kimi unsurların ikna edilmesinin zor olması, Ergenekon’un etkisi altında gelişen bir örgütlenmenin mevcut olması, tasfiye sürecinin sessizce işlemesini imkansız hale getirdi. Seri dalgalara ve sansasyonel bir davaya sıçrattı.
7. Operasyonların tamamı Büyükanıt- Başbuğ yönetimindeki TSK’nın icazetiyle gerçekleşmiştir. Ergenekon’un askerin tabanında da ciddi bir karşılığının bulunduğunu, kimi “genç subayların rahatsız olduğu”, NA- TO’dan çıkılması gerektiğini savunan, Teşki- lat-ı Mahsusacılar hayranı bir çekirdeğin oluştuğu operasyonların askeri kadrolara yönelmesinden de anlaşılabilir. Başbuğ, göreve gelir gelmez ordu içindeki çatallanmaları giderecek bir politika izlemeye çalıştı. Askerin cezaevi ziyareti, Tuncer Kılınç’a sahip çıkma gösterileri, Başbakanla haftalık toplantı
yol
“basıncı” bu toparlama gayretlerinin ürünüdür.
8. Son dalga, Ergenekon’un operasyo- nel gücünün hala aktif olmasına karşılık yapılmıştır. “Silahları AKP’nin polisi gömmüş, gıcır gıcır bunlar” diyenler Güngören’de patlatılan bombaları ne çabuk unuttular. İbrahim Şahin’in “alınmasaydık bir haftaya kadar temizliğe başlayacaktık” demesi de bizce gerçek bir kıyım planının varlığını göstermektedir. İbrahim Şahinle bağ kurulduğu, “sana görev vereceğiz ekibini kur” denilerek tasfiye edilecek ekibin deşifre edildiği düşünülebilir.
9. Sürecin ana aktörü ABD eşliğinde gerçekleşen AKP-Genelkurmay ittifakıdır. Fakat bu sorunlu bir ittifaktır. Taraflar zaman zaman birbirlerini açık düşürecek manevralar yapmaktadırlar. Fakat ana eksende uzlaşmanın bulunduğu da açıktır, özellikle Kürt illerindeki AKP çalışması için devletin tüm organları seferber edilmiş durumdadır.
10. Şu anda önce çıkan dış siyaset gündemi Türkiye-Kafkasya ilişkilerine yoğunlaşmış gözükmektedir. Rusya’yı Kafkasya’dan izole etme senaryosunun son ayağında Ermenistan’ı batıya yakınlaştırmak için Azerbaycan ve Türkiye’yle barıştırmak var. Azerbaycan Hava Kuvvetleri Komutanı bu gündeme ters düşmesinden dolayı öldürülmüş olabilir. İbrahim Şahin’in ekibinin de “Er- menileri temizleme planlarının” bu gündeme dönük bir müdahale olarak planlandığı düşü
nülebilir. Böylece Türkiye ve Ermenistan arasındaki olası yakınlaşma süreci darbelenmiş olacaktır. Son dalga ile bu müdahale engellenmiştir.
Bu süreçte tasfiyeyi gerçekleştirenin de tasfiye edilenlerin de halkımızın özgürlük ve adalet arayışının düşmanı olduğu açıktır. Fakat bütün bunları söylemek, yaşananların bizler açısından önemsenmemesi gereken bir gündem olduğu anlamına gelmez. Fakat tüm siyasetini anti-AKP’cilik üzerine kurmak isteyenler Kemalist tabandan da onay görebilmek adına neredeyse emekli generallerin çizdiği çerçeveye yakın bir söylem geliştirmektedirler. “Operasyon memleketin teslim alınmasının, emperyalist dönüşüm planı içerisinde tam yol gidilmesinin bir aracı, bunu baştan beri yazıyoruz.” (Sol, sayı 264, sayfa 19) Meseleyi “Cumhuriyete saldırı” olarak tespit edip neredeyse Baykal gibi avukatlığına soyunmaya teşebbüs eden bir komünist partisiyle de karşı karşıyayız. Yazının girişinde de tarif edilen orta sınıf tavrının muhakkak ki en fütursuz ve olgun temsilcisi TKP olmuştur.
Sol, genel güçsüzlüğü ve çeşitli eksenler boyunca bölünmüşlüğü dolayısıyla sürece müdahil olamamıştır. Durum bütün uygunsuzluğuna rağmen derin devleti hesaplaşma tezgâhına yatırabilirle adına önemli bir imkân yaratmıştı. Derin devletin en ciddi mağdurlarından sosyalist hareketin, bu gündemle ilgili bu kadar tavırsız kalması ve hâkim blokların dili dışında bir söylem yaratamamış
olması büyük bir olumsuzluktur. ESP’nin 12 Eylül’ü hedefleyen oturma eylemleri iyi bir düşünce olmakla birlikte tek başına kotarılmaya çalışılarak harcanmıştır. Oysa birlikte bir kampanyaya dönüştürüle- bilse gerçekten etkin bir çalışma örgütlenebilir, solun sürece dair değerlendirmesi toplumun bilincine kazınabilirdi. Şu anda sol ile derin devlet arasında bağlantı kuran zihinlerin sayısı artmış görünmektedir. Böy- lesi bir anomalinin oluşma
Ergenekon’da Gelinen Nokta ve Sol
sında, solun içinde bulunduğu atalet öncelikli etken olmuştur.
DTP de AKP’yi parlatmamak adına çok sınırlı bir yüklenme gerçekleştirmiştir. DTP toprak altından silahların ve insan kemiklerinin çıktığı şu günlerde daha etkin ve toparlayıcı bir siyaset üretebilir. Ufuk Uras ise iyi niyetli tutumunu aşırı liberalliği dolayısıyla etkisiz- leştirmiştir. İslamcı basında solu şikâyet etmek gibi akıllara zarar bir tutumla önümüzdeki dönemde oynayabileceği rolü akamete uğratmıştır. Fetullah’ın kendisinin de bir özel harp yaratığı olduğunu unutarak, Zaman Gazetesi’nde demokratlık oynanarak ne yapılmak istenmiştir? Sol ile Ergenekon arasında bağlantı kurmaya çalışanların cephaneliğinde bir mermiye dönüşmek Ufuk Uras’ın umduğu bir sonuç değildi belki de ama gerçekleşen bu olmuştur.
En önemlisi sol, büyük manyetik alanların etkisi altında iç dengelerini ve tutarlılığını yitiriyor. Liberaller ve Ergenekoncular solda kendi yansımalarını yaratmayı kısmen başardılar. DSİP, liberallerin soldaki inisiyatifi haline geldi. Devrimci hareketin darbeci köklerinin ifşa görevi bu ekip tarafından üstlenilmiştir. Tam karşısında ise -Eruygur’la To- lon’un hastaneleri önünde basın açıklaması yapan şaşkınları unutmak istiyoruz- TKP onun simetriği olarak “bu iş balon, AKP muha
liflerini temizliyor” cephesine su taşımaya devam ediyor. Dev Yol geleneği siyasetler genel olarak TKP’ye benzeyen bir yaklaşım sergiliyorlar. Solun ideolojik-örgütsel-politik aşınması hâkim blokların etkilerini üzerinde çok daha fazla hissetmesine yol açıyor.
Ergenekon siyaseti, solun; kendi bağımsız platformunu güçlendiremedikçe egemen siyasi blokların değirmenine su taşıyan figüran siyasi karikatürler olmaktan öteye gidemeyeceğinin bir ispatı olmuştur. Tersten bakıldığında da solun olmayışının Türkiye toplumunun birçok önemli yarasına merhem olabilecek, acılarıyla yüzleşebileceği bir fırsatı kaçırmasının sebebi olarak görülmesi zorunludur. Güçlü bir ideolojik merkez yaratılması, iyice artan sağa sola savruluşları engelleyebilecek bir rol oynayacağından önemsenmelidir. Solun kendi dilini ve kimliğini koruyabilmesi, halklaşma/örgütlen- me/güçlen me süreciyle paralel yürüyecek yoğun bir ideolojik üretim ve sağlamlaşma gerektirmektedir. Güçsüzlük zemininde yürütülen yüksek siyaset teşebbüsleri savrulmalara yol açıyor. Tam tersine güçsüzlük gerekçesiyle ülke gündemleri ile ilgili söz üretmemek ideolojik erime sonucunu doğuruyor. önümüzdeki dönem bu ikilemin tuzaklarından korunarak yürümek durumundayız.
u t
Büyük Bunalımda Son Durum
sMehmet Yılmazer
Dünyada Gazze saldırısı, Türkiye’de Ergenekon davasının son dalgası bunalımı unutturmuş görünüyor.
Ancak bunalım böyle olaylarla unutturulama- yacak kadar büyük olduğu için kendi hükmünü sürdürecektir. “Finans krizi” olarak başlayan bunalım giderek gerçek niteliğine bürünmüş artık “reel sektörü” vuran bir noktaya dayanmıştır. Trilyon dolarları aşan kurtarma paketleri ilan edilmesine, son olarak da faiz indirimleri uygulanmasına rağmen bunalımda bir iyileşme olmadığı gibi, 2009’un çok daha kötü geçeceği konusunda hemen tüm “uzmanlar” hem fikirdir. Bu gidişi Oba- ma’nın da durduramayacağı yakında görülecektir. Dünyanın yakın geleceği ile ilgili sağlam öngörülerde bulunabilmek için yanıltıcı görüntülerin ardındaki gerçeklikleri bir kez daha ortaya koymak gerekiyor.
ABD’nin SeçimiYıllardır kapitalizmin liderliğini yapan
ABD, sonunda bunalımın da lideri, motor gücü oldu. On yıllardır kapitalizmin eteklerinde yaşanan krizler bugün deprem merkezi olarak Amerika’yı ve batı ekonomilerini seçti. Bunun hiç de rastlantı olmadığı kapitalizmin son çeyrek yüzyıldaki gelişim tarihine bakıldığında görülebilir. İki kutuplu dünyadaki “yarışı” Sovyetler kaybetmek üzereyken, 1970’li yılların sonunda aslında Amerikan ekonomisi de çok önemli bir kavşak noktasına gelip dayanmıştı.
“19701i yıllara gelindiğinde ABD altyapısı eskimiş ve makine stoku ise diğer sanayi ülkelerinin en eskisi durumundadır... Eğer te
mel sanayi ekipmanları ve altyapı birinci sınıf bir kalitede yenilenmeye kalkılsaydı, 1979’da bunun için 3.8 trilyon dolar harcama, bütün bu yenilenme için ise en azından yirm iyi! gerekecekti. ” (M. Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s. 154)
ABD böyle bir kavşak noktasında zahmetli ve elbette kar oranları çok düşük uzun vadeli alt yapı yatırımlarıyla uğraşmak yerine silahlanmayı hızlandırma ve finans oyunlarıyla “para yaratma” yolunu seçti. Eğer bu süreçte, Sovyetler yıkıldıktan sonra, dünyaya istediği “düzeni” verebilseydi, elbette bugün başka bir Amerika, çok söylendiği gibi “Amerikan imparatorluğu” ortaya çıkacak ve başka bir dünyada yaşıyor olacaktık. Bu adımlar tıkandıkça ABD’nin 80’li yılların başında yaptığı tercihin de sonuna gelindi. Dünya sermaye birikiminin yüzde yetmişinden fazlasını dolar egemenliğinin avantajlarından yararlanarak kendi ekonomisine çekebilen Amerika, borçla ve finans oyunlarıyla yirmi yıldan fazla yaşayabildi. Irak bataklığı ve ardından gelen büyük bunalımla bu rüya bitti!
Başkanlığı devralırken Obama’nın yaptığı konuşmada Amerika’nın 1980’li yılların başında yaptığı tercihin yıkıcı sonuçlarıyla ilgili bazı itirafları görmek mümkün. Krizin uzun süreceği, Amerika’nın altyapısının, özellikle sağlık ve eğitimin yenilenme gerektirdiği ve “hiçbir şey yapmadan durma, dar çıkarları koruma, nahoş kararları erteleme vakti(nin) geride kaldığı”nın itiraf edilmesi Obama’nın bir meziyeti değildir. ABD yirmi yıldan fazladır ertelediği “nahoş kararları alma” kavşağına büyük bunalımın zoruyla bir kez daha gelip
JD
Büyük Bunalımda Son Durum
dayanmıştır.
Ekonominin soğuk diliyle konuşursak ABD’nin önünde iki yol vardır: Gerilim yaratma, silahlanma ve para oyunlarıyla yürütülen strateji ufak tefek düzeltmelerle sürdürülecektir; ya da “nahoş kararlar” alınarak spekülasyondan üretime, eskiyen alt yapının yenilenmesi yoluna girilecektir. Yol kavşağındaki ayrımları bir soyutlamayla böyle ikiye indirgemek mümkünse de, pratiğin böyle akması neredeyse imkânsızdır. ABD, kendi iç ve dünya dengelerine göre bu iki yol arasında salınım yaparak yürüyecektir.
öyle anlaşılıyor ki, ABD’nin sadece eski yolundan yürümesi artık mümkün değildir, öte yandan, büyük tasarruflar gerektiren yenilenme ve üretime yönelme adımı ise maliyeti yüksek, karı düşük ve oldukça uzun vadeli bir iştir. Kısa vadeli yüksek karlara tutkun Amerikan egemenleri ve parıltılı tüketim çılgınlığına alışmış Amerikan vatandaşları için bu yol son yarım yüzyıldır hiç yaşamadıkları sıkıntılara katlanmaları anlamına gelir. Elbette kapitalizmin mantığı açısından bu “sıkıntılar” çeşitli mekanizmalarla egemenlerden Amerikan çalışanlarının ve dünya halklarının üzerine aktarılacaktır. Ancak nasıl? Amerikanın buna gücü yetecek midir? Büyük bunalımdan çıkış yolu arayışları aynı zamanda bu sorulara Amerikan kapitalizminin vereceği cevapların da arayışlarıdır.
Yaşanan Büyük Bunalımın Özgünlükleri
Mali spekülasyon, aşırı üretim, kredilerin donması ve bunların doğal sonuçları, kapitalizmin klasik bunalım tablosunun dışına çıkmıyor. Fakat bazı yönlerden yaşanan bunalım öncekilerden farklı özellikler taşımaktadır.
İlk olarak, küreselleşmenin etkilerinden söz edilebilir. Küreselleşme bunalımın dünya kapitalist ekonomisine daha hızlı yayılması yönünde bir etki yapmaktadır. Aynı nedenle çözüm tedbirlerinde de özellikle merkezlerin uyumlu davranmasını gerekli kılar. Ancak olayların böyle gelişip gelişmeyeceği henüz bilinmiyor. Bunalım küreselleşmenin kısmen çöküşüne de neden olabilir; o zaman büyük
U L
bir panikle herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda kalabilir veya merkezlerin kısmen “uyum” içinde bunalımın ağır yükünü üçüncü dünya ülkelerine aktarması biçiminde de yaşanabilir. Bu da, zaten merkezlerden belli bir süredir uzaklaşmakta olan üçüncü dünya ülkelerinin bu kopuşunu daha da hızlandırabilir.
İkinci olarak, spekülasyonun kaynakları ve boyutlarıdır. Amerikanın dünya ekonomisini finans oyunlarına doğru sürüklemesi yeni bazı sonuçlar ortaya çıkartmıştır. Sermaye sahipliği ve şirket yönetimi (sermayenin kullanımı) arasındaki bağ kapitalizmin tarihinde hiç bu kadar kopmamıştı. Bunun en çarpıcı kanıtı çılgın CEO (yönetici) ücretleridir. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle de mali spekülasyon her şeyi bir anafor gibi içine çekti. Bunların arasında en önemlisi, “durgun para havuzları” diye adlandırılan emeklilik ve sigorta fonlarıdır. Mali spekülasyon böylece toplumdaki her kişinin sadece bugününü değil, geleceğini de doğrudan etkiler hale gelmiştir. Bu mali sistemin çökmesiyle emeklilik ve sigorta fonları da önemli ölçüde batmıştır. Amerika’da şimdiden altı milyonun üzerinde Amerika’lının emekliliğinin battığı söyleniyor. Fakat “kurtarma paketlerinin” sonuçları henüz belli olmadığı için bu rakamlar kesin değildir ve büyük olasılıkla daha da artacaktır. Bu kriz sermaye sahipliği ile onun kullanımı arasında doğan kara deliklerin boyutlarını ortaya çıkartmıştır.
Üçüncü olarak, üretim temelindeki zayıflamadır. Bunun bir yanı sermayenin spekülasyona akmasıyla üretici kapitaldeki daralmadır, öte yandan özelleştirmeler de klasik doğrudan yatırımdan çok esas olarak finans spekülasyonunun bir başka alanıdır, yeni yatırım değil el değiştirmedir. Ancak üretimdeki zayıflamadan kastımız sadece bunlar değildir, hatta esas olarak bunlar değildir. 1980’li yılların başlarında “İnformatik Çağı” veya “Yeni Ekonomi” burjuva ideolog- larca öylesine tanımlandı ki, kapitalizm bu yeni tekniklerle sonsuz bir gelişim çağına giriyordu. Bunun büyük bir yanılgı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. “İnformatik Çağı” tekniklerine umut bağlayan kapitalist gelişme aslında 2001 yılındaki krizle (Nasdaq indeksinin çöküşüyle) sona erdi. Yeni teknoloji kapitaliz-
. yol
me öncekiler: buhar, demiryolu, oto sanayi, havacılık kadar uzun soluklu bir üretim ivmesi vermedi. Bu onun yapısından kaynaklanıyordu. Bilgisayar teknikleri esas olarak mevcut üretim sistemlerini yetkinleştirmekle sınırlı kalıyordu. Ancak üretimdeki zayıflama tüm kapitalist dünya için aynı ölçüde geçerli değildir. Son yirmi yılda kapitalist ekonomide şöyle bir tablo ortaya çıktı. Çin bir zamanlar İngiltere ve daha sonra Amerika’nın oynadığı rolü; dünyanın atölyesi olma rolünü oynamaya başladı. Eğer kaba bir tasnif yaparsak Çin, Japonya, Almanya ve Fransa kapitalizmin üreten alanında yer alırken, başta Amerika ve İngiltere daha çok spekülasyon alanında yer aldı. Kapitalizmin büyük güçleri arasındaki bu saflaşma aynı zamanda bu bunalımın hem nedenlerinden birisidir, hem de çıkış yolları aranırken bu bölünme tartışma ve çözüm arayışlarına damgasını vuracaktır.
Dördüncü olarak, yukarıdaki gerçeklikten ortaya çıkan bir sonuçtur. Bilgisayar ve ona bağlı teknikler, kapitalizme, önceki devresel büyük teknik yenilikler kadar güçlü ve uzun vadeli ivme veremedi. Fakat buradan hatalı bir sonuç üretilmemelidir. Aslında bu büyük teknik yeniliklerin üretim ve sosyal yaşamın bütün alanlarına yaygınlaşması sürecinin henüz başlarındayız. Yeni tekniklerle birlikte insanlığın geleceğinde köklü değişimlere yol açacak sanayi alanları henüz şekilleniyor. Bunların başlıca ikisi: nano teknolojisi ve genetik mühendisliğidir. Burada hem maddenin moleküler yapısına hem de insanın biyolojik yapısına müdahale potansiyeli saklıdır. Bu büyük teknik gücün mülkiyeti kapitalizmin hem bugünkü bunalımının temellerinden birisini oluşturuyor; hem de gelecekte kapitalist üretim ilişkilerinin bugüne dek
yaşanmamış derinlikte sorgulanmasının zeminini hazırlıyor.
Son olarak, yaşanan bunalım, kapitalizmin (tüketim çılgınlığının) sürdürülebilir olup olmadığı tartışmasını da tetikledi. Çin liler Amerikalılar gibi tüketirse dünyanın tüm enerji kaynaklarının on yıl içinde tükeneceği hesaplanmıştır. Eskiden her geri kalmış ülkenin sosyalist yolla veya kapitalizmle “kalkınarak” gelişmiş ülkelerin yaşam seviyesini yakalayabileceği çok doğal bir hedef olarak görünürdü. Bugün bunun doğada geri döndürülemez yıkımlara yol açabileceğinden dolayı artık imkânsız olduğu biliniyor. Zaten küresel ısınma, doğanın tahribi ve enerji kaynakları sürekli gündemde olan konular haline gelmiştir. Tüketim kültürü değişmediği takdirde insanlığın doğal çevresiyle birlikte büyük felaketlerle yüzyüze gelmesi kaçınılmazdır. Tüketim kültürünü günümüzdeki çıl
gın noktalara vardırankapitalizm olduğuna göre, bu doğal sınır aynı zamanda kapitalizmin de tarihsel sınırlarına gelip dayandığınıgösteriyor.
Büyük bunalımın bütün bu özgünlükleri kapitalizmin yeni bir yapısal değişimle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. 1970’lerin ortalarından itiba
ren uğradığı yapısal değişimin belli yönleriyle sonuna gelmiştir. Sermayenin mülkiyeti ve kullanımı arasındaki kopma ve bunun içinden çıkıp gelen yaygın ve derin spekülasyonlar; üretim temelinde zayıflama; teknik gelişmelerin yarattığı-insanlığın geleceğini riske sokabilecek- muazzam güç ve bunun tekelci mülkiyetin elinde olmasının yaratabileceği keyfilik; kar için üretimin vardığı tüketim çılgınlığının insanlığın doğal ortamını tehlikeli eşiklere sürüklemesi, kapitalizmde yeni bir yapısal değişimi zorlayan temel güçler olacaktır. Ancak bunlardan bazılarının “düzeltilmesi” doğrudan kapitalizmin varlık koşulu ile çeliştiği için yeni arayışlar hiçbir zaman böyle radikal noktalara varmayacaktır. Geçici “düzeltmeler” sonuçta yeni bunalımların yolunu döşeyecektir. Bu noktadan “kurtarma paketlerinin” ne anlama geldiğine bakalım.
JD
Bunalımın Geleceği ve Kurtarma Paketleri
Kapitalizmin tarihine baktığımızda büyük bunalımlar başlıca iki sonuca yol açmıştır. Kapitalist merkezler arasındaki güç ilişkilerinde ve sermaye birikim tarzlarında köklü değişimler ortaya çıkmıştır.
Kapitalizmin ilk büyük bunalımı (1873-93) İngiliz egemenliğinde bir kırılma yaratmış, ikinci büyük bunalım ise (1929-1939) İngiliz egemenliğinin sonunu getirmiştir. 1973-83 bunalımı Amerikan egemenliğinde bir kırılma anlamına geliyordu. Ancak dünya “iki kutupluluğun gerilimi içinde olduğu için bu kırılmanın algılanması zaman aldı. Hatta Sovyetler yıkıldıktan sonra tek kutuplu dünyanın “süper gücü” olarak Amerika görüldü. Ancak kapitalist merkezler arası güç ilişkilerinin inatçı gerçekliği bu görüntülerin ardındakini çok geçmeden ortaya çıkardı. 2000’li yıllarda hızla yıpranmaya başlayan Amerikan egemenliği 2008 büyük bunalımı ile artık bir çökme noktasına gelmiştir.
Dünyadaki güç merkezlerindeki kaymaların büyük sancılar ve savaşlarla yaşandığı bilinen bir gerçektir. Esas olarak dünya böyle bir sürece girmiştir. Elbette olayların hangi somut yolları izleyeceğini bugünden öngörmek imkânsızdır. Dünyadaki çelişkinin büyüklüğü ve derinliği ürkütücüdür. Amerika, maddi ve moral olarak hızlı bir çöküşe doğru giderken dünyanın hala en büyük ekonomisi ve en büyük silahlı gücüdür, öte yandan, genel olarak Uzakdoğu ekonomileri, özel olarak Çin dünyanın yeni üretim atölyesi olmaya adaydır. Bu gerçeklik büyük bunalımın fay hattını oluşturuyor, fakat bu fay hattındaki gerilim nasıl ve ne zaman bir deprem etkisiyle ortaya çıkacaktır? Hatta fay hattının iki yanındakiler topyekün çöküş yerine “uzlaşma” yoluna girebilirler mi, sorusu sürekli gündemdedir.
Obama, İran’ı kastederek “sıkılı yumruğunuzu açarsanız biz de sizin elinizi sıkmaya hazırız” derken barışçıl bir öneri yapmış gibi görünse de bunun tam tersi de bu öneri içinde saklıdır. İran veya bunun gibi Batı stratejilerine aykırı duran ülkelere “yumruklarını açmaları” yani Batı’nın isteklerini kabul etme
d i
.......... Büyük Bunalımda Son Durum ...........
leri öneriliyor. Bu olmazsa daha şiddetli yumruklaşmaların yaşanması kaçınılmazdır. O- bama’nın savaşta stratejik ağırlığı Afganistan’a kaydırmaya hazırlanması merkez ve güney Asya’daki dengeleri değiştirmeye soyunması anlamına geliyor. Bunun somut karşılığı şimdilik dolaylı yollardan da olsa hedefin Çin, Rusya ve uzlaşma sağlanamazsa Hindistan olması demektir. Büyük Bunalımın Rusya ve Çin’i güçlü bir şekilde etkilemeye başladığı biliniyor. Dünyanın “yükselen” ekonomik güçlerine konum kaybedenler tarafından açık veya örtülü saldırıların başlatılması kaçınılmazdır. Yaşanan büyük bunalımdan “çıkış yolu arayışları” aynı zamanda güç merkezleri arasındaki çatışmanın temel zemini olacaktır.
Büyük Bunalım sermaye birikim tarzlarını nasıl etkileyecektir? Bunun her zaman iki yönü olmuştur. Kapitalist merkezlerdeki uygulamalar ve merkezlerin sermaye birikimi için üçüncü dünya ülkeleriyle kurdukları ilişkiler büyük bunalımlarla önemli değişimlere uğramıştır. Kapitalizm serbest rekabetçi birikim tarzından tekelci tarza geçtiğinde ilk büyük bunalımını (1873-93) yaşadı. Bu süreçte geri kalmış ülkeler sömürgeleştirildi. İkinci büyük bunalımla (1929) kendisi devletçi Keynes ekonomisine geçerken, üçüncü dünya ile ilişkileri yeni sömürgeciliğe dönüştü. Kapitalizmin “altın çağı” bitip üçüncü büyük bunalıma (1973) girince neoliberal ekonomi uygulamalarına geçti. Bu merkezlerde kendini serbest pazara geri dönüş ve finansa kayma olarak gösterirken, üçüncü dünya ülkelerinde özelleştirmeler ve sıcak para vurgunları olarak yaşandı. Netice olarak, otuz yılı aşkın sürdürülen sermaye birikim tarzı büyük bir bunalımla tıkanma noktasına gelmiştir. Kapitalist merkezler şimdi yeni yollar arıyorlar.
Şimdilik ortaya çıkan yolun iki yönü vardır: Batan büyük finans kurumlarına devletlerin el koyması ve “kurtarma paketleriyle piyasaya yatırım ve talebi arttırmak için para pompalanmasıdır. Yaşanan bunalım 1929’u anımsattığı için, çözüm yolları aranırken de ilk akla gelen yeniden Keynes uygulamalarına dönüldüğü yanılgısıdır. Bu mümkün müdür? Veya bugün alınan tedbirler Keynes ekonomi politikalarına bir geçiş midir?
yol
Başlıca üç nedenle Keynes uygulamalarına geçiş mümkün değildir. Keynes uygulamaları savaşla yıkılan dünyada Amerika’nın liderliğinde ekonomilerin oldukça katı kurallara bağlanması ve hatta merkezler arası yıkıcı rekabetin sınırlandırılması anlamına geliyordu. Kapitalist merkezler bir güçlü merkezin yönetiminde uzlaşıyorlardı, öte yandan yaşanan büyük sınıflar savaşı ve ortaya çıkan Sosyalist Sistem nedeniyle kapitalist merkezlerde işçi sınıfıyla burjuvazi “refah devletleri” zemininde uzlaşma yapıyordu. Son koşul ise, savaşın yıkımının yarattığı büyük talebin karşılanması için yaygın ve hızlı yatırımların Amerikanın devasa birikmiş sermayesi ile finanse ediliyor olmasıdır. Bugün merkezler arası bir uzlaşmayı sağlayacak güç merkezi yoktur. Talebin yaygın kaynağı olan işçi sınıfı ile uzlaşmayı dayatacak güçlü sınıf örgütlenmeleri ve mücadelesi de yoktur. Bunların yanında yatırımları canlandıracak bir gerçek sermaye birikimi de yoktur. Bunun yerini Amerikan merkez bankasının banknot matbaası alamaz, ya da alırsa bunun çok daha yıkıcı başka sonuçları olacaktır. Japon ekonomisi 1990 yılında bunalıma girdiğinde bugün niyetlenilen ekonomi politikaların hepsini uyguladı. Devlet fonlarıyla büyük altyapı yatırımları yaptı ve ekonomiye para şırınga etti, ancak Japon ekonomisi bir türlü kıpırdamadı. Çünkü tıkanan tüm sistemin bir kenarına biraz yağ pompalamanız çarkların yeniden dönmesine yetmiyor. Eğer kapitalizm bunalımlardan piyasaya -kaynağı merkez bankası matbaası olan-para sürümüyle kurtulabilseydi, zaten hiç kriz yaşamazdı; ya da krizlerden çıkışlar çok sancılı olmazdı.
“Kurtarma paketleri” elbette bir oyun veya saçmalık değildir, bir anlamı var ve önemli sonuçları olacaktır. Fakat kimler, nasıl kurtarılacaktır toz duman arasında burası karanlıkta kalıyor.
Çözüm Arayışları ve Putin’in Dedikleri
Amerika ve Avrupa bol bol kurtarma paketleri açıkladılar, ancak gerçek ekonomide resesyon derinleşerek devam ediyor. Bu yılın Nisan ayında yeniden G 20’lerin toplantısı olacak. Buradan kapitalist ekonominin
krizden çıkmak için tek merkezden yönetimi yönünde bir uzlaşma çıkar mı? Bu toplantıda yapılacak tartışmaların içeriğini görmek için Putin’in Davos Dünya Ekonomik Formu’nda yaptığı konuşmaya bakalım. Putin sorunları çok açık ve sade bir biçimde ortaya koymuştur.
Putin önce birkaç uyarıda bulunur:
“Korumacılık ve sınırsız ekonomik bencilliğe düşülmemelidir.” Amerika’nın yaptığı devletleştirmelere de şüpheyle yaklaşır: “Ekonomik yaşama aşırı müdahale ve devletin sonsuz gücüne körce inanç düşülebilecek diğer olası hatadır. ” “Krize karşı önlemler mali popülizme ve sorumlu makro ekonomi politikaların geliştirilmesini göz ardı etmeye neden olmamalıdır. Bütçe açığının ve kamu borçlarının onarılamaz şişirilmesi borsa macerası kadar yıkıcı olur. ” (Wall Street Journal, 29.01.09) Rusya Amerikan yönetiminin bol sıfırlı kurtarma paketlerine hiç de olumlu bakmıyor. Bunun nedenine gelmeden Rusya’nın krize karşı tedbir olarak ileri sürdüğü önerilere bakalım:
1- “Olayların gerçek durumunu görmeliyiz. İş dünyası, çok acı verecek olsa da, geri dönmesi imkânsız borçları ve “kötü” varlıkları silmelidir.
2- “Bilançoların temizlenmesinin yanında artık sanal paradan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Kanımızca gelecek ekonomi gerçek değerler ekonomisi olmalıdır. ”
3- “Tek bir rezerv paraya bağlı olmak küresel ekonomi için tehlikelidir. Sonuç olarak, rezerv para basanların daha açık mali politikalar yürütmeleri önemlidir. Daha da ötesi, bu uluslar uluslararası kabul edilmiş makro ekonomik ve mali disipline uymayı taahhüt etmelidirler. ” (a.y.)
önerilerin anlamı şudur. Geri dönüşsüz borçların ve türev kâğıtların silinmesi, şirketlerin kurtarma operasyonları ile ayakta tutulması yerine batışa bırakılması demektir. Böylece herkes önünü görebilecek, yatırımların yönü ortaya çıkacaktır. Bu aslında her bunalımda değersizleşen sermayenin süpü- rülmesi olayıdır. Ancak yaşanan büyük bunalımda bu sermaye kitlesi o kadar büyüktür ki, onun süpürülmesi aynı zamanda büyük sos-
JD
Büyük Bunalımda Son Durum
yal olaylarla birlikte olabilir. Daha önceki büyük bunalımlarda bu süpürülme genellikle savaşlarla yapılmıştır. Hem değersizleşen sermaye kitlesi hem de değersizleşen iş gücü savaşlarla yok edilmiştir. Aslında, belki de ölmüş dev firmaların kurtarma operasyonları ile ayakta tutulması pazarda zehirli bir ortam yaratır. Sermaye bir türlü kuşku ve korkularından kurtulup yatırıma yönelemez. Putin bu zehirli ortamın kurtarma operasyonları ile örtülmesini değil doğal batışlarla ortamın bir an önce temizlenmesini öneriyor.
İkinci öneri neoliberalizmin gözdesi spekülasyonun ana kaynakları sıcak para ve hatta borsadan artık kurtulmanın zamanının geldiğini söylüyor. “Gerçek değerlere” dayanan bir ekonomi, kapitalizmin içinden spekülasyonu söküp atmak demektir. Neoliberalizmin çöküşü ne ölçüde derin olursa olsun bu mümkün değildir. Kapitalizmin “altın çağı” denen 1945-1980 arası dönemde gerçekten Kıta Avrupa’sı ekonomilerinde borsa son derece sönüktü ve sıcak para da yoktu. Fakat kapitalizm bu yoldan o da Kıta Avrupa’sıyla sınırlı olmak kaydıyla ancak kırk yıl yürüyebildi. Rusya zaten borsayı fazla sevmediğini krizin başlarında onu ikide bir kapatarak göstermişti. Kar vurgununa dayanan bu sistemde normal gidişte kar sıkışması yaşanmaya başladığında spekülasyon kaçınılmazdır. Bütün bu gerçeklere rağmen Rusya’nın bu tepkisi önemlidir. Kapitalizm
pek çok yönden sınırlarına dayanırken onun kanserli yanlarının daha fazla göze batması ve tepki doğurması sistemin temel mantığını sıkıştıran etkiler yaratacaktır.
Üçüncü öneri, ayrıca üstünde fazla bir şey söylemeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. Çok kutuplu dünyayı savunan Rusya “tek rezerv para”nın da sona ermesini istiyor. Bu Amerikan egemenliğinin sonuna işaret eden bir olgudur. Ancak bu yolda daha yürünecek çok yol vardır.
Rusya kurtarma paketlerindeki “mali popülizme”, “bütçe ve kamu açıklarının” aşırı şişirilmesine karşı çıkarken ve bunun borsadan daha çok yıkımlara yol açacağını vurgularken tümüyle haklıdır. Ancak bunun bir doğruyu vurgulamaktan öteye bir anlamı vardır.
Bu noktada nisanda gerçekleşecek G20 toplantısının hassas gündem maddesine gelinir. Bunalımın merkezi Amerikan ekonomisinin, eğer rakamlara güvenebilirsek, “kurtarılması” için 5-6 trilyon dolara gerek vardır. “Kurtarma”nın veya bu rakamı bulmanın ise başlıca üç yolu vardır. İlki, oldukça fazla dolar rezervi olan başta Çin, Japonya ve Uzakdoğu ekonomileri, Körfez ülkeleri ve Rusya gibi ülkelerden Amerikan ekonomisine gerçek sermaye transferidir. Amerika bu konuda G20’ye baskı yapacaktır. Çünkü hala en büyük ekonomi kendisidir, “benim eko
nomim geniş- lemeye başlamazsa siz ürünlerinizi nereye satacak- siniz” diyecektir. Krizden çıkışa çok kısa vadeli bakılırsa Amerika haklıdır da!
Bu bir anlamda dünyanın kendini feda edip Amerikan ekonomisini kurtarması anlamına gelir. İkinci yol, eğer dünya Amerika için elini cebine atmazsa bunalım dolar basılarak finanse edilecektir. Amerika bu yola girerse bunu ilk kez
U L
yol
yapmıyor olacak. Aslında bunu çeşitli kereler, özellikle 1980’li yıllar sonrası yapmıştır. Ancak bu boyutta bir finansman ilk kez gerçekleşecektir. Matbaada basılan Amerikan dolarının gerçek ekonomiden yeniden kazanılması, Amerikan vergi mükelleflerinin ezilmesi ve dünya halklarının enflasyon ve başka araçlarla soyulması anlamına gelir. Kimse bu soyguna gönüllü rıza göstermeyeceğine göre, doların arkasındaki gerçek güç; Amerikan Silahları devreye girmek zorundadır. Üçüncü yol, Rusya’nın “bilânçoların temizlenmesi” dediği şeydir. Devlet koruması yerine firmaları batışa bırakmaktır. “Mali popülizme sapmadan, bütçe ve kamu mâliyesini şişirmeden” yol almaktır. Bu yoldan gidilmesi en fazla şişen Amerikan ekonomisinin önemli ölçüde küçülmesi anlamına gelir.
G20’den hangi sonuçların çıkacağını bilmiyoruz. İlk yol, Amerika’nın dünyayı gücüyle kendinin finanse edilmesine razı etmesi anlamına gelir. VVashington’un buna gücü yoktur. Üçüncü yol ise, dünyanın Amerika’yı küçülmeye razı etmesi anlamına gelir. Buna da dünyanın gücü yetmez. Geriye ikinci yol kalır. Dolar basarak bunalımı finanse etmek ve bunun yükünü zaman içinde vergilerle Amerikan vatandaşlarına, enflasyon ve çeşitli finans oyunlarıyla dünyaya aktarmak! Bunun olabilmesi için doların dünya parası olarak konumunu koruması gerekir. Koruyabilmesi için ise doların arkasında güçlü bir Amerikan ekonomisi bulunmalıdır. Oysa doların arkasında artık güçlü bir Amerikan ekonomisi yok, ancak hala güçlü Amerikan silahları vardır!
Büyük bunalımların güç merkezleri arasındaki dengeleri değiştirdiğini ve aynı zamanda sermaye birikim tarzlarında da değişimi zorladığını söylemiştik. Kurtarma paketlerinin denkleminden hangi sonuçlar çıkabilir?
Keynes uygulamalarını imkânlı hale getirecek bir merkezi uyum olasılığı çok zayıf olasılıktır. öte yandan, finans oyunlarıyla para yapmanın yolu da tıkanmış görünüyor. Ancak ABD trilyon dolarlık kurtarma paketleriyle topyekûn bir dolar spekülasyonuna soyunu
yor. Bunun uygulanması dünya ekonomisi için yeni ve daha büyük çöküşleri hazırlayabilecek bir yöneliştir. ABD’nin bu riski göze almaktan ve zaman kazanmaktan başka bir seçeneği görünmüyor.
ABD aynı zamanda dünyadaki üretim politikalarını denetleyebilmek ve hatta yön verebilmek için dünya enerji alanlarında söz sahibi olmayı sürdürmek zorundadır. Yoksa eskimiş altyapısı ve büyük erozyona uğramış sermaye yapısıyla hızla dünya ekonomisinin marjinal güçlerinden birisi haline gelebilir. Yaşanan bunalım, enerji alanlarını denetlemek ve yeni enerji tipleri yaratmak için şiddetlenecek rekabeti çok daha yüksek boyutlara taşıyacak bir rol oynayacaktır.
Bu gerçeklerden iki önemli sonuç çıkıyor: Merkezler arası rekabet ve çatışmalar artacak ve üçüncü dünyanın paylaşımı derinleşecektir. Irak ve Afganistan deneylerinden sonra ABD üçüncü dünyanın kritik stratejik öneme sahip bölgelerinin yeniden sömürgeleştirilmesi yoluna devam edebilir mi? Edebilir! Zaten başka çıkış yolu da yoktur. Ancak bu kez Afganistan’ın işgali öncesi eski dostlarını bir kenara iterek ve aşağılayarak değil de, seçilmiş ittifak güçleriyle bu yola devam edebilir.
Sonuç olarak, büyük bunalımın başların- dayız. Onun dünya dengelerinde ve kapitalizmin yapısında yol açacağı köklü değişiklikler henüz birikim aşamasındadır. Amerikan emperyalizmi dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesi yoluna “tek başına” ve Afgan savaşıyla çıkmıştı. Büyük bunalımın kendi dinamikleri VVashington’a bu yolun derinleştirilmesini dayatıyor. Fakat aynı zamanda yeni ittifak güçlerini de zorunlu kılıyor. Dünyadaki güç dengelerinin çok oynaklaştığı günümüzde bu ittifakları sadece eski kalıplar içinde düşünmek hatalı ve eksik olur. Ancak özellikle Amerika’nın neleri zorlayacağını bugünden kestirmek de çok zordur. Ancak Oba- ma’lı yılların Bush yıllarını aratacağını söylemek hiç de abartı olmaz.
Bu gidişin karşısında duracak güçlü bir başka “kutup” yok! Ancak yeniden sömürgeleştirme adımı derinleştikçe dünya halkları bir başka kutbu mutlaka yaratacaktır.
JD
Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)
M. Akyol
Ekonomik krize karşı bugüne kadar pek çok tepkiler dile getirildi. Henüz bu tepkilerin genel karakteri üzeri
ne bir şey söylemek zor, ancak gerçek olan o ki, işçi sınıfı ve ezilen halkların tepkisi, daha önceki krizlerle karşılaştırıldığında henüz oldukça cılız. Bu yazının amacı, krize karşı sendikal hareketin verdiği çok tipik iki tepkiyi incelemek, daha sonra sendikal hareketin krize karşı verdiği ve veremediği tepkiler incelemektir.
I.
Krize Sıradan Bir TepkiEkonomik krizin boyutları üzerine her ka
fadan bir ses çıktığı süreçte, Davos’ta toplanan dünya ekonomi ve politikası seçkinlerinin gündeminde, kriz sonrası dünyanın şekillendirilmesi vardı. Ancak her yıl .Dünya Ekonomik Forumu adı altında bir araya gelenler, bırakın kriz sonrasını gündeme almayı, hala krizin nedenleri ve boyutları konusunda dişe dokunur bir şey söyleyemediler.
Aynı günlerde İngiltere’nin adı sanı duyulmamış Lincolnshire kasabasında 500 inşaat işçisi, sendikanın karşı çıkmasına aldırmadan greve çıktılar. Grev bir anda ülkenin kuzeyine yayıldı, daha ikinci günde 15 ayrı işyerinde daha kendiliğinden grevler patlak verdi. Greve katılanların sayısı hakkında kimsenin kesin bir bilgisi yok, ama binleri bulduğunu herkes kabul ediyor. Grevin gerekçesi ile aynı gün İngiliz başbakanının Davos’ta
< J L
yaptığı konuşma arasında ise ilginç bir benzerlik var.
Kime Karşı Grev?Total petrol tekelinin kuzey İngiltere’deki
bir rafinerisini genişletme işinin bir İtalyan firmasına verilmesini takiben, buraya gelen 120 civarındaki İtalyan ve Portekizli işçiye karşı duyulan öfke bir anda bu rafineride çalışan diğer inşaat işçilerinin grevine dönüştü. Lincolnshire kasabasının bulunduğu bölgede özellikle yapı işçileri arasındaki yüksek işsizlik oranı ve gelen göçmen işçilerin daha düşük ücretle çalıştırılmaya başlaması öfkenin patlamasının nedeni.
Grevci işçiler, ‘İngiliz işi İngiliz işçisine’ sloganı altında, hem işlerinin kendi bakış açıları ile ellerinden alınmasına, hem de daha ucuza çalıştırılmaya karşı tepkilerini dile getiriyorlar. Ancak bu ‘İngiliz işi İngiliz işçisine’ sloganı kamuoyuna hiç de yabancı değil, şu anki İşçi Partili Başbakan Brown, başbakan olduktan hemen sonra yapılan İngiltere Sendikalar Birliği (TUC) kongresinde yaptığı konuşmada ilk defa bu sloganı dile getirmişti. İşte çalışan işçiler onun sloganına ‘sahip çıkarken’ o da Davos’ta aynı konuda başka telden çalıyordu.
Bu yıl yapılan Davos’taki Dünya Ekonomik Formu’na katılan diğer konuşmacılar gibi Brown da krize karşı önlem adı altında iç piyasayı koruyucu tedbirler alınmasına şiddetle karşı çıkıyor, yani kriz sonucu İngiltere’de
yol
işsizlik artarsa, İngiltere dışından göçmen işçi gelmesinin kısıtlanması gibi bir tedbir olamaz demeye getiriyordu sözü. İşçiler ise 2 yıl önce söylediklerini ‘başbakanlarına’ hatırlatmak için grevden başka bir yol göremediler.
İngiltere’nin sicilli ırkçı partisi British National Party (BNP) nin de bu bölgede aynı sloganla kampanya başlatması ve gene aynı bölgede biranda ırkçılığın hortlamasıyla göçmen işçilere yönelik saldırıların birbirini izlemesi, bu slogan ve grevci işçilerin talepleri konusunda düşünmeyi zorunlu kılmakta. Ayrıca 1930 krizi sonrası gene ırkçı sloganlarla Almanya’da iktidara yürüyen Hitler faşizmini de hiç unutmamak gerekli.
Grevin AmacıGrevin amacı, son derece açık. Tersane
işçileri işlerini kaybet istemiyorlar, daha ucuza çalışacak işçilerin karşılarına çıkarılıp ucuza çalıştırılmak istenmelerine karşı çıkıyorlar. Buraya kadar tartışılacak bir durum yok. Bundan sonrası mücadelenin biçimi ve sloganları. Doğru olan elbette ki, oraya gelen İtalyan ve Portekizli işçilerin birleşerek işverenin saldırılarına ortak bir cevap vermeleri. Bu günkü şartlarda bu ne kadar mümkün? Bu prensibi tekrarlayıp, üzerimize düşen ‘görevi’ yapmış olmanın huzuru ile arkamıza yaslanabilir miyiz? Yoksa ‘rahatımızı’ bozacak sorular mı sormamız gerekli?
Evet doğru, bu prensibi hayata geçirmek için sınıfın politik ve sendikal örgütlenmesini yaratmak, güçlendirmek gerekli. Ama sınıf mücadelesi bizim bu hazırlıklarımızı bitirmemizi beklemiyor ki, hele kriz beklemek yerine deyim yerimdeyse bizi ezip geçiyor.
Sonuçta vardığımız yerin BNP’ nin yanı olması elbette kolay yutulur bir lokma değil. Ya da iki yıl önce Brovvn’un söylediklerini, -bugün kendisi tersini savunuyor olsa bile- savunmak durumuna gelinmesi. Nitekim İngiliz sendikaları ilk elden, izinsiz greve giden işçilerden biran önce grevi bırakmalarını istediler. Bunu takiben grevin ilk haftası dolduğunda, işyerine gelecek göçmen işçilerin sayısını yarıya indirmeyi başardıklarını söyleyerek, grevci işçilerin ağzına bir parmak bal sürdüler ve sonunda amaçlarına ulaştılar, grevler sona erdi. İngiliz inşaat işçileri sendi
kasının, sendikal hareket içindeki ilerici kanatta olduğunu da buna ilave edelim.
Tablomuz şu şekilde; bir yanda sendikaya rağmen kendiliğinden haklı talepleri doğrultusunda greve giden işçiler, onları destekleyen yöre halkı ve ırkçı parti. Karşı tarafta ise işveren, iktidardaki işçi partisi ve sendikalar. Bu denklemde eksik olan bir şeyler var kuşkusuz, zaten denklemin dengesini de bozan tam da bu, dogmatik olmayan sınıf bakışı. Kaskatı formüllere dayanarak olayları yorumlamak hiç de zor değil. Nitekim sol hareketlerin bugün yaptıkları tam da bu. Yapılmayan? Evet yapılmayan neredeyse 160 yıl önce söylenmiş, ‘şimdiye kadar filozoflar dünyayı anlamak için uğraştılar, oysa şimdi...’
Chicago’da Fabrika İşgaliİkinci tipik tepki ABD’ den. 5 Aralık Cuma
günü ABD’nin krizden en çok etkilenen şehri Chicago’daki Republic Windows and Doors işyerinin kapatılma kararı almasına tepki olarak Bağımsız UE Sendikası’na üye (United Electrical, Radio and Machine Workers of America) 260 işçi işyerini işgal etti. 1930 yılından bu yana ilk defa ABD’de yaşanan bu fabrika işgali, mevcut ekonomik krizin 1929 krizine benzerliğinin başka bir göstergesi.
İşyeri yönetimi, işyerini kapatma kararını almalarının nedeni olarak, Bank of Ameri- ca’nın işyerine kredi vermeyi durdurmasını gösterdiler. 1963 yılında kurulmasından bu yana tüm bankacılık işlemlerinin bu banka tarafından yürütüldüğüne dikkat çeken işyeri yönetimi, banka ile yaptıkları görüşmelerden bir sonuç çıkmayınca bu kararı aldıklarını söylüyorlar.
Aslında bu haber, ekonomik krizini ağırlığını iyice hissettirdiği günümüzde sıradan bir haber olarak gazete sayfalarında kaybolabilirdi. Ancak işyeri ile aynı şehirde oturan geleceğin ABD başkanı Obama, işyerini işgal eden işçilere hak verdiğini söyleyince, en azından ABD kamuoyunda bir anda en çok tartışılan konu haline geldi.
Ama işyerini asıl gündeme oturtan bankanın tutumu. Daha bir ay öncesinde batma tehlikesi ile karşı karşıya olan ABD’nin en büyük bankası Bank of America, hükümetin ön-
J9J
ce 25 Milyar, daha sonra bir 10 Milyar daha yardımı ile paçayı kurtarmıştı. Hükümet bu yardımları, “BOA’nın işyerlerine kredi vermeyi durdurmasına engel olmak için” yaptığını açıklamıştı.
Bu durum, fabrika işgalini takip eden saatlerde tüm ülkede bir dayanışma dalgasının oluşmasına neden oldu. İşgali gerçekleştiren UE sendikası 40.000 üyeli bağımsız bir sendika. Buna rağmen iki büyük sendikal federasyon AFL ve CTW, hiç tereddüt etmeden eylemi destekleme kararı aldılar. Gerek Chicago valisi, gerekse de politikacılar birbiri ardından, işgalci işçileri ziyaret için adeta kuyruğa girdiler. İşgal, üçüncü gününde artık tüm ülkede konuşulan bir konu haline geldi.
Kuşkusuz bu, hükümetin banka ve finans kurumlarını kurtarmak için milyarları harcamasına duyulan, ama bugüne kadar bunu açıkça dile getirmeyenlerin artık suskunluklarına son vermeleridir. Yıllardır yeni liberal politikalar, öncelikle çalışanlara darbe vururken, hükümet de “devletin kasasında para yok” diyerek kamu harcamalarını işçilerin aleyhine kıstı. Şimdi çalışanlar kendi kendilerine soruyorlar tabi, “bize vermek için devletin kasasında para yoktuysa, şimdi bankalara verilen bu paralar nereden çıktı?” Soru elbette haklı, hele bu miktar ABD devlet bütçesinin bir kaç katı ise, daha da haklı.
öte yandan yine Chicago’da kurulu bulunan üç büyük araba üreticisi, bugünlerde hükümetten -tıpkı bankalar gibi- milyarlar “dileniyor.” GM, Chrysler ve Ford 35 Milyar’a razılar, ama hükümetin belli şartlar öne sürmesini anlamakta güçlük çekiyorlar. Hükümetle ilk görüşmeye özel jetleri ile giden işyeri yöneticileri, buna tepki gelmesi üzerine ikinci görüşmeye, kendilerinin geliştirdikleri, çevreye daha az veren arabalarla gitmeyi tercih ettiler.
Görüldüğü kadarı ile mevcut düzene karşı biriken öfke tahminlerin çok ötesinde. Republic Windows and Doors işçileri belki de çalışanların yeni bir mücadele sürecini başlatacak bir kalkışma olarak görülüyor. Yine bu hareketin bir bağımsız sendika öncülüğünde başlamış olması da sürecin ilginç ayrıntılarından biri.
..........Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)
Sendikalar ve KrizSendikal hareketin dünya çapında bir kriz
içinde bulunduğu sırada patlak veren ‘büyük kriz’, sendikal hareketi oldukça ‘gafil avladı’. Daha ne olduğunu anlamadan sendikalar, çekmecelerinde hazır tuttukları ‘reçeteleri’ birer ikişer piyasaya sürmeye başladılar, önce hamasi nutuklar atıldı, ‘krizin faturası çalışanlara çıkarılamaz!’ Bunu ‘basın açıklamaları’ ile sendikaların taleplerinin ‘kamuoyuna duyurulması’ izledi. Bazı ülkelerde ise sendikalar ‘hükümetlerine’ ekonomik krizden nasıl çıkılabileceğine dair şöyle ‘programlar’ sundular:
- Ekonomik kriz sırasında devlet altyapı yatırımlarını arttırmalı
- Mali kurumların denetlenmesi ciddiye alınmalı
- Banka yöneticilerine ödenen yüksek primlere engel olunmalı
- Tüketimin kısılmasına engel olmak için ücretler arttırılmalı
Bunlardan ilk üçü bilindiği gibi sendikalardan çok önce hükümet sözcüleri, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar tarafından zaten dile getirilmişti. Sendikalara da bunları desteklemek mi kalıyordu?
2008 krizine sendikaların tepkisi pek çok bakımdan 1929 krizine verdikleri tepkiyi hatırlatmakta, ilk elden işverenlerle anlaşarak krizi savuşturmaya çalışmak, doğrudan ifade edilmese bile, sendikaların ana yönelimi olarak ortaya çıkmakta. Pek çok haklı talep, bu anlamda kriz bitene kadar rafa kaldırılmakta. Nitekim pek çok ülkede sendikalar ücret zammından vazgeçmiş dürümdalar, çalışma süresinin kısaltılması ve benzeri hak talepleri ise bir sonraki ‘bahara’ ertelenmiş durumda.
Bunun sonucunu ise tarih sayfalarından öğrenmek çok kolay. Sadece Almanya’da 1929 ila 1931 arasında grevci sayısındaki düşüş %75 gibi inanılmaz bir orana ulaşmış ve bu yıllarda çalışanların ücretleri %20 oranında azalmış. Sonuç : ‘Sendikalar üyelerinin üçte birinden fazlasını kaybetmişler.’
II.
yol
Ulusal KeynesçilikSendikaların bu duruşu kuşkusuz sendi
kal hareketin baş belası Keynesçi düşüncelerin bir sonucu. En basit ifadesi ile Keynesçi ekonomi politikalar, kronik üretim fazlasını ortadan kaldırmak için alım gücünün devletçi politikalarla arttırılmak istenmesidir. Kapitalist üretim biçiminde her zaman, artı değer sömürüsünün dolaylı bir sonucu olarak tüm üretilenlerin tüketilmesi imkânı yoktur. Üretim fazlası bu anlamda düzenin baş belasıdır. Daha fazla kar için daha fazla üretim dürtüsünün karşısına üretilenin tüketilememesi dikilir.
Bugüne kadar pek çok ekonomist ve düşünür çözümü olmayan bu soruna bir çözüm bulmak için uğraştılar, Keynes de bunlardan biri, üstelik alım gücünü arttırma gibi bir önermesi olduğundan sendikaların ister istemez sempati ile baktıkları bir düşünür. Düşündüklerinin bir çözüm üretmediği defalarca görüldüğü halde gene sendikalar dönüp dönüp Keynes’e sarılırlar.
Küreselleşme diye adlandırılan 89 sonrasında, ulusal sınırlar içinde reçete sunan Keynes bir daha anılmaz diye bekledik, ama gördük ki sendikaların dağarcığında başka bir şey yokmuş.Gene küreselleşmeci düşünürler, yukarıda belirtilen sorunun, yani kapitalizmin sürekli üretim fazlalığının, ulusal sınırların üretim ve tüketim için kaldırılması ile çözüleceğini sandılar. Gerçekten de ilk aşamada bir ülkedeki üretim fazlasının başka bir ülkeye aktarılması ile bir çözüm bulunmuş gibi oldu. Ama bir adım ileri gidince bu kez dünya çapında bir üretim fazlası ortaya çıktı.
Oysa sendikalar krizin sonuçlarının neler olabileceğini ekonomistlerden
daha iyi bilirler/bilmeleri gerekir. Mevcut krizin doğuracağı muhtemel sonuçları bir sendika hemen şu şekilde tespit eder/etmesi gerekir.
1. Her şeyden önce mali sektörde çalışanların sayısı önemli oranda gerileyecek.
2. Banka ve mali kurumlan kurtarmak için milyarlar harcanacak, buna karşın vergi gelirleri azalacak olan kamu sektörü, kaçınılmaz olarak kamu hizmetlerinden kısıntıya gidecek
3. Kamuya ait sağlık ve emeklilik sigortalarının varlıklarının değer kaybetmeleri ve gelirlerinin azalması sonucu hizmetlerinde de kısıntıya gidilecek
4. Bir yandan finans imkânlarının daralması, bir yandan da tüketimin düşmesi sonucu endüstriyel işletmeler ürettiklerini satamaz hale gelecek, işçi çıkarılması gündeme gelecek
5. İşsizliğin artması, sermayenin sosyal haklara saldırısı için daha uygun bir ortam
JD
yaratacak.
Bu noktalardan hareketle, örneğin bankaların kurtarılması için milyarlar harcamak yerine, onların çalışanların ve halkın kontrolünde bir kooperatife dönüştürülmesini istemek neden bir ütopya olsun? Bu haklı talebin gerçekleşmesi ile yukarıda sıralanan tüm olumsuz gelişmelere toptan bir cevap verilmiş olmuyor mu?
Ama böyle bir teklifin getirilebilmesi için, kapitalizmin aşılması gereken bir üretim tarzı olduğunu sadece aklımıza değil ama aynı zamanda yüreğimize de yazmak gerek.
Kriz ve Üretim Organizasyonları2008 krizi, içinde bazı ilginç noktaları da
taşıyor, örneğin bazı analizlerde bu ekonomik krizin aslında 2000 yılları başında patlaması gereken bir kriz olduğu, ancak sistemin ‘paradan para yapma’ ilkesini aşırı boyutlara çıkarmasının bu krizi günümüze ertelediğine dikkat çekiliyor. Gerçekten 74 krizi sonrası, devasa boyutlara varan yatırımların kârlılığı azaltması ve geliyorum diyen üretim altyapısının yenilenmesi sorunlarını çözmek için yeni yönelimler gündeme geldi. ‘Yalın üretim’ kavramı altında toplanacak yeni üretim organizasyonları bunların başında gelir. Hem bunu olanaklı kılacak, hem de üretkenliği arttıracak bilgi ve iletişim teknolojilerinin üretim sürecinde kullanılması da başka bir araç olarak ortaya çıkmıştı.
Bunu takip eden süreçte, yatırım için gerekli sermaye miktarı azalma eğilimi gösterirken, üretim fazlasının da gerekli altyapı yenilenmesine yöneltilmesi olanakları ortaya çıktı. Bu belki de kapitalist üretim biçiminin kendisini yenilemeyeceği tezlerinin tarihin çöplüğüne atılmasına neden olacaktı. Ama 1989’da sosyalizmin kalesine kendi bayrağını diken kapitalizm, belki de bu zafer sarhoşluğu ile yukarıda belirtilen süreci bir anlamda yarıda bıraktı.
İlk sermaye birikimi için kapitalizmin sömürgeleri yağmalaması gibi 21. yüzyıla gelindiğinde gerekli sermayenin ‘paradan para yapma’ ile elde edileceği hayali ‘yeni liberal politikalarla’ gerçeğe dönüştürülmeye çalışıldı. Buna artı değeri yüksek silah ekonomilerinin genişlemesi de ilave edildi. Bu aynı
( I L
..........Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)
zamanda silah zoru ile bu sömürünün kabul ettirilmesi için de bir gereklilikti.
öte yandan yeni üretim organizasyonları, esas olarak işçinin ‘kol emeği’nin yanı sıra ‘kafa emeğini de’ sömürmeyi amaçladığından, üretim sürecine çalışanların ‘müdahalesini de gerekli kılıyordu. Üretkenliğin nasıl arttırılacağı işçilere soruluyor, onlar da düşüncelerini söylüyor ve uyguluyorlardı. Hatta ‘üretim adacıkları’ gibi yöntemlerle bu soruların sorulması da çalışanlara bırakılıyordu. Bu noktada sistemin alarm ışıkları yanmaya başladı, üretim sürecinde bir inisiyatifi ele geçiren işçilerin bu noktada durmayacağı fark edildi. Tam bu noktada kapitalizm sert bir viraj aldı, işçilerin ‘kafa emeğini’ harekete geçirme ile başlayan sürecin nereye gideceği meçhuldü, bu nedenle yeni üretim organizasyonları bir anda kenara atılmadı ama geliştirilmesi frenlenmeye başlandı.
Başka bir deyişle kapitalizmi bu yönelimlere iten nedenler eskisi kadar yakıcı olmadığından, bunların geliştirilmesinde ısrarlı olmak da gereksizleşiyordu. Buna paralel olarak bilgi ve iletişim teknolojilerinin üretim sürecinde kullanılması yerine, çok daha kârlı olduğundan tüketime yönelik kullanılması tercih edildi.
Belki de dikkate alınması gereken bir başka nokta da, kapitalizmin işçi sınıfının yükselmesi ile teknolojisini geliştirme güdüsü, 89 yenilgisi ile sınıfın mücadele ufku kararınca genel bir gerilme içine girdi. Bu anlamda kapitalistlere yeni teknolojiyi yöneten bir sınıf baskısı da azalmış oluyordu.
Ancak artık ‘yolun sonuna gelindi’, ‘paradan elde edilen paralar’ buhar olup uçtu, kriz geldi kendini dayattı. Bu noktada geriye dönüp baktığımızda kaçınılmazca bir soruyu kendimize yöneltmemiz gerekir, ‘89 yıkımı olmasaydı veya kapitalizm yukarıda belirtilen yönelimlerde ısrarlı olsaydı bu süreç nasıl yaşanacaktı?’ Daha da ‘derin’ sorarsak, ‘kapitalizm ne ölçüde kendini yenileme niteliğine sahip?’
Soru ve SonuçYukarıdaki soruyu başka bir açıdan sora
lım? ‘Görüldüğü kadarı ile kapitalizm böyle- sine krizlerle çökmeyecek. O zaman kriz
yol
sonrası ısrarlı olmadığı yönelimleri tekrar gündeme getirecek mi?’ Buna, ‘evet getirecek’ diye cevap vermek gerek. Bu cevapsa, bize sendikal hareketin önünde duran sorunların neler olduğunu da açıklıyor.
lamıştık, sıfırı tüketen patron devletten sermaye temin edip üretim yapmak istiyor, devlet neden, onun yerine bize bu imkânı tanımasın, çünkü bu patronun zaten üretim süreci ile bir alakası kalmamıştı ki’
Yeni üretim organizasyonları uygulanma sürecinde sendikal hareket bu süreci kapalı gözlerle seyretti, sürecin farkına varmaya başladığında ise, artık süreç başka bir yöne kaymıştı. Şimdi ise bir tarihsel fırsat ile karşı karşıya, daha böylesine bir süreç başlamadan bu sürece müdahale etme şansına sahibiz. Yukarıda belirtildiği gibi, kapitalist işletmelerin kurtarılması yerine, kooperatif ve benzeri yöntemlerle ‘sosyalleştirilmesi’ talebi, sınıfın ‘gözlerini açacaktır’. Bir işçinin şöyle sorular sorması artık mümkün değil midir? ‘GM otomobil tekeli neden bir üretim kooperatifi olmasın? Geçmişte biz işçiler zaten en iyi nasıl üretim yapılır diye kafa yormaya baş
Bu soruları sormaya başlayan sınıf, yeniden gelecek projelerini aramaya çıkmayacak mıdır? Ne dersiniz?
Ek
Aşağıda Dünyanın en büyük faturası var, Ocak 2009 sonuna kadar çeşitli devletlerin ekonomik krize karşı aldıkları önlemlerin faturası tam 11.324 Milyar ABD Doları. 6,8 milyar insana bunu bölersek kişi başına yük 1600 Dolar. Bu miktar 2007 dünya gayrisafi hâsılasının %18 i kadar. Ama fatura hala tamamlanmış değil, sadece ABD için olası yük 8800 Milyar (şimdiye kadarki yükün en az iki misli)
İşte Fatura:
Ülke BankaKurturm a
Ekonom iyeDestek
Toplam
A B D 3759 909 4668İrlanda 743 743
Çin 690 690İngiltere 636 36 672Japonya 399 218 617Fransa 540 “ 39“ 579R usya 209 297 506
İskandinav 4 0 0 7 407H ollanda 356 9 365Ispanya 225 74 299
A vusturya 150 ~ T ~ 152G .K o re 138 3 141
D. A vrupa 54 58 112K an ad a 71 37 108
İtalya “ 90“ 100G . A m erika 50 50
İsviçre ~ W ~ 1 47Yunansitan 42 42
Portekiz “ 3“ “ 39“A vusturalya ~ 5 ~ “ 32“ “ 38“
G .A sya 14 24 38B elçika “ 2 0 “ “ 3“ “ 2 3 “
TOPLAM 11 324
J3J
Obama’ya Kalan Miras ve Change
Ayşe Tansever
Obama başkan koltuğuna oturduğunda Bush’tan kendisine bir harabe kaldı denebilir. Hiç bir
Amerikan başkanının ülkeyi bir önceki başkandan bu kadar kötü durumda devralmadığı söyleniyor. Gene deniyor ki gelmiş geçmiş 44 ABD devlet başkanı içinde hiçbir devlet başkanına bu kadar umut bağlanmamış. İkisinin birbirine bağlı olup olmadığı tartışılabilir. Bu kadar kötü durumdaki bir ülkeyi kurtarmak için bu kadar büyük bir umut pompalamasının yapılması gerekiyordu. Obama CHANGE’lerini (“değişim”; Obama başkanlık sloganı) değerlendirirken böyle bir umut ihtiyacını akılda tutmak gerekiyor.
Bush dönemi; sosyalizmin olmadığı, kapitalizmin tüm politikalarını dizginsizce uygulayabildiği bir dönemdi. Bütün dünya ABD liderliğinde yeni liberal politikaları uygulayarak vaat edilen refah dönemini beklemeye başladı. Sonuç finans ve ekonomik kriz oldu. Hem de kapitalizm tarihinin gelmiş geçmiş en büyük krizi içine girildi. Bu durumda artık yalnız ABD unilateralizmi, onun süper güçlülüğü tartışılmıyor, sistemin kendisi de tartışılmaya başlandı. Krizden nasıl çıkılacak sorusuna kapitalizm bir çare gösteremiyor. Alternatif politikalar üretemiyor. İnsanlar bu kez sosyalizmi yeniden gözden geçirmeye başladılar. Marx ve Engels kitapları satış rekorları kırıyor. “Kapitalizm çözüm değilse sosyalizm mi?” sorusu yeniden sorulmaya başlandı.
(İL
Obama işte böyle bir dönemde, kapitalist sistemin en sevdiği en övdüğü yeni liberal politikaların tüm dünyayı bir çöküntüye, ekonomiden çevreye, sağlıktan eğitime tam bir felaketin içine soktuğu dönemde başkan oluyor. Obama CHANGE’inin yıllardır birikmiş dünya sorunlarına deva olabileceğini sanmak bir saflıktır. Obama’nın renginde de bir sihir olmadığı açıktır. Ancak dünya Finans Kapitalinin CHANGE’i tüm dünyaya bir umut, Oba- ma’nın rengini de bir kurtarıcı gibi sunmaktan başka çaresi kalmamıştır.
Obama kapitalizmin sorunlarını çözeme- se bile iç ve dış politikada yapacağı değişiklikler elbette dünya ekonomi politik yönelişlerini belirleyecektir. Obama CHAN- GE’leri dünyamızı nasıl değiştirmeye adaydır? ABD eski gücünde olmadığına göre dünyamızın yeni güçler dengesi nasıl olacaktır? Çin, Rusya, Orta Doğu, Afganistan savaşı ve Afrika kıtası nasıl şekillenecektir? Tüm bunlara alternatif Latin Amerika’da gelişen 21. yy sosyalizminin geleceğine nasıl bakılabilir? Bush’un bıraktığı miras ışığında Obama politikalarına bakılabilir.
Ekonomi PaketiObama işbaşına geçince krizden çıkmak
için Bush’tan çok farklı bir öneri getirmedi. Onunki gibi bir ekonomik kurtarma paketi sundu. 787 milyar dolarlık paket temsilciler meclisi ve senatodan geçti. Obama’nın da imzasıyla paket yasalaştı.
yol
Şimdi Obama paketteki kaynakları nasıl kullanacağını belirleyecek. Araba sektörüne biraz para ayıracak. Dünya araba rakipleri karşısında çökmesini önleyecek. Mortrgage sistemine çözüm getirerek inşaat sektörünü tekrar canlandırmaya çalışacak. Kredisini ödeyemeyen orta sınıf ev sahiplerine bir çare arayacak. Bankaları kurtarma işlemi çok sorunlu ama duruma göre onları da kurtarmak zorunda kalabilir. Pakette Obama’nın getirdiği yenilik ABD’nin ne zamandır ihtiyaç duyduğu alt yapı tesislerine yatırımdır. Ayrıca sağlık sistemindeki vahşet Obama’nın sosyal demokrat bakışıyla revize edilecek. Paket işte böyle hedefleri kapsıyor.
Paketin hemen arkasından dünya borsala- rı çöktü. Yani ekonomi ve finans çevreleri paketi krizden çıkış için bir umut olarak görmediler.
Ayrıca bankaları kurtarmanın ne anlama geldiği, halkın buna karşı tepkisi gibi konuları bir yana bıraksak bile paket çok tartışmalı. Tartışmanın en baş nedeni içindeki korumacı içerik. Araba sanayiye yapılacak kurtarma yardımları DTÖ anlaşmalarına aykırı. Serbest ticaret ilkelerine göre bir devletin kendi sanayisini korumak için teşvik yapması yasak. AB ülkeleri DTÖ’ ye şikâyet ettiler bile.
İkinci olarak “Buy American” olarak da bilinen pakette; yapılması öngörülen alt yapı tesislerinde ancak ABD içinde üretilmiş demir, çelik, alüminyum vs. gibi ürünler kullanılabilecek. Devlet yardımı sadece yerli Amerikan yapımı malzeme alımına harcanabilecek. Dışarıdan çalışma izni almalara kısıtlamalar getiriliyor. Obama’nın ekonomiyi krizden kurtarma çaresi korumacılık, gümrük duvarlarını kaldırmak dolayısıyla iç sanayiyi korumak, işten atılmaları önlemek. Yani kendi yağı ile kavrulmak. Bu uygulamalar küreselleşmiş dünyamızda DTÖ yasaları ile yasaklanmıştır.
Obama paketi ile var olan krizi çözmek değil yeni başka bir kriz yaratmak istiyor gibidir. Krizi çözmek adına getirdiği önlemler krizi hem ülkesinde hem de dünyada daha da derinleştirici sonuçlar doğurabilir. Obama kapitalist uzmanlar tarafından tam da yapılmaması gereken şeyleri yapmaktadır. Uzmanlar tam da böyle kriz dönemlerinde gümrük duvarlarını yükseltmenin en tehlikeli yol olduğunu sa
vunuyorlar. Daha önce yaşanan krizler bu dersi vermiş. Zaten hep böyle olurmuş. ‘Aman ha gümrükler yükseltilmesin’ denir ama gene yapılırmış. Dünya savaşları böyle çıkarmış. Ama Obama paketi açıkça krize körükle gitmektir.
Obama, araba sanayine destek verirse karşı taraflar da ayni şeyi yapacaklar. Sarkozy Ci- etroen’nini korumak için paket açıklıyor. Almanya lideri Merkel öfkelendi ama onunda yapması kaçınılmaz. Peki bizim gibi 3. Dünya ülkeleri ne yapacaklar? Çelik sanayi araba sanayi izleyebilir. Dünya çelik devinin ana ülkesi Hindistan bu konuda uyarılarda bulundu. Çeliğe korumacılık getirene karşılık vereceğim dedi. Adım adım tüm ülkeler kendi sanayilerini koruma yoluna çıkabilirler. Bu işin sonu gerçekten kapitalizm açısından çok korkunç sonuçlara varabilir. İnsanlık bir yangın ortamına çekiliyor.
Obama’nın CHANGE’inin ilk eylemi kötü bir örnektir. Bu türden değişiklikler kapitalizmi kısa yoldan sonuna doğru götürebilir.
Dış PolitikaObama söylendiği kadarıyla realist bir poli
tika izleyecektir. Bize göre realist dış politika Bush’un silahla ABD çıkarlarını koruyamadığını kabul etmektir. Bu iş silahla yapılamıyormuş deyip masada dış sorunları çözme politikası gütmektir. Dünya halklarının Obama’ya bel bağlamalarının ona umut olarak bakmalarının temeli böyle diyaloglar ve görüşmeler döneminin başlayacak olmasına inançtır. Başka açıdan bakarsak Obama’nın başka şıkkı da yoktur.
Obama’nın yürüteceği söylenen diyalog ve görüşme politikası yeni bir şey değildir. Sosyalizmin yıkılıp küreselleşmenin başladığı Clinton dönemi de diyaloglar dönemiydi. Kısa bir süre sonra Clinton Amerikan çıkarlarını diyaloglar ve ısrarlarla diğer ülkelere kabul ettiremez hale geldi. Bush takımının silah şiarı ile iktidar olmasının bir nedeni buydu. Lafla kabul edilmeyeni silahın ucu ile zorla kabul ettirmek. Bush ile bu koz da kullanıldı. Şimdi Obama aslında bir geri dönüştür. Bush aşılı olarak tekrar Clinton döneminin politikalarına dönülüyor.
O zaman Obama dış politikalarında diğer ülke çıkarlarına saygı ve diğer ülkelerin çıkar-
JD
Obama’ya kalan Miras ve Change
lan ile bir denge kurma ve büyük bir olasılıkla tavizler verme demektir. Yani Obama ABD’nin mevzi kaybetmesine izin verecektir. Her tavizde ABD Finans Kapitalinin canı acıdıkça acaba nasıl bir tepki vereceklerdir? İç dengeler nelerdir? Ne tür karışıklıklar çıkacaktır? Sürekli tüketmeye alışmış ABD halkı yaşam biçiminden tavizler vermeyi kolay kabul edecekler mi? İşsizlik bunun bir sonucu değil midir? Obama bu gerçekleri realiteleri halkına nasıl kabul ettirecektir. Ettirememek de bir şıktır, öfke ile ele silah alınıp çılgınlıklar yapılamaz mı? Yada başka ittifaklar başka bütünleşmeler, çıkar gurupları oluşacaktır. Göreceğiz. CHANGE politikalarının bu kadar derin hesaplar yaptığını söylemek zordur.
AMERİKA KITASIObama, Davos Dünya ekonomik zirvesine
gidemedi. Bush’un felaketlerinin hesabının sorulacağını biliyordu. Onun da ne hesap verecek hali ne de bu krizden çıkmaya yetecek bir ilacı yoktu. En iyisi gitmemekti. Oba- ma’nın, bırakalım dünyayı kendi ülkesi için bile böyle bir çözümü yoktur.
Bir zamanlar komşuları Kanada ve Meksika ile kurdukları NAFTA pazarı tüm dünya burjuvalarının ağzının suyunu akıtmıştı. Herkes ABD’nin bu 2 ülkeye tanıdığı ayrıcalığı kıskanmıştı. Gelecekte NAFTA genişletilecek tüm kıtayı kapsayacak kocaman bir Amerikan Serbest Pazarı kurulacaktı.
Her şey şimdi tersine döndü. Halklar bu pazara girmemek için ölümü göze alıp dövüşüyorlar. Sonuçta Latin Amerika ülkeleri tek tek bu pazara girmeme kararı aldılar. Pazarı istemeyenler cephesi şimdi ABD sınırlarına dayandı. NAFTA ülkeleri Meksika ve Kanada ABD sorunlarının kendi ülke ekonomilerine getirdiği yük altında eziliyorlar. Bu pazar onlara refah değil yoksulluk getirdi, özellikle Meksika ekonomisi zor durumda. Para birimi bizim gibi dolar karşısında sürekli değer kaybediyor. Firmalar ardı arkasına kapanıyor. Halkın protestoları artmış durumda. Bu direnişe karşı dövüşün adı uyuşturucu kaçakçıları ile dövüş oldu. Bu savaş giderek yükseldi. Son birkaç aydır ölen insan sayısı 6000’i geçti. Bakanlar istifa ediyor. Şimdi Meksika, ABD ile komşu olmanın bedelini ödüyor
Ekonomik kriz ve işsizlik elbette ABD içinde ilk önce kaçak çalışan Latin Amerika kökenlileri vurdu. Şimdi bu insanlar konsolosluklarından gerekli kağıt ve bilet parasını alarak ülkelerine dönüyorlar. Eli boş dönmek zorunda olan binlerce insan var. Geri döndüklerinde onları daha iyi bir yaşam beklemiyor ama Amerika kabusundan her durumda daha iyi olacağını düşünüyorlar ki dönmeyi yeğliyorlar. Ayrıca bir çok Latin Amerikalı ABD’de çalışan bir yakınının yolladığı paralarla yaşıyordu. Şimdi kriz merkezlerden para yollama imkanlarını da kısıtlıyor. Böylece de ABD krizi kıtaya başka kanallarla da yayılmaya başlıyor. Uzmanlar yeni sosyal huzursuzluklar, çalkantılar bekliyorlar. Amerikan rüyası kabus olan bu insanların şimdi başka düşler görme olanağı var.
Yeni düş bulmak Latin Amerika ülkelerinde hiç de zor değildir. Güney’de yeşeren bir 21. yy sosyalizmi ülkeleri var. Davos karşıtı Dünya Sosyal Forumu’nda 5 tane ilerici lider, Chaves, Morales, Correa, Lula, Lugo (Paraguay devlet başkanı) ortak bir masada “Bizim finans krizine çözümümüz var” diye bağırdılar. 21. yy sosyalizmini işaret ettiler. Güçlerini kapitalist merkezlerden gelecek kriz tehlikelerine karşı birleştiriyorlar. Amerikan Serbest Pazarı’nı tarihe gömüp sosyalist bir pazar ALBA’yı güçlendirmeye çalışıyorlar. Bankaları değil halkları kurtaracağız diyerek Latin Amerika’dan dünyaya bir umut yayıyorlar.
yol
Halklarına verdikleri eğitim, sağlık, barınak, yiyecek garantileri ile gerçekten kabusa dönüşen Amerikan rüyasına alternatif politikalar geliştiriyorlar.
Bush politikalarının Orta Doğu ve Orta Asya’da yenildiğini görüyoruz ama Latin Amerika’daki yenilgisine daha az dikkat ediyoruz. 21. yy sosyalizmi diyen ülkeler hem kendi ülkelerindeki Bush işbirlikçisi finans-kapitalle- rini hem de kıtalarındaki gerici rejimleri yendiler. Milyarlarca dolarlık ABD yardımı alan Latin Amerika İsrail’i olarak da bilinen Kolombiya, bir etkinlik gösteremiyor. Bush’un halk muhalefetini bastırma taktiği “uyuşturucu ile savaş” çöktü. Bölgenin en gelişkin ülkesi Brezilya lideri sosyal demokrat Lula, ABD’den çok Chaves ve Küba ile işbirliği yapmaya çalışıyor.
Obama nasıl bir politika izleyecek? Chan- ge’i burada ne olacak? Kolombiya’ya yardım sürecek midir? Beyaz saray, Obama ve ekibi, Chaves son referandumu kazandıktan sonra yayınladıkları mesajda Venezuela ve Bolivya’daki demokratik süreci, Latin Amerika’daki bağımsızlık yolundaki gelişmeleri övdüler. Obama gelişen sürece aktif karşı durmak yerine iyi ilişkiler geliştirme yolunu seçecek gibi görünüyor. Bu durumda ABD gelişmeler karşısında bir adım geri atmış oluyor. Belki ileride bu ülkelerle masaya bile oturabilir umudunu Latin Amerika halklarına vermeye çalışıyor. Gerilemelerin ABD çıkarlarını zedelemesinin daha ileride nelere yol açacağını göreceğiz.
Amerikan düşü bir kabus halini alırken Latin Amerika insanı yavaş yavaş başka pembe bir düş görmeye başlıyor. Obama krizi çözemedikçe, daha çok insan işsiz, barı- naksız, aç kalmaya başladıkça güneyden gelen bu asıl CHANGE’in Obama’nın değişimini çok gerilerde bırakacağı kesindir.
ASYA KITASIHer yeni Amerikan iktidarının ilk dış gezi
si politika önceliğine işaret eder. Hillary Clinton ilk dış gezisini Avrupa’ya değil Asya’ya gerçekleştirerek kıtanın ABD için ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Çin ve Asya ülkeleri Obama’nın krizden çıkma paketlerinin baş finansmanıdır. ABD ve Çin arasındaki ilişki
birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiştir. Çin ekonomisi ihracata yönelik gelişti ve Çin ekonomisinin en büyük pazarı ABD’dir. Eğer ABD’ye ihracat yapamazsa Çin ekonomisi çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çin tökezlerse ABD borçlarını finanse edecek ülke kalmaz. ABD de onunla birlikte batar. Çin ve ABD ilişkileri böyle trajikomik bir yapıdadır. Bu ince denge bir yerde bozulmak zorundadır.
Her ay onlarca fabrika kapanmakta. Şimdiye kadar kapanan fabrikaların binleri geçtiği söyleniyor. 30 milyon Çinli işsiz kalmıştır. On binlercesi kentlerde iş bulma umudunu kaybedip kırlara geri dönüş yapıyorlar. Zaten Çin kırları yılda sayısız kır ayaklanmasının yaşandığı patlamaya hazır bombalardır. Çin hükümeti ABD borçlarını almak ve işsizlerini beslemek arasındaki dengeyi daha bakalım ne kadar sürdürecektir? Her gün aç, barınak- sız dolaşan Çin yoksul ve işsizleri daha ne kadar ABD borçlarını finanse etmeye seyirci kalacaklardır? Ne olduğu çok tartışılır sistemlerine olan umutları ne zaman bitecektir? Bu denge çok önemlidir. Clinton gezisinde bizi finanse etmeye devam edin, ortak bir şekilde dünya finans krizine çare bulalım mesajını getirdi. Yani Çin’e bu dünya sorununu ya birlikte çözeriz yada birlikte batarız dedi, öte yandan da, Bush döneminden kalma insan hakları ve Tayvan gibi konularda baskı politikalarından biraz taviz vererek finans krizi devam ettikçe bu meseleleri geri zemine atabiliriz dedi. Çin politikasında yapılan değişiklik budur.
Clinton Çin’e gelmeden baş müttefiki Japonya’yı ve Güney Kore’yi de ziyaret etti. Çin ile olası sürtüşmelere karşı bu ülkeleri örgütlemeye çalıştı. Bush politikası, bu ülkeleri Kuzey Kore “terörist ülkesine” karşı silahlandırmaktı. Irak yenilgisi derinleştikçe Güney Kore, Kuzey ile pazar ilişkilerini geliştirmişti. Yükselen kriz ve içeride yükselen halk muhalefeti ile Amerikan askerlerinin konumlanışı daha bir sorgulu hale gelmişti. Clinton gezisinde Bush’un politikasını canlandırmaya çalışarak bu konuda bir change olmadığını gösterdi.
Gerici ABD basını Kuzey Kore’yi birden gene gündeme taşıdı. Kuzey Kore nükleer si-
JD
Obama’ya kalan Miras ve Change
lah yapmak için yer altında laboratuar kurdu diye yazıldı. Kuzey Kore’nin uzay çalışması dediği rampalar uzun menzilli füze rampasıdır dendi. Yani Hillary Clinton kocası Clin- ton’ın Kuzey Kore ile imzaladığı barış anlaşmasından çok Bush politikalarını izleyeceklerini ortaya koydu. Çin insan haklarından taviz verilse bile Japonya ve Güney Kore baskısı arttırılacaktır. Bush’un Tayvan’a 6 milyarlık yeni silah satma projesinden de taviz verilmedi. Yada bu; Çin’in borçları finanse etmesine karşılık pazarlık konusu olarak kalacaktır. Kısacası Obama’nın Çin politikasında önemli bir yumuşama ve CHANGE yoktur.
Clinton gezisinde dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi Endonezya’yı da ziyaret etti. Güney Asya ülkelerinde kriz çok derin hissediliyor. Ekonomik yorumcular önümüzdeki günlerde krizin; buralarda büyük alt üstlüklere, devrimlere yol açacağını tahmin ediyor ve hazırlık yapılmasını öngörüyorlar. Milyonlarca aç ve işsiz Müslüman’ın yaşadığı Endonezya bu açıdan önemlidir. Filipinlerde mücadele yükseliyor. Clinton burada sadece Müslümanlarla bir alıp veremediği olmadığını söyleyerek ABD’nin kirlenen imajını temizlemeye çalıştı. Belki de orada sadece güçler dengesi havasını kokladı ve verebileceği başka bir CHANGE haberi yoktu.
Afganistan ve PakistanAmerikan askerlerini, Irak’tan, belirlenen
tarihten önce çekeceğini açıklayarak Obama tüm dünyaya CHANGE yapacağı umudunu verdi. Bu, onun en önemli şovu oldu. Sonra da bu askerleri Afganistan’a yollayacağını söyleyerek çelişkili bir durum yarattı. Barışçıl görünmeye çalışan Obama, Afganistan’da savaşın şiddetini arttıracaktı. Aslında ne bir değişim ne de bir çelişki vardı. Obama eğer gerçekten Bush politikasını değiştirecekse Afganistan’dan askerleri çekmeli, uluslararası terörizm politik hattını terk etmelidir. Clin- ton’ın imaj temizliği ancak Afganistan’dan askerleri çekmesi ile olabilir. Obama CHANGE sloganı ile Afganistan’da Bush politikalarının başka bir versiyonunu devreye sokuyor. Afganistan, ABD dış politika stratejisinde çok önemli vazgeçilemez bir konuma sahiptir. Obama buradan çıkmayı beceremeyecektir ve de kalabilmek için karşı karşıya olduğu bü-
( ü .
yük sorunlar vardır. Başka askeri yollarla çözmeye çalışacaktır.
ABD ve Batı müttefikleri açısından Afganistan’da durum hiçte iyiye gitmemektedir. NATO üst düzey yetkililerinden, bölgede askeri bulunan devletlerin yetkililerine kadar pek çok ağızdan savaşın kazanılamazlığı itiraf edildi. NATO güçleri buradan çekilmek için bahane arıyorlar. Hatta Obama’nın burada da Irak gibi bir çözüm bulacağını umdular. Obama, Batılı müttefiklerini de düş kırıklığına uğrattı. ABD ve AB ülkeleri arasında Afganistan bir sürtüşme konusu olarak durmaktadır.
Taliban güçleri 2005 yılından bu yana mevzi kazandı. Varlığını güney eyaletlerinden tüm ülkeye taşıdı. Irak türü intihar eylemleri başladı. ABD’nin havadan bombalamaları bir çözüm getirmedi. Daha çok AB ülkelerinin politikası olan yardımlar ile gönül kazanmak politikası da çöktü. Yardım kurumu üyeleri rehin alınmaya, öldürülmeye başlandı. Kabil hükümeti Irak’taki gibi bir ‘green zone’ da yaşamaya başladı. Taliban başkenti kuşattı. Hatta Obama’nın yeni atadığı Afganistan ve Pakistan özel temsilcisi Richard Holbrooke ziyaretinden bir gün önce adalet bakanlığına yapılan saldırıda 20 kişi öldü 60’ın üstünde insan yaralandı. Artık Taliban güçleri hükümet binasına girebiliyordu.
Bu durum karşısında ABD ve Karza- i güçleri birbirlerini suçluyorlar. ABD tarafı, Karzai’i etkin iktidar olamamakla ve yolsuzluklarla baş edememekle suçlarken Karza- i ise ABD güçlerinin bombalamalar sırasında sivilleri kollamayıp öldürmesinin asıl sorun olduğuna işaret ediyor, ABD’yi suçluyor. Saldırıları BM ve diğer yetkili yerlere şikayet etti.
Obama Afganistan’da ilk ve belki de son küçücük tavizi verdi. Holbrooke ile imzalanan anlaşmaya göre ABD saldırı yapmadan önce Afganistan askerleri ve yetkililerini haberdar edecek ve operasyonları birlikte planlayacaklar. Afganistan savaşında başarı kazanılması şimdi bu anlaşmaya bağlanmış oldu. Anlaşma Obama’nın umutlarının ne kadar çürük ve kof olduğunu gösterir. Afganistan askerleri ile ortak operasyon hazırlamak zaten başarı getirmediği için ABD onsuz dav
yol
ranma taktiğine sıçramıştı. Obama politikası eskinin tekrarından yada bir adım geri adım atmaktan başka bir şey değildir.
İkinci olarak ABD ve NATO güçlerinin durumu yalnız Afganistan’da zor durumda değil. Bush politikaları ve zorlamaları Taliban’nın Pakistan içinde de güçlenmesine yol açtı. Pakistan’ın kuzey batısındaki Mala- kand eyaleti ABD ve NATO güçleri açısından hayati önem taşır. NATO güçlerinin lojistiği buradan sağlanır. Askerlerin yiyecek, içecek, askeri ihtiyaçları Afganistan’a bu gölgeden taşınır. Taliban bu bölgede örgütlendi ve denetimi eline aldı. NATO konvoylarına saldırılar düzenledi. Onlarca konteynır yakıldı, talan edildi. Yol NATO’ya kapandı.
ABD Pakistan’a baskıya başladı ve ordularını Taliban güçlerine karşı savaşa zorladı. Yaz aylarından beri Pakistan ve Taliban arasında savaş sürüyor. Pakistan ordusu hiç a- Iışık olmadığı bir gerilla savaşının içine itildi. ABD özel maddi yardım çıkarttı. Ordu yeni etkin silahlarla donatıldı. Bu da sonuç vermeyince Bush Afganistan sınırından Amerikan insansız uçakları ile füzeler atmaya başladı. Son aylarda 30 tane füze attı ve 220 kişi öldürdü. Pakistan’da zaten yüksek olan anti-a- merikan duygular daha da kabardı. Pakistan hükümetinin Bush kuklası olması eleştirildi. Olaylar çeşitli şekillerde tüm ülkeye yayıldı. Artık Muşarraf iktidarda duramadı, çekildi. O da Muşarraf gibi tam bir ABD kuklası olan yeni devlet başkanı, öldürülen Bhutoo’nun eşi, iki yüzlü politika ile hem ABD’nin dediğini yaptı hem de füze atışları sonunda ABD’yi protesto etti. Son olarak da halk baskılarına bir taviz verdi. ABD’nin İran vs. ülkelerine nükleer bilgi verdiği gerekçesi ile ev hapsine alınan Pakistan nükleer babası Khan’ı serbest bıraktı. Ama bunların hiç biri Pakistan iktidarının imajını halklar gözünde temizlemedi. Pakistan, ABD baskıları ve fi- nans krizi arasına sıkışmış durumda patlamaya hazır bir bombadır.
En son olarak bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda Pakistan hükümeti Taliban’a yenildiğini açıklamak zorunda kaldı. Tam da Richard Holbrook’un gelmesinden bir kaç gün önce Taliban güçleri ile Pakistan arasında barış anlaşması imzalandı. Basına bu eyalet
te şeriat yasalarının kabul edildiği olarak yansıdı. Oysa durum bundan öte anlamlar taşır. Taliban zafer kazandı. Eyalette Taliban iktidar oldu. Halk coşku ile sokaklara döküldü. Hiçte şeriat yönetiminden hoşnut olmadıklarını gösterir bir şey yaşanmadı çünkü halk Pakistan ve ABD saldırısından ve zulmünden kurtulmuş oldu. Eyalette Taliban mahkemelerinin ve kolluk kuvvetlerinin adaleti ve huzuru daha kolay sağlayacağına inanıyorlar. Ayrıca Taliban güçleri ekonomik olarak da bir varlık. Elektrik dağıtımın da, yol yapımında vs. etkin rol oynuyorlar. İmzalanan anlaşmaya göre savaşta ölenlerin yakınlarına büyük tazminatlar ödenecek. Artık Taliban güçleri bu eyalette devlet oldular ve bunu hem ABD hem de Pakistan yetkilileri kabul etmek zorunda kaldı.
Bu gelişmeler sırasında Obama yönetimi üçüncü bir darbe daha yedi. Lojistik önemde başka bir yol daha kapandı. Kırgız hükümeti ABD askerlerinin Manas havaalanı kullanım anlaşmasını tek yanlı olarak iptal edeceğini açıkladı. ABD yetkilileri bunu bir darbe olarak değerlendirdiler ve kendilerini çok zor durumda bıraktığını açıklamak zorunda kaldılar. Kiranın düşüklüğü, Amerikan askerleri ile yaşanan belirli anlaşmazlıklar ve çevre sorunları bahane edilse bile aslında işin altında Kırgız hükümetinin Rusya ile yaptığı anlaşma vardır. Rusya daha fazla kira verecek, eski borçları silecek ve yeni yatırımlar yapacaktır. Afganistan’ın kuzeyinde Rusya kazanmıştır.
Bush politikaları her yerden geri püskürtülüyor. Obama iktidar olalı beri 3 tane yenilgi almış oldu. Bunlara Obama’nın CHANGE sloganının yan ürünleri olarak bakabiliriz. Bush’un boğazına sarıldığı güçler Obama ile bir nefes alıp, gelişini fırsat bilerek atak yapıyorlar. özetlersek, Afganistan’da kendi kuklaları Karzai isyan etti. Pakistan müttefikleri iktidar olmakta zorlanıyor, Taliban’la barış anlaşması imzaladı. ‘Sizin NATO ile birlikte Afganistan’da yenemediğiniz gücü ben mi yeneceğim’ diyerek geri adım attı. Bütün bunlara tuz biber eker gibi Orta Asya’da yeni semirmeye başlayan burjuvaların renkli ¿evrimlerini geri döndürdüler. Kırgızistan ABD saflarından eski ait olduğu Rusya saflarına doğru kayıyor. ABD’den açılan yeri Rusya
J 9 J
Obama’ya kalan Miras ve Change
dolduruyor.
Obama şimdi bu durumda Afganistan’da ne yapacak, iyice sıkışmış olduğu ortada, ne tür manevralar yapılabilir? Obama eğer Afganistan’dan çıkmayacaksa yada çıkamayacaksa o zaman lojistik yola çare bulmalıdır. Pakistan yada Kırgızistan’a saldırmayacaksa Taliban güçlerine saldırıyı sürdürmek için askerlerine yeni yollar açmalıdır.
NATO ülkeleri ve Karzai sürekli olarak ABD’ye baskı yapıp Taliban ile masaya oturmanın tek çıkar yol olduğunu söylüyorlar. Bu açmazlar karşısında aslında Obama’nın masaya oturması için bulunmaz bir fırsat vardır. Bu güçler çeşitli kanallarla Taliban ile el altından görüşmeleri de sürdürüyorlar. Geçtiğimiz yaz aylarında Suudi Arabistan aracılığı ile böyle görüşmelerin sürdüğü haberleri İngiltere basını yoluyla dünyaya yayıldı. Fakat sonraları bizzat Taliban güçlerinin yalanladığı söylendi. Bize göre ABD böyle görüşmeler yapmıştır. Taliban iktidarı çerçevesinde Afganistan’da kalmak ABD çıkarlarına ters olacak bir şey değildir. Ama büyük bir olasılıkla Taliban bunu kabul etmemektedir. Bir gün Çin ve Rusya ile bölgede çatışmak zorunda kalacağı tespitini yapan Pentagon, Afganistan’dan çıkmanın ölümünü olduğunu görmektedir. Afganistan’dan çıkmak demek Asya’daki konumunu tamamen kaybetmek demektir. Buradan çıkmak ABD için, hala özlem duyduğu dünya liderliğinden başka yüzlerce çıkarından vazgeçmek demektir. Sıradan bir dünya ülkesi haline gelmektir bu. ABD finans kapitali henüz bu konuma hazır değildir. Daha kan akıtılacaktır. Obama bu politikayı değiştirebilecek güçte değildir.
öyleyse Obama Afganistan açmazını çözmek için yeni yollar aramakla yükümlüdür. Onun Orta Doğu ve Asya politikalarının misyonu budur. Bu yazıyı yazarken Obama Afganistan’a 17.000 yeni asker gönderilmesini kabul eden önergeyi imzaladı. Irak ve Orta Doğu’daki gelişmelere göre bir bu kadar daha yeni dönemde yollanabilir. Ayrıca müttefiklere telefonlar edilip bölgeye yeni asker yollamaları isteniyor. Erdoğan’da böyle bir telefon aldı. Obama’nın Kanada’ya yaptığı gezinin bel kemiği Afganistan’a yeni asker bulmaktır. Obama Afgan savaşını yükselte-
<JL
cek, yeni bir atak yapacaktır. Bu anlamda Pentagon yetkililerinin mesajı kabul edilmiştir, Obama Afganistan’dan çıkmayacaktır. O- bama’nın Bush dış politik eğilimlerini ve uluslararası terörizm stratejisini CHANGE etmeye gücü yetmez.
İki Yeni Politik CHANGEObama’nın CHANGE’i işte bu sorunlara
çözüm bulma etrafındadır. Afganistan savaşının kazanılması için yeni yollar aramak O- bama’nın temel değişikliğidir. İki seçenek vardır. Bu iki yolun biri Rusya ile ilişkileri düzeltmek İkincisi ise İran ile anlaşmaya varmaktır. Bush döneminin iki ülke ile ilişkileri ne hale getirdiği düşünülürse bunların pek kolay olmadığı anlaşılır. Bu anlamda bir değişiklik yaşayacağız. Stratejide değil ama taktikte değişiklikler olacaktır. Değişiklikler dış politik denge kaymalarına gebedir.
a) RusyaBush iktidarı son ana kadar Afganistan so
rununda karşılaşılabilecek dar boğazları hesap edememekle suçlanıyor. Durumun Batı açısından iyiye gitmemesinin Rusya’ya mecbur olmayı gerektirebileceği, bu nedenle bir de onu kuşatma politikasının aşırı yayılma olacağı söyleniyordu. Bush bunu dinlememiştir.
Rus ve Amerikan ilişkilerinde Obama bir yumuşama sağlayacak gibi görünüyor. İki ülke ilişkilerini düzeltmeyi, petrol fiyatlarının düşmesi vs. ile ekonomik kriz etkisini fazlasıyla hisseden Rusya da istemektedir. Kriz ortamında silah harcamalarını azaltmak işine gelecektir. Gerilimi tırmandırmak Rusya açısından da istenen bir politika değildir. Rusya NATO’nun silah dışı malzemenin hava ve kara sahasını kullanmasını kabul edebileceğini açıkladı. NATO’ya bu anlamda destek vermeye hazırdır.
Bunun karşılığında Obama; Bush politikasında değişiklik yapma ve Rusya’ı kuşatmaktan vazgeçme tavizini vermelidir. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınması bu dönemde durabilir. Polonya ve Çek Cumhuriyetleri’ne yerleştirilecek füze tehditlerinin askıya alınması gündeme gelebilir. Rusya DTÖ görüşmeleri başlayabilir. ABD yetkilileri bu
yol
tavizlerin çok önemli olduğu görüşünde değiller çünkü hemen geri adım atmak mümkündür. Afganistan için başka yollar açıldığında Rusya kuşatması yeniden başlayabilir. Kırgızistan’ın hava üssünü ABD’ye kapatması sineye çekilmek zorundadır. Orta Asya eski Sovyet ülkelerinin hiç birinde zaten artık ABD etkisinden söz etmek mümkün değildir.
Rusya kuşatmasının esnetilmesi AB ülkeleri ile Amerikanın yaşadığı gerilimi azaltacaktır. Rumsfeld’in tabiriyle “eski Avrupa” ile enerji açısından bağımlı oldukları Rusya’nın kuşatılmasında ayrılıklar yaşıyorlardı. Şimdi tersinden kuşatılmaması AB için de sorunları başka bir ortama taşır. Kuşatmadan yana olan “eskilerin” ne yapacağı belli değildir. Orta Asya ülkelerinde olduğu gibi burada da Rusya’ya doğru kaymalar olabilir. AB’nin ve ABD’nin bunları engelleme gücü kalmamıştır. AB yeni sorunlara gebedir. ABD bu ortamda el altından başka oyunlar çevirebilir. Ne olursa olsun Rusya’nın eli burada da güçlenecek. Zaten Bush’un önlemeye çalıştığı, kuşatma denen şey de bu değil miydi?
Rusya elbette bu olasılıkları hesaplamakta ve kendi önlemlerini almakta. Afganistan lideri Karzai ve ABD arasındaki gerilimin farkında olan Rusya Karzai hükümetine bir mektup yazarak iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilebileceği sinyalin verdi. Hatta belirli ölçülerde Karzai hükümetine silah verebileceklerini ima ettiler. Karzaii dış politik konulardaki her gelişmeyi ABD’ye bildirmek durumunda olmasına rağmen ona danışmadan Rusya’ya olumlu yanıt verdi. İki ülke üst düzey yetkilileri Moskova’da bir araya gelerek bazı anlaşmalar imzaladılar. Batı’ya öfkelenen Karzai Afganistan sorununa kendi çapında açılımlar getirmeye çalışıyor. ABD’nin Rusya ile bağımsız bağ kurmasından elbette ki rahatsız olmuştur. Orta Asya’da kaybolan ABD hayalleri gerici Afgan liderini de içine almıştır. Rusya’nın hesabı da Afganistan savaşında yeni mevziler kazanmak, kendine başka kapılar açmaktır. Açılacak bu kapılar Avrupa içindeki pazarlıklarında da kullanılabilir.
Rusya, Afganistan’da tıkanan lojistik yola bir alternatif olacağa benzer. Ancak ortada
bir çelişki vardır. Hem bir gün Rusya ile hesaplaşmak için Afganistan kalesini zapt etmeye çalışmak hem de onun işbirliğine bel bağlamak ileride sorunlar yaratacaktır. Pentagon yetkilileri bunun farkındadır. Rusya’yı; geçici bir çözüm, başka yol açılıncaya kadar kullanmayı düşünüyorlar. Asıl düşünülen çözüm İran üzerindendir. Obama’nın dünya tarihine getireceği asıl CHANGE, ABD İran ilişkilerinde yaşanacak.
b) İranAfganistan’a yol lojistiğine en uygun ülke
İran’dır. Bu yol Pakistan üzerinden Karachi- Khyber-Kabul’den daha iyi bir yoldur. İran’ın Bandar limanından Afganistan’a gitmek daha sağlamdır. Obama CHANGE’i gözünü bu yola diker.
Rusya yerine İran ile anlaşmak Penta- gon’un tercihidir. İran ile görüşmeler ve bir anlaşmaya varmak yeni değildir. İki ülke Irak sorununda zaten bir bağlantı kurdular. Görüşmeler yapıldı. ABD İran’la anlaşmadan Irak sorununu çözemeyeceğini işgal sırasında yaşadıklarından öğrenmek zorunda kaldı. Aynı şeyi şimdi Afgan sorununu çözmekte geliştirecek ve belki de mantık sonucuna vardıracaktır.
İran’ın nükleer silah peşinde olmadığını ABD kendisi de biliyor. Nükleer bahanesi ile İran petrolleri ve doğalgazından pay isteniyor. Kuşatmalar ve ambargoların perde arkasında bu var. İran, ABD politikaları karşısında başarılı bir dövüş verdiği için gene bu politi-
JD
kalar ABD’nin aleyhine oluyor. Washington bir anlamda kendi ayağına ateş ediyor. Çok uluslu şirketler ABD’nin İran politikasını değiştirmesi için zaten uzun zamandır baskı yapıyorlardı. Eski başkanlardan Carter bile bu politikanın değişmesini yüksek sesten söylüyordu. İran pazarı ABD dışındaki şirketlerle doldu. Sonuçta İran ile ilişkilerin değiştirilmesi isteği yeni değildir. Uzun zamandır ABD iktidar çevrelerinde tartışıldı, yazıldı, çizildi. Bu anlamda Afganistan sorununda bir açılım baş neden olarak düşünülmemelidir
İkinci olarak İran’ının bölgede ilerici örgütler Hamas ve Hizbullah’a destek vermesi sorundur. İran’dan giden maddi desteğin ABD’nin kendi dostu ülkelere örneğin Mısır ve İsrail’e verilenle karşılaştırılamayacak düzeyde olduğu ortadadır. Irak’ta Mukteda yada diğer İran yanlısı güçlere destek konusunda anlaşıldığına göre Filistin’de de bir şekilde uzlaşmak mümkündür. Ayrıca Amerika artık bu kadar ayrıntıları düşünecek durumda değildir. Taviz vermek zorunda olduğunu biliyor. İran ticari bir takım bağlarla destek vermekten alıkonulmaya çalışılacak.
İran’ın bölgedeki en büyük dostu Suriye’dir. Orta Doğu politikasında iki anti-ameri- kan çizgiyi ortak götürdüklerine göre İran ile Suriye görüşmelerinin eş zamanlı yürütülmesi uygundur. Washington Suriye ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. Senato dış ilişkiler başkanı şu sıralarda Şam’ı ziyaret ediyor. 2005 yılında kapanan elçilik, yakında açılarak iki ülke ilişkileri sıkılaştırılabilir. Suriye’nin İran ile desteklediği ülkeler Lübnan ve Filistin’de Bush İsrail saldırıları bir başarı sağlamadı hatta yenildi. Eğer Obama Orta Doğu’da “barış rüzgarları” estirecekse zaten Suriye ve İran’ın da onayını almak zorundadır. O zaman bu ülke ile de direkt temas gereklidir. Clinton dönemindeki gibi Suriye ile ticari ilişkilerin başlaması olasıdır. Suriye ile ilişkiler düzeltilirse İran’la anlaşmak kolaylaşabilir.
Sonuçta İran’la anlaşmak ABD açısından Rusya ile anlaşmaktan daha az risklidir. İran bir nükleer güç değildir. İran bir zamanlar süper güç olan bir ülke değildir. Rusya daha dişli ve güçlü bir ülkedir. ABD onu savaşacağı hedef ülke olarak görür. İran böyle değil-
U L
..........Obama’ya kalan Miras ve Change.......
dir. Çok önemli bir fark daha vardır. İran Orta Doğu’dadır. Irak ve İsrail Filistin saldırıları sonrasında Orta Doğu’ya yeni bir şekil verilmesi sorunu vardır. Bölgedeki kilit ülke İran olduğu için zaten bu sorunlar çözülürken İran ile görüşmeler yapmak zorunluluğu vardır. Bir bütünlük içinde Irak sonrası İran ile ilişkilere kökünden hem de Afganistan sorununa yeni bir açılım kazandırmak Obama’nın realist dış politika hattı ve başlıca CHANGE konusu olacaktır.
İran ve lideri Ahmedinejat neredeyse tüm dünya tarafından bilinirler. Bush İran’ı terörist ülke listesine aldı. Kadın hakları, onların örtünmesinden tutun da uygulanan şeriat yasalarına kadar, ABD “demokrasi ve özgürlük” şiarlarının reklamını yapmada İran aleyhine “başarılı” bir şekilde kullanıldı. İran karşıtı bir cephe kurulmaya çalışıldı. Kanımızca bu propaganda Obama ile bu kez başka açıdan kullanılacaktır. Obama’nın bu ülke ile el sıkışması onun “umut oluşu” “barış güvercinleri” uçurtmasına malzeme olacaktır. Oba- ma’nın her Bush türünden politikaları ardından İran ile yapılan görüşmeler politik şov haline getirilip Obama umudu ayakta tutulmaya çalışılacak. ABD’nin kararmış imajı böylece yıkanmaya çalışılacak. İslam dünyası ile bir bağ kurmak denenecektir.
Bu oyunun kötü rolünü de İsrail oynamayı sürdürecek. İran ile pazarlıklar, İsrail tehtidi altında yürütülecek. Oyun başladı bile. Oba- ma’nın İran’a barış elini uzatmasının hemen arkasından İsrail’in bu yıl içinde İran nükleer alanlarını bombalayacağı haberleri basına sızdırıldı. Sanki ‘ABD ile anlaş yoksa biz vuracağız’ mesajı verildi, Obama “barış yıldızı” parlatıldı.
İsrail’de yapılan son seçimleri gerici, sertlik yanlısı aşırı sağ partiler kazandılar. Oba- ma’nın hattı ile aralarında sürtüşmeler yaşanması beklenebilir. Seçimler sırasında H. Clinton İsrail politikalarının arkasından çekilmeyeceklerini açıklamıştı. Yani her ne kadar sürtüşmeler yaşansa da ABD’nin nihai olarak İsrail çıkarlarını gözetmeyen bir politika izlemelesi beklenemez. Obama bu konuda dünyadaki İsrail lobi güçlerinin baskısı altında yaşayacaktır. Bir yandan İran ile olumlu bir haber duyduğumuzda hemen İsrail
karşı saldırısını bekleyebiliriz. Ama sonuçta Obama, hem barışçıl bir görünüm kazanmaya çalışacak hem de İsrail yanlısı adım atmak zorunda bırakılacaktır.
İsrail’in Hamas karşısındaki siyasi yenilgisinden sonra Hamas’ın tanınması ve onun taraf alınması gündemdedir. İran ve Suriye a- çı11mlarıyla Obama dolaylı yollardan bu işi yapmaya çalışabilir. Ama onun dışında Oba- ma’nın Filistin sorununa köklü bir CHANGE getirmesi beklenmemelidir. O zaman da İran ile el sıkışmalar bu olumsuzlukları gölgelemeye hizmet eder.
İran açılımının bir yan olumluluğu daha olacaktır. Irak başarısızlığı bölge güçler dengesini değiştirdi. ABD Irak’a girince bölge gerici rejimleri Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün büyük umutlara kapıldılar, politikalarını zafer kazanacağı üzerine kurdular. Muhalefetlerine karşı amansız bir savaş açtılar. Ancak işler tersine dönünce ülke içindeki konumları zedelendi, örneğin Hamas zaferi Mısır’daki kardeş örgüt Müslüman Kardeşlerin güçlenmesine ve Mübarek’in destek kaybetmesine yol açtı. Suudi Arabistan’da Kral Abdullah’ın ve yerine geçecek varisi Prens Sultanin hasta oldukları söyleniyor. Arkalarından Batı çıkarlarını iyi temsil edecek birinin tahta oturup oturamayacağı belirsizdir. Saray entrikalarının içinden Batı’nın böyle birini çıkarması zor olabilir. Basında büyük bir propaganda malzemesi olan Suudi Meclisine giren kadın da Suudi sarayının kadın haklarına saygı duymaya başlamasının değil tırmanan muhalefetin işareti olarak görülmeli. Chaves posterleri Hamas ve Hizbullah liderlerinin posterleri ile birlikte taşınmaya başladı. Sonuçta bu ülkelerde güçler dengesi Batı gericiliğinin aleyhine gelişmiştir. Bütün bunlar bölgede İran’ın kazandığı puanlardır. Güçler dengesi bölgede İran’dan yana güçlenmiştir. Orta Doğu’da gelişen bu güçler dengesi içinde İran ile masaya oturmak artık bir şart da olmuştur. Onun kuşatılması, düşman olarak gösterilmesi siyasi olarak kayıplara yol açıyor. Bu bir zorunluluk haline geliyor.
Son olarak Orta Doğu politikasının adını Bush Büyük Orta Doğu Projesi olarak değiştirdi ve içine Doğu Afrika’da ki iki ülke Sudan
ve Somali’de alındı. İkisi de petrol ülkesi. Çin burada varlığını arttırıyordu. Sudan’da iktidara karşı gerici hareket desteklendi. Bush bunda başarılı olamadı. Somali’de İslam Mahkemeleri hareketi arkasında halk güçleri örgütlendiler; gerici Batı yanlısı iktidara karşı dövüştüler. Clinton zamanında, askerlerinin başkent Mogadişu sokaklarında sürüklenme travmasını ABD üstünden atamadığından, Bush buraya Etopya askerlerini yolladı. Bush’un gitmesinden birkaç ay önce İslam Mahkemeleri hem Etopya’yı hem de ayakta tuttuğu rejimi devirdi. Şimdi Somali’de İslam Mahkemeleri lideri başkan oldu. Demek istediğimiz Bush politikaları, içine soktuğu bu uzak Orta Doğu ülkelerinde de yenildi. Bunu pek duymadık. Olay Aden körfezinde korsanlar öcüsü seviyesinde propaganda ediliyor. Oysa ABD, Batı güçler ve Afrika gerici iktidarları Afrika kıtasını temelinden sarsmaya aday bir yenilgi aldılar.
İran ile yapılacak görüşmeler yada ona uzatılan el aslında Bush’un tüm Orta Doğu’da aldığı kesin bir yenilginin sonucunda bulunan bir çözümdür. Bunun da ABD’nin bölgedeki durumunu ne kadar iyileştireceğini göreceğiz. Ancak eğer İran, Afganistan’da bir açılım yaratmada yardımcı olursa bu, ABD açısından bir başarı olacaktır. Bu da dünyaya bir Change olarak satılabilir.
SonuçObama koltuğa oturalı bir ay anca doldu.
Kamuoyu yoklamaları bu süre içinde Oba- ma’nın güven yitirdiğini gösteriyor. Ne ülke içinde açtığı kurtarma paketi ne de ekonomiye getireceği söylenen düzeltmeler bir umut olmadı. Borsalar düşmeye devam ediyor. Bankalar avaz avaz bağırıyorlar. Dış politika da daha Obama adım atmadan Bush yenilgisinin işaretleri kendini gösteriyor. Şimdiye kadar boğazı sıkılmış ülkeler ABD çıkarlarını zedeleyecek kararlar alıyorlar. Bunlar bir kar topu gibi büyüyor. Obama’nın vaat ettiği ‘change’lerin bir umut olamayacağı çok kısa zamanda kendini gösterdi. Latin Amerika ülkelerinde kendini gösteren başka bir ‘change’ var. O değişimin, Obama sözde değişimini daha onun iktidar döneminde, çok gerilerde bırakacağını kestirmek bize yanlış görünmüyor.
......y o l................
JD
21. Yüzyıl Sosyalizmi
sMehmet Yılmazer
21. yüzyıl sosyalizmini kapitalizmin neoliberal politikalarının tetiklediğini söylemek hatalı olmaz. Kapitalist
merkezler dışında Latin Amerika neolibera- lizmin en yaygın ve hatta en vahşice uygulandığı kıta oldu. Bu nedenle bu politikalara karşı en köklü tepkiler de oradan geldi. En çok iz bırakanlarına değinmek gerekirse, Şubat 1989’da Venezüella’da yaşanan “caraco- zo”, Caracas ve diğer illerde neoliberalizme karşı ayaklanma, Chavez’i iktidara getiren gelişmelerin en güçlü habercisi oldu. 2001 yılında Arjantin’de yaşanan ayaklanma aslında neoliberal uygulamaların Latin Amerika’da iflasının güçlü bir ilanıydı. Bolivya bu konuda çok daha ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Üçte ikisi yerli halklardan oluşan bu ülkede 2000 yılında özelleştirmelere karşı “su savaşları” yaşandı. Ardından 2003 ve 2005 yıllarında yine özelleştirmelere karşı “gaz savaşları” yaşandı. Bu güçlü başkaldırılar Latin Amerika tarihinde ilk kez bir yerli Başkanı, Morales’i iktidara taşıdı.
Latin Amerika’da “yeni dünya düzenine” karşı yakılan ateş Yunanistan’daki olayların gösterdiği gibi Avrupa kıtasına sıçramış görünüyor. Yıllardır “refah devletlerinin verdiklerini geri alan neoliberal politikalara karşı aslında ilk işaret fişekleri Paris banliyölerinde yakılmıştı. Şimdi sıra Yunanistan’da. Hemen ardından Fransa’da liseli gençler de sokağa çıktı. Dünyada yoksulların ve yoksullaşanların öfkesi anlamında o kadar çok yanıcı madde birikti ki, yangın küçük bir rüzgârla her an
bir başka alana sıçrayabilir. Olaylar bu yönde gelişirse dünya önemli değişimlerin ön günlerinde demektir.
Yaşanan büyük bunalım dünya ölçüsünde neoliberal politikaların çöktüğünü gösteriyor. Bu çöküş 21. yüzyıl sosyalizmi için hem büyük şanstır, ancak aynı zamanda büyük riskleri de içinde taşıyor. Böyle büyük bunalımlar topyekûn savaşları ardından getirdiği için, henüz oldukça zayıf olan dünya sosyalist hareketinin bu ölçüde köklü değişimlere nasıl cevap verebileceği bilinmiyor. Hızlı, çarpıcı gelişmelerle gücünü büyütebilir de, köklü al- tüstlüklere yeterince cevap üretemeyip ezilebilir de. Hangi yönde gelişme olursa olsun, şimdiden kapitalizmin Sovyetler yıkıldıktan sonra yaşadığı zafer sarhoşluğu günlerinin bittiğini söyleyebiliriz.
Yaşanan büyük bunalım kapitalizmin bir bakıma unutulan temel özelliklerini insanlığa acı acı hatırlatıyor. Sosyalizmin hatalarını kaba propagandalarla yığınların beyinlerine boca ederken kapitalizm, rakipsiz kaldığı dünyada medyanın renkli ekranlarını kullanarak, “informatik çağı” ile insanlığın nasıl daha özgür, demokratik ve hatta zenginleşerek yaşayacağı hayalini yarattı. Yaşanan çöküşle bu rüya bitti.
21. yüzyıl sosyalizmi hakkında bir değerlendirme yapmadan önce kapanan yüzyıldaki sosyalizm deneyinden çıkartılabilecek bazı derslere değinmek gerekiyor.
yol
Sosyalizmin Yaşanan Deneylerinden Bazı Dersler
I- Sovyetlerin çöküşü kapitalizmden sosyalizme giden yolun kesintisiz bir çizgi biçiminde olmadığını, geri dönüşlerle yaşanacağını ortaya koydu. Elbette bugünün dünya güç dengelerinde sosyalizmin bir kez daha geri gelmeyeceği düşüncesi hala çok yaygındır. Ancak özellikle son bunalımla birlikte artık kapitalizmin de böyle gitmeyeceği görülüyor. Bu anaforlu günlerde geleceğe işaret eden filizleri yakalayabilmek büyük önem taşır. Bu filizler narin ve ezilebilirdir, ancak geleceğin umut ışıklarıdır da... Umut ise, sinmiş yürekleri uyandırır, büyütür.
II- Çöken sosyalizm deneyinden öne çıkartılması gereken bir diğer ders iktidar ilişkisidir. İktidarın “kirlettiği”, “zehirlediği” görüşlerinden uzağız. Sosyalizmde iktidarın soyut teoriye göre değil o dönem dünya ve ülke koşullarına göre şekillendiğini unutmamak gerekiyor. Yapılan hatalara ideal bir iktidar şemasından bakmak büyük bir yanılgı olur. Yetmiş yılda kireçlenen ve çöken iktidar örneklerinden hareketle “iktidarsızlık” ucuna sıçramak deneylerden öğrenmek değil, tam tersine sosyalizm hedefinden vazgeçmek anlamına geliyor. Bunu yakın dönemde en iyi “anti-küresel hareket” ve Arjantin ayaklanmalarının sonuçları kanıtlamıştır.
Yaşanan sosyalizm deneylerinde iktidarların yozlaşması ve kitleden kopmasını bü- rokratikleşmeyle açıklamak fazla bir şey söylemek anlamına gelmiyor. Her iktidarda bürokrasi olur. Kapitalizmin kendi bürokrasisi onun neden yıkımına sebep olmuyor? Elbette kapitalist iktidar kendi sınıfından kopmadığı için! Devlet ve hükümet organları dışında kapitalist sınıfın egemenlik mekanizmasını yaşatan her seviyede o kadar yetkin örgütlenmeler vardır ki, bunların toplam ilişkisinden burjuva sınıf egemenliği çıkar. Aralarındaki ilişki tek yönlü ve çatışmasız değildir. Burjuva sınıfının çıkarları sürekli her aşamada yeniden düzenlenir. Çöken sosyalist iktidarların temsil ettiği kitleden kopuş hikâyesi aynı zamanda onların çöküş hikâyesidir de... Temsilin bir kopmaya ilerlememesi için özgürlükten başka bir yol yoktur. Paris komü
nünden beri bir iktidar prensibi olarak sosyalistler tarafından kabul edilen temsilcilerin her an geri çağırabilmesinin yolu yıllarca tıkanınca, bu geri çağırma çürüme ve topyekun çöküşle gerçekleşti. İktidar, parti ve halk örgütlenmelerinin ilişkisi cansız bir biçimselliğe kadar gerileyince yıkılış kaçınılmazlaştı.
III- Sosyalizmin özel mülkiyeti tasfiye edişi ve bunun yarattığı sonuçlar da ders çıkartılması gereken çok önemli bir alandır. Üretim araçlarının mülkiyetinin tasfiyesi ile tümüyle özel mülkiyetin tasfiyesi arasında atlanmaması gereken bir fark olduğunu özellikle Sovyet deneyi göstermiştir. Her şeyin devlet mülkiyeti haline getirilmesinin amacı burjuva egemenliğinin yeniden ortaya çıkmasının yolunu kapatmak içindi. Ancak insanlığın sınıflı toplumlar halinde yaşamaya başladığı yedi bin yıldır iş (çalışma) ve mülkiyet arasında başka bir bağ da kurulmuştur. Mülkiyetin çalışmayı motive eden yanının bir kanunla birden ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığını yaşanan deneyler göstermiştir. Çalışan insanın mülkiyetle gündelik ilişkisi yaşam kalitesini yükseltme ve tüketim imkânları yoluyla kurulur. Bu konuda kaba tekdüzelik ve yaşam araçlarının bitmez tükenmez kıtlığı devlet mülkiyetinin oynaması beklenen rolünü anlamsızlaştırabiliyor. Mülkiyet biçimlerinin yeniden düzenlenmesinin kaba ve tek düze bir yoldan yapılamayacağını yaşanan deneyler göstermiştir.
IV- Sosyalizmin merkezi planlama deneyi, pek çok teorik tartışmaya da yol açarak bir sınıra sahip olduğunu gösterdi.Sosyalist ülkelerde merkezi planlamanın bir dönem büyük gelişim sağladığı, ancak ardından tıkanmaların nedeni haline geldiği biliniyor. Tıkanmaların nedeni elbette teknik güçlükler değildir. Bazı kapitalist iktisatçılar pazarda aynı anda milyonlarca kararın alındığını ve bunun bir merkezi planlama ile yapılmasının imkânsız olduğunu vurgulayıp duruyorlar. Ancak merkezi planlama zaten bu değildir. Sosyalizm deneyi merkezi planlamanın sınırlarını ortaya koydu. Planlamanın ana üretim stratejilerinden başlayıp, sürekli yeniden düzenlenerek sürdürülmesi gerektiği deneylerden yeterince ortaya çıkmıştır. Merkezi planlamadaki esas sorun teknik değildir, üretim ilişkilerinin bozulmasından kay-
JD
naklanır. İş disiplini, verim ve yenilenmenin keskin bir kopuşla kapitalist yöntemler dışında çözümlenmeye çalışılması ardından büyük tıkanmalar getirmiştir. Çünkü üretimdeki bütün bu elemanların yerini sosyalist toplum- larda insanların sahip olduğu varsayılan yetkin bir bilinç almıştır. Ancak sosyalizmin tarihi bu bilincin yaratılmasının uzun bir süreçle mümkün olduğunu gösterdi.
Özetlersek: Yaşanan sosyalizm deneyinin önemli hatalarına bakıldığında hepsinde ortak bir yan öne çıkıyor. Bu da siyasette, ekonomide ve mülkiyette aşırı merkezileşme toplumun tepkilerinin akış kanallarını donuk- laştırabiliyor. Toplumsal yaşam giderek tek bir gri renge dönüşüyor. Tek renkli iktidarın, çok güçlü görünse de, tam bir güçsüzlüğe dönüşebileceği çok çarpıcı bir yıkılışla sosyalizmin tarih kaydına geçti. Aslında aydınlanmanın çocuğu kapitalizm de ilerleme adına aynı benzeşmeyi yarattı. Sosyalizm hem kapitalizmden sonraki daha ileri aşamaydı; hem de merkezileşmenin gücüyle kapitalizmin yol açtığı israflara neden olmadan ilerlemeyi çok daha hızlı gerçekleştirecekti. Bu öngörüyle mümkün olduğunca hızlı çelişkilerin tasfiyesi hedefi, her alanda merkezileşmenin devasalaşmasının hep haklı zemini oldu. Ancak olayların acı ve insafsız dili sosyalistlerin bu öngörüsünü doğrulamadı.
Bütün bu derslerle ilgili 21. yüzyıl sosyalizmi ne diyor?
21 Yüzyıl Sosyalizminin İlk İşaretleri
21. yüzyıl sosyalizminin pratiği esas olarak Latin Amerika’da yaşanıyor. Gelişmeler henüz filiz halinde...19. yüzyılın ortalarında Komünist Manifesto ilan edildiğinde iktidar mücadelesinin hangi yollardan yürüyeceği ve hatta iktidarın programı çok genel kavramlardan öteye bilinmiyordu. İşçi sınıfı iktidarının nasıl bir şey olabileceğinin ilk örneğini, Mani- festo’dan 23 yıl sonra Paris Komünü gösterdi. Mücadele yükselip yaygınlaştıkça hem mücadele yolları çeşitlendi, hem de iktidar programı yetkinleşti. Ancak yüz elli yıllık mücadele büyük bir çöküşle kapanınca, yeniden yola çıkılırken eski deneylerin hepsi kaçınılmaz bir şekilde sorgulama altındadır. Hazır
(JL
.......... 21. Yüzyıl Sosyalizmi ...............
formüllerimizi yitirdiğimiz için yakınmaya gerek yok! Zaten o formüller epeydir olaylara uymuyordu. Büyük iktidar gücüyle de olsa, olayları formüllere uydurma zorlamalarının bir yararı olmadı. Hatta bu kör inadın büyüklüğü oranında çöküş de o ölçüde hızlı oldu.
21. yüzyıl sosyalizmi henüz katı bir formül haline gelmedi. Büyük olasılıkla geçmişten yetkin dersler çıkartılabilirse böyle formüller bir kez daha yaratılmayacak, ya da yaratıl- mamalıdır. Olaylar eski kalıpların içine de sığmadığı için 21. yüzyıl sosyalizminin yolu bilinmezliklerle yüklü olarak açılıyor. 19. yüzyılda sosyalistler Komünist Manifesto’yla yola çıkarken de durum farklı değildi. Bugünün farkı yüz elli yıllık tarihin bilinç ve ruhumuzda yaşıyor olmasıdır. Bunun avantajı yeterince açık. Tuzak ise yeni olanda sürekli eskiyi arama alışkanlığında yatıyor. Yakınlarda Fidel Kastro’ya yaşamındaki en önemli hata sorulmuştu. O da veciz bir şekilde: “Binlerinin sosyalizmin nasıl kurulacağını bildiğini sanmaktı. ” demiştir.
Bugün, 21.yy. sosyalizmine giden yolda, iktidar şansını yakalayan ülkelerde sosyalizmi kurma programları eski deney ve yollardan oldukça farklı yürüyor. Bu farklılıklardan 21. yy. sosyalizminin izini sürmeye çalışalım.
I- İktidar Mücadelesinin Farklı Yolları
Avrupa’da devrimciler 19.yy’ın ortalarında Komünist Manifesto ile yola çıkarken iktidar mücadelesinin yolları için hemen hiç deneyleri yoktu. Kıta Avrupa’sındaki yaygın işçi hareketlerinin de sonucu olarak “kıtada topyekûn devrim” stratejisi ilk temel yöneliş oldu. Bu yönelişin pratikteki karşılığı 1864’de kurulan I. Enternasyonal olmuştur. Paris Komünü yenilgisinden birkaç yıl sonra enternasyonal dağılmıştır. İkincisinin kurulması 1889’da, kapitalizmin ilk büyük bunalımının sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Birinci emperyalist paylaşım savaşına çok yaklaşıldığı yıllarda devrimcilerin iktidar mücadelesi yolunda önemli bir değişim yaşandı. Strateji “kıtada devrim”den “tek ülkede devrime” dönüştü. Bunun nedenleri açıktı: kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve emperyalist paylaşımın bizzat sistem üzerindeki yıkıcı etkileriydi. Bu
yol
öngörü Ekim Devrimi ile doğrulandı. Ekim Devrimi’nden sonra dünya devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları dönemine girdi. Artık tek tek ülkelerde hem devrimler mümkündü, hem de devrimci iktidarların yaşama şansı vardı. Bunların belki de en çarpıcı olanı Amerika’ya sadece seksen mil uzaktaki Küba devrimidir.
1990’lı yıllarda dünya devrimci hareketi bambaşka bir ortama girdi. Denge kapitalizm lehine değişti. Bu sadece güç dengelerinde bir değişim değil, aynı zamanda dünya sosyalist hareketi için bilinç ve moral olarak çöküş anlamına da geliyordu. Üstelik kapitalizm de “yeni ekonomi” ile “informatik çağı”na giriyordu! Her şey dünya sömürücülerinden yana görünüyordu. Ancak bu düşler bir on yıl bile sürmedi. Sosyalizm tehdidinden kurtulduğunu düşünen kapitalizm, neoliberal politikalarla “refah devletleri”yle örttüğü vahşi yüzünü en pervasız bir şekilde yeniden açığa vurdu. Dünya, emperyalist güç merkezleri arasında yeniden paylaşılıyordu. Bu paylaşım 2001’de New York’ta ikiz kulelerin yıkılmasından sonra doğrudan işgallerle yapılmaya başlandı. Ancak “süper güç”ün bütün zorlamalarına rağmen dünya onun istediği şekle girmedi.
Böyle bir dünyada devrim yeniden mümkün olabilir miydi? Ortam hemen hemen I. Paylaşım Savaşı öncesi yılları andırıyordu. Güç merkezleri arasındaki amansız rekabet
ve bölgesel çatışmalar tek tek ülkelerde devrim imkânı yaratabilirdi. Bu devrimlerin yaşaması çok özgün koşullarda, ancak devrimin bölgesel özellik kazanmasıyla mümkün olabilirdi.
90’lı yıllar sonrası, yenilginin ilk şokunu atlatmaya çalışan Devrimci Mücadele çok özgün yollar seçti. Sosyalist iktidarların ard arda yıkılmasının yarattığı ilk tepkisel bilinç, iktidarı hedeflemeyen mücadeleler oldu. Anti-Küresel Hareket, Zapatistaların çıkışı, Arjantin ayaklanması bunun en çarpıcı örnekleridir. Ancak 21. yy. sosyalizmine giderken pratiğin canlı akışı içinde ortaya çıkan en özgün yol: ikili iktidarlardır.
19. ve 20. yüzyıldaki sınıf savaşlarında belli bir mücadele süreci sonrasında topye- kun bir devrimle iktidar el değiştirdikten sonra karşı devrimci güçlerin hızlı bir tasfiye süreci yaşanırdı. Böylece iktidar sınıfsal olarak tam bir değişime uğrardı. Oysa özellikle 1990’lar sonrası sınıflar mücadelesinde tipik olan uzun süreli ikili iktidar konumlanmalarının yaşanmasıdır. Bunlar genellikle iki tarzda yaşanıyor. Merkezi iktidarı alamayan ve hatta bazen bunu hedeflemeyen devrimci örgütlenmelerin o ülkelerde bir alanı, bir bölgeyi tutması biçiminde yaşanabiliyor. Kolombiya’da, Meksika’da, hatta pek çok Latin Amerika ülkesinin barrio’larında, öte yandan Ortadoğu’da Kürt ve Filistin ulusal hareketleri ve İslami hareketler, güney As
ya’da ve özellikle orta Afrika ülkelerinde böyle pek çok örnek vardır. Uzun ve inatçı mücadeleler sonucu bu örgütlenmeler bu ülkelerde merkezi iktidarların etkisinin sınırlandığı alanlaryaratmışladır.
İkili iktidarların diğer varoluş tarzı Venezüella ve Bolivya’daki gibidir. İktidarda sosyalizmi hedefleyengüçler olmasına karşılık devletin yapısında, ekonomide ve sosyal
JD
21. Yüzyıl Sosyalizmi
yaşamda güçlü bir şekilde burjuvazinin varlığını sürdürmesi ve iktidar mücadelesinin neredeyse sürekli hale gelmesidir. İktidardaki devrimci güçler bir anlamda “paralel iktidar, ekonomi ve sosyal örgütlenmeler” yaratma mücadelesini her gün güçlendirmek göreviyle karşı karşıyadırlar. En çarpıcı örnekler Venezüella ve Bolivya olmasına rağmen, Ekvador, Nikaragua ve Paraguay da ikili iktidar mücadelelerinin yaşandığı ülkeler arasındadır.
Rus devriminde “ikili iktidar” Şubat’tan E- kim’e kadar sürmüştü. Çin Devrimi biçimsel olarak bugünkü ikili iktidar mücadelelerine en fazla benzeyen gelişmelerle yürümüştür. 1920’li yılların sonlarında başlayan devrim, ikinci dünya savaşını da kapsayan günlerde devam etmiş, Çin’i işgal eden Japonya’nın yenilgisiyle 1948’de zafer kazanmıştır. Bu uzun yıllarda koca Çin ülkesinde “bölgesel kızıl iktidarlar” kurulmuştur. Ancak bugüne benzemeyen çok önemli farklar unutulmamalıdır. Çin Devrimi iki emperyalist paylaşım savaşının koşullarında yürümüştür. Yine 1917 Ekim Devrimi sonrası her devrimci mücadele doğrudan veya dolaylı olarak sürekli güçlenen Dünya Devrimci Süreci’nin desteğini arkasına almıştır. Bugün bu koşullar yok! Çöküşten sonra sosyalist mücadelenin hem teorik hem de pratik yetkinleşmesi için özel ilgiyi gerektiren bugünün ikili iktidarlarının varoluşlarını mümkün kılan nedir?
Bu olgu için başlıca iki neden söylenebilir. İlki, Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin ortadan kalkmasıdır. Kapitalist ülkeler lehine yaşanan bu bozulma ilk elden kapitalizmin dünya egemenliği açısından büyük bir fırsat yaratmıştır. Ancak bu görüntünün arka planına bakıldığında dünya başka gelişmelere de gebe hale geliyordu. İki kutuplu dünyanın üçüncü dünya ülkelerindeki iktidar biçimlerine yansıması, kutuplardan birisine dayanarak egemenliklerini katılaştırmak olarak gerçekleşmiştir. özellikle Amerika bağlantılı üçüncü dünya ülkelerinin önemli bir kesiminde açık, pervasız faşist iktidarlar uzun yıllar egemen olmuştur. İki kutuplu dünya dengesinin bozulması üçüncü dünya egemenlerinin dayanak noktalarını zayıflatmış, katı egemenlik imkânlarında erimelere yol açmıştır. Bu yeni olgunun yanına onunla paralel gelişen dün-
U L
yanın güç merkezleri tarafından yeniden paylaşımını da koyunca tablo tamamlanır. Dünyanın “süper güç”ün istediği gibi şekillenmeyeceği çok açıktı. Zaten dünyadaki olaylar da bu yönde aktılar. Amerika, kendi dünya düzenini kurmaya çalıştıkça, bu adımlar sürekli olarak diğer güç merkezleri tarafından aşındırıldı. Merkezler arası bu çatışmalar üçüncü dünya egemenlerinin önemli bir bölümünde onların güçlerini zayıflatıcı etkiler yaratmaktadır. Artık ülkelerinin tümüne egemen olamıyorlar, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yaygın iktidar boşlukları oluşuyor. Bu durum, günümüzün geçici olmayan bir özelliği olarak öne çıkmaktadır.
İkinci neden, kapitalizmin 1980’ler sonrası gelişimin yarattığı sonuçlardır. Kapitalizmin yeni gelişim dalgası 80’ler sonrası tüm üçüncü dünya ülkelerini etkisi altına aldı. Ondan önceki dalga 1950’ler sonrası “kalkınma- cılık” olarak yaşanmıştı. 1980’ler sonrası neoliberalizm üçüncü dünya ülkelerinin “kalkınma” hayallerini sona erdirdi. Sermaye akışı bu ülkelerin önemli işletmelerini satın alma (kolay yatırım) ve sıcak para spekülasyonları olarak rol oynadı. Kapitalizmin bu yeni gelişim dalgası hemen tüm üçüncü dünya ülkelerinde kentlere büyük bir yığılma yarattı. Mike Davis Planet of Slums (2004) yazısında bu gerçekliği çok güzel anlatır. Bugün Latin Amerika ülkelerinin nüfusunun % 80’i kentlerde yaşamaktadır. Bu oran orta Afrika hariç tüm üçüncü dünya ülkelerinde % 60’ın üzerindedir. Sadece bu değil, kapitalizm, “informatik çağı”nın özellikleriyle birlikte artık kentlere yığılan bu “fazla nüfusu” bilinen yollarla üretim içine alamıyor. Üçüncü dünya ülkelerinin büyük çoğunluğunda bu nüfus “bir doların altında geliri olanlar” diye adlandırılıyor. Geçim kaynaklarında hiçbir istikrar yok. Kapitalizm her geçen gün artan bu fazla nüfusu artık bilinen yollardan denetleyemiyor. Eskisi gibi ne yeni üretim alanları açılabiliyor, ne de gelişmiş merkezlere göç eskisi kadar imkân dâhilindedir. Bu büyük dünya yoksula- rı denizinde hem kapitalizme karşı bir öfke birikiyor, hem de en basit insani gereklerden uzak oldukları için derin toplumsal çürümeler yaşanıyor. Artık üçüncü dünya ülkelerinin egemenleri bu gerçeklik nedeniyle de ülkelerine eskisi kadar egemen değiller.
yol
Bu iki temel nedene güncel olan bir diğerini de ilave edebiliriz. O da yaşanan büyük bunalımdır. Büyük bunalımın bu tabloya en önemli katkısı sağlam ve yıkılmaz görünen gelişmiş merkezlerde derin istikrarsızlıklar ve hatta çökme olasılıkları yaratmasıdır. Fakat aynı zamanda büyük bunalımın aşılması öncekiler gibi daha kapsamlı savaşlara varırsa, 21.yüzyıl sosyalizminin ilk filizlerinin ezilmesi olasılığı da vardır. Süreç nasıl gelişirse gelişsin kapitalist dünya egemenliğine karşı tüm dünyada yaygın mevzi savaşları verilmekte ve ikili iktidarlar ortaya çıkmaktadır. Neoliberalizmin bu süreci hızlandıracağı yeterince açıktır. Kapitalizm bu yokuş aşağı gidiş karşısında çok daha vahşileşirse bu durum onun dünya egemenliğinde tarihsel bir dönüm noktası olacaktır. Ancak bu dönüm noktasının insanlığa nelere mal olacağını bugünden öngörmek mümkün değildir.
II- 21. Yüzyıl Sosyalizminin Kuruluş Sorunları
21. yüzyıl sosyalizmi iki kanaldan yürüyor. Bir yanda henüz iktidar olamayan, hatta bazıları iktidarı hedeflemeyen ancak ülkelerinin belli alanlarında etkinlik kurmuş hareketlerle; öte yandan iktidar olmuş, ancak kapitalizmin tasfiyesini güç dengeleri nedeniyle gerçekleştiremeyen hareketler günümüz sosyalist mücadelesinin olguları olarak yaşanıyor. “Kuruluş sorunları” dendiğinde elbette esas olarak iktidar uygulamaları akla gelir. Bu nedenle 21. yüzyıl sosyalizminin kuruluş sorunlarını Venezüella ve Bolivya deneylerini dikkate alarak değerlendirmeye çalışacağız. Pek çok sorun arasından 19. ve 20. yüzyıl deneylerini de dikkate alarak iki ana konuyu öne çıkartmak gerekiyor: İktidar ve demokrasi sorunu; ekonomi, ya da mülkiyet ilişkileri ve merkezi planlama sorunu.
İktidar ve Demokrasi Sorunu: Venezüella ve Bolivya’da sosyalizme yönelen iktidarların seçimle iş başına gelmesi hemen eski Şili deneyini hatırlatsa da, olaylar eskinin bir tekrarı biçiminde yaşanmadı. Ayrıca her iki ülkede de seçim öncesi ayaklanmaların yaşandığı unutulmamalıdır, özellikle neolibe- ralizme karşı kabaran öfkeler önce kendisini sokaklarda en güçlü bir şekilde ortaya koy
duktan sonra seçim kazanımı bu birikimin bir sonucu olmuştur. Kapitalizmin sandık oyunundan yoksullar lehinde sonuçlar çıkması önemlidir. Bu olgu sadece Latin Amerika’daki belli ülkelerle sınırlı değildir. Nepal’de Mao- cu hareket, Ortadoğu’da Hamas ve Hizbullah da seçimlerde ezberleri bozan sonuçlar aldılar. Elbette bu hareketlerin hepsinin ardında uzun silahlı mücadele yılları vardır. 21.yüzyılda kapitalizmin seçim oyunu belli koşullarda sanki burjuvazinin istediğinin tersi sonuçlar yaratmaya başlamıştır.
Olaylara bakıldığında bir nokta dikkat çekiyor. Latin Amerika’da yeni sosyalizm deneyi sırasında en sık kullanılan kavram “katılımcı demokrasi”dir. Bunun kireçlenen ve bu nedenle sanki kendiliğinden çöken Sovyet deneyine bir tepki olduğu açıktır. Ancak olay sadece bir tepkiden ibaret değildir. Arjantin ayaklanması dâhil Latin Amerika’da halk hareketlerinde çok net bir şekilde seçilmiş temsilcilere karşı kesin bir güvensizlik oluşmuştur. Bunlar sendika yöneticisi de olabilir, bir sol siyasi parti yöneticisi de... Bu nedenle yığınların mücadelesi sırasında ülkedeki yöneticilerle çeşitli görüşmelere sadece temsilciler yollanmamış, pazarlıkların herkesin önünde olması en önemli koşullardan birisi olmuştur. Çünkü seçilmiş temsilciler yıllardır temsil ettiği insanlardan kopmuş ve defalarca onları “satmıştır.” Yılların artık klasikleşen bu gerçekliğinin halk yığınlarında bir tepki ve bilinç yaratması doğaldır. Bu nedenle Latin Amerika ülkelerinde yeniden seçilmiş temsilcilerin ihanetine uğramamak için demokrasinin “katılımcı” olması talebi çok sık dile getirilmektedir. Bunun için çeşitli yollar deneniyor. Seçilmiş temsilcilerin halkın çıkarlarından kopmaması için denetlenmesinin Paris Komünü’nden beri bilinen yolu temsilcilerin her an geri çağırılmasının bir hak olarak tanınmasıdır. Bu hak örneğin Sovyet anayasasında vardı. Ancak çok kısıtlı olarak kullanılmış, işleyen bir siyasal davranış haline gelememiştir.
Latin Amerika’da ortaya çıkan bu tepki aslında “temsili demokrasi”nin geleceğiyle ilgili önemli ipuçları vermektedir. “Katılımcı de- mokrasi”nin başına daha önceki yaşanan de- neylerdekilerin bir benzerinin gelmemesi için hiçbir neden yoktur. Bu konuda sadece “ta-
J9J
rih bilinci” yetmez. Fakat insanlığın, sosyalizm deneyi sırasında yaşananlardan ders çıkartması çok önemlidir. “Katılımcı demokrasi” aslında doğrudan demokrasiye giden bir adımdır. Elbette yolda yozlaşmalara uğramazsa! Latin Amerika’da pek çok halk hareketi, uzun süredir mahallelerde ve kısmen işyerlerinde doğrudan kitlenin aşağıdan inisiyatifleriyle örgütlenmiştir. Halkın gündelik çıkarlarını savunan ve hatta uygulayan komiteler olarak yaşamaktadırlar. Buralarda filizlenen doğrudan demokrasinin bir biçimde, iktidar imkânları da değerlendirilerek bir siyasal bilinç ve davranışa dönüştürülmesi talebi doğaldır. Belki de burjuva demokrasisinin temel kurumu olan “temsil sistemi”nin doğrudan demokrasi uygulamalarıyla artık aşılmasının zamanı gelmiştir. 21. yüzyıl sosyalizminin önceki deneylerden bu konuda yetkin hale gelmesi, doğrudan demokrasi yolunda ileriye bir adım atabilmesi onun yaşayabilmesinin ilk temel koşullarından birisidir. “Katılımcı demokrasi” kavramı önceki deneylere tepkiden öteye bir anlama kavuşturulacaksa, bu ancak doğrudan demokrasiye giden yolda bir basamak olmasıyla mümkündür.
İnsanlığın İlkel Komün günlerinde mümkün olan doğrudan demokrasinin günümüz
.......... 21. Yüzyıl Sosyalizmi ................
de mümkün olamayacağı haklı bir itiraz olsa da, bunun artan nüfustan çok toplumsal örgütlenmelerin çeşitliliği ve yoğunluğuyla da ilgili olduğu unutulmamalıdır, örgütlülük ne ölçüde yaygın ve etkin olursa, tepki ve taleplerin sosyal yaşama gündelik olarak yansıması ve kurumlan etkilemesi o ölçüde mümkün olur. Bu da zaten doğrudan demokrasiden başka bir şey değildir.
“Katılımcı demokrasi” ve daha ötesi doğrudan demokrasi nasıl inşa edilecektir? Eski deneyler bu konuda hemen hiç umut vermiyor. Sosyalizm, burjuvaziyi tasfiye ederken iktidar dışındaki her siyasal ve sosyal eğilimi burjuva ideolojisinin bir kalıntısı ve izi olarak algılayan bir sisteme evrildi. Buradan mutlak iktidar çıktı, ancak bu mutlaklık sonsuz varoluşu değil, yıkılışı getirdi. Bu konuda 21.yüzyıl sosyalizminin farklı yollardan yürümesi kaçınılmazdır. Bolivya Başkan yardımcısı Alvaro Garcia Linera’nın belirlemeleri yaşanan iktidar deneyinin yeni niteliğine ışık tutmaktadır.
“Devlet ve sosyal hareketler arasındaki I- lişki nasıl yönetilecek? Devlet, tanım olarak kararların merkezileşmesidir, devlet kararlarda tekeldir. Tanım olarak sosyal hareket, kararların sosyalleşmesi, kararların yaygınlaşmasıdır. Sosyal hareketler tarafın
dan öncülük edilen ve yönlendirilen bir devlet nasıl kurulacaktır, sorun çelişik görünüyor.
“2003’e kadar tartışma şöyleydi: Sosyal hareketler devletin içine girmezler. Veya eski solun tartışmaları vardı: Devlet, sosyal hareketlerin sınırındaki tek parti tarafından kontrol edilmelidir. 21. yüzyıl, Latin Amerika olarak bizim deneylerimizle başlayan başka bir yola işaret edecektir: Devlet ve sosyal hareketler arasında, sosyalleşme ve merkezileşme arasında sürekli diyalektik, sürekli geri-
lim.” (A. G. Linera, Ekim 2006 konuşması) Eski sosyalizm deneyi “iktidar” ve “sosyal hareketler” arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırıp iktidarı mutlaklaştırarak sorunu çözdü! Ancak yaşam bunun çözüm olmadığını gösterdi. Latin Amerika’nın 21. yüzyıl sosyalizmine ışık tutan farklı yolu: “Sürekli gerilim”den kurtulmak değil, onu her seferinde yeniden yönetmek ve çözümlemektir. Esas olan, gerilimi ortadan kaldırmak değil, yönetmektir. Bu gerilimin nihai çözümü Marksizmin kurucuları tarafından giderek “devletin sönümlenmesi” olarak tanımlanmıştı. Neredeyse sonsuz uzak bu hedefe her acele varış çabası tam tersi sonuçlar yarattı. Devlet değil ama “sosyal hareketler” sönümlendi; bu ise iktidarı keyfileştirdi, anlamsızlaştırdı.
21. yüzyıl sosyalizmi iddiasındaki iki ülkede iktidar sorununun bir de öbür yüzü vardır. Chavez ve Morales yönetimdedir, ancak burjuvazi de kendi örgütlenmeleriyle varlığını sürdürmektedir. Buna ikili iktidar olgusu olarak daha önce değindik, önceleri topyekün bir devrimle yaşanan nihai hesaplaşma 21. yüzyıl deneylerinde zamana yayılan uzun soluklu bir bilek güreşine dönüşmüştür. İkili iktidar olgusunu yaşamak, bir anlamda gerçek iktidar yolunda sürekli bir eğitim, her sorundan sürekli öğrenme ve yetkinleşme mücadelesidir. İkili iktidar olgusuna sadece “güç dengeleri” açısından yaklaşmak veya eski halk iktidarları dönemlerindeki program uygulamalarına hemen geçilmeyişini sürekli eleştirip durmak sorunun özgünlüğünü ve boyutlarını kavramamaktır. Böyle olunca bekli de tarihi bir fırsat kaçırılabilir.
Sovyetler Birliği bir dönemden sonra “kapitalizmle birlikte yaşamayı” teorileştirdi, ancak bu birlikte varoluş bilinci sonuçta sosyalizmi durgunlaştırdı ve çürüttü. Nihai hesaplaşmaya göre sürekli yeniden konumlanmak ile “birlikte varoluşun” statükosu içinde durgunlaşmak çok farklı şeylerdir. Elbette güç dengeleri her zaman değerlendirilecektir, hatta bugünün 21. yüzyıl sosyalizmi yolundaki ülkeleri bunun ustası olmak ve diğer halklara örnek olmakla yükümlüdür. Ancak güç dengelerini kollamak aynı zamanda kapitalizme karşı devamlı bir mevzi savaşı yürütmek ve yığınları sürekli yeniden kazan
ma savaşı vermektir! İkili iktidardan nihai iktidara yürüyüş, bu döneme özgü çok farklı bir mücadele yoludur.
Venezüella ve Bolivya’da olduğu gibi iktidarlar çift yönlü “sürekli gerilim” altındadır. Sosyalizm yolundaki iktidarlar hem kendilerini destekleyen halk örgütlenmeleri ile hem de hepsi birlikte egemenliğini kısmen yitirmiş burjuva güçleriyle sürekli bir gerilim yaşamaktadır. Eski düzenin siyasal ve moral değerleriyle yeni inşa edilmeye çalışılan değerler sürekli birbirini sınamaktadır. Yeni değerler eskinin içinde inşa edilmektedir.
21. yüzyıl sosyalizminin iktidar deneyinden iki yönlü sonuç çıkartmak mümkündür. Sosyalizmi hedefleyen iktidarla onun maddi kaynağı olan “sosyal hareketler” arasındaki ilişkinin A.G. Linera’nın belirttiği gibi “sürekli diyalektik, sürekli gerilim” temelinde yürümesi önceki deneylerden tümüyle farklıdır. Her gerilim kendi özgün çözümünü yaratmalıdır, her çözüm bir anlamda iktidarın daha yetkinleşmesi anlamına gelir, ancak kendi güçlerinden kopmadan, canlı bağı daha güçlendirerek! Bu, araç ve örgütlenmelerin de sürekli bir değişim içinde olmasını gerektirir.
İkili iktidar olgusunun yönetimi ise, kapitalizm içinde, onun güç ve değerleriyle her gün sınanmayı, hesaplaşmayı içerir. Buradan nihai hesaplaşmaya nasıl gidileceği elbette bir tek ülkedeki durumu aşar. Bölge ve dünyadaki gelişmeler bu konuda belirleyici rol oynayacaktır.
İktidar ve Ekonomi Sorunu: Burada mülkiyet ilişkileri ve ekonominin planlaması konularında eski derslerden farklı nelerin yaşandığı önem kazanıyor. Bu konularda önceki deneylerin bilinen yolundan yürünmüyor. Zaten ikili iktidar gerçeği egemen sınıfların birden tasfiyesi ve mülksüzleştirilmesini imkânsız kılıyor. Ancak bu sorunlara yaklaşımdaki farklılıkların tek nedeni ikili iktidar gerçekliği değildir, özellikle Sovyet deneyi mülkiyetin tümüyle devletleştirilmesi ve her şeyin merkezi plan altına alınmasının dev bir bürokrasinin doğması ve tüm sistemin donması ile sonuçlandığını göstermiştir. Bu gerçekten hareketle elde güç bile olsa bu alanlarda eski yoldan yürünmesi mümkün
......y o l................
JD
21. Yüzyıl Sosyalizmi
değildir.
Bugüne kadar stratejik sanayilerde kamulaştırma yapıldı. Bu kamulaştırmaların her birinin adeta kendi özel tarihi vardır. Venezüella’daki petrol firması, Bolivya’daki su ve gaz şirketleri hep bir mücadele ve önemli dönüm noktalarında kamulaştırıldı. Daha sonra Chavez stratejik alanlarda, elektrik, iletişim, medya gibi, kamulaştırmalar yaptı. Çoğunda işletme sahiplerine belli bir ödeme yapıldı. Öte yandan, halkın en yoksul kesimine yönelik sağlık, eğitim, asgari yaşam koşullarını iyileştirme adımları atıldı. Pek çok kooperatif kuruldu. Bu ülkelerde üç tip mülkiyet vardır: Devlet, sosyal ve özel. Elbette devlet ve sosyal mülkiyet özel mülkiyet denizi içinde henüz küçük bir adacık gibidir.
Bu uygulamalar sırasında öne çıkan bazı sorunlar 21. yüzyıl sosyalizmi yolunda büyük önem taşıyor. Venezüella’da sendikaların yaptığı tespitlere göre anayasal olarak binin üzerinde işletmeye devlet el koyup işçi yönetimine geçilebilir. Ancak fabrikalarda işçi yönetimi beklenildiği gibi hızlı ve verimli ilerlemiyor. Fabrikalarda işçi yönetimi top- yekûn bir gidişin moral coşkusunu taşımıyor. Her uygulama kendine özgü sorunlar içinde sanki “bir adım ileri iki adım geri” gidiyor. İşçiler içindeki gurup çıkarlarının çatışması genel bir hedefe yönelişi engelliyor. Şunu görüyoruz: başka koşullar olmazsa işçi sınıfı işyerlerini etkin bir şekilde ve genel toplumsal çıkarları gözeten bir tarzda yönetmeye hızla talip olmuyor. Kapitalizm denizi içinde sosyalist adacıklar inşa etmek bugüne kadar yaşanan bir deney değil, çok büyük enerji,
S Construyendo el socialisMO
kararlılık ve yaratıcılık gerektiriyor.
Bu ülkelerde en çok şikâyet edilen konu bürokrasi ve rüşvettir. Bu sorunların altında özel mülkiyetin gücü ve büyüsü yatar. 21. yüzyıl sosyalizmi özel mülkiyetin gücüyle nasıl mücadele edecektir? Sovyet deneyindeki gibi topyekûn tasfiye edilmesi hem mümkün değil, hem de soruna gerçek bir çözüm üretmediği için gerekli değildir. Bu sorunun basit, birkaç kararla çözümlenebilecek bir cevabı olmadığını sosyalizmin mücadele tarihi yeterince öğretmiş olmalıdır. Geriye yaratıcı yeni pratikten öğrenmek kalıyor. Üç mülkiyet biçimi 21. yüzyıl sosyalizminde birlikte yaşayacaktır. Özel mülkiyetin güç ve egemenlik aracı olmaktan çıkarılması nihai bir hedef olsa da, bu hedefe hangi yollardan yürünerek varılacağını bugün bilmiyoruz. Zenginliğin dağıtımı ve yeniden dağıtımında devletin (merkezi gücün) rolü uzun süre önemini koruyacaktır. Devletin yanında halk örgütlenmelerinin gücünün kesintisiz büyümesi, “sürekli gerilimle” merkezdeki her bozulmayı etkisizleştirmesi 21. yüzyıl sosyalizminin temel özelliklerinden birisi olacaktır. Aksi durumda “21.yüzyıl sosyalizmi” nitelemesini hak etmez.
21. Yüzyıl Sosyalizmi Yolunda İlk Sonuçlar
Yaşanan deneylerden ilk elden bazı sonuçlar çıkartmak mümkündür.
İlki, 21. yüzyıl sosyalistlerinin elinde katılaşmış formüler yoktur. Elde olan önceki deneylerden çıkartılan sonuçlar, bu anlamda tekrarlanmaması gereken hatalar ve bunların çizdiği bazı sınırlardır. Katılaşmış formüllerin olmaması bir avantajdır, mücadeleye büyük bir esneme gücü kazandırır. Fakat bir dezavantajı da vardır. Hedefin dışına savrulmalar da yaratabilir. Ancak mücadelenin başarıları ve birikecek deneyler böyle savrulmaları engelleyebilir. Eskinin ruhsuzca tekrarı bir kazanım yaratmadığına göre henüz bilinmeyen yollardan yürümekten başka bir seçenek yoktur.
İkincisi, hem merkezi iktidar konumu kazanarak, hem de bu olmadan alanlarda irade yaratarak yaşanan ikili iktidarlar olgusu,
<İL
aynı zamanda kapitalizm içinde sosyalist alanlar yaratma savaşıdır, önceki yol böyle değildi. Sosyalizmin hedefleri topyekûn bir iktidar değişimi ile uygulanabilir olarak öngörüldü ve böyle davranıldı. Bu yeni olguyu eski alışkanlıkla önemsememek bugünü ve geleceği kavramamak olur. Kapitalizm de önce feodalizm içinde maddi alt yapı ve moral değerler olarak gelişmiş, sonra devrimlerle iktidar olmuştu. Sosyalist mücadelenin bir dönemi 20. yüzyılla kapandıktan sonra, yaşadığımız dönemde benzer gelişmeler yaşanıyor. İkili iktidarlar biçiminde kapitalizm içinde sosyalizmin maddi alt yapısı ve onun moral değerleri inşa ediliyor. Bu gerçeklik, topyekûn devrime hazırlanırken, aynı zamanda sosyalist alanların yaratılması mücadelesinin stratejilere katılmasını gerekli hale getiriyor.
21. yüzyılda böyle bir olgu yaşanıyorsa bu bir rastlantı değil, kapitalizmin gelip dayandığı sınırlara işaret eden bir gerçekliktir. Kapitalizm maddi ve moral değerleri açısından bir sınıra dayanmıştır. Hala egemendir, ancak egemenliğini sürdürme yolları tıkanmaktadır. Üçüncü dünya ülkeleri kapitalizmin cehennem yüzünü temsil ediyordu; son yaşanan büyük kriz kaçınılmazı- bu cehennemin cennet adacıklarına da (merkezlere de) gelip dayanacağı gerçekliğini- güçlü bir şekilde gündemleştirdi. İkili iktidarlar olgusunun ardında kapitalizmin köklü tıkanış gerçekliği yatar. Bu deneyler aynı zamanda sosyalizme gidiş yolunda iktidar olma, doğrudan demokrasi, üretimi örgütleme yeteneklerinin geliştirilmesi yolunda muazzam pratik okullardır. İyi öğrenebilirsek daha ileri gidebiliriz.
Üçüncüsü ve en önemlisi, 21. yüzyıl sosyalizminin üstünde yükseldiği temel zemindir. Eğer devrimler tarihine bir kez daha dönüp bakarsak, 19. ve 20. yüzyılın proletarya devrimleri, kapitalizmin son gelişim aşamasına vardığı noktada değil, tam tersine kendinden önceki üretim biçimleriyle henüz yoğun boğuşmanın sürdüğü süreçlerde, yani restorasyon dönemlerinde patlak verdiğini görürüz. 1848, 1871 Fransız devrimleri, 1917 Rus devrimi, 1918 Alman devrimi restorasyon dönemlerinden çıkıp gelmiştir. Bu neden
le tarihin bir oyunu gibi proletarya devrimleri aynı zamanda kapitalizmin süpüremediği eski üretim ilişkilerinin tasfiyesinde rol oynamıştır. Bugün bambaşka bir dünyadayız. Kapitalist gelişmenin önündeki tek engel yine kendisidir. Günümüzde yaşanacak her tepki ve devrim artık yalın bir şekilde kapitalizme yönelmek zorundadır.
Kapitalizmin kendi iç gelişimiyle bir tıkanma noktasına geldiğinin üç temel kanıtına değinelim:
• Gelişmiş kapitalist merkezlerdeki yaşam biçimi artık dünyanın geri kalanının aleyhine “sürdürülemez” noktaya gelmiştir. Doğal kaynaklar ve doğanın genel yapısı tüketim deliliğinin sınırlarına gelindiğini gösteriyor.
• İnsanın üretimdeki yeri artık yaygın bir sorgulama altındadır. İnsanların önemli bir bölümü sürekli üretim dışına itiliyor. Bu insanlar “yedek sanayi ordusu” olmaktan çıkmış, koşullar böyle devam ederse, sürekli olarak üretim ve toplum dışına itilmiş kalmaya mahkûmdurlar. Bu geniş kitleye artık “dışlanmışlar” deniyor. Üretim içinde yer alan iş gücü ise uzun yılların mekanik fordist üretim tarzına pasif de olsa direnç göstererek bu sistemin önemli ölçüde çökmesine neden olmuştur. Ancak kapitalizm gerilimi çok daha yüksek “esnek üretim” ve “takım çalışması sistemi”ne geçerek insanın dayanma gücünün sınırlarını zorlamaktadır. Artık insanı tüketen bu çalışma kavramı düne oranla çok daha yoğun bir biçimde sorgulanmaktadır.
• Bütün bunların sonucu olarak, kapitalizmin moral değerleri de kesin bir çürüme içindedir. “Demokrasi”, “refah”, “özgürlük” kavramaları artık açık bir ikiyüzlülüğü anlatıyor.
Sosyalizmin çöküşle kapanan döneminin etkisiyle, günümüz koşullarında kapitalizme karşı yükselen tepkiler, kendini en yaygın olarak “başka bir dünya mümkün” parolasıyla ifade ediyor. Artık bu genel söylemden öteye yürümenin zamanı gelmiştir. Bu “başka dünya” ancak 21. Yüzyıl Sosyalizmi’yle mümkün olabilir.
......y o l................
J3J
Sosyalizm ve Özgürlük
Mert Sinan
Sosyalizm ve özgürlük İkilisi, son dönemlerde yaşanan gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, önümüzdeki
günlerin sık sık birlikte anılacak kavramları olarak görünüyor. Yunanistan’da yaşanan isyan bu görüşü daha da güçlendiren bir gelişme olarak değerlendirilmeli. Anarşist gençlerin, güncel krize karşı en ciddi karşı çıkışın örgütlenmesindeki önemli rollerine karşılık Avrupa’nın en geleneksel komünist partisi olan Yunanistan Komünist Partisi’nin “ Devlet sokakların güvenliğini sağlayamıyor- sa onu da biz yaparız” noktasına gelmiş olmasını; özgürlük meselesinin, sosyalist hareketin kendisini yeniden yapılandırmasının asal eksenlerden birini oluşturmak zorunda olduğuna dair bir işaret olarak okuyabiliriz.
Kriz, kapitalizmin alternatifsiz olmaması gerektiğini düşündürdü insanlara yeniden. Fakat günümüzde yaşanan krizin 1929 krizinden en önemli farkı, hiç kuşku yok ki kapitalizmin somut alternatifinin olmadığı bir dünyada yaşıyor olmamız. 1929’da kapitalizmin krizden çıkışına dair önermelerin bir kısmının; Keynesyen ekonomik önermelerin, Sovyetler Birliği’ndeki devlet güdümlü ekonomik uygulamalardan ve planlamadan etkilenerek geliştirildiğini bile varsayabiliriz. Bu doğru olmasa bile o dönemde krizin, devrim gibi çok güçlü bir alternatifi söz konusu idi. Henüz 12 yıl önce, tarihin ilk işçi devleti kurulmuştu. Oysa bugünkü koşullarda, bu durum ne kadar canımızı sıkıyor olsa da,
açıkça küresel kapitalist sisteme alternatif bir modelin geliştirilememiş olduğunu tespit etmek durumundayız. Latin Amerika’dan esen rüzgârlar, Küba, Nepal alternatif laboratuarlar olarak çalışmaya devam ediyor. Fakat takdir edilecektir ki henüz 21. yüzyıl sosyalizmini güçlü bir alternatif ve olgunlaşmış, güven sağlamış bir uygulama olarak insanlara, ezilenlere bir seçenek seviyesine sıçratabilmiş değiliz.
Bu geri kalışın en önemli sebeplerinden bir tanesi hiç şüphe yok ki yaşanan sosyalizmin muhasebesinin daha hala bir ortak bilinç haline çıkarılamayışı. Bugünden bakıldığında, sosyalizm refah devleti uygulamalarının dahi tasavvur edemediği bir sosyal güvenceyi ekonomik olarak halklara sunabilmiş bir deneyim olarak görülmektedir. Fakat bunu gerçekleştirirken, toplumun devlet işlerinin yürütülmesinde her geçen gün daha fazla inisiyatif kazandığı bir gelişme ortaya çıkmamıştır. Hatta tam tersine devlet, sürekli bir tedirginlik içerisinde iktidarını toplumsallaştırmayı geriye dönüş için bir zemin yaratma olarak görmüş, zaman zaman baskıcı uygulamaları sınıfın ana gövdesini de hedef alacak biçimde hayata geçirmekten geri durmamıştır. Bunun insanlığın zihninde çok ciddi bir yaraya dönüştüğü açıktır. Sosyalizmin özgürlük ile ilgili zaaflarının sadece burjuva propagandası kaynaklı olduğunu düşünmek bizleri kafasını kuma gömmüş de- vekuşlarına dönüştürüyor. Bu yaranın pansumanı yapılamadan, sosyalizm yeniden
c î i
yol
toplumsal inisiyatifin en canlı bütünlüğünü temsil eden bir düşünce olarak tespit edilemeden, yol alma şansımız yoktur. Dolayısıyla nasıl bir devlet tartışmasından yola çıkarak, çok geniş bir kapsamda kendimizi yeniden düşünebilmek durumundayız. Bu meselenin salt teorik, gelecekle ilgili bir mesele olarak algılanmaması gerekmektedir. Ya da özgürlük sorununda yeni bir yaklaşım geliştirilmesi ile ilgili ısrarı, biraydın hissiyatı olarak görmek de ciddi bir eksikliktir. Bugün sosyalist hareketlerle toplum arasındaki itme kuvvetinin bir kısmı örgütlenme anlayışımızın insanların inisiyatiflerini ve katılımlarını zayıflatma özelliği taşımasından da kaynaklanmaktadır. Geleneksel, şefçi mantıklarla yürünecek yol kalmamıştır, özgür ve eşit bir yarının rüyasını görenler, bu düş için kavgayı da kendilerini özneleştiren, kendi faaliyetleri üzerinde tam irade sahibi oldukları bir sürecin parçası olarak vermek istemektedirler. Bunda da sonuna kadar haklıdırlar.
O zaman, büyük sosyalist hareketler ailesinin bir bileşeni olarak bizim de bu olumsuz mirasın adını net bir biçimde koyarak kendimizi yeniden yapılandırırken yeni hareket noktaları ortaya koyabilmemiz gerekmektedir. Bu yazıda genel başlıklarıyla, özgürlük anlayışındaki mücadele edebilmemiz için üzerine basmamız gereken temel ilkelerimizin neler olması gerektiği ile ilgili yaklaşımları ortaya koymaya çalışacağız. Ortada bir yazıy
la değil bitirilebilecek, başlanamayacak kadar kapsamlı bir gündemle karşı karşıya olduğumuzu bilerek ama adını koyarak konuşmaya başlamanın da önemini atlamadan devam etmeye çalışacağız.
-Sosyalizm deneyi (devletli ve devletsiz) özgürlük meselesi ile ilgili önemli özeleştiri ihtiyacı ortaya çıkarmıştır.
Bu konuda en çok bakılması gereken yer muhakkak ki Sovyetler Birliği deneyimidir. “Tüm iktidar Sovyetlere” diyerek başlayan bir sürecin önce “tüm iktidar partiye” sonra da gittikçe daha dar kurumların iktidarına doğru evirilmesi büyük bir başarısızlıktır, özellikle Stalin döneminde yaşananlar, 1930’lardaki büyük tasfiye hareketi, sistemin neredeyse tüm canlılığını ortadan kaldırmıştır. Sistem tüm yenilenme girişimlerine rağmen -ki bunların da hepsi yukarıdanlık zaafını taşımıştır- bu gidişi tersine çevi reme m iştir. Partinin sürecin sonunda nasıl bir hale geldiği, geriye dönüşün aslında nasıl da toplumsal güçlerden kaynaklı olarak değil de partinin kendi içinden kaynaklandığı, 1989 ve sonraki gelişmelerde gözlenmiştir. Toplumun denetiminden kopan ve tüm iktidarı merkezi düzeyde elinde toparlayan bir iktidarın sosyalizm kurma şansının olmadığı mutlak bir doğru olarak ortaya çıkmıştır. Proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın öncü partisinin değil proletaryanın doğrudan kendisinin diktatörlüğü olması gerektiği konusundaki Luksem-
burgçu eleştiri yerden göğe kadar haklı çıkmıştır. “ Fakat tüm ülkede bir bütün olarak siyasal yaşamın bastırılmasıyla, Sovyetlerdeki yaşamın da sakatlanacağı muhakkaktır. Genel seçimler olmadığında, fikirlerin özgürce çarpışması olmadığında, yaşam her kamusal kurumda yavaş yavaş solar gider... Kamusal yaşam gittikçe uyuşur... Gerçeklikte yalnızca bir düzine seçkin insan (parti liderleri) başı çeker ve işçi sınıfının elit bir kesimi liderlerin söylevlerini alkışlamaya ve önerilen çözümleri oybirliği ile onaylamaya davet edilir-o halde bu aslında bir klik işi, burjuva anlamıyla bir diktatörlüktür” . İkinci En-
JD
Sosyalizm ve Özgürlük
ternasyonal partilerinin ihaneti, dar ve profesyonel partinin ipleri elden bırakmamasının yaratabileceği zaafların görülebilmesini zorlaştırmıştır. Olağanüstü koşulların gerektirdiği kimi önlemler, teorize edilerek, sınıfın yegâne örgütlenme ve yönetme modeli olarak ortak bilinç haline getirilmiştir.
Bu sonucun nasıl ortaya çıktığının gerçekten kapsamlı bir analizine ihtiyaç var. Le- nin’in iktidar günlerinde olası olumsuzlukların ipuçlarını gördüğü muhakkaktır. Son döneminde yürüttüğü tartışmalar aslında tam da bu meselelerle ilgilidir. “Lenin’e göre, askeri ve diplomatik işlevler merkezde bırakılmalı, diğer bütün işlevler cumhuriyetlere iade edilmeliydi.” Kendi deyişiyle “ Tam Şark uykusundan uyanırken, kendi ulusal azınlıklarımıza zorbalık ederek ve haksızlık yaparak saygınlığımızı baltalamamız kabul edilemez” diyen Lenin’in hayatta kalsa gelişen sürece nasıl müdahale edebileceği üzerine konuşulabilir.
-Yaşanan pratik sorunların teoride kaynaklarının bulunmadığı iddia edilemez.
Uygulama ile ilgili hataların teoriden, Marksizm-Leninizm’den kaynaklanmadığına dair ilk değerlendirmelerin hiçbir şey ifade etmediği bugün artık açık bir hale gelmiştir. Tarihi neredeyse kaderci bir biçimde açıklamaya eğilim duyan, üretici güçlerin geliştirilmesini her ne pahasına olursa olsun gelişkin bir sanayi kurmak olarak algılayan, insanı tarihin yapıcısı olarak değil de şartların basit bir sonucu olarak gören bir anlayış uzunca bir süre hakim Marksizm yorumu olarak algılanabilmiştir.
Sınıfa bilincin dışarıdan taşınması ve işçi sınıfının doğal halindeki en gelişkin bilincinin ancak sendikal bilinç olabileceğine dair Leninist tez ise partiyi sınıfın yerine ikame eden bir anlayış doğurduğu için proletarya diktatörlüğü uygulamasındaki ciddi problemlere kaynaklık etmiştir. Sınıfın kendiliğinden yarattığı öz örgütlenmeleri hafife alan, sınıf ile parti arasındaki etkileşimleri karşılıklı olarak değil de partiden sınıfa doğru tanımlayan, kuruluş sürecinde partinin inisiyatifi paylaşmasının risklerini hayatı dondurarak aşmaya çalışan, partinin iktidarını sınıfın tümünün iktidarı olarak algılayan bir Marksizm yorumu-
<JL
nun sosyalist demokrasi uygulamalarını tali görmesini doğal karşılamak gerekir. Sınıfın doğru bilincinin sınıfın ortak iradesi tarafından oluşturulamayacağını benimseyen bir anlayış problemlidir. Siyasi faaliyet üzerinde yoğun bir baskı kurulmuşken atlanması mazur görülebilecek kimi ilişkilenme biçimlerinin, emperyalizmin oyunları vs. gibi gerekçelerle tüm sosyalist kuruluş sürecine yayılmak istenmesinin, toplum ile devlet arasında ciddi bir kopuşa yol açtığı açıktır. Bu yorumun, doğu toplumlarının siyasi kültürüyle ne kadar bağlantılı olduğu da tartışılmaya açık bir konudur.
- Anarşizm ile polemik zorunluluğu merkezi/devletçi anlayışı güçlendirmiştir.
Hem Marx’in Bakunin’le, hem de Lenin’in Narodnikler ve Kropotkin ile yaşadığı polemiklerin, anarşizmin aşırılıklarının yanı sıra özgürlükler meselesindeki hassasiyetlerinin de önemsenmemesine yol açtığı düşünülebilir. Bireyi önemseyen veya iktidarın merkezileşmesinin yaratabileceği zafiyetleri ortaya koyanlar rahatlıkla anarşistlikle suçlanabil- mişlerdir.
- Stalinizm ile araya çok net sınır çizgileri çekilmelidir. Sonuçların süreçleri akladığı bir yaklaşım kesinlikle terk edilmelidir.
“Temizlik harekâtının sonuçları 1937-38 yıllarında 1.372.392 kişi tutuklanmış ve bunlardan 681.6927si kurşuna dizilmiştir... Politbüro bir iktidar organı olarak fiilen iktidarsızlaştırılmıştır. Stalin artık bazen sadece 4 kişiden oluşan küçük bir grupla çalışıyordu. Diğerlerinin gizli meseleler hakkında hiçbir bilgisi yoktu ve çoğu mesele gizliydi. Şimdiye kadar düzenli bültenlerle birçok konuda haberdar edilen parti liderlerine bülten falan gönderilmiyordu. Aynı şekilde çoktan karara bağlanmış meseleleri tartışmak için arada bir toplantıya çağrılan Merkez Komitesi de önemini yitirmişti” (Sovyet Yüzyılı, s. 148)
Stalinizm, parti iktidarının dahi daralıp tek bir önder elinde toplandığı özel bir dönemi temsil eder. Stalin döneminde elde edilen başarılar hem ekonomik hem de uluslar arası siyaset alanında gerçekten büyüktür. Stalin iktidara geldiğinde iç savaş sona ermişti ama
yol
Sovyetler Birliği’nin varlığının devam edip edemeyeceği hala muğlâktı. Ekonomide de işler hiç iyi gitmiyordu. Lenin’in formüle ettiği NEP döneminde kapitalizmi andıran gelişmeler yaygınlık kazanmıştı. Toplumun ihtiyaçlarının karşılanması ancak kapitalizme verilen tavizlerle mümkün hale gelebilmişti. Sta- Iin1929 yılından başlayarak NEP’i tamamen ortadan kaldıracak muazzam bir kamulaştırma hareketine başladı, kırlardaki kır zenginlerini tasfiye etti, bütün toprakları kamulaştırdı ve tarımsal gelirlerin finanse ettiği bir devasa ağır sanayi hamlesine başladı. Bu atılım sayesinde Sovyetler Birliği dünya tarihinin en hızlı kentleşen ve sanayileşen ülkesi haline gelebildi. Toplumsal tüketim baskılanarak, kırsal artık bütünüyle bu sürecin finanse edilmesine harcandı. Dolayısıyla toplumdaki, çalışan, üreten kesimlerdeki muhalif çıkışların da baskılanması benimsendi, tüm muhalefet susturuldu. Dünya kapitalist sisteminin krizden geçtiği bir dönemde Sovyetler Birliği göz kamaştırıcı bir ekonomik başarıya ve kalkınmaya imza attı.
Aynı şekilde faşist Hitler rejiminin yok edilmesinin gururu da büyük oranda Stalin iktidarındaki Sovyetler Birliği’ne aittir. Büyük Savaş sonrasında 20 yıl önce varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği tartışmalı olan Sosyalist Anavatan, kendisini dünyanın iki süper gücünden biri haline getiren bir başarıya imza atmıştı.
Ancak elde edilen tüm başarılara rağmen gün kurtarılabilmiş fakat sosyalizmin geleceği kaybedilmiştir. Sınıfın iktidar olma yönündeki tüm güdüleri bu dönemde ortadan kaldırılmıştır. Uygulanan tedhişin boyutları, gidişatın bu yönelimini eleştiren hemen her unsurun hain, işbirlikçi olarak tanımlanarak kamuoyuna açık mahkemelerde yargılanarak idam edilmesi, devrimi gerçekleştiren parti kadrolarının neredeyse tamamının bu zılgıt sürecinde tasfiye olmaları, sosyalizmin geleceğine ipotek koymuştur. Aslında Sovyetler Birliği’nde yaşananların tamamı, tüm ekonomik başarılara rağmen sosyalist demokrasiyi inşa edemeyen bir toplumun sosyalist olarak tanımlanabilmesinin ya da en azından sosyalizme yürüyebilmesinin imkânsız olduğunun bir ispatıdır. Bunun sebebinin sadece siyasi olmadığını görmek, ekonomide ileriki
dönemlerde yaşanan birçok sıkıntının da aslında bu iktidarı dengeleyecek tepkilerin yokluğundan kaynaklı olduğun görmek durumundayız.
Bu durumun hala bilinç seviyesine çıkarı- lamayışı, Çin’de komünist parti iktidarında yaşananların kafaları karıştırmasına yol açmaktadır. Küresel kapitalizmin gelişiminin en önemli unsurlarından biri olan, sanayisini büyük oranda muazzam büyüklükteki işgücünü küresel sermayenin sömürüsüne açarak geliştiren Çin’den sosyalizme çark etmesini bekleyenlerin sayısı az değildir. Sonuç merkezli bakış açısı, böylesi bir sömürü sürecinin ve bu süreçte sınıfın tüm inisiyatifsizliğinin bir sosyalizm üretebileceğine dair bir beklenti içine girebilmektedir.
-Sorunun bir boyutunun felsefi algılayış ile ilgili olduğu açıktır. Özellikle mutlak doğru algısı, sınıf açısından doğrunun ancak kolektif üretimle mümkün olabileceğini gölgelemektedir.
Marksizm’in bilimsellik iddiası bu süreci olumsuz yönde destekleyen sonuçlar yaratmıştır. Dogmatikleşme kendisini bilimsel tek doğru anlayışıyla meşrulaştırabilmiştir. Tez- antitez-sentez sürecinin ancak kolektif bir tartışma sürecinin ürünü olabileceği görülememiştir. “Formel mantık şöyle der: Herhangi bir önerme doğruysa doğrudur. Hiçbir önerme aynı anda doğru ve yanlış olamaz. Her önerme ya doğru ya yanlış olmalıdır. Diyalektik mantıksa geliştirip şöyle der: Eğer içerik veriliyse, yalıtılmış bir önerme ne doğru ne de yanlıştır, her bir yalıtılmış önerme aşılmak durumundadır, gerçek bir içeriği olan her önerme aynı anda doğru ve yanlıştır, aşılmışsa doğrudur, kendisini mutlak olumlu- yorsa yanlıştır.” Diyalektiğin bilgi kuramının Lefebvre’nin yaptığı gibi uygulanması özgür- lük/hakikat ilişkisinin yeniden kurulmasına hizmet edebilir. Var olan bütün önermeler, aşılmayı kader olarak da taşırlar. Bu onların tez olarak doğalarıdır. Bu aşılma sürecinin sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesi, antitezlerin üretilebilmesi sürecinin önünün açık olabilmesi ve sentezin ortaya çıkabileceği praxislerin mümkün olabilmesi koşuluna bağlıdır.
Dolayısıyla bu tartışmaların yapılması ta-
JD
Sosyalizm ve Özgürlük
rihimize sahip çıkmadığımız anlamına gelmez, tam tersine tarihimizin deneyimlerinden öğrenerek aşılması gerekliliğinin vurgulanması olarak görülmelidir. Sosyalizm insanlığın özgürlük ve adalet hülyasıdır. Günümüzün kıstırılmış insanlığı, sosyalizmi yeniden bir alternatif olarak yapılandıramaz- sa bir süredir içinde debelendiği umutsuzluk çukurlarında sıkışmaya mahkûmdur. Dolayısıyla günümüz sosyalistlerinin en önemli görevlerinden biri de 21. yüzyıla özgü bir sosyalizm anlayışını, günümüz koşullarından hareketle ve geçmiş deneyimlerimizden beslenerek yapılandırabilmektir. Her şeyin geçmişteki çerçeveler içinde yenileneceğini ummak saf hayalciliktir. Bu düşünce kimi
“profesyonel devrimcileri” tatmin edebilir ama geniş yığınlarda umutsuzluk ve kayıtsızlık yarattığı muhakkaktır. Önümüzdeki sorunların salt düşünsel faaliyetlerle aşılamayacağı muhakkaktır ama ideolojik problemlerin salt rutin patrikle ya da yeni örgütlenme modelleri ile aşılamayacağı da açıktır. Sınıf tarafından benimsenen bir çerçeve ortaya konamadan, salt mücadele taktikleri ile umduğumuz ve beklediğimiz yükselişin ağır kapıları aralanamaz.
İktidar olmadan dünyayı değiştirme hayalleri görülmesinin önüne geçmenin en etkin yolu, iktidarı gerçekten sınıfın kılacak bir sosyalist devlet ve örgüt anlayışının bugünden yarına geliştirilmesidir.
<âL
Latin Amerika İzlenimleri*
Altan Keskin
“A slında bir kişi eylem e geçtiği, iradi bir çaba gösterdiği ve ‘önceden kestirilen’ bu sonuca som ut katkıda bulunduğu ölçüde bir şeyleri önceden kestirebilir. O halde tahm in yürütm e kendini bilim sel bir bilm e eylem inde değil, gösterilen çabanın soyut ifadesinde ve ortak b ir irade yaratm anın pratik biçim inde açığa çıkarm aktadır.”
A ntonio Gram sci
*Bu yazı 2008 yılı içinde yaptığım ve altı ay süren Güney Amerika seyahati sonrasında Yol dergisi’nden yoldaşların röportaj talebi sonucu hazırlanmıştır. Soru-cevap şeklinde tasarlanan dizin, daha uygun olacağı düşüncesiyle tarafımdan makale düzeninde biçimlendirilerek yanıtlanmıştır. Güney Ameri ka’nın bugününe dair izlenimlerden hareketle toplumsal değişim mücadelesi açısından derinleştirilmesi gereken birkaç başlığa değinmek kaygısındadır.
Kıtanın ÖnemiLatin Amerika’nın politik/ekonomik tarihi
kendisine has öznellikler ve deneyimlerle dolu bir tarihtir. Buna sebep 1492’de Kolomb ve beraberindekilerin kıtaya ayak bastıkları andan itibaren orijinal bir ekonomik altyapının şekillenmeye başlamış olmasıdır. İlkel, köleci, feodal ve nihayetinde kapitalist toplum şeklindeki klasik paradigma, Yeni Dünya açısından geçerli değildir. (Ayrıca bu paradigmanın Avrupa açısından da ne derece geçerli olduğu, tartışmaya açık bir konudur). Bir yanda yerli halkın ve Afrika’dan gemiler dolusu getirilen insanların köle prangalarına
bağlanması, diğer yanda büyük çiftliklerde (Hacienda) hüküm süren serf/derebeyi ilişkileri ve şehirlerdeki kapitalist ticaret ağı, XIX. Yüzyıl sonlarına dek kıtada iç içe var olmuştur. Potosi maden bölgesinin, Brezilya, Küba veya Kolombiya’da şekerkamışı tarlalarında çalıştırılan kölelerin, ya da Buenos Aires ve Lima gibi liman şehirlerinin hikâyelerine baktığımızda bu durum oldukça net biçimde açığa çıkıyor. Kaldı ki bugün bile gelişkin kapitalist yapılarına rağmen kıta ülkelerinde sömürgeci ekonominin kalıntıları mevcuttur. Bolivya ve Brezilya’daki topraksızlar ile, Kolombiya’da yürüyüşe geçen köylülerin talepleri incelendiğinde henüz tedavülden kalkmamış pre-kapitalist üretim ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkilerine eklemlenerek sürdürdükleri yaşam da kendiliğinden görünür hal alıyor.
Güney Amerika ekonomisinin şanssızlığı Kolomb zamanındaki medeniyetlerin (İnka, Maya ve diğerleri) gümüşü Ay’ın, altını ise yaşamın ve inancın merkezine oturttukları Güneş’in ter damlaları sayan kültürlerinde başlar. Francisco Pizzaro’nun karşılaştığı ilk İknalar konuklarına uluslarını yüceltmek adına altından yapılma (var olmayan) tapınak-
J 9 J
Latin Amerika İzlenimleri
SIMÓN BOLÍVAR
lardan dem vurduklarında felaketlerini çağırdıklarını bilemezlerdi. Altın ve gümüş yağması ile başlayan süreç, bütün tabi kaynaklara (ki yerli halk ile bir tür deniz kuşunun yüksek kalitede gübre niteliği taşıyan pisliği de buna dahildir) el konulması şeklinde gelişir. Sonuçta kıta, ilk etapta Avrupa’da yeşermekte olan kapitalizme sermaye ve hammadde teminini sağlayan başlıca bölge olacak, sonrasında ise emperyalist üretim ilişkileri ağında mahvolmaya devam edecektir. Öyle ki Arjantin derileri neredeyse yok pahasına Avrupa ve Amerika bandıralı gemilere yüklenecek, aynı gemiler bu derilerden işlenmiş eşyaları fahiş fiyatlarla satmak üzere topladıkları yerlere geri getireceklerdir. Ve yine öyle ki, ülkesini kalkındırmak adına ithal ürünlere vergi ve kota koyan Paraguay 1865’de ‘halkı diktatörlükten kurtarmak’ amacını güttüklerini söyleyen üçlü ittifakın saldırısına uğrayacak, ve bu savaşta Paraguay yetişkin erkek nüfusunun neredeyse tamamı öldürülecektir.
Ekonomik altyapıdaki özgünlük ve bağlamında sömürü ağının sıkılığı ile sürekliliği, dolayısıyla politik üstyapıda da yansımasını bulur. Politik arenaya baktığımızda karşımıza keşfin başlangıcından bugüne, sömürüye paralel kesintisizlikle devam eden bir mücadelenin (ki bu mücadele temelde sınıfsaldır) tarihsel seyri çıkar. Bu tarihsel seyri kabaca
üç ana döneme ayırabiliriz:
1. 1492 ile 1800’lü yılların başlangıcına kadar süren dönem: Yerli halkların ve kölelerin İspanyol Conquistadorlara (Fatih) karşı yürüttükleri isyan hareketlerine sahne teşkil eder. Ok ve yay, tüfek ve kılıca karşı amansız savaşında kısa erimli zaferler almış olsa da genellikle yenilgilere uğramıştır. Kimi isyanlar onlarca yıl kimisi ise birkaç ay sürmüş, lâkin bastırılan bir isyanın ardından yenisinin çıkışı çok gecikmemiştir. Şili’de Aracauno’lar, Ekvador’da Ruminahui, Peru’da TupacAma- ru, Bolivya’da Tupac Catari, Brezilya’da ormana kaçan kölelerce kurulan Palmeras Federasyonu bu dönemin başat isim ve olgu- larındandır.
2. 1800’lü yıllar: Özellikle kreollerin (Güney Amerika’da doğmuş Avrupa kökenliler) Fransız Aydınlanma Felsefesi ve devriminin etkileriyle biçimlendirdikleri ulusal bağımsızlık savaşlarının yaşandığı yıllardır. ‘Güney Amerika bu topraklarda doğanların özgür vatanıdır’ parolasıyla silahlar kuşanılmıştır. Simon Bolivar Kolombiya, Ekvator, Peru (Bolivya dahil) ve Venezüella’yı kapsayan Büyük Kolombiya Federasyonu’nu kurarken, aynı zamanda kıtadaki İspanyol egemenliğine de resmi olarak son veren kişidir. Küba’da Jose Marti, Uruguay’da Jose Artigas, Bolivya’da Sucre ve daha pek çok isim eşitlikçi, bağımsız bir ülke adına sömürgeci ve oligarşik iktidarlara karşı bu dönemde savaştan savaşa yol almışlardır.
3. XX. yüzyılla birlikte ise sınıfsal özgürlük mücadeleleri arenanın merkezini tutar. Zapata, Sandino, Castro sadece ülkelerinde devrime önderlik eden isimler değillerdir. Adları ile anılacak olan politik stratejileri ve düşünceleri de tarih sahnesine işlemişlerdir. Benzer şekilde Uruguay’da Tupamarolar şehir gerillacılığı yaklaşımını yeni bir deneyim olarak geliştirirler. Arjantin’de Peron, Şili’de Ailende, Ekvador’da Alfaro gibi halkçı ve/ve- ya sosyalist iktidarlar kıta çapına yayılmış mevcut devrimci mücadelelerle bağlaşık yaşamış ve böylece kıtaya büyük bir tarihsel miras bırakılmasını sağlamışlardır.
Meselenin finans-kapital tarafında ise sürece darbeler ve ekonomik ambargo’dan kontrgerilla savaşına kadar pek çok karşı
tepki ile cevap veriş vardır. Uluslararası sermaye, sınıflar savaşındaki yeni politik yönelimlerini ilk uygulama alanı olarak çoğu kez Latin Amerika’yı seçmiş ve buradaki sonuçları üzerinden globalleştirmiştir.
Günümüzde, kimi eski illegal siyasetlerin legalist sol yapılar ile ittifakları yoluyla seçimleri kazanmaları (Uruguay, Ekvador, Bolivya, Venezüella) Kolombiya’da Las Farc’ın sürdürdüğü gerilla savaşımı ve en belirgini Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi (MST) olan yeni bir orijinalite üzerine kurulu meşruiyet eksenli örgütleri ile kıta büyük bir mücadele mozaiği olma konumunu sürdürmektedir.
Ve bu mozaiktir ki sosyalist bloğun 1989 da başlayan parçalanması sonrasında gerileme yaşayan mücadele içindeki kitlelere moral motivasyon olmaktan öte anlam ve güce sahiptir. Deneyimler öznel de olsa çıkarsamalar globaldir. Bu çıkarsamalar Paulo Freire’nin eleştirel pedagoji üzerine teoremlerinden MST’nin topraksız köylülüğe yaklaşımı ve üretim kolektifleri uygulamalarına, yasal ve silahlı savaşımın sentezinden sosyalizme geçiş problemlerine kadar geniş bir yelpaze içerir. Lâkin bu noktada özellikle belirtmek isterim ki olabilecek en son çıkarsama Latin Amerika’nın mücadele zenginliğini ululaştırmak ve kopyalamak olabilir. Neticede sosyalizm yolu bir etkileşimler ve birikimler yoludur. Ve her birikim ancak kendi öznelliklerimizle bir sentez dâhilinde içselleştirilirse bir birikim olabilir.
Kültürel EtkilerKıtayı anlayabilmek için kavranması gere
ken üçüncü olmazsa olmaz ise kültürel farklardır. Ekonomik-politik güzergâhın hem belirleyicisi hem de belirleneni olan kültür alanında kıtaya haslıklara baktığımızda ilk elden göze çarpan nitelikleri birkaç başlık içinde toplayabiliriz:
1. Güney Amerika insanı ülke kimliğinden önce kıta kimliğini taşımaktadır. Uzun analizlere girmekten imtina ederek durumu özetlemek gerekirse öyküsü Brezilya’daki gemi yolculuğum esnasında geçen bir sohbetin içeriğini anlatmam gerekecektir. Sohbet arkadaşım basit bir soru yöneltmişti. Dedesinin
İngiltere’den Brezilya’ya göç etmiş siyah tenli bir İngiliz, annesinin ise BolivyalI bir yerli olduğunu belirttikten sonra ‘sence benim ırkım ne?’ diye sormuştu. XIX. Yüzyıl ortalarına kadar İspanyol ve Portekiz hegemonyaları altında yaşayan yerli halk, siyahiler ve Avrupa kökenliler böylece ortak bir kıta tarihinde buluşmuş, ortak tarihin özneleri olmuşlardır. Kıta genelinde İspanyolca ve Portekizce dışında dillerin konuşulmaması bu noktada önemlidir.
Diğer bir örnekte, Venezüella’da Tacaqua mahallesinde sosyalist bir grubun yaptığı etkinliği izlemiştim. Etkinlik kapsamında iki duvara mahallenin çocuklarının da gönüllü katılımıyla Devrime atıfta bulunan resimler yapılacaktı. Grup lideri KolombiyalI, diğer üyeler iki Arjantinli, iki Şilili, dört Venezüellalı ve bir Türk’ten ibaretti. Burada İspanyol iç savaşındaki Enternasyonal Tugaylar benzeştirmesini yapmak yanılgı olur. Ernesto Che Guevara’nın Arjantin’de başlayan, Küba dev- riminin önderlerinden biri haline gelişi ile devam eden ve Bolivya’da son bulan yaşamında sembolize olan tavır Latin Ameri- kalılığa dair bir tavırdır.
2. İspanyollar kıtaya sadece engizisyon yollu baskı ve yağma getirmemişlerdir. Akdeniz kültürünü de taşımışlardır. Ve bu kültür kıta halklarının görenekleri ile birleşip yepyeni bir kimliğe kavuşmuştur. Katolik inancın aldığı biçim ve 1960’larda şekillenmeye başlayan Kurtuluş Teolojisi adlı oluşum bu bağlamda oldukça önemlidir. Başpiskopos Oscar Romero’nun “Adalet tıpkı yılanlar gibi sadece çıplak ayaklıları ısırıyor” sözünde özetini bulan ve Katolisizm ile sosyalist düşünüşü bağdaştırmaya çalışan bu oluşum Nikaragua, El Salvador ve Brezilya’da hatırı sayılır etki yaratmayı başarmış hatta kimi dönemlerde toplumsal muhalefetin önderliğini elinde tutmuştur. Gerilla hareketine katılan din adamları veya taban cemaatleri örgütlenmesi ile yoksul mahallelerde kurulan dayanışma ağları Vatikan’ın son kalesinin Vatikan’a karşı işlediği en büyük günah konumundadır. Yakın zaman önce Paraguay’da seçimleri kazanan solcu lider Fernando Lugo eski bir piskopostur ve geleneğin devamına dair bir göstergedir. Ve bu gelenek “din halkın afyonudur” sözünü en azından kıta i-
......y o l................
JD
Latin Amerika İzlenimleri
çin yeniden değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Denilecektir ki dünyanın her yerinde komünist olmuş imamlar, rahipler, hahamlar vardır. Lâkin sorunumuz kişilerin dönüşümü değildir. Bir inanç kurumu ve Althusser’in tabiri ile söyleyecek olursak erken dönem kapitalizm boyunca devletlerin başat ideolojik aygıtı olan bir kurumun iç yapısındaki dönüşümdür. Dindarlığın yüksek boyutta olduğu kıtada kilise görevlileri üzerinden başlayan ve kurumsallaşan teoloji, sosyalist hareketlere 1960’dan 1980’lerin sonlarına değin büyük bir altyapı desteği sunmuştur. Kültürel farklılık göz önüne alınmadan bu gelişim açıklanamaz.
3. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir” . Güney Amerika çıkışlı olan bu cümle, güneyin yaşam tarzını da oldukça iyi ifade etmektedir. Fidel Castro’nun Sierra Maestra’ya ulaştığı gün pek çok talihsizlik ve acemilik sonrasında nerdeyse tüm cephaneyi ve yoldaşlarının büyük kısmını kaybetmiş olmasına rağmen buluşabildiği 11 kişiye ve elde kalan birkaç silaha bakıp “artık zafer kesinlikle bizimdir” demesi salt bir inanç ürünü değil, eylemciliğin birleştirici gücüne vurgudur aynı zamanda. Benzeri örnekleri aramak gerekmez çünkü her yerde kolaylıkla karşımıza çıkarlar.
Venezüella’da duvar resmi yapma eyleminde ekibin temel düşüncesi mahalle çocuklarının boyama işine katılımını sağlamak idi. Nitekim düşündükleri şekilde gerçekleşti her şey. Çocuklar konturları çizilmiş figürleri büyülü bir oyunmuşçasına boyamışlar, eylemciler ise beraberlerinde getirdikleri biraların da yardımıyla mahalle halkı ile şen mahalle sohbetlerine girişmişlerdi. Bu sohbetlerde politik gündem yerine ağırlıklı olarak gündelik hayata dair bilindik sohbetler ve şakalaşmalar söz konusuydu. Nedenini sorduğumda aldığım cevap gayet basit olmuştu: “Bu sayede biz onlardan biriyiz ve onlar da bizden biri...” Diğer bir örneği ise Arjantin Ro- sario’da yaşadım. Şehrin yoksul mahallelerinin birinde sosyalist bir grup tarafından kurulmuş olan dernek evini ziyarete götürüldüm. Programda mahalle çocukları için okula yardımcı ders eğitimi vardı. Binanın içinde
eğitim, dışında ise mate (Arjantinlilerin çok sevdiği bitki esaslı bir içecek) eşliğinde sohbet vardı. Ve her iki örnekte de en dikkat çeken nokta sosyalist grup ile mahalleli arasındaki öncü/kitle, şef/cemaat vb. statülerdeki ayrımın hissedilmemesiydi.
Böylesi bir organik birleşim, tabiiyet ilişkilerinden yoksunluğu oranında bireysel ve kurumsal gelişimin sağlam dayanaklarla örülmesinin de önünü açmaktadır. Şefe bağımlılık yerine özgür iradeye dayalı birlik; manipüle eden taşıma bilinç yerine, gereksinim duyan, içselleştirilen bilinç, belirlenim yerine ortaklaşa belirleyiş... Fakat bu tarzın göz ardı edilmemesi gereken ciddi bir sorunu da bulunmaktadır. İradi değil, kendiliğindencidir. Ve bu yönü nedeniyle gerek kişisel gelişimi gerekse grubun sürece müdahale yeteneğinin gelişimini belirsiz bir zamana bırakır. Hele ki kapitalist ideolojinin toplumda “akıl tutulması” yaratma yeteneği ve hızı düşünüldüğünde, kendiliğindenci tarzlar büyük bir soru işareti oluşturur. Günümüzde yakaladıkları şans, rüzgârın soldan esmesinden ve büyük bir tarihsel geçmişin üzerinde yol almalarından ileri gelmektedir.
4. Adını hatırlamadığım bir kitapta okumuştum. Latin Amerika’da yürütülen toplumsal mücadelenin niteliklerini kavrayabilmenin Latin popülizmini kavramakla mümkün olabileceğini yazıyordu, öncelikle belirtmeliyim ki doğruluğunu altı aylık yolculuğum süresince karşılaştığım pek çok olayın bana ispatladığı bu önerme, Türkiye’deki popülist tavırdan oldukça farklı niteliklere işaret eder. Dolayısı ile klasik kalıplar içinde, önyargılı yaklaşımlardan arınılarak incelenmeli, bir yaşam dinamiği olarak kavranmalı ve böylece anlaşılmaya çalışılmalıdır. Sanırım Chavez’in konuşmalarına kabaca bir bakış, bahsi geçen farkı gözler önüne sermesi bakımından yeterli olacaktır.
Bilindiği üzere Chavez politik vurgularının merkezine ABD karşıtlığını oturtur. Birleşmiş milletler toplantısında Bush’a yönelik olarak “Şeytan dün buradaydı” demesi pek çoğumuzun hala aklindadır. Bununla yetinmeyip “düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşımıyla ABD karşıtı liderlere ideolojik savunuları her ne olursa olsun kucak açar, (ki pek çok
yol
mitingde Chavez posterlerinin Ahmedinejat ya da Usame Bin Ladin gibi isimlerin yanı sıra taşınması kimi çevrelerce yanlış şekilde Kıtada siyasal islamın yükselişine yorumlanmıştır.) Son noktada da ülkedeki finans oligarşisine karşı söylemleri oldukça sert ve kışkırtıcıdır.
Bütün bu üslubun özeti yüzyılların tekrarı somut hedefi yeniden ve yeniden göstermektir. İspanyol conquistadorlar (fatih) ilk yabancılardı ve yıkımın ilk başlatıcıları oldular. Her şeyi alenen yaptılar. Sonrasında gerçekleşen ABD işgalleri (Meksika’da, Nikaragua’da, Küba’da), on yılları bulan diktatörlük dönemlerinde ya da darbelerin hazırlanışında verilen destek yine alenendi.Ülkedeki büyük tarım sahalarında, madenlerde ve fabrikalarda yaşanan kıyımlar (Şili’de nitrat işçilerinin taranması, Kolombiya’da muz plantasyonlarında gerçekleşen grevin kıyımla sonuçlanması,Potosi madenlerinde yaşanan katliamlar vd.)ABD’den aldıkları desteği gizleme gereği duymayan yerli finans oligarşilerinin işi idi.
Türkiye’de emek-sermaye ilişkilerini ve sömürü mekanizmalarını izah böylesi bir ta- rihsellikten yoksun olduğu için görece daha zordur. Orta sınıf umutları hali hazırda canlıdır. Oysa Güney açısından problemin bu basamağını atlamak hedefi tanımlayabilirle açısından bir sorun teşkil etmez. Bu nedenledir ki 1970’lerde suni denge ve şehirlerin kuşatılmışlığı teorileri ülkemizde soyut bir olgu olarak kavranılmaya çalışırken kıtada basit bir gerçeklik olarak ifadesini bulmuştur. Ve bu nedenledir ki Chavez ezilenlere seslenişte geleneğin günümüzdeki mirasçısı konumundadır. Yaptığı iş kalıtsallaşmış öfkeye rehberlik etmektir. Gringo kelimesinin bir küçümseme sıfatı olarak kullanıldığı, arkadaşlıkların amigo kelimesi ile dillendirildiği bir kıtada bu yönlü bir pragmatizmin duyguları harekete geçirmemesi söz konusu değildir.
Zapatist hareket Meksika’dan çıkıp dünya gündemine oturduğunda Sosyalizmin ölümünü ilan eden çanlar henüz dinmemişti. Belki ilk başlarda kimi çevrelerce genel geçer bir kalkışma olarak yorumlanmıştı bu hareket. Ne var ki ardı sıra gelen gelişmeler küresel bir ilgiyi yavaş yavaş yeniden kıtaya yöneltti. Hugo Chavez, Evo Morales ve Rafael Corre- a’nın açıktan sosyalizme yürüyüş vadeden iktidarlarını Şili, Arjantin, Uruguay ve nihayetinde Paraguay’da sol eğilimli yapıların seçim zaferleri izledi. Kolombiya’da Las Farc’ın etkinliği azalmaksızın devam ederken, Brezilya’da Lula da Silva’nın işçi partisi sağa doğru
Sosyalizm Rüzgarları
çark etse de MST, toprak işgalleri, üretim kolektifleri, kolektif üniversiteler gibi atılımlarla sosyalist mücadeleye yeni ufuklar kazandırdı. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak büyük medya kuruluşları dahil pek çok yazı ve yayında Latin Amerika’da yükselen yeni bir sol dalgadan bahsedilmeye başlandı.
Ve ilk yanılsama da böylece bu bahis paralelinde oluşturulmaya çalışıldı. Meseleyi sistem içi sınırlar çerçevesinde ele alan yaklaşımlarda “yükselen sol dalga”nın da sistem içi özellikleri ön plana çıkartıldı. Süreç, bir yönüyle Bush yönetimi ile sembolize olan neoliberal saldırıya verilen tepkilere indirgendi. Dalga mefhumunun burada kullanılmış olması anlamlıdır. Çünkü kabarış ve coşkunluğun yanı sıra genel geçerlik ve sönümlenişi de ifade eder. Neticede Güneyin tarihi bu türden kalkışmaların ve darbeler, diktatörlükler ya
JD
Latin Amerika İzlenimleri
da Peru ve Kolombiya’da olduğu gibi sürek- lileştirilmiş sağ iktidarlar aracılığıyla dizginle- nişlerinin tarihi değil midir? Küba bir istisna olarak bu genel yargıyı bozmaz. Böylece yükseliş, kitleler nezdinde neoliberal saldırılara sistem içi umut vaat etmenin bir aracına dönüştürülerek hem saldırıya karşı savunma refleksi kırılmaya hem de umutsuzluğun teh- ditkâr bir seyre yönelmesi önlenmeye çalışılır.
Sol yelpazede ise hataya ekseriyetle durumu bir ajitasyon aracına indirgemek suretiyle düşülmektedir. Evet, Latin Amerika’da rüzgârın soldan estiği doğrudur ve bir müddettir bu bayrak güçlü şekilde dalgalanmaktadır. Lâkin bayrağı dalgalandırırken yaşanan çelişkiler, sarfedilen çabalar ve karşılaşılan zorluklar göz ardı edilirse bayrağın hafiften aşağı kayması halinde elde birikim namına bir şey kalmayacağı gibi yeni bir sol yükselişi beklemek çaresizliğine de düşülecektir. Ajitasyon ile propaganda arşındaki dengeyi ajitasyon lehine sıklıkla ihlal eden genel devrimci geleneğimizin 1989’da sosyalist bloğun çöküşü sonrasında yaşadığı kaos kanımca bu duruma güçlü bir göstergedir.
Dalgalanan bayrağa bakarken bir yandan da o bayrağı dalgalanmak adına yaşadığı güçlükleri ihmal etmemeye birkaç örnek vermem gerekirse sosyalizm hedefini resmen ilan etmiş üç ülkeyi ele almak yeterli olur. Bu ülkeler Venezüella, Bolivya ve Ekvator’dur. Ve her üçünde de iktidarların başını ağrıtan sağ kliklerin yoğun bir karşı faaliyeti söz konusudur. Venezüella’da en zengin birkaç eyalette sağcı valiler seçimi kazanmışlardır. Bolivya’da Santa Cruz kliği olarak bilinen ve yine en zengin eyaletlerin valilerinden oluşan grup otonomi isteğiyle başlattıkları eylemlerde katliamlara varan provokasyonlar örgütlemiş ve nihayetinde Morales’i kendileri ile anlaşma masasına oturmak zorunda bırakmışlardır. Ekvator’da ülkenin en büyük şehri ve ekonomik başkent konumundaki Guaya- quil’in valisi olan Jaime Nebot, bu ülkede bulunduğum dönemde Rafael Correa’ya karşı düzenlediği mitingde Ekvator tarihinin en yüksek katılımını sağlamıştır. Amacı Guaya- quil’i başkent yapabilmek ve bu sayede ekonomin kilit noktalarını ele geçirmektir.
ABD bir yandan bu karşı devrimci oluşumlara sınırsız destek aktarımı yaparken diğer yandan İsrail ile birlikte Kolombiya ve Peru’nun sağcı iktidarlarına esirgemediği askeri yardımlarla bölgeyi kontrol altında tutma çabasındadır. Las Farc’ın efsane liderlerinden Raul Reyes’in Kolombiya askerlerince Ekvator sınırı geçilerek yapılan operasyonda öldürülmesinde ABD istihbaratının verdiği bilgiler ben Kolombiya’da iken bütün gazetelerde ana sayfa haberiydi. Keza bu olayın ardından Venezüella ve Ekvator’un Kolombiya ile yaşadığı krizde (İki ülke Kolombiya büyükelçilerini kovmuş, misilleme olarak Kolombiya hükümeti sınır kapılarını kapatmıştı) ABD, gerilla kamplarına izin verdikleri gerekçesi ile Venezüella ve Ekvator’a terörist ülkeler payesini yapıştırmakta gecikmemişti.
Sonuç itibarı ile iktidara geldiği anda ilk icraatlarından biri ABD askeri üslerini kapatmak olan Correa’nın Sağcı medyanın saldırılarını bertaraf etmekte (Ya da bu kuruluşları kapatmakta) zorlanan aynı Correa olduğunu bilmek zorundayız. Her iki tavırda da farklı dengeler ve hesaplaşmalardan geçildiğini umursamadan bir uygulamayı göklere çıkarıp diğerini en iyi ihtimalle görmezden gelişimiz ne bize ne de mücadelemize katkı sağlayacaktır.
Şurası muhakkaktır ki Latin Amerikanın bugününde rüzgâr güçlü bir biçimde soldan esmektedir. Lâkin bu ne yükselen bir dalgadır ne de kesin bir zafer. Sosyalizm savaşı yükseliş ve alçalışlarla tanımlı konakları olan kesintisiz bir savaştır. İktidarı ele geçirmekle bitmediği gibi asıl zorlukları bu aşamada başlar. Çünkü artık savaşımınız yeni bir cepheyle genişlemiş olur. Eski iktidar sahipleri henüz vazgeçmemişlerdir, onlar tarafından inşa edilen ideolojik mekân ve aygıtların eşitlikçi bir yaşam örecek şekilde dönüştürülmesi ya da yıkılıp yeniden inşası gereklidir. Kıtanın kimi ülkelerinin geldiği konak bu zor aşama ise, kimilerininki de bu aşamaya yakınlığı tartışılır vaziyetlerdir. Ve gelinen konakta dünyaya etkilerini sunmakta, dünyadan etkilenmeye devam etmektedirler. Görev bu etkilerden beslenip besleyebilmek adına yürümeye devam etmektir.
Çatı Partisi Sürecine Dair
V
YOL
20-21 Aralık’ta “Çatı Partisi Girişimi”ni oluşturma çağrısıyla bir araya gelenler iki gün boyunca nasıl bir çatı par
tisi, nasıl bir siyasal program, nasıl bir örgütlenme, ne tür ilkeler konularını tartıştılar. Yaklaşık 200 kişinin katıldığı toplantı sonucunda genişlemeye açık olan bir koordinasyon kurulu oluşturuldu. Bu koordinasyon ilk iş olarak toplantının “sonuç bildirgesini” kaleme alarak kamuoyu ile paylaştı. Ardından kurduğu komisyonlar ile çatı partisi girişiminin genişletilmesi sürecini başlattı.
20-21 Aralık TartışmalarıSalondaki katılımcı bileşiminin ağırlığını
demokratik Kürt hareketinin temsilcileri ile sosyalistler oluşturmaktaydı. Gelmesi umulan liberaller, İslami kesimden temsilciler, sosyal demokratlar davete icabet etmemişti. Sol liberal aydınların katılımı ise oldukça sınırlı idi. Bu durumun çağrıcıların bir bölümü için hayal kırıklığı yarattığı salonda yaptıkları konuşmalardan da gözlemlenebiliyordu. Ancak değerlendirmelerin çoğunluğunun ağırlık noktası; “Söz konusu katılımın ‘demokrasi cephesi’ düşüncesi ile gerçekleştirilen bir girişim açısından bakılınca elbette ciddi eksiklikler içerdiği... ‘Demokrasi’ ekseninde gerçekleştirilecek bir yan yana gelişin bu zulüm düzeninden zarar gören ve bu düzenin değişmesini isteyen tüm kesimleri ve taleplerini kapsamayı hedeflemesinin gerektiği... Ama şu kadar zamandır verilen emeğin karşılığı olarak salonda oluşan toplamla yola
çıkmanın ve hedeflenen bileşime ulaşmayı bu toplamın ortak iradesi ve çabasına teslim etmenin zamanının geldiği... Bu kesimlerin gelmesi için yapılan “beklemelerin” sürecin gelişimine hizmet etmediği...” biçiminde idi. Hal böyle olunca toplantı sonucunda, toplantıya katılanların ortak iradesini yansıtacak bir geçici koordinasyon kurulu oluşturulması ancak bu koordinasyona katılımın ucunun açık olması fikri benimsendi. Bu karar, söz konusu toplantıdan bir girişim heyeti çıkararak çatı partisinin örgütlenmesi sürecini girişim heyetine bırakma hedefinin bir adım gerisinde yer alıyordu. Seçilen kurul, girişim heyetinin biçimlendirilebileceği daha geniş katılımlı bir toplantının örgütlenmesi sürecini önüne koyacak, yine buna hizmet etmek üzere bu çatı fikrinin yaygınlaşmasına hizmet edecek bir süreci başlatacaktı.
Toplantıya rengini veren bir diğer mesele, hedeflenen “demokrasi mücadelesinin hangi talepleri içereceği ve bu taleplerin ana ekseninin ne olacağı tartışması idi. Bu düzen tarafından ezilen, sömürülen, dışlanan tüm kesimlerin taleplerini sahiplenme konusunda genel bir anlaşma sağlanmış görünüyordu. Egemenlerin rekabetine karşı bir üçüncü kutup oluşturma iddiasının temelini oluşturan bütün güçlerin ittifakının gerekliliği herkes tarafından dile getirildi. Ancak bu yan yana gelişe rengini verecek ana yönelimler konusunda o oranda bir ortaklık yoktu. Bir yanda savunulan tezler, bu oluşumun “askeri vesayet rejimine ve Kürt sorununda çözüm-
JD
süzlüğe karşı olan” tüm kesimleri yan yana getirmesi ve öne çıkartılacak taleplerin bu eksende olması doğrultusunda idi. Buna karşı ortaya konan görüşler ise emek eksenli taleplerin de en az Kürt sorunundaki talepler kadar önemli olduğu ve bu ikisinin birlikte ele alınması gerektiği noktasında yoğunlaşıyordu. Demokrasi mücadelesi salt temel hakları baz alan bireysel, kültürel ve kimlik talepleri ile sınırlandırılamazdı, sosyal haklar mücadelesini de yani sınıf mücadelesi dinamiklerini de içermek zorundaydı, özellikle de kapitalizmin bir büyük krizi yaşadığı şu dönemde bunun önemi çok daha artmıştı. Demokratik Kürt hareketinin temsilcileri de hedeflerinin “Kürt sorununun çözümüne odaklanmış bir parti” olmadığını, zaten bu mücadeleyi veren bir örgütlülüğün var olduğunu, ihtiyaç duyulanın emek, barış, demokrasi ekseninde bir mücadeleyi büyütmek olduğunu dile getirdiler. Zaman zaman sertleşen bu tartışmalarda ikinci görüşe sahip olanlar çoğunluğu oluşturduğundan toplantının “sonuç bildirgesi” bu eksende yazıldı.
Böylesi bir oluşumun işleyişinin ne olacağı, birey hukukunu mu yoksa gruplar hukukunu mu temel alacağı türünden meseleler de tartışılmakla birlikte bunların netleştirilmesi girişim heyeti belirlendikten sonra sürdürülecek tartışmalara bırakıldı.
Toplantının Ardından...Bu toplantının sonunda oluşturulan koor
dinasyon kurulu ilk toplantısında “sonuç bildirgesini” kaleme almayı ve çalışmalarını ne şekilde yürüteceğini konuştu. Koordinasyonun toplantılarından çıkan sonuç bildirgesi bir basın toplantısı ile kamuoyu ile paylaşıldı. Çatı partisi fikrinin daha geniş kesimlere taşınması, gelebilecek tüm kesimlerin bu çalışmalara dahil edilmesi için komisyonlar aracılığı ile planlı bir çalışmanın yürütülmesi fikri benimsendi, örneğin “temas komisyonu” koordinasyonun kendisini büyütmeyi ve yerel seçimler sonrasında daha geniş kesimlerin katılımıyla bir toplantı yapılabilmesinin zeminini oluşturmayı görev olarak önüne koyarken; örgütlenme komisyonu, başta Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere çeşitli şehirlerde “nasıl bir çatı partisi” tartışmalarını örgütlemeyi önüne koydu.
..........Çatı Partisi Sürecine Dair .............
Ancak yaklaşık iki aydır süren çalışmaların bir hız kazandığı söylenemez. Koordinasyon toplantılarına katılımın düşmesi ve çalışmaların bel kemiği olarak düşünülen temas komisyonunun kayda değer hiçbir çalışma yap(a)maması düşündürücüdür.
Yerel seçim çalışmalarının hız kazanmış olması, bu çalışmanın en büyük örgütlü dinamiği olan DTP’nin tüm gücüyle bu sürece yüklenmesi bu çalışmanın ataletinin temel nedeni olarak görülmekte. Bu büyük oranda tahmin edilen bir durumdu zaten. Ama çağrıcıların bir bölümünün de koordinasyonda yer almak için bir çaba göstermemesi ve son olarak sürecin başından beri çalışmaların içinde yer alan EMEP’in koordinasyondan ve komisyonlardan çekilmesi sorunun sadece yerel seçim sürecinin yoğunluğu olmadığını düşündürüyor. 20-21 Aralık toplantısında özellikle çağrıcıların bir kısmı tarafından dile getirilen ve toplantı sonrasında pratik bir başlangıç noktası ve çalışma mantığı belirlenerek aşıldığı düşünülen hayal kırıklığının daha derin olduğu anlaşılıyor.
Nereden Başlamalı?20-21 Aralık toplantısını örgütleyen çağrı
cılarda ipuçları görülen hayal kırıklığı, aslo- larak hayal görmenin sonucunda ortaya çıkmıştır kanımızca. Böyle bir kalkışmanın tüm demokrasi güçlerince birlikte sahiplenilen bir kalkışma olmasının özlenmesinde bir sorun yok ama pek çok nedenden dolayı beklenmesinde yaklaşım sorunu var.
öncelikle bu süreçte yer alacaklar arasında dillendirilen liberaller, sol liberaller meselesinden başlayalım. Bu kesimlerin yer almasının yollarını açacak şey AKP’nin Kürt sorununun çözümünde demokratik açılımlara yönelmesi olacaktır. Son bir yıldır yaşanan gelişmeler ise AKP’nin bu meselede devletin resmi görüşü ile uzlaşmış olduğu ve “Kürt açılımlarının” özünün, makyaj babında birkaç küçük kültürel hak ve Türkleştirilemeyen Kürt halkının AKP eliyle İslamlaştırılması olduğunu yeterince açık etmiştir. PKK’yi tasfiye ederek Kürt sorununu çözme noktasında uzlaşmış bu yaklaşımın Kürt özgürlük hareketinden ciddi dirençlerle karşılaşacağının anlaşıldığı şu aşamada liberallerin en azından anlamlı bir kesiminin bu oluşuma yaklaşması beklenemez.
yol
Bu oluşumda yer alması beklenen bir başka dinamiğe “Müslüman demokratlara” bakacak olursak, öncelikle böylesi bir anlamlı dinamiğin varlığının ispat edilmeye ihtiyacı vardır. Birkaç demokrat Müslüman aydını ve sosyalist grupların en küçükleri kadar bir varlık gösteren birkaç İslamcı yapıyı saymazsak, Müslümanlar aslolarak AKP ve Saadet partisinde örgütlenmiştir. Bu yapıların demokratlığını ise tartışmaya bile gerek yoktur. Türkiye’de Latin Amerika’da gözlemlenen ‘Kurtuluş Teolojisi’ türünden demokrasi mücadelesinde sol ile ittifak yapacak belli seviyede bir “demokrat Müslüman” hareketinden söz edilemeyeceğinden başlangıç noktasında böylesi bir katılım beklentisi de o oranda gerçek dışı oluyor. Bunu söylemekle bu düzenin Kemalist laisizminin inançlar üzerinde bir baskı oluşturduğunu reddetmiyoruz ya da insanların inançları dolayısıyla çeşitli ayrımcılıklara uğradığını da yadsımıyoruz. Elbette çatı partisi tutarlı bir demokrasi mücadelesinin gereği olarak bu taleplere de sahip çıkmalıdır. Bu nitelikteki bir çatı partisi mücadelesini yükselttiği oranda, hem söz konusu eğilimleri geliştirmesi hem de o kesimlerle buluşması mümkün olacaktır.
Sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin çatı partisine katılımı meselesinde de Türkiye’de demokrasi mücadelesinin gelişmişlik düzeyini ve Kürt sorununda düzenin yükselttiği milliyetçi şoven dalganın etkisini göz önünde bulundurarak başlangıç açısından gerçekçi beklentilere girmek gerekli kanımızca. Kürt özgürlük hareketinin içinde yer aldığı bir ittifaka sosyalist hareketin önemli bir kesiminin bile -en azından başlangıçta-
girmeye yanaşmadığı bir ortamda sendikaların ve kitle örgütlerinin katılımı da bu sürecin içinde yer alacak sosyalist kesimlerin bu yapılar içindeki etkinliği ile büyük oranda bağlantılıdır. Bu etkinin bugünkü seviyesi de son derece bilinen bir gerçekliktir.
O halde başlangıç noktasını daha gerçekçi bir yerden yapmakla başlamalıyız. İşe gerçekçi bir noktadan başlamak hayallerimizi, iddialarımızı küçültmeyecektir. Daha gerçekçi başlangıç noktası ise 20-21 Aralık toplantısına katılanlar ve yapılacak iyi bir propaganda çalışması ile ülke çapında bu halkayı genişletme sürecine dahil olacaklardan oluşmaktadır. Buradaki kastımız sadece sürece katılmış olan siyasal örgütlenmeler ve onların etki alanında olan kesimler değildir. Uzun zamandır solun, sosyalistlerin başarılı bir mücadele yürütememiş olmasından dolayı solun hiçbir kesiminin içinde yer almayan insanların bir kısmı da bu çabayı umut verici bulup, kendisinin bu yapı içinde emek verebileceğini düşünecektir. Eğer kendilerini ve taleplerini ifade edebilecekleri bir zemin olduğuna ikna olurlarsa feminist hareketten, ekolojist hareketten, inanç örgütlerinden de katılım söz konusu olacaktır. Bu nedenle ilk etapta bütün çabanın çatı partisinden beklentilerimizi yaygın ve doğru bir şekilde takıştırmaya verilmesi gerekiyor. Elimizin uzandığı her yerde bu meseleyi gündemleştirmeli, bu mücadelede umut görenlerle ne kadarsak o kadar yan yana gelmeliyiz. Bu birinci etabı umut kırıcı bir şekilde zamana yaymamak gerekiyor. Aceleye getirmeden ama belli bir dinamizmi koruyarak, kamuoyunda kendini gündemde tutacak etkinliklerle ve belli bir za
man sınırı da koyarak oluşabilecek en geniş kesimlerle işe girişmek gerekli.
İşe girişilen aşamada gerçek sorunlar gündeme gelecektir. Genel çerçevesi konusunda “sonuç bildirgesinde” uzlaşılmış olan çatı partisinin programı ve işleyişi ne olacaktır? Bireyler ve örgütler arası ilişki nasıl sağlanacaktır? Güç farklarının açığa çıkardığı asimetri nasıl giderilecektir? Farklılıkların farklılıklarını ko-
JD
Çatı Partisi Sürecine Dair
7 K
rüya ra k ortak bir hedef için bir arada olabilmesi nasıl sağlanacaktır? Demokratik temsi- liyet ve her düzeyde katılım nasıl gerçekleştirilecektir? Halkların kucaklaşmasının önündeki milliyetçi ve şoven engeller nasıl aşılacaktır. Bu demokratik siyasetin kucaklayıcı dili nasıl oluşturulacaktır?... Henüz saymaya başladığımız ve hemen bitiremeyeceğimiz pek çok soru ve sorunla hep birlikte mücadele edeceğimiz bir aşamadır bu.
Ancak bu aşamaya gelmek için hâlihazırda çatı partisi tartışmalarını ve girişimini sürdüren kesimlerin ama en çok da demokratik Kürt hareketinin bir irade göstermesi, çokça beklentilere, salınıma ve biraz da kendiliğin- denliğe bırakılmış görünen sürece planlı, he- defli ve dinamik bir yaklaşım geliştirmesi bir
zorunluluktur. Neden en çok da demokratik Kürt hareketinin sorumluluğudur bu? Çünkü bu ittifak zeminin ilk kez bu düzeyde realize olma umudu onların yüzlerini solla, sosyalistlerle uzun süreli demokratik bir ittifaka çevirdiklerini, Kürt sorununun çözümü meselesini de Türkiye sınırları içinde halkların gücüyle çözme isteğinde olduklarını dile getirmeleriyle gerçekleşmiştir. Bu yan yana gelişte sürükleyici halka onların çabası olmuştur. Gelinen aşamada demokratik bir cephenin kuruluş sorunlarını tartışabilir, çözümüne girişebilir bir noktaya gelmek için bu iradenin kararlılığının, sürekliliğinin ve planlılığının görülmesine, hissedilmesine ihtiyaç vardır. Yoksa bu sürece olumlu yaklaşan kesimlerin umutlarını bile ölü doğuma mahkûm etmek olasıdır.
Halktan Yana Belediyecilik Programı
Eşitliğe, Özgürlüğe, Adalete Yönelmiş Bir Toplum ProjesininYerel Alandaki İzdüşümünün Yaratılması İçin
Temel İlkev “Halkın Belediyeleri” ezilenden yana
olacak, işçilerin, işsizlerin, yoksulların, yok sayılanların, dışlananların ve her türden ayrımcılığa uğrayanların çıkarlarını esas alacaktır.
v Tüm belediye çalışmaları “halk için, halkla birlikte” yapılacaktır.
v Tüm belediye çalışmaları, “halk de- mokrasisi”ni ve “halk dayanışması”nı büyütme anlayışı temelinde yürütülecektir.
v “Rant için değil, halk için yerel yönetim” anlayışı, halkın belediyelerinin temel felsefesi olacaktır.
İlçeleri Halk Yönetmeliv Halktan yana belediyeler, ilçe halkının
ayrımsız bütününü temsil edecek şekilde seçilmiş halk temsilcilerinden meydana gelen “İlçe Halk Meclisleri” tarafından yönetilecektir.
v İlçe halk meclisleri, mahalle meclislerinden gelen belirli sayıda halk temsilcisi tarafında oluşturulacaktır. Mahalle meclislerinden ilçe halk meclisinde yer alacak temsilci sayısı, mahallelerin nüfuslarıyla orantılı olacaktır.
v Tüm kararlar, halk meclislerinde alınacak, yerel yönetim, halk meclisine ve ilçe halkına rağmen hareket etmeyecektir.?
v Halk meclisleri, ilgili yerelde yaşayan halkın her türden çeşitliliğini (din, mezhep, dil, ulus, cinsiyet, kültür vs.) ayrımsız ve adaletli bir şekilde gözetecektir. Meclis bileşimi bu çeşitliliği yansıtacak zenginlikte olacak, mahalle yaşamıyla ilgili alınacak kararlarda farklı istek ve gereksinimler dikkate alınacaktır.
v Yerelde yaşanan sorunların en büyük yükünü taşıyan ve sorunlarla birebir yüzleşen kadınların, ilçe yaşamında söz ve karar haklarını sağlamak amacıyla halk meclislerinde temsil edilmelerinin güvence altına alınabilmesi için “pozitif ayrımcılık” ilkesi uygulanacaktır.
v Halk meclisinde yer alan halk temsilcileri ve belediye başkanları halka hesap vermeye ve halk denetimine açık olacak, halka verdiği taahhütleri yerine getirmediğinde halk tarafından geri çağrılabilecektir.
v Bu güne kadar kapalı kapılar ardında yürütülen belediye meclisi toplantılarına karşı, halk meclisleri toplantılarının tutanakları halka sunulacaktır. Bu toplantılara halkın izleyici olarak katılımını sağlayacak mekânsal düzenlemeler yapılacaktır.
insanca Yaşanacak Bir İlçe İçin;
v “Kentsel dönüşüm” adı altında halkı yerlerinden yurtlarından ederek arazilerin talan edilmesine karşı geçmişte alınan tüm belediye kararları iptal edilecek, “halkın
Halktan Yana Belediyecilik Programı
barınma hakkı” savunulacaktır.
v Ekonomik krizle birlikte daha da derinleşecek işsizlik sorununa karşı “iş bulma masaları” oluşturulacak, işsizler kendi kaderlerine terk edilmeyerek ulaşılan tüm iş olanaklarıyla buluşmaları sağlanacaktır.
v İşten atılmalar başta olmak üzere çalışma hayatında yaşanan ve giderek derinleşen sorunlara karşı “işçi hakları masaları” oluşturulacak, işçilerle hukuksal dayanışma olanakları yaratılacaktır.
v Halkın ekonomik sorularının hafifletilebilmesi amacıyla işlikler açılacaktır.?
v Hayatı katlanılmaz hale getiren başta su, gıda, elektrik ve doğalgaz olmak üzere zamlara karşı mücadele edilecek, halkın tüm bu gereksinimlerinin kaliteli ve ucuz karşılanması sağlanacaktır.
v “Halkın sağlıklı yaşam hakkı” savunulacak, ilçelerde “halk sağlığı merkezleri”açılacaktır. Halk sağlığı merkezlerinde kadın ve çocuk sağlığı başta olmak üzere nitelikli ve ücretsiz temel sağlık hizmetleri verilecektir.
v Halkın temel tüketim maddelerini (gıda, yakacak, giyim, kırtasiye vb.) kaynağından ucuza edinebilmesini sağlayacak “tüketim kooperatifleri” kurulacaktır.
v Halkın besleyici, ucuz ekmek gereksinimini karşılayacak “halk fırınları” kurulacaktır.
v “Halkın eğitim hakkı” savunulacak, okullarda “zorunlu bağış” uygulamasına engel olunacaktır.
v Halkın trafikte çile çektiği ve cebinden tonla para harcamak zorunda kaldığı ulaşım sorunlarının çözümü için “halkın ulaşım hakkı” savunulacak, nitelikli ve ucuz toplu taşıma olanakları yaratılacak ve geliştirilecektir.
v Altyapı, park ve bahçe düzenlemeleri vb. sorunların çözümü için çalışma yürütülecektir. Bu konuda atılacak adımlarda bugüne kadar sergilenen “yandaş müteahhitlere rant alanı yaratma anlayışfna karşı “halkın insanca yaşam hakkı” esas alınacaktır.
v Halkların kardeşliği ilkesi hayata geçirilerek, farklı kesimler arasında birbirine karşı var olan olumsuz önyargılarla mücadele edilecek, kardeşleşmeyi büyütecek çeşitli etkinlikler düzenlenecek, ortak platformlar yaratılacaktır.
v Kültür evleri, kütüphaneler, spor alanları açılacaktır.?
v İnsanca yaşanacak temiz ve sağlıklı bir ilçe için insan sağlığını tehdit eden sanayi atıklarına, doğayı kirleten işletmelere, baz istasyonlarına karşı mücadele edilecektir.
Katılımcı Bütçev “Belediye bütçesi halkındır” ilkesi e
sas alınacaktır.
v Belediye bütçesi tamamıyla halka karşı şeffaf olacaktır.?
v Belediye bütçesinin kullanımıyla ilgili olarak halk meclisi tam yetkili olacak, belediye başkanları bütçenin bir kuruşuyla ilgili halk meclisi dışında asla karar alamayacaktır.
Gençlik Geleceğimizse Eğer;
v İlçe gençliğinin sorunlarını takip etmek amacıyla “gençlik masaları” oluşturulacaktır.
v İlçe yaşamında ilçe gençliğinin kendilerini ifade etme olanağını yaratmak amacıyla “gençlik meclisleri” oluşturulacaktır.
v Ücretsiz üniversiteye hazırlık kursları, meslek edindirme kursları açılacaktır.?
v İlçe gençliğini kıskacına alan ve çürüten uyuşturucuya ve çeteleşmeye karşı tüm ilçe halkıyla birlikte seferberlik ilan edilecektir.
Kadınların istekleriÖncelikli Olacaktır
v Kadınların yüklerinin hafifletilmesi amacıyla ücretsiz kreş, yaşlı/engelli bakımevleri açılacaktır
v Kolay ve ücretsiz ulaşılabilecek kadın ve çocuk sağlığı merkezleri açılacaktır.?
. y o l .
v Şiddete uğrayan kadınların başvurabileceği danışma masaları oluşturulacak, istekleri doğrultusunda sığınmaevlerine yerleşmeleri sağlanacaktır.
v Son derece düşük ücretlerle evlerinde piyasaya iş üreten kadınlar bir de aracılar tarafından sömürülüyor. Sömürüyü bir nebze azaltmak için aracı engeli kaldırılarak işin doğrudan alınması sağlanacak, evde çalışan kadınların sosyal güvencelerinin kazanılması için mücadele edilecektir.
v Kadınlar için okuma-yazma, ücretsiz meslek edindirme kursları açılacak, sosyal kültürel mekânlardan yararlanmaları için çaba sarf edilecek, spor merkezleri kadınların gereksinimlerini de dikkate alacak şekilde düzenlenecektir.
v Ekinlik ve kutlamalara katılımlarının sağlanabilmesi amacıyla “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” nde, yerel yönetimin tüm kadın çalışanları ücretli izinli sayılacaktır.
Belediye Çalışanlarına
Söz, Karar, Örgütlenme Hakkıv Tüm belediye çalışanlarına örgütlenme
özgürlüğü tanınacaktır.?
v Çalışanlar tarafından oluşturulacak "işyeri komiteleri" aracılığıyla tüm yerel yönetim çalışanlarının iş yerlerindeki idari konularla ilgili karar alma süreçlerinde kendilerini ifade etme ve kararlara ortak olma ola
nağı yaratılacaktır.
v Ekinlik ve kutlamalara katılımlarının sağlanabilmesi amacıyla “1 Mayıs İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele ve Dayanışma Gü- nü”nde, yerel yönetimin tüm çalışanları ücretli izinli sayılacaktır.
Halktan Yana Belediyelerin Birbirleriye İlişkisi
v Halktan yana yerel yönetim anlayışını büyütebilmek amacıyla, il düzeyinde “İl Halkın Belediyeleri Birliği”, ülke düzeyinde “Halkın Belediyeleri Federasyonu” şeklinde bir örgütlenme ağının yaratılması için çalışma yürütülecektir.
v Halkın Belediyeleri Birlikleri ve Federasyonu, halkın ortak sorunları için ortak mücadele zeminleri yaratacaktır.
v Halkın Belediyeleri Birlikleri ve Federasyonu, ilçelerde sahip olunan olanakların, deneyimlerin paylaşımını sağlayacaklar ve birbirleriyle dayanışma içerisinde olacaklardır.
Halkın Şartnamesiv Halkın belediye başkanı, halkın çıkarla
rı için çalışacağına dair şartları ve halkın temel isteklerini içeren “Halkın Şartnamesini” imzalayacaktır.
v Şartname hükümlerini yerine getirmeyen belediye başkanları halk tarafından geri çağrılacaktır.
JD
Halktan Yana Muhtarlık Programı
Eşitliğe, Özgürlüğe, Adalete Yönelmiş Bir Toplum ProjesininYerel Alandaki İzdüşümünün Yaratılması İçin
Temel İlke“Halkın Muhtarları” ezilenden yana ola
cak, işçilerin, işsizlerin, yoksulların, yok sayılanların, dışlananların ve her türden ayrımcılığa uğrayanların çıkarlarını esas alacaktır.
Tüm muhtarlık çalışmaları “halk için, halkla birlikte” yapılacaktır.
Tüm muhtarlık çalışmaları, “halkdemok- rasisi”ni ve “halk dayanışması”nı büyütme anlayışı temelinde yürütülecektir.
Mahalleleri Halk Yönetm eliHalktan yana muhtarlıklar, halk demokra
sinin çekirdeği olmalıdır.
Halktan yana muhtarlıklar, belediyelerin ve merkezi hükümetin uygulamalarında yerelden merkeze mahalle halkının denetim ve baskı mekanizmaları olacaktır.
Halktan yana muhtarlıklar, mahalle halkının ayrımsız bütününü temsil edecek seçilmiş temsilcilerden meydana gelen “Mahalle Meclisleri” tarafından yönetilecektir.
Mahalleye ilişkin tüm kararlar, mahalle meclislerinde alınacak, halkın muhtarları, mahalle meclisine ve mahalle halkına rağmen hareket etmeyecektir.
Mahalle meclisleri, ilgili mahallede yaşayan halkın? her türden çeşitliliğini (din, mezhep, dil, ulus, cinsiyet, kültür vs.) ayrımsız ve adaletli bir şekilde gözetecektir. Meclis bileşimi bu çeşitliliği yansıtacak zenginlikte olacak, mahalle yaşamıyla ilgili alınacak kararlarda farklı istek ve gereksinimler dikkate alınacaktır.
(
Mahalle sorunlarının en büyük yükünü taşıyan ve sorunlarla birebir yüzleşen kadınların, mahalle yaşamında söz ve karar haklarını sağlamak amacıyla mahalle meclislerinde temsil edilmelerinin güvence altına alınabilmesi için “pozitif ayrımcılık” ilkesi uygulanacaktır.
Mahalle meclisinde yer alan halk temsilcileri ve muhtarlar halka hesap vermeye ve halk denetimine açık olacak, halka verdiği taahhütleri yerine getirmediğinde halk tarafından geri çağrılabilecektir.
insanca Yaşanacak Bir
Mahalle için;“Kentsel dönüşüm” adı altında halkı
yerlerinden yurtlarından ederek arazilerin talan edilmesine karşı mücadele edilecek, halkın barınma hakkına sahip çıkılacaktır.
Ekonomik krizle birlikte daha da derinleşecek işsizlik sorununa karşı “iş bulma masaları” oluşturulacak, işsizler kendi kaderlerine terk edilmeyerek ulaşılan tüm iş olanaklarıyla buluşmaları sağlanacaktır.
İşten atılmalar başta olmak üzere çalışma hayatında yaşanan ve giderek derinleşen sorunlara karşı “işçi hakları masaları” oluşturulacak, işçilerle hukuksal dayanışma olanakları yaratılmaya çalışılacaktır.
Halkın ekonomik sorularının hafifletilebilmesi amacıyla mahallede işlikler açılması için çalışma yürütülecektir.
Hayatı katlanılmaz hale getiren başta gıda, elektrik ve doğalgaz olmak üzere zamlara karşı mücadele örgütlenecektir.
yol
Halkın temel tüketim maddelerini (gıda, yakacak, giyim, kırtasiye vb.) kaynağından ucuza edinebilmesini sağlayacak “tüketim kooperatifleri” kurulmasına öncülük edilecektir.
Okullarda “zorunlu bağış” uygulamasına engel olunacak, parasız eğitim hakkı savunulacaktır.
Altyapı, ulaşım, sağlık, park ve bahçe düzenlemeleri vb. sorunların çözümü için merkezi yönetime baskı unsuru oluşturulacaktır.
Mahallede halkların kardeşliği ilkesi hayata geçirilerek, farklı kesimler arasında birbirine karşı var olan olumsuz önyargılarla mücadele edilecek, kardeşleşmeyi büyütecek çeşitli etkinlikler düzenlenecek, ortak platformlar yaratılacaktır.
Kültür evleri, kütüphaneler, spor alanları açılması için çalışmalar yürütülecek, bu konuda merkezi yönetime baskı yapılacaktır.
İnsanca yaşanacak temiz ve sağlıklı bir mahalle için insan sağlığını tehdit eden sanayi atıklarına, doğayı kirleten işletmelere, baz istasyonlarına karşı mücadele edilecek, bu konuda merkezi yönetime baskı yapılacaktır.
Gençlik Geleceğim izse Eğer;Mahalle gençliğinin sorunlarını takip et
mek amacıyla “gençlik masaları” oluşturulacaktır.?
Mahalle yaşamında mahalle gençliğinin kendilerini ifade etme olanağını yaratmak amacıyla “gençlik meclisleri” oluşturulacaktır.
Gönüllü eğitimcilerle dayanışma temelinde ücretsiz üniversiteye hazırlık kursları, meslek edindirme kursları açılması için çalışma yürütülecektir.
Mahalle gençliğini kıskacına alan ve çürüten uyuşturucuya ve çeteleşmeye karşı tüm mahalle halkıyla birlikte seferberlik ilan edilecektir.
Kadınların istekleri Öncelikli O lacaktır
Kadınların yüklerinin hafifletilmesi amacıyla ücretsiz kreş, yaşlı/engelli bakımevleri
açılmasını sağlayacak girişimlerde bulunulacaktır.
Kolay ve ücretsiz ulaşılabilecek kadın ve çocuk sağlığı merkezlerinin açılması için girişimlerde bulunulacaktır.
Şiddete uğrayan kadınların başvurabileceği danışma masaları oluşturulacak, istekleri doğrultusunda sığınmaevlerine yerleşmeleri için çaba harcanacaktır.
Son derece düşük ücretlerle evlerinde piyasaya iş üreten kadınlar bir de aracılar tarafından sömürülüyor. Sömürüyü bir nebze azaltmak için aracı engeli kaldırılarak işin doğrudan alınması sağlanacak, evde çalışan kadınların sosyal güvencelerinin kazanılması için mücadele edilecektir.
Kadınlar için okuma-yazma, ücretsiz meslek edindirme kursları açılacak, sosyal kültürel mekânlardan yararlanmaları için çaba sarf edilecek, spor merkezlerinin kadınların gereksinimlerini de dikkate alacak şekilde düzenlenmesi sağlanacaktır.
Halktan Yana Muhtarlıkların Birbirleriye İlişkisi
Halkın baskı ve denetim gücünü büyütebilmek amacıyla ilçe düzeyinde “İlçe Halkın Muhtarları Birliği”, il düzeyinde “İl Halkın Muhtarları Birliği”, ülke düzeyinde “Halkın Muhtarları Federasyonu” şeklinde bir örgütlenme ağının yaratılması için çalışma yürütülecektir.
Halkın Muhtarları Birlikleri ve Federasyonu, halkın ortak sorunları için ortak mücadele zeminleri yaratacaktır.?
Halkın Muhtarları Birlikleri ve Federasyonu, mahallerde sahip olunan olanakların, deneyimlerin paylaşımını sağlayacaklar ve birbirleriyle dayanışma içerisinde olacaklardır.
Halkın ŞartnamesiHalkın muhtarları halkın çıkarları için ça
lışacağına dair şartları ve halkın temel isteklerini içeren “Halkın Şartnamesini” imzalayacaktır.
Şartname hükümlerini yerine getirmeyen muhtarlar halk tarafından geri çağrılacaktır.
J 3 J