65
Yerel Seçim “Açılımlar” ve Sol Politika Ergenekon’da, Gelinen Nokta ve Sol Mert Sinan Çatı Partisi Sürecine Dair Halktan Yana Belediyecilik Programı Büyük Bunalımda Son Durum Mehmet Yılmazer Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?) M. Akyol Obama’ya Kalan Miras ve CHANGE Ayşe Tansever Latin Amerika izlenimleri Altan Keskin 21. Yüzyıl Sosyalizmi Mehmet Yılmazer Sosyalizm ve Özgürlük Mert Sinan

Yol Bahar 2009 Sayı 16

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Yerel Seçim “Açılımlar”

ve Sol Politika

Ergenekon’da, Gelinen Nokta ve Sol

Mert Sinan

Çatı Partisi Sürecine Dair

Halktan Yana Belediyecilik

Programı

Büyük Bunalımda Son DurumMehmet Yılmazer

Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)M. Akyol

Obama’ya Kalan Miras ve CHANGEAyşe Tansever

Latin Amerika izlenimleriAltan Keskin

21. Yüzyıl SosyalizmiMehmet Yılmazer

Sosyalizm ve ÖzgürlükMert Sinan

Bahar 2009 Sayı: 16

Bu Sayıda;3. YOL

Yerel Seçim, “Açılımlar” ve Sol Politika 7. Mert Sinan

Ergenekon’da Gelien Nokta ve Sol 11. Mehmet Yılmazer

Büyük Bunalımda Son Durum 18. M.Akyol

Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)24. Ayşe Tansever

Obama’ya Kalan Miras ve Change 34. Mehmet Yılmazer 21. Yüzyıl Sosyalizmi

44. Mert Sinan Sosyalizm ve Özgürlük

49. Altan Keskin Latin Amerika İzlenimleri

55. YOLÇatı Partisi Sürecine Dair

59-64 BELGEEşitliğe, Özgürlüğe, Adalete Yönelmiş Bir Toplum Projesinin

Yerel Alandaki İzdüşümünün Yaratılması İçin; Halktan yana Belediyecilik ve Muhtarlık Programları

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal,

Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32

Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 e-posta: [email protected] Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26

İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Yerel Seçim, “Açılım lar” veSol Politika

f YOL

29 Mart yerel seçimleri yaklaşırken AKP hükümeti ve ana muhalefet par­tisi CHP’den açılım üstüne açılım ha­

berleri alıyoruz. Kürtçe TV açılımı, Alevi açılımı, Nazım Hikmet açılımı, 1 Mayıs açılı­mı, belki sırada bekleyen Ahmet Kaya açılı­mı... Diğer yandan çarşaf açılımı, kuran kursu açılımı vb... Hükümet ve diğer düzen partilerinin açılım adı altında başlattıkları uy­gulamaların 29 Mart yerel seçimleri öncesi oy arttırma telaşının bir sonucu olduğunu tar­tışmaya bile gerek yok. Bu anlamıyla “açılım­lar” seçim taktiği çerçevesinde değer­lendirilebilir. Ancak özellikle Kürt ve Alevi başlıklarında başlatılan yeni uygulamaların AKP’nin seçim yatırımı olmanın ötesinde, devletin yeniden yapılandırılması bağlamın­da “stratejik” bir boyut taşıdığını da görmek gerekiyor. Türk ulus devleti, kendi toprakları üzerindeki iktidar ve hegemonyasını günü­müz kapitalizminin koşulları içinde yeniden tesis etmeye çalışıyor. Bu girişim karşısında düzen dışı solun ideolojik duruşunu ve politik hattını gözden geçirmesi bir zorunluluktur.

Bu düşüncelerden hareketle, birbirinin içi­ne geçen seçim süreci ve “devlet açılımları­nı” birbirinden ayrıştırarak değerlendirmeye çalışacağız.

Yerel Seçime Doğru29 Mart Yerel Seçimleri özellikle AKP açı­

sından referandum niteliği taşıyor. Ekonomik krizin yıkıcı sonuçları ortaya çıktıkça itibarı sarsılan AKP, iktidar pozisyonunu sağlamlaş­tırabilmek için oy oranını korumaya çalışıyor, özellikle Kürdistan’da oy oranını yüksek tut­

mak AKP’nin devlet bürokrasisi nezdinde meşruiyetini koruması açısından hayati ö­nemde. AKP oylarındaki hatırı sayılır bir eri­me, Ordu ve AKP arasında oluşmuş olan mevcut denge ve uzlaşmanın bozulmasına yol açabilir. Bu yüzden AKP, bütün imkânla­rıyla, adeta can havliyle yerel seçimlere yük­leniyor. Dersim’de beyaz eşya dağıtımından Davos çıkışına, bakanların seçmeni tehdit e­den ifadelerinden (Mehmet Ali Şahin ve Mu­rat Başesgioğlu’nun sözleri) havuç niteliğin­deki (yukarda söz edilen) açılımlara AKP tüm gücüyle kendisi açısından referandum niteli­ği taşıyan Mart yerel seçimlerine hazırlanı­yor.

CHP ise yerel seçim çalışmalarını adeta İstanbul’a kilitlemiş durumda. Kılıçdaroğ- lu’nun adaylığı ile İstanbul’u zorlayabileceği­ni hesaplayan CHP yönetimi, yerel seçim faaliyetini İstanbul merkezli yürütüyor. Bunun ötesinde yerel seçimlerde ana muhalefet par­tisinin ülke genelinde oylarında önemli bir ar­tış olacağı zannedilmiyor.

CHP yolsuzluk dosyaları ile yerel seçim­lere hazırlanırken, MHP de seçim faaliyetinin odağına AKP’nin yıpratılmasını koymuş du­rumda. Ancak ülke genelinde AKP’yi zorlaya­bilecek bir diğer partinin de Saadet Partisi olacağını unutmamak gerekiyor. Numan Kur- tuluş’un başkanlığa gelmesinin ardından id­dialı bir seçim çalışması başlatan ve Filistin sürecinde öne çıkan SP, AKP tabanının yö­nelebileceği başlıca potansiyel odak olmaya devam ediyor.

Yerel seçimlerin bir ay öncesinde düzen

Yerel Seçim, “Açılımlar” ve Sol Politika

partilerinin durumu böyle özetlenebilir. Peki devrimci ve reformist kanatlarıyla Türkiye So­lu ve Kürt özgürlük Hareketi açısından yerel seçimler ne ifade ediyor?

öncelikle Mart 2009 Yerel Seçimi’ne küre­sel ekonomik krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı, işsizliğin hızla büyüdüğü bir dö­nemde gireceğimizi düşünecek olursak, dü­zen dışı güçler açısından 2009 seçimlerinin önemli fırsatlar sunduğunu belirtmek gerekir. Bu fırsatların değerlendirilebilmesi ise zayıf ve dağınık durumdaki sol güçlerin birlikte davranabilme yeteneğine bağlı olacaktır. Bu konuda başlangıçta önemli bir beklenti ve u­mut yaratan Biz Varız (Birlikte Başarabiliriz) platformu ne yazık ki aday belirleme sürecin­de ciddi bir tıkanıklık yaşadı, sonuçta çoğu yerde istenilen birliktelik ve ortak ruh hali ya- ratılamadı.

Bu noktada özellikle Kürt hareketinin çe­lişkili konumunun altını çizmek gerekmekte­dir. öncelikle Mart Yerel Seçimleri DTP açısından da bir genel seçim niteliği taşıyor. Kürt özgürlük Hareketi bir yandan başta Kür- distan illeri olmak üzere önceki seçimlerde AKP’ye kayan Kürt oylarını almayı önüne he­def olarak koydu, diğer yandan Batı illerinde Bin Umut Adayları kampanyasına benzer bir şekilde bağımsız adaylarla güç birliği arayışı­na girdi. Batı’daki metropollerde Kürt kitlesi­nin yoğun olduğu bölgelerde bağımsız aday yerine DTP çatısında ısrar edildi. Genel oy sayısında bir azalmaya yol açmamak için gösterilen bu hassasiyetle, bağımsız ortak a­daylarla solu birleştirmek taktiği arasında ka­çınılmaz bir gerilim yaşandı. Bu gerilimde, çoğu yerde DTP seçimini, genel oy niceliğini riske atmamak yönünde yaptı. Yani yerel bir­liklerin dağılma ihtimalini göze alarak DTP çatısında ısrar etti. Bu noktada şöyle bir e­leştiri yapılabilir. DTP politik konjonktür gere­ği, yerel seçimlerdeki amacını DTP’ye verilen oyları arttırmakla sınırlıyorsa (ki bu anlaşılır bir durumdur) bunu baştan ifade edebilir ve yanında kimlerin olacağı daha önceden net- leşebilirdi. Ama bir yandan da “solun birliği” ve “ortak aday” vurgusu solun genelinde bir beklenti yaratı ve bu beklentiyle sürece giren oluşumlar aday belirleme sürecinde yerel platformlardan çekildiler.

EMEP’in süreçten platforma bir açıklama yapmadan çekilmesi DTP ile yürüttüğü aday pazarlığının istediği biçimde sonuçlanmama­sından kaynaklandı. ÖDP ve TKP ise Batı’da her yerde bağımsız adayların çıkarılmasında ısrarcı oldular. Ancak bu ısrarı gösteren ör­gütlerin Kürdistan’da DTP’ye rağmen aday çıkabileceklerini belirtmiş olmaları da kayde­dilmelidir. Kürt illerinde DTP ve AKP (Devlet olarak da okunabilir) arasında yaşanacak o­lan seçim yarışında gösterdikleri apolitik ve benmerkezci yaklaşım ağır bir eleştiriyi hak ediyor. Zaten TKP iğreti bir şekilde durduğu seçim platformunda hedeflediği etkiyi yarata- mayınca merkezi düzeyde çekildi. ÖDP ise genellikle bağımsız adaylarla seçime girilen yerlerde platformda kalmayı tercih etti.

Sonuç itibariyle 2009 yerel Seçimi’nde AKP ve CHP-MHP kutuplaşmasının ötesinde üçüncü bir cephe olarak ortaya çıkan yegâne siyasi oluşum tüm eksik ve zaaflarına rağ­men Kürt özgürlük Hareketi’nin merkezinde olduğu Birlikte Başarabiliriz Platformu’dur. Sadece yerel seçim açısından değil, orta va­dede Türkiye’de egemen kesimlerin arayış­larının oluşturacağı siyasi bloklar karşısında devrimci dönüşümün gerçek adresi olacak bir demokratik halk cephesi yaratılması açı­sından da bu bileşim önemli bir misyon yük­lenmeye adaydır. Birlikte Başarabiliriz Platformu’nun Batı illerinde göstereceği ba­şarılar, gelecekte daha geniş ve sağlam güç birliklerinin oluşmasının imkânını da yarata­caktır. Kürt illerinde ise devletin AKP’si kar­şısında DTP’nin kayıtsız şartsız destek­lenmesi yegâne devrimci ve sol tutumdur.

SODAP bu bilinçle, Kürt illerinde tüm de­mokratik ve sol güçlerin oylarını DTP aday­larına vermeleri gerektiğine inanmaktadır. Batı’da ise tek alternatif, Birlikte Başarabili­riz Platformu’nun adaylarıdır. Yerel seçimler­deki başlıca görevimiz bir yandan demokratik güçlerin birliğini sağlamak, diğer yandan e­konomik krizin mağdurlarının taleplerini ye­rel seçim gündemine taşımaktır. Kriz’in sefalete sürüklediği milyonarların taleplerini yerel seçimlerle birleştirerek alanlara taşı­mak, kapitalist sistemi ve düzen partilerini teşhir etmek solun seçimlerdeki başlıca gö­revi olmalıdır.

yol

AKP İzmir il örgütü Nazım Hikmet’in va­tandaşlığa kabulü vesilesiyle gazetelere tam sayfa ilan vererek Nazım Hikmet’in mezarı­nın İzmir’e getirilmesi için çağrıda bulundu. Tam da AKP’nin “gavur İzmir”i ele geçirme planları yaptığı bir dönemde gerçekleşen bu “açılımın” dikkatlice hesaplanmış bir seçim taktiği olduğu açık. CHP yönetiminin dindar çevrelere şirin görünmek için çarşaflı kadın­ları törenle partiye kabul etmek gibi aceleyle kotarılmış, iğreti girişimleri de bu kategoride

Devlet Açılımları

değerlendirilebilir. Ancak diğer taraftan Tür­kiye Cumhuriyeti’nin en köklü iki demokrasi sorunu olan Kürt ve Alevi meselelerindeki ye­ni uygulamaların AKP’nin seçim taktiği olma­nın ötesinde anlamlar taşıdığını vurgulamak gerekiyor. Elbette AKP hükümeti, TRT Şeş’in açılması ya da Muharrem ayında TRT’de cem görüntülerinin yayınlanması sonucunda yerel seçimlerde oy sayısının artacağını he­saplıyor ve zamanlamayı da bu seçim takvi­mine bağlı olarak gerçekleştiriyor. Ancak seçim sürecinden bağımsız olarak da bu gündemlerin Türk devletinin kabuk değiştir­me süreci açısından değerlendirmek gereki­yor. Ne de olsa seçimler hep vardı. Bu açılımların günümüz Türkiye’sinde gündeme gelmesi salt AKP’nin cinliğinden kaynaklı de­ğil.

Peki AKP hükümetinin ötesinde, devlet a­çısından stratejik boyutları olduğunu söyledi­ğimiz Kürt ve Alevi açılmaları hangi dinamiklerden kaynaklanıyor. Özgün durum­ları nedeniyle bu iki sorunu ayrı ayrı ele al­mak gerekiyor.

TRT Şeş, Kürdoloji bölümü girişimi ya da seçmeli dil olarak Kürtçe öğretilmesi vb. dü­zenleme ve vaatler öncelikle, devleti yöne­tenlerin Kürt direnişini salt askeri hukuksal-siyasi baskı mekanizmalarıyla biti­remeyeceklerinin kabulü anlamına geliyor. Şimdi bu baskı mekanizmalarının sürdürül­mesinin yanı sıra bazı şekilsel düzenlemeler­le Kürt Özgürlük Hareketi tecrit edilmeye çalışılıyor. Tıpkı Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in bir resmi “TKP” kurdurma­sını anımsatırcasına bir anda resmi bir Kürt­

çe TV kanalına sahip olduk. Ne de olsa tek parti döneminin Ankara Va­lisi Tandoğan dememiş miydi; “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz, size ne oluyor”. AKP’de geleneksel devlet refleksiy­le davranarak “Kürt sorunu çözüle­cekse onu da biz gözeriz Kürtlere ne oluyor1’ demeye getiriyor. Kürt sorununun PKKsiz, hatta Kürtsüz çözümü gibi Türk devlet geleneği­ne çok yakışacak bir adım atıyor AKP hükümeti.

Hükümetin tüm açılımları genel olarak bu niteliği taşıyor. Örneğin

Alevi sorununda, hem demokratik Alevi hare­ketinin (Alevi Bektaşi Federasyonu ve çepe­rindeki örgütlenmeler) yıllardır sürdürdüğü mücadelenin (en son 9 Kasım 2009 Ankara mitingi ile zirve noktasına çıkmıştır) hem de AB’ye üyelik süreci gibi uluslararası faktörle­rin etkisiyle Türk devletinin bazı düzenleme­ler yapması artık kaçınılmazdı. Ama hükümet, gelecekte bu konuda yapılacak resmi düzenlemelerle ilgili olarak demokratik Alevi hareketini hiç muhatap almadan, sade­ce devietçi-mi11iyetçi çizgisi kesinleşmiş Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan ya da Ehli Beyt Vakfı başkanı Fermani Altun gibi isimlerle gö­rüşmeler yapıyor. Yani AKP hükümeti, Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle sorunları “ayağa düşür­meden”, sorunun muhataplarını gerçek bir özne olarak kabul etmeden “halletmek” isti­yor. Tüccar el çabukluğu ile kadim devlet ge­leneğimizin mükemmel bir sentezi duruyor önümüzde!

Aynı yaklaşımı Ermenistan’la ilişkilerin ge­liştirilmesi sürecinde de izleyebiliriz. Abdul­lah Gül’ün Ermenistan Cumhurbaşkanı ile

_ D

Yerel Seçim, “Açılımlar” ve Sol Politika

Erivan’da maç izlemesi gibi sembolik adım­larla birlikte resmi görüşmelerin başlatılması söz konusuyken, aydınlar devletten bağım­sız masum bir “özür kampanyası” başlattığın­da hükümetin hedefi haline geldiler. Size de ne oluyor, Ermeni sorununu “çözmek” gereki­yorsa, onu da devlet büyüklerimiz yapar?! AKP’nin demokrasi “getirmesi” bir şartla bağ­lı onu kimse istememeli?!

Yukarıdan, devletin bekası kaygısıyla ger­çekleştirilen düzenlemeleri kimse bize ilerici reformlar ya da demokratikleşme diye yuttu- ramaz. Ezilenler, sistemin mağdurları örgüt­lenip tok bir sesle haklarını talep ettiklerinde provokatör ya da bozguncu damgası yiyorlar. AKP hükümetine göre ezilenler devlet baba­nın verdiği lütuflarla yetinerek sessizce bek­lemeye devam etmeliler. Kendi inisiyatifinizle taleplerinizi istemeye mi kalkıştınız, o zaman “çocuk kadın dinlemeden” gereği yapılacak­tır.

Dolayısıyla AKP eliyle yapılan açılımlar, Türkiye’de liberal anlamda dahi demokrasiyi geliştiren uygulamalar değil, özünde “devleti genişleten” hamlelerdir. Devletin topluma da­ha iyi nüfuz etmesi ve istikrarın sağlanması, otoriter nizamın yeniden üretilmesi ve bu ar­da tüm gerçek muhalefet odaklarının tecrit e­dilerek yok edilmesi hedeflenmektedir.

Türk devleti aslında değişmemek için “de­ğişiyor”. Yani siyasal iktidar yapısında ve top­

lumsal düzende köklü ve gerçek bir dönüşü­me engel olmak için taviz niteliğinde kısmi değişiklikler yapıyor.

Ne Yapmalı?Bu süreçte açılımların gerçek niteliğini de­

şifre etmek önemlidir. Ama sol bir politika aş­çısından “teşhir” asla yeterli görülemez. Sol’un bu süreci kollarını göğsünde bağlayıp bilgiççe yorumlar yaparak geçirme lüksü yok­tur. Politik sürece, sözde açılımları gerçek demokratik kazanımlara dönüştürme yönün­de müdahil olmalıyız. AKP’nin siyasi liberal söylemi kendisini de vuracak bir silaha dönü­şebilir. Tıpkı Türkiye Solu’nun ve Kürt Hare- keti’nin Ergenekon davasına müdahil olarak, onu zorlaması, bu yolla en azından AKP’nin maskesini düşürmesi gerektiği gibi; açılımlar konusunda da tavrımız onun sınırlarını zor­layarak özgürlükler alanını genişletmeye ça­lışmak olmalı. Bu tutum hiçbir işe yaramazsa bile düzenlemelerin kof niteliğini ve iktidar sahiplerinin ikiyüzlülüklerini açığa çıkaracak­tır.

Bu konuda, Kürt hareketinin en doğru ref­leksleri gösterdiğini belirtmeliyiz. Ergenekon davası sürerken Cumartesi Annelerinin yeni­den eylemlerine başlaması, Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşması, Dersim isminin geri istenmesi gibi adımlar taşı gediğine otur­tan, sürece uygun politik taktiklerdir.

AKP hükümetinin el çabukluğu ile yukardan aşağıya başlatmak iste­diği sözde reformlar, halk güçleri açısından politik fırsatlar da yara­tacaktır. Kürt ve Alevi hareketleri ve tüm de­mokratik, sol güçler bu sürece birleşik ve etkin bir müdahale gerçekleş- tirebilirlerse düzenin açı­lımlarını zorlayarak demokratik kazanımlar elde edebilirler. Politika yaparken daha cesur, esnek ve birleştirici ol­mak kaydıyla...

Ergenekon’da Gelinen Noktave Sol

Türkiye’nin sosyal olaylar açısından ne kadar ilginç bir ülke olduğunun en önemli işaretlerinden birisi her­

halde Ergenekon Davası ve onun ekseninde yaşanan tartışma- lardır. Siyasal tarihinde askeri darbelerin çok belirleyici ve ayrıksı bir rol oynadığı, kontrgerilla faaliyetlerinin hız kesmeksizin başrolde olduğu ülkemizde böy- lesi bir davanın, bu kadar büyük dezenfor- masyon ortamında ve sis perdesi arkasında yürütülmesi, tartışmaların büyük bir ciddiyet­sizlik taşıması, aslında ülkenin kanlı yakın geçmişiyle hesaplaşmayı arzu eden iradenin zayıflığının bir sonucudur. Ergenekon’u bir AKP senaryosu olarak görenler hem AKP’yi bir siyasi özne olarak gereğinden fazla büyü­tüyorlar hem de toplumun, devlet ve işleyişiy­le ilgili olgun bir bilinç elde etmesini imkansız hale getiriyorlar. 1960’ların sonlarından beri neredeyse süreklilik arz eden bir biçimde ö­zel harp koşullarında yaşayan bir toplumun derin devlet meselesini böylesine karikatüri- ze ederek tartışması bir anormallik belirtisi­dir. En son söyleyeceğimizi başta söylemek gerekiyor; Ergenekon ya da daha genel anla­mıyla kontrgerilla, derin devlet, devletin çelik çekirdeği meselelerini hafife almayı tarz hali­ne getirmek, bu toplumun acılı tarihiyle hiç­bir bağ kurulmadığı anlamına gelir, steril bir orta sınıf tavrıdır, tuzu kuruluk belirtisidir. Bu siyasi tutum, AKP’nin ikiyüzlülüğünden bile daha ağır bir ahlaki problem taşımaktadır. Çünkü sol olma iddiasındaki bir yaklaşımın - ki yukarıda çerçevesi çizilen Ergenekon’un ciddiyetsizleştirilme ya da en fazlası AKP’nin kendi muhaliflerini ezme operasyonu olarak gören düşünce tarzı, genelde kendini sol ola­

rak niteleyen kesimlerde bulunmaktadır- hal­kın acılarını hissedememesi ağır bir suçtur. Kürtlere yaklaşımı benzer olanların Ergene­kon meselesinde de yakın tutum almaları, benzer bir steril orta sınıf ruh-düşünce dün­yasının kendine hayran, empati kurma yok­sunu, kendini her şeyin merkezi gören, düzenini, konforunu bozmamayı her şeyden çok önemseyen eğilimlerin politik görünüm­leri örnek olarak alınabilir.

Ergenekon ile ilgili çok yazdık. Tekrara düşmemek adına madde madde özetleyelim:

1. Ergenekon, özel misyonu olan bir kontrgerilla örgütlenmesidir. Devlete sızmış çete falan değildir, bilfiil devletin örgütlenme­sidir. Fakat derin devletin tümü de değildir. Anlaşıldığı kadarıyla devlet görevlere dönük yapılanmalar yaratarak ilerlemektedir.

2. Ergenekon’un aktif hale geçtiği dö­nem Mersin’deki bayrak provokasyonuyla başlar. Toplumdaki hızlı şovenleşmenin, yay­gınlaşan linç kültürünün temel sorumlusudur. İttihatçı benzeri Kuvva dernekleriyle kendisi­ne oldukça geniş bir kitle tabanı yaratmıştır, özelikle Trabzon, Mersin, İstanbul, İzmir gibi kritik bölgelerde dikkate değer bir etkinlik ser­gilemiştir.

3. Ergenekon’un amacı hem AB konu­sunda hem de Güney Kürdistan’daki geliş­melerle ilgili devletin kırmızı çizgilerini güçlendirecek bir kitle tabanı yaratmak ve AKP’yi bu kitle tabanı üzerinden belirlemek­tir. özelikle Irak’taki Kürt devleti oluşumunun evrimi Ergenekon’un kaderini tayin etmiştir. Bu kırmızı çizgilerin savunulması için gere­

Ergenekon’da Gelinen Nokta ve Sol

kirse ABD’yle stratejik ortaklığın da sorgulan­ması, Avrasyacı seçeneklerin gündeme alın­ması değerlendirilmiştir. Soğuk savaş sonrası dünya yeniden şekillenirken Türkiye, özellikle Kıbrıs ve Güney Kürdistan gibi ulu­sal güvenliğini ve varoluş biçimini tehdit etti­ğini düşündüğü gelişmelere karşı toplumu ve siyaseti şartlandıracak bir sosyal barikat ya­ratmak istemiştir. Bunu da milliyetçiliği kışkır­tarak, Kürt meselesini kangrenleştirerek, yabancı düşmanı kaynaklı b ir“anti emperya­lizm” pompalayarak yapmayı denemiştir. Al­ternatif seslerin çıkmasını olağanüstü zorlaştıracak bir sosyal abluka ve sosyal mu­halefeti linçlerle sindirecek bir hat yaratmış­tır. Solun içinde dahi, yarattığı manyetik alanın etkisi altında kalan ulusalcı bir hattın oluşumuna yol açmıştır. Böylece Kürt hare­ketiyle Türk solunun yakınlaşmasını da zor­laştıracak bir iklim oluşmuştur.

4. Ergenekon’un ABD karşıtlığını biran- ti-emperyalistlik olarak düşünmemek gerekir. Devletin ABD’den özellikle tezkere sonrası gelişmeler ekseninde yaşadığı hayal kırıklı­ğının bir dışavurumudur. Türkiye’nin jeopoli­tik siyasetinin olası seçeneklerinden biri de Ergenekon’un çizdiği strateji idi. İçeride yük­

seltilen aşırı bir milliyetçilik, Kürt meselesinin iç çatışmaya evriltilmesi, ABD’ye tepki üze­rinden Rusya-İran hattına kayma, Güney Kürdistan’a askeri müdahale seçeneğini açık tutma bu alternatifin önemli başlıklarını oluş­turmaktaydı. ABD’nin Güney Kürdistan’daki oluşumu Türkiye’ye tercih ettiği bir gelişme yaşansaydı -Kerkük’ün Kürtlere bırakılması ve Irak’ın parçalanması- bu güzergâh hayata geçebilirdi. Yani devletin topyekûn tercihi ha­line gelebilirdi. Böylesi bir hat değişikliğinin sosyal tabanı zaten yaratılmıştı. ABD’nin en çok nefret çektiği ülkenin Türkiye olması, Er­genekon’un misyonunda büyük oranda başa­rılı olduğunu da gösterir.

5. Ancak Büyükanıt ve Tayyip Erdo­ğan’ın ABD ziyaretleri sonrasında görüşü de­ğişti. Kerkük’teki referandum askıya alındı, Barzani ve Talabani’nin tüm Kürtleri kucakla­yan yaklaşımları ortadan kalktı. Güney Kür­distan’a askeri müdahalesinin önü açıldı, ABD Türkiye’ye istihbarat aktarmaya başla­dı. 22 Temmuz seçim sonuçları da zaten AKP ile orduyu yeni bir uzlaşmaya zorlamıştı. ABD’nin bu uzlaşmanın mimarlarından biri olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye ABD i­le ittifakını bozma gibi bir zorunluluk ile karşı karşıya bulunmadığına ikna edildi.

6. Bu aşamada Ergenekon’un devre dı­şı kalması için düğmeye basıldı. Muhteme­len siyasi ikbalini Ergenekon’a bağlayan kimi unsurların ikna edilmesinin zor olması, Erge­nekon’un etkisi altında gelişen bir örgütlen­menin mevcut olması, tasfiye sürecinin sessizce işlemesini imkansız hale getirdi. Se­ri dalgalara ve sansasyonel bir davaya sıç­rattı.

7. Operasyonların tamamı Büyükanıt- Başbuğ yönetimindeki TSK’nın icazetiyle gerçekleşmiştir. Ergenekon’un askerin taba­nında da ciddi bir karşılığının bulunduğunu, kimi “genç subayların rahatsız olduğu”, NA- TO’dan çıkılması gerektiğini savunan, Teşki- lat-ı Mahsusacılar hayranı bir çekirdeğin oluştuğu operasyonların askeri kadrolara yö­nelmesinden de anlaşılabilir. Başbuğ, göre­ve gelir gelmez ordu içindeki çatallanmaları giderecek bir politika izlemeye çalıştı. Aske­rin cezaevi ziyareti, Tuncer Kılınç’a sahip çık­ma gösterileri, Başbakanla haftalık toplantı

yol

“basıncı” bu toparlama gayretlerinin ürünü­dür.

8. Son dalga, Ergenekon’un operasyo- nel gücünün hala aktif olmasına karşılık ya­pılmıştır. “Silahları AKP’nin polisi gömmüş, gıcır gıcır bunlar” diyenler Güngören’de pat­latılan bombaları ne çabuk unuttular. İbrahim Şahin’in “alınmasaydık bir haftaya kadar te­mizliğe başlayacaktık” demesi de bizce ger­çek bir kıyım planının varlığını göstermektedir. İbrahim Şahinle bağ kuruldu­ğu, “sana görev vereceğiz ekibini kur” denile­rek tasfiye edilecek ekibin deşifre edildiği düşünülebilir.

9. Sürecin ana aktörü ABD eşliğinde gerçekleşen AKP-Genelkurmay ittifakıdır. Fa­kat bu sorunlu bir ittifaktır. Taraflar zaman za­man birbirlerini açık düşürecek manevralar yapmaktadırlar. Fakat ana eksende uzlaşma­nın bulunduğu da açıktır, özellikle Kürt ille­rindeki AKP çalışması için devletin tüm organları seferber edilmiş durumdadır.

10. Şu anda önce çıkan dış siyaset gün­demi Türkiye-Kafkasya ilişkilerine yoğunlaş­mış gözükmektedir. Rusya’yı Kafkasya’dan izole etme senaryosunun son ayağında Er­menistan’ı batıya yakınlaştırmak için Azer­baycan ve Türkiye’yle barıştırmak var. Azerbaycan Hava Kuvvetleri Komutanı bu gündeme ters düşmesinden dolayı öldürül­müş olabilir. İbrahim Şahin’in ekibinin de “Er- menileri temizleme planlarının” bu gündeme dönük bir müdahale olarak planlandığı düşü­

nülebilir. Böylece Türkiye ve Ermenistan ara­sındaki olası yakınlaşma süreci darbelenmiş olacaktır. Son dalga ile bu müdahale engel­lenmiştir.

Bu süreçte tasfiyeyi gerçekleştirenin de tasfiye edilenlerin de halkımızın özgürlük ve adalet arayışının düşmanı olduğu açıktır. Fa­kat bütün bunları söylemek, yaşananların bizler açısından önemsenmemesi gereken bir gündem olduğu anlamına gelmez. Fakat tüm siyasetini anti-AKP’cilik üzerine kurmak isteyenler Kemalist tabandan da onay göre­bilmek adına neredeyse emekli generallerin çizdiği çerçeveye yakın bir söylem geliştir­mektedirler. “Operasyon memleketin teslim alınmasının, emperyalist dönüşüm planı içe­risinde tam yol gidilmesinin bir aracı, bunu baştan beri yazıyoruz.” (Sol, sayı 264, sayfa 19) Meseleyi “Cumhuriyete saldırı” olarak tespit edip neredeyse Baykal gibi avukatlığı­na soyunmaya teşebbüs eden bir komünist partisiyle de karşı karşıyayız. Yazının girişin­de de tarif edilen orta sınıf tavrının muhak­kak ki en fütursuz ve olgun temsilcisi TKP olmuştur.

Sol, genel güçsüzlüğü ve çeşitli eksenler boyunca bölünmüşlüğü dolayısıyla sürece müdahil olamamıştır. Durum bütün uygun­suzluğuna rağmen derin devleti hesaplaşma tezgâhına yatırabilirle adına önemli bir imkân yaratmıştı. Derin devletin en ciddi mağdurla­rından sosyalist hareketin, bu gündemle ilgi­li bu kadar tavırsız kalması ve hâkim blokların dili dışında bir söylem yaratamamış

olması büyük bir olumsuz­luktur. ESP’nin 12 Eylül’ü hedefleyen oturma eylemle­ri iyi bir düşünce olmakla birlikte tek başına kotarıl­maya çalışılarak harcan­mıştır. Oysa birlikte bir kampanyaya dönüştürüle- bilse gerçekten etkin bir ça­lışma örgütlenebilir, solun sürece dair değerlendirme­si toplumun bilincine kazı­nabilirdi. Şu anda sol ile derin devlet arasında bağ­lantı kuran zihinlerin sayısı artmış görünmektedir. Böy- lesi bir anomalinin oluşma­

Ergenekon’da Gelinen Nokta ve Sol

sında, solun içinde bulunduğu atalet öncelik­li etken olmuştur.

DTP de AKP’yi parlatmamak adına çok sı­nırlı bir yüklenme gerçekleştirmiştir. DTP top­rak altından silahların ve insan kemiklerinin çıktığı şu günlerde daha etkin ve toparlayıcı bir siyaset üretebilir. Ufuk Uras ise iyi niyetli tutumunu aşırı liberalliği dolayısıyla etkisiz- leştirmiştir. İslamcı basında solu şikâyet et­mek gibi akıllara zarar bir tutumla önümüzdeki dönemde oynayabileceği rolü a­kamete uğratmıştır. Fetullah’ın kendisinin de bir özel harp yaratığı olduğunu unutarak, Za­man Gazetesi’nde demokratlık oynanarak ne yapılmak istenmiştir? Sol ile Ergenekon ara­sında bağlantı kurmaya çalışanların cepha­neliğinde bir mermiye dönüşmek Ufuk Uras’ın umduğu bir sonuç değildi belki de a­ma gerçekleşen bu olmuştur.

En önemlisi sol, büyük manyetik alanların etkisi altında iç dengelerini ve tutarlılığını yi­tiriyor. Liberaller ve Ergenekoncular solda kendi yansımalarını yaratmayı kısmen başar­dılar. DSİP, liberallerin soldaki inisiyatifi hali­ne geldi. Devrimci hareketin darbeci köklerinin ifşa görevi bu ekip tarafından üst­lenilmiştir. Tam karşısında ise -Eruygur’la To- lon’un hastaneleri önünde basın açıklaması yapan şaşkınları unutmak istiyoruz- TKP o­nun simetriği olarak “bu iş balon, AKP muha­

liflerini temizliyor” cephesine su taşımaya de­vam ediyor. Dev Yol geleneği siyasetler ge­nel olarak TKP’ye benzeyen bir yaklaşım sergiliyorlar. Solun ideolojik-örgütsel-politik aşınması hâkim blokların etkilerini üzerinde çok daha fazla hissetmesine yol açıyor.

Ergenekon siyaseti, solun; kendi bağım­sız platformunu güçlendiremedikçe egemen siyasi blokların değirmenine su taşıyan figü­ran siyasi karikatürler olmaktan öteye gide­meyeceğinin bir ispatı olmuştur. Tersten bakıldığında da solun olmayışının Türkiye toplumunun birçok önemli yarasına merhem olabilecek, acılarıyla yüzleşebileceği bir fır­satı kaçırmasının sebebi olarak görülmesi zorunludur. Güçlü bir ideolojik merkez yaratıl­ması, iyice artan sağa sola savruluşları en­gelleyebilecek bir rol oynayacağından önemsenmelidir. Solun kendi dilini ve kimli­ğini koruyabilmesi, halklaşma/örgütlen- me/güçlen me süreciyle paralel yürüyecek yoğun bir ideolojik üretim ve sağlamlaşma gerektirmektedir. Güçsüzlük zemininde yürü­tülen yüksek siyaset teşebbüsleri savrulma­lara yol açıyor. Tam tersine güçsüzlük gerekçesiyle ülke gündemleri ile ilgili söz ü­retmemek ideolojik erime sonucunu doğuru­yor. önümüzdeki dönem bu ikilemin tuzaklarından korunarak yürümek durumun­dayız.

u t

Büyük Bunalımda Son Durum

sMehmet Yılmazer

Dünyada Gazze saldırısı, Türkiye’de Ergenekon davasının son dalgası bunalımı unutturmuş görünüyor.

Ancak bunalım böyle olaylarla unutturulama- yacak kadar büyük olduğu için kendi hükmü­nü sürdürecektir. “Finans krizi” olarak başlayan bunalım giderek gerçek niteliğine bürünmüş artık “reel sektörü” vuran bir nok­taya dayanmıştır. Trilyon dolarları aşan kur­tarma paketleri ilan edilmesine, son olarak da faiz indirimleri uygulanmasına rağmen bu­nalımda bir iyileşme olmadığı gibi, 2009’un çok daha kötü geçeceği konusunda hemen tüm “uzmanlar” hem fikirdir. Bu gidişi Oba- ma’nın da durduramayacağı yakında görüle­cektir. Dünyanın yakın geleceği ile ilgili sağlam öngörülerde bulunabilmek için yanıl­tıcı görüntülerin ardındaki gerçeklikleri bir kez daha ortaya koymak gerekiyor.

ABD’nin SeçimiYıllardır kapitalizmin liderliğini yapan

ABD, sonunda bunalımın da lideri, motor gü­cü oldu. On yıllardır kapitalizmin eteklerinde yaşanan krizler bugün deprem merkezi ola­rak Amerika’yı ve batı ekonomilerini seçti. Bunun hiç de rastlantı olmadığı kapitalizmin son çeyrek yüzyıldaki gelişim tarihine bakıldı­ğında görülebilir. İki kutuplu dünyadaki “yarı­şı” Sovyetler kaybetmek üzereyken, 1970’li yılların sonunda aslında Amerikan ekonomi­si de çok önemli bir kavşak noktasına gelip dayanmıştı.

“19701i yıllara gelindiğinde ABD altyapısı eskimiş ve makine stoku ise diğer sanayi ül­kelerinin en eskisi durumundadır... Eğer te­

mel sanayi ekipmanları ve altyapı birinci sınıf bir kalitede yenilenmeye kalkılsaydı, 1979’da bunun için 3.8 trilyon dolar harcama, bütün bu yenilenme için ise en azından yirm iyi! ge­rekecekti. ” (M. Yılmazer, Kapitalizmde Yapı­sal Dönüşüm, s. 154)

ABD böyle bir kavşak noktasında zahmet­li ve elbette kar oranları çok düşük uzun va­deli alt yapı yatırımlarıyla uğraşmak yerine silahlanmayı hızlandırma ve finans oyunla­rıyla “para yaratma” yolunu seçti. Eğer bu sü­reçte, Sovyetler yıkıldıktan sonra, dünyaya istediği “düzeni” verebilseydi, elbette bugün başka bir Amerika, çok söylendiği gibi “Ame­rikan imparatorluğu” ortaya çıkacak ve başka bir dünyada yaşıyor olacaktık. Bu adımlar tı­kandıkça ABD’nin 80’li yılların başında yaptı­ğı tercihin de sonuna gelindi. Dünya sermaye birikiminin yüzde yetmişinden fazlasını dolar egemenliğinin avantajlarından yararlanarak kendi ekonomisine çekebilen Amerika, borç­la ve finans oyunlarıyla yirmi yıldan fazla ya­şayabildi. Irak bataklığı ve ardından gelen büyük bunalımla bu rüya bitti!

Başkanlığı devralırken Obama’nın yaptığı konuşmada Amerika’nın 1980’li yılların ba­şında yaptığı tercihin yıkıcı sonuçlarıyla ilgili bazı itirafları görmek mümkün. Krizin uzun süreceği, Amerika’nın altyapısının, özellikle sağlık ve eğitimin yenilenme gerektirdiği ve “hiçbir şey yapmadan durma, dar çıkarları koruma, nahoş kararları erteleme vakti(nin) geride kaldığı”nın itiraf edilmesi Obama’nın bir meziyeti değildir. ABD yirmi yıldan fazladır ertelediği “nahoş kararları alma” kavşağına büyük bunalımın zoruyla bir kez daha gelip

JD

Büyük Bunalımda Son Durum

dayanmıştır.

Ekonominin soğuk diliyle konuşursak ABD’nin önünde iki yol vardır: Gerilim yarat­ma, silahlanma ve para oyunlarıyla yürütülen strateji ufak tefek düzeltmelerle sürdürüle­cektir; ya da “nahoş kararlar” alınarak spekü­lasyondan üretime, eskiyen alt yapının yenilenmesi yoluna girilecektir. Yol kavşağın­daki ayrımları bir soyutlamayla böyle ikiye in­dirgemek mümkünse de, pratiğin böyle akması neredeyse imkânsızdır. ABD, kendi iç ve dünya dengelerine göre bu iki yol ara­sında salınım yaparak yürüyecektir.

öyle anlaşılıyor ki, ABD’nin sadece eski yolundan yürümesi artık mümkün değildir, öte yandan, büyük tasarruflar gerektiren ye­nilenme ve üretime yönelme adımı ise mali­yeti yüksek, karı düşük ve oldukça uzun vadeli bir iştir. Kısa vadeli yüksek karlara tut­kun Amerikan egemenleri ve parıltılı tüketim çılgınlığına alışmış Amerikan vatandaşları i­çin bu yol son yarım yüzyıldır hiç yaşamadık­ları sıkıntılara katlanmaları anlamına gelir. Elbette kapitalizmin mantığı açısından bu “sı­kıntılar” çeşitli mekanizmalarla egemenler­den Amerikan çalışanlarının ve dünya halklarının üzerine aktarılacaktır. Ancak na­sıl? Amerikanın buna gücü yetecek midir? Büyük bunalımdan çıkış yolu arayışları aynı zamanda bu sorulara Amerikan kapitalizmi­nin vereceği cevapların da arayışlarıdır.

Yaşanan Büyük Bunalımın Özgünlükleri

Mali spekülasyon, aşırı üretim, kredilerin donması ve bunların doğal sonuçları, kapita­lizmin klasik bunalım tablosunun dışına çık­mıyor. Fakat bazı yönlerden yaşanan bunalım öncekilerden farklı özellikler taşı­maktadır.

İlk olarak, küreselleşmenin etkilerinden söz edilebilir. Küreselleşme bunalımın dünya kapitalist ekonomisine daha hızlı yayılması yönünde bir etki yapmaktadır. Aynı nedenle çözüm tedbirlerinde de özellikle merkezlerin uyumlu davranmasını gerekli kılar. Ancak o­layların böyle gelişip gelişmeyeceği henüz bi­linmiyor. Bunalım küreselleşmenin kısmen çöküşüne de neden olabilir; o zaman büyük

U L

bir panikle herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda kalabilir veya merkezlerin kısmen “uyum” içinde bunalımın ağır yükünü üçüncü dünya ülkelerine aktarması biçimin­de de yaşanabilir. Bu da, zaten merkezlerden belli bir süredir uzaklaşmakta olan üçüncü dünya ülkelerinin bu kopuşunu daha da hız­landırabilir.

İkinci olarak, spekülasyonun kaynakları ve boyutlarıdır. Amerikanın dünya ekonomi­sini finans oyunlarına doğru sürüklemesi ye­ni bazı sonuçlar ortaya çıkartmıştır. Sermaye sahipliği ve şirket yönetimi (sermayenin kul­lanımı) arasındaki bağ kapitalizmin tarihin­de hiç bu kadar kopmamıştı. Bunun en çarpıcı kanıtı çılgın CEO (yönetici) ücretleri­dir. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle de mali spekülasyon her şeyi bir anafor gibi içi­ne çekti. Bunların arasında en önemlisi, “dur­gun para havuzları” diye adlandırılan emeklilik ve sigorta fonlarıdır. Mali spekülas­yon böylece toplumdaki her kişinin sadece bugününü değil, geleceğini de doğrudan etki­ler hale gelmiştir. Bu mali sistemin çökmesiy­le emeklilik ve sigorta fonları da önemli ölçüde batmıştır. Amerika’da şimdiden altı milyonun üzerinde Amerika’lının emekliliğinin battığı söyleniyor. Fakat “kurtarma paketleri­nin” sonuçları henüz belli olmadığı için bu ra­kamlar kesin değildir ve büyük olasılıkla daha da artacaktır. Bu kriz sermaye sahipliği ile onun kullanımı arasında doğan kara de­liklerin boyutlarını ortaya çıkartmıştır.

Üçüncü olarak, üretim temelindeki zayıf­lamadır. Bunun bir yanı sermayenin spekü­lasyona akmasıyla üretici kapitaldeki daralmadır, öte yandan özelleştirmeler de klasik doğrudan yatırımdan çok esas olarak finans spekülasyonunun bir başka alanıdır, yeni yatırım değil el değiştirmedir. Ancak ü­retimdeki zayıflamadan kastımız sadece bunlar değildir, hatta esas olarak bunlar de­ğildir. 1980’li yılların başlarında “İnformatik Çağı” veya “Yeni Ekonomi” burjuva ideolog- larca öylesine tanımlandı ki, kapitalizm bu yeni tekniklerle sonsuz bir gelişim çağına gi­riyordu. Bunun büyük bir yanılgı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. “İnformatik Çağı” teknik­lerine umut bağlayan kapitalist gelişme aslın­da 2001 yılındaki krizle (Nasdaq indeksinin çöküşüyle) sona erdi. Yeni teknoloji kapitaliz-

. yol

me öncekiler: buhar, demiryolu, oto sanayi, havacılık kadar uzun soluklu bir üretim ivme­si vermedi. Bu onun yapısından kaynaklanı­yordu. Bilgisayar teknikleri esas olarak mevcut üretim sistemlerini yetkinleştirmekle sınırlı kalıyordu. Ancak üretimdeki zayıflama tüm kapitalist dünya için aynı ölçüde geçerli değildir. Son yirmi yılda kapitalist ekonomide şöyle bir tablo ortaya çıktı. Çin bir zamanlar İngiltere ve daha sonra Amerika’nın oynadı­ğı rolü; dünyanın atölyesi olma rolünü oyna­maya başladı. Eğer kaba bir tasnif yaparsak Çin, Japonya, Almanya ve Fransa kapitaliz­min üreten alanında yer alırken, başta Ame­rika ve İngiltere daha çok spekülasyon alanında yer aldı. Kapitalizmin büyük güçleri arasındaki bu saflaşma aynı zamanda bu bu­nalımın hem nedenlerinden birisidir, hem de çıkış yolları aranırken bu bölünme tartışma ve çözüm arayışlarına damgasını vuracaktır.

Dördüncü olarak, yukarıdaki gerçeklikten ortaya çıkan bir sonuçtur. Bilgisayar ve ona bağlı teknikler, kapitalizme, önceki devresel büyük teknik yenilikler kadar güçlü ve uzun vadeli ivme veremedi. Fakat buradan hatalı bir sonuç üretilmemelidir. Aslında bu büyük teknik yeniliklerin üretim ve sosyal yaşamın bütün alanlarına yaygınlaşması sürecinin he­nüz başlarındayız. Yeni tekniklerle birlikte in­sanlığın geleceğinde köklü değişimlere yol açacak sanayi alanları henüz şekilleniyor. Bunların başlıca ikisi: nano teknolojisi ve ge­netik mühendisliğidir. Burada hem maddenin moleküler yapısına hem de insanın biyolojik yapısına müdahale potansiyeli saklıdır. Bu büyük teknik gücün mülkiyeti kapitalizmin hem bugünkü bunalımının temellerinden bi­risini oluşturuyor; hem de gelecekte kapita­list üretim ilişkilerinin bugüne dek

yaşanmamış derinlikte sorgulanmasının ze­minini hazırlıyor.

Son olarak, yaşanan bunalım, kapitaliz­min (tüketim çılgınlığının) sürdürülebilir olup olmadığı tartışmasını da tetikledi. Çin liler A­merikalılar gibi tüketirse dünyanın tüm ener­ji kaynaklarının on yıl içinde tükeneceği hesaplanmıştır. Eskiden her geri kalmış ülke­nin sosyalist yolla veya kapitalizmle “kalkına­rak” gelişmiş ülkelerin yaşam seviyesini yakalayabileceği çok doğal bir hedef olarak görünürdü. Bugün bunun doğada geri dön­dürülemez yıkımlara yol açabileceğinden do­layı artık imkânsız olduğu biliniyor. Zaten küresel ısınma, doğanın tahribi ve enerji kay­nakları sürekli gündemde olan konular hali­ne gelmiştir. Tüketim kültürü değişmediği takdirde insanlığın doğal çevresiyle birlikte büyük felaketlerle yüzyüze gelmesi kaçınıl­mazdır. Tüketim kültürünü günümüzdeki çıl­

gın noktalara vardırankapitalizm olduğuna göre, bu doğal sınır aynı zamanda ka­pitalizmin de tarihsel sınırları­na gelip dayandığınıgösteriyor.

Büyük bunalımın bütün bu özgünlükleri kapitalizmin yeni bir yapısal değişimle karşı kar­şıya olduğunu gösteriyor. 1970’lerin ortalarından itiba­

ren uğradığı yapısal değişimin belli yönleriy­le sonuna gelmiştir. Sermayenin mülkiyeti ve kullanımı arasındaki kopma ve bunun içinden çıkıp gelen yaygın ve derin spekülasyonlar; üretim temelinde zayıflama; teknik gelişme­lerin yarattığı-insanlığın geleceğini riske so­kabilecek- muazzam güç ve bunun tekelci mülkiyetin elinde olmasının yaratabileceği keyfilik; kar için üretimin vardığı tüketim çıl­gınlığının insanlığın doğal ortamını tehlikeli eşiklere sürüklemesi, kapitalizmde yeni bir yapısal değişimi zorlayan temel güçler ola­caktır. Ancak bunlardan bazılarının “düzeltil­mesi” doğrudan kapitalizmin varlık koşulu ile çeliştiği için yeni arayışlar hiçbir zaman böy­le radikal noktalara varmayacaktır. Geçici “düzeltmeler” sonuçta yeni bunalımların yo­lunu döşeyecektir. Bu noktadan “kurtarma paketlerinin” ne anlama geldiğine bakalım.

JD

Bunalımın Geleceği ve Kurtarma Paketleri

Kapitalizmin tarihine baktığımızda büyük bunalımlar başlıca iki sonuca yol açmıştır. Kapitalist merkezler arasındaki güç ilişkilerin­de ve sermaye birikim tarzlarında köklü de­ğişimler ortaya çıkmıştır.

Kapitalizmin ilk büyük bunalımı (1873-93) İngiliz egemenliğinde bir kırılma yaratmış, i­kinci büyük bunalım ise (1929-1939) İngiliz egemenliğinin sonunu getirmiştir. 1973-83 bunalımı Amerikan egemenliğinde bir kırılma anlamına geliyordu. Ancak dünya “iki kutup­luluğun gerilimi içinde olduğu için bu kırılma­nın algılanması zaman aldı. Hatta Sovyetler yıkıldıktan sonra tek kutuplu dünyanın “süper gücü” olarak Amerika görüldü. Ancak kapita­list merkezler arası güç ilişkilerinin inatçı ger­çekliği bu görüntülerin ardındakini çok geçmeden ortaya çıkardı. 2000’li yıllarda hız­la yıpranmaya başlayan Amerikan egemenli­ği 2008 büyük bunalımı ile artık bir çökme noktasına gelmiştir.

Dünyadaki güç merkezlerindeki kaymala­rın büyük sancılar ve savaşlarla yaşandığı bi­linen bir gerçektir. Esas olarak dünya böyle bir sürece girmiştir. Elbette olayların hangi somut yolları izleyeceğini bugünden öngör­mek imkânsızdır. Dünyadaki çelişkinin bü­yüklüğü ve derinliği ürkütücüdür. Amerika, maddi ve moral olarak hızlı bir çöküşe doğru giderken dünyanın hala en büyük ekonomisi ve en büyük silahlı gücüdür, öte yandan, ge­nel olarak Uzakdoğu ekonomileri, özel olarak Çin dünyanın yeni üretim atölyesi olmaya a­daydır. Bu gerçeklik büyük bunalımın fay hat­tını oluşturuyor, fakat bu fay hattındaki gerilim nasıl ve ne zaman bir deprem etkisiy­le ortaya çıkacaktır? Hatta fay hattının iki ya­nındakiler topyekün çöküş yerine “uzlaşma” yoluna girebilirler mi, sorusu sürekli gündem­dedir.

Obama, İran’ı kastederek “sıkılı yumruğu­nuzu açarsanız biz de sizin elinizi sıkmaya hazırız” derken barışçıl bir öneri yapmış gibi görünse de bunun tam tersi de bu öneri için­de saklıdır. İran veya bunun gibi Batı strate­jilerine aykırı duran ülkelere “yumruklarını açmaları” yani Batı’nın isteklerini kabul etme­

d i

.......... Büyük Bunalımda Son Durum ...........

leri öneriliyor. Bu olmazsa daha şiddetli yum­ruklaşmaların yaşanması kaçınılmazdır. O- bama’nın savaşta stratejik ağırlığı Afganistan’a kaydırmaya hazırlanması mer­kez ve güney Asya’daki dengeleri değiştirme­ye soyunması anlamına geliyor. Bunun somut karşılığı şimdilik dolaylı yollardan da olsa hedefin Çin, Rusya ve uzlaşma sağla­namazsa Hindistan olması demektir. Büyük Bunalımın Rusya ve Çin’i güçlü bir şekilde et­kilemeye başladığı biliniyor. Dünyanın “yük­selen” ekonomik güçlerine konum kaybedenler tarafından açık veya örtülü sal­dırıların başlatılması kaçınılmazdır. Yaşanan büyük bunalımdan “çıkış yolu arayışları” ay­nı zamanda güç merkezleri arasındaki çatış­manın temel zemini olacaktır.

Büyük Bunalım sermaye birikim tarzlarını nasıl etkileyecektir? Bunun her zaman iki yö­nü olmuştur. Kapitalist merkezlerdeki uygu­lamalar ve merkezlerin sermaye birikimi için üçüncü dünya ülkeleriyle kurdukları ilişkiler büyük bunalımlarla önemli değişimlere uğra­mıştır. Kapitalizm serbest rekabetçi birikim tarzından tekelci tarza geçtiğinde ilk büyük bunalımını (1873-93) yaşadı. Bu süreçte ge­ri kalmış ülkeler sömürgeleştirildi. İkinci bü­yük bunalımla (1929) kendisi devletçi Keynes ekonomisine geçerken, üçüncü dünya ile iliş­kileri yeni sömürgeciliğe dönüştü. Kapitaliz­min “altın çağı” bitip üçüncü büyük bunalıma (1973) girince neoliberal ekonomi uygulama­larına geçti. Bu merkezlerde kendini serbest pazara geri dönüş ve finansa kayma olarak gösterirken, üçüncü dünya ülkelerinde özel­leştirmeler ve sıcak para vurgunları olarak yaşandı. Netice olarak, otuz yılı aşkın sürdü­rülen sermaye birikim tarzı büyük bir buna­lımla tıkanma noktasına gelmiştir. Kapitalist merkezler şimdi yeni yollar arıyorlar.

Şimdilik ortaya çıkan yolun iki yönü vardır: Batan büyük finans kurumlarına devletlerin el koyması ve “kurtarma paketleriyle piyasa­ya yatırım ve talebi arttırmak için para pom­palanmasıdır. Yaşanan bunalım 1929’u anımsattığı için, çözüm yolları aranırken de ilk akla gelen yeniden Keynes uygulamaları­na dönüldüğü yanılgısıdır. Bu mümkün mü­dür? Veya bugün alınan tedbirler Keynes ekonomi politikalarına bir geçiş midir?

yol

Başlıca üç nedenle Keynes uygulamaları­na geçiş mümkün değildir. Keynes uygula­maları savaşla yıkılan dünyada Amerika’nın liderliğinde ekonomilerin oldukça katı kural­lara bağlanması ve hatta merkezler arası yı­kıcı rekabetin sınırlandırılması anlamına geliyordu. Kapitalist merkezler bir güçlü mer­kezin yönetiminde uzlaşıyorlardı, öte yandan yaşanan büyük sınıflar savaşı ve ortaya çı­kan Sosyalist Sistem nedeniyle kapitalist merkezlerde işçi sınıfıyla burjuvazi “refah devletleri” zemininde uzlaşma yapıyordu. Son koşul ise, savaşın yıkımının yarattığı bü­yük talebin karşılanması için yaygın ve hızlı yatırımların Amerikanın devasa birikmiş ser­mayesi ile finanse ediliyor olmasıdır. Bugün merkezler arası bir uzlaşmayı sağlayacak güç merkezi yoktur. Talebin yaygın kaynağı olan işçi sınıfı ile uzlaşmayı dayatacak güçlü sınıf örgütlenmeleri ve mücadelesi de yoktur. Bunların yanında yatırımları canlandıracak bir gerçek sermaye birikimi de yoktur. Bunun yerini Amerikan merkez bankasının banknot matbaası alamaz, ya da alırsa bunun çok da­ha yıkıcı başka sonuçları olacaktır. Japon e­konomisi 1990 yılında bunalıma girdiğinde bugün niyetlenilen ekonomi politikaların hep­sini uyguladı. Devlet fonlarıyla büyük altyapı yatırımları yaptı ve ekonomiye para şırınga etti, ancak Japon ekonomisi bir türlü kıpırda­madı. Çünkü tıkanan tüm sistemin bir kena­rına biraz yağ pompalamanız çarkların yeniden dönmesine yetmiyor. Eğer kapita­lizm bunalımlardan piyasaya -kaynağı mer­kez bankası matbaası olan-para sürümüyle kurtulabilseydi, zaten hiç kriz yaşamazdı; ya da krizlerden çıkışlar çok sancılı olmazdı.

“Kurtarma paketleri” elbette bir oyun veya saçmalık değildir, bir anlamı var ve önemli sonuçları olacaktır. Fakat kimler, nasıl kurta­rılacaktır toz duman arasında burası karan­lıkta kalıyor.

Çözüm Arayışları ve Putin’in Dedikleri

Amerika ve Avrupa bol bol kurtarma pa­ketleri açıkladılar, ancak gerçek ekonomide resesyon derinleşerek devam ediyor. Bu yı­lın Nisan ayında yeniden G 20’lerin toplantı­sı olacak. Buradan kapitalist ekonominin

krizden çıkmak için tek merkezden yönetimi yönünde bir uzlaşma çıkar mı? Bu toplantıda yapılacak tartışmaların içeriğini görmek için Putin’in Davos Dünya Ekonomik Formu’nda yaptığı konuşmaya bakalım. Putin sorunları çok açık ve sade bir biçimde ortaya koymuş­tur.

Putin önce birkaç uyarıda bulunur:

“Korumacılık ve sınırsız ekonomik bencil­liğe düşülmemelidir.” Amerika’nın yaptığı devletleştirmelere de şüpheyle yaklaşır: “E­konomik yaşama aşırı müdahale ve devletin sonsuz gücüne körce inanç düşülebilecek di­ğer olası hatadır. ” “Krize karşı önlemler mali popülizme ve sorumlu makro ekonomi politi­kaların geliştirilmesini göz ardı etmeye ne­den olmamalıdır. Bütçe açığının ve kamu borçlarının onarılamaz şişirilmesi borsa ma­cerası kadar yıkıcı olur. ” (Wall Street Journal, 29.01.09) Rusya Amerikan yönetiminin bol sıfırlı kurtarma paketlerine hiç de olumlu bak­mıyor. Bunun nedenine gelmeden Rusya’nın krize karşı tedbir olarak ileri sürdüğü önerile­re bakalım:

1- “Olayların gerçek durumunu görmeli­yiz. İş dünyası, çok acı verecek olsa da, ge­ri dönmesi imkânsız borçları ve “kötü” varlıkları silmelidir.

2- “Bilançoların temizlenmesinin yanın­da artık sanal paradan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Kanımızca gelecek ekonomi gerçek değerler ekonomisi olmalıdır. ”

3- “Tek bir rezerv paraya bağlı olmak kü­resel ekonomi için tehlikelidir. Sonuç olarak, rezerv para basanların daha açık mali politi­kalar yürütmeleri önemlidir. Daha da ötesi, bu uluslar uluslararası kabul edilmiş makro ekonomik ve mali disipline uymayı taahhüt etmelidirler. ” (a.y.)

önerilerin anlamı şudur. Geri dönüşsüz borçların ve türev kâğıtların silinmesi, şirket­lerin kurtarma operasyonları ile ayakta tutul­ması yerine batışa bırakılması demektir. Böylece herkes önünü görebilecek, yatırım­ların yönü ortaya çıkacaktır. Bu aslında her bunalımda değersizleşen sermayenin süpü- rülmesi olayıdır. Ancak yaşanan büyük buna­lımda bu sermaye kitlesi o kadar büyüktür ki, onun süpürülmesi aynı zamanda büyük sos-

JD

Büyük Bunalımda Son Durum

yal olaylarla birlikte olabilir. Daha önceki bü­yük bunalımlarda bu süpürülme genellikle savaşlarla yapılmıştır. Hem değersizleşen sermaye kitlesi hem de değersizleşen iş gü­cü savaşlarla yok edilmiştir. Aslında, belki de ölmüş dev firmaların kurtarma operasyonları ile ayakta tutulması pazarda zehirli bir ortam yaratır. Sermaye bir türlü kuşku ve korkula­rından kurtulup yatırıma yönelemez. Putin bu zehirli ortamın kurtarma operasyonları ile örtülmesini değil doğal batışlarla ortamın bir an önce temizlenmesini öneriyor.

İkinci öneri neoliberalizmin gözdesi spe­külasyonun ana kaynakları sıcak para ve hat­ta borsadan artık kurtulmanın zamanının geldiğini söylüyor. “Gerçek değerlere” daya­nan bir ekonomi, kapitalizmin içinden spekü­lasyonu söküp atmak demektir. Neoliberalizmin çöküşü ne ölçüde derin olur­sa olsun bu mümkün değildir. Kapitalizmin “altın çağı” denen 1945-1980 arası dönemde gerçekten Kıta Avrupa’sı ekonomilerinde bor­sa son derece sönüktü ve sıcak para da yok­tu. Fakat kapitalizm bu yoldan o da Kıta Avrupa’sıyla sınırlı olmak kaydıyla ancak kırk yıl yürüyebildi. Rusya zaten borsayı fazla sevmediğini krizin başlarında onu ikide bir kapatarak göstermişti. Kar vurgununa daya­nan bu sistemde normal gidişte kar sıkışma­sı yaşanmaya başladığında spekülasyon kaçınılmazdır. Bütün bu gerçeklere rağmen Rusya’nın bu tepkisi önemlidir. Kapitalizm

pek çok yönden sınırlarına dayanırken onun kanserli yanlarının daha fazla göze batması ve tepki doğurması sistemin temel mantığını sıkıştıran etkiler yaratacaktır.

Üçüncü öneri, ayrıca üstünde fazla bir şey söylemeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. Çok kutuplu dünyayı savunan Rusya “tek re­zerv para”nın da sona ermesini istiyor. Bu A­merikan egemenliğinin sonuna işaret eden bir olgudur. Ancak bu yolda daha yürünecek çok yol vardır.

Rusya kurtarma paketlerindeki “mali po­pülizme”, “bütçe ve kamu açıklarının” aşırı şi­şirilmesine karşı çıkarken ve bunun borsadan daha çok yıkımlara yol açacağını vurgularken tümüyle haklıdır. Ancak bunun bir doğruyu vurgulamaktan öteye bir anlamı vardır.

Bu noktada nisanda gerçekleşecek G20 toplantısının hassas gündem maddesine ge­linir. Bunalımın merkezi Amerikan ekonomi­sinin, eğer rakamlara güvenebilirsek, “kurtarılması” için 5-6 trilyon dolara gerek vardır. “Kurtarma”nın veya bu rakamı bulma­nın ise başlıca üç yolu vardır. İlki, oldukça fazla dolar rezervi olan başta Çin, Japonya ve Uzakdoğu ekonomileri, Körfez ülkeleri ve Rusya gibi ülkelerden Amerikan ekonomisi­ne gerçek sermaye transferidir. Amerika bu konuda G20’ye baskı yapacaktır. Çünkü ha­la en büyük ekonomi kendisidir, “benim eko­

nomim geniş- lemeye başlamazsa siz ürün­lerinizi nereye sata­cak- siniz” diyecektir. Krizden çıkışa çok kı­sa vadeli bakılırsa A­merika haklıdır da!

Bu bir anlamda dünyanın kendini fe­da edip Amerikan e­konomisini kurtar­ması anlamına gelir. İkinci yol, eğer dünya Amerika için elini ce­bine atmazsa buna­lım dolar basılarak finanse edilecektir. Amerika bu yola gi­rerse bunu ilk kez

U L

yol

yapmıyor olacak. Aslında bunu çeşitli kere­ler, özellikle 1980’li yıllar sonrası yapmıştır. Ancak bu boyutta bir finansman ilk kez ger­çekleşecektir. Matbaada basılan Amerikan dolarının gerçek ekonomiden yeniden kaza­nılması, Amerikan vergi mükelleflerinin ezil­mesi ve dünya halklarının enflasyon ve başka araçlarla soyulması anlamına gelir. Kimse bu soyguna gönüllü rıza göstermeye­ceğine göre, doların arkasındaki gerçek güç; Amerikan Silahları devreye girmek zorunda­dır. Üçüncü yol, Rusya’nın “bilânçoların te­mizlenmesi” dediği şeydir. Devlet koruması yerine firmaları batışa bırakmaktır. “Mali po­pülizme sapmadan, bütçe ve kamu mâliyesi­ni şişirmeden” yol almaktır. Bu yoldan gidilmesi en fazla şişen Amerikan ekonomi­sinin önemli ölçüde küçülmesi anlamına ge­lir.

G20’den hangi sonuçların çıkacağını bil­miyoruz. İlk yol, Amerika’nın dünyayı gücüy­le kendinin finanse edilmesine razı etmesi anlamına gelir. VVashington’un buna gücü yoktur. Üçüncü yol ise, dünyanın Amerika’yı küçülmeye razı etmesi anlamına gelir. Buna da dünyanın gücü yetmez. Geriye ikinci yol kalır. Dolar basarak bunalımı finanse etmek ve bunun yükünü zaman içinde vergilerle A­merikan vatandaşlarına, enflasyon ve çeşitli finans oyunlarıyla dünyaya aktarmak! Bunun olabilmesi için doların dünya parası olarak konumunu koruması gerekir. Koruyabilmesi için ise doların arkasında güçlü bir Amerikan ekonomisi bulunmalıdır. Oysa doların arka­sında artık güçlü bir Amerikan ekonomisi yok, ancak hala güçlü Amerikan silahları var­dır!

Büyük bunalımların güç merkezleri ara­sındaki dengeleri değiştirdiğini ve aynı za­manda sermaye birikim tarzlarında da değişimi zorladığını söylemiştik. Kurtarma paketlerinin denkleminden hangi sonuçlar çı­kabilir?

Keynes uygulamalarını imkânlı hale geti­recek bir merkezi uyum olasılığı çok zayıf o­lasılıktır. öte yandan, finans oyunlarıyla para yapmanın yolu da tıkanmış görünüyor. Ancak ABD trilyon dolarlık kurtarma paketleriyle topyekûn bir dolar spekülasyonuna soyunu­

yor. Bunun uygulanması dünya ekonomisi i­çin yeni ve daha büyük çöküşleri hazırlaya­bilecek bir yöneliştir. ABD’nin bu riski göze almaktan ve zaman kazanmaktan başka bir seçeneği görünmüyor.

ABD aynı zamanda dünyadaki üretim po­litikalarını denetleyebilmek ve hatta yön vere­bilmek için dünya enerji alanlarında söz sahibi olmayı sürdürmek zorundadır. Yoksa eskimiş altyapısı ve büyük erozyona uğramış sermaye yapısıyla hızla dünya ekonomisinin marjinal güçlerinden birisi haline gelebilir. Ya­şanan bunalım, enerji alanlarını denetlemek ve yeni enerji tipleri yaratmak için şiddetle­necek rekabeti çok daha yüksek boyutlara ta­şıyacak bir rol oynayacaktır.

Bu gerçeklerden iki önemli sonuç çıkıyor: Merkezler arası rekabet ve çatışmalar arta­cak ve üçüncü dünyanın paylaşımı derinle­şecektir. Irak ve Afganistan deneylerinden sonra ABD üçüncü dünyanın kritik stratejik ö­neme sahip bölgelerinin yeniden sömürge­leştirilmesi yoluna devam edebilir mi? Edebilir! Zaten başka çıkış yolu da yoktur. Ancak bu kez Afganistan’ın işgali öncesi es­ki dostlarını bir kenara iterek ve aşağılayarak değil de, seçilmiş ittifak güçleriyle bu yola de­vam edebilir.

Sonuç olarak, büyük bunalımın başların- dayız. Onun dünya dengelerinde ve kapita­lizmin yapısında yol açacağı köklü değişiklikler henüz birikim aşamasındadır. A­merikan emperyalizmi dünyanın yeniden sö­mürgeleştirilmesi yoluna “tek başına” ve Afgan savaşıyla çıkmıştı. Büyük bunalımın kendi dinamikleri VVashington’a bu yolun de­rinleştirilmesini dayatıyor. Fakat aynı zaman­da yeni ittifak güçlerini de zorunlu kılıyor. Dünyadaki güç dengelerinin çok oynaklaştığı günümüzde bu ittifakları sadece eski kalıplar içinde düşünmek hatalı ve eksik olur. Ancak özellikle Amerika’nın neleri zorlayacağını bu­günden kestirmek de çok zordur. Ancak Oba- ma’lı yılların Bush yıllarını aratacağını söylemek hiç de abartı olmaz.

Bu gidişin karşısında duracak güçlü bir başka “kutup” yok! Ancak yeniden sömürge­leştirme adımı derinleştikçe dünya halkları bir başka kutbu mutlaka yaratacaktır.

JD

Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)

M. Akyol

Ekonomik krize karşı bugüne kadar pek çok tepkiler dile getirildi. Henüz bu tepkilerin genel karakteri üzeri­

ne bir şey söylemek zor, ancak gerçek olan o ki, işçi sınıfı ve ezilen halkların tepkisi, daha önceki krizlerle karşılaştırıldığında henüz ol­dukça cılız. Bu yazının amacı, krize karşı sendikal hareketin verdiği çok tipik iki tepkiyi incelemek, daha sonra sendikal hareketin krize karşı verdiği ve veremediği tepkiler in­celemektir.

I.

Krize Sıradan Bir TepkiEkonomik krizin boyutları üzerine her ka­

fadan bir ses çıktığı süreçte, Davos’ta topla­nan dünya ekonomi ve politikası seçkinlerinin gündeminde, kriz sonrası dünyanın şekillen­dirilmesi vardı. Ancak her yıl .Dünya Ekono­mik Forumu adı altında bir araya gelenler, bırakın kriz sonrasını gündeme almayı, hala krizin nedenleri ve boyutları konusunda dişe dokunur bir şey söyleyemediler.

Aynı günlerde İngiltere’nin adı sanı duyul­mamış Lincolnshire kasabasında 500 inşaat işçisi, sendikanın karşı çıkmasına aldırma­dan greve çıktılar. Grev bir anda ülkenin ku­zeyine yayıldı, daha ikinci günde 15 ayrı işyerinde daha kendiliğinden grevler patlak verdi. Greve katılanların sayısı hakkında kim­senin kesin bir bilgisi yok, ama binleri buldu­ğunu herkes kabul ediyor. Grevin gerekçesi ile aynı gün İngiliz başbakanının Davos’ta

< J L

yaptığı konuşma arasında ise ilginç bir ben­zerlik var.

Kime Karşı Grev?Total petrol tekelinin kuzey İngiltere’deki

bir rafinerisini genişletme işinin bir İtalyan fir­masına verilmesini takiben, buraya gelen 120 civarındaki İtalyan ve Portekizli işçiye karşı duyulan öfke bir anda bu rafineride ça­lışan diğer inşaat işçilerinin grevine dönüştü. Lincolnshire kasabasının bulunduğu bölgede özellikle yapı işçileri arasındaki yüksek işsiz­lik oranı ve gelen göçmen işçilerin daha dü­şük ücretle çalıştırılmaya başlaması öfkenin patlamasının nedeni.

Grevci işçiler, ‘İngiliz işi İngiliz işçisine’ sloganı altında, hem işlerinin kendi bakış açı­ları ile ellerinden alınmasına, hem de daha ucuza çalıştırılmaya karşı tepkilerini dile ge­tiriyorlar. Ancak bu ‘İngiliz işi İngiliz işçisine’ sloganı kamuoyuna hiç de yabancı değil, şu anki İşçi Partili Başbakan Brown, başbakan olduktan hemen sonra yapılan İngiltere Sen­dikalar Birliği (TUC) kongresinde yaptığı ko­nuşmada ilk defa bu sloganı dile getirmişti. İşte çalışan işçiler onun sloganına ‘sahip çı­karken’ o da Davos’ta aynı konuda başka tel­den çalıyordu.

Bu yıl yapılan Davos’taki Dünya Ekonomik Formu’na katılan diğer konuşmacılar gibi Brown da krize karşı önlem adı altında iç pi­yasayı koruyucu tedbirler alınmasına şiddet­le karşı çıkıyor, yani kriz sonucu İngiltere’de

yol

işsizlik artarsa, İngiltere dışından göçmen iş­çi gelmesinin kısıtlanması gibi bir tedbir ola­maz demeye getiriyordu sözü. İşçiler ise 2 yıl önce söylediklerini ‘başbakanlarına’ hatırlat­mak için grevden başka bir yol göremediler.

İngiltere’nin sicilli ırkçı partisi British Nati­onal Party (BNP) nin de bu bölgede aynı slo­ganla kampanya başlatması ve gene aynı bölgede biranda ırkçılığın hortlamasıyla göç­men işçilere yönelik saldırıların birbirini izle­mesi, bu slogan ve grevci işçilerin talepleri konusunda düşünmeyi zorunlu kılmakta. Ay­rıca 1930 krizi sonrası gene ırkçı sloganlarla Almanya’da iktidara yürüyen Hitler faşizmini de hiç unutmamak gerekli.

Grevin AmacıGrevin amacı, son derece açık. Tersane

işçileri işlerini kaybet istemiyorlar, daha ucu­za çalışacak işçilerin karşılarına çıkarılıp u­cuza çalıştırılmak istenmelerine karşı çıkıyorlar. Buraya kadar tartışılacak bir du­rum yok. Bundan sonrası mücadelenin biçi­mi ve sloganları. Doğru olan elbette ki, oraya gelen İtalyan ve Portekizli işçilerin birleşerek işverenin saldırılarına ortak bir cevap verme­leri. Bu günkü şartlarda bu ne kadar müm­kün? Bu prensibi tekrarlayıp, üzerimize düşen ‘görevi’ yapmış olmanın huzuru ile ar­kamıza yaslanabilir miyiz? Yoksa ‘rahatımızı’ bozacak sorular mı sormamız gerekli?

Evet doğru, bu prensibi hayata geçirmek i­çin sınıfın politik ve sendikal örgütlenmesini yaratmak, güçlendirmek gerekli. Ama sınıf mücadelesi bizim bu hazırlıklarımızı bitirme­mizi beklemiyor ki, hele kriz beklemek yerine deyim yerimdeyse bizi ezip geçiyor.

Sonuçta vardığımız yerin BNP’ nin yanı ol­ması elbette kolay yutulur bir lokma değil. Ya da iki yıl önce Brovvn’un söylediklerini, -bu­gün kendisi tersini savunuyor olsa bile- sa­vunmak durumuna gelinmesi. Nitekim İngiliz sendikaları ilk elden, izinsiz greve giden işçi­lerden biran önce grevi bırakmalarını istedi­ler. Bunu takiben grevin ilk haftası dolduğunda, işyerine gelecek göçmen işçile­rin sayısını yarıya indirmeyi başardıklarını söyleyerek, grevci işçilerin ağzına bir parmak bal sürdüler ve sonunda amaçlarına ulaştılar, grevler sona erdi. İngiliz inşaat işçileri sendi­

kasının, sendikal hareket içindeki ilerici ka­natta olduğunu da buna ilave edelim.

Tablomuz şu şekilde; bir yanda sendikaya rağmen kendiliğinden haklı talepleri doğrul­tusunda greve giden işçiler, onları destekle­yen yöre halkı ve ırkçı parti. Karşı tarafta ise işveren, iktidardaki işçi partisi ve sendikalar. Bu denklemde eksik olan bir şeyler var kuş­kusuz, zaten denklemin dengesini de bozan tam da bu, dogmatik olmayan sınıf bakışı. Kaskatı formüllere dayanarak olayları yorum­lamak hiç de zor değil. Nitekim sol hareket­lerin bugün yaptıkları tam da bu. Yapılmayan? Evet yapılmayan neredeyse 160 yıl önce söylenmiş, ‘şimdiye kadar filo­zoflar dünyayı anlamak için uğraştılar, oysa şimdi...’

Chicago’da Fabrika İşgaliİkinci tipik tepki ABD’ den. 5 Aralık Cuma

günü ABD’nin krizden en çok etkilenen şehri Chicago’daki Republic Windows and Doors işyerinin kapatılma kararı almasına tepki o­larak Bağımsız UE Sendikası’na üye (United Electrical, Radio and Machine Workers of A­merica) 260 işçi işyerini işgal etti. 1930 yılın­dan bu yana ilk defa ABD’de yaşanan bu fabrika işgali, mevcut ekonomik krizin 1929 krizine benzerliğinin başka bir göstergesi.

İşyeri yönetimi, işyerini kapatma kararını almalarının nedeni olarak, Bank of Ameri- ca’nın işyerine kredi vermeyi durdurmasını gösterdiler. 1963 yılında kurulmasından bu yana tüm bankacılık işlemlerinin bu banka ta­rafından yürütüldüğüne dikkat çeken işyeri yönetimi, banka ile yaptıkları görüşmelerden bir sonuç çıkmayınca bu kararı aldıklarını söylüyorlar.

Aslında bu haber, ekonomik krizini ağırlı­ğını iyice hissettirdiği günümüzde sıradan bir haber olarak gazete sayfalarında kaybolabi­lirdi. Ancak işyeri ile aynı şehirde oturan ge­leceğin ABD başkanı Obama, işyerini işgal eden işçilere hak verdiğini söyleyince, en a­zından ABD kamuoyunda bir anda en çok tartışılan konu haline geldi.

Ama işyerini asıl gündeme oturtan banka­nın tutumu. Daha bir ay öncesinde batma tehlikesi ile karşı karşıya olan ABD’nin en bü­yük bankası Bank of America, hükümetin ön-

J9J

ce 25 Milyar, daha sonra bir 10 Milyar daha yardımı ile paçayı kurtarmıştı. Hükümet bu yardımları, “BOA’nın işyerlerine kredi verme­yi durdurmasına engel olmak için” yaptığını açıklamıştı.

Bu durum, fabrika işgalini takip eden saat­lerde tüm ülkede bir dayanışma dalgasının o­luşmasına neden oldu. İşgali gerçekleştiren UE sendikası 40.000 üyeli bağımsız bir sen­dika. Buna rağmen iki büyük sendikal fede­rasyon AFL ve CTW, hiç tereddüt etmeden eylemi destekleme kararı aldılar. Gerek Chi­cago valisi, gerekse de politikacılar birbiri ar­dından, işgalci işçileri ziyaret için adeta kuyruğa girdiler. İşgal, üçüncü gününde artık tüm ülkede konuşulan bir konu haline geldi.

Kuşkusuz bu, hükümetin banka ve finans kurumlarını kurtarmak için milyarları harca­masına duyulan, ama bugüne kadar bunu a­çıkça dile getirmeyenlerin artık suskunluk­larına son vermeleridir. Yıllardır yeni liberal politikalar, öncelikle çalışanlara darbe vurur­ken, hükümet de “devletin kasasında para yok” diyerek kamu harcamalarını işçilerin a­leyhine kıstı. Şimdi çalışanlar kendi kendile­rine soruyorlar tabi, “bize vermek için devletin kasasında para yoktuysa, şimdi ban­kalara verilen bu paralar nereden çıktı?” So­ru elbette haklı, hele bu miktar ABD devlet bütçesinin bir kaç katı ise, daha da haklı.

öte yandan yine Chicago’da kurulu bulu­nan üç büyük araba üreticisi, bugünlerde hü­kümetten -tıpkı bankalar gibi- milyarlar “dileniyor.” GM, Chrysler ve Ford 35 Milyar’a razılar, ama hükümetin belli şartlar öne sür­mesini anlamakta güçlük çekiyorlar. Hükü­metle ilk görüşmeye özel jetleri ile giden işyeri yöneticileri, buna tepki gelmesi üzeri­ne ikinci görüşmeye, kendilerinin geliştirdik­leri, çevreye daha az veren arabalarla gitmeyi tercih ettiler.

Görüldüğü kadarı ile mevcut düzene kar­şı biriken öfke tahminlerin çok ötesinde. Re­public Windows and Doors işçileri belki de çalışanların yeni bir mücadele sürecini başla­tacak bir kalkışma olarak görülüyor. Yine bu hareketin bir bağımsız sendika öncülüğünde başlamış olması da sürecin ilginç ayrıntıla­rından biri.

..........Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)

Sendikalar ve KrizSendikal hareketin dünya çapında bir kriz

içinde bulunduğu sırada patlak veren ‘büyük kriz’, sendikal hareketi oldukça ‘gafil avladı’. Daha ne olduğunu anlamadan sendikalar, çekmecelerinde hazır tuttukları ‘reçeteleri’ bi­rer ikişer piyasaya sürmeye başladılar, önce hamasi nutuklar atıldı, ‘krizin faturası çalı­şanlara çıkarılamaz!’ Bunu ‘basın açıklama­ları’ ile sendikaların taleplerinin ‘kamuoyuna duyurulması’ izledi. Bazı ülkelerde ise sendi­kalar ‘hükümetlerine’ ekonomik krizden nasıl çıkılabileceğine dair şöyle ‘programlar’ sun­dular:

- Ekonomik kriz sırasında devlet altya­pı yatırımlarını arttırmalı

- Mali kurumların denetlenmesi ciddiye alınmalı

- Banka yöneticilerine ödenen yüksek primlere engel olunmalı

- Tüketimin kısılmasına engel olmak i­çin ücretler arttırılmalı

Bunlardan ilk üçü bilindiği gibi sendikalar­dan çok önce hükümet sözcüleri, IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar tarafından zaten dile getirilmişti. Sendikalara da bunları destekle­mek mi kalıyordu?

2008 krizine sendikaların tepkisi pek çok bakımdan 1929 krizine verdikleri tepkiyi ha­tırlatmakta, ilk elden işverenlerle anlaşarak krizi savuşturmaya çalışmak, doğrudan ifade edilmese bile, sendikaların ana yönelimi ola­rak ortaya çıkmakta. Pek çok haklı talep, bu anlamda kriz bitene kadar rafa kaldırılmakta. Nitekim pek çok ülkede sendikalar ücret zammından vazgeçmiş dürümdalar, çalışma süresinin kısaltılması ve benzeri hak taleple­ri ise bir sonraki ‘bahara’ ertelenmiş durum­da.

Bunun sonucunu ise tarih sayfalarından öğrenmek çok kolay. Sadece Almanya’da 1929 ila 1931 arasında grevci sayısındaki düşüş %75 gibi inanılmaz bir orana ulaşmış ve bu yıllarda çalışanların ücretleri %20 ora­nında azalmış. Sonuç : ‘Sendikalar üyeleri­nin üçte birinden fazlasını kaybetmişler.’

II.

yol

Ulusal KeynesçilikSendikaların bu duruşu kuşkusuz sendi­

kal hareketin baş belası Keynesçi düşüncele­rin bir sonucu. En basit ifadesi ile Keynesçi ekonomi politikalar, kronik üretim fazlasını ortadan kaldırmak için alım gücünün devlet­çi politikalarla arttırılmak istenmesidir. Kapi­talist üretim biçiminde her zaman, artı değer sömürüsünün dolaylı bir sonucu olarak tüm üretilenlerin tüketilmesi imkânı yoktur. Üretim fazlası bu anlamda düzenin baş belasıdır. Daha fazla kar için daha fazla üretim dürtü­sünün karşısına üretilenin tüketilememesi di­kilir.

Bugüne kadar pek çok ekonomist ve dü­şünür çözümü olmayan bu soruna bir çözüm bulmak için uğraştılar, Keynes de bunlardan biri, üstelik alım gücünü arttırma gibi bir öner­mesi olduğundan sendikaların ister istemez sempati ile baktıkları bir düşünür. Düşündük­lerinin bir çözüm üretmediği defalarca görül­düğü halde gene sendikalar dönüp dönüp Keynes’e sarılırlar.

Küreselleşme diye ad­landırılan 89 sonrasında, ulusal sınırlar içinde re­çete sunan Keynes bir daha anılmaz diye bekle­dik, ama gördük ki sendi­kaların dağarcığında başka bir şey yokmuş.Gene küreselleşmeci dü­şünürler, yukarıda belirti­len sorunun, yani kapitalizmin sürekli üre­tim fazlalığının, ulusal sı­nırların üretim ve tüketim için kaldırılması ile çözü­leceğini sandılar. Gerçek­ten de ilk aşamada bir ülkedeki üretim fazlasının başka bir ülkeye aktarıl­ması ile bir çözüm bulun­muş gibi oldu. Ama bir adım ileri gidince bu kez dünya çapında bir üretim fazlası ortaya çıktı.

Oysa sendikalar krizin sonuçlarının neler olabi­leceğini ekonomistlerden

daha iyi bilirler/bilmeleri gerekir. Mevcut kri­zin doğuracağı muhtemel sonuçları bir sendi­ka hemen şu şekilde tespit eder/etmesi gerekir.

1. Her şeyden önce mali sektörde çalışan­ların sayısı önemli oranda gerileyecek.

2. Banka ve mali kurumlan kurtarmak için milyarlar harcanacak, buna karşın vergi gelir­leri azalacak olan kamu sektörü, kaçınılmaz olarak kamu hizmetlerinden kısıntıya gidecek

3. Kamuya ait sağlık ve emeklilik sigorta­larının varlıklarının değer kaybetmeleri ve gelirlerinin azalması sonucu hizmetlerinde de kısıntıya gidilecek

4. Bir yandan finans imkânlarının daral­ması, bir yandan da tüketimin düşmesi sonu­cu endüstriyel işletmeler ürettiklerini satamaz hale gelecek, işçi çıkarılması gündeme gele­cek

5. İşsizliğin artması, sermayenin sosyal haklara saldırısı için daha uygun bir ortam

JD

yaratacak.

Bu noktalardan hareketle, örneğin banka­ların kurtarılması için milyarlar harcamak ye­rine, onların çalışanların ve halkın kontrolünde bir kooperatife dönüştürülmesi­ni istemek neden bir ütopya olsun? Bu haklı talebin gerçekleşmesi ile yukarıda sıralanan tüm olumsuz gelişmelere toptan bir cevap verilmiş olmuyor mu?

Ama böyle bir teklifin getirilebilmesi için, kapitalizmin aşılması gereken bir üretim tar­zı olduğunu sadece aklımıza değil ama aynı zamanda yüreğimize de yazmak gerek.

Kriz ve Üretim Organizasyonları2008 krizi, içinde bazı ilginç noktaları da

taşıyor, örneğin bazı analizlerde bu ekono­mik krizin aslında 2000 yılları başında patla­ması gereken bir kriz olduğu, ancak sistemin ‘paradan para yapma’ ilkesini aşırı boyutlara çıkarmasının bu krizi günümüze ertelediğine dikkat çekiliyor. Gerçekten 74 krizi sonrası, devasa boyutlara varan yatırımların kârlılığı azaltması ve geliyorum diyen üretim altyapı­sının yenilenmesi sorunlarını çözmek için ye­ni yönelimler gündeme geldi. ‘Yalın üretim’ kavramı altında toplanacak yeni üretim orga­nizasyonları bunların başında gelir. Hem bu­nu olanaklı kılacak, hem de üretkenliği arttıracak bilgi ve iletişim teknolojilerinin üre­tim sürecinde kullanılması da başka bir araç olarak ortaya çıkmıştı.

Bunu takip eden süreçte, yatırım için ge­rekli sermaye miktarı azalma eğilimi gösterir­ken, üretim fazlasının da gerekli altyapı yenilenmesine yöneltilmesi olanakları ortaya çıktı. Bu belki de kapitalist üretim biçiminin kendisini yenilemeyeceği tezlerinin tarihin çöplüğüne atılmasına neden olacaktı. Ama 1989’da sosyalizmin kalesine kendi bayrağı­nı diken kapitalizm, belki de bu zafer sarhoş­luğu ile yukarıda belirtilen süreci bir anlamda yarıda bıraktı.

İlk sermaye birikimi için kapitalizmin sö­mürgeleri yağmalaması gibi 21. yüzyıla ge­lindiğinde gerekli sermayenin ‘paradan para yapma’ ile elde edileceği hayali ‘yeni liberal politikalarla’ gerçeğe dönüştürülmeye çalışıl­dı. Buna artı değeri yüksek silah ekonomile­rinin genişlemesi de ilave edildi. Bu aynı

( I L

..........Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)

zamanda silah zoru ile bu sömürünün kabul ettirilmesi için de bir gereklilikti.

öte yandan yeni üretim organizasyonları, esas olarak işçinin ‘kol emeği’nin yanı sıra ‘kafa emeğini de’ sömürmeyi amaçladığın­dan, üretim sürecine çalışanların ‘müdahale­sini de gerekli kılıyordu. Üretkenliğin nasıl arttırılacağı işçilere soruluyor, onlar da dü­şüncelerini söylüyor ve uyguluyorlardı. Hatta ‘üretim adacıkları’ gibi yöntemlerle bu soru­ların sorulması da çalışanlara bırakılıyordu. Bu noktada sistemin alarm ışıkları yanmaya başladı, üretim sürecinde bir inisiyatifi ele ge­çiren işçilerin bu noktada durmayacağı fark edildi. Tam bu noktada kapitalizm sert bir vi­raj aldı, işçilerin ‘kafa emeğini’ harekete ge­çirme ile başlayan sürecin nereye gideceği meçhuldü, bu nedenle yeni üretim organizas­yonları bir anda kenara atılmadı ama gelişti­rilmesi frenlenmeye başlandı.

Başka bir deyişle kapitalizmi bu yönelim­lere iten nedenler eskisi kadar yakıcı olma­dığından, bunların geliştirilmesinde ısrarlı olmak da gereksizleşiyordu. Buna paralel o­larak bilgi ve iletişim teknolojilerinin üretim sürecinde kullanılması yerine, çok daha kârlı olduğundan tüketime yönelik kullanılması tercih edildi.

Belki de dikkate alınması gereken bir baş­ka nokta da, kapitalizmin işçi sınıfının yüksel­mesi ile teknolojisini geliştirme güdüsü, 89 yenilgisi ile sınıfın mücadele ufku kararınca genel bir gerilme içine girdi. Bu anlamda ka­pitalistlere yeni teknolojiyi yöneten bir sınıf baskısı da azalmış oluyordu.

Ancak artık ‘yolun sonuna gelindi’, ‘para­dan elde edilen paralar’ buhar olup uçtu, kriz geldi kendini dayattı. Bu noktada geriye dö­nüp baktığımızda kaçınılmazca bir soruyu kendimize yöneltmemiz gerekir, ‘89 yıkımı ol­masaydı veya kapitalizm yukarıda belirtilen yönelimlerde ısrarlı olsaydı bu süreç nasıl yaşanacaktı?’ Daha da ‘derin’ sorarsak, ‘ka­pitalizm ne ölçüde kendini yenileme niteliğine sahip?’

Soru ve SonuçYukarıdaki soruyu başka bir açıdan sora­

lım? ‘Görüldüğü kadarı ile kapitalizm böyle- sine krizlerle çökmeyecek. O zaman kriz

yol

sonrası ısrarlı olmadığı yönelimleri tekrar gündeme getirecek mi?’ Buna, ‘evet getire­cek’ diye cevap vermek gerek. Bu cevapsa, bize sendikal hareketin önünde duran sorun­ların neler olduğunu da açıklıyor.

lamıştık, sıfırı tüketen patron devletten ser­maye temin edip üretim yapmak istiyor, dev­let neden, onun yerine bize bu imkânı tanımasın, çünkü bu patronun zaten üretim süreci ile bir alakası kalmamıştı ki’

Yeni üretim organizasyonları uygulanma sürecinde sendikal hareket bu süreci kapalı gözlerle seyretti, sürecin farkına varmaya başladığında ise, artık süreç başka bir yöne kaymıştı. Şimdi ise bir tarihsel fırsat ile karşı karşıya, daha böylesine bir süreç başlama­dan bu sürece müdahale etme şansına sahi­biz. Yukarıda belirtildiği gibi, kapitalist işletmelerin kurtarılması yerine, kooperatif ve benzeri yöntemlerle ‘sosyalleştirilmesi’ tale­bi, sınıfın ‘gözlerini açacaktır’. Bir işçinin şöy­le sorular sorması artık mümkün değil midir? ‘GM otomobil tekeli neden bir üretim koope­ratifi olmasın? Geçmişte biz işçiler zaten en iyi nasıl üretim yapılır diye kafa yormaya baş­

Bu soruları sormaya başlayan sınıf, yeni­den gelecek projelerini aramaya çıkmayacak mıdır? Ne dersiniz?

Ek

Aşağıda Dünyanın en büyük faturası var, O­cak 2009 sonuna kadar çeşitli devletlerin eko­nomik krize karşı aldıkları önlemlerin faturası tam 11.324 Milyar ABD Doları. 6,8 milyar insa­na bunu bölersek kişi başına yük 1600 Dolar. Bu miktar 2007 dünya gayrisafi hâsılasının %18 i kadar. Ama fatura hala tamamlanmış de­ğil, sadece ABD için olası yük 8800 Milyar (şim­diye kadarki yükün en az iki misli)

İşte Fatura:

Ülke BankaKurturm a

Ekonom iyeDestek

Toplam

A B D 3759 909 4668İrlanda 743 743

Çin 690 690İngiltere 636 36 672Japonya 399 218 617Fransa 540 “ 39“ 579R usya 209 297 506

İskandinav 4 0 0 7 407H ollanda 356 9 365Ispanya 225 74 299

A vusturya 150 ~ T ~ 152G .K o re 138 3 141

D. A vrupa 54 58 112K an ad a 71 37 108

İtalya “ 90“ 100G . A m erika 50 50

İsviçre ~ W ~ 1 47Yunansitan 42 42

Portekiz “ 3“ “ 39“A vusturalya ~ 5 ~ “ 32“ “ 38“

G .A sya 14 24 38B elçika “ 2 0 “ “ 3“ “ 2 3 “

TOPLAM 11 324

J3J

Obama’ya Kalan Miras ve Change

Ayşe Tansever

Obama başkan koltuğuna oturdu­ğunda Bush’tan kendisine bir ha­rabe kaldı denebilir. Hiç bir

Amerikan başkanının ülkeyi bir önceki baş­kandan bu kadar kötü durumda devralmadı­ğı söyleniyor. Gene deniyor ki gelmiş geçmiş 44 ABD devlet başkanı içinde hiçbir devlet başkanına bu kadar umut bağlanmamış. İki­sinin birbirine bağlı olup olmadığı tartışılabi­lir. Bu kadar kötü durumdaki bir ülkeyi kurtarmak için bu kadar büyük bir umut pom­palamasının yapılması gerekiyordu. Obama CHANGE’lerini (“değişim”; Obama başkanlık sloganı) değerlendirirken böyle bir umut ihti­yacını akılda tutmak gerekiyor.

Bush dönemi; sosyalizmin olmadığı, kapi­talizmin tüm politikalarını dizginsizce uygula­yabildiği bir dönemdi. Bütün dünya ABD liderliğinde yeni liberal politikaları uygulaya­rak vaat edilen refah dönemini beklemeye başladı. Sonuç finans ve ekonomik kriz oldu. Hem de kapitalizm tarihinin gelmiş geçmiş en büyük krizi içine girildi. Bu durumda artık yal­nız ABD unilateralizmi, onun süper güçlülü­ğü tartışılmıyor, sistemin kendisi de tartışılmaya başlandı. Krizden nasıl çıkılacak sorusuna kapitalizm bir çare gösteremiyor. Alternatif politikalar üretemiyor. İnsanlar bu kez sosyalizmi yeniden gözden geçirmeye başladılar. Marx ve Engels kitapları satış re­korları kırıyor. “Kapitalizm çözüm değilse sosyalizm mi?” sorusu yeniden sorulmaya başlandı.

(İL

Obama işte böyle bir dönemde, kapitalist sistemin en sevdiği en övdüğü yeni liberal politikaların tüm dünyayı bir çöküntüye, eko­nomiden çevreye, sağlıktan eğitime tam bir felaketin içine soktuğu dönemde başkan olu­yor. Obama CHANGE’inin yıllardır birikmiş dünya sorunlarına deva olabileceğini sanmak bir saflıktır. Obama’nın renginde de bir sihir olmadığı açıktır. Ancak dünya Finans Kapita­linin CHANGE’i tüm dünyaya bir umut, Oba- ma’nın rengini de bir kurtarıcı gibi sunmaktan başka çaresi kalmamıştır.

Obama kapitalizmin sorunlarını çözeme- se bile iç ve dış politikada yapacağı değişik­likler elbette dünya ekonomi politik yönelişlerini belirleyecektir. Obama CHAN- GE’leri dünyamızı nasıl değiştirmeye aday­dır? ABD eski gücünde olmadığına göre dünyamızın yeni güçler dengesi nasıl olacak­tır? Çin, Rusya, Orta Doğu, Afganistan sava­şı ve Afrika kıtası nasıl şekillenecektir? Tüm bunlara alternatif Latin Amerika’da gelişen 21. yy sosyalizminin geleceğine nasıl bakıla­bilir? Bush’un bıraktığı miras ışığında Oba­ma politikalarına bakılabilir.

Ekonomi PaketiObama işbaşına geçince krizden çıkmak

için Bush’tan çok farklı bir öneri getirmedi. O­nunki gibi bir ekonomik kurtarma paketi sun­du. 787 milyar dolarlık paket temsilciler meclisi ve senatodan geçti. Obama’nın da imzasıyla paket yasalaştı.

yol

Şimdi Obama paketteki kaynakları nasıl kullanacağını belirleyecek. Araba sektörüne biraz para ayıracak. Dünya araba rakipleri karşısında çökmesini önleyecek. Mortrgage sistemine çözüm getirerek inşaat sektörünü tekrar canlandırmaya çalışacak. Kredisini ö­deyemeyen orta sınıf ev sahiplerine bir çare arayacak. Bankaları kurtarma işlemi çok so­runlu ama duruma göre onları da kurtarmak zorunda kalabilir. Pakette Obama’nın getirdiği yenilik ABD’nin ne zamandır ihtiyaç duyduğu alt yapı tesislerine yatırımdır. Ayrıca sağlık sis­temindeki vahşet Obama’nın sosyal demokrat bakışıyla revize edilecek. Paket işte böyle he­defleri kapsıyor.

Paketin hemen arkasından dünya borsala- rı çöktü. Yani ekonomi ve finans çevreleri pa­keti krizden çıkış için bir umut olarak görmediler.

Ayrıca bankaları kurtarmanın ne anlama geldiği, halkın buna karşı tepkisi gibi konuları bir yana bıraksak bile paket çok tartışmalı. Tartışmanın en baş nedeni içindeki korumacı içerik. Araba sanayiye yapılacak kurtarma yar­dımları DTÖ anlaşmalarına aykırı. Serbest ti­caret ilkelerine göre bir devletin kendi sanayisini korumak için teşvik yapması yasak. AB ülkeleri DTÖ’ ye şikâyet ettiler bile.

İkinci olarak “Buy American” olarak da bili­nen pakette; yapılması öngörülen alt yapı te­sislerinde ancak ABD içinde üretilmiş demir, çelik, alüminyum vs. gibi ürünler kullanılabile­cek. Devlet yardımı sadece yerli Amerikan ya­pımı malzeme alımına harcanabilecek. Dışarıdan çalışma izni almalara kısıtlamalar getiriliyor. Obama’nın ekonomiyi krizden kur­tarma çaresi korumacılık, gümrük duvarlarını kaldırmak dolayısıyla iç sanayiyi korumak, iş­ten atılmaları önlemek. Yani kendi yağı ile kavrulmak. Bu uygulamalar küreselleşmiş dünyamızda DTÖ yasaları ile yasaklanmıştır.

Obama paketi ile var olan krizi çözmek de­ğil yeni başka bir kriz yaratmak istiyor gibidir. Krizi çözmek adına getirdiği önlemler krizi hem ülkesinde hem de dünyada daha da de­rinleştirici sonuçlar doğurabilir. Obama kapita­list uzmanlar tarafından tam da yapılmaması gereken şeyleri yapmaktadır. Uzmanlar tam da böyle kriz dönemlerinde gümrük duvarları­nı yükseltmenin en tehlikeli yol olduğunu sa­

vunuyorlar. Daha önce yaşanan krizler bu der­si vermiş. Zaten hep böyle olurmuş. ‘Aman ha gümrükler yükseltilmesin’ denir ama gene ya­pılırmış. Dünya savaşları böyle çıkarmış. Ama Obama paketi açıkça krize körükle gitmektir.

Obama, araba sanayine destek verirse kar­şı taraflar da ayni şeyi yapacaklar. Sarkozy Ci- etroen’nini korumak için paket açıklıyor. Almanya lideri Merkel öfkelendi ama onunda yapması kaçınılmaz. Peki bizim gibi 3. Dünya ülkeleri ne yapacaklar? Çelik sanayi araba sa­nayi izleyebilir. Dünya çelik devinin ana ülke­si Hindistan bu konuda uyarılarda bulundu. Çeliğe korumacılık getirene karşılık vereceğim dedi. Adım adım tüm ülkeler kendi sanayileri­ni koruma yoluna çıkabilirler. Bu işin sonu ger­çekten kapitalizm açısından çok korkunç sonuçlara varabilir. İnsanlık bir yangın ortamı­na çekiliyor.

Obama’nın CHANGE’inin ilk eylemi kötü bir örnektir. Bu türden değişiklikler kapitalizmi kı­sa yoldan sonuna doğru götürebilir.

Dış PolitikaObama söylendiği kadarıyla realist bir poli­

tika izleyecektir. Bize göre realist dış politika Bush’un silahla ABD çıkarlarını koruyamadığı­nı kabul etmektir. Bu iş silahla yapılamıyormuş deyip masada dış sorunları çözme politikası gütmektir. Dünya halklarının Obama’ya bel bağlamalarının ona umut olarak bakmalarının temeli böyle diyaloglar ve görüşmeler dönemi­nin başlayacak olmasına inançtır. Başka açı­dan bakarsak Obama’nın başka şıkkı da yoktur.

Obama’nın yürüteceği söylenen diyalog ve görüşme politikası yeni bir şey değildir. Sos­yalizmin yıkılıp küreselleşmenin başladığı Clinton dönemi de diyaloglar dönemiydi. Kısa bir süre sonra Clinton Amerikan çıkarlarını di­yaloglar ve ısrarlarla diğer ülkelere kabul etti­remez hale geldi. Bush takımının silah şiarı ile iktidar olmasının bir nedeni buydu. Lafla ka­bul edilmeyeni silahın ucu ile zorla kabul ettir­mek. Bush ile bu koz da kullanıldı. Şimdi Obama aslında bir geri dönüştür. Bush aşılı o­larak tekrar Clinton döneminin politikalarına dönülüyor.

O zaman Obama dış politikalarında diğer ülke çıkarlarına saygı ve diğer ülkelerin çıkar-

JD

Obama’ya kalan Miras ve Change

lan ile bir denge kurma ve büyük bir olasılık­la tavizler verme demektir. Yani Obama ABD’nin mevzi kaybetmesine izin verecektir. Her tavizde ABD Finans Kapitalinin canı acı­dıkça acaba nasıl bir tepki vereceklerdir? İç dengeler nelerdir? Ne tür karışıklıklar çıka­caktır? Sürekli tüketmeye alışmış ABD halkı yaşam biçiminden tavizler vermeyi kolay ka­bul edecekler mi? İşsizlik bunun bir sonucu değil midir? Obama bu gerçekleri realiteleri halkına nasıl kabul ettirecektir. Ettirememek de bir şıktır, öfke ile ele silah alınıp çılgınlık­lar yapılamaz mı? Yada başka ittifaklar baş­ka bütünleşmeler, çıkar gurupları oluşacaktır. Göreceğiz. CHANGE politikalarının bu kadar derin hesaplar yaptığını söylemek zordur.

AMERİKA KITASIObama, Davos Dünya ekonomik zirvesine

gidemedi. Bush’un felaketlerinin hesabının sorulacağını biliyordu. Onun da ne hesap ve­recek hali ne de bu krizden çıkmaya yetecek bir ilacı yoktu. En iyisi gitmemekti. Oba- ma’nın, bırakalım dünyayı kendi ülkesi için bile böyle bir çözümü yoktur.

Bir zamanlar komşuları Kanada ve Meksi­ka ile kurdukları NAFTA pazarı tüm dünya burjuvalarının ağzının suyunu akıtmıştı. Her­kes ABD’nin bu 2 ülkeye tanıdığı ayrıcalığı kıskanmıştı. Gelecekte NAFTA genişletilecek tüm kıtayı kapsayacak kocaman bir Ameri­kan Serbest Pazarı kurulacaktı.

Her şey şimdi tersine döndü. Halklar bu pazara girmemek için ölümü göze alıp dövü­şüyorlar. Sonuçta Latin Amerika ülkeleri tek tek bu pazara girmeme kararı aldılar. Pazarı istemeyenler cephesi şimdi ABD sınırlarına dayandı. NAFTA ülkeleri Meksika ve Kanada ABD sorunlarının kendi ülke ekonomilerine getirdiği yük altında eziliyorlar. Bu pazar on­lara refah değil yoksulluk getirdi, özellikle Meksika ekonomisi zor durumda. Para birimi bizim gibi dolar karşısında sürekli değer kay­bediyor. Firmalar ardı arkasına kapanıyor. Halkın protestoları artmış durumda. Bu dire­nişe karşı dövüşün adı uyuşturucu kaçakçıla­rı ile dövüş oldu. Bu savaş giderek yükseldi. Son birkaç aydır ölen insan sayısı 6000’i geçti. Bakanlar istifa ediyor. Şimdi Meksika, ABD ile komşu olmanın bedelini ödüyor

Ekonomik kriz ve işsizlik elbette ABD için­de ilk önce kaçak çalışan Latin Amerika kö­kenlileri vurdu. Şimdi bu insanlar konsolosluklarından gerekli kağıt ve bilet pa­rasını alarak ülkelerine dönüyorlar. Eli boş dönmek zorunda olan binlerce insan var. Ge­ri döndüklerinde onları daha iyi bir yaşam beklemiyor ama Amerika kabusundan her durumda daha iyi olacağını düşünüyorlar ki dönmeyi yeğliyorlar. Ayrıca bir çok Latin A­merikalı ABD’de çalışan bir yakınının yolladı­ğı paralarla yaşıyordu. Şimdi kriz merkezlerden para yollama imkanlarını da kı­sıtlıyor. Böylece de ABD krizi kıtaya başka kanallarla da yayılmaya başlıyor. Uzmanlar yeni sosyal huzursuzluklar, çalkantılar bekli­yorlar. Amerikan rüyası kabus olan bu insan­ların şimdi başka düşler görme olanağı var.

Yeni düş bulmak Latin Amerika ülkelerin­de hiç de zor değildir. Güney’de yeşeren bir 21. yy sosyalizmi ülkeleri var. Davos karşıtı Dünya Sosyal Forumu’nda 5 tane ilerici lider, Chaves, Morales, Correa, Lula, Lugo (Para­guay devlet başkanı) ortak bir masada “Bizim finans krizine çözümümüz var” diye bağırdı­lar. 21. yy sosyalizmini işaret ettiler. Güçleri­ni kapitalist merkezlerden gelecek kriz tehlikelerine karşı birleştiriyorlar. Amerikan Serbest Pazarı’nı tarihe gömüp sosyalist bir pazar ALBA’yı güçlendirmeye çalışıyorlar. Bankaları değil halkları kurtaracağız diyerek Latin Amerika’dan dünyaya bir umut yayıyor­lar.

yol

Halklarına verdikleri eğitim, sağlık, barı­nak, yiyecek garantileri ile gerçekten kabusa dönüşen Amerikan rüyasına alternatif politi­kalar geliştiriyorlar.

Bush politikalarının Orta Doğu ve Orta As­ya’da yenildiğini görüyoruz ama Latin Ameri­ka’daki yenilgisine daha az dikkat ediyoruz. 21. yy sosyalizmi diyen ülkeler hem kendi ül­kelerindeki Bush işbirlikçisi finans-kapitalle- rini hem de kıtalarındaki gerici rejimleri yendiler. Milyarlarca dolarlık ABD yardımı a­lan Latin Amerika İsrail’i olarak da bilinen Ko­lombiya, bir etkinlik gösteremiyor. Bush’un halk muhalefetini bastırma taktiği “uyuşturu­cu ile savaş” çöktü. Bölgenin en gelişkin ül­kesi Brezilya lideri sosyal demokrat Lula, ABD’den çok Chaves ve Küba ile işbirliği yapmaya çalışıyor.

Obama nasıl bir politika izleyecek? Chan- ge’i burada ne olacak? Kolombiya’ya yardım sürecek midir? Beyaz saray, Obama ve ekibi, Chaves son referandumu kazandıktan sonra yayınladıkları mesajda Venezuela ve Boliv­ya’daki demokratik süreci, Latin Amerika’da­ki bağımsızlık yolundaki gelişmeleri övdüler. Obama gelişen sürece aktif karşı durmak ye­rine iyi ilişkiler geliştirme yolunu seçecek gi­bi görünüyor. Bu durumda ABD gelişmeler karşısında bir adım geri atmış oluyor. Belki i­leride bu ülkelerle masaya bile oturabilir u­mudunu Latin Amerika halklarına vermeye çalışıyor. Gerilemelerin ABD çıkarlarını zede­lemesinin daha ileride nelere yol açacağını göreceğiz.

Amerikan düşü bir kabus halini alırken Latin Amerika insanı yavaş yavaş başka pembe bir düş görmeye başlıyor. Obama kri­zi çözemedikçe, daha çok insan işsiz, barı- naksız, aç kalmaya başladıkça güneyden gelen bu asıl CHANGE’in Obama’nın değişi­mini çok gerilerde bırakacağı kesindir.

ASYA KITASIHer yeni Amerikan iktidarının ilk dış gezi­

si politika önceliğine işaret eder. Hillary Clin­ton ilk dış gezisini Avrupa’ya değil Asya’ya gerçekleştirerek kıtanın ABD için ne kadar ö­nemli olduğunu gösterdi. Çin ve Asya ülkele­ri Obama’nın krizden çıkma paketlerinin baş finansmanıdır. ABD ve Çin arasındaki ilişki

birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiştir. Çin eko­nomisi ihracata yönelik gelişti ve Çin ekono­misinin en büyük pazarı ABD’dir. Eğer ABD’ye ihracat yapamazsa Çin ekonomisi çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Çin tö­kezlerse ABD borçlarını finanse edecek ülke kalmaz. ABD de onunla birlikte batar. Çin ve ABD ilişkileri böyle trajikomik bir yapıdadır. Bu ince denge bir yerde bozulmak zorunda­dır.

Her ay onlarca fabrika kapanmakta. Şim­diye kadar kapanan fabrikaların binleri geçti­ği söyleniyor. 30 milyon Çinli işsiz kalmıştır. On binlercesi kentlerde iş bulma umudunu kaybedip kırlara geri dönüş yapıyorlar. Zaten Çin kırları yılda sayısız kır ayaklanmasının yaşandığı patlamaya hazır bombalardır. Çin hükümeti ABD borçlarını almak ve işsizlerini beslemek arasındaki dengeyi daha bakalım ne kadar sürdürecektir? Her gün aç, barınak- sız dolaşan Çin yoksul ve işsizleri daha ne kadar ABD borçlarını finanse etmeye seyirci kalacaklardır? Ne olduğu çok tartışılır sistem­lerine olan umutları ne zaman bitecektir? Bu denge çok önemlidir. Clinton gezisinde bizi finanse etmeye devam edin, ortak bir şekil­de dünya finans krizine çare bulalım mesajı­nı getirdi. Yani Çin’e bu dünya sorununu ya birlikte çözeriz yada birlikte batarız dedi, öte yandan da, Bush döneminden kalma insan hakları ve Tayvan gibi konularda baskı politi­kalarından biraz taviz vererek finans krizi de­vam ettikçe bu meseleleri geri zemine atabiliriz dedi. Çin politikasında yapılan de­ğişiklik budur.

Clinton Çin’e gelmeden baş müttefiki Ja­ponya’yı ve Güney Kore’yi de ziyaret etti. Çin ile olası sürtüşmelere karşı bu ülkeleri örgüt­lemeye çalıştı. Bush politikası, bu ülkeleri Kuzey Kore “terörist ülkesine” karşı silahlan­dırmaktı. Irak yenilgisi derinleştikçe Güney Kore, Kuzey ile pazar ilişkilerini geliştirmişti. Yükselen kriz ve içeride yükselen halk muha­lefeti ile Amerikan askerlerinin konumlanışı daha bir sorgulu hale gelmişti. Clinton gezi­sinde Bush’un politikasını canlandırmaya ça­lışarak bu konuda bir change olmadığını gösterdi.

Gerici ABD basını Kuzey Kore’yi birden gene gündeme taşıdı. Kuzey Kore nükleer si-

JD

Obama’ya kalan Miras ve Change

lah yapmak için yer altında laboratuar kurdu diye yazıldı. Kuzey Kore’nin uzay çalışması dediği rampalar uzun menzilli füze rampası­dır dendi. Yani Hillary Clinton kocası Clin- ton’ın Kuzey Kore ile imzaladığı barış anlaşmasından çok Bush politikalarını izle­yeceklerini ortaya koydu. Çin insan hakların­dan taviz verilse bile Japonya ve Güney Kore baskısı arttırılacaktır. Bush’un Tayvan’a 6 milyarlık yeni silah satma projesinden de ta­viz verilmedi. Yada bu; Çin’in borçları finanse etmesine karşılık pazarlık konusu olarak ka­lacaktır. Kısacası Obama’nın Çin politikasın­da önemli bir yumuşama ve CHANGE yoktur.

Clinton gezisinde dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi Endonezya’yı da ziyaret et­ti. Güney Asya ülkelerinde kriz çok derin his­sediliyor. Ekonomik yorumcular önümüzdeki günlerde krizin; buralarda büyük alt üstlükle­re, devrimlere yol açacağını tahmin ediyor ve hazırlık yapılmasını öngörüyorlar. Milyonlar­ca aç ve işsiz Müslüman’ın yaşadığı Endo­nezya bu açıdan önemlidir. Filipinlerde mücadele yükseliyor. Clinton burada sadece Müslümanlarla bir alıp veremediği olmadığı­nı söyleyerek ABD’nin kirlenen imajını temiz­lemeye çalıştı. Belki de orada sadece güçler dengesi havasını kokladı ve verebileceği başka bir CHANGE haberi yoktu.

Afganistan ve PakistanAmerikan askerlerini, Irak’tan, belirlenen

tarihten önce çekeceğini açıklayarak Obama tüm dünyaya CHANGE yapacağı umudunu verdi. Bu, onun en önemli şovu oldu. Sonra da bu askerleri Afganistan’a yollayacağını söyleyerek çelişkili bir durum yarattı. Barış­çıl görünmeye çalışan Obama, Afganistan’da savaşın şiddetini arttıracaktı. Aslında ne bir değişim ne de bir çelişki vardı. Obama eğer gerçekten Bush politikasını değiştirecekse Afganistan’dan askerleri çekmeli, uluslarara­sı terörizm politik hattını terk etmelidir. Clin- ton’ın imaj temizliği ancak Afganistan’dan askerleri çekmesi ile olabilir. Obama CHAN­GE sloganı ile Afganistan’da Bush politikala­rının başka bir versiyonunu devreye sokuyor. Afganistan, ABD dış politika stratejisinde çok önemli vazgeçilemez bir konuma sahiptir. O­bama buradan çıkmayı beceremeyecektir ve de kalabilmek için karşı karşıya olduğu bü-

( ü .

yük sorunlar vardır. Başka askeri yollarla çözmeye çalışacaktır.

ABD ve Batı müttefikleri açısından Afga­nistan’da durum hiçte iyiye gitmemektedir. NATO üst düzey yetkililerinden, bölgede as­keri bulunan devletlerin yetkililerine kadar pek çok ağızdan savaşın kazanılamazlığı iti­raf edildi. NATO güçleri buradan çekilmek i­çin bahane arıyorlar. Hatta Obama’nın burada da Irak gibi bir çözüm bulacağını um­dular. Obama, Batılı müttefiklerini de düş kı­rıklığına uğrattı. ABD ve AB ülkeleri arasında Afganistan bir sürtüşme konusu o­larak durmaktadır.

Taliban güçleri 2005 yılından bu yana mevzi kazandı. Varlığını güney eyaletlerin­den tüm ülkeye taşıdı. Irak türü intihar eylem­leri başladı. ABD’nin havadan bombalamaları bir çözüm getirmedi. Daha çok AB ülkelerinin politikası olan yardımlar ile gönül kazanmak politikası da çöktü. Yardım kurumu üyeleri re­hin alınmaya, öldürülmeye başlandı. Kabil hükümeti Irak’taki gibi bir ‘green zone’ da ya­şamaya başladı. Taliban başkenti kuşattı. Hatta Obama’nın yeni atadığı Afganistan ve Pakistan özel temsilcisi Richard Holbrooke ziyaretinden bir gün önce adalet bakanlığına yapılan saldırıda 20 kişi öldü 60’ın üstünde insan yaralandı. Artık Taliban güçleri hükü­met binasına girebiliyordu.

Bu durum karşısında ABD ve Karza- i güçleri birbirlerini suçluyorlar. ABD tarafı, Karzai’i etkin iktidar olamamakla ve yolsuz­luklarla baş edememekle suçlarken Karza- i ise ABD güçlerinin bombalamalar sırasında sivilleri kollamayıp öldürmesinin asıl sorun olduğuna işaret ediyor, ABD’yi suçluyor. Sal­dırıları BM ve diğer yetkili yerlere şikayet et­ti.

Obama Afganistan’da ilk ve belki de son küçücük tavizi verdi. Holbrooke ile imzalanan anlaşmaya göre ABD saldırı yapmadan önce Afganistan askerleri ve yetkililerini haberdar edecek ve operasyonları birlikte planlayacak­lar. Afganistan savaşında başarı kazanılma­sı şimdi bu anlaşmaya bağlanmış oldu. Anlaşma Obama’nın umutlarının ne kadar çürük ve kof olduğunu gösterir. Afganistan askerleri ile ortak operasyon hazırlamak za­ten başarı getirmediği için ABD onsuz dav­

yol

ranma taktiğine sıçramıştı. Obama politikası eskinin tekrarından yada bir adım geri adım atmaktan başka bir şey değildir.

İkinci olarak ABD ve NATO güçlerinin du­rumu yalnız Afganistan’da zor durumda de­ğil. Bush politikaları ve zorlamaları Taliban’nın Pakistan içinde de güçlenmesine yol açtı. Pakistan’ın kuzey batısındaki Mala- kand eyaleti ABD ve NATO güçleri açısından hayati önem taşır. NATO güçlerinin lojistiği buradan sağlanır. Askerlerin yiyecek, içecek, askeri ihtiyaçları Afganistan’a bu gölgeden taşınır. Taliban bu bölgede örgütlendi ve de­netimi eline aldı. NATO konvoylarına saldırı­lar düzenledi. Onlarca konteynır yakıldı, talan edildi. Yol NATO’ya kapandı.

ABD Pakistan’a baskıya başladı ve ordu­larını Taliban güçlerine karşı savaşa zorladı. Yaz aylarından beri Pakistan ve Taliban ara­sında savaş sürüyor. Pakistan ordusu hiç a- Iışık olmadığı bir gerilla savaşının içine itildi. ABD özel maddi yardım çıkarttı. Ordu yeni etkin silahlarla donatıldı. Bu da sonuç verme­yince Bush Afganistan sınırından Amerikan insansız uçakları ile füzeler atmaya başladı. Son aylarda 30 tane füze attı ve 220 kişi öl­dürdü. Pakistan’da zaten yüksek olan anti-a- merikan duygular daha da kabardı. Pakistan hükümetinin Bush kuklası olması eleştirildi. Olaylar çeşitli şekillerde tüm ülkeye yayıldı. Artık Muşarraf iktidarda duramadı, çekildi. O da Muşarraf gibi tam bir ABD kuklası olan ye­ni devlet başkanı, öldürülen Bhutoo’nun eşi, iki yüzlü politika ile hem ABD’nin dediğini yaptı hem de füze atışları sonunda ABD’yi protesto etti. Son olarak da halk baskılarına bir taviz verdi. ABD’nin İran vs. ülkelerine nükleer bilgi verdiği gerekçesi ile ev hapsine alınan Pakistan nükleer babası Khan’ı ser­best bıraktı. Ama bunların hiç biri Pakistan ik­tidarının imajını halklar gözünde temizlemedi. Pakistan, ABD baskıları ve fi- nans krizi arasına sıkışmış durumda patla­maya hazır bir bombadır.

En son olarak bu yazıyı kaleme aldığımız sıralarda Pakistan hükümeti Taliban’a yenildi­ğini açıklamak zorunda kaldı. Tam da Ric­hard Holbrook’un gelmesinden bir kaç gün önce Taliban güçleri ile Pakistan arasında barış anlaşması imzalandı. Basına bu eyalet­

te şeriat yasalarının kabul edildiği olarak yan­sıdı. Oysa durum bundan öte anlamlar taşır. Taliban zafer kazandı. Eyalette Taliban ikti­dar oldu. Halk coşku ile sokaklara döküldü. Hiçte şeriat yönetiminden hoşnut olmadıkla­rını gösterir bir şey yaşanmadı çünkü halk Pakistan ve ABD saldırısından ve zulmünden kurtulmuş oldu. Eyalette Taliban mahkeme­lerinin ve kolluk kuvvetlerinin adaleti ve hu­zuru daha kolay sağlayacağına inanıyorlar. Ayrıca Taliban güçleri ekonomik olarak da bir varlık. Elektrik dağıtımın da, yol yapımında vs. etkin rol oynuyorlar. İmzalanan anlaşma­ya göre savaşta ölenlerin yakınlarına büyük tazminatlar ödenecek. Artık Taliban güçleri bu eyalette devlet oldular ve bunu hem ABD hem de Pakistan yetkilileri kabul etmek zo­runda kaldı.

Bu gelişmeler sırasında Obama yönetimi üçüncü bir darbe daha yedi. Lojistik önemde başka bir yol daha kapandı. Kırgız hükümeti ABD askerlerinin Manas havaalanı kullanım anlaşmasını tek yanlı olarak iptal edeceğini açıkladı. ABD yetkilileri bunu bir darbe olarak değerlendirdiler ve kendilerini çok zor durum­da bıraktığını açıklamak zorunda kaldılar. Ki­ranın düşüklüğü, Amerikan askerleri ile yaşanan belirli anlaşmazlıklar ve çevre so­runları bahane edilse bile aslında işin altın­da Kırgız hükümetinin Rusya ile yaptığı anlaşma vardır. Rusya daha fazla kira vere­cek, eski borçları silecek ve yeni yatırımlar yapacaktır. Afganistan’ın kuzeyinde Rusya kazanmıştır.

Bush politikaları her yerden geri püskürtü­lüyor. Obama iktidar olalı beri 3 tane yenilgi almış oldu. Bunlara Obama’nın CHANGE sloganının yan ürünleri olarak bakabiliriz. Bush’un boğazına sarıldığı güçler Obama ile bir nefes alıp, gelişini fırsat bilerek atak yapı­yorlar. özetlersek, Afganistan’da kendi kuk­laları Karzai isyan etti. Pakistan müttefikleri iktidar olmakta zorlanıyor, Taliban’la barış an­laşması imzaladı. ‘Sizin NATO ile birlikte Af­ganistan’da yenemediğiniz gücü ben mi yeneceğim’ diyerek geri adım attı. Bütün bunlara tuz biber eker gibi Orta Asya’da yeni semirmeye başlayan burjuvaların renkli ¿ev­rimlerini geri döndürdüler. Kırgızistan ABD saflarından eski ait olduğu Rusya saflarına doğru kayıyor. ABD’den açılan yeri Rusya

J 9 J

Obama’ya kalan Miras ve Change

dolduruyor.

Obama şimdi bu durumda Afganistan’da ne yapacak, iyice sıkışmış olduğu ortada, ne tür manevralar yapılabilir? Obama eğer Afga­nistan’dan çıkmayacaksa yada çıkamaya­caksa o zaman lojistik yola çare bulmalıdır. Pakistan yada Kırgızistan’a saldırmayacak­sa Taliban güçlerine saldırıyı sürdürmek için askerlerine yeni yollar açmalıdır.

NATO ülkeleri ve Karzai sürekli olarak ABD’ye baskı yapıp Taliban ile masaya otur­manın tek çıkar yol olduğunu söylüyorlar. Bu açmazlar karşısında aslında Obama’nın ma­saya oturması için bulunmaz bir fırsat vardır. Bu güçler çeşitli kanallarla Taliban ile el al­tından görüşmeleri de sürdürüyorlar. Geçtiği­miz yaz aylarında Suudi Arabistan aracılığı ile böyle görüşmelerin sürdüğü haberleri İn­giltere basını yoluyla dünyaya yayıldı. Fakat sonraları bizzat Taliban güçlerinin yalanladı­ğı söylendi. Bize göre ABD böyle görüşmeler yapmıştır. Taliban iktidarı çerçevesinde Afga­nistan’da kalmak ABD çıkarlarına ters olacak bir şey değildir. Ama büyük bir olasılıkla Tali­ban bunu kabul etmemektedir. Bir gün Çin ve Rusya ile bölgede çatışmak zorunda kalaca­ğı tespitini yapan Pentagon, Afganistan’dan çıkmanın ölümünü olduğunu görmektedir. Af­ganistan’dan çıkmak demek Asya’daki konu­munu tamamen kaybetmek demektir. Buradan çıkmak ABD için, hala özlem duydu­ğu dünya liderliğinden başka yüzlerce çıka­rından vazgeçmek demektir. Sıradan bir dünya ülkesi haline gelmektir bu. ABD finans kapitali henüz bu konuma hazır değildir. Da­ha kan akıtılacaktır. Obama bu politikayı de­ğiştirebilecek güçte değildir.

öyleyse Obama Afganistan açmazını çöz­mek için yeni yollar aramakla yükümlüdür. O­nun Orta Doğu ve Asya politikalarının misyonu budur. Bu yazıyı yazarken Obama Afganistan’a 17.000 yeni asker gönderilme­sini kabul eden önergeyi imzaladı. Irak ve Or­ta Doğu’daki gelişmelere göre bir bu kadar daha yeni dönemde yollanabilir. Ayrıca müt­tefiklere telefonlar edilip bölgeye yeni asker yollamaları isteniyor. Erdoğan’da böyle bir te­lefon aldı. Obama’nın Kanada’ya yaptığı ge­zinin bel kemiği Afganistan’a yeni asker bulmaktır. Obama Afgan savaşını yükselte-

<JL

cek, yeni bir atak yapacaktır. Bu anlamda Pentagon yetkililerinin mesajı kabul edilmiş­tir, Obama Afganistan’dan çıkmayacaktır. O- bama’nın Bush dış politik eğilimlerini ve uluslararası terörizm stratejisini CHANGE et­meye gücü yetmez.

İki Yeni Politik CHANGEObama’nın CHANGE’i işte bu sorunlara

çözüm bulma etrafındadır. Afganistan sava­şının kazanılması için yeni yollar aramak O- bama’nın temel değişikliğidir. İki seçenek vardır. Bu iki yolun biri Rusya ile ilişkileri dü­zeltmek İkincisi ise İran ile anlaşmaya var­maktır. Bush döneminin iki ülke ile ilişkileri ne hale getirdiği düşünülürse bunların pek kolay olmadığı anlaşılır. Bu anlamda bir değişiklik yaşayacağız. Stratejide değil ama taktikte değişiklikler olacaktır. Değişiklikler dış politik denge kaymalarına gebedir.

a) RusyaBush iktidarı son ana kadar Afganistan so­

rununda karşılaşılabilecek dar boğazları he­sap edememekle suçlanıyor. Durumun Batı açısından iyiye gitmemesinin Rusya’ya mec­bur olmayı gerektirebileceği, bu nedenle bir de onu kuşatma politikasının aşırı yayılma o­lacağı söyleniyordu. Bush bunu dinlememiş­tir.

Rus ve Amerikan ilişkilerinde Obama bir yumuşama sağlayacak gibi görünüyor. İki ül­ke ilişkilerini düzeltmeyi, petrol fiyatlarının düşmesi vs. ile ekonomik kriz etkisini fazla­sıyla hisseden Rusya da istemektedir. Kriz ortamında silah harcamalarını azaltmak işi­ne gelecektir. Gerilimi tırmandırmak Rusya a­çısından da istenen bir politika değildir. Rusya NATO’nun silah dışı malzemenin ha­va ve kara sahasını kullanmasını kabul ede­bileceğini açıkladı. NATO’ya bu anlamda destek vermeye hazırdır.

Bunun karşılığında Obama; Bush politika­sında değişiklik yapma ve Rusya’ı kuşatmak­tan vazgeçme tavizini vermelidir. Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya alınması bu dönemde durabilir. Polonya ve Çek Cumhuriyetleri’ne yerleştirilecek füze tehditlerinin askıya alın­ması gündeme gelebilir. Rusya DTÖ görüş­meleri başlayabilir. ABD yetkilileri bu

yol

tavizlerin çok önemli olduğu görüşünde de­ğiller çünkü hemen geri adım atmak müm­kündür. Afganistan için başka yollar açıldığında Rusya kuşatması yeniden başla­yabilir. Kırgızistan’ın hava üssünü ABD’ye kapatması sineye çekilmek zorundadır. Orta Asya eski Sovyet ülkelerinin hiç birinde za­ten artık ABD etkisinden söz etmek mümkün değildir.

Rusya kuşatmasının esnetilmesi AB ülke­leri ile Amerikanın yaşadığı gerilimi azalta­caktır. Rumsfeld’in tabiriyle “eski Avrupa” ile enerji açısından bağımlı oldukları Rusya’nın kuşatılmasında ayrılıklar yaşıyorlardı. Şimdi tersinden kuşatılmaması AB için de sorunla­rı başka bir ortama taşır. Kuşatmadan yana olan “eskilerin” ne yapacağı belli değildir. Or­ta Asya ülkelerinde olduğu gibi burada da Rusya’ya doğru kaymalar olabilir. AB’nin ve ABD’nin bunları engelleme gücü kalmamış­tır. AB yeni sorunlara gebedir. ABD bu ortam­da el altından başka oyunlar çevirebilir. Ne olursa olsun Rusya’nın eli burada da güçle­necek. Zaten Bush’un önlemeye çalıştığı, ku­şatma denen şey de bu değil miydi?

Rusya elbette bu olasılıkları hesaplamak­ta ve kendi önlemlerini almakta. Afganistan lideri Karzai ve ABD arasındaki gerilimin far­kında olan Rusya Karzai hükümetine bir mektup yazarak iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilebileceği sinyalin verdi. Hatta belirli ölçülerde Karzai hükümetine silah verebile­ceklerini ima ettiler. Karzaii dış politik konu­lardaki her gelişmeyi ABD’ye bildirmek durumunda olmasına rağmen ona danışma­dan Rusya’ya olumlu yanıt verdi. İki ülke üst düzey yetkilileri Moskova’da bir araya gele­rek bazı anlaşmalar imzaladılar. Batı’ya öfke­lenen Karzai Afganistan sorununa kendi çapında açılımlar getirmeye çalışıyor. ABD’nin Rusya ile bağımsız bağ kurmasın­dan elbette ki rahatsız olmuştur. Orta As­ya’da kaybolan ABD hayalleri gerici Afgan liderini de içine almıştır. Rusya’nın hesabı da Afganistan savaşında yeni mevziler kazan­mak, kendine başka kapılar açmaktır. Açıla­cak bu kapılar Avrupa içindeki pazarlıklarında da kullanılabilir.

Rusya, Afganistan’da tıkanan lojistik yola bir alternatif olacağa benzer. Ancak ortada

bir çelişki vardır. Hem bir gün Rusya ile he­saplaşmak için Afganistan kalesini zapt et­meye çalışmak hem de onun işbirliğine bel bağlamak ileride sorunlar yaratacaktır. Pen­tagon yetkilileri bunun farkındadır. Rusya’yı; geçici bir çözüm, başka yol açılıncaya kadar kullanmayı düşünüyorlar. Asıl düşünülen çö­züm İran üzerindendir. Obama’nın dünya ta­rihine getireceği asıl CHANGE, ABD İran ilişkilerinde yaşanacak.

b) İranAfganistan’a yol lojistiğine en uygun ülke

İran’dır. Bu yol Pakistan üzerinden Karachi- Khyber-Kabul’den daha iyi bir yoldur. İran’ın Bandar limanından Afganistan’a gitmek daha sağlamdır. Obama CHANGE’i gözünü bu yo­la diker.

Rusya yerine İran ile anlaşmak Penta- gon’un tercihidir. İran ile görüşmeler ve bir anlaşmaya varmak yeni değildir. İki ülke Irak sorununda zaten bir bağlantı kurdular. Gö­rüşmeler yapıldı. ABD İran’la anlaşmadan I­rak sorununu çözemeyeceğini işgal sırasında yaşadıklarından öğrenmek zorunda kaldı. Aynı şeyi şimdi Afgan sorununu çözmekte geliştirecek ve belki de mantık sonucuna var­dıracaktır.

İran’ın nükleer silah peşinde olmadığını ABD kendisi de biliyor. Nükleer bahanesi ile İran petrolleri ve doğalgazından pay isteni­yor. Kuşatmalar ve ambargoların perde arka­sında bu var. İran, ABD politikaları karşısında başarılı bir dövüş verdiği için gene bu politi-

JD

kalar ABD’nin aleyhine oluyor. Washington bir anlamda kendi ayağına ateş ediyor. Çok uluslu şirketler ABD’nin İran politikasını de­ğiştirmesi için zaten uzun zamandır baskı ya­pıyorlardı. Eski başkanlardan Carter bile bu politikanın değişmesini yüksek sesten söylü­yordu. İran pazarı ABD dışındaki şirketlerle doldu. Sonuçta İran ile ilişkilerin değiştirilme­si isteği yeni değildir. Uzun zamandır ABD ik­tidar çevrelerinde tartışıldı, yazıldı, çizildi. Bu anlamda Afganistan sorununda bir açılım baş neden olarak düşünülmemelidir

İkinci olarak İran’ının bölgede ilerici örgüt­ler Hamas ve Hizbullah’a destek vermesi so­rundur. İran’dan giden maddi desteğin ABD’nin kendi dostu ülkelere örneğin Mısır ve İsrail’e verilenle karşılaştırılamayacak dü­zeyde olduğu ortadadır. Irak’ta Mukteda yada diğer İran yanlısı güçlere destek konusunda anlaşıldığına göre Filistin’de de bir şekilde uzlaşmak mümkündür. Ayrıca Amerika artık bu kadar ayrıntıları düşünecek durumda de­ğildir. Taviz vermek zorunda olduğunu biliyor. İran ticari bir takım bağlarla destek vermek­ten alıkonulmaya çalışılacak.

İran’ın bölgedeki en büyük dostu Suri­ye’dir. Orta Doğu politikasında iki anti-ameri- kan çizgiyi ortak götürdüklerine göre İran ile Suriye görüşmelerinin eş zamanlı yürütülme­si uygundur. Washington Suriye ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor. Senato dış ilişkiler başkanı şu sıralarda Şam’ı ziyaret ediyor. 2005 yılında kapanan elçilik, yakında açıla­rak iki ülke ilişkileri sıkılaştırılabilir. Suriye’nin İran ile desteklediği ülkeler Lübnan ve Filis­tin’de Bush İsrail saldırıları bir başarı sağla­madı hatta yenildi. Eğer Obama Orta Doğu’da “barış rüzgarları” estirecekse zaten Suriye ve İran’ın da onayını almak zorunda­dır. O zaman bu ülke ile de direkt temas ge­reklidir. Clinton dönemindeki gibi Suriye ile ticari ilişkilerin başlaması olasıdır. Suriye ile ilişkiler düzeltilirse İran’la anlaşmak kolayla­şabilir.

Sonuçta İran’la anlaşmak ABD açısından Rusya ile anlaşmaktan daha az risklidir. İran bir nükleer güç değildir. İran bir zamanlar sü­per güç olan bir ülke değildir. Rusya daha dişli ve güçlü bir ülkedir. ABD onu savaşaca­ğı hedef ülke olarak görür. İran böyle değil-

U L

..........Obama’ya kalan Miras ve Change.......

dir. Çok önemli bir fark daha vardır. İran Or­ta Doğu’dadır. Irak ve İsrail Filistin saldırıları sonrasında Orta Doğu’ya yeni bir şekil veril­mesi sorunu vardır. Bölgedeki kilit ülke İran olduğu için zaten bu sorunlar çözülürken İran ile görüşmeler yapmak zorunluluğu vardır. Bir bütünlük içinde Irak sonrası İran ile ilişki­lere kökünden hem de Afganistan sorununa yeni bir açılım kazandırmak Obama’nın rea­list dış politika hattı ve başlıca CHANGE ko­nusu olacaktır.

İran ve lideri Ahmedinejat neredeyse tüm dünya tarafından bilinirler. Bush İran’ı terö­rist ülke listesine aldı. Kadın hakları, onların örtünmesinden tutun da uygulanan şeriat ya­salarına kadar, ABD “demokrasi ve özgürlük” şiarlarının reklamını yapmada İran aleyhine “başarılı” bir şekilde kullanıldı. İran karşıtı bir cephe kurulmaya çalışıldı. Kanımızca bu pro­paganda Obama ile bu kez başka açıdan kul­lanılacaktır. Obama’nın bu ülke ile el sıkışması onun “umut oluşu” “barış güvercin­leri” uçurtmasına malzeme olacaktır. Oba- ma’nın her Bush türünden politikaları ardından İran ile yapılan görüşmeler politik şov haline getirilip Obama umudu ayakta tu­tulmaya çalışılacak. ABD’nin kararmış imajı böylece yıkanmaya çalışılacak. İslam dünya­sı ile bir bağ kurmak denenecektir.

Bu oyunun kötü rolünü de İsrail oynamayı sürdürecek. İran ile pazarlıklar, İsrail tehtidi altında yürütülecek. Oyun başladı bile. Oba- ma’nın İran’a barış elini uzatmasının hemen arkasından İsrail’in bu yıl içinde İran nükleer alanlarını bombalayacağı haberleri basına sızdırıldı. Sanki ‘ABD ile anlaş yoksa biz vu­racağız’ mesajı verildi, Obama “barış yıldızı” parlatıldı.

İsrail’de yapılan son seçimleri gerici, sert­lik yanlısı aşırı sağ partiler kazandılar. Oba- ma’nın hattı ile aralarında sürtüşmeler yaşanması beklenebilir. Seçimler sırasında H. Clinton İsrail politikalarının arkasından çe­kilmeyeceklerini açıklamıştı. Yani her ne ka­dar sürtüşmeler yaşansa da ABD’nin nihai olarak İsrail çıkarlarını gözetmeyen bir politi­ka izlemelesi beklenemez. Obama bu konu­da dünyadaki İsrail lobi güçlerinin baskısı altında yaşayacaktır. Bir yandan İran ile o­lumlu bir haber duyduğumuzda hemen İsrail

karşı saldırısını bekleyebiliriz. Ama sonuçta Obama, hem barışçıl bir görünüm kazanma­ya çalışacak hem de İsrail yanlısı adım at­mak zorunda bırakılacaktır.

İsrail’in Hamas karşısındaki siyasi yenilgi­sinden sonra Hamas’ın tanınması ve onun taraf alınması gündemdedir. İran ve Suriye a- çı11mlarıyla Obama dolaylı yollardan bu işi yapmaya çalışabilir. Ama onun dışında Oba- ma’nın Filistin sorununa köklü bir CHANGE getirmesi beklenmemelidir. O zaman da İran ile el sıkışmalar bu olumsuzlukları gölgele­meye hizmet eder.

İran açılımının bir yan olumluluğu daha o­lacaktır. Irak başarısızlığı bölge güçler den­gesini değiştirdi. ABD Irak’a girince bölge gerici rejimleri Mısır, Suudi Arabistan ve Ür­dün büyük umutlara kapıldılar, politikalarını zafer kazanacağı üzerine kurdular. Muhale­fetlerine karşı amansız bir savaş açtılar. An­cak işler tersine dönünce ülke içindeki konumları zedelendi, örneğin Hamas zaferi Mısır’daki kardeş örgüt Müslüman Kardeş­lerin güçlenmesine ve Mübarek’in destek kaybetmesine yol açtı. Suudi Arabistan’da Kral Abdullah’ın ve yerine geçecek varisi Prens Sultanin hasta oldukları söyleniyor. Arkalarından Batı çıkarlarını iyi temsil ede­cek birinin tahta oturup oturamayacağı belir­sizdir. Saray entrikalarının içinden Batı’nın böyle birini çıkarması zor olabilir. Basında büyük bir propaganda malzemesi olan Suudi Meclisine giren kadın da Suudi sarayının ka­dın haklarına saygı duymaya başlamasının değil tırmanan muhalefetin işareti olarak gö­rülmeli. Chaves posterleri Hamas ve Hizbul­lah liderlerinin posterleri ile birlikte taşınmaya başladı. Sonuçta bu ülkelerde güçler denge­si Batı gericiliğinin aleyhine gelişmiştir. Bü­tün bunlar bölgede İran’ın kazandığı puanlardır. Güçler dengesi bölgede İran’dan yana güçlenmiştir. Orta Doğu’da gelişen bu güçler dengesi içinde İran ile masaya otur­mak artık bir şart da olmuştur. Onun kuşatıl­ması, düşman olarak gösterilmesi siyasi olarak kayıplara yol açıyor. Bu bir zorunluluk haline geliyor.

Son olarak Orta Doğu politikasının adını Bush Büyük Orta Doğu Projesi olarak değiş­tirdi ve içine Doğu Afrika’da ki iki ülke Sudan

ve Somali’de alındı. İkisi de petrol ülkesi. Çin burada varlığını arttırıyordu. Sudan’da iktida­ra karşı gerici hareket desteklendi. Bush bunda başarılı olamadı. Somali’de İslam Mahkemeleri hareketi arkasında halk güçleri örgütlendiler; gerici Batı yanlısı iktidara kar­şı dövüştüler. Clinton zamanında, askerleri­nin başkent Mogadişu sokaklarında sürüklenme travmasını ABD üstünden ata­madığından, Bush buraya Etopya askerlerini yolladı. Bush’un gitmesinden birkaç ay önce İslam Mahkemeleri hem Etopya’yı hem de a­yakta tuttuğu rejimi devirdi. Şimdi Somali’de İslam Mahkemeleri lideri başkan oldu. De­mek istediğimiz Bush politikaları, içine sok­tuğu bu uzak Orta Doğu ülkelerinde de yenildi. Bunu pek duymadık. Olay Aden kör­fezinde korsanlar öcüsü seviyesinde propa­ganda ediliyor. Oysa ABD, Batı güçler ve Afrika gerici iktidarları Afrika kıtasını temelin­den sarsmaya aday bir yenilgi aldılar.

İran ile yapılacak görüşmeler yada ona u­zatılan el aslında Bush’un tüm Orta Doğu’da aldığı kesin bir yenilginin sonucunda bulunan bir çözümdür. Bunun da ABD’nin bölgedeki durumunu ne kadar iyileştireceğini görece­ğiz. Ancak eğer İran, Afganistan’da bir açılım yaratmada yardımcı olursa bu, ABD açısın­dan bir başarı olacaktır. Bu da dünyaya bir Change olarak satılabilir.

SonuçObama koltuğa oturalı bir ay anca doldu.

Kamuoyu yoklamaları bu süre içinde Oba- ma’nın güven yitirdiğini gösteriyor. Ne ülke i­çinde açtığı kurtarma paketi ne de ekonomiye getireceği söylenen düzeltmeler bir umut olmadı. Borsalar düşmeye devam e­diyor. Bankalar avaz avaz bağırıyorlar. Dış politika da daha Obama adım atmadan Bush yenilgisinin işaretleri kendini gösteriyor. Şim­diye kadar boğazı sıkılmış ülkeler ABD çıkar­larını zedeleyecek kararlar alıyorlar. Bunlar bir kar topu gibi büyüyor. Obama’nın vaat et­tiği ‘change’lerin bir umut olamayacağı çok kısa zamanda kendini gösterdi. Latin Ameri­ka ülkelerinde kendini gösteren başka bir ‘change’ var. O değişimin, Obama sözde de­ğişimini daha onun iktidar döneminde, çok gerilerde bırakacağını kestirmek bize yanlış görünmüyor.

......y o l................

JD

21. Yüzyıl Sosyalizmi

sMehmet Yılmazer

21. yüzyıl sosyalizmini kapitalizmin neoliberal politikalarının tetiklediğini söylemek hatalı olmaz. Kapitalist

merkezler dışında Latin Amerika neolibera- lizmin en yaygın ve hatta en vahşice uygu­landığı kıta oldu. Bu nedenle bu politikalara karşı en köklü tepkiler de oradan geldi. En çok iz bırakanlarına değinmek gerekirse, Şu­bat 1989’da Venezüella’da yaşanan “caraco- zo”, Caracas ve diğer illerde neoliberalizme karşı ayaklanma, Chavez’i iktidara getiren gelişmelerin en güçlü habercisi oldu. 2001 yı­lında Arjantin’de yaşanan ayaklanma aslında neoliberal uygulamaların Latin Amerika’da if­lasının güçlü bir ilanıydı. Bolivya bu konuda çok daha ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Üçte iki­si yerli halklardan oluşan bu ülkede 2000 yı­lında özelleştirmelere karşı “su savaşları” yaşandı. Ardından 2003 ve 2005 yıllarında yi­ne özelleştirmelere karşı “gaz savaşları” ya­şandı. Bu güçlü başkaldırılar Latin Amerika tarihinde ilk kez bir yerli Başkanı, Morales’i iktidara taşıdı.

Latin Amerika’da “yeni dünya düzenine” karşı yakılan ateş Yunanistan’daki olayların gösterdiği gibi Avrupa kıtasına sıçramış gö­rünüyor. Yıllardır “refah devletlerinin verdik­lerini geri alan neoliberal politikalara karşı aslında ilk işaret fişekleri Paris banliyölerinde yakılmıştı. Şimdi sıra Yunanistan’da. Hemen ardından Fransa’da liseli gençler de sokağa çıktı. Dünyada yoksulların ve yoksullaşanla­rın öfkesi anlamında o kadar çok yanıcı mad­de birikti ki, yangın küçük bir rüzgârla her an

bir başka alana sıçrayabilir. Olaylar bu yönde gelişirse dünya önemli değişimlerin ön günle­rinde demektir.

Yaşanan büyük bunalım dünya ölçüsünde neoliberal politikaların çöktüğünü gösteriyor. Bu çöküş 21. yüzyıl sosyalizmi için hem bü­yük şanstır, ancak aynı zamanda büyük risk­leri de içinde taşıyor. Böyle büyük bunalımlar topyekûn savaşları ardından getirdiği için, henüz oldukça zayıf olan dünya sosyalist ha­reketinin bu ölçüde köklü değişimlere nasıl cevap verebileceği bilinmiyor. Hızlı, çarpıcı gelişmelerle gücünü büyütebilir de, köklü al- tüstlüklere yeterince cevap üretemeyip ezile­bilir de. Hangi yönde gelişme olursa olsun, şimdiden kapitalizmin Sovyetler yıkıldıktan sonra yaşadığı zafer sarhoşluğu günlerinin bittiğini söyleyebiliriz.

Yaşanan büyük bunalım kapitalizmin bir bakıma unutulan temel özelliklerini insanlığa acı acı hatırlatıyor. Sosyalizmin hatalarını ka­ba propagandalarla yığınların beyinlerine bo­ca ederken kapitalizm, rakipsiz kaldığı dünyada medyanın renkli ekranlarını kullana­rak, “informatik çağı” ile insanlığın nasıl daha özgür, demokratik ve hatta zenginleşerek ya­şayacağı hayalini yarattı. Yaşanan çöküşle bu rüya bitti.

21. yüzyıl sosyalizmi hakkında bir değer­lendirme yapmadan önce kapanan yüzyılda­ki sosyalizm deneyinden çıkartılabilecek bazı derslere değinmek gerekiyor.

yol

Sosyalizmin Yaşanan Deneylerinden Bazı Dersler

I- Sovyetlerin çöküşü kapitalizmden sosyalizme giden yolun kesintisiz bir çiz­gi biçiminde olmadığını, geri dönüşlerle yaşanacağını ortaya koydu. Elbette bugü­nün dünya güç dengelerinde sosyalizmin bir kez daha geri gelmeyeceği düşüncesi hala çok yaygındır. Ancak özellikle son bunalımla birlikte artık kapitalizmin de böyle gitmeyece­ği görülüyor. Bu anaforlu günlerde geleceğe işaret eden filizleri yakalayabilmek büyük ö­nem taşır. Bu filizler narin ve ezilebilirdir, an­cak geleceğin umut ışıklarıdır da... Umut ise, sinmiş yürekleri uyandırır, büyütür.

II- Çöken sosyalizm deneyinden öne çı­kartılması gereken bir diğer ders iktidar i­lişkisidir. İktidarın “kirlettiği”, “zehirlediği” görüşlerinden uzağız. Sosyalizmde iktidarın soyut teoriye göre değil o dönem dünya ve ülke koşullarına göre şekillendiğini unutma­mak gerekiyor. Yapılan hatalara ideal bir ikti­dar şemasından bakmak büyük bir yanılgı olur. Yetmiş yılda kireçlenen ve çöken iktidar örneklerinden hareketle “iktidarsızlık” ucuna sıçramak deneylerden öğrenmek değil, tam tersine sosyalizm hedefinden vazgeçmek an­lamına geliyor. Bunu yakın dönemde en iyi “anti-küresel hareket” ve Arjantin ayaklanma­larının sonuçları kanıtlamıştır.

Yaşanan sosyalizm deneylerinde iktidar­ların yozlaşması ve kitleden kopmasını bü- rokratikleşmeyle açıklamak fazla bir şey söylemek anlamına gelmiyor. Her iktidarda bürokrasi olur. Kapitalizmin kendi bürokrasi­si onun neden yıkımına sebep olmuyor? El­bette kapitalist iktidar kendi sınıfından kopmadığı için! Devlet ve hükümet organları dışında kapitalist sınıfın egemenlik mekaniz­masını yaşatan her seviyede o kadar yetkin örgütlenmeler vardır ki, bunların toplam ilişki­sinden burjuva sınıf egemenliği çıkar. Arala­rındaki ilişki tek yönlü ve çatışmasız değildir. Burjuva sınıfının çıkarları sürekli her aşama­da yeniden düzenlenir. Çöken sosyalist ikti­darların temsil ettiği kitleden kopuş hikâyesi aynı zamanda onların çöküş hikâyesidir de... Temsilin bir kopmaya ilerlememesi için öz­gürlükten başka bir yol yoktur. Paris komü­

nünden beri bir iktidar prensibi olarak sosya­listler tarafından kabul edilen temsilcilerin her an geri çağırabilmesinin yolu yıllarca tıka­nınca, bu geri çağırma çürüme ve topyekun çöküşle gerçekleşti. İktidar, parti ve halk ör­gütlenmelerinin ilişkisi cansız bir biçimselliğe kadar gerileyince yıkılış kaçınılmazlaştı.

III- Sosyalizmin özel mülkiyeti tasfiye e­dişi ve bunun yarattığı sonuçlar da ders çıkartılması gereken çok önemli bir alan­dır. Üretim araçlarının mülkiyetinin tasfiyesi ile tümüyle özel mülkiyetin tasfiyesi arasında atlanmaması gereken bir fark olduğunu özel­likle Sovyet deneyi göstermiştir. Her şeyin devlet mülkiyeti haline getirilmesinin amacı burjuva egemenliğinin yeniden ortaya çıkma­sının yolunu kapatmak içindi. Ancak insanlı­ğın sınıflı toplumlar halinde yaşamaya başladığı yedi bin yıldır iş (çalışma) ve mül­kiyet arasında başka bir bağ da kurulmuştur. Mülkiyetin çalışmayı motive eden yanının bir kanunla birden ortadan kaldırılmasının müm­kün olmadığını yaşanan deneyler göstermiş­tir. Çalışan insanın mülkiyetle gündelik ilişkisi yaşam kalitesini yükseltme ve tüketim imkânları yoluyla kurulur. Bu konuda kaba tekdüzelik ve yaşam araçlarının bitmez tü­kenmez kıtlığı devlet mülkiyetinin oynaması beklenen rolünü anlamsızlaştırabiliyor. Mül­kiyet biçimlerinin yeniden düzenlenmesinin kaba ve tek düze bir yoldan yapılamayacağı­nı yaşanan deneyler göstermiştir.

IV- Sosyalizmin merkezi planlama de­neyi, pek çok teorik tartışmaya da yol a­çarak bir sınıra sahip olduğunu gösterdi.Sosyalist ülkelerde merkezi planlamanın bir dönem büyük gelişim sağladığı, ancak ardın­dan tıkanmaların nedeni haline geldiği bilini­yor. Tıkanmaların nedeni elbette teknik güçlükler değildir. Bazı kapitalist iktisatçılar pazarda aynı anda milyonlarca kararın alın­dığını ve bunun bir merkezi planlama ile ya­pılmasının imkânsız olduğunu vurgulayıp duruyorlar. Ancak merkezi planlama zaten bu değildir. Sosyalizm deneyi merkezi planlama­nın sınırlarını ortaya koydu. Planlamanın a­na üretim stratejilerinden başlayıp, sürekli yeniden düzenlenerek sürdürülmesi gerekti­ği deneylerden yeterince ortaya çıkmıştır. Merkezi planlamadaki esas sorun teknik de­ğildir, üretim ilişkilerinin bozulmasından kay-

JD

naklanır. İş disiplini, verim ve yenilenmenin keskin bir kopuşla kapitalist yöntemler dışın­da çözümlenmeye çalışılması ardından bü­yük tıkanmalar getirmiştir. Çünkü üretimdeki bütün bu elemanların yerini sosyalist toplum- larda insanların sahip olduğu varsayılan yet­kin bir bilinç almıştır. Ancak sosyalizmin tarihi bu bilincin yaratılmasının uzun bir süreçle mümkün olduğunu gösterdi.

Özetlersek: Yaşanan sosyalizm deneyi­nin önemli hatalarına bakıldığında hepsinde ortak bir yan öne çıkıyor. Bu da siyasette, e­konomide ve mülkiyette aşırı merkezileşme toplumun tepkilerinin akış kanallarını donuk- laştırabiliyor. Toplumsal yaşam giderek tek bir gri renge dönüşüyor. Tek renkli iktidarın, çok güçlü görünse de, tam bir güçsüzlüğe dönüşebileceği çok çarpıcı bir yıkılışla sos­yalizmin tarih kaydına geçti. Aslında aydın­lanmanın çocuğu kapitalizm de ilerleme adına aynı benzeşmeyi yarattı. Sosyalizm hem kapitalizmden sonraki daha ileri aşa­maydı; hem de merkezileşmenin gücüyle ka­pitalizmin yol açtığı israflara neden olmadan ilerlemeyi çok daha hızlı gerçekleştirecekti. Bu öngörüyle mümkün olduğunca hızlı çeliş­kilerin tasfiyesi hedefi, her alanda merkezi­leşmenin devasalaşmasının hep haklı zemini oldu. Ancak olayların acı ve insafsız dili sos­yalistlerin bu öngörüsünü doğrulamadı.

Bütün bu derslerle ilgili 21. yüzyıl sosya­lizmi ne diyor?

21 Yüzyıl Sosyalizminin İlk İşaretleri

21. yüzyıl sosyalizminin pratiği esas ola­rak Latin Amerika’da yaşanıyor. Gelişmeler henüz filiz halinde...19. yüzyılın ortalarında Komünist Manifesto ilan edildiğinde iktidar mücadelesinin hangi yollardan yürüyeceği ve hatta iktidarın programı çok genel kavramlar­dan öteye bilinmiyordu. İşçi sınıfı iktidarının nasıl bir şey olabileceğinin ilk örneğini, Mani- festo’dan 23 yıl sonra Paris Komünü göster­di. Mücadele yükselip yaygınlaştıkça hem mücadele yolları çeşitlendi, hem de iktidar programı yetkinleşti. Ancak yüz elli yıllık mü­cadele büyük bir çöküşle kapanınca, yeniden yola çıkılırken eski deneylerin hepsi kaçınıl­maz bir şekilde sorgulama altındadır. Hazır

(JL

.......... 21. Yüzyıl Sosyalizmi ...............

formüllerimizi yitirdiğimiz için yakınmaya ge­rek yok! Zaten o formüller epeydir olaylara uymuyordu. Büyük iktidar gücüyle de olsa, o­layları formüllere uydurma zorlamalarının bir yararı olmadı. Hatta bu kör inadın büyüklüğü oranında çöküş de o ölçüde hızlı oldu.

21. yüzyıl sosyalizmi henüz katı bir formül haline gelmedi. Büyük olasılıkla geçmişten yetkin dersler çıkartılabilirse böyle formüller bir kez daha yaratılmayacak, ya da yaratıl- mamalıdır. Olaylar eski kalıpların içine de sığmadığı için 21. yüzyıl sosyalizminin yolu bilinmezliklerle yüklü olarak açılıyor. 19. yüz­yılda sosyalistler Komünist Manifesto’yla yo­la çıkarken de durum farklı değildi. Bugünün farkı yüz elli yıllık tarihin bilinç ve ruhumuzda yaşıyor olmasıdır. Bunun avantajı yeterince açık. Tuzak ise yeni olanda sürekli eskiyi ara­ma alışkanlığında yatıyor. Yakınlarda Fidel Kastro’ya yaşamındaki en önemli hata sorul­muştu. O da veciz bir şekilde: “Binlerinin sos­yalizmin nasıl kurulacağını bildiğini sanmaktı. ” demiştir.

Bugün, 21.yy. sosyalizmine giden yolda, iktidar şansını yakalayan ülkelerde sosyaliz­mi kurma programları eski deney ve yollar­dan oldukça farklı yürüyor. Bu farklılıklardan 21. yy. sosyalizminin izini sürmeye çalışalım.

I- İktidar Mücadelesinin Farklı Yolları

Avrupa’da devrimciler 19.yy’ın ortalarında Komünist Manifesto ile yola çıkarken iktidar mücadelesinin yolları için hemen hiç deney­leri yoktu. Kıta Avrupa’sındaki yaygın işçi ha­reketlerinin de sonucu olarak “kıtada topyekûn devrim” stratejisi ilk temel yöneliş oldu. Bu yönelişin pratikteki karşılığı 1864’de kurulan I. Enternasyonal olmuştur. Paris Ko­münü yenilgisinden birkaç yıl sonra enter­nasyonal dağılmıştır. İkincisinin kurulması 1889’da, kapitalizmin ilk büyük bunalımının sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Birinci em­peryalist paylaşım savaşına çok yaklaşıldığı yıllarda devrimcilerin iktidar mücadelesi yo­lunda önemli bir değişim yaşandı. Strateji “kı­tada devrim”den “tek ülkede devrime” dönüştü. Bunun nedenleri açıktı: kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve emperyalist paylaşımın bizzat sistem üzerindeki yıkıcı etkileriydi. Bu

yol

öngörü Ekim Devrimi ile doğrulandı. Ekim Devrimi’nden sonra dünya devrimler ve ulu­sal kurtuluş savaşları dönemine girdi. Artık tek tek ülkelerde hem devrimler mümkündü, hem de devrimci iktidarların yaşama şansı vardı. Bunların belki de en çarpıcı olanı Ame­rika’ya sadece seksen mil uzaktaki Küba devrimidir.

1990’lı yıllarda dünya devrimci hareketi bambaşka bir ortama girdi. Denge kapitalizm lehine değişti. Bu sadece güç dengelerinde bir değişim değil, aynı zamanda dünya sos­yalist hareketi için bilinç ve moral olarak çö­küş anlamına da geliyordu. Üstelik kapitalizm de “yeni ekonomi” ile “informatik çağı”na giri­yordu! Her şey dünya sömürücülerinden ya­na görünüyordu. Ancak bu düşler bir on yıl bile sürmedi. Sosyalizm tehdidinden kurtul­duğunu düşünen kapitalizm, neoliberal politi­kalarla “refah devletleri”yle örttüğü vahşi yüzünü en pervasız bir şekilde yeniden açığa vurdu. Dünya, emperyalist güç merkezleri a­rasında yeniden paylaşılıyordu. Bu paylaşım 2001’de New York’ta ikiz kulelerin yıkılmasın­dan sonra doğrudan işgallerle yapılmaya başlandı. Ancak “süper güç”ün bütün zorla­malarına rağmen dünya onun istediği şekle girmedi.

Böyle bir dünyada devrim yeniden müm­kün olabilir miydi? Ortam hemen hemen I. Paylaşım Savaşı öncesi yılları andırıyordu. Güç merkezleri arasındaki amansız rekabet

ve bölgesel çatışmalar tek tek ülkelerde dev­rim imkânı yaratabilirdi. Bu devrimlerin yaşa­ması çok özgün koşullarda, ancak devrimin bölgesel özellik kazanmasıyla mümkün ola­bilirdi.

90’lı yıllar sonrası, yenilginin ilk şokunu at­latmaya çalışan Devrimci Mücadele çok öz­gün yollar seçti. Sosyalist iktidarların ard arda yıkılmasının yarattığı ilk tepkisel bilinç, iktidarı hedeflemeyen mücadeleler oldu. An­ti-Küresel Hareket, Zapatistaların çıkışı, Ar­jantin ayaklanması bunun en çarpıcı örnekleridir. Ancak 21. yy. sosyalizmine gi­derken pratiğin canlı akışı içinde ortaya çı­kan en özgün yol: ikili iktidarlardır.

19. ve 20. yüzyıldaki sınıf savaşlarında belli bir mücadele süreci sonrasında topye- kun bir devrimle iktidar el değiştirdikten son­ra karşı devrimci güçlerin hızlı bir tasfiye süreci yaşanırdı. Böylece iktidar sınıfsal ola­rak tam bir değişime uğrardı. Oysa özellikle 1990’lar sonrası sınıflar mücadelesinde tipik olan uzun süreli ikili iktidar konumlanmaları­nın yaşanmasıdır. Bunlar genellikle iki tarz­da yaşanıyor. Merkezi iktidarı alamayan ve hatta bazen bunu hedeflemeyen devrimci ör­gütlenmelerin o ülkelerde bir alanı, bir bölge­yi tutması biçiminde yaşanabiliyor. Kolombiya’da, Meksika’da, hatta pek çok La­tin Amerika ülkesinin barrio’larında, öte yan­dan Ortadoğu’da Kürt ve Filistin ulusal hareketleri ve İslami hareketler, güney As­

ya’da ve özellikle orta Afrika ülkelerinde böy­le pek çok örnek var­dır. Uzun ve inatçı mücadeleler sonucu bu örgütlenmeler bu ülkelerde merkezi ikti­darların etkisinin sınır­landığı alanlaryaratmışladır.

İkili iktidarların di­ğer varoluş tarzı Vene­züella ve Bolivya’daki gibidir. İktidarda sos­yalizmi hedefleyengüçler olmasına karşı­lık devletin yapısında, ekonomide ve sosyal

JD

21. Yüzyıl Sosyalizmi

yaşamda güçlü bir şekilde burjuvazinin varlı­ğını sürdürmesi ve iktidar mücadelesinin ne­redeyse sürekli hale gelmesidir. İktidardaki devrimci güçler bir anlamda “paralel iktidar, ekonomi ve sosyal örgütlenmeler” yaratma mücadelesini her gün güçlendirmek göreviy­le karşı karşıyadırlar. En çarpıcı örnekler Ve­nezüella ve Bolivya olmasına rağmen, Ekvador, Nikaragua ve Paraguay da ikili ikti­dar mücadelelerinin yaşandığı ülkeler arasın­dadır.

Rus devriminde “ikili iktidar” Şubat’tan E- kim’e kadar sürmüştü. Çin Devrimi biçimsel olarak bugünkü ikili iktidar mücadelelerine en fazla benzeyen gelişmelerle yürümüştür. 1920’li yılların sonlarında başlayan devrim, i­kinci dünya savaşını da kapsayan günlerde devam etmiş, Çin’i işgal eden Japonya’nın yenilgisiyle 1948’de zafer kazanmıştır. Bu u­zun yıllarda koca Çin ülkesinde “bölgesel kı­zıl iktidarlar” kurulmuştur. Ancak bugüne benzemeyen çok önemli farklar unutulmama­lıdır. Çin Devrimi iki emperyalist paylaşım sa­vaşının koşullarında yürümüştür. Yine 1917 Ekim Devrimi sonrası her devrimci mücade­le doğrudan veya dolaylı olarak sürekli güç­lenen Dünya Devrimci Süreci’nin desteğini arkasına almıştır. Bugün bu koşullar yok! Çö­küşten sonra sosyalist mücadelenin hem te­orik hem de pratik yetkinleşmesi için özel ilgiyi gerektiren bugünün ikili iktidarlarının va­roluşlarını mümkün kılan nedir?

Bu olgu için başlıca iki neden söylenebi­lir. İlki, Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin or­tadan kalkmasıdır. Kapitalist ülkeler lehine yaşanan bu bozulma ilk elden kapitalizmin dünya egemenliği açısından büyük bir fırsat yaratmıştır. Ancak bu görüntünün arka planı­na bakıldığında dünya başka gelişmelere de gebe hale geliyordu. İki kutuplu dünyanın ü­çüncü dünya ülkelerindeki iktidar biçimlerine yansıması, kutuplardan birisine dayanarak e­gemenliklerini katılaştırmak olarak gerçekleş­miştir. özellikle Amerika bağlantılı üçüncü dünya ülkelerinin önemli bir kesiminde açık, pervasız faşist iktidarlar uzun yıllar egemen olmuştur. İki kutuplu dünya dengesinin bozul­ması üçüncü dünya egemenlerinin dayanak noktalarını zayıflatmış, katı egemenlik imkânlarında erimelere yol açmıştır. Bu yeni olgunun yanına onunla paralel gelişen dün-

U L

yanın güç merkezleri tarafından yeniden pay­laşımını da koyunca tablo tamamlanır. Dün­yanın “süper güç”ün istediği gibi şekillenmeyeceği çok açıktı. Zaten dünyada­ki olaylar da bu yönde aktılar. Amerika, ken­di dünya düzenini kurmaya çalıştıkça, bu adımlar sürekli olarak diğer güç merkezleri tarafından aşındırıldı. Merkezler arası bu ça­tışmalar üçüncü dünya egemenlerinin önem­li bir bölümünde onların güçlerini zayıflatıcı etkiler yaratmaktadır. Artık ülkelerinin tümüne egemen olamıyorlar, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yaygın iktidar boşlukları oluşuyor. Bu durum, günümüzün geçici olmayan bir ö­zelliği olarak öne çıkmaktadır.

İkinci neden, kapitalizmin 1980’ler sonra­sı gelişimin yarattığı sonuçlardır. Kapitaliz­min yeni gelişim dalgası 80’ler sonrası tüm üçüncü dünya ülkelerini etkisi altına aldı. On­dan önceki dalga 1950’ler sonrası “kalkınma- cılık” olarak yaşanmıştı. 1980’ler sonrası neoliberalizm üçüncü dünya ülkelerinin “kal­kınma” hayallerini sona erdirdi. Sermaye a­kışı bu ülkelerin önemli işletmelerini satın alma (kolay yatırım) ve sıcak para spekülas­yonları olarak rol oynadı. Kapitalizmin bu ye­ni gelişim dalgası hemen tüm üçüncü dünya ülkelerinde kentlere büyük bir yığılma yarat­tı. Mike Davis Planet of Slums (2004) yazı­sında bu gerçekliği çok güzel anlatır. Bugün Latin Amerika ülkelerinin nüfusunun % 80’i kentlerde yaşamaktadır. Bu oran orta Afrika hariç tüm üçüncü dünya ülkelerinde % 60’ın üzerindedir. Sadece bu değil, kapitalizm, “in­formatik çağı”nın özellikleriyle birlikte artık kentlere yığılan bu “fazla nüfusu” bilinen yol­larla üretim içine alamıyor. Üçüncü dünya ül­kelerinin büyük çoğunluğunda bu nüfus “bir doların altında geliri olanlar” diye adlandırılı­yor. Geçim kaynaklarında hiçbir istikrar yok. Kapitalizm her geçen gün artan bu fazla nü­fusu artık bilinen yollardan denetleyemiyor. Eskisi gibi ne yeni üretim alanları açılabiliyor, ne de gelişmiş merkezlere göç eskisi kadar imkân dâhilindedir. Bu büyük dünya yoksula- rı denizinde hem kapitalizme karşı bir öfke bi­rikiyor, hem de en basit insani gereklerden uzak oldukları için derin toplumsal çürümeler yaşanıyor. Artık üçüncü dünya ülkelerinin e­gemenleri bu gerçeklik nedeniyle de ülkeleri­ne eskisi kadar egemen değiller.

yol

Bu iki temel nedene güncel olan bir diğe­rini de ilave edebiliriz. O da yaşanan büyük bunalımdır. Büyük bunalımın bu tabloya en önemli katkısı sağlam ve yıkılmaz görünen gelişmiş merkezlerde derin istikrarsızlıklar ve hatta çökme olasılıkları yaratmasıdır. Fakat aynı zamanda büyük bunalımın aşılması ön­cekiler gibi daha kapsamlı savaşlara varırsa, 21.yüzyıl sosyalizminin ilk filizlerinin ezilme­si olasılığı da vardır. Süreç nasıl gelişirse ge­lişsin kapitalist dünya egemenliğine karşı tüm dünyada yaygın mevzi savaşları veril­mekte ve ikili iktidarlar ortaya çıkmaktadır. Neoliberalizmin bu süreci hızlandıracağı ye­terince açıktır. Kapitalizm bu yokuş aşağı gi­diş karşısında çok daha vahşileşirse bu durum onun dünya egemenliğinde tarihsel bir dönüm noktası olacaktır. Ancak bu dönüm noktasının insanlığa nelere mal olacağını bu­günden öngörmek mümkün değildir.

II- 21. Yüzyıl Sosyalizminin Kuruluş Sorunları

21. yüzyıl sosyalizmi iki kanaldan yürüyor. Bir yanda henüz iktidar olamayan, hatta ba­zıları iktidarı hedeflemeyen ancak ülkelerinin belli alanlarında etkinlik kurmuş hareketlerle; öte yandan iktidar olmuş, ancak kapitalizmin tasfiyesini güç dengeleri nedeniyle gerçek­leştiremeyen hareketler günümüz sosyalist mücadelesinin olguları olarak yaşanıyor. “Ku­ruluş sorunları” dendiğinde elbette esas ola­rak iktidar uygulamaları akla gelir. Bu nedenle 21. yüzyıl sosyalizminin kuruluş so­runlarını Venezüella ve Bolivya deneylerini dikkate alarak değerlendirmeye çalışacağız. Pek çok sorun arasından 19. ve 20. yüzyıl deneylerini de dikkate alarak iki ana konuyu öne çıkartmak gerekiyor: İktidar ve demokra­si sorunu; ekonomi, ya da mülkiyet ilişkileri ve merkezi planlama sorunu.

İktidar ve Demokrasi Sorunu: Venezüel­la ve Bolivya’da sosyalizme yönelen iktidarla­rın seçimle iş başına gelmesi hemen eski Şili deneyini hatırlatsa da, olaylar eskinin bir tek­rarı biçiminde yaşanmadı. Ayrıca her iki ülke­de de seçim öncesi ayaklanmaların yaşandığı unutulmamalıdır, özellikle neolibe- ralizme karşı kabaran öfkeler önce kendisini sokaklarda en güçlü bir şekilde ortaya koy­

duktan sonra seçim kazanımı bu birikimin bir sonucu olmuştur. Kapitalizmin sandık oyu­nundan yoksullar lehinde sonuçlar çıkması ö­nemlidir. Bu olgu sadece Latin Amerika’daki belli ülkelerle sınırlı değildir. Nepal’de Mao- cu hareket, Ortadoğu’da Hamas ve Hizbullah da seçimlerde ezberleri bozan sonuçlar aldı­lar. Elbette bu hareketlerin hepsinin ardında uzun silahlı mücadele yılları vardır. 21.yüz­yılda kapitalizmin seçim oyunu belli koşullar­da sanki burjuvazinin istediğinin tersi sonuçlar yaratmaya başlamıştır.

Olaylara bakıldığında bir nokta dikkat çe­kiyor. Latin Amerika’da yeni sosyalizm dene­yi sırasında en sık kullanılan kavram “katılımcı demokrasi”dir. Bunun kireçlenen ve bu nedenle sanki kendiliğinden çöken Sov­yet deneyine bir tepki olduğu açıktır. Ancak olay sadece bir tepkiden ibaret değildir. Ar­jantin ayaklanması dâhil Latin Amerika’da halk hareketlerinde çok net bir şekilde seçil­miş temsilcilere karşı kesin bir güvensizlik o­luşmuştur. Bunlar sendika yöneticisi de olabilir, bir sol siyasi parti yöneticisi de... Bu nedenle yığınların mücadelesi sırasında ül­kedeki yöneticilerle çeşitli görüşmelere sade­ce temsilciler yollanmamış, pazarlıkların herkesin önünde olması en önemli koşullar­dan birisi olmuştur. Çünkü seçilmiş temsilci­ler yıllardır temsil ettiği insanlardan kopmuş ve defalarca onları “satmıştır.” Yılların artık klasikleşen bu gerçekliğinin halk yığınlarında bir tepki ve bilinç yaratması doğaldır. Bu ne­denle Latin Amerika ülkelerinde yeniden se­çilmiş temsilcilerin ihanetine uğramamak için demokrasinin “katılımcı” olması talebi çok sık dile getirilmektedir. Bunun için çeşitli yollar deneniyor. Seçilmiş temsilcilerin halkın çıkar­larından kopmaması için denetlenmesinin Paris Komünü’nden beri bilinen yolu temsilci­lerin her an geri çağırılmasının bir hak olarak tanınmasıdır. Bu hak örneğin Sovyet anaya­sasında vardı. Ancak çok kısıtlı olarak kulla­nılmış, işleyen bir siyasal davranış haline gelememiştir.

Latin Amerika’da ortaya çıkan bu tepki as­lında “temsili demokrasi”nin geleceğiyle ilgili önemli ipuçları vermektedir. “Katılımcı de- mokrasi”nin başına daha önceki yaşanan de- neylerdekilerin bir benzerinin gelmemesi için hiçbir neden yoktur. Bu konuda sadece “ta-

J9J

rih bilinci” yetmez. Fakat insanlığın, sosya­lizm deneyi sırasında yaşananlardan ders çı­kartması çok önemlidir. “Katılımcı demokrasi” aslında doğrudan demokrasiye giden bir a­dımdır. Elbette yolda yozlaşmalara uğramaz­sa! Latin Amerika’da pek çok halk hareketi, uzun süredir mahallelerde ve kısmen işyer­lerinde doğrudan kitlenin aşağıdan inisiyatif­leriyle örgütlenmiştir. Halkın gündelik çıkarlarını savunan ve hatta uygulayan komi­teler olarak yaşamaktadırlar. Buralarda filiz­lenen doğrudan demokrasinin bir biçimde, iktidar imkânları da değerlendirilerek bir siya­sal bilinç ve davranışa dönüştürülmesi talebi doğaldır. Belki de burjuva demokrasisinin te­mel kurumu olan “temsil sistemi”nin doğru­dan demokrasi uygulamalarıyla artık aşılmasının zamanı gelmiştir. 21. yüzyıl sos­yalizminin önceki deneylerden bu konuda yetkin hale gelmesi, doğrudan demokrasi yo­lunda ileriye bir adım atabilmesi onun yaşa­yabilmesinin ilk temel koşullarından birisidir. “Katılımcı demokrasi” kavramı önceki deney­lere tepkiden öteye bir anlama kavuşturula­caksa, bu ancak doğrudan demokrasiye giden yolda bir basamak olmasıyla mümkün­dür.

İnsanlığın İlkel Komün günlerinde müm­kün olan doğrudan demokrasinin günümüz­

.......... 21. Yüzyıl Sosyalizmi ................

de mümkün olamayacağı haklı bir itiraz olsa da, bunun artan nüfustan çok toplumsal ör­gütlenmelerin çeşitliliği ve yoğunluğuyla da ilgili olduğu unutulmamalıdır, örgütlülük ne ölçüde yaygın ve etkin olursa, tepki ve talep­lerin sosyal yaşama gündelik olarak yansı­ması ve kurumlan etkilemesi o ölçüde mümkün olur. Bu da zaten doğrudan demok­rasiden başka bir şey değildir.

“Katılımcı demokrasi” ve daha ötesi doğ­rudan demokrasi nasıl inşa edilecektir? Eski deneyler bu konuda hemen hiç umut vermi­yor. Sosyalizm, burjuvaziyi tasfiye ederken iktidar dışındaki her siyasal ve sosyal eğilimi burjuva ideolojisinin bir kalıntısı ve izi olarak algılayan bir sisteme evrildi. Buradan mutlak iktidar çıktı, ancak bu mutlaklık sonsuz varo­luşu değil, yıkılışı getirdi. Bu konuda 21.yüz­yıl sosyalizminin farklı yollardan yürümesi kaçınılmazdır. Bolivya Başkan yardımcısı Al­varo Garcia Linera’nın belirlemeleri yaşanan iktidar deneyinin yeni niteliğine ışık tutmak­tadır.

“Devlet ve sosyal hareketler arasındaki I- lişki nasıl yönetilecek? Devlet, tanım olarak kararların merkezileşmesidir, devlet kararlar­da tekeldir. Tanım olarak sosyal hareket, ka­rarların sosyalleşmesi, kararların yaygınlaşmasıdır. Sosyal hareketler tarafın­

dan öncülük edilen ve yönlendirilen bir devlet nasıl kurulacaktır, sorun çelişik görünüyor.

“2003’e kadar tartış­ma şöyleydi: Sosyal ha­reketler devletin içine girmezler. Veya eski so­lun tartışmaları vardı: Devlet, sosyal hareketle­rin sınırındaki tek parti tarafından kontrol edil­melidir. 21. yüzyıl, Latin Amerika olarak bizim de­neylerimizle başlayan başka bir yola işaret ede­cektir: Devlet ve sosyal hareketler arasında, sos­yalleşme ve merkezileş­me arasında sürekli diyalektik, sürekli geri-

lim.” (A. G. Linera, Ekim 2006 konuşması) Eski sosyalizm deneyi “iktidar” ve “sosyal ha­reketler” arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırıp iktidarı mutlaklaştırarak sorunu çözdü! Ancak yaşam bunun çözüm olmadığını gösterdi. La­tin Amerika’nın 21. yüzyıl sosyalizmine ışık tutan farklı yolu: “Sürekli gerilim”den kurtul­mak değil, onu her seferinde yeniden yönet­mek ve çözümlemektir. Esas olan, gerilimi ortadan kaldırmak değil, yönetmektir. Bu ge­rilimin niha­i çözümü Marksizmin kurucuları tarafından giderek “devletin sönümlenmesi” olarak ta­nımlanmıştı. Neredeyse sonsuz uzak bu he­defe her acele varış çabası tam tersi sonuçlar yarattı. Devlet değil ama “sosyal ha­reketler” sönümlendi; bu ise iktidarı keyfileş­tirdi, anlamsızlaştırdı.

21. yüzyıl sosyalizmi iddiasındaki iki ülke­de iktidar sorununun bir de öbür yüzü vardır. Chavez ve Morales yönetimdedir, ancak bur­juvazi de kendi örgütlenmeleriyle varlığını sürdürmektedir. Buna ikili iktidar olgusu ola­rak daha önce değindik, önceleri topyekün bir devrimle yaşanan nihai hesaplaşma 21. yüzyıl deneylerinde zamana yayılan uzun so­luklu bir bilek güreşine dönüşmüştür. İkili ik­tidar olgusunu yaşamak, bir anlamda gerçek iktidar yolunda sürekli bir eğitim, her sorun­dan sürekli öğrenme ve yetkinleşme müca­delesidir. İkili iktidar olgusuna sadece “güç dengeleri” açısından yaklaşmak veya eski halk iktidarları dönemlerindeki program uy­gulamalarına hemen geçilmeyişini sürekli e­leştirip durmak sorunun özgünlüğünü ve boyutlarını kavramamaktır. Böyle olunca bek­li de tarihi bir fırsat kaçırılabilir.

Sovyetler Birliği bir dönemden sonra “ka­pitalizmle birlikte yaşamayı” teorileştirdi, an­cak bu birlikte varoluş bilinci sonuçta sosyalizmi durgunlaştırdı ve çürüttü. Niha­i hesaplaşmaya göre sürekli yeniden konum­lanmak ile “birlikte varoluşun” statükosu içinde durgunlaşmak çok farklı şeylerdir. El­bette güç dengeleri her zaman değerlendiri­lecektir, hatta bugünün 21. yüzyıl sosyalizmi yolundaki ülkeleri bunun ustası olmak ve di­ğer halklara örnek olmakla yükümlüdür. An­cak güç dengelerini kollamak aynı zamanda kapitalizme karşı devamlı bir mevzi savaşı yürütmek ve yığınları sürekli yeniden kazan­

ma savaşı vermektir! İkili iktidardan niha­i iktidara yürüyüş, bu döneme özgü çok fark­lı bir mücadele yoludur.

Venezüella ve Bolivya’da olduğu gibi ikti­darlar çift yönlü “sürekli gerilim” altındadır. Sosyalizm yolundaki iktidarlar hem kendileri­ni destekleyen halk örgütlenmeleri ile hem de hepsi birlikte egemenliğini kısmen yitirmiş burjuva güçleriyle sürekli bir gerilim yaşa­maktadır. Eski düzenin siyasal ve moral de­ğerleriyle yeni inşa edilmeye çalışılan değerler sürekli birbirini sınamaktadır. Yeni değerler eskinin içinde inşa edilmektedir.

21. yüzyıl sosyalizminin iktidar deneyin­den iki yönlü sonuç çıkartmak mümkündür. Sosyalizmi hedefleyen iktidarla onun maddi kaynağı olan “sosyal hareketler” arasındaki ilişkinin A.G. Linera’nın belirttiği gibi “sürekli diyalektik, sürekli gerilim” temelinde yürüme­si önceki deneylerden tümüyle farklıdır. Her gerilim kendi özgün çözümünü yaratmalıdır, her çözüm bir anlamda iktidarın daha yetkin­leşmesi anlamına gelir, ancak kendi güçlerin­den kopmadan, canlı bağı daha güçlendirerek! Bu, araç ve örgütlenmelerin de sürekli bir değişim içinde olmasını gerek­tirir.

İkili iktidar olgusunun yönetimi ise, kapita­lizm içinde, onun güç ve değerleriyle her gün sınanmayı, hesaplaşmayı içerir. Buradan nihai hesaplaşmaya nasıl gidileceği elbette bir tek ülkedeki durumu aşar. Bölge ve dün­yadaki gelişmeler bu konuda belirleyici rol oynayacaktır.

İktidar ve Ekonomi Sorunu: Burada mül­kiyet ilişkileri ve ekonominin planlaması ko­nularında eski derslerden farklı nelerin yaşandığı önem kazanıyor. Bu konularda ön­ceki deneylerin bilinen yolundan yürünmüyor. Zaten ikili iktidar gerçeği egemen sınıfların birden tasfiyesi ve mülksüzleştirilmesini im­kânsız kılıyor. Ancak bu sorunlara yaklaşım­daki farklılıkların tek nedeni ikili iktidar gerçekliği değildir, özellikle Sovyet deneyi mülkiyetin tümüyle devletleştirilmesi ve her şeyin merkezi plan altına alınmasının dev bir bürokrasinin doğması ve tüm sistemin don­ması ile sonuçlandığını göstermiştir. Bu ger­çekten hareketle elde güç bile olsa bu alanlarda eski yoldan yürünmesi mümkün

......y o l................

JD

21. Yüzyıl Sosyalizmi

değildir.

Bugüne kadar stratejik sanayilerde kamu­laştırma yapıldı. Bu kamulaştırmaların her bi­rinin adeta kendi özel tarihi vardır. Venezüella’daki petrol firması, Bolivya’daki su ve gaz şirketleri hep bir mücadele ve ö­nemli dönüm noktalarında kamulaştırıldı. Da­ha sonra Chavez stratejik alanlarda, elektrik, iletişim, medya gibi, kamulaştırmalar yaptı. Çoğunda işletme sahiplerine belli bir ödeme yapıldı. Öte yandan, halkın en yoksul kesimi­ne yönelik sağlık, eğitim, asgari yaşam ko­şullarını iyileştirme adımları atıldı. Pek çok kooperatif kuruldu. Bu ülkelerde üç tip mülki­yet vardır: Devlet, sosyal ve özel. Elbette devlet ve sosyal mülkiyet özel mülkiyet deni­zi içinde henüz küçük bir adacık gibidir.

Bu uygulamalar sırasında öne çıkan bazı sorunlar 21. yüzyıl sosyalizmi yolunda büyük önem taşıyor. Venezüella’da sendikaların yaptığı tespitlere göre anayasal olarak binin üzerinde işletmeye devlet el koyup işçi yöne­timine geçilebilir. Ancak fabrikalarda işçi yö­netimi beklenildiği gibi hızlı ve verimli ilerlemiyor. Fabrikalarda işçi yönetimi top- yekûn bir gidişin moral coşkusunu taşımıyor. Her uygulama kendine özgü sorunlar içinde sanki “bir adım ileri iki adım geri” gidiyor. İş­çiler içindeki gurup çıkarlarının çatışması ge­nel bir hedefe yönelişi engelliyor. Şunu görüyoruz: başka koşullar olmazsa işçi sını­fı işyerlerini etkin bir şekilde ve genel toplum­sal çıkarları gözeten bir tarzda yönetmeye hızla talip olmuyor. Kapitalizm denizi içinde sosyalist adacıklar inşa etmek bugüne kadar yaşanan bir deney değil, çok büyük enerji,

S Construyendo el socialisMO

kararlılık ve yaratıcılık gerektiriyor.

Bu ülkelerde en çok şikâyet edilen konu bürokrasi ve rüşvettir. Bu sorunların altında özel mülkiyetin gücü ve büyüsü yatar. 21. yüzyıl sosyalizmi özel mülkiyetin gücüyle na­sıl mücadele edecektir? Sovyet deneyindeki gibi topyekûn tasfiye edilmesi hem mümkün değil, hem de soruna gerçek bir çözüm üret­mediği için gerekli değildir. Bu sorunun basit, birkaç kararla çözümlenebilecek bir cevabı olmadığını sosyalizmin mücadele tarihi yete­rince öğretmiş olmalıdır. Geriye yaratıcı yeni pratikten öğrenmek kalıyor. Üç mülkiyet biçi­mi 21. yüzyıl sosyalizminde birlikte yaşaya­caktır. Özel mülkiyetin güç ve egemenlik aracı olmaktan çıkarılması niha­i bir hedef olsa da, bu hedefe hangi yollardan yürünerek varılacağını bugün bilmiyoruz. Zenginliğin dağıtımı ve yeniden dağıtımında devletin (merkezi gücün) rolü uzun süre öne­mini koruyacaktır. Devletin yanında halk ör­gütlenmelerinin gücünün kesintisiz büyümesi, “sürekli gerilimle” merkezdeki her bozulmayı etkisizleştirmesi 21. yüzyıl sosya­lizminin temel özelliklerinden birisi olacaktır. Aksi durumda “21.yüzyıl sosyalizmi” nitele­mesini hak etmez.

21. Yüzyıl Sosyalizmi Yolunda İlk Sonuçlar

Yaşanan deneylerden ilk elden bazı so­nuçlar çıkartmak mümkündür.

İlki, 21. yüzyıl sosyalistlerinin elinde katı­laşmış formüler yoktur. Elde olan önceki de­neylerden çıkartılan sonuçlar, bu anlamda tekrarlanmaması gereken hatalar ve bunla­rın çizdiği bazı sınırlardır. Katılaşmış formül­lerin olmaması bir avantajdır, mücadeleye büyük bir esneme gücü kazandırır. Fakat bir dezavantajı da vardır. Hedefin dışına savrul­malar da yaratabilir. Ancak mücadelenin ba­şarıları ve birikecek deneyler böyle savrulmaları engelleyebilir. Eskinin ruhsuzca tekrarı bir kazanım yaratmadığına göre he­nüz bilinmeyen yollardan yürümekten başka bir seçenek yoktur.

İkincisi, hem merkezi iktidar konumu ka­zanarak, hem de bu olmadan alanlarda ira­de yaratarak yaşanan ikili iktidarlar olgusu,

<İL

aynı zamanda kapitalizm içinde sosyalist a­lanlar yaratma savaşıdır, önceki yol böyle değildi. Sosyalizmin hedefleri topyekûn bir ik­tidar değişimi ile uygulanabilir olarak öngö­rüldü ve böyle davranıldı. Bu yeni olguyu eski alışkanlıkla önemsememek bugünü ve geleceği kavramamak olur. Kapitalizm de ön­ce feodalizm içinde maddi alt yapı ve moral değerler olarak gelişmiş, sonra devrimlerle iktidar olmuştu. Sosyalist mücadelenin bir dönemi 20. yüzyılla kapandıktan sonra, ya­şadığımız dönemde benzer gelişmeler yaşa­nıyor. İkili iktidarlar biçiminde kapitalizm içinde sosyalizmin maddi alt yapısı ve onun moral değerleri inşa ediliyor. Bu gerçeklik, topyekûn devrime hazırlanırken, aynı zaman­da sosyalist alanların yaratılması mücadele­sinin stratejilere katılmasını gerekli hale getiriyor.

21. yüzyılda böyle bir olgu yaşanıyorsa bu bir rastlantı değil, kapitalizmin gelip dayandı­ğı sınırlara işaret eden bir gerçekliktir. Kapi­talizm maddi ve moral değerleri açısından bir sınıra dayanmıştır. Hala egemendir, ancak e­gemenliğini sürdürme yolları tıkanmaktadır. Üçüncü dünya ülkeleri kapitalizmin cehen­nem yüzünü temsil ediyordu; son yaşanan büyük kriz kaçınılmazı- bu cehennemin cen­net adacıklarına da (merkezlere de) gelip da­yanacağı gerçekliğini- güçlü bir şekilde gündemleştirdi. İkili iktidarlar olgusunun ar­dında kapitalizmin köklü tıkanış gerçekliği ya­tar. Bu deneyler aynı zamanda sosyalizme gidiş yolunda iktidar olma, doğrudan demok­rasi, üretimi örgütleme yeteneklerinin gelişti­rilmesi yolunda muazzam pratik okullardır. İyi öğrenebilirsek daha ileri gidebiliriz.

Üçüncüsü ve en önemlisi, 21. yüzyıl sosyalizminin üstünde yükseldiği temel ze­mindir. Eğer devrimler tarihine bir kez daha dönüp bakarsak, 19. ve 20. yüzyılın proletar­ya devrimleri, kapitalizmin son gelişim aşa­masına vardığı noktada değil, tam tersine kendinden önceki üretim biçimleriyle henüz yoğun boğuşmanın sürdüğü süreçlerde, ya­ni restorasyon dönemlerinde patlak verdiğini görürüz. 1848, 1871 Fransız devrimleri, 1917 Rus devrimi, 1918 Alman devrimi restoras­yon dönemlerinden çıkıp gelmiştir. Bu neden­

le tarihin bir oyunu gibi proletarya devrimleri aynı zamanda kapitalizmin süpüremediği es­ki üretim ilişkilerinin tasfiyesinde rol oynamış­tır. Bugün bambaşka bir dünyadayız. Kapitalist gelişmenin önündeki tek engel yine kendisidir. Günümüzde yaşanacak her tepki ve devrim artık yalın bir şekilde kapitalizme yönelmek zorundadır.

Kapitalizmin kendi iç gelişimiyle bir tıkan­ma noktasına geldiğinin üç temel kanıtına değinelim:

• Gelişmiş kapitalist merkezlerdeki ya­şam biçimi artık dünyanın geri kalanının a­leyhine “sürdürülemez” noktaya gelmiştir. Doğal kaynaklar ve doğanın genel yapısı tü­ketim deliliğinin sınırlarına gelindiğini göste­riyor.

• İnsanın üretimdeki yeri artık yaygın bir sorgulama altındadır. İnsanların önemli bir bölümü sürekli üretim dışına itiliyor. Bu in­sanlar “yedek sanayi ordusu” olmaktan çık­mış, koşullar böyle devam ederse, sürekli olarak üretim ve toplum dışına itilmiş kalma­ya mahkûmdurlar. Bu geniş kitleye artık “dış­lanmışlar” deniyor. Üretim içinde yer alan iş gücü ise uzun yılların mekanik fordist üretim tarzına pasif de olsa direnç göstererek bu sistemin önemli ölçüde çökmesine neden ol­muştur. Ancak kapitalizm gerilimi çok daha yüksek “esnek üretim” ve “takım çalışması sistemi”ne geçerek insanın dayanma gücü­nün sınırlarını zorlamaktadır. Artık insanı tü­keten bu çalışma kavramı düne oranla çok daha yoğun bir biçimde sorgulanmaktadır.

• Bütün bunların sonucu olarak, kapi­talizmin moral değerleri de kesin bir çürüme içindedir. “Demokrasi”, “refah”, “özgürlük” kavramaları artık açık bir ikiyüzlülüğü anlatı­yor.

Sosyalizmin çöküşle kapanan döneminin etkisiyle, günümüz koşullarında kapitalizme karşı yükselen tepkiler, kendini en yaygın o­larak “başka bir dünya mümkün” parolasıyla ifade ediyor. Artık bu genel söylemden öte­ye yürümenin zamanı gelmiştir. Bu “başka dünya” ancak 21. Yüzyıl Sosyalizmi’yle müm­kün olabilir.

......y o l................

J3J

Sosyalizm ve Özgürlük

Mert Sinan

Sosyalizm ve özgürlük İkilisi, son dö­nemlerde yaşanan gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, önümüzdeki

günlerin sık sık birlikte anılacak kavramları olarak görünüyor. Yunanistan’da yaşanan is­yan bu görüşü daha da güçlendiren bir geliş­me olarak değerlendirilmeli. Anarşist gençlerin, güncel krize karşı en ciddi karşı çı­kışın örgütlenmesindeki önemli rollerine kar­şılık Avrupa’nın en geleneksel komünist partisi olan Yunanistan Komünist Partisi’nin “ Devlet sokakların güvenliğini sağlayamıyor- sa onu da biz yaparız” noktasına gelmiş ol­masını; özgürlük meselesinin, sosyalist hareketin kendisini yeniden yapılandırması­nın asal eksenlerden birini oluşturmak zorun­da olduğuna dair bir işaret olarak okuyabiliriz.

Kriz, kapitalizmin alternatifsiz olmaması gerektiğini düşündürdü insanlara yeniden. Fakat günümüzde yaşanan krizin 1929 kri­zinden en önemli farkı, hiç kuşku yok ki kapi­talizmin somut alternatifinin olmadığı bir dünyada yaşıyor olmamız. 1929’da kapitaliz­min krizden çıkışına dair önermelerin bir kıs­mının; Keynesyen ekonomik önermelerin, Sovyetler Birliği’ndeki devlet güdümlü ekono­mik uygulamalardan ve planlamadan etkile­nerek geliştirildiğini bile varsayabiliriz. Bu doğru olmasa bile o dönemde krizin, devrim gibi çok güçlü bir alternatifi söz konusu idi. Henüz 12 yıl önce, tarihin ilk işçi devleti ku­rulmuştu. Oysa bugünkü koşullarda, bu du­rum ne kadar canımızı sıkıyor olsa da,

açıkça küresel kapitalist sisteme alternatif bir modelin geliştirilememiş olduğunu tespit et­mek durumundayız. Latin Amerika’dan esen rüzgârlar, Küba, Nepal alternatif laboratuar­lar olarak çalışmaya devam ediyor. Fakat takdir edilecektir ki henüz 21. yüzyıl sosya­lizmini güçlü bir alternatif ve olgunlaşmış, gü­ven sağlamış bir uygulama olarak insanlara, ezilenlere bir seçenek seviyesine sıçratabil­miş değiliz.

Bu geri kalışın en önemli sebeplerinden bir tanesi hiç şüphe yok ki yaşanan sosyaliz­min muhasebesinin daha hala bir ortak bilinç haline çıkarılamayışı. Bugünden bakıldığın­da, sosyalizm refah devleti uygulamalarının dahi tasavvur edemediği bir sosyal güvence­yi ekonomik olarak halklara sunabilmiş bir deneyim olarak görülmektedir. Fakat bunu gerçekleştirirken, toplumun devlet işlerinin yürütülmesinde her geçen gün daha fazla ini­siyatif kazandığı bir gelişme ortaya çıkma­mıştır. Hatta tam tersine devlet, sürekli bir tedirginlik içerisinde iktidarını toplumsallaş­tırmayı geriye dönüş için bir zemin yaratma olarak görmüş, zaman zaman baskıcı uygu­lamaları sınıfın ana gövdesini de hedef ala­cak biçimde hayata geçirmekten geri durmamıştır. Bunun insanlığın zihninde çok ciddi bir yaraya dönüştüğü açıktır. Sosyaliz­min özgürlük ile ilgili zaaflarının sadece bur­juva propagandası kaynaklı olduğunu düşünmek bizleri kafasını kuma gömmüş de- vekuşlarına dönüştürüyor. Bu yaranın pansu­manı yapılamadan, sosyalizm yeniden

c î i

yol

toplumsal inisiyatifin en canlı bütünlüğünü temsil eden bir düşünce olarak tespit edile­meden, yol alma şansımız yoktur. Dolayısıy­la nasıl bir devlet tartışmasından yola çıkarak, çok geniş bir kapsamda kendimizi yeniden düşünebilmek durumundayız. Bu meselenin salt teorik, gelecekle ilgili bir me­sele olarak algılanmaması gerekmektedir. Ya da özgürlük sorununda yeni bir yaklaşım ge­liştirilmesi ile ilgili ısrarı, biraydın hissiyatı o­larak görmek de ciddi bir eksikliktir. Bugün sosyalist hareketlerle toplum arasındaki itme kuvvetinin bir kısmı örgütlenme anlayışımı­zın insanların inisiyatiflerini ve katılımlarını zayıflatma özelliği taşımasından da kaynak­lanmaktadır. Geleneksel, şefçi mantıklarla yürünecek yol kalmamıştır, özgür ve eşit bir yarının rüyasını görenler, bu düş için kavga­yı da kendilerini özneleştiren, kendi faaliyet­leri üzerinde tam irade sahibi oldukları bir sürecin parçası olarak vermek istemektedir­ler. Bunda da sonuna kadar haklıdırlar.

O zaman, büyük sosyalist hareketler aile­sinin bir bileşeni olarak bizim de bu olumsuz mirasın adını net bir biçimde koyarak kendi­mizi yeniden yapılandırırken yeni hareket noktaları ortaya koyabilmemiz gerekmekte­dir. Bu yazıda genel başlıklarıyla, özgürlük anlayışındaki mücadele edebilmemiz için ü­zerine basmamız gereken temel ilkelerimizin neler olması gerektiği ile ilgili yaklaşımları or­taya koymaya çalışacağız. Ortada bir yazıy­

la değil bitirilebilecek, başlanamayacak ka­dar kapsamlı bir gündemle karşı karşıya ol­duğumuzu bilerek ama adını koyarak konuşmaya başlamanın da önemini atlama­dan devam etmeye çalışacağız.

-Sosyalizm deneyi (devletli ve devlet­siz) özgürlük meselesi ile ilgili önemli ö­zeleştiri ihtiyacı ortaya çıkarmıştır.

Bu konuda en çok bakılması gereken yer muhakkak ki Sovyetler Birliği deneyimidir. “Tüm iktidar Sovyetlere” diyerek başlayan bir sürecin önce “tüm iktidar partiye” sonra da gittikçe daha dar kurumların iktidarına doğru evirilmesi büyük bir başarısızlıktır, özellikle Stalin döneminde yaşananlar, 1930’lardaki büyük tasfiye hareketi, sistemin neredeyse tüm canlılığını ortadan kaldırmıştır. Sistem tüm yenilenme girişimlerine rağmen -ki bun­ların da hepsi yukarıdanlık zaafını taşımıştır- bu gidişi tersine çevi reme m iştir. Partinin sü­recin sonunda nasıl bir hale geldiği, geriye dönüşün aslında nasıl da toplumsal güçler­den kaynaklı olarak değil de partinin kendi i­çinden kaynaklandığı, 1989 ve sonraki gelişmelerde gözlenmiştir. Toplumun deneti­minden kopan ve tüm iktidarı merkezi düzey­de elinde toparlayan bir iktidarın sosyalizm kurma şansının olmadığı mutlak bir doğru o­larak ortaya çıkmıştır. Proletarya diktatörlü­ğünün, proletaryanın öncü partisinin değil proletaryanın doğrudan kendisinin diktatörlü­ğü olması gerektiği konusundaki Luksem-

burgçu eleştiri yerden göğe kadar haklı çıkmıştır. “ Fakat tüm ülkede bir bütün olarak siyasal yaşamın bastırılmasıyla, Sovyetlerdeki ya­şamın da sakatlanacağı muhak­kaktır. Genel seçimler olmadığında, fikirlerin özgürce çarpışması olmadığında, yaşam her kamusal kurumda yavaş ya­vaş solar gider... Kamusal yaşam gittikçe uyuşur... Gerçeklikte yal­nızca bir düzine seçkin insan (par­ti liderleri) başı çeker ve işçi sınıfının elit bir kesimi liderlerin söylevlerini alkışlamaya ve öneri­len çözümleri oybirliği ile onayla­maya davet edilir-o halde bu aslında bir klik işi, burjuva anla­mıyla bir diktatörlüktür” . İkinci En-

JD

Sosyalizm ve Özgürlük

ternasyonal partilerinin ihaneti, dar ve pro­fesyonel partinin ipleri elden bırakmamasının yaratabileceği zaafların görülebilmesini zor­laştırmıştır. Olağanüstü koşulların gerektirdi­ği kimi önlemler, teorize edilerek, sınıfın yegâne örgütlenme ve yönetme modeli ola­rak ortak bilinç haline getirilmiştir.

Bu sonucun nasıl ortaya çıktığının gerçek­ten kapsamlı bir analizine ihtiyaç var. Le- nin’in iktidar günlerinde olası olumsuzlukların ipuçlarını gördüğü muhakkaktır. Son döne­minde yürüttüğü tartışmalar aslında tam da bu meselelerle ilgilidir. “Lenin’e göre, askeri ve diplomatik işlevler merkezde bırakılmalı, diğer bütün işlevler cumhuriyetlere iade edil­meliydi.” Kendi deyişiyle “ Tam Şark uyku­sundan uyanırken, kendi ulusal azınlıkla­rımıza zorbalık ederek ve haksızlık yaparak saygınlığımızı baltalamamız kabul edilemez” diyen Lenin’in hayatta kalsa gelişen sürece nasıl müdahale edebileceği üzerine konuşu­labilir.

-Yaşanan pratik sorunların teoride kay­naklarının bulunmadığı iddia edilemez.

Uygulama ile ilgili hataların teoriden, Marksizm-Leninizm’den kaynaklanmadığına dair ilk değerlendirmelerin hiçbir şey ifade et­mediği bugün artık açık bir hale gelmiştir. Ta­rihi neredeyse kaderci bir biçimde açıklamaya eğilim duyan, üretici güçlerin ge­liştirilmesini her ne pahasına olursa olsun ge­lişkin bir sanayi kurmak olarak algılayan, insanı tarihin yapıcısı olarak değil de şartla­rın basit bir sonucu olarak gören bir anlayış uzunca bir süre hakim Marksizm yorumu o­larak algılanabilmiştir.

Sınıfa bilincin dışarıdan taşınması ve işçi sınıfının doğal halindeki en gelişkin bilincinin ancak sendikal bilinç olabileceğine dair Leni­nist tez ise partiyi sınıfın yerine ikame eden bir anlayış doğurduğu için proletarya dikta­törlüğü uygulamasındaki ciddi problemlere kaynaklık etmiştir. Sınıfın kendiliğinden ya­rattığı öz örgütlenmeleri hafife alan, sınıf ile parti arasındaki etkileşimleri karşılıklı olarak değil de partiden sınıfa doğru tanımlayan, kuruluş sürecinde partinin inisiyatifi paylaş­masının risklerini hayatı dondurarak aşmaya çalışan, partinin iktidarını sınıfın tümünün ik­tidarı olarak algılayan bir Marksizm yorumu-

<JL

nun sosyalist demokrasi uygulamalarını tali görmesini doğal karşılamak gerekir. Sınıfın doğru bilincinin sınıfın ortak iradesi tarafın­dan oluşturulamayacağını benimseyen bir anlayış problemlidir. Siyasi faaliyet üzerinde yoğun bir baskı kurulmuşken atlanması ma­zur görülebilecek kimi ilişkilenme biçimleri­nin, emperyalizmin oyunları vs. gibi gerekçelerle tüm sosyalist kuruluş sürecine yayılmak istenmesinin, toplum ile devlet ara­sında ciddi bir kopuşa yol açtığı açıktır. Bu yorumun, doğu toplumlarının siyasi kültürüy­le ne kadar bağlantılı olduğu da tartışılmaya açık bir konudur.

- Anarşizm ile polemik zorunluluğu merkezi/devletçi anlayışı güçlendirmiştir.

Hem Marx’in Bakunin’le, hem de Lenin’in Narodnikler ve Kropotkin ile yaşadığı pole­miklerin, anarşizmin aşırılıklarının yanı sıra özgürlükler meselesindeki hassasiyetlerinin de önemsenmemesine yol açtığı düşünülebi­lir. Bireyi önemseyen veya iktidarın merkezi­leşmesinin yaratabileceği zafiyetleri ortaya koyanlar rahatlıkla anarşistlikle suçlanabil- mişlerdir.

- Stalinizm ile araya çok net sınır çizgi­leri çekilmelidir. Sonuçların süreçleri ak­ladığı bir yaklaşım kesinlikle terk edilmelidir.

“Temizlik harekâtının sonuçları 1937-38 yıllarında 1.372.392 kişi tutuklanmış ve bun­lardan 681.6927si kurşuna dizilmiştir... Polit­büro bir iktidar organı olarak fiilen iktidarsızlaştırılmıştır. Stalin artık bazen sa­dece 4 kişiden oluşan küçük bir grupla çalışı­yordu. Diğerlerinin gizli meseleler hakkında hiçbir bilgisi yoktu ve çoğu mesele gizliydi. Şimdiye kadar düzenli bültenlerle birçok ko­nuda haberdar edilen parti liderlerine bülten falan gönderilmiyordu. Aynı şekilde çoktan karara bağlanmış meseleleri tartışmak için a­rada bir toplantıya çağrılan Merkez Komitesi de önemini yitirmişti” (Sovyet Yüzyılı, s. 148)

Stalinizm, parti iktidarının dahi daralıp tek bir önder elinde toplandığı özel bir dönemi temsil eder. Stalin döneminde elde edilen ba­şarılar hem ekonomik hem de uluslar arası siyaset alanında gerçekten büyüktür. Stalin iktidara geldiğinde iç savaş sona ermişti ama

yol

Sovyetler Birliği’nin varlığının devam edip e­demeyeceği hala muğlâktı. Ekonomide de iş­ler hiç iyi gitmiyordu. Lenin’in formüle ettiği NEP döneminde kapitalizmi andıran gelişme­ler yaygınlık kazanmıştı. Toplumun ihtiyaçla­rının karşılanması ancak kapitalizme verilen tavizlerle mümkün hale gelebilmişti. Sta- Iin1929 yılından başlayarak NEP’i tamamen ortadan kaldıracak muazzam bir kamulaştır­ma hareketine başladı, kırlardaki kır zengin­lerini tasfiye etti, bütün toprakları kamulaştırdı ve tarımsal gelirlerin finanse et­tiği bir devasa ağır sanayi hamlesine başladı. Bu atılım sayesinde Sovyetler Birliği dünya tarihinin en hızlı kentleşen ve sanayileşen ül­kesi haline gelebildi. Toplumsal tüketim bas­kılanarak, kırsal artık bütünüyle bu sürecin finanse edilmesine harcandı. Dolayısıyla top­lumdaki, çalışan, üreten kesimlerdeki muha­lif çıkışların da baskılanması benimsendi, tüm muhalefet susturuldu. Dünya kapitalist sisteminin krizden geçtiği bir dönemde Sov­yetler Birliği göz kamaştırıcı bir ekonomik ba­şarıya ve kalkınmaya imza attı.

Aynı şekilde faşist Hitler rejiminin yok e­dilmesinin gururu da büyük oranda Stalin ik­tidarındaki Sovyetler Birliği’ne aittir. Büyük Savaş sonrasında 20 yıl önce varlığını sür­dürüp sürdüremeyeceği tartışmalı olan Sos­yalist Anavatan, kendisini dünyanın iki süper gücünden biri haline getiren bir başarıya im­za atmıştı.

Ancak elde edilen tüm başarılara rağmen gün kurtarılabilmiş fakat sosyalizmin gelece­ği kaybedilmiştir. Sınıfın iktidar olma yönün­deki tüm güdüleri bu dönemde ortadan kaldırılmıştır. Uygulanan tedhişin boyutları, gidişatın bu yönelimini eleştiren hemen her unsurun hain, işbirlikçi olarak tanımlanarak kamuoyuna açık mahkemelerde yargılanarak idam edilmesi, devrimi gerçekleştiren parti kadrolarının neredeyse tamamının bu zılgıt sürecinde tasfiye olmaları, sosyalizmin gele­ceğine ipotek koymuştur. Aslında Sovyetler Birliği’nde yaşananların tamamı, tüm ekono­mik başarılara rağmen sosyalist demokrasiyi inşa edemeyen bir toplumun sosyalist olarak tanımlanabilmesinin ya da en azından sos­yalizme yürüyebilmesinin imkânsız olduğu­nun bir ispatıdır. Bunun sebebinin sadece siyasi olmadığını görmek, ekonomide ileriki

dönemlerde yaşanan birçok sıkıntının da as­lında bu iktidarı dengeleyecek tepkilerin yok­luğundan kaynaklı olduğun görmek durumundayız.

Bu durumun hala bilinç seviyesine çıkarı- lamayışı, Çin’de komünist parti iktidarında yaşananların kafaları karıştırmasına yol aç­maktadır. Küresel kapitalizmin gelişiminin en önemli unsurlarından biri olan, sanayisini bü­yük oranda muazzam büyüklükteki işgücünü küresel sermayenin sömürüsüne açarak ge­liştiren Çin’den sosyalizme çark etmesini bekleyenlerin sayısı az değildir. Sonuç mer­kezli bakış açısı, böylesi bir sömürü süreci­nin ve bu süreçte sınıfın tüm inisiyatifsizliğinin bir sosyalizm üretebileceği­ne dair bir beklenti içine girebilmektedir.

-Sorunun bir boyutunun felsefi algıla­yış ile ilgili olduğu açıktır. Özellikle mut­lak doğru algısı, sınıf açısından doğrunun ancak kolektif üretimle mümkün olabile­ceğini gölgelemektedir.

Marksizm’in bilimsellik iddiası bu süreci o­lumsuz yönde destekleyen sonuçlar yarat­mıştır. Dogmatikleşme kendisini bilimsel tek doğru anlayışıyla meşrulaştırabilmiştir. Tez- antitez-sentez sürecinin ancak kolektif bir tartışma sürecinin ürünü olabileceği görüle­memiştir. “Formel mantık şöyle der: Herhan­gi bir önerme doğruysa doğrudur. Hiçbir önerme aynı anda doğru ve yanlış olamaz. Her önerme ya doğru ya yanlış olmalıdır. Di­yalektik mantıksa geliştirip şöyle der: Eğer i­çerik veriliyse, yalıtılmış bir önerme ne doğru ne de yanlıştır, her bir yalıtılmış önerme aşıl­mak durumundadır, gerçek bir içeriği olan her önerme aynı anda doğru ve yanlıştır, a­şılmışsa doğrudur, kendisini mutlak olumlu- yorsa yanlıştır.” Diyalektiğin bilgi kuramının Lefebvre’nin yaptığı gibi uygulanması özgür- lük/hakikat ilişkisinin yeniden kurulmasına hizmet edebilir. Var olan bütün önermeler, a­şılmayı kader olarak da taşırlar. Bu onların tez olarak doğalarıdır. Bu aşılma sürecinin sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesi, antitez­lerin üretilebilmesi sürecinin önünün açık ola­bilmesi ve sentezin ortaya çıkabileceği praxislerin mümkün olabilmesi koşuluna bağ­lıdır.

Dolayısıyla bu tartışmaların yapılması ta-

JD

Sosyalizm ve Özgürlük

rihimize sahip çıkmadığımız anlamına gel­mez, tam tersine tarihimizin deneyimlerinden öğrenerek aşılması gerekliliğinin vurgulan­ması olarak görülmelidir. Sosyalizm insanlı­ğın özgürlük ve adalet hülyasıdır. Günümüzün kıstırılmış insanlığı, sosyalizmi yeniden bir alternatif olarak yapılandıramaz- sa bir süredir içinde debelendiği umutsuzluk çukurlarında sıkışmaya mahkûmdur. Dolayı­sıyla günümüz sosyalistlerinin en önemli gö­revlerinden biri de 21. yüzyıla özgü bir sosyalizm anlayışını, günümüz koşullarından hareketle ve geçmiş deneyimlerimizden bes­lenerek yapılandırabilmektir. Her şeyin geç­mişteki çerçeveler içinde yenileneceğini ummak saf hayalciliktir. Bu düşünce kimi

“profesyonel devrimcileri” tatmin edebilir a­ma geniş yığınlarda umutsuzluk ve kayıtsız­lık yarattığı muhakkaktır. Önümüzdeki sorunların salt düşünsel faaliyetlerle aşıla­mayacağı muhakkaktır ama ideolojik prob­lemlerin salt rutin patrikle ya da yeni örgütlenme modelleri ile aşılamayacağı da a­çıktır. Sınıf tarafından benimsenen bir çerçe­ve ortaya konamadan, salt mücadele taktikleri ile umduğumuz ve beklediğimiz yük­selişin ağır kapıları aralanamaz.

İktidar olmadan dünyayı değiştirme hayal­leri görülmesinin önüne geçmenin en etkin yolu, iktidarı gerçekten sınıfın kılacak bir sos­yalist devlet ve örgüt anlayışının bugünden yarına geliştirilmesidir.

<âL

Latin Amerika İzlenimleri*

Altan Keskin

“A slında bir kişi eylem e geçtiği, iradi bir çaba gösterdiği ve ‘önceden kestirilen’ bu sonuca som ut katkıda bulunduğu ölçüde bir şeyleri önceden kestirebilir. O halde tahm in yürütm e kendini bilim sel bir bilm e eylem inde değil, gösterilen ça­banın soyut ifadesinde ve ortak b ir irade yaratm anın pratik biçim inde açığa çı­karm aktadır.”

A ntonio Gram sci

*Bu yazı 2008 yılı içinde yaptığım ve altı ay süren Güney Amerika seyahati sonrasın­da Yol dergisi’nden yoldaşların röportaj tale­bi sonucu hazırlanmıştır. Soru-cevap şeklinde tasarlanan dizin, daha uygun olaca­ğı düşüncesiyle tarafımdan makale düzenin­de biçimlendirilerek yanıtlanmıştır. Güney Ameri ka’nın bugününe dair izlenimlerden hareketle toplumsal değişim mücadelesi açı­sından derinleştirilmesi gereken birkaç başlı­ğa değinmek kaygısındadır.

Kıtanın ÖnemiLatin Amerika’nın politik/ekonomik tarihi

kendisine has öznellikler ve deneyimlerle do­lu bir tarihtir. Buna sebep 1492’de Kolomb ve beraberindekilerin kıtaya ayak bastıkları an­dan itibaren orijinal bir ekonomik altyapının şekillenmeye başlamış olmasıdır. İlkel, köle­ci, feodal ve nihayetinde kapitalist toplum şeklindeki klasik paradigma, Yeni Dünya açı­sından geçerli değildir. (Ayrıca bu paradig­manın Avrupa açısından da ne derece geçerli olduğu, tartışmaya açık bir konudur). Bir yanda yerli halkın ve Afrika’dan gemiler dolusu getirilen insanların köle prangalarına

bağlanması, diğer yanda büyük çiftliklerde (Hacienda) hüküm süren serf/derebeyi ilişki­leri ve şehirlerdeki kapitalist ticaret ağı, XIX. Yüzyıl sonlarına dek kıtada iç içe var olmuş­tur. Potosi maden bölgesinin, Brezilya, Küba veya Kolombiya’da şekerkamışı tarlalarında çalıştırılan kölelerin, ya da Buenos Aires ve Lima gibi liman şehirlerinin hikâyelerine bak­tığımızda bu durum oldukça net biçimde açı­ğa çıkıyor. Kaldı ki bugün bile gelişkin kapitalist yapılarına rağmen kıta ülkelerinde sömürgeci ekonominin kalıntıları mevcuttur. Bolivya ve Brezilya’daki topraksızlar ile, Ko­lombiya’da yürüyüşe geçen köylülerin talep­leri incelendiğinde henüz tedavülden kalkmamış pre-kapitalist üretim ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkilerine eklemlenerek sür­dürdükleri yaşam da kendiliğinden görünür hal alıyor.

Güney Amerika ekonomisinin şanssızlığı Kolomb zamanındaki medeniyetlerin (İnka, Maya ve diğerleri) gümüşü Ay’ın, altını ise yaşamın ve inancın merkezine oturttukları Güneş’in ter damlaları sayan kültürlerinde başlar. Francisco Pizzaro’nun karşılaştığı ilk İknalar konuklarına uluslarını yüceltmek adı­na altından yapılma (var olmayan) tapınak-

J 9 J

Latin Amerika İzlenimleri

SIMÓN BOLÍVAR

lardan dem vurduklarında felaketlerini çağır­dıklarını bilemezlerdi. Altın ve gümüş yağma­sı ile başlayan süreç, bütün tabi kaynaklara (ki yerli halk ile bir tür deniz kuşunun yüksek kalitede gübre niteliği taşıyan pisliği de buna dahildir) el konulması şeklinde gelişir. Sonuç­ta kıta, ilk etapta Avrupa’da yeşermekte olan kapitalizme sermaye ve hammadde teminini sağlayan başlıca bölge olacak, sonrasında i­se emperyalist üretim ilişkileri ağında mah­volmaya devam edecektir. Öyle ki Arjantin derileri neredeyse yok pahasına Avrupa ve Amerika bandıralı gemilere yüklenecek, aynı gemiler bu derilerden işlenmiş eşyaları fahiş fiyatlarla satmak üzere topladıkları yerlere geri getireceklerdir. Ve yine öyle ki, ülkesini kalkındırmak adına ithal ürünlere vergi ve ko­ta koyan Paraguay 1865’de ‘halkı diktatörlük­ten kurtarmak’ amacını güttüklerini söyleyen üçlü ittifakın saldırısına uğrayacak, ve bu sa­vaşta Paraguay yetişkin erkek nüfusunun ne­redeyse tamamı öldürülecektir.

Ekonomik altyapıdaki özgünlük ve bağla­mında sömürü ağının sıkılığı ile sürekliliği, dolayısıyla politik üstyapıda da yansımasını bulur. Politik arenaya baktığımızda karşımı­za keşfin başlangıcından bugüne, sömürüye paralel kesintisizlikle devam eden bir müca­delenin (ki bu mücadele temelde sınıfsaldır) tarihsel seyri çıkar. Bu tarihsel seyri kabaca

üç ana döneme ayırabiliriz:

1. 1492 ile 1800’lü yılların başlangıcına kadar süren dönem: Yerli halkların ve kölele­rin İspanyol Conquistadorlara (Fatih) karşı yürüttükleri isyan hareketlerine sahne teşkil eder. Ok ve yay, tüfek ve kılıca karşı amansız savaşında kısa erimli zaferler almış olsa da genellikle yenilgilere uğramıştır. Kimi isyan­lar onlarca yıl kimisi ise birkaç ay sürmüş, lâ­kin bastırılan bir isyanın ardından yenisinin çıkışı çok gecikmemiştir. Şili’de Aracauno’lar, Ekvador’da Ruminahui, Peru’da TupacAma- ru, Bolivya’da Tupac Catari, Brezilya’da or­mana kaçan kölelerce kurulan Palmeras Federasyonu bu dönemin başat isim ve olgu- larındandır.

2. 1800’lü yıllar: Özellikle kreollerin (Gü­ney Amerika’da doğmuş Avrupa kökenliler) Fransız Aydınlanma Felsefesi ve devriminin etkileriyle biçimlendirdikleri ulusal bağımsız­lık savaşlarının yaşandığı yıllardır. ‘Güney A­merika bu topraklarda doğanların özgür vatanıdır’ parolasıyla silahlar kuşanılmıştır. Simon Bolivar Kolombiya, Ekvator, Peru (Bo­livya dahil) ve Venezüella’yı kapsayan Büyük Kolombiya Federasyonu’nu kurarken, aynı zamanda kıtadaki İspanyol egemenliğine de resmi olarak son veren kişidir. Küba’da Jose Marti, Uruguay’da Jose Artigas, Bolivya’da Sucre ve daha pek çok isim eşitlikçi, bağım­sız bir ülke adına sömürgeci ve oligarşik ikti­darlara karşı bu dönemde savaştan savaşa yol almışlardır.

3. XX. yüzyılla birlikte ise sınıfsal özgür­lük mücadeleleri arenanın merkezini tutar. Zapata, Sandino, Castro sadece ülkelerinde devrime önderlik eden isimler değillerdir. Ad­ları ile anılacak olan politik stratejileri ve dü­şünceleri de tarih sahnesine işlemişlerdir. Benzer şekilde Uruguay’da Tupamarolar şe­hir gerillacılığı yaklaşımını yeni bir deneyim olarak geliştirirler. Arjantin’de Peron, Şili’de Ailende, Ekvador’da Alfaro gibi halkçı ve/ve- ya sosyalist iktidarlar kıta çapına yayılmış mevcut devrimci mücadelelerle bağlaşık ya­şamış ve böylece kıtaya büyük bir tarihsel miras bırakılmasını sağlamışlardır.

Meselenin finans-kapital tarafında ise sü­rece darbeler ve ekonomik ambargo’dan kontrgerilla savaşına kadar pek çok karşı

tepki ile cevap veriş vardır. Uluslararası ser­maye, sınıflar savaşındaki yeni politik yöne­limlerini ilk uygulama alanı olarak çoğu kez Latin Amerika’yı seçmiş ve buradaki sonuçla­rı üzerinden globalleştirmiştir.

Günümüzde, kimi eski illegal siyasetlerin legalist sol yapılar ile ittifakları yoluyla seçim­leri kazanmaları (Uruguay, Ekvador, Bolivya, Venezüella) Kolombiya’da Las Farc’ın sür­dürdüğü gerilla savaşımı ve en belirgini Bre­zilya’daki Topraksız Köylü Hareketi (MST) olan yeni bir orijinalite üzerine kurulu meşru­iyet eksenli örgütleri ile kıta büyük bir müca­dele mozaiği olma konumunu sürdürmek­tedir.

Ve bu mozaiktir ki sosyalist bloğun 1989 da başlayan parçalanması sonrasında geri­leme yaşayan mücadele içindeki kitlelere moral motivasyon olmaktan öte anlam ve gü­ce sahiptir. Deneyimler öznel de olsa çıkar­samalar globaldir. Bu çıkarsamalar Paulo Freire’nin eleştirel pedagoji üzerine teorem­lerinden MST’nin topraksız köylülüğe yakla­şımı ve üretim kolektifleri uygulamalarına, yasal ve silahlı savaşımın sentezinden sos­yalizme geçiş problemlerine kadar geniş bir yelpaze içerir. Lâkin bu noktada özellikle be­lirtmek isterim ki olabilecek en son çıkarsa­ma Latin Amerika’nın mücadele zenginliğini ululaştırmak ve kopyalamak olabilir. Netice­de sosyalizm yolu bir etkileşimler ve birikim­ler yoludur. Ve her birikim ancak kendi öznelliklerimizle bir sentez dâhilinde içselleş­tirilirse bir birikim olabilir.

Kültürel EtkilerKıtayı anlayabilmek için kavranması gere­

ken üçüncü olmazsa olmaz ise kültürel fark­lardır. Ekonomik-politik güzergâhın hem belirleyicisi hem de belirleneni olan kültür a­lanında kıtaya haslıklara baktığımızda ilk el­den göze çarpan nitelikleri birkaç başlık içinde toplayabiliriz:

1. Güney Amerika insanı ülke kimliğin­den önce kıta kimliğini taşımaktadır. Uzun a­nalizlere girmekten imtina ederek durumu özetlemek gerekirse öyküsü Brezilya’daki ge­mi yolculuğum esnasında geçen bir sohbetin içeriğini anlatmam gerekecektir. Sohbet ar­kadaşım basit bir soru yöneltmişti. Dedesinin

İngiltere’den Brezilya’ya göç etmiş siyah ten­li bir İngiliz, annesinin ise BolivyalI bir yerli olduğunu belirttikten sonra ‘sence benim ır­kım ne?’ diye sormuştu. XIX. Yüzyıl ortaları­na kadar İspanyol ve Portekiz hegemonyaları altında yaşayan yerli halk, siyahiler ve Avru­pa kökenliler böylece ortak bir kıta tarihinde buluşmuş, ortak tarihin özneleri olmuşlardır. Kıta genelinde İspanyolca ve Portekizce dı­şında dillerin konuşulmaması bu noktada ö­nemlidir.

Diğer bir örnekte, Venezüella’da Tacaqua mahallesinde sosyalist bir grubun yaptığı et­kinliği izlemiştim. Etkinlik kapsamında iki du­vara mahallenin çocuklarının da gönüllü katılımıyla Devrime atıfta bulunan resimler yapılacaktı. Grup lideri KolombiyalI, diğer ü­yeler iki Arjantinli, iki Şilili, dört Venezüellalı ve bir Türk’ten ibaretti. Burada İspanyol iç sa­vaşındaki Enternasyonal Tugaylar benzeştir­mesini yapmak yanılgı olur. Ernesto Che Guevara’nın Arjantin’de başlayan, Küba dev- riminin önderlerinden biri haline gelişi ile de­vam eden ve Bolivya’da son bulan yaşamında sembolize olan tavır Latin Ameri- kalılığa dair bir tavırdır.

2. İspanyollar kıtaya sadece engizisyon yollu baskı ve yağma getirmemişlerdir. Akde­niz kültürünü de taşımışlardır. Ve bu kültür kı­ta halklarının görenekleri ile birleşip yepyeni bir kimliğe kavuşmuştur. Katolik inancın aldı­ğı biçim ve 1960’larda şekillenmeye başla­yan Kurtuluş Teolojisi adlı oluşum bu bağlamda oldukça önemlidir. Başpiskopos Oscar Romero’nun “Adalet tıpkı yılanlar gibi sadece çıplak ayaklıları ısırıyor” sözünde ö­zetini bulan ve Katolisizm ile sosyalist düşü­nüşü bağdaştırmaya çalışan bu oluşum Nikaragua, El Salvador ve Brezilya’da hatırı sayılır etki yaratmayı başarmış hatta kimi dö­nemlerde toplumsal muhalefetin önderliğini elinde tutmuştur. Gerilla hareketine katılan din adamları veya taban cemaatleri örgütlen­mesi ile yoksul mahallelerde kurulan daya­nışma ağları Vatikan’ın son kalesinin Vatikan’a karşı işlediği en büyük günah ko­numundadır. Yakın zaman önce Paraguay’da seçimleri kazanan solcu lider Fernando Lu­go eski bir piskopostur ve geleneğin devamı­na dair bir göstergedir. Ve bu gelenek “din halkın afyonudur” sözünü en azından kıta i-

......y o l................

JD

Latin Amerika İzlenimleri

çin yeniden değerlendirmeyi gerekli kılmak­tadır.

Denilecektir ki dünyanın her yerinde ko­münist olmuş imamlar, rahipler, hahamlar vardır. Lâkin sorunumuz kişilerin dönüşümü değildir. Bir inanç kurumu ve Althusser’in ta­biri ile söyleyecek olursak erken dönem kapi­talizm boyunca devletlerin başat ideolojik aygıtı olan bir kurumun iç yapısındaki dönü­şümdür. Dindarlığın yüksek boyutta olduğu kıtada kilise görevlileri üzerinden başlayan ve kurumsallaşan teoloji, sosyalist hareket­lere 1960’dan 1980’lerin sonlarına değin bü­yük bir altyapı desteği sunmuştur. Kültürel farklılık göz önüne alınmadan bu gelişim a­çıklanamaz.

3. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir” . Gü­ney Amerika çıkışlı olan bu cümle, güneyin yaşam tarzını da oldukça iyi ifade etmekte­dir. Fidel Castro’nun Sierra Maestra’ya ulaş­tığı gün pek çok talihsizlik ve acemilik sonrasında nerdeyse tüm cephaneyi ve yol­daşlarının büyük kısmını kaybetmiş olması­na rağmen buluşabildiği 11 kişiye ve elde kalan birkaç silaha bakıp “artık zafer kesin­likle bizimdir” demesi salt bir inanç ürünü de­ğil, eylemciliğin birleştirici gücüne vurgudur aynı zamanda. Benzeri örnekleri aramak ge­rekmez çünkü her yerde kolaylıkla karşımıza çıkarlar.

Venezüella’da duvar resmi yapma eyle­minde ekibin temel düşüncesi mahalle ço­cuklarının boyama işine katılımını sağlamak idi. Nitekim düşündükleri şekilde gerçekleşti her şey. Çocuklar konturları çizilmiş figürleri büyülü bir oyunmuşçasına boyamışlar, ey­lemciler ise beraberlerinde getirdikleri birala­rın da yardımıyla mahalle halkı ile şen mahalle sohbetlerine girişmişlerdi. Bu soh­betlerde politik gündem yerine ağırlıklı olarak gündelik hayata dair bilindik sohbetler ve şa­kalaşmalar söz konusuydu. Nedenini sordu­ğumda aldığım cevap gayet basit olmuştu: “Bu sayede biz onlardan biriyiz ve onlar da bizden biri...” Diğer bir örneği ise Arjantin Ro- sario’da yaşadım. Şehrin yoksul mahalleleri­nin birinde sosyalist bir grup tarafından kurulmuş olan dernek evini ziyarete götürül­düm. Programda mahalle çocukları için oku­la yardımcı ders eğitimi vardı. Binanın içinde

eğitim, dışında ise mate (Arjantinlilerin çok sevdiği bitki esaslı bir içecek) eşliğinde soh­bet vardı. Ve her iki örnekte de en dikkat çe­ken nokta sosyalist grup ile mahalleli arasındaki öncü/kitle, şef/cemaat vb. statü­lerdeki ayrımın hissedilmemesiydi.

Böylesi bir organik birleşim, tabiiyet ilişki­lerinden yoksunluğu oranında bireysel ve ku­rumsal gelişimin sağlam dayanaklarla örülmesinin de önünü açmaktadır. Şefe ba­ğımlılık yerine özgür iradeye dayalı birlik; manipüle eden taşıma bilinç yerine, gereksi­nim duyan, içselleştirilen bilinç, belirlenim ye­rine ortaklaşa belirleyiş... Fakat bu tarzın göz ardı edilmemesi gereken ciddi bir sorunu da bulunmaktadır. İradi değil, kendiliğindencidir. Ve bu yönü nedeniyle gerek kişisel gelişimi gerekse grubun sürece müdahale yeteneği­nin gelişimini belirsiz bir zamana bırakır. He­le ki kapitalist ideolojinin toplumda “akıl tutulması” yaratma yeteneği ve hızı düşünül­düğünde, kendiliğindenci tarzlar büyük bir soru işareti oluşturur. Günümüzde yakaladık­ları şans, rüzgârın soldan esmesinden ve bü­yük bir tarihsel geçmişin üzerinde yol almalarından ileri gelmektedir.

4. Adını hatırlamadığım bir kitapta oku­muştum. Latin Amerika’da yürütülen toplum­sal mücadelenin niteliklerini kavrayabilmenin Latin popülizmini kavramakla mümkün olabi­leceğini yazıyordu, öncelikle belirtmeliyim ki doğruluğunu altı aylık yolculuğum süresince karşılaştığım pek çok olayın bana ispatladığı bu önerme, Türkiye’deki popülist tavırdan ol­dukça farklı niteliklere işaret eder. Dolayısı i­le klasik kalıplar içinde, önyargılı yaklaşım­lardan arınılarak incelenmeli, bir yaşam dina­miği olarak kavranmalı ve böylece anlaşılma­ya çalışılmalıdır. Sanırım Chavez’in konuşmalarına kabaca bir bakış, bahsi ge­çen farkı gözler önüne sermesi bakımından yeterli olacaktır.

Bilindiği üzere Chavez politik vurgularının merkezine ABD karşıtlığını oturtur. Birleşmiş milletler toplantısında Bush’a yönelik olarak “Şeytan dün buradaydı” demesi pek çoğumu­zun hala aklindadır. Bununla yetinmeyip “düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşı­mıyla ABD karşıtı liderlere ideolojik savunula­rı her ne olursa olsun kucak açar, (ki pek çok

yol

mitingde Chavez posterlerinin Ahmedinejat ya da Usame Bin Ladin gibi isimlerin yanı sı­ra taşınması kimi çevrelerce yanlış şekilde Kıtada siyasal islamın yükselişine yorumlan­mıştır.) Son noktada da ülkedeki finans oli­garşisine karşı söylemleri oldukça sert ve kışkırtıcıdır.

Bütün bu üslubun özeti yüzyılların tekrarı somut hedefi yeniden ve yeniden göstermek­tir. İspanyol conquistadorlar (fatih) ilk yaban­cılardı ve yıkımın ilk başlatıcıları oldular. Her şeyi alenen yaptılar. Sonrasında gerçekleşen ABD işgalleri (Meksika’da, Nikaragua’da, Kü­ba’da), on yılları bulan diktatörlük dönemle­rinde ya da darbelerin hazırlanışında verilen destek yine alenendi.Ülkedeki büyük tarım sahalarında, madenler­de ve fabrikalarda ya­şanan kıyımlar (Şili’de nitrat işçilerinin taran­ması, Kolombiya’da muz plantasyonlarında gerçekleşen grevin kı­yımla sonuçlanması,Potosi madenlerinde yaşanan katliamlar vd.)ABD’den aldıkları des­teği gizleme gereği duymayan yerli finans oligarşilerinin işi idi.

Türkiye’de emek-sermaye ilişkilerini ve sömürü mekanizmalarını izah böylesi bir ta- rihsellikten yoksun olduğu için görece daha zordur. Orta sınıf umutları hali hazırda canlı­dır. Oysa Güney açısından problemin bu ba­samağını atlamak hedefi tanımlayabilirle açısından bir sorun teşkil etmez. Bu nedenle­dir ki 1970’lerde suni denge ve şehirlerin ku­şatılmışlığı teorileri ülkemizde soyut bir olgu olarak kavranılmaya çalışırken kıtada basit bir gerçeklik olarak ifadesini bulmuştur. Ve bu nedenledir ki Chavez ezilenlere seslenişte geleneğin günümüzdeki mirasçısı konumun­dadır. Yaptığı iş kalıtsallaşmış öfkeye rehber­lik etmektir. Gringo kelimesinin bir küçümseme sıfatı olarak kullanıldığı, arka­daşlıkların amigo kelimesi ile dillendirildiği bir kıtada bu yönlü bir pragmatizmin duyguları harekete geçirmemesi söz konusu değildir.

Zapatist hareket Meksika’dan çıkıp dünya gündemine oturduğunda Sosyalizmin ölümü­nü ilan eden çanlar henüz dinmemişti. Belki ilk başlarda kimi çevrelerce genel geçer bir kalkışma olarak yorumlanmıştı bu hareket. Ne var ki ardı sıra gelen gelişmeler küresel bir ilgiyi yavaş yavaş yeniden kıtaya yöneltti. Hugo Chavez, Evo Morales ve Rafael Corre- a’nın açıktan sosyalizme yürüyüş vadeden iktidarlarını Şili, Arjantin, Uruguay ve nihaye­tinde Paraguay’da sol eğilimli yapıların seçim zaferleri izledi. Kolombiya’da Las Farc’ın et­kinliği azalmaksızın devam ederken, Brezil­ya’da Lula da Silva’nın işçi partisi sağa doğru

Sosyalizm Rüzgarları

çark etse de MST, toprak işgalleri, üretim ko­lektifleri, kolektif üniversiteler gibi atılımlarla sosyalist mücadeleye yeni ufuklar kazandır­dı. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak bü­yük medya kuruluşları dahil pek çok yazı ve yayında Latin Amerika’da yükselen yeni bir sol dalgadan bahsedilmeye başlandı.

Ve ilk yanılsama da böylece bu bahis pa­ralelinde oluşturulmaya çalışıldı. Meseleyi sistem içi sınırlar çerçevesinde ele alan yak­laşımlarda “yükselen sol dalga”nın da sistem içi özellikleri ön plana çıkartıldı. Süreç, bir yö­nüyle Bush yönetimi ile sembolize olan neo­liberal saldırıya verilen tepkilere indirgendi. Dalga mefhumunun burada kullanılmış olma­sı anlamlıdır. Çünkü kabarış ve coşkunluğun yanı sıra genel geçerlik ve sönümlenişi de i­fade eder. Neticede Güneyin tarihi bu türden kalkışmaların ve darbeler, diktatörlükler ya

JD

Latin Amerika İzlenimleri

da Peru ve Kolombiya’da olduğu gibi sürek- lileştirilmiş sağ iktidarlar aracılığıyla dizginle- nişlerinin tarihi değil midir? Küba bir istisna olarak bu genel yargıyı bozmaz. Böylece yükseliş, kitleler nezdinde neoliberal saldırı­lara sistem içi umut vaat etmenin bir aracına dönüştürülerek hem saldırıya karşı savunma refleksi kırılmaya hem de umutsuzluğun teh- ditkâr bir seyre yönelmesi önlenmeye çalışı­lır.

Sol yelpazede ise hataya ekseriyetle du­rumu bir ajitasyon aracına indirgemek sure­tiyle düşülmektedir. Evet, Latin Amerika’da rüzgârın soldan estiği doğrudur ve bir müd­dettir bu bayrak güçlü şekilde dalgalanmak­tadır. Lâkin bayrağı dalgalandırırken yaşanan çelişkiler, sarfedilen çabalar ve kar­şılaşılan zorluklar göz ardı edilirse bayrağın hafiften aşağı kayması halinde elde birikim namına bir şey kalmayacağı gibi yeni bir sol yükselişi beklemek çaresizliğine de düşüle­cektir. Ajitasyon ile propaganda arşındaki dengeyi ajitasyon lehine sıklıkla ihlal eden genel devrimci geleneğimizin 1989’da sosya­list bloğun çöküşü sonrasında yaşadığı kaos kanımca bu duruma güçlü bir göstergedir.

Dalgalanan bayrağa bakarken bir yandan da o bayrağı dalgalanmak adına yaşadığı güçlükleri ihmal etmemeye birkaç örnek ver­mem gerekirse sosyalizm hedefini resmen i­lan etmiş üç ülkeyi ele almak yeterli olur. Bu ülkeler Venezüella, Bolivya ve Ekvator’dur. Ve her üçünde de iktidarların başını ağrıtan sağ kliklerin yoğun bir karşı faaliyeti söz ko­nusudur. Venezüella’da en zengin birkaç e­yalette sağcı valiler seçimi kazanmışlardır. Bolivya’da Santa Cruz kliği olarak bilinen ve yine en zengin eyaletlerin valilerinden oluşan grup otonomi isteğiyle başlattıkları eylemler­de katliamlara varan provokasyonlar örgütle­miş ve nihayetinde Morales’i kendileri ile anlaşma masasına oturmak zorunda bırak­mışlardır. Ekvator’da ülkenin en büyük şehri ve ekonomik başkent konumundaki Guaya- quil’in valisi olan Jaime Nebot, bu ülkede bu­lunduğum dönemde Rafael Correa’ya karşı düzenlediği mitingde Ekvator tarihinin en yüksek katılımını sağlamıştır. Amacı Guaya- quil’i başkent yapabilmek ve bu sayede eko­nomin kilit noktalarını ele geçirmektir.

ABD bir yandan bu karşı devrimci oluşum­lara sınırsız destek aktarımı yaparken diğer yandan İsrail ile birlikte Kolombiya ve Pe­ru’nun sağcı iktidarlarına esirgemediği aske­ri yardımlarla bölgeyi kontrol altında tutma çabasındadır. Las Farc’ın efsane liderlerin­den Raul Reyes’in Kolombiya askerlerince Ekvator sınırı geçilerek yapılan operasyonda öldürülmesinde ABD istihbaratının verdiği bil­giler ben Kolombiya’da iken bütün gazeteler­de ana sayfa haberiydi. Keza bu olayın ardından Venezüella ve Ekvator’un Kolombi­ya ile yaşadığı krizde (İki ülke Kolombiya bü­yükelçilerini kovmuş, misilleme olarak Kolombiya hükümeti sınır kapılarını kapat­mıştı) ABD, gerilla kamplarına izin verdikleri gerekçesi ile Venezüella ve Ekvator’a terörist ülkeler payesini yapıştırmakta gecikmemişti.

Sonuç itibarı ile iktidara geldiği anda ilk ic­raatlarından biri ABD askeri üslerini kapat­mak olan Correa’nın Sağcı medyanın saldırılarını bertaraf etmekte (Ya da bu kuru­luşları kapatmakta) zorlanan aynı Correa ol­duğunu bilmek zorundayız. Her iki tavırda da farklı dengeler ve hesaplaşmalardan geçildi­ğini umursamadan bir uygulamayı göklere çı­karıp diğerini en iyi ihtimalle görmezden gelişimiz ne bize ne de mücadelemize katkı sağlayacaktır.

Şurası muhakkaktır ki Latin Amerikanın bugününde rüzgâr güçlü bir biçimde soldan esmektedir. Lâkin bu ne yükselen bir dalga­dır ne de kesin bir zafer. Sosyalizm savaşı yükseliş ve alçalışlarla tanımlı konakları olan kesintisiz bir savaştır. İktidarı ele geçirmekle bitmediği gibi asıl zorlukları bu aşamada baş­lar. Çünkü artık savaşımınız yeni bir cephey­le genişlemiş olur. Eski iktidar sahipleri henüz vazgeçmemişlerdir, onlar tarafından inşa edilen ideolojik mekân ve aygıtların eşit­likçi bir yaşam örecek şekilde dönüştürülme­si ya da yıkılıp yeniden inşası gereklidir. Kıtanın kimi ülkelerinin geldiği konak bu zor aşama ise, kimilerininki de bu aşamaya ya­kınlığı tartışılır vaziyetlerdir. Ve gelinen ko­nakta dünyaya etkilerini sunmakta, dünyadan etkilenmeye devam etmektedirler. Görev bu etkilerden beslenip besleyebilmek adına yü­rümeye devam etmektir.

Çatı Partisi Sürecine Dair

V

YOL

20-21 Aralık’ta “Çatı Partisi Girişimi”ni oluşturma çağrısıyla bir araya gelen­ler iki gün boyunca nasıl bir çatı par­

tisi, nasıl bir siyasal program, nasıl bir örgütlenme, ne tür ilkeler konularını tartıştı­lar. Yaklaşık 200 kişinin katıldığı toplantı so­nucunda genişlemeye açık olan bir koordinasyon kurulu oluşturuldu. Bu koordi­nasyon ilk iş olarak toplantının “sonuç bildir­gesini” kaleme alarak kamuoyu ile paylaştı. Ardından kurduğu komisyonlar ile çatı parti­si girişiminin genişletilmesi sürecini başlattı.

20-21 Aralık TartışmalarıSalondaki katılımcı bileşiminin ağırlığını

demokratik Kürt hareketinin temsilcileri ile sosyalistler oluşturmaktaydı. Gelmesi umu­lan liberaller, İslami kesimden temsilciler, sosyal demokratlar davete icabet etmemişti. Sol liberal aydınların katılımı ise oldukça sı­nırlı idi. Bu durumun çağrıcıların bir bölümü i­çin hayal kırıklığı yarattığı salonda yaptıkları konuşmalardan da gözlemlenebiliyordu. An­cak değerlendirmelerin çoğunluğunun ağırlık noktası; “Söz konusu katılımın ‘demokrasi cephesi’ düşüncesi ile gerçekleştirilen bir gi­rişim açısından bakılınca elbette ciddi eksik­likler içerdiği... ‘Demokrasi’ ekseninde gerçekleştirilecek bir yan yana gelişin bu zu­lüm düzeninden zarar gören ve bu düzenin değişmesini isteyen tüm kesimleri ve taleple­rini kapsamayı hedeflemesinin gerektiği... A­ma şu kadar zamandır verilen emeğin karşılığı olarak salonda oluşan toplamla yola

çıkmanın ve hedeflenen bileşime ulaşmayı bu toplamın ortak iradesi ve çabasına teslim etmenin zamanının geldiği... Bu kesimlerin gelmesi için yapılan “beklemelerin” sürecin gelişimine hizmet etmediği...” biçiminde idi. Hal böyle olunca toplantı sonucunda, toplan­tıya katılanların ortak iradesini yansıtacak bir geçici koordinasyon kurulu oluşturulması an­cak bu koordinasyona katılımın ucunun açık olması fikri benimsendi. Bu karar, söz konu­su toplantıdan bir girişim heyeti çıkararak ça­tı partisinin örgütlenmesi sürecini girişim heyetine bırakma hedefinin bir adım gerisin­de yer alıyordu. Seçilen kurul, girişim heyeti­nin biçimlendirilebileceği daha geniş katılımlı bir toplantının örgütlenmesi sürecini önüne koyacak, yine buna hizmet etmek üzere bu çatı fikrinin yaygınlaşmasına hizmet edecek bir süreci başlatacaktı.

Toplantıya rengini veren bir diğer mesele, hedeflenen “demokrasi mücadelesinin han­gi talepleri içereceği ve bu taleplerin ana ek­seninin ne olacağı tartışması idi. Bu düzen tarafından ezilen, sömürülen, dışlanan tüm kesimlerin taleplerini sahiplenme konusunda genel bir anlaşma sağlanmış görünüyordu. Egemenlerin rekabetine karşı bir üçüncü ku­tup oluşturma iddiasının temelini oluşturan bütün güçlerin ittifakının gerekliliği herkes ta­rafından dile getirildi. Ancak bu yan yana ge­lişe rengini verecek ana yönelimler konusunda o oranda bir ortaklık yoktu. Bir yanda savunulan tezler, bu oluşumun “aske­ri vesayet rejimine ve Kürt sorununda çözüm-

JD

süzlüğe karşı olan” tüm kesimleri yan yana getirmesi ve öne çıkartılacak taleplerin bu eksende olması doğrultusunda idi. Buna kar­şı ortaya konan görüşler ise emek eksenli ta­leplerin de en az Kürt sorunundaki talepler kadar önemli olduğu ve bu ikisinin birlikte e­le alınması gerektiği noktasında yoğunlaşı­yordu. Demokrasi mücadelesi salt temel hakları baz alan bireysel, kültürel ve kimlik talepleri ile sınırlandırılamazdı, sosyal haklar mücadelesini de yani sınıf mücadelesi dina­miklerini de içermek zorundaydı, özellikle de kapitalizmin bir büyük krizi yaşadığı şu dö­nemde bunun önemi çok daha artmıştı. De­mokratik Kürt hareketinin temsilcileri de hedeflerinin “Kürt sorununun çözümüne o­daklanmış bir parti” olmadığını, zaten bu mü­cadeleyi veren bir örgütlülüğün var olduğunu, ihtiyaç duyulanın emek, barış, demokrasi ek­seninde bir mücadeleyi büyütmek olduğunu dile getirdiler. Zaman zaman sertleşen bu tartışmalarda ikinci görüşe sahip olanlar ço­ğunluğu oluşturduğundan toplantının “sonuç bildirgesi” bu eksende yazıldı.

Böylesi bir oluşumun işleyişinin ne olaca­ğı, birey hukukunu mu yoksa gruplar hukuku­nu mu temel alacağı türünden meseleler de tartışılmakla birlikte bunların netleştirilmesi girişim heyeti belirlendikten sonra sürdürüle­cek tartışmalara bırakıldı.

Toplantının Ardından...Bu toplantının sonunda oluşturulan koor­

dinasyon kurulu ilk toplantısında “sonuç bil­dirgesini” kaleme almayı ve çalışmalarını ne şekilde yürüteceğini konuştu. Koordinasyo­nun toplantılarından çıkan sonuç bildirgesi bir basın toplantısı ile kamuoyu ile paylaşıldı. Çatı partisi fikrinin daha geniş kesimlere ta­şınması, gelebilecek tüm kesimlerin bu ça­lışmalara dahil edilmesi için komisyonlar aracılığı ile planlı bir çalışmanın yürütülmesi fikri benimsendi, örneğin “temas komisyonu” koordinasyonun kendisini büyütmeyi ve yerel seçimler sonrasında daha geniş kesimlerin katılımıyla bir toplantı yapılabilmesinin zemi­nini oluşturmayı görev olarak önüne koyar­ken; örgütlenme komisyonu, başta Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere çeşitli şehirler­de “nasıl bir çatı partisi” tartışmalarını örgüt­lemeyi önüne koydu.

..........Çatı Partisi Sürecine Dair .............

Ancak yaklaşık iki aydır süren çalışmala­rın bir hız kazandığı söylenemez. Koordinas­yon toplantılarına katılımın düşmesi ve çalışmaların bel kemiği olarak düşünülen te­mas komisyonunun kayda değer hiçbir çalış­ma yap(a)maması düşündürücüdür.

Yerel seçim çalışmalarının hız kazanmış olması, bu çalışmanın en büyük örgütlü dina­miği olan DTP’nin tüm gücüyle bu sürece yüklenmesi bu çalışmanın ataletinin temel nedeni olarak görülmekte. Bu büyük oranda tahmin edilen bir durumdu zaten. Ama çağrı­cıların bir bölümünün de koordinasyonda yer almak için bir çaba göstermemesi ve son o­larak sürecin başından beri çalışmaların için­de yer alan EMEP’in koordinasyondan ve komisyonlardan çekilmesi sorunun sadece yerel seçim sürecinin yoğunluğu olmadığını düşündürüyor. 20-21 Aralık toplantısında ö­zellikle çağrıcıların bir kısmı tarafından dile getirilen ve toplantı sonrasında pratik bir baş­langıç noktası ve çalışma mantığı belirlene­rek aşıldığı düşünülen hayal kırıklığının daha derin olduğu anlaşılıyor.

Nereden Başlamalı?20-21 Aralık toplantısını örgütleyen çağrı­

cılarda ipuçları görülen hayal kırıklığı, aslo- larak hayal görmenin sonucunda ortaya çıkmıştır kanımızca. Böyle bir kalkışmanın tüm demokrasi güçlerince birlikte sahipleni­len bir kalkışma olmasının özlenmesinde bir sorun yok ama pek çok nedenden dolayı beklenmesinde yaklaşım sorunu var.

öncelikle bu süreçte yer alacaklar arasın­da dillendirilen liberaller, sol liberaller mese­lesinden başlayalım. Bu kesimlerin yer almasının yollarını açacak şey AKP’nin Kürt sorununun çözümünde demokratik açılımlara yönelmesi olacaktır. Son bir yıldır yaşanan gelişmeler ise AKP’nin bu meselede devletin resmi görüşü ile uzlaşmış olduğu ve “Kürt a­çılımlarının” özünün, makyaj babında birkaç küçük kültürel hak ve Türkleştirilemeyen Kürt halkının AKP eliyle İslamlaştırılması olduğu­nu yeterince açık etmiştir. PKK’yi tasfiye e­derek Kürt sorununu çözme noktasında uzlaşmış bu yaklaşımın Kürt özgürlük hare­ketinden ciddi dirençlerle karşılaşacağının anlaşıldığı şu aşamada liberallerin en azın­dan anlamlı bir kesiminin bu oluşuma yaklaş­ması beklenemez.

yol

Bu oluşumda yer alması beklenen bir baş­ka dinamiğe “Müslüman demokratlara” baka­cak olursak, öncelikle böylesi bir anlamlı dinamiğin varlığının ispat edilmeye ihtiyacı vardır. Birkaç demokrat Müslüman aydını ve sosyalist grupların en küçükleri kadar bir var­lık gösteren birkaç İslamcı yapıyı saymaz­sak, Müslümanlar aslolarak AKP ve Saadet partisinde örgütlenmiştir. Bu yapıların de­mokratlığını ise tartışmaya bile gerek yoktur. Türkiye’de Latin Amerika’da gözlemlenen ‘Kurtuluş Teolojisi’ türünden demokrasi mü­cadelesinde sol ile ittifak yapacak belli sevi­yede bir “demokrat Müslüman” hareketinden söz edilemeyeceğinden başlangıç noktasın­da böylesi bir katılım beklentisi de o oranda gerçek dışı oluyor. Bunu söylemekle bu dü­zenin Kemalist laisizminin inançlar üzerinde bir baskı oluşturduğunu reddetmiyoruz ya da insanların inançları dolayısıyla çeşitli ayrım­cılıklara uğradığını da yadsımıyoruz. Elbette çatı partisi tutarlı bir demokrasi mücadelesi­nin gereği olarak bu taleplere de sahip çık­malıdır. Bu nitelikteki bir çatı partisi mücadelesini yükselttiği oranda, hem söz ko­nusu eğilimleri geliştirmesi hem de o kesim­lerle buluşması mümkün olacaktır.

Sendikaların ve demokratik kitle örgütleri­nin çatı partisine katılımı meselesinde de Türkiye’de demokrasi mücadelesinin geliş­mişlik düzeyini ve Kürt sorununda düzenin yükselttiği milliyetçi şoven dalganın etkisini göz önünde bulundurarak başlangıç açısın­dan gerçekçi beklentilere girmek gerekli ka­nımızca. Kürt özgürlük hareketinin içinde yer aldığı bir ittifaka sosyalist hareketin önemli bir kesiminin bile -en azından başlangıçta-

girmeye yanaşmadığı bir ortamda sendikala­rın ve kitle örgütlerinin katılımı da bu sürecin içinde yer alacak sosyalist kesimlerin bu ya­pılar içindeki etkinliği ile büyük oranda bağ­lantılıdır. Bu etkinin bugünkü seviyesi de son derece bilinen bir gerçekliktir.

O halde başlangıç noktasını daha gerçek­çi bir yerden yapmakla başlamalıyız. İşe ger­çekçi bir noktadan başlamak hayallerimizi, iddialarımızı küçültmeyecektir. Daha gerçek­çi başlangıç noktası ise 20-21 Aralık toplan­tısına katılanlar ve yapılacak iyi bir propaganda çalışması ile ülke çapında bu halkayı genişletme sürecine dahil olacaklar­dan oluşmaktadır. Buradaki kastımız sadece sürece katılmış olan siyasal örgütlenmeler ve onların etki alanında olan kesimler değildir. Uzun zamandır solun, sosyalistlerin başarılı bir mücadele yürütememiş olmasından dola­yı solun hiçbir kesiminin içinde yer almayan insanların bir kısmı da bu çabayı umut verici bulup, kendisinin bu yapı içinde emek verebi­leceğini düşünecektir. Eğer kendilerini ve ta­leplerini ifade edebilecekleri bir zemin olduğuna ikna olurlarsa feminist hareketten, ekolojist hareketten, inanç örgütlerinden de katılım söz konusu olacaktır. Bu nedenle ilk etapta bütün çabanın çatı partisinden beklen­tilerimizi yaygın ve doğru bir şekilde takıştır­maya verilmesi gerekiyor. Elimizin uzandığı her yerde bu meseleyi gündemleştirmeli, bu mücadelede umut görenlerle ne kadarsak o kadar yan yana gelmeliyiz. Bu birinci etabı u­mut kırıcı bir şekilde zamana yaymamak ge­rekiyor. Aceleye getirmeden ama belli bir dinamizmi koruyarak, kamuoyunda kendini gündemde tutacak etkinliklerle ve belli bir za­

man sınırı da koyarak oluşabi­lecek en geniş kesimlerle işe girişmek gerekli.

İşe girişilen aşamada ger­çek sorunlar gündeme gele­cektir. Genel çerçevesi konusunda “sonuç bildirgesin­de” uzlaşılmış olan çatı partisi­nin programı ve işleyişi ne olacaktır? Bireyler ve örgütler arası ilişki nasıl sağlanacaktır? Güç farklarının açığa çıkardığı asimetri nasıl giderilecektir? Farklılıkların farklılıklarını ko-

JD

Çatı Partisi Sürecine Dair

7 K

rüya ra k ortak bir hedef için bir arada olabil­mesi nasıl sağlanacaktır? Demokratik temsi- liyet ve her düzeyde katılım nasıl gerçekleştirilecektir? Halkların kucaklaşma­sının önündeki milliyetçi ve şoven engeller nasıl aşılacaktır. Bu demokratik siyasetin ku­caklayıcı dili nasıl oluşturulacaktır?... Henüz saymaya başladığımız ve hemen bitiremeye­ceğimiz pek çok soru ve sorunla hep birlikte mücadele edeceğimiz bir aşamadır bu.

Ancak bu aşamaya gelmek için hâlihazır­da çatı partisi tartışmalarını ve girişimini sür­düren kesimlerin ama en çok da demokratik Kürt hareketinin bir irade göstermesi, çokça beklentilere, salınıma ve biraz da kendiliğin- denliğe bırakılmış görünen sürece planlı, he- defli ve dinamik bir yaklaşım geliştirmesi bir

zorunluluktur. Neden en çok da demokratik Kürt hareketinin sorumluluğudur bu? Çünkü bu ittifak zeminin ilk kez bu düzeyde realize olma umudu onların yüzlerini solla, sosyalist­lerle uzun süreli demokratik bir ittifaka çevir­diklerini, Kürt sorununun çözümü meselesini de Türkiye sınırları içinde halkların gücüyle çözme isteğinde olduklarını dile getirmeleriy­le gerçekleşmiştir. Bu yan yana gelişte sürük­leyici halka onların çabası olmuştur. Gelinen aşamada demokratik bir cephenin kuruluş sorunlarını tartışabilir, çözümüne girişebilir bir noktaya gelmek için bu iradenin kararlılı­ğının, sürekliliğinin ve planlılığının görülmesi­ne, hissedilmesine ihtiyaç vardır. Yoksa bu sürece olumlu yaklaşan kesimlerin umutları­nı bile ölü doğuma mahkûm etmek olasıdır.

Halktan Yana Belediyecilik Programı

Eşitliğe, Özgürlüğe, Adalete Yönelmiş Bir Toplum ProjesininYerel Alandaki İzdüşümünün Yaratılması İçin

Temel İlkev “Halkın Belediyeleri” ezilenden yana

olacak, işçilerin, işsizlerin, yoksulların, yok sayılanların, dışlananların ve her türden ay­rımcılığa uğrayanların çıkarlarını esas ala­caktır.

v Tüm belediye çalışmaları “halk için, halkla birlikte” yapılacaktır.

v Tüm belediye çalışmaları, “halk de- mokrasisi”ni ve “halk dayanışması”nı bü­yütme anlayışı temelinde yürütülecektir.

v “Rant için değil, halk için yerel yö­netim” anlayışı, halkın belediyelerinin temel felsefesi olacaktır.

İlçeleri Halk Yönetmeliv Halktan yana belediyeler, ilçe halkının

ayrımsız bütününü temsil edecek şekilde se­çilmiş halk temsilcilerinden meydana gelen “İlçe Halk Meclisleri” tarafından yönetile­cektir.

v İlçe halk meclisleri, mahalle meclisle­rinden gelen belirli sayıda halk temsilcisi ta­rafında oluşturulacaktır. Mahalle meclislerin­den ilçe halk meclisinde yer alacak temsilci sayısı, mahallelerin nüfuslarıyla orantılı ola­caktır.

v Tüm kararlar, halk meclislerinde alı­nacak, yerel yönetim, halk meclisine ve ilçe halkına rağmen hareket etmeyecektir.?

v Halk meclisleri, ilgili yerelde yaşayan halkın her türden çeşitliliğini (din, mezhep, dil, ulus, cinsiyet, kültür vs.) ayrımsız ve a­daletli bir şekilde gözetecektir. Meclis bileşi­mi bu çeşitliliği yansıtacak zenginlikte olacak, mahalle yaşamıyla ilgili alınacak kararlarda farklı istek ve gereksinimler dikkate alınacak­tır.

v Yerelde yaşanan sorunların en büyük yükünü taşıyan ve sorunlarla birebir yüzleşen kadınların, ilçe yaşamında söz ve karar hak­larını sağlamak amacıyla halk meclislerinde temsil edilmelerinin güvence altına alınabil­mesi için “pozitif ayrımcılık” ilkesi uygulana­caktır.

v Halk meclisinde yer alan halk temsil­cileri ve belediye başkanları halka hesap ver­meye ve halk denetimine açık olacak, halka verdiği taahhütleri yerine getirmediğinde halk tarafından geri çağrılabilecektir.

v Bu güne kadar kapalı kapılar ardında yürütülen belediye meclisi toplantılarına kar­şı, halk meclisleri toplantılarının tutanakları halka sunulacaktır. Bu toplantılara halkın iz­leyici olarak katılımını sağlayacak mekânsal düzenlemeler yapılacaktır.

insanca Yaşanacak Bir İlçe İçin;

v “Kentsel dönüşüm” adı altında halkı yerlerinden yurtlarından ederek arazilerin ta­lan edilmesine karşı geçmişte alınan tüm be­lediye kararları iptal edilecek, “halkın

Halktan Yana Belediyecilik Programı

barınma hakkı” savunulacaktır.

v Ekonomik krizle birlikte daha da de­rinleşecek işsizlik sorununa karşı “iş bulma masaları” oluşturulacak, işsizler kendi ka­derlerine terk edilmeyerek ulaşılan tüm iş o­lanaklarıyla buluşmaları sağlanacaktır.

v İşten atılmalar başta olmak üzere ça­lışma hayatında yaşanan ve giderek derinle­şen sorunlara karşı “işçi hakları masaları” oluşturulacak, işçilerle hukuksal dayanışma olanakları yaratılacaktır.

v Halkın ekonomik sorularının hafifleti­lebilmesi amacıyla işlikler açılacaktır.?

v Hayatı katlanılmaz hale getiren başta su, gıda, elektrik ve doğalgaz olmak üzere zamlara karşı mücadele edilecek, halkın tüm bu gereksinimlerinin kaliteli ve ucuz karşılan­ması sağlanacaktır.

v “Halkın sağlıklı yaşam hakkı” savu­nulacak, ilçelerde “halk sağlığı merkezleri”açılacaktır. Halk sağlığı merkezlerinde kadın ve çocuk sağlığı başta olmak üzere nitelikli ve ücretsiz temel sağlık hizmetleri verilecek­tir.

v Halkın temel tüketim maddelerini (gı­da, yakacak, giyim, kırtasiye vb.) kaynağın­dan ucuza edinebilmesini sağlayacak “tüketim kooperatifleri” kurulacaktır.

v Halkın besleyici, ucuz ekmek gereksi­nimini karşılayacak “halk fırınları” kurula­caktır.

v “Halkın eğitim hakkı” savunulacak, okullarda “zorunlu bağış” uygulamasına en­gel olunacaktır.

v Halkın trafikte çile çektiği ve cebinden tonla para harcamak zorunda kaldığı ulaşım sorunlarının çözümü için “halkın ulaşım hakkı” savunulacak, nitelikli ve ucuz toplu taşıma olanakları yaratılacak ve geliştirile­cektir.

v Altyapı, park ve bahçe düzenlemeleri vb. sorunların çözümü için çalışma yürütüle­cektir. Bu konuda atılacak adımlarda bugüne kadar sergilenen “yandaş müteahhitlere rant alanı yaratma anlayışfna karşı “halkın in­sanca yaşam hakkı” esas alınacaktır.

v Halkların kardeşliği ilkesi hayata geçi­rilerek, farklı kesimler arasında birbirine kar­şı var olan olumsuz önyargılarla mücadele edilecek, kardeşleşmeyi büyütecek çeşitli et­kinlikler düzenlenecek, ortak platformlar ya­ratılacaktır.

v Kültür evleri, kütüphaneler, spor alan­ları açılacaktır.?

v İnsanca yaşanacak temiz ve sağlıklı bir ilçe için insan sağlığını tehdit eden sana­yi atıklarına, doğayı kirleten işletmelere, baz istasyonlarına karşı mücadele edilecektir.

Katılımcı Bütçev “Belediye bütçesi halkındır” ilkesi e­

sas alınacaktır.

v Belediye bütçesi tamamıyla halka kar­şı şeffaf olacaktır.?

v Belediye bütçesinin kullanımıyla ilgili olarak halk meclisi tam yetkili olacak, beledi­ye başkanları bütçenin bir kuruşuyla ilgili halk meclisi dışında asla karar alamayacak­tır.

Gençlik Geleceğimizse Eğer;

v İlçe gençliğinin sorunlarını takip etmek amacıyla “gençlik masaları” oluşturulacak­tır.

v İlçe yaşamında ilçe gençliğinin kendi­lerini ifade etme olanağını yaratmak amacıy­la “gençlik meclisleri” oluşturulacaktır.

v Ücretsiz üniversiteye hazırlık kursları, meslek edindirme kursları açılacaktır.?

v İlçe gençliğini kıskacına alan ve çürüten uyuşturucuya ve çeteleşmeye karşı tüm ilçe halkıyla birlikte seferberlik ilan edilecektir.

Kadınların istekleriÖncelikli Olacaktır

v Kadınların yüklerinin hafifletilmesi ama­cıyla ücretsiz kreş, yaşlı/engelli bakımevleri açılacaktır

v Kolay ve ücretsiz ulaşılabilecek kadın ve çocuk sağlığı merkezleri açılacaktır.?

. y o l .

v Şiddete uğrayan kadınların başvurabi­leceği danışma masaları oluşturulacak, istek­leri doğrultusunda sığınmaevlerine yerleşmeleri sağlanacaktır.

v Son derece düşük ücretlerle evlerinde piyasaya iş üreten kadınlar bir de aracılar ta­rafından sömürülüyor. Sömürüyü bir nebze a­zaltmak için aracı engeli kaldırılarak işin doğrudan alınması sağlanacak, evde çalışan kadınların sosyal güvencelerinin kazanılma­sı için mücadele edilecektir.

v Kadınlar için okuma-yazma, ücretsiz meslek edindirme kursları açılacak, sosyal kültürel mekânlardan yararlanmaları için ça­ba sarf edilecek, spor merkezleri kadınların gereksinimlerini de dikkate alacak şekilde düzenlenecektir.

v Ekinlik ve kutlamalara katılımlarının sağlanabilmesi amacıyla “8 Mart Dünya E­mekçi Kadınlar Günü” nde, yerel yönetimin tüm kadın çalışanları ücretli izinli sayılacak­tır.

Belediye Çalışanlarına

Söz, Karar, Örgütlenme Hakkıv Tüm belediye çalışanlarına örgütlenme

özgürlüğü tanınacaktır.?

v Çalışanlar tarafından oluşturulacak "iş­yeri komiteleri" aracılığıyla tüm yerel yöne­tim çalışanlarının iş yerlerindeki idari konularla ilgili karar alma süreçlerinde kendi­lerini ifade etme ve kararlara ortak olma ola­

nağı yaratılacaktır.

v Ekinlik ve kutlamalara katılımlarının sağlanabilmesi amacıyla “1 Mayıs İşçi Sını­fının Birlik, Mücadele ve Dayanışma Gü- nü”nde, yerel yönetimin tüm çalışanları ücretli izinli sayılacaktır.

Halktan Yana Belediyelerin Birbirleriye İlişkisi

v Halktan yana yerel yönetim anlayışını büyütebilmek amacıyla, il düzeyinde “İl Hal­kın Belediyeleri Birliği”, ülke düzeyinde “Halkın Belediyeleri Federasyonu” şeklin­de bir örgütlenme ağının yaratılması için ça­lışma yürütülecektir.

v Halkın Belediyeleri Birlikleri ve Fede­rasyonu, halkın ortak sorunları için ortak mü­cadele zeminleri yaratacaktır.

v Halkın Belediyeleri Birlikleri ve Fede­rasyonu, ilçelerde sahip olunan olanakların, deneyimlerin paylaşımını sağlayacaklar ve birbirleriyle dayanışma içerisinde olacaklar­dır.

Halkın Şartnamesiv Halkın belediye başkanı, halkın çıkarla­

rı için çalışacağına dair şartları ve halkın te­mel isteklerini içeren “Halkın Şartnamesini” imzalayacaktır.

v Şartname hükümlerini yerine getirme­yen belediye başkanları halk tarafından geri çağrılacaktır.

JD

Halktan Yana Muhtarlık Programı

Eşitliğe, Özgürlüğe, Adalete Yönelmiş Bir Toplum ProjesininYerel Alandaki İzdüşümünün Yaratılması İçin

Temel İlke“Halkın Muhtarları” ezilenden yana ola­

cak, işçilerin, işsizlerin, yoksulların, yok sa­yılanların, dışlananların ve her türden ayrımcılığa uğrayanların çıkarlarını esas ala­caktır.

Tüm muhtarlık çalışmaları “halk için, halkla birlikte” yapılacaktır.

Tüm muhtarlık çalışmaları, “halkdemok- rasisi”ni ve “halk dayanışması”nı büyütme anlayışı temelinde yürütülecektir.

Mahalleleri Halk Yönetm eliHalktan yana muhtarlıklar, halk demokra­

sinin çekirdeği olmalıdır.

Halktan yana muhtarlıklar, belediyelerin ve merkezi hükümetin uygulamalarında ye­relden merkeze mahalle halkının denetim ve baskı mekanizmaları olacaktır.

Halktan yana muhtarlıklar, mahalle halkı­nın ayrımsız bütününü temsil edecek seçil­miş temsilcilerden meydana gelen “Mahalle Meclisleri” tarafından yönetilecektir.

Mahalleye ilişkin tüm kararlar, mahalle meclislerinde alınacak, halkın muhtarları, mahalle meclisine ve mahalle halkına rağ­men hareket etmeyecektir.

Mahalle meclisleri, ilgili mahallede yaşa­yan halkın? her türden çeşitliliğini (din, mez­hep, dil, ulus, cinsiyet, kültür vs.) ayrımsız ve adaletli bir şekilde gözetecektir. Meclis bileşi­mi bu çeşitliliği yansıtacak zenginlikte olacak, mahalle yaşamıyla ilgili alınacak kararlarda farklı istek ve gereksinimler dikkate alınacak­tır.

(

Mahalle sorunlarının en büyük yükünü ta­şıyan ve sorunlarla birebir yüzleşen kadınla­rın, mahalle yaşamında söz ve karar haklarını sağlamak amacıyla mahalle meclis­lerinde temsil edilmelerinin güvence altına a­lınabilmesi için “pozitif ayrımcılık” ilkesi uygulanacaktır.

Mahalle meclisinde yer alan halk temsil­cileri ve muhtarlar halka hesap vermeye ve halk denetimine açık olacak, halka verdiği ta­ahhütleri yerine getirmediğinde halk tarafın­dan geri çağrılabilecektir.

insanca Yaşanacak Bir

Mahalle için;“Kentsel dönüşüm” adı altında halkı

yerlerinden yurtlarından ederek arazilerin ta­lan edilmesine karşı mücadele edilecek, hal­kın barınma hakkına sahip çıkılacaktır.

Ekonomik krizle birlikte daha da derinle­şecek işsizlik sorununa karşı “iş bulma ma­saları” oluşturulacak, işsizler kendi kader­lerine terk edilmeyerek ulaşılan tüm iş ola­naklarıyla buluşmaları sağlanacaktır.

İşten atılmalar başta olmak üzere çalış­ma hayatında yaşanan ve giderek derinleşen sorunlara karşı “işçi hakları masaları” oluş­turulacak, işçilerle hukuksal dayanışma ola­nakları yaratılmaya çalışılacaktır.

Halkın ekonomik sorularının hafifletilebil­mesi amacıyla mahallede işlikler açılması i­çin çalışma yürütülecektir.

Hayatı katlanılmaz hale getiren başta gı­da, elektrik ve doğalgaz olmak üzere zamla­ra karşı mücadele örgütlenecektir.

yol

Halkın temel tüketim maddelerini (gıda, yakacak, giyim, kırtasiye vb.) kaynağından u­cuza edinebilmesini sağlayacak “tüketim ko­operatifleri” kurulmasına öncülük edilecektir.

Okullarda “zorunlu bağış” uygulaması­na engel olunacak, parasız eğitim hakkı sa­vunulacaktır.

Altyapı, ulaşım, sağlık, park ve bahçe dü­zenlemeleri vb. sorunların çözümü için mer­kezi yönetime baskı unsuru oluşturulacaktır.

Mahallede halkların kardeşliği ilkesi ha­yata geçirilerek, farklı kesimler arasında bir­birine karşı var olan olumsuz önyargılarla mücadele edilecek, kardeşleşmeyi büyüte­cek çeşitli etkinlikler düzenlenecek, ortak platformlar yaratılacaktır.

Kültür evleri, kütüphaneler, spor alanları açılması için çalışmalar yürütülecek, bu ko­nuda merkezi yönetime baskı yapılacaktır.

İnsanca yaşanacak temiz ve sağlıklı bir mahalle için insan sağlığını tehdit eden sa­nayi atıklarına, doğayı kirleten işletmelere, baz istasyonlarına karşı mücadele edilecek, bu konuda merkezi yönetime baskı yapıla­caktır.

Gençlik Geleceğim izse Eğer;Mahalle gençliğinin sorunlarını takip et­

mek amacıyla “gençlik masaları” oluşturu­lacaktır.?

Mahalle yaşamında mahalle gençliğinin kendilerini ifade etme olanağını yaratmak a­macıyla “gençlik meclisleri” oluşturulacak­tır.

Gönüllü eğitimcilerle dayanışma temelin­de ücretsiz üniversiteye hazırlık kursları, meslek edindirme kursları açılması için çalış­ma yürütülecektir.

Mahalle gençliğini kıskacına alan ve çü­rüten uyuşturucuya ve çeteleşmeye karşı tüm mahalle halkıyla birlikte seferberlik ilan edilecektir.

Kadınların istekleri Öncelikli O lacaktır

Kadınların yüklerinin hafifletilmesi ama­cıyla ücretsiz kreş, yaşlı/engelli bakımevleri

açılmasını sağlayacak girişimlerde bulunula­caktır.

Kolay ve ücretsiz ulaşılabilecek kadın ve çocuk sağlığı merkezlerinin açılması için giri­şimlerde bulunulacaktır.

Şiddete uğrayan kadınların başvurabile­ceği danışma masaları oluşturulacak, istek­leri doğrultusunda sığınmaevlerine yerleşme­leri için çaba harcanacaktır.

Son derece düşük ücretlerle evlerinde pi­yasaya iş üreten kadınlar bir de aracılar ta­rafından sömürülüyor. Sömürüyü bir nebze azaltmak için aracı engeli kaldırılarak işin doğrudan alınması sağlanacak, evde çalışan kadınların sosyal güvencelerinin kazanılma­sı için mücadele edilecektir.

Kadınlar için okuma-yazma, ücretsiz meslek edindirme kursları açılacak, sosyal kültürel mekânlardan yararlanmaları için ça­ba sarf edilecek, spor merkezlerinin kadınla­rın gereksinimlerini de dikkate alacak şekilde düzenlenmesi sağlanacaktır.

Halktan Yana Muhtarlıkların Birbirleriye İlişkisi

Halkın baskı ve denetim gücünü büyüte­bilmek amacıyla ilçe düzeyinde “İlçe Halkın Muhtarları Birliği”, il düzeyinde “İl Halkın Muhtarları Birliği”, ülke düzeyinde “Halkın Muhtarları Federasyonu” şeklinde bir ör­gütlenme ağının yaratılması için çalışma yü­rütülecektir.

Halkın Muhtarları Birlikleri ve Federasyo­nu, halkın ortak sorunları için ortak mücade­le zeminleri yaratacaktır.?

Halkın Muhtarları Birlikleri ve Federasyo­nu, mahallerde sahip olunan olanakların, de­neyimlerin paylaşımını sağlayacaklar ve birbirleriyle dayanışma içerisinde olacaklar­dır.

Halkın ŞartnamesiHalkın muhtarları halkın çıkarları için ça­

lışacağına dair şartları ve halkın temel istek­lerini içeren “Halkın Şartnamesini” imzalayacaktır.

Şartname hükümlerini yerine getirmeyen muhtarlar halk tarafından geri çağrılacaktır.

J 3 J

TÜRKİYE AiHM'DE

P --mm

mSBM ' İ4X"' ff\

EBK* J r - ¡ jB .ı ~v 4j> BLj*yy» l'n

R f ^ R İ !İ l l i k İ . :$ . - 'J t lo■(■El

K ; ; ( y