76
Ortadoğu'da çözüm halkların dayanışmasında Yeni yıla aktarılan sorunlar Siyasetin öznesi ve öznenin siyaseti üzerine Paris banliyölerinden Türkiye varoşlarına Ç Mike Davis ile röportaj 'Kapımızdaki canavar: Kuş gribi1

Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Ortadoğu'da çözüm halkların dayanışmasında

Yeni yıla aktarılan sorunlar

Siyasetin öznesi ve öznenin siyaseti üzerine

Paris banliyölerinden Türkiye varoşlarına

Ç

Mike Davis ile röportaj 'Kapımızdaki canavar:

Kuş gribi1

Page 2: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

i ç indek i l e r

M E R H A B A ............................................................................................................................................................................................. I

y e n î y Il a a k t a r i l a n s o r u n l a r / M e h m e t Yılmcızer............................................................................................. 2

Ş E M D İ N L İ ’ DEN KİMLİK T A R T I Ş M A L A R I N A / M. SİflCin............................................................................................. 6

A n ti -s ö m ü r g e c i m üca deleyi ye ni de n dü ş ün m e kK ü r t s d r u n u ü z e r î n e h a t i r l a t m a l a r / Fikret Kızıltcın.................................................................................. 9

Ş E M D İ N L İ Y D L C U L U Ğ Ü VE D Ü Ş Ü N D Ü R D Ü K L E R İ / Melih Ateşei"................................................................... 14

AAike D a v i s :‘ K a p i m i z d a k İ c a n a v a r : K u ş g r İ b İ ’ / Çev. M e h m e t Y u s u fo ğ lu ....................................................................... 17

Paris dersleri üzerine...A T E Ş İ B A N L İ y R l ER T U T U Ş T U R D U , KIVILCIMLAR B Ü YÜ YD R / HQSQn O ğ l l Z ...........................................21

Lümpenler/ proleterler v e devrimci özne tart ışmaları üzerine...P a r İ s b a n l î y R l e r İ n d e n T ü r k İ y e v a r d ş l a r i n a / Hatice S o l m a z ..........................................................26

S D B Y A L S İ G O R T A L A R VE G E N E L S A Ğ L I K S İ G O R T A S IKA NUN T A S A R I S I VE K A Y B E T T İ K L E R İM İZ / SeVQİ € v h m ........................................................................................30

Bası nd aki y a r d ı m kampanyalar ı v e S T K ' l a r üzerine...Y o k s u l l u k l a m ü c a d e l e m İ, y o k s u l l a r i y R n e t m e k m İ ? / M. Ö z g ü r ...............................................33

E konomide pat layıc ı g a z birikiyorC A R İ A Ç IK ARTIŞI NE D E M E K ? / M. SİflOn......................................................................................................................36

İ S T A N B U L ’ DA K E N T L E Ş M E , EMEK VE S O S Y A L DI Ş LAN M A / M e h m e t VUSUfoğlü..................................39

d İs k n e y a p i y o r ? / Nihal K a y a c a n .................................................................................................................................42

2 4 - 2 6 k a s 1 m ’ d a n 4 - 5 m a r t ’ a s e l a m / Mert B ü y ü k k a r a b a c a k .................................................................. 45

E v d e taşeron a çal ışan kadınlar ın örgüt lenme olanaklarıE v d e R r g ü t o l a b î l m e k / €zgi K a r a ......................................... ....................................................................................48

S İ Y A S E T İ N R Z N E S İ VE R z N E N İ N S İ Y A S E T İ ÜZERİ N E / Melİh f l t e ş e r ........................................................ 5i

L AT İN A M E R İ K A ’ DA NE DEN V E N A S I L B İR S O L D A L G A ? / Umilt flÇICİin.................................................... 54

i r a k ’ t a a b d s a f D E Ğ İ Ş T İ R İ Y O R / fiı^şe T a n s e v e r ...................................................................................................58

A t t i l a l lhanhn ardından...N E Ş A İ R L E R S E V D İ M , ZA T E N Y O K T U L A R . . . / Umut RçiCİlfl.................................................................................. 66

K i ta p l a r a s ı ğ m a y a n bir y a ş a m öyküsü:V e d a t T ü r k a l İ - I / Z e y n e p Koru....................................................................................................................................... 68

S porda so sy a ü st seçenekler / Metin Kurt 71

Page 3: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Merhaba;Yeni yılın ilk sayısıyla merhaba,

Dergimizin yayına hazırlandığı günlerde kuş gribi nedeniyle dört çocuk ha­yatını kaybetmiş durumda. Olayda AKP hükümetinin ihmali olduğu açık. Tay- yip Erdoğan’ın bir basın toplantısında gazetecilere tavuk ikram ettiği görüntü bu durumu özetliyor. Tabii gerçek sorunların üzerini örtmede yalanların, rek­lamcılığın, halkla ilişkiler faaliyetinin de gelip dayandığı bir sınır var: Şu ana kadar dört çocuğun ölmüş olduğu gerçeği. Ancak meselenin AKP hükümeti­nin ötesinde yapısal bir boyutu olduğunu da unutmamak gerekiyor. Eğer virüs bulaşan çocuklar zengin bir ailenin çocukları olsalardı muhakkak kurtulacak­lardı. Onları öldüren H5NI virüsünden çok toplumsal adaletsizliktir.

Devletlerin sosyal sigorta kurumlarım tasfiye ederek sağlık sistemini piya­saya havale etmeye yöneldiği bir dönemde koruyucu sağlık hizmetleri nere­deyse bütünüyle unutulmuş ve günümüz kapitalizminin yarattığı yoksunluk ve sefalet salgın hastalıklar için son derece uygün bir zemin yaratmıştır. Sal­gınlar, insanlık -kuşkusuz asıl olarak yoksullar- için büyük bir felaketken özel sağlık sektörü için büyük bir kar fırsatıdır. Onlar paralarını saymaya bakarlar, o kadar. Tıpkı savaş zenginleri gibi. Orta vadede salgından kar sağlayacak di­ğer bir kesim ise büyük tavuk şirketleri olacak. Kümes hayvancılığının bitme noktasına gelmesi bu alandaki tekelleşmeyi artıracaktır.

Yol’un bu sayısında salgın hastalıkları geniş bir perspektiften ele alan bir röportaja yer veriyoruz. Bu sayının ana gündemi ise son bir yıldır bir kez daha bütün sıcaklığıyla gündeme damgasını vuran Kürt meselesi. Türkiye’deki mevcut iktidar yapısında sürekli istikrarsızlık yaratan bir güç olarak “Kürt di­renişini” güncel gelişmelerin ve tartışmaların yanı sıra tarihsel boyutuna da dikkat çekerek ele alıyoruz. Diğer bir gündem ise Paris’te başlayan ve Fran­sa’ya yayılan ayaklanma ve sonrasında süren tartışmalar. Bunların dışında çok sayıda konuya ilişkin değerlendirmelere yer verdik.

Bu sayıda iki kültür yazısının yer alması Yol’a yeni bir renk kattı. Önceki sayılarımıza göre polemik yazılarında belirgin bir artış var. Bu tarz yazılara ge­niş yer vermek, Yol’un süreklileştirmeye çalışacağımız bir yönü olacak. Bugün sol öbeklerin birbirleri arasında nitelikli, karşısındaki özneyi bir kalemde sil­meyen, aşırı soyutlamalar yerine pratik süreçlerle yakın temas halinde yapıla­cak tartışmalara ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Yol bu konudaki genel açığı ka­patmaya katkı sunmaya devam edecek.

Ocak-Şubat sayımız bayram nedeniyle on günlük bir gecikmeyle çıktı. Bir sonraki sayı Mart ayının ilk haftası içinde elinizde olacak.

Yeni sayıda görüşmek dileğiyle.

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve-Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http://www.yoldergisi.com E-posta: [email protected]

Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Page 4: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Mehmet Vılmcızer

Bugün politikanın bileşenleri büyük ölçüde güç merkezleri tarafından dikte ediliyor. Meo-liberal politikalara ve uluslararası terörle mücadeleye bağlılık temel ayraçtır. Derin

devlet politik alternatif yaratma yoluna çıktığında diğer detaylar bir yana, esas ekonomi politikayla - neo-llberalizmle kendi çıkarlarından dolayı belli noktalarda çatışmaktadır. Öyle görünüyor ki, neo-liberalizmln zorlamaları Türkiye'de bir de asker burjuvazi yaratacaktır.

ordu, üniversite ve en son olarak TÜ- SİAD ile ilişkilerde gerilimin sürekli tırmanmasıdır. Bu gerilim yığmağı ol­duğu gibi 2006’ya aktarılmıştır. -/

Türkiye’de hükümet, üniversite, ordu ve TÜSÎAD arasında polemikle­rin artması daima biriken bir siyasal krizin habercisi olmuştur. Bu kez de durum farklı değildir. Önceki krizler­de ortamı ısıtan devrimci politik hare­ketler de olurdu. Son yirmi yılın teh­didi “bölücülük” oldu. Günümüzde i- se çok zorlanmadığı takdirde siyasal ortamı geren böyle bir hareket yoktur. Kürt hareketi, ancak Şemdinli benzeri provokasyonlarla gündemin üst sıra­larına çıkmaktadır. Önceki krizlerde düzene yönelen tehditlerle genellikle sivil hükümetler baş edemeyince hav­lu atarlar ve yerlerini üniformalı hü­kümete bırakırlardı. Bugün tablo tam böyle değildir. Güçlü provokasyonlar­la böyle bir tablo yaratılabilir, ancak bunun da yolu Şemdinli olayı ile ta­mamen kapanmasa bile, en azından gölgelenmiştir. Bugün düzene karşı güçlerin yarattığı bir kriz değil, doğ­rudan sivil ve üniformalı hükümetle­rin aralarındaki sürtünme krizin kay­nağıdır.

Bu tablodan çıkabilecek olası so­nuçları ortaya koyabilmek için Ba- tı’nın iki merkezinin süreci nasıl etki­lediğini açıklamaya çalışalım. AB, 3 Ekim’le resmi olarak Türkiye olayla­rına müdahil olma hakkım kazanmış­tır. ABD ile 1 Mart tezkeresiyle kırı­

Bu yılın birkaç önemli olayım sı­ralamaya çalışırsak: Yılın başında A- merika’mn “etkili basuf’mda AKP ve hükümetine karşı salvo ateşinin başla­ması, tarih sırasına göre ilk önemli o- lay olarak anılabilir. Gerilen ilişkileri düzeltmek için Başbakan Haziran a- ymda Washington’a acele bir gezi yapmak zorunda kalmıştı. Diğeri 3 E- kim’le AB sürecinin resmen başlama­sıdır. Kırk yılın rüyası için “tarihi bir adım” böylece atılmış oluyordu. U- zun, sancılı ve en önemlisi “ucu açık” bir yolculuk başlamış oldu. Bir diğer önemli olay, yılın başmdakinin tam tersine son üç dört aydır ABD’den ge­

len sıcak mesajlardır. Ne olduysa A- merika sık sık “ 1 Mart tezkere olayını unuttuk” açıklaması yapmaktadır. Diplomatlar ve generallerden sonra şimdi de FBI ve CIA’nm şefleri göste­rişli bir şekilde Ankara’yı ziyaret etti­ler. Son olarak, Şemdinli’de derin devletin suçüstü yakalanması yılın belki de en önemli olayıdır. Bu olay­ların da gösterdiği gibi yılın başı ile sonu arasında oldukça farklı bir du­rum vardır. ABD ile ilişkileri krizli bir noktaya gelen hükümet, bu sorunu aş­mış görünürken bu kez iç politikada gerilim tırmanma eğilimi gösteriyor. Bir yanda Şemdinli olayı, öte yanda

YENİ YILA AKTARILAN

SORUNLAR

2

Page 5: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C |o!

lan ilişkiler ise yeniden farklı bir sevi­yeye taşınmaya çalışılıyor. Dolayısıy­la iki güç de son derece aktif olarak Türkiye olaylarının içindedirler.

AB’den başlayalım. Hükümet, Er­meni Konferansı ve Orhan Pamuk da­vası gibi konularla sıkıştırılırken esas konu henüz geri planda duruyor. Bu da Kıbrıs’tır. Hükümet bu konuda son oyalamalarını yapıyor, ancak artık gi­dilecek yer kalmamış, duvara dayanıl- mıştır. Rum malları ve ulaşım araçla­rına limanlar açılacaktır. Siyasal ola­rak Kıbrıs sorunu iktidarın elinde pat­layacak bir bombaya dönüşebilir. Onu yıpratacak güçlü bir siyasal koz haline gelebilir. Elbette bu Kıbrıs sorununun özünü değiştirmeyecektir. Hangi hü­kümet gelirse gelsin bu sorunu kuca­ğında bulacaktır.

Öte yandan, AB ile ilişkilerde Kürt sorunu da bir dönüşüme uğraya­rak gündeme tırmanmaktadır. Şem­dinli provokasyonu ortaya çıkmadan önce PKK’nin düşük seviyeli eylem­leri, medya destekli propaganda ve provokasyonlarla Kürt hareketi aley­hine kullanılabiliyordu. Ancak son sü­reçte gidiş değişmiştir. AB yetkilileri “Türk ordusu PKK ile savaşmayı se­viyor” diyerek daha açık tavır almayı tercih etmişlerdir. Başbakan’m açıkla­maları da olumlu bulunmuş, Kürt so­rununda AB, üniformalı hükümete en azından sarı kart göstermiştir. AB ta­rafından gelen basınç ordunun siya­setteki etkinlik alanının daraltılması yolundadır. Ancak AB orduya yüklen­menin bir sınırı olduğunu da iyi bil­mektedir. Bugünlerde AKP belediye­lerinin koyduğu içki yasakları hemen Batı basınında konu olmuş, uzun uzun yorumlar yapılmıştır.

AB görüşmelerinde dosyalar açıl­dıkça gerilimler daha da artacaktır. Çünkü bu dosyalardaki konuların bir bölümü doğrudan AKP tabanını vura­caktır. AB müdahalelerinin nasıl tep­kiler yaratacağını adım adım görece­ğiz. AB kılıcının tek yönlü sırf orduya dönük işlemediği, kır ve kentte orta işletmeleri de zorlayacağı biliniyor. Aslında AB sürecinin AKP hükümeti üzerindeki etkisi tek yönlü değildir. Bir yandan, AB süreci derinleştikçe

tarımda ve Anadolu sanayinde büyük tasfiyeler kaçınılmazdır. Bu gelişim doğrudan AKP tabanını vuracaktır. Yine günümüzün modası özelleştir­meler devam ettikçe işsizlik daha da artacaktır. AKP, ağzıyla kuş tutsa Tür­kiye finans kapital elitinin içine gire­meyeceğini biliyor. İslami sermaye­nin ipi göğüsleyen bazıları biraz daha irileşebilir, ama daha öteye, egemen elitin içine giremez. Bu nedenle, AB sürecinin sağladığı itibarı arkasına a- larak AKP, Arap sermayesinin gelme­si için uğraşıyor. Bu hem finans kapi­tal hem de ordu için rahatsız edici bir durumdur. Petro-dolarlar dünyanın hiçbir yerinde üretime yönelik bir işe yönelmemiştir, borsa, gayrimenkul ve turizme akmıştır. Türkiye’de de farklı davranmayacaktır. Bu devasa sermaye yığmağının küçük bir bölümü Türki­ye’ye aksa, ekonominin “rekabet gü­cünün artması” açısından hiçbir rol oynamaz, ancak İslami sermaye için büyük bir gelişme olur. AB’nin nor­mal süreci İslami sermaye için bir risk iken, bu sürecin imkanlarından yarar­lanarak Arap sermayesinin desteğiyle İslami sermaye güçlenebilir. AKP hü­kümeti bu ipte cambazlık yapmaya ni­yetlidir. Ancak “bir ipte iki cambaz oynamaz.”

Ordu açısından ise, AB sürecini AKP hükümeti gibi hükümetlerle ya­

şamak istemeyeceği yeterince açıktır. Bu iki yönden böyledir. AB’den ordu­nun‘"etki alanının daraltılması yönün­de gelecek baskılara AKP hükümeti bilinçlice yeterince direnç gösterme­yecektir. Bugüne kadar ordu ve AKP hükümeti arasında büyük bir sorun yaşanmasa da, olaylar gittikçe biriki­yor. AKP kendisi için istediği özgür­lüklerin bir kısmına ancak AB’nin gü­cüyle ulaşabileceğini bildiği için, bu gücü bu yönde değerlendirecektir. Bu yönde her önemli adım ordu, siyasal İslam ve AB arasında bir gerilim de­mektir. Ordu için mevzi kaybı olasılı­ğı taşımaktadır. Öte yandan, bu süreç­te AKP’nin başarıları cumhuriyetin i- deolojik temellerini daraltabilir, yani Kemalizm’in gücü iyice zayıflar. Şu anda zaten Kemalizm, Batı Türki­ye’nin sadece bir bölümüne daralmış­tır. AB sürecindeki gelişmelerin böyle bir rol oynama olasılığı fazla olduğu için ordu bu uzun maratona hazırlan­ma sorunuyla karşı karşıyadır. Bu ma­ratonda, örneğin Çiller’in DYP’si gibi partileri tercih edecekleri açıktır. As­lında bugün böyle partilerde vardır, ancak güç olma şansları zayıf görünü­yor.

ABD ile ilişkilerin yeni çerçevesi

Son altı aydır ABD ile Türkiye iliş­kilerine yeniden çeki düzen verme ça­lışmaları yoğun bir şekilde sürmekte­dir. Bu düzenlemelere son olarak biraz da abartılı bir şekilde FBI ve CIA baş- kanları da katıldı. Özellikle bu güven­lik servislerinin devreye girmesi önem­lidir. Ancak bunlar genellikle görün­mez bir şekilde işlerini yaparken bu kez tam tersine özel olarak basının gö­zünün içine girmeyi tercih ettiler. Eski MİT Müsteşarı Sönmez Koksal, Milli- yet’te yaptığı söyleşide bu durumu ga­ripsiyor. Hatta “PKK operasyonu ger­çekleşmeyebilir” diyerek bu göze fazla batmanın özel bir tercih olduğunu vur­guluyor. Belli ki, Bush yönetimi CIA ve FBI şefleriyle aynı zamanda Türki­ye’nin tribünlerine de oynamayı amaç­lamaktadır. Artan anti-Amerikancılığı kırma, bu yönden AKP üzerine gelen siyasal basıncı azaltmak için böyle gösterilerin belli bir önemi vardır.

5

Page 6: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

C |O İ OCAK'ŞUBAT 2006 ı

Beyaz Saray’da Türkiye’ye yeni nasıl bir rol biçilmiştir? Bunun bu­günden sadece bazı ipuçlarını bulabi­liyoruz. Ancak Irak’tâki durum ve A- merika’nm Ortadoğu planları bütü­nüyle düşünüldüğünde bazı sonuçlara varmak mümkündür.

Irak seçimleri Irak’m parçalanma­sı yönünde son güçlü adım olmuştur. Şiiler büyük bir güç olduklarını kanıt­ladılar. Bağdat’ta bile yüzde altmış çoğunluk Şiilerin. İkinci güç Kürtler veya Sünniler olacaktır. ABD, Irak’ta- ki seçimlerle, hırpalamak istediği İ- ran’m elini güçlendirmiştir. Bir yan­dan asker çekme planlarını yapmak zorunda kalırken; öte yandan, böyle bir Irak’tan daha elli yıl çekilemez. Sorunun bu kilitlenme noktasında Türkiye’ye ve elbette bazı başka Arap ülkelerine görevler düşebilir. ABD, son dönemde Sünnileri seçime -Tür­kiye aracılığıyla- razı ederek Irak iç dengelerinde kendine daha fazla bir manevra âlânı yaratma çabasında. Sünniler seçimlerden beklediklerini bulamazlarsa, büyük olasılıkla böyle olacaktır, direniş yeniden hız alır. Tür­kiye’nin bir rolü Sünnilerle ilişkide o- labilir. ABD, Irak’m bundan sonraki gidişinde Şiilere karşı çeşitli dengeler kurmak zorundadır. Yoksa bmseçtirdi- ği parlamentonun kararıyla Irak’ı terk etmek gibi garip bir durumla karşı

karşıya kalabilir. Dengelere bakıldı­ğında seçim sonrası Irak, öncesini a- ratmayacağı için ABD bu duruma kar­şı hazırlık yapmak zorundadır.

Türk devletine rol düşebilecek di­ğer alan Kürt Federasyonu’dur. Ge­nelkurmayın yaptığı açıklamaya göre Kürt Federasyonu’yla ilişkiler gelişti­rilecektir. Türk devletinin bir kırmızı çizgisi ölmüş olsa da, yeni duruma u- yum yapmaktan başka bir seçeneği yoktur. ABD açısından Türk devletini Kürt Federasyonu karşısında önce nötralize etmek önem taşıyordu. Ge­lişmelere bakıldığında bu konunun büyük ölçüde çözümlenmiş olduğu anlaşılıyor. Bundan sonra, kritik sü­reçlerde “Kürtlere hamiliğe” Türk devletini ikna etmek gelebilir. Bu ko­nunun medyada sık tekrarlanan senar­yolar kadar kolay olmadığı açıktır. ABD’nin tümüyle çekildiği bir Irak’ta Kürt Federasyonu’nun geleceğinin çok sorunlu olacağı tahmin edilebilir. Ancak böyle büyümüş bir sorunun i- çine Türk devleti ne ölçüde girmeyi göze alabilir; ayrıca bölge güçleri bu­na ne ölçüde razı olur, bu soruların bugünden cevabı yoktur. Bu spekülas­yonlardan öteye, mevcut dengelerde Kürt Federasyonu’yla ilişkilerde Türk devletine Washington nasıl bir rol biç­meye niyetlidir? Bunun çok aktif bir rol olma şansı bugünkü dengelerde

yoktur. Kürt bölgesinin hem petrol hem de Şiilere karşı bir ağırlık oluştu­rabilmesi için “sakin” olması gerekli­dir. Bu konuda Türk devletinin oyna­yacağı roller vardır.

Son olarak, ABD’nin Ortadoğu stratejisinin diğer derinlikleri düşünü­lürse, Türkiye’nin gerekli bir mo­mentte İran ve Suriye’nin tecridinde rol üstlenmesi de istenebilir. Bu konu­da bir Alman haber ajansının bildirdi­ğine göre, Amerika seneye İran’a ya­pacağı saldırı için Türkiye’den destek istemiştir. Karşılığında bu saldırı sü­recinde İran’daki PKK kamplarına o- perasyon düzenlemesine izin vermiş­tir. 2006’da bölgedeki sıcaklık daha da artacağa benziyor. Bu Türkiye’de de gerilimin yükseleceği anlamına ge­lir.

Bütün bu görevlerin şimdilik ol­dukça soyut ve belirsiz olduğunu söy­lemek gerekiyor. İran saldırısı gibi so­mutlaşmalar zaman geçtikçe ortaya çıkacaktır. Görevlerin somutlanması için bu ara Washington ve Ankara ha­rıl harıl çalışıyor. ABD ne kadar “1 Mart tezkeresini unuttuk” dese de or­tada hala iki büyük sorun durmakta­dır.

Türk devleti Ortadoğu’da işlerin içine hangi derinliğe kadar girmeyi göze alabilir? Bugün sadece Ameri­kan “İmparatorluğu”na bağlı strateji yürütmek hem tehlikeli hem de yan­lıştır. Bu imparatorluğun inişte oldu­ğunu artık herkes biliyor. Üstelik Or­tadoğu gibi bir cehennemde dünyanın şu durumunda, Amerika’nın fedailiği­ne soyunmak tehlikeli olmaktan öteye intihara yakın bir anlama sahiptir. Bu sorunların birincisidir. Buradan, Tür­kiye’nin sürece dahil olmasının çok sınırlı kalması olasılığı sonucu çıkar- tılabilir. Bilindiği gibi saldırılarıyla “cehennemin kapılarını açan” Sharon, şimdi telaşla bu kapıları kapatmak i- çin uğraşıyor. Irak, Ortadoğu’da şu anda yangının en yoğun olduğu yer­dir. Bu yangına girmekte Türk devle­tinin çok hevesli olmayacağı açıktır.

İkinci büyük sorun, Arap dünyası Türkiye’nin bölgede önemli bir rol al­masına kesinlikle karşıdır. Bu II. Dün­ya Savaşı sonrası süreçte birkaç kez

4

Page 7: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C|O İ

kanıtlandı; en son olarak da Irak’ta bir kez daha kanıtlandı. Bu konuda ABD’nin Arap ülkelerini yumuşatma şansı hemen hemen yoktur. Bu iki so­run da Türk devletinin bölgedeki rolü­nü daraltıyor. Bakalım Washington- Ankara mesailerinden ne çıkacak?

Sonuçlandırırsak, AB ve ABD ü- zerinden gelen etkilerin yönleri ol­dukça farklıdır. AB, hem Siyasal İs­lam’ı hem de orduyu denetleme ve kendine göre standardize etme çaba- smdayken; ABD, siyasal ilişkiler için yararı olduğunu düşündüğü Siyasal İslam’ı bölge için “örnek” hale getir­meye çalışıyor, öte yandan bölgenin mayınlı alanında göreve çağırdığı or­dunun konumunu kaçınılmaz bir şe­kilde güçlendiriyor.

* * *

Türk devletinin içinde bulunduğu genel politik ortamı ve dengeleri orta­ya koyduktan sonra kısa vadede-se- çimlere kadar gerilimin yığılacağı ko­nuları belirlemeye çalışalım. AKT, se­çimlere kadar olan zamanda AB süre­cinden kötü bir darbe yememeye çalı­şacaktır. Bu konuda en riskli konu şimdilik Kıbrıs’tır. Öte yandan, cum­hurbaşkanlığı için atak yapmaya ha­zırlanıyor. Bu konuda dengeleri iyi tartmak zorunda olduğunu biliyor. E- ğer bir efelik yapmaya kalkarsa 28 Şubat gibi post-modem darbelerin ye­ni versiyonları olasıdır. Bu riske rağ­men seçimlere kadar kendi “öz” taba­nına yönelik İslami yaşam tarzı ve ör­gütlenmesini güçlendirmek için adım­lar atmak zorunda olduğunu hissedi­yor. Yoksa seçim yaklaşırken bunun rakiplerince sömürüleceği aşikardır.

Derin devlet ise, Siyasal İslam'ın bütün bu adımlarının yolunu kesmek ve seçimlere laik-Kemalist bir siyasal alternatif hazırlanması gerektiğini dü­şünüyor. Bunun oldukça zor olduğu, ortalıkta böyle bir adayın olmadığı, hala Siyasal İslam’ın güçlü olduğu da görülüyor. Kısa sürede böyle güçlü politik kaymalar ortaya çıkabilmesi i- çin çok etkili olayların yaşanması ge­rekir. Cumhuriyet tarihinde böyle çok örnek vardır. Ancak mevcut dünya- bölge dengelerinde ve iç siyasal orta-

mm çok yıprandığı bir dönemde alter­natif yaratmanın sıkıntıları büyüktür. Bu gerçeklerden hareketle yakın gele- ceğe-seçimlere kadar olan süreye ba­kılınca bu günlerin oldukça fazla geri­lim yüklü olduğu görülebilir. Buradan otomatik sonuçlar üretmek kesinlikle hatalı olur. Yakın dönemde bunun iki önemli örneği vardır. İlki, 12 EylüTün başlarında apoletlerinin bütün gücüne rağmen cuntanın horozlu partisi karşı­sında Özal’m ANAP T seçimleri ka­zanmıştır. Yenilgiden sonra horoz çö­zülüp dağılmıştır. Son seçimlerde ise, Erdoğan’ın bütün , ayak oyunlarına rağmen çıkıp iktidara gelmesi, her za­man senaryoların yazıldığı gibi oyna- namadığım gösteriyor.

Siyasal alternatif yaratmanın da handikapları çoğalmıştır. Bir zaman­lar komünizm, terör ve bölücülüğe karşı kim daha yüksek sesle bağırırsa alternatif olma şansı artıyordu. Bu yollar artık eski etki gücünü yitirmiş­tir. “Bölücülük” ve “terör” hala bir et­kiye sahip olsa da, bunların dışında artık herkesin dillendirdiği bir “Kürt sorunu”nun olduğu, konunun sadece “terör” olmadığı yeterince yaygınlaş­tı. “Bölücülüğe” karşı yüksek sesle bağırmak politikada artık eski etkiyi yaratmıyor. Öte yandan, laiklik ve Kemalizm de cumhuriyetin birleştirici çimentosu olmaktan çıkmıştır. Bunla­rı “kızıl elma” koalisyonu tarzında gürültüyle yinelemek bir siyasal alter­natif yaratma şansına sahip değildir.

Bugün politikanın bileşenleri bü­yük ölçüde güç merkezleri tarafından dikte ediliyor. Neo-liberal politikalara ve uluslararası terörle mücadeleye bağlılık temel ayraçtır. Bunlara karşı çıkmak “uluslararası camiadan” afo­roz edilmeyle sonuçlanabilir. Derin devlet politik alternatif yaratma yolu­na çıktığında diğer detaylar bir yana, esas ekonomi politikayla - neo-libera- lizmle kendi çıkarlarından dolayı bel­li noktalarda çatışmaktadır. Buna kar­şı reflekslerini geliştirerek OYAK ve bankasının piyasaya müdahalesini hızlandırmıştır. Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birisinin OYAK oldu­ğu biliniyor. Öyle görünüyor ki, neo- liberalizmin zorlamaları Türkiye’de bir de asker burjuvazi yaratacaktır.

Derin devlet “terörle mücadeleyi” çok severken, neo-liberal ekonomi politi­kalarla arası çok iyi değildir. AKP ise, terörle mücadelenin bir noktadan son­ra sivil hükümetler için nasıl bir tuzak olduğu biliyor. Bu konuda ihtiyatı el­den bırakmıyor. Neo-liberal politika­ların ise tam bir savunucusu gibi gö­rünmesine rağmen, bir momentten sonra bu gidişin kendi aleyhine döne­ceğini görüyor. Bu noktada oyalanma­lar başlayacaktır. Güç merkezlerinin dayattığı temel politikalar gittikçe da­ha fazla sancı yaratacaktır. Eğer Latin Amerika deneylerini dikkate alırsak, bu sancılı dönemeçten sonra ülkeye özgü politikalar zorunlu olarak gün­deme girmektedir. Bu ise politik güç dengelerinin yeniden yapılandırılması demektir. Sonuç olarak, seçime kadar geçecek döneme bütün bu alt üstlük­ler elbette sığmaz. Fakat bu gerçeklik­ler başlayan kaynamanın kaynağının geçici değil, derin olduğunu gösteri­yor.

Yaklaşan sürece Devrimci Hare­ket bu ufuktan bakmak zorundadır. Seçimlere kadar süreç iç ve dış politik dengelerden dolayı oldukça gerilimli geçecektir. Bu süreçte Devrimci Hare­ket için Siyasal İslam ve laik derin devletin politikaları arasında taktiksiz kalmak olasıdır. Bu tuzak zaten vardı, önümüzdeki günlerde tuzağın etki gü­cü artabilir. Neo-liberal politikalara karşı cepheden bir mücadele; çok sö­zü edilen “demokrasinin” medya tara­fından seçilmiş maskaralıklar için de­ğil,, işçi hakları ve Kürt halkının en meşru talepleri için yaşama geçirilme­si; bu gerçek politik zemin ne ölçüde güçlendirilebilirse sivil ve üniformalı hükümetler arasında sıkışma almyazı- smdan kurtulmak mümkündür.

Bu gidişin almyazısı olmadığının kanıtı Amerikanın “arka bahçesi”dir. Latin Amerika halkları neo-liberal po­litikalara. aşağılanmaya, zenginlikle­rinin haraç mezat uluslararası tekelle­re satılmasına karşı isyan bayrağını açmıştır. Sıra neden Türk ve Kürt Halklarında olmasın!

25.12.05

5

Page 8: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

ŞEMDİNLİ’DEN

KİMLİK TARTIŞMALARINAM. Sinon

"Türk ve Kürt halklarının ortak çözüm paketi"ni geliştirebilmek ve bunu toplumun geniş kesimlerinde tartıştırmayı hedefleyebilmek egemenlerin ideolojik-politik hegemonyasını kıracak bir olanak yaratabilir. Bunu beceremezsek Barzanlciliğln artan etkinliğini, Türki­

ye'deki Kürtlerln daha çoğunun ABD'ye kurtarıcı gözüyle bakışını veya diğer tüm tartış­maları rafa kaldıracak bir halklar boğazlaşması senaryosunu İzlemek zorunda kalacağız.

Şemdinli’de yaşananlarla birlik­te Kürt sorunu açısından yeni değer­lendirme gerektiği ortadadır. Son dö­neme gelirken karşı karşıya bulunan güçlerin yeni mevzilenmeleri ve ge­liştirdikleri açılımlar Şemdinli’de ve sonrasındaki tartışmalarda bütün netliğiyle ortaya çıktı.

Şemdinli’ye gelirken...Kürt hareketi, son derece sarsın­

tılı ve zorlu bir süreçten geçiyor. Ö- calan’m d A taıaîırıdaıı yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi sonrası, Kürt halkı açısından bütünüyle zorlu bir sınav oldu. Böylesi önderlik merkez­li hareketlerin, bu gibi darbeler son­rasında ne hale gelebildiği Peru’daki Aydınlık Yol deneyimi ile emperya­

lizmin bilinç hanesine yazılmıştı. Gerçekten de A. Guzman’m yaka­lanması sonrasında Aydınlık Yol çok ciddi bir güç kaybı yaşayarak, etkin bir güç olmaktan çıkmıştı. Dolayı­sıyla Kürt hareketinin büyük bedel­ler ödeyerek yarattığı birikimini ya­rınlara taşıyabilmesi çok önemliydi. Son dönemde ortaya çıkan gelişme­ler bu birikimin büyük oranda koru­narak bugünlere taşınabildiğim orta­ya koymuştur. Halktaki bağlılık ve i- nanç açısından bakıldığında, hareke­tin büyük bir gücü temsil edebildiği ortadadır.

Silahlı mücadele yöntemleri ile ilgili değerlendirmeler tartışmaya a- çıktır. 3 Ekim öncesinde yükseltilen çatışma sürecinin bir savaşı yükselt­

me çizgisi olmadığı, tersine AB ile müzakerelere başlayabilmeyi çok is­teyen hükümetten, en azından bazı politik taleplere yanıt alabilme a- maçlı olduğu belliydi. Fakat AKP hükümeti, Diyarbakır konuşmasında “Kürt sorunu vardır” demekten öte­ye hiçbir adım atamadı. Gerçi bu yaklaşım bile Kürt halkının kimi ke­simlerinde önemli bir beklentiye yol açtı. Fakat şu ana kadar bu beklenti­leri karşılayacak çok ciddi bir açılım gelişememiştir. Başbakan tarafından başlatılan “alt-kimlık üst-kimlik” tartışması ise önemlidir ve aşağıda bir biçimiyle değerlendirilmeye çalı­şılacaktır.

Silahlı mücadelede bir süredir ciddi bir tıkanma yaşanmaktaydı. 99'a gelirken bo yeterince açıktı. 90‘larm ilk y a ra n d a , kentlerdeki halk hareketlerinin Susurlukçu çete­ler bağlanımda yoğnn bir terörle e- ziltr.es: s ırr ıs ın ::, mücadelenin tüm yükü g e r i l i : r İ r im e bindi ve ge­rilla bu yükü kaldıracak adımları a- tamadı. Ocalan'm yakalanması son­rasında geliştirle r tezlerde ise zaten gerillaya merkezi bir rol tanınmadı. Gerillaya mücadelede ön açıcı bir rol taşıyıcısından ziyade "en kötü du­rumlarda sığınılacak son kale” gö­züyle bakıldı. Bunun nedenini niçi- nini tartışacak durumda değiliz, fa­kat Kürt hareketinin genel değerlen­dirmeleri ve bölgenin konjonktürü a- çısmdan bakıldığında askeri zorun

6

Page 9: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞUBAT 2006 CjOİ

Kürt hareketi açısından orta vadede bir siyasi anahtar olarak * kulla­n ılam ayacağ ı açıkmış gibi gözükü­yor.

2005 Nevvrozu ve yükselen serhildanlar...

Bu noktada Kürt hareketi özel­likle kentlerden yeni bir intifada tar­zı çıkışı, serhildanları örgütlemeyi önüne koydu. Bu yaklaşımın belirgin bir biçimde ortaya çıktığı tarih ola­rak 2005 Newrozunu verebiliriz. Gerçekten 2005 son yılların ülke ça­pında en coşkulu ve en kitlesel New- roz’larına sahne oldu. Kürt halkı, kitlesel gücüyle Kürt sorununun çö­zümü noktasında ağırlığını koyaca­ğının işaretlerini verdi. 2005’in tü­müne bakıldığında çatışmaların yo­ğunlaştığı dönemlerde dahi özellikle bölgedeki merkezlerde ciddi bir kit­lesel hareketlenmenin yaşandığı a- çıktır. Gerilla cenazelerine sahip çık­ma yönündeki irade, çatışma alanla­rına yürüyerek gitme girişimleri, si­yasi kampanyalara yoğun katılım, canlı kalkan girişimleri zaman za­man çatışmaların gölgesinde kalsa ' da aslında bu döneme damgasını vu­ran tutumlar oldu. Büyük şehirlerde istendiği seviyeye ulaşamasa da böl­gede ciddi bir hareketliliğin ortaya çıkmış olması serhildan taktiğinin bir karşılığının olduğunu ortaya koy­muştur.

Devletin yanıtı gecikmedi...

Devlet 2005 Newrozu’nun verdi­ği mesajı büyük bir ciddiyetle almış ve ani bir refleksle yanıt üretmiştir. Büyükanıt’ın “Türkiye’yi Filistin yapmak istiyorlar” demesi devletin gelişmeleri nasıl okuduğunu ortaya koymaktadır. Bayrak provakasyonu çerçevesinde yaşanan politik- psiko­lojik harekat çerçevesinde devlet de kendi hegemonik durumunu güçlen­dirmeye çalışmıştır ve bunda da bü­yük oranda başarılı olmuştur. Şoven mesajlar kitlelerde ciddi bir karşılık bulmuş, sokaklarda linç rüzgarları estirilmiştir. Devlet böylece serhil­dan rüzgarlarının büyük şehirlere u-

laşmasmm önüne bir set çekebilmiş­tir. Fakat devletin kısa vadede kendi­sine politik bir güvence yaratan bu adımının orta vadede kendisi açısın­dan ne gibi olumsuz sonuçlar yarata­cağını hep birlikte göreceğiz. Bu şo­ven katılaşma devletin çok kıvrak taktik dönüşler gerçekleştirmesi ge­reken bu karmaşık politik atmosfer­de ayağına bağ olmaya devam ede­cektir. Bkz. Orhan Pamuk davası.

Bombalar halk hareketini

sindirmeye yöneliktirŞovenizm açılımının Kürt kitle­

lerinde tetiklemeden başka bir etki yaratmayacağı açıktı. Öyle de oldu. Bölgedeki merkezlerde kitlesel bir hareketliliğin ortaya çıkmasında şo­venizme tepkinin de olduğu açıktır. O zaman devletin buradaki kitlesel hareketi pasifize edecek, sindirecek, önderliklerini yok edecek yeni bir a- çılım yapması gerekiyordu. İşte bu açılım da JİTEM’in yeniden faaliye­te geçirilmesi oldu. Özellikle Hakka­ri bölgesinde patlayan bombalar ge­lişecek bir halk hareketinin sınırları­nı belirlemeyi amaçlamaktaydı. Ö- zellikle devlet tarafından yapıldığı­nın halkın gözüne sokarcasma açık olması da amacın ne olduğunu orta­ya koymaktaydı. Devlet bu bombala­malarla bir taşla iki kuş vurmayı he­defliyordu. Batı’da “terör hortladı,

kent merkezlerine indi” edebiyatıyla şovenizmi canlı tutmak. Doğu’da da “ayağınızı denk alın, ensenizdeyiz, AB süreci falan dinlemeyiz, ısrarcı olursanız topyekun savaş konseptini yeniden hakim kılarız”.

Fakat devreye belki de devletin hiç de hesap edemediği bir etken gir­di: HALK İNİSİYATİFİ. Gerçekten de Şemdinli’de yaşanan suç üstünün tek bir sorumlusu var. Bir nebze öz­gürlük için canını ortaya koyabil­mekten çekinmeyen halkın büyük kararlılığı. Yıllarca en ağır işkence­lerin, katliamların gerçekleştiği bir coğrafyada halkın hala büyük bir ıs­rarla katillerin peşine düşebilmesi. “Gözaltına aldığı” aracı göğsünü o- tomatik silahlara siper etme pahası­na koruması. Bütün bunlar aslında e- gemenlerin taktiklerini açık etmesi, halk güçlerinin yeniden güçlü bir çı­kış yaratabilmesi olanağı yaratması ve ülkenin faşizmin cenderesinden çıkartılabilmesi için önemli bir fırsa­tın yaratılması sonucunu doğurdu.

Kürt hareketi bütün bir baskılan­ma sonrasında böylesi bir halk insi- yitafini ve umudu diri tutmayı başa­rabildiği için takdir edilmelidir.

Devletin Şemdinli’ye yanıtı ise Newroz’da ürettiği kadar planlı ola­madı, çünkü hesaplarda olmayan bir gelişme yaşandı. (Bu açıdan bakıldı­ğında Şemdinli aslında Susurluk’a

7

Page 10: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

q O İ OCAK-ŞUBAT 2006

kıyasla çok daha açık bir olanak ol­muştur ve nitelik açısından bizler i- çin değeri çok daha büyüktür). İpe un sermenin durumu daha da kötü­leştireceği anlaşılınca ilk gün arka kapıdan bırakılan “iyi çocuk”lar tu­tuklanmak zorunda kalındı. Bomba­cılara sahip çıkan Büyükanıt sözleri­ni yumuşatmak zorunda kaldı. Baş­bakan ise bölgeye yaptığı ziyaret sonrasında bir kimlik tartışması baş­lattı. Böylece geçen yaz “Kürt soru­nu vardır” demek zorunda kalan Başbakan halkın iradesinin kendisini çok net ve güçlü bir şekilde ortaya koyması sonrasında bu seferde soru­nun kendince çözümüne dair bir de­ğerlendirme yaptı.

Şemdinli’deki kararlı halk insiya- tifi oldukça büyük olanaklar yarat­mıştır. Fakat bu olanakların ne ölçüde olumlu sonuçlar yaratıp yaratmayaca­ğı etkin politik aktörlerin adımlarına ve güç birikimlerine bağlıdır.

Kimlik tartışmalarına müdahale edebilmek...

Bölgede ABD’nin çok önemli bir politik aktör olduğunu biliyoruz. Son dönemlerde ABD’nin üst düzey güvenlik politikası sorumluları arka arkaya Türkiye’ye akm ettiler. Ma­sada Irak’m geleceğinin ve İran ile Suriye’nin ne yapılacağının olduğu açıktır. Özellikle İran ile ilgili bir sü­reç gelişiyor. ABD’nin iç kamuoyun­da, ölen askerlerin sayısı arttıkça ciddi bir tepki var. ABD’nin savaşa­bilirle kapasitesi gün geçtikçe sınır­lanıyor. Bush’un itibar kaybı da bir rota değişikliğini zorunlu kılıyor gi­bi gözüküyor. Fakat Büyük Ortado­ğu Projesi gibi tüm Ortadoğu’yu ye­niden tasarlamaya yönelik bir proje­nin hemen rafa kaldırılacağını um­mak safdillik olur. Türkiye’nin rolü­nün artacağı ya da en azından ABD isteğinin bu yönde olacağı açıktır. Yeni atanan ABD büyükelçisi İran i- le ilgili hedeflerinin olduğunu gizle­miyor. Türkiye ise “İran yüzünden ABD ile ilişkilerimizi bozamayız” değerlendirmesi yapıyor. AKP, ikti­darını koruyabilmek için ABD’nin ve IMF’nin desteğine muhtaç. Asker

ise inisiyatifini kaybetmek istemi­yor. ABD ile Türkiye’nin Ortado­ğu’ya yönelik beraberliklerini daha açık bir şekilde' ortaya koydukları bir açılım yapabilmeleri ise Kürt soru­nunda bir takım uzlaşmalara bağlı.

Başbakan’m açtığı kimlik tartış­ması bu yönüyle önemlidir. Türkiye- ABD arasında Kürt meselesinin or­tak algılanmasına dair bir alan yara­tılmasına hizmet edebilir. MİT baş­kanı ile Barzani’nin görüşmesi ve Ö- calan ile yapılan görüşmeler mutfak­ta birşeylerin pişirilmeye çalışıldığı­nı gösteriyor. Fakat neyin nasıl ola­cağına dair çok net öngörülerde bu­lunabilmek mümkün değil, ama Bar- zani ve Türkiye arasında seviyesinin ne olacağı öngörülemeyecek bir ya­kınlaşma tahmin edilebilir. Barzani “Türkiye’de Kürt sorununun demok­ratik çözümünde inisiyatif almak­tan” şimdiden bahseder olmuştur. Ö- zal’ın ruhunu çağırma seansları baş­lar mı, göreceğiz.

Önemli alternatif seçeneklerden biri de Kandil’e yönelik ordu hareka­tının önünün açılmasıdır. Dış basma yansıyan kimi haberlerde ABD tara­fından İran’a yönelik askeri operas­yonda suç ortaklığı karşılığında böy- lesi bir tavizin verildiği bildirilmiştir. Böylesi bir saldırının Türkiye’yi ger­çek anlamda Yugoslavyalaştıracak sonuçları ortaya çıkabilir. Şemdinli öncesine göre ihtimali düşmüş gibi

görünse de masada tartışılan konular­dan biri olduğu muhakkaktır. Şem­dinli bombacılarına “iyi çocuklar” di­yen Büyükanıt’m ABD gezisinde li­yakat madalyası almaktan başka iş­lerle de uğraştığı muhakkaktır.

Demokratik güçler gayretlerini artırmak

zorundadır...Peki büyük şehirlerde Şemdin­

li’deki halk inisiyatifinin .yarattığı o- lanaklar üzerinden yeterli bir faali­yet yapılabildi mi? Şovenizmin sur­larında bu olanağın büyüklüğü ora­nında bir tahribat yaratılabildi mi? Maalesef hayır. Biz olayı yine pro­testo edilmesi gereken bir hadise o- larak kavradık. Olayın aslında ne ka­dar önemli olduğunu ancak burjuva basma büyük puntolarla yansıyınca hissettik. Türk ve Kürt halklarının a- rasmdaki gerginliği, ki maalesef iş­ler bu noktaya gelmiş görünmekte­dir, hafifletecek ve dolayısıyla Ame­rikancı yaklaşımların yerine gerçek bir ortak halk inisiyatifini olanaklı kılacak siyasi atmosferi oluşturama- dık. Burada biz derken sadece kendi siyasetimizi değil muhakkak ki Tür­kiye’deki tüm demokratik güçleri kastediyoruz. Sürece yön verebile­cek öncü taktikler geliştirilemedi.

Aslında önümüzde bu zaafıyetin aşılabilmesi için yeni bir olanak da var. Halkın gerçek beklentilerini ve günlük güç dengelerini ortaya koyan, Türk emekçileri de ikna edebilecek bir ara çözüm paketinin ne olabilece­ği konusunda tartışmaya öncülük et­me misyonunu AKP’nin elinden ala­bilmek çok önemli bir dönemsel gö­revdir. “Türk ve Kürt halklarının or­tak çözüm paketi”ni geliştirebilmek ve bunu toplumun geniş kesimlerinde tartıştırmayı hedefleyebilmek ege­menlerin ideolojik-politik hegemon­yasını kıracak bir olanak yaratabilir. Bunu beceremezsek Barzaniciliğin artan etkinliğini, Türkiye’deki Kürt- lerin daha çoğunun ABD’ye kurtarıcı gözüyle bakışını veya diğer tüm tar­tışmaları rafa kaldıracak bir halklar boğazlaşması senaryosunu izlemek zorunda kalacağız.

8

Page 11: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Anti-sömürgeci mücadeleyi yeniden düşünmek

Kür t s o r u n u ü z e r İn e

H ATI RLATMALARFikret Kızıltcın

Bugün, Ortadoğulu devrimcilere düşen her türden şovenizm karşısında kararlı bir duruş sergilemek ve halklar arası dayanışmayı örmektir. Önümüzde iki seçenek

var: Ya halkların kapitalist emperyalizme karşı birleşik mücadelesi ve bunun sonunda ulaşılacak olan bir bölgesel devrim ya da etnik/dini kimliklere dayalı

bir politizasyonla halkların birbirine kırdırılması, "balkanlaştırılma".

“ve ateşin kendini bekleyen gölgelerinde

zifiri bir umuttur artık Kürdistan ”

M. Mıuıgan*

Geride bıraktığımız 2005 yılında Kürt sorunu yeniden tüm sıcaklığıyla kendini ortaya koydu. PKK’nin silahlı güçlerini Türkiye sınırlan dışma çekti­ği 6 yıl boyunca sorunun çözümüne yönelik tek bir demokratik adım atıl­mayınca, Kürt hareketinin silahlı ka­nadı “bekleme” durumuna son verdi. Newroz kutlamalarından itibaren ge­nel olarak Kürt kitlesinde bir canlan­ma yaşandı, yer yer Filistin’i hatırlatan

büyük serhıldanlar gerçekleşti. Şem­dinli olayları bu gelişmelerin tepe noktası oldu.

AKP hükümeti, Erdoğan’ın ağzın­dan önce Diyarbakır’da ilk kez “Kürt sorumT’nu telaffuz etti, daha sonra Şemdinli olaylarının ardından “alt kimlik olarak Kürtlük” kavramını or­taya attı. Öcalan ve Kürt hareketi alt kimlik tanımına destek verdi. Öca- lan’m demeci Hürriyet gazetesinde manşet oldu. Bu tartışmalarda sorul­ması unutulan soru ise, Türklüğün de bir alt kimlik olup olmayacağıydı.1

Bu arada son günlerde Irak’taki Kürdistan özerk yönetimiyle ve ABD ile görüşme trafiğinde bir artış yaşan­dı. RTÜK, Kürtçe televizyon yayınma serbestlik getirdiğini açıkladı. Çeşitli seviyede süren pazarlıkların nasıl bir sonuç doğuracağını önümüzdeki gün­lerde göreceğiz.

Biz bu yazıda güncel gelişmeler­den biraz uzaklaşarak Kürt sorunu ü- zerine bazı hatırlatmalarda bulunup, Kürt hareketinin gelinen noktada taşı­dığı riskler ve olanaklara tarihsel bir perspektiften bakmaya çalışacağız.

Kürt sorunu: Ekonomik indirgemecilik ile kültürel liberalizm

arasındaKürt sorunu Türk devleti ve sol

hareketin bir kısmı tarafından yıllarca ekonomik kalkınma ve toplumsal mo­dernleşme sorunu olarak yansıtıldı. Bu anlayış bugün de bir ölçüde geçerli ol­sa da2 içinde bulunduğumuz dönemin asıl hakim yaklaşımı Kürt sorununu salt kültürel bir sorun (kimlik sorunu) olarak ele almaktır.

Türkiye’de Kürtlüğün anayasal o- larak tanınması kuşkusuz çok önemli bir demokratik kazanım olur. Ancak şu anda Türk devleti bunun çok uzağın­da. Aksine sorunu basit birkaç kültürel

Page 12: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

U L A I V ^ U Ö A I ZU U O

PKK, Türk devletinin sömürgeci tahakkümüne karşı kendisini ulusal bir hareket olarak inşa ederken aynı zamanda sınıfsal bir hareket olduğunun da bilincindeydi. Nitekim PKK'nin ilk eylemlerinde sadece devletin yerel birimleri değil ağalar da hedef alınıyordu.

düzenlemeyle “çözme” yaklaşımı ha­kim. Kürt kültürünün yaşatılmasına yönelik bir kaç adım (Kürtçe yayın, ö- zel dil kursları vb.) sorunun çözümü i- çin yeterli görülmektedir. Bu durum bir yandan Cumhuriyet'in kuruluşun­dan daha eski olan Kürt sorununda a- similasyon politikasının3 iflas ettiğinin ilanı, diğer taraftansa kurulu düzeni kültürel esnemelerle yeniden düzenle­yip devamlılığını sağlama kaygısının ifadesidir. Mevcut iktidar yapısını mümkün olduğunca sarsmadan, kısmi kültürel-folklorik düzenlemelerle - Kürt sorununu değil - Kürt direnişini sistem içinde “çözme” (eritme) politi­kası güdülüyor. Bir özgürlük açılımı gibi görülen kültürel liberalizm aslın­da Kürt sorununu depolitize etme ça­bası ve iktidarı yeni kültürel renkleriy­le yeniden yapılandırma girişimidir.4 O anlamda demokratik reformlarla si­yasal sistemin yeniden yapılanmasını birbirine karıştırmamak gerekiyor.

Kürt sorununu basitçe işsizlik ve yoksulluk sorunu olarak görme eğili­mi artık önemli ölçüde inandırıcılığım yitirdi. Şimdi, sorunu kültür've dil me­selesine indirgeme eğilimi hakim olan

yaklaşımdır. Bu anlamda yeni bir in- dirgemecilikle karşı karşıyayız. AKP hükümeti sorunu kültürel haklar (alt kimliklerin çoğulluğu) temelinde ele alarak aslında Kürt sorununu depoliti­ze etmeye çalışıyor.5 Tıpkı ekonomik indirgemecilerin yaptığı gibi. Bu açı­dan biri öbüründen daha özgürlükçü değil. Çünkü her iki yaklaşım da soru­nun siyasi boyutunu görmezden geli­yor. Nitekim siyasi meselelere geldiği­mizde, mesela barajın indirilmesi gibi, AKP hükümeti kolayca CHP ile sar­maş dolaş olabiliyor. Koruculuğun kaldırılması ya da anayasanın değişti­rilmesi gibi siyasi konularda tek bir a- çıklama bile yapılmıyor. Sorunun çö­zümü sözde politikanın dışında olduğu varsayılan kültür alanına havale edili­yor.6

Biz lafı dolandırmadan Kürt soru­nundan ne anladığımızı açıkça söyle­yelim: Sorunun kaynağı Türk devleti­nin Kürdistan’daki sömürgeci tahak­kümüdür. Sorunun gerçek anlamda çö­zümü ise Kürt halkının kendi gelece­ğini kendi iradesiyle belirleyebileceği siyasi koşulların oluşmasında yatmak­tadır.

Kürt direnişi19. yy’ın sonlarından itibaren ön­

ce Osmanlı İmparatorluğu’nun, sonn Türkiye Cumhuriyeti’nin sömürgee politikaları Kürdistan coğrafyasında il rili ufaklı çok sayıda direniş ve isyann ortaya çıkmasına yol açtı. Sömürgeci talana ve tahakküme karşı gerçekleşen ilk Kürt isyanları büyük ölçüde Kün egemen sınıflarının (ağalar ve ruhani önderler) denetimindeydi. 1970’li yıl­larda ise Kürt direnişi, “gecikmiş” biı ulusal kurtuluş mücadelesi olarak Marksist Leninist PKK (Kürdistan İş­çi Partisi) önderliğinde kendini yeni­den örgütledi. 1970’lerdeki hareket­lenmenin daha öncekilerden önemli bir farkı isyanın ilk kez Kürdistan'rn en büyük ezilen kesimini oluşturan

yoksul köylülere dayan­ması, yoksul Kürt köylü­lerini Kürt egemenlerin­den bağımsız olarak hare­kete geçirebilmesiydi.7

1970’lerde şekillenen PKK, Türk devletinin sö­

mürgeci tahakkümüne karşı kendisini ulusal bir hareket olarak inşa ederken aynı zamanda sınıfsal bir hareket ol­duğunun da bilincindeydi. Nitekim PKK'nin ilk eylemlerinde sadece dev­letin yerel birimleri değil ağalar da he­def almıyordu. Zamanla, özellikle de 1990'lı yıllarda (Sosyalist Blok’un çöktüğü ve yeni liberal hegemonyanm kurulduğu koşullarda) hareketin sınıf­sal karakteri gerilerken ulusal karakter daha fazla öne çıktı. Son altı yılda ise ulusal kurtuluş mücadelesinden kimlik politikasına doğru ideolojik bir geri çekilme yaşandı. Bu ideolojik geri çe­kiliş, askeri alanda TSK karşısındaki gerilemeler ve uluslararası konjonk­türde güç dengelerinin hareketin aley­hine bozulmasıyla birlikte yaşandı.

Sözünü ettiğimiz bu 30 yıllık dö­nem boyunca Kürt hareketi farklı ide­olojik renklere bürünse ve dönem dö­nem farklı mücadele yöntemlerini öne çıkarsa da her zaman önemli bir top­lumsal tabanı temsil etti. Eğer Türkiye sof hareketinin 1977-80 yılları arasın­da önü darbeyle kesilen kısa süreli ge­lişimini saymazsak, Kürt hareketi Tür­kiye Cumhuriyeti tarihinde mevcut

10

Page 13: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 t | O İ

düzene karşı tehdit oluşturabilecek gü­ce ulaşabilen yegane muhalefet hare­keti oldu. 1980 darbesinden sonra ku­rumsallaşan faşizme karşı tek ciddi di­reniş Kürdistan topraklarında PKK öncülüğünde gerçekleşti. PKK’nin Kürdistan kırlarında faşizme ve sö­mürgeciliğe karşı başlattığı etkin dire­nişin ülke çapında etkiler yaratması kaçınılmazdı. Bu sürece 1986 yılından itibaren öğrenci ve işçiler arasındaki hareketlenme eşlik etti. 1991 yılında sosyal demokratlar böylesi bir ortam­da, Kürt hareketiyle ittifak yaparak ik­tidar ortağı olabildiler. Kürt hareketi Türkiye’de demokrasi mücadelesinin motor gücü haline geldi.

Devlet, hareketin gücünü parçala­mak amacıyla (Alevi Kültleri başka bir kanala yönlendirme politikası) ye­ni filizlenen Alevi hareketinin önünü belli bir düzeyde açtı ve 1991 affıyla sosyalist solun bazı kesimlerine yeşil ışık yaktı. Bu anlamda Kürt direnişi­nin 1980 rejiminin faşist iktidar yapı­sında yarattığı sarsıntının Alevi hare- kinin gelişimine de katkı sunduğu söy­lenebilir. 1990’larm ilk yıllarındaki bu gelişmeler demokratik açılımlar ol­maktan çok siyasi iktida­rın yönetim tarzını yeni­den yapılandırırken gös­terdiği esnemelerdi. Nite­kim hemen arkasından “topyekun savaş” geldi.

Kürt hareketi 1990’- larda kadın hareketinin gelişimine de önemli bir itilim verdi. Kadın gerilla­ların varlığı Kürt halkı için devrim ni­teliğinde bir toplumsal gelişime denk düşüyordu. Kimlik politikalarının öne çıktığı 1990’h yıllarda kadın örgütleri içinde toplumsal bir tabana oturan başlıca grup Kürt kadın örgütleri oldu. Bu yıllarda Kürt hareketi, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamının biçim­lenmesinde başat rol oynadı. Çoğunlu­ğu Kürt olmak üzere 30 binin üzerinde insanın yaşamına mal olan savaş so­nunda hukuki kazanımlar son derece sınırlı olmakla birlikte, toplumsal ve kültürel alanda büyük mevziler yara­tıldı.

1999 yılından itibaren hareketin i- deolojik ve askeri olarak geri noktala­

ra çekilmesi ve sorunun sistemin sınır­ları içinde liberal bir çözüme kavuş­ması için başlayan arayış Kürt üst, sı­nıflarının 1980Terde kaybettikleri ini­siyatifi yeniden ele geçirmeye çalış­ması için uygun bir ortam yarattı. Ne de olsa liberalizm burjuvazinin ideolo­jisi değil miydi? PKK savaşmış ama hukuki kazanımlar elde edememişti, şimdi bir kenara çekilmeli daha doğru­su ortadan kalkmalı ve liberal çözü­mün önü açılmalıydı. Ancak mevcut durumda Türk siyasetinin ufkunda Kürt sorununun liberal demokrasi çer­çevesinde çözümünden söz etmek mümkün görünmüyor. Sadece “çok kültürlülük” makyajı ile Kürtlerin ağ­zına bir parmak bal çalınmak isteni­yor.8

Kürt sorununu kimlik politikası çerçevesinde tanımlamanın bir sonucu da çözüm merci olarak AB’nin öne çı­karılmasıdır. Kürt hareketi Türki­ye’nin AB’ye üyelik sürecine hak etti­ğinden fazla anlam biçiyor. Ancak AB’nin yaklaşımları Kürt hareketinin beklentilerini karşılamaktan uzaktır. AB’nin alan açacağı tek Kürt siyaseti, burjuva liberal çizgide bir siyaset ola­

caktır. Bu yüzden hala radikal, halkçı karakterini koruyan Kürt hareketinin yeniden yapılandırılması sadece Türk devletinin değil AB’nin de gündemin­dedir. Bu yeniden yapılandırmanın ilk adımları, silahsızlandırma, PKK’yi Ö- calan’dan ve aynı anda yasal Kürt ha­reketini PKK’den ayırma olarak özet­lenebilir.

Kapitalist sömürgeciliğe karşı mücadele

1990’larm başından itibaren hem dünya üzerindeki güç dengeleri köklü bir biçimde değişti hem de ulusal kur­tuluş savaşının yürütüldüğü toplumsal zeminde önemli değişimler yaşandı. Kuzey Kürdistan’daki Kürt nüfusunun önemli bir kesimi Türkiye’nin büyük kentlerine göç etmek zorunda bırakıl­dı. Artık en büyük Kürt şehrinin İstan­bul olduğu söyleniyor. 90’lardaki göç dalgasıyla gelen Kürt nüfusu bugün başta İstanbul olmak üzere Mersin, İz­mir, Adana, Ankara gibi şehirlerin en yoksul kesimini oluşturuyor. Çoğun­lukla enformel sektörde çalışan son gelenler, işçi sınıfının en dinamik ke-

Kürdistan'da devletin açık baskısı ile mücadele diğer toplumsal sorunları belli ölçüde geriye iterken Batı'da toplumsal çelişkiler çok daha fazla öne çıkmaktadır. Bu koşullarda Kürt hareketinin Doğu'daki ve Batı'daki Kürt

nüfusuna ilişkin farklı politikalar geliştirmesi zorunluluktur.

ıı

Page 14: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

C jO i OCAK'ŞUBAT 2006

Sömürgeciliğe karşı mücadele her zaman anti-kapitalist (sınıfsal) bir yön de taşıyordu. Bugün bu gerçek çok daha açık bir hale gelmiştir. Zaten son iki yüz yıldır sömürgecilik kapitalizmden

ayrı bir şey değildir.

simini oluşturan güvencesiz işçiler i- çinde önemli bir yer tutuyorlar.

1990’lı yıllarda büyük şehirlere gelen Kürtlerin önemli kısmı Kürdis- tan’daki siyasi mücadeleler içinde po- litize olmuş durumdaydı. Bu kesimin bölge ile bağları sürse de artık büyük kentlere yerleşmiş dürümdalar. Şimdi bir yandan da kentin gündelik hayatı i- çinde yeni çelişkilerle baş etmek zo­rundalar. Kürdistan’da devletin açık 'baskısı ile mücadele diğer toplumsal sorunları belli ölçüde geriye iterken Batı’da toplumsal çelişkiler çok daha fazla öne çıkmaktadır. Bu koşullarda Kürt hareketinin Doğu’daki ve Ba­tı’daki Kürt nüfusuna ilişkin farklı po­litikalar geliştirmesi zorunluluktur. Büyük şehirlerde hareketin merkezi gündemlerinin ötesinde Kürt kitlesinin gündelik hayatındaki çelişkilere nüfuz edebilecek bir siyaset tarzının gelişti­rilmesi gerekmektedir. Aksi taktirde kentlerde toplumsal yaşamın ürettiği çelişkiler, düzen partilerinin Kürt kit­lesiyle bağ kurma kanalları olma po­tansiyeline sahiptir. Özellikle de kül­türel kimliğin sistem içine entegre gi­rişimlerinde belli bir yol alındığı oran­

da (Kürtçe yayının serbestleşmesi, bü­yük T.V. kanallarda Kürtçe müziklere daha fazla yer verilmesi vs.) toplumsal yaşamdaki çelişkiler daha fazla öne çı­kacak ve Kürt hareketi bu sorunlara yanıt üretemediği daha doğrusu bu ko­nular üzerinden bir mücadele hattı o- luşturamadığı ölçüde metropollerdeki Kürt kitlesi düzen partileriyle patronaj ilişkileri kurmak yoluyla konumunu güçlendirme eğilimine girecektir. Son yerel seçimlerde DEHAP’ın Batı’da aldığı oyların görece düşüklüğü, bu yönde bir gidişatın belli seviyede ger­çekleştiğini gösteriyor.

Kürt hareketi metropollerde işsiz­lik sorunundan gecekondu yıkımları­na, güvencesiz çalışmadan sağlığın ve eğitimin paralılaşmasma, kültürel yoz­laşmadan uyuşturucu çetelerine kadar günümüz kapitalizminin yarattığı çe­lişkilere karşı mücadele üzerinde daha fazla yoğunlaşmalıdır. Hareketin sıkça dile getirilen “Türkiyelileşmesi” de sanıldığı gibi “çok kültürlülük” siya­setiyle değil, toplumsal çelişkilere da­ir bir mücadele çizgisinin geliştirilme­siyle mümkün olabilir.9 Türkiye’de bu­gün geniş halk kesimlerini birleştirici

eksen yeni liberalizmin yarattığı top­lumsal çelişkilerle mücadele zemini­dir. Kürt hareketi özelikle Batı şehirle­rinde, “yüksek politika” yaparken top­lumsal yaşamdaki mücadeleyi es geç­mek lüksüne sahip değildir.

Kürdistân’da ise durum daha fak­lıdır. Orada hareket 1980 Terden bu yana devlet karşısında “ikili iktidar” durumu yaşamaktadır. Yerel seçimler­de belediyelerin kazanılmasıyla birlik­te yetkileri oldukça sınırlandırılmış ol­sa da yerel iktidar deneyimleri yaşan­maktadır. Belediyecilik deneyimleri­nin başarısı Kürt hareketinin geleceği açısından son derece önemli olacaktır. Kürt kentlerinde toplumsal çelişkiler sömürgeci baskı rejimiyle iç içe geç­miş durumdadır. Bu koşullar altında bölgede neden yeni Fatsa deneyimleri

yaratılmasın? Hareket bu­nu yaratabilecek insan kaynaklarına, itibara ve halk desteğine sahiptir. Bugün sorun daha çok böylesi bir politik pers­pektifin oluşturulmasıyla

ilgili görünmektedir.

Sömürgeciliğe karşı mücadele her zaman anti-kapitalist (sınıfsal) bir yön de taşıyordu. Bugün bu gerçek çok da­ha açık bir hale gelmiştir. Zaten son i- ki yüz yıldır sömürgecilik kapitalizm­den ayrı bir şey değildir. Kapitalist sö­mürgeciliğe karşı mücadelenin kapita­lizme karşı olan kısmı Türk ve Kürt kitlesini birleştirecek olan eksendir, ancak bunu sömürgecilik gerçeğinin üzerinden atlayarak ifade etmek sos­yal şovenizmi anti-kapitalizm lafzıyla yeniden üretmek olacaktır. Burada yapmaya çalıştığımız Kürtleri basitçe sömürgecilik karşıtı mücadeleye son verip “sa f’ anti-kapitalist mücadele vermeye çağırmak değildir. Sömürge­cilik gerçeği ve buna karşı direniş ge­niş Kürt kitlelerini birleştiren çimento durumundadır. Sadece kapitalizme karşı mücadeleyle sömürgeciliğe karşı mücadelenin birbirinden ayrı düşünü­lemeyeceğini hatırlatmak istiyoruz.

Ulusal kurtuluş mücadelelerinin neredeyse tamamı sömürgeciliğin alt edilmesinin ardından yerli elitlerin kendi sömürü ve tahakküm diizenle-

12

Page 15: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C jjO İ

rini kurmasıyla sonuçlandı. Sömür­gecilik karşıtı mücadelenin eşit ve özgür bir dünyanın yaratılmasına katkı sunabilmesi onun sınıfsal nite­liği ile ilişkilidir. Kürt hareketi mev­cut güç dengeleri içinde Kürt burju­vazisinin denetimine girdiği ölçüde özgürleştirici potansiyelini yitire­cektir. Bu yüzden Kürt hareketinin “özgürlük hareketi” olma vasfını sürdürmesi Kürt yoksullarının hare­ketin geleceğinde oynayacağı role bağlı olacaktır.

Ortadoğu’nun “zifiri umudu”

Kuzey Kürdistan’daki Kürt dire­nişi içinde büyük bir umudu barın­dırmaya devam ediyor. Bu umut 15 yıllık çetin bir silahlı mücadeleyle, büyük serhıldanlarla, ağır cezaevi direnişleriyle, uzun hazırlık süreçle­riyle, kan, ter ve gözyaşıyla Kürdis- tan’ın yiğit insanları tarafından yara­tıldı. Bu umut, aynı zamanda Orta­doğu’nundur. Şemdinli’de bir kez daha ışıldayan direniş ruhu işte bu “umudu” temsil ediyor. Bölgede baş­ta ABD olmak üzere çeşitli güçlerin yürüttüğü emperyalist politikalar ise “zifiri” olanı.

K ürdistan’m kurtuluşu bugün belki de her zamankinden daha fazla

Ortadoğu’nun kurtuluşuna sıkı sıkı­ya kenetlenmiştir. Ortadoğu’da Kürtlerin ya da başka halkların öz­gürleşmesi artık her zamankinden daha çok bölgenin özgürleşmesinden geçmektedir. Ortadoğulu devrimci­lere düşen her türden şovenizm kar­şısında kararlı bir duruş sergilemek ve halklar arası dayanışmayı örmek­tir. Önümüzde iki seçenek var: Ya halkların kapitalist emperyalizme karşı birleşik mücadelesi ve bunun sonunda ulaşılacak olan bir bölgesel devrim ya da etnik/dini kimliklere dayalı bir politizasyonla halkların birbirine kırdırılması, “balkanlaştı- rılma” . Bu seçeneklerden hangisinin gerçekleşeceğinde bir bütün olarak Kürtler ve özeLolarak Kuzey Kür- distan’daki Kürt hareketi kritik bir rol oynayacaktır.

D ipnotlar* Murathan Mungan, Dağlar ve Kapital1. Kuşkusuz bu soruya “evet” denildiği durumda alt-üst kavramları anlamını yiti­recektir. Gerçi üst kimlik olarak Türklü­ğün değil, Türkiye Cumhuriyeti vatan­daşlığının önerildiği söylenebilir. Ancak

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının bir “kimlik” değil, yasal bir statü olduğu düşünüldüğünde, önerilen üst kimliğin

aslında “Türklük” olduğu daha net bir şekilde görülür. “Kürt olmak” ve bil­mem ne cumhuriyetinin vatandaşı olmak birbiriyle kıyaslanabilir şeyler değil. Biri­si etnik kimlik, diğeri ise hukuksal statü.2. Tayyip Erdoğan Diyarbakır konuşma­sında bol bol “makarna” edebiyatı yap­mıştı. Her fırsatta Kürt işadamlarını böl­geye yatırım yapmamakla suçlaması da kaydedilmeli.3. Bkz. Hikmet Kıvılcımlı’nın İhtiyat Kuv­vet: Şark adlı eseri. 1933 yılında yazılan

bu eser Marksist solda Kürdistan üzeri­ne yapılmış en kapsamlı analiz durumun­da. En son Mart 2005’de Türkiye’de U- lusal Sorun başlığıyla Diyalektik Yayınla­rı tarafından basıldı.4. “Kültürel çoğulculuk” aslında “siyasal olanın” üzerinin örtülmesine hizmet edi­yor. Bu yüzden solun bu kavramlara rağ­bet etmemesinde fayda var.5. Kürt hareketinin kendisi de 1999 son­rasında yaşanan ideolojik dönüşümün

ardından kimlik siyasetinin dilini kullan­

maya başladı. Kuşkusuz biz Kürt hareke­tine yönelik soldan eleştirilerde sık sık yapıldığı gibi, Kürt hareketinin söylemiy­le fiili var oluşu arasında basit bir denk­lik kurma niyetinde değiliz. Bu Marksist tutum almak adına idealizmin yöntemini kullanmak olur. AKP hükümeti, liberal aydınlar ya da Öcalan bazen aynı kelime­lerle konuşuyor olsalar bile her birinin bu kavramları kendi siyasi projesi içine

nasıl yerleştirdiğidir önemli olan. Mese­leyi “Öcalan ve Erdoğan aynı şeyi söylü­yor” basitliğinin ötesinde değerlendir­mek gerekiyor.6. Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantıları­nın ardından sık sık “terörün” siyasallaş­ması tehlikesinden söz edilir. Sanki siya­set kötü bir şeymiş ya da kendileri siya­setin dışından konuşuyorlarmış gibi.7. Kürt aydınları I960’lı yıllardan itiba­ren Türkiye İşçi Partisi’nin de etkisiyle sola yönelmeye başladı. 1960’larda TİP bünyesinde siyaset yapan Kürtler 1970’lerde kendi bağımsız örgütlerini kurmaya başladılar.8. Bu durum Güney Kürdistan’daki geliş­melerle birlikte Öcalan’ın “konfederas­yon" tezlerini geliştirmesine yol açtı. Ö - calan’ın anarşist düşünürlerden devşirdi­ği konfederalizm kavramı Kürt sorunu­nun çözümündeki belirsizliğe denk dü­şen bir esnekliğe sahip. Siyasal süreç

sertleştiğinde kopma anlamında da yo­rumlanabilen bu kavram, çoğunlukla ulus

devlet hukuku içinde yerel siyasi olu­şumların koordinasyonu anlamında kul­lanılmaktadır.9. Bazen “Türkiyelileşmek” adına orta

sınıf gündemlerine müdahil olmak tercih edilebilmektedir, örneğin küresel ısın­ma ya da nükleer santralleri gündeme al­mak gibi. Bu tarz “Türkiyelileşmenin” il­ginç bir örneğine 4-5 yıl önce İstanbul’­da düzenlenen bir 1 Mayıs gösterisinde

tanık olmuştuk. Tüm DEHAP kortejine üzerinde “Nükleer Santrale Hayır” ya­zan şapkalar dağıtılmıştı. Güneşten ko­runmak için bu şapkaları takan DE- HAP’lılar haklı olarak bu konuda tek bir slogan atmadıkları gibi, miting boyunca salt Öcalan sloganları atmışlardı. Böyle

iğreti “Türkiyelileşme” girişimlerinin ye­rine kentlerdeki Kürt kitlesinin gündelik yaşamına temas eden sorunlar üzerin­den bir “Türkiyelileşme” çok daha an­lamlı olacaktır.

Page 16: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

ŞEMDİNLİ YOLCULUĞU VE

DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Melih flteşer

İstanbul'dan yola çıkan iki otobüsün taşıdığı yaklaşık yüz kişilik bir gruptuk. Nicelik olarak halkların mücadele birliğini ifade etmek için yeterli bir temsil gücüne sahip değilse de, nitelik olarak Şemdinli halkı ile kader birliğimizi ortaya koymakta kararlı bir bileşimimiz vardı. Yoksul-emekçi Kürt yurtsever­leri, militan Kürt anaları ve Türkiye sosyalist hareketinden demokratik kurum ve siyasi örgüt temsil­

cileri olarak, tek bir hedefimiz vardı: Şemdinli'de halkların kardeşliği bayrağını biraz daha yükseltmek.

Biliyorduk ki Şemdinli halkının başarısı, yalnızca kontrgerilla çetele­rini “iş üstünde” yakalamaktan ibaret değildi. Daha önemlisi, halk dayanış­masının ve halkın iradesinin üstünde hiçbir gücün olamayacağını; ne kadar derin olurlarsa olsunlar halka zulme­denlerin bir gün hesap vermek zorun­da kalacaklarım belgeleyen tarihsel değerde bir eylemdi. Biz de, Şemdin­li’de somutlaşan mücadele deneyim­lerini daha iyi kavrayabilmek, Kürt halk gerçeği ile yerinde tanışmak ve elbette halklarımızın devrimci de­mokratik iktidarına giden yolda kar­deşlik bağlarımızı güçlendirmek için çıktık yola...

İstanbul’dan yola çıkan iki otobü­sün taşıdığı yaklaşık yüz kişilik bir gruptuk. Nicelik olarak halkların mü­cadele birliğini ifade etmek için yeter­li bir temsil gücüne sahip değilse de, nitelik olarak Şemdinli halkı ile kader birliğimizi ortaya koymakta kararlı bir bileşimimiz vardı. Yoksul-emekçi Kürt yurtseverleri, militan Kürt anala­rı ve Türkiye sosyalist hareketinden demokratik kurum ve siyasi örgüt temsilcileri olarak, tek bir hedefimiz vardı: Şemdinli’de halkların kardeşli­ği bayrağını biraz daha yükseltmek.

Gece yarısı başlayan yolculuğu­muzun ilk saatleri doğal olarak tanış­ma faslı ve bire bir sohbetlerle geçti. Böylece kolektif moral değer ortamı­mızın yaratılması için atılacak adım­

14

larda somutlaştırılmış oluyordu. Bir Kürt sosyalisti “heval biz neden oto­büsün mikrofonunu kullanarak hep birlikte duygularımızı, düşüncelerimi­zi paylaşmıyoruz?” diye soruyor. Ben de “güzel öneri... öyleyse ilk adımı senden bekliyoruz” diyerek destekli­yorum onu. Kısa ve etkileyici bir ko­nuşma yaparak, Kürtçe ezgilerle ak­tarmaya devam ediyor Kürdistan ger­çeğini. Ardından pek çok kişi yüreği­nin ve bilincinin sesini özgürleştiri­yor. Bitmeyen enerjileri ve inançlı yü­rekleriyle Kürt analarının, ezilenleri­nin acılarını, öfkelerini, özlemlerini, mücadeleye bağlılıklarını dillendiren bu sesler, zamanla yarışımızda sanki daha önde ilerlememizi sağlıyor gi­biydi. Bir ara açılışı yapan ‘heval’ be­ni de mikrofona davet etti. Ve o ana kadar Kürtçe bilmediğim halde -yüre­ğim ve bilincimle- anlayabildiğim Kürt halkına, kendimi nasıl ifade ede­ceğimi düşünmeye başladım: Gerçek­ten neden Kürtçe öğrenmemiştim bu­güne kadar? Daha önemlisi benim du­rumum Türk sosyalistleri içinde bir istisna da sayılmazdı! Oysa ezilen Kürt halkı devrimimizin önemli bir stratejik ittifak gücüdür, diyoruz. Böylesine tarihsel ve yaşamsal bağ­larla bağlı olduğumuz bir halkın dilini öğrenmeye çalışmamak, yalnızca on­ların bizi anlamasını beklemek çö­zümlenmesi gereken bir “durumu­muz”. Kıvılcımlı’nm “anlamıyorlar demeyeceğiz, anlatamıyoruz diyece­

ğiz” sözleri çınlıyor kulaklarımda ve devrimci enternasyonalizmin gerekle­ri üzerine derin bir düşünce sarıyor beynimi. Aslında konunun enternas­yonalizmden de öte bir boyutu var. Si­yaset yapma anlayışımızı yansıtıyor biraz da. İddiamızla (söylemimizle) denk düşecek mücadele yöntem ve a- raçlannı geliştirmekte, çoğu kez “işin ABC’si” denilecek şeylerin üzerinden atlayarak, mış gibi yaparak nasıl yet­mezlik içinde kaldığımızı.../

Heval yeniden mikrofona çağırı­yor. Sahne almak için naz yapan asso- list değiliz; mücadelenin diliyle sesi­mizi Kürt halkının sesine katacağız. Sıradakini bekletmeyelim. İşte mikro­fon elimde ve yüzleşme zamanı geldi gerçeklerle. ‘Söylenmesi gereken’ ez­bere şeyler gelmiyor içimden, gerçek­lere ulaşmak için sesli düşünmeyi sür­dürmek geliyor. Yolculuğun bana ne­ler düşündürdüğünü, öğrettiğini pay­laşarak söze başlıyorum ve Kürt hal­kıyla kader birliğimizden ne anladığı­mı ifade ederek noktalıyorum. Bir de türkü söyleyerek, düşünce yoğunluğu­na bir soluk ara verilmesini sağlamak istiyorum. Daha sonra konuşma gere­ği duyan herkes, duygudaşlığımızın kolektif bilince dönüşmesi için çaba gösteriyor: Politik durum ve mücade­lenin önümüze koyduğu görevler; ey­lemimizin hedefleri, programı değer­lendiriliyor. Ardından canlı müzik ya­pımı devam ediyor.

Page 17: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C|O İ

Kürt halkı düşünce ve davranışta kendisiyle kurmaya çalıştığımız ilişki tarzına büyük bir içtenlikle yanıt ver­di; SODAP’ı kendi örgütleri gibi sa­hiplenerek molalarda “heval bizim SODAP’tan” diyerek herkesle tanış­tırma çabaları da bunun bir ifadesiydi. Ve böylece yolculuk boyunca her fır­satta “biz bize” Kürt özgürlük hareke­tinin yaşadığı iç gerilimler, TDH ile i- lişkiler ideolojik, siyasi, örgütsel yön­leriyle tartışıldı, sürece ilişkin öngö­rülerle ortak duruş noktaları belirlen­meye çalışıldı. Herkese nasip olma­yan bu sohbetler bizim için olanı ol­duğu gibi görme ve olduğumuz gibi görünme olanaklarını geliştirdi. Er­zincan yakınlarında bir mola verince­ye kadar, zamanın nasıl geçtiğini an­layamayacak kadar da meşguldük. Burada otobüslerden iner inmez baş­layan halaylarla, marşlarla “bekle bizi Şemdinli” dercesine bir ağızdan yük­selen sesler, “başka bir ülke”ye yak­laştığımızı anlatıyor gibiydi. Sabırsız­lık zamanı başlamıştı artık...

Ve ikinci gece yolculuğumuza başlayalı henüz bir iki saat olmuştu ki Erzincan’a girmeden önce yolumuz askeri birlikler tarafından kesildi. GBT testi için kimliklerimiz toplandı. Bir arkadaş hakkında önceden gıyabi tutuklama kararı olduğu gerekçesi ile gözaltına alındı. Konuyla ilgilenmesi için Erzincan’daki avukatlara bilgi verildi ve yola devam edildi. Bu ara­da tamamen uydurma gerekçelerle o- tobüslerimize para cezası kesilerek, şoförler caydırılmaya çalışıldı. Yak­laşık bir saat sonra yeniden yolumuz kesildi, yine GBT... Bu kez “bilgisa­yarlar kilitlendiği için” işlem daha u- zun sürüyor. Sinirlerimiz gerilse de Şemdinli’ye varabilmek için sabredi­yoruz. Yeniden harekete geçiyoruz ve kısa bir süre sonra yeniden durduru­luyoruz. Daha görkemli bir karşılama töreni hazırlamışlar; panzerler, robot­lar, jitem vd. işbaşmdalar. Bilgisayar­lar yine kilitli, tehditler ve psikolojik savaş uygulamaları ise ‘başka bir ül­kenin’ topraklarına ayak bastığımızı belgeliyor. Jandarma komutanı “ne i- şin var burada” diyerek bir Kürt e- mekçisini itiyor, o da “burası benim ülkem, ben burada doğdum. Peki, sen

nereden geldin, burada işin ne?” di­yerek karşılık veriyor. Avukatlarımı­za “siz kamu görevi mi yapıyorsunuz, örgüt temsilciliği mi” diye tepki gös­teren komutan uygulamanın yasal da­yanağını açıklamak zorunda kalıyor. İçişleri Bakanlığı’nm verdiği talimat­la savcılık arama kararı hazırlamış... Burada uzun süre alıkonulacağımız anlaşılıyor, artık daha zorlayıcı tepki­ler verkteliyiz. Yolu trafiğe kapatmak için oturma eylemi yapmak anlamlı olmayacak, çünkü asker yola barikat kurup trafiği tamamen durdurmuş za­ten. Barikatı zorlamaksa şehirden u- zak bir yerde olmamız ve sayısal du­rumumuzun yetersiz olması nedeniy­le sonuç alıcı olamayacak. Biraz oto­büslerimize çekilip dinlenerek, ne ya­pacağımızı konuşuyoruz. Sabaha doğru robotlarla karşı karşıyayız. Ha­laylar ve türkülerle direncimizi yük­seltiyoruz.

Türkülerde, marşlarda hep müca­deleye, şehitlere ve özellikle de “ön­derliğe” bağlılığını dile getiriyor Kürt halkı. İdeolojik, politik değerlendir­melerde kafa karışıklığını yansıtan Kürtler, konu tarihsel-moral değerlere gelince ne kadar net görünüyorlar. “Önderliksiz bir yaşam düşünemeyiz” diyorlar. Böylesine özdeşleşmenin yan etkileri de var tabii, ama ulusal birliği sağlamada etkisi tartışılmaz görünüyor. Peki, bunun sırrı ne? Kürt hareketinin önderlik gerçeğini daha i­

yi anlamak gerekiyor, eleştirel bak­mak adına bu gerçeği görmemek mü­cadeleye yarar sağlamıyor. Öcalan ör­gütünü kendisinden daha iyi tanıyor ve yoğun bir siyasi kişilik. Henüz mü­cadele onu aşacak bir önderliği yara­tacak seviye kazanmadı.

Jandarma ‘tahrik olmuş’: “Kara­yolunu izinsiz eylem yaparak trafiğe kapatamazsınız” diye bir ses geliyor

-robotların arkasından. Megafondaki bu ses bir binbaşının sesiymiş meğer. Ardından panzer üzerimize sürülüyor, bir süre arbede yaşanıyor... geri çeki­liyorlar. Az sonra binbaşı temsilcileri­mizle görüşmek istediğini iletiyor. Görüşmede bir saat sonra yolu aça­caklarına söz veriyor. Bir iki istisna dışında genel olarak öfkesini ne za­man patlatacağını, ne zaman kontrol edeceğini bilen halkın olgun yaklaşı­mı temsilcilerin görevini kolaylaştırı­yor. Bir saat sonra yolu açan binbaşı “ileride birçok noktada daha durduru­lacaksınız. Sizi Şemdinli’ye sokma­yacaklar” diyerek özetliyor devletin tutumunu. Ve tabii otobüslere yine yüklü miktarda cezalar kesiliyor.

Son olarak Van’a bir saatlik yolu­muz kalmışken durduruluyoruz. Hiç durmadan devam edebilsek dahi artık Şemdinli’ye akşamüstü varabiliri/. Oysa buradaki yüzbaşı bundan sonra 'fyan’a girmeden bir noktanın daha ol­duğunu ve daha sonra ise arama nok­talarını Özel Harekat Timleri’nin dev-

V?

Page 18: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

t|Ol OCAK'ŞUBAT 2006

ralacağmı söylüyor. Uygulamanın tü­müyle siyasi olduğunu söyleyerek “ya yolu açm ya da bu fiili gözaltı duru­mumuzu resmileştirin. Biz de tavrımı­zı ona göre alacağız artık” diyoruz.

Bu arada diğer yerlerden Şemdin­li’ye ulaşmaya çalışanlarla haberleşe­biliyoruz ve onların da çeşitli arama noktalarında aynı uygulamaya tabi ol­duklarını biliyoruz. Biçimsel demok­rasi uygulamaları mı desek, kadife el­divenli demir yumruk mu desek... As­lında uygulamanın niteliğinden çok sonucunun ne olduğu önemli tabii. Al­dığımız haberlere göre kimse Şemdin­li’ye ulaşamamış, hatta Yüksekova’ya dahi gidilememiş. Şemdinli halkı ken­di başına eylem programını gerçekleş­tirmiş. Artık eylem sona erdiğinden geri dönülecek şeklinde bilgiler geli­yor. Bunun üzerine sinirler iyice bo­zuluyor, halk “olmaz öyle şey, gere­kirse eylem yarın yapılır, biz geri dön­mek için gelmedik” diyor haklı ola­rak. Sadece ‘arama’ noktalarında ge­çen süre 15 saati doldurmuş olsa da kimse, yorgunluk, açlık gibi şeyleri düşünmüyor, inadına Şemdinli’ye gi­debilmek her şeyden önemli görünü­yor. Jandarma ile gerilimlerde yaşanı­

yor tabii. Eylem komitesinin durumu değerlendirip bir haber vermesi gere­kiyor. SODAP temsilcisi olarak süreç­teki katkılarımız nedeni ile eylem ko­mitesi tarafından karar alma sürecine katılmamız isteniyor: DTP merkezi­nin “her aracın bulunduğu noktada basın açıklaması yaparak geri dönme­sini” kararlaştırdığı ve diğer araçların birçoğunun geri dönmeye başladığı söyleniyor. Biz halkın genel eğilimini de dikkate alarak “eğer Van’daki yerel güçlerle ilişki kurabiliyorsak, en azın­dan oraya gitmek ve eylemimizi orada sonlandırmak” yönünde görüş bildiri­yoruz, bu düşünce genel kabul görü­yor. Fakat DTP merkezi ve Van’daki yerel güçler bu yöndeki “zorlama”la- rm uygun olmadığı görüşünde anlaşı­lan, zira bir süre sonra artık geri dön­mek durumunda olduğumuz iletiliyor. Gelişmeler ve alman karar bir basın a- çıklaması tarzında halka anlatılıyor. Halk karara ve DTP yönetimine tepki­li, ancak eylem disiplininden de şaş­mıyor. Destekçi kurum temsilcileri de karara ve karar sürecine katılmamala­rına tepkili, ancak onlar da ölçülü, ya­pıcı olma çabasında.

Şemdinli halkıyla aramızdaki bağ

bu kez duygu ve düşünce bağından ö- teye gidemiyor, eylem birliğinin sı­caklığı ile kucaklayamıyoruz birbiri­mizi. Eylem disiplinine uyarak geri dönüş yoluna giriyoruz. Van Gölü, çevreleyen dağlar ve üstünde kızıla çalan bulutlar eşliğinde eşsiz bir man­zara oluşturuyor. Kürdistan coğrafya­sı ile halkıyla, yaşam koşullarıyla ay­rı bir ülke gerçekten. Kürdistan’ı öz­gürleştirmek için şehit düşenlerin öz­gürlük tutkularım nereden aldıklarını anlamak bu dağları ve kızıla çalan gökyüzünü görünce daha kolay.

Dönüşte Kürt siyasi temsilcileri i- le ve halkla DTP ile başlayan yeni sü­reci tartışıyoruz. Yeni bir siyaset ve i demokrasi anlayışını yaşama geçir­meye çalıştıklarını ve bu geçiş süre­cinde biçimsel demokrasinin kazala­rından kaçmamadıklarmı, DTP yöne­timine aşiret yapılarının aralarındaki güç dengelerinin yansıdığını, böylesi bir iç iktidar kavgasında yer yer ta­banla yönetim arasında çatışmalar ya­şandığını vb. tınlatıyorlar. Bense soru­nu sonuçlarından hareketle tartışmak yerine, doğrudan bu “yeni siyaset ve demokrasi anlayışının” kendisini, ne­reden çıktığını, ideolojik-siyasi-örgüt- sel açıdan ne anlama geldiğini tartış­mayı tercih ediyorum. Kürt Özgürlük Hareketime dayatılan “modernleştiril­me” ve “düzeniçileştirilme” politika­larıyla paralel bir hat çizen Konfede- ralizm politikasının özünü tartışıyo­ruz. Bu süreçte böylesi bir politikanın Kürt yoksullarının, ezilenlerinin önü­nü açacak bir doğrudan demokrasi a- dımı olamayacağını, daha çok Kürt burjuvalarının ve aşiret ağalarının çı­karlarına hizmet edeceğini vurguluyo­rum. Buna karşılık aslında onlara bil­medikleri yeni bir şey söylemediğimi şu sözlerden anlıyorum: “Haklısın, fa­kat bize hayat bunu dayatıyor. Tabii bizim de bir sınırımız var. Önderliğe bakıyoruz, bir bildiği mutlaka olmalı. Ama bizim için asıl çözümün Türk halkı ile devrimci demokratik birlik olduğunu biliyoruz. Gözümüz siz­de. ..” Böylece sözün hükmünün bitti­ği an geliyor. İki halkın devrimci sos­yalistlerine bütün bölge halklarının geleceğini tayin edebilecek büyük ta­rihsel görevler çıkıyor.

Bense sorunu sonuçlarından hareketle tartışmak yerine, doğrudan bu "yeni siyaset ve demokrasi anlayışının" ken­

disini, nereden çıktığmı, ideoiojik-siyasi-örgütsel açıdan ne anlama geldiğini tartışmayı tercih ediyorum.

16

Page 19: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

KAPIMIZDAKİ CANAVAR:

KUŞ GRİBİ*Çeviren: Mehmet Vusufoğiu

Sonunda ölümlerin yaşanmasıyla Türkiye'de kuş gribi tehlikesinin hükümetin iddia ettiği gibi söylenti değil, gerçek olduğu ortaya çıktı. Sağlık Bakanı'nın bunu itiraf etmesi için ne yazık ki Doğubayazıt'da üç ve Van'da bir çocuğun ölmesi gerekti. Aşağıda Amerikalı Mark­sist araştırmacı Mike Davis'le Kuş Gribi adlı kitabı üzerine Joshuah Bearman'ın yaptığı gö­rüşmeyi yayınlıyoruz. Davis, kuş gribi ve benzeri salgınları tarihsel ve sosyal bir çerçeve I- çinde ele alıyor ve kapitalist küreselleşme sürecinde devletlerin yeni salgın hastalıklar kar­

şısında kafalarını nasıl kuma gömdüklerini anlatıyor, ilginizi çekeceğini düşünüyoruz.

Son kitabınız Kuş Gribi (Avian Flu) hakkındaydı. İsterseniz ora­dan başlayalım. Gerçi insanları oldukça korkutacağız. Siz birkaç yıl önce bu konu üzerinde çalışı­yordunuz ve o zaman haber bül­tenlerine girmemişti daha. Nasıl oldu da salgın hastalıklar ile ilgi­lenmeye başladınız?

Evet, “Kapımızdaki Canavar” adlı bu küçük kitap aslında “Gece­kondular Gezegeni” isimli kitabı­mın “Gecekondu Ekolojisi” adlı bö­lümü olarak hazırlandı. Çok büyük ve yoksul kentlerde, örneğin Hin­distan’ın Bombay kenti ya da Kon­go’nun Kinsaşa kenti gibi kentlerde nüfus yoğunluğu ile ilgili bir araş­tırma yapıyordum. Verileri topladım ve bu verileri 19. yüzyıl kentlerinin varoş bölgeleri ile, mesela New York’un Güney Doğu bölgesi veya Londra’nın Doğu ucu ile karşılaştır­dım. Gördüm ki hem nüfus olarak hem de yoğunluk olarak bugünün ü- çüncü dünyasındaki kentlerin varoş­ları geçmiştekilerle karşılaştırıla­mayacak ölçüde büyükler. Ve kendi kendime sordum, bu durum bir has-

talığm yayılması için ne anlama gelmekte?

Viktorya Dönemi yeniden mi baş­lıyor? [Viktorya Dönemi İngilte­re ’si kentlerdeki yoksulluk, sefalet ve salgınların yoğun yaşandığı, im­paratorluğun geniş sınırlarına ulaş­tığı 19.yy Kraliçe Viktorya dönemi]

Birleşmiş Milletlerin resmi ra­kamlarına göre dünyada şu anda 1 m ilyar insan yoğun ve plansız büyümüş varoş bölgelerinde olağanüstü sağlıksız koşullarda yaşı­yor. Ve 1980’den beri uy­gulanan IMF uygulamala­rı ve yapısal uyum politi- kalari ile Latin Am eri­k a ’daki ve A frika’daki binlerce sağlık çalışanı [zengin ülke ve bölgelere] göç etmek zorunda bıra­kıldılar. Bugün kentlerde­ki pek çok insan en temel sağlık hizmetlerinden bile mahrum durumda. Başka bir deyişle bu yeni bir Viktorya dönemi gerçek­

ten, büyük ölçekte.

Peki Kuş gribi?

Ben bunun üzerine yeni ortaya çıkmakta olan bir bulaşıcı hastalığı seçip düşünmeye karar verdim. A- caba böyle bir hastalık bugünkü me- ga-varoşlarda görülmeye başlarsa ne olacak, sorusuna yanıt aradım. Fakat gördüm ki varoşlar medyada­ki bu tartışmalarda ele alınmamış.

Grönlandlılar kuzey yarım kürede AvrupalIlarla o zamana kadar karşılaşıp ilişkiye geçmemiş tek grup. Bu insanlar soğuk algınlığı dışında hiçbir

bulaşıcı hastalık geçirmeyen insanlar.

17

Page 20: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

q O İ OCAK'ŞU BAT 2006

Bu hastalık, bu tip salgınlar (epide­mi) ve evrensel salgınlar (pandemi) ile ilgili literatürün % 98’i zengin ülkelerin zengin kesimlerinin ben­cilce kendi sağlıklarını düşündükle­ri bir çerçeve içinde ele alınmış.

Yani batıklar olarak bizim sınır­larımıza gelip gelmeyeceği ile ilgi­liyiz sadece öyle mi?

Kuş Gribi hakkında ani ilgi, zengin ve yoksullan ayıran sınırla­rın da grip tarafından aşılabileceği­nin ortaya çıkması nedeniyle. Bush yönetimi tarafından yapılan tahmin­lere göre 2 milyon Amerikalı bu hastalıktan ölebilir. Ve Amerikalılar tabii ki bu yönetimin “dahiyane” politikaları ile bu tip hastalıklara karşı hazırlıksız ve korunmasız. Yö­netim seçilir seçilmez yaptığı uygu­lamalarda “diyet eğitimine” gripten daha çok önem verdi. Hem de grip türü hastalıklar nor­malde bile, mevsimsel salgınlarla 35-40 bin Am erikalıyı öldür­mekte olmasına rağ­men. Tabii ki bu ölüm­lerin önemli bölümü Afrika kökenli ve yaş­lı Amerikalılar.

11 Eylül’den sonra savunma amacıyla bi­yolojik saldırılara karşı alman ön­lemler ulusaşırı salgınlara karşı alı­nanlardan çok daha fazla hale geldi. Bu tip saldırılar kuş gribine göre çok daha uzak bir ihtimal olsalar da.

Zaten ABD yönetimi Biyolojik savaş tehdidi ile karşı karşıya oldu­ğunu düşünmeye başlayınca Şar­bon, Ebola ve Çiçek hastalığına kar­şı milyarlar harcamaya başladı. As­lında bu, biraz da Irak’ı işgal etmek için hazırlanan senaryonun Sad­edim 'm B iyolo jik Silahtarı olduğu şeklinde iddialar içermesindendi. Onlar insanları bu senaryolarla oya­larken, Kuş Gribi için iş işten geç­mişti, zira 1997’den beri, yani virü­sün Hong Kong’da ilk kez bir insa­na bulaşmasından beri Dünya Sağ­lık Örgütü bu virüsüp 1918 salgını kadar büyük bir salgın yaratacağını söyleyip duruyordu.

1918 salgını çok ölümcüldü değil mi?

40-100 milyon arası insanı öldü­ren tarihin en ölümcül olayı.

Kuş Gribi şimdi çok konuşuluyor ama derinlemesine değil. Sizin ba­kışınız hastalığın derinlikli ekolo­jik bağlamını araştırmak anla­mında neredeyse tek yaklaşım. Büyük bir salgın için şartları o- luşturan sosyal ortama bakıyor­sunuz. Ç iftlik hayvancılığının başlaması, agro-endüstriyel ta­vukçuluk üretimi gibi. Evrensel bir salgın için ortam nasıl oluştu?

18 90 Tarda Kutuplara yakın Do­ğu Grönland’a giden DanimarkalI a- raştırmacılar Grönlandlılar ile kar­şılaşıyorlar. Ki Grönlandlılar kuzey yarım kürede AvrupalIlarla o zama­na kadar karşılaşıp ilişkiye geçme­

miş tek grup. Bu insanlar soğuk al­gınlığı dışında hiçbir bulaşıcı hasta­lık geçirmeyen insanlar. Beslenme­leri %98-99 oranında fok etinden o- luşuyor. Onların sağlık durumları bizim insanlık tarihimizin % 90’lık kısmında olduğu gibi avcı ve besin toplayıcı olduğumuz dönemlerdeki sağlık durumumuza benziyor büyük olasılıkla. Biliyorsunuz bu büyük tarihi dönem boyunca, büyük insan kitleleri büyük hayvan grupları ile birlikte yaşamadılar. Yani insanlar bu ölçüde yoğunluklu yaşamadıkla­rı gibi hayvan toplulukları ile de, hayvan virüs ve bakterilerinin insa­na geçip salgın yapıcı hale dönüş­melerini sağlayacak şekilde, bu öl­çüde iç içe değillerdi.

DanimarkalI araştırmacılar in­san yaşamının 10 bin yıl önceki ha­lini gördüler orada, yani bulaşıcı

hastalıklar olmadan önceki halini, çünkü bulaşıcı hastalıkların büyük çoğunluğu memelilerin ve kuşların evcilleştirilmesi ile insanda görül­meye başlandı. Nüfus açısından yo­ğunluklu yaşam ve kentleşme ile büyük ölçekli tadım toplumu olma­nın gerçekleri olarak salgın hasta­lıkları görüyoruz.

“H astalık G eçişlerini” yaratan buydu o zaman?

Öyle görünüyor ki hastalıklar oldukça hızlı bir biçimde ortaya çıktılar ve hastalık tarihçileri buna Hastalık Geçişi diyorlar. Moğollar kendi Avrupa-Asya imparatorluğu­nu yarattığında ve Sarı Deniz’den [Pasifik okyanusunun Doğu Asya u- cunda kalan kısmı] Atlantik’e kadar ticaret yaptıklarında Veba gibi has­talıkların Avrupa’ya ulaşm asının yolunu da açtılar. İnsan ırkının bi­

yolojik olarak her bir­leşimi büyük nüfus kı­yımları getirmiştir. AvrupalIların Amerika kıtasına çıkması, bura­daki nüfusun % 90’ınm ölümüne neden olmuş­tur. Bunlar hastalık ge­çişi olarak adlandırılı­yor hep. Hastalık ta­rihçilerine göre şu an­

da da 4. hastalık geçişi döneminde yaşıyoruz.

Ekonomik ve Sosyal Küreselleş­menin sonucu olarak mı?

15 yıl önce bulaşıcı hastalıklar üzerine yapılan araştırmaların bir derlemesi, küreselleşm enin eski hastalıkları yeniden daha ölümcül bir biçimde ortaya çıkaracağını ve yeni hastalıkların oluşmasına yol a- çacağım söylüyordu. Tabii bunun çeşitli nedenleri var: İnsan ve vahşi hayvan popülasyonları arasındaki i- lişkiler, dünya çapında bütünleşen ticaret ve tüm bunlara rağmen glo­bal ölçekte halk sağlığı ile ilgili ya­tırımların olmaması bunun nedenle­ri olarak sayılabilir. Birkaç yıl son­ra Laurie Garret aynı konuda Pulit- zer ödülü alan bir kitap yayınladı, ismi “Yeni Veba”.

Güneydoğu Asya'da çok büyük miktarda tavuk Tayland merkezli CP isimli şirket tarafından üretiliyor. Bu şirket çokuluslu ve devasa fab­

rikasyon üretim işlemleri yapıyor. Bu büyük CP şirketinin, son olarak Tayland'da ortaya çıkan

kuş gribini sakladığı ve hatta hastalıklı tavukları satılmak için Avrupa'ya gönderdiği ortaya çıktı.

18

Page 21: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 q o l

Çin neden bu hastalıkların çıkış merkezi sizce?

Geçmişte neredeyse tüm grip türlerinin Güney Çin’den çıktığına inanılırdı. Çünkü orada, yerel kuş türleri ile domuz, balık ve insanları biraraya getiren çok başarılı ve ola­ğanüstü verimli bir tarım-hayvancı- lık var. Burası kuş hastalıklarının memelilere ve insanlara geçmesi i- çin ideal bir ortam, ideal bir tencere. Tabii şimdi bu tencere genişliyor, Çin tarımı genişleyip, kentleşip, sa­nayileştikçe...

Küçük bir dipnot bu arada: 1980’den beri 200 milyon insan Çin kırlarından kopup kentlere geldi. 10 yıldan az sürede Çin’de kentlere göç miktarı, 19. yüzyılın endüstri devrimi ve kentleşme çağı diye ad­landırılan döneminde tüm Avru­pa’da gerçekleşenden daha fazla. Kentlerdeki bu insanlar daha fazla proteine ihtiyaç duyuyor ve bu talep tavuk ile karşılanıyor. Tavuk, do­muzdan sonra ikinci temel protein kaynağı olarak tüketiliyor ancak kı­sa sürede birinci duruma geçecek bu gidişle - tabii kuş gribi herkesi ta­vuktan soğutmaz ise.

Bu süreç, beklenmedik ölçüde büyük kümes hayvancılığı endüst­risine yol açtı. Güneydoğu A sya’da çok büyük miktarda tavuk Tayland merkezli CP isimli şirket tarafın­dan üretiliyor. Bu şirket çokuluslu ve devasa fabrikasyon üretim iş­lemleri yapıyor. Bu büyük CP şir­ketinin, son olarak Tayland’da or­taya çıkan kuş gribini sakladığı ve hatta hastalıklı tavukları satılmak için Avrupa’ya gönderdiği ortaya çıktı. Aslında kümes tavukçuluğun­dan çok, petrol üretim sistemindeki sürekli akışa benzer bir entegre sis­tem ile karşı karşıyayız. Hayvansal protein için hızla artan talep, bü­yük şehirlerde gittikçe artan yo­ğunluklarda yaşayan nüfus ve bu nüfusun önemli kısmı yoksul. Gü­neydoğu A sya’da büyük kümes hayvanı üretim çiftlikleri, küçük çiftlikler, doğadaki çeşitli kuş tür­leri ve insanlar birarada.

Öyle görünüyor ki bunlar yeni

bir hastalık için oldukça elverişli ortamlar. Büyük endüstriyel kümes hayvancılığı, doğadaki göç eden kuşlarda az sıklıkta görülen bir has­talığın kronik ve sürekli ortaya çı­kan gribe dönüşmesi için önemli bir ortam hazırlıyor. Hastalık kısa süre­de mutasyona uğradığı için-, başka türlere de adapte oluyor. İnsandan insana bulaşmaya neden olacak tü­rün birkaç mutasyonda [genlerde meydana gelen değişim] oluşması­nın veya insandaki virüsle kuş gribi virüsünün bir kombinasyonunun o- luşmasının önündeki tek engel sade­ce zaman.

Ve kuş gribinin solunum enfek­siyonu olarak yayılması böyle bir durumda engellenmesi oldukça zor bir salgına dönüşür. Kuş gribi şu an­

rak halk sağlığına dayalı koruyu­culuğun üçüncü dünya ülkelerin­de olmaması duvardaki önemli bir çatlak değil mi?

Washington’da kimse Doğu Af- rikadaki ülkelerin hastalığın duru­munu takip edebilmesi ve değerlen­direbilmesi için gerekli kaynaklara ulaşmalarının sağlanması konusun­da bir öneri yapmadı. İşte tüm bun­lar olurken, insanlığı bulaşıcı hasta­lıklara karşı koruyacak temel işler, yani yeni antibiyotiklerin, aşıların ve anti-viral ilaçların geliştirilmesi dev ilaç şirketleri tarafından hiç dikkate alınmıyor. Bu şirketlerin bulaşıcı hastalıklara karşı antibiyo­tikler, aşılar ve antiviral ilaçlar’ge­liştirmekte bir çıkarları yok, çünkü karlı değil bunları üretmek. Bulaşıcı

Bulaşıcı hastalıkların büyük çoğunluğu memelilerin ve kuşların evcilleştirilmesi ile insanda görülmeye başlandı.

Nüfus açısından yoğunluklu yaşam ve kentleşme ile büyük ölçekli tarım toplumu olmanın gerçekleri olarak salgın

hastalıkları görüyoruz.

da Rusya’da ve Av­rupa kapılarına ula­şıyor. Şimdiden Do­ğu Afrika’nın büyük göllerine ulaşmış durumda. Buralarda hiçbir izleme siste­mi yok. Etiyopya konuyu Dünya Tica­ret Örgütü ile tartış­mayacaktır bile, i l ­ganda ve Tanzanya ise hastalığı izlemek isteseler bile böyle kaynaklara sahip değiller. Küreselleş­menin A ID S’ten sonra ortaya çıkan i- kinci büyük vebası olma potansiyeli ta­şıyor bu hastalık, ancak şu anda suya batmış durumda, or­taya çıktığında ise çok geç olabilir.

Koruyucu ilaç ol­mamasına ek ola­

19

Page 22: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

q O l OCAK'ŞUBAT 2006

hastalıklar ömrün soffnna kadar sü­ren şeker hastalığı ya da kalp hasta­lığı gibi pahalı ve uzun süren teda­viler ve ilaçlar gerektirmediği için şirketlerce tercih edilmiyor. Kültü­rel olarak önemsenen ereksiyon bo­zukluğu gibi hastalıklar da bu en­düstrinin çok sevdiği hastalıklar. Şeker hastalığı için hazırlanan ilaç tüm aşılar ve antiviraller kadar kar getiriyor.

Hükümet devreye giriyor mu siz­ce? Bush son olarak bu tip araş­tırmalara para ayrılacağını belir­ten bir plan ilan etmişti, yetersiz ve geç de olsa. Bu doğru yöne atıl­mış bir adım mı?

küçük ve lokal bir salgında bile ka­mu sağlığı sistemi yetersiz kalıyor. Yapılacakların en başında çok bü­yük bir halk sağlığı yenileme politi­kası uygulanması gelmeli. Demok­ratlar seçim kampanyalarında ulusal güvenlikten bahsederken sağlık se­ferberliğinden hiç söz etmediler. I- rak’a harcanan 200 milyar dolar müthiş bir halk sağlığı programına harcanabilirdi.

Halk sağlığı politikaları beslen­me ile başlamalıdır, burada Califor- nia’da bile bizi şok edecek kadar çok çocuk yatmaya aç gitmektedir. Yetersiz beslenen çocuk ve yetiş­kinlerim iz var. Los A ngeles’ta

San Diego’da Katrina kasırgasından sonra getirilen hastalar için Los An­geles vilayetinde yer bulunamadı çünkü 150 boş yatak bile yoktu bu hastalara sağlanacak...

Bir salgın sırasında en önemli şeylerden biri de dayanışmadır. Fa­kat toplum sal atom izasyon beni korkutuyor. Hiçbir vatandaşlık so­rumluluğunuz olmadığı söylenirse, biraz Tamiflu ilacından bulup dağ­lık bir yerde aileniz için saklarsınız. Yerel toplulukların örgütlenmesi ve katılımı için kaynaklar ayrılmamış­sa burada olduğu gibi “her koyun kendi bacağından” mantığı geçerli olur.

Bir salgın sırasında en önemli şeylerden biri de dayanışmadır. Fakat toplumsal atomizasyon beni korkutuyor. Hiçbir vatandaşlık sorumluluğunuz

olmadığı söylenirse, biraz Tamiflu ilacından bulup dağlık bir yerde aileniz için saklarsınız.

Yerel toplulukların örgütlenmesi ve katılımı için kaynaklar ayrılmamışsa burada olduğu gibi

"her koyun kendi bacağından" mantığı geçerli olur.

Tabii kimse milyar dolarları neden büyük şirketlere verdiğimizi sorgulamıyor. Tamiflu

Roche tarafından üretiliyor, İsviçre'de. Amerikan hükümeti 2 milyon kutu sipariş etmiş ve bunun

bu fabrika tarafından sağlanması 2 yıl alır deniyor. Peki neden ilaç devlet eliyle üretilmiyor? Kimse bunu sormuyor.

Yaşlı olanlarımız bilirler, grip aşısı II.Dünya Savaşı’nda A- merikan ordusu için Jonas Saik tarafından geliştirildi. Bu aşı fe­deral hükümet tarafın­dan üretilmekteydi, ar­tık üretilmiyor. Bush yönetimi şimdi büyük şirketlere milyarlarca dolar para öneriyor bu tip araştırma ve çalış­malar için. Bu çok saç­ma geliyor bana. De­mokrat veya Cumhuri­yetçi herhangi bir ABD’li parlamenter i- çin sorumluluktan kur­tulmanın yolu milyar­ları şirketlere aktarıp, şirketlere garanti kar­lar sağlayıp, sonra bu aşıları ve an- ti-viralleri geliştirmeleri için onlara yalvarmak. Ben de eski-kafa bir sosyalist olarak soruyorum; neden federal hükümet bu ilaçların ve aşı­ların üretilmesindeki temel çalışma­ları zaten yapan kamu üniversiteleri ile birlikte bu aşıları üretmesin, ha­yat boyu kullanılacak ilaçları bir in­san hakkı olarak bedava sunmasın...

Halk Sağlığı üzerine konuşalım biraz. ABD’de halk sağlığı altyapısı çok kötü durumda. HMO politikala­rı ile yatak sayısı iyice azaldı. Çok açık ki Toronto’daki SARS vakaları ortaya çıktıktan sonraki durum gibi

%15’lere ulaşıyor yetersiz beslenen çocukların oranı. İkinci düzey temel bağışıklık sorunu. Yani aşılanma. Bağışıklık hizmeti alma ve aşılanma temel hak olarak kabul edilmeli ve herkese ücretsiz olmalı. Üçüncüsü yerel sağlık hizmetleri. Amerika’da bile binlercesi kapalı tutuluyor. Dördüncüsü hastaneler ve hastane hizmetleri. Bir gribal pandemi (ülke boyutlarını aşan salgın) olduğunda belki binlerce insanı yoğun bakım ve belirli ölçüde karantina altında tutmak gerekecek. Ama Los Ange­les’ta yatak sayısı 2000’den beri %17 azaldı. Niye? HMO politikala­rı ve daha çok kar etmek amacıyla.

Tabii kimse milyar dolarları neden büyük şirketlere verdiğimizi sorgulamıyor. Tamiflu Roche tarafından üreti­liyor, İsviçre’de. Ame­rikan hükümeti 2 mil­yon kutu sipariş et­miş** ve bunun bu fab­rika tarafından sağlan­ması 2 yıl alır deniyor. Peki neden ilaç devlet eliyle üretilmiyor? Kimse bunu sormuyor, ABD’deki Demokratlar da sormuyor. Bu olma­yacak bugünkü sistem­de tabii ki. Hem çabuk üretilir hem de maliyeti düşük olmaz mı? Bu riski kimin adına alı­yorlar?

N otlar* Röportaj, h ttp ://w w w . marxsi- te.com/DavisAvian.htm adresinden a- lınmıştır. Mike Davis’in “Gecekondu­lar Gezegeni” isimli makalesi Türk­çe’de N ew Left Review 2004 seçkisi i- çinde yayınlanmıştır.* * Bu röportaj çevrilirken Roche şir­keti, Kuş Gribine karşı kesin bir çö­züm olmayan ancak ilk iki gün içinde çok yüksek dozda kullanılınca faydalı olabilen Tamiflu ilacından, Türkiye’ye I milyon kutuluk bir satış yapabileceği­ni, bunun 100 bin kutusunun bağış ol­duğunu açıklamıştı.

20

Page 23: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Paris dersleri üzerine.,,

ATEŞİ BANLİYÖLER TUTUŞTURDU,

KIVILCIMLAR B Ü Y Ü Y O RHasçın Oğuz

Pari5 aslında sürekli olarak kendinden bahsettiren bir şehir oldu tarih boyunca. Paris'in tarihsel bir özelliği bu. Bugünler yine kendinden sık bahsettiriyor.

Ancak düne kadar Paris'in sınıf kimliği adeta görünmez kılınmış, zenginliğin ve modanın şehri olarak sunulmuştu emekçi kitlelere.

Oysa güzel kokuları ile ünlü Paris yanıyor.

Şiddetin çocuğu, şiddetten her an kendi insanlığını yaratıyor. Biz onun sırtında

insandık, o da bizim sırtımızdan kendini insanlaştırıyor. Yeni bir insana doğru-

hem de daha niteliklisinden.

J. P. Sartre

Paris denilince akla genellikle ilk ge­len devrimler olur. Sayısız devrimler: 1789,1830,1848,1871 vb. Dünyanın ka­derine hükmeden bu devrimler, Paris’ten başlamış ve bütün ülkeyi içine almış, ora­dan ise dünyayı etkileyerek yaygınlaş­mıştır. Tarih bunun böyle olduğunu gös­termişti bizlere. Bir noktaya kadar denile­bilir ki, 18 ve 19. yüzyılın devrimlerinin beşiği adeta Paris olmuştur. Bunun için Paris önemlidir. Şimdi durum farklı; gü­nümüzde doğudan tutuşan toplumsal a- yaklanmalar (klasik devrim modellerine benzemese de), özellikle Latin Amerika kıtasında baş gösteren devrimci atılımlar, zorlu bir süreç olarak batıyı da içine çeke­rek ilerliyor. Başka bir deyişle batı dev- rimleri, kaderini adeta doğu devrimlerine bağlamıştır. III. Dünya’mn emekçi halk­larının başkaldırısının yarattığı rüzgar ol­madan, neredeyse batı merkezlerinde yaprak kımıldamayacak. Böylece doğu­nun başkaldırısı Paris başta olmak üzere, batı merkezlerini de içine alarak gelişe­cek gibi görünüyor. Her ne kadar batı da devrimci güçlerin nesnel temeli olan işçi sınıfı, ağır bir kırılma yaşıyor olsa da, ye­ni bir atılımın tohumlanın bünyesinde ta­şımadan edemiyor. Ancak yeni atılım, a­

nayurt işçilerinden çok göçmen işçilerde ağırlıkta ortaya çıkıyor. Aynen son Paris direnişinde olduğu gibi. Bunu, referansım doğu halklarının ayaklanmalanndan alan doğal bir etki olarak okumak mümkün. Çünkü ayaklanan anayurt işçisi değil, do­ğudan gelen göçmen işçilerdir. Bunun i- çin Paris banliyölerinde patlayan isyan,

-aslında önemli bir kıvılcım anlamına ge­liyor.

Şimdi Paris yanıyor. Belli ki yanma­ya devam edecek daha. Bu yangım iyi dü- şünmek/algılamak gerekir. Çünkü bu, çok önemli bir gösterge aslında. Egemen sı­nıflara karşı yükselen ses; genellikle ser­seri denilen, yoksul ve ‘baldın çıplakla- nn’, en alttakilerin, yani yeni bir biçim al­mış olan Paris proletaryasının bir kesimi­nin isyanıydı. Şimdi bu isyanın içinde ba- rındndığı büyük enerjiyi iyi okumak ge­rekiyor.

Kuşkusuz 21.yüzyılın başında ortaya çıkan Paris proletaryasının isyanmda ö- nemli bir değişim oldu. Bu kez ayaklanan anayurdun işçi sınıfı değil, sömürgecili­ğin sonucu yurtlarından sürülmüş, göç et­tirilmiş Mağriplerin çocuklarının ve to­runlarının isyanları ile karşı karşıya. Pa­ris, şimdi bu isyanlarla sarsılıyor.

Haftalarca süren bu başkaldırı, bir­çok yönden irdelenmeye muhtaç gibi gö­rünüyor.

Paris aslında sürekli olarak kendin­den bahsettiren bir şehir oldu tarih boyun­ca. Paris’in tarihsel bir özelliği bu. Bu­

günler yine kendinden sık bahsettiriyor. Ancak düne kadar Paris’in sınıf kimliği a- deta görünmez kılınmış, zenginliğin ve modanın şehri olarak sunulmuştu emekçi kitlelere. Oysa güzel kokulan ile ünlü Pa­ris yanıyor. Belli ki ilk defa bu derece, Pa­ris’in sınıf kimliği daha açık, somut ve anlaşılır hale geldi. Bugünlerde çok sık o- larak iki Paris’ten bahsediliyor; biri ruh­suz, narsist, kendini beğenen, burjuvazi­nin Paris’i. Cocteau’nun dediği gibi ‘sü­rekli kendisinden söz eden Paris’tir’ bu. Diğeri de ‘pislik’ denilerek insan yerine koyulmayan, yoksullann, ezilenlerin, ‘a- - yaktakımı’ olarak adlandırılan emekçile­rin Paris’i. Biri Şanzelize’nin parıltılı ge­celerinde eğlenen Paris’i, diğeri yoksul banliyölerinde “biz de insanız” diyerek a- yaklanan yoksulların Paris’i. Aynen dün­yanın ikiye bölünmesi gibi, şimdi Paris’te' ikiye bölündü. Daha doğmsu Paris’in çok uzun süreden beri ikiye bölünmüş.olması, artık daha yakıcı bir şekilde anlaşılmış ol­du.

Hem devrimlerin hem de karşı dev- rimlerin, geleneksel özelliklerine sahip o- lan bu tarihi şehir; dışlanmış, yok sayıl­mış, genç ve ‘yabancı’ emekçilerin isyan­ları ile çalkalanıyor. Günlerce isyanlar sönmeden devam etti.

Belki erken bir soru, ama sormadan geçmeyelim; şimdi bu eylemler, yeni bir devrimci başkaldırının ipuçları olarak gö­rülebilir mi? Kuşkusuz bu som, hem çok erken ve aceleci bir sorudur, hem de süb­jektif bir özellik taşır. Böyle bir tartışma

21

Page 24: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

ÜCAK'ŞUBAI ZUOb

birçok bakımdan anlamsız ve gereksizdir. Bu nedenle eski ya da yeni devrimlerle bir benzerlik kurmak için yazmıyorum bunları. Bu bir kıyaslama ya da devrim reçetemize uyup uymadığı anlamında bir benzerlik ya da benzersizlik kurmak da değildir. Burada asıl derdimiz bu isyanı anlamak, gücünü iyi okumak, bu enerji­nin kaynağını kavramaya çalışmak ve da­ha önemlisi buradan gelecek devrimci başkaldırılar için tarihsel dersler çıkara­bilmektir. Ancak kesin olan bir şey var; isyanlar ve devrimler çağı olacak 21 .yüz­yıl. Bundan kaçınmak olası değil. Zaten kesinlik olguların içinde saklı değil mi­dir? O nedenle Türk burjuvazisinin İstan­bul’dan korkusu, bu nedenle yersiz de de­ğildir.

Elbette isyan, birçok bakımdan farklı özellikler taşıyor. Şartlar çok değişik. Ezi­len sınıfların dövüşmek zorunda olduğu koşullar değişti. İşçi sınıfı parçalandı. Ve egemen smıf anlammda anayurt (Fransız) proletaryası ile göçmen işçiler arasında a- şılması zor duvarlar oluştu. Birisi şimdi penceresinden varoşlarm isyanım seyre­diyor, diğeri ise arabalan, bankaları ateşe veriyor. Birisi hümanizm adına şiddeti mahkum etmeye çalışıyor. Diğeri, bu hü­manizmin köklerinin Cezayir’de, Ango­la’da vb. yerlerdeki milyonlarca insanm katliamında ortaya çıkan ve sömürgecili­ğin kirli tarihim saklayan aldatıcı ideolo­jilerin açığa çıkmasını sağlıyor. Ne yazık ki şimdi Paris’in anayurt proletaryasının suskun sessizliği onu da içine alan bîr suç ortaklığına yol açmışa benziyor. Aynen,

eskiden olduğu gibi. Genç isyancıların şiddetini anlayan yok, ama lanetleyen çok. Hem hümanizmden, demokrasiden ve özgür tartışmadan bahsedilecek hem de bunların tümünü kendileri için öngö­rüp, yabancı kökenli işçiler dışlanacak. Hem insanlıktan bahsedilecek hem de in­sanlığın bütünü için bu değerler reddedi­lecek. Büyük bir ikiyüzlülüktür bu. Avru­pa burjuvazisinin ikiyüzlülüğü yani... Ay­nı zamanda, batı egemenlerinin suçlu ta­rihinin başka bir yüzüne de işaret eder. Bu hem yeni bir varoluş biçimidir hem de ye­ni bir çelişki biçimi... Şimdi bu çelişkinin bir tarafı Paris’in yoksul banliyölerinde kendini patlatıyor. Kuşkusuz bu şiddet, Fransız soysuzluğunun yüzüne patlıyor. Burjuvazinin kendi şiddetinden yeni bir şiddet doğuyor aslmda. Sartre bir zaman­lar, Fransa’nın Cezayir ve Angola’da na­sıl katliamlara yol açtığım yazmış ve şöy­le demişti: “Dönem şimdi bumerang dö­nemi; şiddet geriye, bize dönüyor, bizi vuruyor ve biz hala eskiden olduğu gibi onun kendi şiddetimiz olduğunu kavraya­mıyoruz bir türlü... Temiz ruhlarımızın ne kadar ırkçı olduğunu görüyor musunuz?”

Kuşkusuz yoksul banliyölerin-varoş- lann isyanlarını çok konuşacağız. Konuş­mak da gerekiyor. Ama konuşmak yet­mez, daha önemlisi onu anlamak gereki­yor. Anlamak demek, buradan bazı ortak görevler çıkarmak demektir. Şimdi bu is­yandan nasıl bir görev çıkarılacak?

Parisli genç göçmen işçilerin isyanın­dan çıkarılacak birçok ders olduğu yete­

rince açıktır, ama ben yine de öne çıkan birisinden bahsedeceğim; öyle sanıyorum ki ayaklanmanın gelecek açısından en ö- nemli dersi, geriye bırakacağı-bıraktığı en önemli ders, harekete olan manevi etkisi­dir. Buna politik-kültürel bir etki demek de mümkün. Diğerlerim saymak olasıdır, ama sanıyorum bu en önemlisidir. Bu et­ki yeni bir ahlaki-kültürel varoluşu, belki daha önemlisi ideolojik-politik varoluşu tetikleyecek gibi görünüyor. Engels bir zamanlar şunu yazarken ne kadar haklıy­dı; “... klasik sokak çarpışmaları çağında bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardır.” İnsanlık yeni­den düşünecektir buradan; kendini sorgu­layacak, yenilginin sebeplerini tartışacak ve ‘yeni bir hareketin inşası, dolayısıyla zaferi nasıl başarılacaktır’ sorusuna ce­vaplar üretecektir. Kendisini yemden kül­lerinden yaratmak da denilebilir buna. Herhalde süreç böyle gelişecek.

Elbette genç ayaklanmacıların gele­cek için bir belirlemeleri, somut bir talep­leri ve bir program hedefleri henüz yoktu. İçgüdüsel ve kendiliğinden hareket olarak ortaya çıktı. Dışlanmışlığa bir tepki ola­rak doğdu. Henüz az gelişmiş, coşku ile umutsuzluk arasında bocalayan, dinme­yen bir kin ile ayağa kalkan, acı çeken yı­ğınların hareketi olarak başladı. Hareket stratejik bir öngörüden uzak olsa da mu­azzam bir inanç, çetin bir savaş, bitmeyen bir kinle günlerce sürdü. İsyancılar ile ko­münist hareket arasmda hemen hemen hiçbir bağlantı da yaratılmış değildi. An­cak burada sorulması gereken acil soru şudur; bu kinin özünde yatan ve kararlılı­ğı açığa çıkaran esas özne neydi? Hiçbir tartışmaya yer bırakmadan tespit edilme­si gereken; açların, yoksulların, dışlan­mışların, Şanzelize’deki bmjuvazinin ‘şa- tosal yaşamına’ olan sınıf kiniydi bu. Bu­nu baştan tespit etmek gerekiyor. Genç iş­çi parçalanmış ayakkabısını gösteriyordu TV ekranından: ‘Bu yaşam biçimini Şan- zelize’de oturanlar anlayabilir mi’ diyor­du. Gözlerinde kararlı bir inanç, yüreğin­de dinmeyen bir kin vardı. İşte önemli o- lan da buydu. Kuşkusuz kendini bu şekil­de açığa çıkarıyordu. Hiçte politik bir ide­olojiyle donanmamış olsa bile, sınıfın ya­şam çizgilerinde belirginleşmiş ve kendi­liğinden ortaya çıkmış olduğu bir kindi bu. Bir smıf kiniydi. Yine de şu soru çok önemli; smıf kini dinmeyen bir dünyada devrimlerin olanaksız olduğu tartışılabilir

22

Page 25: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞU BAT 2006 C |O İ

mi? Lenin’i Marx’a bağlayan ana nokta, devrimin bu güncelliği değil miydi zaten? Suyun yüz derecede kaynaması nasıl ki fiziksel bir gerçeklik ise, devrimlerin ola­sılığı da aynen fiziksel bir olgu gibi, top­lumsal bir gerçekliğe işaret eder. Bitme­yen bir sınıf kini ile yeniden doğar dev­rimler. Onlar soyut tasanmlar değildir çünkü. Yaşamm toplumsal anafomndan çıkar; somut, reel ve kaçınılmazdır. Bun­dan dolayı, her devrimin dinamiği sınıf kini üzerine inşa edilmiştir aslında.

Engels’in, 2 Mart 1851 de L. Bona- parte’m darbesi için, “... iç savaşı durdur­du belki, ama bir ‘savaşlar çağını’ başlat­tı” dediğini hepimiz hatırlarız. Bilmeyen­ler için söylüyomm. Irak işgal edildi, ama işgal Arap halklarının direnişini başlattı. Latin ülkeleri ABD’nin arka bahçesi hali­ne getirilerek ülkeler talan edildi, ama ar­kasından Latin devrimleri geldi. Şimdi bütün dünya yanıyor. Zaten bu, tarihin or­tak yasası değil midir?

Fransa, Cezayir’de bir milyondan fazla insanı öldürdükten sonra olağanüstü hal yasasını çıkarmıştı. Ve bu yasa Ceza­yir savaşından sonra ilk defa yürürlüğe sokuldu Fransa’da. Yoksul banliyölerde OHAL yasası (ev baskınları, tutuklama­lar, işkenceler, sokağa çıkma yasağı vb.) uygulanıyor. “Kara kafa” olan herkes tu­tuklanıyor. Egemenler ise konuşuyor; ‘Cumhuriyeti korumaya kararlıyız.’ Peki, ama gerek Fransa’da gerekse bütün dün­yada “savaşlar çağını” durdurmaya yete­cek mi bu? ‘Egemenler cumhuriyeti’ na­sıl korunacak? Ama öyle görünüyor ki di­renişler yeni başladı. O, bütün yüzyılı sar­mal alevi gibi saracak. Uluslararası buıju- vazi bundan kaçınamayacak. Bu da doğa yasası .gibi toplumsal bir yasa.

Paris’in göçmen emekçilerinin isya­nında ortaya çıkan sınıfsallık ve kendini bu sınıfsallık içinde eylemlere dönüştüren bu kin, neden anayurt işçisinde, onu ör­gütlemesi gereken anayurt solunun ken­disinde ortaya çıkmadı da, yoksul yaban- cı-göçmen işçilerde ortaya çıktı? Bu soru­yu sık, hem de çok sık sormalıyız. Şimdi bu direnişlere, sol şablona oturmadığı ve­ya dinsel öğeler taşıdığı (vb.) için burun kıvıranlar var. Nesnellik karşısındaki bu varoluş biçimine de... Bu düşünce tarzı­nın, az çok Marksizm’i bilen herkes bu­nun Marksizm’in özüne aykırı olduğunu bilir. Ülkemizin anlı şanlı ‘Marksistleri’

de bilir. Ama işlerine gelmez. Çünkü on­lar başka bir yerde konumlanmışlardır ar­tık. Bu pis bir oportünizmdir. Kimlikleri­nin özü, devrimden korkudur çünkü. Bu­nun başka bir tanımı olabilir mi?

O halde şunları bir kez daha düşün­meliyiz; bu yoksul göçmen emekçilerin isyanı, rahatlıkla dinsel inançlara bağla­nabilir mi? Dinsel inançların, isyancılar i- çin önemi ne olursa olsun ya da hangi dü­zeyde etkili olursa olsun, önemli olan on­ların yaşadığı ve mücadele ettiği toplum­sal koşullar değil midir? Tersine genç iş­çileri harekete geçiren, dinle olan gevşek bağlar olmadığı açık. Nitekim eylemciler, hiçbir dinsel emirleri ya da yasakları yeri­ne getiren bir topluluk değildi. Fransa’yı bilen herkes, az çok bu gerçeği de bilir. Bu insanları eyleme geçiren bu dinsel ve­ya etnik kimlikler değil, tersine emekçile­rin dışlanmış olan toplumsal yaşam ko­şullandır. Aslında Fransız bmjuvazisine olan kin, dinselliğin gevşek koridorlann- da kendi varoluşunu tanımlayan bir ge­rekçeye dönüşmüştü. Öyle ki din, burju­vazinin vicdansızlığına karşı tepkinin bir sığmağı haline gelmişti. Sığmağın kendi­si tepkiyi üretmemişti, tersine tepki sığı­nağı üretmişti.

Şimdi şu soruyu sorma zamanı; bu nesnel durum ayaklananlan, doğası gere­ği devrimci düşünce ile buluşturmaya doğru itebilir mi? İtmeyeceğini kim söy­leyebilir? Aslmda bu önemli bir nokta. Elbette tartışılması gerekir. Bir başka ö- nemli nokta da şu; sorun devrimci yapı­

larda mı, yoksa bu genç isyancılarda mı? Eğer bu sorunun cevabı ilki ise, o halde i- kinci, sora gelir arkasından; peki ama bu doğra bir öngörü ise, devrimci yapıların yapması gereken nedir? Eğer komünistler dinsel etkilerden hareketle tarafsız kalı­yor, hatta bazı sol yapılar bundan dehşet­le irkiliyorlarsa, bunun nedeni kendi sos- yal-şoven varoluşlarında saklı değil mi­dir? Bunları ülkemiz açısından, özellikle Kürt sorunu karşısında solun bazı kesim­lerinin, ne kadar evrenselliğe vurgu yapı­yor olursa olsun, aslında kendi milliyetçi­liğinde saklı olduğunu düşündüğüm için yeniden yazmak zorunda kalıyorum. Oy­sa evrensellik soyut bir söylem değildir; i- çinde yaşadığı toplumsal koşullara yanıt üretmektir. Şablon aramak değil, isyanın başına geçerek onu örgütlemektir. O za­man evrenselliğin gerçek anlamı yerine oturur. Cezayir’in sömürgeleştirilmesin- de Fransız solunun ‘ evrenselliği‘nin. ken­di işgalci-sömürgeci güçleri ile aynı ze­mine düşmeye yol açtığını hepimiz bili­yoruz. Sosyal şovenizmin, sol içine so­kulmuş amansız bir kanser hastalığı oldu­ğunu, bütün tarihsel süreç yeteri kadar ka­nıtlamış değil midir zaten.

Tarih, iyi bir okuyucu için bitmez tü­kenmez öğretici dersler sunar insana. Bu­nu az çok hepimiz biliriz. Mesela Fran­sa’nın 1789 Devrimi, birçoklan için ö- nemli bir deney anlamına geliyordu. Bu deney ‘kardeşlik, özgürlük ve eşitlik’ slo­ganında anlam bulmuştu. Bunu, bilindiği gibi Türkiye egemenleri de kopya etti. Yalnız egemenler değil, bunu sol da kop-

25

Page 26: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

CJOİ OCAK'ŞUBAT 2006

ya etti. Ama çok geçmeden bu sloganın ö- zünün buıjuvazi açısmdan bir değer taşı­dığı anlaşılmamış mıydı? Anlaşılan neydi peki? Buıjuvazi içindi ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik.’ Ama ezilen yoksullar için ise baskı, zulüm ve sömürü olduğunu kitleler yaşanmış deneylerle gördü. Tarih öğreti­cidir demiştim; bir zamanlar Paris prole­taryası da bu parıltılı sloganların arkasına takılarak kan dökmedi mi? Hatta Marx’m dediği gibi ‘kardeşlik sarhoşluğuna’ bile kapılmadı mı Paris proletaryası? Oysa Marx bunu ‘karşıt sınıf çıkarlarının duy­gusal dengesi’ olarak açıklamıştı. Cum­huriyeti gizleyen perde yırtılıyordu.'İşçi sınıfının cumhuriyeti değildi Fransız Cumhuriyeti. Büyük burjuvazinin cum­huriyetiydi. Şanzelize’de yaşayanların cumhuriyetiydi yani. Ya da dönün aynı şeyi Türkiye’ye uygulayın.

Bir kez daha belirtelim: Paris varoş­larındaki genç göçmen işçilerin (işsiz ve yarı işsiz işçiler) isyanı, tümüyle sınıfsal bir temele dayandığını gösterdi. Bu bir sı­nıf isyanıydı demiştim. İsyancıların bir i- deolojiden ve programdan yoksun olma­ları bu gerçeği değiştirmez. Bunu hiçbir gerekçe gölgeleyemez. Bazıları ise şöyle düşünüyor: Bu isyanlar lümpen proletar­yanın isyanlarıdır! Böyle yorumluyorlar ve yok sayıyorlar. Oysa bu düşünce tarzı aktarıma ve dogmatik olduğu kadar, ta- rihsizlikle malul bir yorumdur. Marx dönemi için bile an­lamsızlığı açık olan böyle bir kırılma noktasmın, bugün i- çin kolaycı bir ta­nımlamaya sokula­rak açıklamak yan­lış ve yersizdir.Başka bir deyişle bugün milyonları bulan işsiz veya yan işsiz bu smıf öbekleri (alt- proletarya), kolayca lümpen proletarya tanımı içine sokulabilir mi? Sokulamaya­cağı açık. Bu bir indirgemeciliktir. Çünkü yapıların içeriği, üretim sürecindeki ko­numu ve toplumsal yapıdaki yeri ile ta­nımlanabilir. Her şeyden önce ayaklanan­lar, işsiz ya da değişik enformel sektörler­de güvencesiz iş kollannda çalışan işçi­lerdir. Bunlar sınıfın doğal bir parçası, üs­telik önemli bir parçasıdır. Bu ancak ser­mayenin yeni birikim süreçlerinde ortaya çıkan ve yeni sınıfsal oluşumlarda kendi­ni gösteren bir sorundur. Ama yine de bu

tanımdan hareket etsek bile, Marx’m şu öngörüsünün ne kadar önemli bir açıkla­ma anlamına geldiğini göstermez mi? Marx ne demişti: ‘Lümpen proletaryanın buıjuva toplumunun doruklarında dirili­şinden başka bir şey değildir.’ Ben buna şu katkıyı yapabilirim belki; dışlanmış, hor görülmüş ve insan yerine koyulama- yan göçmen emekçilerin, buıjuva toplu­munun doruklarında yeni bir diriliş hare­ketidir bu. Evet, yoksul banliyölerin ço­cukları ayağa kalktı. Bastırılmış eneıjiyi ortaya çıkardı. Ayağa kalkarken yeni bir direnişin yol haritasını da çizdi.

Bundan sonra modem bir sınıf dire­nişinin tohumlannı da atarak ilerleyebile­cek mi? Yaşayıp göreceğiz. Ama yine de bunda kuşku duymak yersizdir. Bu yeni tarzın belki şimdilik Paris’te olmasa da dünyanın başka köşelerinde ortaya çık­mayacağını kim garanti edebilir? Edeme­diği açık. Ama bütün mesele devrimci ya­pıların kendini yenileyebilme yeteneğin­de saklıdır. Dahası anayurt işçileri ile or­tak bir direniş hattını örebilmek mesele­sinde...

Günlerce Paris’in yoksul ve sahipsiz genç göçmenleri dinmeyen bir isyan için­de ayaklandılar. Buıjuva medyanın anlı şanlı bütün yazarları konu üzerinde kalem oynattılar. Ortak kanılan şuydu; soruna sistem içinde bir çözüm bulunamazsa,

yoksullann isyanı her yeri sarabilir ve ha­reket şatolan-katedralleri vurabilecek ko­numa gelebilir. Ama dahası Türkiye’ye sıçrama eğilimini hesaba katan bu yazar­lar takımı, başta buıjuva smıf olmak üze­re bütün devlet yetkililerini uyarmadan e- demediler. İstanbul’u örnek göstermeleri tesadüf değildir. Zamanmda bir işverenin ‘İstanbul’un varoşlanndan aşağıya inip, boğazımızı kesebilirler’ mealinde bir uya- n da bulunduğunu hatırlayalım. Demek ki bu, yersiz bir hatırlatma değildir. Kor­ku dağlan aşmış görünüyor. Çünkü burju­vazi iyi bilir ki, batının herhangi bir yerin­de, hele de Paris’te patlamışsa bu isyan,

bir benzeri neden İstanbul’da patlamasın? Göle atılan taşm kendi etrafında büyüye­rek gelişen halkalan gibi. Gelebilir mi, bunu onlar cevaplasın. Belli ki bu uyarı a- deta çekmecelerden masaya indirilmiş gi­bi görünüyor. Ancak Paris’in genç göç­men işçilerinin isyanları, sadece siyasal sistemi elinde tutan sınıfların ve onların akıl hocalarının gündeminde kalmadı, ay­nı zamanda Fransız aydınlan ve solu ol­mak üzere, başta sosyalist hareket olarak sistem karşıtı bütün hareketlerin de gün­demine girdi. Bizim aydınların da günde­mine girdi. Peki, ama sosyalist solun gün­deminde ne kadar yankılandı? Som ö- nemli; ne oluyor Fransa’da? Ne oluyor dünyada? Buradan nasıl bir sonuç çıkan- lacak, vs.

Parisli genç göçmen işçilerin isyanı, bir başka şeyi daha açığa çıkardı; Mark- sistlerin düşünsel öngörülerinin çıplak ze­minde pratik tarafından bir kez daha doğ­rulanmasını... Ama doğrulanma yetmez. Esas mesele bu i syanlamı başına geç­mektir. Yine de düşünsel öngörüler önem­liydi. Biliniyor ki Marksistler, daha önce batıdaki göçmen akımını yorumlarken şöyle bir değerlendirme yapıyordu; batı­nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ucuz e- mek gücüne olan gereksinmesi (sömürge­ciliğin sonuçlarını unutmadan) üçüncü dünya ülkelerinden karşılanmıştı. Batının

imarında belirleyici bir yeri olan göç­men emeği, küresel kapitalizmin yeni birikim stratejileri ile birlikte işe yara­maz, soran olan ve anayurtların işçile­rini de işsizliğe sü­rükleyen neden ola­

rak anlatılıyordu. Bu anlayış daha sonra batının emekçileri içinde de olumlandı. Artık bu ‘pislikler’ atılmalıydı. Sarko- zi’nin ağzından işsizliğe terk edilmiş göç­men işçiler ‘ayaktakımı’ olarak lanetleni­yor, hatta oturumlarına bakılmaksızın yurtdışı edilmeliydi! Oysa Almanya başta olmak üzere, o genç işçilerin (işsiz işçiler) anne ve babalan, bu ülkenin en ağır iş kollannda ülkenin kalkınmasına ter dök­müş, çoğu sakat kalmış, iş kazalannda birçoğu ölmüş, geriye kalanlar ise bütü­nüyle sağlıklarını yitirmişti. Şimdi işleri bitti. Dışan atmak zamanıydı!

Bu politika aynı zamanda faşist ırkçı­

Fransa gibi batı ülkelerinin temel çelişkisi, aşırı sömürü ne­deniyle göçmen işçilerin anayurt işçisi ile rekabet etmeye

zorlanmış olmasıdır. En aşağı işlerde çalışmak zorunda bıra­kılması ve ücretlerin adeta sıfıra yakın düşme eğilimine yol açması gibi... Mesela Almanya'da günlük 1 Euro'ya çalış­

maya zorlanması, bunun en karakteristik örneğidir.

24

Page 27: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞU BAT 2006 C|O İ

lığın toplumsal temelini de oluşturmaya, başladı. Başka bir deyişle, hem sözel hem de pratik uygulamalarda alabildiğine ay­rımcı bir ırkçılık politikasında egemen sı­nıflar, kendileri için çok büyük toplumsal desteği de kazanım şiardı adeta; anayurt­ların işçilerinin desteğiydi bu. İşçi sınıfı bu politikaya büyük oranda kazanıldı ve faşist ırkçılık özellikle toplumun en alt katmanlarında egemen hale geldi.

Fransa gibi batı ülkelerinin temel çe­lişkisi, aşın sömürü nedeniyle göçmen iş­çilerin anayurt işçisi ile rekabet etmeye zorlanmış olmasıdır. En aşağı işlerde ça­lışmak zomnda bırakılması ve ücretlerin adeta sıfıra yakın düşme eğilimine yol aç­ması gibi... Mesela Almanya’da günlük 1 Euro’ya çalışmaya zorlanması, bunun en karakteristik örneğidir. Bu göçmen işçi­nin insan olarak değerinin yok sayılması demektir. Burada bir nokta önemlidir; bir yandan belirttiğimiz gibi, hem toplumsal ırkçılık ortaya çıktı hem de aşın sefalet ve işgücü fazlası nedeniyle yabancı işçiler ülkeden atıhnak istendi. Göçlerin durdu­rulması bir yana, Fransa’da olduğu gibi sömürgecilik sonucu bu ülkeye akmış o- lan Kuzey Afrikalı göçmenlerin uyum­suzluğu gerekçe gösterilerek ülkeden ko- vulmalan gündeme getirildi. Oysa bu in­sanlar hem Fransız vatandaşıdır hem de eğitimli ve çok iyi Fransızca konuşmakta­dırlar. Asimilasyon, olmazsa ülkeden kovmak gibi ırkçı bir politika, AB ülkele­rinin ortak politikasına dönüşmüştür. Ağır baskı, dışlanma, adam yerine koyulma­ma, entegrasyon adına asimilasyon politi­kaları bir yerde olası patlamalan zorlu­yordu zaten. Ve bu Paris’te patladı. Şimdi kara kara düşünüyorlar; isyan Brüksel’e, Berlin’e, Köln’e de taşınabilir mi? Taşın­mayacağını kim söyleyebilir?

Ancak bir şey unutuldu; hemen he­men batının bütün ülkelerinde toplam nü­fusun yüzde 10’una tekabül eden göçmen nüfusu, stratejik öneme haiz toplumsal gücü temsil ediyordu. Bu temel güçlerden birisini gösteriyordu. Bu durum devrimci smıf stratejileri açısından dikkate alınma­sı gereken temel bir konuydu aslında. Da­ha önce bu konu ile ilgili yazdığım ‘Kü­reselleşme, Göçmen Emeği ve Demokra­si’ adlı yazının ilk paragrafı şöyle başlar: “Batı metropollerinde genel emeğin için­de yer alan göçmen emeği, sınıf pratikle­rinin işlevsel konumu açısından stratejik bir önem kazanmıştır. Çünkü batıda işçi

smıfı hareketinden bahsedildiği zaman, mutlak surette göçmenlerin smıfsal konu­munu işin içine sokmuş olmanız gerekir. Gerçekten göçmen emeği öyle bir nokta­ya geldi ki, sistemin buıjuva demokratik mantığında varolan çelişkili yapısını sor­gular hale geldi. Böylece sistemin iç çe­lişkileri göçmen politikaları içinde çözü­lür hale geldi.” (Düşünce ve Davranışta Yol, Şubat 2005, sayı 6, s. 126)

Demek ki batının Marksist hareketle­ri, stratejik inşada bunu önemli bir sorun olarak ele almak zorundaydılar. Ancak batının solu ağır bir krizden geçiyor. Be­yinler o kadar tahrip olmuş ki, onlar, ade­ta egemen sınıfın söyleminden kurtulmuş değiller. Yani solun içinde güçlü bir şoven damar var ve bu aşılmış değil henüz.

Bunları daha önce görmüş olmak faz­la bir öngörü anlamına gelmez. Ama Marksistlerin doğru olan bu öngörüsü, düşünsel boyuttan çıkarak, hayat pratiğin­de yeniden test edildi. Zaten düşüncenin doğruluğu veya yanlışlığının tek ölçütü, bu yaşam pratiğinde anlam kazanmaz mı?

Şimdi bunların doğrulanmış olması Marksistlere bir başka noktayı görmeleri­ni, dolayısıyla yaşama geçirmelerini ge­rektiriyor: Eğer devrimci strateji, anayurt­larda işçi sınıfının toplumsal gücünü poli­tik bir güç düzeyine çıkaracaksa, en azın­dan bu öngörülüyorsa, mutlak surette a- nayurt işçi smıfı ile göçmen işçi sınıfının stratejik birliğinin kurulmasını başarmak gerekir. Ama bunun ilk yolu göçmen işçi­lere güven vermek, ırkçı ve şoven etkiler­den tümüyle kurtulmaktan geçer. Herkes bilir ki; egemen sınıf olan işçi sınıfının desteği olmadan, göçmen yoksulların is­yanı başarıya ulaşamaz. Ama bir başka şey daha başarılmak zorundadır; mutlaka yoksul göçmenlerin devrimci eneıjileri- nin boşa gitmemesi için belirli bir strateji içinde anayurt işçileri ile aynı politik ör­gütsel forumlarda birleşmek zorunluluğu. Yoksa hedefler belirsiz kalacak, eneıji yok edilecek, hatta ağır bir saldırı karşı­sında ezilecektir.

Şimdi bütün dünya yeni bir ayaklan­ma ile yüz yüze. Latin Amerika’dan baş­layan rüzgar Ortadoğu’daki Arap direni­şine, oradan da batının merkezlerine ta­şınmıştır. Belli ki, küresel kapitalizm in­sanlığın bu yerkürede yaşama hakkını or­tadan kaldırmak istiyor. Her ne kadar Ha­şan Cemal, Mehmet Barlas ve Çetin Al-

tan gibi liberaller küreselleşmeyi olum­larsa olumlasın, ateş bacayı sarmış du­rumdadır. Yalan bir zaman içinde, özel­likle varoşların İstanbul’daki isyanı mer­kezleri vuracak boyuta taşınırsa kimse şa­şırmasın.

Çünkü bu yerkürede insanlık kendi insanlığım aramaya başlamıştır. Bu arayı­şın önü kimse tarafmdan durdumlamaya- caktır artık. Bu yalm gerçeği buıjuvazi, e- zilenlerden daha iyi biliyor. Ama bu ger­çeklerden kaçınmanın olası olmadığını da...

Bütün mesele devrimci yapıların kendilerini, bu anaforun örgütleyicileri o- lup olamayacağında açığa çıkaracaktır. Bütün devrimci yapılan burada bir kez daha düşünmeye davet etmek gerekiyor; stratejik temele dayanmayan aralarındaki aynm noktalarını asgariye indirip, olası büyük toplumsal deprem faylarındaki kı- rılmalan iyi tanımlayarak kendilerini ge­leceğe hazırlamak zorundadırlar. Zaman­sız yakalanmak bir kez daha bizim de yı­kımımıza neden olmasın artık.

Sanıyomm Parisli yoksulların isya­nından çıkanlacak en önemli ders bu olsa gerek.

14.11.2005

D ü ze ltm e“Yol” dergisinin Kasım-Aralık 2005 ta­rihli 8. sayısında yayınlanan “İki isim, bir tefrika” adlı yazıma gelen uyarılar­dan sonra, Mehmet Asal ile ilgili bir noktayı yeniden açıklama zorunluluğu doğmuştur:Adı geçen yazıda, Asal hakkında polis olma iddiasını açıklığa kavuşturmak Çi­zere bir “soruşturma komisyonu” ku­rulduğundan bahsetmiştim. Komisyo­nun soruşturması 12 Eylül nedeniyle sonuçlanamadı. Yazıda bu olayı anlat­mıştım. Bu nedenle önemli iki aydın­dan uyarı aldım. Bu arkadaşlara göre, böyle bir anlatımdan Asal’ın polis ol­duğuna dair bir kanı çıkmaktadır. As­lında benim böyle bir düşüncem olma­dı. Başka bir tartışma yazısında da bu­nu belirtmiştim. Ancak belli ki, böyle bir anlam kayması yaşandı. Ben Asal’ın

polis olduğuna dair bir kanıya sahip değilim ve yazımı da bu doğrultuda ve bu amaçla yazmadım. Şimdi bu anlam kaymasını düzeltmek istiyorum.

Hasarı Oğuz, 05.01.2006

25

Page 28: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Lümpenler, proleterler ve devrimci özne tartışmaları üzerine

PARİS BANLİYÖLERİNDEN

TÜRKİYE VAROŞLARINAHatice Solmaz

Varoşların damarlarında akan öfkeyi göz önüne almadan, onunla birlikte akmayı öğrenmeden yapılacak çalışma kolaylıkla öznelerini alana yabancılaştırır,

dışarlaklaştırır. Bu koru eline almaktan korkan, zamanı geldiğinde onu yönetemez de. Yalnızca tek tek Üçüncü Dünya ülkelerinde değil, tüm dünyada aynı kanaldan

akan bir süreçle bu kor büyümektedir.

27 Ekim 2005 günü Paris banli­yölerinde Kuzey Afrikalı iki genç, polisin kimlik kontrolü yapmasından endişe edip saklandıkları trafoda a- kıma kapılarak öldü. Tam anlamıyla pisipisine yaşanan bu ölümlerin ban­liyölerde yarattığı ilk tepkilere İçiş­leri Bakanı Sarkozy’nin verdiği ya­nıt, yangım daha da körükledi. Ar­dından Fransa banliyölerinde patlak veren ve Avrupa’nın da kimi ülkele­rine sıçrayan (Belçika ve Almanya) olaylar sonucunda, 300 bina ateşe verildi, 9 bine yakın araç tahrip edil­di, 4 bin 700 kişi gözaltına alındı, 400’ü hapse atıldı, Fransa’da 2. Dünya Savaşı ardından ilk kez Ola­ğanüstü Hal ilan edildi, 11 bin 500 polis, jandarma ve ordu takviyesinde seferber edildi, sigorta şirketlerinin ödemekle yükümlü olduğu toplam zarar 20 milyon Euro’yu geçti.

Olağanüstü Hal ilanı ardından bir süre daha devam ettikten sonra sönümlenen ancak Avrupa’nın bağ­rında gelecekte de kanamaya devam edecek görünen bir yara açan banli­yö isyanı, solda özellikle varoşlar konusundaki tartışmalara yeni bir zemin sağladı. Bu konuda yapılan değerlendirmeler iki ayrı uçta şekil­lendi. Birincisi Paris olaylarını da­yaklanma” olarak tanımlayan ve ka­nımızca hakkettiğinden büyük bir

misyon yükleyen uç, İkincisi söz ko­nusu eğilimi sınıftan kaçmakla, do­layısıyla Marksizm’den uzaklaşmak­la eleştiren, bunu yaparken de yüz yıl öncesinin sınıf yapısı ve mücade­lesi ile günümüzü anlatmaya çalışan ancak hiç de başarılı olamayan diğer uç. Varoş çalışmasını önemseyen bir politik hareket olarak böylesi bir tar­tışmanın içerisinde konum belirleme ihtiyacı değil bu yazının konusu. Her iki eğilim de kendince pek çok doğ­ruyu peş peşe sıralamasına rağmen Türkiye’deki mücadele için kayda değer bir anlam taşımamaktadır bu “doğrular”. Öyleyse nasıl bakmalıdır Paris’te yaşananlara?

Paris olayları, Avrupa’da yıllar­dır biriken ve dönem dönem adli va­kalar şeklinde patlak veren, sistemin “üvey evladı” “iç barbar” hareketle­rinin bir yenisi ve en karakteristiği­dir. İçerisinde pek çok konu gergef olmuştur; işsizlik, yoksulluk, özel­leştirmeler, sosyal devletin yıkımı, ayrımcılık, sömürgecilik, din, kim­lik, yoksunluk vb. Hem klasik sınıf­sal sorunlar, hem de yeni dönemin tanımlanması, çerçevelenmesi zor sorunları iç içedir. Ve bir tarafın var­lığını yok saymayı getirecek önce­likli bir belirleyicilik de hâkim de­ğildir. Bu nedenle karakteristiktir ve değerlendirmeye oldukça elverişli

bir zemin yaratmaktadır. Ancak Pa­ris’i ele almadan önce, üvey evlat iç barbarlardan hain öz evlatlara kadar, Avrupa’da sosyal devletin çöküş sü­recinin yarattığı birikimleri, Türkiye ile karşılaştırma yapmaya elverişli bir başka örnekle ele alalım.

İki farklı ülke, iki farklı “işgal”

Arkasında çoğu zaman en ufak bir sağlam ideolojik temel, örgütsel yapı, politik iddia bulunmasa da, u- zaktan güzellenme dışında her türlü ölçüyü inadına reddederek orda burda patlayıveren ve son olarak Paris’te tüm karakteristik özellikleriyle açığa çıkan olaylara, gözden kaçmamış bir örnek de geçen yılın Haziran ayında, Portekiz’in en ünlü plajlarından biri olan başkent Lizbon’daki Carcavelos Plajının basılması oldu. Portekiz tu­rizminin göz bebeklerinden biri olan bu plaj, yoksul mahallelerden “inen” ve yaşları 12 ila 20 arasında değişen 500 kadar yoksul genç tarafından ba­sıldı. Kent estetiğini ve asayişini bo­zan ve bu nedenle plajdan çitlerle ay­rılan varoşların gençleri, yalnızca hu­zur kaçırmakla kalmadılar, “yukarı mahallenin” haracını da alarak geri çekildiler. Tabi ki çatışma, yaralanma ve gözaltılar da yaşandı. Hatırlanırsa hemen ardından Türkiye’de de benzer

26

Page 29: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C |O İ

bir vaka, Caddebostan plajının açıl­ması ile Ümraniye varoşlarının aşağı, zengin mahalleye inmesi sonucunda yaşanmış, Sarkozy ile en azından va­roşlar konusunda aynı görüşü paylaş­tığı (“ayak takımı”) son olaylardan sonra ortaya çıkan Mine Kırıkkanat, Fransız ekolünden gelmeliğiyle olaya Sarkozy’yi aratacak yorumlar getir­mişti.

Stratejik analizlerde, karşılaştır­ma amacıyla olsa dahi aralarında pa­ralellik kurulan bu iki farklı ülkedeyaşanmış benzer olaylar, arkaların­daki sosyal gerçekler ortak olmasına rağmen çok farklı biçimlerde yaşan­dılar. Portekiz’de varoştan merkeze, merkezin bir mabe­dine saldırı varken,Türkiye’de söz ko Varoşlar, belki de bilinçli olarak göz yumulan ve hatta desteklenen sis­

tem dışı çeşitli ilişki ağlarıyla hem kendi içlerinde bir seviyede bir ya­şam döngüsü yaratıyor, hem de bu yolla, sistem dışına itiliyor olsalar

da en azından sistem karşısına dikilmeleri engelleniyor.

pasif bir işgaldi.Hatta Portekiz’in tersine bu olayda a- sıl saldırı merkez­den, Kemalizm’in bağrından geldi. Sırt sırta vermiş ö- zel güvenlikli sitelerle varoşları göz ardı etmezsek; Türkiye’de henüz çevresi varoşla çevrili bir plaj yok, halen şehir merkezinde “halk plajla­rı” açılabiliyor. Türkiye varoşları, kitlesel baskınlarla zenginden hakkı gördüğü haracı kesecek kadar bıçkın da değil, halen ince sızma harekâtla­rıyla burjuvaların mekânlarını, zevk­lerini tırtıklamakla yetiniyor. Geçti­ğimiz bayram da bir nevi İstanbul varoşları için merkezlere inme vak­tiydi. Büyük şehir burjuvalarının her tatil arası kentleri boşaltmasının bir nedeni de, bu “sinsi” ve hiçbir karşı tedbir geliştirilemeyen pasif işgal değil mi? Yani henüz burjuvalarımız da pasif çözümler peşinde. Daha doğrusu ekonomik zor onların elin­deki birincil araç. Kentsel dönüşüm projesinin yürürlüğe koyulması, Ga- lataport, Dubai Kuleleri ve reklâm sektörünü bile canlandıran gayri­menkul yatırımlarının tümü, kent çehresinin üst sınıflar lehine yeniden inşası sürecinin hızlanarak sürdüğü­nü gösteriyor. Yoksul ve yoksun va­roş denizi içinde korunmalı “cennet adacıkları” yaratacak, gecekondu yı­

kımlarıyla sosyal gerilimleri tetikle- yecek bir süreç...

Türkiye varoşlarında, 96’ları ele alırsak, şiddetin sisteme dönük yü­züyle eskiye nazaran azaldığı, en a- zmdan şekil değiştirdiği söylenebi­lir. Bu noktadan hareketle bu karşı­laştırmadan çıkarılabilecek başka bir sonuç, AB üyesi Portekiz’de yoksul için artık kanacak masal, gidilecek yol kalmamışken, Türkiye’de henüz bu doygunluğa ulaşılmamış olması­dır. Hem siyasi olarak düzen içi bir projenin (AB üyeliği) kapsayıcılığı, hem de AB ile müzakerelerde sorun olmuş ve olacak olan her anlamdaki kayıt dişiliğin maddi olarak gidile­cek yol sağlaması söz konusu. Yani varoşlar, belki de bilinçli olarak göz yumulan ve hatta desteklenen sistem dışı çeşitli ilişki ağlarıyla hem kendi içlerinde bir seviyede bir yaşam döngüsü yaratıyor, hem de bu yolla, sistem dışına itiliyor olsalar da en a- zmdan sistem karşısına dikilmeleri engelleniyor. Yalnız AB değil, tüm emperyalist kurum ve kuruluşlarla girilen ilişkilerde, Türkiye egemen­lerinin pasif ve sessiz direniş nokta­larından birinin, her türlü kayıt dışı-

lığa tahammülsüz düzenlemeler ol­masının ardında, herkesten iyi tanı­dığı kendi arka bahçesini bugüne ka­dar idare etmesini sağlayan kendi yöntemlerinden ayrılmak istememe­si yok mu? Son olarak; Avrupa, aşıl­mış bir eşikten geleceğe ilerlerken, kalan son sosyal mirasım da tüket­mektedir. Türkiye ise böylesi bir maddi mirastan bile yoksun, çok da­ha fazla gerilime gebe bir sürece i- lerlemektedir. Ve plaj baskınları ara­sındaki şiddet düzeyi farkının, Tür­kiye’nin pek çok patlamayla arayı kapatması sonucunda aşılması muh­temeldir.

Varoşlara nasıl bakmalı?

Tekrar Paris olaylarına ve ardın­dan yapılan tartışmalara dönersek, yaşananları yüzlerce yıllık sınıf mü­cadelesi deneyimine sahip Avrupa burjuvazisini “titreten” bir ayaklan­ma olarak algılamanın, sağduyulu bilimsel bir yaklaşımdan uzak oldu­ğu ve bu yönüyle doğru çıkarımlar yapmanın da önüne geçtiği bir ger­çek. Kaldı ki pek çok noktada olay­ların patlak vermeleri ardından bi-

27

Page 30: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

CJOİ OCAK-ŞUBAT 2006

linçli olarak provoke edildiğine, bu yolla İslam ve yabancı korkusunun derinleştirilerek sınıf mücadelesine ket vurulmasının amaçlandığına ve sınıf hareketi ile söz konusu gerilim hattı arasında hâlihazırda mevcut duvarların daha da kalınlaşmasına hizmet ettiğine ilişkin işaretler bu­lunmaktadır. Bu gibi kayıtlar bir ta­rafa, Paris yine de tartışılmayı ve dersler çıkarılmayı haketmektedir. Ve bu dersler de tek başına, “lümpen proletaryadan iş çıkmayacağının" Marx-Engels desteğinde ezberden bir kez daha tekrarlanması olamaz.

Mücadele açısından varoş çalış­masına olumlu bakışların taşıdığı yaklaşım farklılıklarında olduğu gibi, olumsuz bakışların da pek çok farklı kalkış noktası var. Bunların ilki ve en önemlisi, “işçi sınıfından kaçış” eleş­tirisi. Bu eleştiri, bir gerçekliği (dev­rimci hareketin işçi sınıfı çalışmasın­daki geriliğini) ifade etmesine rağ­men, esasen varoş çalışmasının ken­disi ile değil, bugün de varoşlarda bir tarz olarak hayat bulan çeşitli yakla­şım yanlışları, bir takım karikatürize biçimler ile ilgili görünmektedir. Bu­gün gerçekten, gövdesi varoşta olan

pek çok siyasi özne, 80 öncesinin “kafası kırda gövdesi şehirde”1 olan stratejik yaklaşımlarında olduğu gibi, bu mevcudiyeti kafaca açıklayabilmiş değildir. Yani stratejik temellendir- meler yine ajitatif gerekçelendirme­lerle geçiştirilmektedir. Bu gevşek dokunun da varoş pratiğinde şekilden şekle girmesi ve karikatürleşmesi do­ğal olmaktadır. Ancak dediğimiz gibi, olgunun kendisini değil, karikatürünü eleştirmek de tartışmayı bir yere gö­türmez.

Varoşlar esas anlamlarını, dev­rim stratejilerinin öz güç-yedek güç şablonunda öncülük makamına otur­tularak buluyor değiller. Doğrusu böylesine heterojen bir yığının bay­raktarlığını yaptığı bir devrim rüya­sı görmek için, en post-modern ka­falardan daha “geniş” ve omurgasız olmak gerekir. Özcesi, ne olduğu belirsiz bir varoş kitlesi, işçi sınıfı­nın yerine ikame edilmiyor, edilme­meli. Varoşların esas anlamı, yalnız­ca bununla sınırlı olmamak üzere, soğuk savaş dengeleri ardından özü­ne dönen kapitalizmin neo-liberal e- konomi politikalarıyla derinleşen, dünya ölçeğindeki sistem dışılaşma

eğilimi ile ilgilidir. Bu politikalar, so­ğuk savaş dengelerindeki sıkı kutup­laşmanın tutturduğu iktidar tçyelleri- nin gevşemesiyle de birleşince, Ü- çüncü Dünya’da ikili iktidar olgusu­nu gündeme getirmiştir. Metropol­lerdeki bölünmüşlük ve uçurumlar, dünya ölçeğindeki bir gerilim hattı­nın izdüşümleridir. Kapitalizm gü­nümüzdeki evresine varana kadar, önce ulusal sınırlar yaratmış, tüm yerküreyi içererek ya da işgal ederek kendileştirmiş ya da bağımlılaştır- mıŞj “sistem içileştirm iş”, bugün geldiği konakta ise yarattığı sınırları ve bağımlılıkları inkar ederek geniş kitleleri dışına kusmaya başlamıştır. Bu kitleler ne ulusal savaşlarda mil­yonlar halinde ölerek ortadan kalk­makta, ne de sistemin bir ucuna ek- lenebilmektedir. Diğer taraftan, mu­azzam büyüklükteki bu kuralsız de­nizler, söz konusu durumlarıyla ken­diliğinden biçimde sistemi kuşatır­ken, mücadele için hem öz örgütlen­me pratikleriyle kök salınacak ve beslenilecek somut zemin sağlamak­ta hem de stratejik açıdan mücadele için sıçrama tahtası görevi görme potansiyelini taşımaktadır. Varoşla­rın kuralsızlığının da kapitalizm açı­

sından bir mantığı vardır, ve deneyim­lerin de açıkça orta­ya koyduğu gibi, bu mantığın aşıldığı yerde zor gücü dev­reye girmeye de­vam edecektir. An­

cak, sistemin ekonomisi, hukuku, sosyal ilişkileri anlamında maddi te­melinin çok zayıf olduğu ve giderek daha da zayıfladığı varoşlarda salt zor gücü fazla çıplak kalacaktır. Hiç­bir savaş salt zor gücüyle kazanılma­mıştır. Sınıftan kaçılsın ya da kaçıl­masın, bu eğilim bilinçlerimizden bağımsız objektif bir gerçek olarak derinleşmeye devam etmektedir. Ay­rıca başta da söylediğimiz gibi, yüz yıl öncesinin sınıflar yapısı ve müca­dele kurallarıyla günümüzü açıkla­maya çalışmak, önümüzde duran ye­ni dönemi kavrama ve sosyalizmi yetkinleştirme görevlerini hiç de ko- laylaştırmamaktadır.

Varoşlar esas anlamlarım, devrim stratejilerinin öz güç-yedek güç şablonunda öncülük makamına oturtularak buluyor değiller. Doğrusu böylesine heterojen bir yığının bayraktarlığım yaptığı bir devrim rüyası görmek için, en post-mo- dem kafalardan daha "geniş" ve omurgasız olmak gerekir. Özcesi, ne olduğu

belirsiz bir varoş kitlesi, işçi sınıfının yerine ikame edilmiyor, edilmemeli.

28

Page 31: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞUBAT 2006 C JO İ

“Lümpen” varoşlarBuradan varoş kitlelerinin “lüm­

penliğine” geçebiliriz. Peki, bu derece sistem dışılaşmış alanlar, kitleler, ka­yıtları kütükten düşülür gibi, doğal o- larak “sosyal mücadele alanından da düşüyorlar... [ve] paradoksal bir bi­çimde, ‘sistemin aktörü ol(a)mayan aktör’ler”2 haline mi dönüşüyorlar? Devrim stratejisi için, mücadelenin belirli bir aşamasında öncelikli önem atfettiğimiz bu alanlarda, tam da ileri sıçrama aşamasındayken, bu “gerici” kitleler, karşı devrimin türlü oyunları­nın baş aktörü olarak, bizi paçamız­dan çekip yerimize mi oturtacaklar? Bununla da kalmayıp, yolu kazara va­roşlara düşenlerin kafalarından geçir­dikleri gibi, “bunlar bizi de mi ke­serler?

Bu öncelikle varoşlarla ne kadar hal hamur olundu­ğuna, nasıl bir güç biriktirildiğine ve kök salmdığma bağlıdır. İkincisi, sistemin çeşitli kı­sa devre noktala­rında, gerilim hat­larında harekete geçen, onu istik- rarsızlaştıran, sistemin iktidarsızlaştı- ğı alanlardaki kitleler, çok “doğru ve düzgün” politik taleplere, programa sahip olmasalar dahi, tüm “eğrilikleri­ne” rağmen devrime güç taşıyabilirler. Ayrıca varoşlarda işçi sınıfı programı altında politik taleplerin yükseltilmesi simyacılık değildir. Elbette ki sınıf ha­reketindeki bir yükseliş, tüm ülkenin olduğu gibi, en başta varoşların gün­demini belirleyecek, buralardaki mü­cadeleye bir form kazandıracaktır. An­cak tek başına sınıf hareketinin belir­leyiciliği gibi bir değişkene terk edile­meyecek önemdedir varoşlar. ‘“ Tehli­keli sınıf’ [lümpen proletarya], top­lumsal tortu, eski toplumun en alt ta­bakaları tarafından fırlatılıp atılmış ol­duğu yerde çürüyen bu yığın, şurada burada, bir proleter devrimi ile, hare­ketin içine sürüklenebilir; ne var ki, kendi yaşam koşulları onu daha çok gerici entrikaların paralı aleti olmaya hazırlar.”3 Garbis Altmoğlu, Komünist

Manifesto’dan yaptığı bu alıntıyla “varoşlardaki geniş yarı-proleter gençliğin ve emekçilerin, hatta lüm­pen proleter öğelerin sınırlı ve koşullu devrimci potansiyelini”4 “asla” göz ar­dı etmeksizin “en devrimci sınıf siya­set sahnesine ağırlığını koymadan, söz konusu ‘kitle’nin eylem potansiyeli­nin gerçekten devrimci bir içerikle ha­rekete geçirilemeyeceği”ni açıklarken de bir nevi yüz yıllık denklemi önü­müze sürüyor; Oysa ne günümüz dün­yası bu değerlendirmelerin kaynak al­dığı maddi temeller bakımından aynı­dır ne de sınıflar yapısı o döneminkine benzer. Zaten öyle olsaydı, sorun salt devrimin bir kuşağının toptan öznel hatalarından ibaret olmaz mıydı? Marx-Engels’i böylesi bir rahatlıkla şahit tutmak, açıkçası çok fazla hata a- rayan ve aradığını da muhakkak bulan bir yaklaşımın sonucu olabilir. Eğer bunun gibi reçetelerimiz olsaydı, ge­

rekeni yapmamak için ancak okuma bilmemek lazım gelirdi! Şimdi ne proletarya eski proletaryadır, ne lüm­pen eski lümpen. Küçük bir ayrıca­lıklı azınlık dışında, sınıfın çoğunlu­ğu “lümpen” mertebesine inmiş du­rumdadır maalesef! Elimizde sanayi işçisi madalyası ile devrimi layık gördüğümüz sınıfı arayarak dolaşır­sak, devrim yanı başımızdan geçer­ken ruhumuz bile duymaz. Yukarıda geçen “gerici entrikaların aleti olma” gerekçesi, başka değerlendirmelerde de imdada yetişmiş. Peki, Rus prole­taryasını Kışlık Saray’a yürütenin, Çarlık ajanı Papaz Gapoıı olması, tüm kötü olasılıklar içinde bir başka­sının da olabileceğinin ufacık da olsa bir göstergesi değil midir? Örneğin Fransız Devrimi, kanlılığıyla tarihte özel bir yere sahiptir. Ve bu devrim i- çin burjuvazinin bayrağı altında yü­rüyen kitleler, bugün varoşlar hak-

kmda yapılan yorumlardakine benzer haleti ruhiyeler yaratmıştır o günün aydınlarında. Hiçbir değer tanıma­mak, çürümüşlük, yıkıcılık vb. Ve devrimin ardından, iktidarı alanlar, bu kitleleri oluşturan sınıf ve kat­manlar değil burjuvazi, dünyanın a- kışmı belirleyen de onun programı olmuştur.

Varoş çalışması sırat köprüsü gibi­dir. İncecik bir çizgide yürümek gere­kir. Birincisi, çokça zannedildiği gibi şiddet pratikleri üzerine kurulu değil­dir, olmamalıdır. Bu kolaycılık, yani halihazırda var olan sistem dişiliği kı­sa yoldan sistem karşıtlığına dönüş­türme tezcanlılığıyla sürekli sekter ve keskinleştirici bir tarz izlemek, ancak patolojik vakalara yol açabilir. Varoş çalışması konusundaki önyargılara da bu gibi hata ve kabalıklar zemin yarat­maktadır zaten. Diğer taraftan varoş­

ların damarlarında akan öfkeyi göz önüne almadan, onunla birlikte ak­mayı öğrenmeden yapılacak çalışma da kolaylıkla öz­nelerini alana ya­bancılaştırır, dı- şarlaklaştırır. Bu

koru eline almaktan korkan, zamanı geldiğinde onu yönetemez de.

Yalnızca tek tek Üçüncü Dünya ülkelerinde değil, tüm dünyada aynı kanaldan akan bir süreçle bu kor büyü­mektedir. Ve ona biçim vermek için, önce ele almayı, sonra da elde tutmayı becerebilmek gerekir. Yoksa devrim, biz ona sıfat yakıştırmaya çalışırken, yanı başımızdan geçip gidecektir.

Dipnotlar1. Türkiye Devrimci Hareketi’nde Kriz ve Üçüncü Dönem, Mehmet Yılmazer, Yol Siyasi Dergi, Sayı 6, Nisan 19972. Paris Yanmıyor (II), Ferhat Kentel, www.gazetem.net, 17 Kasım 20053. Komünist Manifesto, Marx-Engels, Aktaran Garbis Altmoğlu, “Paris Ayak­lanması” ve Ülkemiz Solundaki Yankıla­rı, www.koxuz.biz, 28 Kasım 20054. “Paris Ayaklanması” ve Ülkemiz So­lundaki Yankıları, Garbis Altmoğlu, www.koxuz.biz, 28 Kasım 2005

Şimdi ne proletarya eski proletaryadır, ne lümpen eski lümpen. Küçük bir ayrıcalıklı azınlık dışında, sınıfın çoğunluğu "lüm pen" mertebesine inmiş durumdadır maalesef! Elimizde sanayi işçisi madalyası ile devrimi layık gördüğümüz sınıfı arayarak dolaşırsak, devrim

yanı başımızdan geçerken ruhumuz bile duymaz.

29

Page 32: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası kanun tasarısı

VE KAYBETTİKLERİMİZ...Sevgi €vrim

AKP Hükümeti Genel Sağlık Sigortası (G55) ile halkı aldatmakta, G55 aracılığı İle satın alınacak olan sağlık hizmetleri nedeniyle sağlıkta özel sektörü fonlamak ve kamu sağlık hizmetlerini özelleştirmek istemektedir. IMF bütçede hatırı sayılır miktarda bir kaynağın sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını kapatmak için harcanmasını kabul etmemekte­

dir. Amaç uzun vadede bu tür yasalarla bu alanın adım adım tasfiyesidir.

SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandı- ğı’nm kaldırılarak, yerine Sosyal Gü­venlik Kurumu oluşturulmasını öngö­ren kanun tasarısı, TBMM Başkanlı- ğı’na sunuldu. Tasarı şu anda komis­yonda.

Tasarının genel gerekçesinde, sos­yal güvenlikte gelir azaltıcı faktörler sayılmış. Buna göre, erken emeklilik, prime esas kazancın düşük gösterilme­si, kayıt dışı istihdamın yüksekliği, prim tahsilat oranının düşüklüğü, af ve ödeme kolaylığı gibi uygulamalarla prim ödeme eğiliminin azalması, pri­me esas kazanç sınırlarının düşüklüğü ve fon gelirlerinin yetersizliği ana un­surlar olarak sayılmış. Gider artırıcı o- Jarak da erken yaşta emekli olunması gösterilmiştir. Genç emekli sayısının yüksek olması daha kısa çalışma süre­si ve daha uzun emeklilik süresi de­mektir.

Hükümet genel gerekçede belirtti­ği sorunları aşmak için yasa tasarısında sadece emekçilerin fedakarlık yapaca­ğı ve onlardan yapılacak kesintiler ve alınacak prim-katkı payları ile sorunu çözme arayışına giderek, gerçek niye­tinin reform olmadığını, sosyal güven­lik sistemini özel sektörün hizmetine sunmak olduğunu göstermiştir. Zira IMF bütçede hatırı sayılır miktarda bir kaynağın sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını kapatmak için harcanmasını kabul etmemektedir. Yasanın doldura­cağı boşlukta burada gizlidir. Amaç u- zun vadede bu tür yasalarla bu alanın adım adım tasfiyesidir.

Genel gerekçede, genel sağlık si­gortası övülmektedir. AKP Hükümeti Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile halkı aldatmakta, GSS aracılığı ile satın alı­nacak olan sağlık hizmetleri nedeniyle sağlıkta özel sektörü fonlamak ve ka­

mu sağlık hizmetlerini özelleştirmek istemektedir.

Mezarda emeklilik, gerekli mi?

Yasa tasarısının 38. maddesinde e- mekli yaşları oldukça yükseltilmekte, mezarda emeklilik getirilmektedir. Bu maddendin (a) ve (b) bentlerinde yer a- lan gün sayısı ve emeklilik yaşı düşü­rülmelidir Halen çalışanlar daha önceki yasadaki mevcut sürelerde belirtilen yaşlara tabi olarak çalışacaklardır. Bu­gün emeklilik için kadınlarda 58, er­keklerde 60 olan yaş sınırı kademli ola­rak 68’e yükselecektir. Ayrıca yaş artışı yetmiyormuş gibi emekli olabilmek i- çin 9000 gün prim ödenme zorunlulu­ğunun getirilmesi ile esnek çalışma ku­ral haline getirilirken emeklilik mezar­da bile mümkün olmayacaktır. Çalışma

Sosyal güven lik te daha önceki düzenlem eler57. Hükümet ilk önce işçilerin “Mezarda Emekli­

lik Yasası” olarak tanımladığı 4447 Sayılı Sosyal Gü­venlik Yasası’m işçi sendikaları ve milyonlarca emek­çinin tepkisine rağmen kanunlaştırmıştı. Böylece ken­di tanımıyla “Sosyal Güvenlik Programının Birinci A- yağı”nı hayata geçirmişti.

• 5.7. Hükümet bu yas^ ve KHKTerle Emeklilik yaş sınırını kadınlar için 58’e, erkekler için 60’a yükselt­mişti. Prim ödeme gün sayısını 5000’den 7300’e artır­mıştı. SSK prim tavam 2000 yılı içinde 182.100.000 milyon TL’den 600.000.000 TL’ye çıkarılmış, yıllık

enflasyon %39 olarak gerçekleşirken SSK prim tava­nına %100 zam yapılmıştı. SSK’nm emeklilik ve sağ­lık sigortaları idari ve mali olarak birbirinden ayrıl­mıştı. Yapılan bu düzenlemelerle .Türkiye işçi sınıfının sosyal güvenlik alanındaki elli yıllık kazanmalarında büyük kayıplara yol açılmıştı. Öyle ki, yasanın yürür­lüğe girdiği tarihten sonra çalışma hayatına atılan bir işçinin emekli olarak geçireceği her bir yıl için Al­manya ve İngiltere’deki bir işçinin 2 katı, Fransa’daki bir işçinin ise 3.5 katı kadar çalışması gerekiyordu. Şimdi yeni tasarı ile daha birçok hak kaybı bizi bekle­mektedir.

$0

Page 33: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞUBAT 2006 £ |O İ

gün sayısı ve emeklilik yaşı dünya standartlarının çok üzerinde bulunmak­tadır. İşsizliğin çok yoğun olarak ya­şandığı ülkemizde bu düzenleme ile e- mekli olma olanağına sahip kişi sayısı yok denecek kadar az olacaktır. Yani daha önce emekli olabilmek için yakla­şık 19,5 yıl çalışmak zorunda olan si­gortalılar, yeni tasarı yasalaşınca ancak 25 yıl prim ödedikten sonra emekli ola­bileceklerdir ve 2036’dan sonra da bir sigortalı 9000 günlük prim şartını dol- dursa bile aylık almaya ancak 68 yaşım doldurduktan sonra başlayabilecektir.

Emekli aylıkları düşüyor

Yasa tasarısının 39. maddesi ile e- mekli aylığının hesaplanması tamamen değiştirilerek yeni bir sistem getiril­mektedir. Bu sistemin en önemli özel­liği Tüketici Fiyat Endeksinin kullanı­lacak olmasıdır. Sosyal güvenlikte en temel unsurların DİE rakamlarına göre saptanması sakıncalıdır. Nitekim IMF ile işbirliği yapıldığından beri halkın enflasyonu ile DİE’nin enflasyonu bir­birinden oldukça farklı çıkmaktadır. Bu yöntemle emekliler mağdur edile­cektir. Aylık bağlama oranları aşağıya çekilmektedir. Yani bir sigortalı şu an bir birim çalışmasının karşılığında hak ettiği emeklilik priminin ancak bir kıs­mını hak etmiş olacak, kalan kısım i- çinse daha fazla çalışması gerekecek­tir. Ayrıca emekli aylığı almaya başla­dıktan sonra bir işte sigortalı olarak ça­lışmaya başlayanlardan kesilecek des­tek primlerinde de artış öngörülüyor.

Paran kadar sağlık(Paranın olması ya da olmaması,

işte bütün mesele bu)

Tasarının 87. madde gerekçesinde, “temel teminat paketi” tanımlanmış ve bunun dışındaki sağlık hizmetlerinin verilebilmesi için ayrıca ödeme yapıl­ması veya özel sağlık sigortalarından bu hizmetlerin karşılanması gerektiği ifade edilmiştir. AKP Hükümeti bu dü­zenleme ile milyonlarca kişinin kronik hastalıklarının tedavisini cepten öde­melere bırakarak, “Paran kadar sağlık” anlayışına mahkûm etmektedir.

Yasalaşacak prim sistemi eşitsizliklerio

meşrulaştırmaktadırYasa tasarısının 110. maddesinde,

prime esas kazançlar düzenlenmiştir. Buna göre, şimdi uygulandığı gibi sa­dece maaştan değil, maaş dahil her tür­lü ek ödenekler ile ikramiyeler ve diğer ödemelerden de kesinti yapılacağı ifa­de edilmektedir. Bu durum özellikle ek ödenekleri maaşlarını geçen kamu çalı­şanları açısından oldukça fazla prim ö- demek anlamına gelmektedir. Prim tu­tarları oldukça artmaktadır. Tasarının 112. maddesinde, prim toplamada üst gelir grupları kollanmış, bunların gelir­lerine göre yüksek prim ödemelerinin önüne geçilmiştir. Tasarının geçici 25. maddesinde emeklilik sigortası için devlet katkısının ( %5) ilgili sigorta da­lı açık verdiği sürece azaltılarak süre­ceği ifade edilmektedir. Bu dunun hal­kı özel emeklilik sigortalarına yönlen­dirme amaçlıdır. Devlet katkısının aza­lacağı sigortadan güven duymayanlar özel emeklilik fonlarına kayacaktır.

Genel Sağlık Sigortası ile bizi bekleyenlerSosyal Sigortalar ve Genel Sağlık

Sigortası yasa tasarısının genel mantığı incelendiğinde, sağlığın hak olmaktan çıkarıldığı, devletin anayasada belirti­len sosyal devlet olma rolünü terk ede­

rek bireylerin sağlık sorunlarından kendilerinin asli olarak sorumlu oldu­ğu, sağlığı koruma, geliştirme ve esen­lendirme görevinden devletin elini çe­kip, kişilere bıraktığı görülmektedir.

Sağlık hizmetlerinin tamamının pi­yasa koşullarında verilmesi ve pirime ve katkıya dayalı olarak paralı hale ge­tirilmesi amaçlanmaktadır.

Tasarıya göre kesintisiz bir yıl Tür­kiye’de yaşayan herkes zorunlu olarak genel sağlık sigortası kapsamında ola­cak. Genel sağlık sigortası içinde olan herkeste prim ödemek zorunda olacak. Prim ödemeyen sigorta kapsamında sayılmasına rağmen sağlık hizmetle­rinden yararlanamayacak. GSS, gelirin %12.5’u oranında prim ödeme esasına dayanmaktadır.

1-GSS’de; herkesin yararlanabile­ceği hizmetin yer aldığı “Temel Temi­nat Paketi” olacak, bu kapsamın dışın­daki hizmetler için cepten daha fazla para ödenecek ya da özel sağlık sigor­tası yaptırılmak zorunda kalınacaktır. Bu düzenleme ile milyonlarca insan kronik hastalıklarının tedavisini cepten ödemelere bırakarak, “Paran kadar sağlık” anlayışına mahkum edilmekte­dir. Daha iyi hizmet alacağı söylenen SSKTılar en geç 1-2 yıl içerisinde bu­gün yararlandıkları sağlık hizmeti için bile ceplerinden daha fazla para öde­mek zorunda kalacaklardır.

51

Page 34: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Q O İ -\-ŞUBAT 2006

2- Yine 87. maddesinin d bendine ¿öre: 15 yaşından sonraki ağız diş sağlı­ğı hizmetleri bazı şartlara dayandırılarak ondan sonra sigorta kapsamına dahil e- dilmiştir. Bu madde Genel Sağlık Sigor­tasının uygulandığı bazı ülkelerde oldu­ğu gibi ilerde ağız - diş sağlığı hizmet­leri dahil bir çok sağlık hizmetinin “sağ­lık yardımı” kapsamı dışına çıkarılabile­ceğinin işaretidir. Türkiye gibi kayıt dışı ekonominin kayıt içindeki ekonomiden büyük olduğu ülkelerde GSS’yi yaşat­ma şansı bulunmamaktadır. Çünkü primler ödenmeyecektir-ödenemeyebi- lecektir. Sosyal güvenlik kuruluşları sağlık hizmetinin çoğunu kamuya bağlı olsa bile özerk hastaneler ile (bu hasta­neler fiyatlarını kendileri belirleyebile­ceklerdir) özel sağlık kuramlarından a- lacaklarmdan çok ciddi bir kaynak transferi ile karşılaşacaklardır. Bu du­rum sosyal güvenlik kuruluşlarının açık vermesini sağlayacak, sonuçta bu açık­lar genel bütçeden karşılanacaktır. Hü­kümetin bütçe açıklarını kapatmak için reform olarak sunduğu GSS sonuç itiba­rı ile bütçe açıklarım daha da büyütebi­lecek sonuçlar doğuracaktır.

3- Sigortalının bakmakla yükümlü olduğu kişiler arasında tariflenen, öğre­nim görmeyen çocuklar için 18 yaşını doldurduğu günden itibaren sigortalılı­ğın sona ermesi, işsizliğin yüksek oldu­ğu ülke koşullarında bu kişilerin “sağlık yardımı”ndan yararlanamayacağı anla­

mına gelmektedir. Özellikle kadınların istihdamının problemli olduğu ülkemiz­de 18 yaş sonrası bireyler sağlıksız ya­şam koşullarına terk edilmektedir.

4- Tasarmın- 92. maddesine göre; Sağlık yardımlarından yararlanma şar­tı için 90 gün işveren tarafından prim ödeme şartı getirilmiş olup, şu anda mevcut 657’ye tabi olarak çalışanlar -memurlar- için bu açıkça hak gaspı­dır. 65 7 Tilerin sağlık hizmetlerinden yararlanması için halen işe başladıkları gün yeterlidir.

5- Tasarmm 93. maddesinde katı­lım payı düzenlenmiş, ayaktan tedavi­deki muayenelerde 2 YTL, ayaktan te­davide verilen ilaçlar ile sağlanan or- tez, protez, iyileştirme araç ve gereç bedelleri dahil %10 ila %20, ayaktan diğer sağlık hizmetleri için %3 ila %6 katılım payı alınacağı öngörülmüştür. Sağlık hizmetlerinden yararlanmak i- çin prim ödemenin yeterli görülmeyip, her aşamada katılım payına tabi tutul­ması ile gereksiz kullanımı caydırma bir yana, gerekli kullanımı engelleye­cek ve katılım payı ödeyemeyen sağlık hizmetinden yararlanamayacaktır.

Tasarı kamu hizmetlerini tasfiye etmeye yöneliktir

6- Tasarınm 99. maddesinde GSS

kuramunun yurt içinde ve yurt dışında­ki özel veya kamu sağlık hizmeti sunu­cuları ile sözleşme yaparak hizmet sa­tın alacağı düzenlenmiştir. Bu madde i- le sağlık hizmetlerinin tamamının özel sektörden karşılanmasına gidileceği a- çıkça amaçlanmaktadır. Tasarı özellik­le eğitim sağlık gibi özel sektör tarafın­dan da üretilen ve satılan hizmetlerin devlet eliyle gerçekleştirilmesinin önü tıkanmaktadır. Bu durum özelleştirme politikalarının başarılı bir örneği ola­caktır. Ve devlet kamu hizmetlerinden teker teker elini çekecektir. Bu aynı za­manda kamu çalışanlarının işsizlikle ve güvencesiz çalışma koşullarıyla- performans testleri, sözleşmeli çalış­ma, part time çalışma vs- karşı karşıya getirilmesi anlamına gelmektedir. Söz­leşmeli personel düzenlemesi ile me­murluk kavramı çok sınırlı bir kesim i- çin bir anlam ifade edecek, geri kalan kısım sözleşmeli olarak birçok hak ve statüden yoksun bir biçimde devlet hizmetinde bulunacaktır. Bu açıkça çifte standart ve hak gaspıdır. Sosyal güvencesizlik yaygınlaştırmaktadır.

7-Tasarıda, yararlanılacak sağlık hizmetlerinin kapsamı başta olmak ü- zere birçok konunun yönetmeliklere bırakılmış olması, GSS kuramunun çok geniş yetkilerle donatılması anla­mına gelmektedir. Bu durum önceden bilinemeyecek gelişmelere neden ola­bilir.

rBireysel em eklilik s istem i

Emeklilik sistemine 2001 de eklemlenen bir diğer du­rumda BİREYSEL EMEKLİLİK SİSTEMİ’dir. “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu 28 Mart 2001’de yasalaştı. İlk kez 1997 yılında TÜSİAD tarafın­dan getirilmiş olduğu hatırlardadır Bireysel Emeklilik Ya­sası iki amaca hizmet etmektedir. 1-Öncelikle belirli gelir gruplarının SSK zorunlu sigorta kapsamından çıkarılma­sına zemin hazırlamak. 2-Borsaya yeni kaynak girişi sağ­lamak. Bireysel Emeklilik Yasasında emeklilerin sosyal güvenlik fonları sermaye piyasasına yönlendirilmektedir. Bireysel emeklilik primleri gelir vergisinden düşülmekte- dir. Devlet, ben vergi almıyorum, git paranı özel şirkete ver, demektedir. Bu bir piyasa yaratmaktır. Bireysel e- meklilik bu haliyle sermayeye uzun vadeli kaynak sağla­maktadır. Trilyonlarca dolar değerindeki emeklilik fonla­rı kamunun-devletin kontrolündbdir. Bireysel emeklilik sistemi bu fonların özel şirketlerin kontrolüne geçmesinin

en dolaysız yoludur. İnsanlar 25 yıl boyunca bir şirkete borç verecek demektir. Bu küresel şirketleri de oldukça cezbeden müthiş bir kaynak oluşturmaktadır. Her gün reklâmlarda sayısız kere dönen bireysel emeklilik reklâmlarının - hemen her banka bir bireysel emeklilik paketi hazırlamış durumdadır- onca sevimli verilmesinin altında bu gerçek yatmaktadır. Oysa uygulamanın yapıl­dığı ülkelerde önemli karlar sağlayan özel emeklilik fon­ları bir süre sonra zarar etmeye başlamışlardır. Çalışanla­rın önemli bir bölümü ise sigorta primlerini ödeyemez durama düşmüşler ve emeklilik haklarını kaybetmişler­dir. İktidarı elinde bulunduran askerler ve polislerin ise yeni sisteme girmemesi dikkat çekicidir. Bireysel emekli­lik yasa tasarısı ile getirilen yeni modelden çıkar sağlaya­cak tek kesim özel emeklilik şirketleri olacaktır. Milyon­larca emekçi ise zaten çok sınırlı hale getirilen emeklilik haklarını tümüyle kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

52

Page 35: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Basındaki yardım kampanyaları ve STKIar üzerine,..

Yo k s u llu k la m ü c a d e l e m İ,

YOKSULLARI Y Ö N E T M E K MÎ ?M. Özgür

'Yoksullukla mücadele ediyoruz' diyerek Kardelenler, Haydi Kızlar Okula gibi kam­panyalara ve yardım-reklam şovlarına sponsorluklar ve sembolik katkılar yapan sermayedarlara 5ervet Vergisl'nden bahsettiğinizde neredeyse kanları donuyor,

elleri titremeye başlıyor.

Burjuvalar yoksulları “oldukları gi­bi ” severler, çünkü “olabileceklerin­

den ” korkarlar.

T. Adorno

Çağdaş Yaşamı Destekleme Der- neği’nin Turkcell’in desteği ile bir­likte 5 yıldır sürdürdüğü “Kardelen” kampanyası gazete haberlerini süsle­meye devam ediyor. Kampanya yok­sul kız öğrencilere okumaları için burs verilmesini amaçlıyor. Şirketle­rin “Sosyal Sorumluluk Kampanya­sı” dedikleri bu tip kampanyalardan Milliyet Gazetesi’nin “Haydi Kızlar Okula” kampanyası da oldukça ilgi çekmişti. Bingöl depreminden ve başka afetlerden sonra düzenlenen medyatik kampanyalar, belediyele­rin verdikleri burslar ve yardımlar, iftar çadırları, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu yar­dımları, Türk Eğitim Vakfı, Türk E- ğitim Gönüllüleri Vakfının ve diğer STK’ların etkinlikleri, Deniz Feneri Derneği’nin ve bu tip pek çok derne­ğin uygulamaları, toplam 2.750 kişi­ye ulaştığı söylenen mikro-krediler, Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) sa­yıları binlerle sınırlı ucuz konut ü- retmesi hep bu tip çalışmalar.

Tüm bu yardımlar ve kampanya­lar toplumsal adaletsizliğin bitmesi­ni mi amaçlıyor gerçekten ya da bit­

mesini bir yana bırakalım hafifletil- mesine bile neden olabilir mi acaba? Sosyal harcamalar kısılırken, sosyal devlet uygulamaları bir bir rafa kal­dırılırken, eğitim, sağlık, emeklilik hakları artık piyasanın vahşi ellerine bırakılırken, çalışma hakkından ve insanca yaşayacak ücret hakkından bahsedilmesini bırakın “verimlilik” ve “uluslararası rekabet” adına eme­ğin ücretleri düşürülmeye çalışı­lırken1 nereden çıkıyor bu “hayırse­verlik” ve “yoksullukla mücadele” kampanyaları?

Yoksulluklamücadelenin

göstermedikleriDünya Bankası’nm ilk yoksulluk­

la mücadele raporundan beri,- “yok­sullukla mücadele” ve “yönetişim” söyleminde dikkat çekici birkaç nok­ta var. Yoksulluğun gerçek nedenleri ile ilgilenilmediği gibi, çözümler de genel olarak piyasa kuralları çerçeve­sinde şekilleniyor. Aslında, kapita­lizmde her zaman belli derecelerde olmuş bulunan yoksulluğun ve gelir

55

Page 36: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

tJ jO l OCAK-ŞUBAT 2006

adaletsizliğinin bugünkü artışını ser­mayenin 1980 sonrasındaki sermaye birikim tercihlerinin/politikalarmm “başarısı” olarak görmek gerekiyor.2

Yoksullara yardım, yoksullukla mücadele yaklaşımlarının temel so­runlarını şöyle sıralayabiliriz:

1. “Fırsat eşitliği” , “parasız eğitim ve sağlık” gibi kamusal hizmetlere've kolektif tüketime dair çözümler yoksul­lukla mücadele dedikleri yaklaşımda tümden ortadan kalkmış durumda. Ak­sine bu alanlar piyasalaştırılarak, yok­sulluk sorununu çözecek üretken yatı­rımlarda kullanılabilecek kaynaklar sermayedarlara aktarılıyor. Örneğin SSK’lılara özel sağlık kuruluşlarında tedavi hakkı verilmesi özel sağlık kuru­luşlarının karlarını ve devlet harcama­larım patlatırken, devlet eliyle bu piya­salar yaratılıp derinleştirilmiş oluyor. Özel Bireysel Emeklilik kuramlarına ö- denecek pirimler çalışanların gelir ver­gisinden düşülerek, özel bireysel emek­lilik şirketlerine avantajlar sağlanıyor.

2. İkinci olarak bu söylem vergi sömürüsünü hiç gündeme getirmiyor. “Akışkanlığı” övülen sermayeden alın­mayan vergiler görece “vergilendiril­mesi kolay” denilen emekçi kesime

yükleniyor. Servet Vergisi’nden bah­settiğinizde “yoksullukla mücadele” a- dıııa Kardelenler, Haydi Kızlar Okula gibi kampanyalara sembolik katkılar yapan sermayedarların neredeyse kanı donuyor, elleri titremeye başlıyor. Devlet harcamalarının “borç” haline getirilerek sermayeye kaynak aktarıl­masını eleştirdiğinizde ya da “iç ve dış borçların” ödenmemesi ya da ertelen­mesinden bahsettiğinizde ve bütçeden faizlere giden devasa payı anlattığınız­da aynı tepkiyle karşılaşıyorsunuz.

3. Yoksulluğun temel kaynakların­dan biri olarak üretim sürecindeki pay­laşımdan bu “mücadele”de hiç bahse­dilmiyor. işsizlik, emek sömürüsü, e- mek ücretlerindeki gerileme, düzensiz ve sigortasız çalışma ve emekçi aleyhi­ne işleyen emek piyasalarının düzen­lenmesi nedense “yoksullukla mücade­le ediyoruz” diyenlerin gündemlerine giımiyor. Girerse de ancak sermayenin üzerindeki vergilerin azaltılarak ekono­minin büyüyeceği ve bunun emekçilere dolaylı bir katkı sağlayacağı varsayımı -ki bu varsayım büyümeye rağmen a- zalmayan işsizlik ve yoksulluk rakam­ları ile bile pek çok kez yanlışlandı- ö- ne çıkartılıyor: “İşsizliği azaltmak için istihdam üzerindeki vergilerin azalmasi

şart. Bu kadar istihdam vergisi veren iş­veren nasıl yatırım yapıp adam çalıştır­sın.” Bu konuda Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’m açıklamaları hükümet poli­tikalarının bu yönde derinleşeceği, yani emekçilerin değil sermayenin yükünün hafifleyeceği yönünde.3

4. Yoksullukla Mücadele adına ya­pılanlarda “emek piyasalarının esnek­liğini” etkileyecek uygulamalardan ka- çımlırken, yoksulları birey olarak ele alan, “hak” kavramım dışlayan, yok­sulları piyasadan koparmamayı amaç­layan “sosyal yardım” boyutu öne çı­karılıyor. Fak Fuk Fon olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu aracılığı ile yılda 400 mil­yon dolara ulaşan devlet yardımları dü­zensiz, kuralları belli olmayan ve şef­faf olmayan bir biçimde dağıtılıyor. Bunun temel amaçlarından biri emek­çilerin artı-değeri ve almterinden geri ödenen bu yardımların “hak” haline gelmesinin engellenmesi diyebiliriz.

Soranlar, kapitalizmi ve insanların emeklerini satma zorunluluklarını ke­sinlikle sorgulamayan bir piyasa dola­yımı üzerinden çözülmeye çalışılıyor. “Devlet bürokrasisi kalksın, ucuz arsa sağlansın, yatırım gelir işsizlik azalır”, “devlet inşaat sektörünün önünü açsın

o zaman ev fiyatları düşer” gibi yakla­şımlar bunlardan ba­zıları. Sermayedarlar sermaye birikimleri­nin kaynağının biri-

lerinin yoksulluğu (ya da ödenmemiş emeği) olduğunu tabii ki dile getirmi­yorlar.

Sermayedarlar, sermaye birikimlerinîn kaynağının birilerinin yoksulluğu (ya da ödenmemiş emeği) olduğunu tabii ki dile getirmiyorlar.

Mikro Kredi ve hakların mikro

düzeyde tanımlanması“Kredi bir insan hakkıdır” diyor

AKP Diyarbakır Milletvekili Prof. Dr. Aziz Akgül ve Diyarbakır’da 2.750 kişiye verilen mikro krediler i- le yoksullara “onurlu bir yaşam imka­nı” sağladıklarını anlatıyor. “Mahal­lede en yoksul olarak bilinen kişiyi buluyoruz. Sonra ona 4 kişi daha bul­masını söylüyoruz. 100 YTL ile 3000 YTL arası krediler veriyoruz. Şimdi-

Page 37: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞU BAT 2006 t| O İ

ye kadar kredi geri dönüş oranı % 100. Yani kredi verdiklerimiz iş kurdukları gibi aldıkları krediyi geri ödediler. Bankacılara söylüyorum, bu iş karlı bir iş. Yoksullara kredi verin. Bangladeş’te 15 milyon kişi mikro- kredi kullandı.”4 Tek tek kredi alanla­rın durumu bir yana, Doç.Dr. Fuat Er­can’a göre BM Kalkınma Ajansı’nm Bangladeş ile ilgili verileri AKP’li AkgüTün söylediklerinin aksine şöy­le. Bangladeş’te enflasyon yarıya dü­şüp, GSMH artmasına rağmen yok­sulluk ciddi bir artış göstermiş du­rumda.5 Ayrıca Aziz Akgül, toplumsal haklar değil, bireysel haklardan bah­sederken “siyasetin bittiği” noktayı, teknikleştiği ve sermayenin hizmeti­ne girdiği noktayı tanımlamış oluyor. Dünya Bankası’nın “yönetimden yöneti­şime geçiş” dediği şey tam da bu nokta­da anlamlı hale geli­yor. Hakların “mik­ro” düzeyde, kişiler düzeyinde tanımlan­ması gerçekte “hak­ların yok olması”, bir çeşit sadakaya dö­nüşmesi anlamına geliyor. Yoksullukla mücadele yok­sulluğun nedeni olarak yoksulların kendisini işaret etmiş oluyor bu tip yardımlarla. Memurlar zam istediğin­de “yoksulluk var, size zam vereme­yiz” diyebilen hükümet çevreleri bu tip uygulamalar ile hem halka yakın görünmüş, yoksullukla mücadele edi­yor görünmüş hem de yoksulluğu ki­şisel acizlik düzeyinde tanımlayarak kendi istedikleri biçimde kullanmış oluyorlar. Gerçekte IMF’nin ve ser­maye çevrelerinin emekçiye yapıla­cak her harcamayı engellemek için kullandıkları “%6.5’lik faiz dışı faz­layı aşmamak” hedefi emekçilere mikro-kredi tipinde “bankalar için karlı” ve yoksulları çoluk çocuk çalı­şarak sigortasız çalışarak piyasaya bağlayan ulufeler dağıtılması dışın­daki tüm gerçekçi alternatifleri en baştan dışlıyor. Günümüzde yoksul­luk da kar konusu olmuş durumda.

“Kardelenler” projesi ve bu tip yardım kampanyalarına, şirketlerin

“sosyal sorumluluk projelerine” iyi niyetle katılanlarm çabaları da işte m aalesef bu çerçeveye oturuyor. Sermaye çevreleri, neo-liberal hege­monyanın bir parçası olarak dünya çapında dile getirilen “yoksullukla mücadele”, “sürdürülebilir kalkın­ma”, “yoksulların güçlendirilmesi” kavramları ile ve özel mülkiyet ve piyasa ilişkileri alanını toplumsal i- lişkilerin kılcal damarlarına yayan “yönetişim” söylemi ile sosyal ada­leti sağlamayı değil, yoksulları yö­netmeyi ve yoksulluğu sürdürülebilir kılmayı hedefliyorlar. “Ulusal Kal­kınma” kavramını 1950’lerden 70’lere kadar benzer bir amaçla kul­lanmış olan IMF ve Dünya Banka- sı’nm bugünkü “yoksullukla müca­

dele” söylemi kendi eski kalkınma projelerinin iflasını ifade ediyor. Bu yeni yaklaşım; aynı zamanda,, bir yö­netim tarzı olarak görülebilecek ve Türkiye’de de kendine özgü biçimler alan geçmişin “Refah Devleti/Reji- mi” biçimlerinden daha başka bir yönetim tarzına geçişi ifade ediyor.6

Zaten inandırıcılığı olmayan ve yoksulların hayatında ciddi hiçbir dönüşüm yaratmayan bu yeni aldat­macanın iflası ise, emekçilerin ve yoksulların güncel dayanışmalardan başlayan ve bu döngüyü kırmayı he­defleyen örgütlülükleri ile olacak. Sermayedarlar karşılarında “gönlün­den ne koparsa” diyen mahcup in­sanlar değil, haklarını arayan örgüt­lü insanlar görmekten korkuyorlar. Yoksullar sadaka değil, sermaye de­ğil, insanca yaşama haklarını istiyor.

N otlarI. Sermayedarların dile getirdiği Böl­gesel Asgari Ücret Tartışmaları bu an­

lamda oldukça önemli.2. Dışsatım yapmak isteyen sermaye­darların, 1980’lerle birlikte sermaye yoğun üretime geçebilmek için gerek­sindiği döviz ihtiyacı, ihracatta avantaj kazanabilmek için emek üzerinde cid­di bir baskı ve denetimi getirir. Emek örgütlerinin parçalanması, güçsüzleş- mesi ve güçsüzleştirilmesi bu süreci besler. Daha çok artı değer elde etme arayışının sonucu olarak; emek kulla­nım tarzlarında farklılaşma (formel, enform el, kadın, çocuk, taşeron, part-tim e) ve artan işsizlik ortaya çık­mıştır. Süreç sermaye çevrelerinin is­tediği gibi gitmektedir, çalışan işçi sa­yısı ve ücretler düşerken yani yoksul­luk artarken, ekonomik büyüme ve verim lilik artm aktadır. Bu konuda

sermaye b iri­kimi ve emek- değer kuramı çerçevesinden önemli bir yaklaşım için Fuat Ercan’ın ça lışm aların a bakılabilir.3. Maliye Ba­kanı Unakı- tan’ın şu açık­

laması istihdam üzerindeki vergilerin

tam da işverenlerin istediği gibi yakın­da azaltılacağı anlamına geliyor: “Ku­rumlar vergisindeki indirimden sonra

sıranın istihdam vergilerinde olduğunu

belirten Bakan Unakıtan, ‘Bu çalışma­ların semereleri 2006’da görülecek’ dedi”. Yeni Şafak Gazetesi, 9 Aralık

2005.

4, 5. İktisatçılar Haftası çerçevesinde

iktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti (IFMC) tarafından düzenlenen konfe­ransta Aziz Akgül ve Fuat Ercan’ın

yaptıkları sunumlardan alınmıştır.

6. Refah Devleti’ni bir yönetim tarzı olarak ele alan yaklaşımlar yanında

(N .Ö zb e k ’in çalışmaları), 60 ’lar ve

70’lerdeki refah harcamalarındaki ar­

tışın dahi ancak şirketlerin elde ettik ­leri artı değer miktarındaki artış dö­

nemlerinde yani “emekçilerin öden­memiş emeklerindeki” artış dönemle­rinde gerçekleştiği üzerine çalışmalar

da var. (A .Tonak’ın çalışmaları)

"SSK'Iıiara özel sağlık kuruluşlarında tedavi hakkı veril­mesi, özel sağlık kuruluşlarının karlarını ve devlet harca­malarını patlatırken, devlet eliyle bu yolla aktarılan tril­yonlarla yeni piyasalar yaratılıp derinleştirilmiş oluyor. Özel Bireysel Emeklilik kurumlanna ödenecek pirimier çalışanların Gelir Vergisinden düşülerek, özel bireysel

emeklilik şirketlerine büyük avantajlar sağlanıyor."

55

Page 38: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Ekonomide patlayıcı gaz birikiyor

C A R İ A Ç IK ARTIŞI NE DEMEK?M. Sinan

Bugün ekonomih planlamaya ve yıllardır yaşanan kısır döngüyü kırmaya yönelik politikalara her zamankinden fazla ihtiyaç olduğu açıktır. Stratejik sektörler

belirlenmeli, ülkenin göreceli avantajları tespit edilerek yatırımlar bu avantajları üretime sokabilen alanlara yöneltilmelidir. Bu işi GİMA'yı almak İçin birbirine giren

Türkiye'nin finans kapitali başaramaz.

Bu sene Türkiye ekonomisi açı­sından gerçekten ilginç bir yıl oldu. IMF’yle yeniden yapılan anlaşma ve alman ekstra fonlar, uluslararası kre- dilendirme kuruluşlarının kredi no­tunu yükseltmesi, yıllardır ağır ak­sak işleyen kimi özelleştirmelerin büyük bir hızla ve “beklenen”den daha yüksek fiyatlarla gerçekleşme­si, enflasyonun tek haneli rakamlar­da kalması ve hedeflenen rakamı ya­kalaması, büyümenin geçen seneki kadar olmasa da yine yüksek çıkaca­ğının anlaşılması hükümet çevreleri­nin ekonomi alanında kazandığı “ba­şarılardan dolayı bol bol övünmesi­ne sebep oldu. Sermaye kesimi de yakalanan “istikrar”dan ne kadar memnun olduğuna dair düşünceleri­ni kamuoyuyla sık sık paylaştı.

Kara bulutlar yakında...

Fakat bu yaşanan olumluluğun gerçekte sanal olduğu, aslında işlerin pek de iyiye gitmediği, kara bulutların birikmeye başladığı da bu sene daha çok konuşuldu. Geçen sene “kötü ni­yetli, sol görüşlü, çatlak sesli” kişiler­den kaynaklandığı düşünülen bu tarz değerlendirmeler bu sene “sağduyulu ve öngörülii uyarılar” olarak görülme­ye başlandı ve zaman zaman IMF ve TÜSİAD yetkilileri tarafından bile paylaşıldı. Sıcak para girişlerine daya­lı, istihdam yaratmayan büyümeye ve ekonomid'e yapısal bir dönüşüm "sağla­ma hedefi olmayan bir politikasızlığın

hakimiyetine yapılan vurgular bu sene geniş çevrelerce paylaşıldı.

İyimserliği bozan ilk etken: Cari açık ve

işsizlikEkonomiyi dengesizleştirebilecek

ve krizleri çağnştırabilecek etkenlerin biriktiğine dair hissiyatı güçlendiren en önemli iki faktör cari açık ve işsizlikte­ki artış

ola­rak tes­

pit edilebilir. 2005, cari açık adını

verdiğimiz döviz gelir­leri ile döviz giderleri arasındaki farkın çok önemli boyutlara ulaştığı bir yıl ol­du. Cari açığın belli bir oranın üzerine yükselmesi bizimki gibi yoğun sermaye sıkıntısı içindeki ülkeler için her zaman alarm verdiren bir gelişme olmuştur. 1994 ve 2000-2001 krizleri içinde en ö- nemli işaret, cari açığın artması olmuş­tu. Türkiye için 15 milyar dolarlık bir cari açık şimdiye kadar kriz sebebi ol­muştu. Oysa 2005 yılı için Kasım so­nunda revize edilen rakamlarla cari açık 21.6 milyar dolara ulaştı. Rakamın bu seviyelere ulaşmış olması tüm çevreler­de bir tedirginlik yaratıyor.

İhracat rekor kırdı, ya ithalat?

İlginç olan gelişmelerden biri de

Türkiye’nin bu rekor cari açığı ihra­cat rekoru kırdığı bir yıl içinde ver­miş olması. Ekonomi bürokratları ve hükümet çevreleri 2005 yılında eko­nominin yüksek performansını vur­gulamak için gerçekleşen yüksek ih­racat rakamlarını kullanıyorlar. Fa­kat ülkemiz için bir kural olan “yük­sek ihracat ancak yüksek ithalatla mümkündür” gerçeği nedense bu tespitlerde hiç gündeme taşınmıyor. Gerçekten de Ekim ayında %72.5 o- lan ihracatın ithalatı karşılama oranı Kasım ayında daha da düşerek %64.5’e kadar gerilemiş durumda. Yıl geneline bakıldığında ise aynı o- ran %62.5. Dolayısıyla cari açığın böyle devasa boyutlara ulaşmasının altında yatan en önemli sebep dış ti­caret dengesinde ortaya çıkan geliş­meler olarak değerlendirilebilir.

Türkiye ekonomisi kriz yıllarında cari fazla verir. Ekonomi büyümeye başladığında ise üretim arttıkça cari açık artmaya başlar. Çünkü üretim i- çin gereken girdilerin büyük bir kısmı ülke dışından karşılanmaktadır. İşler öyle bir noktaya gelir ki dünya ile yü­rütülen ekonomik ilişkilerde verilen açık bir süre sonra krize ve durgunlu­ğa yol açar. Ekonominin şimdiye ka- darki bütün krizleri “50 sente muhtaç olunan günler” dahil bu sarmalın bir türlü aşılamamasından kaynaklan­maktadır. 1980 öncesinde sanayi ü- rünleri ticaretinde verilen açık tarım­sal ürünlerle ve işçi dövizleriyle ka­patılırdı. Şimdi tarımsal ticaret de ek­si vermeye başladı. Günümüzde bu

56

Page 39: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞUBAT 2006 CJOÎ

işlevi turizm yüklenmeye çalışıyor, fakat böylesi devasa bir açığın tu­rizmle sürekli olarak karşılanabilmesi mümkün değil. Örneğin önümüzdeki yıl İran’ın nükleer silah geliştirmesi programının engellenmesi amacıyla ABD veya İsrail tarafından vurulması ve Türkiye’nin bu işte suç ortaklığını kabullenmesi turizm gelirlerinde ast­ronomik düşüşlere yol açabilir. Dola­yısıyla turizm gelirleri bu açığı dü­zenli olarak kapatabilecek dinamikle­re sahip değil.

Dertlerin temeli ‘montaj sanayi’

1960-70’lerde devrimcilerin en çok kullandıkları sloganlardan biri de “montaj sanayisine hayır!” idi. Burada vurgulanmak istenen tekno­loji geliştirmeyen, imalat süreçlerine hakim olamayan sadece ucuz işgücü avantajından istifade edip gelişmeyi hedefleyerek yapılanan bir ekonomi­nin başının beladan kurtulmayacağı, halkımıza refah ve gelecek getirme­yeceği idi. O gün söylenenlerin ne kadar doğru olduğu şimdi çok net or­taya çıkıyor. Türkiye’de imalat yapı­ları bütünüyle yurtdışmdaki örnek­lerden ve orada üretilen ara mallar kullanılarak geliştiriliyor. Sermaye kendi üretim kalıplarını geliştiremi­yor. Dolayısıyla üretim arttıkça dış girdilere ihtiyaç da artıyor. Bu duru­mu değiştirmek gibi bir perspektif

burjuva politikacılarda olamayacağı için de “tarih tekerrürden ibarettir” sözüne inancımızı tazeleyecek dene­yimleri sürekli yaşamak zorunda ka­lıyoruz. Ekonominin büyümesi an­cak ve ancak dışarıdan girecek bü­yük oranda sermayeye bağlı olarak mümkün olabiliyor.

Yeni efsane “Doğrudan Yabancı

Sermaye”• Dışarından ülke içine girecek

sermayenin bir türü doğrudan yaban­cı yatırım adı verilenler. Bu yıl Tür­kiye bu tür sermaye girişleri açısın­dan bir rekor yaşadı. Bu yıl 7.4 mil­yar dolar doğrudan sermaye girişi yaşadık. Burjuva ekonomistleri bunu cari açığın sağlıklı finansmanının bir yolu olarak göstermeye çalışıyorlar. Oysa ülkemize giren bu tür sermaye yeni üretim alanları yaratmıyor, is­tihdamı ve teknolojik altyapıyı geliş­tirmiyor Tam tersine şu ana kadar geliştirilebilmiş olan en değerli üre­tim odakları ve bankalar, yabancı sermayeye satılıyor. Bu sene doğru­dan sermaye girişlerinde yaşanan de­vasa artışın sebebi bu. Tabii böylece Türkiye’nin en çok kar eden kuru­luşları artık karlarının önemli bir kısmını yurtdışma transfer etmek is­teyebilecek yabancı sermayenin eli­ne geçmiş oluyor. Orta vadede bu

durum cari açığı, yurtdışma çıkan döviz miktarını artırarak, büyütecek etkiler yaratacaktır.

Sıcak para hareketleriyle nereye kadar?

Zaten hali hazırda bu açığın kapa­tılmasında yoğun olan kısa vadeli sıcak para hareketleri değerlendiriliyor. Ri­vayet odur ki petrolün olağanüstü paha­lanması ve varil fiyatının 60 doları aş­ması sonrasında Ortadoğu petrol kralla­rının biriktirdiği fonların büyük bir kıs­mı yabancı bankalar aracılığı ile Türki­ye’de değerlendiriliyor. Bush hükümeti ve IMF, büyütüp iktidar ettikleri ve da­ha işlerinin olduğunu düşündükleri AKP’yi desteklenmenin bir yolu olarak bu yöntemi kullanıyorlar. Büyük oran­da döviz girişi dolayısıyla dolar fiyatla­rı 2 sene önceki seviyesinin bile altın­da. Bu durumda borsada büyük bir yük­seliş gözleniyor. AB ile müzakere süre­cinin başlatılma kararı sonrasında borsa rekor üstüne rekor kırıyor. Doların sü­rekli ucuzlaması, borsanın sürekli art­ması ve iç borç faizlerinin reel olarak hala %10 seviyelerinde bulunması sı­cak para için çok cazip bir atmosfer ya­ratıyor. Türkiye’ye 1000 dolar getiren yabancı, bunu Türk parasına çevirip 1300 YTL. ile borsada oynuyor. Ayda %10 kazanç sağlayıp bir süre sonra tek­rar dolara dönerek ülkeden rahatlıkla çıkabiliyor. Böylece Batı ülkelerinde ancak onyıllar ile ifade edilen zaman­larda elde edilebilecek bir fmansal geti­ri Türkiye’de hala çok kısa sürede ka- zanılab iliyor.

Fakat sıcak paranın kazancı, sonuç­ta bizim alınterimizden çalman artı de­ğerden pay alması sayesinde oluşuyor. Bu sermaye türü, cari açığı gözlüyor. Eğer cari açık belli bir seviyeyi aşarsa, olumsuz bir sinyal ortaya çıkarsa, ola­bilecek en yüksek seviyeden yeniden dolara dönerek hızla başka bir ülkeye yöneliyor. Tabii bu durumu biz doların bir anda pahalanması, devalüasyon ola­rak yaşıyoruz. İşler yolunda giderken bir anda her şey tersine dönüyor. Sıcak paranın ekonomi içinde edindiği yer ne kadar derinleşmişse çıkışının yarattığı şok dalgaları da o kadar yıkıcı oluyor.

57

Page 40: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

|V -^ I U ^ M IV ^ U D A I /U U Ü

Sıcak para ne zaman kaçacak?

Korkulan o ki cari açığın bu sevi­yelere ulaşmış olması yabancı serma­yeyi ürkütecek ve sıcak para hareket­leri yön değiştirecek. Böylesi bir ka­rarın verilmesi için gereken seviye nedir? Böylesi bir soruyu cevaplaya­bilmek pek mümkün değil. Çünkü bu durumu saf iktisat ile değerlendiremi­yoruz. 2001 krizinde de açık olarak yaşandığı gibi tamamen uluslararası politik koşullarla ilgili bir süreçten bahsediyoruz. “Türkiye’nin içinde bulunduğu spekülatif yönlü büyüme

sürecinin aslında bir iktisadi krizin tüm yapısal koşullarını içinde barın­dırmakta olduğunu yerli ve yabancı tüm piyasa oyuncuları görmektedir. Ancak bu yapısal koşulların hangi şartlar altında bir krizi tetikleyeceği ve bu tetikleme sonucunda krizin na­sıl ve ne süreçlerde tezahür edeceği konuları ise akademik yöntemlerle öngöremeyeceğimiz bir süreçtir?” (E- rinç Yeldan, Cari Açığa IMF yaklaşı- mı-II) Bu politikalar krizi her an mümkün kılıyor fakat krizin gerçek­leşip gerçekleşmeyeceği ya da hangi biçimlerde yaşanacağı tamamen poli­tik dengelere ve küresel güçlerin ira­desine bağlı. AKP ise şu anda ekono­mik göstergelerden ziyade Ortadoğu politikasında kendi yelkenlerini dol­duracak rüzgarlara güveniyor. ABD ve IMF, İran ve Suriye hesaplaşması öncesinde ve Irak’ta işlerin sarpa sar­dığı şu günlerde Türkiye’yi bir iç ka­rışıklığa itebilecek gelişmelerin önü­ne set çekmek için cari açığın finanse edilebilmesini sağlıyor diyebiliriz. Türkiye şu anda IMF fonlarından en fazla yararlandırılan ülke durumunda. Korkut Boratav, IMF’nin Türkiye’nin kendisine olan 20 milyar dolarlık bor­cunun üstüne yeni stand-by’la bir 10 milyar dolar daha vermeyi kabul et­mesinin sebeplerini sorguladığı yazı­sının sonunda, bu anlaşmaya temel o- luşturan Uzmanlar Raporu’nun şu bö­lümünü alıntılıyor: “Üç yıllık bir program... 2007 Kasım’mda yapıla­cak bir sonraki genel seçimler için bir çıpa sağlayacaktır” Ve bu alıntıyı - şöyle yorumluyor. “2007 seçimleri i­

çin bir çıpa görevini üstlenen IMF’nin olağan dışı desteği... Bu u- luslararası kuruluşun patronunun ABD olduğunu da hatırlatarak adını koyalım: IMF muslukları AKP’nin bir sonraki seçimleri kazanması ama­cıyla açılmıştır.” Her şey gayet açık gözüküyor. Bu anlaşma ile ABD ser­mayesi Türkiye’ye sahip çıktığını ve cari açığının bir krizi tetiklemesine “şimdilik” müsaade etmeyeceğini i- lan etmiş oluyor. Böylece yeni bir “tezkere şoku” yaşamamanın yolları örülmüş oluyor. Ilımlı İslamcı AKP’de böylece Ortadoğu halkları­nın dökülen Müslüman kanları saye-

Mfiutr utıii'ami ■ purrâmn suruürmeye devam edebiliyor. ABD’nin parasının . ve verdiği garantinin karşılığını alma konusunda tfe seviyede ısrarcı olaca­ğını önümüzdeki günlerde hep bera­ber göreceğiz.

Gerçek bir yapısal dönüşüm için...

Yapılması gereken nedir peki? Kendimizi emperyalistlere pazarla­maktan daha aklı başında, daha onur­lu ekonomi politikaları geliştirilemez mi? İhtiyaç öncelikle bir ekonomi po­litikasıdır. “Mali istikrar” bir ekono­mi politikası olamaz. Bu hükümetin, devlet harcamalarını kısmak dışında hiçbir ekonomi politikası bulunma­maktadır. Bir avuç zengini mutlu et­mek ve mümkün olduğu kadar da

kendi zenginlerini yaratmak. Bu poli­tikasızlık) ülkenin sırtındaki en bü­yük kamburdur. Ülkenin ekonomi po­litikası tercihleri, perakendecilik yap­mayı ekonomik mucize yaratmak zanneden büyük sermayenin iradesi­ne bırakılmış durumdadır. İmalat sa­nayi içinde yaratılan katma değerin %65.7’si düşük teknoloji, %23.7si or­ta gelişkinlikte teknoloji ve ancak % 10.6 sı yüksek teknoloji temelinde yaratılmaktadır. (Milli Prodüktivite Merkezi 2005 raporu) Bu tabloyu de­ğiştirecek ve verimlilik artışını çalı­şanları köleleştirmekten, günde 16 saat çalıştırmaktan başka yöntemlerle

sağlayacak bir ekonomi politikasın­dan bahsediyoruz.

Bugün ekonomik planlamaya ve yıllardır yaşanan kısır döngüyü kır­maya yönelik politikalara her za­mankinden fazla ihtiyaç olduğu a- çıktır. Stratejik sektörler belirlenme­li, ülkenin göreceli avantajları tespit edilerek yatırımlar bu avantajları ü- retime sokabilen alanlara yöneltil­melidir. Bu işi GİMA’yı almak için birbirine giren Türkiye’nin finans kapitali başaramaz.

Bu politikaları hayata geçirebil­me yeteneği şu andaki sistemin ran­tını yiyenlerin karşısındaki güçlerde olabilir ancak. Kim ne derse desin bu role işçi sınıfı iktidarı dışında bir başka aday gözükmemektedir.

58

Page 41: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

İSTANBUL’DA KENTLEŞME,

EMEK VE SGSYAL DIŞLANMAMehmet Vusufoğlu

Kentte sosyal eşitsizlik gittikçe artarken, tarım alanındaki neo-liberal uygulamalarla yeni bir göç dalgası beklenirken, yeni-yoksulluk dediğimiz bir yoksulluk türü ile karşı karşıya olan emekçilerin yaşam çevreleri ve evler olarak sağlıklı barınma hakları ile birlikte, güvenceli

iş, parasız eğitim ve sağlık gibi haklarını savunmaları için hem iş hem de yaşam alanlarında dayanışma temelli mücadeleleri ve hak alma temelli mücadeleleri geliştirmeleri önemli.

Önceki sayıda İstanbul’da kent­sel dönüşüm konusunu incelerken kentin metalaşması konusuna değin- miştikl. Eski kent merkezlerinin ne- zihleştirilerek buralardaki rantın gerçekleştirilmesinin amaçlanması yanında borç ödeme telaşındaki AKP’nin ve üretim dışı alanlarda kar arayışındaki sermaye çevrelerinin, kenti tüm değerleri ve kültürü ile al­layıp pullayıp satışa çıkarılması sü­recinin önünü açtığına değinmiştik. Gecekondu bölgelerinin ana yollara, sahillere ve şehrin merkezine yakın konumda olanlarının yıkımlar ile rant kurbanı haline getirilmesi bu sü­recin bir parçasıydı. Aynı zamanda Haydarpaşa, Galataport, Haliç, AKM, Radyo binası projeleri orman­lık araziye turizm bölgesi ilan edile­rek yapılabilen Formulal pistinin in­şası, kentin kuzey ormanlarına doğru genişlemesine neden olacak 3. köp­rü, Maslak gökdelenleri ve Duba- i Kuleleri kararları da hep benzer bir sürecin parçaları. Yoksulların kamu­sal mekanlardan ve şehrin merkezin­den dışlanması anlamına gelen bu uygulamalar ara sıra anayasal engel­lere takılmakla birlikte ciddi bir şe­kilde devam ediyor. AKP’li beledi­yeyi, Hazine’yi bu yola iten neo-li- beralizmin üretim dışı alanları da kar alanı haline getirme isteği ve borç ö- deme zorunluluğu olmakla birlikte bu genel süreç Türkiye’de emlak fi­yatlarındaki ve bununla bağlantılı o-

larak inşaat sektöründeki canlanma ile iyice hızlanmış durumda.

İnşaat sektöründeki büyüme ve emlak fiyatlarındaki yükselişin dö­nemsel nedenleri

Faizlerdeki düşüş sermayedarları ve yatırımcıları devlete borç vererek faiz getirisinden yararlanmak ya da repo faizi türünde faizlerden yarar­lanmak yerine başka alanlara kay­maya zorladı. Doların “esnek kur” politikaları çerçevesinde Türk Lirası karşısında değer kaybetmesi, yatı­rımcıları emlak sektörüne itti. Dolar değer kaybedince ihracata dayalı sektörlerin yurt dışına sattıkları mal­lar otomatik olarak değerlendi ve ih­racatçı sektörlerin ihracatı azaldı, bu sektördeki sermaye başka alanlara yatırıma zorlandı. Bu alanlardan biri de ucuz işgücü kullanan bir sektör o- larak inşaat sektörü. AKP’nin de in­şaat sektörünü hem ucuz hammadde kullanan hem de işsizliğin bir süre gizlenmesine neden olacak bir sektör olarak önemsemesi de tüm bunları birleştirdi. Kısaca emlak fiyatların­daki “patlama”nm dönemsel neden­leri de bunlar. Sermayenin genel ola­rak üretim dışı alanları ve dolayısıy­la kentsel mekanları metalaştırma, turizm ve ticaret akışlarına açma e- ğilimi bu süreçte iyice canlandı. Çok büyük sermaye gruplan inşaat işleri­ne girdiler. Uluslararası ölçekte re­kabetçi bir üretim yapamayan ser­

mayedarlar kentsel rantın cazibesine kapılıp, üretim dışı alanlara, iç piya­sada metalaşmamış alanlara yöneli­yorlar. Taksi plakalarının 400 bin YTL (400 milyar TL) olduğu bir kent İstanbul. Galataport, Haliç, Florya ve Zeytinburnu Sahilleri, Kü- çükçekmece’yi uluslararası spor merkezine dönüştürme projeleri ar­tan emlak fiyatları ve kiraların yanı sıra yoksul emekçileri yerinden et­meye, kamusal alanları emekçilerin kullanımından ve toplumsal kulla­nımdan uzaklaştırıp zenginlere sun­maya aday “küresel” rant projeleri.

Emekçilerin durumu ve sosyal dışlanma

Geçmişte İstanbul’a göç eden e- mekçileri buradaki ilişki ağlarına bağlayan süreçler iki türlüydü. Dö­nemin ithal ikameci sanayileşme sü­reci olması ve İstanbul’da çok sayı­da fabrika bulunması emekçilerin iş bulmalarının ve fabrikalar etrafında yerleşmelerinin gerekçesini sağlı­yordu.

İkinci olarak gecekondulaşma ti­carileşmemiş olduğu için ve arsa o- lanakları çok daha fazla olduğu için emekçiler arsa bulup evlerini kendi yapabiliyordu.2 Ev hem ileride ya­sallaşır umudu ile hem de ileride ö- nemli bir gelir kaynağı olabilir umu­du ile emekçiyi sistemle birkaç yön­lü bir ilişkiye sokuyordu, ancak bu

59

Page 42: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

IV -H U O A lV -ŞU tSA l Z U U b

I

süreç emekçilerin kamusal mallara (su, elektrik, yol) ulaşmak için elbir­liği ile çalışıp önemli bedeller öde­dikleri ve bu sürecin yerel politik şe­killenmeleri, ilişki ağlarını belirledi­ği bir süreçti. Emekçiler bu süreçte ciddi bir “sosyal sermaye” (ilişki a- ğı, dayanışma ve ortak davranma a- lışkanlığı , komşuluklar vs.) de ka­zandılar. Korkut Boratav’a göre 1980’lerden itibaren neo-liberal po­litikalar ile emekçi gelirleri düştü­ğünde evlerin artan değeri ve kira gelirleri emekçilerin düzene karşı i- taatkar olmalarını sağlayan en önem­li etkendi.

Zamanla gecekondulaşmanın sağladığı avantajlar ise arazilerin a- zalması ve büyük şirketlerin ve güç­lerin bu alana girmeye başlamasıyla iyice yok oldu. Yeni gelemer ve yeni nesiller gecekondu yapamaz oldular. “Gecekondu arazisinin giderek ranta açılmasıyla, kent çeperindeki arazi üzerinde artan bir rekabet ortaya çık­mış, bu durum da güçsüz kesimleri gecekondu, yapma sürecinden dışla­mıştı. ”3 Bu gecekondu semtlerinin kiracılık oranını yükseltti ve emekçi­ler apartman kondularda kira vere­rek, kalabalık aileler halinde otur­

mak zorunda kalıyorlar.

Emek örüntülerinin dönüşümü ve

yeni işler1980 sonrası dönüşüm, ulusal

kalkınmacı politikaların sona ermesi ile “formal” sektörün güçsüzleşme- sini getirdi. Gümrük duvarları ile ko­runan endüstriler işçi sayılarını azal­tıp, işçi ücretlerini azalttılar. Kamu sektörü eskisi kadar çok iş sağla­mazken, kentteki üretim atölyeleri ve fabrikalar yerlerini turizm ve tica­ret yatırımlarına bırakmaya başladı­lar. Atölyeler çevre semtlere hatta kent dışına, rantın az olduğu alanla­ra kaymaya başladı. Örneğin Mer- ter’de atölyeler arkalarda kalırken, Bağcılar gibi semtlere giderken sem­tin ön mahalleleri tamamen tekstil ti­careti, büro ve mağazalarla doldu.

Eskiden üretim merkezlerine ya­kın olarak kurulmuş olan semtlerde çalışanlar artık daha çok hizmet sek­töründe iş bulabiliyorlar ya da işsiz­ler. İşsizlik çok önemli bir sorun. İn­şaat sektörü niteliksiz emek için ge­çici işler sağlasa da bu yeterli ve dü­zenli olmuyor. Hizmet sektöründe i-

se kadın emeği kullanımı daha yo­ğun, düzensiz çalışma yaygın. Çoğu sonradan gelişen çevre semtlerde a- çık arayla tekstil ve giyim atölyeleri yaygın. Fakat bu sektör döviz kurun­daki dalgalanmalara, krizlerin etki­lerine ve dünya piyasasındaki duru­ma çok açık. Tekstil sektörü de kadın emeğinin çok kullanıldığı, düşük üc­retlerin, esnek ve düzensiz çalışma­nın hakim olduğu bir alan. Ayrıca bu atölyeler de yavaş yavaş sonradan kurulan ve uzak semtlere (Zümrü- tevler, Sultanbeyli, Kıraç, Esenyurt) hatta Anadolu kasabaları ve nüfus yoğunluğunun görece çok olduğu kırsal alanlara kayıyor. Kente uzak­lık emekçilerin işini ve alternatifleri­ni daha da azaltıyor. Bursa, Denizli, G.Antep, hatta Tokat gibi şehirlere ve bunların kasabalarına doğru kay­madan söz edilebilir. Anadolu yaka­sına doğru da bir kayma var, ancak Anadolu yakası ve E5’in üzeri Geb­ze’ye kadar halen formel ve sigorta­lı işçi olarak üretim sektöründe çalı­şanların da çok olduğu bir kısım. Fabrikalar, Organize Sanayi Bölge­leri, tersaneler çok sayıda taşeron kullanmalarına rağmen Avrupa yaka­sına kıyasla daha çok sigortalı, ka­yıtlı işçi çalıştırıp daha geleneksel sınai üretim sektörlerini temsil eden üretim biçimlerine sahipler.

Emekçiler için zanaatlar ve usta- çırak ilişkilerine dayalı geleneksel iş kolları da eskisine göre bir alternatif sunmuyor. Oto tamir, terzilik, bak­kallık, mobilya, ev içi tamir işleriyle geçinenler bu sektörlere büyük mar­kaların, şirketlerin girişiyle ve süper marketlerin etkisiyle eskisi kadar çok değil. İstanbul’da üretim mer­kezleri dışarıya çıkarken; oteller, restoranlar, süper marketler, alışve­riş merkezleri gibi yeni hizmet işçi­lerini çalıştıran yerler ortaokul veya lise mezunu gençleri ve özellikleri bayanları tercih ediyorlar. Bu tercih­te kültürel olarak ‘kente uyum sağla­mış’ olmak önem taşıyor. Bu anlam­da İstanbul’un emekçi ve yoksul semtleri olarak bilinen bazı semtle­rinde emek örüntüleri ciddi oranda değişiyor.

Kısaca söylersek hem barınma

Eskiden üretim merkezlerine yakın olarak kurulmuş olan semtlerde çalışanlar artık daha çok hizmet sektöründe iş bulabiliyorlar ya da işsizler. İşsizlik çok önemli bir sorun.

Süyüdüklerirfde de farklı bir iş ycıpcicok değiller

40

Page 43: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞU BAT 2006 C jjO İ

imkanları ve bunun getirdiği yerel dayanışma ilişkileri hem de iş im­kanları ve düzenli çalışma oranları azalıyor. Kamu hizmetlerine ücretsiz ulaşım ise ortadan kalkıyor. İstan­bul’da gelir dağılımı gittikçe bozu­lurken araştırmacılar homojenliğin kayboluşundan, orta sınıfın yok olu­şundan bahsediyorlar. Çağlar Key- der’e göre kentte gelir dağılımı bo­zukluğunu gösteren Gini Endeksi 1984’te 0.43 iken 1994’de 0.58. Şimdi ise bundan daha yüksek.4 Ge­lir dağılımı bozuldukça bu yeniden hizmet sektörünü besliyor, daha çok insan daha kötü koşullarda zenginle­re hizmet için çalışmaya razı oluyor.

Bu semtlerin yerel politikacıları da değişen nüfus yapısına ve rant i- lişkilerine göre tavır alıyor. Yeni göç edenlerin tercihlerine göre değil, pi­yasa yönelimli ticari projelere göre kentsel yenileme ve gelişim projele­ri uygulanıyor. Ticaret merkezleri, düğün ve konferans salonları, varoş semtlerinde trafiğe kapalı tüketim caddeleri açan, lüks konut siteleri yaptırıp satan belediyeler, para getir­meyen sosyal projelerden ve toplum­sal dayanışma projelerinden (aşevle­ri, ücretsiz kreşler, gençlik ve spor merkezleri, sağlık ocakları, kültür merkezleri) uzaklaşıp bu hizmetleri ancak asgari ölçülerde veriyorlar. Yeni kurulan 80 sonrasının son va­roşlarında ise altyapı yatırımları ve dağıtılan yardımlar AKPTi belediye­lerin önemsedikleri en ciddi politi­kalar.

Sağlıklı barınma ve güvenceli çalışma

hakkıKentsel rant ve yıkım projeleri

yoksulları kentsel mekandan veya mekanın kullanımından dışlarken kent içi ve kentler arası ciddi göçler ve yoğunlaşmalar yaratacaktır. E- mekçilerin yıllarca uğraşarak, vergi­ler ödeyerek elbirliği ile ve çeşitli politik yöntemlerle, patronaj ödünle­ri ile geliştirdikleri semtler eğer rant alanı ise istimlak ve yıkım tehdidi altındadır. Yıkımlar bir yana emek­çiler için barınacak ucuz konut ve

yaşama bölgeleri bulmak, hatta iş merkezlerine yakın konut bulmak gittikçe zorlaşacaktır. Kentsel rant, hizmet sektörünü geliştirerek emek örüntülerini de değiştirmektedir, sözleşmeli ve düzensiz çalışmayı beslemektedir. Hizmet sektöründe kadın emeği, genç işçilik öne çık­maktadır.

Kentsel dönüşüm ve yenileme tehdidi yanında emeğin semtlere gö­re değişen yapısı emek örgütlerini de farklı semtlerde farklı sorunlarla karşı karşıya bırakırken, sol güçler geleneksel olarak güçlü oldukları semtlerde değişen ve çoğu zaman çeşitlenen emek yapısı ve kentsel ge­lişmeler nedeniyle -ya da bunlara karşı önlem alamadıkları için- ciddi güç kayıplarına uğruyorlar. İşçilerin, işsizliğin yoğunlaştığı ve düzensiz çalışmanın, sömürünün, hak gaspla­rının yoğun olduğu semtlerin önemli kısmı artık solun mücadele geleneği­nin çok olduğu, sokakların afişlerle dolu olduğu semtler değil. Semtler­deki, bu yazıda çok genel olarak de- ğinilebilen, emek yapı ve örüntüle- rindeki dönüşümleri tartışmak, ince­lemek ve iyi değerlendirmek gereki­yor.

Kentte sosyal eşitsizlik gittikçe artarken, tarım alanındaki neo-libe- ral uygulamalarla yeni bir göç dalga­sı kentlere doğru beklenirken, yeni -

yoksulluk dediğimiz bir yoksulluk türü ile karşı karşıya olan ve toplum­sal çürüme, etnik ayrılık gerilimleri içinde yaşayan emekçilerin yaşam çevreleri ve evler olarak sağlıklı ba­rınma hakları ile birlikte, güvenceli iş, parasız eğitim ve sağlık gibi hak­larını savunmaları için hem iş hem de yaşam alanlarında dayanışma te­melli mücadeleleri ve hak alma te­melli mücadeleleri geliştirmeleri ö- nemli. Çalışma ve barınma sorunla­rını birleştirmek, yereldeki mücade­lelerin ufkunu açacak, alternatif bir kent ve iktidar mücadelesini besle­yecektir.

Dipnotlar1 Metalaşan Kent, Ticarileşen Beledi­ye, Dışlanan Yoksullar: Rantsal Dönü­şüm başlıklı yazı.2 Bu süreç sermayedarların iki açıdan işine geldi. Hem emek maliyeti düşü­yordu hem de devlet emekçilerin ba­rınması için ayırmadığı kaynakları ser­mayedarlara teşvik ve destek olarak veriyordu, sanayileşme politikaları adı­na.3 Tahire Erman, Gecekondu Çalışma­larında Öteki Olarak Gecekondu Kur­guları, European Journal of Turkish Studies, 2004.4 Çağlar Keyder, Küreselleşme ve İs­tanbul’da Sosyal Dışlanma, Int.Journal O f Urban and Reg. Research, Mart 2004.

41

Page 44: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

D İS K NE YAPIYOR?Nihal Kayacan

Bu arayış merkez solda AKP'nin alternatifini yaratma çabasıdır. Milliyetçi, MGK'ci, şovenist çizgide iyice muhafazakârlaşmış, Kemallst-Laikçi orta sınıf dışındaki kitle desteklerini kaybetmiş CHP çizgisinin karşısında serbest piyasacı, AB'ci, çok kül­

tü rlükçü bir sosyal demokrat çizgi arayışıyla ile sınırlıdır.

DİSK’in adı bir süredir yeniden manşetlere çıkmaya başladı. Am^ bu kez grevler ve işçi eylemleriyle sarsılan 1970Ti yıllardan çok farklı görüntüler­le. Özellikle doğan medya grubunda DİSK Genel Başkanı Süleyman Çele­bi’den övgü dolu sözlerle bahseden ya­zılara sıkça rastlanır oldu.

24 Aralık 2005 tarihli Milliyet ga­zetesinde “Büyük patronla devrimci iş­çinin ‘özgürlükler’ ittifakı” başlığıyla geçen haber son örnektir. Bu haberde gündemleşen olaylar dizgesinin gelişi­mine dair kısa bir hatırlatma yapalım: TÜSİAD yetkilileri, Ankara’daki top­lantılarında, ekonomideki gidişatın iyi olduğunu dile getirmiş, ancak yeni Ce­za Kanunu’nun 301. maddesinden açı­lan davaları ve Van 100. Yıl Üniversite­si Rektörü Yücel Aşkın’a açılan davayı eleştirmiş ve seçim yasasındaki baraj sisteminin değiştirilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Bunun üzerine T. Erdo­

ğan, “TÜSİAD bir sanayici ve işadam­ları demeğidir. Sanayici ve işadamları demeği kendi ilgi alanı içinde değer­lendirmelerini yaparsa ülke için çok da­ha faydalı olur” demiş ve “yargıya mü­dahale ediliyor” sözleriyle bir tür suç duyurusunda bulunmuş, bunun üzerine de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı in­celeme başlatmıştı. Bu gelişmeler üze­rine Süleyman Çelebi, TÜSİAD yetki­lileri Ömer Sabancı ve Mustafa Koç’u telefonla arayarak desteğini iletmiş, M. Koç için gerekirse yürüyeceklerini dek­lare etmişti. Gazetenin manşete taşıdığı haber Çelebi’nin bu “desteğine” dairdi. Doğan Medya gmbunun benzer destek­lerine Milliyet yazan Güneri Civaoğ- lu’nun 24.12.2005 tarihli köşesinde “nehir roman” başlıklı yazısında ve27.12.2005 tarihli Hürriyet gazetesinde Yalçın Doğan’ın “Ezberi bozan sendi­kacı: Çelebi” başlıklı yazısında da rast­lamak mümkündü.

17 Aralık’ta KESK, TMMOB ve TTB ile birlikte düzenledikleri “De­mokratik Türkiye, Halk İçin Bütçe” mi­tinginde DİSK korteji bin kişiyi bulmu­yordu. Çelebi, Koç için kaç kişi yü- rü(t)meyi planlıyordu acaba?

Son birkaç aydır DİSK’i manşetle­re taşıyan olaylardan ilki 12 Eylül dar­besinin 25. yıldönümünde yapılacak o- lan mitingin hazırlıkları esnasında ya­şanmıştı. 78’liler Demeği’nin çağrıcısı olduğu mitingde, darbenin yarattığı tahribatı kınamak, sorumlularından he­sap sormak ve demokrasi mücadelesine sahip çıkıldığını göstermek amacıyla siyasi örgütler, sendikalar ve kitle ör­gütleri yan yana gelmişti. Hazırlık top­lantıları sürerken DİSK yönetimi, bu mitingde DEHAP’hların kendi taleple­rini dile getirme “olasılığı” nedeniyle çekildiğini duyurmuş, bununla da kal­mayarak, Türk ve Kürt milliyetçiliğine eşit mesafede durduklarını, 70 Ti yıllar­da nasıl Türk milliyetçiliğiyle yan yana gelmedilerse bugün de Kürt milliyetçi­liği ile mesafe koymakta tereddüt etme­yeceklerini söyleyerek, tertip komitesi­ne mitingi iptal etmeleri çağrısında bu­lunmuştu. Bunu fırsat bilen valilik de güvenlik gerekçesiyle mitingi erteleme yoluyla yapılmasını engellemişti. Sü­leyman Çelebi’nin bu tavrı yine Milli­yet gazetesinde Taha Akyol’un köşe­sinde gündemleştirilmişti. Taha Akyol, kısa bir süre sonra yeni bir “sol” parti girişimine önayak olacağı duyumunu aldığı Çelebi’nin bu sağduyusunu kut­luyor, bu tavrın parti girişimi açısından da önemli olduğunu vurguluyordu. An­laşılan o ki, kimi sermaye çevreleri “yeni bir ‘sol’ partinin siyasi çerçeve-

42

Page 45: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C ]O İ

si”ni çizmişler ve Çelebi’nin bunun sı­nırları içinde kalacağına ilişkin mesaj­larını hoşnutlukla karşılıyorlar...

DİSK neyi ‘kolaylaştırmak’

istiyor?Nitekim DİSK’in 14-15 Ekim’de

Bolu Koru Oteli’nde ve 10 Aralık’ta İs­tanbul Dedeman Oteli’nde yaptığı top­lantılar, bu sürecin daha iyi kavranma­sını sağlayacak verileri oluşturmakta­dır. 10 Aralık’taki toplantıya katılan 400’e yakın davetli, sosyal demokrat partilerin eski-yeni siyasetçileri, sivil toplum örgütleri üyeleri, akademisyen­ler ve sanatçıların bir seçkisinden oluş­makta... “DİSK yeni bir parti girişimi­nin mi içindedir?” sorularına sıkça mu­hatap olan toplantılara dair Çelebi, “Bu girişim, ne hemen bugün bir parti kur­mayı ne de sonu belirsiz bir tartışmayı hedefliyor. Arayışımız ve yapmak iste­diğimiz, solda sağlıklı, sistematik ve objektif bir tartışma süreci başlatmak, buradan hareketle solda yenilenme, bü­tünleşme ve kitleselleşme yolunda ko­laylaştırıcı bir rol oynamaktır” açıkla­masında bulundu. AKP’nin artık yıp­ranmaya ve oy kaybetmeye başladığını ileri sürerek, “Bu koşullarda muhalefet partilerinin yükselişe geçerek demokra­tik bir alternatif yaratması bekle­nir. Olması gere­ken de sağın karşı­sında sol bir parti­nin alternatif çık­masıdır... Türkiye siyasetinin sol ka­nadında ciddi bir tıkanıklık yaşanı­yor. Soldaki hiçbir parti iktidar seçe­neği olamadığı gi­bi güçlü bir siyasal muhalefet de ürete­miyor, demokrasi terazisinin sol kefesi boş. Sağın alternatifinin yeniden sağ ol­ma tehlikesi Türkiye’nin geleceğini ka­rartıyor.” diye konuştu.

Açık ki ‘sol’ bir parti girişimi ile karşı karşıyayız ve bu parti önümüzde­ki seçimlere hazırlanmak isteniyor. E- ğer başarabilirse bu yeni parti siyasette AKP tıkanıklığını dengelemek isteyen

güçlerin işlerini “kolaylaştırabilir”. Ö- zellikle Türkiye’nin AB sürecini hız­landırma, bu sürecin gerektirdiği dönü­şümleri yapma konusunda isteklilik bu oluşumun en öne çıkan özelliği. Bu noktada şunun gözden kaçırılmaması gerekir: AB’ye girmekten çıkarı olacak güçlerin gerçek siyasi temsilcisi AKP değildir, ama bir merkez sol parti de de­ğildir. Onların istediği asıl alternatif merkez bir sağ partidir. Bu girişim ger­çek anlamda kitlelerden ciddi bir des­tek alıp en azından AKP’den daha iyi bir alternatif olduğunu ispatlayana ka­dar da bu kesimlerden kimi göz kırp­malar dışında ciddi bir destek alması beklenemez

‘Liberal-Sosyal Demokrat’ çizgi

Bu girişimin ilk çabasının, ‘sol’ sö­zünün geçtiği her oluşumun olmazsa olmazı olan yoksul kesimlerin taleple­rine sahip çıkarak onların desteğini al­mak değil, AB ve/veya AB’ci güçlerin desteğini almak olduğu görülüyor. Çe­lebi’nin 12 Eylül mitinginin altını oy­mak pahasına Kürt hareketi ile mesafe koyma çabasını da, M. Koç’a sahip çı­karak demokrasiden ne anladığını gös­terme çabasını da bu şekilde okumak gerekir. Toplantıların çağırdığı kesim­

ler ve gündemleştirdiği konulara bakıl­dığında da bu açıkça görülecektir.

DİSK’in “yeni bir sol” arayışının i- çinde emek ve sınıf kavramları üzerine oturtulmuş hiçbir çaba görülmüyor. Bu ‘sol’ siyasetin kitlesi ‘girişimciler’ da­hil her sınıftan ‘sofu barındırıyor. “E- konomik konumu ne olursa olsun Cum­huriyete ve onun değerlerine sahip çı­

kanlarda bu siyaset yapılacaktır.

Bu siyasetin ekonomi politikasının ne olacağını anlamak için verilecek en iyi örnek: Gencay Gürsoy’un toplantı­da sorduğu “Solun sol kanadı dışlanı­yor mu?” sorusuna, panelist Prof. Dr. Burhan Şenatalar’m “Sol kanattan an­ladığımızın ne olduğu önemlidir. Anla­dığımız kolektivizme inanan ve piyasa ekonomisini reddeden sol ise onlarla yolumuz ayrılıyor. Ancak sol kanattan kastedilen Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) gibi seçeneklerse bu giri­şimde yerleri vardır ve çok şey de ka­tarlar” yanıtıdır. Bu yanıt hem söz ko­nusu girişimin en sol çizgisinin ÖDP o- labileceğini belirtiyor hem de daha ö- nemlisi piyasa düzenci, yeni liberal çiz­ginin esas alınacağını vurguluyor. Bu a- rayış dünyada kendi siyasi çizgisini o- luşturmuş ve yıllardır uygulana gelen bir politikaya işaret ediyor. Öncülüğü­nü İngiltere Başbakanı Tony Blair ve Almanya eski Başbakanı Gerhard Schroeder’in yaptığı “Üçüncü Yol” tez­lerini içeren bu politikalar ne Alman­ya’da ne de İngiltere’de işsizliğe, yok­sulluğa, demokrasiye, sosyal güvenlik taleplerine dönük çözümler üretebilmiş değildir. Türkiye’de bu tezlerle yeni ta­nışmıyor. Burjuva siyasetin bir önceki tıkanma noktasında, Dünya Banka- sı’ndan ithal edilen Kemal Derviş’in

uygulam alarıyla ilk örneklerini ya­şamıştır.

Bu arayış mer­kez solda AKP’nin alternatifini yarat­ma çabasıdır. Mil­liyetçi, MGK’ci, şovenist çizgide i- yice muhafa- zakârlaşmış, Ke- malist-Laikçi orta

sınıf dışındaki kitle desteklerim kaybet­miş CHP çizgisinin karşısında serbest piyasacı, AB’ci, çok kültürlükçü bir sosyal demokrat çizgi arayışıyla sınırlı­dır, CHP’nin merkez, sol olma misyo­nunu her gün daha fazla kaybettiği bir ortamda bu arayışın belli bir karşılığı da olabilir. Ama kitlelerle buluşma ze­mini yaratılabildiği oranda. Şu ana dek yapılanlar ve söylenenlerden bunun i- puçları çıkmamakta. Tam bu noktada

Bu girişimin ilk çabasının, 'sol7 sözünün geçtiği her oluşumun olmazsa olmazı olan yoksul kesimlerin

taleplerine sahip çıkarak onların desteğini almak değil AB ve/veya ÂB'ci güçlerin desteğini almak olduğu

görülüyor. Çelebinin 12 Eylül mitinginin altını oymak pahasına Kürt hareketi ile mesafe koyma çabasını da, M. Koç'a sahip çıkarak demokrasiden ne anladığını

gösterme çabasını da bu şekilde okumak gerekir.

45

Page 46: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

C|O I OCAK'ŞUBAT 2006

Süleyman Çelebi üzerinden DİSK’in bu tartışmalardaki yeri nedir diye sorar­sak, yine Çelebi’nin deyişiyle “kitlesel­leşme” noktasında kolaylaştırıcı rol oy­naması beklentisi diye cevaplanabilir kanımızca.

DİSK’in çizgisine dair12 Eylül yasaklarının kalkıp da

DİSK’in yeniden örgütlenme olanağı bulabildiği 90’larm başından itibaren üye sayısında artış değil sürekli bir eri­me görülmektedir. Gerçek üye sayısı­nın (diğer işçi sendikalarında da olduğu gibi) kaç olduğu konusunda bilgiye u- laşmak mümkün olmasa da yarı yarıya düştüğü konuşulmakta. Bırakınız diğer talep eylemlerini, 1 Mayıslarda bile DİSK kortejindeki işçi sayısı birkaç bi­ni aşmamakta.

Bu salt bize özgü bir olgu değil. Latin Amerika benzeri özgün örnekleri saymazsak yeni liberal saldırılar dün­yanın pek çok noktasında fordist döne­min sendikalarını ciddi bir krize sok­muş durumda. Bunlar hak kazanma sü­recinin gerisine düşmeye başlamış, el­lerindeki mevzileri bile koruyamaz ha­le gelmişlerdir. Ancak yeni dönemin ni­teliğine göre örgütlenme, işçi/emekçi- lerin talepleriyle buluşma ve bunun

mücadelesini kararlıca verme yollarını bir seviyede olsun keşfetmiş örgütlen­meler umut vaat edebilir noktadadır. Gelinen noktada DİSK (içindeki kimi sendikaların arayışlarını bu eleştirinin kısmen dışında tutsak da), bu konuda i- yi bir sınav vermediğini gözler önüne sermektedir.

DİSK içinde uzun yıllar örgütlen­mede çalışmış bir sendikacı olan Ke­mal Sarı DİSK’teki üye işçi sayısında artış olmamasının nedenini sendikacı­ların yanlışlarına bağlıyor. “Her işye­rinde iyi teşkilatçı işçiler vardır. Bunla­ra sahip çıkıp, birtakım vasıflarla dona­tıp, çok daha az paraya sendikanın ör­gütlenme dairesine almak yerine, da­nışman adı altında bir sürü ıvır zıvır a- damlarla dolduruyorlar. Sendikalarda örgütlenme daire başkanı var, ama aşa­ğıda örgütlenme ekibi yok.” (Kemal Sarı ile röp., Bu Düzende İş Yok, 2005, Alaz yay.) Örgütlenmeyi ilk gündem maddesi olarak almayan ve örgütlenme ekipleri oluşturup bunları aktifleştire­meyen bir sendikal anlayışın tüm diğer koşullar olumlu olsa bile başarılı olma­sı çok güçken “sendikal harekette kriz” olarak adlandırılan bir dönemin AB fonları ile geçiştirilemeyeceği açık olsa gerek.

Hem solun hem de sendikal hare­ketin yaşadığı krizin salt örgütlenme sorunu olmadığı, aynı zamanda politik ve ideolojik bir sorun olduğu da artık tartışma götürmez boyutlarda. Bu ör­gütlenmelerde değişim ve dönüşümün önünü tıkayan yapısal sorunlar, önemli ön tıkayıcılar. Örgüt içi demokrasiden taban inisiyatifinin nasıl sağlanacağına, ücret sendikacılığını aşmaktan işyerle­rinde ve yaşam alanlarında işçi/emekçi- lerin karar alma mekanizmalarına nasıl katılacağına, üretim alanlarının parça­lanıp yeniden biçimlendirilmesine kar­şı nasıl mücadele edileceğinden parça­lanmış sınıfsal yapının yeni dönemde hangi taleplerle bütünleştirilebileceğine kadar burada sayamadığımız pek çok sorun var, ele alınıp çözüme kavuştu­rulmayı bekleyen... Eğer DİSK bir ye­niden yapılanmaya, bir dönüşüme hiz­met etmek istiyorsa yeni liberal saldırı­ların karşısında barikat örmeye ve ar­dından karşı saldırı başlatmaya hizmet edebilecek bu noktalardan başlamalıdır kanımızca.

Ancak bu üç olgu (12 eylül mitin­ginde alman tavır, M. Koç’a destek ve yeni bir solun kolaylaştırıcısı olmaya soyunma) her biri tek tek ve/veya bir­likte ele alındığında DİSK’in -en azın­

dan içindeki hakim e- ğilimin- gerçekte ser­maye karşıtı ve yok­sul emekçilerden ya­na bir örgütlenmenin geliştirilmesi değil, sistemin neo-liberal

politikalar ve AB’ye uyum süreci çerçe­vesinde yeniden yapılandırılması süre­cinde “kurucu rol” üstlenme çabası i- çinde olduğunu göstermektedir. Diğer yandan özellikle son bir yıllık pratik sü­reç bu eğilim konusunda güçlü ipuçla­rı verse de DİSK’in yekpare ve çelişki­siz olarak davrandığını düşünmemek gerekir. Gerek 12 Eylül mitinginde gösterilen tavra içeriden eleştirilerin yapılması gerekse son yaşanan olay ü- zerine Birleşik Metal İş’ten DİSK’in ‘D ’sini savunmaya devam edeceklerini deklare eden ve DİSK’in kuruluş ilke­lerini hatırlatan bir açıklamanın yapıl­ması bunu gösteriyor. Elbette sürecin akışına yön vermek, niyetlerin çok öte­sinde çabalar istiyor.

DİSK'in gerçekte sermaye karşıtı ve yoksul emekçilerden yana bir örgütlenmenin geliştirilmesi değil, sistemin neo-İiberal politikalar ve AB'ye uyum süreci çerçevesinde yeniden yapılandırılması sürecinde

"kurucu rol" üstlenme çabası içinde olduğu görülmektedir.

Page 47: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

24-26 Kas i m ’ dan

4-5 Mart’a selamMert Büyükkcırabcıcak

ğitlm emekçileri direnebilme yeteneklerini 26 Kasım'da bir kez daha ortaya koydular. AKP'yi "ayarlama mevsimiyle de çakışınca eylem bir anda tüm Türkiyeli emekçilerin gündemine o- turdu. Şimdi bu enerjimizi, gündeme gelmiş olan Yeni Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortaları Ya­saları başta olmak üzere eğitim emekçilerinin gerçek sorunlarıyla bütünleştirerek sınıfın tümü­

nü ateşleyebilecek bir mücadelenin inşasına girişmek için kolları sıvama vaktidir.

Eğitim-Sen, kapatma davasının tamamlanması sonrasında bir hareketlenme sürecini yaşıyor.

Büyük Eğitimciler Yürüyüşü bir Eğitim-Sen klasi­ği olarak yukarıdan aşağıya doğru gelişen bir faaliyet oldu. Eylemin gerçekleşeceği çok öncelerden duyurul­muş olmasına rağmen talepler ile ilgili tabanda bir tar­tışma başlatılamadı. Eyleme 3 hafta kala şubelere çok detaylı bir plan gönderildi. İller ilk kez bu kadar dev­re dışı bırakıldı. Genel Merkez işlerin çoğu kez isten­diği biçimiyle gitmemesinin topunu illerdeki yönetici­lere atıyor olmalı ki böylesi bir tavrı belirledi. Fakat bu tavır biraz abartılarak gerçekten de son yılların en merkezi düzeyde yürütülmeye çalışılan eylemi yaşan­dı.

Eylem öncesinde Genel Merkez yöneticilerinin ö- zellikle İstanbul ve İzmit’te toplantılar gerçekleştirme­leri, yazılı materyallerin zenginliği, taleplerin bu sefer çok geniş kesimleri kapsayacak bir biçimde hazırlan­mış olması sürecin olumlu yanlarıydı. Fakat şurasını da belirtmek gerekiyor ki eylemin talepleri ile ilgili şubelere ulaşan ilk taslaktaki çerçeve son derece sınır­lıydı. Bütün yük 10 milyonluk ücret talebine verilmiş­ti. Özellikle saldırı yasalarının neredeyse hiç gündeme alınmaması, özellikle de Kariyer Sınavları ile ilgili tek bir kelime edilmemesi tabanda bir rahatsızlığa yol aç­tı. Gerçi sonradan eylemin çerçevesinin daha geniş ol­duğu ortaya çıktı, ama bu ilk baştaki yanlış bir akta­rımdan mı kaynaklandı yoksa bölge toplantılarındaki eleştirilerin etkisi mi oldu, bunu bilemiyoruz.

Eylemin en çok göze batan özelliği uzunca bir sü­redir atalet içerisinde olan DSD grubunun bu eylemi tamamen kendi eylemi gibi algılamasıydı. Zaten ey­lem anında inisiyatif çoğu zaman sendika örgütlerini by pass edecek bir biçimde DSD teşkilatı üzerinden yürütüldü. Bu durum önemli bir yabancılaştırıcı etki yarattı. Özellikle EMEP çevresi tarafından ise bu eyle-

45

Page 48: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

<_|OI OCAK-ŞUBAT 2006

min Alaaddin Dinçer’in kişisel giri­şimi olduğu yönünde bir algılama bi­çimi etrafa yayılmaya çalışıldı. Yine EMEP’in Türkiye Kongresinin ey­lemle aynı günlere denk gelmesi do­layısıyla birçok EMEP’li yöneticinin eyleme katılamayışı çeşitli değerlen­dirmelere sebep oldu. Bu iki grup a- rasmdaki sürtüşmelerin anlamsız bo­yutlara vardırılması ve rekabetin si­yasi yönünün zaman zaman bütü­nüyle ortadan kalkarak tartışmaların kişiselleşmesi grupçuluğun olumsuz etkileri açısından yeni deneyimler e- dinmemize yol açtı.

Bakan’ın açıklamaları eylemi körükledi...Eylem atmosferinin oluşumunda

Milli Eğitim Bakanı’nm dengesiz a- çıklamalarmm çok önemli rolü oldu. Okullara gönderilen ve tehdit içeren bir emirin deşifre olması sonrasında ciddi bir tepki oluştu. Yine ücretlerin 10 milyon olması talebinin önce ö- neri olarak Maliye Bakanlığı’na su­nulması, sonrasında ise hızla geri çe­kilmesi ve bunun sadece samimiyet­siz bir politik manevra olduğunun ortaya çıkması katılımı olumlu yön­de etkilemese bile eyleme katılanları motive etti.

İstanbul ve İzmit’teki yürüyüş­lerde herhangi bir olağanüstülük ya­şanmadı. 24 Kasım günü yapılan

Taksim yürüyüşüne il dışından 750 kişilik bir katılım- olması gerekiyor­du. Fakat gelişler bu rakamın yarısı­na ancak ulaştı. Dolayısıyla genel merkez büyük şehirlerin katılımını yoğunlaştırması için girişimlerde bulundu. Fakat tabandan eyleme çok yoğun bir katılım olmadı. Ankara’ya giden kitle açısından da bakıldığında sayısal erimenin devam ettiği görül­mekteydi. Eyleme katılanlarm sayısı neredeyse kapatma davası sürecinde Milli Eğitim Bakanlığı önünde yapı­lan basın açıklamasına katılanlarm sayısı kadardı (5-6 bin kişi).

Eylemin içeriğini gerçekten dol­duran ve ülke çapında etki yaratma­sını sağlayan ise Ankara kapısında ve Güven Park’ta yapılan direnişler oldu. Genel Merkez, Ankara Valili- ğ i’nin tehditlerini her zamanki göz- dağlarmdan ayırtedemedi, Oysa Şemdinli sonrasında yapılan Güven­lik Zirvesi’nde alman kararlar ve Milli Eğitim Bakam’nm kendisiyle restleşilmesinden duyduğu rahatsız­lık eğitim emekçilerinin karşısına ciddi bir barikat kurulmasına yol aç­tı.

İstanbul-Ankara karayolunda toplanan eğitim emekçileri 26 Kasım günü yetersiz bir hazırlığa rağmen ö- nemli bir direnişe imza attılar. Kitle hareketinin geriye çekilme ruh hali­nin egemen olduğu bir dönemde her­

kese moral verecek, özellikle Eği- tim-Sen’den ümit kesmiş üyelere ye­niden bir sıcaklık kazandırabilecek bir kararlılık ortaya kondu. Sabah saatlerinde gerçekleştirilen fiiili yol kesmeler Genel Merkez’in müdaha­lesi ile engellendi. Özellikle DSD’li gruptan kaynaklanan, yol keserek di­renişi tetiklemeye çalışan emekçile­re yönelik kraldan çok kralcı saldır­ganlık alandaki havayı dağıtacak bir etki yarattı. Sürekli “provakasyon avcılığı” ruh hali ile davrananlar yü­zünden ciddi tartışmalar yaşandı. K olektif davranabilme yeteneğini zayıflatan bir durum ortaya çıktı.

Kararlı direniş ülkeyi ayağa kaldırdı...

Son yol kesme ise biraz da zorla­ma ile yaşandı. Fakat gaz bombaları­nın ve tazyikli suyun yarattığı ciddi yaralanmalara rağmen emekçiler ka­rarlılıklarını sonuna kadar devam et­tirdiler. Eylem Genel M erkez’den gelen talimat üzerine sona erdirildi. Sürekli disiplin vurgusu yapanlar, yolun trafiğe açılması sonrasında sa­atlerce eyleme katılanları bilgilen- dirmeksizin beklettiler. En temel ih­tiyaçların karşılanması noktasında bazı sıkıntılar ortaya çıktı.

Belki de sonuç alınabilecek, kar­şıdaki güçlere geri adım attırabile­cek bir kırılma anında Genel Merkez direnişi mantıki sonuçlarına vardır­ma noktasında yetersiz kaldı. İşin bu noktaya gelebileceğine dair bir ha­zırlık olmadığı için eylemcilerin ka­rarlılığına, yaralılara, bedel ödenme­sine rağmen yollar açılamadı. 2003 Ağustos’undaki eylemdeki kararlılık burada ortaya konamadı. İstanbul bölgesinden gelenler bir gece daha çok zor koşullarda sabahladıktan sonra “farklı yollardan” Ankara’ya giriş yapabildiler, ama diğer yollar­dan gelenler için böylesi bir olanak oluşmadı. Bunlar bir sonraki gün de Ankara girişinde bekletildikten ve ancak çok sınırlı sayıda eylemci “sı­zabildikten” sonra geri dönüş yoluna koyuldular. Eylemin Pazar günkü bölümü ise bir önceki günkü kadar yüksek tansiyonlu değildi.

46

Page 49: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C|O İ

Eğitim emekçileri mücadele kararlılığını

ortaya koydu...Fakat saldırıya karşı gösterilen

direniş ve eylemin son derece meşru talepleri eylemin yarattığı sonuçlar açısından çok olumlu bir atmosferin ortaya çıkmasına yol açtı. Aynı gün Türkiye’nin dört bir yanında Anka­ra’da direnen eğitimcilerle dayanış­ma eylemleri gerçekleşti, alanlar An­kara’ya gelmeyen, fakat sendikasına sahip çıkmaktan da geri durmayan e- mekçilerin toplanmasıyla hareket­lendi. Eğitim Sen, kendisini eğitim emekçilerinin meşru taleplerinin gerçek temsilcisi olarak bir kez daha ortaya koymuş oldu. Çalışma koşul­larının yapısal bir değişikliğe uğra- tılmaya çalışıldığı şu günlerde dire­niş mevzilerini güçlendirebilecek bir dalganın oluşma koşulları yaratıldı.

Direnişten aldığımız güçle zaaflarımızı

aşalım...Fakat bu eylemde ortaya çıkan

direniş ruhu şu ana kadar varolan ki­mi yapısal problemlerin üzerini örte­bilecek seviyede değil muhakkak ki. Tabanın süreçlere katılımının önün­deki engellerin kaldırılamaması, sendikanın gündelik hayatta karşıla­şılan sorunlarda bir çözüm gücü o- luşturamaması, sendikal mücadele­nin kazanıma yol açabileceğine dair güvenin bir hayli sarsılmış olması gibi çok köklü sorunlarla karşı karşı­ya kaldığımız muhakkak. AKP hükü­metinin kadrolaşma konusundaki üs­tün yetenek ve azminin yaratmış ol­duğu tedirginlikle de birleşince yu­karıdaki etkenlerin olumsuz etkileri daha da ağırlaşıyor. Sendikanın daha politik kadroları arasındaki ilişkiler ise daralma dönemlerine özgü bir bi­çimde, karşılıklı suçlamalarla, ruh hallerindeki ciddi bir parçalanmayı gösterircesine bozuluyor. Son tüzük kongresi sonrasında ortamda adı ko­nulmamış bir gerilim sözkonusu. E- ğer kitleleri yönlendirenler dönemin hassasiyetine uygun adımlar atmaz­larsa çok daha moral bozucu karşı

karşıya gelişler yaşanabilir.

Sendikanın tespit edilmesi gere­ken en büyük sıkıntılarından biri de yaşanan neredeyse hiçbir olumlu ge­lişmenin moral yaratamaması ve ya­ratılan neredeyse tüm değerlerin grupsal çekişmeler içerisinde heder edilmesi. Burada en önemli pay mu­hakkak ki sendika içindeki iktidar i- lişkilerini yeniden üretmeyi sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının önüne geçirmekten hiçbir şekilde çekinme­yen hakim anlayışlardadır. Kitlesine güvenmeyen, hiçbir zaman açık ol­mayan, karar alma mekanizmalarını bir türlü kollektifleştiremeyen, ken­disine karşı olanı neredeyse düşman olarak kodlayan bu hakim anlayış en belirgin biçimde DSD grubunda göz­lense de özellikle EMEP’in de poli­tika yapma anlayışı açısından onlar­dan hiç de geriye kalmadığını belirt­mek durumundayız. Bu durum bütü­nüyle yabancılaştırıcı bir atmosferin sendikaya hakim olmasına yol aç­maktadır. Böylesi bir durumda da dı­şarıya çok olumlu, direnişçi ve ka­rarlı mesajlar verebilen bir eylem maalesef sendikanın yürüyüşünü de­vam ettiren kadrolara aynı biçimde gözükmemektedir. Dolayısıyla da dı­şarıdaki oluşan olumluluğu örgütle­yecek bir irade oluşamadan hava yi­tirilmektedir.

Gözlerin yeni örgütlenme ve

mücadele araçlarına dikilmesi lazım...

Taban inisiyatiflerini temsil et­meye çalışan gruplar ve iradeler açı­sından bakıldığında ise başka bir za­afın yukarıdakine yakın sonuçlara yol açtığını gözlüyoruz. Sınıf hare­ketinin genel düzeyi ile ilgili bir perspektifin içine yerleştirilmeksizin sürekli bir Genel Merkez eleştirisi ve gözlerin sürekli yukarılara dikil­mesi benzeri bir moralsizliğe ve kit­lelerden uzaklaşmaya yol açmakta­dır. Oysa yeni ilişkilerin oluşturula­bilmesi, yeni örgütlenme ve mücade­le araçlarının sendika gündemine so­kulması, yeni moral rezervleri ürete­rek yabancılaşma-bürokratikleşme-

ümitsizleşme sarmalından çıkışın i- şaret fişeklerinin patlatılabilmesi gö­revi bütünüyle bu kesimlerin omuz- larmdadır. Flızla kökleşmekte olan olumsuzlukları engelleyebilmenin tek yolu kitlelerle buluşacak yeni yöntemler geliştirebilmek ve bura­dan alman güçle taban inisiyatifini güçlendirebilmektir. Flakim anlayış­ları eleştireceğiz, ama gözümüzün ö- nündeki yeni sıçrama olanaklarını kaçırmamıza yol açacak kadar büyük bir iştahla değil. İktidar ilişkileri e- leştirel tutumlarla değil, somut güç­lerle değiştirilebiliyor ancak.

Sonuç yerine...Sonuç olarak eğitim emekçileri

direnebilme yeteneklerini 26 Ka­sım’da bir kez daha ortaya koydular. AKP’yi “ayarlama mevsimi”yle de çakışınca eylem bir anda tüm Türki­yeli emekçilerin gündemine oturdu. Şimdi bu enerjimizi, gündeme gel­miş olan Yeni Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortaları Yasaları başta ol­mak üzere eğitim emekçilerinin ger­çek sorunlarıyla bütünleştirerek sını­fın tümünü ateşleyebilecek bir mü­cadelenin inşasına girişmek için kol­ları sıvama vaktidir.

47

Page 50: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Evde taşerona çalışan kadınların örgütlenme olanakları

Ev d e ö r g ü t g la b İlm ek

€zgi Kara

Ev eksenli çalışmanın örgütlenebilmesi, kadın çalışması ile emek mücadelesini ortak paydada sen- tezleyen, birlikte mücadeleyi gerçekleştiren bir yapıyı zorunlu kılıyor. Bunu başarabilmek için bu alan­da güç biriktirmek ve ilişki ağlarını geliştirebilmek, kendiliğinden ortaya çıkan ağların parçası olabil­mek gerekir. Kimilerinin örgütlenmesi zor olarak gördüğü bu alan, uzun soluklu mücadele deneyim­lerinin ortaklaştırılması ve sonuç alıcı doğrudan eylemlerle birlikte net bir şekilde görünür olacaktır.

Son yıllarda enformel sektör, özel olarak da ev eksenli çalışma üzerine ya­pılan değerlendirmeler literatürde ken­dilerine önemli bir alan açtı. Ancak bü çalışmaların büyük kısmının ortaklaştı­ğı nokta, bu alanın yapısal özelliklerini sergilemek, sorunları tespit eünek ve bu alan özgülünde örgütlenmeye ihtiyaç olduğunu söylemekle sınırlı olmalarıdır. Bunların içinde ev eksenli çalışanları iş­çi sınıfına dahil etmeyenler olduğu gibi -dolayısıyla örgütlenme üzerine kafa

yormaya gerek yoktur!- bu alanda bir örgüt çıkartabilmenin ne kadar “zor” ol­duğunu vurgulayan, bu yüzden “utan­gaç” bir tavır sergileyen yaklaşımlarda söz konusu.

TaşeronaçalışmanınözellikleriTaşerona çalış­

ma; eve iş vermenin istikrarsız ve işçinin hayatından bağım- sız/işçinin hayatının gereklerine cevap vermeyen yapısıyla son derece uyumlu­dur. Daha doğrusu bunun doğrudan bir sonucu gibi görün­

Her şeyden önce ev eksenli çalış­mayı bir bütün olarak görmek gereki­yor. Yol’un son sayılarında bu tarz çalış­manın biçimlerini ele aldık. Yani kendi hesabına çalışanlar olduğu gibi taşerona çalışanlar ya da siparişle iş yapanlar da bu alanın bir parçası. Ancak bu biçimler

birbirinden kopuk ol­madığı gibi aksine iç içe geçmiş durumda. Bu yazıda aslolarak deneyimlerimizden hareketle fırmaya/ta- şerona iş yapan ka­dınların örgütlenme olanaklarını gözdengeçireceğiz.

mektedir. Yani taşerona yapılan işler tek başlarına, hem zaman hem de iş miktar­ları bakımından çok süreksiz, belirsiz­dir.

Taşerona çalışmada, iş bulma, iş sü­rekliliğini ve istikrarını sağlama ihtiyacı öne çıkmaktadır. Kendi hesabına çalış­mada ayrıca, fiyat oluşumu ve kontrolü, piyasa bilgisinin kavranışı ve geliştiril­mesi de sosyal örgütlenmenin gerekleri arasındadır.

Ev eksenli çalışanlar maliyet hesap­larını çok doğal bir biçimde yapmakta­dırlar. Örneğin İmeceli Kadınların bir dönem yaptıkları sakız paketleme işin­de; oldukça uyanık ve yaptıklarından haberdar tavırları dikkat çekiciydi. Mar­kette 50 Ykrş’a satılan sakız paketinin kolisi -bir kolide 240 sakız paketi var- evde çalışan kadmlar tarafından sadece 75 Ykrş’a paketleniyordu. Basit bir he­sapla zaten emeğin ne derece sömüriil- düğü görülüyordu.

Bu noktadan hareketle genel duru­mu birkaç başlıkla özetleyebiliriz;

- Ekonomik mücadele alanında ya­şanan sıkıntı, ödemelerin zamanında a- hnamaması ve ödeme zamanlarının be­lirsizliği şeklinde yaşanıyor. Üretim zinciri içerisinde kayıtlı olan ödeme ta­şerona yapılan ödeme oluyor. Ama taşe­ronun kayıtlı çalışan 40 işçisi varsa -ki bunlar yükleme, taşıma, nakliye gibi iş­leri yapıyorlar- işlerin geri kalan kısmı evlerde yapılıyor ve bunlar kayıt dışı. Kayıtlı hale getirebilmek temel bir talep olmalıdır. Hukuki mücadele bu yüzden

48

Page 51: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C|Oİ

önem taşıyor.

- Üretim zincirini değiştirebilecek güce erişilmeli. Taşeron ve oradan da evlere verilen iş uygulaması yerine evde çalışanların muhatap alındığı sendika veya kooperatifler öne çıkarılmalıdır. Bu araç üzerinden kayıt altına alınma, iş güvenliği ve işçi sağlığı gibi haklar için mücadele edilebilir. Bunun için de ye­rellerde çok güçlü sağlam örgütlülüğe ihtiyaç varken aynı zamanda örgütlülü­ğün merkezileşmeye ve yaygınlaşmaya da erişmesi gerekiyor. Çünkü işverenler bir yerde işçi ücretleri arttığında başka bir yere kolaylıkla geçebilmektedirler. Bunun önü kesilmeden, işverenin eli bu anlamda zayıflatılmadan etkili bir mü­cadele yürütmek mümkün görünmüyor.

- Çalışanların bu işleyiş zincirini iyi kavramaları, söz sahibi olarak kendile­rini ortaya koyabilmeleri gerekiyor. İd­dia sahibi kurum çalışan öznenin yerine ikame edildiğinde talepler açığa çıkmı­yor, muhatap olarak geriye kurum kalı­yor. Kolektif bir işleyiş oturtulamadı- ğmda sorumlular ve çalışanlar olarak i- kili bir yapı ortaya çıkıyor. Kadınlar, kendilerini ötekileştiriyor. Dolayısıyla çalışanlar doğrudan karar mekanizması­nın içinde yer almalı ve eyleyici özneler olmak zorundalar.

- Talepler geliştirilirken yereldeki sorunun bütün ülkede yaşanan somnla bağlantısını kurabilmek gerekiyor. Re­form mücadelesinde reformu neyin içi­ne yerleştirdiğin önemlidir. Yoksa dev­letin yapması gereken birçok sorun ku­rum tarafından sırtlanılmak zorunda ka­lınabilir.

- İşin paylaşımı ve örgütlenmesi noktasında karşılıklılık esas olmalıdır. İ- şin dağıtılışmda esaslı bir adalet meka­nizması kurabilmek zorunluluktur.

İç içe geçmiş mekanlar

Ev eksenli çalışmayla ilgili olarak genel tespitlerden biri çalışanların birbi­rinden kopuk, tek tek evlerde çalışıyor olmasıdır. Ancak bunu mutlak bir özel­lik olarak ortaya koymak bir noktayı ıs­kalamayı da beraberinde getiriyor. As­lında taşerona çalışan, evde parça başı çalışan kadınların çoğunlukla yan yana

gelme ve birlikte çalışma istekleri net o- larak ortada duruyor. Bu istek ve gerek­liliğin çok çeşitli sebepleri olmakla bir­likte, bu ihtiyaç bir zorunluluktan kay­naklanmıyor.

Kadınlar yerellerde sıkıştırılmış bir hayata mahkumlar ve onların bu sıkıştı­rılmış durumları sosyal mekanlara ihti­yaç duymalarını da beraberinde getiri­yor. En fazla gidebildikleri uzaklık ma­halle pazarlan olunca kendilerini ifade edebilecekleri başka bir hayatın kapıla­rım da zorluyorlar. Bazen sorunlannı danışacakları bir mekan arıyorlar, bazen de günlük gelişmeleri paylaşacaklan bir dost. (Dört duvara kıstırılmış hayatlar)

Ev eksenli çalışmada beraber yapı­lan işler belli bir işbölümüne dayalı ola­rak da yapılabiliyor. Bir kadın alman i- şin kendince daha süratli yapabileceği bir yerinden başlarken diğeri başka bir yerini yapabiliyor. Bunun için de ortak mekanlar olarak daha çok birbirlerinin evlerini kullanıyor kadınlar. Ancak ma­halle içindeki bir mekan da bu problemi çözebiliyor. İmeceli kadınların parçaba- şı iş deneyleri çoğu zaman şunu gösteri­yor. Zamanında yetiştirilemeyen birçok iş kadınların dayanışması ve el birliği i- le tamamlanmak zorunda. Bunım için kadınlar arasında çalışma şartlarının zorladığı bir birlik ve dayanışma çalış­ma şartlarının kendiliğinden zorladığı bir durum. Bu hem kadınlar arası daya­nışmalım güçlenmesine hem de ortak çalışma kültürünün gelişmesine hem de iş ile ilgili ortak değerlendirmelerin ya­pılmasını sağlıyor. Zaten bu işlerin yaz

aylarında tipik görüntüsü sokakta ve ka­pı önünde çalışan kadınlardır. Dolayı­sıyla ev eksenli çalışma kendiliğinden, herkesin birbirini gördüğü ve kimin hangi işten ne kadar yaptığını bildiği bir ortam oluşacak şekilde örgütleniyor. Bu aynı zamanda kadınlar arası haberleşme ağını da oluşturuyor. Bu iletişim ağı ka­dınlar arası “kendiliğinden” bir örgüt­lenmeye de işaret eder.

Bu iletişim ağını hafifsemek yanlış olacaktır. Bu ağ üzerinden kadmlar bir aracıyı saf dışı ederek, daha yüksek üc­ret veren bir aracıyla ilişki kurabiliyor­lar. Bu anlamda alan üzerinde kendili­ğinden bir denetimleri olduğunu söyle­mek yanlış olmayacaktır.

Kadınlar arası dayanışma ve işlerin imece usulü yapıla gelmesi bu alanda örgütlenmek için de olanaklar barındır­maktadır. Kadınların sosyal ağ içinde varlıklarını sürdürme ihtiyaçlarına ce­vap verecek bir kurumun varlığı onların bir amaç etrafında bir araya gelmelerini de sağlayacaktır.

Dolayısıyla ev eksenli çalışanların sosyal ortamları ve örgütlenişleri alanm örgütlenme dinamikleri açısından ö- nemlidir. Net olarak söylemek gerekir­se; mahalle içindeki bu ağm bir parçası olamayan, bu mekanizmanın organik yapısına sızamayan hiçbir çalışma kalı­cı da olamayacaktır.

Birlikte özne olabilmekEv eksenli çalışan kadınların kendi­

lerini işçi olarak görmedikleri, bu an­

49

Page 52: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

C | İ J I UCAK'ŞUBAI 2006

lamda sınıf bilincinden bir hayli uzak oldukları açıktır. Ancak sınıf olabilmek, bir araya gelme ve birlikte eyleme üze­rinden gerçekleşir. Keza kendi örgütle­rinde kendi kararlarını vermeleri bu sü­reci derinleştiren bir etkendir.

İmeceli kadınların deneyimi bu noktada yine yol gösterici olabilir.

İki yıla yakın bir süredir İmeceli Kadınlar ‘Kadın Meclisi’ biçiminde fa­aliyetlerini sürdürerek bizlere bir örgüt modeli de sunuyorlar. Kadın Meclisi o- luşumunun; yoksul, emekçi kadınların gündelik yaşamı sürdürebilmek, iş gü­cünü satabilmek ve yaşamsal mal ve hizmetlere ulaşabilmek için başvurduk­ları yol ve yöntemler doğrultusunda ge­liştiği görülüyor. İmece deneyi, bu sü­reçlerin doğal uzantısı şeklinde gelişen durumun bilinçli bir mücadeleye taşın­masından başka bir şey değildir.

2001 yılında sakız işine girilmesi de çıkılması da parçabaşı çalışan kadınla­rın yoğun tartışmalar yapmasının ardın­dan gerçekleşmiştir. Fiyattan, işin dağı­tılma biçimine, işin nasıl yapılacağının eğitiminin verilmesinden, zamanlama­nın tutturulmasma, en sonunda ise işve­renle pazarlığın İmece kadın toplantıla­rında yapılmasına ve bir karara varılma­sına kadar bütün süreçler işyeri ya da sendika yerine İmece’de yapılmıştır. Kadınlar hemen evlerinin yakınında bu­lunan kummla günün her saatinde ve kendilerine en uygun zamanda sürekli i- lişki içerisinde bulunmanm güven ve ra­hatlığıyla bu süreçlerin içinde yer almak konusunda tereddüt yaşamamışlardır.

Bu şekilde adeta doğal olarak başla­yan birlikte tartışma, birlikte karar ver­me ve birlikte hareket etme eğilimi za­manla daha kurumsal bir yapıya kavuş­muştur ve yaklaşık 2 yıldır her hafta toplanan İmece Kadın Meclisi hem par- çabaşı iş konusunda hem de yaşama da­ir gündemleştirilen her konuda kadınla­rın yaşamında önemli bir yer tutmaya başlamıştır.

Faaliyetin sürekliliği bunu göster­mektedir. Son bir yıldır Kadın Mecli- si’nin yürüttüğü “Nutuk Değil; İş, Kreş İstiyoruz” kampanyası da faaliyetin gel­diği aşama hakkında bizlere fikir deri­yor. Bu tür örgütlenmelerin hem müm­

50

kün olduğunu bize gösteriyor hem de hem sınıf mücadelesinde hem de kadın mücadelesinde önemli bir yer tutabile­ceğinin işaretlerini vermesi bakımından son derece değerli bir örgütlenme dene­yidir.

Ayrıca meclis deneyimi kadınlar i- çin kendilerini görmelerini sağlayan bir araç olmaktadır. Bu mekanizma üzerin­den kadınlara dayatılan yoksullukla mücadele stratejisinin aslmda yoksullu­ğu daha da derinleştirici bir mekanizma olduğunu, bu çemberden çıkmanın an­cak yapılan işin görünür kılınarak aşıla­cağını, ev eksenli çalışanların örgütlen­mesi ve dayanışmasının zorunluluğunu birlikte ifade ediyorlar. Meclis toplantı­ları ile kadınlar kendi yaptıkları işe dışa­rıdan bakmayı deniyorlar. Önemli olan öznelerin içinde bulundukları gerçekliği ve bu gerçeklik içinde kendilerini nasıl algıladıkları ve nasıl tavır aldıklarıdır. Bunu bir örgütlülükle birlikte yaptıkla­rında çözüm şansları olduğunu kendile­ri de görebilmekteler. Çok net olarak söylemek gerekirse; yaptığı işin ücretini bile alamayan kadın kendine güvenecek bir mekan aramaktadır.

Taşeron karşısında parça başı çalış­mada işi örgütleyen, diğer kadınlardan farklı olarak hesap tutma, işi paylaştır­ma gibi sorumlulukları da üstlenen bazı kadınların aracılığa kalkışmamaları, tam tersine işbölümünün bir parçası ola­bilmeleri iyi bir örnek sunabilmektedir. Örgütlülüğü bu evreye getirmek örgüt­lenmenin başarısıyla mümkün ama çok da kolay değil. Çünkü bencilliğin ve kendi işime bakarım mantığının aşılma­sını sağlayacak bir sürece evrilmek, bi­linçli bir yönelim içerisinde olmak kaçı­nılmaz. Tabii her şey de kendiliğinden gelişmiyor. Önemli olan işin tabiatına sınıfın bilincini ve dayanışmasını kata­bilmekten geçiyor. Ortak çıkarlara yü­rüyebilmek için birlik ve dayanışmanm sahiplenilmesinin önünde geriye kadın­lar üzerindeki geleneksel baskılar ya da fiziki engeller kalıyor. Örneğin; kadm ne kadar süre evin dışında kalacağına kendisi karar veremiyor. Çoğu zaman hesap vermek zorunda oldukları insan­lar oluyor. Çocuklu ve evde çok fazla sorumluluğu olan kadınlar vakit yarata­mıyor vb. Bu koşullann da zaman için­de mücadele geliştikçe dönüştürülmesi

söz konusudur. Ve sınıf mücadelesini a- çık bir şekilde etkileyen faktörlerdir. Bu nedenledir ki kadınların cins mücadele­siyle, smıf mücadelesi çoğu zaman iç i- çe geçmektedir.

Kadın olmanın farklılığıEv eksenli çalışmanın büyük bir

kütlesi kadınlardan oluşuyor ve bu alan­daki kadınlar kendilerine yer açarken çok ciddi engellerle mücadele etmek zorunda. Bu çoğunlukla evdeki eşleri o- labiliyorken, bir başka kadının sınırla­malarıyla da karşılaşabiliyorlar. Kadın­ların herhangi bir hak talebi önce erkek egemenliğinin duvarlarına çarpıyor. Parça başı çalışmada evinden dışarı çık­makta zorlanan kadının herhangi bir hak talebinde bulunması, diğer kadın­larla yan yana gelebilmesi, deneyim ve sözlerini paylaşabilmesi ya da doğal de­netim mekanizmasının bir parçası ola­bilmesi imkansızdır. Kadını eve hapse­den her zaman erkek değildir elbette. Bu zaman zaman anne, kız kardeş vb de olabilmektedir. Bu yazı kapsamında çok derinleştirmeyeceğiz, ancak eğer ev ek­senli çalışanları örgütlemekten, seslerini ortak bir çığlığa dönüştürmekten söz e- diyorsak “kadın” olmaktan gelen sorun-

■ larını göz ardı edemeyiz. Ev eksenli ça­lışma aynı zamanda bir kadm çalışması olmalı ve bu anlamda da siyasallaşabil- melidir. Geleneksel ev kadınlığı rolünü reddedebilen kadm yaptığı işe de sahip çıkacaktır. Örgütlenmenin kendisi kadı­nın özneleşmesine direkt hizmet eden bir mekanizma olmak zorundadır

Sonuç yerineEv eksenli çalışmanın örgütlene­

bilmesi, kadm çalışması ile emek mü­cadelesini ortak paydada sentezleyen, birlikte mücadeleyi gerçekleştiren bir kurumu zorunlu kılıyor. Bunu başara­bilmek için bu alanda güç biriktirmek ve ilişki ağlarını geliştirebilmek, ken­diliğinden ortaya çıkan ağların parçası olabilmeyi gerektiriyor. Kimilerinin örgütlenmesi zor olarak gördüğü bu a- lan, uzun soluklu mücadele deneyimle­rinin ortaklaştırılması ve sonuç alıcı doğrudan eylemlerle birlikte net bir şe­kilde görünür olacaktır.

ı rlro

Page 53: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

SİYASETİN ÖZNESİ VE■ ■ ■ ■

ÖZNENİN SİYASETİ ÜZERİNE(Eleştirel bir deneme)

Melih flteşer

Tüm yönleriyle hesaplaşılamadığında devrimci hareketin durumuna ilişkin tespit­ler de körün fili tarifine benziyor ve çözüm olarak atılan adımlar tekrara dönüşü­yor. Bu yazıda böylesi büyük bir hesaplaşmayı yapabileceğimiz beklenemez, an­

cak hesaplaşma cüretimizi ortaya koyan bir adım olarak görülebilir.

“Siyaset bir dövüş yoludur ve dövü­şen sosyal sınıf çıkarlarıdır” diyor Kıvıl­cımlı yoldaş. O halde siyasi bir özne ola­bilmek belirli bir sosyal sınıfın tarihsel ve güncel çıkarlarını dövüştürebilmek- ten ve böylece kazanılabilecek temsil yeteneğini geliştirmekten geçiyor. Ter­sinden söylersek: Öncü, öncüsü olduğu sınıfın çıkarlarından kopuşmuş veya onu dövüştürme yeteneğini yitirmişse, artık onun öncülük iddiası da kendinden men­kul bir şeydir. Kavram karmaşasına düş­memek için bu yazıdan siyasi özne ol­manın, söz konusu siyasi dövüşün (sınıf­lar mücadelesinin) gündemini, talepleri­ni, hedeflerini, yerini, zamanını, biçimi­ni, yöntemini, araçlarım vb. belirleyen tarafı ve öncüsü olmak anlamında kulla­nılacağını söylemeliyim. Siyasetin nes­nesi olmak bunun tersi bir anlamda kul­lanılacak elbette.

Dövüşte kazanmak için haklı olmak yetmez. Eşitsiz güçlerin savaşında zayıf olan tarafın kendisinin en güçlü olduğu zeminde düşmanının en zayıf halkasına yönelik saldırıyı örgütlemek genel kural­dır. Daha önemlisi bu saldırıyı stratejik, taktik bir öngörü ve bütünlük içersinde örgütleyebilmektir. Mücadelenin yönte­mi, araçları, eylem hattı vb. de buna bağ­lı olarak gelişecektir. Taktik mücadelede bağımsız bir siyasi hat geliştirebildiği­miz ölçüde düşmanı kendi dövüş minde­rimize çekebilir ve ona en yıkıcı darbele­ri vurabiliriz. Politik bir mücadelede be­

lirleyen ya da belirlenen olmak, güçlerin maddi durumlarına bağlı olmaktan çok nitel durumlarına, yani politik öngörü ve iradeleşme, hareket yeteneklerine bağlı­dır.

Kolektif aklı ve kolektif davranışı geliştirerek yeni önderlikte ve örgütte, yenide üretimi sürdürerek siyasi bir özne olmak ya da düşünce ve davranışta par­çalanmış bir var oluşu sürdürerek sosyal bir kasta dönüşmek. Birincisi iktidar mü­cadelesine soyunanların İkincisi ise dü­zen içi bir muhalefet dinamiği olmayı tercih edenlerin yoludur. Bugün kendi gerçekliğinin bilincinde olan pek çok grup ve hareket sınıf savaşını yönetebile­cek ve çekim gücü olan devrimci bir si­yasi öznenin gerçekliğine işaret ediyor, bu yönde arayışları sürdürüyor. Fakat nasıl yaratılacağına ilişkin bütünlüklü bir önerme yapılamıyor. Çünkü tasfiye sürecinin kapsamı ve derinliği ile denk düşecek bir iç hesaplaşma yaşanmadan yeni bir paradigma oluşturulamıyor.

Kriz ve tasfiye sürecinden devrimci bir çıkış, öncelikle somut durumun so­mut bir tahlilini gerektiriyor. Tespit (teş­his), tedavinin (çözümün) yansıdır. Bu noktada devrimci hareketin durumuna i- lişkin tespitim şudur: Devrimci hareketi­miz 90 Tı yıllarda strateji-taktik-prog- ram-örgüt bütünlüğünü tamamen kay­betmiştir. Dört cephede de bozguna uğ­ramıştır. Savaşı yeniden örgütleyebilmek için dört boyutlu bir iç hesaplaşma yaşa­

mak, bu temelde yeniden iradeleşmek gerekir. 100 yıllık halk savaşı veya toplu ayaklanma stratejilerine hiç dokunma­dan, program sorunlarının etrafında do­lanarak taktik mücadeleyi genel ajitas- yon kampanyalarına indirgeyerek ve üs­tüne bir de kaba kolektivizm (kolektif şeflikle) ve iç iktidar kavgalarıyla malul bir örgüt yapısının kabuklarını çatlatma­dan gerçek bir iktidar örgütü, devrimci bir siyasi özne nasıl olunabilir ki? Ama bir şey düşünüp başka bir şey söyleyen ve söylediğinden de başka bir şey yapan, her gün biraz daha şizoffenik ve iktidar- sızlaşmış, nesneleşen bir sosyal kast, ta­rikat olunabilir. Tüm yönleriyle hesapla- şılamadığmda devrimci hareketin duru­muna ilişkin tespitler de körün fili tarifi­ne benziyor ve çözüm olarak atılan a- dımlar tekrara dönüşüyor. Bu yazıda böylesi büyük bir hesaplaşmayı yapabi­leceğimiz beklenemez, ancak hesaplaş­ma cüretimizi ortaya koyan bir adım ola­rak görülebilir.

Devrimci harekette kriz ve tasfiye sürecine karşı güçlü bir kopuş iradesi he­nüz gelişmedi, fakat uzun bir arayış sü­recinin, gelinen aşamada belirli siyasi e- ğilimleri açığa çıkardığını görebiliyoruz. Bu eğilimleri ve karakteristik özellikleri­ni şöyle özetleyebiliriz:

Birinci eğilim, liberal sol eğilimdir. İktidar mücadelesini Ufkundan silmiş, orta sınıf eğilimlerini temsil eden düzen içi bir muhalefet durumundadır. Devrim­

ci

Page 54: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

ı wvrM\^u um ¿.\jkju'1 V

ci hareketle mesafeyi açtıkça, AB’den e- sen rüzgarların kendisine yeni yaşam a- lanları'açacağını sanan bu eğilim, artık yelkenlerini indirmek zorunda kalmakta­dır. Refûrmizmin tescilli markasıdır, sos­yalistlerin demokratlaşmasının en sağda­ki örneğidir.

İkinci eğilim, kendi egemenlerinin karşısında güvercin, emperyalizme karşı ise şahin olmakla tanınan ulusal sol eği­limdir. Dönem özelliğinin bir sonucu o- larak faşist hareketten devrimci küçük buıjuvaziye kadar geniş bir ittifak cephe­si vardır. Tasfiye sürecinin bu aşamasın­da en fazla güç toplayan eğilimdir. Dev­rimci sınıf mücadelesinden kaçma ve ka­çamak eğilimlerin toplandığı bu adres bir süre daha yüzergezer kitlenin ziyaret­lerine açık olacaktır.

Üçüncü eğilim, kendini tekrar eden, kabuklaşmış ve özü boşalan bir devrim­ci radikalizm eğilimidir. Bir kısmının bir ayağı da ulusal sol zemine basmaktadır. Bu eğilim post-modem siyaset tarzının kuşatması altında siyasi bir özne olma yeteneğini kaybettikçe sosyal bir kasta dönüşen belirgin örneklerdendir. Herke­se rahatlıkla yakıştırdıkları oportünizm ve revizyonizm kapıdan kovsalar da ba­cadan içlerine giriyor, zira ideolojik za­yıflıklarını görmemekte ısrar ediyorlar.

Dördüncü eğilim, devrimci radika­lizm eğilimi ile liberal sol eğilimler ara­sında gidip gelen arafta kalmış, “ortanın solu” eğilimidir. Biraz kendilerine sev­dalı, rekabetçi bir halleri vardır. Her yo­lun yolcusu olabilecek bu eğilimin için­

den devrimci çıkışlar da başarılabilir. En büyük ayak bağı ideolojik zaafları, stra­tejik kabalığıdır. En önemli avantajı ise kurumsal gücü ve politikleşme çabaları­dır.

Beşinci bir eğilim olarak teorisizme varan düşünce dağınıklığı ve teorik poli­tikadan pratik politikaya adım atamayan, enerjisi ile iddiası arasında uçurumlar o- lan sosyalist aydın eğilimlerinden söz e- debiliriz. Aslında başlı başına ayrı bir e- ğilim olarak fazla varlık gösteremese de tüm diğer eğilimlere sirayet edebilen ve küçük ideolojik gruplar olarak var olan eğilimdir. Varlık nedenleri devrimci teo­ri yapmaksa da düşünce tarihindeki kırıl­maların ürünleri olmaları ve devrimci pratikten kopuk olmaları nedeniyle bu rollerini de pek oynayamazlar.

Altıncı bir eğilim de “solda birlik e- ğilimidir”. Kendi içinde iki eğilimi ba­rındırır. Tasfiye sürecinin tüm etkilerini üzerinde taşıyan köksüz ve marjinal grupların birlik anlayışları özünde bir güçsüzlüğün birliğidir. Ayakta durabil­mek için birine tutunmaya çalışan bu tarz birlik eğilimleri gerçek bir irade bir­liğine yanaşmadıkları için, ikinci adımda “dağılalım” diyebilecek sığlıktadır. Di­ğer birlik eğilimi ise iktidar mücadelesi­ni büyütmek için devrimci bir güç mer­kezi yaratma düşüncesiyle mücadelenin her alanında kendini aşma temelinde devrimci hareketlerin yeniden sentezleş- mesini savunan anlayıştır. Her devrimci yapının içinde potansiyel olarak vardır. Ancak henüz bu eğilime önderlik edebi­

lecek, birliğin içeriğini ve biçimini belir­leyebilecek bir irade ortaya çıkamamış­tır. Bunun bir nedeni de böylesi bir sen- tezleşmenin ön koşulu olarak her dev­rimci yapının “kendinde devrimini” ya­pamamış olmasıdır.

Son olarak devrimci hareketin tari­hinde bir döneminin daha (1960-90 ara­sı, ikinci dönem) kapandığından hare­ketle üçüncü bir doğuş dönemine işaret eden ve bu dönemin öncü siyasetini ya­pılandırmayı hedefleyen üçüncü doğuş eğilimi üzerinde durmalıyız. Hareketi­mizi bu eğilimin başlıca temsilcisi ola­rak, değerlendirmenin odağına almalı­yız. Yanıtlamamız gereken soru şu: İkti­dar mücadelemizde üçüncü dönemi ka­zanmak için, stratejik-programatik-tak- tik-örgütsel bütünlüğümüzü yaratma he­defimize ne kadar yakınız?

Strateji ve program sorunlarının çö­zümüne ilişkin önemli adımlar attığımızı söyleyebiliriz. Buna rağmen strateji pla­nı konusunda paylaşım savaşları süreci­nin ortaya çıkardığı yeni siyasal güç den­gelerinin ve geçen on yıllık mücadele deneyimlerimizden çıkan sonuçların ışı­ğında özellikle pratiğin teorisiyle yetkin­leştirilmesi ihtiyacı ortadadır. Paylaşım savaşlarıyla şekillenen yeni koşullardan Kürt hareketinin ve devrimci küçük bur­juvazinin nasıl etkilendiği, esas yığmağı yapmayı öngördüğümüz alanlardaki (va­roşlar) ve kırlardaki somut durumu ve mücadele deneylerimizi bu bağlamda tartışmak mümkün. Program sorunlarına ilişkin olarak da demokrasi, ulusal sorun ve köylülük üzerine bazı açılımlara ve değişikliklere hala ihtiyaç var.

Taktik ve örgüt bütünlüğünün sağ­lanması konusunda fazla yol kat edeme­dik. Politik taktiklerle örgütsel taktikleri birbirini çelmeden eş zamanlı yürütebil- me yeteneğimizi yeterince geliştireme­dik. Devrimci hareketin geneliyle kıyas­landığında politik taktik bilincimizin da­ha açık olduğu ve halkın gündemleriyle kendi gündemlerimiz arasındaki bağı da­ha çok kurabildiğimiz söylenebilir. An­cak politik taktikleri uygularken hedefe ulaşmamızı sağlayacak eylem hattını ve örgütlenme taktiklerini geliştirmede, taktik disiplin içinde sonuca gitmekte ö- nemli sorunlar yaşıyoruz.

Bu nedenle devrimci hareketin ge­nelinin yaptığı gibi çoğu kez biz de tak­tik dövüşü kısa bir zaman dilimine hap-

Page 55: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞUBAT 2006 C |O İ

sedilmiş ve birkaç merkezi ajitasyon- propaganda araçiannm kullanımına o- daklanılmış, “tik tak” kampanyalara in­dirgeyebiliyoruz. Siyaset yapış tarzımız odaklandığımız sorunu “talebi” en azın­dan kendi iktidar alanlarımızda çözüm yoluna sokmayı başaramıyorsa, çalışma­larımız genel ajitasyon seviyesinde kalı­yorsa, biz de “siyasetlerden biri” konu­mundan ileriye gidemeyiz. Kitle dina­miklerimizi yeniden yaratabilmek için, taktik dövüşlerde kazandırıcı bir tarzı e- gemen kılmamız gerekiyor. Mücadeleye çağrı düzeyini aşan, önüne çözebileceği sorunları koyan ve sorun çözen, pratik başarıları üzerinden yeni taktik yöneliş­ler geliştiren bir tarz nasıl yaratılabilir?

Elbette ilk koşul süreci, somut duru­mu kavrayan halkın talepleri ile güçler dengesini doğru okuyan açık bir politik bilince sahip olmaktır. Bir doğruyu yan­lış zamanda ve yanlış yerde dillendirmek onu batırmanın en kestirme yoludur. Öy­leyse halkın taleplerini açığa çıkanrken güçler dengesini dikkate alarak, taktik halkayı doğru yakalamak durumunda­yız. Bu konuda fazla sorun yaşamadığı­mızı söyleyebiliriz. Ancak taktik dövüşü kazanmak için ikinci koşul bu sürecin eylem çizgisinin ne olacağının gerek kit­le gerçeğine uygun bir eylem çizgisi ola­rak gerekse devrimci öncünün bağımsız eylem hattı anla­mında kurgulaya­rak, sürece hazır­lıklı girmektir. Ü- çüncü koşul ne ka­dar hazırlıklı girsek de sürecin düz bir çizgi şeklinde ge­lişmeyeceğinin bi­linciyle taktik di­siplinimizi kaybet­meden “taktik için­de taktikler” geliş­tirerek süreci yöne- tebilmektir. Dördüncüsü açığa çıkan e- nerjileri ve kitle bağlarımızı örgütlü maddi bir güce dönüştürmek üzere uy­gun örgütlenme taktiklerini yaratabil­mektir. Bütün bunları başarabilmekse bu sürecin öznesinin kendi içinde yoğunlaş­mış bir taktik önderliği yaratabilmesine bağlıdır.

Taktik mücadele anlayışımız ve si­yaset yapış tarzımız gerçek bir “ikili ik­tidar” mücadelesine göre gelişmeye baş­ladığında bu kaçınılmaz olarak örgütsel

yapılarımızı da dönüşüme uğratacaktır. Herkesin her işi yaptığı kaba bir iş bölü­müne dayalı örgütlenme tarzının yerini, her işin bir örgütünün olduğu yeni bir ör­gütlenme tarzı alacaktır. Aslında süreç bir ölçüde irade olarak tersten de işletile­bilir. Yani önce her işin örgütünü inşa e- derek ve programatik hedeflerini netleş- tirerek taktik dövüş planımızı ve siyaset yapış tarzımızı bu örgütsel alt yapıya da­yalı olarak yenileme yöntemini de uygu­layabiliriz. Örneğin kitle çalışmalarımı­zın artık ayrılmaz bir parçası olan ve da­ha çok olması da gereken sağlık, adalet, eğitim, tüketim, ulaşım, sanat vb. alanlar da her biri için başlı başına-bir örgüt (çe­kirdek örgütlerden kurumsal yapılara doğru) neden düşünmeyelim! Burada sözünü ettiğimiz ikili iktidar mücadele­sinin demokratik mücadele ayağının ye­niden yapılandırılmasıdır, devrimci sa­vaş örgütünün yeniden yapılandırılması başka bir tartışma konusudur.

İktidar örgütü olmanın gereği, dö­nem özelliklerine göre ve mücadelenin önümüze koyduğu görevlerin üstesinden gelebilecek yöntem ve araçları hızla ge­liştirebilmektir. Taktik öngörü ve yeni­lenme iradesi en çok ihtiyaç duyduğu­muz şeylerdir. Egemen sınıflar, halkı li­beralizm ve milliyetçilik anaforlarıyla kuşatmaya çalışıyorlar. Bu iki anafora

karşı halkın devrimci demokratik talep­lerini örgütleyen bir halk cephesi yaratı- lamadığı ölçüde süreçte devrimci hare­ketin siyasal olarak tasfiyesi de kaçınıl­maz oluyor.

Demokratik mücadelenin ikili ikti­dar mücadelesinin etkin bir ayağı haline gelmesi için bu alanda politika üretme, karar alma ve yönetme yöntemlerini dö­nüşüme uğratmak, doğrudan demokrasi­yi işler kılarak öznenin kendini yeniden üretme koşullarını geliştirmek gerekiyor.

Devrimci demokrasiyi kendinde kazan­mak, açık politik dövüş zeminini güçlen­direrek düşünceyi sürekli canlı tutmak, örgütlü bir bireyi siyasetin öznesi yapa­bilecek bir ilişki tarzını esas almak de­mektir bir yönüyle. Aksi halde görev a- damı sıfatıyla memurlaşmış bir kadro ve sanki hep yönetmek için varmış gibi du­ran, öğrenme yeteneğini yitirmiş bürok- ratlaşmış bir yönetici/önder gerçeği ikisi arasında süre giden karşılıklı bir günah i- lişkisi, vaziyeti idare etme durumu kaçı­nılmaz oluyor. Sonuç siyasi özne olmak­tan çıkmış, “hep bir halli Turhallı” olmuş bir tarikatlaşma oluyor. Devrimci hare­ketin genelde yaşadığı süreç budur ve ü- çüncü dönem örgütünün radikal bir şe­kilde kopuşması gereken şey de budur. Üçüncü dönem örgütümüz siyasal ve ya­pısal bir dönüşümü gerçekleştirebildiği zaman döneme damgasını vuracaktır. Buna yazgılı bizden başka, başka bir si­yasi özne de yoktur.

Meclis çalışmaları gerek ihtiyaç duyduğumuz siyasal dönüşümü sağla­mak için gerekse yapısal dönüşümümü­zü devrimci demokrasinin kuramsallaş­ması ile tamamlayabilmek için adeta bir “politika okulu” olarak sahip olduğumuz en önemli araçlardan biridir. Eğer bu de­ğeri vermeden yalnızca bir biçim olarak siyasal yaşamımıza renk katmamızı bek­

lersek, yanılmakla kalmaz post-mo- dem bir siyaset ol­maya mahkum et­miş oluruz kendi­mizi. Bugüne ka­dar ki deneyimleri­mizin kolektif aklı ve kolektif davra­nış yeteneğimizi ne ölçüde geliştirdiği­ni değerlendirerek adımlarımızı hız­landırmalıyız. Ye­

rellerde daha özgün uygulama olanakla­rı vardır ve bu yönde kurumsallaşmalar yaratılmalı ve yaygmlaştırılmalıdır.

Bugünkü parçalı sosyal yapının ö- zelliklerine uygun olarak her alana, her dinamiğe uygun örgütlenme taktiklerini üretmek; kitle dinamiklerinin yapısına uygun eylem tarzlarını geliştirmek ve politikalarda merkezileşme, eylemde ve örgütlenmede yerelleşme anlayışı ile si­yaseti halklaştırmak yerel meclislerin ö- nündeki başlıca görevler olacaktır.

Demokratik mücadelenin ikili iktidar mücadelesinin etkin bir ayağı haline gelmesi için bu alanda politika üretme, karar al­ma ve yönetme yöntemlerini dönüşüme uğratmak, doğrudan demokrasiyi işler kılarak öznenin kendini yeniden üretme ko­

şullarını geliştirmek gerekiyor. Devrimci demokrasiyi kendinde kazanmak, açık politik dövüş zeminini güçlendirerek düşünce­yi sürekli canlı tutmak, örgütlü bir bireyi siyasetin öznesi ya­pabilecek bir ilişki tarzını esas almak demektir bir yönüyle.

55

Page 56: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

La t ín A m e r ík a ’d a n e d e n ve

NASIL BİR SOL DALGA?Umut Aydın

Latin Amerika'da siyasette sirayet yaygın bir durum. Bir dönem, askeri darbe ve cunta hükümetlerinin birbirini izlemesi gibi şimdilerde "sol" hü­

kümetler ardı ardına sandıkları fethediyor. 5imon Bolivar'ın hayaleti tüm kı­tayı dolaşıyor. Şoru şu; sandık mutlak bir amaç mı, yoksa bir sonuç mu?

Giin ağardı mı, pamuk ağır gelir Ama sevmez gece günün ağarmasını

Bir Inka atasözü

Evo Morales, Bolivya’nın yeni başkanı olarak seçildi. 18 Aralık’ta yapılan seçimlerin ilk turunda %54 oy alarak, en yakın rakibine 25 puan fark attı ve ülkesinin ilk yerli köken­li başkanı oldu. Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) partisinin lideri Mo­rales, kendisini “ABD’nin kabusu” olarak nitelerken, koka üretimini ya- sallaştıracağı ve doğalgazı ulusallaş­tıracağı söylemleriyle 22 Ocak’ta o- turacağı başkanlık koltuğunu bekli­yor şimdi.

Morales, eski bir koka üreticisi aynı zamanda. Ülkenin en aktif gru­bu Aymara yerlilerinden. Öte yandan Morales ve MAS, birçok kesim tara­fından “fazla” ılımlı ve reformcu o- larak tanımlanıyor. Kızılderili Hare­keti Partisi (M lP)’ın lideri Felipe Quispe, bunların başında geliyor. Quispe, seçimlere de katılmayı dü­şünüyordu. Kalesi olarak görülen La Paz’da bile ancak %2 destek bulabi­len Quispe, BolivyalI İşçiler Fede­rasyonu (COB) başta olmak üzere, diğer m uhalif kesimlerden gelen baskılar üzerine çekilmeyi tercih et­ti. Bilindiği gibi Ekim 2003 ayaklan­masında MAS atıl kalmış, öncülüğü Quispe’nin M IP’ı yapmıştı.

Önceki döriemde MAS’m, dev-

94

rik lider Mesa’yı uzun süre destek­lemesi, doğalgazı ulusallaştırmak yerine vergileri artırmayı öne sür­mesi, darbe istihbaratlarını fazlaca vurgulaması, kiliseyi göreve çağır­ması, ABD ile ilişkileri güçlendir­mek istediğinden dem vurması vb. nedenlerle seçim politikalarının MAS’ı ve M orales’i evcilleştirdi­ğinden söz ediliyor. Morales, sözü­nü ettiği çok etnikli yapı, uzlaşma kültürü, herkesle dostça geçinme sözleriyle kendisine merkez solda bir yer tanımlıyor. Öte yandan aslın­da MAS ve Morales için sınır çok net bir şekilde çizilmiş durumda. Bu sınırı çizenler, MAS’m kitle tabanı olan cocalerolar. Özellikle koka me­selesi M orales’i hep daha solda tuta­caktır.

Aslında Morales’in ya da başka birinin nerede durabileceğini belirle­yen kendisi veya dışarlak bir güç de­ğil. Bolivya’da seçimlerden önce ya­şanan isyan dalgasının merkezi ko­numundaki El Alto şehrinin Mahalle Meclisleri Federasyonu (FEJUVE) lideri Abel Mamani seçimlerden ön­ce çok net konuşuyordu: “Her kim devlet başkanı olursa olsun El Alto halkının taleplerine kulak vermek zürunahaİr. Bizim konumumuz 6u- dur.” Son dönemde defalarca devlet başkanı değiştiren pratiklerine bakıl­dığında bu sözün karşısında durmak mümkün değil.

‘Kimin kazandığı fark etmez’

Yukarıdaki başlık sadece Boliv­ya’yı anlatmıyor aslında. Kıtanın ba­zı ülkelerinde son dönemde yaşanan­lar üzerinden, kimi farklılıkları tespit etmek kaydıyla, benzer bir cümle ku­rabiliriz. Öncelikle son döneme iliş­kin bir özet yapmak gerekirse;

Sol dalgayı 1998’de Venezüel­la’da Hugo Chavez’in iktidara gelme­siyle başlatmak yanlış olmayacaktır. Bu yükseliş, Ekvador’da Kızılderili lider Lucio Gutierrez’le devam etti. 2002’de Brezilya’da Lula da Silva, geniş bir cephenin adayı olarak baş­kanlığı kazandı. Arjantin’de, yağma döneminin ardından gelen toplumsal isyanla birlikte sol Peronist Nestor Kirchner iktidara geldi. 2004’te ise Uruguay, tarihinin ilk solcu başkanı Tabare Vazquez’i seçti. Ve son olarak da Evo Morales. Bolivya’nın başına geçti.

Sırada Şili ve Meksika seçimleri var. Şili’de seçimlerin ilk turu geride kaldı. Pinochet faşizminin sona erdiği 1990’dan beri Şili Sosyalist Parti- si’nin başını çektiği Concertacion ad­lı merkez sol koalisyon ülkeyi yöneti­

yor. Bugüne kadar ki adayların en ra­dikali olarak gösterilen Michelle Bac- helet, ilk turu en yakın rakibine %20 fark atarak %46 ile birinci sırada geç­ti. 15 Ocak’taki ikinci turda, Bache-

Page 57: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 CJO İ

let, seçildiğinde ülkenin ilk kadın başkanı olacak.

Meksika’da ise durum biraz karı­şık. Şu anki başkan Fox’a karşı, geniş bir ittifakın desteklediği Lopez Obra- dor anketlerde önde gidiyor. Ancak Zapatistaların lideri Subcomandante Marcos, Obrador’un partisi merkez sol Demokratik Devrim (PRD)’nin Chiapas’m özerk bölge yapılmasına dair yasa tasarısına olumsuz oy verdi­ğini hatırlatarak, “öteki kampanya” a- dıyla bir başka noktaya odaklanmak gerektiğini söyledi. Marcos’u solu bölmekle suçlayanlar var elbette. An­cak solun “niteliğini” tartışmaya aç­ması kayda değer bir durum.

Öte yandan kıtada yaşananlar sa­dece sandık zaferleriyle sınırlı değil. Bir yandan Chavez, Küba ile dayanış­ma ilişkilerini güçlendirirken, ABD’li yoksullara ucuz petrol dağıtımına başladı ve “21. yüzyılın sosyaliz- mi”ni tartışmaya açtı. Diğer yandan yine Chavez’in başını çektiği, Arjan­tin, Brezilya gibi ülkelerin de katıldı­ğı bir ittifakla ABD’nin yaklaşık 10 yıldır uğraştığı FTAA adlı kıtasal ti­caret projesi çöpe gönderildi. Bush, eli boş bir halde Washington’a geri döndü. Keza Arjantin IMF’ye olan borçlarının tamamını vaktinden önce' ödeyerek bu ilişkiler sisteminden bü­tünüyle ayrılmak istediğini açıkladı. Morales, seçimden hemen sonra, Kü­ba’ya uçtu ve Fidel’in emperyalizme karşı yürüyüşünde yanında olacağını söyledi. Morales, aynı zamanda ken­disinin ve bakanlarının maaşlarını ya­rıya indirdiğini, diğer kısmın eğitim ve sağlık bütçelerine aktarılacağını a- çıkladı. Geçtiğimiz Kasım ayında Kolombiya’nın 32 ilinde birden yeni- liberal- politikalara karşı yürüyüşler düzenlendi. Benzeri birçok örnek vermek mümkün.

Özetle; Latin Amerika’da siyaset­te sirayet yaygın bir durum. Bir dö­nem, askeri darbe ve cunta hükümet­lerinin birbirini izlemesi gibi şimdi­lerde “sol” hükümetler ardı ardına sandıkları fethediyor. Simon Boli­var’m hayaleti tüm kıtayı dolaşıyor. Soru şu; sandık mutlak bir amaç mı, yoksa bir sonuç mu?

meclisleri üzerinden kendi iradeleri­ne güveniyorlar. Bu iradeyle içlerin­den çıkardıkları temsilcileri yönlen­direbileceklerini biliyorlar.

Bu noktada durup bakarsak, Latin Amerika’da yaşananlar bir tesadüf müdür? Değilse bugünkü sıçramayı yaratan nedir?

Yeni-liberal politikalar kıtanın ta­mamında inanılmaz bir yıkım yarattı. Özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi vb. zaten yoksul o- lan yerli halkları çukurun en dibine itti. Somut olarak bir gelecek projesi olmaksızın yeni-liberal politikalara karşı çıkma zemininden hareket etti­ler. Mağdurların yaşama müdahalesi, gücünü hayatın gerekliliklerinden a- larak şekillendi. Bu süreçte iki nokta önemliydi; birincisi, mütevazı bir yaklaşımla yaptıkları müdahalenin küçük ya da büyük olmasına aldırma­dılar. İkincisi, toplumun çeşitli ke­simleri arasında dayanışmayı öne çı­kartarak güçlerini birleştirdiler.

Bu sosyal hareketlerin, geçmişten

Marx’i beklemiyorlarUNICEF’in 1997’de yaptığı he­

saplamalara göre, Bolivya’nın El Al­to şehrinde yaşayanların yalnızca %34’ü döşeli yol, çöp toplama ve te­lefon hizmetlerine erişebiliyor. %20’nin içme suyu ve elektriği yok, %80’i kirli sokaklarda yaşıyor. El Al­to’nun çoğunluğunu Aymara yerlileri oluştururken, nüfus hızla artıyor. 1952’de sadece 11.000 kişinin yaşa­dığı kentte bugün 800.000’in üzerin­de insan var ve yaş ortalaması 22, nü­fusun %60’ı 30 yaşın altında. Bu nü­fusun %45’i yoksulluk içinde yaşı­yor. %20’si bunun da ötesinde mutlak yoksulluk çekiyor.

Ama El Alto’da bir başka gerçek daha var. Bir Aymara’nın tabiriyle “mikro hükümetler” olarak işleyen yaklaşık 600 mahalle meclisi var. Bu komiteler, hem halkı kamusal işleri yürütebilecek şekilde örgütlüyor hem de hükümeti, taleplerini dayatarak harekete geçirebiliyor. Ekim 2003’te FEJUVE ve işçi örgütleri, önce baş­kan Lozada’yı ABD’ye kadar ko­valadı, ardından Mayıs-Haziran is­yanında, yerine geçen Mesa’yı is­tifaya zorladı. Bu isyanlar sırasında taleplerini lokal sorunlardan ulusal sorunlara sıçrattı­lar. Doğalgazm u- lusallaştırılm ası, ulus ötesi şirketle­rin def edilmesi ve zenginliğin kendi­lerine çevrilmesini istediler. El Alto halkı ve diğer yer­li halklar, sokak gösterilerinde açı­ğa çıkardıkları e- nerjiyi sandığa da taşıdılar. Onlar i- çin isimlerin öne­mi yok. Onlar ye­relde kurarak ulu­sal olana müdaha­le ettikleri mahalle

5 5

Page 58: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

UUAK'ŞUtSAl ZUU6

Yeni sosyal hareketlerin üçüncü özelliği, "temsil" siyasetinden kopuşmuş olmalarıdır. Önemli gördükleri ya da kendilerinden

gördükleri siyasetçilere, sorunlarım iletip çözüm beklemektense doğrudan eylem taktiğine yöneldiler.

önemli bir farkı herhangi bir siyasal yapının doğrudan önderliğini redde­diyor olmalarıydı. Geçmiş yılların bi­riktirdiği politik yapılar tarafından kontrol edilme, hatta maniple edilme duygusu karşısında “bağımsız” dav­ranma eğilimi öne çıktı. Bu eğilimi, siyaseti ve devleti devralmayı reddet­me noktasına taşıyarak “sivil toplum­cu” bir noktaya savrulanlar oldu. Mikro projeleri öne çıkartan bu anla­yış, kamusal hizmetleri örgütlemeyi önüne koyarak bir anlamda burjuva devletin elini rahatlattı.

Öte yandan aynı “bağımsız” dav­ranma fikrinden hareket eden, ancak siyasetin kendisine değil, önceki dö­nemde yapılış tarzına eleştirel yakla­şan bir anlayış da ortaya çıktı. Küçük reformlar için mücadele ederken, bu­nu toplumu ve devleti değiştirme mü­cadelesinin içine yerleştirdiler. Gele­neksel hareketlerle burada buluştular.

İki yaklaşımın da ortaklaştığı bir nokta var. Kapsadıkları insanları nes- neleştirmeyip, tam tersine ortak dilin parçası kıldılar. İnsanı, kolektif aksi-

yoner insanı karar alma ve eyleme sü­recinin öznesi olarak gördüler.

Bu yelpazenin farklı noktalarına düşmekle birlikte Meksika’da Zapa- tistalar, Brezilya’da Topraksız Köylü­ler, Arjantin’de işsiz işçiler, Boliv­ya’da cocalerolar ya da Venezüel­la’da Chavismo hareketi, “bağımsız” davranmaya örnek gösterilebilir.

Bu hareketlerin ikinci özelliği, savunma konumundan saldırı pozis­yonuna sıçramış olmalarıdır. Yeni-li- beral politikaların özelleştirme, üc­retleri düşürme, sosyal güvenliği yok etme, işten atma taktiklerine karşı el- dekini korumayı tercih etmek yerine saldırdılar. Brezilya’da toprak işgal­leri, Arjantin’de fabrika işgalleri, ke­za Venezüella’da lokavt ilanına karşı fabrikalara el konması ve petrolün iş­letilmesinin ulusallaştırılması talebi bu çerçevenin içindedir. Bu taktiği güdenler çürümüş burjuva devletini korumak adına yapmadılar bunu. Ak­sine fabrikaları işgal ederken, bir yandan da işçilerin konseyler şeklin­de örgütlenip makro ölçekte müdahil

olmasını da gündemleştirdiler. Ya da son 20 yılda 1500’e yakın militanını devlet saldırısında kaybeden MST gi­bi her şeye rağmen kendi evlerinde yaşama, kendi okullarında eğitim görme hakkını kazandılar.

Yeni sosyal hareketlerin üçüncü özelliği, “temsil” siyasetinden kopuş­muş olmalarıdır. Önemli gördükleri ya da kendilerinden gördükleri siya­setçilere, sorunlarını iletip çözüm beklemektense doğrudan eylem takti­ğine yöneldiler. Hareketin niteliğine göre bu taktik, kendine özgü biçimle­re büründü. Örneğin Arjantin’de ana dinamik işsizlerdi. Dolayısıyla üreti­mi durdurma şansları yoktu. Bunun yerine ana yolları, otobanları işgal e- derek kapitalist döngüyü felce uğrat­tılar. Evet, üretim devam ediyordu, a- ma mallar yerine ulaşmıyor ve pazara

çıkamıyordu. Yine bu ha­reketler, dışarıdan gelen­lere güvensizliği öne çı­kartıp yerel kitle önder­lerini yarattılar. Morales, koka üreticilerinin için­den yükseldi.

Mücadeleyi parlamento dışında ta­nımlamanın bir olumlu, bir de olumsuz yönü vardı aslında. Olumlu tarafı, seçi­me endeksli yapılar ve taktiklerden ko- puşma, hayatı sokakta kurma biçimin­de olgunlaşmasıydı. Olumsuz tarafı ise parlamentoda cisimleşen devleti göz ardı etmekti. Hükümetler devrildi, ama devlet ele geçirilmedi. Bunun en bariz örneği, Ekim 2003 ayaklanmasında Bolivya’da polisi kovan, orduyu bölen, devlet başkanmm ABD’ye kaçmasına neden olan yerliler, parlamentonun ö- nüne geldikten sonra durdular. Bunun sebebi sorulduğunda bir yerlinin verdi­ği cevap anlamlıdır: “Devleti nasıl yö­neteceğimizi bilip bilmediğimizden e- min değiliz!” Aynı şey Arjantin içinde geçerlidir. Son krizde tüm ülkeyi saran ve günlerce süren bir isyan dalgası söz konusu, ancak bunun içinden çıka çıka merkez sol bir hükümet çıktı. Sol da olsa Peronizmin ufku bellidir. Bu duru­mu öncü parti olmaması gibi klişe bir tespitle tanımlamak yerine, bu hareket­lerin politik kadrolarını yaratmakta ye­tersiz kaldıklarını söylemek daha doğ­ru olacaktır. Ve elbette; asıl sorunun ne

56

Page 59: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C|Oİ

için mücadele ettiğinizden daha çok, nasıl bir bütünün içinde anlamlandırdı­ğınız olduğunu görmektir.

Latin Amerika’daki yeni hareket­lenmenin dördüncü özelliği ise hazır bir reçetenin peşinde koşmuyor olu­şudur. Deyim yerindeyse aksakallı Karl Marx’m gelip kendilerini kurtar­masını beklemiyorlar. Ya da baştan sınırlarını çizdikleri bir projeyi önle­rine koyup mekanik bir şekilde onu gerçeklemeye çalışmıyorlar. Bunun yerine pek çok şeyi yürürken tartışı­yor, mücadelenin zenginliğinden çö­züm ve sonuçlar üretiyorlar. Salt en­telektüel bir çabanın yerine, aynı za­manda politik de olan bir müdahaleyi koydular. Ve bu süreç aslolarak aşağı­dan yukarıya doğru bir dinamiği ha­rekete geçirdi. Bunun en iyi örneği şüphesiz ki Chavez ve başlattığı 21. yüzyıl sosyalizmi tartışmalarıdır: “İn­san, fikriyatı içinde evriliyor. Ben Ve­nezüella’da yaşanmakta olanların te­orisi, tartışmaları ve praksisinin top­lamının ürettiği bu diyalektiğin mey­vesi olan fikirlerden, tecrübe ve fikir­ler ediniyorum. Son altı yıl çok zen­ginleştirici oldu, fikirsel açıdan beni çok besledi... Siyasal çizgi açısından, 21. yüzyıl sosyalizminin belirleyici unsurlarından biri katılımcı ve ‘öncü’ demokrasi olmalıdır: Halk iktidarı. Bu, tek parti ya da bütün kararların bir partide merkezileşmesi fikriyle ta­ban tabana zıt tanımlayıcı bir siyasal unsurdur. Her şeyin merkezine halkı koymak gerekiyor, parti halkın buy­ruğunda olmalı. Tersi değil.”

Bu kadar satırın özeti şu; Latin A- merika’da halk kendi kaderini eline aldı ve siyaset artık halkın eline geç­ti. Yani sorun Chavez’in, Lula’nm ya da Morales’in ne yapacağından daha ötede duruyor. Çünkü MAST ya da Morales’i, sosyalizme doğru hareket ettirecek olan Bolivya’nın yerli halkı­dır, cocalerolardır. Başkası değil.

Küba ve Venezüella’nın varlığı

Yukarıdaki sıraladıklarımın arka­sında duran, atlanmaması gereken ol­gular da var. Bunlardan birincisi; ö- zellikle bazı ülkelerde, mesela Arjan­

tin, örgütlenme geleneği çok eskiye dayanır. İşsiz işçiler hareketinden söz ederken, işsizlerin çalıştıkları dönem­de %90Tarın üzerinde sendikalı ol­dukları gerçeğini ifade etmek gerekir.

İkincisi; Küba’nın varlığıdır. 46 yıldır, ABD’nin arka bahçesinde her şeye rağmen ayakta kalan Küba, ya­şadığı yoksulluğun üstesinden gelme­sinin yanı sıra kıta halklarına yardım da ediyor. Gösterdiği dayanışma, La­tin Amerika halklarının bilincine ka­zınmıştır. Bu anlamda Küba, “başka bir dünyanın mümkün” olabileceği­nin canlı kanıtıdır.

Üçüncüsü ise; Venezüella ve Chavez’dir. ABD’nin tüm gayretleri­ne karşın ayakta kalabilen Chavez, kıta halklarına umut aşılamıştır. An­cak katkısı sadece bununla sınırlı de­ğil elbette. Küba’ya çok ucuza petrol veren Venezüella, aynı dayanışmayı diğer ülkeler için de sergileyecektir. Benzeri anlaşmalar Arjantin, Brezilya ve Uruguay’la da yapıldı. FTAA’yı çöpe gönderen biraz da Venezüel­la’nın elindeki bu imkan olmuştur. Keza Venezüella, Latin Amerika’daki ticaret akışının da önemli bir parçası­dır. Bir bakıma Latin Amerika burju­vazisi için bile ABD’ye karşı bir al­

ternatif oluşturmuştur. Latin Ameri­ka’nın İsrail’i olarak nitelendirilebi­lecek Kolombiya bile Venezüella ile işbirliği anlaşması imzaladı ve ardın­dan FARC ile masaya oturdu. Chavez güçler dengesini net olarak değiştir­miştir.

Chavez, aynı zamanda ideolojik olarak da kıta halklarına yön göster­mektedir. Kıta’nm neredeyse tama­mında aynı dilin konuşuluyor olabil­mesi, bir ufuk çizmek açısından işi kolaylaştırmaktadır. Son dönemde yayma başlayan Telesur (Güneyin te­levizyonu), halkları burjuva medya­nın tahakkümünden kurtarmış, sosya­list bir pencere sunmuştur. Castro ve Chavez’in varlığını atlarsak, Latin A- merika’daki bu yükselişi eksik anlat­mış oluruz.

Sanırım böyle bir yazının son sö­züne en uygun düşen ifade bir Sezen Aksu şarkısı olacaktır:

“Ben böyle yürek görmedim, böy­le sevgi / Şimdi çocuk büyümekte giin be gün / Bütün hüzünleri okşadı birer birer / Gizli bir ümide sarılarak, bi­raz küskün...'’'’

02. 01.2006

57

Page 60: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

IRAK’TA ABD SAF

DEĞİŞTİ RİVORAyşe Tansever

ABD her ne Kadar üçüncü sömürgecilik düzenini Kurmakta zorlanıyor olsa da açık kapıları her zaman buluyor. Onun petrolü sömürme hastalığı da enerjisi haline ge­

liyor. Onda bu duygu ölmeyeceğine, yani sömürmeden ayakta duramayacağına göre Irak halkları da sömürüye karşı doğru silahla dövüşmedikleri için bu savaşın daha çeşitli kılıklara bürünerek daha uzun sereceğini düşünmek gerekmektedir.

Irak’ta 15 Aralık seçimleri yapıldı. Kesin sonuçlar yeni yılda açıklanacak. I- rak şimdi yeni bir döneme giriyor. 4 yıl başta kalacak hükümet iş başı yapacak. ABD’nin başta açıkladığı Irak’m demok­rasi planı tamamlanmış oluyor. Yeni meclis ve hükümet işgal güçlerinden çe­kilmesini isteme hakkına da sahip. O ne­denle ABD açısından da bu hükümetin yapısı önemlidir.

Katı sol basın Irak’taki milletvekili seçimlerini ABD sömürgeciliğinin bir o- yunu olarak görüyor ve bir şeyin değiş­meyeceğini savunuyor. Bize göre bu bi­raz kaba ve kestirme bakış oluyor. ABD Irak’ta üçüncü dönem sömürgecilik ya­pısını oturtmaya çalışıyor. Bugün Irak, yarın başka bir ülke aynı saldın ile karşı karşıya kalabilir. ABD böyle bir mücade­leyi kan teri dökerek vermektedir. Bin bir kılığa giriyor. Armut pişip ağza düşmü­yor. Bu derinlikleri kavramak görmek bizce önemlidir.

Daha liberal sol güçlere bakarsanız durum bunun tam tersi. ABD artık ya­vaştan tasını tarağını toplayıp gidecektir. Meclisten çıkacak yeni hükümet ABD’ye git derse oda “Eh beni istemi­yorlar, akılsızlar, ben onlara demokrasi getirmeye çalıştım, yaranamadım, canla­rı isterse” diyecek ve yavaş yavaş I- rak’tan ve sonra tüm Ortadoğu’dan bir daha buralann işine pek kanşmamak ü- zere çekip gidecektir.

Buna da katılmak mümkün değildir. ABD 200 milyarın üstünde para,

2200’ün üzerinde kan döktüğü bu top­raklardan bu kadar kolay çekip gidecek filan değildir. Petrol ona deyim yerindey­se bu işe kellesini koydurmuştur. Viet­nam yenilgisinden yeterince ders aldığı­nı düşünmekte, yanılgılara düşmeden bir zafer kazanmak peşindedir. Bush yalnız Kasım ayında, sırf Irak konusunda 6 ko­nuşma yaptı. Sonuncusunda halkım I- rak’tan çıkmanın doğru olmadığına ikna etmeye çalıştı ve daha sabırlı olmalarını istedi. Bush’un askerleri belki biraz a- zaltmanm dışında Irak’tan yakın zaman­da çıkma gibi bir düşüncesi yoktur. Aksi­ni düşünmek insanı rahatlatmakta ve pel- teleştirmektedir.

Büyük projeABD’nin Irak’a girerkenki planının

ne olduğu, neleri hayal ettiğini hatırlar­sak şimdi olduğu noktayı kavramak daha kolay olacaktır. 20 Mart 2003 günü I- rak’a çıkartma yapmaya başladığında he­defi orada iktidar olmak üçüncü dönem sömürgeciliği kurmaktı.

İşgal Güçleri Geçici Otoritesi, Yöne­tim Konseyi, Geçici Meclis seçimleri sonra Anayasa hazırlanması gibi saika­lardan sonra genel seçimlere gelindi. Bush’un iddialarına göre Irak şimdi de­mokratik bir ülke oldu.

Elbette hepsi bir göz boyama, bir o- yundu. Yönetim Konseyleri, geçici hü­kümetlerin hepsi ABD adamlarıydı. Ol­masalar bile onu dinlemek zorundaydı­lar. Kendi doğrularını uygulayamazlardı.

Seçimler komikti. Sünniler boykot etti. Bombalar yağdırıldı. Partilerin kayıtlan demokratik değildi. Adayların isimleri öldürülürler korkusu ile açıklanmadı. Seçmen listeleri savaş içinde nasıl yapı­labilirdi ki? Her şey göstermelik oldu. A- nayasa okunmadan ve hakkında hiçbir şey bilinmeden genelde oylandı. Halkın ne kadanmn evet dediği tartışmalıdır. Şimdiki seçimlerde adaylar meydanlarda konuşamadılar ve halk onları gerçekten tanıyarak seçmedi. Adaylar kaçırıldı, öl­dürüldü. Seçim günü ve bir gün öncesi sokaklar intihar eylemleri korkusundan trafiğe kapatıldı. Böyle demokratik se­çim mi olurmuş. Palavra.

ABD’nin emeli kendisinin sözünden çıkmayacak kukla bir hükümet kurmak­tır. Irak her biri 4-5 milyara yaptırılan tüm Irak’a yayılmış askeri üslerinin zoru ile yönetilecektir. Kararlar ABD Irak Konsolosluğu’nda verilecektir. Burası binlerce memurun çalıştığı dünyanın en büyük konsolosluğu olacaktır. Irak ba­kanları bu konsolos personelinin güdü­münde çalışacaktır. Eğer dinlemeyecek olurlarsa ölümlerden ölüm beğenecek­lerdir. ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir demokrasi oyunu oynamayı öğrene­ceklerdir mutlaka.

Böylece ABD Irak petrolünü ve ülke gelirlerini denetleyecek, onu kendi çıkar­ları doğrultusunda kullanacaktır. Irak’ta konumunu sağlamlaştırınca sıra İran’a gelecektir. Oranın petrolü denetime alı­nacaktır. Sonra artık şu çok şımaran Su-

Page 61: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 q O İ

udi Arabistan krallığı devrilecektir. Mı­sır’da beslenen Mübarek kargasının göz oyması engellenecek, yerine Nur getiri­lecektir. Bu arada Suriye’nin ibiği sıkıla­caktır. İsrail teröründen gene korkulma­ya başlanacaktır. Tüm Ortadoğu petrolü denetlenecektir. Irak işgali “Daha Büyük Ortadoğu Projesi”nin daha ilk adımıdır. Ortadoğu petrolünü eline alınca ABD’nin tüm dünyayı önünde diz çök­türmesi işten bile olmayacaktır.

Bu hayallere inanıldığı için ne BM ne başka bir uluslararası yasa dinlendi ne de AB’nin buna onayına pek önem veril­di. Dünyaya meydan okundu. Peki, şim­di ABD bu planın ne kadarını gerçekleş­tirmeyi başarabilmiştir? Önündeki engel­leri nelerdir? Son seçimlerin bu plan i- çindeki yeri nedir?

ABD yandaşlanBush yönetiminin Irak’taki öz gücü

eski Geçici Hükümet Başkanı îyad Alla- vi’dir. Eski BAAS Partisi’ndendir, Sad- dam’a karşı başarısız darbeden sonra yurtdışma kaçmış ve CIA ile işbirliği yapmış, ABD’nin Irak işgaline destek vermiştir. Allavi’nin bıyıksız Saddam o- larak adlandırılmasının nedeni çok otori­ter ve zalim olmasından kaynaklanır. Gözaltındaki 5 tane İraklıyı silahmı çe­kerek vurur ve karakoldaki polislere “iş­te böyle yapacaksınız” der.

Necef’te Mukteda al Sadr güçlerine, Felluce’de Sünni di­renişçilere emrine imza atan gene odur. Ameri­kancılığını açıkla­maktan en ufak bir çekince duymamış­tır. Tam bir ABD uşağıdır, bu nedenle I- rak halkı tarafından sevilmez. Allavi la­ikliği, İran’a karşı oluşu ve BAAS geç­mişi, Saddamcı olmayan BAAS güçleri­nin tekrar Irak yönetimine girmesi ABD’nin şimdiki Irak politikasına uy­maktadır. Ancak elbette bunlar Şiilere terstir.

Allavi’nin seçim ittifakı Irak Ulusal Listesi 15 gruptan oluşuyordu. Irak Ko­münist Partisi bazı aşiret şeyhleri, eski dışişleri bakanlarından Adnan Al Paşa da bu liberal ittifak içindedir. Ön seçim tah­minlerinde %14 kadar oy aldıkları haber

veriliyor. ABD para desteğiyle bastırılan boy boy afişlere ve TV reklamlarına kar­şın ancak belki 30 sandalye elde edebile­cekleri tahmin ediliyor. ABD yeni Irak hükümeti içinde olmalarını istiyor.

ABD hiçbir yerde tek ata oynamaz. Mutlaka yedek güçler tutar. Pentagon ile bir zamanlar iyi ilişkiler içinde olan Ah­met Çelebi ABD’nin yedek gücüdür. Al­lavi ile kuzendirler. Çelebi’ye “kara at” denmektedir. Bununla söylenmek iste­nen sanırız onun tartışmalı kişiliği olsa gerektir. Bir zamanlar kukla başbakan yardımcılığı da yapan Çelebi’nin İran zi­yareti sonrasında partisinin Bağdat büro­ları basıldı ve ABD’nin gözünden düştü. Bize göre Çelebi ABD yönetimi içindeki Pentagon ve CIA çatallığının kurbanıdır. Ya da çok fazla Amerikancı görünen bir adayın işe yaramayacağı düşünüldüğü i- çin el altından desteklenme karan alın­mıştır. Çelebi seçimler öncesi ABD ziya­reti yaparak Bush’a olan sadakatini dile getirdi ve Irak politik güçleri konusunda onu bilgilendirerek hizmetini sundu. Çe­lebi’nin en son tahlilde ABD çıkarlanna ters düşecek bir yanı yoktur.

Irak Ulusal Kongresi listesinde 10 tane grup bulunur. Çelebi’nin eskiye da­yanan gizli ordusu vardır. Şimdi İran’la bağlantı içinde ve ABD işgaline karşı o- lan Onur Anlaşmasında bir isim olarak var. Seçimlerde başarı gösteremedi, mec­lise bire giremeyecek, ama ABD finans

güçleri onu Petrol Bakanlığı’na aday gösteriyor.

Seçim sonuçlan ABD güçlerinin ba- şanlı olmadığmı ortaya koyuyor. Sünni- lerle birlikte acaba bir şey yapabilirler mi, diye düşünülüyor. Seçim sonuçlanna itirazlan, hükümeti boykot edecekleri tehdidi daha büyük görünme çabası ola­rak yorumlanabilir.

Onur AnlaşmasıSeçimlerden şimdiki iktidar güçleri

Birleşik Irak İttifakı’nın (BIİ) başanlı çıkması bekleniyor. Bu yazıyı kaleme al­

dığımız sıralarda güney Şii eyaletlerinin hepsinde % 90 çoğunluk kazandıklan bildiriliyor. Yine resmi olmayan açıkla­malara göre Kürt bölgesinde Kürt parti­leri başanlı, merkez Bağdat civarında Şi- i ve Sünnilerin kanşık olduğu yerlerde gene BIİ % 56 oy aldığı görülüyor. Yani tahmin edildiği gibi seçimlerden BIİ ga­lip çıkacak ve de ülkeyi 4 yıl yönetecek­ler gibi. Tek başlarına iktidar olup olma­yacakları yeni yılda kesinlik kazanacak. Al Cafari ve SCIRI lideri Adil Abdül Mahdi önde gelen isimlerden.

BIİ 15 parti ve gruptan oluşmakta ancak SCIRI diye bilinen Irak İslam Devrimi Yüce Konseyi, şimdiki Başba­kan Al Cafari’nin Dava Partisi ve ABD işgaline en kesin karşı duruşu sergileyen Mukteda al Sadr Şii güçleri bu ittifakın en büyükleri. Şiilerin Irak’taki en büyük dini otoritesi olan Sistani bazen açık ba­zen gizli olarak bu ittifakın arkasında du­ruyor.

Mukteda al Sadr seçim öncesi Sün- niler ve BIİ arasında mekik dokumuştur. ABD işgaline olan düşmanlığı onu Sün­ni direnişçilerle birlikte davranmaya, Şi- i oluşu Şii saflarına katılmaya yönelt­mektedir. Sünnilerin Saddam döneminde Şiilere eziyeti ve laik oluşları, Dava ve SCIRI’nin de federalizm istekleri Muk­teda güçlerini aslında iki tarafında karşı­sına almaktadır. Sonuçta Sadrcılar se­çimlere çeyrek kala Onur Anlaşması di­

ye bir ittifaka tüm I- rak siyasi güçlerini davet ettiler.

Onur İttifakına: SCIRI, Dava Partisi, (Al Cafari yurtdışm- da olduğundan elçisi

ile katıldığı için özür diledi) üç küçük Sünni grubun Kondord Cephesi, bazı ün­lü aşiret liderleri, sendikalar ve kişi ola­rak Ahmet Çelebi imza attılar. Kurulacak hükümete girdikleri taktirde aşağıdaki maddeleri hayata geçirmesini denetleye­cek bir komite de kurdular.

Bu ilkeleri seçimlerden çoğunlukla BIİ çıktığı ve iktidara damga atacakları­na neredeyse kesin gözle bakıldığı için ö- nümüzdeki hükümetin uygulamaya söz verdiği maddeler olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Altına imza atılan 14 maddeden bazılarını özetleyelim.

saidm ABD hiçbir yerde tek ata oynamaz. Mutlaka yedek güçler tutar. Pentagon ile bir zamanlar iyi ilişkiler içinde olan

Ahm et Çelebi ABD'nin yedek gücüdür. Ailavi ile kuzen­dirler. Çeiebi'ye "kara at" denmektedir.

59

Page 62: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

CjOİ OCAK'ŞUBAT 2006

1. İşgal güçlerinin Irak’tan ayrılması ve çıkış için tarih vermeleri, giderken üs­lerini kapatmaları ve Irak güvenlik güç­lerini kurmak için ciddi bir çalışma yü­rütmeleri;

2. İşgal güçlerinin dokunulmazlıkla­rının kaldırılması;

3. İsrail ile işbirliğinin kategorik ola­rak reddedilmesi;

4. İşgale karşı direniş göstermek tüm halkların hakkıdır, onun için direnişçile­rin teröristlerle aynı kategoriye konulma­ması;

5. De-BAAS’laşma yasasının yaşa­ma geçirilmesi, BAAS Partisi ’nin terö­rist bir örgüt olarak kabul edilmesi ve Saddam’ın bir an önce yargılanması;

6. Federalizm gibi tartışmalı ilkele­rin uygulanmasının ertelenmesi.

Resmi olmayan seçim sonuçlanna göre BIİ başa geçecekse ABD çok kötü bir durumdadır. SCIRI, Dava ve Mukte- da al Sadr’m iktidar olmalarının ardın­dan ABD’den üslerini kapatıp, pilisini pırtısını toplayıp gitmesini istemeleri ge­rekir. ABD’nin tam da isteğinin tersine I- rak ve İsrail ilişkileri sıfırlanırken İran i- le bağlantı artacaktır. İşgal güçlerinin ay­rıcalıkları kalkacaktır. Her gün askeri o- larak yenilen ABD seçimlerle siyasi ola­rak yenilmiştir. Irak ve Ortadoğu projele­

rine elveda demek durumu ile yüz yüze­dir. İran, Irak seçimlerinde kazanmıştır.

Bu anlaşma içine katılmayan iki ö- nemli grup var. Biri Kültler, diğeri ise ö- nemli Sünni güç Müslüman Aydınlar Grubu (MAK). Kürtlerin ABD işgali ile bir dertleri yok. MAK ise anti BAAS maddesine katılmaz. Bu anlamıyla anlaş­maya genelde farklı Şii güçlerin anti A- merikancı bazda anlaşması gözüyle bakı­labilir.

Güvenlik sorunuABD’nin Irak’tan çekilmeye karşı

pişirip pişirip ortaya koyduğu bir güven­lik sorunu var. Irak’tan çekildiği taktirde halkların birbirlerine gireceğini savunur. Bush son konuşmasında yine “Iraklı dostlarımızı zor durumda bırakamayız.” dedi. Yani kendi kuklalığını yapan kişile­ri desteksiz bırakmayacaklar. Yani destek güçleri kuklalık yapacak güçte değiller. Yani muhalefeti bastıracak kadar güven­liği ellerinde tutmuyorlar. ABD böylece olası hükümetin kendisine çıkış tarihi ve­rişine karşı duracağını peşinen açıkla­makta.

Oysa güvenlik sorunu ABD olduğu için vardır. Direniş güçleri ve bunca insa­nın ölmesinin nedeni ABD ve işgal güç­lerinin İraktaki varlığıdır. O nedenle iş­galin bittiği andan itibaren güvenlik so­rununun baş nedeni çözülecektir. Ya da

ABD kaynaklı güvenlik sorunu ortadan kalkacaktır.

İşgal güçlerinin iş bölümüne göre ABD Irak ordusunu, İngilizler ise polis gibi iç güvenlik güçlerini kurup geliştire­cekti. İngilizler bu konuda başarı göste­remedi. BAAS’m ve Stinnilerin sergile­diği direniş bastınlamayınca Şii güçler­den yardım istendi. Ortada SCIRI’nm Bedir Tugayları vardı.

Bedir Tugayları, Şiiler Saddam cürü­münden kaçıp İran’a sığınınca 1982 yı­lında Tahran’da İran İslam Devrimi Mu­hafızları yardımıyla kuruldu ve doğru- lanmasa da yine onlarca finanse edildiler. İran da gerilla değil, bir ordu eğitimi al­dılar. Yani konvansiyonel savaşlarla dö­vüş sanatını öğrendiler. ABD işgali son­rası İran’a geri döndüler. ABD bunları ilk önce silahsızlandırdı, yani Bedir Örgütü oldular ama sonra liderleri Hakim öldü­rülünce tekrar silaha sarıldılar. O sıralar­da da ABD Sünni direnişini bastıramı- yoıdu ve yardıma ihtiyacı vardı. Böylece Bedir örgütü ABD yanlısı hükümet içine ginneye başladı.

Ocak 2005 seçimlerinden sonra Ni­san ayında Dava ve SCIRI iktidar olunca İçişleri Bakanlığı koltuğuna Bedir Tugay komutanı Bayan Jabr oturdu. Bedir güç­leri hükümetin direniş güçlerine (Sünni- lere) karşı yürüttüğü planların ve eylem­lerin baş yöneticisi oldular. Yeni karşı di­reniş güçleri kuruldu. Bunlara al Liva al Dheeb (Kurt Tugayları) denilir ve genel­likle ülkenin kuzeyinde Tel Afar ve Mu­sul bölgelerinde faaliyet gösterirler, ama son zamanlarda Bağdat güvenliğini de üstlenmeye başladılar.

İstihbarata yönelik olan Akrep Tu­gayları bunlara bağlı olarak çalışırlar ve direniş güçlerinin yerlerini, üslerini ve gizlendikleri evleri bulmada uzmanlaşır­lar. İstihbarat örgütünün çeşitli yerlerde büroları vardır. Kısacası son hükümet ik­tidar döneminde Şii güçler yalnız güney Basra bölgesinde değil Kürt yerleşim a- lanlan dışında neredeyse tüm ülkede gü­venliği sağlayacak güce geldiler. İçişleri Bakanlığı 100 binin üstünde kolluk kuv­vetine sahip olduğunu söylüyor. Öte yan­dan ABD’nin yetiştirmeye çalıştığı 80 bin askerin çoğunluğu da Şii’dir.

ABD Sünni direnişine karşı Şiileri

60

Page 63: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C |O l

yardıma çağırdı, ama sürekli olarak on­lardan da korktu. İyi denetlemeye çalıştı. Ancak hatırlardadır, Basra’da İngiliz kuvvetleri ile Basra kolluk güçleri ara­sında bir iktidar kavgası yaşandı. İngiliz- ler aynı bizim Şemdinli’deki gibi bir pro­vokasyon sırasında suçüstü yakalandılar. Bu olay aslında işgal güçlerinin İçişleri Bakanlığı denetimini yitirdiğinin işare­tiydi. Şiiler kendi başlarına Sünnilere karşı dövüşüyorlar ve iktidar olmaya ça­lışıyorlardı. ABD ve İngilizler ile pek bir bağlan yoktu. Güvenlik güçleri, yani po­lis örgütü genelde Bedir Tugaylarına bağlı gibidirler. Daha sonra Mehdi ordu güçleri ile birlikte çalışmaya başladılar. Bağdat kontrolü genellikle onların haki- miyetindedir.

ABD de zaten SCIRI ve Bedir örgü­tüne pek güvenmemişti. Onun Sahvani yönetiminde CIA’ye bağlı, içine Şiileri almadığı, bir istihbarat sistemi vardı. Pek büyük değildi ve çalışanlann çoğu eski BAAS gizli servis ajanlarıdır. Yani şu an­da Irak’ta biri içinde BAAS’cılann oldu­ğu ABD denetiminde, diğeri Bedir Tu- gaylannm olduğu SCIRI denetiminde iki tane gizli istihbarat servisi vardır.

ABD’nin iç güvenliğin denetimini e- linden kaçırmış olmasından hiç hoşnut olmadığı açıktır. Seçimler sırasında BI- Î’nin önde gideceği anlaşıldı. ABD kara­lama politikasına girdi. Bedir Tugayları­nın, yani Şiilerin gizli tutukevleri ortaya çıkarıldı. Burada Sünnilere işkence edi­yorlardı. İşkence gören Sünniler basma gösterildi. ABD ile Şiiler arasında kara­lama kampanyası başladı. Şiiler ABD as­kerlerinin kendi üslerinde nasıl işkence yaptıklarını belgelemeye çalıştılar. Şimdi bu konuda iki güç arasında birbirlerine çamur atmalar sürmektedir. İki tarafta birbirlerinin kirli işlerini ortaya döküyor­lar.

Önemli bir olay daha yaşandı. Sad- dam’m bir zamanlar Pakistan’a yollayıp 3 devre halinde yetiştirdiği 36 pilot tek tek katledildiler. Sorumluların Şii güçler olduğu söyleniyor. Şiilerin son zaman­larda yüzlerini gizleyerek böyle karanlık işlere girdikleri biliniyor. Bu ölümlerin sorumlusu da olabilirler. Sorun pilotların kimliklerinin nereden bulunduğu. İşin i- çinde Pakistan ile iyi ilişkiler içinde olan CIA’nın parmağı olduğu, oradan kimlik­

lerin alınıp Şiilere verildiği açıklandı. İki grubun arasını açmak için ABD’nin böy­le karanlık işler yapma olasılığı vardır. Yoksa Şiilerin kendi başlarına bu pilotla­rı tespit edemeyeceği söyleniyor. Bir de Şiilerin ellerinde öldürmek istedikleri Sünnilerin kocaman bir listesi olduğu, her birinin ünlü Sünni lideri olduğu söy­leniyor. Şiiler de reddediyorlar. Doğru ya da yanlış olduğu ortaya çıkacak, ama a- macm iki grubun arasını açmaya hizmet edeceği şüphesiz.

Seçim öncesi ve sonrası gelişmelere baktığımızda Şii güvenlik güçleri ile Sünni direniş güçleri arasında kıyasıya bir çatışma gelişmektedir. Özellikle iki toplumun karışık yaşadığı Bağdat gibi yerlerde Şii olduğu kesin polisler öldürü­lüyor. İçişleri önünde bombalar patlıyor, personeli uçuruluyor. Tutukevleri içinde isyanlar çıkıyor. Gardiyanlar öldürülü­yor. Yani iki toplum birbirleriyle olan ça­tışmayı yükselttiler. ABD’nin de taktik­leri bu çatışmayı kışkırtır niteliktedir. Şi- i denetimindeki yerlerde yapılan işken­celer basma sızdırılıyor. İki toplum birbi­rine düşman haline geliyor.

Irak’ta savaşın karakteri değişmiş gi­bidir. Sünni ve BAAS güçleri ABD güç­lerinden çok Şii güçleri ile savaşmakta­dır. ABD’nin çekilmesi durumunda BA­AS ’cıların ya da Sünnilerin gene iktidar olması ya da güvenlik sorununda öne geçmesine karşı Şiiler dövüşmektedirler. ABD’nin BAAS’cıları yok etme savaşı­nı şimdi Şiiler üstlenmiş gibidir. O ne­denle de hedef tahtasmdalar. Irak denil­diği gibi Bosnalaşmakta. ABD’de arada işgalini sürdürmek için bahane bulmak­tadır. Ancak bunun onu ne kadar rahatla­tacağı şüphelidir.

Bush ve Rumsfeld’in son açıklama­larından kalkarsak ABD asker indirimine gidecektir. Bu nasıl olacaktır? Anlaşıldı­ğı kadanyla kendisi üslerine daha çok çe­kilecek ve çatışmalara havadan katıla­caktır. Ancak sorun bunu nasıl yapacağı­dır. Kime güvenerek havadan bombalar yağdıracaktır. Sünni istihbaratı mı, yoksa Şiilerinki ile mi davranacaktır? Sanırız i- şine geldiği gibi iki tarafında gözünün yaşma bakmadan petrol üstündeki dene­timini hedefleyici taktikler güdecektir. Bu durumda da iki grubun asıl düşmana saldırı bazında birleşmeleri gelecektir.

Bunca yaşananlardan sonra bunun nasıl gerçekleşeceği bir sorundur ve ABD’nin oynamaya hazırlandığı yeni kart bu olsa gerektir.

Ordu güçleriOrdu konusu biraz farklıdır. Saddam

ordusu dağıtıldı, yerine yenisi kurulacak­tı. ABD asker yetiştirmek için AB ve NATO üyesi ülkelerden yardım istedi. Bu işi Irak sınırları içinde üslenen yok. Ürdün gibi bazı ülkelerde yetiştiriliyor­lar. Şiiler ABD’nin bu konuyu yavaştan ele aldığından yakmıyorlar. Söz verdiği gibi Irak ordusunu kurmuyor. Şiiler ABD’nin çekildiği gün tekrar Saddam ordusunun başlarına dikilebileceğinden korkuyorlar. BAAS parti güçlerinin terö­rist grup ilan edilmesinde diretiyorlar ve devlet kadrolarının onlardan arındırılma­sının devamını istiyorlar. Bu karar Bre- mer döneminde alındı, ama Şiiler güç­lendikçe uygulanmamaya başlandı.

ABD’nin bu konuda yavaş davran­masının temel nedeni burjuva düzenin­de ordunun işlevinden kaynaklanır. Or­dular bilindiği gibi düşmanlara karşı- vatan korurlar. Irak durumunda düşman kimdir? Vatanlarını yabancı işgalden korumaya çalışan Sünniler mi, yoksa Mukteda al Sadr’cılar mı? Petrol ve u- lusal zenginliklerini ABD işgalinden korumaya çalışanlar mı? Yoksa düşman İran ile işbirliği içinde olan Şiiler mi­dir? Yoksa ABD ile işbirliği yapan laik görünen Allavi ve Çelebi gibileri midir? Yoksa Kürdistan kurma derdinde olan Kürtler mi? ABD ister Şii ister Sünni olsun iki tarafa göre de düşman olduğu için kendisi ile dövüşecek ordu yetiştir­me konusunda yavaştan almaktadır. Kendine düşman olma olasılığı olanlara öldürme, yenme yeteneği kazandırma-, yacak, intihar etmeyecektir.

Ordu konusunda hep temkinli davra­nıldı. En başta Irak askeri dediklerine si­lah vermedi. Onları direnişçiler karşısın­da savunmasız bıraktı, öldürülmelerine göz yumdu. Sonra kendi silahından geri modelleri vermeye başladı. Sonra onları denetiminde tutabilecek şekilde saldırı sırasında gözünün önünde tuttu. Dene­meler yaptı. Ama hiçbir zaman korku­sundan kurtulamadı. Adı gibi biliyor ki bu yetiştireceği askerler bir gün silahı

61

Page 64: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

<_|OI OCAK'ŞUBAT 2006

kendisine çevirecekler. Burjuva ordu mantığı açısından da bunun böyle olma­sı kaçınılmazdır.

Öyleyse buradan bir sonuç çıkarmak mümkündür. İşgal güçleri üçüncü sö­mürgecilik döneminde işgal edecekleri ülkede asker yetiştirme işini yapamazlar. Teorik olarak yapmamaları uygundur. İktidan avuçları içinde hissedene kadar yapmamalıdırlar. Bunun da garantisi el­bette yoktur.

ABD eğer gerçekten Irak’ta demok­rasi kurmak istese, gerçekten o ülkeyi iş­gal edip zenginliklerini sömürme eme­linde olmasa ordu kurma, asker eğitip yetiştirme konusunda en ufak bir çekin­cesi olmaz. Ya da sadece eğitmen verir. Çeker gider. Ama ABD’nin emeli başka olunca da asker yetiştirmekten elbette korkacaktır ve bunu mümkün olduğu ka­dar geçiştirmeye, argo terimi ile sallama­ya çalışacaktır. Ordu eğitmek bir denek taşıdır. İşgal gücünün asıl emelini belir­leyen bir kriterdir.

ABD’nin Irak askeri yetiştirme pro­jesi o büyük planın bir parçasıydı. Ken­dine kul köle bir Irak hükümeti kuracak­tı ya. Ona asker yetiştirecekti. Bu asker­leri de “Daha Büyük Ortadoğu” projesi­ni gerçekleştirmede kullanacaktı. Irak as­kerlerini İran’a Suudi Arabistan’a, her yere saldırtacaktı. Sömürge askerler ola­caklardı. Kendi askerinin kanı pahalıydı ya Irak evlatları ölse kimsenin umurunda olmazdı. Ama şimdi istediği üçüncü sö­mürgecilik düzenini oturtamaymca ordu yetiştirme işi de gerçekleştirilmiyor. ABD’nin bölgede kendini ne kadar ye­nik hissettiğini asker yetiştirmemesinden çıkarabiliriz.

Şu anda ABD denetiminde 151 tane tabur vardır. Bunların bir tanesinin, evet tam bir tanesinin dışında hepsi Şii, Sün­ni ve Kürt olarak ayrılmaktadırlar. Karı­şık bir tek tabur vardır. Saldıracağı böl­gelere göre bu taburlardan birini kullan­maktadır. Böylece de Irak’m parçalan­masına, halkların birbirine düşmesine böylece neden olmaktadır. Ayrımcılığı böylece daha da kışkırtmakta iç savaşa körükle gitmektedir. Zaten derdi budur. Kendisine karşı çıkmak yerine taraflar birbirleriyle dövüşsünler. Bunun içinde elinde yeterince asker gücü vardır.

Başka ittifaklar arayışıABD kendine bu dulumdan çıkış a-

ramakta, Irak’tan değil. Irak içinde ve dı­şında kendilerine yeni ittifaklar bulmalı­lar, bu uğurda gerekirse “şeytanla” bile anlaşmalıdırlar.

Eğer Şiilere ve dolayısıyla İran’a karşı dövüşülecekse ve eğer Saddam güçleri ya da Sünniler İran’a karşı iseler, o zaman onlarla ittifak yapılabilir. Yad a ittifak yapmak için bazı ortak noktalar bulunabilir. İç istihbarata BAAS’cılar a- lınıyor. Ordu kurulmuyor. BAAS’cılara böylece umut veriliyor. BAAS köklü po­litikacılar destekleniyor. Zaten ABD’nin Saddam ile ne alıp veremediği vardı ki? BAAS kendine güvenerek Humeyni İ- ran’ma saldırmamış mıydı? Sorun BA­AS, Sünniler değil, petroldür.

Nisan ayında Dava ve SCIRI güçleri iktidara oturanca Sünni direnişçilerle gö­rüşmelere başlandı. Bahane hazırdı. Se­çimlere katılmadıkları için Mecliste yok­lardı ve Anayasa yazılmasında olmaya­caklardı, gelecekte kurulacak Irak için Sünni çıkarlarının temsil edilmemesi so­run yaratırdı.

İlk seçim sonucu tahminleri Şiilerin zaferine işaret ediyordu. ABD’nin tela­şı yükseldi. O güne kadar düşüncelerine hiç önem verilmeyen komşu ülkeler an­cak o zaman yardıma çağırıldı. Kahire Konferansı toplandı. Irak’ta Şiilerin et­kisinin ya da İran etkisinin artmasına Suudi Arabistan ve Mısır ne diyecekler­dir? Konferansta Sünnilere pek destek çıktığını söylemek yanlış olur. Aksine taraflar birbirlerine sert suçlamalar ge­tirseler bile bir diyalog kuruldu. Ama bunun pek ABD’nin istediği türde ge­lişmediğini söylemek olasıdır. İşgal gü­cünün Irak’ı terk etmesi konferansta ka­bul edilen en önemli maddelerden bir tanesiydi. Böylece komşu ülkeler böl­geden ABD’nin çıkmasını İran’ın etki­sinden daha önemli gördüklerini dile getirmiş oldular. O nedenle Talabani ve diğer önde gelenler konferans sonrası hemen Tahran’a uçtular.

Kahire toplantısı Sünni güçleri bir a- raya getirip güçlenmelerini sağlamak i- çindiyse hemen arkasından imzalanan Onur Anlaşması İran yanlısı Şiilerin güç gösterisi oldu. Onların hedefi ABD işga­

li idi. Irak’ta bu bayrak altında bir ittifak kurmaya çalıştılar. ABD karşıtı güçleri Sünni, Şii, laik bir araya getirmeye çalış­tılar. Ancak yukarıda da değindiğimiz gi­bi en büyük Sünni grup Müslüman Ay­dınlar Kurumu (MAK) buraya imza at­madı. BAAS güçlerinin olmadığı bir Irak düşünülemezdi. Batı bundan o kadar korktu ki anlaşmayı dünya kamuoyuna yansıtmadı bile.

ABD ile görüşmeler sürüyordu. I- rak’ta güçler dengesi çok çabuk değişi­yor. Blİ’nm iktidar olması belki ABD’nin çıkmasına ön ayak olabilecek­tir, ama ABD’nin çıkması bu durumda Sünnilerin işine gelecek midir? Ş filer ve İran BAAS ve Sünnileri ezmez mi? Bu durumda İran etkisine karşı ABD ile bir süre için ittifak yapmak Irak’m parçalan­masına karşı mücadele etmek acaba daha mı iyidir? Meclis içinde de siyasi müca­dele vermek, gerektiğinde BAAS köklü Allavi ile işbirliği yapmak daha çıkar sağlayıcı değil midir? Bu sorular elbette çok tehlikeli can alıcı sorulardır.

Sünniler her ne kadar resmi ağızdan açıklanmasa bile seçimlere katılma kara­rı aldılar. Sünnilerin ağırlıklı olduğu böl­gelerden Sünni milletvekilleri çıkarmayı hedeflediler. Gayri resmi sonuçlara göre dört eyalette seçimleri kazandılar. Bağ­dat kentinde ise 2. parti oldular. Bir ola­sılık mecliste Kültlerin önüne bile geçe­bilirlerdi.

Sonuçta Sünniler ve ABD arasında siyasi bir zeminde birleşme ağı örülmek- tedir.

Başka uzlaşma konulan

Irak burjuvaları gerek Şii gerekse Sünni can dışında mal derdindedirler. Mal canın yongasıdır. İran Şiilere mad­di destek yapıyor. Al Cafari başbakan o- lur olmaz İran’a resmi bir ziyarette bu­lundu. İran 1.5 milyar dolarlık yardım sözü verdi ve limanlarını ve rafinerisini Irak petrolüne açtı. Irak Şii burjuvazisi İran ile ekonomik işbirliğini böylece sağlamlaştırdı.

Oysa ABD tam bir işgal mantığı ile davrandı ve davranıyor. Bilindiği gibi Bremer koltuğa oturur oturmaz yeni libe­ral politikaları bir çırpıda uyguladı. Sov-

62

Page 65: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞUBAT 2006 C|Oİ

yetlerin yıkılmasından sonra uygulanan şok politikalarını bile aşar şekilde tüm ülkeyi dünya finans kapital güçlerine a- çıverdi. Metalara sınır, ithalata vergi kalktı. Yabancıların hakkı sonsuz. Hem aldıkları fabrikaların % 100’üne sahip o- labiliyorlar hem de karlarının %100’ünü dışarı götürebiliyorlar. Saddam döne­minde 200 tane devlet işletmesi vardı. A- yakkabısmdan çamaşır makinesine her şey üretiliyordu. Bremer doğal kaynaklar dışmda bütün bunları özelleştirmeye aç­tı. Yani ülkeyi bir sömürge haline getirdi.

İşgalden yalnız sanayi nasibini al­madı, tarımda çok zarar gördü. Fırat ve Dicle nehri arası dünyanın en verimli topraklarıdır. Atalarının yıllarca buralar­da yaşamış olması boşuna değildir. Çeşit çeşit tahıl yetişir. Saddam bunları koru­mak için bir tahıl bankası kurmuştu. İş­gal güçleri daha ikinci gününde bunları bombaladı. Şimdi Irak köylüsü tohum derdinde. Irak kırları gen mutasyonuna uğramış tohumların alanı yapılmak iste­niyor. Köylü tohum vermeyen buğday ekmeye zorlanıyor. Bu tohumlar Tarım Bakanlığfnca sübvanse edilmeye zorla­nıyor. Irak kırları ABD tarım tekellerinin gen mutasyonlu bitkiler laboratuarı yapı­lacak.

Yani sırf Irak petrolüne saldın yok. Irak sanayi ve tanmı dünya çok uluslu şirketlerinin malı haline getirilmek iste­niyor. Şii ve Sünni burjuvazisi bundan zarar görüyor. Şii burjuvazisi Dava için­de örgütlü ve genelde petrol üstünde du­

ruyor. O nedenle de İran ile anlaşmakta zorluk çekmiyorlar. Ancak Sünni burju­vazisinin durumu farklı. Onlar özelleşti­rilecek olan sanayi kurumlarm üst düzey yöneticileriydiler. İthalat bunların belini büktü. Yabancıların gelmesine karşı si­lahlı direniş göstermekten başka çareleri yok gibi. Tarım buıjuvazisi olarak düşü­nebileceğimiz aşiret reislerinin işgale karşı çıkış noktalarından biri de ortadan kalkabilecektir. Basma sızmamasına kar­şılık BAAS güçleriyle bu konularda pa­zarlık etmek mümkün olsa gerektir. ABD, Sünni burjuvazisine ekonomik an­lamda bazı tavizler verebilir. Bremer za­manında konulan bazı yasalar geri alına­bilir. Zaten yabancılar mal güvenliği ol­mayan bir yere gelmiyorlar. O nedenle bu konuda taviz vermek ABD çıkarlarına dokunmayacaktır. Sünnilerin Meclis i- çinde olmaları bu yasaların çıkmasında önemli bir adımdır. Sanırız bu konular tarafların aralarında yaptıkları pazarlıklar içindedir.

Üçüncü sömürgecilik döneminin na­sıl olabileceği konusunda ABD’nin tüm bu gelişmelerden ders çıkardığı kesindir. Demek ki bir ülkeye girerken gücüne çok güvenmeyecek ve yerli buıjuva ile anlaşmasını sürdürecek, onun çıkarlarını kollamaya çalışacaktır. Irak’a çok aptal­ca, kendini çok Kaf Dağı’nda görerek girdi Amerika. Arma öğreniyor.

Minareye kılıfAncak ortada bir sorun var. ABD

şimdiye kadar Saddam’m BAAS’cı ka­lıntıları ile dövüştüğünü söylüyordu. Karşısına .onları almıştı. Peki, şimdi BA­AS ve Sünnilerle işbirliğini Amerikan ve dünya halklarına nasıl açıklayacaktır? Minareyi kaçıran kılıfını hazırlar. Gerek Irak ABD işgal güçleri komutanı gerekse Bush söylevlerinde Sünnileri artık üç gruba ayırmaya başladılar. Birincisi Zar- kavi güçleri, İkincisi BAAS’cılar, üçün- cüsü milliyetçiler. İşte anlaştıklarını a- çıklayacakları bu “milliyetçi” Sünniler olacaktır. MAK bu kimlik altına girdi gi­recek. Mal mülkte zaten “milliyetçi” kavramı içine girer. ABD açısından mil­liyetçilerle anlaşmakta bir sorun olmaz. Vatanlarını korumak isteyen milliyetçiler hiçte zararlı olmayabilirler. Onlarla anla­şılabilir. Sonuçta ABD Sünni güçlerin bir kısmı ile anlaşmış olacaktır.

İkinci olarak “milliyetçi” oldukları i- çin Irak bölünmesine de karşı dururlar. Anayasa görüşmeleri sırasında en çok patırtı gürültüyü federe yasalar kopardı. Yani Kürtlerin kuzeyde, Şiilerin güneyde federe devletler kurması maddeleri ve sonunda Irak’tan ayrılma olasılıkları A- nayasa taslağının mecliste oylanmasını erteledi. Referanduma birkaç gün kala Anayasa taslağı mecliste ancak oylana­bildi. ABD Irak elçisi Zalmay Halilzad “yeni seçilecek hükümetin federe yasala­rı tekrar gözden geçirmesi” maddesini koyarak durumu zor kurtarabildi. Yoksa yeniden anayasa hazırlayacak meclis se­çimleri yapılacaktı. Bu madde Sünnilerle yapılan görüşmelerin bir sonucudur. Böylece ABD karşı saflarda “milliyetçi­lerle” birlikte davranmaya başladı.

Federe yasalar tartışmaları seçimler sonrası hükümet çalışmalarında tarafla­rın en baş görüşme noktaları arasındadır. ABD’de bu konuda arada oynayacaktır.

Seçimlerin arkasından ilk açıklama Sünnilerin liderinden geldi. Bit ile yeni hükümet kurma çalışmalarında görüşme­ler yapabileceklerini söyledi. Al Cafari hemen buna olumlu yanıt verdi. Sanki ABD’yi aradan çıkarıp kendi aralarında anlaşmak istiyorlardı. Bu araya birden Bush’tan sonra ikinci adam olan Dick Cheney girdi. Uçağı Bağdat semalarında havalanırken Saddam’m üst düzey a- damlanndan 24 tanesi serbest bırakılı- verdi. Bunların birer rastlantı olmayıp ta-

65

Page 66: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

CjOI OCAK-ŞUBAT 2006

raflar arasındaki pazarlıkların sonucu ol­duğunu çocuklar bile anlayabilir.

Öte yandan Zalmay Halilzad, Che- ney’den komutunu almıştı ve ilk açıkla­masını yaptı. Yeni kurulacak hükümette içişleri ve savunma bakanlıkları Şiflere bırakılmamalıdır. Bedir güçleri ya da Î- ran yanlısı güçler en azından bu bakan­lıklardan uzak tutulmalıdır. Bu kurum ABD kuklası birilerinin elinde kalmalıy­dı. ABD en azından ya da hiç olmazsa yeni hükümette vuruş gücünü, istihbaratı eline almak istemektedir. Son günlerde gördüğümüz Şii ve Sünni çatışmalarının sonucu tepeye işte ABD’nin oturmasıdır. Seçim sonrası taraflar kadar kozlar birer birer ortaya dökülmektedir.

Federasyon ve petrolBaşta Bush hükümeti federe yasaları

kendisi için bir çıkar olarak gördü. Kürt- leri desteklemek bunların en başındaydı. Bu yasalar ile kendine Irak içinde önem­li bir “dost” kazandırmaya hizmet etti. Ancak bir noktadan sonra ABD çıkarla­rına ters düşmeye başladı. Üstünde biraz durmalıdır.

Anayasa bugünkü hali ile löse fede­ral bir Irak tablosuna çanak tutmaktadır. Temel üç madde öne çıkmakta. Birincisi federe yasalar ulusal yasalardan daha üs­tündür. İkincisi yeni petrol ve yer üstü zenginlikleri bulunduğunda bu merkezi hükümete verilmeyecek, federe hüküme­tin olacaktır. Üçüncüsü her federe devlet

kendi askeri ve polisini örgütleyecektir. Yani merkezi hükümet hem petrol üze­rindeki denetimini hem de yönetimde ka­rar alma yetkisini yitirmektedir ve buna karşı askeri bir gücü bile kullanamaya­caktır. Bölgeler güçlenecektir.

En başta bu maddeler Irak’ı Green Zone ve binlerce personelli elçiliğine bağlı kukla Irak hükümeti ile yönetmek emelindeki ABD emeline terstir. Karşısı­na tek tek dövüşmek zomnda olduğu ye­rel hükümetler çıkarmaktadır. Yasalar bu güçlerin petrollerini istedikleri gibi kul­lanmalarında haklar tanımaktadır. Kuzey petrolleri üzerinde duran Kürtler güney petrolleri üstünde Şifler ve İran’ın dene­timi artmaktadır. Çıkarlar parçalanacak denetim zorlaşacaktır.

ABD başta merkezi iktidarı denetle­mek için yerelden hareket etti. Ancak şimdi boynuz kulağı geçti ve bu konuda kötü deneyler yaşandı. Şifler, İran ile pet­rol konusunda anlaşma yaptılar. Kürtler de bu konuda epey yol kat ettiler. Bölge­lerinde petrol çıkarımım hiç merkeze da­nışmadan bir Norveç şirketine verdiler ve petrol taşımacılığı için Türkiye şirketi ile anlaştılar. Merkeze hiç danışmadılar. Haber bile vermediler. Bu konuda Bağ­dat’taki Green Zone bir işe yaramadı. Merkezi hükümet yetkisinin azalması ABD denetiminin daha da azalması anla­mına gelmektedir.

Sünniler açısından da iş karışıktır. Bilindiği gibi Irak ortasında yerleşik olan

Sünniler Irak’m parçalanması durumun­da petrolden pay alamaz hale gelecek yoksullaşacaklardır. Açma bu amaçla ABD ile işbirliği yapmak da petrolü bu kez onların denetimine vermek demektir. Bu olsa olsa yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır. Tarih tekerrürden ibarettir denilir. Saddam da İran Humeyni’sine karşı ABD ile ittifak yapmamış mıydı? O nedenle şimdi federe yasalara karşı ol­mak ABD’nin işine gelmektedir. Elinde başka kozlarda vardır.

Irak yönetimi birçok kararla yüz yü­zedir. Saddam döneminden kalan çeşitli ülkelerle yapılmış petrol anlaşmaları var­dır. Irak’m dış borçlar sorunu vardır. Bunlarla ilgili kararlar yeni hükümete bı­rakılmıştır. İşgalden sonra gelişen süreç­te büyük petrol şirketleri yatırımlarını güvencede hissetmedikleri için Irak’a yatırım yapmadılar. Arncak bazı küçük petrol şirketleri Irak’a girmek için bunu fırsat bildiler. Ruslar sürekli nabız yoklu­yorlar. Saddam döneminden kalma an­laşmalar ne olacak diye somyorlar. Borç­lar konusu ise tam halledilmiş değil. AJ3D bu konulan yeni kurulacak hükü­mete karşı koz olarak kullanabilir. Dış ülkeler kanalıyla baskı yapabilir. Son za­manlarda İran’a karşı BM eliyle yapılan saldmlarda bir durgunluk yaşanmasını buna bağlayabiliriz. Irak’taki toz duma­nın dirilmesi beklenmektedir.

İki önemli faktörABD’nin bunun dışında iki tane da­

ha kozu vardır. Bir tanesi El Kaide uzan­tısı olduğu söylenen Zarkavi güçleri, di­ğeri ise Kürtlerdir.

Zarkavi konusunda çok şey yazma­ya gerek yok. Bush hükümetinin Irak’ta uluslararası terör vardır deyip işgalini haklı göstermek için arkasına gizlendiği bir örgütlenmedir. Zarkavi Şiflere karşı savaş başlattı. Seçimleri boykot etti. Se­çim sandıklarına sabotaj düzenleyeceğini açıladı. Ama Irak halkı Zarkavi güçleri­nin ABD ve İsrail ajanı olduğunu bilir. ABD uyguladığı politikalar doğrultusun­da Zarkavi kozunu sonuna kadar işine geldiği şekillerde kullanmayı sürdüre­cektir. ABD kalış gerekçesine Zarkavi’yi gösterdikçe Sünniler “sen Irak’tan çekil biz sana onu teslim edelim” dediler. Ama ABI) kendi yarattığı öcüyü öyle ucuza

64

Page 67: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞUBAT 2006 C|Oİ

kaptırmayacaktır.

ikinci koz Kürtlerdir. Kürtlerle şim­dilik bir sorun yok gibidir, ama yakında sorunların çıkacağı yukarıda yazdıkları­mızdan ortaya çıkar. Kürtler ABD yardı­mı ile tarihteki ilk Kürt devletine kavuşa­cakları umudu ile pembe rüyalar görü­yorlar. Barzani rüyaların gerçekleşmesi için dövüşe hazır görünüyor. Talabani.ise bu kadar iyimser değil, Kürdistan’m ku­rulmasının önünde yığınla aşılması güç engel görüyor.

Seçimlere 8 parti ve örgütün içinde öldüğü Kürt İttifakı olarak girdiler. Ge­çen seçimlerde ve referandumda Sünni- lerin oylamaya katılmamasından yararla­narak Mecliste varlıklarının ötesinde temsil edilmişlerdi. Şimdi oylarının düş­mesi bekleniyor. Bu kez hükümete girip giremeyecekleri kesin sonuçlar açıkla­nınca belli olacak BIİ yetkilileri yeni hü­kümet kurma görüşmeleri için Kürdis- tan’a gittiklerine bakılırsa onları muhale­fette, ABD ile bırakmak yerine yanlanna alabilirler. Bakalım göreceğiz.

Kürtler her ne kadar ulus olmaya ha­zırlanıyor olsalar bile ABD’nin bölge po­litikaları içinde bu hedeflerine doğra iler­lemede daha birçok engelle karşılaşacak­larına şüphe yoktur. ABD’nin derdi Kürt devletinin kurulup kurulmaması değildir. Bölge ve petrolün denetiminde Kürtler bir araçtır. Yukarıda anlattığımız gibi Şii federe devletine karşı Sünnilerle birleşir­ler ve federe yasala­ra karşı olurlarsa o zaman ulus olma planları sorunlarla doludur. Ulus olmak ister ve Şiflerle itti­fak yaparlarsa ABD ile zıtlaşma tehlikesi vardır. Kültlerin du­rumu bu iki grubun pazarlıkları ve ABD çıkarları içinde belirlenecek ve önümüz­deki dönemde çeşitli git geller yaşana­caktır. Sünnilerin ABD ile işbirliği Kült­lerin işine gelebilecek bir şey olmayabi­lir. Ama belki Barzani dövüşkenliği ile bu kavga ve pazarlıklar arasından bir do­ğum da yaşanabilir. Böyle bir doğumun ne kadar Kültlerin istediği gibi olacağı da belirsizdir. ABD Kürtleri bir koz olarak elinden kaçırmamaya onları sonuna ka­dar kendi sorunlarına bağlı tutmaya çaba­layacağı açıktır.

SonuçKaba sosyalistlerin düşündüğü gibi

seçimler sömürgecilerin oynadığı bir o- yun değildir. Hiçbir şey değişmeyecek diye de bir şey yoktur. ABD Irak’ta kan ter dökmekte. Dünyanın en güçlü ordu­su, yüzlerce yılın siyasi deneyi ile istedi­ği sömürü düzenini Irak’a girdiğinin ü- çüncü yılı biterken hala oturtabilmiş de­ğildir. Hatta baştaki saflarından geriye doğra itilmektedir.

Diğer liberal solun düşündüğü gibi de öyle “tamam, başaramadım, gideyim” diyecek de değildir. Kalıcıdır. Bush “I- rak’tan zaferle çıkacağız” diyor. Sünniler de onu yenik çıkartmak için uğraşıyorlar. ABD bir süre önce karşısında dövüştüğü “şeytan’fla şimdi ittifak yapmaya hazırla-

• nıyor.

Bush Saddam direnişçilerine karşı dövüşte geri düşünce Şiflerle işbirliğine gidildi. Ancak buna rağmen bir başarı sağlanamadı ve Şifler giderek kendi ara­larında birleştiler ve Sistani otoritesi ile Şii halklarım etraflarında topladılar. İran ile ilişkileri sıkılaştırdılar ve ABD’ye karşı söylevlerini .yükselttiler. Bedir Tu­gayları ve Mehdi ordu güçleriyle kendi­lerine bir sınır çizmeye çalışıyorlar.

Bölgede artan İran etkisine karşı ABD Sünnilerle dirsek temasına girdi. BAAS’cılan, federe yasalara karşı olma­yı bu emellerle kullanmaya gidiyor. Irak

politikasında önemli değişiklikler yaşa­nıyor. Kürtler ve Zarkavi güçleri elinde tuttuğu diğer kozları.

Seçimler sonrası büyük bir olasılıkla ABD, kendi öz gücü Allavi, Çelebi, laik güçler ve Sünnilerle birlikte muhalefet oynayacaklardır. ABD Savunma, İçişleri ve Petrol bakanlan ile Irak ekonomisini elinde tutmaya çalışacak ve gerektiğinde dış ülkeleri yardıma çağıracaktır.

Bütün bunlar ABD’nin demokrasi o- yunu oynayarak Irak’ta kalabilme müca­delesini hala kazanmak için kan teri dök­

tüğünü göstermektedir. Baştaki tüm Or­tadoğu’ya hakim olma emellerinin çok çok daha gerisinde dövüşüyor, ama he­nüz umudunu yitirmiş değil. Ya da içinde olduğu durum ona başka şans tanımıyor. Daha uzun süre de dövüşmeyi sürdürme karannda olduğunu görüyoruz. Ortadoğu gerçekliği de buna uygun.

Irak’ta gördüğümüz gibi halklar gi­derek Amerika’ya umut olarak bakmak­tan uzaklaşıyorlar, ama kurtuluşlarım da daha etnik, dini ve ulus çerçevesinde gö­rüyorlar. İslam dini ya da emik bazda ay­rılmalar halkların kurtuluşuna giden yol­lar değildir. Yarın zengin Şii, yoksul Şii, zengin Sünni, yoksul Sünni, zengin Kürt, yoksul Kürt olarak gene ayrışacaklardır. Şimdi bu ayrımın üstü örtülüyor, ama ya­rın bu örtü kalkacaktır. Günümüz küre­selleşme gerçeği içinde ulusal bir ayrılış nihai bir kurtuluş olamaz. Modem top­lum ancak çalışanlar, işçiler ve patronlar ya da bir avuç finans kapital zemininde ayrışmaktadır. Ancak bu gerçekliği kav­rayıp ona karşı dövüş Ortadoğu halkları­nın çıkarma olacaktır.

İlk koşul ABD işgali ve onun uzantı­larına karşı dövüş olmalı, Şii, Sünni, Kürt zemindeki ayrılıkların birer zengin­lik parçası olarak kabul edilmesi gerekir. Ancak Ortadoğu gerçekliği sanki daha bu aşamanm çok çok gerisinde görül­mektedir. İran’da Ahmedinecad ya da o- nun Irak uzantısı olabilecek Mukteda al

Sadr akımı yoksul­ları örgütleyerek böyle bir zemine yol açıyorlar, ama bu işi dini çerçeve içince ele alınca da olası bir kurtuluşu yanlış

zeminlere sürüklüyorlar. ABD’nin böl­geden nihai olarak atılmasını zorlaştırı­yor. O nedenle ABD her ne kadar üçün­cü sömürgecilik düzenini kurmakta zor­lanıyor olsa da açık kapıları her zaman buluyor. Onun petrolü sömürme hastalı­ğı da eneıjisi haline geliyor. Onda bu duygu ölmeyeceğine, yani sömürmeden ayakta duramayacağına göre Irak halkla­rı da sömürüye karşı doğra silahla dö­vüşmedikleri için bu savaşın daha çeşitli kılıklara bürünerek daha uzun süreceğini düşümnek gerekmektedir.

2 9 . 1 2 . 2 0 0 5

Modern toplum ancak çalışanlar, işçiler ve patronlar ya da bir avuç finans kapital zemininde ayrışmaktadır.

Ancak bu gerçekliği kavrayıp ona karşı dövüş Ortadoğu halklarının çıkarına olacaktır.

r

Page 68: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Attila Ilhan’ın ardından

N e ŞAİRLER SEVDİM,

ZATEN YOKTULAR...Umut Rydın

Attila İlhan; hazım Hikmet ve Yahya Kemal'le birlikte bu yüzyıl içinde şiirimizdeki bir kaç büyük yenilenmeden biridir. Sanatın, yeniden kurmak anlamına geldiğini,

bunun için de yaşamak değil, yaratmak gerektiğini iyi biliyordu. Ama deyim yerindeyse şiirden yana, sanattan yana dersini başarıyla vermiştir.

Ama devlet dersinden kalmıştır...

Ece Ayhan, pek çoğumuzun ma­lumu olan şiirinde basit, ama vurucu bir yolla kapıyı aralar:

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir

çocuk gömülüdür D evlet dersinde öldürülmüştür

Ayhan bu şiirin altına 1970 tari­hini atar. 70’lerin ortalarına geldiği­mizde, devlet dersinde öldürülen ço­cukların sayısı artarken, İkinci Ye­ni’den kopup gelen Kemal Özer, ka­pıyı ardına kadar açar:

Durur sarkacın gitgeli Kavganın yüreği durmaz

Çok beylik bir söz olacak, ama şiir, yaşamın ta kendisidir. Umudun, kahrın, ikircikli halin, zıtlığın form değiştirmiş halidir. Ve çoğu zaman etkisi anlattığı hikayeyi aşıp geçer. Bir anlamda şairini öksüz bırakır. Bazen de şairler, şiirlerini terk eder.

Evet, Attila İlhan, 80 yıl sonra şiirlerini ardında bırakarak gitti. Sa­dece şiirlerini de değil, romanlarını, öykülerini, senaryolarını ve bilcümle düşüncelerini. Bazı ölümlerin ardın­dan hüzünlenirsiniz, bazılarının yası tutulmaz, bazılarının ise ardından bakakalmak ve konuşmamak daha hayırlıdır. Her anlamda...

Attila Ilhan’ın ölümünün üzerin­den üç aya yakın bir zaman geçti. Bu kadar zaman sessiz kalmış olmanın sebebi bakakalmak değildi. Yas tut­mak hiç değil... Yazılanları, çizilen- leri okumak, dilimize yapışmış dize­lerle oyalanmak, belki de yalnızlığı­mızı “kesik bir kol gibi” taşımamak için bekledik. Tabiri caizse kırkı çık­malıydı, çıktı.

Gece bekçilerine saati sormak

Her şeyden önce söylemek gere­kir ki; bu satırların yazarı, Ilhan’ın neredeyse torunu olacak yaştadır. Haddini aşmayı (!) ondan gördüğü gibi aslında bu 80 yıllık serüveni de hep geriden takip edegelmiştir. Pi- a ’yı, fen'a halde Leman’ı, Aysel’i, Ö- mer Haybo’nun maceralarını, Tat- yos’un kahrını, kirli yüzlü melekleri, Silezya dağlarını, cinayeti gören kör balıkçıyı hep bir adım geriden gele­rek keşfetmiştir. Ama ihtiyaç duydu­ğu anda gecenin içinde yakalamıştır onu.

Terk edilmişken “ne kadınlar sevdim / zaten yoktular”\a hüzne ka­rışırken, sisli bulvarlar hep yalnızlı­ğı *ve artık kalbini susturmanın müm­kün olmadığını hatırlatmıştır. Belki sınıfına ihanet etmeyi beceremeyen bir küçük burjuva olduğundan, belki

sırf öyle istediği için Attila İl- han’dan zorla melankoli çıkartmıştır. Ama Attila İlhan, büyük bir merak ve açlıkla okunmuştur tarafımdan her daim.

Kimse kusura bakmasın; İlhan’m romanlarına, öykülerine bir diyece­ğim yok. Her romanında yaşamının başka başka kesitlerinden deneyim­ler aktarıyor olsa da, siyasal düşün­cesi üzerinden politik vuruşlar yapı­yor olsa da, hatta müthiş bir tabu ol­duğu dönemde eşcinselliği dahi işle­miş olsa da Attila İlhan benim için önce ve illa ki şairdir.

Şiir ve Attila İlhanAltıncı şiir kitabı “Yasak Seviş-

mek”le beraber şiir oluşumunu ta­mamladığını söyleyen İlhan, bir ya­zısında şöyle tanımlıyor yarattığı sentezi: “Batı’dan, halk şiirinden, toplumcu şiir geleneğinden ve divan şiirinden bütün alınmış unsurların bir araya getirilip bundan özgün bir sentezin çıkarılması.” Bir başka ya­zıda da şöyle diyor: “Amacım, diya­lektik bir bakış açısıyla geçmiş ede­biyat kaynaklarını eleştirel bir gözle ele almak, içeriklerini irdelemek, sa­nat tekniğine ilişkin özelliklerinden yararlanmak, böylelikle çağdaş içe­riğin daha yaygın etkili olmasını sağlamaktır.” Attila İlhan, Metin Ce-

66

Page 69: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK'ŞUBAT 2006 C|OÎ

lal’e göre ulusal bileşim kavramı i- çerisinde Divan Edebiyatı ayağını biçimsel tercih olarak ele alırken, kendi imge yapısıyla aruzun içine a- ruza rağmen yerleştirdiği görkemli sesi yakalamaya çalışır ve kendi şii­rini kurmayı dener. Her zaman imge­yi ön planda tutmuştur. İmgeyi, nes­nel gerçekliğin şairin öznel süzge­cinden damıtılmış biçimi olarak gö­rür. İlhan’a göre imge, dizelerle so­mutlanan şiirin özüdür.

Onun şiirinin vuruculuğu hem tek tek dizelerde bir anlamın olması, hem de şiirin bütününde başka bir ö- ze ulaşılmasıdır. Sürekli yenilik pe­şinde koşmasının yanı sıra Attila İl­han, şiirin söylenebilen bir şey oldu­ğuna inanır. Şiirin özellikle yüksek sesle okunduğunda olup olmadığının anlaşılabileceğini söyler. Ses uyu­munu pek çok şeyin önünde tutar. Çi­te yandan hep bir “yüksek estetik” vurgusu vardır. “Folklorla sanat ol­maz, ancak yüceltilmiş bir estetiğin malzemesi folklordan alınabilir” der bir yazısında. Aynı mantık ve mesa­feyle yaklaşır Divan Edebiyatına da.

Kimilerine göre Türk şiirini Ga­rip “saçmalığı”ndan kurtarmıştır, ki­milerine göre imgenin kurulmasında İkinci Yeni’den daha üstündür, kimi­lerine göre ise usta bildiği Nazım Hikmet’i aşmayı ve yenilemeyi ba­şarmıştır. H. Bülent Kahraman’ın i- fadeleriyle; “ ... Attila îlhan’m, şiir­de gerçekleştirdiği büyük ve etkile­yici atılım; aynı zamanda, dilin, ken­di içinde sakladığı bir gizilgücün (potansiyelin) ortaya salınmasıdır; onun boşalmasına olanak verecek zeminin hazırlanmasıdır; yani Türk­çe’nin ‘orada’ olan, fakat fark edil­memiş bir niteliğinin, bir özelliğinin ele geçirilmesi, onun bir özgünlükle bütünleştirilm esidir... Bu şiirin, yüzyıl içindeki en büyük birkaç ye­nilenmeden (ötekiler Yahya Kemal ve Nazım Hikmet) birisi olduğunu, rahatlıkla söylemek mümkündür.”

Attila İlhan büyük bir şairdir...

Ama...Burada; biçimle öz, diyalektik

bir bütündür ya da insanın fikri ne i­

se zikri de odur, tarzında bir tartış­maya girmeyeceğim. Attila İlhan, dünyayı açıklamayı kendine iş edin­miş insanlardan biriydi. Sanatın, ye­niden kurmak anlamına geldiğini, bunun için de yaşamak değil, yarat­mak gerektiğini iyi biliyordu. Sek­senlerin başında ortalık yılgın dize­lerden geçilmezken “o sözler ki kal­bimizin üstünde / dolu bir tabanca gibi / ölüp ölesiye taşırız / o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan / uğ­runda asılırız” diyerek yarattığı di­zeleriyle, o rüzgarla birçok gencin sol düşünceyle tanışmasında aracı oldu.

Ancak onun kafasındaki sol dü­şünce, belki de sadece kendisinin tam' olarak kavrayabildiği başka bir paradigmaya işaret ediyordu. Fran­sız Komünist Partisi üyeliğinden Cumhuriyet gazetesiyle ittifaka, bel­ki de daha da sağma taşıdığı düşün­ce bütünlüğünde, yarattığı her ese­rinde kendi deyişiyle “yükseklerde gezen o mağrur baş”, o “sarışın kurt”, o “gazi” Demokles’in kılıcı gibi salındı hep. Merve Erol’un ifa­desiyle “ ‘Hangi Batı’ diye soran bir Parizyen, devletçi -niyet o olmasa da son tahlilde tepeden inmeci-, sta­tükoya bağlı bir Doğulu, her iki du­rumda da sosyalist... Toplumsal çal­

kantılar için nihai çözümü cumhuri­yet oligarşisinin iktidarının sağlam­lığında -sosyalist devrimin, değerle­rinin değil, burjuva devriminin, de­ğerlerinin ihtiyaç ve çıkarlarmda- bulmayı da kabullendi.” “Parolası vatan, işareti namus” diyen kitleyi kendisi yarattı. Şiirden elde ettiği rüzgarı, siyasi “em erlerine tahvil etmekten imtina etmedi. Bu anlamda diyalekti de...

İşin ironik tarafı, onun şiirlerini en güzel besteleyen ve en güzel yo­rumlayan kişinin Ahmet Kaya olma­sıdır herhalde. Tıpkı onun gibi çeliş­kiler bütünü, ama son vardığı nokta­da karşı kıyıya demir atan Ahmet Kaya... Ne denebilir ki; hayal kırık­lığı mı yoksa “hayat zamanda iz bı­rakmaz / bir boşluğa düşersin bir boşluktan / birikip yeniden sıçramak için / elde var hüzün” mü denir...

Yazının en başına dönersek; Atti­la İlhan tabiat dersinde de, şiirde de tahtaya kalktı ve sınıfı geçti. Kavga­nın yüreğinin durmayacağını da bili­yordu elbet.

Ama...

Devlet dersinden kaldı...

28. 12. 2005

b l

Page 70: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü:

Vedat T ür kal İ - IZeynep Horu

Üniversiteyi Kazandım. 12 Eylül sonrası 80'li yılların sonlarına doğru yeniden can­lanan öğrenci hareketi beni de içine Kattı. Yurtta Kalan bir arkadaşın odasında

gümbür gümbür çalan "İstanbul" şarkısını İlk dinlediğim gün hala aklımda. Grup Baran'ın şarkisiydi. Vedat Türkali'nin şiiri olduğunu çok sonraları öğrenecektim.

“Bu ülkenin yurttaşı olarak, acı çeken insanlar için ne yapabilirim,

ülkemizi daha güzel, daha iyi günle­re nasıl götürebiliriz? Temel soru­

num bu oldu benim. ”

V. Türkali

( “Dostları Vedat Türkali’nin Seksen Beşinci Yaşını Selam lıyor”

gecesindeki konuşmasından)

Vedat Türkali, biz onu daha tanı­madan hayatımıza etki etmişti. Orta­okul yıllarında, televizyonda yayın­lanan “Üç Tekerlekli Bisiklet” filmi­ni izlediğimde şaşırmıştım. Senaryo­sunun Vedat Türkali’ye ait olduğunu çok sonra öğrendiğim siyah-beyaz,

1960Tarda çevrilen bir Türk filmiy­di. Farklıydı, diğer filmlere benze­miyordu konusu. Evine sığman ka­nun kaçağına aşık olan evli bir ka­dın. Üstelik kocası filmin sonunda e- vine dönmüş, kötü birisine de benze­miyordu. Ama kadın aşkım tercih et­mişti. Ö dönem izlenilen Yeşilçam filmlerindeki kadınlar gibi değildi. Meğer o dönem çevrilen, sosyal içe­rikli diyebileceğimiz başka filmlerin de senaryosunu yazmış.

Üniversiteyi kazandım. 12 Eylül sonrası 80’li yılların sonlarına doğru yeniden canlanan öğrenci hareketi beni de içine kattı. Yurtta kalan bir arkadaşın odasında gümbür gümbür

çalan “İstanbul” şarkısını ilk dinledi­ğim gün hala aklımda. Grup Baran’m şarkisiydi. Vedat Türkali’nin şiiri ol­duğunu çok sonraları öğrenmiştim.

Ve nihayet üniversite yıllarının ortalarında, “Bir Gün Tek Başına” romanı sayesinde Vedat Türkali’yle tanıştık. Teori ve politikasında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı rehber alan öğ­renciler olarak, o romandaki “baba” karakterinin Dr. Hikmet Kıvılcımlı olduğunun söylenmesi, ayrı bir sem­pati ve merak uyandırmıştı romana karşı.

Ama asıl daha bilinçli olarak Ve­dat Türkali’yle tanışıklık, “Güven” romanıyla başladı. Bir grup arkada­şın elinde sabırsızlıkla dolaştı iki cil­di romanın. Altını çize çize, üzerinde konuşa konuşa büyük bir heyecanla okumuştuk romanı. Sadece bir yazar, şair ve sinemacı olmadığını anlamış­tık. “Komünist” adlı kitabıyla pekiş­ti bu düşüncemiz. Sanatçılığını, üret­kenliğini besleyen, ona hayat veren ideolojisi, politik duruşu ve mücade- lesiydi.

Anadolu’da, Samsun’un yoksul bir mahallesinde başlar yaşama tam 87 yıl önce. Asıl adı Abdülkadir De- m irkan’dır. Sonradan kendisi, Pir Haşan’m soyundan geldikleri için Pirhasan soyadını alır mahkeme ka­rarıyla. Vedat Türkali ismini ise gü­venlik nedeniyle yazılarında takma isim olarak kullanır ilk baştan, daha sonra gerçek ismini kullanmak istese de bu böyle devam eder. Üç kız ço­

68

Page 71: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

OCAK-ŞU BAT 2006 C|Oİ

cuğunun ardından dördüncü çocuk olarak dünyaya gelir. Tutucu bir çev­resi vardır. Ablaları okutulmaz örne­ğin. Kendisi de Kuran’ı beş kere hat­metmiş çocukluğunda. Bir yanıyla baskıcı din eğitiminin hafızasında o- lumsuz iz bıraktığını belirtirken, bu­yanıyla da yaşadığı toplumu gerçek boyutlarıyla kavramasında onu kuşa­tan bu ortamın etkisini belirtir Ko­münist adlı kitabında. İçinde yetişti­ği ilkel komünal geleneklerin izini taşıyan, dayanışmaya ve paylaşıma dayanan İslami kültürle beslenen mahalle ilişkilerinin hakkını verir. Ortaokul son sınıfta ilk siyasi fikir­leri oluşmaya başlar. Kemalizm’i sa­vunur. Lise yıllarında, kitap okuma­ya olan merakı sayesinde “Komünist Memet’Te yakınlaşır. Marx’la, En- gels’le, sınıf kavramıyla tanışır. Le- nin’in bazı kitaplarını okur. TKP’nin Samsun il örgütünden Sefer Ayte- kin’le ilişki kurar.

Sonradan evlenecekleri Merih Hanım’lada yine lisede tanışırlar. Klasik bir arkadaşlık değildir arala­rındaki. Çok uzun yürüyecekleri be­raber yolculuğa adım atmışlardır Samsun’da. Hem duygu hem de dü­şünce birliği doğar aralarında. Merih Hanım da komünisttir, sonraki ha­yatlarında hem eş, hem de yoldaş ol­muşlardır.

Üniversite okuma isteği onları İstanbul’a getirir. Türkoloji’de oku­yabilmek için zorunlu olarak askeri öğrenci olur. (Kısa sürede kurtulabi­leceğini sansa da bu durumdan, Ve­dat Türkali ancak 1951 ’de tutuklan­masıyla askerlikten atılır.)

Üniversitede komünist fikirli, mücadele etmek için harekete geç­mek isteyen bir grup genç olurlar. O zaman TKP’nin varlığından haber­darlardır, ama TKP’yle bağları yok­tur. Bu bağı kurmak sanıldığı kadar kolay olmaz. 1999 yılında yazdığı “Güven” adlı romanında, TKP’nin faaliyetinin durduğundan habersiz, mücadeleye katılmak için partiyi a- rayan gençleri anlatır. T935Tİ yıllar, dünyada faşizm tehdidinin artığı bir dönem. TKP’nin bağlı olduğu Ko- müntern şu kararı alır: “Faşizme kar­

şı TKP’ye düşen görev, barış çizgi­sindeki Kemalistleri, demokrasi yo­luna çekmek, faşist Almanya ile iliş­ki geliştirmesini engelleyip faşist cepheye kaymasını önlemeye çalış­mak, Sovyet dostu, emekçi yanlısı bir politika izlemesini sağlamak”. Ancak TKP bunun gereğini yerine getiremeyince hakkında desantrali- zasyon kararı çıkar. Romanda konu ettiği, TKP’nin faaliyetlerini durdur­duğu bu dönemde, TKP’yi bulmak i- çin çırpman gençlerdir onlar ve as­lında kendileridir.

O dönemde Dr. Hikmet Kıvıl- cım lı’nm Marksizm Bibliyote- ği’nden çıkan kitaplarını takip eder­ler. “O gün öğrendiklerimizi Hikmet K ıvılcım lı’ya borçlu olduğumuzu sonra öğrendik” der, Vedat Türkali Komünist adlı kitabında.

Grup olarak daha da genişlerler ve TKP’ye ulaşamamanın sıkıntısını,

kendileri bir örgüt gibi hareket ede­rek bir nebze çözmeye çalışırlar. Fi- nans sorununu aralarındaki dayanış­mayla hallederler. Örgütlenme çalış­ması yaparlar, yayın çıkarırlar bir yandan da TKP’yi aramaya devam e- derler.

Eğitimi bittikten sonra Akşe­h ir’de askeri lisede öğretmenliğe başlar. Parti ile ilişkisini her tatilde geldiği İstanbul’da geliştirir.

TKP gizli çalışma kararı aldığı zaman, kesintili olarak Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli ve Şefik Hüsnü ile görüşerek bağı kurar Vedat Tür­kali. Sık sık gözaltı ve tutuklamalar yaşanır partide. (Vedat Türkali’nin Güven romanında bahsettiği Haşan Basri Alp, Sansaryan Han’dan, Bi­rinci Şubenin en üst katından aşağı atılarak öldürülür. Bu şekilde öldü­rülen ikinci TKP Tidir. Daha önce partili tütün işçisi Abbas, pencere-

69

Page 72: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

C JO İ OCAK'ŞU BAT 2006

den atılıp öldürülmüştür.)

1944-1945-1946 tutuklamaların­da yakalanmayan Vedat Türkaİi, 1951 yılında izlendikleri parti görüş­mesi sonrası tutuklanır ve 7 yıl ceza­evinde kalır.

Vedat Türkaİi 1940 Tarda müca­dele içindeyken Dr. Hikmet Kıvıl­cımlı hapishanededir. Tanışmazlar yüz yüze. “ 1957 seçimleri sırasıydı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı başkanlığında kurulan “Vatan Partisi’nin kimi üye­leri, bizim de bulunduğumuz Sulta­nahmet Cezaevi’ne getirilmişti... Parti’de adını yıllarca bir efsane gibi duyduğum, yıllar yılı sürmüş cezae­vi serüvenini yürekten saygıyla izle­diğim Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile ilk kez yüz yüze geliyordum ben de. Tüm eleştirileri akıl almaz sabırlı bir hoşgörü içinde dinleyen, bıkmadan, usanmadan, ayrıntılara kadar inerek her tür soruyu inandırıcı bir biçimde yanıtlamaya çalışan, doğru bulduk­larını kimden gelirse gelsin, hiç sal­lanmadan benimseyen, açık, dürüst, kasıntısız demokrat kişiliğine hay­ranlık duymaya başlamıştım.” (V.T.)

Birebir mücadele arkadaşı değil­lerdir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın her öne sürdüğü düşünceyi de savun­maz. Aynı zamanda eleştirir akima yatmayan düşüncelerini. Bu durum her iki taraf için de olgunlukla karşı­lanılan, karşılıklı saygı ve sevgiyi daha da büyüten doğal bir olgu olur.

1958’de cezaevinden çıktıktan sonra, yapacak bir işi olmayan Vedat Türkaİi’ye kimse iş vermez. Kısa sü­re yayıncılık işi yapar Rıfat İlgaz’la. Sevemez bu işi. Sinema ise Vedat Türkaİi’nin en büyük tutkusudur. Ü- niversite yıllarında başlayan, o za­manlar bir hayal olan sinema tutku­su, cezaevinden sonra gerçeğe dönü­şür. Rastlantılar sonucu Yılmaz Gü- ney’in de (tanıştıklarında Yılmaz Güney henüz 19 yaşındadır) içinde olduğu sinemayla uğraşan tanıdıkla­rı aracılığıyla sinemaya adım atar ve senaryo çalışmalarına başlar, “ ...en büyük isteğim, tutkum, Türk halkı­na, ona yararlı olabilecek ve halkçı birikime katkıda bulunabilecek sine­ma çalışması yapmaktı.” (V.T.) İn­

giltere’ye gidişine kadar, neredeyse 30 yılını sinemaya vermiştir. “Oto­büs Yolcuları”, “Üç Tekerlekli Bisik­let”, “Karanlıkta Uyananlar” gibi ö- nemli filmlerin senaryolarını yazar. 1965’te senaryosunu yazdığı “So­kakta Kan Vardı” filmi ile yönet­menliği de dener.

Cezaevinde teorik olarak sinema hakkında bilgi edinmiştir, ama işin içine girince, “sinemayı asıl sine­macılardan ve Yeşilçam’dan” öğren­dim der. Politik kişiliği ve mücade­lesi, senaryo yazarlığına etkide bu­lunur. “Türk Sineması, Yeşilçam halkla alışveriş halinde olduğu için, halkın eğilimlerini, dayanışma sı­caklığını, insan sevgisini daima te­mel edinmiştir... Ama bunlar, hiçbir zaman halk yararına belli bir süz­geçten geçmiş sağlam teoriye daya­nan çalışmalar değildi.” (V.T.) Ve­dat Türkaİi ideolojisi ve politik du­ruşuyla Yeşilçam’a ayrıksı bir yan katar. Türk Sinemasında gerçekten komünist olan tek kişidir. Sınıf çe­lişkisini filmlerinde işler. Senaryo­larında halka bir şeyler vermek ve yeni düşünce ufukları açmak kaygı­sı ön planda olur. “Otobüs Yolcula­rı”, “Şehirdeki Yabancı”, “Kızgın Delikanlı” ve “Dolandırıcılar Şahı” filmlerindeki senaryoları, bu kaygı-

Vedcıt Türkaİi

larmı hayata geçirebilme çabasıydı. Ama Vedat Türkaİi, sınıf çelişkisini işleme çabasıyla yazdığı film senar­yolarının, dönemin gerçekliği için­de tam hedeflediği gibi olmadığını da ifade eder. Sinemaya bir bütün o- larak bakmak gerekirdi. Yapımcısı, yönetmeni, dönemin koşulları, sine­manın geldiği nokta hepsi belirleyi­ciydi. O dönem Yeşilçam’da kendi­siyle yüzde yüz aynı düşünceye sa­hip ne bir yönetmen, ne bir yapımcı vardı. Kısmen halkçı, ilerici sayıla­bilecek yönetmen ve yapımcılarla gerçekleştirmek istediklerini tam o- larak başaramıyordu. “Karanlıkta Uyananlar’Tn senaryosunda, ilk de­fa Türk sinemasında değinilmemiş bir konuyu, sınıf çatışmasını işler, fakat filmin yönetmeninin (Ertem Göreç) sınıfsal bakış açısına sahip olmamasından doğan bir çatışmayla Vedat Türkaİi filmde sınıf çelişkisi­ni, sınıf gerçeklerini istediği gibi iş­leyemez.

Olaylar birbiri sıra gitsin, halk sıkılmadan olayları hemen algılasın ve kendini kaptırıp huzura ersin, kla­sik Yeşilçam kalıbıydı. Bu mekanik ritmin tersine sınıf çelişkisini, sınıf gerçekleri içinde vererek, çatışmayı seyircinin sezgilerinden doğan bilin­ce bırakacak bir biçim önerisi şid­detle reddedildi. “Karanlıkta Uya­nanlar” epik tarzda tasarlanmış, ama tam düşündüğü gibi olmamıştı.

Yine de Vedat Türkali’nin bütün senaryolarında, Türkiye’nin yapısına sağlam bir eleştiri gizlidir. Senaryo yazarken işlediği konu üstüne enine boyuna inceleme yapar. “Otobüs Yolcuları”nda 27 Mayıs sonrasının ünlü Güven Evler vurgunu davasını, emlak ve inşaat meselelerini araştı­rır. “Karanlıkta Uyananlar”da boya endüstrisinin sorunlarını didik didik eder.

Vedat Türkaİi, 1999 yılında İs­tanbul Film Festivali’nde, Türk Si­neması’na politik sinemayı getirdiği gerekçesiyle ödüllendirilir. “ Karan­lıkta Uyananlar” , ilk sendika filmi olarak kayıtlara geçer.

(Devam edecek)

70

Page 73: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

Metin Kurt

Sporu, sporcu spor olsun diye yapmıyor; sporu yaptıranlar da bugün devasa bir ehonomiK sektöre dönüştürülen sporda, spor olsun diye boy göstermiyorlar. Çıp­lak gerçek şudur; spor şike demektir, spor doping demektir, spor kumar demek­

tir, spor şiddet demektir, spor siyaset demektir. Mafya sporun baba evidir. Spor oyun değildir. 5porcular arenada oyuncu olarak kalmıyorlar.

Sınıflı toplumun tarihi aynı za­manda sporunda tarihidir. Spor yapıl­dığı tarihsel kesimin sosyo-ekonomik yapısını ayna sadakatiyle aynen yansı­tır. Tarihsel süreç içerisinde spor ya­panlar ve yaptıranlar değişmiştir, ama spor genelde her zaman egemenlerin iktidarlarını sürdürebilmek için kullan­dığı araçlardan biri olagelmiştir. Spor din gibi, fahişelik gibi sınıflı toplumla yaşıt bir üst yapı kurumudur. İlkel top- lumlarda spor yoktur, daha doğrusu av­cılık ve toplayıcılıkla doğada var olma savaşı veren insanoğlunun spora ayıra­cak vakti yoktu. Sanat ve kültür gibi sporunda tarih sahnesinde yer alabil­mesi için boş zaman olanağının ortaya çıkması gerekliydi. Boş zaman faktö­ründen yola çıkarsak sporun sınıflı top­lumla tarih sahnesine çıktığını ve ilk sporcuların efendiler olduğunu ortaya koyabiliriz. Yani spor köleci toplumla birlikte başlamış ve ilk sporcular köle­ci toplumun efendileri olmuşlardır. Köleci toplumun spor anlayışı efendi­lerin güç gösterisinden ibarettir. Köleci toplumda herhalde kölelerin doğrudan üretici olmayan spora yönelmeleri söz konusu olamazdı. Kölelerin gladyatör olarak spor arenalarında yer almaları feodal toplumda gerçekleşti. Feodal toplumun soyluları kölelerini ölesiye vuruşturarak toplumu avutmak için spordan yararlanmışlardır. Spor arena­lardaki kan, vahşet ve dehşet feodal toplumun soylularının ezdiği sınıfı a- vutarak kontrol altında tutmalarına ya­rıyordu. Kilisenin egemenliği altındaki dönemde sanat, kültür gibi etkinlikler­le birlikte sporda kilise tarafından ya­saklandı. Sporun tekrar tarih sahnesine

çıkması sanayi devrimiyle birlikte ger­çekleşti. Sanayi devrimiyle egemenliği eline geçiren burjuvalar sporu sömür­dükleri kesimleri kontrol altında tut­mak için yeniden piyasaya sürdüler. Piyasaya sürülen spor burjuva ideoloji­siyle yoğrulmuştu. Modem spor yani burjuva etiketli spor sanayi dünyasının bir kopyası, adeta bir yansımasıdır. Modem spor bir oyun değildir, modem sporcular da oyuncu değillerdir. Günü­müzde spor bütünüyle şova dönüştü­rülmüş, sporcular da şovmen yapılmış­lardır. Sporcular devasa şov sektörün­de öne çıkarılmışlardır. Günümüzde şov dünyasının tartışmasız baş aktörle­ri sporculardır.

Futbolun gelişimiİngilizlerin Fransızları yenmele­

riyle başlayan süreç aynı zamanda fut­bolun da İngiltere’nin dışına ihraç edil­mesinin yollarını açmıştır. Öylesine bir imaj yaratılmıştır ki bir ara güneş bat­mayan ülke olarak tanımlanan İngiliz­lerin gücü spora bağlanmıştır. Futbol İngiliz misyonerleri tarafından İngiliz sömürgelerine ihraç edilmiştir. Futbol İngiltere’de önce fabrika aşamasından daha sonra mahalle aşamasından geçe­rek kent aşamasına varmış, böylece İn­giltere üzerinde kurumsallaşmıştır. Da­ha sonra İngiliz misyonerleri futbolu sömürgelere taşımışlardır. Güneşi bat­mayan İngiltere’nin ideolojik propa­ganda araçlarından biri olarak sömür­gelerde de yaygınlaştırılmıştır .Bu ide­olojik propaganda öylesine tutmuştur ki asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl, oynayacaksan İngilizler gibi oyna bu­günkü deyimiyle o günün modası ol­

muştur. Bunalım dönemlerinde etkisini giderek artıran futbol ulus devletlerin oluşmasıyla ve ulaşım olanaklarının değişmesiyle medyanın devreye sokul­masıyla uluslararası aşamaya taşınmış­tır. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımın hemen ertesinde, 1930’da ilk dünya futbol kupası Uruguay’da düzenlen­miştir. Böylece uluslararası aşamasını tamamlayan futbol 50’li yıllarda Avru­pa özelinde ayrı bir örgütlenmeye daha gitmiştir. Özetle spor ve sporun gözde­si futbol bugün dev bir sanayi kolu ola­rak faaliyetini sürdürmektedir. Artık futbol, endüstriyel futbol, küresel im­paratorluk futbolu deyimleriyle gün­demdeki yerini korumaktadır. Futbol her geçen gün daha büyük ölçekli tica­ri sektör olarak, geliştirilmektedir. Fİ- FA ve UEFA futbolun ticari sektör ola­rak konumunu koruması için liderlik yapmaktadırlar. Bugün futbolun Avru­pa ölçeğinde yıllık cirosu 10 Milyar A- merikan Dolan, Avrupa Şampiyonlar liginin yıllık cirosu ise 1 Milyar Ame­rikan Doları civarındadır. Dünya gene­linde büyük sıfatıyla anılan kulüplerin yıllık cirosu ise 100 milyon doların ü- zerindedir. Bu arada Türkiye Futbol Federasyonu bütçesi son 10 yılda 6 milyon dolardan 50 milyon dolara yük­selmiştir. Modem bir stat yapımının maliyeti 100 ile 500 milyon dolar ara­sındadır. Ülkeler Avrupa ve Dünya Ku­palarını kendilerine çekebilmek için 4- 5 milyar doları gözden çıkarabilmekte­dirler. Özetle sanayi devriminin hemen ertesinde İngiltere’de devreye sokulan spor ve onun gözdesi futbol etkisini ar­tırarak dünya genelinde zafer yürüyü­şünü sürdürmektedir.

71

Page 74: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

C |O İ OCAK'ŞUBAT 2006

Spor (futbol) egemenlerin

iktidar aracıdırSanayi toplumunun ideolojisini kit­

lelere taşıyan bir virüs müdür, çağımı­zın yeni bir dini midir, halkların ninni­ye yatırıldığı kocaman uyku tulumu mudur, tam teşekküllü bir tımarhane, bir hastane midir, örgütlü spor nedir? Ansiklopedi de spor oyun oynamak için işten uzaklaşmak olarak tanımlanıyor. Yarım asırdır sporla yaşayan ve ekme­ğini meşin yuvarlak aracılığıyla kazan­mış eski profesyonel futbolcu olarak hangi aşamada meşin yuvarlakla buluş­taysam bu tanıma uygun bir ortamla karşılaşmadım. Sporu, sporcu spor ol­sun diye yapmıyordu; sporu yaptıran­lar da bugün devasa bir ekonomik sek­töre dönüştürülen sporda, spor olsun di­ye boy göstermiyorlardı. Çıplak gerçek şuydu; spor şike demekti, spor doping demekti, spor kumar demekti, spor şid­det demekti, spor siyaset demekti. Maf­ya sporun baba evi idi. Spor oyun değil­di. Sporcular arenada oyuncu olarak kalmıyorlardı. Zaten masa altından ya da masa üstünden ekonomik destek ol­madan sporcu olma olanağı pratiğin

dünyasında yoktu. Sporcuları kuşatan vahşi kapitalizmin rekabet ideolojisi sporcuları tam gün çalışmaya zorluyor­du. Spor ortamı sporcuları metalaştırıl- mış, seyircileştirilmiş bir topluluk yapı­yordu. Hatta kitlelerin izleyicilik konu­munda kalmaları bile engelleniyor, on­lara sanal oyuncu olmaları öğütleniyor- du.Taraftar artık on ikinci oyuncuy- du.Yani taraftar izlemiyor, tribünde oy­nuyordu. Sonuçta spor serüveninde ka­pitalistler her zaman kazanan taraftı .A- tılan her gol emekçi kalesine giriyor ve sporda kaybeden sosyalistler oluyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasında spo­run da rolü olduğunu düşünüyorum. Sosyalist ülkelerde sporcular sporu spor olsun diye yapmıyorlardı. Sosyalist ül­kelerin sporcuları da sporcu olmanın a- vantajlarında yararlanıyor, hatta maddi, manevi kazançlar sağlıyorlardı. Kanım­ca sosyalistler kapitalist rekabet ideolo­jisini taşıyan sporu aynen benimseyip örgütlemekle kendi kalelerine gol at­mışlardı. Sonuçta kapitalist ideolojiyi kendi elleriyle ülkelerine taşımışlardı. Sosyalist sistemin çöküşünden sonra ortaya çıkan kobay gibi kullanılan spor­cular gerçeği, sosyalistler için bir utanç kaynağı olmuştur. Sosyalistler sporda

sosyalist seçenekler arar­ken Sovyetler Birliği’nin spor politikalarının sosya­lizme kazanç sağlamadı­ğının bilincine varmalı­dırlar.

Sporda sosyalist

strateji ve taktikSosyalist pratiğin

dünyasında mücadele söylemleriyle var olmuş­lar, mücadele söylemine oturtamadıkları toplumsal alanları kendi tabanları­nın sömürüsüne açık bı­rakmışlardır. Sosyalist te­ori ve pratiğin kapsama­dığı alanlardan biridir spor. Sosyalistler din gibi, fahişelik gibi sporda da sosyalist dönüşümler sağ­layamamışlar, sporda mü­cadele strateji ve taktiğini

geliştirememişlerdir. Sosyalistler ilk a- şamada spora karşı, bir tavır almışlar, e- mekçileri spordan uzak tutmaya çalış­mışlardır. Spordan uzak olmak doğru tavrı maya tutmamış, kitlelerin sporla ilgilenmesi engellenememiştir. Sosya­listler atılan her golün emekçi kalesine girdiğinin bilincine vararak bu kez sporda ayrı örgütlenmeye gitmiş, sınıf kulüpleri kurarak vahşi kapitalizmin bir ürünü olan spora karşı savunmaya geç­mişlerdir. Sporda ayrı örgütlenmeye gitmek özellikle Almanya’da sosyalist sporcu kıyımıyla sonuçlanmıştır. Al­man faşistleri spor kulüplerinde bulu­nan sporcuları çok kolayca bularak kat­letmişlerdir. Son olarak sosyalistler ka­pitalistlerle sporda sidik yarışma gir­mişler, yurttaşlarını sosyalist kültür ye­rine tam anlamıyla Truva atıyla vahşi kapitalizmim ideolojisiyle haşır-neşir etmişlerdir. Sözünü ettiğim pratiklerin ışığında bugün sosyalistler spor denilen Pandora kutusunun şifresini nasıl çöze­bilir? Nasıl spor arenalarında sözü çö­zümü olabilir.

Yarım asırdır sporun içinde oldu­ğumu söyledim. Çocukluğum hariç sporda gördüklerimi özetledim. Spor asla masum bir toplumsal olay değil­dir. Spor sağlık kazandırmaz, aksine spor sağlıklı insanların bedensel ve ruhsal olarak tükenmelerine yol açar. Sporda her şey metadır. Sosyalistler sporda taraftar değil, taraf olmalıdırlar. Sosyalistler sporcudan değil, spordan yana taraf olmalıdırlar. Bugün birçok sporcu, taraftar örgütü vardır. Bu ör­gütler gerçek sporcu örgütlerinin önü­nü kesmek için kurulmuşlardır. Sosya­listlerin öncelikli görevi sporda ter dö­kenlerin karartılmış dünyasını aydın­latmak olmalıdır. Sosyalistler sporu değil, sporda ter dökenleri savunmalı­dır. Seksen öncesi dönemde sosyalist­ler bu görevi yerine getirdikleri için (ASD gibi) sosyalist sporcuları yetişti­ren gerçek bir taban örgütü kurulabil­miştir. Sosyalistler sporda artık net ta­vırlarını ortaya koymalıdırlar. Sosya­listler artık sporu sorgulamalı, sporcu­ları korumalıdır. Ve de insanoğlunun en temel etkinlik biçimlerinden biri o- lan oyun oynamak hakkını ısrarla sa­vunmalı, oyun hakkını her platformda dile getirmelidirler.

72

Page 75: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

NUSRETÜN

YILMAZ

BİZİMLEÖlümünün 11. yılında Nusrettin Yılmaz’ı

saygıyla anıyoruz. 1970’li yıllarda Hikmet Kıvılcımlı’nm takipçileri arasında yer alan Nusrettin Yılmaz önce Vatan Partisi’nde da­ha sonra Sosyalist Vatan Partisi’nde yöneti­cilik yaptı. 1980 darbesinin ardından başla­yan karanlık günlerde Bursa, Adana ve İs­tanbul’da çok sayıda işçi örgütlenmesine ön­cülük eden Yılmaz, en son DİSK Deri İş’de genel başkanlık yapıyordu.

Nusrettin Yılmaz’m mirası işçi sınıfının devrim mücadelesinde bir meşale olmaya devam edecek. İşçilerin Ali Hoca’smı gele­ceğe duyduğumuz umutla selamlıyoruz.

Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)

Page 76: Yol Ocak Şubat 2006 Sayı 9

ŞiliKüba, Venezüella, Bolivya, Simon Bolivar'ın hayaleti Latin Amerika'yı dolaşıyor...BUĞDAYIN TÜRKÜSÜ

Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toprağın üstüne Güzelim kırmızı elleriyle Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.Pablo Neruda