Upload
yol-siyasi-dergi
View
244
Download
11
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
VAROŞTA ÖRGÜTLENMEK: SORUNLAR, İMKANLAR
✓ Varoşlar: Çürümenin umuda
dönüştürülmesi gereken alanlar✓ Varoşlarda iktidar ve şiddet
✓ Varoş örgütçüleriyle söyleşi✓ Eşkiya dünyaya hükümdar olur mu?✓ Hayatın neresindeyiz?✓ Evde çalışanların örgütü olabilmek
✓ Onlar orada devrim yapıyor
Bölge Denkleminde Türkiye
Bu Bütçede Halk Yok?
Devrimci Hareketin Güç Kaynaklan - 1
Nobel ve Orhan Pamuk
Bölge Denkleminde Türkiye / s. 2
Bu Bütçede Halk Yok! Umut flçjdın / s .6
Varoşlar: Çürümenin Umuda Dönüştürülmesi Gereken Alanlar
Mehmet Vılmozer / s .9
Varoşlarda İktidar ve Şiddet Salih incesoy / s .12
Varoş Örgütçüleriyle Söyleşi ‘Adaleti Sağlayacak Olan Halkın Kendisidir’ / s. 16
Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olur mu?(Emin S. Güzel / s .19
Hayatın Neresindeyiz? Bahar (Ekinci / s .25
Evde Çalışanların Örgütü Olabilmek€zgi Kara / s .29
Onlar Orada Devrim Yapyor . Zeynep Koru / s .31
Oaxaca’da İkili İktidar Deneyi Ayşe Tonsever / s .37
'(Eve Dönüş' sıradan vatandaşın evine uğrayan 12 (Eylül'ü anlatıyor...‘Ev Kiraları Artar mı?’Umut Aydın / s .55 X
M erhaba;Yol’un bu sayısı hazırlanırken yoğun yağışlara ve ardından gelen sellere
tanık olduk. İnsanlığın geldiği aşama düşünüldüğünde tuhaf görünse de onlarca insanımızı kaybettik. Kaybettiklerimiz her zaman olduğu yine yoksullar ve Kürt halkı oldu. Aslında bu durum bile tek başına ülkedeki adaletsizliği, gelir ve değerlerin eşitsiz bölüşümünü kanıtlamaya yeterlidir.
Kasım ayı, aynı zamanda 2007 bütçesinin de meclise sunulduğu aydı. Ortada bunca eşitsizlik, bunca adaletsizlik varken hükümetin bütçe taslağı bu durumu daha da derinleştirecek bir yapı arz ediyor. 2007 bütçesi de tıpkı daha önceki yıllarda olduğu gibi aslolarak faiz ödemelerine, silah harcamalarına ve ranta gidiyor. Bütçe, yoksuldan zengine kaynak ve servet transferi yapan, yoksulluğu daha da derinleştiren bir yapıya sahiptir. Hükümetin hazırladığı bütçede halk yoktur ve bu coğrafyanın emekçileri bu durumu onaylamıyorlar. 2007 bütçesi mecliste onaylanıp, yoksulların yarattığı değerler sermaye grupları arasında pay edilirken elbet yoksulların da söyleyecek bir sözü olacaktır.
Yoksulluğun derinlemesine yaşandığı alanların başında büyük kentlerin kenar mahalleleri, varoşlar geliyor. İstanbul’un nüfusu son 15 yılda neredeyse ikiye katlanmış ve devasa bir köye dönüşmüştür. Büyük kentlerde ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Bir yanda güvenlikli sitelerde, tel örgülerin arkasında azınlık konumundaki sefa sürenler; diğer yanda bulabilirse geçici işlerde çalışan, çoğu zaman ekmek parasını bile bir araya getiremeyen, açlık sınırında var olmaya çalışan geniş bir yoksullar kitlesi...
Varoşlar, devrimci hareket açısından çeşitli olanaklar taşımakla beraber aynı zamanda kimi olumsuzlukları da beraberinde taşıyor. Yol’un bu sayısında, varoşların konumunu, taşıdığı olanakları/sorunları, devrimci mücadeleye etkisi açısından pek çok yönüyle ele almaya çalıştık.
Olanaklardan söz etmişken; Mehmet Yılmazer’in devrimci hareketin dün ve bugün güç aldığı kaynakları değerlendirdiği yazısını da sayfalarımızda bulabilirsiniz.
Dünya sayfalarımızda ise Meksika’nın Oaxaca eyaletinde yaşananlar yer alıyor. Oaxaca’da Mayıs ayında öğretmenler greviyle başlayan daha sonrasında halk meclisinin yönlendiriciliğinde devam eden süreç geniş bir şekilde ele alınıyor. Oaxaca bir ikili iktidar deneyimi olarak tartışılmayı, tekrar tekrar gözden geçirilmeyi hak ediyor.
Yol’un bu sayısının diğer renkleri ise kültür yazıları. 12 Eylül’ün sıradan vatandaşa temas eden yönlerini, “1982 Anayasası’na %92 ile evet diyenlerin” darbeyle olan ilişkisini ele alan “Eve Dönüş” filmi vizyona girdi. Filme dair bir yazının yanı sıra geçtiğimiz günlerde Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Orhan Pamuk ve Nobel üzerine bir yazı yer alıyor. Kültür sayfalarımız bundan sonraki sayılarımızda da canlılığını korumaya devam edecek.
Yeni bir yılda, yeni bir Yol’da buluşmak dileğiyle...
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan
Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 E-posta: [email protected]
Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74
B ö l g e d e n k l e m i n d e
TÜRKİYE
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler şeklinde İlerleyecek bir yıllık seçime gidiş süreci gerilimi yüksek bir dönem olacaktır. DYP'nin çıkışından anlaşıldığı kadarıyla, politik ortamı sadece derin devletin gerilimleri değil, aynı zamanda ABD ve AB'den rüzgar alan politikalar da belirleyecektir. Türkiye egemenlerinin ciddi
bir gerilim yaşamadığı, neredeyse "tek ses tek yürek" oldukları temel konu yeniliberal politikaların uygulanmasıdır.
2007 yılında Türkiye iç ve dış dengelerin yeniden şekilleneceği zorlu ve kritik bir süreçten geçecek görünüyor. Irak işgalinden beri “kapı komşumuz” olan ABD’nin bölge politikaları ve bu politikalar çerçevesinde Türkiye’ye biçmek istediği rol, iç politik mücadelelerin nasıl yaşanacağı üzerinde de etki gücüne sahip. Bu nedenle öncelikle bölgede yaşanan gelişmelerin geldiği aşamaya bir göz atmakta fayda var.
Irak işgalinin ardından Suriye ve İran’ı da tasfiye ederek bölgede biricik güç olmayı ve bunun üzerinden dünya çapındaki paylaşım savaşları mevzisinden önemli bir tanesini elinde tutmayı hedefleyen ABD, şimdiye kadar attığı adımlarda ciddi bir moral kaybına uğramış durumda. Irak onun için bir bataklığa dönüştü ve Irak’ı üç parçaya bölerek yönetmek gibi ‘yeni’ tartışmalar gündeminde olsa da bundan sonrası için “başarı” beklediği bir projeye sahip görünmüyor. Hariri suikastıyla Suriye’ye geri adım attırmış olsa da, Filistin’de Hamas’ın, Lübnan’da Hiz- bullah’ın başarıları, İsrail’in Lübnan’a karşı çıktığı ‘sefer’den başarıyla dönememiş olması türünden gelişmeler ABD’nin bölge politikasında patinaj yaptığının göstergeleri. Son yapılan temsilciler meclisi ve senato seçimlerinde çoğunluğu Demokrat Parti’ye kaptıran Bush da kabul etmek zorunda kaldı bölge politikalarındaki başarısızlığı. Seçim so
nuçları bölge politikalarında yeni taktik arayışlara hız verecektir.
Bugün, ABD’nin hedeflerine nasıl varacağı konusundaki belirsizlik daha görünür bir hal almıştır. İran ve Suriye’nin hangi yolla tasfiye edileceği kesinleşememiştir. Kesin olan tek şey ABD’nin bu hedeflerinden vazgeçip geri çekilme şansının olmadığıdır. Çünkü böylesi bir vazgeçiş dünya egemeni pozisyonu iddia- sından/hedefinden de vazgeçiş olacaktır. Ondan sonraki yuvarlanışın çorap söküğü gibi geleceği dünya tarihsel sürecinde yeterince kanıtlanmıştır. ABD, bölge politikalarında “boyunun ölçüsünü” aldığından, önümüzdeki dönem için ittifak arayışlarını da güçlendirmektedir. Bölge için ABD’nin kimi politikalarını tırtıklayarak var olma politikasından öteye bir ufka sahip olmayan AB, ABD için yeterince “iyi” bir müttefik olma özelliğine sahip değildir. I- rak’taki Barzani-Talabani önderliğindeki Kürt bölgesi dışında ayağını basacağı sağlam topraklara sahip olmayan, Radikal İslamcı ve Şii örgütlerin direnişleriyle kuşatılmış ABD için bölgede İsrail dışında da müttefiklerin oluşturulması kaçınılmaz bir ihtiyaç. Bu nedenle bölgedeki Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan gibi “ılımlı” devletlerin ABD’nin bölge politikalarına örgütlenmesi önem kazanıyor. Bu politikaların ilk adımını İran’ı diplomatik olarak kuşatmak ve tecrit etmek oluşturuyor. Bu süreç iş
letilmektedir. İkinci olası adımında ise askeri müdahale yer alıyor. Bunun ne şekilde yürütüleceği kesinleşmemiştir. ABD, her olasılığa hazırlanmaya çalışmaktadır. Türkiye de bu olası adımlar için daha etkin bir role sahip olma konusunda “ikna edilmeye” çalışılıyor. Yapılan pazarlıkların ipuçlarını siyasi ortamdaki gelişmelerden sezmek mümkün. Türkiye’nin Lübnan’a asker yollaması, ABD’nin PKK konusunda daha aktif davranma sözü vermesi ilk göze batanlar.
ABD, Türkiye ve Kürtler
ABD, “PKK konusunda daha aktif davranma” sözü vererek pazarlıklardaki konumunu güçlendirmek istiyor. Ancak bu konuda atmayı düşündüğü adımların Türk Devleti’ni tatmin etme olasılığı tartışmalı görünüyor. ABD ile Türk Devleti arasında “PKK’nin tasfiyesi” konusunda yöntem uyuşmazlığı bulunmaktadır. Örneğin, ABD’nin ilk etapta “siyasal af” konusunu gündeme getirmesi Ankara için sıkıntılı bir başlangıç olmuştur. Ordu siyasi affa karşıdır. Ateşkesin ilan edildiği gün Diyarbak ır’da patlayan bomba bunu gösteriyor. A f konusunu ağzına alan kişinin ordunun en yetkili ağızları tarafından azarlanması bunu gösteriyor. Ordu açısından, iç politikaya müdahale etme araçlarından biri olan “Kürt Sorunu”nun kendi belirlediği
2
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
Tft. ozeminde gündemleşmesi, seçimlere giderken Siyasal İslam’a karşı yeni bir politik merkez yaratma mücadelesi dolayısıyla daha da önemli hale geliyor. Özellikle bu nedenle ordunun “ateşkes”i dikkate alan bir tavır göstermesi beklenemez. AKP ise ABD projesine daha yumuşak baksa da, yine seçim süreci yüzünden pek fazla manevra alanı olmayacaktır. Onu yıpratmaya dönük gerilimlerin, laiklik-şeriat meselesi, Kıbrıs meselesi ve Kürt meselesi üzerinden ko- tarılacağının oldukça bilincindedir çünkü. Ancak bu pazarlık sürecinde Türkiye egemenlerinin “Kürt politi- kası”ndaki hareket alanının sınırlarını ABD’nin meseleye ne kadar ve hangi biçimde yüklendiği belirleyecektir. DYP başkanı Ağar’ın “dağda değil de düz ovada siyaset”ten ve “siyasal a f ’tan dem vuran açıklaması, ABD’nin bu konuda ısrarlı davranması durumunda iç politik dengelerde bunun bir etki y a r a t a c a ğ ı n ı n göstergesi.
ABD’nin Türkiye’yi İran ve Suriye kuşatması ve gerekirse de saldı
rısı konusunda daha açık saf tutmaya ikna pazarlığında ortaya sürdüğü kartlar “PKK koordinatörü” atamak, “ateşkes”i motive etmekle sınırlı değil elbette. Pazarlıklarla alınacak yolun tıkanması durumunda, oldu-bitti- ler yaratmak, aba altından sopa göstermek, çuval geçirmek gibi daha “ikna edici” çeşitli seçeneklerin de hazırlandığını unutmamak gerek.
Bu seçeneklerden ilki en kör göze batarcasına “harita provokasyonları” olarak sahnelenmeye başladı bile. İtalya’daki resmi bir NATO toplantısında değerlendirmek üzere duvara asılan bölge haritasında bildiğimiz Kürdistan sınırlarının yer alması; PKK’yi bahane ederek ayak sürçmeye devam edecek Türk Dev- leti’ne uygun bir momentte yönlendirilebilecek bir tehdide “dikkat çek
mek”tedir. Bölge politikaları konusunda Kürt Federe Devleti’nin yönetimi ile ABD arasındaki ilişkinin ni
teliği, Türk Devleti ile PKK konusunda yürütülecek pazarlıkların “sınırını” da büyük oranda belirlemektedir.
Bu noktada Kürt Ulusal Hareketi ’nin 1 Ekim’de yürürlüğe soktuğu “ateşkes” politikasına da değinmekte fayda var. Kürt Ulusal Hareketi, 2007 yılının ABD’nin gerek Irak’ın geleceği, gerekse de İran ve Suriye’nin kuşatılması noktasında daha etkin politikalar izlemeye ihtiyaç duyacağı bir sürecin başlangıcı olacağının ayırdındadır. ABD ve Türk Devleti arasındaki ilişki ve pazarlığın niteliğinin de elbette. Bu süreci kendi politik sıkışmışlığından çıkış için bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışmakta. Türk Devleti’nin “tek bir terörist kalmayıncaya kadar” savaş politikasındansa, ABD’nin -en
azından şu süreçte- siyasi arenada tasfiye politikasını daha fazla manevra alanına sahip bir seçenek olarak değerlendirerek
bunu zorlayabilecek bir konum be- lirlememektedir. KKK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Duran
Ordu açısından, iç politikaya müdahale araçlarından biri olan "Kürt Sorunu"nun kendi belirlediği zeminde gündemleşmesi,
seçimlere giderken Siyasal İslam'a karşı yeni bir politik merkez yaratma mücadelesi dolayısıyla daha da önemli hale geliyor.
3
q O İ KASIM-ARALIK 2006
Kalkan’ın “ABD politikalarının PKK’yi daraltmak, zayıflatmak istediği bir gerçek. Biz bunun farkındayız, bilincindeyiz. Görüyoruz da. Fakat bunu şiddetle, imhayla değil de, farklı yöntem lerle yapmak istiyorlar. Onun da farkındayız.Bunu yine de değerlendirilebilir buluyoruz.”Ve “başlangıçta işte Ağustos ortasında ateşkes çağrısını kendileri yapmışlardı. Ateşkes ardından olumlayan açıklamalar da yaptılar. O zaman ateşkes sürecinin çözüm yönünde ilerlemesi için tabi ABD’ye önemli bir sorumluluk düşüyor” sözleriyle; KKK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın ise “biz bir sistem olarak ABD ile demokratik çözüm sürecinin gelişmesi çerçevesinde ilişkilenmek ve dostluk geliştirmek istiyoruz” sözleriyle işaret ettiği şey aynıdır. Kürt Ulusal Hareketi mayınlı bir tarlada hareket ettiğini bilse de Türk Devlet i ’ni kimi davranışlara zorlayabilecek tek güç olarak gördükleri ABD’nin “çözüm eksenine yaklaşmaya hazır oldukları mesajını” vermektedir. Genelde ‘Kürt Sorunu’nun geleceği, özelde ‘ateşkes’in geleceği artık daha fazla oranda ABD’nin
bölge politikalarından etkilenmeye açık görünüyor.
Özetlemek gerekirse, ABD’nin bölgedeki hedeflerini hayata geçir
me noktasında zorlanması Türkiye’yi kendi politikalarına çekme ihtiyacını artıracağından, bu gerilim Türk Devleti’ne doğrudan yansıyacaktır. Diğer yandan, özellikle İran ve Kürdistan sorunu gibi konularda ABD’nin istediği yönde gelişmelerin yaşanması da, Türkiye için hem bölgedeki konumunda hem de iç politikasında ciddi gerilimler anlamına gelmektedir.
AB’den gerilim politikası
İç politik dengelere geçmeden önce son süreçte artık ABD kadar etkili olmasa da AB ile ilişkinin geldiği noktaya da bir göz atmakta fayda var. Kasım ayı başında gündeme giren AB Komisyonu’nun hazırladığı İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi’nde, 301. maddeden Kıbrıs sorununa, asker-si-
vil ilişkilerinden azınlıklar sorununa kadar bir dizi eleştiri yer aldı. Bunlar arasında en dikkat çeken husus, Kıbrıs Rum kesimine hava ve deniz limanlarının açılması için aralık ayına
kadar süre tanınması idi. Seçim sürecindeki AKP hükümetinin bu süre içinde istenen adımları atamayacağı kesin olduğuna göre
AB bu durumda ne yapacaktır? Müzakere sürecini donduracak mı? Yoksa bu süreyi daha fazla gerilim yaratmak için kullanıp, süreci uzatmayı ve daha fazla taviz koparmayı mı hedefliyor? İkincisi daha güçlü bir olasılık... Bu süre sonunda söz konusu maddelerin görüşülmesi ertelenerek diğer konular üzerinden müzakere süreci devam edecek gibi görünüyor. Ancak, daha yavaş ve daha az e tk in .
AB ile ilişkilerde zaten uzunca süredir daha soğuk rüzgârlar esmektedir. Türk Devleti açısından bunun nedeni AB sürecinin gerektirdiği, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu ve ordunun siyasetteki yeri sorununun çözümünün oldukça zor konular olmasıdır. Her ne kadar kimi kırmızıçizgiler aşılmış olsa da bu konularda atılacak her adım iç politikada büyük gerilim-
Şimdiye dek yaşanan olaylarda da, ordu örgütlediği provokasyonların (Şemdinli ve Danıştay saldırıları, Diyarbakır'da patlayan bom ba...vb.) sonuçlarını kendi hanesine kaydede-
memiştir. O laylar, eski klasik kalıpları içinde akmıyor.
AB-Turkiye ilişkilerinin
yeni rengi kırmızı...
4
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
ler yaratmaktadır. AB tarafında soğuk rüzgârların, hatta kimi zaman açıkça Türkiye karşıtı havaların esmesinin bir nedeni “temel sorunlarda taviz alanını büyütme manevrası” olsa da esas sorun AB’nin kendi yapısından - dır. Anayasanın reddi ile politik olarak içerden darbelenmiş, yeni katılımlarla ve uluslararası rekabetin dayatmalarıyla yeni ekonomik sorunların altına girmiş AB’nin Türkiye gibi ekonomik ve politik olarak büyük sorunları olan bir ülkeyi içine alabilmesi mümkün görünmüyor. Türkiye’nin bölgedeki ABD politikaları çerçevesinde hangi role soyunacağı da AB’yi çok yakından ilgilendirmektedir. ABD’ye siyasi-askeri bağımlılık AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde göz önünde bulunduracağı bir durumdur.
Her ne kadar Türkiye finans-oli- garşisi geleceğini AB sermayesi ile entegrasyonda görse de bu süreç yukarıda sayılan nedenler dolayısıyla ağır aksak ve kimi zaman da sancılı işleyecektir. Bu nedenle ilerleme raporu ve strateji belgesinde dile getirilen eleştiriler ve beklenen adımlar, seçim hazırlığındaki AKP için büyük bir gerilim yaratmamıştır.
Seçim lere giderken gerilim yükseliyor
İç politikada yaşanan sürecin niteliği uzunca süredir kendini ortaya koymuştur. Ordu ve Siyasal İslam arasındaki güç mücadelesi son aşamasına seçim süreciyle birlikte girecektir. Süreç yakınlaştıkça gerilimin artması, hatta kimi sarsıcı provokasyonların yaşanması muhtemel görülüyor.
Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesinde tırmanışa geçen gerilim, yeni gelişmelerle sürmekte. Erdoğan’ın Bush ile görüşmesinden birkaç saat önce Büyü- kanıt’ın nedense (?) ABD dışındaki bütün kesimleri (başta AKP olmak üzere) hedef tahtasına oturtan ve rejimin savunucusunun ordu olduğunu deklare eden konuşması yine şeriat ve Kürt Sorunu ekseninde dönüyordu. Cumhurbaşkanı ve kuvvet komutanlarının bu minvaldeki çıkışlarını taçlandıran bu konuşmadan sonra ABD büyükelçisi Wilson’ın şeriat tehdidini “kakafoni” olarak değerlendirmesi; ABD’nin askerlerin bu “germe” politikalarını kaale almadığının ve AKP’yi kısa sürede “süpürüp atmayacak”larının ipucu olarak değerlendirilebilir. Eğer böyleyse, bu dunmı gerilimin daha yoğun ve çok boyutlu yaşanacağı bir zemin sunuyor.
Herkesin malumu olduğu üzere şimdiye dek yaşanan olaylarda da, ordu örgütlediği provokasyonların (Şemdinli ve Danıştay saldırıları, Diyarbakır'da patlayan bomba...vb.) sonuçlarını kendi hanesine kaydedememiştir. 0- laylar, eski klasik kalıpları içinde akmıyor. Ayrıca, yine eskisi gibi ordu çıkış yaptıkça hemen tüm burjuva partilerin hep bir ağızdan bunu desteklediği bir ortam da oluşmuyor. Ordunun siyasi alandaki sözcüsü rolüne soyunan CHP dışındaki partiler bu çıkışlar karşısında şu ya da bu seviyede mesafeli duruyorlar. Bu olgular yaşanacak güç mücadelesinin basit ve tek düze yollardan yürümeyeceğinin ipuçları.
Sonuç olarak, cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler şeklinde ilerleyecek bir yıllık seçime gidiş süreci gerilimi yüksek bir dönem olacaktır. DYP’nin çıkışın
dan anlaşıldığı kadarıyla, politik ortamı sadece derin devletin gerilimleri değil, aynı zamanda ABD ve AB’den rüzgar alan politikalar da belirleyecektir. Türkiye egemenlerinin ciddi bir gerilim yaşamadığı, neredeyse “tek ses tek yürek” oldukları temel konu yeni liberal politikaların uygulanması konusudur. Kısmen seçim rüşveti denebilecek düzenlemeler yapılmış olsa da 2007 bütçe taslağından da anlaşılacağı üzere yine finans sektörüne gelir transferi yapılacaktır. Yine hizmet ve yatırıma “kaynak yok”tur. Yine sosyal haklar budanmaya devam etmektedir.
Önümüzdeki sürecin “sol”a etkisi, Siyasal İslam’a karşı, ordu politikalarının ulusal solu güçlendirmesinin yanında, ABD ve AB kaynaklı liberal politikaların da seçim sürecinde canlandırılması şeklinde olabilir. Bu süreçte devrimci hareketin tüm bu kuşatmalar dışında “halkların kardeşliği zemininde tanımladığı anti-emperyalist mücadeleyi” yükseltmesi, halklarımızı işsizliğe ve yoksulluğa mahkum eden “yeni liberal politikalara karşı mücadeleyi” bununla bütünleştirmesi ve bu yolda en azından işbirliklerini-güçbirliklerini
güç l end i rmes i dalıa fazla ö-
ııeın kazanıyor.
5
2 0 0 7 yılı bütçe tartışmaları başladı
B U BÜTÇEDE HALKA YER YDKİUmut Aydın
OsmanlI Devleti, 1908 yılında ¡lan edilen II. Meşrutiyet'in sonrasında 1909'da ilk bütçesini meclise sunmuştu. OsmanlI'nın 1909 gider bütçesinde faize ayrılan
ödeneklerin payı %31.2'dir. Yüzyıldır değişen hiçbir şey yok.Gitti Düyun-ı Umumiye, geldi IMF!
Kasım ayına girilmesiyle birlikte 2007 bütçesi de gündeme geldi. Bütçeler, hükümet politikalarına dair izler taşır. Öte yandan yeni bir yıl başlangıcının hükümet politikalarında büyük değişimler yaratması genelde karşılaşılan bir durum değildir. Ancak Ortadoğu’da süregiden savaş ve yenilerinin işareti, devletin Lübnan’a asker göndermesi, sınır ötesi harekat varsayımları, 2007’de gerçekleşecek olan seçimler, IMF politikaları vb. etmenler yeni yılın bütçesi üzerinde doğrudan etkili olacaktır.
2006’nın Temmuz’unda Orta Vadeli Mali Program (OVMP) açıklanmıştı. 2007 bütçesinin OVMP’nin dışına çıkması beklenmiyordu. Genel anlamda bir değişiklikten söz etmek mümkün olmasa da ortada yeni niyetler söz konusu. Hükümet ve muhalefetin kısır çekişmelerini bir kenara bırakarak bütçe üzerinde iz sürmeye başlayalım.
‘H izm et b ü tçesi’ değil2007 bütçesi de formalite havası
taşıyor. GSMH tahmini 631.4 milyar YTL olarak ifade edilirken, enflasyon hedefi %4 olarak açıklandı. 2006 için de enflasyon tahmini %5 idi, ancak yıl sonunda %11 dolayında gerçekleşecek. Dolayısıyla hükümet ve Merkez Bankası kendini mi kandırıyor, bizi mi kandırmaya çalışıyor, sormak gerekir.
Bütçenin gider büyüklüğü de
204.9 milyar YTL olarak öngörülüyor. Bu rakam OVMP’de 162.3 milyar YTL olarak ifade edilmişti. Aradaki bu farkı, AKP hükümetinin seçim öncesi elini rahatlatmak olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır. Bütçe açığı 16.7 milyar YTL, faiz dışı fazla 36.2 milyar YTL olarak görünürken asıl vurgulanması gereken 2007 bütçesinin yeni yatırımlar öngörmemesidir. 2007’de mal ve
hizmet alımları ve yatırım (sermaye giderleri) harcamalarının 2006’nın altında kalması planlanmıştır. Merkezi yönetim yatırımları 2002’de GSMH’nin %3.31’i iken 2007’de %2.05’e düşmüştür. Bunun doğal sonucu zaten niteliksiz olan kamu hizmetlerinin daha da gerilemesi ve kısmi anlamda gerçekleşebilecek istihdam artışını da yok etmesidir. Hemen bir örnek olarak sağlık harca-
6
KASIM-ARALIK 2006
malarını gösterebiliriz. 2006 yılında 7.4 milyar YTL olan Sağlık Bakanlığı bütçesi,
Savunm a bütçesi tam bir kara delik!
1 milyar 6.6 milyar
2007’de yaklaşık YTL azaltılarak YTL’ye çekildi.Yaşanan %11’likenflasyonun üzerine % 12’lik bir kesinti yapıldı.
Yeni vergiler yolda
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, yolsuzluk skandallarına laf yetiştirmekten vakit kaldığında yeni vergiler olmadığını, vergi oranlarının değişmeyeceğini tekrarlayıp duruyor. Oysa rakamlar aynı şeyi söylemiyor.
OVMP çerçevesinde 2007 yılı vergi gelirleri hedefi 156 milyar 233 milyon YTL olarak belirlenmişti. Meclisteki bütçe tasarısında ise aynı hedef 173 milyar 861 milyon YTL olarak açıklandı. Aradaki 17.6 milyar YTL’lik fark vergi oranlarındaki artış ve yeni vergilerle sağlanacaktır. Ayrıntıya inerek birkaç örnek verelim.
Sigaradan alınan ÖTV’de %23.7’lik bir artış bekleniyor. Bunun için ya ülkedeki sigara tiryakilerinin sayısında bir patlama yaşanacak ya da ÖTV oranları artırılacak. Keza beyaz eşyadaki ÖTV artışı da %26.4 olarak tahmin ediliyor. Benzeri artış oranlarını Motorlu Taşıtlar Vergisi, Damga Vergisi, ... üzerinden söylemek de mümkün. Mevcut durumda tüketim patlaması yaşanm ayacağına göre vergiler de ciddi bir artış kapıda bekliyor demektir.
y u -rürlüğe gireceği açıklanan Gelir Vergisi Kanunu ile gelecek yeni vergiler de c a b a s ı .
IMF’nin faiz dışı fazla dayatmalarından kaynaklı olarak gelirin bir bölümü bloke durumda. Devlet elindeki KIT’lerin büyük bölümünü de haraç mezat sattı. Buradan gelen para borç faizlerine aktarıldı. Sermayeden de vergi alamadıklarına göre dolaylı vergilerdeki artışla gelirler kalemi hedefini tutturmaya çalışacaklar. Bunun dışında geçtiğimiz hafta doğalgaza zam geldi. Aynı şekilde başta elektrik olmak üzere kamu mal ve hizmetlerindeki zamlar devam edecektir.
Faiz giderleri artmaya devam ediyor
2006 yılında 44 milyar YTL olarak öngörülen faiz giderleri yıl sonu itibariyle 46.3 milyar YTL olarak gerçekleşecek. 2007 faiz gideri hedefi ise 53 milyar YTL olarak belir
1 9 9 0 -9 9 yılları arasında silah ithali 18 milyar dolarlık borç stoku oluşturmuştu. Şimdi sormak gerekir; TSK'nın almayı
planladığı 10 milyar dolarlık F-35'lerin kaynağı nedir?
Keza benzeri bir durum, bütçe dışından kalemlerde de geçerli. İl Özel İdaresi ve Belediye Gelirleri Ka- nunu’na ilişkin değişiklikler mecliste bekliyor. İçme suyu, doğalgaz, bina, arazi, otopark, konaklama ve eğlence gibi temel kalemlerde vergi oranları artırılacak. Bu arada 2007’de
lenmiş durumda. Bu gerçekleşse bile 2006’ya oranla yaklaşık %20’lik bir artışı işaret ediyor.
Geçtiğimiz günlerde basına konuşan Merkez Bankası Başkanı, “kamudaki ücret artışlarının bütçeye yük olduğunu söylemek acı olsa da öyledir” kabilinden bir şeyler söyle-
y e - rek timsah g ö z y a ş l a r ı
d ö k m ü ş t ü . 2006 yılı sonunda 3
milyar YTL olması beklenen bütçe açığı,
2007’de %450’lik bir artışla 16.7 milyar YTL olarak öngörülüyor. Bütçe açığındaki bu yükseliş, %32’lik bir oranla en büyük vergiyi ödeyen asgari ücretlinin, kamu emekçisinin ücretlerinden değil, faiz ödemelerindeki artıştan kaynaklanmaktadır.
Üniversitede “iktisada giriş” dersini alan bir öğrenci bile şunu iyi bilir. Hazinenin faiz ödemeleri bütçeden yapılır. Bütçenin ana gelir kaynağı ise vergilerdir ve Türkiye’de toplam vergilerin %70’ini dolaylı vergiler oluşturuyor. Dolaylı vergiler, zengin-yoksul ayrımı yapılmaksızın herkesin eşit ödediği vergilerdir. Bu ülkenin büyük kısmı yoksulluk sınırının altında yaşıyorsa, vergileri de yoksul halk ödüyor demektir. Bütçenin %30’undan fazlası faiz ve faiz dışı fazlaya ayrılıyor. Bunun anlamı yoksuldan zengine gelir ve servet transferidir.
Yüksek faizleri halk öderken borç stoku da azalmak bir yana art
maya devam ediyor. 2006 yılı Ocak-Ağustos arasındaki 8 aylık dönemde, iç borç kağıtlarına 108 milyar YTL’lik anapara
ve faiz ödemesi yapıldı. Ancak yılın başında 244 milyar YTL olan iç borç stoku 251 milyar YTL’ye çıktı. Neden; çünkü faizler çok yüksek. Akbank 2006’nın ilk yarısında 1.1 milyar YTL, İş Bankası ilk 9 ay için 2.2 milyar YTL kar açıklıyorsa söylenecek çok fazla söz kalmamış demektir.
7
q O İ KASIM-ARALIK 2006
Osmanlı Devleti, 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’in sonrasında 1909’da ilk bütçesini meclise sunmuştu. Osmanlı’nın 1909 gider bütçesinde faize ayrılan ödeneklerin payı %31.2’dir. Yüzyıldır değişen hiçbir şey yok. Gitti Düyun-ı Umumiye, geldi IMF!
Savunmanın açtığı kara delik
2007 bütçesinde “savunma harcamalarına” %13 pay ayrılmış görünüyor. Bütçe büyüklüklerinde faizden sonra ikinci büyük kalem. Tabii ki bu işin görünen kısmı.
Bütçeden Savunma Bakanlığı’na ayrılan pay, kuvvet komutanlıklarının yanı sıra jandarma ve sahil güvenliğin bütçesinden oluşuyor. Ancak genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları, bakanlıkla birlikte bütçenin %85’ini alıyor. Geriye kalanın %14’ü jandarmaya, % 1’i de sahil güvenliğe gidiyor. Ancak bunun yanı sıra miktarı, kaynağı, harcamaları
bilinmeyen Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Geliştirme Vakfı (TSKGV)’nin sağladığı gelirler de savunma bütçesine aktarılıyor. Ayrıca dış kredi ve özellikle ABD kaynaklı hibeler de bu bütçenin dışında tutuluyor. Bunlara ek olarak O- YAK’ın bankacılık, sigortacılık, otomotiv ve diğer finansal sektörlerdeki gelirlerini de saymak gerekir.
Savunma Bakanlığı bütçesi, genel ve uzun erimli yatırımlar ile donanım, teçhizatlanma, teknoloji transferi ve özel gizli silah alımları- nı içermiyor. Bütün bunlar dış kredi ile finanse ediliyor. Bu faaliyetler savunma bütçesinden değil, Maliye Bakanlığı bütçesinden karşılanıyor. ABD Dışişleri’ne göre kirli savaşın şiddetli dönemi olan 1990-99 yılları arasında silah ithali 18 milyar dolarlık borç stoku oluşturmuştu. Şimdi sormak gerekir; TSK’nın almayı planladığı 10 milyar dolarlık F- 35’lerin kaynağı nedir?
Halk için bütçe!2007 bütçe taslağına baktığımız
da gelirler bölümünün %85’ini vergilerin oluşturduğunu görürüz. Bu vergilerin %70’i yoksul halktan toplanan dolaylı vergilerden, yani ÖTV, KDV gibi unsurlardan oluşmaktadır. Giderlere baktığımızda ise üç ana başlık önümüze çıkıyor; borçlar ve borç faizleri, sıcak paraya ödenen faiz ve savaşa yapılan harcamalar. 2007 bütçesi tıpkı daha öncekiler gibi yoksuldan zengine kaynak ve servet aktarımı yapan, yoksulluğu daha da derinleştiren bir yapıya sahiptir.
Ekonomik altyapının, üretim ilişkilerinin değişmediği bir ortamda halktan, emekten yana bir bütçe beklemek hayalden öte bir şey değildir zaten. Halk için bütçe derken neyi kastediyoruz peki? ÖTV, KDV gibi dolaylı vergiler kaldırılmalı, bunun yerine servete dayanan vergiler konulmalıdır. Sermaye hareketleri de- netlenmeli, vergilendirilmeli, OYAK
gibi ayrıcalıklı yapıların bu konumları ortadan kaldırılmalıdır. Asgari ücret vergi kapsamının dışına çıkarılmalıdır. Kürt Sorunu’nun
Türkiye'de toplam vergilerin % 7 0 'in i dolaylı vergiler oluşturuyor. Dolaylı vergiler, zengin-yoksul ayrımı yapılmaksızın herkesin
eşit ödediği vergilerdir. Bunun anlamı yoksuldan zengine gelirve servet transferidir.
devrimci demokratik çözümü bütçe üzerinde de rahatlatıcı bir etki yapacaktır. Son 20 yılda 200 milyar doları bulan borç faizi aktardığımız IMF’ye olan ödemeler durdurulmalı, borçlar iptal edilmelidir. Yoksullukla mücadeleyi hedefleyecek olan halk bütçesinin kaynakları eğitim, sağlık, tarım, altyapı gibi alanlara yönlendirilmeli, istihdam artırıcı politikalar desteklenmelidir.
Hükümetin hazırladığı bütçede halk yoktur ve bu coğrafyanın emekçileri bu durumu onaylamıyorlar. 2007 bütçesi mecliste onaylanıp, yoksulların yarattığı değerler sermaye grupları arasında pay edilirken elbet yoksulların da söyleyecek bir sözü olacaktır.
7 Kasım 2006
8
Va r o ş l a r : Ç ü r ü m e n î n
U M U D A D Ö N Ü ŞT Ü R Ü L M E Sİ
g e r e k e n a l a n l a r
Mehmet Yılmazer
Olaylar bugün nasıl akarsa aksın, devrimci politika eninde sonunda kentlerdeki bu parçalanma ve çürümenin yarattığı gerilimin içinden çıkacaktır. Çürümeyi umuda dönüştürmek için, varoşlarda güçlü etki alanları, başka bir deyişle iktidar alanları
yaratılmalıdır. Kentlerin lanetlileri kendi özgür alanlarını yaratmak zorundalar.
Üçüncü Dünya Ülkelerinde en yüksek seviyede yaşansa da, varoşlaş- ma artık gelişmiş kapitalist merkezlerin de sorunu olmaya başlamıştır. Zenginlik ve yoksulluğun arasındaki uçurum kapitalizmin tarihinde hiç bu ölçülerde açılmamıştı. Paris varoşlarındaki yangın gelişmiş batı için farklı bir sürecin başladığının işaretidir. Berlin Duva- rı’nın yıkılışında çok sevinen kapitalizm, şimdi ABD ve Meksika arasındaki sınıra birkaç bin kilometrelik dev bir duvar örme kararı aldı. Avrupa aynı şeyi Afrika’ya karşı nasıl yapacağını tartışıyor. Gün yok ki, Afrika’nın yoksullarıyla dolu bir tekne İtalya veya İspanya kıyılarına gelmesin. Küreselleşme budur: Dünya zenginliğinin bir avuç gelişmiş merkez tarafından hortumlan- ması ve dünya yoksullarının yüksek duvarlarla kendi cehennemlerine hapsedilmesidir. Bu süreç en vahşi boyutlarda özellikle son yirmi yıldır Türkiye’de de yaşanmaktadır. İstanbul, son onbeş yılda ikiye katlanmış, devasa bir köye dönüşmüştür. Yakın zamana kadar, Latin Amerika ülkelerinde yaşanan inanılmaz çürümenin “Türk toplumu için mümkün olmadığı” üzerine tezler vardı. Buna gerekçe olarak İslam kültürü ve geleneği gösterilmeye çalışılıyordu. Ancak gelişmeler böyle kuruntuların yersiz olduğunu gösterdi. Aziz Ne
sin, bu toplumun yüzde altmışı aptal demişti; şimdi Elazığ valisi bu söyleme bir yenisini ekledi: “Memleketin yüzde 99’u Müslüman, ama yüzde 60’ı hırsız. Şeytanın bile zorlanacağı çeşitlilikte yolsuzluklar yapılıyor.”
Bütün bu yaşananların hiç şüphesiz ülkelere özgü yanları vardır. Ancak 1980’li yıllardan beri tüm dünyaya ABD tarafından dayatılan küreselleşme politikalarının etkisi sürekli hatırlanmalıdır. Kuralsızlaştırma, özelleştirme ve mali spekülasyonlara her türlü özgürlüğün tanınması, dünya ölçüsünde kapitalizmin tarihi boyunca zaten varolmuş olan soygunun günümüzde en pervasız hale getirilmesinden başka bir anlama gelmiyor. Bu pervasız soygun dalgası bütün sınırları aşıyor ve kültürlerin özgünlüklerine aldırmadan herkesi bu girdabın içine çekiyor. Bu gelişmelerin bir dönüm noktasına yaklaştığının en açık kanıtı, uzun süredir tartışılan ABD ve Meksika arasında bir duvar örülmesi kararının alınmasıdır. Aslında böyle duvarlar epeydir kentlerde örülüyor. “Korunmalı yaşam alanları” hem kapitalist merkezlerde hem de Üçüncü Dünya’nın devleşen kentlerinde çoktandır vardır. Şimdi bu duvarlar ülkeler ve kıtalar arasına çekilmeye çalışılıyor.
***
Türkiye’de politik ortama baktığımızda bu temel toplumsal gerçeklik hep başka gündemlerin arkasında kalmaktadır. Uzun süredir derin devletin yönlendirmesiyle “irtica” ve “bölücülük” gündemin üst sıralarına taşınmıştır. Politika bu zemine oturtulmak isteniyor. Nedenleri artık sır olmaktan çıkmıştır. Bu çerçeveden bakınca kapitalizmde sınıflar gerçekliğini kesen başka bir olgunun çoktandır şekillendiği görülebilir. Bunlara alt ekonomiler denebilir. Bugün genel finans kapital egemenliğinin yanında, her siyasal çevrenin kendi alt ekonomileri şekillenmektedir. Siyasal İslam, çeşitli tarikatlar, milliyetçi çevreler, orduya dolaylı bağlı ekonomik kurumlar, hatta Alevi ve Kürt çevrelerin alt ekonomileri vardır. Bu yapılanma sınıf çelişkilerini çarpıtmaktadır. Aynı zamanda toplumsal parçalanmanın derin çelişkilerini de gölgelemektedir.
Politik ortamda “irtica” ve “bölücülük” gündeminin diri tutulmasının derin devletle mevcut iktidar ve onun temsil ettiği Siyasal İslami akımlarla bir hesaplaşmanın sonucu olduğu artık belli ölçülerde deşifre olmuştur. Ancak bu deşifrasyona rağmen durum fazla değiş- memektedir, politik ortam bu noktalardan gerilmekte ve şekillendirilmeye ça-
9
q O İ KASIM-ARALIK 2006
lışılmaktadır. Egemenler katındaki bu çelişki ve gerilim çeşitli yollarla genel olarak sol hareket içine de yansımaktadır. Günümüzde her geçen gün daha açık hale gelen bir “ulusal sol” şekillenmektedir. “İrtica’ya karşı olan ve belli nüans farkları olsa da “Kürt Sorunu’nda da devletin yarattığı politik zeminde kalan bir sol hareket şekilleniyor. Gündemlerinin Kemalist devlet elitiyle paralellik taşıması rastlantı değildir. Bu çevrelerin Kürt halkına karşı tavırları kimi farklılıklar taşısa da esas olarak düşmanlık seviyesindedir. Öte yandan, sol içinde farklı bir kanat Kürt Hareketi ile dostça ilişkilere sahip olsalar da, politikaları tümüyle Kürt Sorunu’na kilitli olduğundan ülke çapında politika üretme konusunda çok sınırlı kalmaktadırlar. Aslında böyle politika yapış Kürt Hareketi’ne etkisiz bir destek anlamına geliyor. Bu destek ne Kürt Sorunu’nun çözümü yolunda bir yarar sağlıyor ne de bu sol hareketlerin güçlenmesi yolunda bir pratik sonuç doğuruyor. Türkiye’de sol hareketin temel zaafı bu paradoks içinden çıkamamasında yatmaktadır. Benzer bir ana taktik hata Eylül öncesi yapılmıştı. Devletin özel olarak öne çıkarttığı semlerdeki faşistlerle çatışma bütün taktik alanı işgal etmiş, işçi sınıfının tahliliyle ile ilgili siyasal ve stratejik hatalar da eklenince sınıf içi çalışma adeta sosyal demokratlara ve o günün TKP’sine terkedilmiştir.
Bugün devrimci hareket, politik ortama egemenlerce dayatılan gündemle
rin nedenini çözümledikten sonra burada sıkışıp kalmamak, kendi gündemini yaratmak ve bu kanaldan kendine yol açmakla yükümlüdür. Genel olarak toplumsal parçalanma, özellikle büyük kentlerde kendini yaşam alanlarının “duvarlarla” ayrılması olarak ortaya koyan bu olgu ve bunun yarattığı toplumsal çürüme, bugünün devrimci hareketinin siyasal gündemin en üstüne taşıması gereken bir gerilim hattıdır. Hortum- cuların cennet adacıklarının koruma duvarlarıyla çevrilmesi, bunun tam öbür ucunda denizler kadar geniş varoşların cehennemcil bir yaşama itilmesi, gündemde yer edinmeyecekse ne edinecektir? Aslında bu konu çürümenin çeşitli biçimleri kılığında her gün televizyonlarda fazlasıyla yer alıyor. Hatta neredeyse bütün haber programları böyle olaylarla doludur. Ancak bu sunuluş tarzıyla, çürümenin kendisi çürümüş bir biçimde ekranlara taşınmaktadır. Çürümeye karşı bir bilinç ve tepki yaratmak için değil, tam tersine bu zehri tüm toplumsal kılcal damarlara akıtmak için...
İnsanlığın bir dönemler uğrunda kendini feda ettiği “onur”, “dürüstlük” gibi değerler ve sınıflar mücadelesinin insanlığa kazandırdığı “eşitlik”, “sosyal kurtuluş” gibi toplumsal değerler tümüyle bu çürümenin ayakları altında yitip gitmektedir. Toplumdaki bu yaygın çürümenin bugüne kadar başlıca iki sonucu ortaya çıkmıştır. Birisi, mafyalaşmadır. İrili ufaklı, ancak her birinin bir noktadan düzenin bir kurumuna değdiği
bu mafyalaşma, televizyon dizileri sayesinde “yükselen değerler” içine girmiştir. Genç kuşakları hızla etkisi altına alan mafyalaşma, çok garip görünse de, yeni bir “kurtuluş” yoludur. Diğer yön, varoşlarda Siyasal İslam’ın artan etkisidir. Bayağılaşmanın yolunu kendi yöntemleriyle engelleyen, dini değerlerden hareketle bir toplumsallık yaratan Siyasal İslam bu anlamda toplumsal çürüme tarafından beslenmektedir. “Yardıma muhtaç” kitle içinde örgütlenen Siyasal İslam, örgütlenmesini bu maddi temel üzerinden genişletmektedir. Bu geniş yoksul kesimlerin tümünü kalkındırma imkanları olmadığından, ayrıca esas olarak böyle niyetleri de olmadığı için, böyle “yardıma muhtaç” bir kitlenin sürekli varlığı Siyasal İslam’ın kendi çıkarları gereğidir. Sonuç olarak, geniş toplumsal çürümenin içinden bir yanda mafyalaşma tarzı örgütlenme; öte yanda ise “insaflı zenginlere” el açan pasif bir kitle yaratılmaktadır. Bu gerçekliklerin kapitalizmde çok da yeni bir olgu olmadığı söylenebilir. Ancak onların yaygınlığı, bu çürümeye yeni bir nitelik vermektedir. Toplumsal çürümenin bu yaygınlığı, sınıflar mücadelesi bilinç ve davranışını her yandan kuşatmakta, hatta atıl hale getirmektedir. Bir işte çalışmanın imtiyaz haline geldiği; “örgütlen- me”den eskiden olduğu gibi bir sendikaya veya siyasi partiye üye olmak an- laşılmayıp, bir çeteye mensup olmak veya bir tarikatın himayesinde olmanın anlaşıldığı bir toplumda, devrimci mücadele için yürünecek yollar çok farklılık kazanmıştır. Eski ezberlerin hiçbirisinin pratikte bir etkisi yoktur. Ya da zıddı yönden söylersek, eskiyi tekrarın, yıpratıcı, umutları aşındırıcı ve yok edici bir etkisi vardır.
***
Korkunç yoksullaşma ve çürümenin mevcut düzende bir öfke yaratması gerekirken, böyle kestirme beklentilerin hiç de otomatik olarak gerçekleşmediğini görmek çoğu zaman umutsuzlukları artırıyor. Çürümenin ağrılarını düzen başlıca üç yoldan uyuşturuyor. İlki, çok açık hale gelen ve yaygınlaşan doğrudan uyuşturucu kullanımıyla... Düzen bunu dolaylı veya doğrudan yollarla teşvik etmektedir. Bu yolun yürütücüle-
10
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
ri mafya çeteleridir. İkincisi, büyük medya ile yaratılan magazin kültürüyle her türlü bozulma ve çürüme “normal” hale getiriliyor, daha da ötesi “yükselen değerler” arasına sokulabiliyor. Bu zehirle insanlar her gün düzenli olarak saatlerce zehirleniyor. Bu rezillik sağanağı en sağlıklı beyin ve vücutları bile düşkünleştirebilir. Üçüncüsü, en masumu görünse de, derinlikleri karıştırılınca hiç de öyle olmadığı ortaya çıkar. Dünya dertlerini İslam’ın ahiret hazırlıklarıyla hafifletmek, ancak aynı zamanda sınırlı olsa da biraz “dünyalık edinmelerine” “yardım” etmektir. Bu tarikat savaşlarının hangi boyutlara çıktığı sık sık patlak veren olaylarla anlaşılıyor. Ancak bu zeminin kendiliğinden, kendi doğal ömrü içinde yıpranmasını beklemek günümüz politikasında yapılabilecek en büyük hata olur.
Çürüme ağrılarının bu üç yoldan uyuşturulması nedeniyledir ki, düzene yönelen örgütlü bir öfke ortaya çıkmıyor. Öfke kendi içinde kıvrılıp, kendi sahibine veya kendine en benzeyene yöneliyor. Ancak olaylar bugün nasıl akarsa aksın, devrimci politika eninde sonunda kentlerdeki bu parçalanma ve çürümenin yarattığı gerilimin içinden çıkacaktır.
Bu konuda bazı tespitlerin göze batırılması önem taşıyor. Çürümeyi umuda dönüştürmek için, varoşlarda güçlü etki alanları, başka bir deyişle iktidar alanları yaratılmalıdır. Kentlerin lanetlileri kendi özgür alanlarını yaratmak zorundalar. Bunun için başlıca üç kanaldan yürümek gerekiyor. Bölgenin öne çıkan sorun ve gerilimlerinin içinden hareketle ikili iktidarı hedefleyecek tarzda bir politik çalışma; alanda ekonomik dayanak noktaları yaratma ve gerilimlerin üstesinden gelecek zoru harekete geçirmekle, ancak bu üç ana kanalda paralel adımlar atarak özgür alanlar yaratılabilir. Böylece yoksulların cehennemini yaşanır kılmak, ancak ondan öteye buralarda onun iradesini inşa etmek ve sürekli güçlendirmek, günümüzde çürümeyi yavaş yavaş umuda dönüştürecektir.
Varoşlarda etkili bir örgütlenme yaratma mücadelesi sadece kendi üzerinde yürüyerek gelişemez. Cennet adacıkları da kuşatılmalı ve deşifre edilmelidir. Bir yanda sayıları polisin sayısını aşan özel güvenliklerce korunup kollanan inanılmaz bir debdebe ve sefahat yaşamı; öte yanda ise yine inanılmaz boyutlarda bir yoksulluk, kentlerdeki bu parçalanma, yaratılan bayağı magazin kültürü ile çok doğal ve kabul edilir hale getirilmektedir. Küreselleşme, dünya yoksullarını kuşatmak için kıtalar arası ve devletler arası duvarlar örerek kendini çoktandır inkar ediyor. Küreselleşmenin dünya zenginleri için yeni soygun imkanı, yoksullar için cehenneme atılma anlamına geldiği her gün daha fazla gözler önüne sergileniyor. Ülkeler arasında örülmeye başlanan aynı duvarlar dünyanın bütün büyük kentlerinde zenginlik ve yoksulluk sınırı olarak zaten çoktandır örülüyor. Dünyanın lanetlileri bu duvarları delik deşik etmek zorundadır. Yeryüzü cennetlerinin rahatı bozulmazsa, yoksulların cehennem sıcağı her geçen gün artacaktır. Yeryüzünün lanetlileri en büyük hatayı kendi kabuklarına çekilerek yapabilirler. Kendi duvarlarının dışına taşmak zorundalar. Servetin cennet adacıklarını kuşatmak zorundalar. Çok açık olan, ancak gözden yok edilmeye çalışılan bu gerilim politikanın gündemine taşınmalıdır.
***
Bu yolda en önemli sorunları irdeleyerek sonuçlandıralım. Politik olarak günümüze özgü en önemli zorluk, siyasal gündemin derin devlet eliyle “irtica” ve “bölücülük” olarak kutuplaştırılarak, kendi gündemimizi etkin kılma alanının
daraltılmasıdır. Bu güçlü çekim alanlarının daraltıcı etkilerine tabi olmadan kararlı ve inatçı bir duruşla gündemimizin etki alanını genişletmeliyiz.
Diğer önemli sorun varoş çalışmasında ekonomik dayanak noktalarının
yaratılmasında mesafe alınmamasıdır. Kafa ve kadroca yoğunlaşma olmadan ileriye gitmek de imkansızdır. Diğer gündelik işlerin arasına sıkışıp kaldığı müddetçe sorun kendi özgün çerçevesine kavuşamaz. Aynı zamanda varoşların yaşamının gündelik olgusu olan zor, çürümeyle birlikte büründüğü bozuk halinden çıkartılmalı bizzat çürüme kaynaklarına karşı bir güce dönüştürülmelidir.
Varoş çalışmasının en çetin sorunu kadro yetersizliğidir. Alanın çok çeşitli gerilimleri üreten yapısının yönetilmesi için yetkin kadrolar gereklidir. Aksi durumda hareket hızla bozulmalara uğrayabilir. Bunun için başka diğer tedbirler yanında her kesimde örgütlenmeyi başarmak gerekiyor. İşçi, esnaf, öğrenci gençlik, semt gençliği ve etkin ailelerin bir potada toplanması yapı bozulmalarına karşı temel bir zemin oluşturur.
Son olarak, hemen her gün çeşitli nedenlerle gerilim yaşanan bu alanlarda “gerilim yönetme” deneyleri büyük önem taşıyor. Bunların süzülerek bilinçlere kazandırılması davranış yetkinliğini kesinlikle yükseltecektir. Aksi durumda, bu gerilimlerin içinde bunalmak gibi durumların çıkması kaçınılmazdır.
***
Politik ortamdaki gidiş ve özelikle 2007’nin içinde yaşanabilecek siyasal hesaplaşmalar göz önüne alınırsa, Siyasal İslam çeşitli yönlerde yıpratılacak ve baskı altına alınacaktır. Daha doğrusu asker ve Siyasal İslam arasındaki hesaplaşma politik oramda yeni boşluk noktaları yaratabilir. Siyasal İslam’ın kendi çekirdeğine dahil olmayan dış halkalarında kopmalar, yeni politik arayış ze
minleri yaratabilir. Böyle gelişmeler devrimci hareketin çok daralan çalışma alanında potansiyel gelişme imkanları yaratacaktır. Va
roş çalışmasının boş noktalarını inatçı bir çabayla kapatarak, böyle momentleri ustaca değerlendirerek, yakın gelecek için yeni mevziler elde etmeye kilitlenmek gerekiyor.
06 Kasım 2006
Hemen her gün çeşitli nedenlerle gerilim yaşanan bu alanlarda "gerilim yönetm e" deneyleri büyük önem taşıyor.
Bunların süzülerek bilinçlere kazandırılması davranış yetkinliğini kesinlikle yükseltecektir.
11
Va r o ş l a r d a İk t İd a r
VE Ş İD D E TSalih İncesoy
Devrimci yapı, varoşun doğallığındaki iktidar ve şiddet anlayışıyla kendi arasına kalın bir çizgi çekmelidir. Aksi halde müdahale edip, dönüştürmek için gidilen o doğallığın bir parçası olmak kaçınılmazdır. Belki öyle bir miktar "halklaşılır".
Ama asla başka bir yaşam kurulamaz, bizi geleceğe taşıyacak değerler yaratılamaz.
Varoşlarda sosyal dokunun en belirgin renkleri iktidar ve şiddet. Kim nereye hakim olmuş... Bilmem ne işini almak için kim kiminle çatışm ış. Şu hattı olduğu gibi Karadenizliler mi tutuyorm uş. Bu mahallede Ağrılılar hak im m iş. Kim kimi neresinden vurm u ş . Vay, demek belden yukarı vurm u ş . Ondörtlü müymüş, yedialtmış- beş m i . El yapımı mıymış, makine kimya m ı . Kelebek miymiş, falçata m ı . Faça Kasım’ın adamı mıymış, Deli Rafet’in m i . Kapkaçtan girmiş iç e r i . Suçu kardeşi üzerine a lm ış .
İktidar ve şiddet, sosyalistlerin tartışmalarına çokça konu olan iki kavram. İktidarlaşma bir hedef olarak, şiddet hedefe bizi taşıyacak yöntemlerden biri olarak tartışılıyor. Günümüz koşullarında ve geçmiş deneyimlerin ışığında, kavramların içi yeniden yeniden doldurulmaya çalışılıyor.
Bu yazıda yapmak istediğimiz, tartışmaya bu kapsamda girmek değil. Meselenin yalnızca bir yönüne değineceğiz. Önce, iktidar ve şiddet kavramlarının, varoşun kendi doğallığının bir parçası olarak karşılığı nedir, bunu tartışacağız. Sonra, varoşlarda çalışan, o doğallığa bir iradi müdahalede bulunan devrimci yapıların hedef ve yöntemi bağlamında kavramlara ne anlam yüklediğimizi genel hatlarıyla ifade edeceğiz. Ve nihayet, kavramların her iki düzeydeki anlamlarının aynılıkları/ayrı- lıkları üzerinden bir karşılaştırmasını yapmaya çalışacağız.
***
Varoşlar ve iktidar. Çeşitli anlamları var iktidar kelimesinin. “Sözü geçerlik, istediğini yaptırabilme gücü.” Ya da varoşun diliyle “burası benden sorulur” raconu. Mesele yalnızca mahalle kabadayılarının hırlaşmalarından ibaret değil. Kavramın, yarattığı ilk çağrışımdan öte bir derinliği var. Sosyal yapının bütününe içkin bir durum varoşta iktidar kavgası. Yani hangi alanda, hangi konuyla ilgili olursa olsun kıyasıya bir iktidar kavgasıyla karşılaşırsınız. Kapitalizmin doğasında olan rekabet, bencillik, oralarda daha can acıtıcı yaşanır. Dayanışma, paylaşma bilinci son derece siliktir. Düzenin nimetlerinin kırıntısının düştüğü bir yaşam alanında, paylaşılacak kadar zenginlik yoktur. O kırıntıya sahip olma ve ayakta kalma kavgası, olanca yırtıcılığıyla yaşanır. Yoksulluğun derinleşmesi dayanışmayı değil, iktidar kavgasını şiddetlendirir. Olan, aslında bir varlık yokluk kavgasıdır. Ancak öyle ayakta kalınabilir, yaşam sürdürülebilir. Zenginliğin şımarık bencilliği değil, yaşamda kalabilme adına sefaletin zorunlu “bencilliğidir” oralarda yaşanan.
Gidip bir mahalleye, canınızın istediği gibi ikinci bir bakkal açamazsınız. O alan iki bakkala dar gelir, birisinden biri batar. İlk gelen, iktidarını koruma adına kuşanır silahları. İkinci gelen de eğer bu iktidar kavgasını gözü yiyorsa gerekeni yapacaktır. Bir kahvehanenin
önünde ikinci bir ayakkabı boyacısı fazladır. Ya biri olacaktır orada ya da diğeri. Kimin iktidar olacağına yine varoşun kanunu karar verecektir. Bir mahallede ikinci bir delikanlı racon kesemez. Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezine benzer, “ultra-delikanlılık” olayı görülmez varoşta. Örnekleri daha çeşitlendirmek mümkün. Otoyolun kıyısında bedenini pazarlayan kadınların yanına yeni bir kadının yanaşması öyle kolay olmaz. Önce bir iktidar kavgası verilmelidir o pazara girebilmek için. Aynı minibüs hattında iki cepçi “çalışamaz”. Zaten yoksulların cebinden beslenen bu asalakların cebine de fazla bir şey girmediğinden, ikinci bir cepçi fazla olur o hatta. Amele pazarına öyle elinizi kolunuzu sallayarak gidip “iş ko- valayamazsınız” O gün kaç iş düşecek de, hangi birine yetecek. Artık tutulmuştur orası, fazladan bir işsize daha yer yoktur o pazarda. Banliyö trenleri, kentin kıyılarından merkezlerine yoksulları taşıyan servis araçları gibidir. İş çıkışı saatlerinde birkaç durak sonra hınca hınç dolar tren ve onca yol, tepedeki tutunacak askılara asılı, bitkin bir halde kat edilir. Ola ki bir yer boşalmasın, kıran kırana bir mücadeleyle o yer kapılır. “İktidar koltuğunu” kapan, o gün evine oturarak gitme “lüksüne” kavuşmuştur. Onların insanca ulaşımlarını sağlayacak ne özel araçları ne de yeterli toplu taşıma araçları yoktur. “Lütfen siz buyurun”, “olur mu efendim siz buyurun”, “rica ederim siz buyurun”
12
KASI M-ARALIK 2006 C ]O İ
gibi sahte cümlelerle kimse kimseye önceliği devretmez. Yardım dağıtımı sırasında yoksul insanların birbirlerini çiğnedikleri görüntüleri gözünüzün önüne getirin. Her an çıkmaz yoksulun karşısına o “şans”. Ne yapıp yapıp bir yardım poşeti kapılmalıdır. Varoştaki yaşamın özünü deşifre eder o manzaralar.
Sosyal yapının bariz bir rengi olan bu durum, tüm sosyal ortamlarda ve tüm ilişkilerde kendisini konuşturur. Hiçbir sosyal ortamda eşit ilişkiler kurulmaz. Hatta en sıkı “dostlar” arasında bile mutlaka biri sözü geçen, diğeri söz dinleyen pozisyonundadır. Geçmişin eşitlik temelinde “ölümüne” dostlukları yoktur artık varoşta. Varolan, dostluktan ziyade otoriteye, iktidara itaat etmektir aslında. İtaat edilecek pozisyon, varoşun kuralına göre “bileği hakkına” kazanılır. Bu iktidar kavgası, öyle kapitalizmin normal zamanlarının, normal ortamlarında yaşanan gütme/güdülme ilişkisine benzemez. Çok daha çıplak, sert, kıyıcı yaşanır.
Kentin kıyılarına sürülmüş yoksulların doğal ve kendiliğinden iktidar kavgası böyle oluyor. Bu kavga ezenlerle ezilenlerin kavgası değil elbette. Yani sınıfsal bir niteliği yok. Ezilenlerin, yaşamda kalabilme adına birbirlerine karşı verdikleri bir kavga özünde. Kaybedecek bir şeyleri olmayan yoksulların, sistemin kendilerine layık gördüğü kırıntılara sahip olup ayakta kalabilme adına, birbirlerine karşı iktidar kavgası. Bu gerçeklik, varoştaki yaşamın hücrelerine kadar nüfuz etmiş bir kültür de yaratıyor. Yanı başındaki komşusunu çiğneyerek yardım torbasına uzanabilecek ve parçalanmış torbayı şöyle bir kucaklayıp çevresindekilerden sakınarak “mutluluk” içerisinde evinin yolunu tutabilecek bir kültür.
Buraya bir not düşelim. Sözünü ettiğimiz ve konumuz gereği öne çıkarttığımız, yoksullar arasında yaşanan ve sınıfsal bir niteliği olmadığını belirttiğimiz iktidar kavgası. Yoksa varoşta ezenlerin yerel ayakları da bir ölçüde mevcut. Bu asalaklar, sisteme sırtlarını dayayarak ezilenlerin üzerinden kendilerine egemen bir pozisyon sağlıyorlar. Ve halkla kurdukları ilişki sınıfsal bir nitelik taşıyor kuşkusuz. Kimi mafyatik
organizasyonlar, tefeciler, büyük tüccarlar vb. Bu gerçeği de göz ardı etmediğimizi belirtip konumuza devam edelim.
Şiddet, iktidarlaşmayı ve iktidarı korumayı sağlayacak bir yöntem olarak varoşlarda karşımıza çıkar. İktidar mücadelesi her alanda yaşandığına göre, onun ikiz kardeşi şiddet de her alanda zengin ve “yaratıcı” örnekleriyle yüzünü bize gösterir. Topuktan vurma, faça alma, kalçadan şişleme, “namus” dersi verme adına mahallenin meydanında saç kesme, erkeğe etek giydirme, çırılçıplak soyup gezdirme, mekan basma... Şiş, falçata, kama, sustalı, kelebek, ondörtlü, onaltılı, pompalı, kirli, temiz, el yapımı, makine y ap ım ı. “Suçun” niteliğine göre uygun “ceza” yöntemi ve uygun ”emanet” seçilir. Her birinin varoşun ruhuna göre bir anlamı, bir mesajı vardır.
Varoşta şiddet, ezilenler arası iktidar kavgasının aracı, yöntemi olması dışında, başka anlamlar da kazanır; kof bir güçlülük hissinin yarattığı tatmin duygusu. Yok sayılanlar, sistemin mantığı açısından hiçbir değer taşımayanlar, aşağılanmanın yarattığı bastırılmış öfkeyi birbirlerine kusarlar. Varlıklarını ve “güçlülüklerini” ifade etme, sergileme biçimidir çoğu zaman şiddet. Bazen hiçbir neden aranmaz, kendisinden daha zayıf bulunur ve ezilir. Bir kereyle de kalmaz bu, görüldüğü yerde defalarca şiddet uygulanır. “Güç”, varoşun ruhuna özgü türlü ritüeller eşliğinde tek
rar tekrar ispatlanır. Gücün yarattığı pozisyon daha da sağlamlaştırılır. Varoşun tabiriyle “isim yapılır”. O isim, yok sayılanın bileği hakkına yarattığı kimliğidir artık. Kobra, piç, vampir, payko, laz, arap, drej, reis, baba, tıfıl, hacı, ci- no... İsimsizlerin, kimliksizlerin yeni kimlikleridir, artık gerçek isimlerini kendileri bile unutur.
Ezilenlerin, kendilerinden daha zayıfa karşı bastırılmış öfkelerini açığa çıkartmaları, bazen dizginlerinden boşanan bir hal alır. Haklılık aranmadan, zayıfa karşı güçlünün yanında o güç gösterisinde rol almak, o tatmin duygusunu yaşamak için yarışılır. En alttaki- ne karşı topluca sergilenen bu gösteri - linç gösterisi-, gittikçe kontrolsüz bir noktaya tırmanır. Artık zayıfa vurulan her darbede yaşanan, tam bir ruhsal boşalma ve kendinden geçme halidir. Bu gerçeklik, bugünlerde yaşadığımız ve “bir yerlerden” motive edilen faşist linç gösterilerine de zemin yaratmaktadır. Vatan, millet aşkına o gösterilerde yer alan güruh, varoşun yoksullarıdır.
Güçlülük gösterisi kendisinden daha güçlüyle karşılaştığında anında son bulur. Bundan sonrası madalyonun öteki yüzüdür. Güç karşısında eğilme, yaltaklanma, paspaslaşma. Varoşta güçlülük ikiyüzlüdür, zavallı bir zayıflığı da beraberinde taşır. “Allahını seven beni tutmasın” horozlanmasından, “kulun olayım abi” yaltaklanması moduna nasıl geçildiğini anlamak zordur. Olayın akışı sırasında yardıma bir destek güç ge-
13
q O İ KASIM-ARALIK 2006
lirse, bir önceki “delikanlıya” dönüş de aynı hızla olur.
***
Devrimci yapının varoşlarda iktidar anlayışına gelelim. Meselenin nedenleri, nasılları enine boyuna ele alınabilir. Biz yine konumuzla ilgili boyutuyla devam edelim. Başka bir yaşamı kurmak, başka bir havayı solumak. İk- tidarlaştığınız alanda bu başkalığı yaratmak. Eşitliğin, adaletin ve nihayet sosyalizmin dilini konuşmak. Kavramın diğer anlamlarından farklı bir şeyden söz ediyoruz. Sözünü geçirmek, istediğini yaptırma, güç vb. değil anlatmak istediğimiz. Devrimci yapının iktidar anlayışında, “yeniyi inşa etme” düşüncesi yatar. Varolan değerleri, kuralları, mekanizmayı parçalayıp, yeniyi kurma. Yeniyi kurma adına atılan her adımda varsa eskinin izleri, şiddetli bir hesaplaşmayla o izleri yok etme.
Ve yine şiddet için de benzeri şeyleri söyleyebiliriz. Eşitlik, adalet temelinde bir yaşamın kurulması yolunda, engelleri başka türlü aşabilme şansı yoksa, zorunlu olarak uygulanan bir yöntem devrimci şiddet. Haksızlığın ortadan kaldırılmasında, adaletin sağlanmasında başkaca bir yol kalmadığında başvurulacak bir yöntem. Bu anlamıyla sınıfsal bir nitelik taşıyan ve dayandığı sınıf nezdinde meşruluğu tartışılmayacak, haklılığından şüphe duyulmayacak bir yöntem.
***
En son söyleyeceğimizi şimdiden söyleyip konumuza devam edelim. Varoşun doğallığında yaşanan iktidar ve şiddet anlayışıyla, devrimci iktidar ve şiddet anlayışının birbirleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur ya da olmamalıdır. Neden?
İkisi başka başka zeminler üzerinde yükselir. Devrimci yapının iktidar- laşması, tuttuğu alanda eşitlik ve adalet temelinde bir yaşamı kurması anlamına gelir. Şiddet, yine bu temelde uygulanan yöntemlerden biridir. Varoşta yaşanansa bunun tam zıttıdır. Sistemin ezme, gütme, yönetme mekanizması buralarda yeniden üretilir. Üstelik bu yeniden üretim, ezilenlerin kendi aralarında bir hiyerarşi yaratılarak gerçeklenir.
Varoşta kendiliğinden yaşanan iktidar kavgası ve onun sonucu olan şiddet, ezilenlerin kendi aralarında gerçekleşir. Devrimci iktidar mücadelesi ve devrimci şiddet, ezilenlerle ezenler arasında yaşanır. Devrimci iktidar ve şiddet kavramlarına anlamını veren sınıflar savaşı zeminidir. Varoşlarda doğallığında yaşanan iktidar mücadelesine sınıfsal bir anlam atfedemeyiz. Yine varoşların doğal şiddetinde, ezilenlerin ezenlere karşı ayaklanışının izini bile görmek mümkün değildir. Olan şey, öfkenin kendi içinde patlaması, ezilenlerin birbirlerini boğazlamasıdır. Bu anlamıyla devrimci şiddet gelecek ufku olan, geliştirici bir rol oynarken, diğeri
kör ve çıkışsız olarak kalır.Varoşta gücün muazzam bir çekici
liği vardır. Gücün, güçlünün etrafında toplanılır. Ortama daha güçlüsü geldiğinde derhal saf değiştirilir. Varoşta çalışma yürüten yapıları da bir biçimde etkiler bu gerçeklik. Madem gücün bu denli çekiciliği var, o halde halklaşma adına bir yöntem olarak neden kullanılmasın. “Güçlenme” adına, güç gösterilerinin bin bir türlüsü sergilenir “yaratıcı” şovlar eşliğinde. Bir süre sonra varoş sizi kendisine benzetir. Evet, halk- laşma gerçekleşir ama kelimenin olumsuz anlamıyla; devrimci zeminde değil, varoşun doğal zemininde.
Güç tutkusu sağlıklı bir zeminden beslenmez. Ve yine bu tutkunun kendisi, yaratılmak istenen eşitlikçi atmosferi bozucu, kirletici bir etki yaratır. Güçlülük hissi, daha güçsüz üzerinden var edilebilir. Daha güçlüyüm diyorsan, kendinden daha güçsüzler üzerinden bunu söylüyorsundur. Hele bir de bu gücü sergilemek istiyorsan güçsüzü ezmen, bir daha, bir daha ezmen gerekir. Böylesi duyguların zerresi bile onunla hesaplaşılmadığında, yaratılmak istenen eşitlikçi, dayanışmacı zemini tahrip etmeye yetecektir.
Varoşta “halklaşan” kimi devrimci yapılarda da aynı hava solunmuyor mu? Ben güçlüyüm! Ben daha güçlü- yüm! Kimden? Bu sorunun cevabını hangi anlayışa göre vereceğiz? Varoştaki doğal hayatın içerisinden mi, devrimci zeminden mi? Varoşta birbirleriy- le boğazlaşanlar ezilenler. Orada güçlü olmaktan söz ediliyorsa, ezilenlerin birbirleri arasındaki bir kıyaslamadır bu. Varoşun kendisine benzettiği yapılar da işte o hayatın diliyle konuşmaya başlıyor. Ve kıyaslama, hemen yanı başındaki bir başka devrimci yapıyla yapılıyor. Yapılan kıyaslamada tek bir ölçü vardır, güç. Diğerleri güçsüzdür, o güçlü. Propaganda, kadro “eğitimi”, hatta artık her şey buna dayanır, ne kadar güçlü olunduğunun sergilenmesine. Gücün ölçüsü de sayıdır, “görkemli” şovlardır, taşınan pankartın boyutlarıdır. Artık 1 Mayıslarda yaşanan medyatik cümbüş haddi aşmadı mı?.. Bir de başka bir yapıdan arkadaşları idam edilmesin diye, giriştikleri eylemde kendi canlarını feda eden devrimcileri düşünün. İki fark-
14
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
lı kültür. Yaşanılan her devlet operasyonunun yarattığı tahribat, bize gerçek gücümüzün ölçüsünü göstermiyor mu? Hayır, yok öyle bir şey! O operasyonda masanın üzerinde sergilenen silahların çokluğu bile, ne kadar güçlü olunduğunun göstergesidir ve süratle güç gösterilerine malzeme yapılır.
Varoşlardaki “adalet” eylemleri. Bir ’’namussuz”, “alçak”, “şerefsiz”, “hain” bulunur, en görünür yerde evire çevire sopalanır. Ve adaleti tesis etme adına, bir sonraki sopalanacak kişinin izi sürülür. Gençlerin bayıldığı bir eylem çizgisidir bu. Neden bu kadar çekicidir bu eylemler? Bu işte güçlü olmanın çekiciliğinin bir etkisi olabilir mi? Yanlış anlaşılmasın, böyle şeyler yapılmaz değil, yapılır. Fakat bir şartla, şiddetten başka bir seçenek kalmadığında ve yalnızca haksızlığı giderme, adaleti sağlama adına. Olaya bu gözle bir kez daha bakalım. O eylemlere katılan ya da tanık olan insanlar üzerinde, yapılan işin yarattığı etkiyi ölçelim, tartalım. Yine başlarda bir şeyden söz etmiştik, tekrar edelim. “Yeniyi kurma adına atılan her adımda varsa eskinin izleri, şiddetli bir hesaplaşmayla o izleri yok etme”. Sözünü ettiğimiz eylem çizgisinde, tartışmasız bir şekilde güç tutkusunun belirgin izleri vardır. Hatta güç tutkusunun kılcal damarlarına kadar işlediği varoşta, bu biraz da kaçınılmaz bir durumdur. Burada önemli olan, devrimci yapının kaçınılmaz da olsa bu durumu bir sorun olarak görüp görmediğidir. Ya da sorun olarak görülüp, bu durumla hesaplaşılıp hesaplaşılmadığı.
Varoşta “halklaşan” yapılarda tersine bir durum yaşanıyor. Bizim hesapla- şılması, yeni bir kültürün yaratılması için mahkum edilmesi gerektiğini düşündüğümüz bu durum özellikle tercih ediliyor. Eylem çizgisi doğrudan bu mantığın üzerine oturtuluyor. Yapılan iş, adalet sağlamaktan çok güç gösterisine, gürültülü bir şova dönüşüyor, eylemde tercih edilen biçim, kullanılan dil bile buna hizmet ediyor. Yaratılan havanın, “ben en güçlüyüm” havasının
çekiciliği üzerinden etrafında toparlanan gençler, o yapıyı daha da bu çizgiye bağımlı kılıyor. Varoşun ruhu hükmünü konuşturuyor, siz varoşu fethetmeye gitmişken o sizi fethediyor.
Devrimci yapının varoşta, sistemin “kaderine terk ettiği” yaşam alanlarında iktidarlaşması, sosyal ilişkileriyle, kültürüyle ve hatta ekonomisiyle yeni bir yaşam kurması anlamına gelir. Yal
nızca tek bir sokakta başlayabilir ikti- darlaşma ya da semtin tamamına yayılabilir. Aslolan “tutulan” alanda başka bir havanın solunabilmesidir. Ve bu yaşamın harcı eşitlik, adalet, dayanışma olacaktır. Sefaletin acısı, birbirlerine omuz vererek, dayanışarak hafifletilecek, yaşama birlikte tutunulacaktır. Ve bu tutulan alanda kurulacak yaşam, geleceğin, gelecekteki sınıfsız toplumun habercisi olacaktır.
Bu iş öyle güllük gülistanlık bir ortamda olmayacaktır elbette. Orman kanunlarının hüküm sürdüğü bir alandasınız. Ve o alanda daha lise çağındaki çocuklar artık ceplerinde “masum” çakılar yerine, hiç de şakası olmayan “ma- kinalar” taşıyorlar. Attığınız her adımda önünüze bir engel çıkacak. Sizin dönüştürmek istediğiniz o ortamdan beslenenler önünüze dikilecek, yeni bir yaşama izin vermeyecektir. Başka seçenek yoksa o engeli aşmak için, hiç tereddütsüz zorunuzu devreye sokacaksınız. Ama yalnızca başkaca bir çözüm yolu kalmadığı için ve yalnızca engelin aşılması, haksızlığın giderilmesi, adaletin sağlanması için. Asla bir şiddet ve güç tutkusuna dönüşmesine izin vermeden uygulanacaktır bu yöntem. Problem çözümlendiğinde devreden çıkacaktır.
Ve son bir nokta daha. Sizin bugünden yarına iktidarlaştığınız alanlarda artık öfke içinde patlamayacak, eşitlik, adalet temelinde bir yaşam kurulacak. Burası tamam. Fakat kurduğunuz bu yaşamda ezilenlerin kendi aralarındaki
eşitlikten, adaletten öte bütünsel bir eşitlikten söz etmek mümkün olabilir mi? O adalet temelinde yaşam kurduğunuz varoş gerçeğinin kendisi ortadan kalkmadan, genel bir adaletten söz edilebilir mi? Kapitalizmin hükmünü sürdürdüğü bir coğrafyada, yine siz en alttasınız ve yine ezilenlersiniz. İktidarla- şılan alanda, geçmişteki gibi öfke kendi içinde patlamayacak belki, ama kay
bolmayacak da. Cehenneme çevrilen hayatlarında ezilenlerin o biriken öfkesi varoşların sınırlarından taşacak, “cennete” doğru akacak,
akması sağlanacak. Ufku olmadığını, kör ve çıkışsız olduğunu söylediğimiz ve bu haliyle de sistemi zerre kadar ürkütmeyen varoşun zoruna karşı, devrimci zorun böylesi bir yol göstericiliği, öğreticiliği de olacaktır. İşte o zaman, dün birbirlerini boğazlayan yoksulların gözünü cennete dikmesi sağlanacak, ezilenlerin bu tarz mücadelesi, günümüz sınıf savaşının kendine özgü bir parçası haline gelecektir. Bu konu daha çok tartışma götürür. Çerçevemizin dışına çıkmamak için şimdilik bu kadarına değinip geçiyoruz.
***
Devrimci yapının yarattığı zemin ve varoşun doğal zemini. Bu iki farklı zeminden beslenen iki farklı anlayış. Tartışmamızda, anlayış düzeyindeki bu farklılığı göze batırmaya çalıştık. Durum tespiti yapmak, farklılıkları ortaya çıkarmak biraz da işin kolay tarafı. Zor olan, kağıt üzerine dökülen o farklılıkların hayata tercümesi. Problemi çözecek formül, varoşta cehenneme çevrilen yaşamın içerisinde. Bu ne oranda başarılabilecek? Onu da zaman gösterecek.
Sonuç olarak devrimci yapı, varoşun doğallığındaki iktidar ve şiddet anlayışıyla kendi arasına kalın bir çizgi çekmelidir. Aksi halde müdahale edip, dönüştürmek için gidilen o doğallığın bir parçası olmak kaçınılmazdır. Belki öyle bir miktar “halklaşılır”. Ama asla başka bir yaşam kurulamaz, bizi geleceğe taşıyacak değerler yaratılamaz.
Varoşlardaki "adalet" eylemleri. Bir "namussuz", "alçak", "şerefsiz", "hain" bulunur, en görünür yerde evire çevire
sopalanır. V e adaleti tesis etme adına, bir sonraki sopalanacak kişinin izi sürülür.
15
Varoş örgütçüleriyle söyleşi:
‘ADALETİ SAĞLAYACAK OLAN
HALKIN K E N D İS İD İR ’
'Rutin faaliyetle olmaz bu iş, mahalledeki havayı değiştirmek lazım. Eğer genel havayı değiştiremiyorsan buz üstüne yazı yazmış gibi oluyorsun. Ve neyi niye
yaptığını çok iyi anlatman gerekiyor. Yaptığın eylemlerin halk tarafından nasıl algılandığı çok önemli. Adalet diyoruz, ama bunu çok iyi anlatmamız lazım.
Neyi kastediyoruz, neyi hangi amaçla yapıyoruz.'
Geçmişin gecekondu mahallelerine bugün daha çok varoş deniyor. Varoşlar zaman zaman egemen medyada çeşitli açılardan gündeme getiriliyor, çoğu zaman suç ve şiddetle birlikte anılıyor. Düzen politikacıları açısından varoşlar, elde tutulması gereken oy depoları olarak görülüyor. Sol açısından ise varoşlar devrimci bir dönüşüm için, kazanılması zorunlu olan büyük çoğunluğu barındırıyor. Bu yüzden emekçi katmanların ve işsizlerin yaşam mekânı olan varoşlarda solun örgütlenme sorunları üzerine kafa yormak büyük önem taşıyor. Bu sayımızda çeşitli değerlendirme yazılarının yanı sıra emekçi mahallelerinde örgütlenme faaliyeti içinde olan devrimcilerle örgütlenme sorunları üzerine sohbet etmeyi gerekli gördük.
Bu çerçevede İstanbul ’un emekçi semtlerinde faaliyet gösteren örgütçülerle görüştük:
İstanbul’da emekçi mahallelerindeörgütlenmek ne gibi güçlüklerve olanaklar barındırıyor?
Metin (Okmeydanı): Varoşlardaki çalışmanın üç ayağı olduğu söylenebilir, ekonomi, dayanışma ve adalet. Bu çalışmalar ikili iktidar perspektifiyle yürütülmeli. Varoş zemini çok kaygandır. İşsizlik çok yaygın. Bu yüzden ekonomik çalışma çok önemli. Adaletsizlik duygusu da çok yoğun. Mahalledeki her türlü soruna
müdahale etmek zorunda kalıyoruz. Adaleti sağlayacak olan halkın kendisidir sonuçta. Örneğin karakollar artık sorunların çözüm adresi olarak görülmüyor, parayı bastıran işini görüyor çünkü orada. Ondan dolayı her türden sorunda devrimcilere müracaat edebiliyor insanlar. Örneğin küfürleşme ve kavgalar oluyor sudan sebeplerden, bunları barıştırmak gerekiyor.
Yaptığımız iki şey var temelde, yoksulluğa karşı dayanışma ve her türden adaletsizliğe karşı mücadele. Şu anda en zayıf olduğumuz alan ise ekonomik hayata müdahale. Kafamızda projeler olsa da hedeflerimizin çok gerisindeyiz. Ekonomi derken sadece işçi hakları açısından bakmıyoruz, alternatif ekonomik işletmeler de açmak gerekiyor. Bir taraftan da seyyar satıcılara karşı zabıtanın baskısı var. Mesela geçen gün şöyle yaptık; Örnektepe’den geçiyorduk bir baktık zabıtanın bir tanesi bir seyyar satıcının tezgâhına el koymuş, hemen müdahale ettik. Satıcı “Türkiye Cumhuriyeti bana iş sağlamadan ben bu işleri bırakmam” dedi. Biz de “siz büyük başların uşaklarısınız” dedik zabıtaya ve onları kovduk oradan. Adalet duygumuz incinmişti. Her türlü soruna her türlü araçla müdahale etmek gerekiyor.
Dinamik, enerjik, inançlı kadroların işi varoş çalışması. Halkın da
yanışma ağını örmek büyük bir ihtiyaç. Bu üç ayağı birbirinden ayırmamak gerekiyor. Adalet çalışmaları yaparken halkın dayanışma ağını örmek ve ekonomik sorunlara karşı sonuç alıcı şekilde mücadele etmek gerekiyor.
Ozan (Bağcılar): Bugün tüm devrimci siyasetler varoşlarda çalışma yapıyor. Örneğin yozlaşmaya karşı mücadele neredeyse herkesin gündemi. Ama mahalle gençliği bunu ne kadar sorun ediyor o da ayrı bir konu. Mesela 96-97’de işler daha farklıydı, çete örgütlenmeleri bu kadar güçlü değildi. Bugün daha organize durumdalar. Toplum da kanıksamaya başladı. Esrar kullanımı 11 yaşına düşmüş deniyor. Çetelerin durumu hem daha gelişti hem de kökleşti. Mahallelerde solun etkinliği de eskisi kadar değil. Eskiden iyi bir eylemle etki alanı yaratmak daha kolaydı. Şimdi o kadar kolay değil. Daha büyük bir gücü gerektiriyor. Şimdi bir sürü grup afiş yapıştırıyor. Ama ciddi bir etkinliği yok.
Rutin faaliyetle olmaz bu iş, mahalledeki havayı değiştirmek lazım. Eğer genel havayı değiştiremiyorsan buz üstüne yazı yazmış gibi oluyorsun. Ve neyi niye yaptığını çok iyi anlatman gerekiyor. Yaptığın eylemlerin halk tarafından nasıl algılandığı çok önemli. Biz 1998’de, kaçırılan bir kadın için eylemler yapmıştık. O
16
KAS İM'ARALIK 2006 C|Oİ
zaman çok büyük etki yaratmıştı. Basit bir şey gibi görünüyor, ama beş- on gün mahallede o konuşuldu. Şimdi aynı etkiyi yaratmak için çok daha fazla uğraşman lazım.
Toplum da biraz kanıksadı dediğim gibi. Adalet diyoruz, ama bunu çok iyi anlatmamız lazım. Neyi kastediyoruz, neyi hangi amaçla yapıyoruz.
Sevinç (Alibeyköy): Mahallelerin tarihleri ve yapısı birbirinden farklı. Okmeydanı’nda belki insanlar daha açıklar siyasete, ama bir Alibeyköy için aynı şeyi söyleyemeyiz. En temel gündemlerden birisi mahallelerde yozlaşma.
Ekonomi, gençlik ve dayanışma çalışmasının birbirini tamamlaması gerekiyor. Kitleyi çekmek kadar dönüştürmek de önemli. İnsanlara yaşamı birlikte dönüştürebileceğimize dair bir güven vermek zorundayız. Örneğin mahallemizde uyuşturucuya karşı bir panel yapmıştık, o panele katılan kadınlardan birisi kendi çocuğunun uyuşturucu kullandığını fark etmişti. Güveni hissettirebilmek için somut sorunlarına kısmi de olsa çözümler üretmemiz lazım. Çalışmanın bir iddiası olması gerekiyor.
Son zamanlarda mahallelerdeki çetelerin faaliyetleri basına sıkça yansıyor. Çalışma yaptığınız mahallelerdeki güç odakları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Metin: Varoşlarda kendi çıkarları için grup kuran, uyuşturucu satanlar var. Bunların bir kısmı karakollarla bağlantılıdır. Çeteleşen gruplar genelde o mahallenin insanı, hatta bir kısmı devrimciliğe bulaşmış eskiden. Mesela X mahallesinde bir büyük bir çete var. Uyuşturucu işleri vs. yapıyorlar. Bunlarla karşı karşıya geldik sonunda. En son liderleriyle konuştuk. Uyuşturucu ve gasp işlerini bırakacaksınız dedik. Yapacaksanız zengin semtlerde yapın dedik. Yemin etti, en son kendi kabuğuna çekildi.
Çete diye tabir edilen grupların hepsi gasp ve uyuşturucu işi yapıyor değil aslında. Kime çete diyoruz?
Çete deyince, kime bağlı olduğu ve ne iş yaptığı çok önemli. Bazen mahallenin insanları kendilerince bira içip, sohbet ediyorlar, gruplaşıyorlar. Şimdi bunlara çete diyemeyiz. Bir kısmı da kendi sorunlarını çözmek için bir araya gelmiş insanlar. Kendi sosyal ortamları var. Bunlarla dostça ilişkiler kurulabilir. Böyle gruplarla sohbetimiz oluyor. Bu insanlara bizim sistemi anlatmamız lazım. Bunları karşımıza almaktansa onları sisteme karşı yönlendirmeliyiz. Mesela adalet diyoruz, esrar içenle satanı ayırmak lazım. İçeni sohbetle ikna edebilirsiniz, ama dağıtanları cepheden karşımıza almalıyız. Sineklerle değil, bataklıkla uğraşacağız.
Sevinç: Mahallelerde tarikatlar da örgütleniyor. İslamcı belediyeler de yardım faaliyetleri üzerinden örgütlenmeye çalışıyorlar. Devrimci kurumlarsa gençlik merkezleri gibi. O da sadece Alevilerin olduğu mahallelerde. Oysa solun kurumları halk yığınlarına hitap edebilmeli. Alevi olmayan mahallelere ilişkin politikamız da olmalı.
Hangi çelişkiler daha fazla öne çıkıyor?
Metin: Aslında çok farklı çelişkiler var. İşçi hakları konusunda zaman zaman sohbetler yapıyoruz. Sigortasız çalıştırmaya, haksızlıklara karşı bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Örne
ğin atölyelerdeki işçiler bazen maaşları verilmeden işten atılıyorlar. Öyle bir işçi arkadaşın bir buçuk milyar alacağı vardı. Bu arkadaşla birlikte gittik, “bu adamın alacağı var, mahallenin insanı, bu insanın parasını vereceksin” dedik. İşçinin yalnız olmadığını görünce parayı vermek zorunda kaldı patron. Hatta atölyedeki diğer işçilere de niye geldiğimizi yüksek sesle anlattık. Oturup konuştuğumuzda müdahale edilmesi gereken bir sürü çelişki ortaya çıkıyor. Hangisiyle başa çıkacaksın. En son sorun yaşayan işçilere kendi aranızda bir adalet ekibi oluşturun dedik. Bu tür sorunlara birlikte müdahale edin. Birisinin alacağı var, birisinin kız kardeşine ustalar laf atmış vs. Sonra bu insanlar siyasileşmeye başladılar.
Adalet, çalışmanın olmazsa olmaz kısmı. Zaman zaman akşamları mahallede gezip güvenlik önlemi almak zorunda kalıyoruz. Özellikle hırsızlık ve uyuşturucuya karşı. Son süreçte internet kafeler gece sabaha kadar çalışıyorlardı, polise rüşvet veriyorlar bunun için. Buralarda esrar satışı yapılıyor ve genelde porno sitelere giriliyordu. Bir gün baktım mahallenin gençleri ellerinde bir kilit, gidip internet kefeleri kapatacağız diyorlar. Konuştuk, önce uyaralım dedik. Bir şey değişmeyince bir gün kepenkleri içerdekilerin üzerine kapatıp internet kafeleri kilitledik.
17
CjOİ KASIM-ARALIK 2006
Eylemimiz çok etkili oldu. Şu anda çalışma tarzlarını düzelttiler. Esrar satışı durdu.
Erkan (Okmeydanı): Varoş çalışmasını nereye bağlayacağınız da çok önemli. Halkın gündemlerinden kopmamak gerekiyor. Varoş gençliğinin günlük sorunlarını atlayarak salt örgütün ihtiyaçlarına bağlı olarak siyasileştirilmesi de ayrı bir sorun. Gençlik kendi somut sorunları üzerinden örgütlenmeli. Biz varoş gençliğinin öfkesini sisteme karşı yöneltmeye çalışıyoruz.
Varoştaki herkes de kavgacı değil tabi. Her gencin farklı kişisel özellikleri var. Onların yapısına uygun tarzlar geliştirmek gerekiyor. İnsanlara sadece sistemi anlatmak da olmuyor, belki bir saat geyik yapıyoruz, ama onun 10 dakikasını politikleştirebilir- sek ne iyi.
Gençlik çalışmasının özgün bir yanı var. Sosyal ve kültürel çalışmalar çok önemli. Müzik ve tiyatro çalışmaları yapıyoruz mesela.
Sevinç: Yerel yönetimlerden işyeri sorunlarına çok geniş bir alanda etkinlikler yapmak mümkün. Mesela mahallemizde çöp varilleri yok, bununla ilgili kampanyaları önümüze koyabiliriz. İmza toplayarak belediyeye başvurabiliriz. Yerel yönetimleri sıkıştırmamız lazım. Eğer taleple
rimizi karşılamıyorlarsa onları teşhir etmeliyiz. Mahallenin insanları olarak bunu yapabiliriz.
Ozan: Mahalledeki üretim sürecinin içine giremiyoruz aslında. Mahallelerde çok sayıda eve iş alan kadın var, bunların çoğundan kimsenin haberi bile olmuyor. Evdeki üretim sürecini gözleyebilmek için daha dikkatli bir gözle bakmak gerekiyor. Mademki devrim üretim ilişkilerinden çıkacak o zaman bu sürece müdahale edebilmemiz gerekiyor. Üretimle ilgili bağlantılar çok fazla takip edilmiyor.
Güvencesiz çalışmaya karşı sü- reklileşmiş bir faaliyet lazım. Bizim mahalledeki faaliyetimiz eskiden beri işçi ağırlıklı. Biz devletin kurumla- rına muhalif olsak da bunların işlerini yapmasını da istiyoruz. İşçileri güvenceye alması lazım, muhtarlık yardım dağıtacaksa bunu adil yapması lazım, belediyenin görevlerini yapması lazım.
Sol hareketin yürüttüğü çalışmalar halkta nasıl bir karşılık yaratıyor?
Ozan: Yozlaşmaya karşı afiş asılmış, gençler altında oturup esrar içiyorlar.
Şimdi Bağcılar Çiftlik’te mesela dört mahalle var. Bu mahallelerin her birinde 15-20 bin civarı seçmen var.
Devrimcilerin ulaşabildiği insan sayısı ise 15-20 kişiyle sınırlı. Halk kendi gündelik sorunları içinde yaşıyor. Çalışma saatleri uzun. Bir işçiyi ancak haftada bir görebiliyorsun. İnsanlara medya bir bilinç aktarıyor, bir yandan da sen konuşuyorsun, bir de yerel gündem var. Biz onların hayatlarında ne kadar yer kaplayabiliyoruz? Ne kadar zamanı birlikte geçirebiliyoruz? Sol mevcut haliyle yaşamı dönüştürmeye öncülük edemiyor.
Varoş örgütlenmesinin nasıl bir perspektifle yapıldığı çok önemli. Yapılan tüm çalışmalar büyük bir projeye bağlanmalı. Çalışmalar ku- rumsallaşmazsa ve halk tarafından sahiplenilmezse geleceği olmaz. Ka- lıcılaşmak gerekiyor. Yoksa geçici ilişkiler kurulmuş oluyor. Önemli olan canlı ilişkinin süreklilik kazanması. İnsanların gelmesini sağlayacak projelerimizin olması gerekiyor. Örneğin bizim işsizlik kampanyası sırasında derneğe astığımız iş ilanları panosu etkili olmuştu. Hiç tanımadığımız insanlar gelip adres sordular.
Tabi baskılar var, işsizlik, güvencesizlik var. Sosyalleşme olanakları yok. Mahallenin ortak bir gündemi, ortak bir paydası yok. Her kesimin kendine göre bir gündemi var. Örneğin Lübnan’la ilgili basın açıklaması yaptık, İslamcılar daha duyarlıydı. Diğerleri çekilin gidin havasındaydı. Önce ortak bir atmosfer yaratmak gerekiyor. İnsanların kafasındaki gündem ve bir de senin gündemin var, bu ikisini birbirine bağlamak zorundasın.
Dayanışma çalışmaları kafamızı açtı, ama pratikte hedeflerimizin çok gerisinde olduğumuz da kesin. Pratik işlerle konuşmak gerekiyor. Solda bazen güzel söylemler üretiliyor, ama pratik karşılığı nedir diye baktığımızda çok şey bulamıyoruz. Bir süre sonra faaliyetlerde bir rutinleşme oluyor. Küçük olmaya alışmak gibi bir sorun var. Oysa devrimci faaliyet bir göreve dönüşmemeli. Farklı bir heyecandır, bunun yaşanması lazım. Heyecanı yaratmak önemli olan. Bu da kendini dönüştürücü bir güç olarak hissetmene bağlı.
18
■ ■■ ■■ ■■
EŞK IY A DÜNYAYA HÜKÜM DAR
□ L U R M U ?Emin S. Güzel
Bilindiği gibi çeteleşme sırf bu döneme özgü bir olgu değildir. Geçmiş zamanlarda da hem şehirde hem de kırlarda çeşitli çetelerin kurulduğunu biliyoruz.
Bugün ise çeteleşmenin hem derinlik hem de yaygınlık kazandığını görüyoruz. Ayrıca bugün, karşımıza çıkan çetelerin kendine özgü bir takım özellikler
taşıdıklarını da görmeliyiz.
Şehir merkezlerini kuşatan alanlar olarak varoşlar, kendine özgü bir yaşam kültürü oluşturmaktadır. Bu kültür, tüm toplumsal yapılara bir şekilde sirayet etmektedir. Daha önceleri, solcuların hakim olduğu, varoşlar da dahil olmak üzere, tüm varoş ile toplumun değişik kesimlerinde çeteler, gittikçe daha fazla boy göstermekte ve buna bağlı olarak çete kültürü diye adlandırabileceğimiz bir yaşam tarzı ortaya çıkmaktadır...
Her dönem yeni sorunlar ile çözüm arayışlarını beraberinde getirmektedir. Bu nedenle her döneme farklı meseleler damgasını vurmaktadır. Şehrin duvar yazıları takip edildiğinde dahi kuşaklar arasındaki ilgi farkları açığa çıkacaktır. Bir zamanlar devrim sloganları ile kaplanan duvarlar bir başka zamanlar futbol takımlarının adları, arabesk şarkı sözleri veyahut sevgiliye yazılan sözlerle dolmuştur. Kısacası her dönemin kendine özgü bir ruhu olmakta bunu da bir şekilde dışarı yansıtmaktadır.
Günümüzün toplumu da önceki dönemlerden ayrılan bir ruh taşımaktadır. Herhalde bunlardan bir tanesi de çeteciliktir. Toplumumuzda daha önceleri görülmediği ölçüde, çetecilik ile çete kültürü yaygınlık kazanmıştır. Hem devleti hem toplumu çetelerin sardığını söylemek, abartı olmayacaktır. Geçmişte bildik birkaç sektörle ilgili olan çeteler, günümüzde el atma
dık alan bırakmadı. Toplumda her çapta ve de her renkten çeteye rastlamak mümkündür.
Çeteleşmenin bu kadar yaygın olması, çetelere özenti ile çete kültürünün popülerleşmesini getirmiştir. Öyle ki çete, bir sürü genç açısından kimlik ihtiyacının bir karşılığı olmuştur. Sırf bu ihtiyaçtan yola çıkarak, kurulan çeteler de söz konusudur. Bir zamanlar, İstanbul un çeşitli yerlerinde yazılama yapan Nuri Alço çetesi gibi. Söz konusu gelişmeyi TV dizilerinden duvar yazılarına kadar izlemek m üm kündür.
Bu durumu hem devlette hem de toplumda yaşanan bir dağılışa işaret olarak yorumlayabiliriz. Adeta tüm toplum; antik medeniyetlerin çöküş aşamasında açığa çıkan ve de Kıvılcım- lı’nın Tavaif-ül Mülük diye tanımladığı bir dönemi, yaşamaktadır. Bu durumu, genel seviyede değerlendirmeyi başka yazılara bırakarak, şimdilik büyüteci daha çok varoş alanlarında karşılaştığımız çetelere tutmaya çalışacağız...
Bilindiği gibi çeteleşme sırf bu döneme özgü bir olgu değildir. Geçmiş zamanlarda da hem şehirde hem de kırlarda çeşitli çetelerin kurulduğunu biliyoruz. Bazı dönemler, çeteler yaygınlaşırken bir başka dönemde birdenbire ortalıktan çekilmişlerdir. Çeteler toplumsal yapıda yaşanan çeşitli zorlanmaların sonucu olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu durum geçicidir, ebe
diyen süremez. Geçmişte de çeteler toplumda yaşanan önemli altüstlükle- rin habercileri olmuştur a d e ta .
Bugün ise çeteleşmenin hem derinlik hem de yaygınlık kazandığını görüyoruz. Ayrıca bugün, karşımıza çıkan çetelerin kendine özgü bir takım özellikler taşıdıklarını da görmeliyiz. Örneğin, geçmişte çete kuranlar ağa baskısı, mahpustan kaçmak veyahut bir yakın akrabanın, eşin intikamını almak gibi nedenlerle silah kuşanıp dağa çıkarlarken, bugün ise çoğunlukla, doğrudan bir menfaate ulaşmak amacıyla, çeteler kurulmaktadır.
Çeteleşm eye zemin hazırlayan koşullar
1. Yoksulluk: Çeteleşmenin maddi zemini yoksulluktur. Ancak yoksulluk tek başına çeteleşmeye yol açmaz. Geçmiş zamanlarda toplum daha çok yoksulken çeteleşme bu kadar yaygın değ ild i.
2. işsizlik: Çeteleşmenin en önemli maddi kaynağı işsizliktir. Şehrin etrafını saran varoşlarda işsizlik o kadar yaygınlaşmış ki bu durum, beraberinde gelecekten kopmuş, tamamen gündelik yaşayan, geniş bir kitlenin doğmasına yol açmıştır. İşsiz, güçsüz ne yaptığı belli olmayan bu kitle, çeşitli varoş alanlarına kendi rengini baskın kılmaya başlamıştır. Eski zamanlarda berduş, serseri, yeni dönemde lümpen proletar-
19
q O İ KASIM-ARALIK 2006
ya diye tabir edilen bu kesim çetenin en önemli insan kaynağıdır. Ayrıca bu kesim, çete kültürünü üretip taşıyan en önemli sosyal ortamı da oluşturmaktadır...
3. Sistemin zoru: Egemen sistem, yıllarca toplumu çeşitli zor aygıtları ile sindirmiştir. Darbe dönemleri başta olmak üzere neredeyse her dönem toplum, çeşitli işkencelerle baskı altına alınmıştır. Bu baskı, varoşun yoksulluğu, işsizliği vs. ile birleşince varoşta son derece büyük bir gerilimin birikmesine yol açmıştır. Yıllarca gündelik yaşamın bir parçası haline gelen bu baskı, şiddeti tek geçerli çözüm aracı olarak gören, bir kültür yaratmıştır. Şiddet kültürü erkek egemen yapıyla el ele vermiş, sonuçta da çeteler için hazır bir insan malzemesi oluşmuştur.
Bugün toplumun; kendisine sistem tarafından içirilen gerilim ile şiddeti, Çeteler aracılığıyla kusmağa çalıştığını söyleyebiliriz. Ancak tüm toplum kesimlerinde olduğu gibi çeteler de bu şiddeti, sisteme karşı kusmanın ne denli tehlikeli olduğunu, yakın dönem sınıf mücadelesi deneylerinden dolayı bilmekteler. Bu nedenle çeteler, sisteme yönelmesi gereken bu gerilimi tamamen kontrolden çıkmış bir şekilde ve her tarafa yaymaktadırlar. Sonuç; devletin, sistemin, toplumun, değerlerin daha fazla deforme olması.
4. Değer yitimi: Yukarıda saydığı
mız tüm nedenler tek başına yaşananları açıklayamaz. Çetelerin bu kadar yaygınlaşmasının bir diğer önemli nedeni de, toplumda yaşanan değer yitimidir. Bugün tek geçerli değer olarak, kişi menfaati kalmıştır sadece. İnsanları birbirine bağlayan değerler buharlaştıkça, kişiler toplum korumasından mahrum kalmaya başlamakta ve cehennem gibi bir alanda yaşayan insanları güç arayışına itm ektedir.
Toplum içinde güçlü olmak ile kendini güvende hissetmenin yolu örgütlü olmaktan geçer. Ancak modern örgütlenmeler çözülüp dağıldıkça, onların yerini çete, aşiret gibi örgütlenmeler almıştır. Örneğin varoşlarda güçlü bir aileye, aşirete mensup olmak en önemli güçlerden biri haline gelmiştir. Böyle bir dayanağı olan kimse, rahatlıkla aşiret gücüne yaslanıp, çetesini kurabilmekte ve onun üzerinden çeşitli rantlara uzanabilmektedir. Zaten böyle bir dayanaktan yoksun olan çete ile çete liderlerinin ömrü pek fazla olmayacaktır. Ancak çete lideri, önemli para kaynaklarına ulaşmışsa şayet, ömrünü uzatabilecektir. Aksi halde, kendini hiçbir şekilde, güvende hissetmeyecektir.
Çeşitli toplumsal değerlerin, baskısı ve denetiminden kurtulan bireyler o güne kadar, baskı altında tutmuş oldukları istekleri, tatmin etmek için vahşi bir saldırıya geçebilirler artık. Onları
sınırlayan çıplak zor dışında bir şey kalmamıştır. Ayrıca zenginlik az ötede, birkaç adımlık mesafede durmaktadır. Kafalarını azıcık kaldırdıklarında, şehir merkezinin ışıklarını görmektedirler. Zaten televizyonlar her gün durmadan onlara zenginlikle örülmüş başka bir yaşamın varlığını anlatıp durmaktadır. Bir an önce ve nasıl olursa olsun o yaşama kavuşmaları gerekmektedir.
Çete kültürüÇeteleşmeye zemin hazırlayan ko
şulları gördük. Ancak saydığımız tüm nedenler, çeteye maddi, manevi zemin sağlar sadece. Bu zeminden çete çıkartacak en az diğer koşullar kadar önemli bir şeye daha gereksinim vardır. Yani un, şeker, su var ancak helva yoktur ortada. Tüm bu malzemeden helva yapacak usta lazımdır. Helva için usta ne ise çete içinde, şef odur. Çete malzemesi, şef etrafında derlenip bir organizma haline gelecektir. Bu nedenle çete için şef, son derece önemlidir. Öyle ki çeteyi çete yapan, şeftir desek abartmayız. Bu nedenle çeteyi daha iyi tanımak için büyüteci, daha çok şefe ve şefin kişilik özelliklerine tutmaya çalışacağız. Zaten şef, kendisini sarmalayan o koşulların ürünü olduğu gibi o koşulları, kendi davranışlarında en fazla yansıtan kişilik olacaktır. Çeteyi anlamanın en iyi yolu şefi anlamaktan geçer.
Çete şefin etrafında derlenir
Öncelikle her çete bir şef etrafında örgütlenir. Şef abartılı bir şekilde yüceltilir. Şefin bu denli abartılmasının bir nedeni, cemaat kültürü ise bir diğer nedeni de varoşta yaşayan insanın aşırı yoksul, düşkün oluşudur. Çünkü bu denli sefilleşen kişi ile topluluklar, her yerde kurtarıcı arayacaklardır. Kurtarıcı ise kendini belli eder etmez göklere kadar yüceltilecektir.
Peki, şef gerçekte neyi kurtarmaktadır? Aslında şef ve şefler üzerinden varoş insanı, özendiği yaşam ile itibara kavuşacağını umar. Bu da her şeyden önce paraya ulaşılması demektir. Demek ki çetenin asıl motivasyonu paradır. Ancak tek başına para, çetenin oluşması için yeterli değildir. Ayrıca bu
20
sonuç için her tür değeri ayaklar altına almaya hazır bir insan malzemesi de gerekmektedir. Post-modern dünyada ise bu malzemeyi bulmak, son derece kolaydır. Aç sırtlanlar, ağızlarının suyunu akıtarak az ötede beklemektedirler. Hepsi de kendilerine ava ulaşmanın yolunu, bilgisini kuralını gösterecek kişiyi (şefi) beklemektedirler. Yakıp yıkmaya hazır bu sürü, şefin isteklerini kışkırtması ile harekete geçer...
Çete; şefin etrafında bir efsane yaratılarak örgütlenir. İsim yapmayan bir şefin etrafında, çetenin derlenmesi mümkün değildir. Çünkü çetede asıl ör- gütleyici güç, ismin etrafında yaratılan efsane olmaktadır. Çete şefi ile yaratılan efsane her zaman kol kola yürüyecektir.
Gerçekte efsane olamayanlarsa, racon- poz keserek bu havayı çevrelerine yaymaya çalışırlar. Takınılan poza inandırıcılık kazandırmak için gerekli her tür yalan, abartma, söylentiye rahatlıkla başvurulur. Amaçlanan bir efsane yaratıp etrafa korku yaym aktır.
Çete ilişkisinde geçerli tek ölçü, şefin kendisi olmaktadır. Onun dışında, davranışları sınırlayan, herhangi bir ölçü ile prensip, söz konusu değildir. Şef ister, öbürleri yapar. Şefin istekleri de herhangi bir değerle sınırlandırılma- dığı için istekler birbirini tutmayacak, dolayısıyla nerede ne istediği belli olmayan, tutarsız, dengesiz bir tip şekillenecektir. Dengesiz davranışlar, şefi daha korkutucu kılacağı için şef, bir müddet sonra bu davranışları yarı bilinçli olarak sergilemeye başlayacaktır. Şefin kendini tanıyamaz hale geleceği bu tiyatro, şef ile adamları arasında karşılıklı olarak sürüp gidecektir.
İşsizlik, yoksulluk, değer yitimi ile şiddetin kol kola yürüdüğü sosyal ortamlar bu tipolojinin ürediği alanlardır. Böyle sosyal ortamlar, şefin gıdasını oluşturur. Ancak çete sonucunun çıkması için sisteme dair adalet duygusunda da önemli erimelerin yaşanmış olması gerekmektedir. Sistem tarafından gelecekleri güvence altına alınmayıp bundan umudunu kesenler diğer nedenlerle birlikte bu sürece girmektedirler.
Çete genellikle, bir ihtiyaçtan kaynaklanmakta ve ondan beslenmektedir.
KASIM-ARALIK 2006
Çeteyle iş yapanlar, çoğu zaman sistemin adaletine güvenmeyip bunu kendisi yerine getirmeye çalışan insanlar olmaktadır. İnsanları çeteye muhtaç eden ve kendi adaletini, güvenliğini sağlamaya iten en önemli neden sistemin adaletine güven duymamalarıdır. Sistemden adalet bulamayıp da çeteye müracaat eden her insan, çeteye hayat vermiş olmaktadır.
Çete her ne kadar şefin karizması, gücü etrafında örgütlenmiş görünse de gerçekte çeteyi çete yapan, kendi aralarındaki menfaat birliğidir. Yani, çetenin maddesi şef ve silah ise ruhu da paradır, rant kapmadır.
Rant kapmaya yönelen çete, her türlü sınırdan bağımsız bir şekilde, şiddet uygulayacak ve de şiddeti tapınma nesnesi haline getirecektir. Varoşun sosyo-ekonomik yapısı; erkek egemen kültür ile birleştiğinde tablo tamamlanmış olacaktır. Sonuç; erkek egemen, otoriter, şiddet düşkünü, ben-merkezli bir kişiliktir. Bu kişiliğin; gündelik yaşamından, hitabet şeklinden, ses tonundan, mimiklerinden, kısaca her tür hareketinden iktidar-otorite yansıyacaktır. İktidar, bu kişiliğin, yegâne iletişim yoludur. Sağlıklı insanların iletişiminde görülen sevgi, anlayış vs. yok olmuş yerine her türden erkek egemen davranışlar geçmiştir. Çetedekiler, sadece emir alır, emir verir. Gerektiği için, kendilerinden beklendiği için; özeleştiri verir, özür diler veyahut saldırıya geçerler. Yaptığı hiçbir işi gerçek anlamıyla idrak edemez. Sadece gerektiği için, şef ya da kendisinden daha güçlü olanlar, bunu ondan istediği için bir işi, davranışı yapacaklardır. Tüm algıları otoriteye, güce dönmüş onun her hareketine karşı duyarlılık kazanmışlardır.
Bu kişilikler, her türden merkez kaç eğilime yakın olup başına buyruk, kendinden menkul ölçülere sahiptir. Bu tipoloji ancak kendisinden daha büyük bir otoritenin nefesini ensesinde hissederse şayet, bir ölçü içersinde durabilecektir...
Çetenin iktidarı korkunun iktidarıdırÇete ve çete şeflerini daha iyi ta
nımlayabilmek açısından, devrimci şeflik ile karşılaştırmaya çalışalım. Son zamanlarda bu iki tipoloji ile iki ayrı ilişki tarzı arasındaki farkın silikleştiğini görüyoruz. Öyle ki birçok devrimci yapıda yer aldığını söyleyen kişilerin davranışlarına baktığımızda çeteyle büyük yakınlıklar buluruz. Sözüm ona, varoşu ve çeteleri dönüştürme iddiasında olunmuş, ancak sonuçta devrimci yapılar dönüşmüştür. Bu yapılarda yer alan çeşitli dinamiklerin suratlarındaki solcu maskesini kaldırdığımızda altından çete çıktığını görürüz. Başka bir deyişle varoştaki bu dinamik dönüşmek bir yana devrimci söylemler altında kendini üretmektedir aslında.
Devrimci mücadele; taşıdığı amaç, mücadele metodu ile disiplin anlayışı açısından çeteden tamamen farklıdır. Çetenin amaç ile amaca ulaşmada uyguladığı yol, yöntemler ve de disiplin anlayışının devrimcilikle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Bazen her iki gücün zor kullanması nedeniyle birbirine karıştırıldığını görüyoruz. Ancak belirttiğimiz gibi devrimci zor gerek taşıdığı insani amaç, gerek uygulamasındaki ilke ve ölçüler açısından, çete zorundan tamamen ayrılır.
İki farklı amaç, yol ve yöntemler, en nihayetinde iki farklı kişilik özelliği ile önderlik anlayışı yaratacaktır. Biz burada, birbirinden farklı olan bu iki kişilik özelliğini, bazı açılardan karşılaştırmaya çalışacağız. Devrimcilik ile çetecilik arasındaki farkları bütünsel olarak irdelemek başka bir yazının konusu yapılmalıdır.
Devrimci liderler gönüllerde taht kurar
Devrimci lider(şef)lerin en önemli özelliği toplumun, emekçilerin gönüllerini fethetme yeteneğidir. Çünkü devrimciler, tüm söz ve eylemleri ile ezilenlerin, emekçilerin adeta dili olurlar. Bu nedenle sonuçta ezilenlerin, emekçilerin gönüllerinde taht (otorite) kurarlar. Gönüllerde taht kuranların en önemli özelliği ise hakkaniyetli olmalarıdır. Yaptıkları işlerde, eylemlerinde
21
KASIM-ARALIK 2006
bir ölçü, hakkaniyet vardır. Bu nedenle ilişkilerinde güven yaratırlar. Güven duygusunu oluşturan en önemli şey, söz konusu hakkaniyetli davranıştır. Hakkaniyetli olmak ise kendisine yapılmasını istemediğini, başkasına yapmamak ilkesinden kaynak alır. Bu ilkenin temelinde yatan eşitlik duygusu ortadadır. Belki de eşitlikten çok toplumsal duygu demek daha doğrudur. Çünkü toplumcu bireylerin özdeşleşme yeteneği güçlü olduğu için kendisini başkalarının yerine koyabilecek; böylelikle başkasının acısını kendi acısı olarak görebileceklerdir. Bu nedenle de ezilenleri, güçsüzleri herkesten daha çok anlayacak ve onlarla kurduğu ilişkide, kendini onlardan üstün görmeyecek, davranışlarında da asla başı buyruk, denetimsiz olmayacaktır. Başka bir deyişle bilinç ile bilinçaltı arasında tam bir denge ve bu dengenin ürünü olan vicdan(toplum)a sahip oldukları için haksızlığa karşı gelecek, başkalarının hakkını yemekten korkacak, zayıfı, düşmüşü ezmekten kaçınacaklardır. Üzerlerinde herhangi bir toplumsal denetim olmasa bile, kendi kendilerini denetleyecek ve davranışlarına bir ölçü koyacaklardır.
Devrimcilerin çeşitli sorunları hakkaniyetle çözmesi insanlarda adalet duygusunun gelişmesine yol açacaktır. Adaletli davranıldığına inanılan her kişi ile örgütlenmeye ezilenler daha çok güven duyacaklardır. Bu güveni yaratan devrimci kişi ile yapılar kaçınılmaz olarak ezilenlerin gönlünde taht kuracaktır...
Görüldüğü gibi devrimci kişilik ile şeflerin en önemli özelliği tüm davranışlarında adil olması, adil olmak adına kendini dahi kayırmamasıdır. Bu nedenle devrimcilerin çeşitli toplum kesimleri üzerinde kurduğu otoritenin temel olarak sevgiye, güvene dayandığını bilmeliyiz.
Ayrıntıya fazlasıyla girmeyi göze alıp bu hususu biraz daha açmaya çalışalım.
Adalet dediğinAdaletin kaynağı nedir?
Yaşama dair deneyimlerimiz bize
adaletin kaynağının eşitlik olduğunu göstermektedir. İnsanoğlu tarihin büyük bölümünde eşit yaşadığı için eşitlik anlayışı iç dünyasında bir duygu halinde örgütlenmiştir. Bu duygu, sürekli tatmin olmak ister.
Devrimci şefliklerde bu duygu yoğun olarak bulunur. Söz konusu tipler tüm söz ve eylemleri ile hakkaniyetli olmaya çalışırlar. Bunu bir tür zorunluluk olarak içlerinde duyarlar. Adeta adaletin terazisinin ellerinde bulunduğunu hissederler. Muhammed-ül emin vasfındadır. Bu özellik onları son derece güvenilir kişiler haline getirir. Çünkü kişilikler; ne kendilerini ne de başkalarını gerçek, doğru karşısında ka- yırmayacaklardır.
Peki, adalet duygusunun iç dünyalarında bu kadar yoğun örgütlenmesinin temeli nedir?
Bir sürü olaydan anlaşılacağı gibi bu tiplerin, iç dünyalarında toplum duygusu yoğun olarak bulunmaktadır. Toplumsal duyguların güçlü olması neticesinde bencil duygularına ket vurmuş olacaklardır. O halde toplumcu kişiler bencil duygularını, toplum duygusuyla sarmaladıkça toplum karşısında kendini, başkasını kayırmayacaklardır. Bu durumda olan kişiler, tüm davranışlarında eşitlik arayışı ile kıyası içinde olacaktır. Davranışlarında, eylemlerinde kendilerini sürekli başkaları ile kı- yaslayacaklardır. Mesela, falan kişiye şöyle davranıyorsunuz da diğerine neden aynı şekilde davranmıyorsunuz diyecek, tartışma ve eleştirilerinde başkalarını bu şekilde çeliştirmeye çalışacak, tutarlı olmaya zorlayacaklardır. Çünkü bilmeden de olsa bu tipler, genetik olarak tutarlılığın, kendileri ile herkese aynı tavrın sergilenmesi ile sağlanacağını hissederler: Kendin için istemediğini başkasına yapma veyahut kendin yapmayacağın, gitmeyeceğin bir işi başkalarına yaptırma, başkalarını gönderme. Kısacası sürekli dürüst olmaya çalışacaklardır.
Toplumcu özellikleri kendisinde yoğun olarak bulunduran devrimci şeflerin ilişki tarzının farkı ortadadır. Devrimci şeflerin otoritesinde korku, baskı yerine; insancıllık toplumculuk, eşitlik, sevgi, güven, hakimdir. Oysa
çete şefliklerinde, korkunun egemenliği hüküm sürer.
Çete şefliğinin metoduDaha öncede değindiğimiz gibi çe
te şefleri etraflarına bir korku duvarı örerek, iktidarlarını kurarlar. Şeflerin baskısı ile çevrelerinde yaratmış oldukları korkular, eninde sonunda onları şu tarz bir ilişkinin içine sokar:
Şefin (otoritenin) baskısı ve basıncı oranında, bu basınca maruz kalan kitle, şef ile ilişkilerinde tiyatro yapmaya başlar. Baskının büyüklüğü, tiyatro ile oyunun şiddetini belirler. İnsanlar olduklarından farklı davranırlar, herkes şefin istediği pozu takınır. Şefin etrafında ikiyüzlü dalkavuklardan oluşan bir kitle oluşur. Gerçekte şef, kendi karakterini kitleye yansıtmıştır. Çünkü en büyük oyuncu, ikiyüzlü kendisidir. Kendi gerçekliğini insanlarda baskı, korku yaratarak saklamıştır. Kişiler, sırf korkularından dolayı şefi e- leştiremeyecek, onun zaaflarını bilmelerine rağmen yüzüne karşı söyleyemeyeceklerdir. Eleştiri ve tepkiler doğal olarak şefe yansıtılamadığı için kitle gerçek eğilimlerini dışarı yansıtmamış olacaktır. Bu nedenle şefin istekleri, davranışları sanki kitlenin istekleri olarak görülecektir. Elbette bu durumu şef yaratmıştır. Kendinde olanı dışarı yansıtmıştır. Kralın çıplak olduğunu herkes görüyor, ancak çeşitli kaygılardan dolayı kimse söylemiyorsa, bilinmesine rağmen bazı gerçekler açıkça tartışı- lamıyorsa, bir süre sonra tiyatro yapmak kaçınılmaz hale gelecektir. Çeşitli deney ve gözlemlerden hareketle çete şeflerinin en büyük ustalığının kendi gerçeklerini gizleme başka bir deyişle oyunculuk olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten isimleri etrafında yarattıkları efsane ile korkuya biraz da kendi gerçeklerini saklamak için ihtiyaç duyarlar. Saklanmanın en iyi yolu ise tartışılmaz olmaktır. Aslında o heybetli görüntünün altında müthiş bir aşağılık kompleksi saklıdır. Aşağılık kompleksleriyle yüzleşmek onlar için ölümdür. Bu nedenle her türden eleştiriyi ne kadar samimi olursa olsun aşağılama olarak algılayacak ve buna karşı ölçüsüz tepki vereceklerdir.
22
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
Şefin etrafını saran sefiller sürüsü, şefi kurtarıcı olarak görecekleri için onu abartılı bir şekilde yücelteceklerdir. Ancak gerçek yücelimlere ulaşamadığı her noktada çete şefi, çevresini saran kitlenin de verdiği gazla, hayali yüce- limlerden oluşan bir dünyada yaşamaya başlayacaktır. Şef bu dünyada kendini bir yere koyacak, çeşitli yücelim- leri kendine yakıştıracaktır. Bu balonda yaşayan şef, balonu patlatabileceği- ni düşündüğü, her eleştiri ile girişime şiddetle karşılık verecektir. Oysa onun, bu balona ihtiyacı vardır. Bu balon üzerinden yücelim duygusunu, geçici de olsa tatmin etmekte, ruhunu teskin etmektedir. Eleştiriye karşı acımasız, dengesiz tepki vermeleri bundandır. Genellikle iç dünyalarında bir denge kurmak için yücelimlerini abarttıklarından dolayı çeşitli manevralarda hata yapacak ve tasfiye olmaktan kurtulamayacaklardır.
Şefin içinde bulunduğu gerilim; meşruiyet krizi yaşaması, sürekli gizlemeye çalıştığı zayıflıkları ile etrafını saran dalkavuklar nedeniyle sürekli büyüyecektir. Bu gerilimin artmasına bağlı olarak aslında, hem kendine hem de etrafını saran yalakalara güvenmediğinden dolayı kendisini sürekli tehlikede hissedecek, en yakınındaki insanın dahi kendisine karşı komplo kurduğu sanısına kapılacaktır. Öyle ki bir müddet sonra paranoyaya yakalanması kaçınılmaz hale gelecektir...
Gerilim politikasıÇetenin hedefine ulaşırken izlediği
en önemli yöntem gerilim siyasetidir. Bunu elbette kendilerinden daha güçsüz gördükleri kimselere yaparlar. Daha büyük güçlere abi demek kurald ır.
Gerilim politikasının incelikleri
Bu politikaların uygulayıcıları, gerilim yöntemi ile araçlarına hükmettiklerinden emin olmalılar. Aksi halde bu politikayı rahatlıkla uygulamaları imkânsızdır. Genellikle yapılan şudur: Öncelikle gerilim konusu yapılacak husus seçilir. Gerçi bu tipler için her konu gerilim yaratmak için neden olabilir. Daha sonra seçili alana gerilim uygulanır. Ve bu gerilime uygun olarak taraflaşma sağlanmaya çalışılır. De
mek ki taraflaşma güçlü olunan zemin üzerinden yaratılmaya çalışılır. Tekrar edecek olursak bu politikanın özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Zor araçları ile yöntemlerinde güçlü olunduğundan emin olmak,
2. Otorite tesis edebilmek için var olan bir gerilimi kullanmak ya da yapay bir gerilim yaratmak.
3. Bu gerilim üzerinden ortama müdahale edip kendine bir etki alanı oluşturmak ya da başkaca bir amaca ulaşmak.
4. Yaratılan taraflaşma ile etki alanını kendine örgütlemek.
Şiddet kullanma tekeline sahip olduğunu karşı tarafa kabul ettiren kimse, zayıf olan tarafta çeşitli kaygı ve korkular uyandırarak onları sürekli olarak kullanır. Kaygıya kapılan kimse bir süre sonra çetenin oyuncağı haline getirilir. Çırpındıkça daha çok batmaya başlar.
Amaca ulaşıldıktan sonra ezilen hasım, başka işlerde kullanılmak üzere sözüm ona,çetenin korumasına alın ı r .
Zor oyunu bozarGörüldüğü gibi çetelerin çeşitli so
runlarda uyguladığı tek çözüm yolu şiddet uygulamak ve korku yaymaktır. Güç yetiyorsa karşı taraf baskı altına alınıp
sindirilir. Haklı olup olmamak önemli değildir. Karşı taraf onlara yanlış yapmıştır. Baskı için bu yeterli bir gerekçedir. Hedefe oturtulan kişi ya da gruba çıplak zor uygulanmaya çalışılır.
Bu yöntemlerin uygulanması suretiyle çeşitli alanlarda çetelerin hâkimiyetini ilan ettiklerini görüyoruz. Peki, çıplak zor uygulamaları ile çeteler ne kadar sonuç alabilirler?
Hakkaniyet ile adalet duygusuna hitap etmeyen zor eninde sonunda ters tepecektir. Zorun bu tarz uygulanışının hem zor uygulanan kitle üzerinde hem de zor uygulayanlar üzerinde yaratacağı farklı etkiler söz konusudur.
Zora maruz kalan kitle ilk tepki olarak sinecek. Bir müddet sonra tiyatro yapmaya başlayacaktır. Çünkü zorun sahipleri ile sürekli muhatap olunmaktadır. Daha sonra etrafı ikiyüzlü yalaka tipler kaplayacaktır. Bu tiplerin artması zor sahiplerini de abartılı yücelimle- re götürecektir. Zorun sahipleri başka bir sosyal ortama sahip değillerse ki belli bir kitleyi sürekli sindirmek zorunda olacakları için aynı sosyal ortamı paylaşmak zorunda kalacaklardır. Bu nedenle zor uygulayıcıları, kendilerini saran bu sosyal yapı tarafından şekillenmeye başlayacaklardır. Bu sosyal ilişki bir müddet sonra zorun sahiplerini de vuracaktır.
Hakkaniyet taşımayan zor ilişkile-
23
q O İ KASIM-ARALIK 2006
ri sadece yalakalar oluşturmaz. Bunun yanında, çıplak zora boyun eğmek istemeyen özgür tiplerinde saflaşmasını sağlayacaktır. Özgür tipler tiyatronun dışında kalmaya çalışacak ve bu ilişkileri dağıtmak için fırsat kollayacaklardır. Fırsat ise yalakalar tarafından iyice abartılıp coşturulan zor sahiplerinin yaptığı hatalar olacaktır. Bugün için çeşitli emekçi semtlerinde bu yönde bir eğilimin oluşmaya başladığına da şahit olmaktayız. Henüz filiz halinde olmakla birlikte mahalledeki çetelere karşı derinlerde bir tepki oluştuğunu görmekteyiz. Bu tepki devrimciler tarafından örgütlenmelidir...
SonuçYaşadığımız dönemde çeşitli geliş
meler nedeniyle toplumda önemli bir alt üstlük yaşanmaktadır. Emekçi semtleri ile varoşlar da bu fırtınanın içinde yer almaktadır. Toplumda yaşanan bu gelişmeler, devrimci hareketlerin önüne yeni türden problemler taşımaktadır. Bir süredir devrimci hareketlerin meşgul olduğu gündemlere baktığımızda, siyasi söylemler altında gerçekte sosyal meselelerle meşgul olduklarını görmekteyiz. Örneğin dayanışma çalışmaları ile çürüme, yozlaşma ile çeteler devrimci hareketlerin baş gündemleri haline gelmiştir. Devrimci hareketlerin sırtını dayadığı toplumsal güçler çözülüşe uğradıkça, bu güçler içerisinde mücadele vermekkaçınılmaz
hale gelmiştir.
Bu mücadele, ezenleri doğrudan karşısına alan siyasi mücadeleden her açıdan farklı olup kendine özgü bir konumlanma gerektirmektedir.
Artık bu mücadele başarıldıkça düzenin asıl sahipleriyle siyaseten daha güçlü bir şekilde karşı karşıya gelinebilecektir. Toplum kesimleri içinde verilen mücadele aynı zamanda daha büyük hedeflere hazırlık anlamı da taşıyacaktır.
Bu mücadelenin; dayanışma, yeni kültürün yaratılması, ekonomi ve çete gündemlerinin üzerinden yürüyeceği anlaşılmaktadır.
Ancak devrimci hareket, yıllarca eski alışkanlıklarla hareket etmiş ve nice enerjiyi heba etmiştir. Bugün bile devrimci hareketin gövdesi sosyal sorunlarla boğuşurken kafası ise başkaca şeylerle meşgul olabilmektedir.
Çetelerle mücadelede ise güç olmak ve de varoş alanlarına bir güçle girmek gerektiği pratik tarafından defalarca kanıtlanmıştır. Çeteyi oluşturan dinamik ancak bir güç ile çekim merkezinde tutulabilecektir. Henüz kendi yapısal sorunlarını çözemeyen devrimci yapıların bugünkü halleriyle bu görevi layıkıyla yerine getirmeleri mümkün görünmemektedir.
Bu alana bir güçle girilmediği vakit çete dinamiğinin sorunlarıyla uğra
şırken kolaylıkla ona benzemek mümk ündü r.
Varoşun gerilimi nedeniyle sıradan bir taraftarın yaratacağı sorunlar tüm bir yapıyı uğraştırabilir. Öyle ki sıradan bir taraftar yarattığı sorun ile objektif olarak tüm yapıyı yönetir halde bulunabilecektir.
Demokratik yapılarla bu dinamiğin ve de çete şefliğinin tutulması mümkün değildir. Demokratik yapılarla bu dinamik kapsanmaya çalışıldığı zaman yapıda deformasyonlar kaçınılmazdır. Yapılardaki ilişki tarzı bozulmaya başlar. Şeflik ayrık otu, ur gibi mevcut ilişki içerisinde üreyecek açık, sade ilişki tarzını bozmaya başlayacaktır. Açıklık ve sadeliğin olmadığı yerde olan bir başka şey dedikodudur. Dedikodu yüze karşı söylenmeyen, söyle- nemeyen şeylerin kapı arkalarında söylenip susulmasından, tiyatrodan kaynaklanır.
Çetelere, genellikle onları kullanmak, faydalanmak üzere yaklaşılmaktadır. Hâlbuki bu son derece tehlikeli bir yaklaşımdır. Çünkü çete liderleri, güç dengeleri içinde dans ederken kendi renklerini kaybetmekte ve bir müddet sonra kendilerini dahi tanıyamaz hale gelmektedirler. Davranışları bir bütünlük ve tutarlılıktan uzak olup anlık refleksler göstermektedirler. Bu dünyada kimin kiminle ne kadar olacağı asla belli değildir. Bu nedenle yapıların zaaflarıyla oynayıp onları rahatlıkla kullanabileceklerdir.
Sistemin zor aygıtlarını son derece profesyonelleştirmesine rağmen çeteler, sistemi asla doğrudan karşılarına almayarak yasadışı zeminde varlıklarını sürdürme imkânı bulabiliyorlar. Tüm çeteler sistem karşıtı ideolojilerden özellikle kaçıyorlar. Aksi durumda sistemin tüm şiddetini mıknatıs gibi üzerlerine çekeceklerini biliyorlar. Bu nedenle yeri geldiğinde çeteler devletten daha devletçi kesilirler.
Yukarıdaki tespitlerin bazı çeteleri kapsamadığını belirtelim Özellikle az sayıda bulunan toplumcu çeteler bu değerlendirmenin dışında tutulmalıdırl a r .
13 Kasım 2006
24
H a y a t in n e r e s i n d e y i z ?Bahar Ekinci
Dayanışma aslında örgütlülüğün en İlkel basamağıdır. İnsanın toplu halde yaşamasının mantıksal bir sonucudur. Ancak günümüzde kapitalizmin geldiği
aşamada bireycileşmenin yaygınlaşmasıyla unutulan bir değer oldu. Sorunların içinde debelenip duran halka 'yok bize bizden başka çare' gerçeğinin gösterilmesi, yaratılması sürecinin bir boyutu belki de ilk aşamasıdır.
“Derneğe aldığımız kesme şeker ne çabuk tükeniyor. Çocuklar mutfaktan geçerken birer ikişer ağızlarına atıyorlar. ‘Şeker de yiyebilsinler ’ dizesi sadece savaşta ölen çocuklara değil bizim mahallenin çocuklarına da ne çok yakışıyor. "
“Dur yavrum! Ezileceksin!"
“Çocuklarımız daha adım atmayı öğrenirken sokaktan geçen araçları kollamayı da öğreniyorlar."
“Gene bu koku! Kurban bayramlarında annemin koyunun derisindeki tüyleri üttüğünde çıkan kokuya ne çok benziyor. Konfeksiyon artıklarını basmışlar sobaya. Evlerin çoğunda bu yakılmıyor belki ama ne ağır bir koku böyle kışın mahallenin üstüne çöküyor, genizlerimizi yakıyor. "
“Ev kiralarına ne oldu bu ara, aldı başını gidiyor, Etiler mi kardeşim burası?"
“Bu evlerin kaçı güneş alıyor? "
“Ne lan bu, ben babamı takmıyorum, seni mi dinliycem, vır vır etme de bas git, sonra fena olur. "
“Köşe başlarındaki işsiz gençler, bizim çocuklarımız. Daha geçen gün Ahmet ustanın oğlunu gasp etmişler, dediklerine göre gaspçılar da bizim ma- halledenmiş, ama çocuk korkusundan söylemiyormuş."
“Çocuğun veli toplantısı vardı. Gitsen bir dert, gitmesen bir dert. Aidat, perde parası, spor parası... Ne bu kardeşim özel okul mu burası? "
“Yine çaktık matematikten, okumıy-
cam işte, okusam ne olacak ki, ha diplomalı ha diplomasız, işsiz işsizdir. "
“Yine tuttu ağrılarım. Şimdi randevu almak için telefonun başında saatler geçir, hastanede 5 dakika muayene, belki tahliller, sıra, ilaç parası derken... Ben en iyisi hiç gitmeyeyim. Ya önemli bir şeyim varsa, daha iyi ya tez elden boylarım tahtalıköyü de kurtulurum bu hayattan. Ya ölmez de sürünürsem, işte o fena, ne yapsam ki? "
“Bu akşam ne pişirsem? Hep aynı yemeği yapıyormuşum. Ne yapayım, ballı börek parası vardı da biz mi yapmayı beceremedik. Ben en iyisi çorbanın yanına patates salatası yapayım, hiç olmazsa karnımız sıkıca doyar. "
“Her gün dayak her gün dayak yeter artık! Benim ne suçum var işten atıl- dıysan? Dayanamayacağım, şeytan diyor çocukları da bırak çek git. Ama yürek nasıl dayanır? Peki, benim vücut nereye kadar dayanır bu dayaklara? "
***
Varoşlarda hayat nasıl akıyor? Biz bu hayatın
neresindeyiz? Neresinde olmalıyız?
Her varoşta aynı oranda olmasa da değişik seviyelerde de olsa benzer sorunlar yaşanıyor. Buralarda belki eskisi gibi sık sık sular kesilmiyor, yolları çamur olan varoş sayısı azaldı belki, ama geçmişin bu ağırlıklı sorunları yerine başka sorunlar öne çıkıyor. Yozlaşma, şiddet, işsizlik, yoksulluk ilk elden aklı
mıza gelenler. Özellikle son 5-6 yıldır varoşlarda en öne çıkan gündemler yozlaşma ve çeteleşme. Bunların yanında eğitim, sağlık ve barınma da karşılanamayan ya da karşılanmasında en çok zorlanılan ihtiyaçlar olduğu için sorunlar listesinde en başlarda yer alıyor. Sorunlar yumağı içinde debelenen ama bir türlü çıkış yolu bulamayan, zaten çıkış yolu da ara(ya)mayan bir topluluk var buralarda. Sorunlar onları yönetiyor, onlar sorunları değil. Sorun yönetmek kavramı çok iddialı artık zaten.
Yoksuldur, her an işsiz kalabilir, o yüzden iş yerinde sürekli boyun eğer. Eve ekmek parası götürebilmek büyük bir meziyettir artık çünkü. Güvencesizdir, sigortasızdır. Yarınının ne olacağı belli değildir, bu yüzden yarını düşünmez, düşünemez. O gün karnı tok mu, bunu düşünür.
Çocukları genelde okuyamamıştır. ‘Başarı oranları’ düşüktür. Zaten okuyamayan çocuklar küçük yaşta bir atölyede çalışmaya başlar. Ancak bir süre sonra çalışma hayatının ağırlığıyla bir taraftan da renkli kutunun sunduğu hayatın ‘cazibesine’ özenerek, çalışmak saçma gelmeye başlar çoğuna. Ya işten atılırlar ya da kendileri çıkarlar. Artık onlar ‘lümpendir’. İşsizdir, beş parasızdır. Puma ayakkabı giymek, Levis pantolon giymek onun da hakkıdır oysa. Bunları elde etmek için her yol mubahtır. Zaten ‘değer’ ne demektir ki! Onlar bu kelimenin anlamını bilmezler. Çünkü devraldığı miras bohçasından bu çıkmamıştır. Babası işten atılmamak, patrona şirin gözükmek için daha geçen gün Ferit amcayı sendikacılık yapıyor diye ihbar
25
C ] O İ KASIM-ARALIK 2006
etmemiş midir? Annesi kocasının dayağından bezdiği için ona sığınan Gülfi- dan teyzeyi kapıdan çevirmemiş midir? Lümpenlikten çeteleşmeye adım atmaya başlar. Kaçta yatıp kaçta kalktığı belli değildir. Her gün ‘takıldığı’ bir köşe başı mutlaka vardır. Zaman kavramı gelişmemiştir. Hırsızlık ve gasp meşrudur onun kafasında. Hele uyuşturucuyu çekince içinde kalan son vicdan kırıntılarını da savarak gönül rahatlığıyla yapar işini... Bu en uçtakilerin hayatı. Ya ortada olanlar... Yarı işsiz, yarı işçi olabilir ya da daha düzenli bir işte çalışıyor- dur. Çete diyemeyeceğimiz grup diye i- fadelendirilebilecek bir araya gelişler olur, çünkü varoşlarda hayat çok acımasızdır. Kendisini korumak için bir gruba mensup olmalıdır. Bu kimi zaman bir siyasi yapılanma dahi olabilir, yeter ki onu güçlülerin adaletsizliğinden korusun. İlkel bir korunma içgüdüsüyle hareket eder. Başka bir şansı yoktur çünkü. Peki, ‘temiz aile çocukları’ yok mudur? Vardır elbet ama onlar etliye sütlüye dokunmadan bir kıyısında yaşarlar mahallelerin. Bir etkileri yoktur, ama olumsuzluklardan her an etkilenebilirler. Değer dünyaları daha gelişkindir, ancak düzenle kurdukları bağlar da öyle, çünkü düzen onları tamamen itmemiştir, ‘iyi’ bir gelecekleri olabilir, bu umutla yaşarlar.
Peki ya kadınlarımız. Herhangi bir varoşta bile farklı sınıflardan kadınlar bulunabilir. Ancak en fazlası küçük burjuvadır. Varoşların en çok ezilen kesimi dersek diğerlerine haksızlık etmiş olmayız herhalde. Yoksulluğun faturası
nı; karşılıksız emek harcamada artış, şiddetin mağduru olma gibi farklı şekillerde öderler. Bazıları bırakın reçel, salça yapmayı ekmeklerini bile kendileri yapar. Çocukların, hastaların bakımı onların sırtındadır. Evlere temizliğe gidilir, hiçbir güvencesi ve sigortası olmadan. Evde boncuk işi yapılır, ekmek parası karşılığına saatler harcanarak. Yaşamın içinde, belki de en çok üretenidir ama en az söz sahibi olanı, en az etkili olanıdır.
Çocuklarımız... Bir karış oyun alanına muhtaç, 60-70 kişilik sınıflarda ‘eğitim’ alan, ‘eğitilemeyince’ itilen, yüzde onun içine giremeyince kakılan, aptal ilan edilen, hep ulaşamadıklarına özenen, karnı aç olmasa da nefsi aç çocuklarımız, geleceğimiz.
***
Varoşlarda akan hayatın önemli bir bileşeni: Şiddet. Geleceğini göremeyen, düşünemeyen bir topluluğun neredeyse insanlık tarihinde geriye dönüşünün emaresi... Orman kanunlarının geçerli olduğu, haklının değil güçlünün söz sahibi olduğu bir o rtam . Hak, hukuk, adalet buralara uzak düşüyor. Şiddet, kaynağını büyük oranda; itilip kakılan, ihtiyaçlarını karşılayamayan, özendiklerine ulaşamayan insanların içlerinde biriken öfkeden alıyor . Hayatta amaç edinme sorunu yaşayan, bu sorunun farkında dahi olmayan gençler peşinde koştu(ruldu)kları metalara ulaşamadıkça, ‘başarısızlıkları’ yüzünden itilip kakıldıkça içlerinde öfke biriktiriyorlar. Bu öfke genelde kendinden zayıf unsur
lar üzerinde şiddete dönüşüyor. Bu, çoğunlukla gruplar ya da çeteler eliyle yapılıyor. Varoşlarda tek başına kalmak ölmekten beter, şamar oğlanı olmamak içten bile değil ya da evden dışarı fazla çıkmayacaksın, bol seçenekli bir ha-yat(!).
Adaletsizliğe karşı adaletin inşası, içte biriken öfkenin düzene yöneltilmesi bu konuda yapılması gereken, yapmaya çalıştığımız iki önemli çalışma. Adaletsizliğe karşı adaletin inşası sırasında gerçekten adil olmak ve devrimci- sosyalist değerlerle bu adaleti inşa etmeye çalışmak çok önemli. Gerçekten adil olmak, pragmatizmden tamamen soyutlanmayı gerektiriyor. Çevremizde- kileri tutacağız veya sayımızı artıracağız diye kaygı taşıyarak hareket etmek bizi nihai amacımızdan uzaklaştırır. Adaletin inşası sırasında “kimin adaleti, hangi değerlerin adaleti?” sorularını aklımızdan bir an olsun çıkarmamalıyız. Özellikle yerel kadroların bu konuda eğitimi oldukça önemli. İçinden çıktığı toplumun gerici değerlerini üreten bir adalet anlayışı mahkum edilmeli. Halk- laşmaya doğru giderken sosyalist değerlerin inşası ve gerici değerlerle savaşım ustalıkla yapılabilmeli. Yoksa kurduğumuz halk mahkemelerinin ‘aile meclislerinden’ bir farkı kalmayabilir.
Kitlenin içinde biriktirdiği öfkenin düzene yöneltilmesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu. Çalışmalarımızda şimdilik daha çok düzenin yerel kurumlarına dönük hedef almalar oldu. Özellikle yozlaşmanın kaynağı olan bar, pavyon ve birahaneler, çeteler, uyuşturucu satıcıları, sivil faşistler g ib i. Bu seviyede kat edilmesi gereken daha epey mesafe var. Ancak bir sonraki seviyeye, ‘cennetin kapılarının tekmelenmesine’ hazırlık akıldan hiç çıkarılmamalı. Yoksulluğun, sefaletin asıl kaynağına çevrilebilmeli öfkeler. Yaşadığımız yerlerin sınırını aşmayan bir savaş, düzeni fazla zorlamaz, hatta varoşların biraz temizlenmesi bazen işine bile gelebilir.
Burada sırası gelmişken çeteleşme olgusuna bakışımız ve yaklaşımımızla ilgili birkaç değinme yapmak gerekiyor. Daha öncede belirttiğimiz gibi çeteleşme asıl kaynağını, varoşlardaki şiddet
26
KASI M-ARALIK 2006 C|Oİ
ortamından korunma içgüdüsünden alıyor. Ancak çeteler aynı zamanda bu adaletsiz şiddetin kaynağı oluyorlar. Sadece şiddet kaynağı olmakla kalmıyorlar aynı zamanda ‘suç’ örgütlerine dönüşüyorlar. Çünkü bir araya gelişlerinin bir diğer nedeni ulaşamadıklarını elde etmek oluyor. Çetelerin bir kısmı sadece adaletsizliğe karşı adaletsizce şiddet kullanarak korunma grupları olarak kalabiliyor. Ancak çeteleri oluşturan kişilerin pek çoğu esrar, hap gibi uyuşturucular kullanıyor, çevreye duruşlarıyla rahatsızlık veriyor. Çetelerin önemli bir kısmı ise tüm bunların yanı sıra hırsızlık, gasp, uyuşturucu madde satıcılığı yapıyor. Çetenin gücüne ve kapsamına göre bu işlerin kapsamı da değişiyor. Bu yapısından dolayı çetelerin her türlü boyutuyla karşımıza alınması ve dağıtılmaya çalışılması gerekir diye düşünülebilir. Yozlaşmanın kaynağı deyip ya tamamen karşımıza almak ya da gücümüz yetmez deyip hiç dikkate almadan çalışma yürütmek tercih edilebilir. Bunların ikisi de bizi varoşlarda iktidarlaşma hedefinden uzaklaştırır. Şunu hiç unutmamalıyız ki çeteleri oluşturanlar bu toplumda en altta kalanlar ve düzenle çelişkileri en keskin olanlardır. Ama aynı zamanda biçimlenmeye, değer üretmeye en uzak olanlar. Varoşlarda iktidarlaşma mantığımızın merkezine koymasak da bu kesimi örgütlemek oldukça önemli. Çeteleri yok saymak bizi buralarda akan hayatın dışına atar. Onları tamamen karşımıza almanın da örgütlenmede bir karşılığı yoktur. Çetelerin özellikle küçük çaplı olanları ve az çok bir takım değerleri barındıranlarıyla ilk elden iliş- kilenme ve bunları örgütleme tercih edilebilir. Ancak burada oldukça usta olmak gerekir. Grubun kendi iç dinamikleri dikkate alınmalıdır. Bu dinamiklerin açığa çıkardığı olanak ve çelişkiler değerlendirilip örgütlenme yapılmalıdır. Bu kesimin hareket ettirilmesi sürecinde adalet, şiddet gibi kavramlara yaklaşım pratikte her olayda tekrar tekrar sorgulatılıp bunun üzerinden değerlerimiz inşa edilmeye çalışılmalıdır. Değerlerimizin inşasından hemen ilk elden sosyalist değerlerin inşası anlaşılmamalıdır. Bu mümkün değildir zaten. Değer- sizleşmenin vardığı boyut düşünülürse en ilkel insani değerlerin tekrar sorgula
tılıp inşa sürecine buradan başlamak gerekir dersek abartmış olmayız herhalde. Daha büyük çaplı veya yozlaşmanın kaynağı olan çetelerle ilişki, asıl zorlanılan ve pratikte daha epey yol alınması gereken bir konu. Bu çetelerin bir kısmının devletle direkt bağları olduğu da dikkate alınmalıdır. Yeterince güçlü olmadan bunlarla ne ‘ilişkilenmek’ ne de bunları karşımıza almak mümkün değildir. Îlişkilenmek kavramı doğru anlaşılmalıdır. Bundan kastedilen devletle ilişkisi olmayanları, iktidarlaşmaya yürürken güçlendiğimiz oranda cennetin kapılarına yönlendirebilmektir.
Varoşlardaki çalışmamızın bir ayağını da dayanışma çalışması oluşturuyor. Dayanışma çalışması üzerine epey bir literatür biriktirdik. Burada yazının bütünlüğünü oluşturması adına kısaca bazı noktalara değinmekle yetineceğim. Varoşlarda hayat sorunlarla akıyor demiştik. Sorun hayatın içinde her zaman vardır, ancak çözülmezse gerilim biriktirir. Sorun çözmekten uzak bir topluluk demiştik. Bunun da en önemli nedeni ör- gütsüzlük. Bu genel sorunu çözmek için dayanışma çalışması işin bir yönü. Sihirli bir kelime veya bizim keşfettiğimiz bir şey değil elbette. Ancak örgütlülüğün dibe vurduğu, sosyalistlerin halkla ilişkilerinin oldukça zayıfladığı bir dönemde öne çıkan bir çalışma tarzı oldu. Dayanışma aslında örgütlülüğün en ilkel basamağıdır. Însanın toplu halde yaşamasının mantıksal bir sonucudur. Ancak günümüzde kapitalizmin geldiği aşamada bireycileşmenin yaygınlaşmasıyla unutulan bir değer oldu. Bu değerin bizim
tarafımızdan öne çıkarılışı tamamen örgütlülüğe hizmet etmesi amacıyla olmuştur. Sorunların içinde debelenip duran halka ‘yok bize bizden başka çare’ gerçeğinin gösterilmesi, yaratılması sürecinin bir boyutu belki de ilk aşaması olmuştur. Bu çalışmada ilk basamakta dayanışma çalışmasının emekçisi bizler olduk. Giysi dayanışması, kitap dayanışması, sağlık dayanışması, yaz okulu derken tüm bu süreçlerin örgütlendiği yoğun emek süreci bizim sırtımızdaydı. Başlangıç için başka bir seçeneğimiz de yoktu. Ancak bir süre sonra bu çalışmanın kısa sürede örgütlülüklerin yaratılması gibi bir sonucu olmayınca tartışmalar başladı. Bu tartışmaların bir boyutunu ‘halk dayanışmıyor, dayanıyor’tespiti oluşturdu. Bu tespit bir açıdan doğruydu da. Ama burada bizim sürece nasıl yaklaştığımız ve beklentilerimizin vadesi önemlidir. Biz, hizmet sunma ardından da halkın minnet duygusuyla peşimizden gelmesi gibi bir mantıkla yaklaşırsak o da dayanışmaz dayanır elbette. Ya da örgütsüzlüğün boyutlarını küçümser, halkın bu noktadaki bilincinin nasıl geriletildiğini görmez, hızla sonuç almayı umarsak bizde de umutsuzluk oluşur. Umutsuzluğa düşmemenin ilk koşulu gerçeği olduğu gibi görme cesaretidir. Ama o gerçeğe teslim olmadan... Dayanışma çalışmasının geldiği aşamada bir diğer uç nokta da, pratikte sivil toplum kuruluşlarının çalışmasını aşmayan bir yaklaşım olmuştur. Daha doğrusu dayanışma çalışmasından bazı yapılar bunu anlamıştır ve bilinçli bir tercihle, liberal duruşlarının mantıksal sonucu o-
27
q O İ KASIM-ARALIK 2006
larak bu seviyeyi aşmamışlardır. Bizim için bu noktaya bilinçli bir yakınlaşma olamaz elbette, ancak çalışmanın her adımında “bu dayanışma çalışması örgütlenmeye ne kadar hizmet eder, bizi bu hedefe ne kadar yakınlaştırır” diye, araç- amaç ilişkisi çerçevesinde bıkmadan usanmadan sormazsak kendimizi hiç istemediğimiz bir noktada bulabiliriz.
Varoşlarda iktidarlaşmanın olmazsa olmaz bir boyutu da ekonomik hayatın içinde olmaktır. Halkın her geçen gün daha fazla yoksulluğa itildiği, aç, işsiz bırakıldığı bir ortamda bu çalışma oldukça önem kazanıyor. Varoşlarda insanlar ekonomik sorunlarını ya hırsızlık, gasp gibi gayri meşru yollarla ya da düzenin veya Siyasal İslam’ın dilenci- leştirici kuramlarıyla çözmeye çalışıyor. Büyük bir çoğunluğu da bu sorununu çözemiyor elbette. Yoksulluk her geçen gün artıyor. Bu sorununu çözemeyen halk siyasileşmekte zorlanıyor, karnının açlığı ‘ülke sorunlarıyla’ ilgilenmesini engelliyor. Bu insanlara kuru sosyalizm propagandası yapmak gelecek güzel günlerde açlığın nasıl yok olacağını anlatmak, hele reel sosyalizmin çözülüp post-modernizmin hücrelerimize kadar işlediği günümüzde hiç etkili olmuyor. Nasıl ki dayanışma çalışmasıyla sorunlarımıza bugünden çözüm üretmeye çalışıyoruz, ekonomik çalışmayla da açlığa bugünden çözüm üretmeye çalışmalıyız. Aslında ekonomik çalışma dayanışma çalışmasının bir parçası olarak da ele alınabilir. Dayanışma çalışmasıyla eğitim, sağlık, barınma gibi sorunlara bugünden müdahale edip çözüm üretirken halkın özörgütlerinin yaratılması hedefleniyor. Ekonomik çalışmayla da açlık, yoksulluk sorununa bugünden çözüm üretirken bu alanda örgütlenme yaratılmaya çalışılmalıdır. Bu çalışmaya dönük şimdiye kadar fazla deneyim birik- tiremedik. Çalışmaya önce kendimizden başlamalıyız, ‘kelin ilacı olsa...’ misali. Çalışmanın halka dönük yüzünde şeffaflık, güvenilir ilişkiler kurmak oldukça önemli. Bir de bugünden söyleyebileceğimiz, yaptığımız çalışmada
şeytandan kaçar gibi Siyasal İslamcıların dilendiricileştirme mantığından kaç- malıyız. ‘Üretmeden almak’ bizim çalışmamızın hiçbir aşamasında, hiçbir şekilde kesinlikle olmamalıdır.
Varoşlarda hayatın içinde olmak, ik- tidarlaşmanın olmazsa olmaz koşulu. Hayatın içinde olmak, çelişki noktalarında bulunmakla mümkün olabilir. Çelişkilerden, gerilimden kaçarak kıyıdan kıyıdan giderek iktidarlaşamayız. Ancak hangi noktalarda, hangi hedefle bulunacağımızı çok iyi bilmeliyiz. Yani çelişki bizi değil biz çelişkiyi yönetmeli, yönlendirmeliyiz. Müdahale edeceğimiz her çelişkinin iktidarlaşmayla bağlantısını kurmalıyız. Elbette iktidarlaşmanın hangi aşamasında bulunduğumuzu unutmadan. Bazı çelişkilere sadece kadro çıkarmak için bile müdahale edebiliriz örneğin. Bu bizim genel iktidarlaşma hedefimizden uzak olduğumuzu göstermez, yeter ki ‘biz nasıl bir kadro, ne için kadro, bu çelişkiden nasıl kadro çıkar ve bir sonraki aşamada bu kadroyla hedeflerimizin hangi aşamasına yoğunlaşacağız?’ sorularının cevabını bilelim. Çoğu zaman müdahale ettiğimiz çelişkiyle birden fazla hedef gözetebiliriz. Bölgede yeni ilişkiler yakalama, varolan ilişkileri derinleştirme, öz örgütlerin yaratılmasında bir adım daha ilerleme, kadroların yetkinleştirilmesi, vb. Önemli olan önümüze gelen ya da bizim tespit ettiğimiz bir çelişkiye müdahale ederken hedefleri doğru belirleme ve planlı yürüyebilme. Şunu da hiç unutmamalıyız
ki kimi zaman hayatın hızlı akışı içinde evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Bu durumda hedefler tekrar tekrar gözden geçirilmeli, planın hangi aşamasında olduğumuz, amaçtan ne kadar saptığımız ya da yürürken önümüze çıkan daha önce fark etmediğimiz olanakları nasıl ele alacağımız değerlendirilebilmelidir. Kimi zaman da önümüze çıkan bir çelişkiye müdahale etmemeyi tercih edebiliriz, gücümüz ve hedeflerimizle bağlantılı
değilse. Taktik esneklik günümüzün önemli bir kavramı olarak ele alınmalı. Atılan her taktik yürürken tekrar tekrar gözden geçirilmeli, genel hedefe ulaşmada bir sorun yaşandığı görüldüğü an çelişkiler ustaca gerekirse başka bir taktikle yönetilmeye çalışılmalıdır. Örneğin, çelişki noktası gençliğin yozlaşması olsun. İlk elden akla gelen bu gençlerin zorun gücüyle hizaya çekilmesi ve böylece gençlerin örgütlenmesi olabilir. Ancak yürüdükçe bu gençlerin sadece zorun gücüyle değişip, dönüşemeyece- ğini başka taktikler de atmak gerektiğini göreceğiz. Alternatif sunmadan sadece baskılayarak değişimin yaratılamayacağını göreceğiz. Bu kez alternatif yaratmanın yollarını aramaya başlayacağız. Bu alternatifler oluşturulurken daha önce fark etmediğimiz başka çelişkileri yakalayabileceğiz. Bu çelişkileri de en barışçılından en şiddetlisine değişik taktiklerle yönetmeye çalışacağız.
Varoşlarda hayatın içinde olmak, ik- tidarlaşmak için bugünden bakıldığında oldukça zorlu bir yoldan yürüyoruz. Ancak bu dönemde mücadelenin her boyutu ve türü zorlu. Bunun nedenleri ve sonuçları bu yazının kapsamı dışında kalıyor. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz herhalde. Bu zorlu yolun yolcularına her dönemde olduğundan daha fazla misyon düşüyor. Kadroların bu durumun farkında ve buna hazırlıklı olması başarılı olabilmemizin olmazsa olmaz koşulu. Bir bilim insanı inatçılığıyla gerçeği görmeye çalışan, araştıran, hedeflere ki
litlenmiş, bu noktada inatçı, ancak taktikler ve araçlar konusunda oldukça esnek olabilen kadrolarla başarıya ulaşabiliriz ancak. Bu dö
nemde böylesi kadroların yetişme zorluğunu unutmadan söylüyorum tüm bunları, çünkü başka türlüsüyle başarılı olabilmemiz mümkün değil. Akıntının bizim aleyhimize bu kadar güçlü aktığı bir ortamda yüzmeyi bilmek yetmiyor, akıntılarla boğuşacak ve akıntıyı tersine çevirebilecek bir yetenek ve azim gerekiyor. İnsanlık, akıntının gücüyle teslim olmayacaksa mutlaka bu dönemin kadrolarını da çıkaracaktır.
Bir bilim insanı inatçılığıyla gerçeği görmeye çalışan, araştıran, hedeflere kilitlenmiş, bu noktada inatçı, ancak
taktikler ve araçlar konusunda oldukça esnek olabilen kadrolarla başarıya ulaşabiliriz ancak.
28
E v d e ç a l i ş a n l a r i n ö r g ü t ü
OLABİLMEKEzgi Kara
Bir şeyler yaptırtmayı değil, birlikte bir şeyler yapmayı hedefleyen, uzun soluklu mücadele deneyimlerini ortaklaştırabilen ve sonuç alıcı doğrudan
eylemlerle kendini var eden bir yapı net şekilde görünür olacaktır.Bugün açısından aşırı bir önerme gibi görünse de böylesi bir yapı
aynı zamanda sınıf hareketinin krizine de bir yanıt olabilir.
Çeşitli kentlerin, semtlerin, hatta mahallelerin kendine özgü yönleri olmakla birlikte ev eksenli çalışan kadınlar açısından ortaklaştırılabilecek kimi özellikler vardır. Bir yandan geleneksel kadın işlerinin evde bulunmayı ko- şullaması, bir yandan toplumsal cinsiyetçi bakışın kadına dışarıyı yasaklamış olması, diğer yandan da sermayenin bu alanı örgütlerken taşıdığı bakış ev eksenli kadınlar açısından bir cendere inşa etmiştir. Kadınlar, evlerindeki fabrikalara hapsedilmiştir. Ev eksenli çalışan kadınlar neredeyse komşularıyla bile görüşemez olmuşlardır. Gerek dertlerini anlatmak, paylaşmak gerekse de insani bir ihtiyaç olarak sosyalleşmek için dışarıya çıkabilmenin yollarını aramaktadırlar. Dünya örneklerinden de hareket edilirse parça başı iş, kadınlar için gerekli “mazereti” yaratmaktadır. Dolayısıyla ev eksenli çalışan kadınları örgütlemek onların yaşamlarının içine her anlamda dahil olmakla mümkündür. Bu alana ilişkin kurgulanan örgütler, ev eksenli çalışmanın da bir parçası olmalı ve kadınlara mekansal bir alternatif de sunmalıdır. Başka bir ifadeyle; üretim zincirinde fason firmaların yaygın olduğu, aracıların işgal ettiği noktaya ev eksenli çalışanların örgütleri de aday olmalı ve üretim zincirinin içine girmelidir.
Böylesi bir anlayış hızla bu alan içinde erimek, piyasa koşullarıyla u- yumlulaşmak gibi bir tehlikeyi de be
raberinde taşımaktadır. Ancak üretim zincirinin mevcut işleyişini kırmayı hedefleyen ve ev eksenli çalışan kadınlarla birlikte hareket etmeyi başarabilen bir örgütlenme açısından bu tehlike savuşturulabilir bir hal alacaktır.
O halde son bir soru daha vardır; peki bu nasıl bir örgüt olacaktır? Geleneksel sendikal anlayışın bu alanı pek görmek istemediği herkesin malumudur. Mevcut sendikaların çoğunluğu enformel sektör çalışanlarını rakip olarak tanımlamaktadır. Rakip olarak görmeyen sendikaların da bu alanı örgütlemek adına ciddi çalışmalar içine girdiklerini söylemek mümkün değildir. Öte yandan genelde enformel sektörü,
özelde ise ev eksenli çalışmayı emek- sermaye çelişkisinden bağımsız düşünmek de mümkün değildir. Yani ev eksenli çalışma alanını örgütlemeyi hedefleyen kurumsal yapı emek eksenli bir yapı olmak zorundadır.
Ev eksenli çalışma alanına çok büyük ağırlıkla kadın istihdamı hakimdir. Kadınlar, bu alanda çalışmaya gelirken ataerkil toplumun, geleneksel cinsiyetçi bakışın etkileri ile birlikte gelmektedirler. Bu alanda işçi olmanın dışında kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarıyla birlikte var olmaktadırlar. Dolayısıyla ev eksenli çalışmaya yönelen yapı, aynı zamanda bir kadın örgütü olmak zorundadır.
29
CjOİ KASIM-ARALIK 2006
İşte, belirtilen bu iki yönü; yani emek ve kadın başlıklarını aynı potada doğru şekilde harmanlayabilen yapı, ev eksenli çalışma alanını örgütleme noktasında bir adım ileriye çıkmış demektir. Böylesi bir yapının hedefleri net olmalıdır. Bugünden bakıldığında bu noktada kimi başlıklar öne çıkmaktadır.
1. Bu alandaki görünmezlik perdesini aralamak ilk basamaktır. Bu alanda çalışan kadınların bakış açısını değiştirecek ilişki biçimlerini yaratmak ve var olan ilişki biçimlerinin kadınlar nezdinde görünmezliğini ortadan kaldırmak da büyük önem taşımaktadır.
2. Bu alanda iddia sahibi olan örgütlenme ev eksenli çalışma üzerine organizasyonel bir anlayış geliştirmekle yükümlüdür. Henüz bunun aksini destekleyen bir deneyim yaşanmamıştır. Kadınların güvenini kazanmak noktasında işleyen bir organizasyon önemlidir. Unutulmamalıdır ki kadınların herhangi bir örgütlülüğe gelmeleri noktasında ekonomi, hala birincil önemini korumaktadır.
3. İşleyen bir organizasyon yapısı şarttır, ancak hedefi baştan doğru çizilmelidir. Söz konusu yapı, ev eksenli çalışmanın şartlarını iyileştirmek için değil, aksine ev eksenli çalışmayı bütünüyle ortadan kaldırmak için kurgu- lanmalıdır.
4. Sermaye sınıfının sosyo-kültü- rel, etnik vb. farklılıkları kullanarak rekabeti körükleyen yapısına karşın ay
nılıkları ve dayanışmayı öne çıkartan bir hat inşa edilmelidir. Alandaki gerilim yaratan noktalarla yüzleşmek, temas etmek zorunludur.
5. Kadın olmaktan kaynaklanan özgül sorunlar etrafında kadınları güçlendirici faaliyetlere özel bir yer ayrılmalıdır. Öte yandan kadınların formel eğitimlerine devam etmelerinin sağlanması, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması, çeşitli yaşamsal konularda karşılıklı etkileşimle destek sunulması önemlidir.
6. Ev eksenli çalışan kadınlar, birinci görev olarak ev kadınlığını tanımlarken, ev eksenli çalışma ikinci plana atılmaktadır. Kendini işçi olarak görmeyen kadınlar açısından, elde edilen gelir ne kadar yaşamsal olsa da ‘işi’ kaybetmek diye bir durum söz konusu değildir. Ev eksenli çalışan kadınlar, kadın olmaktan dolayı ezilmelerinin üstesinden gelemiyorlarsa emek mücadelesine de dahil olamazlar. Bir başka ifadeyle kadın mücadelesi önemlidir, bu durum işçi bilincinin yerleşmesinde de bir araç olacaktır.
7. Bu alanda çalışan kadınlarla temas kurulduğunda talepler kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu talepler üzerinden yüksek siyaset üretmektense, ilk etapta küçük de olsa kısmi başarılar elde etmeyi hedefleyen çalışmalar kendine ve örgütlülüğe güven sorununu aşmakta önemli bir basamak olacaktır.
8. Farklı semtlerdeki kadınları bir
araya getirmek, atölye çalışmaları düzenlemek kadınların yalnız olmadıklarını hissetmelerini sağlaması, gücü fark etmeleri açısından önemlidir. Bununla birlikte uluslararası yapılarla ilişki ağlarını güçlendirmek de alana dinamizm katmaktadır. Kadınlar yerele sıkışmış olma hissinden kurtarılmalıdır.
9. Ev eksenli çalışan kadınlar, diğer emek örgütleri ve toplumsal yapılarla da tanıştırılmalıdır. Kimi talepler ve gündemler üzerinden etkileşime girmek, ortak mücadele yürütmek harekete ivme kazandıracaktır. Ev eksenli çalışma, enformel sektörün bir parçasıdır. Ev eksenli çalışanların kendi örgütleri üzerinden yürütecekleri mücadele ile çeşitli kazanımlar elde edeceği açıktır, ancak asıl başarı enformel sektördeki bütünsel bir emek mücadelesiyle elde edilebilir.
10. Kadınlar, sürecin sıradan bir izleyicisi, nesnesi olarak ele alınmamalıdır. Aksine süreç bütünüyle onların üzerine inşa edilmeli, katılımları zorlanmalı, temsiliyet hakkı sağlanmalıdır. Kadınlar bu sürecin bir numaralı öznesi kılınmalıdır.
11. Yapının kurumsal olarak hangi biçimde inşa edileceği basit bir teknik ayrıntı değildir. Dernek, kooperatif, sendika biçimleri kadınların gözünde farklı nitelikler taşımaktadır. Mevcut siyasallaşma düzeyi, toplumun apoliti- ze pozisyonu ile kooperatif tarzının kadınların gözünde işyeri ve ekonomik ilişkileri temsil ediyor oluşu birlikte düşünüldüğünde kooperatifleşme ilk etapta tercih edilebilir. Ancak böylesi bir yapının enformel sektörde çalışan tüm kadınların öz örgütü olmak gibi bir hedefi bulunmalıdır.
Görünmeyen sadece kadın emeği değildir, bu alanda örgütlenmenin mümkün olduğu da çoğumuzun ufkunun dışındadır. Ancak bir şeyler yaptırtmayı değil, birlikte bir şeyler yapmayı hedefleyen, uzun soluklu mücadele deneyimlerini ortaklaştırabilen ve sonuç alıcı doğrudan eylemlerle kendini var eden bir yapı net şekilde görünür olacaktır. Bugün açısından aşırı bir önerme gibi görünse de böylesi bir yapı aynı zamanda sınıf hareketinin krizine de bir yanıt olabilir.
30
□ n l a r o r a d a d e v r i m
YAFIYORZeynep Koru
Nucleo'da halk, iflas etmiş bir fabrikayı tekrar üretime sokar. Patron, işveren olmadan, eşit koşullarda kendisi için üretim yapar. Bu üretim merkezi etrafında da
sosyal ve kültürel alan oluşturur. Sağlık ve eğitim temel gereksinimdir. Ücretsiz klinikler kurulur. Eğitim amaçlı çalışmalar yapılır. Bu yaşam alanı kütüphaneler,
spor alanları ve çeşitli kurslarla beslenir.
Türkiye’de değişimi, dönüşümü hedefleyen, iktidar hedefine yönelik mücadele yürüten devrimci yapıların gündemlerinden biri varoş gerçeğidir. Geleceği kurma adına varoşlara yönelik üretilen politikalar bu mücadelede önemli bir yer tutmaktadır.
Son yıllarda varoşlara yönelik çalışmaya dair hem teorik hem de pratik çalışmalar ağırlık kazanmış durumda. Bu konudaki arayışlar, yeni denemeler, mücadele deneyimlerinden sonuç çıkarma çabaları, benzer tarzda çalışma yürütenlerin birbirinden etkilenmeleri ve öğrenme çabaları artmış durumda (en azından bizler için böyle). Böylesi bir zaman diliminde Venezüella üzerine Ece Te- m elkuran’ın yazdığı “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” (Everest Yayınları, Ocak 2006) adlı kitabı tartışmayı zenginleştirme, arayışlara ışık tutma adına son derece faydalı oldu.
Ece Temelkuran 2005 yılında Venezüella’ya gider. Gidiş nedeni turistik gezi ya da gezi kitabı hazırlama amacıyla değildir. Şöyle ifade eder gitme nedenini:
“Bir memleketin yoksullarının birbirlerini değil, onları yoksul ve bi- leylenmiş kılan düzeni dişlemeleri nasıl sağlanır? Bir ülke, bütün bunları yapacak güce sahip olduğuna nasıl inandırılır? Bir halk nasıl ikna edilir, hayatı değiştirebileceğine ve
her şeyin çok güzel olacağına?”
“Venezüella ’ya bu yüzden gitmek gerekiyordu. Yoksulları isyan eden, devrimi yoksulları tarafından yapılan bu ülkeyi görmek gerekiyordu. Bütün dünyayı titreten ABD imparatorluğunun tam anlamıyla burnunun dibindeki bir ülkede nasıl dünyaya kafa tutulduğunu, bir halkın uluslararası finans ve petrol şirketleri tarafından çizilmiş kaderini nasıl değiştirdiğini anlamak gerekiyordu. Çılgın bir “dikta tör” olarak gösterilen, devrimin ve şimdi ülkenin lideri Hugo Chavez’i tanımak gerekiyordu. Adlı adınca söyleyeceksek, devrim nasıl yapılır, anlamak gerekiyordu. ”
Kitabında Ece Temelkuran, Venezüella’da yaşanan devrim sürecini son derece akıcı ve anlaşılır bir şekilde anlatır. Kitabın anahtar sözcükleri, fotoğrafları, şekilleri, dili, tasarımı ile her şeyi, Ece Temelkuran’ın anlatmak ve aktarmak istediklerini anlaşılır ve vurgulu yapmaya hizmet eder. Öyle ki, kitabı okurken sanki kendini anlatılanları yaşıyormuş gibi hissedersin.
Biz varoş çalışmasına yönelik bir deneyim, bir ışık olması nedeniyle kitapta aktarılanlardan “Nucleo”ları ön plana çıkarttık. Nucleo, “Barri- o” ’larda kurulan, devrimin çekirdeği olan yapının ismi. Barrio, “mahalle” anlamında kullanılan bir kelime.
31
<_|Oİ KASIM-ARALIK 2006
Herhangi bir mahalle değil, Venezüella’nın yoksul mahallelerine Barrio deniyor. Başkent Caracas’ta yerleşim yerleri ikiye bölünmüş durumda. Zenginler, yani yüksek ve orta sınıftan insanlar, yoksullardan yaşam alanlarını ayırmış, yüksek güvenlikli evlerde ve binalarda yaşıyorlar. Bu binaların etrafı yüksek parmaklıklarla çevrili. Onunla da kalmıyor, parmaklıkların üzeri elektrikli, dikenli (kuşları öldüren) tellerle donatılmış durumda.
Y o k s u l l a r Caracas’ta kentin etrafını saran yüksek tepelerdeki küçük kulübelerde yaşıyor.Barriolar zenginler tarafından bilinmeyen, görülmeyen binlerce yoksul evden oluşuyor. Nucleolar, Chavez iktidarından sonra Barriolarda kurulan kooperatif odaklı toplum merkezleridir. Halk mahalledeki bir ekonomik faaliyet - üretim faaliyeti-, etrafında sosyal ve kültürel alan kurarak Nucleo’yu oluşturmaktadır. Nucleo’da halk, iflas etmiş bir fabrikayı tekrar üretime sokar. Patron, işveren olmadan, eşit koşullarda kendisi için üretim yapar. Bu üretim merkezi etrafında da sosyal ve kültürel alan oluşturur. Sağlık ve eğitim temel gereksinimdir. Ücretsiz klinikler kurulur. Eğitim amaçlı çalışmalar yapılır. Bu yaşam alanı kü
tüphaneler, spor alanları ve çeşitli kurslarla beslenir. Caracas’ta iki yüze yakın Nucleo vardır. Aktif olarak görev alan, çalışan, üretime katılan iki bine yakın kişi vardır. Temas eden insan sayısı da bir milyon iki yüz bindir.
“Nucleo, geniş bir kapının ardında uzanan bir alan. Bu alan, iki büyük atölye, bir mini spor salonu, bir eczane, ortada etrafında oturma yerleri olan taştan yuvarlak bir sahne,
tiyatro çalışmaları için ayrılmış bir baraka ve bütün bu yapıların aralarındaki çiçekli bahçelerden oluşuyor. Bu alanın ardında organik tarım yapılan küçük komün bahçeleri uzanıyor.:”
O döneme kadar ülke kaynaklarından zenginler ve çok uluslu sermaye grupları yararlanmıştır. Devlet, ülke kaynaklarından yoksul halkın faydalanması için devrimin çekirdeği Nucleo projesini hayata geçirmiş. Nucleolara kaynak aktarılarak ucuz gıda sağlanmakta, ücretsiz ilaç edinilebilecek eczaneler kurulmakta, ücretsiz eğitim için kaynaklar seferber
edilmektedir. Tüm bunlar, kurulan Misyonlar tarafından yürütülmektedir. Yoksulların hayat koşullarının iyileştirilmesi, toplumsal eşitliğin sağlanmasını hedefleyen sosyal adalet ve güvenlik programına Misyon deniyor. Eğitim, sağlık, barınma, tarımsal üretim, beslenme ve sosyal güvenlik konularında Misyonlar oluşturuluyor. Amaç, paylaşıma ve eşitliğe dayalı olarak bu temel gereksinimlerin ücretsiz karşılanması.
Hangi alanlarda çalışma yürütüyor Misyonlar:
Sağlık: Halka, ücretsiz ve gönüllü olarak çalışan doktorlar aracılığıyla ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor. Î- laçlar, Nucleo’nun içinde bulunan eczanelerden ücretsiz elde ediliyor. Sağlık görevlisi yetiştirme programı uygulanarak, bu alandaki kalifiye işgücü artırılıyor.
Eğitim: O güne kadar okuma yazması olmayan, ihmal edilmiş, yok sayılmış bir milyon beşyüzbin kişinin temel eğitim alması sağlanıyor. Parasızlıktan lise ve üniversite eğitimi alamayanlara, eğitimlerine devam edebilme olanağı sunuluyor. Yoksul öğrenciler, okullarda bedava üç öğün
beslenebiliyor.
B a r ı n m a :Evsizler için yeni ve ücretsiz konutlar inşa ediliyor.
B e s l e n m e :Sağlıklı ve yeterince beslenme olanakları için, organik tarım yapan bahçeler oluşturuluyor, tarımsal üretim yapması için halk destekleniyor, toprak reformu gerçekleştiriliyor.
Venezüella’da gerçekleşen değişimde vurgulanması gereken önemli noktalar var. Bizde yaşanan ve özellikle Îslami anlayışta var olan “yoksula dışardan yardım eli uzatma, sadaka verme, durumunu iyileştirme” mantığı değil orada yaşananlar. Ülke kaynakları yoksullara aktarılıyor, fakat üretime, dayanışmaya ve paylaşıma dayalı bir yaşam üretilerek. Kısa vadede kazanca dönüşmese de, kar
Eğitim, sağlık, barınma, tarımsal üretim, beslenme ve sosyal güvenlik konularında Misyonlar oluşturuluyor. Am aç,
paylaşıma ve eşitliğe dayalı olarak bu temel gereksinimlerinücretsiz karşılanması.
32
KAS İM'ARALIK 2006 C|Oİ
getirmese de, ekonomik üretimin gerçekleşmesi sağlanıyor Nucleo’da. Ne üreteceğine kendi karar veriyor halk, sömürülmediğini bildiği için işten kaçmıyor insanlar, aksine işini erken bitiren arkadaşına yardım ediyor. Ücretsiz olarak üniversite eğitimi alabilmek için mutlaka bir kooperatife üye olmaları ve üretimde bulunmaları gerekiyor. Örneğin şehrin temizliğini yapan gençler ve kadınlar Bolivar Üniversite- si’nde eğitimlerine devam edebiliyor. Yoksul halka ancak kooperatiflerde örgütlenirse hayatta kalabilecekleri, kooperatiflerde örgütlenirse sağlık, ucuz gıda, eğitim alanındaki diğer Misyonlardan da yararlanabileceği işleniyor. Ücretsiz eğitimden, sağlık hizmetinden yararlananların yanında, bu hizmeti veren gönüllülerin de kültürel dönüşümü hedefleniyor.
Kadınlar şimdi çok farklı durumda. Ev kadınlığı meslek olarak kabul ediliyor ve emekli olma hakları var. Aile içi şiddetle mücadele ediliyor. Sırf kadınlara kredi veren banka var ve kadınlar banka için müşteri değil kullanıcı. “Banka, ekonominin hizmetinde olan insanlar değil, insanın hizmetinde olan ekonomi mantığı ile çalışıyor.” Yoksul kadınların çoğunluğu bu değişim süreci öncesinde eğitimlerine devam edememiş, ama şimdi çocuklu bile olsa liseye ve üniversiteye devam edebiliyor. Siyasi parti ve birimlerin mutlak %50 kadın kotası var. Ece Temelkuran kadınların yeni yaşama daha fazla sahip çıktıklarına, daha fazla çalıştıklarına işaret ediyor. Çok daha fazla çalışıyorlar, çünkü yeni üretilen yaşamdan en çok onlar yararlanacaklar.
Nucleo’da çocuklar, çoğulculuk, dakiklik, düzenlilik, arkadaşlık, hoşgörü, birlik, dürüstlük, alçak gönüllülük, eğitimde devamlılık, paylaşma, çok seslilik, saygı, birlikte yaşama, dayanışma, aile, sorumluluk, gönüllülük, kendini adama, özgürlük, aşk, barış, uyumluluk, birbirine güven vb. kavramlarla tanışabileceği o
yunlar oynuyor. Barakalar içerisinde tiyatro yaparak dünyayı değiştirebileceklerini öğreniyorlar. Oluşturulan spor alanlarında spor yapıyorlar. Kliniklerde ücretsiz tedavi görebiliyorlar, ilaç alabiliyorlar. Müzik eşliğinde isyan ve direniş ruhuyla yüklü danslar ediyorlar.
Nucleo’yu anlamak için önemli bir ayrıntıya daha dikkat etmek gerekiyor. Mahallelerdeki yoksul halka, yaşayabilmeleri, asgari gereksinimlerini gidermeleri için dışarıdan yapılan yardımlardan farkı var Nucleo tarzı örgütlenmelerin. N ucleo’da halkın kendisinin karar verdiği alanda üretim yaptığı, yaratıcı, dönüştürücü, üretici potansiyelini açığa çıkartabildiği bir yapılanma söz konusu. Halkın kendi iradesi dışında belirlenmiş, tepeden inme bir örgütlenmeden ziyade, halkın yapabilirliğini, yetkinliğini, katılımcılığını artırmaya dönük bir faaliyet. Devlet şu an kendi gücünün, yapabilirliğinin farkına varan halka finansal destek sunuyor. Adım adım da süreçten çekilmeyi önüne koyuyor. Devletin beklentisi de halkın üretimden kazandığı finansal getiri değil. Esas bekle
nen, halkın kendi gücüne güvenmeyi, inanmayı öğrenmesi. Bu açıdan da Nucleo’da sosyal ve kültürel değişime çok önem veriliyor, sosyal eşitlik hedefleniyor.
Venezüella’nın yoksul mahallelerinde halk kendi iktidarını kuruyor. Üretimine kendi karar verdiği, pat
ronsuz, eşit bir şekilde katıldığı ekonomik faaliyet, onun etrafında sağlık, eğitim vb. sosyal olanaklar yarattı
ğı bir yaşam alanı oluşturuyor.
Üç beş yıllık bir değişim değil bu. Barrio halkı Ece Temelkuran’a en az yirmi yıllık bir çalışmadan söz ediyor. Bu değişim ve dönüşüm bir anda olmadı. Bunun devrim öncesine uzanan bir tarihi var. Zenginliğin iktidarda olduğu dönemde de halka inanan, dayanışmanın ve paylaşmanın gücüne inanan insanlar, yıllar öncesinde yoksul mahallelerde bu çalışmaların nüvesini oluşturmuşlar.
Varoşlarda yaşamı güzelleştirme adına yürütülen dayanışma çalışmaları ve bu çalışmaların kurumsal ifadesi olan Dayanışmaevleri, benzeri bir ufka doğru yürünen yolda atılmış bir adım niteliğindedir. O ufka daha da yakınlaşmak için bu adımı büyütmek görevi önümüzde duruyor.
Venezüella'nın yoksul mahallelerinde halk kendi iktidarını kuruyor. Üretimine kendi karar verdiği, patronsuz, eşit bir şekilde katıldığı ekonomik faaliyet, onun etrafında sağlık,
eğitim vb. sosyal olanaklar yarattığı bir yaşam alanı oluşturuyor.
33
DEVRİM Cİ HAREKETİN
GUÇ KAYNAKLARI - IMehmet Yılmazer
Güç kaynaklarındaki yapısal değişimin kapsamı ve nedeni nedir? Devrimci hareket büyümek için eski güç kaynaklarıyla nasıl ilişki kurmalıdır
ve hangi yenilerini yaratabilir? Bu soruların cevabı geleceği yeniden kurgulamakiçin yaşamsal öneme sahiptir.
Devrimci hareketin parlak günlerden geçtiğini söylemek mümkün değildir. Hatta sol içinde 1980’lerin ikinci yarısında şekillenen liberal soldan sonra 2000’li yıllarda bir de ulusal sol şekillenmeye başlamıştır. Liberal sol, Eylül yenilgisinden postmodern tarzda bir “ders çıkartma” anlamına geliyordu. Ulusal sol, PKK mücadelesinin yenilgisine bağlı olarak devletin dayatmalarıyla şekillenmeye başladı. PKK mücadelesinin gelişmekte olduğu günlerde en önemli kritik noktalarından birisi olan “solun Kemalizm’den kopamaması” olgusu tarihsel bir alınyazısı gibi yeniden ge-
riye dönüyor. Bunun eski hatanın basit bir tekrarı olmadığı, hatta sol içinde bir çürümeye işaret ettiği görülmelidir. Tablo oldukça umut karartıcı görünüyor: Bir yanda, tümüyle düzen sınırları içinde kalan liberal sol; öte yanda Kemalist elitin politik zeminini aşamayan ulusal sol; diğer yanda, devletle “demokratik cumhuriyet” zemininde uzlaşmaya çalışan, ancak bölge gelişmelerinin de etkisiyle alın- yazısını gittikçe daha fazla Amerikan politikalarına bağlayan bir Kürt Hareketi ve bunların dışında kalan etkisi çok sınırlı, pek çok kuşatmayla alanı daraltılan devrimci hareket!
Sadece bu kesitten devrimci harekete bakıldığında gerçekten bilinçlerin bulanmaması ve umutların kararmaması için bir neden yoktur. Böyle kritik bir süreçte devrimci hareketin güç kaynaklarına yeniden bakmak gerekiyor.
-I-Devrimci hareketin güç kaynak
larının 12 Eylül faşizminden sonra yaşanan süreçte adım adım değişime uğradığı biliniyor. Bu değişimi ve bugünkü durumunu irdelemeden eski günlere bakmak gerekiyor. Devrimci hareketin 1968’lerde yükseldiği dönemi dikkate aldığımızda dünyada ve ülkedeki güç kaynakları şöyle sıralanabilir.
Dünyada, sosyalist sistemin varlığı, yükselen ulusal kurtuluş savaşları ve Avrupa’daki öğrenci ve işçi hareketleridir. Sosyalist sistem içinde “çatlaklara”, tartışmalara rağmen tüm dünyada sosyalist mücadelenin yükseldiği bu süreç, her ülkedeki devrimci harekete güçlü bir moral kaynaktı. Elbette sadece moral kaynak olmaktan öteye, aynı zamanda maddi destek de güçlü bir şekilde o günlerin özelliğidir. Bu durumun yarattığı avantaj ve dezavantajlara ayrıca bu yazı içinde değinmek gerekli değildir. Özetle Sovyetler, Çin ve Arnavutluk saflaşması ve bunların kendi etkilerini yaratması o günlerin
34
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
dünya devrimci süreci için elbette büyük bir zaafı da içeriyordu. Latin Amerika rüzgarı ise, sosyalist ülkeler gibi bir sistem meydana getirmese de, adeta kendi bağımsız etkisini yaratmıştır. Latin Amerika’daki tek başarılı örnek Küba Devrimi dünya devrimci süreci içinde daima özel bir etkiye sahip olmuştur. Sonuç olarak, dünya devrimci süreci çoğu zaman düşüncelerde idealize edildiği gibi yekpare bir gidiş olmamıştır. Tarihin bu önemli kesitinin günümüze bıraktığı en önemli derslerden birisi de budur. Genel yükseliş dalgası en güçlü olduğu günlerde bile farklı eğilimleri kaçınılmaz bir şekilde taşıyacaktır. Aynı zamanda yine o günler hatırlanırsa bu yükseliş günleri kendi içinde geri düşmeleri, zikzaklı gidişleri de taşır. Örneğin, Macaristan ve daha sonra Çekoslovakya olayları yükselen hareket üzerinde sallantılı etkiler yaratmıştır. Ortadoğu’da 1960’lı yıllarda sosyalist sisteme yaklaşan Arap hareketleri, 1970’li yılların ortalarında kopmaya başlamıştır. Uzakdoğu’da Kamboçya’daki gelişmeler, Çin ve Vietnam arasındaki çatışmalar yükselen dalganın aynı zamanda büyük zaaflar taşıdığını da gösteriyordu. Bütün bu sorunlara rağmen dünyanın 1950’ler sonrası tarih kesitine baktığımızda devrimci hareketler için büyük güç kaynağı olan bir yükselme tartışmasızdır. Türkiye’deki devrimci hareket de bu güç kaynağından büyük ölçüde etkilenmiştir.
Türkiye’deki mücadelede devrimci hareketin kaynaklarına baktığımızda, 1960’lar sonrası süreç için başlıca iki önemli kaynak hemen göze batmaktadır. Birisi, gençlik hareketidir; diğeri, işçi hareketidir. Köylü hareketi devrimci hareket için çok sınırlı bir kaynak olmuştur. Gençlik hareketi, her bakımdan ayrı bir yere konulmayı hak eden bir yer tutmuştur. Dev-Genç hareketi başlı başına mücadele tarihimizde özel ve çok kendine özgü bir yere sahiptir. Devrimci siyasal örgütlenmeler büyük çoğunlukla Dev-Genç içinden çıkmıştır. Gençliğin toplumsal yapımızdaki geleneksel bazı özellikleri ve
dünyadaki gelişmelerin etkileri çok kendine özgü bir gençlik hareketi yaratmıştır. Ancak çok kısa süre içinde bu hareket sadece bir gençlik hareketi olmaktan çıkmış, devrimci, sosyalist hareketlerin doğup şekillendiği bir zemin olmuştur. Gençliğin bu davranış tarzı 12 Mart faşizmine rağmen önemli bir kırılmaya uğramamıştır. 1968’li yılların Dev-Genç hareketinin bir tekrarı mümkün olmasa da, gençlik devrimci hareket için büyük bir güç kaynağı olma özelliğini yitirmemiştir.
İşçi hareketi, 1960’lar sonrası ABD gangster sendikacılığından eğitim almış Türk-İş içinde etkisizleşti- rilmeye çalışılsa da, 1960’ların ortalarından sonra ülkeyi büyük işçi hareketi dalgası kaplamıştır. Türk- İş’ten DİSK’in kopması bu harekete önemli bir hız vermiştir. Devrimci hareket açısından, eğer o günler hatırlanırsa, “Türkiye devriminde işçi sınıfının yeri” tartışmaları hiç bir zaman sona ermeyip, bazen sınıf körlüğüne yol açacak tespitler yapılmış olsa da, esas olarak kendiliğinden yükselen işçi hareketi devrimci mücadele için her zaman büyük bir güç kaynağı olmuştur. Bu noktada, o zamanların sınıf tahlillerine girmenin bir anlamı yoktur. Ancak şu vurgu yapılmalıdır. İşçi sınıfının varlığının ve eylemliliğinin stratejik olarak değer
lendirilmesi oldukça farklı, hatta bazen tam zıt yollar izlemiştir. Sınıfın mücadeledeki yeri, “köylü ordu- su”nun ardına yerleştirilebilmiştir. Ancak bizzat böyle yaklaşım içinde olan hareketler dahi sınıf hareketinden önemli güç almışlardır. Sınıf, bazen stratejik olarak görülmese bile, hareketlere güç kaynağı olmaya devam etmiştir.
Köylü hareketi, stratejik olarak oldukça önemli roller biçilmesine rağmen devrimci hareket için önemli bir güç kaynağı olmamıştır. Toprak işgalleri, taban fiyatı mitingleri bu dönemde yaşanmış, fakat köylü hareketi kendisi farklı bir güç kaynağı olarak şekillenememiştir.
Güç kaynağı olarak, düşüncenin rolüne de değinmek gerekiyor. Devrimci düşünce durumu çözümleme ve geleceği tasarlama konusunda insanlık tarihinin gelişiminde büyük bir rol oynamıştır. Katılaşan dine karşı burjuva akılcılığı bu rolü oynadı, ancak egemenliğini kurar kurmaz geri- cileşti. Marksizm bunu daha yetkin olarak sürdürdü. Ancak yetmiş yıllık iktidar konumu Marksizm’de de benzer tıkanmaları yarattı. Bilimsel sosyalizm 1970’li yıllarda çok açık bir şekilde gelişimin gerisinde kalan bir durgunlaşma sürecine giriyordu. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözü Türkiye devrimci
35
q O İ KASIM-ARALIK 2006
hareketi için 1960’lı yıllarda özel bir öneme sahipti. Kendi yolunu çizmek için farklı teorik çözümlemelerle adeta düşünce meydan savaşlarının yapıldığı bir dönem yaşandı. Devrimci düşünce, farklı yaklaşımlara rağmen, bu yıllarda hem bir çekim gücüne hem de çözüm gücüne sahipti.
-II-Devrimci hareketin bu güç kay
nakları, esas olarak 12 Eylül sonrası, ancak bir anda değil, uzun ve sancılı bir süreç içinde ikibinli yıllara kadar büyük değişimlere uğradılar. İlk değişim Eylül faşizminin en karanlık günlerinde yaşandı. Darbe sonrası ortalıkta yaprak kıpırdamazken PKK’nin 1984 atılımı Türkiye Devrimci Hareketi için yeni bir güç kaynağı oldu. Bunun moral bir güç kaynağı olduğunu söylemeye gerek yoktur. Ancak Kürt Hareketi geliştikçe bu büyümenin devrimci hareket üzerinde farklı etkileri de yaşanmıştır. Özellikle “uzun süreli halka savaşı” ve “köylü ordusu” temelli stratejiler üzerine yürüyen hareketler için Kür- distan’daki gerilla mücadelesi çözü
cü bir etki yaratmıştır. Mücadele gelişim kanallarında büyüdükçe bu siyasetler kaçınılmaz bir şekilde erozyona uğradılar. Dolayısıyla yükselen Kürt özgürlük savaşı moral olarak devrimci harekete güç verirken, aynı zamanda bazı siyasetler üzerinde ise tersi yönde sonuçlar yaratmıştır. Ancak bu gerçekliğe rağmen Eylül sonrası yıllarda Kürt özgürlük hareketinin devrimci hareket için moral olarak önemli bir güç kaynağı olduğu çok açıktır.
Eylül öncesinin güç kaynakları da 1980’li yılların ortalarından itibaren yeniden kendilerini ortaya koymaya başladılar. Yükselen bir gençlik hareketi ve bahar eylemlerine kadar zirve yapacak olan yaygın işçi hareketi 1980’li yılların ikinci yarısına damgasını vurdu. Ancak 1990 ’lı
yıllarla birlikte güç kaynaklarında çarpıcı değişimler yaşanmaya başlandı. Önce dünya ölçüsünde bütün dengeleri alt üst eden sosyalist sistemin yıkılışı yaşandı. Dalga dalga dünya devriminin kazandığı mevziler
düşmeye başladı.
Gençlik hareketi geleneksel özelliklerini uzun süre korusa da, 2000’li yıllara gelindiğinde artık niteliksel bir değişimin içinde olduğu ve bunun geçici olmadığı iyice ortaya çıkmıştır. Bu en canlı, politik olarak aktif güç kaynağının çok zorlu bir döneme girdiği anlaşılıyordu.
İşçi hareketi 1980’lerin sonunda Zonguldak maden işçilerinin eylemleriyle kendi mücadele tarihinde bir dönemi kapatmanın eşiğine gelmiştir. Sonraları işçi hareketi daha çok “memur eylemlilikleri” olarak gerçekleşti.
Eylül’ün başlarında özellikle bir moral güç kaynağı rolü oynamış olan Kürt özgürlük hareketi de 1990’ların sonunda girdiği strateji değişikliğiyle
tersine moral bozucu bir etki yaratmaya başlamıştır.
D e v r i m c i hareketin güç kaynaklarındaki
bu kurumalar kaçınılmaz bazı sonuçlar yaratmıştır. Büyümeyen, sürekli kendini tekrar ederek yıpranan bir devrimci hareket ortaya çıkmıştır. Düşünce üretimi kısırlaşmış, taktik zenginlik yerini bıktırıcı tekrarlara bırakmış; bu duruş ise örgütsel yapı ve işleyişte büyük bozulmalar yaratmıştır. Devrimci hareket hemen hemen son yedi sekiz yılını böyle yaşamıştır.
Güç kaynaklarındaki bu yapısal değişimin kapsamı ve nedeni nedir? Devrimci hareket büyümek için eski güç kaynaklarıyla nasıl ilişki kurmalıdır ve hangi yenilerini yaratabilir? Bu soruların cevabı geleceği yeniden kurgulamak için yaşamsal öneme sahiptir. Bu konuda bazı tespitler yapılmış olsa da, emperyalizmin bir tıkanma sürecine girdiği ve Türk egemenlerinin de dıştan ve içerden büyük basınçlarla yüzyüze geldiği günümüzde devrimci hareketin günümüzdeki güç kaynakları yeniden irdelenmelidir.
Düşünce üretim i kısırlaşmış, taktik zenginlik yerini bıktırıcı tekrarlara bırakmış; bu duruş ise örgütsel yapı ve işleyişte
büyük bozulmalar yaratm ıştır. Devrimci hareket hemen hemen son yedi sekiz yılın ı böyle yaşamıştır.
36
(Devam edecek...) 07 Kasım 2006
□ A X A C A ’D A İKİLİ İKTİDAR
DENEYİAyşe Tansever
Geçtiğimiz Mayıs ayından bu yana Meksika'nın Oaxaca eyaletinde bir ikili iktidar durumu yaşanıyor. Kritik günler geçiren bu deney, yoksul Meksika halklarının
gelecek sorumluluğunu da üzerinde taşıyor.
Boyalı basının tüm dünyanın gözlerinden gizlediği bir ikili iktidar deneyi yeni bir dönemece girdi. Meksika Devlet Başkanı Fox, Mayıs ayından beri süren Oaxaca halk iktidarını devirmek için federal hükümete bağlı Federal Özel Polis (FPF) ekiplerini barikatları “temizleme” görevi ile bölgeye yolladı. Oysa Oaxaca Halkları Halk Meclisi (APPO) hükümetin bir aya yakın süren görüşmeler sonucunda tekrar derslere başlama kararı almışlardı. Fox, AP- PO’nun direniş gücünün zayıfladığı yargısından yola çıkarak direnişi bölebileceğini düşünmüş olmalıdır.
APPO’nun 26 Ekim 2006 tarihinde öğretmenlerin derslere girme geri adımını atmasından sonra sivil giyimli polisler Oaxaca barikatlarına saldırdılar. Biri alternatif gazetecilerden Amerikalı Brat Will olmak üzere, 3 kişi öldürüldü 30 kişi yaralandı. Fox 27 Ekim’de yaşanan bu gerici iktidarın yol açtığı olayları bahane ederek 29 Ekim tarihinde 5000 FPF polisini bölgeye saldırıya yolladı. Hemen arkasından olayların sorumlusu olarak iki tarafında suçladığı 4. bir kişi öldürüldü.
FPF güçleri şu anda askeri uçaklarla bölgeye geldiler ve kenti kuşattılar. Açık bir provokasyon olan bu olay karşısında anlaşılan APPO sindirilmeye, dağıtılmaya, bölünmeye çalışılıyor. Evet, şimdi ne olacak?
APPO üyeleri korkup sinecekler mi? Yoksa daha devrimcileşecekler ve iktidarlarını daha mı güçlendirecekler?
Derslere girme kararı özünde APPO’nun attığı bir geri adım olarak düşünülmüştü. İki gün süren ve git- gelli bir oylama yapılmış ve sonuçta derslere girmeme kararının uzatılması yüz binlerce öğrencinin bir eğitim yılı kaybetmesi anlamına geleceği düşüncesi ağır basmıştı. Ama öte yandan olayların temel talebi olan Oaxaca Eyalet valisi Ulises Ruiz Or- tiz’in (URO) istifası için baskı azalmış olacaktı. APPO derslere girme kararı aldı, ama barikatları kaldırmayarak URO’ya istifa içinde bir süre koydu. Ayrıca aylardır ödenmeye maaşları ödenecek, politik tutuklular serbest bırakılacak, APPO üyelerinin tutuklama emirleri kaldırılacak, vs idi.
Aylardır süren direniş herkesi yormuştu. Aylardır maaş alamamak öğretmenleri zor durumda bırakmıştı. Derslere dönmek ikili iktidar deneyini bitirecek miydi? Bu işten yorulanların kafalarının arkasında bu bir bitiş işaretiydi. URO güçleri işte bu nedenle saldırıyı planlamış olmalılar. Bu zayıf noktada vurarak barikatları yıkmak ve ikili iktidarı bitirmek istemişlerdir. Fox’un yolladığı FPF güçleri de noktayı koyacaklardır.
Ancak APPO ise tersini savunuyor. Dersleri başlatıyoruz, ama barikatlara devam, ikili iktidara devam diyorlar. Öğretmenler şimdi ikinci ciddi saldırı ile yüz yüzeler. 14 Hazi- ran’da yaşadıkları saldırı onları büyüttü. Şimdi bu saldırı ya daha büyütecek, belki de tüm Meksika çapında yayılmaya doğru yükseltecek ya da geri adım atılacak. Taleplerden vazgeçilecek. İşin bununla kalmayacağını, ülkede yaşanan diğer direnişlerin başına geldiği gibi Fox tipi sağ kanat gerici iktidarın onları birer birer tutuklamalarına kadar devam edeceğini ya da daha büyük bir olasılıkla da öldürüleceklerini tahmin etmek yanlış olmayacaktır. O nedenle bu olaylardan eğer direniş çıkmazsa APPO liderleri ve taraftarları için kötü sonuçlara gebedir.
Oaxaca ikili iktidar deneyi çok önemli bir noktada. Önlerinde çok kritik günler var. Artık onların omuzlarında sadece içini bilimle dolduracakları küçük beyinler yok, yoksul Meksika halklarının gelecek sorumluluğunu taşıyorlar. Bakalım hangi bilinçle davranacaklar.
Ya da arkasında ABD zalim fi- nans kapital güçleri olan Meksika gericiliği bir halk iktidarını katletmeye nereye kadar cesaret edecek? Önümüzdeki günler bu sorulara ışık tutacaktır. Ancak şurası kesindir ki, ABD’nin burnunun dibindeki Mek-
37
C ] O İ KASIM-ARALIK 2006
sika alev alev yanmaktadır. Oaxaca halk iktidarı yıkılsa bile bu söndürülen ateşlerden sadece bir tanesi olacaktır. Kıvılcımları yanmakta olan diğer yangınları güçlendirecektir.
Oaxaca deneyi nasıl başladı?
Oaxaca 2.5 milyon insanın yaşadığı Meksika’nın en yoksul 3 eyaletinden biridir. Bir yanında 1994 yılından beri adını bildiğimiz EZLN (Zapatistalar)’nin kontrolündeki Chipas bulunmaktadır. Diğer yanında ise yine adını çeşitli direnişlerle duyurmuş Guerrero eyaleti bulunmaktadır. Oaxaca nüfusunun %85’i Kızılderili yerlilerinden oluşuyor. 17 değişik kabile ile çok renkli bir halk yelpazesi sergilerler. Aztek medeniyetinin taşıyıcılarıdırlar. Kent o dönemden kalan tarihi eserleri ile bu medeniyetin merkezidir. Her yıl çok sayıda turist burayı ziyarete gelir.
Oaxacalı öğretmenler bir yanda bu yerli halkların tarihi zenginliği diğer yanda kapitalizmin yarattığı yoksulluk arasında başka türlü gelişmiş olsa gerekler. Bu çelişki onları devrimcileştirmeyecek de ne yapacaktı? Ancak ülke çapında yaygın gerici Ulusal Eğitim İşçileri Sendikası (SNTE) içinde örgütlüdürler. Sendika eski ikinci başkanı Fox’un partisi PAN’ın ikinci adamıdır. Aslında buna şaşmamak gerekir. Amerika kıtasındaki çoğu sendikal faali
yetler devlet güçleri ile iç içedirler. SNTC içinde Sektion-22 Oaxaca ikili iktidar deneyinin çekirdeğidir. Yani gerici sendikanın ilerici bir seksiyonudur.
Sektion-22, 24 yıldır her yıl Mayıs ayında yaptığı grevler ile ülke çapında tanınır. Taleplerinin bir kısmı eyalet hükümeti tarafından bazen karşılanır bazen reddedilir. Ama bu bölümdeki öğretmenlerin işte böyle bir ilerici geleneği vardır.
Bu yıl bu geleneksel olaylar başka bir boyuta sıçradı. Ülkenin bir devlet başkanı seçimlerinin eşiğinde olması bu boyutun temel farkını oluşturdu. Daha öncede devlet başkanı seçimleri yaşanmıştı, ama bu kez yaşananın da bir farkı vardı. Eyalet meclisi seçimlerinde yaşanan ortam Oaxaca öğretmenler grevinin yayılıp güçlenmesini sağlamıştır. Hiç şüphesiz devlet başkanı seçimlerinde yapılan alavere dalavereler de greve güç katmıştır. Yani karşılıklı bir alışveriş söz konusudur. Kaderleri de bu anlamda birbirlerine bağlanmıştır. Oaxaca ikili iktidar deneylerinin yeşerdiği, geliştiği ortamı anlamak için bu olguyu akılda tutmak gereklidir. Bunlara ileride dönmek üzere biz yine öğretmenlerimizin grevine bakalım.
En başta söylemek gerekir ki öğretmenler genelde Meksika ve Oaxa- ca’nın orta sınıfını oluşturuyorlar.
Meksika federal hükümeti, eyaletleri hayat pahalılığına göre bir maaş baremi içinde sınıflandırıyor. Oaxaca düşük bir barem dilimindedir. Grevin temelini bu baremin yükseltilmesi ve dolayısıyla maaşlarını artması oluşturuyor. Ayrıca eyaletler bölgelerindeki okullara araç gereç yardımı yaparlar. Bu yardımlar ile öğrencilere ayakkabı, giyecek, defter kalem alınır, öğle yemekleri yapılır. Yardımların miktarı her yıl Mayıs ayında belirlenir. Gelir düzeninin çok düşük olduğu Oaxaca’da öğrenciler çok yoksuldurlar ve yardımlar hiçbir zaman yetmez. Orta gelirli olan öğretmenler genellikle öğrencilerinin defter ve kalem paralarını kendi ceplerinden öderler. İşte onları isyan ettiren de budur. Yeni liberal politikalar onların da artık bunu karşılamada zorlamaya başlamıştır. Dirençlerini artırır.
Geçtiğimiz Mayıs ayında öğretmenler yeni eğitim döneminde yapılacak yardım miktarını öğrenince derslere girmeyi reddettiler. Eyalet valiliği önünde geleneksel grevlerine başladılar. Vilayet önünde, yine Meksika’da gelenek olan çadırlarını kurdular. Antik kent merkezi Zaca- lo’yu işgal ettiler.
Bol yabancı turistin olduğu Za- calo’da çadırlara yaklaşık bir ay sonra 14 Haziran gecesi eyalet valisi U- RO’nun sivil giyimli güçleri saldırdı. Öğretmenler biraz direndiler, ama sonra çadırlarını bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. Ertesi gün öğretmenler yanlarına destek güçler alarak geri saldırdılar ve eski yerlerine döndüler. Artık hareket daha da güçlenmişti.
Saldırı öğretmenler grevini bir üst düzeye sıçratacak bir dönüm noktası olur. 17 Haziran toplantısına 170 kişi katılır. Bunlar 85 çeşitli örgütü temsil ediyorlardı; sendikalar, SNTE delegeleri, sosyal ve politik örgütler, çeşitli sivil kurumlar, insan hakları dernekleri, öğrenci velileri, yoksul köylüler ve vatandaşlar. Daha sonra örgüt sayısı 350’ye çıktı. Anarşistinden Stalinistine, Troçkistin-
38
KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ
den sosyal demokratına çok sayıda renkli sol örgütler katıldılar. Büyük bir toplantı yapılır ve Oaxaca Halkları Halk Meclisi (APPO İspanyolca baş harfleriyle) kurulur. APPO’nun baş talebi Oaxaca eyalet valisi U- RO’nun istifasıdır. Belki de onları birleştiren tek şey budur: URO’nun gitmesi. Onun gitmesi ile eyalete huzur geleceği savunulur. URO’nun istifası tüm diğer maddelerin pazarlığının ön koşulu haline getirilir.Çok sayıda gösteriler düzenlenir. Mayıs ayında sayıları 50 bin olan grevciler, artık 400 binlerin yürüdüğü mega yürüyüşler düzenlemeye başlar.
URO istifa etmez. Onu istifaya zorlamak için Oaxaca kentinin “yö- netilemez” hale getirilmesi kararı alınır. Bu özünde APPO ikili iktidarının kendini ispatlaması, gelişmesi ile eş anlamlıdır. Birçok devlet dairesi işgal edilir. Polis karakolları ele geçirilir. İktidar güçleriyle işbirliği içindeki gazete bürolarına saldırılır. Birçok büyük iş yerinin sahibi olduğu radyo istasyonları ele geçirilir. Buralardan yayın yapılmaya başlanır. Eylemler önceden buralardan ilan edilir. Halkın katılımı artırılır. Eylem anı anında radyodan yansıtılır.
Çok sayıda belediye otobüsü ele geçirilir. Sonunda bunların sayısı 25 ’i bulur ve devlet bunların geri verilmesini pazarlık maddesi yapacaktır. Bazı devlet araçları yakılır. Bazıları devrilir ve barikatlara siper olarak kullanılır. Barikatlar tüm kenti kuşatırlar. Tel örgülerle, çevreden getirilen kayalarla sağlam hale getirilir. Geceleri barikatlar kapanır, gündüzleri geçişlere olanak sağlamak için açılırlar. Barikatlara silah gibi kullanılmak üzere bol bol taş yığılır. APPO dediğini yapmış, kenti yönetilemez duruma getirmiştir. Devlet güçleri barikatların olduğu alanlara giremezler. Buralarda başka bir iktidar hüküm sürer.
Kadınlar gündüzleri ev işlerini bitirdikten sonra barikata gelir hem nöbet tutar hem de örgülerini örerler. Barikatlar politik eğitimin yapıldığı okullar haline dönüştürülür. Oaxa- ca’da yaşananlar, barikatlarda, sokaklarda, gecekondularda tartışılır. Olayların nereye varabileceği, daha neler yapılabileceği konuşulur. Aynı zamanda barikatlar halkların eğlendiği, oyunların sahnelendiği, şarkıla
rın söylenip fıkraların anlattığı açık eğlence alanlarıdır.
Sonra bir gün kadınlar ömürlerinin böyle ev işi yaparak mı geçeceğini, ulusal bir işe yarayıp yaramayacaklarını tartışmaya başlarlar. Birden akıllarına URO’yu protesto için bir kadın yürüyüşü düzenlemek gelir. Sırf kadınların katılacağı bir yürüyüş. Öyle ya en çok ezilen, en altta olan onlar değil midir? Öyleyse bu ezilmişliklerini protesto etmelidirler.
1 Ağustos kadın yürüyüşüne binlerce kadın katılır. Hem yürüyüp hem konuşurlar. Gazetecilerin neden
kendilerini çekmediğini düşünürler. Neden yürüyüşlerini basından bir kişi izlememektedir Yürüyüşleriyle iftihar etmektedirler. Tüm Meksika kadınlarının ve de elbette erkeklerinin bunu görmesini istemektedirler.
O sırada devlet TV’si önünden geçmektedirler. Akıllarına oraya gidip sormak gelir. Acaba onlar yürüyüşlerini yayınlamazlar mı diye sormaya giderler. Aralarından temsilci
seçerler ve müdürle konuşmak i s t e d i k l e r i n i söylerler. Müdür gelir ve ona neden yapmakta oldukları kadın yürüyüşünü gö
rüntülemediklerini sorarlar. Bir video verirler yayınlamaları için. Ancak müdür onları tersleyince de TV vericisini işgal ederler. İşte bu kadar basit olur olaylar. Kendiliğinden.
Devlet TV istasyonu tüm halkın eğitildiği bir verici haline gelir. Canlı görüntü çok önemlidir. Kadınlar çeşitli kesimlerden, özellikle yoksul kesimden kişileri davet ederler ve Oaxaca sorunlarını tartıştırırlar. Özellikle kiliseden papazların tartışması büyük olay olur. Kilisenin gericiliği tüm kitlenin bilincine kazınır. Kimileri inanmak bile istemez. Kilise
Sonra bir gün kadınlar öm ürlerinin böyle ev işi yaparak mı geçeceğini, ulusal bir işe yarayıp yaramayacaklarını
tartışmaya başlarlar. Birden akıllarına U R O 'yu protesto için bir kadın yürüyüşü düzenlemek gelir.
39
q O İ KASIM-ARALIK 2006
programı sonuçta çok kişiyi daha da bilinçli hale getirir.
Kadınlar televizyonlarını kendi evleri gibi temizler ve korurlar. Ne işe yaradığını bilmedikleri aletlerin bozulmasından çok korkarlar. Onun için bilmedikleri kişileri içeri almazlar. Oranın bakımı tüm bölgeye örnek olmuştur.
Televizyon yayınının en önemli işlevlerinden biri tüm ülkeye seslenmektir. Tüm Meksika halkı kendilerinden gizlenen Oaxaca olaylarını yakından izleme olanağı bulur. Bir devrimci eğitim televizyonu olur. Sıradan halkın bilincini açar. Burjuva televizyon yayınlarının kendilerini ne kadar yanlış yönlendirdiğini yavaş yavaş anlamaya, görmeye başlarlar. APPO örgütlenmesini eyalet sınırlarına taşıma olanağı bulur. Hatta Filistin direnişini göstererek Oaxaca ikili iktidar deneyini evrensel hale getirmeye çalışırlar.
Ancak elbette ki bu olay hem eyalet hem de federal hükümetin canını çok sıkar. 21 Ağustos gecesi sivil giyimli kişiler ani bir baskın yapar, tüm aletleri ya kurşunlayarak ya da asit dökerek tahrip ederler. Tahrip etmenin anlamı onu ele geçiremeye- ceklerini bilmelerinden kaynaklanır. Kendi kullanamayacakları değerli aletlerin “düşman” tarafından kulla
nılmasını önlemektir. Aynı gün diğer bazı mahalli radyo istasyonlarını da kaybederler.
Üniversite öğrencileri bunu protesto için üniversite TV vericisini ele geçirirler. Olay sırasında otobüsler yakılır. Ama devlet bunu da içine sindiremez. Ajanları ile televizyon vericisini de tahrip ettirir. APPO da misilleme olarak 9 ayrı özel şirkete ait olan 12 ticari mahalli radyoyu ele geçirir. Üniversite radyosu hala APPO’nun elindedir. Hala Oaxaca halkı onunla iletişimlerini sağlamaktadır. Bir ikili iktidar için kitleleri örgütlemenin en önemli yolu haberleşme araçlarıdır
Bütün bunlar Oaxaca’da bir ikili iktidar olduğunu kanıtıdır. Bir yanda iktidar oluşunu her gün biraz daha çok kanıtlayan APPO ve diğer yanda yasallığı tartışma konusu haline gelen eyalet valisi URO vardır. Aslında URO yoktur. URO yasa dışı ilan edilmiştir. Başkanı olduğu kent içinde illegal olarak dolaşmaktadır. Nerede olduğu bilinmez. Hatta sözcüsü bile kaçmıştır. O da kent dışından kent konusunda konuşmalar yapar. URO, bavulları ile dolaştığından adı “ba- vullu vali”ye çıkar.
APPO’nun yapısıAPPO löse bir yapıya sahip. Bir
yürütme kurulu var, ama genel olarak kararlar direkt tüm üyelerin katılımı ile alınıyor. Ana birleştirici unsur URO’nun iktidardan gitmesi. APPO örgütüne karşı olanlar bile bu anlamda toplantılara gelip oy kullanıyorlar. APPO içinde çeşitli cepheler var. Halk Mücadelesi Geniş Cephesi (FALP), Halk Devrimci Cephesi (FPR), Halk Savunma Komiteleri (CODED) gibi.
16-17 Ağustos tarihlerinde AP- PO ulusal bir forum düzenler. Amaç Oaxaca’da demokrasi ve yönetimde birlik kurmaktır. Forumda önemli kararlar alınır. Oaxaca anayasası yazılmalıdır. Tüm Meksika’ya temsilciler yollanmalıdır. Ayrıca Oaxaca içinde yeni kurumlar oluşturulması tartışılır. Mobil bir polis gücü güvenlik açısından mutlaka oluşturulmalıdır denilir. Mahallelerde suç işleyenleri gözleyecek ve bunları tutuklayacak gözcüler grubu kurulması düşünülür. Yani ikili iktidar kolluk kuvveti ihtiyacını hissetmektedir. İçeride epey ajan olduğu açıktır. Kentte karşı taraftan insanlar da vardır. Ayrıca artık yerel belediye meclislerinin kurulma zamanı geldiği dile getirilir. İktidardaki PRI kalıntıları indirilmelidir. Ayrıca olaylar sırasında ölen ve tutuklananların vatansever ilan edilmesi ve bunların anılması gerekliliği hedef olarak öne konulur. Bütün bunlar Oaxaca iktidarının güçlenmeye başladığının işaretleridir. Ancak bu kararlar pek hayata geçirilememiştir.
APPO çeşitli komiteler kurar. En önemlisi vatandaş komiteleridir. Kendi yandaşlarını bu komitelerde örgütler. Radyo istasyonlarını bu iş için kurulan komiteler ele geçirir. Bunlar ayrıca öz savunma grupları içinde yer alırlar. APPO kendi taraftarları için özel alternatif pazarlar kurar. Ayrıca evi olmayan vatandaşları ele geçirdikleri devlet dairelerine yerleştirir. En önemlisi bir de polis saldırılarına karşı barikat kurma ekibi oluşturur.
Oaxaca’da elbette sorunlar diz boyudur. Bunun en belirgin işareti iş
40
KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ
çevrelerinin şikayetleridir. Sürekli URO’ya ve federal hükümete baskı yaparak eyaletin APPO yönetiminden bir an önce kurtarılmasını isterler. APPO bunlara karşı genel bir günlük iş bırakma eylemi düzenler. Amaç tüm eyalette iş yerlerinin kapatılmasını sağlamaktır. Ancak çok başarı sağlanamaz. Birçok alış veriş merkezi açık kalır. Küçük lokantalar, turistik eşya satan küçük esnaf ikili iktidardan hoşnut değildir. Turistler korkup gelmediği için zarardadırlar. Kimisi APPO’dan yana olsa bile çaresizdir. Olayların bir an önce sonuca bağlanmasını istemektedirler. Otel esnafı şikayet etmektedir. Grev sırasında URO taraftarları beyaz bayrak asarak renklerini belli ederler. Beyaz URO’cuların rengidir. Ancak APPO’cular barışçıldırlar. O nedenle beyaz bayrak asanlara saldırmazlar bile.
Zaman içinde halk APPO’yu iktidar olarak görmeye başlar. Çeşitli sorunlar karşısında APPO’nun görüşü sorulur. Sorunlara çözüm getirmesi istenir. Eyalet içindeki uzak köylerden heyetler APPO halk meclislerini kurduklarını kanıtlayan belgeler getirirler. APPO aileler arası çekişmelerde aracı olarak çağırılır. Dertler anlatılır ve çözüm istenir. Ezilenler sorunlarının çözümünün nasıl olacağı konusunda akıl danışırlar. Tartışmalar yaşanır. APPO üyeleri iktidar olmayı öğrenmeye deneyler biriktirmeye başlar, ne yaptıklarını, yaptıklarının nerelere uzandığını daha berrak görmeye başlarlar. Bütün bunlar halkın direniş isteğini güçlendirir.
APPO ikili iktidarı kurmuştur gerçek iktidar olma doğrultusunda yol almaktadır. Bir anlamda bu durum ikili iktidarın belki de ulaştığı en tepe noktadır. Bundan sonra olaylar başka bir seyre doğru girecektir. Meksika’nın ulusal kurtuluş günü olan 16 Eylül’e kadarki gelişmeler daha çok ülke genelindeki gelişmelerle bağlantılıdır.
Başkent’te yaşananlarMeksika devlet başkanlığı se
çimleri çok olaylı geçti, çünkü yıllardır uygulanan politikalar halk içinde derin öfke biriktirmişti. Yılların öfkesi Meksika halkını ayaklandırdı.
En başta ABD ve Kanada ile yapılan gümrük birliği anlaşması NAFTA halkın canına okudu. Bu anlaşma sonucu Meksika yerlileri ABD tarım tekellerinin saldırısına uğradılar. Ucuz ABD tarım ürünleri, başta soya ve mısırları Meksika köylüsünü perişan etti. Toprakları ellerinden alındı. Onları göçe zorladı. NAFTA vaat edildiği gibi yeni iş yerleri açtı, ama ne iş yerleri! Yerli sanayi iflas etti,
yerine Amerikan çok uluslu şirketleri (ÇUŞ) Meksika ve ABD sınırına sweatshop (ter dükkanları) denilen atölyeler açtılar. Buralarda topraklarından göçe zorlanan insanlar boğazlarını bile doyuramayacak kadar az paraya çalıştırılmaya başlandı. Hiçbir sendikal hakkın, çalışma güven
cesinin olmadığı koşullarda çalışmaya zorlandılar. Meksika iş gücünü korkunç şekilde sömürdüler. İşte Za- patistaları doğuran bu koşullar oldu. NAFTA’ya ilk tepki en çok sömürülen bu yerli halktan geldi.
Daha bu sömürü bitmeden yeni liberal politikalar uygulanmaya başlandı. Çalışma koşulları daha da zorlaştı. Sömürü daha da arttı. Ter dükkanlarını Çin’e taşımak tehdidi ile ödenen ücretler daha da düşürüldü. Ayrıca bazıları kapandı. Birçok işçi işsiz kaldı. Çalışma koşulları insanların kaldıramayacağı boyutlara tırmandı. Gözlerini, parmaklarını, ellerini hatta hatta canlarını kaybeden insanlar arttı.
NAFTA, yeni liberal politikalar ve küreselleşme, mallara sınırları indirdi ama çalışanlara değil. Yani işsiz kalan, yoksul
Meksikalılar ABD’ye gidip iş bulma şansını elde edemediler. Fox, bu konuda ABD’ye yaptığı zorlamada bir başarı sağlayamadı. Bush, ABD’nin sınır duvarlarını indirmek bir yana son olarak 7 milyar dolarlık bir yatırım ile daha da yükseltme ve sağlamlaştırma kararına imzasını attı. İ-
En başta ABD ve Kanada ile yapılan gümrük birliği anlaşması N A F T A halkın canına okudu. Bu anlaşma
sonucu Meksika yerlileri ABD tarım tekellerinin saldırısına uğradılar.
41
q O İ KASIM-ARALIK 2006
ki ülke sınırının Meksika kesiminde yüz binlerce insan aç ve sefil karşıya geçip iş bulma umudu ile bekleşiyor.
Ama iki ülke çok uluslu şirketleri bu topraklar üstünde yaşayan insanları düşünmemeye devam ediyor. Atenco eyaletinin en verimli topraklarının hava alanı yapılması ve üzerindeki köylülerin atılması projesi bölgede büyük protestolara yol açtı. Çok uluslu şirketler Ateneo’yu karları için kullanacaklar ve halkı atacaklardı. Çevre pislenecekti. Kurulacak yeni turistik tesislerden yine çok uluslu şirketler ceplerini dolduracaktı. Köylüler günlerce direndiler. Bu konu uluslararası çevre örgütlerinin bile protestoları ile karşılaştı, sonuçta Fox projeden vazgeçmek zorunda kaldı. Havaalanı yapımından vazgeçildi. Ama Fox intikamını onlarca insanı tutuklayarak almaya çalıştı. Orada bir katliam gerçekleştirdi. Hala cezaevlerinde sürünüyorlar. Oa- xaca’ya FPF girince halk “Biz Atenco olmayacağız!” diye bağırdı. Çünkü burada yaşananlar halkların bilincine kazındı.
Başka bir eyalette çiftçilerin kullandığı su kaynağı Coca Cola’ya
peşkeş çekilip şişeleme fabrikasına satıldı. Binlerce çiftçi topraklarından oldu. Binlerce hektarlık ormanlar biçildi ve çevre kirliliğine yol açtı. 5000 civarında insanın geçimini sağladığı tuz madenlerinin yarısı Japon araba fabrikasına yok pahasına satıldı. Üstündekiler buradan aldıkları para ile geçinemez hale geldiler.
Liberal politikalar Meksika halkına ancak yoksulluk, işsizlik ve acı getirdi. Özelleştirmeler, çalışma koşullarının zorlaştırılması, sosyal harcamaların kısılması vs de halkı perişan etti. Yani sonuçta Fox hükümetinin uygulamaları halka bir şey getirmedi, aksine ellerinde var olanı da aldı götürdü. Öfke birikti. Fox’un Ulusal Aksiyon Partisi (PAN) ve yerine geçecek olan Calderon’un Kurumsal Devrimci Parti (PRI)’si gibi
gerici partilerinin tekrar seçimleri kazanmaları hayal haline geldi. Tek tek seçime girerlerse ikisi de kaybedecekti. Güçlerini birleştirdiler, ittifak yapıp ortak olarak Felipe Calde- ron’u aday gösterdiler.
Öfke, başkent Meksiko City’nin eski valisi sosyal demokrat Lopez Obrador’un (OMLO) Demokratik Devrim Partisi (PRD) arkasında örgütlendi. Fox ve ekibi karşılarında büyüyen bu tehdide karşı en baştan saldırı taktiğini seçtiler. Kendi çıkarları karşısında olan her şeye saldırı. Oaxaca öğretmenler grevcilerine saldırdıkları gibi OMLO’nun seçimlere katılma girişimine de saldırdılar.
İşe ilk önce Obrador’un aday olmasını engellemeyle başladılar. Rüşvet yediği iddiası ile tutukladılar, cezaevine attılar. Ama milyonlarca insan sokaklara çıktı. Günlerce OMLO’nun serbest bırakılması için baskı yaptı. Sonuçta PAN ve PRI ittifakı Obrador’u serbest bırakmak zorunda kaldı. Aynı 14 Haziran’da öğretmenlere saldırdıktan sonra onun APPO olarak daha büyüyüp karşılarına dikilmesi gibi OMLO’da her geçen gün tabanını artırmaya başladı. Yapılan her saldırı karşı güçleri sindirmedi, aksine büyüttü. Seçimleri kazanmanın tek yolu vardı; hile yapmak. Aylar önceden hazırlanan sahte oylarla bunu başardılar. 2 Temmuz tarihinde yapılan seçimlerde çoğu yerde seçmen sayısının çok üstünde oy çıktı.
Oy hileleri işin belki de küçük bir kısmını oluşturur. Seçim propagandaları sırasından seçim gününe kadar akla gelmedik, ABD akıl hocalarından öğrendikleri binlerce hileyi kullandılar. Rüşvet, yalan dolan, sahtekarlık gırla gitti. Oaxaca’da öğretmenleri sokaklara döken olayın altında URO’nun okullara yardım i
çin toplanan 60 milyon doların seçim için harcanması yatar. 80 yıldır bu iki parti iktidarda. Eğer iktidardan inerlerse yılların
biriken pisliği ortaya dökülebilecek- tir. Onun için onlar can havli ile davranmaktadırlar.
Şimdi şu soruyu yanıtlayabiliriz. Başı merkezde bu kadar Obrador ile
Liberal politikalar Meksika halkına ancak yoksulluk, işsizlik ve acı getirdi. Ö zelleştirm eler, çalışma koşullarının
zorlaştırılması, sosyal harcamaların kısılması vs de halkıperişan etti.
42
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
“belada” olan gerici partiler ve iktidar Oaxaca ile uğraşabilir mi? Başta yaptığı başarısız saldırının arkasından tekrar böyle bir şey denemesi onu daha da yıpratacaktır. Onun için APPO’yu ezmek 2 Temmuz seçimlerinin sonrasına ertelenir.
Ancak seçimler iktidar partilerinin duruşlarını sağlamlaştırmadı. Seçimlere itirazlar, kabul etmeler, yok etmemeler ile karışıklık ve belirsizlik Eylül ortasına kadar sürdü.
Bu süreç içinde OMLO taraftarları başkenti işgal ettiler. Kent merkezine bu ülkede gelenek olduğu şekliyle 7 km uzanan çadırlar kuruldu. Her gün günlük olaylar sokaklardan izlendi. Obrador tehditler savurdu. Kendine yandaşlar, destek aramaya başladı. Bunu da ancak daha sola kayarak sağlayabilirdi. O nedenle sosyal demokratlıktan daha sola doğru kaymaya, seçimlerdeki vaatlerini sosyalistliğe doğru kaydırmaya başladı. Devrimci talepler getirdi. Solunda olanlar bu kez OM- LO’ya destek vermeye başladılar. Tüm ülke böylece sol bir hatta doğru kaymaya başladı. OMLO böylece iktidarı tehdit ediyor, seçimde yaptıkları hileleri itiraf etmelerini ve iktidarı kendisine teslim etmelerini sağlamaya çalışıyordu. Ama başarı kazanamadı. M eksika gerici iktidar partileri 80 yıldır sandıktan çıkma hilesini çoktan hazmetmişlerdi. Meksika seçim kurulunun Calde- ron’u galip ilan etmekten başka şansı yoktu. Ülke yaklaşık 2.5 aya yakın böyle karışık bir dönem yaşadı. Fox’un APPO ile uğraşabilecek gücü yoktu. Kendi sandalyesi sallanıyordu. Oaxaca’da APPO’nun örgütlenmesi için açıkçası meydanı boldu. O da genişledi. Ama yapabileceklerinin hepsini yapabildi mi? Zamanı iyi değerlendirebildi mi? Kök saldı mı? Bundan sonra anlaşılacak.
Calderon’un seçimin galibi ilan edilmesi protestoları yükseltti. Belki dünya tarihinde yaşanmayan olaylar yaşandı. OMLO yanlısı parlamenterler halkın da baskısı ile Fox’un son olarak halka seslenmesini, yani o ta
rihi konuşmayı engellediler. Fox parlamentoya giremedi. Çaresiz konuşmasını TV’den yaptı. Koskoca Meksika Devlet Başkanı kendi ulusuna parlamentodan seslenemedi. Bu burjuvazi açısından kara bir gündür. Halkın baskısı bunu başardı.
Meksika kurtuluş gününde yapılan geleneksel bir tören vardır. Devlet başkanı ve her eyalette vali, konağının balkonuna çıkar ve ulusal kuruluşu simgeleyen ‘Çok Yaşa Meksika’ diye bağırır, daha doğrusu çığlık atar. Dünya alem duysun diye. Fox’a OMLO’cular bu çığlığı attırmadılar. Törenin yapılacağı alanı OMLO yandaşları doldurdu. Fox da çıkamadı. Tahmin edileceği gibi Oa- xaca’da da URO çığlık atamadı. AP-
PO, yani ikili iktidar lideri büyük alkışlar arasında bu çığlığı attı. İktidar Oaxaca’da APPO’ydu. Halk iktidarı halk açısından sanki bu çığlıkla yasallaştı.
OMLO seçim galibi ilan edilmemesini sokak hükümeti kurarak protesto edeceğini açıkladı. Obrador 365 gün Carador hükümetini sokaktan izleyeceğini, onun politikalarına alternatif politikalar uygulayacağını ilan etti. Gerekirse bunu tüm seçim döneminde, yani 4 yıl sürdüreceğini yüksek sesle dünyaya duyurdu. Sanki Oaxaca’daki olaylar başkentte de oynanıyordu. Ya da tersi. Birbirinin içine girmiş gibi gözüküyor. Ülke bir bütün olarak devrimci bir sürece girmiş gibiydi.
43
q O İ KASIM-ARALIK 2006
Evet, böyle böyle Eylül ortalarına gelindi. Ve sokaklar durulmaya başladı. Şimdi OMLO’nun sokak hükümetiyle ilgili yeni bir şey yok. Büyük bir olasılıkla Calderon’un yemin edip iktidar koltuğuna oturacağı 1 Aralık günü bekleniyor. OMLO da eğer hala enerjisi varsa sokaktan ülkeyi yönetmeye başlayacak. Ya da Meksika bütünü ikili iktidar sürecine girecek. Bakalım girebilecek mi? Obrador sözünde durabilme cesaretini gösterecek mi? Yoksa halkı oyalıyor, aldatıyor, öfkeyi mi söndürüyor? Ya da başka bir deyişle öfke onu buna mı zorluyor?
Calderon’da elbette bu duruma karşı hazırlanıyor. İktidara gelmeden tüm ülkedeki kıvılcımların söndürülmesini istedi. Halk direnişleri bastırılmak dedi. Fox, Oaxaca’da şimdi bu “emri” yerine getirmeye çalışıyor olmalı. Calderon kendi açısından haklıdır. İktidara geldiğinde OMLO ile dövüşe başlayacaktır. Bu dövüş öncesinde ülkedeki diğer ateşlerin söndürülmesi gerekir. Yoksa ortalık altından kalkamayacağı bir yangın alanı haline dönebilir.
Yukarıda havaalanı projesine protestolar yapan Atenco olayını anlattık. Fox burada direnen aşağı yukarı 1000 köylü üzerine 3000 FPF gücü gönderip katliam yaptı. Şimdi
Oaxaca’da bir ikili iktidar var. 3.5 milyon insan yaşıyor. Onların üstüne 4000 ya da 5000 FPF gücü gönderildi. Bunun bir mantığı var mıdır? Nasıl açıklamalı?
Bunun arkasında bir korku olsa gerektir. Yani Oaxaca’daki AP- PO’nun gücünden korku. Orada A- tenco’daki gibi bir katliamı göze alamamak. Giderayak elini böyle bir kanla bulamak istememe. Halkın karşısına bir daha çıkmaya biraz yüz bırakmak. Çünkü Fox ve Calderon her ne kadar seçimler sırasında ittifak yapsalar da ayrı partilerden gelmektedirler. APPO gücü karşısında ya da yükselen halk muhalefeti bu iki partiyi sonuç olarak birleştirse bile her an ayırabilir. Şimdi böyle bir ayrılık işareti vardır. APPO liderleri böyle bir çatlağı bakalım iyi değerlendirebilecekler mi?
Bu bölümü toparlarsak AP- PO’nun haziran ayından Eylül ortalarına kadar geçen süreçte ayakta kalması ve örgütlülüğünü sürdürmesi bir anlamda ülke genelinde iktidar boşluğu, sağ güçlerin genel olarak tüm ülkedeki halk muhalefeti ile dövüşmek zorunda kalışları ile de bağlantılıdır. Seçimler önemli bir faktördür. Ve merkezde oynanan oyun ile direkt bağlantılıdır. Federal hükümetin iktidarsızlığı eyalet iktidarının
iktidar olma yeteneğini doğrudan etkiler. Hele hele aynı kanat partilerden geliyorlarsa.
APPO ikili iktidarının ezilm e süreci
Obrador’un seçim zaferinin çalınması ya da çalınabilmesi ve sonucunda bir çalkantının ya da devrimci sürecin yükselmemesi aslında AP- PO’nun geleceğinin ne olacağı konusuna ışık tutabilir. OMLO ezildiğine göre APPO’nun ezilmesi haydi haydi denenecektir. Eğer seçim protestoları sürse, seçim kurulunun kesin açıklamaları dinlenmese, halklar yeniden seçim deselerdi bugün Meksika çok başka bir yerde olabilirdi. Büyük bir olasılıkla OMLO bile bu durumdan korkmuştur. Çünkü olaylar onu bile ezer geçerdi. Meksika’yı APPO’lar kaplarsa sağ partiler bir yana sosyal demokrat OMLO ne yapacaktır? Seçim kurulunun açıklaması bu nedenle sineye çekilmiş olmalıdır. O nedenle şimdi ortalık durulmuş görülmekte, Calderon’un iktidar olacağı 1 Aralık günü beklenmektedir. Bakalım OMLO sokak hükümeti ile ne yapacak? Söz verdiği gibi kurabilecek mi? Ülkenin bu çalkantılı, karmaşık güçler dengesi durumunda kurma cesareti gösterecek mi?
Oaxaca’ya saldırı kararı parlamentoda oylandı. OMLO’nun partisi PRD saldırıya olumlu oy kullandı. Demek ki PRD kendi solundaki APPO’dan korkmaktadır. Oysa Oaxa- ca’da URO çalmasaydı kendi adayları sandıktan çıktılar. Yani orası kendisini destekliyor. Ama OMLO APPO’yu desteklemeye cesaret edemiyor. Kendi solunda ölümünü görüyor olsa gerektir. Sokak iktidarının ülke soluna rahat bir ortam sağlamasından korkmaktadır. Kendi politikalarına alternatif görmeye tahammülü olmayacaktır. Çünkü buna dayanamaz, partisi çatlayabilir. Nitekim parlamentodaki oylama PRD’de huzursuzluk yaratmış, bazı vekiller istifa tehdidi savurmuşlardır. Bakalım olaylar nasıl gelişecek? Meksika çok karışık günler eşiğindedir. OMLO
44
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
sokak iktidarı kurmazsa seçimlerde arkasına aldığı kitlelerin daha sol içinde örgütlenme “tehlikesi” vardır. Sanırız şunu söylemek yanlış olmayacaktır. OMLO APPO’dan gericilikten korktuğundan daha çok korkmaktadır.
Bütün bunlar bizce şunu ortaya koymaktadır. Oaxaca ve APPO direnişi Meksika halkları güçler dengesi açısından çok büyük önem taşımaktadır. Bu direniş devrimci halkların gücünün göstergesidir. Ama ne yazık ki seçim sonuçlarına itirazın açıklanmasından sonra devrimci güçler dengesi mevzi kaybetmektedir.
Eylül ayı bu git-geller sırasında elbette hükümet ve URO ikili iktidarı bastırmak için çeşitli girişimlerde bulundular. Yukarıda yazdığımız gibi eğer URO iktidardan giderse olay bitecektir. URO nasıl gidecektir? İki yol vardır. Bir tanesi kendinin istifa etmesi. Diğeri ise federal hükümetin URO iktidar olamıyor diye onu görevden almasıdır. Şimdi yukarıda anlattıklarımızdan kalkarak kim U- RO’nun Oaxaca eyaletinde iktidar olduğunu söyleyebilir? Ama buna rağmen federal hükümet URO’yu iktidarsız görmüyor, iktidardan indirmiyor.
Çünkü URO örgütlüdür. Eyalet valilerinin örgütlenmesi vardır. Bunlar federal hükümet ile kaynaşık durumdadırlar. İkincisi URO’nun seçim hilelerinin aynısını diğer eyalet valileri de yapmıştır. Birinin düşmesi arkasından diğerlerini alaşağı edebilir. Diğer e y a l e t l e r d e k i halklar cesaretl e n e b i l i r l e r .Halklar tetikte Oaxaca sonuçlarını bekliyor. O nedenle federal hükümet ya da Meclis URO’nun iktidarını sorgulamak konusunda bir adım bile atmadı.
Nabız yoklama APPO’yu bölme dönemi ya da görüşmeler başladı. Meclis aldığı karar ile sorunu federal hükümet İçişleri Bakanı’na devretti.
İçişleri Bakanı 16 Eylül tarihine kadar olayı ağırdan aldı. APPO yöneticilerini oyaladı durdu. İlk önce görüşmeyi reddetti. Muhatap olarak görmedi. Sonra görüşelim diye çağırdı ama onları kapıda günlerce bekletti. Sonra onların kabul etmeyeceğini bildiği öneriler getirdi.
19 Eylül tarihi APPO açısından önemli bir tarih oldu. Federal hükümet öğretmenlerin maaşlarını ve Oaxaca eyaletinin genel barem dilimini yükseltmeyi kabul etti. Öğretmenleri derhal derslere dönmeye, barikatları yıkmaya ve kenti normale döndür
meye davet etti. Bir “reform planından” söz etti. Buna göre eyalet ku- rumları reform edilecekti. Eğer bu talepler kabul edilmezse devlet “demir planını” uygulayacaktı.
Öğretmen maaşlarına zam ve barem yükseltilmesi APPO’yu ne yazık ki bölmeye yetti. URO’nun iktidar
dan alınmasının ön koşul olması kararı unutulur gibi oldu. Öğretmenler, APPO’ya kendilerine Haziran’dan beri destek veren örgütlere ihanet etmiş oluyorlardı. Öğretmenler yorulmuşlar, parasız kalmışlardı.
Ancak bu çok tartışmalı, çok kez oylanan toplantıdan iki önemli şey çıktı. Öğretmenler derslere döneceklerdi, ama federal hükümetin şartına rağmen barikatları kaldırmayacaklardı. Barikatlar ancak URO iktidardan gittiği taktirde kalkacaktı. Yani eyaletin “yönetilememe” durumu devam edecekti. Eğer belirli bir süre i
çinde URO hala iktidardan g itmezse yine dersleri boykot e tmeye başlayacaklardı. Tabii bir kez direnişin bölünm esinden
sonra bu taleplerin arkasında durma enerjisinin kalıp kalmayacağı soru işaretleri ile doluydu. Federal hükümetin de istediği buydu. Bir kez bölünme başlamışa benziyordu.
İkinci olarak son genel toplantıda başkente yürüme kararı alındı. Yürüyüşün amacı URO’nun görev-
Ö ğretm enler derslere döneceklerdi, ama federal hükümetin şartına rağmen barikatları kaldırmayacaklardı. Barikatlar ancak U R O iktidardan gittiği taktirde kalkacaktı. Yani
eyaletin "yönetilem em e" durumu devam edecekti.
45
q O İ KASIM-ARALIK 2006
den alınmasını federal hükümete duyurmaktı. Artık bunu duymayan olmasa gerekti, ama işte... Bize göre bu toplantıdan yürüyüş kararının çıkması bir çaresizliğin ilk işareti olarak algılanmalıdır. İlerici öğretmenler ve örgütler enerjilerini başka türlü boşaltamayacaklardı. Belki 550 km’lik yolda kendilerine yeni yandaşlar bulacaklardı. Belki hareket yeni bir güç kazanacaktı. Belki başkentte çadır kurarlarsa daha baskı yapmış olacaklardı. Amaç buydu.
Yürüyüş 2000 kişi ile başladı, zaman zaman 5000 kişiye yükseldi. Ne ayakkabı ne yollarda yenecek yemekler gibi lojistik bir hazırlık yapılmadı. Hepsi yol boyunca halledilmeye çalışıldı. Yol boyu halklar yürüyüşçülere destek verdiler. Bir de ülkenin çeşitli yerlerinden gelen tek tek destekler vardı.Ayrıca burada ekleyelim; yürüyüş ABD öğretmenlerinden de destek buldu. Onlarda maddi katkıda bulundular. 10 Ekim günü de yürüyüş bitti. Herhangi bir ses çıkmadı. Bu konuda ilerici basında bir laf yazılmadı. Nasıl yorumlanmalı? Büyük yürüyüş enerji toplamak için yapıldı, ancak anlaşıldığı kadarıyla tam da
tersi sonuç verdi. APPO enerjisi yollarda harcandı. Ama belki yürünen yollarda geçilen kasabalara kıvılcımlar serpilmiş olabilir.
Federal hükümet bu kez 19 E- kim’de önerilerini yeniledi. Bir de sanırız APPO yöneticilerine af sözü verdi. Her şey tek tek pazarlık ediliyor. Tarafların gücüne göre tavizler veriliyor, alınıyordu. URO’nun görevden alınması konusunda tek laf çıkmadı. Öte yandan eyalet valileri kendi toplantılarında URO’nun arkasında olduklarını duyurdular.
APPO’da görülen sallantı federal hükümeti daha da yüreklendirdi. Korku saçan “demir plan” daha bir ağza alınır oldu. Yani devlet güç kul
lanma kararı almıştı. Eğer önerileri kabul edilmezse saldıracaktı. 1 Ekim tarihinden başlayarak Oaxaca kenti federal asker ve polisler tarafından kuşatılmaya başlandı. Özel uçaklar indirildi. Helikopterler kenti havadan dolaşmaya başladı. Federal devlet yumruklarını gösterip korku salı
yordu. İkili iktidarı bölmeye çalışıyordu. Bu arada büyük yürüyüş devam ediyordu. Devlet saldırdı saldıracaktı. Baskılar arttı. APPO daha bir bölünmeye, saflar belirlenmeye zorlandı. 1994 yılında Zapatistalara yapılan saldırıdan sonraki en büyük saldırı geliyor diye korkular salındı ortalığa.
Ancak APPO içinde ilerici güçler de vardı. Bu saldırı ve tehditler karşısında ikili iktidarı daha da güçlenmeye zorladılar. Radikal kararlar önerdiler. Özdireniş komiteleri kurulsun dendi. Silahlanmalı dendi. İşçilerin grev yapmasının sağlanması önerildi. Genel grev, genel destek istendi. OMLO olayında olduğu gibi Ulusal Sendikalar Birliği UNT ve CNTE’nin dayanışma grevi yapması için bir şeyler yapılmalıydı. Fabrika delegeleri, mahalle örgütlenmeleri çağrılsın, onlara durum anlatılsın dendi. İşsizlerin desteği sağlanmalıydı. Kayıt dışı ekonomide çalışanlar yardım etmeliydiler. Devrimci İşçi Partisi kurulmalıydı. APPO tüm ülke çapında örgütlenmeliydi. Devletin “yeni reform”, “demir planlarına” karşı APPO taraftarları da planlar yapmalıydılar.
APPO kenti çevrelemeye başlayan devlet güçlerine karşı çareler aramaya başladı. Olayı tüm ülke gündemine oturtmaya çalıştı. OMLO taraftarları federal hükümetin kenti bombalaması durumunda canlı kalkan olacaklarını açıkladılar. Onun dışında bazı eyaletlerden destek gel
di. Zapatista ve Oaxaca ile aynı yoksullukta olan üçüncü eyalet G u e r r e r o APPG’yi yani Guerrero Halkları Halk Mecli-
si’ni kurduğunu açıkladı. Eyalet eğitim bakanının alınması, eğitim sisteminin yenilenmesi ve öğretmen okulu mezunlarıyla ilgili bazı taleplerde bulundu. Ayrıca bölgede bir tarım ve sosyal reform da istiyorlardı. Bir de APPO büyük yürüyüşüne destek verdiklerini açıkladılar.
Zapatista lideri Yardımcı Kumandan Marcos devlet başkanlığı seçimlerinde hiçbir partide iş olmadığını açıklamış ve "Ö teki
Kampanya" diye yeni bir seçim platformu oluşturmuştu. O nlar bu seçimlerde hiçbir burjuva partisine oy vermediler.
46
KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ
Zapatista lideri Yardımcı Kumandan Marcos devlet başkanlığı seçimlerinde hiçbir partide iş olmadığını açıklamış ve “Öteki Kampanya” diye yeni bir seçim platformu oluşturmuştu. Onlar bu seçimlerde hiçbir burjuva partisine oy vermediler. Marcos APPO’yu desteklediklerini açıkladı. Bu olaylar sırasında gittiği yerlerde onları da yanına aldı ve APPO’ların kurulması için propaganda yaptı. Federal hükümetin saldırması durumunda Oaxaca’ya destek sözü verdi. Sonuçta bu üç eyalet belediye, eyalet ve federal otoritelere karşı ortak bir cephe oluşturdular.
Yürüyüş sırasında devlet Oaxaca kenti ve eyaleti çevresindeki kuşatmasını geliştirdi. Tehditlerini daha yüksek dozdan yapmaya başladı. Zaten APPO yönetimi büyük yürüyüşte yer alıyordu. Halkı saldırıya hazırlamak için pek yetkili kalmamıştı. Gerektiği gibi yaklaşan tehlike için eylemlilik hazırlığı yapılamadı. Ülke çapında örgütlülüğe pek vakit ayrıla- madı. Var olan güçler de devlet ile sürekli pazarlıktaydılar.
Büyük yürüyüş bitti. Devlet baskıları arttı. Saldırı günü yaklaştı. Artık bahane aranıyordu. 1 Aralık günü yani yeni devlet başkanının ülkeyi devir alacağı gün yaklaşıyordu. Bu işin bitirilmesi gerekiyordu. 27 Ekim Cuma günü sivil giyimli polisler Oaxaca barikatlarında olanlara ateş açtılar. Amerikalı İndymedia gazetecilerinden Brat W ill’i ve 2 kişiyi vurdular. Fox’un artık saldırma gerekçesi vardı. 29 Ekim günü FPF güçlerine saldırı emri verildi.
SaldırıSaldırı gece değil gündüz başla
dı. Bazılarına göre bu Fox’un daha barışçıl bir saldırı, gerekirse pazarlığa yatkın olduğunun işaretiydi. Eğer 14 Haziran’da URO’nun yaptığı gibi gece baskını verilirse bu daha çok şiddet anlamına geliyordu. Olayların gelişmesine bakılırsa belki başka bir neden daha ileri sürülebilir.
Büyük yürüyüş ve kentin kuşatılması sürecinde APPO’nun neler
örgütlediği yakından izleniyordu. Ve federal hükümet aslında buradan pek bir sertlik çıkmayacağını, APPO’nun sertlik yanlısı olmadığını kestirmişti. O nedenle boşu boşuna olayları tırmandırmanın anlamı yoktu.
Devletin başka hesapları da olmuş olabilir. Federal yasalara göre eğer URO 1 Aralık öncesinde istifa ederse Oaxaca eyaletinde yeni seçimler yapılacaktı. Hiç şüphesiz bu seçimleri OMLO güçleri, yani PRD sosyal demokrat parti kazanacaktır. Yani şimdi federal hükümette ittifak yapan PRI ve PAN adayları kaybedeceklerdir. Eğer saldırı şiddetli olur ve bu karşı direnişi şiddetlendirirse herkesin gözünde URO’nun iktidarsızlığı daha belirgin hale gelecek ve onun arkasında bu tarihe kadar durmak güçleşecektir. Böylece daha yavaş bir saldırı ile davranmak, ortalığı çok kızıştırmamak daha uygun bir taktik olmalıdır. İktidar güçleri zaten şimdiye kadarki şiddetli saldırılarının yol açtığı muhalefeti görmüşlerdir. Seçimleri kaybetmeleri ve bilinen hilelere başvurmaları bunların sonucu değil midir? O nedenle zaten yorgun olan APPO’yu sert bir saldırı ile daha da güçlendirmenin anlamı yoktur. Sanırız bu gerekçelerle 29 Ekim saldırısı ne gece başlamıştır ne de büyük bir şiddet kullanılmıştır. 3 kişi ölmüştür. Bunlardan ikisi göz
yaşartıcı bomba, biri de dayak sonucudur. Yani FPF kurşunu ile ölü yoktur. Böylesi milyonları kucaklayan bir ikili iktidara saldırı bize göre daha çok sayıda ölü getirebilirdi. Bir katliam yaşanabilirdi.
Federal hükümetin elbette APPO yöneticilerini ve taraftarlarını tutuklamaması beklenemezdi. Son haberlerde 50’nin üstünde kişi tutuklandı ve 20’nin üstünde kayıp var. Yaralı sayısı konusunda bir bilgi yok.
APPO radyosu da saldırı süre- cince halkı sokaklara çağırdı. FPF güçlerinin önünde barikatlarda durmalarını istedi. Sürekli barışçıl davranmayı, FPF güçlerine çiçekler verilmesini öğütledi. Provokasyona gelmeyin dedi. Radyo ayrıca barikatlar arkasındaki halkın iletişimini sağladı. Hangi barikatta nelere ihtiyaç var, saldırı nasıl devam ediyor. Hepsini duyurdu. Tüm eyalette olanlar anında herkese duyuruluyordu. Direniş içinde büyük bir denetim ve bilgilendirme, birliktelik sağladı. Bu FPF güçleri açısından da önemliydi. Halkın her şeyden haberli olması onları daha yumuşak davranmaya zorlamış olsa gerektir. Sonuçta bu tür olaylarda bu türden iletişimlerin çok önemli olduğu kesin ortadadır. Hatta FPF güçleri en son APPO radyosuna saldırdılar. Önce elektriklerini kesti-
47
q O İ KASIM-ARALIK 2006
ler. Radyo yayınına jenatörlerle devam etmeyi sürdürdü. Ancak ondan sonra radyoyu aldılar.
Evet, bu anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi FPF yavaş yavaş tüm kenti almaya çalıştı. Direnişin merkezi haline gelen Oaxaca kent merkezi Zacalo barikatları temizlendi. Federal güçler kente hakim oldular. Ertesi gece APPO’cular tekrar bazı yerlerde barikatlarını inşa etmeye başladılar, ama sonra onlarda geri düştüler.
5 aydır direniş gösteren Oaxaca kentinin federal güçlerce alınışı aşağı yukarı böyle tamamlandı. Direniş gösterenler oldu. Molotof atanlar oldu. Taş atanlar oldu. Sapan kullananlar oldu. Ama bunlar sonucu değiştirici bir etki yaratmadı. Şimdi halk şöyle diyor: Fiziksel olarak yenildik, ama direniş morali ve cesaret olarak galibiz. Bu direniş sürecek.
APPO merkezi Zacalo’dan başka bir yere taşındı. Söylendiğine göre APPO burada kendisini toplamaya, zararlarını tespit etmeye ve de yeni bir hükümet kurmaya çalışmaktadır. Yazıyı kaleme aldığımız sıralarda bu konuyla ilgili bir haber yoktu. Olayların nasıl gelişeceği, APPO’nun bundan sonra neler yapacağı elbette halkın göstereceği dayanışma ile bağlantılıdır. Hem yerel hem de ulusal bazda.
Saldırıya karşı APPO’ya desteklerEn başta derslere dönmeye karar
veren Oaxaca öğretmenleri saldırı başlar başlamaz ders boykotuna devam kararı aldılar. Oaxaca bağımsız üniversitesi rektörü üniversite radyosundan yaptığı açıklamada aynı desteği sundu. URO’yu derhal istifaya çağırdılar. Üniversite kurulunu oluşturan 29 kişi de aynı doğrultuda bir bildiriye imza attı. Yani APPO içindeki ayrılık bu anlamda ortadan kalktı.
Eyalete bağlı Guelato bölgesinde APPO üyeleri radyo istasyonunu işgal ettiler ve APPO yanlısı yayına başladılar.
STNE’ye alternatif olan ilerici öğretmenler sendikası CNTE başkent dahil 6 kentte süresiz olarak dersleri boykot edeceklerini açıkladı, ancak olaylar sonrası bunun gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda bir haber gelmedi. Aynı şekilde başkentte büyük bir yürüyüş düzenlenecek dendi. 50 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş olduğu söylendi, ama bununla ilgili bir yazıya henüz biz rastlamadık. Yapılacak dendi yapılmadı mı? Yoksa gelen mi çok az oldu. Yoksa bununla ilgili haberler çevril- mediğinden mi biz öğrenemedik,
belli değil. Aynı şekilde seçim hileleri sırasında grev yapan 2 sendikanın da grev yapacağı söylendi, ondan da bir ses çıkmadı.
Fakat tahmin edileceği gibi Ulusal Yerli Haklar Kongresi sonuna kadar APPO’nun arkasında olduklarını açıkladı. Saldırının bir an önce bitmesini ve tutukluların serbest bırakılmasını, URO’nun istifasını talep ettiler.
Zapatistalar, yani EZLN baştan sonuna kadar APPO’yu desteklemeyi sürdürdüler. Yürüyüş sırasında da onlar vardı, saldırı sırasında da yan- larındaydılar. Saldırıyı en aktif destekleyen onlar oldu. EZLN yardımcı komutan Marcos imzalı bir bildiri yayınladı. 1 Kasım günü iktidar oldukları Chipas eyaletinin çevresindeki ana yolları trafiğe kapayacaklarını ilan ettiler.
1 Kasım M eksika’nın Ölüleri Anma günü olarak bilinen bayramıdır. Bu günde halk ölmüş yakınlarının kendilerini ziyarete geldiğine inanır. O nedenle mezarlıklara giderler. Büyük bir trafik yaşanır. Tatilden yararlanan diğerleri de sıcak havada sahillerin yolunu tutarlar. İşte bu gün EZLN taraftarları polis gelmesin diye daha önceden söylemedikleri yolları ellerinde “FPF Oaxaca’dan Defol!”, “URO İstifa” yazılı pankartlarla kestiler. Ancak bu kesiş 10-15 dakika sürdü. Sonra açtılar. Daha sonra yine kestiler. Böylece 6 kez yok kesildikten sonra polis ekipleri geldi ve Zapatistalar çalılıkların arasından kaçtılar. Bu tür eylemlerin EZLN’nin Öteki Kampanya çerçevesinde örgütlü üyeleri tarafından da yapıldığı söylendi. Ancak bildirgelerinde yalnız yolların değil, var olunan bölgelerdeki devlet dairelerinin ve alanlarının işgal edilmesi söyleniyordu. Bu konuda gene bir haber gelmedi.
Marcos ayrıca 20 Kasım için ülke çapında genel grev çağrısı yaptı. Bakalım bu grev gerçekleşebilecek mi? EZLN APPO’nun taleplerini yineledi. Polis hemen Oaxaca’dan çıksın. Tutuklular serbest bırakılsın. U-
48
KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ
Bazı sonuçlar
RO istifa etsin. Katiller yakalanıp cezalandırılsın.
Ayrıca 1 Kasım günü Meksika elçiliklerinin olduğu çeşitli kentlerde eylem lilikler yaşandı. New York’ta Oaxaca taraftarı göçmenler zincirlerle kendilerini konsolosluk bahçesine bağladılar. Polis bazılarını tutukladı. Bu tür eylemler birçok Amerikan kentine yayıldı. Fransa, İngiltere, İspanya, Venezüella gibi kentlerin Meksika Konsoloslukları önünde de aynı türden eylemler yaşandı.
Bunun dışında internette yeni bireysel siteler açıldı. Bir siteden Meksika konsolosluklarının bilgisayar haberleşmelerinin kesilmesi için çağrı yapıldı. Bazı sitelerden tek tek kişiler ya gördüklerini ya düşündüklerini yayınlamaya başladılar.
Bir açıklama da sosyal demokrat Demokratik Devrim Partisi’nden (PRD) geldi. Başkan Obrador FPF saldırısını, bunu gerçekleştiren PRI ve PAN ittifakını eleştirdi. URO’nun şiddetini kınadı ve onu istifaya çağırdı. Bildirisinin sonunda da Oaxaca halkının seçimlerde kendisini desteklediğini yazdı. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi partisinin milletvekilleri FPF saldırısını mecliste onaylamışlardı. Öte yandan Eyalet Valileri toplantısından dediğimiz gibi URO’ya destek çıkmıştı ve bu desteği verenler içinde PRD’li valilerde vardı. Bu anlamda Obrador ikili oynamayı sürdürdü ve özünde Oaxaca halkına laftan başka gerçek bir destek vermemiş oluyordu.
1. Halklar patlamaya hazır
Olayların kaynağı olan öğretmenler grevi özünde aşağı yukarı her yıl yapılan “geleneksel” bir grev gibidir. Eyalet valisinin saldırısı ile bu grevin tüm eyalet düzeyine sıçraması nasıl açıklanmalıdır? Bizce halkların öfke ve umutsuzluklarının ve de arayışlarının bir işareti olsa gerektir.
Burjuva partiler tüm dünyada moda olduğu şekliyle halkların oylarını alabilmek için ünlü film ya da ses sanatçılarını aday gösteriyorlar. Filipinlerde örneğin ünlü bir star devlet başkanı oluvermişti. Bizde de bunlar çok yaygın. Politikacılar halklar önünde kendilerini çok yıp
sizlik içinde öğretmenlerini bir umut olarak gördü ve ona sarılıverdi. Onun grevini kendine bir umut olarak gördü. Öğretmenlerimiz bize ışık tutan, bilgiyi öğreten, güvendiğimiz, en güzel duygularla andığımız, bağlandığımız, unutamadığımız, bilgili olduğunu düşündüğümüz, yol göstericilerimiz değil midir? Sıradan halklar öfkelerini boşaltmak için öğretmenlerini korumuş, onların davasını kendi davası yapmıştır. Halklar patlamaya hazırdır. Ancak gerçekten peşinden gidecekleri birilerini aramaktadırlar. Bir lider, yolu bildiğine inandıkları birilerini beklemektedirler. Eğer başarırsa eyaletin tek iktidarı olacak, sonra da olası ülke güçler dengesi değişikliğinde federal iktidarı ele geçirecektir. Oaxaca ikili iktidarı bizce bunu doğrulamaktadır.
Hep protesto, hep protesto bir şeyler başarmak olmuyor. Günlük yürüyüşler, otobüslerin yakılması, devlet dairelerinin işgali
ya da dilekçe vermek için başkente yürüyüş, hükümet ile pazarlık sıradan hakların karınlarını doyurma sorununu çözmüyor.
Açıkçası Oaxaca ve APPO kendi gücü, cesareti ve yeteneği ile ayakta durmaya çalışıyor. Bakalım olaylar nasıl gelişecek.
Biz şimdi bu ikili iktidar deneyinden bazı sonuçlar çıkarmaya çalışalım. Elbette değerlendirmelerimiz bu konuda çevrilen eserlerin anlatıları ile sınırlı kalacaktır.
rattılar. Sol örgütlenmeler çok karalandı. Sosyalist sistem çöktü. Ama halkların acıları daha da arttı. Halklar arayış içinde. Çetelerle ne kadar sorunlar çözülebilir.
Oaxaca eyaleti halkı da bu çare
2. APPO örgütlenm esi geliştirilmelidir
Haziran saldırısı sonrası APPO’nun kurulması öfkenin
boyutunun sadece öğretmenlerin durumlarıyla sınırlı olmadığını, eyalet boyutunda bir değişiklik gerektiğini ortaya koymaktadır. Ama olayların sonucu göstermiştir ki APPO Haziran ayından Ekim sonuna kadar yap-
49
q O İ KASIM-ARALIK 2006
tığı örgütlenmelerde bunu sağlayacak başarıyı gösterememiştir. Sloganı, eyaleti idare edilemez hale getirmektir. Bunu başarmıştır, ama kendi iktidarını kurmak ve var olduğu yerlerde tutunmanın yollarını bulamamıştır. Eyaletler arası desteği sağlayamamıştır.
Örgütlenme tüm sistem karşıtları ve hoşnutsuzlarını içine almıştır, ama yönetim durumunda olan öğretmenler sendikası özünde merkez gerici parti ile ittifak içindeki bir eğitim sendikasıdır. Sınırı düzen ile çizilmiştir. İçerideki diğer sol örgütler onu devrimcileştirmeda dışarıdan görüldüğü kadarıyla büyük bir başarı sağlayamamışlar, bu süre içinde iktidar olabilecek sloganları ve ku- rumları hayata geçirmekte başarısız kalmışlardır. Eyaletin çeşitli bölgelerinde APPO’lar yani halk meclisleri kurulmuştur ama bunların bölgelerinde ne kadar iktidar olabildikleri tartışmalıdır. Yani karışıklık yaratma dışında. Örneğin bu karışıklık sürecinde sıradan yoksul halklar da öğretmenler kadar gelirlerinden olmuşlardır. Turizm ile geçinen yığınla küçük esnaf barikatların varlığı sonucu gelmeyen turistlerin dövizlerinin ek
sikliğini hissetmişlerdir. Karışıklık yeni bir düzen kurdurmamıştır. Bu halkları kucaklayıcı başka önlemler alınmalıydı.
Hep protesto, hep protesto bir şeyler başarmak olmuyor. Günlük yürüyüşler, otobüslerin yakılması, devlet dairelerinin işgali ya da dilekçe vermek için başkente yürüyüş, hükümet ile pazarlık sıradan hakların bu sürede karınlarını doyurma sorununu çözmüyor. Zaten gerici iktidarın amacı da bu. Bezdirmek. Oyalamalara karşı atik ve hızlı davranmalı. Bu doğrultuda politikalar hayata geçirilmeli. Alternatif düzen bir an önce kurulmalı. Kent ekonomisi ele alınmalı.
APPO içinde çeşitli sol örgütlenmeler var. Bunlar bu aylar boyunca elbette politik eğitim yapmışlardır. Radyosundan televizyonuna iletişim araçları iyi kullanılmıştır. Dinin yeri konusu çok hararetli tartışmalar doğurmuş, halkların bilinçlenmesinde önemli bir işlev yerine getirmiş olmalıdır. Çok ilerici talepler ortaya konulmuştur. Toprak reformu, toprak ağalarının arazilerinin elinden alınıp yoksul köylülere dağıtılması, yerli
hakların otonomi hakları gibi köylüleri ilgilendiren talepler kadar çalışma koşullarının düzeltilmesi, ücretlere zam ve işyerlerinde işçi denetiminin artırılması gibi işçileri ilgilendiren talepler de dile getirilmiştir. Bunların hayata geçirilmesi konusunda bir şeyler yapılabilirdi. Bu alternatif bir ekonomi kurmanın ilk adımları olacaktı. Anlaşıldığı kadarıyla bunlar her zaman sol örgütlerin söylediği laflar seviyesinde kalmıştır. En azından bunların eyalet düzeyinde hayata geçirilmesi APPO’nun kendi iktidarını kurmada ilk adımları olarak yeni bir ivme, yeni bir örgütlenme bilinci halklarda yaratabilirdi. Bunlar olmadı.
3. işçiler yok
İşçi talepleri vardır, ama Oaxaca işçileri nerededir? Elektrik işçileri baskılara rağmen sonuna kadar APPO’nun iktidar olduğu yerlerin elektriğinin kesilmesine karşı durdular. Eyalet hükümeti böylece radyo ve TV yayınlarını engellemeyi denedi, ama başaramadı. 2 tane Coca Cola şoförü kamyonlarını barikatçılara vermişlerdir. Onlara katılmışlardır. Ama eyalet içinde başka iş yeri, başka fabrika yok mudur? Elbette vardır. Bunlardan gelen bir ses yoktur. Yani burjuvazinin ekonomik düzeni bu anlamda engellenememiştir.
İşçi sendikaları tüm Latin Amerika’da devlet güçleri denetiminde- dir. Federal seçimler sırasında işleri aksattılar, ama ciddi boyutta sokaklara çıkmadılar. Zapatistalar 29 Kasım’da böyle bir genel grev çağrısı yaptılar. Bunun örgütlenmesinde ilerici güçlerin ne kadar başarılı olacağını göreceğiz. Eğer çok geç olmazsa.
Sonuçta işçi kitleleri tüm gövdesi ile halk hareketlerine katılmıyor, sendikal örgüt olarak büyük bir destek vermiyor. İşçiler tek tek katılıyor olabilirler. Ya da Arjantin’de yaşadığımız gibi işsiz işçiler de yolları kapatmak gibi bir varlık ortaya koymadılar.
Durum böyle olunca burjuvala-
50
KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ
rın ekonomik düzenine bir darbe indirilemiyor. Oaxaca’da küçük esnaf zarar görüyor ve belki başta devrimci güçleri desteklese bile zaman uzadıkça destek vermeyi durduruyorlar, karşı saflara geçiyorlar.
4. Öğrenci gençlik var
Öğretmenlerin olduğu yerde öğrenci gençlerin de olması doğal gibi. Üniversite gençleri APPO içinde ve halk direnişinin bir parçasılar. Üniversite radyosu APPO’nun temel iletişim aracı olarak iş gördü. Öğrenci gençlik hareketin dövüş gücü, aydın gücü olarak yer aldı. Dövüşen bazı barikatlarda onlar vardı. Onlar FPF polisine karşı daha sert davrandılar.
Kentin FPF polisinin eline geçmesinden sonra şimdi polis üniversite radyosunu susturmaya yöneldi. Üniversiteler bir zamanlar biz de olduğu gibi otonomlar, yani güvenlik güçleri ancak rektörün davet etmesi ile üniversiteye girebiliyor. Güvenlik güçleri üniversitede silah olduğunu söyleyerek içeri girmek istediler, tüm üniversiteyi kuşattılar.
Öğrencilerin ellerinde ev yapımı roketler var. Hatta bunu FPF üstüne atmışlar. Molotofları ve sapanları var. Arada dışarıdan edindikleri odun parçaları ile ateş yakıyorlar. Sıradan halkı radyo ile yanlarına çağırıyorlar. Polisleri kendi yanlarına çekici konuşmalar yapıyorlar. Onların da kendileri gibi genç olduğu ve saflarına geçmelerini öneriyorlar.
FPF üniversitenin tün APPO ileri gelenlerinin barınağı haline geldiğini söyleyip dayattı. Buradan son gelen haberlerde büyük çatışmalar yaşandı. FPF püskürtüldü deniyor, şimdi geri çekildiler. Ertesi günü tekrar saldırabilirler. APPO burada zafer kazandığını ilan etti. Buradan daha da yayılacaklarını açıkladılar. Radyo yayını da devam ediyor. Belki de öğrenci gençlik tarihi görevini burada yerine getirmeyi başaracak.
5. Barışçıllık
Başından beri APPO barışçıl olduğunu, silah kullanmayacağını açıkladı. Eyalet ve federal hükümet de onu silahsızlandırmak için elinden geleni yaptı. Sürekli olarak onları radikal güçlerle işbirliği yapmak
la, içlerinde böyle silahlı gruplar barındırmakla suçladı. APPO sürekli olarak inkar etti. Yazımızın saldırı bölümünde de yazdığımız gibi FPF saldırıya geçtiğinde bile ona çiçeklerle gidilmesi önerildi. Provokasyona gelinmemesi salık verildi. Yani halklar karşılarında her türlü silahlanmış, korunaklı polis ve ordu güçlerine karşı silahsız bırakıldı. Elbette bu da federal güçlerin onları alaşağı etmesini kolaylaştırıcı bir işlev gördü. Yani halk kendisine karşı silahla gelenlere karşı savunmasız bırakıldı. Her ne kadar İsa gibi sağ yanağımıza şamar atılırsa sol yanağımızı dönmeyeceğiz dense bile sonuç böyle oldu.
APPO içinde silahlı olanlar ve silahlananlar vardı. FPF saldırısına
bunlar Oaxaca kentinin belirli yerlerinde molotof ile karşı durmaya çalıştılar. Üniversitede öğrenciler gene böyle silahlar kullanıyorlar. Ancak bu unsurlar APPO içinde bir azınlığı oluşturuyor. Yani halkın silahlanması gibi bir durum yoktur. Olay o se
viyeye sıçratıl- mamıştır.
Öte yandan halk polis gücünün kurulması olayı gerçekleştirilebilirdi. Bu güçler ikili ikti
darın olduğu yerlerde güvenliği baştan sona denetledikten sonra FPF güçlerinin karşısında halktan yana tavır alabilirlerdi. Bize göre APPO biraz fazla federal hükümetin barışçıl olma baskısı altında ezilmiştir. Belki de öğretmenlerin düzenden yana özelliği onu böyle olmaya zorlamış, korkmuştur. Devlet zoruna karşı halkın kendi zorunun karşı karşıya geleceği momentlere hazırlanmak gereklidir. Bu her momentte halkın eline silah vermek anlamına gelmese bile onu koruyacak bir zor gereklidir. Barışçıllık baskısına karşı halkı da eğitmek gerekmektedir.
1910’da yaşanan Meksika devri- minden dersler alınabilirdi. Panço Villa köylü isyanlarında silahlar kul-
Kentln FPF polisinin eline geçmesinden sonra şimdi polis üniversite radyosunu susturmaya yöneldi. Üniversiteler bir
zamanlar biz de olduğu gibi otonom lar, yani güvenlik güçleri ancak rektörün davet etmesi ile üniversiteye girebiliyor.
51
q O İ KASIM-ARALIK 2006
lanılmıştı. İktidarın zor gücüne karşı ikili iktidarların buna direnecek zor araçları olmalıdır diye düşünüyoruz.
6. Ortak davranma
Yıllardır sol bölündü tartışmaları var. Neden birlik olamıyoruz? Neden her sol örgüt olayları başka türlü yorumluyor ve genel düşmana karşı birlikte davranılamıyor? APPO olayı bizce buna karşı bir örnektir. Burada eyalet valisinin görevden alınmasına karşı tüm sol örgütler bir arada davranmışlardır. Ayrı görüşte olmasalar bile. Stalinistler, Troçkistler, sosyal demokratlar, komünistler bir arada bir deney yaşamışlardır. Bizce bu önemli bir olgudur. Demek ki birleştirici bir moment gelmektedir. Ya da halkların öfkesi onları birleştirmektedir. Bu elbette çıkar birliği ile bağlantılıdır. Bu çıkar işbirliği de şimdiki seviyede eyalet valisinin gitmesi
ile sınırlıdır. Belki kimisi daha ötesini istiyor. Belki kimisi de bazı öğretmenler gibi sırf maaşlarıyla ilgililer. Ama ortak bir noktada bu kadar süre durabildiler. Çeşitlilik eskiden harekete darbe anlamına geliyorken acaba gelecekte bir güç mü katacak? Ya da düşmanı parçalayıcı bir işlev mi görecek?
Peki, ortak nokta bulabilmek için orta yol bir talep kabul edilmeli midir? Orta yol bir taleple halkların dersler almasını sağlamak acaba doğru mudur? Radikallik mi? Bunlar belki de bir kez daha değerlendirilebilir. Çünkü sol da ortak davranma, birlikte iş çıkarmaya ihtiyaç vardır. Ama sonuç yenilgi olacaksa bile bile ladeste olmamalı elbette. Bunlar tek tek ikili iktidar deneylerinde yanıtlanacak büyük teorik sorunlar olsa gerektir.
7. Yeni bir alev
Oaxaca ikili iktidar deneyi çok zenginlikleri olan bir deney. Chi- pas’tan sonra Meksika’da yaşanan en büyük ikili iktidar deneyidir. Halk eylemliliği Chipas gibi yerli halklar seviyesinden daha geniş, içine diğer yoksul halkları da alan bir düzeye yükselmiştir. Chipas yıllardır duruyor. Federal hükümette onlarla yaşamayı öğrendi. Ancak Oaxaca şimdi ona eklenen bir ikinci ikili iktidar olursa bu başka bir anlam taşıyacaktır. O sırf yerli halkların ikili iktidarı. Bu %85’i yerli halkın iktidarı olacaktır. Ülkenin diğer bölgelerinde yanan ateşlerin aynı seviyeye sıçraması olasılığı büyüktür. İkiden sonra gerisi gelebilir. Onlarda eyalet düzeyinde iktidar denemesine kalkışabilirler. O anlamda ülke açısından çok önemlidir. Bundan sonra o küçük küçük ateşlerin daha da büyük ateşler haline gelmesi olasıdır.
Ayakta kaldığı süre hiç küçümsenecek bir zaman dilimi değildir ve bu açıdan çok geniş halk kesimlerine sesini duyurmuş, hatta uluslararası hale gelme başarısını göstermiştir. Bu anlamda çok önemlidir.
Elbette bu federal hükümetin yürüteceği politikalarla yakından ilgilidir. Yeni başa geçecek Felipe Calde- ron’un sağ politikalar izleyeceği ve yoksullaşmayı artıracağı düşünülürse bu ateşler daha da yükselecektir. Hem de OMLO söz verdiği gibi sokakta iktidar kurmayı başarırsa o zaman ortalık daha da bir karışabilir. Bu federal iktidar savaşının altından asıl sol güçler yeşerebilirler. OM- LO’nun şimdi Oaxaca halklarına gösterdiği yok sayılabilecek destekte halkları sosyal demokrasi konusunda daha uyanık tutacaktır.
Meksika’yı gerçekten zor günler bekliyor. Hele bunun ABD’nin burnunun dibinde olduğunu düşünürsek dünya açısından daha da büyük bir anlamı olduğunu söyleyebiliriz. Irak ve İran’da maceralar peşinde koşan ABD birden kendi topraklarının cayır cayır yanması ile ne yapacağını şaşırabilir.
3 Kasım 2006
52
N o b e l v e o r h a n p a m u kUmut Aydın
Orhan Pamuk; Nobel'i almasının sonrasında geçmişteki şaşaayı göremedi. Öyle ki kimi büyük kitapevleri, saldırı olur korkusuyla kitaplarını vitrine bile
çıkarmadılar. Bugün, girmekten hiç çekinmediği ölü ideolojiler kulvarında, en eski ideolojilerden biri olan faşizmin saldırısı altında. Tarihin ironisi bu olsa gerek.
Orhan Pamuk’un Nobel’i kazanmasının ardından başlayan tartışmalar hızını kaybetmiş gibi görünüyor. Ancak gerek ödül töreni esnasında gerekse de “devletin bekası”nın tartışıldığı momentlerde yeniden alevlenmesi kuvvetle muhtemeldir. Ama hemen söyleyelim; bu Orhan Pamuk ve Nobel tartışması değildir, başka bir şeydir.
Tartışmalara baktığımızda genel olarak iki kutuptan söz etmek mümkün. Birincisi; kendini milliyetçi, ulusalcı, vatansever vb. tanımlamalarla ifade eden, faşizan duygularla bezenmiş, resmi ideolojinin dışına çıkan herkesi öteki- leştiren, vatan hainliğiyle yaftalayanlar- dır. Hürriyet yazarlarından Emin Çöla- şan’ın deyimiyle kendileri gibi düşünmeyenler “tırnak içinde Türk”tür.
İkincisi; Avrupa Birliği taraftarı, geçmiş tabirle II. Cumhuriyetçi, liberal, “modern” Batı’nın “özgürlükçü” kavramıyla hareket eden, sınıfsal yaklaşımı reddeden, emperyalist tahakkümü akıl tutulması olarak basitleştirenlerdir. Bu kesim “milli irade”ye karşı çıkmakta ne kadar haklı ise, burjuva değerleri evrensel ilan edişi ve “Doğu’yu, Doğulu olmayı aydınca küçümseyişlerinde” o kadar yanlış bir noktadadır.
Aslında bu tablo salt Orhan Pamuk ve Nobel ödülü hikayesine özgü bir durum değil. Son yıllarda pek çok olay popüler medyada bu iki kanadın arasına sıkışmış bir görüntü arzediyor. Ve çoğu zaman gerçek boyutlarından, sonuçlarından kopartılarak “ülkeyi izole etmek” isteyenlerle “batıya teslim etmek” isteyenler arasında bir çatışma olduğu savlanıyor. Bu 301. madde mevzusunda da böyle yaşanıyor, başka konularda da.
Kimdir bu adamlar, ne yapıyorlar, sorusu bu yazının konusu değil elbette.
Aslında herkesin malumu; Orhan Pamuk’un bir yıl önce yabancı bir gazeteye verdiği “1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü, kimse bundan söz etmiyor” şeklindeki demeci Nobel’i kazanmasının sebebi olarak gösterildi. Hele ödülün açıklanma tarihi Fransa parlamentosundaki oylamayla çakışınca, “Batı’nın ülkeyi bölme” adımlarından birisi olarak değerlendirildi. Karşıt grup ise Pamuk’un eserleri 45 dile çevrilen dünya çapında bir yazar olduğunu, Nobel’i edebiyattaki başarısıyla kazandığını vurguladı ve muhalifliğinin de etkisi olduğunu söyledi.
Sıkışma olgusu tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Ne Nobel’in gerçek anlamı tartışıldı ne de Orhan Pamuk’un edebiyatçı kişiliği ve eserleri. Ortada kayıkçı dövüşünden başka bir şey yok. Burada taraf olmak abes kaçmakla beraber, “çılgın Türklerin” sözünün kesilmesi de bir zorunluluktur.
Nobel ve ödülüNobel ödülleri, İsveçli bir kimyager
ve mühendis olan, aynı zamanda dinamitin de mucidi sayılan Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine 20. yüzyılın başından bu yana dağıtılıyor. Ödüller Fizik, Kimya, Fizyoloji (Tıp), Edebiyat, Barış ve Ekonomi olmak üzere altı dalda veriliyor. Ödül sonuçları ilk günden bu yana tartışma konusu. Açıkçası pozitif bilimleri bir kenara bırakırsak Edebiyat, Barış ve 1969’dan bu yana dağıtılan Ekonomi alanında tartışma genellikle her yıl tekrarlanıyor.
Özellikle barış ödülü buram buram ideoloji kokuyor. Birkaç örnek verelim. 1983’te ödül Polonya Dayanışma Sen- dikası’nın Başkanı Lech Walesa’ya verildi. Walesa aynı dönemde sosyalist sisteme muhalefetiyle öne çıkıyordu. 1973’te ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’a gitti. Kissinger, ödülü kazandığı günlerde Şili’de Allende’ye karşı düzenlenen, 30 binden fazla insanın hayatına mal olan kanlı Pinochet darbesini örgütlemekle meşguldü. Ödül, 1994’te de Filistin’de İsrail-Amerikan barışına imza atan Şimon Peres, İzak Rabin ve Yaser Arafat’a verildi. Bu alanda örnekleri artırmak mümkün.
Gelelim edebiyat ödülüne. Şunu açıkça söylemek gerekir ki; bu alanda ödül kazananların ciddi bir kısmı aydın kimliğini taşıyabilen, saygın ve ürünleriyle tarihe damgasını vuran isimler. Öte yandan kimi örnekler insanı çıldırt- maya aday görünüyor. 1953’te ödül Winston Churchill’e verilmiş. İngiltere Başbakanı’nın edebiyatla nasıl bir ilgisi olduğu henüz net değil. Ya da Aleksandr Soljenitsin’e verilen ödülün, kaçtığı Sovyetlere karşı açtığı savaşla ilgisi nedir, bilmek isteriz. Muhtemelen benzer bir umutla 1958’de, Sovyetleri eleştiren “Dr. Jivago”nun yazarı Boris Paster- nak’a verildi. Ancak Pasternak ödülü reddetmişti. Bu konudaki açıklaması son derece anlamlıdır: “Romanımın çevresinde gelişen siyasi kampanyanın kazandığı boyutları görünce ve Nobel ödülünün bana verilmesinin, çok çirkin sonuçlara varan siyasi amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorlamasıyla değil, kendi irademle ödülü reddettiğimi bildiririm.”
53
C j O İ KASIM-ARALIK 2006
Pasternak tek örnek değildir. Reddedenlerden biri de Fransız düşünür ve yazar Sartre’dır. II. Dünya Savaşı’nda esir kampına düşen, buradan kaçarak Nazilere karşı yürütülen direnişin bir parçası olan, sonrasında kendi devletine de karşı çıkan ve özellikle Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü savaşta cesur tavrıyla öne çıkan Sartre, 1964’te kendisine verilen ödülü reddetmişti. Açıklaması çok nettir: “Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’Honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız Akademisi’ne de girmedim. Yazar, kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye olsa dahi. Bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim halde sosyalist oldum. Sempatim ondan dolayıdır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem.”
beck’ten Pablo Neruda’ya kadar pek çok büyük isim ödülü almakta beis görmemiştir. Bu durum onların -her anlamda- kimliklerine de halel getirmemiştir. Burada söylenmesi gereken No- bel’in hem kurumsal olarak hem de açıkladığı isimler üzerinden bir tartışma odağı olduğudur. Bu dün böyleydi, bugün böyledir, yarın da durum değişmeyecektir.
Keza kimi örnekleri bir kenara bırakırsak, edebiyat ödülü genelde “muhalif’ tavırlar içinde bulunan yazarlara gidiyor. Bu durumda, söz konusu Orhan Pamuk olduğunda iki şeyin tartışılması gerekiyordu. Birincisi; muhalif kimliğini ele almaktı elbette. Bu noktada aydın olmanın gerekleri, Pamuk’un duruşu, tutarlılığı ya da tutarsızlığı değerlendirilebilirdi. Keza sanat-politika ilişkisi, metnin ideolojisi ile yazarın ideolojisinin ilişkisi ve bunların üzerinde siyasetin daralttığı/açtığı alan anlamlı bir tartışma olurdu.
Sartre’a göre Nobel, burjuva bir kurumdu ve ona ters geliyordu.
Orhan Pamuk ve roman
İkincisi ve aslolan ise; “Cevdet Bey ve Oğulları” ile başlayan “Kara Ki- tap”la devam ederek “Yeni Hayat” ve “Benim Adım Kırmızı” ile “Kar”a ka
Sartre’ın tavrı herkes tarafından sahiplenilen bir tavır değildir. John Stein-
dar gelen sanatsal duruşudur. Orhan Pa- muk’un bugüne kadar ürettiklerini buyazı kapsamında ele almak mümkün değil. Ancak birkaç noktaya değinebiliriz.
Pamuk, kendi ailesinin hayatından yola çıkarak oluşturduğu “Cevdet Bey ve Oğulları” ile 80’lerin başında edebiyat dünyasına adım attı. Kanımca en iyi kitaplarından biriydi, hatta en iyi romanıydı. Bunun ardından, üzerine intihal gölgesi düşen “Beyaz Kale” ve “Kara Kitap” geldi. “Kara Kitap”ın yayınlandığı 1989 yılı Pamuk açısından bir dönemin sonudur. Daha sonra yayınlanacak olan “Yeni Hayat” herkes açısından yeni bir dönemi açacaktır.
1980’lerin başında Oğuz A- tay yüceltilmeye çalışılmış (ki
fazlasıyla hak ediyordu, ancak sermaye çarklarında öğütülmeyi değil), ardından Adalet Ağaoğlu aynı pozisyona sürüklenmişti. “Yeni Hayat”, Orhan Pamuk’u popülerleştirdiği kadar bizzat Pamuk’un da dahil olduğu çabalarla ticari
leştirdi. O tarihten bu yana bir romandan, sanat eserinden öte ticari bir meta- dan söz ediyoruz artık. Futbolcu transferlerini andırır şekilde İletişim Yayın- ları’na geçmesinin ardından neon ışıklarıyla ismi aydınlatılan, kitapçı vitrinlerini kapatan, süpermarket raflarında diğer mallarla birlikte satışa sunulan bir nesneden söz ediyoruz. Daha da ötesi Orhan Pamuk okumak, popüler bir faaliyete dönüşmüştü, kitapları ise bir imaj nesnesine. Aslında Pamuk’un eserlerinin reklama ve pazarlama stratejilerine bu kadar çok bulanması, onun açısından yarardan çok zarardan getirdi. Nobel’i almasının sonrasında aynı şaşaayı göremedi. Çünkü reklam kampanyası tersinden işliyordu artık. Öyle ki kimi büyük kitapevleri, saldırı olur korkusuyla kitaplarını vitrine bile çıkarmadılar.
Orhan Pamuk, yakaladığı ünü hak etmiş miydi? Şüphesiz ki evet. Ancak “sabretmek”, duyumsanmayı beklemek yerine “piyasanın kurallarıyla” oynamayı tercih etti. Aslında özellikle “Yeni Hayat’ ta baskın bir şekilde var olan ideoloji, bu zemine fazlasıyla uyumluydu. Sözünü ettiğim salt postmodern tarz değil. Postmodernizm sonraki eserlerinde de izlediği yollardan birisi oldu. Ancak ondan öteye “Yeni Hayat”a içkinleşmiş olan bireycilik, manevi tatminsizlikle birleşen kimliksizlik, geçmişin ve geleceğin reddi Eylül sonrası atmosferine cuk oturmuştu doğrusu. Ne de olsa ideolojiler ölmüş ve tarihin sonu gelmişti; Pamuk da açıkça ilan ediyordu, aslolan anı yaşamaktır, gerisi boştur.
Pamuk, kendisine “starlık” yolunu açan bu izleği, “Benim Adım Kırmı- zı”da hiçliği öne çıkartacak kadar derinleştirdi. Aynı eserinde oryantalist bakışına da fazlasıyla tanık olduk. Pamuk, ayaklarını Batı’ya basarak Doğu’yu yo- rumluyordu. Bugün, girmekten hiç çekinmediği ölü ideolojiler kulvarında, en eski ideolojilerden biri olan faşizmin saldırısı altında. Tarihin ironisi bu olsa gerek.
Sonuçta bu kadar gürültüye, bu derecede bir hengameye gerek yoktu. Ama dedik ya, bu Nobel ve Orhan Pamuk tartışmasından başka bir şeydir.
5 Kasım 2006
54
‘Eve Dönüş’ sıradan vatandaşın evine uğrayan 12 Eylül’ü anlatıyor
‘E v KİRALARI ARTAR M I?’Umut Aydın
Ömer Uğur'un yazıp yönettiği "Eve Dönüş" bir 12 Eylül filmi. Ve konuya bütünüyle "sıradan" vatandaşın cephesinden yaklaşıyor. Yönetmen Ömer Uğur'un deyişiyle "anayasaya %92'yle 'evet' diyenlerin" darbeyle olan ilişkisini ele alıyor.
Bir zamanlar ya uygun giriş bulamadığımızdan ya da kolaycılıkla eşdeğer bir alışkanlık gereği yazılara, bildirilere “ 12 Eylül’den sonra... ” diye başlardık. Belki de en sonda söyleyeceğimizi en başta dile getirirdik. 12 Ey- lül’ün bedelini ödeyen devrimci geleneğin takipçileri için bu tarih sıradan bir takvim yaprağı değildi. Ama bu iki kelimenin “kitle”de aynı etkiyi yarattığına da tanık olmadık.
Üzerinden zaman geçti. Bugün gelinen nokta ise çok başka. Dört yıllık fakülte mezunu bir insan, 2006’da ilk kez 1 Mayıs’a gittiğinde kürsüden yapılan konuşmaları dinlerken “ 12 Eylül’de ne olmuştu?” diye sorabiliyor. Bu durum o kişinin cehaletini değil, 12 Eylül’ün “başarısını” gösterir. Yarattığı tahribatı, siyasal-sosyal-kültürel alandaki etkilerini.
Şüphesiz ki 12 Eylül salt bir etki olarak yaşamıyor bugün. Çok daha ötesinde kurumsallaşmış olarak, seçici ve gündelik bir hal almış zoruyla, anayasasıyla var olmaya devam ediyor. Kimileri için ödenen bedeller gereği daha dün gibi görünebilirken, kimileri için zamandaki bir noktadan ibaret.
Geçen zaman içinde 12 Eylül’e dair şiirler yazıldı, romanlar yayınlandı, filmler çekildi. Bu yapıtların ortaklaştığı nokta 12 Eylül’e soldan bakmasıy- dı. Bunu ne kadar başarabildikleri ayrı bir tartışma konusudur, ancak mücadelenin içinde olan insanlar üzerinden yaklaşıyordu. Bu elbette yanlış değildi.
Bunun dışına çıkan bir örnek olarak geçtiğimiz yıl vizyona giren Çağan Irmak’ın yönetmenliğini yaptığı “Babam ve Oğlum”u sayabiliriz belki. Ama hem kahramanının kimliği hem de
filmin ana izleği nedeniyle “Babam ve Oğlum”u bir 12 Eylül filmi olarak görmek de çok mümkün değil.
Kasım ayının başlarında gösterime
55
q O İ KASIM-ARALIK 2006
giren Ömer Uğur’un yazıp yönettiği “Eve Dönüş” ise bir 12 Eylül filmi. Ve konuya bütünüyle “sıradan” vatandaşın cephesinden yaklaşıyor. Yönetmen Ömer Uğur’un deyişiyle “anayasaya %92’yle ‘evet’ diyenlerin” darbeyle olan ilişkisini ele alıyor.
Gülhane Parkı yerine işkence tezgahına
Hikayenin merkezinde Mehmet Ali Alabora’nın canlandırdığı Mustafa karakteri var. Yakışıklılığıyla çevresinde prim yapan, sendikayı bile alaycılıkla karşılayan Mustafa, aynı fabrikada çalışan karısı Esma (Sibel Kekilli) ve küçük kızıyla birlikte kıt kanaat bir yaşamı paylaşıyor. Yeni aldıkları televizyonun taksitini ödeyebilmek için fazla mesaiye kalan ve vardiya farklılığından dolayı birbirlerinin yüzünü bile göremeyen bir çift Mustafa ile Esma. Ufuklarının genişliği “taksit bitince belki çamaşır makinesi” alabiliriz demekten ibaret.
Ortak bir gün yakaladıklarında Gülhane’de piknik yapmayı planlarlar, ne var ki Mustafa ekmek almak için dışarı çıktığında darbe olduğunu öğrenir. Aslında onlar için bir sorun yoktur. Mustafa ve esma “devletlerine bağlı”, tüm muhalefetleri ev sahibiyle giriştik
leri mücadeleyle sınırlı olan sıradan işçilerdir. Esma, darbeyi duyduğunda “ev kiraları artar mı?” diye soracaktır. Ne var ki 12 Eylül “lümpen proletaryanın” kapısını da çalar. Ev sahibinin ihbarıyla Mustafa, illegal bir örgütün Ör- nektepe sorumlusu Şehmuz olarak gözaltına alınır ve 22 günlük işkenceli sorgu süreci başlar. Bu arada Esma’da işten ve evden atılır.
Faşizm, insana düşmandır
Mustafa, gerçek Şehmuz’un “ölü olarak ele geçirilmesiyle” serbest kalacaktır, ama bu süre içinde de başka bir adama dönüşecektir. “Eve Dönüş” üzerine sinematografik açıdan çeşitli eleştiriler getirilebilir. Ama şurası bir gerçek ki “Eve Dönüş” 12 Eylül üzerine yapılmış en cesur ve en “sert” film. Diyarbakır Zindanı’nda yaşananları düşündüğümüzde belki yeterli gelmeyebilir, ancak işkencenin bu kadar net olarak aktarıldığına, işkenceci profilinin bu kadar iyi çizildiğine tanık olmamıştık. Ömer Uğur, ayrıntıları da doğru yakalayarak başarılı bir dönem filmine imza atarken, bilmeyenlere de 12 Eylül’ün ne olduğunu anlatmayı başarıyor.
Yeri gelmişken; bu film için “12
Eylül’le yüzleşme” filmi diyenler oldu. Yüzleşme, daha doğru bir ifadeyle hesaplaşma aktörleri tarafından gerçeklenebilecek bir durumdur. Bu filmin hedefi 12 Eylül’ü yaşayanlardan çok, daha sonraki kuşaktır. Hiç bilmeyenlere, bedeli sadece devrimcilerin ödediğini sananlara bir sesleniştir. Ne günah çıkartıyor ne de safra atıyor. Faşizmin, “insana” düşman olduğunu anlatıyor. “Eve Dönüş” kapıyı aralıyor, herkes için...
Açıkhava hapishanesi atmosferini başarıyla çizen “Eve Dönüş”, 43. Antalya Altın Portakal Film Yarışma- sı’ndan En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülleriyle ayrılmıştı. Ödül tartışmalarına girecek değiliz. Ancak sinema hayatına Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmiyle başlayan Civan Canova, işkenceyi sıradan bir memur refleksine indirgeyen, meşrulaştıran polis şefi rolünde çok iyi bir iş çıkarmış. Keza işkencede öldürülen hoca rolündeki Altan Erkekli’yi ve yurt müdürü havalarındaki emekli Kore gazisini oynayan Savaş Dinçel’i de özellikle anmak gerekiyor.
Sonuç olarak; “Eve Dönüş”, 12 Eylül’le olan hesabın kapanmadığının filmidir. 5 Kasım 2006
56
Televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından, para sahiplerinin oyuncaklarından yaygınlaştırılan "resmi görüşe", ulusal çıkar diye sunulan "sınıfsal çıkara"? "tek sesliliğe", "bireyciliğe", "toplumsal çürümeye” inat emekçilerin, yoksulların, her alanda ezilenlerin, yok sayılanların, halkların kardeşliğinin sesi...
Hep bir ağızdan, hep beraber aynı türküyü söyler gibi haykırmanın sesi...
Dayanışma AYLIK HALK GAZETESİ
Meksika’nın Oaxaca eyaletinde ikili iktidar yaşanıyor. ..Manuela Beltran'dı bu kadın (yıktığında zalimin yasalarını ve bağırdığında: 'Zorbalara ölüm!' diye.) sanki yeni mısır tohumları serpti toprağımızın,üstüne.Nueva Granada'da oldu bu, El Socorro kentinde. Komüncüler sarstığında Genel Valiliği uyarıcı bir güneş tutulmasıyla.Birleştiler tekellere karşı, kokuşan ayrıcalığa karşı, ve havaya kaldırdılar yasal haklar hakkındaki bir el kitabını.Birleştiler taş ve silahla, milis ve kadınlar, halk, düzen ve öfke yollara düştü Bogota'ya ve varsıl ailelere karşı.
ilk ağır mısır tohumusunuz sizler serpiştirildiniz topraklara,Bizimlesiniz kör heykeller gibi, ve düşman gecedeolgunlaştırırsınız başakların başkaldırısını.
Pablo Neruda