60
VAROŞTA ÖRGÜTLENMEK: SORUNLAR, İMKANLAR Varoşlar: Çürümenin umuda dönüştürülmesi gereken alanlar Varoşlarda iktidar ve şiddet Varoş örgütçüleriyle söyleşi Eşkiya dünyaya hükümdar olur mu? Hayatın neresindeyiz? Evde çalışanların örgütü olabilmek Onlar orada devrim yapıyor Bölge Denkleminde Türkiye Bu Bütçede Halk Yok? Devrimci Hareketin Güç Kaynaklan - 1 Nobel ve Orhan Pamuk

Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

VAROŞTA ÖRGÜTLENMEK: SORUNLAR, İMKANLAR

✓ Varoşlar: Çürümenin umuda

dönüştürülmesi gereken alanlar✓ Varoşlarda iktidar ve şiddet

✓ Varoş örgütçüleriyle söyleşi✓ Eşkiya dünyaya hükümdar olur mu?✓ Hayatın neresindeyiz?✓ Evde çalışanların örgütü olabilmek

✓ Onlar orada devrim yapıyor

Bölge Denkleminde Türkiye

Bu Bütçede Halk Yok?

Devrimci Hareketin Güç Kaynaklan - 1

Nobel ve Orhan Pamuk

Page 2: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

Bölge Denkleminde Türkiye / s. 2

Bu Bütçede Halk Yok! Umut flçjdın / s .6

Varoşlar: Çürümenin Umuda Dönüştürülmesi Gereken Alanlar

Mehmet Vılmozer / s .9

Varoşlarda İktidar ve Şiddet Salih incesoy / s .12

Varoş Örgütçüleriyle Söyleşi ‘Adaleti Sağlayacak Olan Halkın Kendisidir’ / s. 16

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olur mu?(Emin S. Güzel / s .19

Hayatın Neresindeyiz? Bahar (Ekinci / s .25

Evde Çalışanların Örgütü Olabilmek€zgi Kara / s .29

Onlar Orada Devrim Yapyor . Zeynep Koru / s .31

Oaxaca’da İkili İktidar Deneyi Ayşe Tonsever / s .37

'(Eve Dönüş' sıradan vatandaşın evine uğrayan 12 (Eylül'ü anlatıyor...‘Ev Kiraları Artar mı?’Umut Aydın / s .55 X

Page 3: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

M erhaba;Yol’un bu sayısı hazırlanırken yoğun yağışlara ve ardından gelen sellere

tanık olduk. İnsanlığın geldiği aşama düşünüldüğünde tuhaf görünse de on­larca insanımızı kaybettik. Kaybettiklerimiz her zaman olduğu yine yoksul­lar ve Kürt halkı oldu. Aslında bu durum bile tek başına ülkedeki adaletsiz­liği, gelir ve değerlerin eşitsiz bölüşümünü kanıtlamaya yeterlidir.

Kasım ayı, aynı zamanda 2007 bütçesinin de meclise sunulduğu aydı. Or­tada bunca eşitsizlik, bunca adaletsizlik varken hükümetin bütçe taslağı bu durumu daha da derinleştirecek bir yapı arz ediyor. 2007 bütçesi de tıpkı da­ha önceki yıllarda olduğu gibi aslolarak faiz ödemelerine, silah harcamalarına ve ranta gidiyor. Bütçe, yoksuldan zengine kaynak ve servet transferi yapan, yoksulluğu daha da derinleştiren bir yapıya sahiptir. Hükümetin hazırladığı bütçede halk yoktur ve bu coğrafyanın emekçileri bu durumu onaylamıyorlar. 2007 bütçesi mecliste onaylanıp, yoksulların yarattığı değerler sermaye grup­ları arasında pay edilirken elbet yoksulların da söyleyecek bir sözü olacaktır.

Yoksulluğun derinlemesine yaşandığı alanların başında büyük kentlerin kenar mahalleleri, varoşlar geliyor. İstanbul’un nüfusu son 15 yılda neredey­se ikiye katlanmış ve devasa bir köye dönüşmüştür. Büyük kentlerde ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Bir yanda güvenlikli sitelerde, tel örgülerin arkasında azınlık konumundaki sefa sürenler; diğer yanda bulabilirse geçici işlerde ça­lışan, çoğu zaman ekmek parasını bile bir araya getiremeyen, açlık sınırında var olmaya çalışan geniş bir yoksullar kitlesi...

Varoşlar, devrimci hareket açısından çeşitli olanaklar taşımakla beraber aynı zamanda kimi olumsuzlukları da beraberinde taşıyor. Yol’un bu sayısın­da, varoşların konumunu, taşıdığı olanakları/sorunları, devrimci mücadele­ye etkisi açısından pek çok yönüyle ele almaya çalıştık.

Olanaklardan söz etmişken; Mehmet Yılmazer’in devrimci hareketin dün ve bugün güç aldığı kaynakları değerlendirdiği yazısını da sayfalarımız­da bulabilirsiniz.

Dünya sayfalarımızda ise Meksika’nın Oaxaca eyaletinde yaşananlar yer alıyor. Oaxaca’da Mayıs ayında öğretmenler greviyle başlayan daha sonrasın­da halk meclisinin yönlendiriciliğinde devam eden süreç geniş bir şekilde e­le alınıyor. Oaxaca bir ikili iktidar deneyimi olarak tartışılmayı, tekrar tekrar gözden geçirilmeyi hak ediyor.

Yol’un bu sayısının diğer renkleri ise kültür yazıları. 12 Eylül’ün sıradan vatandaşa temas eden yönlerini, “1982 Anayasası’na %92 ile evet diyenlerin” darbeyle olan ilişkisini ele alan “Eve Dönüş” filmi vizyona girdi. Filme dair bir yazının yanı sıra geçtiğimiz günlerde Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Or­han Pamuk ve Nobel üzerine bir yazı yer alıyor. Kültür sayfalarımız bundan sonraki sayılarımızda da canlılığını korumaya devam edecek.

Yeni bir yılda, yeni bir Yol’da buluşmak dileğiyle...

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 E-posta: [email protected]

Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Page 4: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

B ö l g e d e n k l e m i n d e

TÜRKİYE

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler şeklinde İlerleyecek bir yıllık seçime gidiş süreci gerilimi yüksek bir dönem olacaktır. DYP'nin çıkışından anlaşıldığı ka­darıyla, politik ortamı sadece derin devletin gerilimleri değil, aynı zamanda ABD ve AB'den rüzgar alan politikalar da belirleyecektir. Türkiye egemenlerinin ciddi

bir gerilim yaşamadığı, neredeyse "tek ses tek yürek" oldukları temel konu yeniliberal politikaların uygulanmasıdır.

2007 yılında Türkiye iç ve dış dengelerin yeniden şekilleneceği zorlu ve kritik bir süreçten geçecek görünüyor. Irak işgalinden beri “kapı komşumuz” olan ABD’nin bölge po­litikaları ve bu politikalar çerçeve­sinde Türkiye’ye biçmek istediği rol, iç politik mücadelelerin nasıl yaşa­nacağı üzerinde de etki gücüne sa­hip. Bu nedenle öncelikle bölgede yaşanan gelişmelerin geldiği aşama­ya bir göz atmakta fayda var.

Irak işgalinin ardından Suriye ve İran’ı da tasfiye ederek bölgede biri­cik güç olmayı ve bunun üzerinden dünya çapındaki paylaşım savaşları mevzisinden önemli bir tanesini e­linde tutmayı hedefleyen ABD, şim­diye kadar attığı adımlarda ciddi bir moral kaybına uğramış durumda. I­rak onun için bir bataklığa dönüştü ve Irak’ı üç parçaya bölerek yönet­mek gibi ‘yeni’ tartışmalar günde­minde olsa da bundan sonrası için “başarı” beklediği bir projeye sahip görünmüyor. Hariri suikastıyla Suri­ye’ye geri adım attırmış olsa da, Fi­listin’de Hamas’ın, Lübnan’da Hiz- bullah’ın başarıları, İsrail’in Lüb­nan’a karşı çıktığı ‘sefer’den başa­rıyla dönememiş olması türünden gelişmeler ABD’nin bölge politika­sında patinaj yaptığının göstergeleri. Son yapılan temsilciler meclisi ve senato seçimlerinde çoğunluğu De­mokrat Parti’ye kaptıran Bush da ka­bul etmek zorunda kaldı bölge poli­tikalarındaki başarısızlığı. Seçim so­

nuçları bölge politikalarında yeni taktik arayışlara hız verecektir.

Bugün, ABD’nin hedeflerine na­sıl varacağı konusundaki belirsizlik daha görünür bir hal almıştır. İran ve Suriye’nin hangi yolla tasfiye edile­ceği kesinleşememiştir. Kesin olan tek şey ABD’nin bu hedeflerinden vazgeçip geri çekilme şansının ol­madığıdır. Çünkü böylesi bir vazge­çiş dünya egemeni pozisyonu iddia- sından/hedefinden de vazgeçiş ola­caktır. Ondan sonraki yuvarlanışın çorap söküğü gibi geleceği dünya ta­rihsel sürecinde yeterince kanıtlan­mıştır. ABD, bölge politikalarında “boyunun ölçüsünü” aldığından, ö­nümüzdeki dönem için ittifak arayış­larını da güçlendirmektedir. Bölge i­çin ABD’nin kimi politikalarını tır­tıklayarak var olma politikasından ö­teye bir ufka sahip olmayan AB, ABD için yeterince “iyi” bir mütte­fik olma özelliğine sahip değildir. I- rak’taki Barzani-Talabani önderli­ğindeki Kürt bölgesi dışında ayağını basacağı sağlam topraklara sahip ol­mayan, Radikal İslamcı ve Şii örgüt­lerin direnişleriyle kuşatılmış ABD için bölgede İsrail dışında da mütte­fiklerin oluşturulması kaçınılmaz bir ihtiyaç. Bu nedenle bölgedeki Türki­ye, Mısır, Suudi Arabistan gibi “ı­lımlı” devletlerin ABD’nin bölge po­litikalarına örgütlenmesi önem kaza­nıyor. Bu politikaların ilk adımını İ­ran’ı diplomatik olarak kuşatmak ve tecrit etmek oluşturuyor. Bu süreç iş­

letilmektedir. İkinci olası adımında ise askeri müdahale yer alıyor. Bu­nun ne şekilde yürütüleceği kesin­leşmemiştir. ABD, her olasılığa ha­zırlanmaya çalışmaktadır. Türkiye de bu olası adımlar için daha etkin bir role sahip olma konusunda “ikna edilmeye” çalışılıyor. Yapılan pazar­lıkların ipuçlarını siyasi ortamdaki gelişmelerden sezmek mümkün. Türkiye’nin Lübnan’a asker yolla­ması, ABD’nin PKK konusunda da­ha aktif davranma sözü vermesi ilk göze batanlar.

ABD, Türkiye ve Kürtler

ABD, “PKK konusunda daha ak­tif davranma” sözü vererek pazarlık­lardaki konumunu güçlendirmek is­tiyor. Ancak bu konuda atmayı dü­şündüğü adımların Türk Devleti’ni tatmin etme olasılığı tartışmalı görü­nüyor. ABD ile Türk Devleti arasın­da “PKK’nin tasfiyesi” konusunda yöntem uyuşmazlığı bulunmaktadır. Örneğin, ABD’nin ilk etapta “siyasal af” konusunu gündeme getirmesi Ankara için sıkıntılı bir başlangıç ol­muştur. Ordu siyasi affa karşıdır. A­teşkesin ilan edildiği gün Diyarba­k ır’da patlayan bomba bunu gösteri­yor. A f konusunu ağzına alan kişinin ordunun en yetkili ağızları tarafın­dan azarlanması bunu gösteriyor. Ordu açısından, iç politikaya müda­hale etme araçlarından biri olan “Kürt Sorunu”nun kendi belirlediği

2

Page 5: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

Tft. ozeminde gündemleşmesi, seçimlere giderken Siyasal İslam’a karşı yeni bir politik merkez yaratma mücade­lesi dolayısıyla daha da önemli hale geliyor. Özellikle bu nedenle ordu­nun “ateşkes”i dikkate alan bir tavır göstermesi beklenemez. AKP ise ABD projesine daha yumuşak baksa da, yine seçim süreci yüzünden pek fazla manevra alanı olmayacaktır. O­nu yıpratmaya dönük gerilimlerin, laiklik-şeriat meselesi, Kıbrıs mese­lesi ve Kürt meselesi üzerinden ko- tarılacağının oldukça bilincindedir çünkü. Ancak bu pazarlık sürecinde Türkiye egemenlerinin “Kürt politi- kası”ndaki hareket alanının sınırları­nı ABD’nin meseleye ne kadar ve hangi biçimde yüklendiği belirleye­cektir. DYP başkanı Ağar’ın “dağda değil de düz ovada siyaset”ten ve “siyasal a f ’tan dem vuran açıklama­sı, ABD’nin bu konuda ısrarlı davranması du­rumunda iç poli­tik dengelerde bunun bir etki y a r a t a c a ğ ı n ı n göstergesi.

ABD’nin Türkiye’yi İran ve Su­riye kuşatması ve gerekirse de saldı­

rısı konusunda daha açık saf tutmaya ikna pazarlığında ortaya sürdüğü kartlar “PKK koordinatörü” atamak, “ateşkes”i motive etmekle sınırlı de­ğil elbette. Pazarlıklarla alınacak yo­lun tıkanması durumunda, oldu-bitti- ler yaratmak, aba altından sopa gös­termek, çuval geçirmek gibi daha “ikna edici” çeşitli seçeneklerin de hazırlandığını unutmamak gerek.

Bu seçeneklerden ilki en kör gö­ze batarcasına “harita provokasyon­ları” olarak sahnelenmeye başladı bile. İtalya’daki resmi bir NATO toplantısında değerlendirmek üzere duvara asılan bölge haritasında bil­diğimiz Kürdistan sınırlarının yer al­ması; PKK’yi bahane ederek ayak sürçmeye devam edecek Türk Dev- leti’ne uygun bir momentte yönlen­dirilebilecek bir tehdide “dikkat çek­

mek”tedir. Bölge politikaları konu­sunda Kürt Federe Devleti’nin yöne­timi ile ABD arasındaki ilişkinin ni­

teliği, Türk Devleti ile PKK konu­sunda yürütülecek pazarlıkların “sı­nırını” da büyük oranda belirlemek­tedir.

Bu noktada Kürt Ulusal Hareke­ti ’nin 1 Ekim’de yürürlüğe soktuğu “ateşkes” politikasına da değinmekte fayda var. Kürt Ulusal Hareketi, 2007 yılının ABD’nin gerek Irak’ın geleceği, gerekse de İran ve Suri­ye’nin kuşatılması noktasında daha etkin politikalar izlemeye ihtiyaç du­yacağı bir sürecin başlangıcı olaca­ğının ayırdındadır. ABD ve Türk Devleti arasındaki ilişki ve pazarlı­ğın niteliğinin de elbette. Bu süreci kendi politik sıkışmışlığından çıkış için bir fırsat olarak değerlendirme­ye çalışmakta. Türk Devleti’nin “tek bir terörist kalmayıncaya kadar” sa­vaş politikasındansa, ABD’nin -en

azından şu sü­reçte- siyasi are­nada tasfiye po­litikasını daha fazla manevra a­lanına sahip bir seçenek olarak değerlendirerek

bunu zorlayabilecek bir konum be- lirlememektedir. KKK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Duran

Ordu açısından, iç politikaya müdahale araçlarından biri olan "Kürt Sorunu"nun kendi belirlediği zeminde gündemleşmesi,

seçimlere giderken Siyasal İslam'a karşı yeni bir politik merkez yaratma mücadelesi dolayısıyla daha da önemli hale geliyor.

3

Page 6: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

Kalkan’ın “ABD politikalarının PKK’yi daraltmak, zayıflatmak iste­diği bir gerçek. Biz bunun farkında­yız, bilincindeyiz. Görüyoruz da. Fa­kat bunu şiddetle, imhayla değil de, farklı yöntem ­lerle yapmak is­tiyorlar. Onun da farkındayız.Bunu yine de değerlendirilebi­lir buluyoruz.”Ve “başlangıçta işte Ağustos ortasında ateşkes çağrı­sını kendileri yapmışlardı. Ateşkes ardından olumlayan açıklamalar da yaptılar. O zaman ateşkes sürecinin çözüm yönünde ilerlemesi için tabi ABD’ye önemli bir sorumluluk dü­şüyor” sözleriyle; KKK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın ise “biz bir sistem olarak ABD ile demokratik çözüm sürecinin geliş­mesi çerçevesinde ilişkilenmek ve dostluk geliştirmek istiyoruz” sözle­riyle işaret ettiği şey aynıdır. Kürt U­lusal Hareketi mayınlı bir tarlada ha­reket ettiğini bilse de Türk Devle­t i ’ni kimi davranışlara zorlayabile­cek tek güç olarak gördükleri ABD’nin “çözüm eksenine yaklaş­maya hazır oldukları mesajını” ver­mektedir. Genelde ‘Kürt Sorunu’nun geleceği, özelde ‘ateşkes’in geleceği artık daha fazla oranda ABD’nin

bölge politikalarından etkilenmeye açık görünüyor.

Özetlemek gerekirse, ABD’nin bölgedeki hedeflerini hayata geçir­

me noktasında zorlanması Türki­ye’yi kendi politikalarına çekme ih­tiyacını artıracağından, bu gerilim Türk Devleti’ne doğrudan yansıya­caktır. Diğer yandan, özellikle İran ve Kürdistan sorunu gibi konularda ABD’nin istediği yönde gelişmelerin yaşanması da, Türkiye için hem böl­gedeki konumunda hem de iç politi­kasında ciddi gerilimler anlamına gelmektedir.

AB’den gerilim politikası

İç politik dengelere geçmeden önce son süreçte artık ABD kadar et­kili olmasa da AB ile ilişkinin geldiği noktaya da bir göz atmakta fayda var. Kasım ayı başında gündeme giren AB Komisyonu’nun hazırladığı İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi’nde, 301. maddeden Kıbrıs sorununa, asker-si-

vil ilişkilerinden azınlıklar sorununa kadar bir dizi eleştiri yer aldı. Bunlar arasında en dikkat çeken husus, Kıb­rıs Rum kesimine hava ve deniz li­manlarının açılması için aralık ayına

kadar süre tanın­ması idi. Seçim sürecindeki AKP hükümetinin bu süre içinde iste­nen adımları ata­mayacağı kesin olduğuna göre

AB bu durumda ne yapacaktır? Mü­zakere sürecini donduracak mı? Yok­sa bu süreyi daha fazla gerilim yarat­mak için kullanıp, süreci uzatmayı ve daha fazla taviz koparmayı mı hedef­liyor? İkincisi daha güçlü bir olası­lık... Bu süre sonunda söz konusu maddelerin görüşülmesi ertelenerek diğer konular üzerinden müzakere sü­reci devam edecek gibi görünüyor. Ancak, daha yavaş ve daha az e tk in .

AB ile ilişkilerde zaten uzunca süredir daha soğuk rüzgârlar esmek­tedir. Türk Devleti açısından bunun nedeni AB sürecinin gerektirdiği, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu ve ordu­nun siyasetteki yeri sorununun çözü­münün oldukça zor konular olması­dır. Her ne kadar kimi kırmızıçizgiler aşılmış olsa da bu konularda atılacak her adım iç politikada büyük gerilim-

Şimdiye dek yaşanan olaylarda da, ordu örgütlediği provo­kasyonların (Şemdinli ve Danıştay saldırıları, Diyarbakır'da patlayan bom ba...vb.) sonuçlarını kendi hanesine kaydede-

memiştir. O laylar, eski klasik kalıpları içinde akmıyor.

AB-Turkiye ilişkilerinin

yeni rengi kırmızı...

4

Page 7: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

ler yaratmaktadır. AB tarafında soğuk rüzgârların, hatta kimi zaman açıkça Türkiye karşıtı havaların esmesinin bir nedeni “temel sorunlarda taviz a­lanını büyütme manevrası” olsa da e­sas sorun AB’nin kendi yapısından - dır. Anayasanın reddi ile politik ola­rak içerden darbelenmiş, yeni katı­lımlarla ve uluslararası rekabetin da­yatmalarıyla yeni ekonomik sorunla­rın altına girmiş AB’nin Türkiye gibi ekonomik ve politik olarak büyük so­runları olan bir ülkeyi içine alabilme­si mümkün görünmüyor. Türkiye’nin bölgedeki ABD politikaları çerçeve­sinde hangi role soyunacağı da AB’yi çok yakından ilgilendirmektedir. ABD’ye siyasi-askeri bağımlılık AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde göz önünde bulunduracağı bir durumdur.

Her ne kadar Türkiye finans-oli- garşisi geleceğini AB sermayesi ile entegrasyonda görse de bu süreç yu­karıda sayılan nedenler dolayısıyla a­ğır aksak ve kimi zaman da sancılı iş­leyecektir. Bu nedenle ilerleme rapo­ru ve strateji belgesinde dile getirilen eleştiriler ve beklenen adımlar, seçim hazırlığındaki AKP için büyük bir ge­rilim yaratmamıştır.

Seçim lere giderken gerilim yükseliyor

İç politikada yaşanan sürecin nite­liği uzunca süredir kendini ortaya koy­muştur. Ordu ve Siyasal İslam arasın­daki güç mücadelesi son aşamasına se­çim süreciyle birlikte girecektir. Süreç yakınlaştıkça gerilimin artması, hatta kimi sarsıcı provokasyonların yaşan­ması muhtemel görülüyor.

Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesin­de tırmanışa geçen gerilim, yeni geliş­melerle sürmekte. Erdoğan’ın Bush ile görüşmesinden birkaç saat önce Büyü- kanıt’ın nedense (?) ABD dışındaki bü­tün kesimleri (başta AKP olmak üzere) hedef tahtasına oturtan ve rejimin sa­vunucusunun ordu olduğunu deklare e­den konuşması yine şeriat ve Kürt So­runu ekseninde dönüyordu. Cumhur­başkanı ve kuvvet komutanlarının bu minvaldeki çıkışlarını taçlandıran bu konuşmadan sonra ABD büyükelçisi Wilson’ın şeriat tehdidini “kakafoni” olarak değerlendirmesi; ABD’nin as­kerlerin bu “germe” politikalarını kaale almadığının ve AKP’yi kısa sürede “sü­pürüp atmayacak”larının ipucu olarak değerlendirilebilir. Eğer böyleyse, bu dunmı gerilimin daha yoğun ve çok bo­yutlu yaşanacağı bir zemin sunuyor.

Herkesin malumu olduğu üzere şimdiye dek yaşanan olaylarda da, ordu örgütlediği provokasyonların (Şemdin­li ve Danıştay saldırıları, Diyarbakır'da patlayan bomba...vb.) sonuçlarını kendi hanesine kaydedememiştir. 0- laylar, eski klasik kalıpları içinde ak­mıyor. Ayrıca, yine eskisi gibi ordu çıkış yaptıkça hemen tüm burjuva partilerin hep bir ağızdan bunu des­teklediği bir ortam da oluşmuyor. Ordunun siyasi alandaki sözcüsü rolüne soyunan CHP dışındaki partiler bu çıkışlar karşısında şu ya da bu seviyede mesafeli duruyor­lar. Bu olgular yaşanacak güç mü­cadelesinin basit ve tek düze yol­lardan yürümeyeceğinin ipuçları.

Sonuç olarak, cumhurbaşkan­lığı seçimi ve genel seçimler şek­linde ilerleyecek bir yıllık seçime gidiş süreci gerilimi yüksek bir dönem olacaktır. DYP’nin çıkışın­

dan anlaşıldığı kadarıyla, politik ortamı sadece derin devletin gerilimleri değil, aynı zamanda ABD ve AB’den rüzgar alan politikalar da belirleyecektir. Tür­kiye egemenlerinin ciddi bir gerilim yaşamadığı, neredeyse “tek ses tek yü­rek” oldukları temel konu yeni liberal politikaların uygulanması konusudur. Kısmen seçim rüşveti denebilecek dü­zenlemeler yapılmış olsa da 2007 bütçe taslağından da anlaşılacağı üzere yine finans sektörüne gelir transferi yapıla­caktır. Yine hizmet ve yatırıma “kaynak yok”tur. Yine sosyal haklar budanmaya devam etmektedir.

Önümüzdeki sürecin “sol”a etkisi, Siyasal İslam’a karşı, ordu politikaları­nın ulusal solu güçlendirmesinin yanın­da, ABD ve AB kaynaklı liberal politi­kaların da seçim sürecinde canlandırıl­ması şeklinde olabilir. Bu süreçte dev­rimci hareketin tüm bu kuşatmalar dı­şında “halkların kardeşliği zemininde tanımladığı anti-emperyalist mücadele­yi” yükseltmesi, halklarımızı işsizliğe ve yoksulluğa mahkum eden “yeni li­beral politikalara karşı mücadeleyi” bu­nunla bütünleştirmesi ve bu yolda en a­zından işbirliklerini-güçbirliklerini

güç l end i rmes i dalıa fazla ö-

ııeın kaza­nıyor.

5

Page 8: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

2 0 0 7 yılı bütçe tartışmaları başladı

B U BÜTÇEDE HALKA YER YDKİUmut Aydın

OsmanlI Devleti, 1908 yılında ¡lan edilen II. Meşrutiyet'in sonrasında 1909'da ilk bütçesini meclise sunmuştu. OsmanlI'nın 1909 gider bütçesinde faize ayrılan

ödeneklerin payı %31.2'dir. Yüzyıldır değişen hiçbir şey yok.Gitti Düyun-ı Umumiye, geldi IMF!

Kasım ayına girilmesiyle birlikte 2007 bütçesi de gündeme geldi. Büt­çeler, hükümet politikalarına dair iz­ler taşır. Öte yandan yeni bir yıl baş­langıcının hükümet politikalarında büyük değişimler yaratması genelde karşılaşılan bir durum değildir. An­cak Ortadoğu’da süregiden savaş ve yenilerinin işareti, devletin Lüb­nan’a asker göndermesi, sınır ötesi harekat varsayımları, 2007’de ger­çekleşecek olan seçimler, IMF poli­tikaları vb. etmenler yeni yılın büt­çesi üzerinde doğrudan etkili olacak­tır.

2006’nın Temmuz’unda Orta Va­deli Mali Program (OVMP) açıklan­mıştı. 2007 bütçesinin OVMP’nin dışına çıkması beklenmiyordu. Ge­nel anlamda bir değişiklikten söz et­mek mümkün olmasa da ortada yeni niyetler söz konusu. Hükümet ve muhalefetin kısır çekişmelerini bir kenara bırakarak bütçe üzerinde iz sürmeye başlayalım.

‘H izm et b ü tçesi’ değil2007 bütçesi de formalite havası

taşıyor. GSMH tahmini 631.4 milyar YTL olarak ifade edilirken, enflas­yon hedefi %4 olarak açıklandı. 2006 için de enflasyon tahmini %5 i­di, ancak yıl sonunda %11 dolayında gerçekleşecek. Dolayısıyla hükümet ve Merkez Bankası kendini mi kan­dırıyor, bizi mi kandırmaya çalışı­yor, sormak gerekir.

Bütçenin gider büyüklüğü de

204.9 milyar YTL olarak öngörülü­yor. Bu rakam OVMP’de 162.3 mil­yar YTL olarak ifade edilmişti. Ara­daki bu farkı, AKP hükümetinin se­çim öncesi elini rahatlatmak olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır. Bütçe açığı 16.7 milyar YTL, faiz dışı fazla 36.2 milyar YTL olarak görünürken asıl vurgulanması gere­ken 2007 bütçesinin yeni yatırımlar öngörmemesidir. 2007’de mal ve

hizmet alımları ve yatırım (sermaye giderleri) harcamalarının 2006’nın altında kalması planlanmıştır. Mer­kezi yönetim yatırımları 2002’de GSMH’nin %3.31’i iken 2007’de %2.05’e düşmüştür. Bunun doğal so­nucu zaten niteliksiz olan kamu hiz­metlerinin daha da gerilemesi ve kıs­mi anlamda gerçekleşebilecek istih­dam artışını da yok etmesidir. He­men bir örnek olarak sağlık harca-

6

Page 9: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASIM-ARALIK 2006

malarını gösterebiliriz. 2006 yılında 7.4 milyar YTL olan Sağlık Bakanlığı bütçesi,

Savunm a bütçesi tam bir kara delik!

1 milyar 6.6 milyar

2007’de yaklaşık YTL azaltılarak YTL’ye çekildi.Yaşanan %11’likenflasyonun üze­rine % 12’lik bir kesinti yapıldı.

Yeni vergiler yolda

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, yolsuzluk skandallarına laf yetiştir­mekten vakit kaldığında yeni vergi­ler olmadığını, vergi oranlarının de­ğişmeyeceğini tekrarlayıp duruyor. Oysa rakamlar aynı şeyi söylemiyor.

OVMP çerçevesinde 2007 yılı vergi gelirleri hedefi 156 milyar 233 milyon YTL olarak belirlenmişti. Meclisteki bütçe tasarısında ise aynı hedef 173 milyar 861 milyon YTL o­larak açıklandı. Aradaki 17.6 milyar YTL’lik fark vergi oranlarındaki ar­tış ve yeni vergilerle sağlanacaktır. Ayrıntıya inerek birkaç örnek vere­lim.

Sigaradan alınan ÖTV’de %23.7’lik bir artış bekleniyor. Bu­nun için ya ülkedeki sigara tiryakile­rinin sayısında bir patlama yaşana­cak ya da ÖTV oranları artırılacak. Keza beyaz eşyadaki ÖTV artışı da %26.4 olarak tahmin ediliyor. Ben­zeri artış oranlarını Motorlu Taşıtlar Vergisi, Damga Vergisi, ... üzerin­den söylemek de mümkün. Mevcut durumda tüke­tim patlaması yaşanm ayacağı­na göre vergiler de ciddi bir artış kapıda bekliyor demektir.

y u -rürlüğe gire­ceği açıklanan Gelir Vergisi Kanunu ile gelecek yeni vergiler de c a b a s ı .

IMF’nin faiz dışı fazla dayatma­larından kaynaklı olarak gelirin bir bölümü bloke durumda. Devlet elin­deki KIT’lerin büyük bölümünü de haraç mezat sattı. Buradan gelen pa­ra borç faizlerine aktarıldı. Sermaye­den de vergi alamadıklarına göre do­laylı vergilerdeki artışla gelirler ka­lemi hedefini tutturmaya çalışacak­lar. Bunun dışında geçtiğimiz hafta doğalgaza zam geldi. Aynı şekilde başta elektrik olmak üzere kamu mal ve hizmetlerindeki zamlar devam e­decektir.

Faiz giderleri artmaya devam ediyor

2006 yılında 44 milyar YTL ola­rak öngörülen faiz giderleri yıl sonu itibariyle 46.3 milyar YTL olarak gerçekleşecek. 2007 faiz gideri he­defi ise 53 milyar YTL olarak belir­

1 9 9 0 -9 9 yılları arasında silah ithali 18 milyar dolarlık borç stoku oluşturmuştu. Şimdi sormak gerekir; TSK'nın almayı

planladığı 10 milyar dolarlık F-35'lerin kaynağı nedir?

Keza benzeri bir durum, bütçe dışından kalemlerde de geçerli. İl Ö­zel İdaresi ve Belediye Gelirleri Ka- nunu’na ilişkin değişiklikler meclis­te bekliyor. İçme suyu, doğalgaz, bi­na, arazi, otopark, konaklama ve eğ­lence gibi temel kalemlerde vergi o­ranları artırılacak. Bu arada 2007’de

lenmiş durumda. Bu gerçekleşse bile 2006’ya oranla yaklaşık %20’lik bir artışı işaret ediyor.

Geçtiğimiz günlerde basına ko­nuşan Merkez Bankası Başkanı, “ka­mudaki ücret artışlarının bütçeye yük olduğunu söylemek acı olsa da öyledir” kabilinden bir şeyler söyle-

y e - rek timsah g ö z y a ş l a r ı

d ö k m ü ş t ü . 2006 yılı sonunda 3

milyar YTL olması bek­lenen bütçe açığı,

2007’de %450’lik bir artışla 16.7 milyar YTL olarak öngörülüyor. Bütçe açığındaki bu yükseliş, %32’lik bir oranla en büyük vergiyi ödeyen asgari ücretlinin, kamu e­mekçisinin ücretlerinden değil, faiz ödemelerindeki artıştan kaynaklan­maktadır.

Üniversitede “iktisada giriş” dersini alan bir öğrenci bile şunu iyi bilir. Hazinenin faiz ödemeleri büt­çeden yapılır. Bütçenin ana gelir kaynağı ise vergilerdir ve Türki­ye’de toplam vergilerin %70’ini do­laylı vergiler oluşturuyor. Dolaylı vergiler, zengin-yoksul ayrımı yapıl­maksızın herkesin eşit ödediği vergi­lerdir. Bu ülkenin büyük kısmı yok­sulluk sınırının altında yaşıyorsa, vergileri de yoksul halk ödüyor de­mektir. Bütçenin %30’undan fazlası faiz ve faiz dışı fazlaya ayrılıyor. Bunun anlamı yoksuldan zengine ge­lir ve servet transferidir.

Yüksek faizleri halk öderken borç stoku da azalmak bir yana art­

maya devam e­diyor. 2006 yılı Ocak-Ağustos a­rasındaki 8 aylık dönemde, iç borç kağıtlarına 108 milyar YTL’lik anapara

ve faiz ödemesi yapıldı. Ancak yılın başında 244 milyar YTL olan iç borç stoku 251 milyar YTL’ye çıktı. Ne­den; çünkü faizler çok yüksek. Ak­bank 2006’nın ilk yarısında 1.1 mil­yar YTL, İş Bankası ilk 9 ay için 2.2 milyar YTL kar açıklıyorsa söylene­cek çok fazla söz kalmamış demektir.

7

Page 10: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

Osmanlı Devleti, 1908 yılında i­lan edilen II. Meşrutiyet’in sonrasın­da 1909’da ilk bütçesini meclise sunmuştu. Osmanlı’nın 1909 gider bütçesinde faize ayrılan ödeneklerin payı %31.2’dir. Yüzyıldır değişen hiçbir şey yok. Gitti Düyun-ı Umu­miye, geldi IMF!

Savunmanın açtığı kara delik

2007 bütçesinde “savunma har­camalarına” %13 pay ayrılmış görü­nüyor. Bütçe büyüklüklerinde faiz­den sonra ikinci büyük kalem. Tabi­i ki bu işin görünen kısmı.

Bütçeden Savunma Bakanlığı’na ayrılan pay, kuvvet komutanlıkları­nın yanı sıra jandarma ve sahil gü­venliğin bütçesinden oluşuyor. An­cak genelkurmay ve kuvvet komu­tanlıkları, bakanlıkla birlikte bütçe­nin %85’ini alıyor. Geriye kalanın %14’ü jandarmaya, % 1’i de sahil güvenliğe gidiyor. Ancak bunun yanı sıra miktarı, kaynağı, harcamaları

bilinmeyen Savunma Sanayi Destek­leme Fonu (SSDF) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Geliştirme Vakfı (TSKGV)’nin sağladığı gelirler de savunma bütçesine aktarılıyor. Ayrı­ca dış kredi ve özellikle ABD kay­naklı hibeler de bu bütçenin dışında tutuluyor. Bunlara ek olarak O- YAK’ın bankacılık, sigortacılık, oto­motiv ve diğer finansal sektörlerdeki gelirlerini de saymak gerekir.

Savunma Bakanlığı bütçesi, ge­nel ve uzun erimli yatırımlar ile do­nanım, teçhizatlanma, teknoloji transferi ve özel gizli silah alımları- nı içermiyor. Bütün bunlar dış kredi ile finanse ediliyor. Bu faaliyetler savunma bütçesinden değil, Maliye Bakanlığı bütçesinden karşılanıyor. ABD Dışişleri’ne göre kirli savaşın şiddetli dönemi olan 1990-99 yılları arasında silah ithali 18 milyar dolar­lık borç stoku oluşturmuştu. Şimdi sormak gerekir; TSK’nın almayı planladığı 10 milyar dolarlık F- 35’lerin kaynağı nedir?

Halk için bütçe!2007 bütçe taslağına baktığımız­

da gelirler bölümünün %85’ini ver­gilerin oluşturduğunu görürüz. Bu vergilerin %70’i yoksul halktan top­lanan dolaylı vergilerden, yani ÖTV, KDV gibi unsurlardan oluşmaktadır. Giderlere baktığımızda ise üç ana başlık önümüze çıkıyor; borçlar ve borç faizleri, sıcak paraya ödenen fa­iz ve savaşa yapılan harcamalar. 2007 bütçesi tıpkı daha öncekiler gi­bi yoksuldan zengine kaynak ve ser­vet aktarımı yapan, yoksulluğu daha da derinleştiren bir yapıya sahiptir.

Ekonomik altyapının, üretim i­lişkilerinin değişmediği bir ortamda halktan, emekten yana bir bütçe bek­lemek hayalden öte bir şey değildir zaten. Halk için bütçe derken neyi kastediyoruz peki? ÖTV, KDV gibi dolaylı vergiler kaldırılmalı, bunun yerine servete dayanan vergiler ko­nulmalıdır. Sermaye hareketleri de- netlenmeli, vergilendirilmeli, OYAK

gibi ayrıcalıklı yapıla­rın bu konumları orta­dan kaldırılmalıdır. As­gari ücret vergi kapsa­mının dışına çıkarılma­lıdır. Kürt Sorunu’nun

Türkiye'de toplam vergilerin % 7 0 'in i dolaylı vergiler oluşturuyor. Dolaylı vergiler, zengin-yoksul ayrımı yapılmaksızın herkesin

eşit ödediği vergilerdir. Bunun anlamı yoksuldan zengine gelirve servet transferidir.

devrimci demokratik çözümü bütçe üzerinde de rahatlatıcı bir etki yapacaktır. Son 20 yılda 200 milyar doları bulan borç faizi aktar­dığımız IMF’ye olan ödemeler dur­durulmalı, borçlar iptal edilmelidir. Yoksullukla mücadeleyi hedefleye­cek olan halk bütçesinin kaynakları eğitim, sağlık, tarım, altyapı gibi a­lanlara yönlendirilmeli, istihdam ar­tırıcı politikalar desteklenmelidir.

Hükümetin hazırladığı bütçede halk yoktur ve bu coğrafyanın emek­çileri bu durumu onaylamıyorlar. 2007 bütçesi mecliste onaylanıp, yoksulların yarattığı değerler serma­ye grupları arasında pay edilirken el­bet yoksulların da söyleyecek bir sö­zü olacaktır.

7 Kasım 2006

8

Page 11: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

Va r o ş l a r : Ç ü r ü m e n î n

U M U D A D Ö N Ü ŞT Ü R Ü L M E Sİ

g e r e k e n a l a n l a r

Mehmet Yılmazer

Olaylar bugün nasıl akarsa aksın, devrimci politika eninde sonunda kentlerdeki bu parçalanma ve çürümenin yarattığı gerilimin içinden çıkacaktır. Çürümeyi umuda dönüştürmek için, varoşlarda güçlü etki alanları, başka bir deyişle iktidar alanları

yaratılmalıdır. Kentlerin lanetlileri kendi özgür alanlarını yaratmak zorundalar.

Üçüncü Dünya Ülkelerinde en yüksek seviyede yaşansa da, varoşlaş- ma artık gelişmiş kapitalist merkezlerin de sorunu olmaya başlamıştır. Zengin­lik ve yoksulluğun arasındaki uçurum kapitalizmin tarihinde hiç bu ölçülerde açılmamıştı. Paris varoşlarındaki yan­gın gelişmiş batı için farklı bir sürecin başladığının işaretidir. Berlin Duva- rı’nın yıkılışında çok sevinen kapita­lizm, şimdi ABD ve Meksika arasında­ki sınıra birkaç bin kilometrelik dev bir duvar örme kararı aldı. Avrupa aynı şe­yi Afrika’ya karşı nasıl yapacağını tar­tışıyor. Gün yok ki, Afrika’nın yoksul­larıyla dolu bir tekne İtalya veya İspan­ya kıyılarına gelmesin. Küreselleşme budur: Dünya zenginliğinin bir avuç gelişmiş merkez tarafından hortumlan- ması ve dünya yoksullarının yüksek duvarlarla kendi cehennemlerine hap­sedilmesidir. Bu süreç en vahşi boyut­larda özellikle son yirmi yıldır Türki­ye’de de yaşanmaktadır. İstanbul, son onbeş yılda ikiye katlanmış, devasa bir köye dönüşmüştür. Yakın zamana ka­dar, Latin Amerika ülkelerinde yaşanan inanılmaz çürümenin “Türk toplumu i­çin mümkün olmadığı” üzerine tezler vardı. Buna gerekçe olarak İslam kültü­rü ve geleneği gösterilmeye çalışılıyor­du. Ancak gelişmeler böyle kuruntula­rın yersiz olduğunu gösterdi. Aziz Ne­

sin, bu toplumun yüzde altmışı aptal demişti; şimdi Elazığ valisi bu söyleme bir yenisini ekledi: “Memleketin yüzde 99’u Müslüman, ama yüzde 60’ı hırsız. Şeytanın bile zorlanacağı çeşitlilikte yolsuzluklar yapılıyor.”

Bütün bu yaşananların hiç şüphesiz ülkelere özgü yanları vardır. Ancak 1980’li yıllardan beri tüm dünyaya ABD tarafından dayatılan küreselleşme politikalarının etkisi sürekli hatırlan­malıdır. Kuralsızlaştırma, özelleştirme ve mali spekülasyonlara her türlü öz­gürlüğün tanınması, dünya ölçüsünde kapitalizmin tarihi boyunca zaten va­rolmuş olan soygunun günümüzde en pervasız hale getirilmesinden başka bir anlama gelmiyor. Bu pervasız soygun dalgası bütün sınırları aşıyor ve kültür­lerin özgünlüklerine aldırmadan herke­si bu girdabın içine çekiyor. Bu geliş­melerin bir dönüm noktasına yaklaştı­ğının en açık kanıtı, uzun süredir tartı­şılan ABD ve Meksika arasında bir du­var örülmesi kararının alınmasıdır. As­lında böyle duvarlar epeydir kentlerde örülüyor. “Korunmalı yaşam alanları” hem kapitalist merkezlerde hem de Ü­çüncü Dünya’nın devleşen kentlerinde çoktandır vardır. Şimdi bu duvarlar ül­keler ve kıtalar arasına çekilmeye çalı­şılıyor.

***

Türkiye’de politik ortama baktığı­mızda bu temel toplumsal gerçeklik hep başka gündemlerin arkasında kalmakta­dır. Uzun süredir derin devletin yönlen­dirmesiyle “irtica” ve “bölücülük” gün­demin üst sıralarına taşınmıştır. Politika bu zemine oturtulmak isteniyor. Neden­leri artık sır olmaktan çıkmıştır. Bu çer­çeveden bakınca kapitalizmde sınıflar gerçekliğini kesen başka bir olgunun çoktandır şekillendiği görülebilir. Bun­lara alt ekonomiler denebilir. Bugün ge­nel finans kapital egemenliğinin yanın­da, her siyasal çevrenin kendi alt ekono­mileri şekillenmektedir. Siyasal İslam, çeşitli tarikatlar, milliyetçi çevreler, or­duya dolaylı bağlı ekonomik kurumlar, hatta Alevi ve Kürt çevrelerin alt ekono­mileri vardır. Bu yapılanma sınıf çeliş­kilerini çarpıtmaktadır. Aynı zamanda toplumsal parçalanmanın derin çelişki­lerini de gölgelemektedir.

Politik ortamda “irtica” ve “bölücü­lük” gündeminin diri tutulmasının derin devletle mevcut iktidar ve onun temsil ettiği Siyasal İslami akımlarla bir he­saplaşmanın sonucu olduğu artık belli ölçülerde deşifre olmuştur. Ancak bu deşifrasyona rağmen durum fazla değiş- memektedir, politik ortam bu noktalar­dan gerilmekte ve şekillendirilmeye ça-

9

Page 12: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

lışılmaktadır. Egemenler katındaki bu çelişki ve gerilim çeşitli yollarla genel olarak sol hareket içine de yansımakta­dır. Günümüzde her geçen gün daha a­çık hale gelen bir “ulusal sol” şekillen­mektedir. “İrtica’ya karşı olan ve belli nüans farkları olsa da “Kürt Sorunu’nda da devletin yarattığı politik zeminde ka­lan bir sol hareket şekilleniyor. Gün­demlerinin Kemalist devlet elitiyle pa­ralellik taşıması rastlantı değildir. Bu çevrelerin Kürt halkına karşı tavırları kimi farklılıklar taşısa da esas olarak düşmanlık seviyesindedir. Öte yandan, sol içinde farklı bir kanat Kürt Hareketi ile dostça ilişkilere sahip olsalar da, po­litikaları tümüyle Kürt Sorunu’na kilitli olduğundan ülke çapında politika üret­me konusunda çok sınırlı kalmaktadır­lar. Aslında böyle politika yapış Kürt Hareketi’ne etkisiz bir destek anlamına geliyor. Bu destek ne Kürt Sorunu’nun çözümü yolunda bir yarar sağlıyor ne de bu sol hareketlerin güçlenmesi yolunda bir pratik sonuç doğuruyor. Türkiye’de sol hareketin temel zaafı bu paradoks i­çinden çıkamamasında yatmaktadır. Benzer bir ana taktik hata Eylül öncesi yapılmıştı. Devletin özel olarak öne çı­karttığı semlerdeki faşistlerle çatışma bütün taktik alanı işgal etmiş, işçi sınıfı­nın tahliliyle ile ilgili siyasal ve stratejik hatalar da eklenince sınıf içi çalışma a­deta sosyal demokratlara ve o günün TKP’sine terkedilmiştir.

Bugün devrimci hareket, politik or­tama egemenlerce dayatılan gündemle­

rin nedenini çözümledikten sonra bura­da sıkışıp kalmamak, kendi gündemini yaratmak ve bu kanaldan kendine yol açmakla yükümlüdür. Genel olarak top­lumsal parçalanma, özellikle büyük kentlerde kendini yaşam alanlarının “duvarlarla” ayrılması olarak ortaya ko­yan bu olgu ve bunun yarattığı toplum­sal çürüme, bugünün devrimci hareketi­nin siyasal gündemin en üstüne taşıma­sı gereken bir gerilim hattıdır. Hortum- cuların cennet adacıklarının koruma du­varlarıyla çevrilmesi, bunun tam öbür ucunda denizler kadar geniş varoşların cehennemcil bir yaşama itilmesi, gün­demde yer edinmeyecekse ne edinecek­tir? Aslında bu konu çürümenin çeşitli biçimleri kılığında her gün televizyon­larda fazlasıyla yer alıyor. Hatta nere­deyse bütün haber programları böyle o­laylarla doludur. Ancak bu sunuluş tar­zıyla, çürümenin kendisi çürümüş bir biçimde ekranlara taşınmaktadır. Çürü­meye karşı bir bilinç ve tepki yaratmak için değil, tam tersine bu zehri tüm top­lumsal kılcal damarlara akıtmak için...

İnsanlığın bir dönemler uğrunda kendini feda ettiği “onur”, “dürüstlük” gibi değerler ve sınıflar mücadelesinin insanlığa kazandırdığı “eşitlik”, “sosyal kurtuluş” gibi toplumsal değerler tü­müyle bu çürümenin ayakları altında yi­tip gitmektedir. Toplumdaki bu yaygın çürümenin bugüne kadar başlıca iki so­nucu ortaya çıkmıştır. Birisi, mafyalaş­madır. İrili ufaklı, ancak her birinin bir noktadan düzenin bir kurumuna değdiği

bu mafyalaşma, televizyon dizileri sa­yesinde “yükselen değerler” içine gir­miştir. Genç kuşakları hızla etkisi altına alan mafyalaşma, çok garip görünse de, yeni bir “kurtuluş” yoludur. Diğer yön, varoşlarda Siyasal İslam’ın artan etkisi­dir. Bayağılaşmanın yolunu kendi yön­temleriyle engelleyen, dini değerlerden hareketle bir toplumsallık yaratan Siya­sal İslam bu anlamda toplumsal çürüme tarafından beslenmektedir. “Yardıma muhtaç” kitle içinde örgütlenen Siyasal İslam, örgütlenmesini bu maddi temel üzerinden genişletmektedir. Bu geniş yoksul kesimlerin tümünü kalkındırma imkanları olmadığından, ayrıca esas o­larak böyle niyetleri de olmadığı için, böyle “yardıma muhtaç” bir kitlenin sü­rekli varlığı Siyasal İslam’ın kendi çı­karları gereğidir. Sonuç olarak, geniş toplumsal çürümenin içinden bir yanda mafyalaşma tarzı örgütlenme; öte yanda ise “insaflı zenginlere” el açan pasif bir kitle yaratılmaktadır. Bu gerçekliklerin kapitalizmde çok da yeni bir olgu olma­dığı söylenebilir. Ancak onların yaygın­lığı, bu çürümeye yeni bir nitelik ver­mektedir. Toplumsal çürümenin bu yay­gınlığı, sınıflar mücadelesi bilinç ve davranışını her yandan kuşatmakta, hat­ta atıl hale getirmektedir. Bir işte çalış­manın imtiyaz haline geldiği; “örgütlen- me”den eskiden olduğu gibi bir sendi­kaya veya siyasi partiye üye olmak an- laşılmayıp, bir çeteye mensup olmak veya bir tarikatın himayesinde olmanın anlaşıldığı bir toplumda, devrimci mü­cadele için yürünecek yollar çok farklı­lık kazanmıştır. Eski ezberlerin hiçbiri­sinin pratikte bir etkisi yoktur. Ya da zıddı yönden söylersek, eskiyi tekrarın, yıpratıcı, umutları aşındırıcı ve yok edi­ci bir etkisi vardır.

***

Korkunç yoksullaşma ve çürüme­nin mevcut düzende bir öfke yaratması gerekirken, böyle kestirme beklentilerin hiç de otomatik olarak gerçekleşmedi­ğini görmek çoğu zaman umutsuzlukla­rı artırıyor. Çürümenin ağrılarını düzen başlıca üç yoldan uyuşturuyor. İlki, çok açık hale gelen ve yaygınlaşan doğru­dan uyuşturucu kullanımıyla... Düzen bunu dolaylı veya doğrudan yollarla teşvik etmektedir. Bu yolun yürütücüle-

10

Page 13: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

ri mafya çeteleridir. İkincisi, büyük medya ile yaratılan magazin kültürüyle her türlü bozulma ve çürüme “normal” hale getiriliyor, daha da ötesi “yükselen değerler” arasına sokulabiliyor. Bu ze­hirle insanlar her gün düzenli olarak sa­atlerce zehirleniyor. Bu rezillik sağana­ğı en sağlıklı beyin ve vücutları bile düşkünleştirebilir. Üçüncüsü, en masu­mu görünse de, derinlikleri karıştırılın­ca hiç de öyle olmadığı ortaya çıkar. Dünya dertlerini İslam’ın ahiret hazır­lıklarıyla hafifletmek, ancak aynı za­manda sınırlı olsa da biraz “dünyalık e­dinmelerine” “yardım” etmektir. Bu ta­rikat savaşlarının hangi boyutlara çıktı­ğı sık sık patlak veren olaylarla anlaşılı­yor. Ancak bu zeminin kendiliğinden, kendi doğal ömrü içinde yıpranmasını beklemek günümüz politikasında yapı­labilecek en büyük hata olur.

Çürüme ağrılarının bu üç yoldan u­yuşturulması nedeniyledir ki, düzene yönelen örgütlü bir öfke ortaya çıkmı­yor. Öfke kendi içinde kıvrılıp, kendi sahibine veya kendine en benzeyene yöneliyor. Ancak olaylar bugün nasıl a­karsa aksın, devrimci politika eninde sonunda kentlerdeki bu parçalanma ve çürümenin yarattığı gerilimin içinden çıkacaktır.

Bu konuda bazı tespitlerin göze ba­tırılması önem taşıyor. Çürümeyi umu­da dönüştürmek için, varoşlarda güçlü etki alanları, başka bir deyişle iktidar a­lanları yaratılmalıdır. Kentlerin lanetli­leri kendi özgür alanlarını yaratmak zo­rundalar. Bunun için başlıca üç kanal­dan yürümek gerekiyor. Bölgenin öne çıkan sorun ve gerilimlerinin içinden hareketle ikili iktidarı hedefleyecek tarzda bir politik çalışma; alanda e­konomik dayanak noktaları yaratma ve gerilimlerin üstesinden gele­cek zoru harekete geçirmekle, ancak bu üç ana kanalda paralel adımlar atarak özgür alanlar yaratılabilir. Böylece yok­sulların cehennemini yaşanır kılmak, ancak ondan öteye buralarda onun ira­desini inşa etmek ve sürekli güçlendir­mek, günümüzde çürümeyi yavaş yavaş umuda dönüştürecektir.

Varoşlarda etkili bir örgütlenme ya­ratma mücadelesi sadece kendi üzerin­de yürüyerek gelişemez. Cennet adacık­ları da kuşatılmalı ve deşifre edilmeli­dir. Bir yanda sayıları polisin sayısını a­şan özel güvenliklerce korunup kolla­nan inanılmaz bir debdebe ve sefahat yaşamı; öte yanda ise yine inanılmaz boyutlarda bir yoksulluk, kentlerdeki bu parçalanma, yaratılan bayağı magazin kültürü ile çok doğal ve kabul edilir ha­le getirilmektedir. Küreselleşme, dünya yoksullarını kuşatmak için kıtalar arası ve devletler arası duvarlar örerek kendi­ni çoktandır inkar ediyor. Küreselleş­menin dünya zenginleri için yeni soy­gun imkanı, yoksullar için cehenneme atılma anlamına geldiği her gün daha fazla gözler önüne sergileniyor. Ülkeler arasında örülmeye başlanan aynı duvar­lar dünyanın bütün büyük kentlerinde zenginlik ve yoksulluk sınırı olarak za­ten çoktandır örülüyor. Dünyanın lanet­lileri bu duvarları delik deşik etmek zo­rundadır. Yeryüzü cennetlerinin rahatı bozulmazsa, yoksulların cehennem sı­cağı her geçen gün artacaktır. Yeryüzü­nün lanetlileri en büyük hatayı kendi kabuklarına çekilerek yapabilirler. Ken­di duvarlarının dışına taşmak zorunda­lar. Servetin cennet adacıklarını kuşat­mak zorundalar. Çok açık olan, ancak gözden yok edilmeye çalışılan bu geri­lim politikanın gündemine taşınmalıdır.

***

Bu yolda en önemli sorunları irde­leyerek sonuçlandıralım. Politik olarak günümüze özgü en önemli zorluk, siya­sal gündemin derin devlet eliyle “irtica” ve “bölücülük” olarak kutuplaştırılarak, kendi gündemimizi etkin kılma alanının

daraltılmasıdır. Bu güçlü çekim alanla­rının daraltıcı etkilerine tabi olmadan kararlı ve inatçı bir duruşla gündemimi­zin etki alanını genişletmeliyiz.

Diğer önemli sorun varoş çalışma­sında ekonomik dayanak noktalarının

yaratılmasında mesafe alınmamasıdır. Kafa ve kadroca yoğunlaşma olmadan i­leriye gitmek de imkansızdır. Diğer gün­delik işlerin arasına sıkışıp kaldığı müd­detçe sorun kendi özgün çerçevesine ka­vuşamaz. Aynı zamanda varoşların yaşa­mının gündelik olgusu olan zor, çürü­meyle birlikte büründüğü bozuk halin­den çıkartılmalı bizzat çürüme kaynak­larına karşı bir güce dönüştürülmelidir.

Varoş çalışmasının en çetin sorunu kadro yetersizliğidir. Alanın çok çeşitli gerilimleri üreten yapısının yönetilmesi için yetkin kadrolar gereklidir. Aksi du­rumda hareket hızla bozulmalara uğra­yabilir. Bunun için başka diğer tedbirler yanında her kesimde örgütlenmeyi ba­şarmak gerekiyor. İşçi, esnaf, öğrenci gençlik, semt gençliği ve etkin ailelerin bir potada toplanması yapı bozulmaları­na karşı temel bir zemin oluşturur.

Son olarak, hemen her gün çeşitli nedenlerle gerilim yaşanan bu alanlarda “gerilim yönetme” deneyleri büyük ö­nem taşıyor. Bunların süzülerek bilinç­lere kazandırılması davranış yetkinliği­ni kesinlikle yükseltecektir. Aksi du­rumda, bu gerilimlerin içinde bunalmak gibi durumların çıkması kaçınılmazdır.

***

Politik ortamdaki gidiş ve özelikle 2007’nin içinde yaşanabilecek siyasal hesaplaşmalar göz önüne alınırsa, Siya­sal İslam çeşitli yönlerde yıpratılacak ve baskı altına alınacaktır. Daha doğrusu asker ve Siyasal İslam arasındaki hesap­laşma politik oramda yeni boşluk nok­taları yaratabilir. Siyasal İslam’ın kendi çekirdeğine dahil olmayan dış halkala­rında kopmalar, yeni politik arayış ze­

minleri yaratabi­lir. Böyle geliş­meler devrimci hareketin çok da­ralan çalışma ala­nında potansiyel gelişme imkanları yaratacaktır. Va­

roş çalışmasının boş noktalarını inatçı bir çabayla kapatarak, böyle momentle­ri ustaca değerlendirerek, yakın gelecek için yeni mevziler elde etmeye kilitlen­mek gerekiyor.

06 Kasım 2006

Hemen her gün çeşitli nedenlerle gerilim yaşanan bu alanlarda "gerilim yönetm e" deneyleri büyük önem taşıyor.

Bunların süzülerek bilinçlere kazandırılması davranış yetkinliğini kesinlikle yükseltecektir.

11

Page 14: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

Va r o ş l a r d a İk t İd a r

VE Ş İD D E TSalih İncesoy

Devrimci yapı, varoşun doğallığındaki iktidar ve şiddet anlayışıyla kendi arasına kalın bir çizgi çekmelidir. Aksi halde müdahale edip, dönüştürmek için gidilen o doğallığın bir parçası olmak kaçınılmazdır. Belki öyle bir miktar "halklaşılır".

Ama asla başka bir yaşam kurulamaz, bizi geleceğe taşıyacak değerler yaratılamaz.

Varoşlarda sosyal dokunun en be­lirgin renkleri iktidar ve şiddet. Kim ne­reye hakim olmuş... Bilmem ne işini almak için kim kiminle çatışm ış. Şu hattı olduğu gibi Karadenizliler mi tutu­yorm uş. Bu mahallede Ağrılılar ha­k im m iş. Kim kimi neresinden vur­m u ş . Vay, demek belden yukarı vur­m u ş . Ondörtlü müymüş, yedialtmış- beş m i . El yapımı mıymış, makine kimya m ı . Kelebek miymiş, falçata m ı . Faça Kasım’ın adamı mıymış, Deli Rafet’in m i . Kapkaçtan girmiş i­ç e r i . Suçu kardeşi üzerine a lm ış .

İktidar ve şiddet, sosyalistlerin tar­tışmalarına çokça konu olan iki kav­ram. İktidarlaşma bir hedef olarak, şid­det hedefe bizi taşıyacak yöntemlerden biri olarak tartışılıyor. Günümüz koşul­larında ve geçmiş deneyimlerin ışığın­da, kavramların içi yeniden yeniden doldurulmaya çalışılıyor.

Bu yazıda yapmak istediğimiz, tar­tışmaya bu kapsamda girmek değil. Meselenin yalnızca bir yönüne değine­ceğiz. Önce, iktidar ve şiddet kavramla­rının, varoşun kendi doğallığının bir parçası olarak karşılığı nedir, bunu tar­tışacağız. Sonra, varoşlarda çalışan, o doğallığa bir iradi müdahalede bulunan devrimci yapıların hedef ve yöntemi bağlamında kavramlara ne anlam yük­lediğimizi genel hatlarıyla ifade edece­ğiz. Ve nihayet, kavramların her iki dü­zeydeki anlamlarının aynılıkları/ayrı- lıkları üzerinden bir karşılaştırmasını yapmaya çalışacağız.

***

Varoşlar ve iktidar. Çeşitli anlamla­rı var iktidar kelimesinin. “Sözü geçer­lik, istediğini yaptırabilme gücü.” Ya da varoşun diliyle “burası benden sorulur” raconu. Mesele yalnızca mahalle kaba­dayılarının hırlaşmalarından ibaret de­ğil. Kavramın, yarattığı ilk çağrışımdan öte bir derinliği var. Sosyal yapının bü­tününe içkin bir durum varoşta iktidar kavgası. Yani hangi alanda, hangi ko­nuyla ilgili olursa olsun kıyasıya bir ik­tidar kavgasıyla karşılaşırsınız. Kapita­lizmin doğasında olan rekabet, bencil­lik, oralarda daha can acıtıcı yaşanır. Dayanışma, paylaşma bilinci son dere­ce siliktir. Düzenin nimetlerinin kırıntı­sının düştüğü bir yaşam alanında, pay­laşılacak kadar zenginlik yoktur. O kı­rıntıya sahip olma ve ayakta kalma kavgası, olanca yırtıcılığıyla yaşanır. Yoksulluğun derinleşmesi dayanışmayı değil, iktidar kavgasını şiddetlendirir. Olan, aslında bir varlık yokluk kavgası­dır. Ancak öyle ayakta kalınabilir, ya­şam sürdürülebilir. Zenginliğin şımarık bencilliği değil, yaşamda kalabilme a­dına sefaletin zorunlu “bencilliğidir” o­ralarda yaşanan.

Gidip bir mahalleye, canınızın iste­diği gibi ikinci bir bakkal açamazsınız. O alan iki bakkala dar gelir, birisinden biri batar. İlk gelen, iktidarını koruma adına kuşanır silahları. İkinci gelen de eğer bu iktidar kavgasını gözü yiyorsa gerekeni yapacaktır. Bir kahvehanenin

önünde ikinci bir ayakkabı boyacısı fazladır. Ya biri olacaktır orada ya da diğeri. Kimin iktidar olacağına yine va­roşun kanunu karar verecektir. Bir ma­hallede ikinci bir delikanlı racon kese­mez. Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezine benzer, “ultra-delikanlılık” olayı görülmez varoşta. Örnekleri daha çeşit­lendirmek mümkün. Otoyolun kıyısın­da bedenini pazarlayan kadınların yanı­na yeni bir kadının yanaşması öyle ko­lay olmaz. Önce bir iktidar kavgası ve­rilmelidir o pazara girebilmek için. Ay­nı minibüs hattında iki cepçi “çalışa­maz”. Zaten yoksulların cebinden bes­lenen bu asalakların cebine de fazla bir şey girmediğinden, ikinci bir cepçi faz­la olur o hatta. Amele pazarına öyle eli­nizi kolunuzu sallayarak gidip “iş ko- valayamazsınız” O gün kaç iş düşecek de, hangi birine yetecek. Artık tutul­muştur orası, fazladan bir işsize daha yer yoktur o pazarda. Banliyö trenleri, kentin kıyılarından merkezlerine yok­sulları taşıyan servis araçları gibidir. İş çıkışı saatlerinde birkaç durak sonra hınca hınç dolar tren ve onca yol, tepe­deki tutunacak askılara asılı, bitkin bir halde kat edilir. Ola ki bir yer boşalma­sın, kıran kırana bir mücadeleyle o yer kapılır. “İktidar koltuğunu” kapan, o gün evine oturarak gitme “lüksüne” ka­vuşmuştur. Onların insanca ulaşımları­nı sağlayacak ne özel araçları ne de ye­terli toplu taşıma araçları yoktur. “Lüt­fen siz buyurun”, “olur mu efendim siz buyurun”, “rica ederim siz buyurun”

12

Page 15: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M-ARALIK 2006 C ]O İ

gibi sahte cümlelerle kimse kimseye önceliği devretmez. Yardım dağıtımı sı­rasında yoksul insanların birbirlerini çiğnedikleri görüntüleri gözünüzün ö­nüne getirin. Her an çıkmaz yoksulun karşısına o “şans”. Ne yapıp yapıp bir yardım poşeti kapılmalıdır. Varoştaki yaşamın özünü deşifre eder o manzara­lar.

Sosyal yapının bariz bir rengi olan bu durum, tüm sosyal ortamlarda ve tüm ilişkilerde kendisini konuşturur. Hiçbir sosyal ortamda eşit ilişkiler ku­rulmaz. Hatta en sıkı “dostlar” arasında bile mutlaka biri sözü geçen, diğeri söz dinleyen pozisyonundadır. Geçmişin e­şitlik temelinde “ölümüne” dostlukları yoktur artık varoşta. Varolan, dostluk­tan ziyade otoriteye, iktidara itaat et­mektir aslında. İtaat edilecek pozisyon, varoşun kuralına göre “bileği hakkına” kazanılır. Bu iktidar kavgası, öyle kapi­talizmin normal zamanlarının, normal ortamlarında yaşanan gütme/güdülme ilişkisine benzemez. Çok daha çıplak, sert, kıyıcı yaşanır.

Kentin kıyılarına sürülmüş yoksul­ların doğal ve kendiliğinden iktidar kavgası böyle oluyor. Bu kavga ezen­lerle ezilenlerin kavgası değil elbette. Yani sınıfsal bir niteliği yok. Ezilenle­rin, yaşamda kalabilme adına birbirleri­ne karşı verdikleri bir kavga özünde. Kaybedecek bir şeyleri olmayan yok­sulların, sistemin kendilerine layık gör­düğü kırıntılara sahip olup ayakta kala­bilme adına, birbirlerine karşı iktidar kavgası. Bu gerçeklik, varoştaki yaşa­mın hücrelerine kadar nüfuz etmiş bir kültür de yaratıyor. Yanı başındaki komşusunu çiğneyerek yardım torbası­na uzanabilecek ve parçalanmış torbayı şöyle bir kucaklayıp çevresindekiler­den sakınarak “mutluluk” içerisinde e­vinin yolunu tutabilecek bir kültür.

Buraya bir not düşelim. Sözünü et­tiğimiz ve konumuz gereği öne çıkarttı­ğımız, yoksullar arasında yaşanan ve sınıfsal bir niteliği olmadığını belirtti­ğimiz iktidar kavgası. Yoksa varoşta e­zenlerin yerel ayakları da bir ölçüde mevcut. Bu asalaklar, sisteme sırtlarını dayayarak ezilenlerin üzerinden kendi­lerine egemen bir pozisyon sağlıyorlar. Ve halkla kurdukları ilişki sınıfsal bir nitelik taşıyor kuşkusuz. Kimi mafyatik

organizasyonlar, tefeciler, büyük tüc­carlar vb. Bu gerçeği de göz ardı etme­diğimizi belirtip konumuza devam ede­lim.

Şiddet, iktidarlaşmayı ve iktidarı korumayı sağlayacak bir yöntem olarak varoşlarda karşımıza çıkar. İktidar mü­cadelesi her alanda yaşandığına göre, onun ikiz kardeşi şiddet de her alanda zengin ve “yaratıcı” örnekleriyle yüzü­nü bize gösterir. Topuktan vurma, faça alma, kalçadan şişleme, “namus” dersi verme adına mahallenin meydanında saç kesme, erkeğe etek giydirme, çırıl­çıplak soyup gezdirme, mekan bas­ma... Şiş, falçata, kama, sustalı, kele­bek, ondörtlü, onaltılı, pompalı, kirli, temiz, el yapımı, makine y ap ım ı. “Suçun” niteliğine göre uygun “ceza” yöntemi ve uygun ”emanet” seçilir. Her birinin varoşun ruhuna göre bir anlamı, bir mesajı vardır.

Varoşta şiddet, ezilenler arası ikti­dar kavgasının aracı, yöntemi olması dışında, başka anlamlar da kazanır; kof bir güçlülük hissinin yarattığı tatmin duygusu. Yok sayılanlar, sistemin man­tığı açısından hiçbir değer taşımayan­lar, aşağılanmanın yarattığı bastırılmış öfkeyi birbirlerine kusarlar. Varlıklarını ve “güçlülüklerini” ifade etme, sergile­me biçimidir çoğu zaman şiddet. Bazen hiçbir neden aranmaz, kendisinden da­ha zayıf bulunur ve ezilir. Bir kereyle de kalmaz bu, görüldüğü yerde defalar­ca şiddet uygulanır. “Güç”, varoşun ru­huna özgü türlü ritüeller eşliğinde tek­

rar tekrar ispatlanır. Gücün yarattığı po­zisyon daha da sağlamlaştırılır. Varoşun tabiriyle “isim yapılır”. O isim, yok sa­yılanın bileği hakkına yarattığı kimliği­dir artık. Kobra, piç, vampir, payko, laz, arap, drej, reis, baba, tıfıl, hacı, ci- no... İsimsizlerin, kimliksizlerin yeni kimlikleridir, artık gerçek isimlerini kendileri bile unutur.

Ezilenlerin, kendilerinden daha za­yıfa karşı bastırılmış öfkelerini açığa çıkartmaları, bazen dizginlerinden bo­şanan bir hal alır. Haklılık aranmadan, zayıfa karşı güçlünün yanında o güç gösterisinde rol almak, o tatmin duygu­sunu yaşamak için yarışılır. En alttaki- ne karşı topluca sergilenen bu gösteri - linç gösterisi-, gittikçe kontrolsüz bir noktaya tırmanır. Artık zayıfa vurulan her darbede yaşanan, tam bir ruhsal bo­şalma ve kendinden geçme halidir. Bu gerçeklik, bugünlerde yaşadığımız ve “bir yerlerden” motive edilen faşist linç gösterilerine de zemin yaratmaktadır. Vatan, millet aşkına o gösterilerde yer alan güruh, varoşun yoksullarıdır.

Güçlülük gösterisi kendisinden da­ha güçlüyle karşılaştığında anında son bulur. Bundan sonrası madalyonun öte­ki yüzüdür. Güç karşısında eğilme, yal­taklanma, paspaslaşma. Varoşta güçlü­lük ikiyüzlüdür, zavallı bir zayıflığı da beraberinde taşır. “Allahını seven beni tutmasın” horozlanmasından, “kulun o­layım abi” yaltaklanması moduna nasıl geçildiğini anlamak zordur. Olayın akı­şı sırasında yardıma bir destek güç ge-

13

Page 16: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

lirse, bir önceki “delikanlıya” dönüş de aynı hızla olur.

***

Devrimci yapının varoşlarda ikti­dar anlayışına gelelim. Meselenin ne­denleri, nasılları enine boyuna ele alı­nabilir. Biz yine konumuzla ilgili boyu­tuyla devam edelim. Başka bir yaşamı kurmak, başka bir havayı solumak. İk- tidarlaştığınız alanda bu başkalığı ya­ratmak. Eşitliğin, adaletin ve nihayet sosyalizmin dilini konuşmak. Kavra­mın diğer anlamlarından farklı bir şey­den söz ediyoruz. Sözünü geçirmek, is­tediğini yaptırma, güç vb. değil anlat­mak istediğimiz. Devrimci yapının ikti­dar anlayışında, “yeniyi inşa etme” dü­şüncesi yatar. Varolan değerleri, kural­ları, mekanizmayı parçalayıp, yeniyi kurma. Yeniyi kurma adına atılan her a­dımda varsa eskinin izleri, şiddetli bir hesaplaşmayla o izleri yok etme.

Ve yine şiddet için de benzeri şey­leri söyleyebiliriz. Eşitlik, adalet teme­linde bir yaşamın kurulması yolunda, engelleri başka türlü aşabilme şansı yoksa, zorunlu olarak uygulanan bir yöntem devrimci şiddet. Haksızlığın ortadan kaldırılmasında, adaletin sağ­lanmasında başkaca bir yol kalmadı­ğında başvurulacak bir yöntem. Bu an­lamıyla sınıfsal bir nitelik taşıyan ve dayandığı sınıf nezdinde meşruluğu tartışılmayacak, haklılığından şüphe duyulmayacak bir yöntem.

***

En son söyleyeceğimizi şimdiden söyleyip konumuza devam edelim. Va­roşun doğallığında yaşanan iktidar ve şiddet anlayışıyla, devrimci iktidar ve şiddet anlayışının birbirleriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur ya da olmamalı­dır. Neden?

İkisi başka başka zeminler üzerin­de yükselir. Devrimci yapının iktidar- laşması, tuttuğu alanda eşitlik ve adalet temelinde bir yaşamı kurması anlamına gelir. Şiddet, yine bu temelde uygula­nan yöntemlerden biridir. Varoşta yaşa­nansa bunun tam zıttıdır. Sistemin ez­me, gütme, yönetme mekanizması bu­ralarda yeniden üretilir. Üstelik bu ye­niden üretim, ezilenlerin kendi araların­da bir hiyerarşi yaratılarak gerçeklenir.

Varoşta kendiliğinden yaşanan ikti­dar kavgası ve onun sonucu olan şiddet, ezilenlerin kendi aralarında gerçekleşir. Devrimci iktidar mücadelesi ve dev­rimci şiddet, ezilenlerle ezenler arasın­da yaşanır. Devrimci iktidar ve şiddet kavramlarına anlamını veren sınıflar savaşı zeminidir. Varoşlarda doğallığın­da yaşanan iktidar mücadelesine sınıf­sal bir anlam atfedemeyiz. Yine varoş­ların doğal şiddetinde, ezilenlerin ezen­lere karşı ayaklanışının izini bile gör­mek mümkün değildir. Olan şey, öfke­nin kendi içinde patlaması, ezilenlerin birbirlerini boğazlamasıdır. Bu anla­mıyla devrimci şiddet gelecek ufku o­lan, geliştirici bir rol oynarken, diğeri

kör ve çıkışsız olarak kalır.Varoşta gücün muazzam bir çekici­

liği vardır. Gücün, güçlünün etrafında toplanılır. Ortama daha güçlüsü geldi­ğinde derhal saf değiştirilir. Varoşta ça­lışma yürüten yapıları da bir biçimde etkiler bu gerçeklik. Madem gücün bu denli çekiciliği var, o halde halklaşma adına bir yöntem olarak neden kullanıl­masın. “Güçlenme” adına, güç gösteri­lerinin bin bir türlüsü sergilenir “yaratı­cı” şovlar eşliğinde. Bir süre sonra va­roş sizi kendisine benzetir. Evet, halk- laşma gerçekleşir ama kelimenin olum­suz anlamıyla; devrimci zeminde değil, varoşun doğal zemininde.

Güç tutkusu sağlıklı bir zeminden beslenmez. Ve yine bu tutkunun kendi­si, yaratılmak istenen eşitlikçi atmosfe­ri bozucu, kirletici bir etki yaratır. Güç­lülük hissi, daha güçsüz üzerinden var edilebilir. Daha güçlüyüm diyorsan, kendinden daha güçsüzler üzerinden bunu söylüyorsundur. Hele bir de bu gücü sergilemek istiyorsan güçsüzü ez­men, bir daha, bir daha ezmen gerekir. Böylesi duyguların zerresi bile onunla hesaplaşılmadığında, yaratılmak iste­nen eşitlikçi, dayanışmacı zemini tahrip etmeye yetecektir.

Varoşta “halklaşan” kimi devrimci yapılarda da aynı hava solunmuyor mu? Ben güçlüyüm! Ben daha güçlü- yüm! Kimden? Bu sorunun cevabını hangi anlayışa göre vereceğiz? Varoşta­ki doğal hayatın içerisinden mi, dev­rimci zeminden mi? Varoşta birbirleriy- le boğazlaşanlar ezilenler. Orada güçlü olmaktan söz ediliyorsa, ezilenlerin bir­birleri arasındaki bir kıyaslamadır bu. Varoşun kendisine benzettiği yapılar da işte o hayatın diliyle konuşmaya başlı­yor. Ve kıyaslama, hemen yanı başında­ki bir başka devrimci yapıyla yapılıyor. Yapılan kıyaslamada tek bir ölçü var­dır, güç. Diğerleri güçsüzdür, o güçlü. Propaganda, kadro “eğitimi”, hatta ar­tık her şey buna dayanır, ne kadar güç­lü olunduğunun sergilenmesine. Gücün ölçüsü de sayıdır, “görkemli” şovlardır, taşınan pankartın boyutlarıdır. Artık 1 Mayıslarda yaşanan medyatik cümbüş haddi aşmadı mı?.. Bir de başka bir ya­pıdan arkadaşları idam edilmesin diye, giriştikleri eylemde kendi canlarını fe­da eden devrimcileri düşünün. İki fark-

14

Page 17: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

lı kültür. Yaşanılan her devlet operasyo­nunun yarattığı tahribat, bize gerçek gücümüzün ölçüsünü göstermiyor mu? Hayır, yok öyle bir şey! O operasyonda masanın üzerinde sergilenen silahların çokluğu bile, ne kadar güçlü olunduğu­nun göstergesidir ve süratle güç göste­rilerine malzeme yapılır.

Varoşlardaki “adalet” eylemleri. Bir ’’namussuz”, “alçak”, “şerefsiz”, “hain” bulunur, en görünür yerde evire çevire sopa­lanır. Ve adaleti tesis etme adına, bir sonraki sopa­lanacak kişinin i­zi sürülür. Genç­lerin bayıldığı bir eylem çizgisidir bu. Neden bu kadar çekicidir bu eylemler? Bu işte güçlü olmanın çekiciliğinin bir etkisi olabilir mi? Yanlış anlaşılmasın, böyle şeyler yapılmaz değil, yapılır. Fa­kat bir şartla, şiddetten başka bir seçe­nek kalmadığında ve yalnızca haksızlı­ğı giderme, adaleti sağlama adına. Ola­ya bu gözle bir kez daha bakalım. O ey­lemlere katılan ya da tanık olan insan­lar üzerinde, yapılan işin yarattığı etki­yi ölçelim, tartalım. Yine başlarda bir şeyden söz etmiştik, tekrar edelim. “Yeniyi kurma adına atılan her adımda varsa eskinin izleri, şiddetli bir hesap­laşmayla o izleri yok etme”. Sözünü et­tiğimiz eylem çizgisinde, tartışmasız bir şekilde güç tutkusunun belirgin izle­ri vardır. Hatta güç tutkusunun kılcal damarlarına kadar işlediği varoşta, bu biraz da kaçınılmaz bir durumdur. Bu­rada önemli olan, devrimci yapının ka­çınılmaz da olsa bu durumu bir sorun olarak görüp görmediğidir. Ya da sorun olarak görülüp, bu durumla hesaplaşı­lıp hesaplaşılmadığı.

Varoşta “halklaşan” yapılarda tersi­ne bir durum yaşanıyor. Bizim hesapla- şılması, yeni bir kültürün yaratılması i­çin mahkum edilmesi gerektiğini dü­şündüğümüz bu durum özellikle tercih ediliyor. Eylem çizgisi doğrudan bu mantığın üzerine oturtuluyor. Yapılan iş, adalet sağlamaktan çok güç gösteri­sine, gürültülü bir şova dönüşüyor, ey­lemde tercih edilen biçim, kullanılan dil bile buna hizmet ediyor. Yaratılan havanın, “ben en güçlüyüm” havasının

çekiciliği üzerinden etrafında toparla­nan gençler, o yapıyı daha da bu çizgi­ye bağımlı kılıyor. Varoşun ruhu hük­münü konuşturuyor, siz varoşu fethet­meye gitmişken o sizi fethediyor.

Devrimci yapının varoşta, sistemin “kaderine terk ettiği” yaşam alanların­da iktidarlaşması, sosyal ilişkileriyle, kültürüyle ve hatta ekonomisiyle yeni bir yaşam kurması anlamına gelir. Yal­

nızca tek bir sokakta başlayabilir ikti- darlaşma ya da semtin tamamına yayı­labilir. Aslolan “tutulan” alanda başka bir havanın solunabilmesidir. Ve bu ya­şamın harcı eşitlik, adalet, dayanışma olacaktır. Sefaletin acısı, birbirlerine o­muz vererek, dayanışarak hafifletile­cek, yaşama birlikte tutunulacaktır. Ve bu tutulan alanda kurulacak yaşam, ge­leceğin, gelecekteki sınıfsız toplumun habercisi olacaktır.

Bu iş öyle güllük gülistanlık bir or­tamda olmayacaktır elbette. Orman ka­nunlarının hüküm sürdüğü bir alandası­nız. Ve o alanda daha lise çağındaki ço­cuklar artık ceplerinde “masum” çakı­lar yerine, hiç de şakası olmayan “ma- kinalar” taşıyorlar. Attığınız her adımda önünüze bir engel çıkacak. Sizin dö­nüştürmek istediğiniz o ortamdan bes­lenenler önünüze dikilecek, yeni bir ya­şama izin vermeyecektir. Başka seçe­nek yoksa o engeli aşmak için, hiç te­reddütsüz zorunuzu devreye sokacaksı­nız. Ama yalnızca başkaca bir çözüm yolu kalmadığı için ve yalnızca engelin aşılması, haksızlığın giderilmesi, adale­tin sağlanması için. Asla bir şiddet ve güç tutkusuna dönüşmesine izin verme­den uygulanacaktır bu yöntem. Prob­lem çözümlendiğinde devreden çıka­caktır.

Ve son bir nokta daha. Sizin bugün­den yarına iktidarlaştığınız alanlarda artık öfke içinde patlamayacak, eşitlik, adalet temelinde bir yaşam kurulacak. Burası tamam. Fakat kurduğunuz bu yaşamda ezilenlerin kendi aralarındaki

eşitlikten, adaletten öte bütünsel bir e­şitlikten söz etmek mümkün olabilir mi? O adalet temelinde yaşam kurdu­ğunuz varoş gerçeğinin kendisi ortadan kalkmadan, genel bir adaletten söz edi­lebilir mi? Kapitalizmin hükmünü sür­dürdüğü bir coğrafyada, yine siz en alt­tasınız ve yine ezilenlersiniz. İktidarla- şılan alanda, geçmişteki gibi öfke ken­di içinde patlamayacak belki, ama kay­

bolmayacak da. Cehenneme çev­rilen hayatlarında ezilenlerin o biri­ken öfkesi varoş­ların sınırlarından taşacak, “cenne­te” doğru akacak,

akması sağlanacak. Ufku olmadığını, kör ve çıkışsız olduğunu söylediğimiz ve bu haliyle de sistemi zerre kadar ür­kütmeyen varoşun zoruna karşı, dev­rimci zorun böylesi bir yol göstericiliği, öğreticiliği de olacaktır. İşte o zaman, dün birbirlerini boğazlayan yoksulların gözünü cennete dikmesi sağlanacak, e­zilenlerin bu tarz mücadelesi, günümüz sınıf savaşının kendine özgü bir parçası haline gelecektir. Bu konu daha çok tar­tışma götürür. Çerçevemizin dışına çık­mamak için şimdilik bu kadarına deği­nip geçiyoruz.

***

Devrimci yapının yarattığı zemin ve varoşun doğal zemini. Bu iki farklı zeminden beslenen iki farklı anlayış. Tartışmamızda, anlayış düzeyindeki bu farklılığı göze batırmaya çalıştık. Du­rum tespiti yapmak, farklılıkları ortaya çıkarmak biraz da işin kolay tarafı. Zor olan, kağıt üzerine dökülen o farklılık­ların hayata tercümesi. Problemi çöze­cek formül, varoşta cehenneme çevri­len yaşamın içerisinde. Bu ne oranda başarılabilecek? Onu da zaman göste­recek.

Sonuç olarak devrimci yapı, varo­şun doğallığındaki iktidar ve şiddet an­layışıyla kendi arasına kalın bir çizgi çekmelidir. Aksi halde müdahale edip, dönüştürmek için gidilen o doğallığın bir parçası olmak kaçınılmazdır. Belki öyle bir miktar “halklaşılır”. Ama asla başka bir yaşam kurulamaz, bizi gele­ceğe taşıyacak değerler yaratılamaz.

Varoşlardaki "adalet" eylemleri. Bir "namussuz", "alçak", "şerefsiz", "hain" bulunur, en görünür yerde evire çevire

sopalanır. V e adaleti tesis etme adına, bir sonraki sopalanacak kişinin izi sürülür.

15

Page 18: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

Varoş örgütçüleriyle söyleşi:

‘ADALETİ SAĞLAYACAK OLAN

HALKIN K E N D İS İD İR ’

'Rutin faaliyetle olmaz bu iş, mahalledeki havayı değiştirmek lazım. Eğer genel havayı değiştiremiyorsan buz üstüne yazı yazmış gibi oluyorsun. Ve neyi niye

yaptığını çok iyi anlatman gerekiyor. Yaptığın eylemlerin halk tarafından nasıl algılandığı çok önemli. Adalet diyoruz, ama bunu çok iyi anlatmamız lazım.

Neyi kastediyoruz, neyi hangi amaçla yapıyoruz.'

Geçmişin gecekondu mahallele­rine bugün daha çok varoş deniyor. Varoşlar zaman zaman egemen med­yada çeşitli açılardan gündeme geti­riliyor, çoğu zaman suç ve şiddetle birlikte anılıyor. Düzen politikacıları açısından varoşlar, elde tutulması gereken oy depoları olarak görülü­yor. Sol açısından ise varoşlar dev­rimci bir dönüşüm için, kazanılması zorunlu olan büyük çoğunluğu barın­dırıyor. Bu yüzden emekçi katmanla­rın ve işsizlerin yaşam mekânı olan varoşlarda solun örgütlenme sorun­ları üzerine kafa yormak büyük önem taşıyor. Bu sayımızda çeşitli değer­lendirme yazılarının yanı sıra emekçi mahallelerinde örgütlenme faaliyeti içinde olan devrimcilerle örgütlenme sorunları üzerine sohbet etmeyi ge­rekli gördük.

Bu çerçevede İstanbul ’un emekçi semtlerinde faaliyet gösteren örgüt­çülerle görüştük:

İstanbul’da emekçi mahallelerindeörgütlenmek ne gibi güçlüklerve olanaklar barındırıyor?

Metin (Okmeydanı): Varoşlarda­ki çalışmanın üç ayağı olduğu söyle­nebilir, ekonomi, dayanışma ve ada­let. Bu çalışmalar ikili iktidar pers­pektifiyle yürütülmeli. Varoş zemini çok kaygandır. İşsizlik çok yaygın. Bu yüzden ekonomik çalışma çok ö­nemli. Adaletsizlik duygusu da çok yoğun. Mahalledeki her türlü soruna

müdahale etmek zorunda kalıyoruz. Adaleti sağlayacak olan halkın ken­disidir sonuçta. Örneğin karakollar artık sorunların çözüm adresi olarak görülmüyor, parayı bastıran işini gö­rüyor çünkü orada. Ondan dolayı her türden sorunda devrimcilere müraca­at edebiliyor insanlar. Örneğin küfür­leşme ve kavgalar oluyor sudan se­beplerden, bunları barıştırmak gere­kiyor.

Yaptığımız iki şey var temelde, yoksulluğa karşı dayanışma ve her türden adaletsizliğe karşı mücadele. Şu anda en zayıf olduğumuz alan ise ekonomik hayata müdahale. Kafa­mızda projeler olsa da hedeflerimizin çok gerisindeyiz. Ekonomi derken sadece işçi hakları açısından bakmı­yoruz, alternatif ekonomik işletmeler de açmak gerekiyor. Bir taraftan da seyyar satıcılara karşı zabıtanın bas­kısı var. Mesela geçen gün şöyle yap­tık; Örnektepe’den geçiyorduk bir baktık zabıtanın bir tanesi bir seyyar satıcının tezgâhına el koymuş, he­men müdahale ettik. Satıcı “Türkiye Cumhuriyeti bana iş sağlamadan ben bu işleri bırakmam” dedi. Biz de “siz büyük başların uşaklarısınız” dedik zabıtaya ve onları kovduk oradan. A­dalet duygumuz incinmişti. Her türlü soruna her türlü araçla müdahale et­mek gerekiyor.

Dinamik, enerjik, inançlı kadro­ların işi varoş çalışması. Halkın da­

yanışma ağını örmek büyük bir ihti­yaç. Bu üç ayağı birbirinden ayırma­mak gerekiyor. Adalet çalışmaları yaparken halkın dayanışma ağını ör­mek ve ekonomik sorunlara karşı so­nuç alıcı şekilde mücadele etmek ge­rekiyor.

Ozan (Bağcılar): Bugün tüm devrimci siyasetler varoşlarda çalış­ma yapıyor. Örneğin yozlaşmaya karşı mücadele neredeyse herkesin gündemi. Ama mahalle gençliği bunu ne kadar sorun ediyor o da ayrı bir konu. Mesela 96-97’de işler daha farklıydı, çete örgütlenmeleri bu ka­dar güçlü değildi. Bugün daha orga­nize durumdalar. Toplum da kanıksa­maya başladı. Esrar kullanımı 11 ya­şına düşmüş deniyor. Çetelerin duru­mu hem daha gelişti hem de kökleşti. Mahallelerde solun etkinliği de eski­si kadar değil. Eskiden iyi bir eylem­le etki alanı yaratmak daha kolaydı. Şimdi o kadar kolay değil. Daha bü­yük bir gücü gerektiriyor. Şimdi bir sürü grup afiş yapıştırıyor. Ama cid­di bir etkinliği yok.

Rutin faaliyetle olmaz bu iş, ma­halledeki havayı değiştirmek lazım. Eğer genel havayı değiştiremiyorsan buz üstüne yazı yazmış gibi oluyor­sun. Ve neyi niye yaptığını çok iyi anlatman gerekiyor. Yaptığın eylem­lerin halk tarafından nasıl algılandığı çok önemli. Biz 1998’de, kaçırılan bir kadın için eylemler yapmıştık. O

16

Page 19: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KAS İM'ARALIK 2006 C|Oİ

zaman çok büyük etki yaratmıştı. Ba­sit bir şey gibi görünüyor, ama beş- on gün mahallede o konuşuldu. Şim­di aynı etkiyi yaratmak için çok daha fazla uğraşman lazım.

Toplum da biraz kanıksadı dedi­ğim gibi. Adalet diyoruz, ama bunu çok iyi anlatmamız lazım. Neyi kas­tediyoruz, neyi hangi amaçla yapıyo­ruz.

Sevinç (Alibeyköy): Mahallelerin tarihleri ve yapısı birbirinden farklı. Okmeydanı’nda belki insanlar daha açıklar siyasete, ama bir Alibeyköy i­çin aynı şeyi söyleyemeyiz. En temel gündemlerden birisi mahallelerde yozlaşma.

Ekonomi, gençlik ve dayanışma çalışmasının birbirini tamamlaması gerekiyor. Kitleyi çekmek kadar dö­nüştürmek de önemli. İnsanlara yaşa­mı birlikte dönüştürebileceğimize dair bir güven vermek zorundayız. Örneğin mahallemizde uyuşturucuya karşı bir panel yapmıştık, o panele katılan kadınlardan birisi kendi çocu­ğunun uyuşturucu kullandığını fark etmişti. Güveni hissettirebilmek için somut sorunlarına kısmi de olsa çö­zümler üretmemiz lazım. Çalışmanın bir iddiası olması gerekiyor.

Son zamanlarda mahallelerdeki çe­telerin faaliyetleri basına sıkça yansıyor. Çalışma yaptığınız mahallelerdeki güç odakları hakkında neler söyleyebilirsi­niz?

Metin: Varoşlarda kendi çıkarları için grup kuran, uyuşturucu satanlar var. Bunların bir kısmı karakollarla bağlantılıdır. Çeteleşen gruplar ge­nelde o mahallenin insanı, hatta bir kısmı devrimciliğe bulaşmış eskiden. Mesela X mahallesinde bir büyük bir çete var. Uyuşturucu işleri vs. yapı­yorlar. Bunlarla karşı karşıya geldik sonunda. En son liderleriyle konuş­tuk. Uyuşturucu ve gasp işlerini bıra­kacaksınız dedik. Yapacaksanız zen­gin semtlerde yapın dedik. Yemin et­ti, en son kendi kabuğuna çekildi.

Çete diye tabir edilen grupların hepsi gasp ve uyuşturucu işi yapıyor değil aslında. Kime çete diyoruz?

Çete deyince, kime bağlı olduğu ve ne iş yaptığı çok önemli. Bazen ma­hallenin insanları kendilerince bira i­çip, sohbet ediyorlar, gruplaşıyorlar. Şimdi bunlara çete diyemeyiz. Bir kısmı da kendi sorunlarını çözmek i­çin bir araya gelmiş insanlar. Kendi sosyal ortamları var. Bunlarla dostça ilişkiler kurulabilir. Böyle gruplarla sohbetimiz oluyor. Bu insanlara bi­zim sistemi anlatmamız lazım. Bun­ları karşımıza almaktansa onları sis­teme karşı yönlendirmeliyiz. Mesela adalet diyoruz, esrar içenle satanı a­yırmak lazım. İçeni sohbetle ikna e­debilirsiniz, ama dağıtanları cephe­den karşımıza almalıyız. Sineklerle değil, bataklıkla uğraşacağız.

Sevinç: Mahallelerde tarikatlar da örgütleniyor. İslamcı belediyeler de yardım faaliyetleri üzerinden ör­gütlenmeye çalışıyorlar. Devrimci kurumlarsa gençlik merkezleri gibi. O da sadece Alevilerin olduğu ma­hallelerde. Oysa solun kurumları halk yığınlarına hitap edebilmeli. A­levi olmayan mahallelere ilişkin po­litikamız da olmalı.

Hangi çelişkiler daha fazla öne çıkı­yor?

Metin: Aslında çok farklı çelişki­ler var. İşçi hakları konusunda zaman zaman sohbetler yapıyoruz. Sigorta­sız çalıştırmaya, haksızlıklara karşı bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Örne­

ğin atölyelerdeki işçiler bazen maaş­ları verilmeden işten atılıyorlar. Öyle bir işçi arkadaşın bir buçuk milyar a­lacağı vardı. Bu arkadaşla birlikte gittik, “bu adamın alacağı var, ma­hallenin insanı, bu insanın parasını vereceksin” dedik. İşçinin yalnız ol­madığını görünce parayı vermek zo­runda kaldı patron. Hatta atölyedeki diğer işçilere de niye geldiğimizi yüksek sesle anlattık. Oturup konuş­tuğumuzda müdahale edilmesi gere­ken bir sürü çelişki ortaya çıkıyor. Hangisiyle başa çıkacaksın. En son sorun yaşayan işçilere kendi aranızda bir adalet ekibi oluşturun dedik. Bu tür sorunlara birlikte müdahale edin. Birisinin alacağı var, birisinin kız kardeşine ustalar laf atmış vs. Sonra bu insanlar siyasileşmeye başladılar.

Adalet, çalışmanın olmazsa ol­maz kısmı. Zaman zaman akşamları mahallede gezip güvenlik önlemi al­mak zorunda kalıyoruz. Özellikle hırsızlık ve uyuşturucuya karşı. Son süreçte internet kafeler gece sabaha kadar çalışıyorlardı, polise rüşvet ve­riyorlar bunun için. Buralarda esrar satışı yapılıyor ve genelde porno si­telere giriliyordu. Bir gün baktım mahallenin gençleri ellerinde bir ki­lit, gidip internet kefeleri kapataca­ğız diyorlar. Konuştuk, önce uyara­lım dedik. Bir şey değişmeyince bir gün kepenkleri içerdekilerin üzerine kapatıp internet kafeleri kilitledik.

17

Page 20: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

CjOİ KASIM-ARALIK 2006

Eylemimiz çok etkili oldu. Şu anda çalışma tarzlarını düzelttiler. Esrar satışı durdu.

Erkan (Okmeydanı): Varoş ça­lışmasını nereye bağlayacağınız da çok önemli. Halkın gündemlerinden kopmamak gerekiyor. Varoş gençli­ğinin günlük sorunlarını atlayarak salt örgütün ihtiyaçlarına bağlı ola­rak siyasileştirilmesi de ayrı bir so­run. Gençlik kendi somut sorunları üzerinden örgütlenmeli. Biz varoş gençliğinin öfkesini sisteme karşı yöneltmeye çalışıyoruz.

Varoştaki herkes de kavgacı değil tabi. Her gencin farklı kişisel özellik­leri var. Onların yapısına uygun tarz­lar geliştirmek gerekiyor. İnsanlara sadece sistemi anlatmak da olmuyor, belki bir saat geyik yapıyoruz, ama onun 10 dakikasını politikleştirebilir- sek ne iyi.

Gençlik çalışmasının özgün bir yanı var. Sosyal ve kültürel çalışma­lar çok önemli. Müzik ve tiyatro ça­lışmaları yapıyoruz mesela.

Sevinç: Yerel yönetimlerden iş­yeri sorunlarına çok geniş bir alanda etkinlikler yapmak mümkün. Mesela mahallemizde çöp varilleri yok, bu­nunla ilgili kampanyaları önümüze koyabiliriz. İmza toplayarak beledi­yeye başvurabiliriz. Yerel yönetimle­ri sıkıştırmamız lazım. Eğer taleple­

rimizi karşılamıyorlarsa onları teşhir etmeliyiz. Mahallenin insanları ola­rak bunu yapabiliriz.

Ozan: Mahalledeki üretim süre­cinin içine giremiyoruz aslında. Ma­hallelerde çok sayıda eve iş alan ka­dın var, bunların çoğundan kimsenin haberi bile olmuyor. Evdeki üretim sürecini gözleyebilmek için daha dikkatli bir gözle bakmak gerekiyor. Mademki devrim üretim ilişkilerin­den çıkacak o zaman bu sürece mü­dahale edebilmemiz gerekiyor. Üre­timle ilgili bağlantılar çok fazla takip edilmiyor.

Güvencesiz çalışmaya karşı sü- reklileşmiş bir faaliyet lazım. Bizim mahalledeki faaliyetimiz eskiden be­ri işçi ağırlıklı. Biz devletin kurumla- rına muhalif olsak da bunların işleri­ni yapmasını da istiyoruz. İşçileri gü­venceye alması lazım, muhtarlık yar­dım dağıtacaksa bunu adil yapması lazım, belediyenin görevlerini yap­ması lazım.

Sol hareketin yürüttüğü çalışmalar halkta nasıl bir karşılık yaratı­yor?

Ozan: Yozlaşmaya karşı afiş asıl­mış, gençler altında oturup esrar içi­yorlar.

Şimdi Bağcılar Çiftlik’te mesela dört mahalle var. Bu mahallelerin her birinde 15-20 bin civarı seçmen var.

Devrimcilerin ulaşabildiği insan sayı­sı ise 15-20 kişiyle sınırlı. Halk kendi gündelik sorunları içinde yaşıyor. Ça­lışma saatleri uzun. Bir işçiyi ancak haftada bir görebiliyorsun. İnsanlara medya bir bilinç aktarıyor, bir yandan da sen konuşuyorsun, bir de yerel gündem var. Biz onların hayatlarında ne kadar yer kaplayabiliyoruz? Ne kadar zamanı birlikte geçirebiliyo­ruz? Sol mevcut haliyle yaşamı dö­nüştürmeye öncülük edemiyor.

Varoş örgütlenmesinin nasıl bir perspektifle yapıldığı çok önemli. Yapılan tüm çalışmalar büyük bir projeye bağlanmalı. Çalışmalar ku- rumsallaşmazsa ve halk tarafından sahiplenilmezse geleceği olmaz. Ka- lıcılaşmak gerekiyor. Yoksa geçici i­lişkiler kurulmuş oluyor. Önemli o­lan canlı ilişkinin süreklilik kazan­ması. İnsanların gelmesini sağlaya­cak projelerimizin olması gerekiyor. Örneğin bizim işsizlik kampanyası sırasında derneğe astığımız iş ilanla­rı panosu etkili olmuştu. Hiç tanıma­dığımız insanlar gelip adres sordular.

Tabi baskılar var, işsizlik, güven­cesizlik var. Sosyalleşme olanakları yok. Mahallenin ortak bir gündemi, ortak bir paydası yok. Her kesimin kendine göre bir gündemi var. Örne­ğin Lübnan’la ilgili basın açıklaması yaptık, İslamcılar daha duyarlıydı. Diğerleri çekilin gidin havasındaydı. Önce ortak bir atmosfer yaratmak ge­rekiyor. İnsanların kafasındaki gün­dem ve bir de senin gündemin var, bu ikisini birbirine bağlamak zorunda­sın.

Dayanışma çalışmaları kafamızı açtı, ama pratikte hedeflerimizin çok gerisinde olduğumuz da kesin. Pratik işlerle konuşmak gerekiyor. Solda bazen güzel söylemler üretiliyor, a­ma pratik karşılığı nedir diye baktığı­mızda çok şey bulamıyoruz. Bir süre sonra faaliyetlerde bir rutinleşme o­luyor. Küçük olmaya alışmak gibi bir sorun var. Oysa devrimci faaliyet bir göreve dönüşmemeli. Farklı bir he­yecandır, bunun yaşanması lazım. Heyecanı yaratmak önemli olan. Bu da kendini dönüştürücü bir güç ola­rak hissetmene bağlı.

18

Page 21: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

■ ■■ ■■ ■■

EŞK IY A DÜNYAYA HÜKÜM DAR

□ L U R M U ?Emin S. Güzel

Bilindiği gibi çeteleşme sırf bu döneme özgü bir olgu değildir. Geçmiş zamanlarda da hem şehirde hem de kırlarda çeşitli çetelerin kurulduğunu biliyoruz.

Bugün ise çeteleşmenin hem derinlik hem de yaygınlık kazandığını görüyoruz. Ayrıca bugün, karşımıza çıkan çetelerin kendine özgü bir takım özellikler

taşıdıklarını da görmeliyiz.

Şehir merkezlerini kuşatan alanlar olarak varoşlar, kendine özgü bir ya­şam kültürü oluşturmaktadır. Bu kül­tür, tüm toplumsal yapılara bir şekilde sirayet etmektedir. Daha önceleri, sol­cuların hakim olduğu, varoşlar da dahil olmak üzere, tüm varoş ile toplumun değişik kesimlerinde çeteler, gittikçe daha fazla boy göstermekte ve buna bağlı olarak çete kültürü diye adlandı­rabileceğimiz bir yaşam tarzı ortaya çıkmaktadır...

Her dönem yeni sorunlar ile çözüm arayışlarını beraberinde getirmektedir. Bu nedenle her döneme farklı mesele­ler damgasını vurmaktadır. Şehrin du­var yazıları takip edildiğinde dahi ku­şaklar arasındaki ilgi farkları açığa çı­kacaktır. Bir zamanlar devrim slogan­ları ile kaplanan duvarlar bir başka za­manlar futbol takımlarının adları, ara­besk şarkı sözleri veyahut sevgiliye ya­zılan sözlerle dolmuştur. Kısacası her dönemin kendine özgü bir ruhu olmak­ta bunu da bir şekilde dışarı yansıtmak­tadır.

Günümüzün toplumu da önceki dönemlerden ayrılan bir ruh taşımakta­dır. Herhalde bunlardan bir tanesi de çeteciliktir. Toplumumuzda daha önce­leri görülmediği ölçüde, çetecilik ile çete kültürü yaygınlık kazanmıştır. Hem devleti hem toplumu çetelerin sardığını söylemek, abartı olmayacak­tır. Geçmişte bildik birkaç sektörle il­gili olan çeteler, günümüzde el atma­

dık alan bırakmadı. Toplumda her çap­ta ve de her renkten çeteye rastlamak mümkündür.

Çeteleşmenin bu kadar yaygın ol­ması, çetelere özenti ile çete kültürü­nün popülerleşmesini getirmiştir. Öyle ki çete, bir sürü genç açısından kimlik ihtiyacının bir karşılığı olmuştur. Sırf bu ihtiyaçtan yola çıkarak, kurulan çe­teler de söz konusudur. Bir zamanlar, İstanbul un çeşitli yerlerinde yazılama yapan Nuri Alço çetesi gibi. Söz konu­su gelişmeyi TV dizilerinden duvar ya­zılarına kadar izlemek m üm kündür.

Bu durumu hem devlette hem de toplumda yaşanan bir dağılışa işaret o­larak yorumlayabiliriz. Adeta tüm top­lum; antik medeniyetlerin çöküş aşa­masında açığa çıkan ve de Kıvılcım- lı’nın Tavaif-ül Mülük diye tanımladı­ğı bir dönemi, yaşamaktadır. Bu duru­mu, genel seviyede değerlendirmeyi başka yazılara bırakarak, şimdilik bü­yüteci daha çok varoş alanlarında kar­şılaştığımız çetelere tutmaya çalışaca­ğız...

Bilindiği gibi çeteleşme sırf bu dö­neme özgü bir olgu değildir. Geçmiş zamanlarda da hem şehirde hem de kır­larda çeşitli çetelerin kurulduğunu bili­yoruz. Bazı dönemler, çeteler yaygın­laşırken bir başka dönemde birdenbire ortalıktan çekilmişlerdir. Çeteler top­lumsal yapıda yaşanan çeşitli zorlan­maların sonucu olarak karşımıza çık­maktadırlar. Bu durum geçicidir, ebe­

diyen süremez. Geçmişte de çeteler toplumda yaşanan önemli altüstlükle- rin habercileri olmuştur a d e ta .

Bugün ise çeteleşmenin hem de­rinlik hem de yaygınlık kazandığını görüyoruz. Ayrıca bugün, karşımıza çı­kan çetelerin kendine özgü bir takım ö­zellikler taşıdıklarını da görmeliyiz. Örneğin, geçmişte çete kuranlar ağa baskısı, mahpustan kaçmak veyahut bir yakın akrabanın, eşin intikamını al­mak gibi nedenlerle silah kuşanıp dağa çıkarlarken, bugün ise çoğunlukla, doğrudan bir menfaate ulaşmak ama­cıyla, çeteler kurulmaktadır.

Çeteleşm eye zemin ha­zırlayan koşullar

1. Yoksulluk: Çeteleşmenin maddi zemini yoksulluktur. Ancak yoksulluk tek başına çeteleşmeye yol açmaz. Geçmiş zamanlarda toplum daha çok yoksulken çeteleşme bu kadar yaygın değ ild i.

2. işsizlik: Çeteleşmenin en önem­li maddi kaynağı işsizliktir. Şehrin et­rafını saran varoşlarda işsizlik o kadar yaygınlaşmış ki bu durum, beraberinde gelecekten kopmuş, tamamen gündelik yaşayan, geniş bir kitlenin doğmasına yol açmıştır. İşsiz, güçsüz ne yaptığı belli olmayan bu kitle, çeşitli varoş a­lanlarına kendi rengini baskın kılmaya başlamıştır. Eski zamanlarda berduş, serseri, yeni dönemde lümpen proletar-

19

Page 22: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

ya diye tabir edilen bu kesim çetenin en önemli insan kaynağıdır. Ayrıca bu kesim, çete kültürünü üretip taşıyan en önemli sosyal ortamı da oluşturmakta­dır...

3. Sistemin zoru: Egemen sistem, yıllarca toplumu çeşitli zor aygıtları ile sindirmiştir. Darbe dönemleri başta ol­mak üzere neredeyse her dönem top­lum, çeşitli işkencelerle baskı altına a­lınmıştır. Bu baskı, varoşun yoksullu­ğu, işsizliği vs. ile birleşince varoşta son derece büyük bir gerilimin birik­mesine yol açmıştır. Yıllarca gündelik yaşamın bir parçası haline gelen bu baskı, şiddeti tek geçerli çözüm aracı olarak gören, bir kültür yaratmıştır. Şiddet kültürü erkek egemen yapıyla el ele vermiş, sonuçta da çeteler için ha­zır bir insan malzemesi oluşmuştur.

Bugün toplumun; kendisine sistem tarafından içirilen gerilim ile şiddeti, Çeteler aracılığıyla kusmağa çalıştığını söyleyebiliriz. Ancak tüm toplum ke­simlerinde olduğu gibi çeteler de bu şiddeti, sisteme karşı kusmanın ne den­li tehlikeli olduğunu, yakın dönem sı­nıf mücadelesi deneylerinden dolayı bilmekteler. Bu nedenle çeteler, siste­me yönelmesi gereken bu gerilimi ta­mamen kontrolden çıkmış bir şekilde ve her tarafa yaymaktadırlar. Sonuç; devletin, sistemin, toplumun, değerle­rin daha fazla deforme olması.

4. Değer yitimi: Yukarıda saydığı­

mız tüm nedenler tek başına yaşanan­ları açıklayamaz. Çetelerin bu kadar yaygınlaşmasının bir diğer önemli ne­deni de, toplumda yaşanan değer yiti­midir. Bugün tek geçerli değer olarak, kişi menfaati kalmıştır sadece. İnsanla­rı birbirine bağlayan değerler buharlaş­tıkça, kişiler toplum korumasından mahrum kalmaya başlamakta ve ce­hennem gibi bir alanda yaşayan insan­ları güç arayışına itm ektedir.

Toplum içinde güçlü olmak ile kendini güvende hissetmenin yolu ör­gütlü olmaktan geçer. Ancak modern örgütlenmeler çözülüp dağıldıkça, on­ların yerini çete, aşiret gibi örgütlen­meler almıştır. Örneğin varoşlarda güçlü bir aileye, aşirete mensup olmak en önemli güçlerden biri haline gelmiş­tir. Böyle bir dayanağı olan kimse, ra­hatlıkla aşiret gücüne yaslanıp, çetesini kurabilmekte ve onun üzerinden çeşitli rantlara uzanabilmektedir. Zaten böyle bir dayanaktan yoksun olan çete ile çe­te liderlerinin ömrü pek fazla olmaya­caktır. Ancak çete lideri, önemli para kaynaklarına ulaşmışsa şayet, ömrünü uzatabilecektir. Aksi halde, kendini hiçbir şekilde, güvende hissetmeye­cektir.

Çeşitli toplumsal değerlerin, baskı­sı ve denetiminden kurtulan bireyler o güne kadar, baskı altında tutmuş olduk­ları istekleri, tatmin etmek için vahşi bir saldırıya geçebilirler artık. Onları

sınırlayan çıplak zor dışında bir şey kalmamıştır. Ayrıca zenginlik az ötede, birkaç adımlık mesafede durmaktadır. Kafalarını azıcık kaldırdıklarında, şehir merkezinin ışıklarını görmektedirler. Zaten televizyonlar her gün durmadan onlara zenginlikle örülmüş başka bir yaşamın varlığını anlatıp durmaktadır. Bir an önce ve nasıl olursa olsun o ya­şama kavuşmaları gerekmektedir.

Çete kültürüÇeteleşmeye zemin hazırlayan ko­

şulları gördük. Ancak saydığımız tüm nedenler, çeteye maddi, manevi zemin sağlar sadece. Bu zeminden çete çıkar­tacak en az diğer koşullar kadar önemli bir şeye daha gereksinim vardır. Yani un, şeker, su var ancak helva yoktur or­tada. Tüm bu malzemeden helva yapa­cak usta lazımdır. Helva için usta ne ise çete içinde, şef odur. Çete malzemesi, şef etrafında derlenip bir organizma ha­line gelecektir. Bu nedenle çete için şef, son derece önemlidir. Öyle ki çeteyi çe­te yapan, şeftir desek abartmayız. Bu nedenle çeteyi daha iyi tanımak için büyüteci, daha çok şefe ve şefin kişilik özelliklerine tutmaya çalışacağız. Za­ten şef, kendisini sarmalayan o koşulla­rın ürünü olduğu gibi o koşulları, kendi davranışlarında en fazla yansıtan kişilik olacaktır. Çeteyi anlamanın en iyi yolu şefi anlamaktan geçer.

Çete şefin etrafında derlenir

Öncelikle her çete bir şef etrafında örgütlenir. Şef abartılı bir şekilde yü­celtilir. Şefin bu denli abartılmasının bir nedeni, cemaat kültürü ise bir diğer nedeni de varoşta yaşayan insanın aşırı yoksul, düşkün oluşudur. Çünkü bu denli sefilleşen kişi ile topluluklar, her yerde kurtarıcı arayacaklardır. Kurtarı­cı ise kendini belli eder etmez göklere kadar yüceltilecektir.

Peki, şef gerçekte neyi kurtarmak­tadır? Aslında şef ve şefler üzerinden varoş insanı, özendiği yaşam ile itibara kavuşacağını umar. Bu da her şeyden önce paraya ulaşılması demektir. De­mek ki çetenin asıl motivasyonu para­dır. Ancak tek başına para, çetenin o­luşması için yeterli değildir. Ayrıca bu

20

Page 23: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

sonuç için her tür değeri ayaklar altına almaya hazır bir insan malzemesi de gerekmektedir. Post-modern dünyada ise bu malzemeyi bulmak, son derece kolaydır. Aç sırtlanlar, ağızlarının su­yunu akıtarak az ötede beklemektedir­ler. Hepsi de kendilerine ava ulaşma­nın yolunu, bilgisini kuralını göstere­cek kişiyi (şefi) beklemektedirler. Ya­kıp yıkmaya hazır bu sürü, şefin istek­lerini kışkırtması ile harekete geçer...

Çete; şefin etrafında bir efsane ya­ratılarak örgütlenir. İsim yapmayan bir şefin etrafında, çetenin derlenmesi mümkün değildir. Çünkü çetede asıl ör- gütleyici güç, ismin etrafında yaratılan efsane olmaktadır. Çete şefi ile yaratılan efsane her zaman kol kola yürüyecektir.

Gerçekte efsane olamayanlarsa, ra­con- poz keserek bu havayı çevrelerine yaymaya çalışırlar. Takınılan poza i­nandırıcılık kazandırmak için gerekli her tür yalan, abartma, söylentiye ra­hatlıkla başvurulur. Amaçlanan bir ef­sane yaratıp etrafa korku yaym aktır.

Çete ilişkisinde geçerli tek ölçü, şefin kendisi olmaktadır. Onun dışın­da, davranışları sınırlayan, herhangi bir ölçü ile prensip, söz konusu değildir. Şef ister, öbürleri yapar. Şefin istekleri de herhangi bir değerle sınırlandırılma- dığı için istekler birbirini tutmayacak, dolayısıyla nerede ne istediği belli ol­mayan, tutarsız, dengesiz bir tip şekil­lenecektir. Dengesiz davranışlar, şefi daha korkutucu kılacağı için şef, bir müddet sonra bu davranışları yarı bi­linçli olarak sergilemeye başlayacaktır. Şefin kendini tanıyamaz hale geleceği bu tiyatro, şef ile adamları arasında karşılıklı olarak sürüp gidecektir.

İşsizlik, yoksulluk, değer yitimi ile şiddetin kol kola yürüdüğü sosyal or­tamlar bu tipolojinin ürediği alanlardır. Böyle sosyal ortamlar, şefin gıdasını o­luşturur. Ancak çete sonucunun çıkma­sı için sisteme dair adalet duygusunda da önemli erimelerin yaşanmış olması gerekmektedir. Sistem tarafından gele­cekleri güvence altına alınmayıp bun­dan umudunu kesenler diğer nedenler­le birlikte bu sürece girmektedirler.

Çete genellikle, bir ihtiyaçtan kay­naklanmakta ve ondan beslenmektedir.

KASIM-ARALIK 2006

Çeteyle iş yapanlar, çoğu zaman siste­min adaletine güvenmeyip bunu kendi­si yerine getirmeye çalışan insanlar ol­maktadır. İnsanları çeteye muhtaç eden ve kendi adaletini, güvenliğini sağla­maya iten en önemli neden sistemin a­daletine güven duymamalarıdır. Sis­temden adalet bulamayıp da çeteye müracaat eden her insan, çeteye hayat vermiş olmaktadır.

Çete her ne kadar şefin karizması, gücü etrafında örgütlenmiş görünse de gerçekte çeteyi çete yapan, kendi ara­larındaki menfaat birliğidir. Yani, çete­nin maddesi şef ve silah ise ruhu da pa­radır, rant kapmadır.

Rant kapmaya yönelen çete, her türlü sınırdan bağımsız bir şekilde, şid­det uygulayacak ve de şiddeti tapınma nesnesi haline getirecektir. Varoşun sosyo-ekonomik yapısı; erkek egemen kültür ile birleştiğinde tablo tamamlan­mış olacaktır. Sonuç; erkek egemen, o­toriter, şiddet düşkünü, ben-merkezli bir kişiliktir. Bu kişiliğin; gündelik ya­şamından, hitabet şeklinden, ses tonun­dan, mimiklerinden, kısaca her tür ha­reketinden iktidar-otorite yansıyacaktır. İktidar, bu kişiliğin, yegâne iletişim yo­ludur. Sağlıklı insanların iletişiminde görülen sevgi, anlayış vs. yok olmuş yerine her türden erkek egemen davra­nışlar geçmiştir. Çetedekiler, sadece e­mir alır, emir verir. Gerektiği için, ken­dilerinden beklendiği için; özeleştiri verir, özür diler veyahut saldırıya ge­çerler. Yaptığı hiçbir işi gerçek anla­mıyla idrak edemez. Sadece gerektiği i­çin, şef ya da kendisinden daha güçlü olanlar, bunu ondan istediği için bir işi, davranışı yapacaklardır. Tüm algıları o­toriteye, güce dönmüş onun her hareke­tine karşı duyarlılık kazanmışlardır.

Bu kişilikler, her türden merkez kaç eğilime yakın olup başına buyruk, kendinden menkul ölçülere sahiptir. Bu tipoloji ancak kendisinden daha bü­yük bir otoritenin nefesini ensesinde hissederse şayet, bir ölçü içersinde du­rabilecektir...

Çetenin iktidarı korkunun iktidarıdırÇete ve çete şeflerini daha iyi ta­

nımlayabilmek açısından, devrimci şeflik ile karşılaştırmaya çalışalım. Son zamanlarda bu iki tipoloji ile iki ayrı ilişki tarzı arasındaki farkın silik­leştiğini görüyoruz. Öyle ki birçok devrimci yapıda yer aldığını söyleyen kişilerin davranışlarına baktığımızda çeteyle büyük yakınlıklar buluruz. Sö­züm ona, varoşu ve çeteleri dönüştür­me iddiasında olunmuş, ancak sonuçta devrimci yapılar dönüşmüştür. Bu ya­pılarda yer alan çeşitli dinamiklerin su­ratlarındaki solcu maskesini kaldırdı­ğımızda altından çete çıktığını görü­rüz. Başka bir deyişle varoştaki bu di­namik dönüşmek bir yana devrimci söylemler altında kendini üretmektedir aslında.

Devrimci mücadele; taşıdığı amaç, mücadele metodu ile disiplin anlayışı açısından çeteden tamamen farklıdır. Çetenin amaç ile amaca ulaşmada uy­guladığı yol, yöntemler ve de disiplin anlayışının devrimcilikle uzaktan ya­kından ilgisi yoktur.

Bazen her iki gücün zor kullanma­sı nedeniyle birbirine karıştırıldığını görüyoruz. Ancak belirttiğimiz gibi devrimci zor gerek taşıdığı insani a­maç, gerek uygulamasındaki ilke ve ölçüler açısından, çete zorundan tama­men ayrılır.

İki farklı amaç, yol ve yöntemler, en nihayetinde iki farklı kişilik özelliği ile önderlik anlayışı yaratacaktır. Biz burada, birbirinden farklı olan bu iki kişilik özelliğini, bazı açılardan karşı­laştırmaya çalışacağız. Devrimcilik ile çetecilik arasındaki farkları bütünsel o­larak irdelemek başka bir yazının ko­nusu yapılmalıdır.

Devrimci liderler gönüllerde taht kurar

Devrimci lider(şef)lerin en önemli özelliği toplumun, emekçilerin gönül­lerini fethetme yeteneğidir. Çünkü devrimciler, tüm söz ve eylemleri ile e­zilenlerin, emekçilerin adeta dili olur­lar. Bu nedenle sonuçta ezilenlerin, e­mekçilerin gönüllerinde taht (otorite) kurarlar. Gönüllerde taht kuranların en önemli özelliği ise hakkaniyetli olma­larıdır. Yaptıkları işlerde, eylemlerinde

21

Page 24: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASIM-ARALIK 2006

bir ölçü, hakkaniyet vardır. Bu nedenle ilişkilerinde güven yaratırlar. Güven duygusunu oluşturan en önemli şey, söz konusu hakkaniyetli davranıştır. Hakkaniyetli olmak ise kendisine ya­pılmasını istemediğini, başkasına yap­mamak ilkesinden kaynak alır. Bu ilke­nin temelinde yatan eşitlik duygusu or­tadadır. Belki de eşitlikten çok toplum­sal duygu demek daha doğrudur. Çün­kü toplumcu bireylerin özdeşleşme ye­teneği güçlü olduğu için kendisini baş­kalarının yerine koyabilecek; böylelik­le başkasının acısını kendi acısı olarak görebileceklerdir. Bu nedenle de ezi­lenleri, güçsüzleri herkesten daha çok anlayacak ve onlarla kurduğu ilişkide, kendini onlardan üstün görmeyecek, davranışlarında da asla başı buyruk, denetimsiz olmayacaktır. Başka bir de­yişle bilinç ile bilinçaltı arasında tam bir denge ve bu dengenin ürünü olan vicdan(toplum)a sahip oldukları için haksızlığa karşı gelecek, başkalarının hakkını yemekten korkacak, zayıfı, düşmüşü ezmekten kaçınacaklardır. Ü­zerlerinde herhangi bir toplumsal de­netim olmasa bile, kendi kendilerini denetleyecek ve davranışlarına bir ölçü koyacaklardır.

Devrimcilerin çeşitli sorunları hakkaniyetle çözmesi insanlarda adalet duygusunun gelişmesine yol açacaktır. Adaletli davranıldığına inanılan her ki­şi ile örgütlenmeye ezilenler daha çok güven duyacaklardır. Bu güveni yara­tan devrimci kişi ile yapılar kaçınılmaz olarak ezilenlerin gönlünde taht kura­caktır...

Görüldüğü gibi devrimci kişilik ile şeflerin en önemli özelliği tüm davra­nışlarında adil olması, adil olmak adı­na kendini dahi kayırmamasıdır. Bu nedenle devrimcilerin çeşitli toplum kesimleri üzerinde kurduğu otoritenin temel olarak sevgiye, güvene dayandı­ğını bilmeliyiz.

Ayrıntıya fazlasıyla girmeyi göze alıp bu hususu biraz daha açmaya çalı­şalım.

Adalet dediğinAdaletin kaynağı nedir?

Yaşama dair deneyimlerimiz bize

adaletin kaynağının eşitlik olduğunu göstermektedir. İnsanoğlu tarihin bü­yük bölümünde eşit yaşadığı için eşit­lik anlayışı iç dünyasında bir duygu halinde örgütlenmiştir. Bu duygu, sü­rekli tatmin olmak ister.

Devrimci şefliklerde bu duygu yo­ğun olarak bulunur. Söz konusu tipler tüm söz ve eylemleri ile hakkaniyetli olmaya çalışırlar. Bunu bir tür zorunlu­luk olarak içlerinde duyarlar. Adeta a­daletin terazisinin ellerinde bulundu­ğunu hissederler. Muhammed-ül emin vasfındadır. Bu özellik onları son dere­ce güvenilir kişiler haline getirir. Çün­kü kişilikler; ne kendilerini ne de baş­kalarını gerçek, doğru karşısında ka- yırmayacaklardır.

Peki, adalet duygusunun iç dünya­larında bu kadar yoğun örgütlenmesi­nin temeli nedir?

Bir sürü olaydan anlaşılacağı gibi bu tiplerin, iç dünyalarında toplum duygusu yoğun olarak bulunmaktadır. Toplumsal duyguların güçlü olması ne­ticesinde bencil duygularına ket vur­muş olacaklardır. O halde toplumcu ki­şiler bencil duygularını, toplum duygu­suyla sarmaladıkça toplum karşısında kendini, başkasını kayırmayacaklardır. Bu durumda olan kişiler, tüm davranış­larında eşitlik arayışı ile kıyası içinde olacaktır. Davranışlarında, eylemlerin­de kendilerini sürekli başkaları ile kı- yaslayacaklardır. Mesela, falan kişiye şöyle davranıyorsunuz da diğerine ne­den aynı şekilde davranmıyorsunuz di­yecek, tartışma ve eleştirilerinde baş­kalarını bu şekilde çeliştirmeye çalışa­cak, tutarlı olmaya zorlayacaklardır. Çünkü bilmeden de olsa bu tipler, ge­netik olarak tutarlılığın, kendileri ile herkese aynı tavrın sergilenmesi ile sağlanacağını hissederler: Kendin için istemediğini başkasına yapma veyahut kendin yapmayacağın, gitmeyeceğin bir işi başkalarına yaptırma, başkaları­nı gönderme. Kısacası sürekli dürüst olmaya çalışacaklardır.

Toplumcu özellikleri kendisinde yoğun olarak bulunduran devrimci şef­lerin ilişki tarzının farkı ortadadır. Devrimci şeflerin otoritesinde korku, baskı yerine; insancıllık toplumculuk, eşitlik, sevgi, güven, hakimdir. Oysa

çete şefliklerinde, korkunun egemenli­ği hüküm sürer.

Çete şefliğinin metoduDaha öncede değindiğimiz gibi çe­

te şefleri etraflarına bir korku duvarı ö­rerek, iktidarlarını kurarlar. Şeflerin baskısı ile çevrelerinde yaratmış ol­dukları korkular, eninde sonunda onla­rı şu tarz bir ilişkinin içine sokar:

Şefin (otoritenin) baskısı ve basın­cı oranında, bu basınca maruz kalan kitle, şef ile ilişkilerinde tiyatro yap­maya başlar. Baskının büyüklüğü, ti­yatro ile oyunun şiddetini belirler. İn­sanlar olduklarından farklı davranırlar, herkes şefin istediği pozu takınır. Şefin etrafında ikiyüzlü dalkavuklardan olu­şan bir kitle oluşur. Gerçekte şef, ken­di karakterini kitleye yansıtmıştır. Çünkü en büyük oyuncu, ikiyüzlü ken­disidir. Kendi gerçekliğini insanlarda baskı, korku yaratarak saklamıştır. Ki­şiler, sırf korkularından dolayı şefi e- leştiremeyecek, onun zaaflarını bilme­lerine rağmen yüzüne karşı söyleyeme­yeceklerdir. Eleştiri ve tepkiler doğal olarak şefe yansıtılamadığı için kitle gerçek eğilimlerini dışarı yansıtmamış olacaktır. Bu nedenle şefin istekleri, davranışları sanki kitlenin istekleri ola­rak görülecektir. Elbette bu durumu şef yaratmıştır. Kendinde olanı dışarı yan­sıtmıştır. Kralın çıplak olduğunu her­kes görüyor, ancak çeşitli kaygılardan dolayı kimse söylemiyorsa, bilinmesi­ne rağmen bazı gerçekler açıkça tartışı- lamıyorsa, bir süre sonra tiyatro yap­mak kaçınılmaz hale gelecektir. Çeşitli deney ve gözlemlerden hareketle çete şeflerinin en büyük ustalığının kendi gerçeklerini gizleme başka bir deyişle oyunculuk olduğunu rahatlıkla söyle­yebiliriz. Zaten isimleri etrafında ya­rattıkları efsane ile korkuya biraz da kendi gerçeklerini saklamak için ihti­yaç duyarlar. Saklanmanın en iyi yolu ise tartışılmaz olmaktır. Aslında o hey­betli görüntünün altında müthiş bir a­şağılık kompleksi saklıdır. Aşağılık kompleksleriyle yüzleşmek onlar için ölümdür. Bu nedenle her türden eleşti­riyi ne kadar samimi olursa olsun aşa­ğılama olarak algılayacak ve buna kar­şı ölçüsüz tepki vereceklerdir.

22

Page 25: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

Şefin etrafını saran sefiller sürüsü, şefi kurtarıcı olarak görecekleri için o­nu abartılı bir şekilde yücelteceklerdir. Ancak gerçek yücelimlere ulaşamadığı her noktada çete şefi, çevresini saran kitlenin de verdiği gazla, hayali yüce- limlerden oluşan bir dünyada yaşama­ya başlayacaktır. Şef bu dünyada ken­dini bir yere koyacak, çeşitli yücelim- leri kendine yakıştıracaktır. Bu balon­da yaşayan şef, balonu patlatabileceği- ni düşündüğü, her eleştiri ile girişime şiddetle karşılık verecektir. Oysa onun, bu balona ihtiyacı vardır. Bu balon ü­zerinden yücelim duygusunu, geçici de olsa tatmin etmekte, ruhunu teskin et­mektedir. Eleştiriye karşı acımasız, dengesiz tepki vermeleri bundandır. Genellikle iç dünyalarında bir denge kurmak için yücelimlerini abarttıkla­rından dolayı çeşitli manevralarda hata yapacak ve tasfiye olmaktan kurtula­mayacaklardır.

Şefin içinde bulunduğu gerilim; meşruiyet krizi yaşaması, sürekli gizle­meye çalıştığı zayıflıkları ile etrafını saran dalkavuklar nedeniyle sürekli büyüyecektir. Bu gerilimin artmasına bağlı olarak aslında, hem kendine hem de etrafını saran yalakalara güvenme­diğinden dolayı kendisini sürekli tehli­kede hissedecek, en yakınındaki insa­nın dahi kendisine karşı komplo kurdu­ğu sanısına kapılacaktır. Öyle ki bir müddet sonra paranoyaya yakalanması kaçınılmaz hale gelecektir...

Gerilim politikasıÇetenin hedefine ulaşırken izlediği

en önemli yöntem gerilim siyasetidir. Bunu elbette kendilerinden daha güç­süz gördükleri kimselere yaparlar. Da­ha büyük güçlere abi demek kurald ır.

Gerilim politikasının incelikleri

Bu politikaların uygulayıcıları, ge­rilim yöntemi ile araçlarına hükmettik­lerinden emin olmalılar. Aksi halde bu politikayı rahatlıkla uygulamaları imkânsızdır. Genellikle yapılan şudur: Öncelikle gerilim konusu yapılacak husus seçilir. Gerçi bu tipler için her konu gerilim yaratmak için neden ola­bilir. Daha sonra seçili alana gerilim uygulanır. Ve bu gerilime uygun olarak taraflaşma sağlanmaya çalışılır. De­

mek ki taraflaşma güçlü olunan zemin üzerinden yaratılmaya çalışılır. Tekrar edecek olursak bu politikanın özellik­lerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Zor araçları ile yöntemlerinde güçlü olunduğundan emin olmak,

2. Otorite tesis edebilmek için var olan bir gerilimi kullanmak ya da ya­pay bir gerilim yaratmak.

3. Bu gerilim üzerinden ortama müdahale edip kendine bir etki alanı o­luşturmak ya da başkaca bir amaca u­laşmak.

4. Yaratılan taraflaşma ile etki ala­nını kendine örgütlemek.

Şiddet kullanma tekeline sahip ol­duğunu karşı tarafa kabul ettiren kim­se, zayıf olan tarafta çeşitli kaygı ve korkular uyandırarak onları sürekli o­larak kullanır. Kaygıya kapılan kimse bir süre sonra çetenin oyuncağı haline getirilir. Çırpındıkça daha çok batmaya başlar.

Amaca ulaşıldıktan sonra ezilen hasım, başka işlerde kullanılmak üzere sözüm ona,çetenin korumasına alı­n ı r .

Zor oyunu bozarGörüldüğü gibi çetelerin çeşitli so­

runlarda uyguladığı tek çözüm yolu şid­det uygulamak ve korku yaymaktır. Güç yetiyorsa karşı taraf baskı altına alınıp

sindirilir. Haklı olup olmamak önemli değildir. Karşı taraf onlara yanlış yap­mıştır. Baskı için bu yeterli bir gerekçe­dir. Hedefe oturtulan kişi ya da gruba çıplak zor uygulanmaya çalışılır.

Bu yöntemlerin uygulanması sure­tiyle çeşitli alanlarda çetelerin hâkimi­yetini ilan ettiklerini görüyoruz. Peki, çıplak zor uygulamaları ile çeteler ne kadar sonuç alabilirler?

Hakkaniyet ile adalet duygusuna hitap etmeyen zor eninde sonunda ters tepecektir. Zorun bu tarz uygulanışının hem zor uygulanan kitle üzerinde hem de zor uygulayanlar üzerinde yarataca­ğı farklı etkiler söz konusudur.

Zora maruz kalan kitle ilk tepki o­larak sinecek. Bir müddet sonra tiyatro yapmaya başlayacaktır. Çünkü zorun sahipleri ile sürekli muhatap olunmak­tadır. Daha sonra etrafı ikiyüzlü yalaka tipler kaplayacaktır. Bu tiplerin artma­sı zor sahiplerini de abartılı yücelimle- re götürecektir. Zorun sahipleri başka bir sosyal ortama sahip değillerse ki belli bir kitleyi sürekli sindirmek zo­runda olacakları için aynı sosyal orta­mı paylaşmak zorunda kalacaklardır. Bu nedenle zor uygulayıcıları, kendile­rini saran bu sosyal yapı tarafından şe­killenmeye başlayacaklardır. Bu sosyal ilişki bir müddet sonra zorun sahipleri­ni de vuracaktır.

Hakkaniyet taşımayan zor ilişkile-

23

Page 26: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

ri sadece yalakalar oluşturmaz. Bunun yanında, çıplak zora boyun eğmek iste­meyen özgür tiplerinde saflaşmasını sağlayacaktır. Özgür tipler tiyatronun dışında kalmaya çalışacak ve bu ilişki­leri dağıtmak için fırsat kollayacaklar­dır. Fırsat ise yalakalar tarafından iyice abartılıp coşturulan zor sahiplerinin yaptığı hatalar olacaktır. Bugün için çeşitli emekçi semtlerinde bu yönde bir eğilimin oluşmaya başladığına da şahit olmaktayız. Henüz filiz halinde olmak­la birlikte mahalledeki çetelere karşı derinlerde bir tepki oluştuğunu gör­mekteyiz. Bu tepki devrimciler tarafın­dan örgütlenmelidir...

SonuçYaşadığımız dönemde çeşitli geliş­

meler nedeniyle toplumda önemli bir alt üstlük yaşanmaktadır. Emekçi semtleri ile varoşlar da bu fırtınanın i­çinde yer almaktadır. Toplumda yaşa­nan bu gelişmeler, devrimci hareketle­rin önüne yeni türden problemler taşı­maktadır. Bir süredir devrimci hareket­lerin meşgul olduğu gündemlere baktı­ğımızda, siyasi söylemler altında ger­çekte sosyal meselelerle meşgul olduk­larını görmekteyiz. Örneğin dayanışma çalışmaları ile çürüme, yozlaşma ile çeteler devrimci hareketlerin baş gün­demleri haline gelmiştir. Devrimci ha­reketlerin sırtını dayadığı toplumsal güçler çözülüşe uğradıkça, bu güçler i­çerisinde mücadele vermekkaçınılmaz

hale gelmiştir.

Bu mücadele, ezenleri doğrudan karşısına alan siyasi mücadeleden her açıdan farklı olup kendine özgü bir ko­numlanma gerektirmektedir.

Artık bu mücadele başarıldıkça düzenin asıl sahipleriyle siyaseten da­ha güçlü bir şekilde karşı karşıya geli­nebilecektir. Toplum kesimleri içinde verilen mücadele aynı zamanda daha büyük hedeflere hazırlık anlamı da ta­şıyacaktır.

Bu mücadelenin; dayanışma, yeni kültürün yaratılması, ekonomi ve çete gündemlerinin üzerinden yürüyeceği anlaşılmaktadır.

Ancak devrimci hareket, yıllarca eski alışkanlıklarla hareket etmiş ve ni­ce enerjiyi heba etmiştir. Bugün bile devrimci hareketin gövdesi sosyal so­runlarla boğuşurken kafası ise başkaca şeylerle meşgul olabilmektedir.

Çetelerle mücadelede ise güç ol­mak ve de varoş alanlarına bir güçle girmek gerektiği pratik tarafından de­falarca kanıtlanmıştır. Çeteyi oluşturan dinamik ancak bir güç ile çekim mer­kezinde tutulabilecektir. Henüz kendi yapısal sorunlarını çözemeyen devrim­ci yapıların bugünkü halleriyle bu gö­revi layıkıyla yerine getirmeleri müm­kün görünmemektedir.

Bu alana bir güçle girilmediği va­kit çete dinamiğinin sorunlarıyla uğra­

şırken kolaylıkla ona benzemek müm­k ündü r.

Varoşun gerilimi nedeniyle sıradan bir taraftarın yaratacağı sorunlar tüm bir yapıyı uğraştırabilir. Öyle ki sıra­dan bir taraftar yarattığı sorun ile ob­jektif olarak tüm yapıyı yönetir halde bulunabilecektir.

Demokratik yapılarla bu dinami­ğin ve de çete şefliğinin tutulması mümkün değildir. Demokratik yapılar­la bu dinamik kapsanmaya çalışıldığı zaman yapıda deformasyonlar kaçınıl­mazdır. Yapılardaki ilişki tarzı bozul­maya başlar. Şeflik ayrık otu, ur gibi mevcut ilişki içerisinde üreyecek açık, sade ilişki tarzını bozmaya başlayacak­tır. Açıklık ve sadeliğin olmadığı yerde olan bir başka şey dedikodudur. Dedi­kodu yüze karşı söylenmeyen, söyle- nemeyen şeylerin kapı arkalarında söy­lenip susulmasından, tiyatrodan kay­naklanır.

Çetelere, genellikle onları kullan­mak, faydalanmak üzere yaklaşılmak­tadır. Hâlbuki bu son derece tehlikeli bir yaklaşımdır. Çünkü çete liderleri, güç dengeleri içinde dans ederken ken­di renklerini kaybetmekte ve bir müd­det sonra kendilerini dahi tanıyamaz hale gelmektedirler. Davranışları bir bütünlük ve tutarlılıktan uzak olup an­lık refleksler göstermektedirler. Bu dünyada kimin kiminle ne kadar olaca­ğı asla belli değildir. Bu nedenle yapı­ların zaaflarıyla oynayıp onları rahat­lıkla kullanabileceklerdir.

Sistemin zor aygıtlarını son derece profesyonelleştirmesine rağmen çete­ler, sistemi asla doğrudan karşılarına almayarak yasadışı zeminde varlıkları­nı sürdürme imkânı bulabiliyorlar. Tüm çeteler sistem karşıtı ideolojiler­den özellikle kaçıyorlar. Aksi durumda sistemin tüm şiddetini mıknatıs gibi ü­zerlerine çekeceklerini biliyorlar. Bu nedenle yeri geldiğinde çeteler devlet­ten daha devletçi kesilirler.

Yukarıdaki tespitlerin bazı çeteleri kapsamadığını belirtelim Özellikle az sayıda bulunan toplumcu çeteler bu de­ğerlendirmenin dışında tutulmalıdır­l a r .

13 Kasım 2006

24

Page 27: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

H a y a t in n e r e s i n d e y i z ?Bahar Ekinci

Dayanışma aslında örgütlülüğün en İlkel basamağıdır. İnsanın toplu halde yaşamasının mantıksal bir sonucudur. Ancak günümüzde kapitalizmin geldiği

aşamada bireycileşmenin yaygınlaşmasıyla unutulan bir değer oldu. Sorunların içinde debelenip duran halka 'yok bize bizden başka çare' gerçeğinin gösterilmesi, yaratılması sürecinin bir boyutu belki de ilk aşamasıdır.

“Derneğe aldığımız kesme şeker ne çabuk tükeniyor. Çocuklar mutfaktan geçerken birer ikişer ağızlarına atıyor­lar. ‘Şeker de yiyebilsinler ’ dizesi sade­ce savaşta ölen çocuklara değil bizim mahallenin çocuklarına da ne çok yakı­şıyor. "

“Dur yavrum! Ezileceksin!"

“Çocuklarımız daha adım atmayı öğrenirken sokaktan geçen araçları kol­lamayı da öğreniyorlar."

“Gene bu koku! Kurban bayramla­rında annemin koyunun derisindeki tüy­leri üttüğünde çıkan kokuya ne çok ben­ziyor. Konfeksiyon artıklarını basmışlar sobaya. Evlerin çoğunda bu yakılmıyor belki ama ne ağır bir koku böyle kışın mahallenin üstüne çöküyor, genizlerimi­zi yakıyor. "

“Ev kiralarına ne oldu bu ara, aldı başını gidiyor, Etiler mi kardeşim bura­sı?"

“Bu evlerin kaçı güneş alıyor? "

“Ne lan bu, ben babamı takmıyo­rum, seni mi dinliycem, vır vır etme de bas git, sonra fena olur. "

“Köşe başlarındaki işsiz gençler, bizim çocuklarımız. Daha geçen gün Ahmet ustanın oğlunu gasp etmişler, de­diklerine göre gaspçılar da bizim ma- halledenmiş, ama çocuk korkusundan söylemiyormuş."

“Çocuğun veli toplantısı vardı. Git­sen bir dert, gitmesen bir dert. Aidat, perde parası, spor parası... Ne bu kar­deşim özel okul mu burası? "

“Yine çaktık matematikten, okumıy-

cam işte, okusam ne olacak ki, ha diplo­malı ha diplomasız, işsiz işsizdir. "

“Yine tuttu ağrılarım. Şimdi rande­vu almak için telefonun başında saatler geçir, hastanede 5 dakika muayene, bel­ki tahliller, sıra, ilaç parası derken... Ben en iyisi hiç gitmeyeyim. Ya önemli bir şeyim varsa, daha iyi ya tez elden boylarım tahtalıköyü de kurtulurum bu hayattan. Ya ölmez de sürünürsem, işte o fena, ne yapsam ki? "

“Bu akşam ne pişirsem? Hep aynı yemeği yapıyormuşum. Ne yapayım, ballı börek parası vardı da biz mi yap­mayı beceremedik. Ben en iyisi çorba­nın yanına patates salatası yapayım, hiç olmazsa karnımız sıkıca doyar. "

“Her gün dayak her gün dayak ye­ter artık! Benim ne suçum var işten atıl- dıysan? Dayanamayacağım, şeytan di­yor çocukları da bırak çek git. Ama yü­rek nasıl dayanır? Peki, benim vücut nereye kadar dayanır bu dayaklara? "

***

Varoşlarda hayat nasıl akıyor? Biz bu hayatın

neresindeyiz? Neresinde olmalıyız?

Her varoşta aynı oranda olmasa da değişik seviyelerde de olsa benzer so­runlar yaşanıyor. Buralarda belki eskisi gibi sık sık sular kesilmiyor, yolları ça­mur olan varoş sayısı azaldı belki, ama geçmişin bu ağırlıklı sorunları yerine başka sorunlar öne çıkıyor. Yozlaşma, şiddet, işsizlik, yoksulluk ilk elden aklı­

mıza gelenler. Özellikle son 5-6 yıldır varoşlarda en öne çıkan gündemler yoz­laşma ve çeteleşme. Bunların yanında eğitim, sağlık ve barınma da karşılana­mayan ya da karşılanmasında en çok zorlanılan ihtiyaçlar olduğu için sorun­lar listesinde en başlarda yer alıyor. So­runlar yumağı içinde debelenen ama bir türlü çıkış yolu bulamayan, zaten çıkış yolu da ara(ya)mayan bir topluluk var buralarda. Sorunlar onları yönetiyor, onlar sorunları değil. Sorun yönetmek kavramı çok iddialı artık zaten.

Yoksuldur, her an işsiz kalabilir, o yüzden iş yerinde sürekli boyun eğer. E­ve ekmek parası götürebilmek büyük bir meziyettir artık çünkü. Güvencesiz­dir, sigortasızdır. Yarınının ne olacağı belli değildir, bu yüzden yarını düşün­mez, düşünemez. O gün karnı tok mu, bunu düşünür.

Çocukları genelde okuyamamıştır. ‘Başarı oranları’ düşüktür. Zaten okuya­mayan çocuklar küçük yaşta bir atölye­de çalışmaya başlar. Ancak bir süre son­ra çalışma hayatının ağırlığıyla bir ta­raftan da renkli kutunun sunduğu haya­tın ‘cazibesine’ özenerek, çalışmak saç­ma gelmeye başlar çoğuna. Ya işten atı­lırlar ya da kendileri çıkarlar. Artık on­lar ‘lümpendir’. İşsizdir, beş parasızdır. Puma ayakkabı giymek, Levis pantolon giymek onun da hakkıdır oysa. Bunları elde etmek için her yol mubahtır. Zaten ‘değer’ ne demektir ki! Onlar bu keli­menin anlamını bilmezler. Çünkü dev­raldığı miras bohçasından bu çıkmamış­tır. Babası işten atılmamak, patrona şi­rin gözükmek için daha geçen gün Ferit amcayı sendikacılık yapıyor diye ihbar

25

Page 28: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

C ] O İ KASIM-ARALIK 2006

etmemiş midir? Annesi kocasının daya­ğından bezdiği için ona sığınan Gülfi- dan teyzeyi kapıdan çevirmemiş midir? Lümpenlikten çeteleşmeye adım atma­ya başlar. Kaçta yatıp kaçta kalktığı bel­li değildir. Her gün ‘takıldığı’ bir köşe başı mutlaka vardır. Zaman kavramı ge­lişmemiştir. Hırsızlık ve gasp meşrudur onun kafasında. Hele uyuşturucuyu çe­kince içinde kalan son vicdan kırıntıla­rını da savarak gönül rahatlığıyla yapar işini... Bu en uçtakilerin hayatı. Ya or­tada olanlar... Yarı işsiz, yarı işçi olabi­lir ya da daha düzenli bir işte çalışıyor- dur. Çete diyemeyeceğimiz grup diye i- fadelendirilebilecek bir araya gelişler o­lur, çünkü varoşlarda hayat çok acıma­sızdır. Kendisini korumak için bir gruba mensup olmalıdır. Bu kimi zaman bir siyasi yapılanma dahi olabilir, yeter ki onu güçlülerin adaletsizliğinden koru­sun. İlkel bir korunma içgüdüsüyle ha­reket eder. Başka bir şansı yoktur çün­kü. Peki, ‘temiz aile çocukları’ yok mu­dur? Vardır elbet ama onlar etliye sütlü­ye dokunmadan bir kıyısında yaşarlar mahallelerin. Bir etkileri yoktur, ama o­lumsuzluklardan her an etkilenebilirler. Değer dünyaları daha gelişkindir, ancak düzenle kurdukları bağlar da öyle, çün­kü düzen onları tamamen itmemiştir, ‘i­yi’ bir gelecekleri olabilir, bu umutla ya­şarlar.

Peki ya kadınlarımız. Herhangi bir varoşta bile farklı sınıflardan kadın­lar bulunabilir. Ancak en fazlası küçük burjuvadır. Varoşların en çok ezilen ke­simi dersek diğerlerine haksızlık etmiş olmayız herhalde. Yoksulluğun faturası­

nı; karşılıksız emek harcamada artış, şiddetin mağduru olma gibi farklı şekil­lerde öderler. Bazıları bırakın reçel, sal­ça yapmayı ekmeklerini bile kendileri yapar. Çocukların, hastaların bakımı on­ların sırtındadır. Evlere temizliğe gidilir, hiçbir güvencesi ve sigortası olmadan. Evde boncuk işi yapılır, ekmek parası karşılığına saatler harcanarak. Yaşamın içinde, belki de en çok üretenidir ama en az söz sahibi olanı, en az etkili olanı­dır.

Çocuklarımız... Bir karış oyun ala­nına muhtaç, 60-70 kişilik sınıflarda ‘e­ğitim’ alan, ‘eğitilemeyince’ itilen, yüz­de onun içine giremeyince kakılan, ap­tal ilan edilen, hep ulaşamadıklarına ö­zenen, karnı aç olmasa da nefsi aç ço­cuklarımız, geleceğimiz.

***

Varoşlarda akan hayatın önemli bir bileşeni: Şiddet. Geleceğini göremeyen, düşünemeyen bir topluluğun neredeyse insanlık tarihinde geriye dönüşünün e­maresi... Orman kanunlarının geçerli olduğu, haklının değil güçlünün söz sa­hibi olduğu bir o rtam . Hak, hukuk, a­dalet buralara uzak düşüyor. Şiddet, kaynağını büyük oranda; itilip kakılan, ihtiyaçlarını karşılayamayan, özendik­lerine ulaşamayan insanların içlerinde biriken öfkeden alıyor . Hayatta amaç e­dinme sorunu yaşayan, bu sorunun far­kında dahi olmayan gençler peşinde koştu(ruldu)kları metalara ulaşamadık­ça, ‘başarısızlıkları’ yüzünden itilip ka­kıldıkça içlerinde öfke biriktiriyorlar. Bu öfke genelde kendinden zayıf unsur­

lar üzerinde şiddete dönüşüyor. Bu, ço­ğunlukla gruplar ya da çeteler eliyle ya­pılıyor. Varoşlarda tek başına kalmak ölmekten beter, şamar oğlanı olmamak içten bile değil ya da evden dışarı fazla çıkmayacaksın, bol seçenekli bir ha-yat(!).

Adaletsizliğe karşı adaletin inşası, içte biriken öfkenin düzene yöneltilme­si bu konuda yapılması gereken, yap­maya çalıştığımız iki önemli çalışma. Adaletsizliğe karşı adaletin inşası sıra­sında gerçekten adil olmak ve devrimci- sosyalist değerlerle bu adaleti inşa et­meye çalışmak çok önemli. Gerçekten adil olmak, pragmatizmden tamamen soyutlanmayı gerektiriyor. Çevremizde- kileri tutacağız veya sayımızı artıraca­ğız diye kaygı taşıyarak hareket etmek bizi nihai amacımızdan uzaklaştırır. A­daletin inşası sırasında “kimin adaleti, hangi değerlerin adaleti?” sorularını ak­lımızdan bir an olsun çıkarmamalıyız. Özellikle yerel kadroların bu konuda e­ğitimi oldukça önemli. İçinden çıktığı toplumun gerici değerlerini üreten bir a­dalet anlayışı mahkum edilmeli. Halk- laşmaya doğru giderken sosyalist de­ğerlerin inşası ve gerici değerlerle sava­şım ustalıkla yapılabilmeli. Yoksa kur­duğumuz halk mahkemelerinin ‘aile meclislerinden’ bir farkı kalmayabilir.

Kitlenin içinde biriktirdiği öfkenin düzene yöneltilmesi üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu. Çalışmala­rımızda şimdilik daha çok düzenin yerel kurumlarına dönük hedef almalar oldu. Özellikle yozlaşmanın kaynağı olan bar, pavyon ve birahaneler, çeteler, uyuştu­rucu satıcıları, sivil faşistler g ib i. Bu seviyede kat edilmesi gereken daha e­pey mesafe var. Ancak bir sonraki sevi­yeye, ‘cennetin kapılarının tekmelen­mesine’ hazırlık akıldan hiç çıkarılma­malı. Yoksulluğun, sefaletin asıl kayna­ğına çevrilebilmeli öfkeler. Yaşadığımız yerlerin sınırını aşmayan bir savaş, dü­zeni fazla zorlamaz, hatta varoşların bi­raz temizlenmesi bazen işine bile gele­bilir.

Burada sırası gelmişken çeteleşme olgusuna bakışımız ve yaklaşımımızla ilgili birkaç değinme yapmak gerekiyor. Daha öncede belirttiğimiz gibi çeteleş­me asıl kaynağını, varoşlardaki şiddet

26

Page 29: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M-ARALIK 2006 C|Oİ

ortamından korunma içgüdüsünden alı­yor. Ancak çeteler aynı zamanda bu a­daletsiz şiddetin kaynağı oluyorlar. Sa­dece şiddet kaynağı olmakla kalmıyor­lar aynı zamanda ‘suç’ örgütlerine dö­nüşüyorlar. Çünkü bir araya gelişlerinin bir diğer nedeni ulaşamadıklarını elde etmek oluyor. Çetelerin bir kısmı sade­ce adaletsizliğe karşı adaletsizce şiddet kullanarak korunma grupları olarak ka­labiliyor. Ancak çeteleri oluşturan kişi­lerin pek çoğu esrar, hap gibi uyuşturu­cular kullanıyor, çevreye duruşlarıyla rahatsızlık veriyor. Çetelerin önemli bir kısmı ise tüm bunların yanı sıra hırsız­lık, gasp, uyuşturucu madde satıcılığı yapıyor. Çetenin gücüne ve kapsamına göre bu işlerin kapsamı da değişiyor. Bu yapısından dolayı çetelerin her türlü bo­yutuyla karşımıza alınması ve dağıtıl­maya çalışılması gerekir diye düşünüle­bilir. Yozlaşmanın kaynağı deyip ya ta­mamen karşımıza almak ya da gücümüz yetmez deyip hiç dikkate almadan çalış­ma yürütmek tercih edilebilir. Bunların ikisi de bizi varoşlarda iktidarlaşma he­definden uzaklaştırır. Şunu hiç unutma­malıyız ki çeteleri oluşturanlar bu top­lumda en altta kalanlar ve düzenle çeliş­kileri en keskin olanlardır. Ama aynı za­manda biçimlenmeye, değer üretmeye en uzak olanlar. Varoşlarda iktidarlaşma mantığımızın merkezine koymasak da bu kesimi örgütlemek oldukça önemli. Çeteleri yok saymak bizi buralarda akan hayatın dışına atar. Onları tamamen kar­şımıza almanın da örgütlenmede bir karşılığı yoktur. Çetelerin özellikle kü­çük çaplı olanları ve az çok bir takım değerleri barındıranlarıyla ilk elden iliş- kilenme ve bunları örgütleme tercih edi­lebilir. Ancak burada oldukça usta ol­mak gerekir. Grubun kendi iç dinamik­leri dikkate alınmalıdır. Bu dinamikle­rin açığa çıkardığı olanak ve çelişkiler değerlendirilip örgütlenme yapılmalıdır. Bu kesimin hareket ettirilmesi sürecin­de adalet, şiddet gibi kavramlara yakla­şım pratikte her olayda tekrar tekrar sor­gulatılıp bunun üzerinden değerlerimiz inşa edilmeye çalışılmalıdır. Değerleri­mizin inşasından hemen ilk elden sos­yalist değerlerin inşası anlaşılmamalı­dır. Bu mümkün değildir zaten. Değer- sizleşmenin vardığı boyut düşünülürse en ilkel insani değerlerin tekrar sorgula­

tılıp inşa sürecine buradan başlamak ge­rekir dersek abartmış olmayız herhalde. Daha büyük çaplı veya yozlaşmanın kaynağı olan çetelerle ilişki, asıl zorla­nılan ve pratikte daha epey yol alınması gereken bir konu. Bu çetelerin bir kıs­mının devletle direkt bağları olduğu da dikkate alınmalıdır. Yeterince güçlü ol­madan bunlarla ne ‘ilişkilenmek’ ne de bunları karşımıza almak mümkün değil­dir. Îlişkilenmek kavramı doğru anlaşıl­malıdır. Bundan kastedilen devletle iliş­kisi olmayanları, iktidarlaşmaya yürür­ken güçlendiğimiz oranda cennetin ka­pılarına yönlendirebilmektir.

Varoşlardaki çalışmamızın bir aya­ğını da dayanışma çalışması oluşturuyor. Dayanışma çalışması üzerine epey bir li­teratür biriktirdik. Burada yazının bü­tünlüğünü oluşturması adına kısaca bazı noktalara değinmekle yetineceğim. Va­roşlarda hayat sorunlarla akıyor demiş­tik. Sorun hayatın içinde her zaman var­dır, ancak çözülmezse gerilim biriktirir. Sorun çözmekten uzak bir topluluk de­miştik. Bunun da en önemli nedeni ör- gütsüzlük. Bu genel sorunu çözmek için dayanışma çalışması işin bir yönü. Sihir­li bir kelime veya bizim keşfettiğimiz bir şey değil elbette. Ancak örgütlülüğün di­be vurduğu, sosyalistlerin halkla ilişkile­rinin oldukça zayıfladığı bir dönemde ö­ne çıkan bir çalışma tarzı oldu. Dayanış­ma aslında örgütlülüğün en ilkel basa­mağıdır. Însanın toplu halde yaşaması­nın mantıksal bir sonucudur. Ancak gü­nümüzde kapitalizmin geldiği aşamada bireycileşmenin yaygınlaşmasıyla unu­tulan bir değer oldu. Bu değerin bizim

tarafımızdan öne çıkarılışı tamamen ör­gütlülüğe hizmet etmesi amacıyla ol­muştur. Sorunların içinde debelenip du­ran halka ‘yok bize bizden başka çare’ gerçeğinin gösterilmesi, yaratılması sü­recinin bir boyutu belki de ilk aşaması olmuştur. Bu çalışmada ilk basamakta dayanışma çalışmasının emekçisi bizler olduk. Giysi dayanışması, kitap dayanış­ması, sağlık dayanışması, yaz okulu der­ken tüm bu süreçlerin örgütlendiği yo­ğun emek süreci bizim sırtımızdaydı. Başlangıç için başka bir seçeneğimiz de yoktu. Ancak bir süre sonra bu çalışma­nın kısa sürede örgütlülüklerin yaratıl­ması gibi bir sonucu olmayınca tartış­malar başladı. Bu tartışmaların bir boyu­tunu ‘halk dayanışmıyor, dayanıyor’tes­piti oluşturdu. Bu tespit bir açıdan doğ­ruydu da. Ama burada bizim sürece na­sıl yaklaştığımız ve beklentilerimizin vadesi önemlidir. Biz, hizmet sunma ar­dından da halkın minnet duygusuyla pe­şimizden gelmesi gibi bir mantıkla yak­laşırsak o da dayanışmaz dayanır elbet­te. Ya da örgütsüzlüğün boyutlarını kü­çümser, halkın bu noktadaki bilincinin nasıl geriletildiğini görmez, hızla sonuç almayı umarsak bizde de umutsuzluk o­luşur. Umutsuzluğa düşmemenin ilk ko­şulu gerçeği olduğu gibi görme cesareti­dir. Ama o gerçeğe teslim olmadan... Dayanışma çalışmasının geldiği aşama­da bir diğer uç nokta da, pratikte sivil toplum kuruluşlarının çalışmasını aşma­yan bir yaklaşım olmuştur. Daha doğru­su dayanışma çalışmasından bazı yapılar bunu anlamıştır ve bilinçli bir tercihle, liberal duruşlarının mantıksal sonucu o-

27

Page 30: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

larak bu seviyeyi aşmamışlardır. Bizim için bu noktaya bilinçli bir yakınlaşma olamaz elbette, ancak çalışmanın her a­dımında “bu dayanışma çalışması örgüt­lenmeye ne kadar hizmet eder, bizi bu hedefe ne kadar yakınlaştırır” diye, araç- amaç ilişkisi çerçevesinde bıkmadan u­sanmadan sormazsak kendimizi hiç iste­mediğimiz bir noktada bulabiliriz.

Varoşlarda iktidarlaşmanın olmazsa olmaz bir boyutu da ekonomik hayatın içinde olmaktır. Halkın her geçen gün daha fazla yoksulluğa itildiği, aç, işsiz bırakıldığı bir ortamda bu çalışma ol­dukça önem kazanıyor. Varoşlarda in­sanlar ekonomik sorunlarını ya hırsız­lık, gasp gibi gayri meşru yollarla ya da düzenin veya Siyasal İslam’ın dilenci- leştirici kuramlarıyla çözmeye çalışı­yor. Büyük bir çoğunluğu da bu sorunu­nu çözemiyor elbette. Yoksulluk her ge­çen gün artıyor. Bu sorununu çözeme­yen halk siyasileşmekte zorlanıyor, kar­nının açlığı ‘ülke sorunlarıyla’ ilgilen­mesini engelliyor. Bu insanlara kuru sosyalizm propagandası yapmak gele­cek güzel günlerde açlığın nasıl yok o­lacağını anlatmak, hele reel sosyalizmin çözülüp post-modernizmin hücrelerimi­ze kadar işlediği günümüzde hiç etkili olmuyor. Nasıl ki dayanışma çalışma­sıyla sorunlarımıza bugünden çözüm ü­retmeye çalışıyoruz, ekonomik çalış­mayla da açlığa bugünden çözüm üret­meye çalışmalıyız. Aslında ekonomik çalışma dayanışma çalışmasının bir par­çası olarak da ele alınabilir. Dayanışma çalışmasıyla eği­tim, sağlık, barın­ma gibi sorunlara bugünden müda­hale edip çözüm üretirken halkın özörgütlerinin ya­ratılması hedefle­niyor. Ekonomik çalışmayla da açlık, yoksulluk sorununa bugünden çözüm ü­retirken bu alanda örgütlenme yaratıl­maya çalışılmalıdır. Bu çalışmaya dö­nük şimdiye kadar fazla deneyim birik- tiremedik. Çalışmaya önce kendimiz­den başlamalıyız, ‘kelin ilacı olsa...’ mi­sali. Çalışmanın halka dönük yüzünde şeffaflık, güvenilir ilişkiler kurmak ol­dukça önemli. Bir de bugünden söyle­yebileceğimiz, yaptığımız çalışmada

şeytandan kaçar gibi Siyasal İslamcıla­rın dilendiricileştirme mantığından kaç- malıyız. ‘Üretmeden almak’ bizim ça­lışmamızın hiçbir aşamasında, hiçbir şekilde kesinlikle olmamalıdır.

Varoşlarda hayatın içinde olmak, ik- tidarlaşmanın olmazsa olmaz koşulu. Hayatın içinde olmak, çelişki noktala­rında bulunmakla mümkün olabilir. Çe­lişkilerden, gerilimden kaçarak kıyıdan kıyıdan giderek iktidarlaşamayız. Ancak hangi noktalarda, hangi hedefle buluna­cağımızı çok iyi bilmeliyiz. Yani çelişki bizi değil biz çelişkiyi yönetmeli, yön­lendirmeliyiz. Müdahale edeceğimiz her çelişkinin iktidarlaşmayla bağlantısını kurmalıyız. Elbette iktidarlaşmanın han­gi aşamasında bulunduğumuzu unutma­dan. Bazı çelişkilere sadece kadro çıkar­mak için bile müdahale edebiliriz örne­ğin. Bu bizim genel iktidarlaşma hedefi­mizden uzak olduğumuzu göstermez, yeter ki ‘biz nasıl bir kadro, ne için kad­ro, bu çelişkiden nasıl kadro çıkar ve bir sonraki aşamada bu kadroyla hedefleri­mizin hangi aşamasına yoğunlaşaca­ğız?’ sorularının cevabını bilelim. Çoğu zaman müdahale ettiğimiz çelişkiyle birden fazla hedef gözetebiliriz. Bölge­de yeni ilişkiler yakalama, varolan iliş­kileri derinleştirme, öz örgütlerin yara­tılmasında bir adım daha ilerleme, kad­roların yetkinleştirilmesi, vb. Önemli o­lan önümüze gelen ya da bizim tespit et­tiğimiz bir çelişkiye müdahale ederken hedefleri doğru belirleme ve planlı yü­rüyebilme. Şunu da hiç unutmamalıyız

ki kimi zaman hayatın hızlı akışı içinde evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Bu durumda hedefler tekrar tekrar gözden geçirilmeli, planın hangi aşamasında ol­duğumuz, amaçtan ne kadar saptığımız ya da yürürken önümüze çıkan daha ön­ce fark etmediğimiz olanakları nasıl ele alacağımız değerlendirilebilmelidir. Ki­mi zaman da önümüze çıkan bir çelişki­ye müdahale etmemeyi tercih edebiliriz, gücümüz ve hedeflerimizle bağlantılı

değilse. Taktik esneklik günümüzün ö­nemli bir kavramı olarak ele alınmalı. Atılan her taktik yürürken tekrar tekrar gözden geçirilmeli, genel hedefe ulaş­mada bir sorun yaşandığı görüldüğü an çelişkiler ustaca gerekirse başka bir tak­tikle yönetilmeye çalışılmalıdır. Örne­ğin, çelişki noktası gençliğin yozlaşma­sı olsun. İlk elden akla gelen bu gençle­rin zorun gücüyle hizaya çekilmesi ve böylece gençlerin örgütlenmesi olabilir. Ancak yürüdükçe bu gençlerin sadece zorun gücüyle değişip, dönüşemeyece- ğini başka taktikler de atmak gerektiğini göreceğiz. Alternatif sunmadan sadece baskılayarak değişimin yaratılamayaca­ğını göreceğiz. Bu kez alternatif yarat­manın yollarını aramaya başlayacağız. Bu alternatifler oluşturulurken daha ön­ce fark etmediğimiz başka çelişkileri ya­kalayabileceğiz. Bu çelişkileri de en ba­rışçılından en şiddetlisine değişik taktik­lerle yönetmeye çalışacağız.

Varoşlarda hayatın içinde olmak, ik- tidarlaşmak için bugünden bakıldığında oldukça zorlu bir yoldan yürüyoruz. An­cak bu dönemde mücadelenin her boyu­tu ve türü zorlu. Bunun nedenleri ve so­nuçları bu yazının kapsamı dışında kalı­yor. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz herhalde. Bu zorlu yolun yolcularına her dönemde olduğundan daha fazla mis­yon düşüyor. Kadroların bu durumun farkında ve buna hazırlıklı olması başa­rılı olabilmemizin olmazsa olmaz koşu­lu. Bir bilim insanı inatçılığıyla gerçeği görmeye çalışan, araştıran, hedeflere ki­

litlenmiş, bu nok­tada inatçı, ancak taktikler ve araç­lar konusunda ol­dukça esnek ola­bilen kadrolarla başarıya ulaşabili­riz ancak. Bu dö­

nemde böylesi kadroların yetişme zorlu­ğunu unutmadan söylüyorum tüm bun­ları, çünkü başka türlüsüyle başarılı ola­bilmemiz mümkün değil. Akıntının bi­zim aleyhimize bu kadar güçlü aktığı bir ortamda yüzmeyi bilmek yetmiyor, a­kıntılarla boğuşacak ve akıntıyı tersine çevirebilecek bir yetenek ve azim gere­kiyor. İnsanlık, akıntının gücüyle teslim olmayacaksa mutlaka bu dönemin kad­rolarını da çıkaracaktır.

Bir bilim insanı inatçılığıyla gerçeği görmeye çalışan, araştıran, hedeflere kilitlenmiş, bu noktada inatçı, ancak

taktikler ve araçlar konusunda oldukça esnek olabilen kadrolarla başarıya ulaşabiliriz ancak.

28

Page 31: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

E v d e ç a l i ş a n l a r i n ö r g ü t ü

OLABİLMEKEzgi Kara

Bir şeyler yaptırtmayı değil, birlikte bir şeyler yapmayı hedefleyen, uzun soluklu mücadele deneyimlerini ortaklaştırabilen ve sonuç alıcı doğrudan

eylemlerle kendini var eden bir yapı net şekilde görünür olacaktır.Bugün açısından aşırı bir önerme gibi görünse de böylesi bir yapı

aynı zamanda sınıf hareketinin krizine de bir yanıt olabilir.

Çeşitli kentlerin, semtlerin, hatta mahallelerin kendine özgü yönleri ol­makla birlikte ev eksenli çalışan kadın­lar açısından ortaklaştırılabilecek kimi özellikler vardır. Bir yandan gelenek­sel kadın işlerinin evde bulunmayı ko- şullaması, bir yandan toplumsal cinsi­yetçi bakışın kadına dışarıyı yasakla­mış olması, diğer yandan da sermaye­nin bu alanı örgütlerken taşıdığı bakış ev eksenli kadınlar açısından bir cen­dere inşa etmiştir. Kadınlar, evlerinde­ki fabrikalara hapsedilmiştir. Ev eksen­li çalışan kadınlar neredeyse komşula­rıyla bile görüşemez olmuşlardır. Ge­rek dertlerini anlatmak, paylaşmak ge­rekse de insani bir ihtiyaç olarak sos­yalleşmek için dışarıya çıkabilmenin yollarını aramaktadırlar. Dünya örnek­lerinden de hareket edilirse parça başı iş, kadınlar için gerekli “mazereti” ya­ratmaktadır. Dolayısıyla ev eksenli ça­lışan kadınları örgütlemek onların ya­şamlarının içine her anlamda dahil ol­makla mümkündür. Bu alana ilişkin kurgulanan örgütler, ev eksenli çalış­manın da bir parçası olmalı ve kadınla­ra mekansal bir alternatif de sunmalı­dır. Başka bir ifadeyle; üretim zincirin­de fason firmaların yaygın olduğu, ara­cıların işgal ettiği noktaya ev eksenli çalışanların örgütleri de aday olmalı ve üretim zincirinin içine girmelidir.

Böylesi bir anlayış hızla bu alan i­çinde erimek, piyasa koşullarıyla u- yumlulaşmak gibi bir tehlikeyi de be­

raberinde taşımaktadır. Ancak üretim zincirinin mevcut işleyişini kırmayı hedefleyen ve ev eksenli çalışan kadın­larla birlikte hareket etmeyi başarabi­len bir örgütlenme açısından bu tehlike savuşturulabilir bir hal alacaktır.

O halde son bir soru daha vardır; peki bu nasıl bir örgüt olacaktır? Gele­neksel sendikal anlayışın bu alanı pek görmek istemediği herkesin malumu­dur. Mevcut sendikaların çoğunluğu enformel sektör çalışanlarını rakip ola­rak tanımlamaktadır. Rakip olarak gör­meyen sendikaların da bu alanı örgüt­lemek adına ciddi çalışmalar içine gir­diklerini söylemek mümkün değildir. Öte yandan genelde enformel sektörü,

özelde ise ev eksenli çalışmayı emek- sermaye çelişkisinden bağımsız düşün­mek de mümkün değildir. Yani ev ek­senli çalışma alanını örgütlemeyi he­defleyen kurumsal yapı emek eksenli bir yapı olmak zorundadır.

Ev eksenli çalışma alanına çok bü­yük ağırlıkla kadın istihdamı hakimdir. Kadınlar, bu alanda çalışmaya gelirken ataerkil toplumun, geleneksel cinsiyet­çi bakışın etkileri ile birlikte gelmekte­dirler. Bu alanda işçi olmanın dışında kadın olmaktan kaynaklanan sorunla­rıyla birlikte var olmaktadırlar. Dolayı­sıyla ev eksenli çalışmaya yönelen ya­pı, aynı zamanda bir kadın örgütü ol­mak zorundadır.

29

Page 32: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

CjOİ KASIM-ARALIK 2006

İşte, belirtilen bu iki yönü; yani e­mek ve kadın başlıklarını aynı potada doğru şekilde harmanlayabilen yapı, ev eksenli çalışma alanını örgütleme nok­tasında bir adım ileriye çıkmış demek­tir. Böylesi bir yapının hedefleri net ol­malıdır. Bugünden bakıldığında bu noktada kimi başlıklar öne çıkmaktadır.

1. Bu alandaki görünmezlik perde­sini aralamak ilk basamaktır. Bu alan­da çalışan kadınların bakış açısını de­ğiştirecek ilişki biçimlerini yaratmak ve var olan ilişki biçimlerinin kadınlar nezdinde görünmezliğini ortadan kal­dırmak da büyük önem taşımaktadır.

2. Bu alanda iddia sahibi olan ör­gütlenme ev eksenli çalışma üzerine organizasyonel bir anlayış geliştirmek­le yükümlüdür. Henüz bunun aksini destekleyen bir deneyim yaşanmamış­tır. Kadınların güvenini kazanmak noktasında işleyen bir organizasyon ö­nemlidir. Unutulmamalıdır ki kadınla­rın herhangi bir örgütlülüğe gelmeleri noktasında ekonomi, hala birincil öne­mini korumaktadır.

3. İşleyen bir organizasyon yapısı şarttır, ancak hedefi baştan doğru çizil­melidir. Söz konusu yapı, ev eksenli çalışmanın şartlarını iyileştirmek için değil, aksine ev eksenli çalışmayı bü­tünüyle ortadan kaldırmak için kurgu- lanmalıdır.

4. Sermaye sınıfının sosyo-kültü- rel, etnik vb. farklılıkları kullanarak re­kabeti körükleyen yapısına karşın ay­

nılıkları ve dayanışmayı öne çıkartan bir hat inşa edilmelidir. Alandaki geri­lim yaratan noktalarla yüzleşmek, te­mas etmek zorunludur.

5. Kadın olmaktan kaynaklanan özgül sorunlar etrafında kadınları güç­lendirici faaliyetlere özel bir yer ayrıl­malıdır. Öte yandan kadınların formel eğitimlerine devam etmelerinin sağ­lanması, sosyal ve kültürel ihtiyaçları­nın karşılanması, çeşitli yaşamsal ko­nularda karşılıklı etkileşimle destek sunulması önemlidir.

6. Ev eksenli çalışan kadınlar, bi­rinci görev olarak ev kadınlığını tanım­larken, ev eksenli çalışma ikinci plana atılmaktadır. Kendini işçi olarak gör­meyen kadınlar açısından, elde edilen gelir ne kadar yaşamsal olsa da ‘işi’ kaybetmek diye bir durum söz konusu değildir. Ev eksenli çalışan kadınlar, kadın olmaktan dolayı ezilmelerinin üstesinden gelemiyorlarsa emek müca­delesine de dahil olamazlar. Bir başka ifadeyle kadın mücadelesi önemlidir, bu durum işçi bilincinin yerleşmesinde de bir araç olacaktır.

7. Bu alanda çalışan kadınlarla te­mas kurulduğunda talepler kendiliğin­den ortaya çıkmaktadır. Bu talepler ü­zerinden yüksek siyaset üretmektense, ilk etapta küçük de olsa kısmi başarılar elde etmeyi hedefleyen çalışmalar ken­dine ve örgütlülüğe güven sorununu aşmakta önemli bir basamak olacaktır.

8. Farklı semtlerdeki kadınları bir

araya getirmek, atölye çalışmaları dü­zenlemek kadınların yalnız olmadıkla­rını hissetmelerini sağlaması, gücü fark etmeleri açısından önemlidir. Bununla birlikte uluslararası yapılarla ilişki ağ­larını güçlendirmek de alana dinamizm katmaktadır. Kadınlar yerele sıkışmış olma hissinden kurtarılmalıdır.

9. Ev eksenli çalışan kadınlar, di­ğer emek örgütleri ve toplumsal yapı­larla da tanıştırılmalıdır. Kimi talepler ve gündemler üzerinden etkileşime gir­mek, ortak mücadele yürütmek hareke­te ivme kazandıracaktır. Ev eksenli ça­lışma, enformel sektörün bir parçasıdır. Ev eksenli çalışanların kendi örgütleri üzerinden yürütecekleri mücadele ile çeşitli kazanımlar elde edeceği açıktır, ancak asıl başarı enformel sektördeki bütünsel bir emek mücadelesiyle elde edilebilir.

10. Kadınlar, sürecin sıradan bir izleyicisi, nesnesi olarak ele alınma­malıdır. Aksine süreç bütünüyle onla­rın üzerine inşa edilmeli, katılımları zorlanmalı, temsiliyet hakkı sağlanma­lıdır. Kadınlar bu sürecin bir numaralı öznesi kılınmalıdır.

11. Yapının kurumsal olarak hangi biçimde inşa edileceği basit bir teknik ayrıntı değildir. Dernek, kooperatif, sendika biçimleri kadınların gözünde farklı nitelikler taşımaktadır. Mevcut siyasallaşma düzeyi, toplumun apoliti- ze pozisyonu ile kooperatif tarzının ka­dınların gözünde işyeri ve ekonomik i­lişkileri temsil ediyor oluşu birlikte dü­şünüldüğünde kooperatifleşme ilk e­tapta tercih edilebilir. Ancak böylesi bir yapının enformel sektörde çalışan tüm kadınların öz örgütü olmak gibi bir hedefi bulunmalıdır.

Görünmeyen sadece kadın emeği değildir, bu alanda örgütlenmenin mümkün olduğu da çoğumuzun ufku­nun dışındadır. Ancak bir şeyler yap­tırtmayı değil, birlikte bir şeyler yap­mayı hedefleyen, uzun soluklu müca­dele deneyimlerini ortaklaştırabilen ve sonuç alıcı doğrudan eylemlerle kendi­ni var eden bir yapı net şekilde görünür olacaktır. Bugün açısından aşırı bir ö­nerme gibi görünse de böylesi bir yapı aynı zamanda sınıf hareketinin krizine de bir yanıt olabilir.

30

Page 33: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

□ n l a r o r a d a d e v r i m

YAFIYORZeynep Koru

Nucleo'da halk, iflas etmiş bir fabrikayı tekrar üretime sokar. Patron, işveren olmadan, eşit koşullarda kendisi için üretim yapar. Bu üretim merkezi etrafında da

sosyal ve kültürel alan oluşturur. Sağlık ve eğitim temel gereksinimdir. Ücretsiz klinikler kurulur. Eğitim amaçlı çalışmalar yapılır. Bu yaşam alanı kütüphaneler,

spor alanları ve çeşitli kurslarla beslenir.

Türkiye’de değişimi, dönüşümü hedefleyen, iktidar hedefine yönelik mücadele yürüten devrimci yapıların gündemlerinden biri varoş gerçeği­dir. Geleceği kurma adına varoşlara yönelik üretilen politikalar bu müca­delede önemli bir yer tutmaktadır.

Son yıllarda varoşlara yönelik çalışmaya dair hem teorik hem de pratik çalışmalar ağırlık kazanmış durumda. Bu konudaki arayışlar, ye­ni denemeler, mücadele deneyimle­rinden sonuç çıkarma çabaları, ben­zer tarzda çalışma yürütenlerin birbi­rinden etkilenmeleri ve öğrenme ça­baları artmış durumda (en azından bizler için böyle). Böylesi bir zaman diliminde Venezüella üzerine Ece Te- m elkuran’ın yazdığı “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” (Eve­rest Yayınları, Ocak 2006) adlı kitabı tartışmayı zenginleştirme, arayışlara ışık tutma adına son derece faydalı oldu.

Ece Temelkuran 2005 yılında Ve­nezüella’ya gider. Gidiş nedeni turis­tik gezi ya da gezi kitabı hazırlama a­macıyla değildir. Şöyle ifade eder gitme nedenini:

“Bir memleketin yoksullarının birbirlerini değil, onları yoksul ve bi- leylenmiş kılan düzeni dişlemeleri nasıl sağlanır? Bir ülke, bütün bun­ları yapacak güce sahip olduğuna nasıl inandırılır? Bir halk nasıl ikna edilir, hayatı değiştirebileceğine ve

her şeyin çok güzel olacağına?”

“Venezüella ’ya bu yüzden gitmek gerekiyordu. Yoksulları isyan eden, devrimi yoksulları tarafından yapı­lan bu ülkeyi görmek gerekiyordu. Bütün dünyayı titreten ABD impara­torluğunun tam anlamıyla burnunun dibindeki bir ülkede nasıl dünyaya kafa tutulduğunu, bir halkın ulusla­rarası finans ve petrol şirketleri tara­fından çizilmiş kaderini nasıl değiş­tirdiğini anlamak gerekiyordu. Çılgın bir “dikta tör” olarak gösterilen, devrimin ve şimdi ülkenin lideri Hu­go Chavez’i tanımak gerekiyordu. Adlı adınca söyleyeceksek, devrim nasıl yapılır, anlamak gerekiyordu. ”

Kitabında Ece Temelkuran, Ve­nezüella’da yaşanan devrim sürecini son derece akıcı ve anlaşılır bir şekil­de anlatır. Kitabın anahtar sözcükleri, fotoğrafları, şekilleri, dili, tasarımı i­le her şeyi, Ece Temelkuran’ın anlat­mak ve aktarmak istediklerini anlaşı­lır ve vurgulu yapmaya hizmet eder. Öyle ki, kitabı okurken sanki kendini anlatılanları yaşıyormuş gibi hisse­dersin.

Biz varoş çalışmasına yönelik bir deneyim, bir ışık olması nedeniyle kitapta aktarılanlardan “Nucleo”ları ön plana çıkarttık. Nucleo, “Barri- o” ’larda kurulan, devrimin çekirdeği olan yapının ismi. Barrio, “mahalle” anlamında kullanılan bir kelime.

31

Page 34: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

<_|Oİ KASIM-ARALIK 2006

Herhangi bir mahalle değil, Venezü­ella’nın yoksul mahallelerine Barrio deniyor. Başkent Caracas’ta yerleşim yerleri ikiye bölünmüş durumda. Zenginler, yani yüksek ve orta sınıf­tan insanlar, yoksullardan yaşam a­lanlarını ayırmış, yüksek güvenlikli evlerde ve binalarda yaşıyorlar. Bu binaların etrafı yüksek parmaklıklar­la çevrili. Onunla da kalmıyor, par­maklıkların üzeri elektrikli, dikenli (kuşları öldüren) tellerle donatılmış durumda.

Y o k s u l l a r Caracas’ta ken­tin etrafını saran yüksek tepeler­deki küçük kulü­belerde yaşıyor.Barriolar zen­ginler tarafından bilinmeyen, görül­meyen binlerce yoksul evden oluşu­yor. Nucleolar, Chavez iktidarından sonra Barriolarda kurulan kooperatif odaklı toplum merkezleridir. Halk mahalledeki bir ekonomik faaliyet - üretim faaliyeti-, etrafında sosyal ve kültürel alan kurarak Nucleo’yu o­luşturmaktadır. Nucleo’da halk, iflas etmiş bir fabrikayı tekrar üretime so­kar. Patron, işveren olmadan, eşit ko­şullarda kendisi için üretim yapar. Bu üretim merkezi etrafında da sosyal ve kültürel alan oluşturur. Sağlık ve eği­tim temel gereksinimdir. Ücretsiz klinikler kurulur. Eğitim amaçlı ça­lışmalar yapılır. Bu yaşam alanı kü­

tüphaneler, spor alanları ve çeşitli kurslarla beslenir. Caracas’ta iki yü­ze yakın Nucleo vardır. Aktif olarak görev alan, çalışan, üretime katılan i­ki bine yakın kişi vardır. Temas eden insan sayısı da bir milyon iki yüz bindir.

“Nucleo, geniş bir kapının ardın­da uzanan bir alan. Bu alan, iki bü­yük atölye, bir mini spor salonu, bir eczane, ortada etrafında oturma yer­leri olan taştan yuvarlak bir sahne,

tiyatro çalışmaları için ayrılmış bir baraka ve bütün bu yapıların arala­rındaki çiçekli bahçelerden oluşuyor. Bu alanın ardında organik tarım ya­pılan küçük komün bahçeleri uzanı­yor.:”

O döneme kadar ülke kaynakla­rından zenginler ve çok uluslu ser­maye grupları yararlanmıştır. Devlet, ülke kaynaklarından yoksul halkın faydalanması için devrimin çekirdeği Nucleo projesini hayata geçirmiş. Nucleolara kaynak aktarılarak ucuz gıda sağlanmakta, ücretsiz ilaç edini­lebilecek eczaneler kurulmakta, üc­retsiz eğitim için kaynaklar seferber

edilmektedir. Tüm bunlar, kurulan Misyonlar tarafından yürütülmekte­dir. Yoksulların hayat koşullarının i­yileştirilmesi, toplumsal eşitliğin sağlanmasını hedefleyen sosyal ada­let ve güvenlik programına Misyon deniyor. Eğitim, sağlık, barınma, ta­rımsal üretim, beslenme ve sosyal güvenlik konularında Misyonlar o­luşturuluyor. Amaç, paylaşıma ve e­şitliğe dayalı olarak bu temel gerek­sinimlerin ücretsiz karşılanması.

Hangi alanlarda çalışma yürütüyor Misyonlar:

Sağlık: Halka, ücretsiz ve gönül­lü olarak çalışan doktorlar aracılığıy­la ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor. Î- laçlar, Nucleo’nun içinde bulunan eczanelerden ücretsiz elde ediliyor. Sağlık görevlisi yetiştirme programı uygulanarak, bu alandaki kalifiye iş­gücü artırılıyor.

Eğitim: O güne kadar okuma yazması olmayan, ihmal edilmiş, yok sayılmış bir milyon beşyüzbin kişi­nin temel eğitim alması sağlanıyor. Parasızlıktan lise ve üniversite eğiti­mi alamayanlara, eğitimlerine devam edebilme olanağı sunuluyor. Yoksul öğrenciler, okullarda bedava üç öğün

beslenebiliyor.

B a r ı n m a :Evsizler için ye­ni ve ücretsiz konutlar inşa e­diliyor.

B e s l e n m e :Sağlıklı ve yeterince beslenme ola­nakları için, organik tarım yapan bahçeler oluşturuluyor, tarımsal üre­tim yapması için halk destekleniyor, toprak reformu gerçekleştiriliyor.

Venezüella’da gerçekleşen deği­şimde vurgulanması gereken önemli noktalar var. Bizde yaşanan ve özel­likle Îslami anlayışta var olan “yok­sula dışardan yardım eli uzatma, sa­daka verme, durumunu iyileştirme” mantığı değil orada yaşananlar. Ülke kaynakları yoksullara aktarılıyor, fa­kat üretime, dayanışmaya ve paylaşı­ma dayalı bir yaşam üretilerek. Kısa vadede kazanca dönüşmese de, kar

Eğitim, sağlık, barınma, tarımsal üretim, beslenme ve sosyal güvenlik konularında Misyonlar oluşturuluyor. Am aç,

paylaşıma ve eşitliğe dayalı olarak bu temel gereksinimlerinücretsiz karşılanması.

32

Page 35: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KAS İM'ARALIK 2006 C|Oİ

getirmese de, ekonomik üretimin gerçekleşmesi sağlanıyor Nucleo’da. Ne üreteceğine kendi karar veriyor halk, sömürülmediğini bildiği için iş­ten kaçmıyor insanlar, aksine işini er­ken bitiren arkadaşına yardım ediyor. Ücretsiz olarak üniversite eğitimi a­labilmek için mutlaka bir kooperatife üye olmaları ve üretimde bulun­maları gereki­yor. Örneğin şehrin temizliği­ni yapan gençler ve kadınlar Boli­var Üniversite- si’nde eğitimlerine devam edebiliyor. Yoksul halka ancak kooperatiflerde örgütlenirse hayatta kalabilecekleri, kooperatiflerde örgütlenirse sağlık, ucuz gıda, eğitim alanındaki diğer Misyonlardan da yararlanabileceği işleniyor. Ücretsiz eğitimden, sağlık hizmetinden yararlananların yanında, bu hizmeti veren gönüllülerin de kül­türel dönüşümü hedefleniyor.

Kadınlar şimdi çok farklı durum­da. Ev kadınlığı meslek olarak kabul ediliyor ve emekli olma hakları var. Aile içi şiddetle mücadele ediliyor. Sırf kadınlara kredi veren banka var ve kadınlar banka için müşteri değil kullanıcı. “Banka, ekonominin hiz­metinde olan insanlar değil, insanın hizmetinde olan ekonomi mantığı ile çalışıyor.” Yoksul kadınların çoğun­luğu bu değişim süreci öncesinde e­ğitimlerine devam edememiş, ama şimdi çocuklu bile olsa liseye ve üni­versiteye devam edebiliyor. Siyasi parti ve birimlerin mutlak %50 kadın kotası var. Ece Temelkuran kadınla­rın yeni yaşama daha fazla sahip çık­tıklarına, daha fazla çalıştıklarına i­şaret ediyor. Çok daha fazla çalışı­yorlar, çünkü yeni üretilen yaşamdan en çok onlar yararlanacaklar.

Nucleo’da çocuklar, çoğulculuk, dakiklik, düzenlilik, arkadaşlık, hoş­görü, birlik, dürüstlük, alçak gönül­lülük, eğitimde devamlılık, paylaş­ma, çok seslilik, saygı, birlikte yaşa­ma, dayanışma, aile, sorumluluk, gö­nüllülük, kendini adama, özgürlük, aşk, barış, uyumluluk, birbirine gü­ven vb. kavramlarla tanışabileceği o­

yunlar oynuyor. Barakalar içerisinde tiyatro yaparak dünyayı değiştirebi­leceklerini öğreniyorlar. Oluşturulan spor alanlarında spor yapıyorlar. Kli­niklerde ücretsiz tedavi görebiliyor­lar, ilaç alabiliyorlar. Müzik eşliğin­de isyan ve direniş ruhuyla yüklü danslar ediyorlar.

Nucleo’yu anlamak için önemli bir ayrıntıya daha dikkat etmek gere­kiyor. Mahallelerdeki yoksul halka, yaşayabilmeleri, asgari gereksinim­lerini gidermeleri için dışarıdan ya­pılan yardımlardan farkı var Nucleo tarzı örgütlenmelerin. N ucleo’da halkın kendisinin karar verdiği alan­da üretim yaptığı, yaratıcı, dönüştü­rücü, üretici potansiyelini açığa çı­kartabildiği bir yapılanma söz konu­su. Halkın kendi iradesi dışında be­lirlenmiş, tepeden inme bir örgütlen­meden ziyade, halkın yapabilirliğini, yetkinliğini, katılımcılığını artırma­ya dönük bir faaliyet. Devlet şu an kendi gücünün, yapabilirliğinin far­kına varan halka finansal destek su­nuyor. Adım adım da süreçten çekil­meyi önüne koyuyor. Devletin bek­lentisi de halkın üretimden kazandı­ğı finansal getiri değil. Esas bekle­

nen, halkın kendi gücüne güvenme­yi, inanmayı öğrenmesi. Bu açıdan da Nucleo’da sosyal ve kültürel de­ğişime çok önem veriliyor, sosyal e­şitlik hedefleniyor.

Venezüella’nın yoksul mahallele­rinde halk kendi iktidarını kuruyor. Üretimine kendi karar verdiği, pat­

ronsuz, eşit bir şekilde katıldığı ekonomik faali­yet, onun etra­fında sağlık, eği­tim vb. sosyal o­lanaklar yarattı­

ğı bir yaşam alanı oluşturuyor.

Üç beş yıllık bir değişim değil bu. Barrio halkı Ece Temelkuran’a en az yirmi yıllık bir çalışmadan söz ediyor. Bu değişim ve dönüşüm bir anda olmadı. Bunun devrim öncesi­ne uzanan bir tarihi var. Zenginliğin iktidarda olduğu dönemde de halka inanan, dayanışmanın ve paylaşma­nın gücüne inanan insanlar, yıllar öncesinde yoksul mahallelerde bu çalışmaların nüvesini oluşturmuşlar.

Varoşlarda yaşamı güzelleştirme adına yürütülen dayanışma çalışma­ları ve bu çalışmaların kurumsal ifa­desi olan Dayanışmaevleri, benzeri bir ufka doğru yürünen yolda atılmış bir adım niteliğindedir. O ufka daha da yakınlaşmak için bu adımı büyüt­mek görevi önümüzde duruyor.

Venezüella'nın yoksul mahallelerinde halk kendi iktidarını kuruyor. Üretimine kendi karar verdiği, patronsuz, eşit bir şekilde katıldığı ekonomik faaliyet, onun etrafında sağlık,

eğitim vb. sosyal olanaklar yarattığı bir yaşam alanı oluşturuyor.

33

Page 36: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

DEVRİM Cİ HAREKETİN

GUÇ KAYNAKLARI - IMehmet Yılmazer

Güç kaynaklarındaki yapısal değişimin kapsamı ve nedeni nedir? Devrimci hareket büyümek için eski güç kaynaklarıyla nasıl ilişki kurmalıdır

ve hangi yenilerini yaratabilir? Bu soruların cevabı geleceği yeniden kurgulamakiçin yaşamsal öneme sahiptir.

Devrimci hareketin parlak günler­den geçtiğini söylemek mümkün de­ğildir. Hatta sol içinde 1980’lerin i­kinci yarısında şekillenen liberal sol­dan sonra 2000’li yıllarda bir de ulu­sal sol şekillenmeye başlamıştır. Libe­ral sol, Eylül yenilgisinden postmo­dern tarzda bir “ders çıkartma” anla­mına geliyordu. Ulusal sol, PKK mü­cadelesinin yenilgisine bağlı olarak devletin dayatmalarıyla şekillenmeye başladı. PKK mücadelesinin geliş­mekte olduğu günlerde en önemli kri­tik noktalarından birisi olan “solun Kemalizm’den kopamaması” olgusu tarihsel bir alınyazısı gibi yeniden ge-

riye dönüyor. Bunun eski hatanın ba­sit bir tekrarı olmadığı, hatta sol için­de bir çürümeye işaret ettiği görülme­lidir. Tablo oldukça umut karartıcı gö­rünüyor: Bir yanda, tümüyle düzen sı­nırları içinde kalan liberal sol; öte yanda Kemalist elitin politik zeminini aşamayan ulusal sol; diğer yanda, devletle “demokratik cumhuriyet” ze­mininde uzlaşmaya çalışan, ancak bölge gelişmelerinin de etkisiyle alın- yazısını gittikçe daha fazla Amerikan politikalarına bağlayan bir Kürt Hare­keti ve bunların dışında kalan etkisi çok sınırlı, pek çok kuşatmayla alanı daraltılan devrimci hareket!

Sadece bu kesitten devrimci ha­rekete bakıldığında gerçekten bilinç­lerin bulanmaması ve umutların ka­rarmaması için bir neden yoktur. Böyle kritik bir süreçte devrimci ha­reketin güç kaynaklarına yeniden bakmak gerekiyor.

-I-Devrimci hareketin güç kaynak­

larının 12 Eylül faşizminden sonra yaşanan süreçte adım adım değişime uğradığı biliniyor. Bu değişimi ve bugünkü durumunu irdelemeden eski günlere bakmak gerekiyor. Devrimci hareketin 1968’lerde yükseldiği dö­nemi dikkate aldığımızda dünyada ve ülkedeki güç kaynakları şöyle sırala­nabilir.

Dünyada, sosyalist sistemin var­lığı, yükselen ulusal kurtuluş savaş­ları ve Avrupa’daki öğrenci ve işçi hareketleridir. Sosyalist sistem için­de “çatlaklara”, tartışmalara rağmen tüm dünyada sosyalist mücadelenin yükseldiği bu süreç, her ülkedeki devrimci harekete güçlü bir moral kaynaktı. Elbette sadece moral kay­nak olmaktan öteye, aynı zamanda maddi destek de güçlü bir şekilde o günlerin özelliğidir. Bu durumun ya­rattığı avantaj ve dezavantajlara ayrı­ca bu yazı içinde değinmek gerekli değildir. Özetle Sovyetler, Çin ve Ar­navutluk saflaşması ve bunların ken­di etkilerini yaratması o günlerin

34

Page 37: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

dünya devrimci süreci için elbette büyük bir zaafı da içeriyordu. Latin Amerika rüzgarı ise, sosyalist ülkeler gibi bir sistem meydana getirmese de, adeta kendi bağımsız etkisini ya­ratmıştır. Latin Amerika’daki tek ba­şarılı örnek Küba Devrimi dünya devrimci süreci içinde daima özel bir etkiye sahip olmuştur. Sonuç olarak, dünya devrimci süreci çoğu zaman düşüncelerde idealize edildiği gibi yekpare bir gidiş olmamıştır. Tarihin bu önemli kesitinin günümüze bırak­tığı en önemli derslerden birisi de budur. Genel yükseliş dalgası en güç­lü olduğu günlerde bile farklı eğilim­leri kaçınılmaz bir şekilde taşıyacak­tır. Aynı zamanda yine o günler hatır­lanırsa bu yükseliş günleri kendi i­çinde geri düşmeleri, zikzaklı gidiş­leri de taşır. Örneğin, Macaristan ve daha sonra Çekoslovakya olayları yükselen hareket üzerinde sallantılı etkiler yaratmıştır. Ortadoğu’da 1960’lı yıllarda sosyalist sisteme yaklaşan Arap hareketleri, 1970’li yılların ortalarında kopmaya başla­mıştır. Uzakdoğu’da Kamboçya’daki gelişmeler, Çin ve Vietnam arasında­ki çatışmalar yükselen dalganın aynı zamanda büyük zaaflar taşıdığını da gösteriyordu. Bütün bu sorunlara rağmen dünyanın 1950’ler sonrası ta­rih kesitine baktığımızda devrimci hareketler için büyük güç kaynağı o­lan bir yükselme tartışmasızdır. Tür­kiye’deki devrimci hareket de bu güç kaynağından büyük ölçüde etkilen­miştir.

Türkiye’deki mücadelede dev­rimci hareketin kaynaklarına baktığı­mızda, 1960’lar sonrası süreç için başlıca iki önemli kaynak hemen gö­ze batmaktadır. Birisi, gençlik hare­ketidir; diğeri, işçi hareketidir. Köylü hareketi devrimci hareket için çok sı­nırlı bir kaynak olmuştur. Gençlik hareketi, her bakımdan ayrı bir yere konulmayı hak eden bir yer tutmuş­tur. Dev-Genç hareketi başlı başına mücadele tarihimizde özel ve çok kendine özgü bir yere sahiptir. Dev­rimci siyasal örgütlenmeler büyük çoğunlukla Dev-Genç içinden çık­mıştır. Gençliğin toplumsal yapımız­daki geleneksel bazı özellikleri ve

dünyadaki gelişmelerin etkileri çok kendine özgü bir gençlik hareketi ya­ratmıştır. Ancak çok kısa süre içinde bu hareket sadece bir gençlik hareke­ti olmaktan çıkmış, devrimci, sosya­list hareketlerin doğup şekillendiği bir zemin olmuştur. Gençliğin bu davranış tarzı 12 Mart faşizmine rağ­men önemli bir kırılmaya uğrama­mıştır. 1968’li yılların Dev-Genç ha­reketinin bir tekrarı mümkün olmasa da, gençlik devrimci hareket için bü­yük bir güç kaynağı olma özelliğini yitirmemiştir.

İşçi hareketi, 1960’lar sonrası ABD gangster sendikacılığından eği­tim almış Türk-İş içinde etkisizleşti- rilmeye çalışılsa da, 1960’ların orta­larından sonra ülkeyi büyük işçi ha­reketi dalgası kaplamıştır. Türk- İş’ten DİSK’in kopması bu harekete önemli bir hız vermiştir. Devrimci hareket açısından, eğer o günler ha­tırlanırsa, “Türkiye devriminde işçi sınıfının yeri” tartışmaları hiç bir za­man sona ermeyip, bazen sınıf körlü­ğüne yol açacak tespitler yapılmış ol­sa da, esas olarak kendiliğinden yük­selen işçi hareketi devrimci mücade­le için her zaman büyük bir güç kay­nağı olmuştur. Bu noktada, o zaman­ların sınıf tahlillerine girmenin bir anlamı yoktur. Ancak şu vurgu yapıl­malıdır. İşçi sınıfının varlığının ve eylemliliğinin stratejik olarak değer­

lendirilmesi oldukça farklı, hatta ba­zen tam zıt yollar izlemiştir. Sınıfın mücadeledeki yeri, “köylü ordu- su”nun ardına yerleştirilebilmiştir. Ancak bizzat böyle yaklaşım içinde olan hareketler dahi sınıf hareketin­den önemli güç almışlardır. Sınıf, ba­zen stratejik olarak görülmese bile, hareketlere güç kaynağı olmaya de­vam etmiştir.

Köylü hareketi, stratejik olarak oldukça önemli roller biçilmesine rağmen devrimci hareket için önemli bir güç kaynağı olmamıştır. Toprak işgalleri, taban fiyatı mitingleri bu dönemde yaşanmış, fakat köylü hare­keti kendisi farklı bir güç kaynağı o­larak şekillenememiştir.

Güç kaynağı olarak, düşüncenin rolüne de değinmek gerekiyor. Dev­rimci düşünce durumu çözümleme ve geleceği tasarlama konusunda insan­lık tarihinin gelişiminde büyük bir rol oynamıştır. Katılaşan dine karşı burjuva akılcılığı bu rolü oynadı, an­cak egemenliğini kurar kurmaz geri- cileşti. Marksizm bunu daha yetkin olarak sürdürdü. Ancak yetmiş yıllık iktidar konumu Marksizm’de de ben­zer tıkanmaları yarattı. Bilimsel sos­yalizm 1970’li yıllarda çok açık bir şekilde gelişimin gerisinde kalan bir durgunlaşma sürecine giriyordu. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” sözü Türkiye devrimci

35

Page 38: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

hareketi için 1960’lı yıllarda özel bir öneme sahipti. Kendi yolunu çizmek için farklı teorik çözümlemelerle a­deta düşünce meydan savaşlarının yapıldığı bir dönem yaşandı. Dev­rimci düşünce, farklı yaklaşımlara rağmen, bu yıllarda hem bir çekim gücüne hem de çözüm gücüne sahip­ti.

-II-Devrimci hareketin bu güç kay­

nakları, esas olarak 12 Eylül sonrası, ancak bir anda değil, uzun ve sancılı bir süreç içinde ikibinli yıllara kadar büyük değişimlere uğradılar. İlk de­ğişim Eylül faşizminin en karanlık günlerinde yaşandı. Darbe sonrası ortalıkta yaprak kıpırdamazken PKK’nin 1984 atılımı Türkiye Dev­rimci Hareketi için yeni bir güç kay­nağı oldu. Bu­nun moral bir güç kaynağı ol­duğunu söyle­meye gerek yok­tur. Ancak Kürt Hareketi geliş­tikçe bu büyü­menin devrimci hareket üzerinde farklı etkileri de yaşanmıştır. Özel­likle “uzun süreli halka savaşı” ve “köylü ordusu” temelli stratejiler ü­zerine yürüyen hareketler için Kür- distan’daki gerilla mücadelesi çözü­

cü bir etki yaratmıştır. Mücadele ge­lişim kanallarında büyüdükçe bu si­yasetler kaçınılmaz bir şekilde eroz­yona uğradılar. Dolayısıyla yükselen Kürt özgürlük savaşı moral olarak devrimci harekete güç verirken, aynı zamanda bazı siyasetler üzerinde ise tersi yönde sonuçlar yaratmıştır. An­cak bu gerçekliğe rağmen Eylül son­rası yıllarda Kürt özgürlük hareketi­nin devrimci hareket için moral ola­rak önemli bir güç kaynağı olduğu çok açıktır.

Eylül öncesinin güç kaynakları da 1980’li yılların ortalarından itiba­ren yeniden kendilerini ortaya koy­maya başladılar. Yükselen bir genç­lik hareketi ve bahar eylemlerine ka­dar zirve yapacak olan yaygın işçi hareketi 1980’li yılların ikinci yarısı­na damgasını vurdu. Ancak 1990 ’lı

yıllarla birlikte güç kaynaklarında çarpıcı değişimler yaşanmaya baş­landı. Önce dünya ölçüsünde bütün dengeleri alt üst eden sosyalist siste­min yıkılışı yaşandı. Dalga dalga dünya devriminin kazandığı mevziler

düşmeye başladı.

Gençlik hareketi geleneksel özel­liklerini uzun süre korusa da, 2000’li yıllara gelindiğinde artık niteliksel bir değişimin içinde olduğu ve bunun geçici olmadığı iyice ortaya çıkmış­tır. Bu en canlı, politik olarak aktif güç kaynağının çok zorlu bir döneme girdiği anlaşılıyordu.

İşçi hareketi 1980’lerin sonunda Zonguldak maden işçilerinin eylem­leriyle kendi mücadele tarihinde bir dönemi kapatmanın eşiğine gelmiş­tir. Sonraları işçi hareketi daha çok “memur eylemlilikleri” olarak ger­çekleşti.

Eylül’ün başlarında özellikle bir moral güç kaynağı rolü oynamış olan Kürt özgürlük hareketi de 1990’ların sonunda girdiği strateji değişikliğiyle

tersine moral bo­zucu bir etki ya­ratmaya başla­mıştır.

D e v r i m c i hareketin güç kaynaklarındaki

bu kurumalar kaçınılmaz bazı sonuç­lar yaratmıştır. Büyümeyen, sürekli kendini tekrar ederek yıpranan bir devrimci hareket ortaya çıkmıştır. Düşünce üretimi kısırlaşmış, taktik zenginlik yerini bıktırıcı tekrarlara bırakmış; bu duruş ise örgütsel yapı ve işleyişte büyük bozulmalar yarat­mıştır. Devrimci hareket hemen he­men son yedi sekiz yılını böyle yaşa­mıştır.

Güç kaynaklarındaki bu yapısal değişimin kapsamı ve nedeni nedir? Devrimci hareket büyümek için eski güç kaynaklarıyla nasıl ilişki kurma­lıdır ve hangi yenilerini yaratabilir? Bu soruların cevabı geleceği yeniden kurgulamak için yaşamsal öneme sa­hiptir. Bu konuda bazı tespitler yapıl­mış olsa da, emperyalizmin bir tıkan­ma sürecine girdiği ve Türk egemen­lerinin de dıştan ve içerden büyük ba­sınçlarla yüzyüze geldiği günümüzde devrimci hareketin günümüzdeki güç kaynakları yeniden irdelenmelidir.

Düşünce üretim i kısırlaşmış, taktik zenginlik yerini bıktırıcı tekrarlara bırakmış; bu duruş ise örgütsel yapı ve işleyişte

büyük bozulmalar yaratm ıştır. Devrimci hareket hemen hemen son yedi sekiz yılın ı böyle yaşamıştır.

36

(Devam edecek...) 07 Kasım 2006

Page 39: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

□ A X A C A ’D A İKİLİ İKTİDAR

DENEYİAyşe Tansever

Geçtiğimiz Mayıs ayından bu yana Meksika'nın Oaxaca eyaletinde bir ikili iktidar durumu yaşanıyor. Kritik günler geçiren bu deney, yoksul Meksika halklarının

gelecek sorumluluğunu da üzerinde taşıyor.

Boyalı basının tüm dünyanın gözlerinden gizlediği bir ikili iktidar deneyi yeni bir dönemece girdi. Meksika Devlet Başkanı Fox, Mayıs ayından beri süren Oaxaca halk ikti­darını devirmek için federal hükü­mete bağlı Federal Özel Polis (FPF) ekiplerini barikatları “temizleme” görevi ile bölgeye yolladı. Oysa Oa­xaca Halkları Halk Meclisi (APPO) hükümetin bir aya yakın süren gö­rüşmeler sonucunda tekrar derslere başlama kararı almışlardı. Fox, AP- PO’nun direniş gücünün zayıfladığı yargısından yola çıkarak direnişi bö­lebileceğini düşünmüş olmalıdır.

APPO’nun 26 Ekim 2006 tari­hinde öğretmenlerin derslere girme geri adımını atmasından sonra sivil giyimli polisler Oaxaca barikatlarına saldırdılar. Biri alternatif gazeteci­lerden Amerikalı Brat Will olmak ü­zere, 3 kişi öldürüldü 30 kişi yara­landı. Fox 27 Ekim’de yaşanan bu gerici iktidarın yol açtığı olayları ba­hane ederek 29 Ekim tarihinde 5000 FPF polisini bölgeye saldırıya yolla­dı. Hemen arkasından olayların so­rumlusu olarak iki tarafında suçladı­ğı 4. bir kişi öldürüldü.

FPF güçleri şu anda askeri uçak­larla bölgeye geldiler ve kenti kuşat­tılar. Açık bir provokasyon olan bu olay karşısında anlaşılan APPO sin­dirilmeye, dağıtılmaya, bölünmeye çalışılıyor. Evet, şimdi ne olacak?

APPO üyeleri korkup sinecekler mi? Yoksa daha devrimcileşecekler ve iktidarlarını daha mı güçlendirecek­ler?

Derslere girme kararı özünde APPO’nun attığı bir geri adım olarak düşünülmüştü. İki gün süren ve git- gelli bir oylama yapılmış ve sonuçta derslere girmeme kararının uzatıl­ması yüz binlerce öğrencinin bir eği­tim yılı kaybetmesi anlamına gelece­ği düşüncesi ağır basmıştı. Ama öte yandan olayların temel talebi olan Oaxaca Eyalet valisi Ulises Ruiz Or- tiz’in (URO) istifası için baskı azal­mış olacaktı. APPO derslere girme kararı aldı, ama barikatları kaldırma­yarak URO’ya istifa içinde bir süre koydu. Ayrıca aylardır ödenmeye maaşları ödenecek, politik tutuklular serbest bırakılacak, APPO üyelerinin tutuklama emirleri kaldırılacak, vs i­di.

Aylardır süren direniş herkesi yormuştu. Aylardır maaş alamamak öğretmenleri zor durumda bırakmış­tı. Derslere dönmek ikili iktidar de­neyini bitirecek miydi? Bu işten yo­rulanların kafalarının arkasında bu bir bitiş işaretiydi. URO güçleri işte bu nedenle saldırıyı planlamış olma­lılar. Bu zayıf noktada vurarak bari­katları yıkmak ve ikili iktidarı bitir­mek istemişlerdir. Fox’un yolladığı FPF güçleri de noktayı koyacaklar­dır.

Ancak APPO ise tersini savunu­yor. Dersleri başlatıyoruz, ama bari­katlara devam, ikili iktidara devam diyorlar. Öğretmenler şimdi ikinci ciddi saldırı ile yüz yüzeler. 14 Hazi- ran’da yaşadıkları saldırı onları bü­yüttü. Şimdi bu saldırı ya daha büyü­tecek, belki de tüm Meksika çapında yayılmaya doğru yükseltecek ya da geri adım atılacak. Taleplerden vaz­geçilecek. İşin bununla kalmayaca­ğını, ülkede yaşanan diğer direnişle­rin başına geldiği gibi Fox tipi sağ kanat gerici iktidarın onları birer bi­rer tutuklamalarına kadar devam e­deceğini ya da daha büyük bir olası­lıkla da öldürüleceklerini tahmin et­mek yanlış olmayacaktır. O nedenle bu olaylardan eğer direniş çıkmazsa APPO liderleri ve taraftarları için kötü sonuçlara gebedir.

Oaxaca ikili iktidar deneyi çok önemli bir noktada. Önlerinde çok kritik günler var. Artık onların o­muzlarında sadece içini bilimle dol­duracakları küçük beyinler yok, yok­sul Meksika halklarının gelecek so­rumluluğunu taşıyorlar. Bakalım hangi bilinçle davranacaklar.

Ya da arkasında ABD zalim fi- nans kapital güçleri olan Meksika gericiliği bir halk iktidarını katlet­meye nereye kadar cesaret edecek? Önümüzdeki günler bu sorulara ışık tutacaktır. Ancak şurası kesindir ki, ABD’nin burnunun dibindeki Mek-

37

Page 40: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

C ] O İ KASIM-ARALIK 2006

sika alev alev yanmaktadır. Oaxaca halk iktidarı yıkılsa bile bu söndürü­len ateşlerden sadece bir tanesi ola­caktır. Kıvılcımları yanmakta olan diğer yangınları güçlendirecektir.

Oaxaca deneyi nasıl başladı?

Oaxaca 2.5 milyon insanın yaşa­dığı Meksika’nın en yoksul 3 eyale­tinden biridir. Bir yanında 1994 yı­lından beri adını bildiğimiz EZLN (Zapatistalar)’nin kontrolündeki Chipas bulunmaktadır. Diğer yanın­da ise yine adını çeşitli direnişlerle duyurmuş Guerrero eyaleti bulun­maktadır. Oaxaca nüfusunun %85’i Kızılderili yerlilerinden oluşuyor. 17 değişik kabile ile çok renkli bir halk yelpazesi sergilerler. Aztek medeni­yetinin taşıyıcılarıdırlar. Kent o dö­nemden kalan tarihi eserleri ile bu medeniyetin merkezidir. Her yıl çok sayıda turist burayı ziyarete gelir.

Oaxacalı öğretmenler bir yanda bu yerli halkların tarihi zenginliği diğer yanda kapitalizmin yarattığı yoksulluk arasında başka türlü geliş­miş olsa gerekler. Bu çelişki onları devrimcileştirmeyecek de ne yapa­caktı? Ancak ülke çapında yaygın gerici Ulusal Eğitim İşçileri Sendi­kası (SNTE) içinde örgütlüdürler. Sendika eski ikinci başkanı Fox’un partisi PAN’ın ikinci adamıdır. As­lında buna şaşmamak gerekir. Ame­rika kıtasındaki çoğu sendikal faali­

yetler devlet güçleri ile iç içedirler. SNTC içinde Sektion-22 Oaxaca iki­li iktidar deneyinin çekirdeğidir. Ya­ni gerici sendikanın ilerici bir seksi­yonudur.

Sektion-22, 24 yıldır her yıl Ma­yıs ayında yaptığı grevler ile ülke çapında tanınır. Taleplerinin bir kıs­mı eyalet hükümeti tarafından bazen karşılanır bazen reddedilir. Ama bu bölümdeki öğretmenlerin işte böyle bir ilerici geleneği vardır.

Bu yıl bu geleneksel olaylar baş­ka bir boyuta sıçradı. Ülkenin bir devlet başkanı seçimlerinin eşiğinde olması bu boyutun temel farkını o­luşturdu. Daha öncede devlet başka­nı seçimleri yaşanmıştı, ama bu kez yaşananın da bir farkı vardı. Eyalet meclisi seçimlerinde yaşanan ortam Oaxaca öğretmenler grevinin yayılıp güçlenmesini sağlamıştır. Hiç şüphe­siz devlet başkanı seçimlerinde yapı­lan alavere dalavereler de greve güç katmıştır. Yani karşılıklı bir alışveriş söz konusudur. Kaderleri de bu an­lamda birbirlerine bağlanmıştır. Oa­xaca ikili iktidar deneylerinin yeşer­diği, geliştiği ortamı anlamak için bu olguyu akılda tutmak gereklidir. Bunlara ileride dönmek üzere biz yi­ne öğretmenlerimizin grevine baka­lım.

En başta söylemek gerekir ki öğ­retmenler genelde Meksika ve Oaxa- ca’nın orta sınıfını oluşturuyorlar.

Meksika federal hükümeti, eyaletleri hayat pahalılığına göre bir maaş ba­remi içinde sınıflandırıyor. Oaxaca düşük bir barem dilimindedir. Gre­vin temelini bu baremin yükseltilme­si ve dolayısıyla maaşlarını artması oluşturuyor. Ayrıca eyaletler bölge­lerindeki okullara araç gereç yardımı yaparlar. Bu yardımlar ile öğrencile­re ayakkabı, giyecek, defter kalem a­lınır, öğle yemekleri yapılır. Yardım­ların miktarı her yıl Mayıs ayında belirlenir. Gelir düzeninin çok düşük olduğu Oaxaca’da öğrenciler çok yoksuldurlar ve yardımlar hiçbir za­man yetmez. Orta gelirli olan öğret­menler genellikle öğrencilerinin def­ter ve kalem paralarını kendi ceple­rinden öderler. İşte onları isyan etti­ren de budur. Yeni liberal politikalar onların da artık bunu karşılamada zorlamaya başlamıştır. Dirençlerini artırır.

Geçtiğimiz Mayıs ayında öğret­menler yeni eğitim döneminde yapı­lacak yardım miktarını öğrenince derslere girmeyi reddettiler. Eyalet valiliği önünde geleneksel grevleri­ne başladılar. Vilayet önünde, yine Meksika’da gelenek olan çadırlarını kurdular. Antik kent merkezi Zaca- lo’yu işgal ettiler.

Bol yabancı turistin olduğu Za- calo’da çadırlara yaklaşık bir ay son­ra 14 Haziran gecesi eyalet valisi U- RO’nun sivil giyimli güçleri saldır­dı. Öğretmenler biraz direndiler, a­ma sonra çadırlarını bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. Ertesi gün öğret­menler yanlarına destek güçler ala­rak geri saldırdılar ve eski yerlerine döndüler. Artık hareket daha da güç­lenmişti.

Saldırı öğretmenler grevini bir üst düzeye sıçratacak bir dönüm noktası olur. 17 Haziran toplantısına 170 kişi katılır. Bunlar 85 çeşitli ör­gütü temsil ediyorlardı; sendikalar, SNTE delegeleri, sosyal ve politik örgütler, çeşitli sivil kurumlar, insan hakları dernekleri, öğrenci velileri, yoksul köylüler ve vatandaşlar. Daha sonra örgüt sayısı 350’ye çıktı. A­narşistinden Stalinistine, Troçkistin-

38

Page 41: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ

den sosyal demokratına çok sayıda renkli sol örgütler katıldılar. Büyük bir toplantı yapılır ve Oaxaca Halk­ları Halk Meclisi (APPO İspanyolca baş harfleriyle) kurulur. APPO’nun baş talebi Oaxaca eyalet valisi U- RO’nun istifasıdır. Belki de onları birleştiren tek şey budur: URO’nun gitmesi. Onun gitmesi ile eyalete hu­zur geleceği savunulur. URO’nun is­tifası tüm diğer maddelerin pazarlı­ğının ön koşulu haline getirilir.Çok sayıda gös­teriler düzenle­nir. Mayıs ayın­da sayıları 50 bin olan grevci­ler, artık 400 binlerin yürüdüğü mega yürüyüşler düzenlemeye başlar.

URO istifa etmez. Onu istifaya zorlamak için Oaxaca kentinin “yö- netilemez” hale getirilmesi kararı a­lınır. Bu özünde APPO ikili iktidarı­nın kendini ispatlaması, gelişmesi i­le eş anlamlıdır. Birçok devlet daire­si işgal edilir. Polis karakolları ele geçirilir. İktidar güçleriyle işbirliği içindeki gazete bürolarına saldırılır. Birçok büyük iş yerinin sahibi oldu­ğu radyo istasyonları ele geçirilir. Buralardan yayın yapılmaya başla­nır. Eylemler önceden buralardan i­lan edilir. Halkın katılımı artırılır. Eylem anı anında radyodan yansıtı­lır.

Çok sayıda belediye otobüsü ele geçirilir. Sonunda bunların sayısı 25 ’i bulur ve devlet bunların geri ve­rilmesini pazarlık maddesi yapacak­tır. Bazı devlet araçları yakılır. Bazı­ları devrilir ve barikatlara siper ola­rak kullanılır. Barikatlar tüm kenti kuşatırlar. Tel örgülerle, çevreden getirilen kayalarla sağlam hale geti­rilir. Geceleri barikatlar kapanır, gündüzleri geçişlere olanak sağla­mak için açılırlar. Barikatlara silah gibi kullanılmak üzere bol bol taş yı­ğılır. APPO dediğini yapmış, kenti yönetilemez duruma getirmiştir. Devlet güçleri barikatların olduğu a­lanlara giremezler. Buralarda başka bir iktidar hüküm sürer.

Kadınlar gündüzleri ev işlerini bitirdikten sonra barikata gelir hem nöbet tutar hem de örgülerini örerler. Barikatlar politik eğitimin yapıldığı okullar haline dönüştürülür. Oaxa- ca’da yaşananlar, barikatlarda, so­kaklarda, gecekondularda tartışılır. Olayların nereye varabileceği, daha neler yapılabileceği konuşulur. Aynı zamanda barikatlar halkların eğlen­diği, oyunların sahnelendiği, şarkıla­

rın söylenip fıkraların anlattığı açık eğlence alanlarıdır.

Sonra bir gün kadınlar ömürleri­nin böyle ev işi yaparak mı geçece­ğini, ulusal bir işe yarayıp yarama­yacaklarını tartışmaya başlarlar. Bir­den akıllarına URO’yu protesto için bir kadın yürüyüşü düzenlemek ge­lir. Sırf kadınların katılacağı bir yü­rüyüş. Öyle ya en çok ezilen, en alt­ta olan onlar değil midir? Öyleyse bu ezilmişliklerini protesto etmelidirler.

1 Ağustos kadın yürüyüşüne bin­lerce kadın katılır. Hem yürüyüp hem konuşurlar. Gazetecilerin neden

kendilerini çekmediğini düşünürler. Neden yürüyüşlerini basından bir ki­şi izlememektedir Yürüyüşleriyle if­tihar etmektedirler. Tüm Meksika kadınlarının ve de elbette erkekleri­nin bunu görmesini istemektedirler.

O sırada devlet TV’si önünden geçmektedirler. Akıllarına oraya gi­dip sormak gelir. Acaba onlar yürü­yüşlerini yayınlamazlar mı diye sor­maya giderler. Aralarından temsilci

seçerler ve mü­dürle konuşmak i s t e d i k l e r i n i söylerler. Müdür gelir ve ona ne­den yapmakta oldukları kadın yürüyüşünü gö­

rüntülemediklerini sorarlar. Bir vi­deo verirler yayınlamaları için. An­cak müdür onları tersleyince de TV vericisini işgal ederler. İşte bu kadar basit olur olaylar. Kendiliğinden.

Devlet TV istasyonu tüm halkın eğitildiği bir verici haline gelir. Can­lı görüntü çok önemlidir. Kadınlar çeşitli kesimlerden, özellikle yoksul kesimden kişileri davet ederler ve O­axaca sorunlarını tartıştırırlar. Özel­likle kiliseden papazların tartışması büyük olay olur. Kilisenin gericiliği tüm kitlenin bilincine kazınır. Kimi­leri inanmak bile istemez. Kilise

Sonra bir gün kadınlar öm ürlerinin böyle ev işi yaparak mı geçeceğini, ulusal bir işe yarayıp yaramayacaklarını

tartışmaya başlarlar. Birden akıllarına U R O 'yu protesto için bir kadın yürüyüşü düzenlemek gelir.

39

Page 42: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

programı sonuçta çok kişiyi daha da bilinçli hale getirir.

Kadınlar televizyonlarını kendi evleri gibi temizler ve korurlar. Ne i­şe yaradığını bilmedikleri aletlerin bozulmasından çok korkarlar. Onun için bilmedikleri kişileri içeri almaz­lar. Oranın bakımı tüm bölgeye ör­nek olmuştur.

Televizyon yayınının en önemli işlevlerinden biri tüm ülkeye seslen­mektir. Tüm Meksika halkı kendile­rinden gizlenen Oaxaca olaylarını yakından izleme olanağı bulur. Bir devrimci eğitim televizyonu olur. Sı­radan halkın bilincini açar. Burjuva televizyon yayınlarının kendilerini ne kadar yanlış yönlendirdiğini ya­vaş yavaş anlamaya, görmeye baş­larlar. APPO örgütlenmesini eyalet sınırlarına taşıma olanağı bulur. Hat­ta Filistin direnişini göstererek Oa­xaca ikili iktidar deneyini evrensel hale getirmeye çalışırlar.

Ancak elbette ki bu olay hem e­yalet hem de federal hükümetin ca­nını çok sıkar. 21 Ağustos gecesi si­vil giyimli kişiler ani bir baskın ya­par, tüm aletleri ya kurşunlayarak ya da asit dökerek tahrip ederler. Tahrip etmenin anlamı onu ele geçiremeye- ceklerini bilmelerinden kaynaklanır. Kendi kullanamayacakları değerli a­letlerin “düşman” tarafından kulla­

nılmasını önlemektir. Aynı gün diğer bazı mahalli radyo istasyonlarını da kaybederler.

Üniversite öğrencileri bunu pro­testo için üniversite TV vericisini e­le geçirirler. Olay sırasında otobüs­ler yakılır. Ama devlet bunu da içine sindiremez. Ajanları ile televizyon vericisini de tahrip ettirir. APPO da misilleme olarak 9 ayrı özel şirkete ait olan 12 ticari mahalli radyoyu e­le geçirir. Üniversite radyosu hala APPO’nun elindedir. Hala Oaxaca halkı onunla iletişimlerini sağlamak­tadır. Bir ikili iktidar için kitleleri örgütlemenin en önemli yolu haber­leşme araçlarıdır

Bütün bunlar Oaxaca’da bir ikili iktidar olduğunu kanıtıdır. Bir yanda iktidar oluşunu her gün biraz daha çok kanıtlayan APPO ve diğer yanda yasallığı tartışma konusu haline ge­len eyalet valisi URO vardır. Aslında URO yoktur. URO yasa dışı ilan e­dilmiştir. Başkanı olduğu kent içinde illegal olarak dolaşmaktadır. Nerede olduğu bilinmez. Hatta sözcüsü bile kaçmıştır. O da kent dışından kent konusunda konuşmalar yapar. URO, bavulları ile dolaştığından adı “ba- vullu vali”ye çıkar.

APPO’nun yapısıAPPO löse bir yapıya sahip. Bir

yürütme kurulu var, ama genel ola­rak kararlar direkt tüm üyelerin katı­lımı ile alınıyor. Ana birleştirici un­sur URO’nun iktidardan gitmesi. APPO örgütüne karşı olanlar bile bu anlamda toplantılara gelip oy kulla­nıyorlar. APPO içinde çeşitli cephe­ler var. Halk Mücadelesi Geniş Cep­hesi (FALP), Halk Devrimci Cephe­si (FPR), Halk Savunma Komiteleri (CODED) gibi.

16-17 Ağustos tarihlerinde AP- PO ulusal bir forum düzenler. Amaç Oaxaca’da demokrasi ve yönetimde birlik kurmaktır. Forumda önemli kararlar alınır. Oaxaca anayasası ya­zılmalıdır. Tüm Meksika’ya temsil­ciler yollanmalıdır. Ayrıca Oaxaca i­çinde yeni kurumlar oluşturulması tartışılır. Mobil bir polis gücü gü­venlik açısından mutlaka oluşturul­malıdır denilir. Mahallelerde suç iş­leyenleri gözleyecek ve bunları tu­tuklayacak gözcüler grubu kurulma­sı düşünülür. Yani ikili iktidar kolluk kuvveti ihtiyacını hissetmektedir. İ­çeride epey ajan olduğu açıktır. Kentte karşı taraftan insanlar da var­dır. Ayrıca artık yerel belediye mec­lislerinin kurulma zamanı geldiği di­le getirilir. İktidardaki PRI kalıntıla­rı indirilmelidir. Ayrıca olaylar sıra­sında ölen ve tutuklananların vatan­sever ilan edilmesi ve bunların anıl­ması gerekliliği hedef olarak öne ko­nulur. Bütün bunlar Oaxaca iktidarı­nın güçlenmeye başladığının işaret­leridir. Ancak bu kararlar pek hayata geçirilememiştir.

APPO çeşitli komiteler kurar. En önemlisi vatandaş komiteleridir. Kendi yandaşlarını bu komitelerde örgütler. Radyo istasyonlarını bu iş için kurulan komiteler ele geçirir. Bunlar ayrıca öz savunma grupları i­çinde yer alırlar. APPO kendi taraf­tarları için özel alternatif pazarlar kurar. Ayrıca evi olmayan vatandaş­ları ele geçirdikleri devlet daireleri­ne yerleştirir. En önemlisi bir de po­lis saldırılarına karşı barikat kurma ekibi oluşturur.

Oaxaca’da elbette sorunlar diz boyudur. Bunun en belirgin işareti iş

40

Page 43: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ

çevrelerinin şikayetleridir. Sürekli URO’ya ve federal hükümete baskı yaparak eyaletin APPO yönetimin­den bir an önce kurtarılmasını ister­ler. APPO bunlara karşı genel bir günlük iş bırakma eylemi düzenler. Amaç tüm eyalette iş yerlerinin ka­patılmasını sağlamaktır. Ancak çok başarı sağlanamaz. Birçok alış veriş merkezi açık kalır. Küçük lokantalar, turistik eşya satan küçük esnaf ikili iktidardan hoşnut değildir. Turistler korkup gelmediği için zarardadırlar. Kimisi APPO’dan yana olsa bile ça­resizdir. Olayların bir an önce sonu­ca bağlanmasını istemektedirler. O­tel esnafı şikayet etmektedir. Grev sırasında URO taraftarları beyaz bayrak asarak renklerini belli eder­ler. Beyaz URO’cuların rengidir. An­cak APPO’cular barışçıldırlar. O ne­denle beyaz bayrak asanlara saldır­mazlar bile.

Zaman içinde halk APPO’yu ik­tidar olarak görmeye başlar. Çeşitli sorunlar karşısında APPO’nun görü­şü sorulur. Sorunlara çözüm getir­mesi istenir. Eyalet içindeki uzak köylerden heyetler APPO halk mec­lislerini kurduklarını kanıtlayan bel­geler getirirler. APPO aileler arası çekişmelerde aracı olarak çağırılır. Dertler anlatılır ve çözüm istenir. E­zilenler sorunlarının çözümünün na­sıl olacağı konusunda akıl danışırlar. Tartışmalar yaşanır. APPO üyeleri iktidar olmayı öğrenmeye deneyler biriktirmeye başlar, ne yaptıklarını, yaptıklarının nerelere uzandığını da­ha berrak görmeye başlarlar. Bütün bunlar halkın di­reniş isteğini güçlendirir.

APPO ikili iktidarı kurmuş­tur gerçek ikti­dar olma doğrul­tusunda yol almaktadır. Bir anlamda bu durum ikili iktidarın belki de u­laştığı en tepe noktadır. Bundan son­ra olaylar başka bir seyre doğru gire­cektir. Meksika’nın ulusal kurtuluş günü olan 16 Eylül’e kadarki geliş­meler daha çok ülke genelindeki ge­lişmelerle bağlantılıdır.

Başkent’te yaşananlarMeksika devlet başkanlığı se­

çimleri çok olaylı geçti, çünkü yıl­lardır uygulanan politikalar halk i­çinde derin öfke biriktirmişti. Yılla­rın öfkesi Meksika halkını ayaklan­dırdı.

En başta ABD ve Kanada ile ya­pılan gümrük birliği anlaşması NAF­TA halkın canına okudu. Bu anlaşma sonucu Meksika yerlileri ABD tarım tekellerinin saldırısına uğradılar. U­cuz ABD tarım ürünleri, başta soya ve mısırları Meksika köylüsünü peri­şan etti. Toprakları ellerinden alındı. Onları göçe zorladı. NAFTA vaat e­dildiği gibi yeni iş yerleri açtı, ama ne iş yerleri! Yerli sanayi iflas etti,

yerine Amerikan çok uluslu şirketle­ri (ÇUŞ) Meksika ve ABD sınırına sweatshop (ter dükkanları) denilen atölyeler açtılar. Buralarda toprakla­rından göçe zorlanan insanlar boğaz­larını bile doyuramayacak kadar az paraya çalıştırılmaya başlandı. Hiç­bir sendikal hakkın, çalışma güven­

cesinin olmadığı koşullarda çalışma­ya zorlandılar. Meksika iş gücünü korkunç şekilde sömürdüler. İşte Za- patistaları doğuran bu koşullar oldu. NAFTA’ya ilk tepki en çok sömürü­len bu yerli halktan geldi.

Daha bu sömürü bitmeden yeni liberal politikalar uygulanmaya baş­landı. Çalışma koşulları daha da zor­laştı. Sömürü daha da arttı. Ter dük­kanlarını Çin’e taşımak tehdidi ile ö­denen ücretler daha da düşürüldü. Ayrıca bazıları kapandı. Birçok işçi işsiz kaldı. Çalışma koşulları insan­ların kaldıramayacağı boyutlara tır­mandı. Gözlerini, parmaklarını, elle­rini hatta hatta canlarını kaybeden insanlar arttı.

NAFTA, ye­ni liberal politi­kalar ve küresel­leşme, mallara sınırları indirdi ama çalışanlara değil. Yani işsiz kalan, yoksul

Meksikalılar ABD’ye gidip iş bulma şansını elde edemediler. Fox, bu ko­nuda ABD’ye yaptığı zorlamada bir başarı sağlayamadı. Bush, ABD’nin sınır duvarlarını indirmek bir yana son olarak 7 milyar dolarlık bir yatı­rım ile daha da yükseltme ve sağ­lamlaştırma kararına imzasını attı. İ-

En başta ABD ve Kanada ile yapılan gümrük birliği anlaşması N A F T A halkın canına okudu. Bu anlaşma

sonucu Meksika yerlileri ABD tarım tekellerinin saldırısına uğradılar.

41

Page 44: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

ki ülke sınırının Meksika kesiminde yüz binlerce insan aç ve sefil karşıya geçip iş bulma umudu ile bekleşiyor.

Ama iki ülke çok uluslu şirketle­ri bu topraklar üstünde yaşayan in­sanları düşünmemeye devam ediyor. Atenco eyaletinin en verimli toprak­larının hava alanı yapılması ve üze­rindeki köylülerin atılması projesi bölgede büyük protestolara yol açtı. Çok uluslu şirketler Ateneo’yu kar­ları için kullanacaklar ve halkı ata­caklardı. Çevre pislenecekti. Kurula­cak yeni turistik tesislerden yine çok uluslu şirketler ceplerini dolduracak­tı. Köylüler günlerce direndiler. Bu konu uluslararası çevre örgütlerinin bile protestoları ile karşılaştı, sonuç­ta Fox projeden vazgeçmek zorunda kaldı. Havaalanı yapımından vazge­çildi. Ama Fox intikamını onlarca insanı tutuklaya­rak almaya ça­lıştı. Orada bir katliam gerçek­leştirdi. Hala ce­zaevlerinde sü­rünüyorlar. Oa- xaca’ya FPF gi­rince halk “Biz Atenco olmayaca­ğız!” diye bağırdı. Çünkü burada ya­şananlar halkların bilincine kazındı.

Başka bir eyalette çiftçilerin kul­landığı su kaynağı Coca Cola’ya

peşkeş çekilip şişeleme fabrikasına satıldı. Binlerce çiftçi topraklarından oldu. Binlerce hektarlık ormanlar bi­çildi ve çevre kirliliğine yol açtı. 5000 civarında insanın geçimini sağ­ladığı tuz madenlerinin yarısı Japon araba fabrikasına yok pahasına satıl­dı. Üstündekiler buradan aldıkları para ile geçinemez hale geldiler.

Liberal politikalar Meksika hal­kına ancak yoksulluk, işsizlik ve acı getirdi. Özelleştirmeler, çalışma ko­şullarının zorlaştırılması, sosyal har­camaların kısılması vs de halkı peri­şan etti. Yani sonuçta Fox hükümeti­nin uygulamaları halka bir şey getir­medi, aksine ellerinde var olanı da aldı götürdü. Öfke birikti. Fox’un U­lusal Aksiyon Partisi (PAN) ve yeri­ne geçecek olan Calderon’un Ku­rumsal Devrimci Parti (PRI)’si gibi

gerici partilerinin tekrar seçimleri kazanmaları hayal haline geldi. Tek tek seçime girerlerse ikisi de kaybe­decekti. Güçlerini birleştirdiler, itti­fak yapıp ortak olarak Felipe Calde- ron’u aday gösterdiler.

Öfke, başkent Meksiko City’nin eski valisi sosyal demokrat Lopez Obrador’un (OMLO) Demokratik Devrim Partisi (PRD) arkasında ör­gütlendi. Fox ve ekibi karşılarında büyüyen bu tehdide karşı en baştan saldırı taktiğini seçtiler. Kendi çıkar­ları karşısında olan her şeye saldırı. Oaxaca öğretmenler grevcilerine sal­dırdıkları gibi OMLO’nun seçimlere katılma girişimine de saldırdılar.

İşe ilk önce Obrador’un aday ol­masını engellemeyle başladılar. Rüş­vet yediği iddiası ile tutukladılar, ce­zaevine attılar. Ama milyonlarca in­san sokaklara çıktı. Günlerce OM­LO’nun serbest bırakılması için bas­kı yaptı. Sonuçta PAN ve PRI ittifa­kı Obrador’u serbest bırakmak zo­runda kaldı. Aynı 14 Haziran’da öğ­retmenlere saldırdıktan sonra onun APPO olarak daha büyüyüp karşıla­rına dikilmesi gibi OMLO’da her ge­çen gün tabanını artırmaya başladı. Yapılan her saldırı karşı güçleri sin­dirmedi, aksine büyüttü. Seçimleri kazanmanın tek yolu vardı; hile yap­mak. Aylar önceden hazırlanan sahte oylarla bunu başardılar. 2 Temmuz tarihinde yapılan seçimlerde çoğu yerde seçmen sayısının çok üstünde oy çıktı.

Oy hileleri işin belki de küçük bir kısmını oluşturur. Seçim propa­gandaları sırasından seçim gününe kadar akla gelmedik, ABD akıl hoca­larından öğrendikleri binlerce hileyi kullandılar. Rüşvet, yalan dolan, sahtekarlık gırla gitti. Oaxaca’da öğ­retmenleri sokaklara döken olayın altında URO’nun okullara yardım i­

çin toplanan 60 milyon doların seçim için har­canması yatar. 80 yıldır bu iki parti iktidarda. Eğer iktidardan inerlerse yılların

biriken pisliği ortaya dökülebilecek- tir. Onun için onlar can havli ile dav­ranmaktadırlar.

Şimdi şu soruyu yanıtlayabiliriz. Başı merkezde bu kadar Obrador ile

Liberal politikalar Meksika halkına ancak yoksulluk, işsizlik ve acı getirdi. Ö zelleştirm eler, çalışma koşullarının

zorlaştırılması, sosyal harcamaların kısılması vs de halkıperişan etti.

42

Page 45: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

“belada” olan gerici partiler ve ikti­dar Oaxaca ile uğraşabilir mi? Başta yaptığı başarısız saldırının arkasın­dan tekrar böyle bir şey denemesi o­nu daha da yıpratacaktır. Onun için APPO’yu ezmek 2 Temmuz seçimle­rinin sonrasına ertelenir.

Ancak seçimler iktidar partileri­nin duruşlarını sağlamlaştırmadı. Se­çimlere itirazlar, kabul etmeler, yok etmemeler ile karışıklık ve belirsiz­lik Eylül ortasına kadar sürdü.

Bu süreç içinde OMLO taraftar­ları başkenti işgal ettiler. Kent mer­kezine bu ülkede gelenek olduğu şekliyle 7 km uzanan çadırlar kurul­du. Her gün günlük olaylar sokaklar­dan izlendi. Obrador tehditler savur­du. Kendine yandaşlar, destek ara­maya başladı. Bunu da ancak daha sola kayarak sağlayabilirdi. O ne­denle sosyal demokratlıktan daha so­la doğru kaymaya, seçimlerdeki va­atlerini sosyalistliğe doğru kaydır­maya başladı. Devrimci talepler ge­tirdi. Solunda olanlar bu kez OM- LO’ya destek vermeye başladılar. Tüm ülke böylece sol bir hatta doğru kaymaya başladı. OMLO böylece ik­tidarı tehdit ediyor, seçimde yaptık­ları hileleri itiraf etmelerini ve ikti­darı kendisine teslim etmelerini sağ­lamaya çalışıyordu. Ama başarı ka­zanamadı. M eksika gerici iktidar partileri 80 yıldır sandıktan çıkma hilesini çoktan hazmetmişlerdi. Meksika seçim kurulunun Calde- ron’u galip ilan etmekten başka şan­sı yoktu. Ülke yaklaşık 2.5 aya yakın böyle karışık bir dönem yaşadı. Fox’un APPO ile uğraşabilecek gücü yoktu. Kendi sandalyesi sallanıyor­du. Oaxaca’da APPO’nun örgütlen­mesi için açıkçası meydanı boldu. O da genişledi. Ama yapabilecekleri­nin hepsini yapabildi mi? Zamanı iyi değerlendirebildi mi? Kök saldı mı? Bundan sonra anlaşılacak.

Calderon’un seçimin galibi ilan edilmesi protestoları yükseltti. Belki dünya tarihinde yaşanmayan olaylar yaşandı. OMLO yanlısı parlamenter­ler halkın da baskısı ile Fox’un son olarak halka seslenmesini, yani o ta­

rihi konuşmayı engellediler. Fox parlamentoya giremedi. Çaresiz ko­nuşmasını TV’den yaptı. Koskoca Meksika Devlet Başkanı kendi ulu­suna parlamentodan seslenemedi. Bu burjuvazi açısından kara bir gündür. Halkın baskısı bunu başardı.

Meksika kurtuluş gününde yapı­lan geleneksel bir tören vardır. Dev­let başkanı ve her eyalette vali, ko­nağının balkonuna çıkar ve ulusal kuruluşu simgeleyen ‘Çok Yaşa Meksika’ diye bağırır, daha doğrusu çığlık atar. Dünya alem duysun diye. Fox’a OMLO’cular bu çığlığı attır­madılar. Törenin yapılacağı alanı OMLO yandaşları doldurdu. Fox da çıkamadı. Tahmin edileceği gibi Oa- xaca’da da URO çığlık atamadı. AP-

PO, yani ikili iktidar lideri büyük al­kışlar arasında bu çığlığı attı. İktidar Oaxaca’da APPO’ydu. Halk iktidarı halk açısından sanki bu çığlıkla ya­sallaştı.

OMLO seçim galibi ilan edilme­mesini sokak hükümeti kurarak pro­testo edeceğini açıkladı. Obrador 365 gün Carador hükümetini sokak­tan izleyeceğini, onun politikalarına alternatif politikalar uygulayacağını ilan etti. Gerekirse bunu tüm seçim döneminde, yani 4 yıl sürdüreceğini yüksek sesle dünyaya duyurdu. San­ki Oaxaca’daki olaylar başkentte de oynanıyordu. Ya da tersi. Birbirinin içine girmiş gibi gözüküyor. Ülke bir bütün olarak devrimci bir sürece gir­miş gibiydi.

43

Page 46: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

Evet, böyle böyle Eylül ortaları­na gelindi. Ve sokaklar durulmaya başladı. Şimdi OMLO’nun sokak hü­kümetiyle ilgili yeni bir şey yok. Bü­yük bir olasılıkla Calderon’un yemin edip iktidar koltuğuna oturacağı 1 A­ralık günü bekleniyor. OMLO da e­ğer hala enerjisi varsa sokaktan ül­keyi yönetmeye başlayacak. Ya da Meksika bütünü ikili iktidar sürecine girecek. Bakalım girebilecek mi? Obrador sözünde durabilme cesareti­ni gösterecek mi? Yoksa halkı oyalı­yor, aldatıyor, öfkeyi mi söndürü­yor? Ya da başka bir deyişle öfke o­nu buna mı zorluyor?

Calderon’da elbette bu duruma karşı hazırlanıyor. İktidara gelmeden tüm ülkedeki kıvılcımların söndürül­mesini istedi. Halk direnişleri bastı­rılmak dedi. Fox, Oaxaca’da şimdi bu “emri” yerine getirmeye çalışıyor olmalı. Calderon kendi açısından haklıdır. İktidara geldiğinde OMLO ile dövüşe başlayacaktır. Bu dövüş öncesinde ülkedeki diğer ateşlerin söndürülmesi gerekir. Yoksa ortalık altından kalkamayacağı bir yangın a­lanı haline dönebilir.

Yukarıda havaalanı projesine protestolar yapan Atenco olayını an­lattık. Fox burada direnen aşağı yu­karı 1000 köylü üzerine 3000 FPF gücü gönderip katliam yaptı. Şimdi

Oaxaca’da bir ikili iktidar var. 3.5 milyon insan yaşıyor. Onların üstüne 4000 ya da 5000 FPF gücü gönderil­di. Bunun bir mantığı var mıdır? Na­sıl açıklamalı?

Bunun arkasında bir korku olsa gerektir. Yani Oaxaca’daki AP- PO’nun gücünden korku. Orada A- tenco’daki gibi bir katliamı göze ala­mamak. Giderayak elini böyle bir kanla bulamak istememe. Halkın karşısına bir daha çıkmaya biraz yüz bırakmak. Çünkü Fox ve Calderon her ne kadar seçimler sırasında itti­fak yapsalar da ayrı partilerden gel­mektedirler. APPO gücü karşısında ya da yükselen halk muhalefeti bu i­ki partiyi sonuç olarak birleştirse bi­le her an ayırabilir. Şimdi böyle bir ayrılık işareti vardır. APPO liderleri böyle bir çatlağı bakalım iyi değer­lendirebilecekler mi?

Bu bölümü toparlarsak AP- PO’nun haziran ayından Eylül orta­larına kadar geçen süreçte ayakta kalması ve örgütlülüğünü sürdürme­si bir anlamda ülke genelinde iktidar boşluğu, sağ güçlerin genel olarak tüm ülkedeki halk muhalefeti ile dö­vüşmek zorunda kalışları ile de bağ­lantılıdır. Seçimler önemli bir fak­tördür. Ve merkezde oynanan oyun i­le direkt bağlantılıdır. Federal hükü­metin iktidarsızlığı eyalet iktidarının

iktidar olma yeteneğini doğrudan et­kiler. Hele hele aynı kanat partiler­den geliyorlarsa.

APPO ikili iktidarının ezilm e süreci

Obrador’un seçim zaferinin ça­lınması ya da çalınabilmesi ve sonu­cunda bir çalkantının ya da devrimci sürecin yükselmemesi aslında AP- PO’nun geleceğinin ne olacağı ko­nusuna ışık tutabilir. OMLO ezildi­ğine göre APPO’nun ezilmesi haydi haydi denenecektir. Eğer seçim pro­testoları sürse, seçim kurulunun ke­sin açıklamaları dinlenmese, halklar yeniden seçim deselerdi bugün Mek­sika çok başka bir yerde olabilirdi. Büyük bir olasılıkla OMLO bile bu durumdan korkmuştur. Çünkü olay­lar onu bile ezer geçerdi. Meksika’yı APPO’lar kaplarsa sağ partiler bir yana sosyal demokrat OMLO ne ya­pacaktır? Seçim kurulunun açıkla­ması bu nedenle sineye çekilmiş ol­malıdır. O nedenle şimdi ortalık du­rulmuş görülmekte, Calderon’un ik­tidar olacağı 1 Aralık günü beklen­mektedir. Bakalım OMLO sokak hü­kümeti ile ne yapacak? Söz verdiği gibi kurabilecek mi? Ülkenin bu çal­kantılı, karmaşık güçler dengesi du­rumunda kurma cesareti gösterecek mi?

Oaxaca’ya saldırı kararı parla­mentoda oylandı. OMLO’nun partisi PRD saldırıya olumlu oy kullandı. Demek ki PRD kendi solundaki AP­PO’dan korkmaktadır. Oysa Oaxa- ca’da URO çalmasaydı kendi aday­ları sandıktan çıktılar. Yani orası kendisini destekliyor. Ama OMLO APPO’yu desteklemeye cesaret ede­miyor. Kendi solunda ölümünü görü­yor olsa gerektir. Sokak iktidarının ülke soluna rahat bir ortam sağlama­sından korkmaktadır. Kendi politika­larına alternatif görmeye tahammülü olmayacaktır. Çünkü buna dayana­maz, partisi çatlayabilir. Nitekim parlamentodaki oylama PRD’de hu­zursuzluk yaratmış, bazı vekiller is­tifa tehdidi savurmuşlardır. Bakalım olaylar nasıl gelişecek? Meksika çok karışık günler eşiğindedir. OMLO

44

Page 47: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

sokak iktidarı kurmazsa seçimlerde arkasına aldığı kitlelerin daha sol i­çinde örgütlenme “tehlikesi” vardır. Sanırız şunu söylemek yanlış olma­yacaktır. OMLO APPO’dan gerici­likten korktuğundan daha çok kork­maktadır.

Bütün bunlar bizce şunu ortaya koymaktadır. Oaxaca ve APPO dire­nişi Meksika halkları güçler dengesi açısından çok büyük önem taşımak­tadır. Bu direniş devrimci halkların gücünün göstergesidir. Ama ne yazık ki seçim sonuçlarına itirazın açıklan­masından sonra devrimci güçler den­gesi mevzi kaybetmektedir.

Eylül ayı bu git-geller sırasında elbette hükümet ve URO ikili iktida­rı bastırmak için çeşitli girişimlerde bulundular. Yukarıda yazdığımız gi­bi eğer URO iktidardan giderse olay bitecektir. URO nasıl gidecektir? İki yol vardır. Bir tanesi kendinin istifa etmesi. Diğeri ise federal hükümetin URO iktidar olamıyor diye onu gö­revden almasıdır. Şimdi yukarıda an­lattıklarımızdan kalkarak kim U- RO’nun Oaxaca eyaletinde iktidar olduğunu söyleyebilir? Ama buna rağmen federal hükümet URO’yu ik­tidarsız görmüyor, iktidardan indir­miyor.

Çünkü URO örgütlüdür. Eyalet valilerinin örgütlenmesi vardır. Bun­lar federal hükümet ile kaynaşık du­rumdadırlar. İkincisi URO’nun se­çim hilelerinin aynısını diğer eyalet valileri de yapmıştır. Birinin düşme­si arkasından di­ğerlerini alaşağı edebilir. Diğer e y a l e t l e r d e k i halklar cesaret­l e n e b i l i r l e r .Halklar tetikte Oaxaca sonuçla­rını bekliyor. O nedenle federal hü­kümet ya da Meclis URO’nun iktida­rını sorgulamak konusunda bir adım bile atmadı.

Nabız yoklama APPO’yu bölme dönemi ya da görüşmeler başladı. Meclis aldığı karar ile sorunu federal hükümet İçişleri Bakanı’na devretti.

İçişleri Bakanı 16 Eylül tarihine ka­dar olayı ağırdan aldı. APPO yöneti­cilerini oyaladı durdu. İlk önce gö­rüşmeyi reddetti. Muhatap olarak görmedi. Sonra görüşelim diye ça­ğırdı ama onları kapıda günlerce bekletti. Sonra onların kabul etme­yeceğini bildiği öneriler getirdi.

19 Eylül tarihi APPO açısından önemli bir tarih oldu. Federal hükü­met öğretmenlerin maaşlarını ve Oa­xaca eyaletinin genel barem dilimini yükseltmeyi kabul etti. Öğretmenleri derhal derslere dönmeye, barikatları yıkmaya ve kenti normale döndür­

meye davet etti. Bir “reform planın­dan” söz etti. Buna göre eyalet ku- rumları reform edilecekti. Eğer bu talepler kabul edilmezse devlet “de­mir planını” uygulayacaktı.

Öğretmen maaşlarına zam ve ba­rem yükseltilmesi APPO’yu ne yazık ki bölmeye yetti. URO’nun iktidar­

dan alınmasının ön koşul olması ka­rarı unutulur gibi oldu. Öğretmenler, APPO’ya kendilerine Haziran’dan beri destek veren örgütlere ihanet et­miş oluyorlardı. Öğretmenler yorul­muşlar, parasız kalmışlardı.

Ancak bu çok tartışmalı, çok kez oylanan toplantıdan iki önemli şey çıktı. Öğretmenler derslere dönecek­lerdi, ama federal hükümetin şartına rağmen barikatları kaldırmayacak­lardı. Barikatlar ancak URO iktidar­dan gittiği taktirde kalkacaktı. Yani eyaletin “yönetilememe” durumu de­vam edecekti. Eğer belirli bir süre i­

çinde URO hala iktidardan g it­mezse yine ders­leri boykot e t­meye başlaya­caklardı. Tabii bir kez direnişin bölünm esinden

sonra bu taleplerin arkasında durma enerjisinin kalıp kalmayacağı soru i­şaretleri ile doluydu. Federal hükü­metin de istediği buydu. Bir kez bö­lünme başlamışa benziyordu.

İkinci olarak son genel toplantı­da başkente yürüme kararı alındı. Yürüyüşün amacı URO’nun görev-

Ö ğretm enler derslere döneceklerdi, ama federal hükümetin şartına rağmen barikatları kaldırmayacaklardı. Barikatlar ancak U R O iktidardan gittiği taktirde kalkacaktı. Yani

eyaletin "yönetilem em e" durumu devam edecekti.

45

Page 48: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

den alınmasını federal hükümete du­yurmaktı. Artık bunu duymayan ol­masa gerekti, ama işte... Bize göre bu toplantıdan yürüyüş kararının çıkması bir çaresizliğin ilk işareti o­larak algılanmalıdır. İlerici öğret­menler ve örgütler enerjilerini başka türlü boşaltamayacaklardı. Belki 550 km’lik yolda kendilerine yeni yan­daşlar bulacaklardı. Belki hareket yeni bir güç kazanacaktı. Belki baş­kentte çadır kurarlarsa daha baskı yapmış olacaklardı. Amaç buydu.

Yürüyüş 2000 kişi ile başladı, zaman zaman 5000 kişiye yükseldi. Ne ayakkabı ne yollarda yenecek ye­mekler gibi lojistik bir hazırlık ya­pılmadı. Hepsi yol boyunca halledil­meye çalışıldı. Yol boyu halklar yü­rüyüşçülere des­tek verdiler. Bir de ülkenin çeşit­li yerlerinden gelen tek tek destekler vardı.Ayrıca burada ekleyelim; yürü­yüş ABD öğretmenlerinden de des­tek buldu. Onlarda maddi katkıda bulundular. 10 Ekim günü de yürü­yüş bitti. Herhangi bir ses çıkmadı. Bu konuda ilerici basında bir laf ya­zılmadı. Nasıl yorumlanmalı? Büyük yürüyüş enerji toplamak için yapıldı, ancak anlaşıldığı kadarıyla tam da

tersi sonuç verdi. APPO enerjisi yol­larda harcandı. Ama belki yürünen yollarda geçilen kasabalara kıvıl­cımlar serpilmiş olabilir.

Federal hükümet bu kez 19 E- kim’de önerilerini yeniledi. Bir de sanırız APPO yöneticilerine af sözü verdi. Her şey tek tek pazarlık edili­yor. Tarafların gücüne göre tavizler veriliyor, alınıyordu. URO’nun gö­revden alınması konusunda tek laf çıkmadı. Öte yandan eyalet valileri kendi toplantılarında URO’nun arka­sında olduklarını duyurdular.

APPO’da görülen sallantı fede­ral hükümeti daha da yüreklendirdi. Korku saçan “demir plan” daha bir ağza alınır oldu. Yani devlet güç kul­

lanma kararı almıştı. Eğer önerileri kabul edilmezse saldıracaktı. 1 Ekim tarihinden başlayarak Oaxaca kenti federal asker ve polisler tarafından kuşatılmaya başlandı. Özel uçaklar indirildi. Helikopterler kenti hava­dan dolaşmaya başladı. Federal dev­let yumruklarını gösterip korku salı­

yordu. İkili iktidarı bölmeye çalışı­yordu. Bu arada büyük yürüyüş de­vam ediyordu. Devlet saldırdı saldı­racaktı. Baskılar arttı. APPO daha bir bölünmeye, saflar belirlenmeye zorlandı. 1994 yılında Zapatistalara yapılan saldırıdan sonraki en büyük saldırı geliyor diye korkular salındı ortalığa.

Ancak APPO içinde ilerici güç­ler de vardı. Bu saldırı ve tehditler karşısında ikili iktidarı daha da güç­lenmeye zorladılar. Radikal kararlar önerdiler. Özdireniş komiteleri ku­rulsun dendi. Silahlanmalı dendi. İş­çilerin grev yapmasının sağlanması önerildi. Genel grev, genel destek is­tendi. OMLO olayında olduğu gibi Ulusal Sendikalar Birliği UNT ve CNTE’nin dayanışma grevi yapması için bir şeyler yapılmalıydı. Fabrika delegeleri, mahalle örgütlenmeleri çağrılsın, onlara durum anlatılsın dendi. İşsizlerin desteği sağlanma­lıydı. Kayıt dışı ekonomide çalışan­lar yardım etmeliydiler. Devrimci İş­çi Partisi kurulmalıydı. APPO tüm ülke çapında örgütlenmeliydi. Dev­letin “yeni reform”, “demir planları­na” karşı APPO taraftarları da plan­lar yapmalıydılar.

APPO kenti çevrelemeye başla­yan devlet güçlerine karşı çareler a­ramaya başladı. Olayı tüm ülke gün­demine oturtmaya çalıştı. OMLO ta­raftarları federal hükümetin kenti bombalaması durumunda canlı kal­kan olacaklarını açıkladılar. Onun dışında bazı eyaletlerden destek gel­

di. Zapatista ve Oaxaca ile aynı yoksullukta olan üçüncü eyalet G u e r r e r o APPG’yi yani Guerrero Halk­ları Halk Mecli-

si’ni kurduğunu açıkladı. Eyalet eği­tim bakanının alınması, eğitim siste­minin yenilenmesi ve öğretmen oku­lu mezunlarıyla ilgili bazı taleplerde bulundu. Ayrıca bölgede bir tarım ve sosyal reform da istiyorlardı. Bir de APPO büyük yürüyüşüne destek ver­diklerini açıkladılar.

Zapatista lideri Yardımcı Kumandan Marcos devlet başkanlığı seçimlerinde hiçbir partide iş olmadığını açıklamış ve "Ö teki

Kampanya" diye yeni bir seçim platformu oluşturmuştu. O nlar bu seçimlerde hiçbir burjuva partisine oy vermediler.

46

Page 49: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ

Zapatista lideri Yardımcı Ku­mandan Marcos devlet başkanlığı seçimlerinde hiçbir partide iş olma­dığını açıklamış ve “Öteki Kampan­ya” diye yeni bir seçim platformu o­luşturmuştu. Onlar bu seçimlerde hiçbir burjuva partisine oy vermedi­ler. Marcos APPO’yu destekledikle­rini açıkladı. Bu olaylar sırasında gittiği yerlerde onları da yanına aldı ve APPO’ların kurulması için propa­ganda yaptı. Federal hükümetin sal­dırması durumunda Oaxaca’ya des­tek sözü verdi. Sonuçta bu üç eyalet belediye, eyalet ve federal otoritele­re karşı ortak bir cephe oluşturdular.

Yürüyüş sırasında devlet Oaxaca kenti ve eyaleti çevresindeki kuşat­masını geliştirdi. Tehditlerini daha yüksek dozdan yapmaya başladı. Za­ten APPO yönetimi büyük yürüyüşte yer alıyordu. Halkı saldırıya hazırla­mak için pek yetkili kalmamıştı. Ge­rektiği gibi yaklaşan tehlike için ey­lemlilik hazırlığı yapılamadı. Ülke çapında örgütlülüğe pek vakit ayrıla- madı. Var olan güçler de devlet ile sürekli pazarlıktaydılar.

Büyük yürüyüş bitti. Devlet bas­kıları arttı. Saldırı günü yaklaştı. Ar­tık bahane aranıyordu. 1 Aralık günü yani yeni devlet başkanının ülkeyi devir alacağı gün yaklaşıyordu. Bu i­şin bitirilmesi gerekiyordu. 27 Ekim Cuma günü sivil giyimli polisler Oa­xaca barikatlarında olanlara ateş aç­tılar. Amerikalı İndymedia gazeteci­lerinden Brat W ill’i ve 2 kişiyi vur­dular. Fox’un artık saldırma gerek­çesi vardı. 29 Ekim günü FPF güçle­rine saldırı emri verildi.

SaldırıSaldırı gece değil gündüz başla­

dı. Bazılarına göre bu Fox’un daha barışçıl bir saldırı, gerekirse pazarlı­ğa yatkın olduğunun işaretiydi. Eğer 14 Haziran’da URO’nun yaptığı gibi gece baskını verilirse bu daha çok şiddet anlamına geliyordu. Olayların gelişmesine bakılırsa belki başka bir neden daha ileri sürülebilir.

Büyük yürüyüş ve kentin kuşa­tılması sürecinde APPO’nun neler

örgütlediği yakından izleniyordu. Ve federal hükümet aslında buradan pek bir sertlik çıkmayacağını, APPO’nun sertlik yanlısı olmadığını kestirmişti. O nedenle boşu boşuna olayları tır­mandırmanın anlamı yoktu.

Devletin başka hesapları da ol­muş olabilir. Federal yasalara göre e­ğer URO 1 Aralık öncesinde istifa e­derse Oaxaca eyaletinde yeni seçim­ler yapılacaktı. Hiç şüphesiz bu se­çimleri OMLO güçleri, yani PRD sosyal demokrat parti kazanacaktır. Yani şimdi federal hükümette ittifak yapan PRI ve PAN adayları kaybe­deceklerdir. Eğer saldırı şiddetli olur ve bu karşı direnişi şiddetlendirirse herkesin gözünde URO’nun iktidar­sızlığı daha belirgin hale gelecek ve onun arkasında bu tarihe kadar dur­mak güçleşecektir. Böylece daha ya­vaş bir saldırı ile davranmak, ortalı­ğı çok kızıştırmamak daha uygun bir taktik olmalıdır. İktidar güçleri zaten şimdiye kadarki şiddetli saldırıları­nın yol açtığı muhalefeti görmüşler­dir. Seçimleri kaybetmeleri ve bili­nen hilelere başvurmaları bunların sonucu değil midir? O nedenle zaten yorgun olan APPO’yu sert bir saldırı ile daha da güçlendirmenin anlamı yoktur. Sanırız bu gerekçelerle 29 E­kim saldırısı ne gece başlamıştır ne de büyük bir şiddet kullanılmıştır. 3 kişi ölmüştür. Bunlardan ikisi göz

yaşartıcı bomba, biri de dayak sonu­cudur. Yani FPF kurşunu ile ölü yok­tur. Böylesi milyonları kucaklayan bir ikili iktidara saldırı bize göre da­ha çok sayıda ölü getirebilirdi. Bir katliam yaşanabilirdi.

Federal hükümetin elbette APPO yöneticilerini ve taraftarlarını tutuk­lamaması beklenemezdi. Son haber­lerde 50’nin üstünde kişi tutuklandı ve 20’nin üstünde kayıp var. Yaralı sayısı konusunda bir bilgi yok.

APPO radyosu da saldırı süre- cince halkı sokaklara çağırdı. FPF güçlerinin önünde barikatlarda dur­malarını istedi. Sürekli barışçıl dav­ranmayı, FPF güçlerine çiçekler ve­rilmesini öğütledi. Provokasyona gelmeyin dedi. Radyo ayrıca bari­katlar arkasındaki halkın iletişimini sağladı. Hangi barikatta nelere ihti­yaç var, saldırı nasıl devam ediyor. Hepsini duyurdu. Tüm eyalette olan­lar anında herkese duyuruluyordu. Direniş içinde büyük bir denetim ve bilgilendirme, birliktelik sağladı. Bu FPF güçleri açısından da önemliydi. Halkın her şeyden haberli olması on­ları daha yumuşak davranmaya zor­lamış olsa gerektir. Sonuçta bu tür o­laylarda bu türden iletişimlerin çok önemli olduğu kesin ortadadır. Hatta FPF güçleri en son APPO radyosuna saldırdılar. Önce elektriklerini kesti-

47

Page 50: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

ler. Radyo yayınına jenatörlerle de­vam etmeyi sürdürdü. Ancak ondan sonra radyoyu aldılar.

Evet, bu anlatılanlardan da anla­şılacağı gibi FPF yavaş yavaş tüm kenti almaya çalıştı. Direnişin mer­kezi haline gelen Oaxaca kent mer­kezi Zacalo barikatları temizlendi. Federal güçler kente hakim oldular. Ertesi gece APPO’cular tekrar bazı yerlerde barikatlarını inşa etmeye başladılar, ama sonra onlarda geri düştüler.

5 aydır direniş gösteren Oaxaca kentinin federal güçlerce alınışı aşa­ğı yukarı böyle tamamlandı. Direniş gösterenler oldu. Molotof atanlar ol­du. Taş atanlar oldu. Sapan kullanan­lar oldu. Ama bunlar sonucu değişti­rici bir etki yaratmadı. Şimdi halk şöyle diyor: Fiziksel olarak yenildik, ama direniş morali ve cesaret olarak galibiz. Bu direniş sürecek.

APPO merkezi Zacalo’dan başka bir yere taşındı. Söylendiğine göre APPO burada kendisini toplamaya, zararlarını tespit etmeye ve de yeni bir hükümet kurmaya çalışmaktadır. Ya­zıyı kaleme aldığımız sıralarda bu ko­nuyla ilgili bir haber yoktu. Olayların nasıl gelişeceği, APPO’nun bundan sonra neler yapacağı elbette halkın göstereceği dayanışma ile bağlantılı­dır. Hem yerel hem de ulusal bazda.

Saldırıya karşı APPO’ya desteklerEn başta derslere dönmeye karar

veren Oaxaca öğretmenleri saldırı başlar başlamaz ders boykotuna de­vam kararı aldılar. Oaxaca bağımsız üniversitesi rektörü üniversite rad­yosundan yaptığı açıklamada aynı desteği sundu. URO’yu derhal istifa­ya çağırdılar. Üniversite kurulunu o­luşturan 29 kişi de aynı doğrultuda bir bildiriye imza attı. Yani APPO i­çindeki ayrılık bu anlamda ortadan kalktı.

Eyalete bağlı Guelato bölgesinde APPO üyeleri radyo istasyonunu iş­gal ettiler ve APPO yanlısı yayına başladılar.

STNE’ye alternatif olan ilerici öğretmenler sendikası CNTE baş­kent dahil 6 kentte süresiz olarak dersleri boykot edeceklerini açıkla­dı, ancak olaylar sonrası bunun ger­çekleşip gerçekleşmediği konusunda bir haber gelmedi. Aynı şekilde baş­kentte büyük bir yürüyüş düzenlene­cek dendi. 50 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş olduğu söylendi, ama bu­nunla ilgili bir yazıya henüz biz rast­lamadık. Yapılacak dendi yapılmadı mı? Yoksa gelen mi çok az oldu. Yoksa bununla ilgili haberler çevril- mediğinden mi biz öğrenemedik,

belli değil. Aynı şekilde seçim hile­leri sırasında grev yapan 2 sendika­nın da grev yapacağı söylendi, on­dan da bir ses çıkmadı.

Fakat tahmin edileceği gibi Ulu­sal Yerli Haklar Kongresi sonuna ka­dar APPO’nun arkasında olduklarını açıkladı. Saldırının bir an önce bit­mesini ve tutukluların serbest bıra­kılmasını, URO’nun istifasını talep ettiler.

Zapatistalar, yani EZLN baştan sonuna kadar APPO’yu destekleme­yi sürdürdüler. Yürüyüş sırasında da onlar vardı, saldırı sırasında da yan- larındaydılar. Saldırıyı en aktif des­tekleyen onlar oldu. EZLN yardımcı komutan Marcos imzalı bir bildiri yayınladı. 1 Kasım günü iktidar ol­dukları Chipas eyaletinin çevresin­deki ana yolları trafiğe kapayacakla­rını ilan ettiler.

1 Kasım M eksika’nın Ölüleri Anma günü olarak bilinen bayramı­dır. Bu günde halk ölmüş yakınları­nın kendilerini ziyarete geldiğine i­nanır. O nedenle mezarlıklara gider­ler. Büyük bir trafik yaşanır. Tatilden yararlanan diğerleri de sıcak havada sahillerin yolunu tutarlar. İşte bu gün EZLN taraftarları polis gelmesin di­ye daha önceden söylemedikleri yol­ları ellerinde “FPF Oaxaca’dan De­fol!”, “URO İstifa” yazılı pankart­larla kestiler. Ancak bu kesiş 10-15 dakika sürdü. Sonra açtılar. Daha sonra yine kestiler. Böylece 6 kez yok kesildikten sonra polis ekipleri geldi ve Zapatistalar çalılıkların ara­sından kaçtılar. Bu tür eylemlerin EZLN’nin Öteki Kampanya çerçeve­sinde örgütlü üyeleri tarafından da yapıldığı söylendi. Ancak bildirgele­rinde yalnız yolların değil, var olu­nan bölgelerdeki devlet dairelerinin ve alanlarının işgal edilmesi söyleni­yordu. Bu konuda gene bir haber gelmedi.

Marcos ayrıca 20 Kasım için ül­ke çapında genel grev çağrısı yaptı. Bakalım bu grev gerçekleşebilecek mi? EZLN APPO’nun taleplerini yi­neledi. Polis hemen Oaxaca’dan çık­sın. Tutuklular serbest bırakılsın. U-

48

Page 51: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASIM-ARALIK 2006 C|Oİ

Bazı sonuçlar

RO istifa etsin. Katiller yakalanıp cezalandırılsın.

Ayrıca 1 Kasım günü Meksika elçiliklerinin olduğu çeşitli kentler­de eylem lilikler yaşandı. New York’ta Oaxaca taraftarı göçmenler zincirlerle kendilerini konsolosluk bahçesine bağladılar. Polis bazılarını tutukladı. Bu tür eylemler birçok A­merikan kentine yayıldı. Fransa, İn­giltere, İspanya, Venezüella gibi kentlerin Meksika Konsoloslukları önünde de aynı türden eylemler ya­şandı.

Bunun dışında internette yeni bi­reysel siteler açıldı. Bir siteden Meksika konsolosluklarının bilgisa­yar haberleşmelerinin kesilmesi için çağrı yapıldı. Bazı sitelerden tek tek kişiler ya gördüklerini ya düşündük­lerini yayınlamaya başladılar.

Bir açıklama da sosyal demokrat Demokratik Devrim Partisi’nden (PRD) geldi. Başkan Obrador FPF saldırısını, bunu gerçekleştiren PRI ve PAN ittifakını eleştirdi. URO’nun şiddetini kınadı ve onu istifaya ça­ğırdı. Bildirisinin sonunda da Oaxa­ca halkının seçimlerde kendisini desteklediğini yazdı. Ancak yukarı­da da değindiğimiz gibi partisinin milletvekilleri FPF saldırısını mec­liste onaylamışlardı. Öte yandan E­yalet Valileri toplantısından dediği­miz gibi URO’ya destek çıkmıştı ve bu desteği verenler içinde PRD’li valilerde vardı. Bu anlamda Obrador ikili oynamayı sürdürdü ve özünde Oaxaca halkına laftan başka gerçek bir destek vermemiş oluyordu.

1. Halklar patlamaya hazır

Olayların kaynağı olan öğret­menler grevi özünde aşağı yukarı her yıl yapılan “geleneksel” bir grev gi­bidir. Eyalet valisinin saldırısı ile bu grevin tüm eyalet düzeyine sıçrama­sı nasıl açıklanmalıdır? Bizce halk­ların öfke ve umutsuzluklarının ve de arayışlarının bir işareti olsa ge­rektir.

Burjuva partiler tüm dünyada moda olduğu şekliyle halkların oyla­rını alabilmek için ünlü film ya da ses sanatçılarını aday gösteriyorlar. Filipinlerde örneğin ünlü bir star devlet başkanı oluvermişti. Bizde de bunlar çok yaygın. Politikacılar halklar önünde kendilerini çok yıp­

sizlik içinde öğretmenlerini bir umut olarak gördü ve ona sarılıverdi. O­nun grevini kendine bir umut olarak gördü. Öğretmenlerimiz bize ışık tu­tan, bilgiyi öğreten, güvendiğimiz, en güzel duygularla andığımız, bağ­landığımız, unutamadığımız, bilgili olduğunu düşündüğümüz, yol göste­ricilerimiz değil midir? Sıradan halklar öfkelerini boşaltmak için öğ­retmenlerini korumuş, onların dava­sını kendi davası yapmıştır. Halklar patlamaya hazırdır. Ancak gerçekten peşinden gidecekleri birilerini ara­maktadırlar. Bir lider, yolu bildiğine inandıkları birilerini beklemektedir­ler. Eğer başarırsa eyaletin tek ikti­darı olacak, sonra da olası ülke güç­ler dengesi değişikliğinde federal ik­tidarı ele geçirecektir. Oaxaca ikili iktidarı bizce bunu doğrulamaktadır.

Hep protesto, hep protesto bir şeyler başarmak olmuyor. Gün­lük yürüyüşler, otobüslerin yakılması, devlet dairelerinin işgali

ya da dilekçe vermek için başkente yürüyüş, hükümet ile pazar­lık sıradan hakların karınlarını doyurma sorununu çözmüyor.

Açıkçası O­axaca ve APPO kendi gücü, ce­sareti ve yetene­ği ile ayakta durmaya çalışı­yor. Bakalım o­laylar nasıl gelişecek.

Biz şimdi bu ikili iktidar dene­yinden bazı sonuçlar çıkarmaya çalı­şalım. Elbette değerlendirmelerimiz bu konuda çevrilen eserlerin anlatı­ları ile sınırlı kalacaktır.

rattılar. Sol örgütlenmeler çok kara­landı. Sosyalist sistem çöktü. Ama halkların acıları daha da arttı. Halk­lar arayış içinde. Çetelerle ne kadar sorunlar çözülebilir.

Oaxaca eyaleti halkı da bu çare­

2. APPO ör­gütlenm esi ge­liştirilmelidir

Haziran sal­dırısı sonrası APPO’nun ku­rulması öfkenin

boyutunun sadece öğretmenlerin du­rumlarıyla sınırlı olmadığını, eyalet boyutunda bir değişiklik gerektiğini ortaya koymaktadır. Ama olayların sonucu göstermiştir ki APPO Hazi­ran ayından Ekim sonuna kadar yap-

49

Page 52: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

tığı örgütlenmelerde bunu sağlaya­cak başarıyı gösterememiştir. Sloga­nı, eyaleti idare edilemez hale getir­mektir. Bunu başarmıştır, ama kendi iktidarını kurmak ve var olduğu yer­lerde tutunmanın yollarını bulama­mıştır. Eyaletler arası desteği sağla­yamamıştır.

Örgütlenme tüm sistem karşıtları ve hoşnutsuzlarını içine almıştır, a­ma yönetim durumunda olan öğret­menler sendikası özünde merkez ge­rici parti ile ittifak içindeki bir eği­tim sendikasıdır. Sınırı düzen ile çi­zilmiştir. İçerideki diğer sol örgütler onu devrimcileştirmeda dışarıdan görüldüğü kadarıyla büyük bir başa­rı sağlayamamışlar, bu süre içinde iktidar olabilecek sloganları ve ku- rumları hayata geçirmekte başarısız kalmışlardır. Eyaletin çeşitli bölge­lerinde APPO’lar yani halk meclisle­ri kurulmuştur ama bunların bölgele­rinde ne kadar iktidar olabildikleri tartışmalıdır. Yani karışıklık yaratma dışında. Örneğin bu karışıklık süre­cinde sıradan yoksul halklar da öğ­retmenler kadar gelirlerinden olmuş­lardır. Turizm ile geçinen yığınla kü­çük esnaf barikatların varlığı sonucu gelmeyen turistlerin dövizlerinin ek­

sikliğini hissetmişlerdir. Karışıklık yeni bir düzen kurdurmamıştır. Bu halkları kucaklayıcı başka önlemler alınmalıydı.

Hep protesto, hep protesto bir şeyler başarmak olmuyor. Günlük yürüyüşler, otobüslerin yakılması, devlet dairelerinin işgali ya da dilek­çe vermek için başkente yürüyüş, hükümet ile pazarlık sıradan hakla­rın bu sürede karınlarını doyurma sorununu çözmüyor. Zaten gerici ik­tidarın amacı da bu. Bezdirmek. O­yalamalara karşı atik ve hızlı dav­ranmalı. Bu doğrultuda politikalar hayata geçirilmeli. Alternatif düzen bir an önce kurulmalı. Kent ekono­misi ele alınmalı.

APPO içinde çeşitli sol örgütlen­meler var. Bunlar bu aylar boyunca elbette politik eğitim yapmışlardır. Radyosundan televizyonuna iletişim araçları iyi kullanılmıştır. Dinin yeri konusu çok hararetli tartışmalar do­ğurmuş, halkların bilinçlenmesinde önemli bir işlev yerine getirmiş ol­malıdır. Çok ilerici talepler ortaya konulmuştur. Toprak reformu, toprak ağalarının arazilerinin elinden alınıp yoksul köylülere dağıtılması, yerli

hakların otonomi hakları gibi köylü­leri ilgilendiren talepler kadar çalış­ma koşullarının düzeltilmesi, ücret­lere zam ve işyerlerinde işçi deneti­minin artırılması gibi işçileri ilgilen­diren talepler de dile getirilmiştir. Bunların hayata geçirilmesi konu­sunda bir şeyler yapılabilirdi. Bu al­ternatif bir ekonomi kurmanın ilk a­dımları olacaktı. Anlaşıldığı kada­rıyla bunlar her zaman sol örgütlerin söylediği laflar seviyesinde kalmış­tır. En azından bunların eyalet düze­yinde hayata geçirilmesi APPO’nun kendi iktidarını kurmada ilk adımla­rı olarak yeni bir ivme, yeni bir ör­gütlenme bilinci halklarda yaratabi­lirdi. Bunlar olmadı.

3. işçiler yok

İşçi talepleri vardır, ama Oaxaca işçileri nerededir? Elektrik işçileri baskılara rağmen sonuna kadar AP­PO’nun iktidar olduğu yerlerin e­lektriğinin kesilmesine karşı durdu­lar. Eyalet hükümeti böylece radyo ve TV yayınlarını engellemeyi dene­di, ama başaramadı. 2 tane Coca Co­la şoförü kamyonlarını barikatçılara vermişlerdir. Onlara katılmışlardır. Ama eyalet içinde başka iş yeri, baş­ka fabrika yok mudur? Elbette var­dır. Bunlardan gelen bir ses yoktur. Yani burjuvazinin ekonomik düzeni bu anlamda engellenememiştir.

İşçi sendikaları tüm Latin Ame­rika’da devlet güçleri denetiminde- dir. Federal seçimler sırasında işleri aksattılar, ama ciddi boyutta sokak­lara çıkmadılar. Zapatistalar 29 Ka­sım’da böyle bir genel grev çağrısı yaptılar. Bunun örgütlenmesinde ile­rici güçlerin ne kadar başarılı olaca­ğını göreceğiz. Eğer çok geç olmaz­sa.

Sonuçta işçi kitleleri tüm gövde­si ile halk hareketlerine katılmıyor, sendikal örgüt olarak büyük bir des­tek vermiyor. İşçiler tek tek katılıyor olabilirler. Ya da Arjantin’de yaşadı­ğımız gibi işsiz işçiler de yolları ka­patmak gibi bir varlık ortaya koyma­dılar.

Durum böyle olunca burjuvala-

50

Page 53: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

KASI M'ARALIK 2006 C|Oİ

rın ekonomik düzenine bir darbe in­dirilemiyor. Oaxaca’da küçük esnaf zarar görüyor ve belki başta devrim­ci güçleri desteklese bile zaman uza­dıkça destek vermeyi durduruyorlar, karşı saflara geçiyorlar.

4. Öğrenci gençlik var

Öğretmenle­rin olduğu yerde öğrenci gençle­rin de olması doğal gibi. Üni­versite gençleri APPO içinde ve halk direnişinin bir parçasılar. Üni­versite radyosu APPO’nun temel ile­tişim aracı olarak iş gördü. Öğrenci gençlik hareketin dövüş gücü, aydın gücü olarak yer aldı. Dövüşen bazı barikatlarda onlar vardı. Onlar FPF polisine karşı daha sert davrandılar.

Kentin FPF polisinin eline geç­mesinden sonra şimdi polis üniversi­te radyosunu susturmaya yöneldi. Ü­niversiteler bir zamanlar biz de oldu­ğu gibi otonomlar, yani güvenlik güçleri ancak rektörün davet etmesi ile üniversiteye girebiliyor. Güven­lik güçleri üniversitede silah olduğu­nu söyleyerek içeri girmek istediler, tüm üniversiteyi kuşattılar.

Öğrencilerin ellerinde ev yapımı roketler var. Hatta bunu FPF üstüne atmışlar. Molotofları ve sapanları var. Arada dışarıdan edindikleri o­dun parçaları ile ateş yakıyorlar. Sı­radan halkı radyo ile yanlarına çağı­rıyorlar. Polisleri kendi yanlarına çe­kici konuşmalar yapıyorlar. Onların da kendileri gibi genç olduğu ve saf­larına geçmelerini öneriyorlar.

FPF üniversitenin tün APPO ile­ri gelenlerinin barınağı haline geldi­ğini söyleyip dayattı. Buradan son gelen haberlerde büyük çatışmalar yaşandı. FPF püskürtüldü deniyor, şimdi geri çekildiler. Ertesi günü tekrar saldırabilirler. APPO burada zafer kazandığını ilan etti. Buradan daha da yayılacaklarını açıkladılar. Radyo yayını da devam ediyor. Bel­ki de öğrenci gençlik tarihi görevini burada yerine getirmeyi başaracak.

5. Barışçıllık

Başından beri APPO barışçıl ol­duğunu, silah kullanmayacağını a­çıkladı. Eyalet ve federal hükümet de onu silahsızlandırmak için elin­den geleni yaptı. Sürekli olarak onla­rı radikal güçlerle işbirliği yapmak­

la, içlerinde böyle silahlı gruplar ba­rındırmakla suçladı. APPO sürekli o­larak inkar etti. Yazımızın saldırı bö­lümünde de yazdığımız gibi FPF sal­dırıya geçtiğinde bile ona çiçeklerle gidilmesi önerildi. Provokasyona ge­linmemesi salık verildi. Yani halklar karşılarında her türlü silahlanmış, korunaklı polis ve ordu güçlerine karşı silahsız bırakıldı. Elbette bu da federal güçlerin onları alaşağı etme­sini kolaylaştırıcı bir işlev gördü. Yani halk kendisine karşı silahla ge­lenlere karşı savunmasız bırakıldı. Her ne kadar İsa gibi sağ yanağımıza şamar atılırsa sol yanağımızı dönme­yeceğiz dense bile sonuç böyle oldu.

APPO içinde silahlı olanlar ve silahlananlar vardı. FPF saldırısına

bunlar Oaxaca kentinin belirli yerle­rinde molotof ile karşı durmaya ça­lıştılar. Üniversitede öğrenciler gene böyle silahlar kullanıyorlar. Ancak bu unsurlar APPO içinde bir azınlığı oluşturuyor. Yani halkın silahlanma­sı gibi bir durum yoktur. Olay o se­

viyeye sıçratıl- mamıştır.

Öte yandan halk polis gücü­nün kurulması olayı gerçekleş­tirilebilirdi. Bu güçler ikili ikti­

darın olduğu yerlerde güvenliği baş­tan sona denetledikten sonra FPF güçlerinin karşısında halktan yana tavır alabilirlerdi. Bize göre APPO biraz fazla federal hükümetin barış­çıl olma baskısı altında ezilmiştir. Belki de öğretmenlerin düzenden ya­na özelliği onu böyle olmaya zorla­mış, korkmuştur. Devlet zoruna kar­şı halkın kendi zorunun karşı karşıya geleceği momentlere hazırlanmak gereklidir. Bu her momentte halkın eline silah vermek anlamına gelmese bile onu koruyacak bir zor gerekli­dir. Barışçıllık baskısına karşı halkı da eğitmek gerekmektedir.

1910’da yaşanan Meksika devri- minden dersler alınabilirdi. Panço Villa köylü isyanlarında silahlar kul-

Kentln FPF polisinin eline geçmesinden sonra şimdi polis üniversite radyosunu susturmaya yöneldi. Üniversiteler bir

zamanlar biz de olduğu gibi otonom lar, yani güvenlik güçle­ri ancak rektörün davet etmesi ile üniversiteye girebiliyor.

51

Page 54: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

lanılmıştı. İktidarın zor gücüne karşı ikili iktidarların buna direnecek zor araçları olmalıdır diye düşünüyoruz.

6. Ortak davranma

Yıllardır sol bölündü tartışmaları var. Neden birlik olamıyoruz? Neden her sol örgüt olayları başka türlü yo­rumluyor ve genel düşmana karşı birlikte davranılamıyor? APPO olayı bizce buna karşı bir örnektir. Burada eyalet valisinin görevden alınmasına karşı tüm sol örgütler bir arada dav­ranmışlardır. Ayrı görüşte olmasalar bile. Stalinistler, Troçkistler, sosyal demokratlar, komünistler bir arada bir deney yaşamışlardır. Bizce bu ö­nemli bir olgudur. Demek ki birleşti­rici bir moment gelmektedir. Ya da halkların öfkesi onları birleştirmek­tedir. Bu elbette çıkar birliği ile bağ­lantılıdır. Bu çıkar işbirliği de şimdi­ki seviyede eyalet valisinin gitmesi

ile sınırlıdır. Belki kimisi daha ötesi­ni istiyor. Belki kimisi de bazı öğret­menler gibi sırf maaşlarıyla ilgililer. Ama ortak bir noktada bu kadar süre durabildiler. Çeşitlilik eskiden hare­kete darbe anlamına geliyorken aca­ba gelecekte bir güç mü katacak? Ya da düşmanı parçalayıcı bir işlev mi görecek?

Peki, ortak nokta bulabilmek i­çin orta yol bir talep kabul edilmeli midir? Orta yol bir taleple halkların dersler almasını sağlamak acaba doğru mudur? Radikallik mi? Bunlar belki de bir kez daha değerlendirile­bilir. Çünkü sol da ortak davranma, birlikte iş çıkarmaya ihtiyaç vardır. Ama sonuç yenilgi olacaksa bile bile ladeste olmamalı elbette. Bunlar tek tek ikili iktidar deneylerinde yanıtla­nacak büyük teorik sorunlar olsa ge­rektir.

7. Yeni bir alev

Oaxaca ikili iktidar deneyi çok zenginlikleri olan bir deney. Chi- pas’tan sonra Meksika’da yaşanan en büyük ikili iktidar deneyidir. Halk eylemliliği Chipas gibi yerli halklar seviyesinden daha geniş, içine diğer yoksul halkları da alan bir düzeye yükselmiştir. Chipas yıllardır duru­yor. Federal hükümette onlarla yaşa­mayı öğrendi. Ancak Oaxaca şimdi ona eklenen bir ikinci ikili iktidar o­lursa bu başka bir anlam taşıyacaktır. O sırf yerli halkların ikili iktidarı. Bu %85’i yerli halkın iktidarı ola­caktır. Ülkenin diğer bölgelerinde yanan ateşlerin aynı seviyeye sıçra­ması olasılığı büyüktür. İkiden sonra gerisi gelebilir. Onlarda eyalet düze­yinde iktidar denemesine kalkışabi­lirler. O anlamda ülke açısından çok önemlidir. Bundan sonra o küçük kü­çük ateşlerin daha da büyük ateşler haline gelmesi olasıdır.

Ayakta kaldığı süre hiç küçüm­senecek bir zaman dilimi değildir ve bu açıdan çok geniş halk kesimlerine sesini duyurmuş, hatta uluslararası hale gelme başarısını göstermiştir. Bu anlamda çok önemlidir.

Elbette bu federal hükümetin yü­rüteceği politikalarla yakından ilgili­dir. Yeni başa geçecek Felipe Calde- ron’un sağ politikalar izleyeceği ve yoksullaşmayı artıracağı düşünülür­se bu ateşler daha da yükselecektir. Hem de OMLO söz verdiği gibi so­kakta iktidar kurmayı başarırsa o za­man ortalık daha da bir karışabilir. Bu federal iktidar savaşının altından asıl sol güçler yeşerebilirler. OM- LO’nun şimdi Oaxaca halklarına gösterdiği yok sayılabilecek destekte halkları sosyal demokrasi konusunda daha uyanık tutacaktır.

Meksika’yı gerçekten zor günler bekliyor. Hele bunun ABD’nin burnu­nun dibinde olduğunu düşünürsek dün­ya açısından daha da büyük bir anlamı olduğunu söyleyebiliriz. Irak ve İ­ran’da maceralar peşinde koşan ABD birden kendi topraklarının cayır cayır yanması ile ne yapacağını şaşırabilir.

3 Kasım 2006

52

Page 55: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

N o b e l v e o r h a n p a m u kUmut Aydın

Orhan Pamuk; Nobel'i almasının sonrasında geçmişteki şaşaayı göremedi. Öyle ki kimi büyük kitapevleri, saldırı olur korkusuyla kitaplarını vitrine bile

çıkarmadılar. Bugün, girmekten hiç çekinmediği ölü ideolojiler kulvarında, en eski ideolojilerden biri olan faşizmin saldırısı altında. Tarihin ironisi bu olsa gerek.

Orhan Pamuk’un Nobel’i kazanma­sının ardından başlayan tartışmalar hızı­nı kaybetmiş gibi görünüyor. Ancak ge­rek ödül töreni esnasında gerekse de “devletin bekası”nın tartışıldığı mo­mentlerde yeniden alevlenmesi kuvvet­le muhtemeldir. Ama hemen söyleye­lim; bu Orhan Pamuk ve Nobel tartış­ması değildir, başka bir şeydir.

Tartışmalara baktığımızda genel o­larak iki kutuptan söz etmek mümkün. Birincisi; kendini milliyetçi, ulusalcı, vatansever vb. tanımlamalarla ifade e­den, faşizan duygularla bezenmiş, resmi ideolojinin dışına çıkan herkesi öteki- leştiren, vatan hainliğiyle yaftalayanlar- dır. Hürriyet yazarlarından Emin Çöla- şan’ın deyimiyle kendileri gibi düşün­meyenler “tırnak içinde Türk”tür.

İkincisi; Avrupa Birliği taraftarı, geçmiş tabirle II. Cumhuriyetçi, liberal, “modern” Batı’nın “özgürlükçü” kavra­mıyla hareket eden, sınıfsal yaklaşımı reddeden, emperyalist tahakkümü akıl tutulması olarak basitleştirenlerdir. Bu kesim “milli irade”ye karşı çıkmakta ne kadar haklı ise, burjuva değerleri evren­sel ilan edişi ve “Doğu’yu, Doğulu ol­mayı aydınca küçümseyişlerinde” o ka­dar yanlış bir noktadadır.

Aslında bu tablo salt Orhan Pamuk ve Nobel ödülü hikayesine özgü bir du­rum değil. Son yıllarda pek çok olay po­püler medyada bu iki kanadın arasına sıkışmış bir görüntü arzediyor. Ve çoğu zaman gerçek boyutlarından, sonuçla­rından kopartılarak “ülkeyi izole et­mek” isteyenlerle “batıya teslim etmek” isteyenler arasında bir çatışma olduğu savlanıyor. Bu 301. madde mevzusunda da böyle yaşanıyor, başka konularda da.

Kimdir bu adamlar, ne yapıyorlar, soru­su bu yazının konusu değil elbette.

Aslında herkesin malumu; Orhan Pamuk’un bir yıl önce yabancı bir gaze­teye verdiği “1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü, kimse bundan söz etmi­yor” şeklindeki demeci Nobel’i kazan­masının sebebi olarak gösterildi. Hele ödülün açıklanma tarihi Fransa parla­mentosundaki oylamayla çakışınca, “Batı’nın ülkeyi bölme” adımlarından birisi olarak değerlendirildi. Karşıt grup ise Pamuk’un eserleri 45 dile çevrilen dünya çapında bir yazar olduğunu, No­bel’i edebiyattaki başarısıyla kazandığı­nı vurguladı ve muhalifliğinin de etkisi olduğunu söyledi.

Sıkışma olgusu tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Ne Nobel’in gerçek an­lamı tartışıldı ne de Orhan Pamuk’un e­debiyatçı kişiliği ve eserleri. Ortada ka­yıkçı dövüşünden başka bir şey yok. Burada taraf olmak abes kaçmakla be­raber, “çılgın Türklerin” sözünün kesil­mesi de bir zorunluluktur.

Nobel ve ödülüNobel ödülleri, İsveçli bir kimyager

ve mühendis olan, aynı zamanda dina­mitin de mucidi sayılan Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine 20. yüzyılın başından bu yana dağıtılıyor. Ödüller Fizik, Kim­ya, Fizyoloji (Tıp), Edebiyat, Barış ve Ekonomi olmak üzere altı dalda verili­yor. Ödül sonuçları ilk günden bu yana tartışma konusu. Açıkçası pozitif bilim­leri bir kenara bırakırsak Edebiyat, Ba­rış ve 1969’dan bu yana dağıtılan Eko­nomi alanında tartışma genellikle her yıl tekrarlanıyor.

Özellikle barış ödülü buram buram ideoloji kokuyor. Birkaç örnek verelim. 1983’te ödül Polonya Dayanışma Sen- dikası’nın Başkanı Lech Walesa’ya ve­rildi. Walesa aynı dönemde sosyalist sisteme muhalefetiyle öne çıkıyordu. 1973’te ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’a gitti. Kissinger, ödülü ka­zandığı günlerde Şili’de Allende’ye kar­şı düzenlenen, 30 binden fazla insanın hayatına mal olan kanlı Pinochet darbe­sini örgütlemekle meşguldü. Ödül, 1994’te de Filistin’de İsrail-Amerikan barışına imza atan Şimon Peres, İzak Rabin ve Yaser Arafat’a verildi. Bu a­landa örnekleri artırmak mümkün.

Gelelim edebiyat ödülüne. Şunu a­çıkça söylemek gerekir ki; bu alanda ö­dül kazananların ciddi bir kısmı aydın kimliğini taşıyabilen, saygın ve ürünle­riyle tarihe damgasını vuran isimler. Ö­te yandan kimi örnekler insanı çıldırt- maya aday görünüyor. 1953’te ödül Winston Churchill’e verilmiş. İngiltere Başbakanı’nın edebiyatla nasıl bir ilgisi olduğu henüz net değil. Ya da Aleksandr Soljenitsin’e verilen ödülün, kaçtığı Sovyetlere karşı açtığı savaşla ilgisi ne­dir, bilmek isteriz. Muhtemelen benzer bir umutla 1958’de, Sovyetleri eleştiren “Dr. Jivago”nun yazarı Boris Paster- nak’a verildi. Ancak Pasternak ödülü reddetmişti. Bu konudaki açıklaması son derece anlamlıdır: “Romanımın çevresinde gelişen siyasi kampanyanın kazandığı boyutları görünce ve Nobel ödülünün bana verilmesinin, çok çirkin sonuçlara varan siyasi amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorla­masıyla değil, kendi irademle ödülü reddettiğimi bildiririm.”

53

Page 56: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

C j O İ KASIM-ARALIK 2006

Pasternak tek örnek değildir. Red­dedenlerden biri de Fransız düşünür ve yazar Sartre’dır. II. Dünya Savaşı’nda esir kampına düşen, buradan kaçarak Nazilere karşı yürütülen direnişin bir parçası olan, sonrasında kendi devletine de karşı çıkan ve özellikle Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü savaşta cesur tavrıyla öne çıkan Sartre, 1964’te kendi­sine verilen ödülü reddetmişti. Açıkla­ması çok nettir: “Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’Honneur’ü de ka­bul etmemiştim. Fransız Akademisi’ne de girmedim. Yazar, kendisinin bir ku­ruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye olsa dahi. Bun­lar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burju­va bir ailede yetiştiğim halde sosyalist oldum. Sempatim ondan dolayıdır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin ko­numundan dolayı, kabul edemem.”

beck’ten Pablo Neruda’ya kadar pek çok büyük isim ödülü almakta beis gör­memiştir. Bu durum onların -her an­lamda- kimliklerine de halel getirme­miştir. Burada söylenmesi gereken No- bel’in hem kurumsal olarak hem de a­çıkladığı isimler üzerinden bir tartışma odağı olduğudur. Bu dün böyleydi, bu­gün böyledir, yarın da durum değişme­yecektir.

Keza kimi örnekleri bir kenara bıra­kırsak, edebiyat ödülü genelde “muha­lif’ tavırlar içinde bulunan yazarlara gi­diyor. Bu durumda, söz konusu Orhan Pamuk olduğunda iki şeyin tartışılması gerekiyordu. Birincisi; muhalif kimliği­ni ele almaktı elbette. Bu noktada aydın olmanın gerekleri, Pamuk’un duruşu, tutarlılığı ya da tutarsızlığı değerlendiri­lebilirdi. Keza sanat-politika ilişkisi, metnin ideolojisi ile yazarın ideolojisi­nin ilişkisi ve bunların üzerinde siyase­tin daralttığı/açtığı alan anlamlı bir tar­tışma olurdu.

Sartre’a göre Nobel, burjuva bir ku­rumdu ve ona ters geliyordu.

Orhan Pamuk ve roman

İkincisi ve aslolan ise; “Cevdet Bey ve Oğulları” ile başlayan “Kara Ki- tap”la devam ederek “Yeni Hayat” ve “Benim Adım Kırmızı” ile “Kar”a ka­

Sartre’ın tavrı herkes tarafından sa­hiplenilen bir tavır değildir. John Stein-

dar gelen sanatsal duruşudur. Orhan Pa- muk’un bugüne kadar ürettiklerini buyazı kapsamında ele almak mümkün değil. Ancak birkaç noktaya değinebili­riz.

Pamuk, kendi ailesinin hayatından yola çıkarak oluşturduğu “Cevdet Bey ve Oğulları” ile 80’lerin başında edebi­yat dünyasına adım attı. Kanımca en iyi kitaplarından biriydi, hatta en iyi roma­nıydı. Bunun ardından, üzerine intihal gölgesi düşen “Beyaz Kale” ve “Kara Kitap” geldi. “Kara Kitap”ın yayınlan­dığı 1989 yılı Pamuk açısından bir dö­nemin sonudur. Daha sonra yayınlana­cak olan “Yeni Hayat” herkes açısından yeni bir dönemi açacaktır.

1980’lerin başında Oğuz A- tay yüceltilmeye çalışılmış (ki

fazlasıyla hak ediyordu, an­cak sermaye çarklarında ö­ğütülmeyi değil), ardından Adalet Ağaoğlu aynı pozis­yona sürüklenmişti. “Yeni Hayat”, Orhan Pamuk’u popülerleştirdiği kadar bizzat Pamuk’un da dahil olduğu çabalarla ticari­

leştirdi. O tarihten bu yana bir roman­dan, sanat eserinden öte ticari bir meta- dan söz ediyoruz artık. Futbolcu trans­ferlerini andırır şekilde İletişim Yayın- ları’na geçmesinin ardından neon ışık­larıyla ismi aydınlatılan, kitapçı vitrin­lerini kapatan, süpermarket raflarında diğer mallarla birlikte satışa sunulan bir nesneden söz ediyoruz. Daha da ö­tesi Orhan Pamuk okumak, popüler bir faaliyete dönüşmüştü, kitapları ise bir imaj nesnesine. Aslında Pamuk’un e­serlerinin reklama ve pazarlama strate­jilerine bu kadar çok bulanması, onun açısından yarardan çok zarardan getir­di. Nobel’i almasının sonrasında aynı şaşaayı göremedi. Çünkü reklam kam­panyası tersinden işliyordu artık. Öyle ki kimi büyük kitapevleri, saldırı olur korkusuyla kitaplarını vitrine bile çı­karmadılar.

Orhan Pamuk, yakaladığı ünü hak etmiş miydi? Şüphesiz ki evet. Ancak “sabretmek”, duyumsanmayı bekle­mek yerine “piyasanın kurallarıyla” oynamayı tercih etti. Aslında özellikle “Yeni Hayat’ ta baskın bir şekilde var olan ideoloji, bu zemine fazlasıyla u­yumluydu. Sözünü ettiğim salt post­modern tarz değil. Postmodernizm sonraki eserlerinde de izlediği yollar­dan birisi oldu. Ancak ondan öteye “Yeni Hayat”a içkinleşmiş olan birey­cilik, manevi tatminsizlikle birleşen kimliksizlik, geçmişin ve geleceğin reddi Eylül sonrası atmosferine cuk o­turmuştu doğrusu. Ne de olsa ideoloji­ler ölmüş ve tarihin sonu gelmişti; Pa­muk da açıkça ilan ediyordu, aslolan a­nı yaşamaktır, gerisi boştur.

Pamuk, kendisine “starlık” yolunu açan bu izleği, “Benim Adım Kırmı- zı”da hiçliği öne çıkartacak kadar derin­leştirdi. Aynı eserinde oryantalist bakı­şına da fazlasıyla tanık olduk. Pamuk, ayaklarını Batı’ya basarak Doğu’yu yo- rumluyordu. Bugün, girmekten hiç çe­kinmediği ölü ideolojiler kulvarında, en eski ideolojilerden biri olan faşizmin saldırısı altında. Tarihin ironisi bu olsa gerek.

Sonuçta bu kadar gürültüye, bu de­recede bir hengameye gerek yoktu. A­ma dedik ya, bu Nobel ve Orhan Pamuk tartışmasından başka bir şeydir.

5 Kasım 2006

54

Page 57: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

‘Eve Dönüş’ sıradan vatandaşın evine uğrayan 12 Eylül’ü anlatıyor

‘E v KİRALARI ARTAR M I?’Umut Aydın

Ömer Uğur'un yazıp yönettiği "Eve Dönüş" bir 12 Eylül filmi. Ve konuya bütünüyle "sıradan" vatandaşın cephesinden yaklaşıyor. Yönetmen Ömer Uğur'un deyişiyle "anayasaya %92'yle 'evet' diyenlerin" darbeyle olan ilişkisini ele alıyor.

Bir zamanlar ya uygun giriş bula­madığımızdan ya da kolaycılıkla eşde­ğer bir alışkanlık gereği yazılara, bildi­rilere “ 12 Eylül’den sonra... ” diye baş­lardık. Belki de en sonda söyleyeceği­mizi en başta dile getirirdik. 12 Ey- lül’ün bedelini ödeyen devrimci gele­neğin takipçileri için bu tarih sıradan bir takvim yaprağı değildi. Ama bu iki kelimenin “kitle”de aynı etkiyi yarattı­ğına da tanık olmadık.

Üzerinden zaman geçti. Bugün ge­linen nokta ise çok başka. Dört yıllık fakülte mezunu bir insan, 2006’da ilk kez 1 Mayıs’a gittiğinde kürsüden ya­pılan konuşmaları dinlerken “ 12 Ey­lül’de ne olmuştu?” diye sorabiliyor. Bu durum o kişinin cehaletini değil, 12 Eylül’ün “başarısını” gösterir. Yarattığı tahribatı, siyasal-sosyal-kültürel alan­daki etkilerini.

Şüphesiz ki 12 Eylül salt bir etki o­larak yaşamıyor bugün. Çok daha öte­sinde kurumsallaşmış olarak, seçici ve gündelik bir hal almış zoruyla, anaya­sasıyla var olmaya devam ediyor. Ki­mileri için ödenen bedeller gereği daha dün gibi görünebilirken, kimileri için zamandaki bir noktadan ibaret.

Geçen zaman içinde 12 Eylül’e da­ir şiirler yazıldı, romanlar yayınlandı, filmler çekildi. Bu yapıtların ortaklaş­tığı nokta 12 Eylül’e soldan bakmasıy- dı. Bunu ne kadar başarabildikleri ayrı bir tartışma konusudur, ancak mücade­lenin içinde olan insanlar üzerinden yaklaşıyordu. Bu elbette yanlış değildi.

Bunun dışına çıkan bir örnek ola­rak geçtiğimiz yıl vizyona giren Çağan Irmak’ın yönetmenliğini yaptığı “Ba­bam ve Oğlum”u sayabiliriz belki. A­ma hem kahramanının kimliği hem de

filmin ana izleği nedeniyle “Babam ve Oğlum”u bir 12 Eylül filmi olarak gör­mek de çok mümkün değil.

Kasım ayının başlarında gösterime

55

Page 58: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

q O İ KASIM-ARALIK 2006

giren Ömer Uğur’un yazıp yönettiği “Eve Dönüş” ise bir 12 Eylül filmi. Ve konuya bütünüyle “sıradan” vatanda­şın cephesinden yaklaşıyor. Yönetmen Ömer Uğur’un deyişiyle “anayasaya %92’yle ‘evet’ diyenlerin” darbeyle o­lan ilişkisini ele alıyor.

Gülhane Parkı yerine iş­kence tezgahına

Hikayenin merkezinde Mehmet Ali Alabora’nın canlandırdığı Mustafa ka­rakteri var. Yakışıklılığıyla çevresinde prim yapan, sendikayı bile alaycılıkla karşılayan Mustafa, aynı fabrikada çalı­şan karısı Esma (Sibel Kekilli) ve küçük kızıyla birlikte kıt kanaat bir yaşamı paylaşıyor. Yeni aldıkları televizyonun taksitini ödeyebilmek için fazla mesaiye kalan ve vardiya farklılığından dolayı birbirlerinin yüzünü bile göremeyen bir çift Mustafa ile Esma. Ufuklarının ge­nişliği “taksit bitince belki çamaşır ma­kinesi” alabiliriz demekten ibaret.

Ortak bir gün yakaladıklarında Gülhane’de piknik yapmayı planlarlar, ne var ki Mustafa ekmek almak için dı­şarı çıktığında darbe olduğunu öğrenir. Aslında onlar için bir sorun yoktur. Mustafa ve esma “devletlerine bağlı”, tüm muhalefetleri ev sahibiyle giriştik­

leri mücadeleyle sınırlı olan sıradan iş­çilerdir. Esma, darbeyi duyduğunda “ev kiraları artar mı?” diye soracaktır. Ne var ki 12 Eylül “lümpen proletarya­nın” kapısını da çalar. Ev sahibinin ih­barıyla Mustafa, illegal bir örgütün Ör- nektepe sorumlusu Şehmuz olarak gö­zaltına alınır ve 22 günlük işkenceli sorgu süreci başlar. Bu arada Esma’da işten ve evden atılır.

Faşizm, insana düşmandır

Mustafa, gerçek Şehmuz’un “ölü o­larak ele geçirilmesiyle” serbest kala­caktır, ama bu süre içinde de başka bir adama dönüşecektir. “Eve Dönüş” üze­rine sinematografik açıdan çeşitli eleşti­riler getirilebilir. Ama şurası bir gerçek ki “Eve Dönüş” 12 Eylül üzerine yapıl­mış en cesur ve en “sert” film. Diyarba­kır Zindanı’nda yaşananları düşündüğü­müzde belki yeterli gelmeyebilir, ancak işkencenin bu kadar net olarak aktarıldı­ğına, işkenceci profilinin bu kadar iyi çizildiğine tanık olmamıştık. Ömer U­ğur, ayrıntıları da doğru yakalayarak ba­şarılı bir dönem filmine imza atarken, bilmeyenlere de 12 Eylül’ün ne olduğu­nu anlatmayı başarıyor.

Yeri gelmişken; bu film için “12

Eylül’le yüzleşme” filmi diyenler oldu. Yüzleşme, daha doğru bir ifadeyle he­saplaşma aktörleri tarafından gerçekle­nebilecek bir durumdur. Bu filmin he­defi 12 Eylül’ü yaşayanlardan çok, da­ha sonraki kuşaktır. Hiç bilmeyenlere, bedeli sadece devrimcilerin ödediğini sananlara bir sesleniştir. Ne günah çı­kartıyor ne de safra atıyor. Faşizmin, “insana” düşman olduğunu anlatıyor. “Eve Dönüş” kapıyı aralıyor, herkes i­çin...

Açıkhava hapishanesi atmosferini başarıyla çizen “Eve Dönüş”, 43. An­talya Altın Portakal Film Yarışma- sı’ndan En İyi Kadın Oyuncu ve En İ­yi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülleriyle ayrılmıştı. Ödül tartışmalarına girecek değiliz. Ancak sinema hayatına Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmiyle başlayan Civan Canova, işkenceyi sıradan bir memur refleksine indirgeyen, meşru­laştıran polis şefi rolünde çok iyi bir iş çıkarmış. Keza işkencede öldürülen hoca rolündeki Altan Erkekli’yi ve yurt müdürü havalarındaki emekli Kore ga­zisini oynayan Savaş Dinçel’i de özel­likle anmak gerekiyor.

Sonuç olarak; “Eve Dönüş”, 12 Eylül’le olan hesabın kapanmadığının filmidir. 5 Kasım 2006

56

Page 59: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

Televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından, para sahiplerinin oyun­caklarından yaygınlaştırılan "resmi görüşe", ulusal çıkar diye sunulan "sınıfsal çıkara"? "tek sesliliğe", "bireyciliğe", "toplumsal çürümeye” inat emekçilerin, yoksulların, her alanda ezilenlerin, yok sayılanların, halkların kardeşliğinin sesi...

Hep bir ağızdan, hep beraber aynı türküyü söyler gibi haykırmanın sesi...

Dayanışma AYLIK HALK GAZETESİ

Page 60: Yol Kasım Aralık 2006 Sayı 13

Meksika’nın Oaxaca eyaletinde ikili iktidar yaşanıyor. ..Manuela Beltran'dı bu kadın (yıktığında zalimin yasalarını ve bağırdığında: 'Zorbalara ölüm!' diye.) sanki yeni mısır tohumları serpti toprağımızın,üstüne.Nueva Granada'da oldu bu, El Socorro kentinde. Komüncüler sarstığında Genel Valiliği uyarıcı bir güneş tutulmasıyla.Birleştiler tekellere karşı, kokuşan ayrıcalığa karşı, ve havaya kaldırdılar yasal haklar hakkındaki bir el kitabını.Birleştiler taş ve silahla, milis ve kadınlar, halk, düzen ve öfke yollara düştü Bogota'ya ve varsıl ailelere karşı.

ilk ağır mısır tohumusunuz sizler serpiştirildiniz topraklara,Bizimlesiniz kör heykeller gibi, ve düşman gecedeolgunlaştırırsınız başakların başkaldırısını.

Pablo Neruda