Upload
yol-siyasi-dergi
View
274
Download
20
Embed Size (px)
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi
Citation preview
"Doktorculuk"Üzerine
Devrimci Hareket ve İşçi Sınıfı
Finans-KapitalinYapısı(II)
ratik Devrim oorunu "Em ek-
Eleştirisi
Türkiye'de Sosyal Demokrasi
Devrimci Maceracılık
Tüm Korotiç'lere Açık Mektup
Devrimden Dönüş Üzerine Tezler
Burjuva Sosyalizmi Çözülürken
Dünün Sosyalistleri Bugünün Feministleri
Ç ağd aş YO L AYLIK SİYASİ DERGİ
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz
Sahibi:S. Güneş Ünsal
Sorumlu Yazıişleri Müdürü:Gürcan Çilesiz
Yazışma Adresi:Mustafa Kemal Paşa Cad. Yıldırım
Palas İşhanı N o:14 Aksaray-İST.Dizgi:
DİZ Basın Yayın - 5 2 2 19 8 5 Baskı:
Çiftay Matbaacılık Genel Dağıtım:
Hürda Fiyatı:
3 0 0 0 .-T L Yurtdışı Fiyatı:
6 DM-6 SF On Kapak:
Carpanetti'nin Faşizm tarafından yüceltilen değerleri (aile, çalışma ve
savaş) gösteren tablosu Arka Kapak:
Diego Rivera'nın Devrim Meksikası adlı duvar resminden bir kesit
İÇİNDEKİLER
M erhaba............................................................................................................ 1
Politik D urum .....................................................................................................2
"Doktorculuk" Ü zerine/O rhan D İN Ç O K ............................................4
Devrimci Maceracılık/V.İ L E N İN ............................................................ 9
Devrimci Hareket ve İşçi Sınıfı/M ehm et Y IL M A Z E R ............... 13
Finans Kapitalin Yapısı/M ehm et ÇAĞLAYAN ........................... 18
Devrimden Dönüş Üzerine T ezler..........................................................2 6
Burjuva Sosyalizmi Çözülürken............................................................... 3 0
Demokratik Devrim Sorunu "Emek" Eleştirisi/Kazım AKIN. . 3 2
Türkiye'de Sosyal D em okrasi/Kem al S A R U H A N ......................3 8
Dünün Sosyalistleri Bugünün Feministleri/Gökçe DEM İR . . .48
Tüm Korotiç'lere Açık M ektup/M ahm ut D İK E R D E M ..............5 2
Merhaba1 ay gecikmeyle tekrar karşınızdayız.Bu sayımızda gerek geç kalmamız, gerekse iki ayda bir yayınlanmamızdan dolayı, devrimci
mücadelede önemli yer tutan olayları güncelliğini yitirmesi nedeniyle anmakla yetineceğiz.Tüm MAYIS ŞEHİTLERİMİZİ saygıyla anıyoruz.Onların direnişleri, kavgaları, bıraktıklan
mücadele geleneğiyle sürüyor.Fınans-kapital kamuoyunu Olağanüstü Hal Bölgesinde gerçekleşen direnişten bihaber etmek
için elinden geleni yapıyor. İlk olarak 4 1 3 sayısıyla ortaya çıkan ve ikinci Takrir-i Sükun olarak adlandmlan, Kanun Hükmündeki Kararname, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine(!) daha da sağlamlaştırılarak 4 2 4 Sayılı KHK olarak tekrar piyasaya sürüldü.
Burjuvazinin Olağanüstü Hal Bölgesi'nde ne kadar sıkıştığı, adeta ölümünü gördüğü,son kararname ile açıkça ortaya çıktı. Yasalannı ve kendi hukuk sistemini bile yok sayarak, böylesine bir kararname uygulamaya koyması bunun bir göstergesidir.Ancak ikinci Takri-i Sükun ile yaratılmak istenen terör geri tepmeye başladı bile.Bölge halkının uzun soluklu mücadelesi son 'İNTİFADA' eylemleri ile doruk noktaya tırmandı.
Yine Mayıs ayı gündemi, tüm dünya işçilerinin 'Birlik Mücadele ve Dayanışma' günü olan 1 Mayıs ile dopdolu geçti. İşçi sınıfı başta İstanbul olmak üzere tüm bölgelerde, bu günü özüne uygun olarak kutladı. Burjuvazinin tüm saldırılarına rağmen, 1 Mayıs'ı kutlama kararlılığı gelecek yıllar için önemli bir mesaj iletti kitlelere. Geçen yılki kanlı oyun bu kezde sahnelendi. Ve 1 Mayıs günü işçilerin emekçilerin üzerine ateş açıldı. Ancak kararlı kitle ne silahla ne de saldırılarla geriletilemedi.
Bu arada 9. sayıda sivil faşit saldırılarının artacağına ilişkin tesbitimizin sonrasında gelişen olaylarla 11. sayıda da bu tesbitin doğrulandığını belirtmiştik ki bu kez de Burdur'da sol görüşlü bir öğrencinin ülkücüler tarafından öldürülmesi olayı gerçekleşti. Daha önce de oynanan bu oyunlara alet olmayacağız.
Gelelim 12. sayımıza.Her zamanki gibi teorik yoğunlukta olan dergimizde, bu kez yoğunluğu eleştiri de paylaşıyor.
Emek, İşçelerin Sesi, Toplumsal Kurtuluş, Kadın konusunda Yeni Öncü yazarları, İKD çevresi, 'Doktorcu' bilenen siyasetlerin eleştirilerini yayınlarken, başlatılan polemiğin aynı düzeylilikte sürmesini diliyoruz.
Öte yandan dergimizde,"finans-kapitalin yapısı" konulu yazının ikinci bölümü ve "Burjuva demokrasisi" konulu yazı da yer alıyor.
13. sayıda buluşmak ümidiyle.
Çağdaş YOL
1
Politik Durum
T ürkiye 1988'lere girerken kriz kapıdaydı; 19 9 0 ı yarılarken kapıdan giren kriz hem
ekonomik hem de siyasi cephelerde yayıldıkça yayılıyor. Bu kez başgös- teren krizin de nesnel ve öznel nedenleri var.
Nesnel düzlemde; 10 yılda 20 0 trilyon liranın üstünde, dev sermaye birikimi elde etmesine rağmen fi- nans-kapital kendi gücü ve yapısında katlanma ve değişime gitmedi. 10 yılda atılıma gitmek yerine, üretici güçleri -örneğin; tekniği- geliştirmek yerine üretim ilişkileri ile arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi daha da kangren- leştirmiştir.
Fınans-kapital 10 yıllık zaman dilimini; bu fırsatı değerlendiremezken GAP ve AT kozlarını da kullanıp son bir kez atılıma geçmeyi denedi: bu da tutmadı. GAP'tan tüm olarak sermaye devşirilebilmesi için en az 10-20 yıl gerekirken, AT için de 1990'lı yılların sonlarına doğru gün verildi!..
O halde;1 9 8 0 -1 9 9 0 döneminde, her tür
lü sömürü yöntemine, -ağırlıkla mutlak artı değer mekanizmalarıyla- ihracattaki hayali tüm dalaverelere, spekülasyonlara, Iran-Irak savaşındaki boşluktan yararlanıp yapılan vurguna, petrol fiyatındaki ucuzlamaya, dış ve iç borçlanmalarla trilyonların şırınga edilmesine rağmen; tüm bu fırsatlara rağmen, finans-kapital ekonomik mekanizmalan restore edemedi, asalaklığı tercih etti!..
Tabii ki, bu zaaflar işçi ve emekçi kesimin muzaffer olmasının da yararına ve çıkarınadır. 19 8 0 öncesi
ve sonrası sınıf savaşında yaşanılan ana farklılıklara değinerek zaafın nasıl değerlendirilmesi gerektiğini anlayabiliriz.
1 9 8 0 Öncesi
1973ten sonra; teğet geçen faşizmin etkisinden sanılandan daha hızlı çıkıldı. Patlak veren grevler, CHP motivi, giderek yaygınlaşan eylemlilikler özellikle 1 9 7 7 -1 9 8 0 arasında finans-kapitali iyice bunalttı. Bunaltmada batıdan esen sınıf rüzgarları daha etkili oldu. Ardı arkası kesilmeyen grevler ve sonraları politikleşen Tariş, Gültepe direniş örnekleri. Türkiye metropollerinin mücadeleye damga vurmasını ve mücadelenin esas yükselticisi olmasını sağladı. Batıdan esen rüzgarlar Doğu da da toz kaldırmaya başlamıştı bile.
Bunalım derinleştikçe burjuva demokratik kurumların kullanımı daha da etkinleşti. Mücadele her alanda yükselmeye başladı. Bu ise kendi tepkisini; sivil faşist terörü, saldırılan doğurdu.
Devrimci örgütlenmeler şekillenmenin sancılarını yaşarken bazı istisnalar dışında programatik adımlar atılamamıştı. Kitlelerin alışkanlığı devrimci örgütleri hazırlıksız yakalamıştı!
¡ran, emperyalist bloktan kopmuştu. Kıbrıs sorunu, Afganistan üzerine koparılan fırtına; ABD'de ve Avrupa emperyalist metropollerde 1970'lerde başgösteren krizle birle- şince hızla yükselen sağ saldırı Türik- ye'nin stratejik konumuna daha da
önem kazandırdı.Finans-kapital yönetemez hale
gelmeye başlamış, Cumhurbaşkanı ard arda gidiİen turlara sağmen seçi- lememişti. Dağın zirvesindeki finans- kapital, eteklerdeki tekel dışı burjuvaziyi uzlaşmaya oturtamıyordu. CHP, AP ile biraraya gelmemekte diretiyordu.
Faşizmin bir darbeyle karşı devrim saldırısına hazırlandığı sezinlenmiş, FKBDC (Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi) oluşturulması önerilmişti. 1 9 7 8 CHP'sinde oy erozyonunu kitlelerin sosyal demokrasiden köklü kopuşu olarak niteleyen "solcularımız" ile parlamentonun meşru görülmemesini gerici diye niteleyen burjuva sosyalistlerimiz cepheye aldırış etmediler, gereksinim duymadılar.
1 9 8 0 Sonrası
12 Eylül ile gelen faşizm gitmedi. Adım adım, tepeden tırnağa restorasyona. organizasyona gidildi. Faşizm KURUMSALLAŞTI!... Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm diğer devrimci halk kesimlerince direnişçi bir hat örülemeyince ağır yenilği kaçınılmazlaştı. Sınıf hareketinin kendiliğinden çıkışı için 7 yıl beklendi. CHP motivi, kendiliğindenlik dalgası sona ermişti. Bu yüzden, Derby, Ne- taş, Kazlıçeşme grevlerine kadar uzunca bir süre zayıf da olsa çıkışlar görülmedi.
1 9 8 0 öncesindeki etki-tepki tersine döndü. Finans-kapitali bu kez Türkiye metropolleri değil, doğudan esen rüzgarlar bunaltmaya başladı.
2
D İR E N İŞ H A TTIN I ÖRMEK dün de doğru taktik adımdı, bugün de!"Daha geride mevziîenip direniş hattını örelim "diyenler çıkarsa onların vagondan aşağı atlayıp trene bindikleri istasyona dönmeleri gerekecektir.
Metropollerde 1 9 8 9 Nisan direnişi patlak verirken, kendiliğindenliği ağır basan bu yönelişin 1 Mayıs 19 8 9 ile taçlanamadığı devrimcileş- meye doğru bir sentez oluşturamadı- ğı gözlendi. Sınıfın devrimci hareketle, sınıf çizgisiyle rezonansa gelememesi devrimci kanalı genişlet- mezken, eylemde süreklilik ve adım adım politikleşme de yaşanamadı, öğrenci hareketi gelişim gösterdi. Tütün emekçileri son on yılların kendiliğinden patlamasının yaratıcısı oldu; kırlardan ses geldi!
• Nisbi demokratik hakların kı- nntılarına rağmen boşluklardan sızan hareketlilikler bazı mevziler elde edebildi, öğrenci dernekleri, Halkevleri, demokratik kitle örgütlenmelerindeki -zayıf da olsa- sağlanan gelişim umut verici oldu.
• Devrimci örgütlenmelerde parçlanma kendi anti tezini yarattı. Birleşmeler gündeme geldi. Direniş hattında kalan siyasetler bir elin parmakları sayısına kadar düştü.
• Finans-kapital 7 0 yıllık deniyi- miyle 8 9 öncesinin bataklığına sap- lanmamaya çalıştı. Restore ve reorganize ettiği devlet yapısıyla basit seçim mekanizmaları, referandumlar icat etti! Tansiyonun durduk yerde yükselmesine engel olabildi. Tüm bunlara rağmen seçimler ekonomideki olumsuzluğu daha da perçinleştirdi.
• CHP uzlaşma için masanın ke- nanna ilişiken finans-kapital politikacılığına giderek evrimleşen SH P en son örneği zirve toplantısında görüldüğü gibi, köşke koşar adım, DYP'den daha atak ve gözü kara çıkıverdi. SHP-DYP el ele tutuştu, Koç ve Sabancılarımız gülümsedi.
• Türkiye, Ortadoğu'da sosyalist dünyadaki dengelerin sarsılması, dengelerin ve çelişkilerin Ortadoğu'ya kayması sonucunda yeniden önderliğe soyundurulmaya başlandı, örnek bir demokratik İslam devleti (!) olarak Türkiye'nin İran'a alternatif olabileceğinin altı çizilirken, Türkiye Ortadoğu bataklığına yavaş yavaş itilmeye başlandı.
• Cepheleşme -FKBDC- uzun süre başanlı olamazken, daha az ama daha sağlam yapılarla Devrimci Birlik Platformu inşa edildi; pratiği oluşmaya başladı.
Tüm farklılıklara değindikten sonra gelişmeleri de ele alıp can alıcı soruna gelelim. Cizre olaylarından
sonra ünlü S S Karamamasi 4 1 3 kaleme alındı. Ve tüm meclisin ve muhalefetimizin de zımnen onayı alındı! Sosyalist basın-yayının propoganda gücüne ağır bir darbe indirilmesi planlandı. Daha önceleri de Halkevlerinin kapatılması, üniveristeye polisin girmesi vb. operasyonlarla saldırı planının ana hatlarını ortaya çıkarmışlardı.
• 100 . yıl kutlamaları tüm dünyada birlik, davranışma ve mücadele rolü içinde yapılan 1 Mayıs'ta Türkiye'de kan döküldü! 1 Mayıs'ta Taksime gücü yığmaya çalışan devrimci direnişçilere karşı finans-kapital önde kurt köpekli çevikler, arkada marşlarla habire ajite edilen komandoları üslendirdi!.. Buna rağmen; TV'de olağandışı bir şekilde son 15 günde yapılan tüm şantajlara rağmen, Taksim fethedilemese de Taksime çıkartma yapıldı! Direniş hattında bu nüans gözden kaçabildi. Bazı işyerlerinde -belediyeye ait işyerleri, petrol iş kolu, maden iş kolu vb. kısmi işi bırakmalar (en fazla 2 saat), bildiri okumalar söz konusu olurken; Merter'de, Sefaköy'de, Kaz- lıçeşme'de, İncirli’de, Güngören'de, Dolapdere'de sokak gösterileri direniş hattını Taksim dışında diğer alanlara da taşırdı. Taktik üstünlük yine sokaklarda, Taksim’de direnenlerde oldu. Türkiye, 1 Mayıs'ta eylemciye kurşun sıkılan tek ülke oldu dünyada...
İşte Türkiye 2000'li yıllara bu koşullar altında, bu güçler dengesinde giriyor. Finans-kapital 413'le 12 Eylülde açılan gedikleri kapatmak isterken 1 Mayısla saldırı planından santim bile geri gitmeyeceğini ilan etti.
Bu somut durumda üç siyasi ana yöneliş göze çarpmaktadır. Birincisi TBKP, SP ve Kuruçeşmecilerin başını çektiği ve mücadeleyi tamamen legal alan ve yöntemlerde görenlerdir. İkincisi tam bunun karşısında tam il- legeliteyi" savunan ve üçüncüsü tayin ediciliği illegelitede olan ama legalite-
yi de "istismar" da kullanmakta ısrar eden politikalar, yönelişlerdir. 4 1 3 no. lu hamleyle bu üç politik hattın içinde depremler yaşanılabilir ve özellikle üçüncü gruptan ikinci gruba savrulanlar söz konusu olabilirki bizi ilgilndirenler de daha çok bunlardır. Zaten finans-kapital de açık açık "legal alanlardan çekilin, dergi ve gazetelerinizi basmayın, tüm demokratik kitle örgütlerinden defolun" demiyor mu? Bu tehditleri savurmuyor mu?
1980'li yıllardan 1987 ‘li yıllara kadar Almanca konuşmayı yavaş da olsa öğrenenlerin, işçi ve emekçi kitlelerin devrim eksenine çok hızlı olmasa da girmeye başladığı bu dönemde Fransızca konuşmanın ilk pratiklerini yapmaları; yani propaganda ajitasyon döneminden sokak gösterileri halkasını yakalamalan gerekiyor.
Finans-kapital yukarıda saydığımız gerekçelerle saldınnın dışında seçeneksizdir. Bunun kavramak ge- rekir!Amacı; örgütlenmeleri, onlann yaşama kaynağı kitlelerden koparmak aralarına ÇİN SED'leri çekmektir. Bu bir TUZAKTIR! "Yeraltına inin ve köstebekleşin"; işte düşmanın yeni taktiği... Şimdi kimi baylar çıkıp "saldınya geçildi, ricat edelim, legal alanlardan çekilelim" şamatacılığı yapacaktır. Öysa bu baylara sormak gerekir: 12 Eylül 19 8 0 öncesi ve sonrasında köklü değişimler yaşanmıştır. 4 1 3 acaba böyle bir köklü dönüşümü mü getirmektedir? Faşizmin daha ilerisinde ne var? Yaralar sarılıyor o kadar!
DİRENİŞ HATTINI ÖRMEK dün de doğru taktik adımdı, bugün de! Ama kalkıp "daha geride mevziîenip direniş hattını örelim" diyenler çıkarsa onların vagondan aşağı atlayıp trene bindikleri istasyona dönmeleri gerekecektir. Böylesi bir taktik adım mutlaka iyiniyetlidir:
"Ama cehenneme giden yollar iyi niyet taşıyla döşelidir." ®
Ç.Y.
3
TARTIŞMA „.
"Doktorculuk" Üzerine
Orhan DİNÇOK
'li yıllarda ülkede devrimci siyaset yapan herkesin bildiği bir deyim vardı:
"Doktorculuk!" Dr. Hikmet Kıvılcımlının teorik açılımları üstünde şekillenen gruplara dışındakiler tarafından böyle seslendirdi. Oldukça fazla -10'a yakın- gruba bölünmüş "Doktorcu- lar" 701i yıllardaki kadar olmasa da halen varlıklarını sürdürüyorlar. Demek, kalıcı bir eğilim söz konusudur. Çağdaş YOL Dergisi kendisini dr. Hikmet Kıvılcımlının görüşleri etrafında şekillendirirken çeşitli yazılarında diğer doktorcuları eleştirdi, hatta kendisinin "Doktorcu" olmadığını da belirtti. Anlatılmak istenen nedir? "Doktorcular" gerçekten Dr. Hikmet Kıvılcımlının 5 0 yıllık teorik-pratik hattının devamcısı olabildiler mi? Yoksa Kıvılcımlının rezil edilmesi, politik sahnede yıpratılması mıdır yaşanan?
Dr. Hikmet Kıvılcımlı; 60'lı yıllarda sürece, bütün dinamikleri kollayan ve sağlam temellerde yükselişi hedefleyen bir tarzda yaklaştı. Burjuva sosyalizmi (TİP) ve küçükburjuva sosyalizmi (MDD)'nin büyük dalgalarla yükselişini hassasça takip eden Kıvılcımlı yerinde müdahalelerle proletarya sosyalizminin bağımsız alanını açmaya çalışıyordu. Bu alan 60'lı yıl- lann sonunda netleşti, 15-16 Haziran olaylanndan sonra genişleme sürecine girdi,12 Marta kaçınılmazca içe dönük karakter kazandı. Çıkış süreci kendi doğallığını yaşayamadan tıkanmış oldu ve ilk yönelişin kazançlarıyla - ki bunlar çoğunlukla MDDden kopuşlardı- yetinilmek zorunda kalındı. 12 Mart içinde Kıvılcımlı nın kaybı
ve parti geleneğinin devam etmiyor oluşu, 12 Mart sonrası çıkışı o ilk kazanılanlara yaptırdı.
İşte 74-8Û pratiği öyle gösterdi ki 7Ö-71 yıllarındaki o ilk kazançlardan bir kısmı samimice proletarya sosyalizmine yönelirken, önemli bir kısmı da proletarya sosyalizmini kü- çükburjuvazinin o dönem yükselttiği mücadeleden kaçış konağı olarak kullandı. Kçanlardan bir kısmınının misafirliği l2 Mart çıkışına dek olsun dayanamayıp daha şekillenmeden biterken (Y. Küpeli v.b.) bir kısmı 12 Mart sonrası itibarı yükselen Kıvılcımlının itibarını kullanıp aşındırdıktan sonrda sahneden çekildi. (A. Kaçmaz,Y.Yusufoğlu, ¡.Seven, vb.) En son kalanlar da uğursuz gölgelerini proletarya sosyalizminin o dönemdeki karargahı VP'nin üstüne düşürüp, partiyi parçaladıktan sonra kendi küçük dünyalarına çekildiler.
74 -80 arası ."Doktorcular" içinde sürekli bir iç çatışma yaşandı. Buna şimdi biraz uzaktan bakınca, çok çeşitli konulara yayılmış da olsa bu tartışmaların biraz da misafirlerle, proletarya sosyalizmine samimice yönelmiş , kazanılmış unsurların ko- puşması olarak değerlendirebiliriz. Misafirlerin bir kısmı o mücadele içinde kendi burjuva ve küçükburjuva evlerine geri döndü. Bir kısmı da proletarya sosyalizminin biçimsel alanı içinde kalarak ne olduğu belirsiz, şekilsiz yapılanmalar olarak kendilerini devam ettiriyorlar. Ancak kendi gerçek özleri ile savunduklarını iddia ettikleri teori arasındaki derin karşıtlık bunları sürekli açmazlara itmekte, tıkamakta, gelişme imkanı bulmaları
nı engellemektedir.Çağdaş YOL Dergisi nin aynı ze
minde bulunduğu pratik çizginin tarf- tarları, dışlarındaki devrimci gruplarca çoğunlukla "Doktorcu olmamakla" tanımlanır. Veya "Siz nasıl Doktorcusunuz?" sorusuna çok sık rastlanabilir. Keza Kıvılcımlı çizgisi içindeki "Doktorcular" da bizlere "Doktorun inkar edildiği' suçlamasmda bulunurlar. O halde, ne oluyor?
7 4 -8 0 arasında oluşturulan "Doktorculuk" Dr. Hikmet Kıvılcımlının 5 0 yıllık politik hayatı boyunca izlediği teorik-pratik hattın defor- masyonu ve iğdiş edilmesidir. Kıvılcımlının onurlu mücadelesinin kazandırdığı itibar 6 yılda olmamışa çevrildi. İşte o dönemde deformas- yon ve iğdiş etme girişimlerinin her adımında karşı koyan ve Kıvılcımlı'yı savunan akım bugün Çağdaş YOL'da simgelenen çizginin köküdür. Çağdaş YOL'un teorik-pratik oluşumu 7 4 -8 0 yılları içinde oluşan "Doktorcu" akıma karşı Kıvılcımlının teorik-pratik hattının savunması ve zenginleştirilmesiyle gerçekleşti.
"Doktorculuk" kategorisini oluşturan başlıca özellikleri açarak görüşlerimizi netleştirelim.
Tarikatçılık: Kıvılcımlı söylenecek her şeyi söylenmesi gereken şekilde söylemiş, tekrarı ile yetinilmesi gereken bir sonuçtur. Tipik idealist bakış Kıvılcımlıyı böyle dondurdu ve kalıplaştırdı .Onun N. "»rks-Engels-Lenin'e bile yapmadığı skoHstisizm kendisine uygulandı.Kitaplan papağanlar gibi ezberlendi, tezleri tartışılmadı tekrarlandı, belli döneme özgü
4
olarak attığı taktikler bile ebedileştirilerek karikatürize edildi. Kıvılcımlının ölümünden sonra gelişen yeni süreçleri tahlil edip yeni teorik açılımlar yapmak, günün koşullarına uygun yeni taktikler üretmek "gü- nah-inkarcılık" kabul edilerek Kıvılcımlının teorik açılımlan kısırlaştırıldı, pratik çizgisinin günün koşullarında yeniden üretilecek etkinlik kurması engellendi. Böylece Kıvılcımlı nın tezleri ve teorik tahlilleri bir tarikatın tartışılmaz-donmuş- doğmalanna indirgenirken kendisi de tarikatın ilahi ve ulaşılmaz tanrısına dönüştürülerek ilkelleştirildi.
Kıvılcımlı 4 yıllık Elazığ Cezaevi konukluğunu korkunç bir dinamizmle üniversiteye çevirerek ülkesinin orjinal maddi-kültürel ortamının ve TKP'nin politik geçmişinin analizini yaptı. Ulaştığı sonuçlan ülkenin o dönem ki ilkel ortamından etkilenmeden cesurca yayınladı. Marks- Engels-Lenin'i papağanca tekrarlamadan- ve bunu defalarca üstüne basarak belirterek- ülkenin ve partinin orjinal gelişim sürecini Marksist- Leninist metotla tahlil etti ve Mark- sizm-Leninizm'i ülke koşullarında yeniden üretti. 40'lı yıllardaki uzun hapisliğinde ülke sınırlan dışına çıkarak ülkenin de içinde bulunduğu Şark toplumlarını hala etkileyebilen antika tarihin orjinal dinamiklerini yakalamaya çalıştı.
Doktorcular Kıvılcımlı nın hiç bir zaman düşmediği bir zemine düştüler, kalanlan da hala inatla hatalarını devam ettiriyorlar. Kendilerine devredilen teorik zenginliği dondurdular, orjinal dinamiklerini yakalayarak geliştirme kalitesine ulaşamayınca dar kafalı bir tutumla teoriyi tapılacak dogmalara, kalıplara çevirdiler. Günün koşullannda politik taktik anlamında bile geliştirilmeyen pratik çizginin önü kaçınılmazca tıkanarak gelişmesi, sınıf savaşında etkinliğe- belirleyiciliğe ulaşması engellendi.
Tarikatçılık, devrimci dinamizmi dıştalayan, yeniliğe kapalı, canlı- yaşayan hayattan kopuk metafizik bir kategorinin pratikteki şekillenişi- dir. Devrimci, sürekli yeninin peşindedir, kendi kökünü her gelişmede zenginleştirerek devam ettirebilecek güce ve esnekliğe sahiptir. Tarikatçı zayıftır, hayatın gürül gürül akışından rahatsız olur, durdurmaya çalışır,başaramaz, yenilir. "Doktorculuk" bugün yenilmiş, bitmiş bir akımdır.
Derlenişçilik:60'lı yıllar, 27 Ma
yıs sonrasının özgür ortamında 27 Mayısı da doğuran önemli nedenlerden biri olan tarihi sınıfsal kopuşmaların yılları oldu. Maddi ko- puşmalar siyasi sahnede kendi temsilcilerini doğurdu, bu sosyalizmin içine de yansıdı.Bir yerden sosyalizm ülke çapında yaygınlaşırken, proletarya dışı sınıf ve zümrelerin sosyalizme yönelişleri ve kendi sınıfsal yapılarına uygun sosyalizm anlayışlarını üretmeleri yaşandı. Ülke sathında sosyalizm epey geniş bir yığınsal sempatiye yaslanırken sosyalizm içi ayrışmalar nüve halinde gelişmiş çizgiler olmaya doğru yol aldı.
İçiçe geçen bu süreçler ister istemez sosyalizm için, dışardan bakınca bir anarşi-kaos ortamı yaratıyordu. Proletarya sosyalizminin 20'li ve 30'lu yıllarda netleştirdiği çizginin bir kez daha kendini ispatlaması, pratikteki anarşiyi dağıtarak belirleyici olabilmesinden geçiyordu. Henüz ayrımlar netleşmemiş, nüve halindeydi. Pratikte kaba bir devrimciler-oportunistler (TİP dışı-TİP) ayrımından öte netleşmiş çizgiler yoktu. Kıvılcımlı bu noktada "Anarşi Yok ,Büyük Derleniş!" şiarıyla TİP-TKP dışındaki devrimcileri VP programı etrafında "Derleniş"’e çağırdı.
En başta belirtmeliyiz ki bu çağrı, bir stratejik amaç değil o günkü politik ortamın yarattığı dinamiklerin doğru tahliline dayanan sıçratabilmesi, en uygun taktik adımdı. 50'li yıllarda TKP'nin dağılma' gerçekliğini sonutça tahlil eden Kıvılcımlı önüne koyduğu partinin reorganizasyonu taktik amacını gerçekleştirebilmek için; o günlerde henüz tam bir stra- tejik-taktik ayrışmaya uğramamış ve pratikte Dev-Genç içinde, toprak işgallerinde, işçi direnişlerinde birlikte,yanyana olan devrimcileri bu re- organizasyonun yapı taşları olmaya çağırıyordu.
Kıvılcımlı "Anarşi Yok Büyük
Derleniş !" e dek TİP içinde bir devrimci mayalanmayı farketti ve bunu reorganizasyonun taktik amacı haline çevirebilmek için TİP'e önerilerde bulundu. Çeşitli makaleleriyle birlikte "Uyanmak İçin Uyarmak, Uyanmak İçin Uyanmalı!" broşürüyle görüşlerini açıkladı. "Anarşi Yok Büyük Derleniş!" taktiğinde ise TİP zemini ter- ketilmiş "Derleniş Komiteleri" zemininde bir reorganizasyonun imkanı gösterilmektedir. Bu bir çelişki midir? Donuk kafalar için belki ama yapılan sadece devrimci hareket tarafından 6 0 -6 9 aakında TİP'in aşılması gerçekliğini saptamaktan ibarettir. Basit bir benzetme yaparsak, şayet Kıvılcımlı 6 9 yılında kaybedilmiş olsaydı "Doktorcular" hala TİP içinde derlenişi savunabilirlerdi. Ve bunu da Kıvılcımlı dan yaptıkları alıntılarla destekleyeceklerdi.
İşte "Derlenişçilik"in başlangıç noktası Kıvılcımlı nın o günün koşullannda hemen 12 Mart öncesindeki politik sürecin tahliline dayanan bir taktiğinin gerçek özelliğinden somut durumun yarattığı somut bir taktik adım olam özelliğinden kopanlarak adeta bütün devrim sürecini kaplayan bir stratejik hedefe çevrilmesidir.
3
Doktorun ömrü boyunca hep en üstte tuttuğu "parti ve partili yaşam" böylece örgüt-süreç menşevik mantığıyla- ve Kıvılcımlı adına- somut yaşayan gerçeklikler olmaktan çıkanlı- yor, ulaşılamayacak bir "cennet'e çevriliyordu. Pratikte ise Kıvılcımlının Türkiye pratiğine yönelik açılımları birkaç çapsız tekke şefinin kaprisleriyle idare edilen grup ve grupçukların sonuçsuz çabalarına terkediliyordu.
Başlangıç aşamasında örgüt- süreç oportünizmine dayanarak yola çıkan "Derleniş" kavrayışı zamanla örgüt alanını aşıp politik mücadelenin tüm alanlarını baskı altına alan bir karabasana çevrildi. Teori bir tarafa politik taktik dahi üretme yeteneğinden yoksun Derlenişçi tekke şefleri hayatın her alanından üstlerine yığılan sorunlar karşısındaki acizliklerini her cümlenin başına bir Derleniş" eki koyarak, her sorunu "derlenişin olmayışına" bağlayarak kapatmaya çalıştılar. Bu yeniden üretemeyiş ve kısırlık politik mücadelenin yaşandığı alanın dışına itilmeyi, doğal olarak kitleselleşememe- yi, kısır şahsiyetçiliği ve amip gibi sürekli bölünmeleri zincirleme arkasından getirdi.
Taktik, politika sanatının en hassas ve belirleyici noktasıdır. Siz şayet politika konusunda araştırma yapan bir profesör veya ekol-akım değil de, sınıflann savaşında aktif rol alma iddiasında bir siyasi yapılanma- örgütseniz her yıl, her ay, her gün kendinizi yeniden-yeniden üretmek, hayatın ütüm zenginliğiyle önünüze yığıdığı sorunlara coşkuyla ve sürekli pratik yanıtlar üretmek ve sadece üretmek de yatmez, doğru yanıtlar üreterek başanlı sonuçlar almak zorundasınız. Bir önemli taktik hata on yılın başırılı pratiğini haketmediği sancılara itebilir .Taktik bütün ideolo- jik-politik birikimin pratiğin mihenk taşına vurulduğu bir sırat köprüsüdür. Usta pollitikacı odur ki sırat köprüsünden her seferinde düşmeden geçebilir.
"Derleniş"taktiği 60'lı yıllardaki somut gelişmelerin bir sonuca bağlanmaya yöneldiği 12 Mart'ın öncesindeki zaman dilimine denk düşen,' düğümleşen kaosu proleter sosyalist zeminde çözmeyi amaçlayan bir politik adımdır. Pratiğe geçme olanağı bulamadan 12 Mart darbesiyle önü kesilmiştir. 12 Mart içinde ve sonra
sında ise 6 0 ’lı yıllardan filizlenen siyasi çizgiler olgunlaşmış farklı sınıf ve zümrelerin sosyalizm içindeki sözcüleri noktasına ulaşmışlardır. O aşamada bu çizgilerle aynı parti içinde derlenişi savunmak, proletarya sosyalizmini burjyuva ve küçükburjuva sosyalizmleriyle bulamaç yapma ve bağımsız-devrimci niteliğini sulandırma oportünizmidir. Proletarya partisinin reorganizasyonu ise Kıvılcımlının görüşlerini savunan grup ve tek tek kişilerin büyük çoğunluğunun katıldığı 1977 kongresi ile sağlanmıştır. Bu somut gerçeklik bazı küçükburjuva aydınlarını tatmin etmemiş olabilir. Onları kendi tatminsizlikleriyle başbaşa bırakmaktan başka çare yok. Çağdaş YOL'un bağlı olduğu gelenek, kökünü işte bu kongreden almakta. Kongrenin mimarı ise 12 Mart sonrasındaki cesur çıkışıyla "Kıvılcım" gazetesidir. Bu gün zayıf da olsa Çağdaş YOL dışında varlıklarını devam ettirebilen "Doktor" savunucularının hepsi Derlenişçidir.
"Derlenişçilik" bugün bir yönüyle de artçılığın teorisidir. Bütün ufkunu "Derleniş' in gerçekleşeceği "o müthiş günle" sınırlayan bir yapı günlük pratikte önçü olamaz, öncülük insi- yatif almaktan,alınan insiyatifi doğru kullanarak sürekli genişletmektenve iktidara yürüme ferspektifiyle davranmaktan geçer. Derlenişçi için hem iktidar ufku hem de pratik insi- yatif "Derleniş" olmadan anlamsız hatta yanlıştır. Dikkatini kendi gücü ve pratiği üzerinde değil, derlenmeyi hayal ettiği diğer çizgilerde yoğunlaştırır.Sürekli gönderilen ve artık epeyce kabak tadı veren Derleniş ricaları siyasi pratik haline dönüşür. Cevapsızlık öfkeyi doğurur, ricalar son "BTDK" toplantılarında olduğu gibi karikatürize ültimatomlara veya 16 Haziran örneğinde "evini yakarak ısınma "ve derleniş ricasını bombala- nn gürültüsüyle besleme çaresizliğine dönüşür, istendiği denli ültimatom çekilsin veya gürültü çıkarılsın, derle- nişçiliğin buradaki özü siyasi güçsüzlüktür. Kıvılcımlının kendisi hayatının büyük bölümünde partili kalmış ve partili mücadeleyi savunmuştur. Kıvılcımlı adına Derleniş maskesi arkasında partisizliği meşrulaştırmak, Doktorun 5 0 yıllık siyasi pratiğinin reddidir.
Derlenişçiliğin izleri 7 7 kongresi sonrasında başka kılıklara girerek proleter hareket içinde kendi gölge
sini düşürmüştür. Bu insiyatif almakta, belirleyici olmakta, herkesten önce davranıp herkesin önünde olmakta yetersizlikle kendini gösterdi. Derlenişçiliğin "siyasetler arası trafik polisi" perspektifi partinin günlük pratiğine, başkalarını eleştirip doğru pratiğe zorlamayı başa geçirmekle yansıdı. Bağımsız-devrimci tavır patikte öncü olup "göstererek" iknayı ve giderek pratik gücüyle gündemi belirleyebilmeyi başa geçirir.İşte, zaten herşeyin üstüne inşa edileceği zemin de bundan başka birşey değil- dir.(l)
Eylemsizi ik-Icazetçilik:Bütün umudunu tamamen mad
di dünya üstü (uhrevi) bir büyük der- lenişe bağlayan ve söylenecek herşeyin Kıvılcımlı tarafından söylendiği iddiası ile sosyal gelişmelere ilgisizle- şip içine kapanarak tarikatlaşan “Doktorcu" eğilim, konumunun doğal bir sonucu olarak eylemsizleşti. Eylem pratiğin ürünüdür. Eylemliliği zorlayan, besleyen ve yükselten pratiğe duyulan ilgi ve pratiğin bizzat kendisidir. Doktorculann ise böylesi "küçük" işlerle uğraşacak zamanlan pek yoktur. Uğraşanları kendilerinin bulunduğunu farzettikleri teorinin yüksek katlarından eleştirmek epey daha kolay bir yol olarak tercih edilmiştir. Pratiğin çamurlu yollannda paçalarını kirletmeye cesaret edemeyenlerin, teori adına yaptıklan karalamaların ise kimse tarafından ciddiye alınmadığı,alınmayacağı yaşanan bir gerçektir.
Gerçek yaşamdan kopuşan "Doktorcu" eğilim günlük pratiğe ister istemez girdiği zaman da ön açı- cı-inisyatif alıcı ve halkı düzene karşı saf tutturucu bir tarzda değil, günlük- sıradan işlerin rutin akışı içinde inisiyatif boğucu tarzda çalışmıştır. Günlük pratiği sıçratarak halkı düzenle karşı karşıya getirecek eylemlerin hiç zamanı gelmedi, işte bu noktada, "Doktorcu" tekke şeflerinin küçük burjuva devrimciliğinden proletarya sosyalizmine geçişlerinin temel sebebinin bir sınıf intiharı değil, fakat küçük burjuva devrimciliğinin o dönem yükselen eylemliliğinden kaçış olduğu açığa çıkmaktadır. Eylemsizlik "Doktorcu'luğun temel kriterlerinden biridir. Bize eylem sayılmasın! Varolan eylemler belirli bir taktik plan dahilinde değil dış ortamın fiili zorlamasıyla kaçınılmazca yapılan reflekslerdir. Eylemlilik mev-
6
P roletaryanın devrimci önderliği, proletaryanını zaaflarını sınıfın devrimci potansiyelini dumura uğratan ve savaşarak ezilecek engeller olarak görür. Dışardan sınıfa Man-ı aşka, etmek yerine sınıfın içinde başarılı bir pratik çizgiyle sürekli genişleyen mevziler tutar ve giderek sınıfın kontrolünü ele alır.
cut koşulların doğru tahlili üstüne oturtulan doğru bir taktik çizgi içindeyse anlam kazanır. Gerisi ayakta kalabilmenin doğal refleksidir.
Eylemsizlik giderek kendisine bir icazet alanı yaratacaktır. Kendisine vurmayana düzen neden vursun? Tencere yuvarlanır kapağını bulur. Eylemsizleşen ve bunu bir karakter haline getiren "Doktorculuk" en Ortodoks Marksist-Leninist "laflan etmesine rağmen düzenden darbe yemez. Düzen ona "laf söylemesi ama eylem yapmaması” şartıyla bir icazet alanı açmıştır. Bu bataklık alanın gevşetici ve boğucu etkisi içine düşeni kısa zamanda esir alacak yoğunluktadır. Ve siz orada en devrimci laflan dahi etseniz onları aşındırmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız.
Küçükburjuva devrimciliği için eylem herşeydir, amaçtır. Bütün pratiği "marazı eylem yapma" sübjektif isteğinin baskısı altındadır ve inmelidir. "Doktorculuk" için durum tersinedir. İcazetçilik tüm çizgi belirler ve inmelendirir.
Kıvılcımlı 5 0 yıllık pratiği içinde hep en önde ve hep icazet alanının dışında olmuştur. Eİüzen bunun bedelini Kıvılcımlı'ya epey ağır ödettirmiş ve işkence, mapusluk, kişisel hayatının belirleyicileri olmuştur. İzleyicisi olduğunu iddia eden "Dok- torcular" ise anlaşılan bu pek hoş olmayan olgulardan gereken dersleri (!) çıkararak siyasi pratiklerini icazet- çiliğin açtığı alan içinde topaç oynayarak geçirdiler ve geçiriyorlar. Şayet Avrupa'da bir ortaçağ kentinde yaşasalardı, Doktor şüphesiz bir şövalye, "Doktorcular" ise hokkabaz olacaklardı.
Aydın düşmanlığı-Gençliğe gü- uen m em e:
Gençlik, (2) toplumsal gelişmeye en açık ve düzenle bağlarının henüz zayıf olması ndan dolayı düzenin yaşam tarzı tarafından pek örselenmemiş insancılığı ile öne atılmaya en istekli bir zümre. Türkiye'de gençliğin devrimci dinamizmi tarih-
selliği olan, gelenekselleşmiş bir toplumsal olgu. Devrimci bir çizginin dikkatinin önemli bir bölümünü yoğunlaştırması ve son derece ciddiye alarak değerlendirmesi gereken bir dinamik. Aydınlar ise yenilikleri en hassasça inceleyebilecek ve sosyalizmin teorisini ilk aşamada koruyabilecek bilgi potansiyeline sahip bir toplumsal zümre. Proletaryaya aktarılacak sosyalist teorinin parti tarafından kontrollü aktarıcıları- propogandistler olma özelliğine sahipler.
"Doktorcu'lar gençliğe tepeden bakarak küçümsemeyi, aydınları daha ileri giderek sürekli aşağılamayı karakter özelliği haline getirdiler. Bunlara alternatif olarak proletarya göklere çıkarılıyor, böylece birbirleri ile sımsıkı kaynaşması gereken ilerici toplumsal dinamikler, düşman haline getiriliyordu. Gençliğin devrimci dinamizmi ve aydınların araştırıcı kimliği küçükburjuva maceracılığı ve lafazanlık olarak küçümsendi. Bunlara alternatif olarak somut gerçekliğinden kopartılarak göklere çıkartılan "kitabi" bir proletarya getirildi. Gerçekle karşılaşınca da proletaryanın devrimci dönüşümü değil zaaflanna tapınılması yaşandı. Tabii "Doktor- cu" tekke şeflerinin hepsi üniversiteden yeni mezun olmuş aydınlardı.
Gerçekte yaşanan; icazetçilerin gençliğin eylemciliğine tepki göstermesi ve teoriyi kalıplara çevirenlerin araştırmacı kimlik karşısında kemikleşmesidir. Proletaryanın kendisi ise ne gençlik ve ne de aydın düşmanıdır. Şayet bu yönde bazı zaaflar varsa bunlar bir devrimci öncü açısından tabi olunacak değil, aşılacak engellerdir.
Kıvılcımlı 7 0 yaşına geldiği zaman dahi üniversite forumlarında 1725 yaşlarındaki gençleri son derece ciddiye alıp coşkuyla tartışan, kendisine gençlerce yapılan sert eleştirileri, anlayışa doğru giden köprünün inşaat gürültüsü sayabilecek denli esnek bir gençlik dostuydu. Aydınlara
olan güvensizliği ise kendi siyasi pratiğinin doğal bir sonucu ve kesinlikle aydın düşmanlığıyla yozlaşmamış sınırlı bir koruma tedbirinden başkası değildi. "Doktorcu'lar 74 -80 arası pratikleriyle Doktoru gençlikten ve aydınlardan kopanp, dışardan bakana ürperti veren soğuk bir mumyaya çevirdiler. Bugün Kıvılcımlıyla tanışan gençlik ona coşkuyla sahip çıkıyor. Bu sahip çıkış Devrimci Direnişçi Gençlik olgusunu yaratıp, yurt ölçüsünde yaygınlaştırabilecek seviyeye sıçrayabiliyor.
Halkın Devrimci dinamiklerini görememe:
Dışlanan sadece gençlik ve aydınlar olmadı. Proletarya dışındaki emekçilere soğuk yaklaşıldığı gibi Türkiye'nin orjinal ilerici dinamikleri görülemedi. Gençliği küçümseme zaten Dev-Genç’te somutlaşan ön Türk geleneğine pratik müdahaleyi imkânsızlaştırıyordu. Kürt sorunu konusunda eldeki hazır teorik hazine uzun müddet açığa çıkartılamayarak dört dörtlük bir beceriksizlik örneği verilirken, açığa çıkınca var olan pratik zayıflık nedeniyle değerlendirilemedi. Kürt meselesinde öne atılarak inisiyatif alınabilecekken, siyasi pısırıklık olguları kendi doğallığında akışlara itti ve sancılı bir süreç sonucunda ulusal kurtuluş hareketi proletarya sosyalizminden hiçbir ideolo- jik-pratik etkilenme olmaksızın tamamen bağımsız tarzda doğdu. Bunun ne gibi sonuçlan doğuracağı önümüzdeki yıilann sorunu olacaktır. Gericiliğe karşı doğal bir hakkı savunması olarak şekillenen ve tarihi boyunca hep merkezi otoriteyle kapışmış,mevcut durumda da T.C.'de hakim sunni mezhebi tarafından baskı altında tutulan Alevi geleneğine yönelik özgün bir politika oluştu- rulamadı. Proletarya sosyalizmine oldukça yaygın bir kitle desteği sağlayacak ve onu zenginleştirecek milyonlarca insanın ülkemize özgü kültür bağı değerlendirilmedi.
Kıvılcımlı her üç örnek içinde orjinal araştırmaları olan ve genel olarak ülkesini, ülkesinin orjinal dinamiklerini teorik araştırmalannın ortasına koyan, yaşadığı olağanüstü kısır politik ortamda dahi bu orjinal dinamikleri proletaryanın devrimci önderliğine çekecek pratik önerilerde bulunan usta bir önderdi.
Doktorcular proletarya üzerine nutuk çekmekten, ülkenin orjinal di
7
namiklerini değerlendirmeye vakit bulamadılar. Proletarya tapılacak tannya dönüştürülerek, somutluğundan kopartıldı. Zaaflan bile erdem olarak sayılmaya başlandı. Proletaryanın arkasında secdeye yatanların ona önderlik iddiaları tabii ki sınıfın kendisi tarafından ciddiye alınmadı. Doktorcilar sınıf üzerine kopardıkları gürültünün yüzde biri kadar olsun sınıf içinde pratik mevzi kazanamadı.
Proletaryanın devrimci önderliği, proletaryanını zaaflarını sınıfın devrimci potansiyelini dumura uğratan ve savaşarak ezilecek engeller olarak görür. Dışardan sınıfa Man-ı aşka, etmek yerine sınıfın içinde başarılı bir pratik çizgiyle sürekli genişleyen mevziler tutar ve giderek sınıfın kontrolünü ele alır. O noktada -ve tabii o noktaya gelmeden ve ilk andan başlayarak,sınıf kendi dar çıkar- lannın içine kapatılmayarak, tam tersine sınıfın ilgi alanı ülkenin tümüne yayılacaktır. Ülkedeki her politik gelişme, diğer sınıf ve zümrelerin her kıpırdanışı proletaryayı doğrudan ve herkesten çok ilgilendirir. Proletaryanın öncü kolu herkesten önce olayı görüp, sınıfı öncü davranışa yönlendirebilmelidir. Sınıfın önderliği kuru bir iddia olmaktan gerçek bir olguya ancak böyle bir pratikle çevrilebilir. Ülkenin orjinal dinamiklerini de en iyi değerlendirip pratiğe yönlendirecek olan proletaryadır. Şayet bu dinamikler proletarya tarafından değerlendirilmezse, düzen her an işlettiği otomatik mekanizmalarla zaten bunları emerek yoketmeye çalıştığından, işi kolaylaşmış olacaktır.
Teorisizlik:Düşünceyi öldürmenin-
yoketmenin yolunu mu anyorsunuz? Kolay bir yol olarak o düşünceyi mumyalamak,tapılacak tabu haline getirmenizi önerebiliriz. Gerçek yaşamdan kopan düşüncenin gelişme dinamikleri körelerek yok olacak ve giderek düşüncenin kendisi taşlaşa- cak-kireçleşecektir.
Kıvılcımlı, Marksist-Leninist teoriyi tamamlanmış bir dogma olarak değil, süreçleri açıklayan bir metot olarak gördü. Kendi pratiğinde bulunduğu ülkesini temel alarak Türkiye gerçekliğini açıkladı, oradan doğu toplumlannm orjinalliklerini inceledi. M-L'i yakalayabildiği her ucundan tutarak geliştirdi. "Doktorcular" Doktorun bu kalitesini zerre kadar olsun
yakalayamadıkları gibi kendisinin nefret ettiği mumya/tabu donmuşlu- ğunu Doktora bulaştırdılar. Hala da inatla gericiliklerini devam ettiriyorlar.
Kıvılcımlıya uygulanan mumya- laştırma işkencesi, pratikten şeytandan kaçarcasına uzaklaşmış tarikat bozuntusu yapılanmaların sosyal konumlarının ürettiği kaçınılmaz bir olgudur. Pratiğin besleyici kanallarını kendi elleriyle kesen politikacıların, teoride hangi sıçramayı nasıl yaptıklarına dair tek bir örnek gösteremezsiniz. Burada söz konusu olan bir araştırma gurubu veya araştırmacı değil, kendilerine pratik sınıf savaşında öncü iktidar savaşçısı sıfatını takanların pratikten bir çok yolla kaçmalarının kaçınılmaz ucubeliğidir. İçe kapanarak hayattan kopan yine he- yattan kopuk "derleniş" ütopyası peşinde hayal kuranların pratikte olduğu gibi teoride de cüceleşmeleri "Doktorculuğun" hayat hikayesidir. Teori kalıplara konmuş, skolastik kafaların buz dolaplarında dondurulmuştur.
Kıvılcımlı yı mumyalaştıranların kendilerinin orjinal teori üretebilmeleri doğal olarak imkansızlaşırken günlük taktik üretmede dahi bir başı- bozukluk-dengesizlik ve hayattan kopukluk sözkonusudur. Pratikle derdi olmayanların, iktidar savaşını somut bir pratik süreç olarak göremeyenlerin taktik adına yaptıkları, kaçınılmaz pratik zorlamalır sonucu ayakta kalabilme için yapılan isteksiz-baştan savma saptamalardır. Taktiğin ciddiye alınması pratiğin ciddiye alınmasının, somut başanlma ve kazanılacak pratik mevzilere duyulan yakıcı ihtiyacın ürünüdür. Dondurdukları Kıvılcımlı düşüncesine taparak yüksek teori yaptıklarını sanan politik cücelerin taktiği, sözüm ona küçümseyerek ondan kaçacakları bellidir.
Ö rgütlenm ede m odern leşem emiş:
""Doktorculuk" örgüt planında parti düşmanlığına denk düşer. Orjinal bir parti düşmanlığı! Ülkemizde küçükburjuva devrimciliği genel olarak "hareket" tarzı örgütlenmeyi tercih eder ve partiyi sürece bırakır. "Doktorcular" ise partiyi günün en yakıcı ve en acil problemi görür, hareket tarzı örgütlenmeyi savunanları oportünistlikle suçlar ama sonuçta kendileri de hep ve sürekli partisizdirler. Hareket tarzı, örgütlenmede
oportünist bulunduğundan sonuçta ortada ne olduğu belirsiz yapılanmalar kalır. Sağlıklı ama şanssız bir ananın doğurduğu ucube bebek.
örgütlenme tarzı örgüt içi ilişkileri de doğrudan belirler. "Doktorculuğun" en temel hastalıklanndan biri de "adam harcamak"-"adam kayırmak"-" mevki peşinde koşmak"...vb. pratik görüntülerinden hepimizin tanıdığı, şahsiyatçılık ve kişi tepişmelerinin pratiğin önüne geçmesidir. Doğu toplumlarında bireyselleşmenin güdük kalmasının uzantısı sahsiyatçı- iığın panzehiri, modem örgüt-parti ilişkileridir. İlişkiler belirli kurallar içinde yürüyecektir. Grupçuluk veya tarikat tarzı örgütlenmede ise şef ve adamları vardır. Bu her türden kişicil çürümeyi besleyen bir mekanizmadır."Şefin niyeti ne olursa olsun!
Tekrarından yarar görüyoruz. Kı- vılcımlı'nın kendisi pratik politik hayatının büyük kısmını partili olarak yaşamış, ancak burjuvazinin TKP'yi fiili tasfiyesiyle objektif olarak farklı bir konuma sürüklenmiştir. Kendisinin dört yanındaki kısır kişicil çekişmelerle YO L isimli eseriyle daha baştan sınırını çizmiş ve mücadele tarzını belirlemiştir. Şahsiyatçılığa tenezzül etmeyen prensip savaşçılığı ! O günün kısır koşullarında pek değer etmese de bizlere sımsıla sanla- cağımız bir gelenek bırakmıştır.
"Doktorcular" ;"derlenişçi ol- mak'temel özelliklerinden sürekli partisizliğe ve sonuçta kısır kişisel çekişmelere, amip gibi bölünmelere mahkumdurlar. "Doktorculuk" kimi yerde komediye dönüşse de iki yönlü trajedidir. Savunulduğu iddia edilen Hikmet Kıvılcımlı, kendisinin zıddı yönden biçimsizleştirilerek öne çıkmaya yöneldiği bir momentte tec- rite uğratıldı. "Doktorcular"in kendileri ise boşa giden çabalann anlamsız nesneleri olmaya mahkum olmuşlar ve eser olarak da proletaryanın devrimci ideolojisini bir on yıllık dönemde "öldürmeye teşebbüsten tarih önünde suçlu durumuna düşmüşlerdir. ■
DİPNOT:1- Bugün farklı dinamiklerin
oluşturduğu farklı bir zeminde komünistlerin birliği sorunu filizlenmektedir. Ayrı bir yazının konusu olacaktır.
2- Kastedilen öğrenci gençliktir.
8
Devrimci maceracılık
V.İ.LENİN
R usya tarihinin dev adımlarla ilerlediği fırtınalı günlerde yaşıyoruz ve bazan her yıl, dur
gun geçen onlarca yıldan daha büyük önem taşıyor. Reform sonrası dönemin yarım yüzyıllık sonuçları toparlanıyor ve önümüzdeki uzun, çok uzun yıllarda bütün ülkenin kaderini belirleyecek sosyal ve siyasi yapının temel taşları döşeniyor. Devrimci hareket şaşırtıcı bir hızla gelişmeye devam ediyor; bu arada "bizim akımlarımız" da alışılmadık bir hızla olgunlaşıyor (ve solup gidiyor). Rusya gibi hızla gelişen kapitalist bir ülkenin sınıf sisteminde sımsıkı kök salmış akımlar çabucak kendi düzeylerini buluyor ve bağlı oldukları sınıflara yavaş yavaş yaklaşıyorlar. Bunun bir örneği de, Bay Struve'nin gösterdiği evrimdir; daha bir buçuk yıl önce devrmici işçiler ondan bir marksistin "maskesini düşürmesini" istemişlerdi, oysa şimdi Bay Struve'nin kendisi yüzüne bu maskeyi bile geçirmeden dünyaya bağlılıkları ve ağırbaşlı değerlendirmeleriyle gururlanan liberal toprak ağalannın bir önderi (yoksa uşağı mı?) olarak ortaya çıkmış bulunuyor. ö te yandan, sadece aydınla- nn belirsiz ve ara kesimleri tarafından savunulan görüşlerin geleneksel tutarsızlığını yansıtan akımlar, belli sınıflarla yakınlaşmak için, gürültülü bildiriler, olayların patırtısı arttıkça gürültüleri artan bildiriler yayınlamaya çalışıyorlar. "Hiç değilse, müthiş bir gürültü koparalım." İşte, olayların girdabına kapılmış ve ne teorik ilkeleri ne de sosyal kökleri bulunan devrimci düşünceli birçok kimsenin sloganı budur.
"Sosyalist-Devrimciler "de, çehreleri gittikçe berrak bir şekilde ortaya çıkan bu "gürültücü" akımlara mensupturlar. Proletaryanın, bu çehreyi daha yakından incelemesinin ve toplumun gerçekten devrimci sınıfıyla yakın bağları olmadan ayrı bir akım olarak varlıklarını sürdüremeyecekleri kafalarına dank ettikçe proletaryanın dostluğunu her zamankinden daha büyük bir ısrarla isteyen bu insanların gerçek niteliği hakkında berrak bir fikir sahibi olmasının tam zamanıdır.
Sosyalist-Devrimcilerin gerçek yüzünün açığa çıkarılmasında üç durumun bize yardımı dokundu. Bunlardan birincisi, devrimci Sosyal- Demokratlar ile "Marksizmin eleştirisi" bayrağı altında ortaya çıkan oportünistler arasındaki bölünmedir. İkincisi, Balmaşov'un Sipyagin'i öldürmesi ve bazı devrimcilerin düşüncelerinde yeniden terörizme doğru bir dönüşün meydana gelmesidir. Üçüncü ve esas olarak da, iki cami arasında beynamaz ve hiç bir programı bulunmayan kimseleri ister istemez bir program müsveddesiyle ortaya çıkmak zorunda bırakan en son köylü hareketidir. Bir gazete makalesinde ancak ana noktaların kısa bir özetinin verilmesinin mümkün olduğunu, çok büyük bir olasılıkla bu sorunu yeniden ele alacağımızı ve bir- dergi makalesinde ya da broşürde daha ayrıntılı olarak ortaya koyacağımızı belirterek.
En sonunda Vestnik Russkoy Re- volutsiy'in 2 .sayısında Sosyalist- Devrimciler bir teorik ilke açıklamasıyla ortaya çıkmaya karar verebildi
ler ve "Dünyanın Gelişimi ve Sosyalizmin Buhranı" adlı imzasız bir başyazı yayınladılar. Teorik sorunlardaki tam bir ilkesizlik ve yalpalama konusunda (ve ayrıca bunu parlak laflar ardına gizleme sanatı konusunda) açık bir fikir edinmek isteyen herkese bu yazıyı hararetle tavsiye ederiz. Bu son derece kayda değer yazının bütün içeriği birkaç kelimeyle ifade edilebilir. Sosyalizm dünya çapında bir güç haline gelmiştir; ama artık sosyalizm (=Marksizm), devrimcilerin ("bağnazlar") oportünistlere ("eleştiriciler") karşı açtığı mücadele sonucunda bölünmektedir. Biz Sos,- yalist-Devrimciler "elbette" opor'oi- nizme hiçbir zaman yakınlık doymadık, ama bizi bir doğmadan ku’rtaran "eleştiri'den büyük sevinç buyuyoruz; biz de bu doğmanın revizyona tabi tutulması için uğraşıyovuz ve henüz eleştiri yoluyla ortaya koyacak hiçbir şeyimiz yoksa da (burjuva- oportünist eleştiri hariç), henüz kesinlikle hiçbir şeyi revizyona tabi tutmamışsak da, teori karşısında özgür kalmamızı başarı saymak gerekir. Bu en büyük başarı sayılmalıdır, çünkü teori karşısında özgür insanlar olarak, genel birliği kararlılıkla savunuyor ve ilkeyle ilgili bütün teorik tartışmalan şiddetle mahkum ediyoruz. Vestik Ruskoy Revolutsiy (sa- yi:2, s. 127) bütün ciddiyetiyle şunu ileri sürüyor: "Ciddi bir devrimci örgüt, her zaman bölünmeye yolaçan tartışmak sosyal teori sorunlannı çözmeye çalışmaktan vazgeçmelidir; ama bu elbette teorisyenleri kendi çözümlerini aramaktan alıkoymama- lıdır." Ya da daha açık bir şekilde
9
söyleyecek olursak: Bırakın, yazarlar yazsın, okurlar da okursun ve onlar bu işlerle uğraşırken, biz de geride kalan boşlukta keyfimize bakalım.
Hiç şüphesiz, sosyalizmden sapan bu teorinin (özellikle tartışmalar konusunda) ciddi bir tahliline girişmek gereksizdir. Kanımızca, sosyalizmin buhranı, ciddi sosyalistlerin en azından teoriye bir kat daha önem vermelerini, yani daha kararlı bir şekilde kesin tavır almalannı ve kendileri ile yalpalayan ve güvenilmez unsurlar arasına daha kesin bir sınır çekmelerini zorunlu kılmaktadır. Oysa Sosyalist-Devrimcileri göre, eğer karışıklık ve bölünme gibi şeyler 'Almanlar arasında bile" mümkün olabi- liyorsa, biz Ruslann nereye sürüklendiğimiz konusundaki bilgisizliğinizle övünmemiz bir tann buyruğudur. Bizce, teorinin olmayışı, devrimci bir akımın varolma hakkını ortadan kaldırır ve onu eninde sonunda kaçınılmaz olarak siyasi iflasa mahkum eder. Sosyalist-Devrimcilere göre ise, teorinin olmayışı, "birlik için" en bulunmaz ve en elverişli bir durumdur. Gördüğünüz gibi, Sosyalist- Devrimcilerle bir anlaşmaya varabilmemiz mümkün değildir, çünkü gerçekte tamamen farklı diller konuşuyoruz. Tek bir ümit var: Kendisi de (yalnız daha ciddi olarak) doğmanın kaldırılmasından sözeden ve "bizim" işimizin bölünmek değil, birleşmek olduğunu (proletaryaya çağrıda bulunan her burjuvanın işi budur) söyleyen Bay Struve, belki onların akılla- nnı başlanna getirebilir. Acaba Sosyalist-Devrimciler, Bay Stru- ve'nin yardımıyla, birlik uğruna sosyalizmin feda edilmesi siyasetlerinin ve sosyalizmin feda edilmesi temelinde kurulmuş birliğin gerçekte ne demeye geldiğini hiç görmeyecekler mi?
Şimdi de ikinci soruna, terörizm sorununa geçelim. Sosyalist- Devrimciler, yararsızlığı Rusya devrimci hareketinin tecrübeleriyle kanıtlanmış olan terörizmi savunurlarken, terörizmi sadece kitleler arasındaki çalışmaya bağlı olarak kabul ettiklerini, bu yüzden de Rusya Sosyal-Demokratlarının bu mücadele yönteminin doğruluğunu çürütmek için (kaldı ki, bu yöntemin doğruluğu uzun bir zamandır çürütülmüş bulunuyor) ileri sürdükleri görüşlerin kendileri için geçerli olmadığını iddia ederlerken, bir hayli zor durumda
kalmaktadırlar. Burada, onların "eleştiri'ye karşı tavırlarına çok benzeyen bir şey kendini yeniden belli ediyor. Sosyalist-Devrimciler, bir yandan biz oportünist değiliz diye haykırıyorlar, öte yandan da sırf oportünist eleştiri nedeniyle proleter sosyalizmi dogmasını rafa kaldırıyorlar. Sosyalist-Devrimciler, bir yandan biz teöristlerin hatalarını tekrarlamıyoruz, dikkatleri kitleler arasında çalışmadan saptırmıyoruz, diye bizi temin ediyorlar; bir yandan da, Balmaşov'un Sipyagin'i öldürmesi gibisinden eylemleri Partiye hararetle tavsiye ediyorlar. Ama artık, bu eylemin kitlelerle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmadığını ve böyle yürütüldüğü sürece olamayacağını bu terörist eylemi yapan kişilerin kitlelerin belli bir eylemini ya da desteğini ne akıllarının ucundan geçirdiklerini, ne de umduklarını herkes gayet iyi biliyor ve görüyor. Bütün saflıklarıyla Sosyalist-Devrimciler, ta başından beri, kendi sınıf mücadelisini veren devrimci sınıfın bir partisi olmak için en küçük bir çaba göstermeden kendilerini işçi sınıfı hareketinden uzak tutmuş olmaları ve hâlâ da uzak tutmaya devam etmeleri ile teröre eğilim göstermeleri arasında ister istemez sıkı bir bağ bulunduğunu bir türlü kavrayamıyorlar. Hararetli teminatlar, böylesine zorlu bir hazırlığı gerektiren şeyin değeri konusunda insanı çoğu zaman şüpheye ve tered- düte düşürür. Acaba verdikleri bu teminatlardan bıkkınlık getirmiyorlar mı? Sosyalist-Devrimcilerin ileri sürdükleri görüşleri okurken, hep şu sözler aklıma takılıyor: "Biz terörizmi savunmakla, kitleler arasındaki çalışmayı gözardı etmiyoruz." Hem de bu teminat, kitleleri gerçekten seferber eden Sosyal-Demokrat işçi hareketinden daha şimdiden kopmuş olan ve şu yada bu teori kırıntısına sarılarak kopmaya devam eden kişilerden geliyor.
"Sosyalist-Devrimcilerin Partisinin" 3 Nisan 1902'de yayınladığı bildiri. yukarda anlatılanlara mükemmel bir örnek teşkil edebilir. Bu bildiri, onların bugünkü önderlerine çok yakın, en gerçekçi ve en sağlam kaynaktır. Revolutsionnaya Rossi- ya'nın (sayi:7, s .24) çok değerli tanıklığına bakılırsa, bu bildirideki "terörist mücadele sorununun konuluşu", "Parti görüşleriyle tamamen uyuşmaktadır."
3 Nisan bildirisi, teröristlerin "en son" düşünce modelini övgüye değer bir şaşmazlıkla izliyor. İlk göze çarpan şu sözler oluyor: "Biz terörizmi, kitleler arasında çalışmanın yerine değil, aksine sırf bu çalışma için ve onunla birlikte savunuyoruz." Bu sözler özellikle göze çarpıyor, çünkü metnin geri kalan kısımlarından üç kere daha büyük harflerle dizilmişler (tabii bu, Revolutsionnaya Rossi- ya'nın sık sık başvurduğu bir marifettir). İşte bu kadar basit! "Yerine değil, birlikte" sözlerini büyük dizeceksiniz ve Sosyal-Demokratlann bütün iddiaları tarihin bütün öğrettikleri, yer ile yeksan olacak. Ama bildiriyi sonuna kadar okuyun, o zaman iri harflerle dizilmiş teminatın, kitlelerin adını boş yere andığını göreceksiniz. "Emekçi halkın karanlığın içinden çıkacağı ve güçlü halk dalgasının demir kapılan paramparça edeceği günler "ne yazık ki!" (henüz çok uzaklardadır ve bu uğurda ne kadar çok kurban verileceğini düşünmek bile ürkütücüdür!". Bu sözler, "ne yazık ki, henüz çok uzaklardadır" sözleri, kitle hareketini asla kavramadıklarını ve kitle hareketine asla inanmadıklarını açıkça göstermiyor mu? Bu iddia, daha şimdiden harekete geçmeye başlayan emekçi halkla bile bile alay etmek olmuyor mu? Ve nihayet, bu bayat görüş aslında boş ve saçma olduğu ölçüde iyi savunulsaydı bile, ondan gene iri harflerle çıkan sonuç terörizmin yararsızlığı olurdu; çünkü emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüzdür, hem de gerçekten güçsüzdür. Bir de şunu dinleyin: i n dirilen her terörist darbe, istibdadın gücünün bir parçasını koparıyor ve bütün bu gücü (!) özgürlük uğruna savaşanların safına aktanyor (!)" "Ve eğer terörizm sistemli bir şekilde uygulanırsa (!) terazinin kefesinin en sonunda bizim tarafımıza ağır basacağı açıktır." Evet, gerçekten de burada herkesin apaçık görebileceği gibi teröristlerin en büyük önyargılarından biri en kaba biçimiyle karşımızda duruyor; bizzat siyasi cinayet "güç aktarır"! Böylece, bir yandan güç aktarma teorisi, öte yandan da "yerine değil, birlikte"... Acaba bu teminatlan tekrarlamaktan usanmıyorlar mı?
Ama bu daha başlangıç. Esası şimdi geliyor. "Darbeyi kime indirmeliyiz?" diye soruyor Sosyalist-
10
"Emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüzdür."
Devrimcilerin partisi ve cevabı kendisi veriyor: Çara değil, bakanlara indirmeliyiz; çünkü "Çar işlerin aşırı gitmesine izin vermez" (!! Bunu nasıl keşfettiler acaba??), ve zaten "bu daha kolaydır" (tam tamına böyle diyorlar!): "Hiçbir bakan kendisini sarayda bir kalede olduğu gibi gizleyemez." Ve bu görüş Sosyalist- Devrimcilerin "teori'sinin modeli olarak ölümsüzleştirilmeyi hak eden bir muhakemeyle sona eriyor. "İstibdadın, kalabalığa karşı koyacak askerleri, devrimci örgütlere karşı koyacak gizli ve üniformalı polisi vardır; ama ardı arası kesilmeden ve hatta birbirlerinden habersiz olarak (!!) saldırıya hazırlanan ve saldıran tek tek bireylere ya da küçük gruplara karşı onu kim koruyabilir?" ("onu" derken ne kastediliyor? İstibdat mı? Yazar farkında olmadan bir hedef olarak istibdadı, darbe indirilmesi daha kolay olan bir bakanla bir tutuyor!) "Kıvraklığa karşı hiçbir kuvvet sökmez. Dolayısıyla görevimiz açıktır: tstibdadın her kudurgan zalimini, is- ı-bdadın bize buraktığı (!) tek yolla, .anı öldürerek yoketmem." Artık,
Sosyalist-Devrimciler, kitleler arasında çalışmayı rafa kaldırmadıklan ya da terörizmi savunmakla bu çalışmayı parçalamadıkları yolundaki teminatlarıyla sayfalar da doldursalar, on- lann bu laf yağmuru, bildiriden aktardığımız bölümün modern bir teröristin gerçek ruh halini yansıttığını örtbas edemez. Güç aktarma teorisi sadece geçmişin bütün tecrübesini değil, aynı zamanda bütün sağduyuyu da tepetaklak eder, kıvraklı teorisinde doğal bütünleyicisini bulur. Devrimin tek "umudu" "kalabalıktır", ancak bu kalabalığa önderlik edebilen (lafta değil, fiiliyatta) bir devrimci örgüt polise karşı savaşabilir; bütün bunlar bu işin alfabesidir ve bütün bunları ispat etmek zorunda kalmak utanç vericidir. Ancak her şeyi unutmuş ya da hiçbir şey öğrenmemiş kimseler "bunun tam tersi bir sonuca" vararak, istibdadın, askerler tarafından kalabalıktan ve polis tarafından da devrimci örgütlerden "kurtarılabileceği", ama bakanları avlayan tek tek bireylerden hiçbir kurtuluşun olmadığı yolundaki saçma ve gülünç ahmaklığa erişebilirler!!
Yanlışlığının mutlaka anlaşılacağına inandığımız bu saçma görüş hiç de garip değildir. Tersine, öğreticidir. Çünkü mantıksızlığı adım adım kanıtlandığında, teröristlerin "Ekonomistler "le paylaştıkları ("Ekonomistler "in kaybolup gitmiş eski temsilcileriyle mi, diye sorulabilir) başlıca hatalarını ortaya çıkarmaktadır. Daha önce de birçok defa belirttiğimiz gibi, bu hata hareketimizin temel zaafını kavrayamamalanndan ibarettir. Hareketin son derece hızlı gelişmesi yüzünden önderler kitlelerin gerisinde kaldılar, devrimci örgütler proletaryanın devrimci faaliyetinin düzeyine ulaşamadılar, kitlelerin önünde yürümeyi ve onlara önderlik etmeyi başaramadılar. Hareketi birazcık tanıyan dürüst bir kimse, böyle bir zıtlığın varlığından şüphe edemez. Böyle olunca da, günümüz teröristlerinin gerçekten de aynı ahmaklığa, ama tam zıt yönde bir ahmaklığa varan tersyüz edilmiş “Ekonomistler" oldukları açıktır. Devrimcilerin güçlerinin ve daha şimdiden harekete geçen kitlelere önderlik etme imkanlarının yetersiz olduğu bir zamanda, birbirini tanımayan tek tek bireyler ve grupların bakanları öldürmesini örgütlemek gibisinden terörist eylemlere başvurulması için çağnda bulunmak, sadece kitleler arasındaki çalışmayı kösteklemekle kalmaz, aynı zamanda bu çalışmanın bütünüyle darmadığın olmasına yolaçar.
3 Nisan bildirisinde şunları okuyoruz: "Biz devrimciler çekingen kümeler halinde biraraya gelmeye alışkınızda; ve hatta (burasına dikkat) son iki üç yıldır ortaya çıkan yeni cesaret ruhu, bireylerden çok kalabalığın heyecanını yükseltmeye yaramıştır. Bu sözler, farkında olmadan, bir gerçeği dile getiriyor. "Ve terörizmin propagandalarına ezici darbeyi indiren de, işte bu gerçektir. Her aklı başında sosyalist bu gerçeğe bakarak, grup eylemini daha güçlü, daha cesur ve daha uyumlu bir şekilde yürütmek gerektiği sonucunu çıkarır. Ama Sosyalist-Devrimciler şu sonucu çıkarıyorlar: "Vur, kıvrak birey; çünkü halkın kümeler halinde biraraya gelmesi ne yazık ki henüz çok uzaklardadır ve zaten bu kümenin karşısında askerler vardır." Bu görüşün iler tutar yanı yoktur, beyler!
Bildiri, terörizm teorisinin yemim da eksik etmemiş. Bize deniyor ki: "Bir kahrramanm giriştiği tek tek
11
çarpışmalar bizim mücadele ruhumuzu ve cesaretimizi yükseltiyor." Ama hepimizdeki mücadele ruhunu ve cesareti gerçekten yükselten biricik şeyin, kitle hareketinin yeni biçimleri ya da kitlelerin yeni yeni kesimlerinin bağımsız mücadeleye atılışı olduğunu hem geçmişten biliyor, hem de bugün gözlerimizle görüyoruz: Oysa tek tek çarpışmalar, Balmaşovlar tarafından yürütülen tek tek çarpışmalar olarak kaldıkları sürece, ilk başta anlık bir heyecan uyandıran bir etki yaratırlar, ama bu arada dolaylı olarak da, bir kayıtsızlığa ve gelecek sefere kadar pasif bir bekleyişe yolaçarlar. Daha ileride şöyle deniyor: "Her terörizm alevi zihinleri aydınlatır." Ne yazık ki, terörizmi öğütleyen Sosyalist- Devrimcilerin partisi için biz bunun doğru olduğunu göremedik. Bir de önümüze, büyük iş, küçük iş teorisi getiriliyor. "Daha büyük güce, daha fazla imkana ve daha büyük kararlılığa sahip olanlar küçük işlerle yetinmesinler; kendilerine kitleler arasında terörizm propagandası (!), çapraşık terörist eylemlerin... (kıvraklık teorisi çoktan unutulmuş!) hazırlanması gibi daha büyük bir iş bulsunlar ve kendilerini ona adasınlar." Ne kadar da akıllara durgunluk veren bir zeka: Yerini alçak Plehve'nin alacağı alçak Sipyagin'den öç almak uğruna bir devrimcinin hayatını feda etmek, buna büyük iş deniyor. Ama örneğin, kitleleri silahlı bir gösteriye hazırlamak; bu da küçük iş oluyor, özellikle bu nokta Revolutsionnaya Rossiya'nın 8. sayısında açıklanmak- tadır: "Belirsiz ve uzak bir geleceğin bir sorunu olarak "silahlı gösteriler hakkında” yazmak ve konuşmak kolaydır, ama şimdiye kadar bütün bu laflar teorik nitelikte olmaktan öteye gidememiştir." Sağlam bir sosyalist inancın zorunluluklarından ve her türden halk hareketinin ağır tecrübelerinden çok uzak olan bu adamların kullandığı dili biz iyi biliriz! Onlar, kısa sürede elde edilebilecek ve gürültü koparabilecek sonuçlar ile pratiği birbirine karıştınrlar. Onlann gözünde, sınıf tavrına sıkı sıkıya bağlı kalmayı ve hareketin kitle niteliğini korumayı istemek, 'bulanık teori yürütmektir." Kesin olmak, onların gözünde, her düşünce karşısında kölece boyun eğmek ve... ve boyun eğişin sonucu olarak da her defasında kaçınılmaz bir şekilde çaresizliğe
düşmektir. Gösteriler başlar başlamaz, bu gibilerin dudaklarından kanlı kelimelerin, sonun başlangıcı hakkında sözlerin döküldüğünü görürüz. Ama gösteriler durdu muydu, bunla- nn kolları da çaresizce aşağı iner ve hemen bağırmaya başlarlar: "Halk, ne yazık ki. henüz çok uzaklarda..." Çarın uşakları yeni bir saldırıya geçtiler mi, bunların hemen kendilerine, bu saldırıya mükemmel bir karşılık oluşturacak "kesin" bir tedbir, derhal bir "güç aktarması" yaratacak bir tedbir gösterilmesini isterler ve bu aktarmayı sağlayacaklarını gururla vaat ederler! Bu adamlar, işte bu güç "aktarması" vaadinin siyasi maceracılık olduğunu ve maceracılıklan- nın da ilkesizliklerinden kaynaklandığını kavrayamıyorlar.
Sosyaİ-Demokratlar, maceracıl- ğa karşı her zaman uyarıda bulunacaklar ve kaçınılmaz olarak tam bir hüsranla sonuçlanan hayalleri amansızca teşhir edeceklerdir. Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Gene, herhangi bir halk hareketinin sayısız biçimlere büründüğünü. durmadan yeni biçimler geliştirildiğini ve eski biçimleri ıskartaya çıkardığını, değişiklikler getirdiğini ya da eski ve yeni biçimlerin yeni bileşimlerini yarattığını hiç unutmamalıyız. Mücadelenin araçla- nnın ve yöntemlerinin oluşturulması sürecine faal olarak katılmak, görevimizdir. Öğrencilerin yardımına koşmaları için çağrıda bulunmaya başladık (Iskra, Sayi:2). Ama bunu, gösterilerin biçimlerini önceden kestirmeye kalkışmadan, bu gösterilerin derhal bir güç aktarmasıyla ve zihinlerin aydınlanmasıyla sonuçlanacağını ya da özel bir kıvraklığı vaat etmeden yaptık. Gösteriler güçlendiğinde, gösterilerin örgütlenmesi ve kitlelerin silahlandırılması için çağn- da bulunmaya başladık ve bir halk ayaklanması hazırlama görevini öne sürdük. Şiddet ve terörizmi ilke olarak asla reddetmeksizin, kitlelerin doğrudan katılışını sağlayabilecek ve bu katılışı güvence altına alabilecek şiddet biçimlerinin hazırlanması için çalışılmasını istedik. Bu görevin zorluklarına gözümüzü kapamıyoruz. Tersine bu sorunun "belirsiz ve uzak bir geleceğe" ait olduğu yolundaki itirazlara aldırmadan, bu görevi yerine getirmek için kararlılıkla ve sebat
la çalışacağız. Evet, beyler, biz hareketin sadece geçmişteki biçimlerini değil, gelecekteki biçimlerini de savunuyoruz. Biz, geçmişte mahkum edilmiş şeylerin "kolay" bir tekrannı değil, geleceği olan uzun ve çetin bir çalışmayı tercih ediyoruz. Biz, malum dogmalara karşı lafta savaş açan, ama fiiliyatta güç aktarma, büyük iş, küçük iş aynını ve elbette tek tek çarpışmalar teorileri gibi küflenmiş ve zararlı görüşleri savunanlan her zaman teşhir edeceğiz. 3 Nisan birdirisi şöyle sona eriyor: "Eski çağlarda halk savaşlan nasıl halk önderlerinin tek tek çarpışmaları şeklinde verildiyse, bugün de teröristler Rusya'nın özgürlüğünü istibadada karşı tek tek çarpışmalarla elde edeceklerdir." Böyle cümlelerin sadece tekrar- lanmalan bile çürütülmeleri için ye- terlidir.
Devrimci çalışmasını proletaryanın sınıf mücadelesine gerçekten bağlı olarak yürüten herkes, proletaryanın (ve onu destekleyebilecek halk kesimlerinin) bir yığın acil ve doğrudan talebinin yerine getirilmeden öylece durduğunu çok iyi bilir, görür ve hisseder. Bilir ki, bir çok yerde, geniş bölgelerde, emekçi halk eyleme geçmek için kelimenin tam anlamıyla yanıp tutuşmakta, ancak yayınların ve önderliğin yetersizliği ve devrimci örgütlerin güç ya da araçlardan yoksun oluşu yüzünden onun bu coşkusu heba olup gitmektedir. Ve kendimizi, uzun zamandır Rusya dev-riminin başına bir uğursuzluk alameti gibi çöreklenmiş bulunan o aynı kısır döngünün içinde buluruz; nitekim buluyoruz da. Bir yandan yeterince aydınlatılmamış ve örgütlendirilmemiş kalabalığın devrimci coşkusu boşa giderken, öte yandan da düzenli bir şekilde ilerleme ve kitlelerle el ele çalışma imkanına olan inancını kaybeden "kıvrak bireylerin ateşlediği silahlardan yükselen dumanlar havada kaybolur gider. Ama işler gene de yoluna konulabilir, yoldaşlar! Gerçek bir davaya olan inancın kaybedilmesi, bir kural değil, ender bir istisnadır. Terörist eylemlere girişme eğilimi geçici bir hevestir, öyleyse, Sosyal-Demok- ratlar saflarını sıklaştırsınlar ve devrimcilerin militan örgütü ile Rusya proletaryasının kitle kahramanlığını tek bütün halinde birleştirsinler! ■
1 Ağustos 19 0 2
12
DevrimciSınıfı
Mehmet YILMAZER
M V?C> hareketi, kuşku yok ki, ■ toplum sal m uhalefetin ekse- İ n l olacaktır." (İşçilerin Sesi,
Melih Pekdemir'le Söyleşi)12 Mart deneyinden sonra işçi sı
nıfının mücadele içindeki öneminin arttığını söyleyen D. Yol, 12 Eylül sonrası bir adım daha atarak işçi hareketinin "toplumsal m uhalefetin ekseni" olacağını ileri sürüyor. Böyle bir tesbit D.Yol açısından önemlidir. Onun ideolojik gıdası M.Çayan'ın "Kesintisiz Devrim deki tezlerine dayanır; o tezlerde ise Türkiye'de işçi sınıfının "fiili önderliğ in in değil, ancak "ideolojik ön derliğin in mümkün olduğu tesbiti yapılmıştır. "Köylü ordusuyla kırlardan şehirler kuşatılacaktır". Son yirmi yılda Türkiye'deki sınıflar yapısı değişmediğine göre bazı siyasetlerin Türkiye'yi kavrayışı değişmektedir. Yani inkar edilemez "inatçı gerçeklikler" düşünceleri eğitmektedir.
Küçükburjuva devrimciliğinin son yirmi yılda çizdiği eğrinin genel değerlendirmesi, özünde onun işçi sınıfına karşı tutumundaki değişimin bir değerlendirmesidir. Sınıfa karşı tutum alışta elbetteki iki önemli basamak 12 Mart ve 12 Eylül, önemli rol oynamıştır. Her dönem kendi özgül koşullarıyla küçükburjuva radikalizmini işçi sınıfına doğru itmiştir. Sınıfsal güçler açısından sorun hiç şüpehesiz ki, küçükburjuva devrimciliğinin proletarya sosyalizmine evrimleşmesi değildir. Böyle bir evrimleşme sınıf ya da tabakaların bütünü açısından ele alındığında mümkün değildir, ö te yandan, tek tek kişile
Hareket ve İşçi
rin kendi eski sınıf kökenini terkedip proletarya sosyalizmine varmaları da konumuz değildir. Bu mümkündür ve esasen böyle bir akım bütün devrimci mücadele sürecinde-iniş çıkışlarla da olsa-sürekli olarak varolacaktır. Burada sorun, küçükburjuva devrimciliğinin, yaşanan deneyler ışığında işçi sınıfına yaklaşımındaki değişme ve gelişimdir.
İŞÇİ SINIFINA YÖNELİŞLERVE GENEL ANLAMI
Demokratik devrim görevlerinin tamamlanmadığı bir ülkede proletarya hareketi ile burjuva, küçükburjuva kaynaklı demokrat hareket bütünüyle birbirinden ayrışamaz. Onların içi- çe yaşayabileceği bir alan daima olacaktır. ö te yandan, mücadelenin ikili karakteri, sosyalist ve devrimci- demokrat güçleri sürekli birbirinden ayrıştırmaktadır. Sürecin bu diyalektiği, küçükburjuva devrimciliğinin işçi sınıfından etkilenmesinin yanında, onun sınıfı kendi devrimci-demokrat siyasi talepleri doğrultusunda etkilemesi sonucunu da doğurur.
19 6 0 sonrasının mücadele deneyi, küçükburjuva radikalizminin genellikle yenilgi yıllarında sınıfa yönelme eğilimi gösterdiğini ortaya koymuştur. 12 Mart çıkışında olduğu gibi, 12 Eylülde de bir kere daha Lenin'in "Ne Yapmalı?" kitabı gündeme gelmiş, sınıf içinde örgütlenme sorunlan, parolaları ve biçimleri en fazla tartışılan konular arasına girmiştir. THKP-C ve THKO kökenli bazı siyasetler iki faşizm döneminde de böyle bir süreç yaşamıştır.
Kurtuluş, TKEP, TDY, HK, Dev. Partizan böyle bir evrimleşmeden geçmiştir. Her biri farklı özellikler ta- şısa da, ortak olan yön işçi sınıfına geçmişe oranla daha fazla yönelme- lerindedir. Kurtuluş, HK ve bir ölçüde TKEP bu sürece 12 Mart sonrası; TDY, Dev. Partizan ve en son D. Yol ise benzer bir sürece 12 Eylül sonrası girmişlerdir.
Küçükburjuva radikalizminin işçi sınıfı gerçekliğini yalnızca teoride değil, pratik mücadele içinde de belli ölçülerde kavraması hiç şüphesiz ki, başlı başına bir olumluluktur. Ancak bu sürecin yalnızca olumlu değil, aynı zamanda olumsuz bir yanı da vardır.
12 Mart sonrası yaşananları göz önünde tutarak bir belirleme yapmak gerekirse, işçi sınıfına yönelen küçükburjuva devrimci eğilimlerin, genellikle radikalliklerini yitirdikleri, sağ bir karakter kazandıkları söylenmelidir. Bu karekter değişikliğinin başlıca iki nedeni vardır. İlki, küçük- buıjuva devrimciliğinin kendi özelliğinden gelir. Genellikle yenilgi sonrası, erken devrim umutları kırılmış bir şekilde sınıfa yönelen küçükbur- juvazi, bu adımı atarken aslında devrimci bir ruh hali taşımamaktadır. Sınıfa yöneliş, hayal kınklıklannın, teorik yeni arayışların, siyasi bulanıklığın koyu izlerini taşımaktadır. Böyle bir zeminden sınıfa yöneliş, hiç şüphesiz ki işçi sınıfına gerçek bir devrimci enerji taşımaz. İkincisi, işçi sınıfı içindeki egemen eğilimlerin küçükburjuva devrimciliğini etkilemesidir. Sınıf içinde sendikalizm; siyasi olarak da sosyal-demokrat ve burju
13
va sosyalist eğilimler hala güçlüdür. Kendisi, bir yenilgi sonrası eski düşüncelerine yeterince güvenemez bir konumda olan küçükburjuva devrimciliği, bu aşın zaaflı yapısıyla sınıfa yönelince, sınıfın bilincini yükseltm ek yerine, onun geri eğilimlerine tabi olm a durumuna düşen bir siyasi eğilim, aslında sınıf açısından devrimci bir kazanç değildir.
12 Mart sonrası sınıfa yönelişler, küçükburjuva devrimciliğinin sağ bir karakter kazanması sonucunu doğurdu. 12 Eylül sonrası yaşananlar. 12 Mart sonrasının elbette ki tam bir kopyası olamazdı, olmadı.
Devrimci hareket ve işçi sınıfı arasındaki ilişki konusunda 12 Eylül sonrası en tipik eleştiri Yeni öncü tarafından dile getirilmiştir.
‘Türkiye'de sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesi zorunluluğunun dile getirilmesi üzerinden uzun yıllar geçti, en azından bir 15 yıl geçti. Ancak bunu 'dile getirmek' başka birşey, 'teorik olarak açıklamak' ise başka birşey, Yani teorik olarak bu sorunun üzerinde yeterince durulduğunu, gerekli incelemelerin araştır- malann yapıldığını ve sağlıklı tartış- malann yürütüldüğünü söylemek mümkün değildir, işçi hareketi ile sosyalizmin ayrı biçimde varolduğu ve ayrı yollarda yürüdüğü dönem Türkiye'de hala sürüyor." (Yeni ö n cü, S: 15)
Burada iki önemli tesbit yapılmaktadır. Birincisi, sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesi sorunu üzerinde "teorik olarak yeterince" durulma- dıği; İkincisi, "en azından 15 yıl" geçm esin e rağmen hala sosyalist hareket ile işçi hareketinin ayrı yollarda yürüdüğü, iddia ediliyor.
Sorunun teorik yanının yeterince ele alınmadığını söylemek gerçekliği yansıtmaz, fakat l 2 Eylülün yarattığı "hafıza kaybına" çok tipik bir örnek olabilir. 19 6 0 öncesini bir yana bırakırsak, bu sorunun teorik o la rak en yoğun tartışıldığı dönem 1965-71 arasıdır. Daha sonraki yıllarda da çeşitli nedenlerle aynı sorun üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Yeni öncü "sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesi zorunluluğunun., teorik olarak" açıklanmasından ne anlıyor? Eğer bu konu üstüne genel Marksist görüşlerin bıktıncı bir tekra- n anlaşılmıyorsa, o zaman geriye, Türkiye sınıflar yapısının doğru bir tesbiti ve tarihsel olarak da "narod-
nik" eğilimlerden kopuşmak, "sosyalizmle işçi hareketinin birleşmesinin teorik açıklaması" olur.
Oysa Yeni öncü , bu konuda yeterince inceleme, araştırma yapılmadığı kanısındadır. Genel olarak devrimci hareketi dikkate alırsak, sözü edilen konu hakkında ciltler tutabilecek emek ürünü birikmiştir. Elbette ki doğrusu ve yanlışıyla birlikte... Bu konudaki "hafıza kayb ı'Vırn bir anlamı olmalıdır. Bugüne kadar yapılan "teorik tesbitler" Yeni Öncüyü tatmin etmiyor olmalı... O zaman "yeni" arayışlar kaçınılmazdır. Ancak konu sosyalizm ve işçi hareketinin birleşmesi olunca, bunca teorik ve pratik çabaya rağmen ortada bir tatminsizlik varsa, böyle bir tepki kişiyi ya da bir siyasi eğilimi Marksizm dışı teorik zeminlerde bir arayışa götürür.
özel olarak Yeni öncü açısından durum nedir? "Kesintisiz Devrim "in inkarından sonra yerine somut Türkiye gerçekliklerini kucaklayan bir teorik çözümleme koymak yerine, yıllarca genel Marksist görüşlerin tekrarıyla yetinildi. O nedenle, Yeni öncunin sözü edilen konu hakkın- daki teorik incelemeleri yetersiz bulması, aslında kendi teorik kısırlığının itirafından başka birşey değildir. Ve "en azından 15 yıldır" bu kısırlık aşılamadıysa, artık bu konuda Yeni öncü açısından Marksizm zemininde kalarak bir teorik çerçeve üretmenin imkansız olduğu ortaya çıkar.
İkinci olarak, Yeni öncü "hala sosyalist hareket ile işçi hareketinin ayn yollarda yürüdüğünü" iddia ediyor. Sınıfa yönelmek için "yeterli bir teorik araştırma" yapılmadığı ileri sürülürse. çok doğal olarak iki hareketin "hâlâ" ayrı yürüdüğü d e iddia edilecektir. Gerçeklik böyle değildir.
1 9 6 0 sonrası gelişmeleri dikkate aldığımızda, genel olarak sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi 19 7 0 lerde gerçekleşmiştir. Daha genel olarak söylersek, 12 Mart 1 9 7 1 e kadar olan dönemde ağırlıklı yön, sosyalist siyasetlerin teorik, taktik şekillenmesidir. Bu anlamda birleşme, bu dönem süresince belli ölçülerde kendiliğindengerçekleşmiştir denebilir. 12 Mart sonrası yıllarda ise ideolojik ve prog- ramatik olarak önemli ölçüde şekillenen siyasetlerin işçi hareketiyle birleşmesi daha bilinçli bir karakter kazanmıştır. 19741er sonrası her
hangi bir "sosyalist" siyasetin etkisini yada doğrudan öncülüğünü taşımayan grev yada işçi gösterisi yok denecek kadar azdır. Eğer bu noktada Yeni öncü, "İşçi içinde bugüne kadar daha çok TKP gibi siyasetler etkindi, bunu sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi olarak kabul etmiyoruz" derse, böyle bir belirleme gerçekliğin sübjektif kuruntularla inkarı olur. Hareketlerin teorik şekillenmesi, onların aynı zamanda sınıfa karşı tutumunu da belirler. Rus Sos- yal-Demokratlan, Narodnilderle ko- puşup sınıfa yöneldikleri momentte "ekonomizm" bir akım olarak şekillenmiştir. Daha sonraki süreçte ise, ekonomizm, Menşevizm biçiminde varlık bulmuştur. Türkiye sosyalistleri de, ülkedeki sınıflar yapısını kavrayışlarına ve mücadelede işçi sınıfına tanıdıkları misyon ölçüsünde sınıfla bağ kurdular.
Bu konuda Yeni öncü, aynca, sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi ve sınıfa bir ya da birkaç siyasetin öncülük etm esi sorununu karıştınyor. Sosycilist hareketle işçi hareketinin birleşmesi, bütün sınıfın sosyalizme eğilim duyması demek değildir. Birisi genel olarak sosyalist hareketin teorik şekillenme döneminin kapanmasını; diğeri ise hergün- kü pratik mücadele içinde eğilimlerin döğüşünün sonuçlanmasını çınlatır. Hiç şüphesiz ki, özellikle küçükburjuva devrimciliği içinden kritik momentlerde işçi sınıfını yeni yeni keşfedenler çıkacaktır. Bunlar kapanmış bir tarihsel sürecin bir bakıma kalıntıları gibidir. Kalıntılar eski dönemi geriye getirmez, ama kendileri yeni dönemin baskısıyla erirler. O nedenle bugün, henüz sınıfla bir- leşilemediğinin söylenmesi, siyasi eğilimlerin teorik-taktik şekillenmesinin henüz tamamlanmadığının söyle nmesiyle aynı şeydir. Oysa bu dönem esas olarak 12 Mart sürecinde tamamlanmıştır. Ancak, henüz sınıfa devrimci anlamda bir yada bir kaç siyasetin öncülük edemediği söylenirse, bu bir gerçekliktir. Fakat bu, özel olarak sınıf içinde, genel olarak ülke çapında yoğun mücadele süreciyle varılabilecek bir aşamadır.
Yeni öncü nün bu konudaki en önemli yanılgısı soruna yenilgi yıllan- nın içinden bakmasından kaynaklanıyor. 1 9 8 7 ’lerde hemen hiçbir siyaset sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşemediğini iddia et-
14
I^ u gü n , faşizme karşı "gerçek demokrasi" mücadelesinin ancak "işçi sınıfına şiarıyla" birlikte gerçekleşebileceğinin söylenmesi, aslında önceki mücadele yollarının tıkandığının ue iflas ettiğinin itirafıdır.
memiştir. Faşist darbenin devrimci öncülerle yığın arasındaki bağları büyük ölçülerde koparmasından sonra, bunu "sosyalist hareketle işçi hareketinin hâlâ ayrı ayrı yürümesi" biçiminde yorumlamak, farklı karakterli süreçleri birbirine karıştırmak olur. Sosyal gelişimin normal bir sonucu olarak yaşanan sınıflar kopuşm ası siyasetlerin şekillenmesi için objektif bir ortam yaratır. Düne kadar birbirinin içinde görünen sosyal çıkarlar aynşmaya başlar ve kendi yordamla- nnda davranışa geçerler. Bu tarihcil dönem bizde en hızlı biçimde 12 Marta kadar akan süreçte yaşanmıştır. Daha sonraki süreçte ise esas yön, kopuşan sınıf ve tabakalann mücadelesidir. 12 Eylül, bu süreçte; işçi sınıfı ve halk için bir yenilgi momenti oldu. Taktik olarak bir geri çekilme yaşandı. Ve sınıflar savaşının bu yeni koşulları hiç şüphesiz ki siyasetleri etkiledi, çeşitli yönlerde ev- rimleştirdi.
Böyle yenilgi yıllan ne kadar derin olursa olsun sınıflar kopuşması gerçekliğini geriye döndüremez, yok edemez. 12 Eylül bunu çok denedi. Toplumu sırf göstermelik iki parti ile sözde 'bölünmüşlükten" kurtaracaktı. Oysa yaşanan on yıl sınıflar saflaşmasının boyutlannı çok daha fazla yaygınlaştırdı. Fakat böyle yenilgi yıllan sınıf ve tabakalar arasındaki güçler dengesini değiştirebilir, eski kuruluş dengeleri bozabilir. Yaşanan da budur.
Bu iki ayn olgu birbiriyle karıştırılır ve 12 Eylül yenilgisine neden olarak "sosyalist hareketle sınıf hareketinin birleşememesi" gösterilirse böyle yapılarak yenilgiyi getiren som ut taktik hatalar örtülmüş olur.
ö te yandan, yenilgi dönemi bir siyaseti taktik ve belli ölçüde progra- matik sorunlardan öteye kendi teorik tem ellerine götürüyorsa, böyle köklü bir geriye kayış, o siyasi yapının teorik çüzümlemelerinin son derece zaaflı ve gerçeklerden uzak olduğunu gösterir. "En azından 15 yıl sonra" hâlâ sınıfa yönelik "yeterli bir teorik araştırma ve incelemeden" yoksun olmak artık gelecek on yıllar boyunca da sınıfla birleşilemeyeceği- nin dolaylı itirafından başka bir anlam taşıyamaz. Sınıflar mücadelesinin canlı pratiğinin dışına düşen, herhangi bir sınıf ya da tabakanın somut siyasi çıkarlanndan kopuşan, deklase olan unsurlar, her türlü teo
rik mirastan tatminsizlik duyarlar.Yeni Öncü, sınıfla kendi konumu
nu irdelerken aslında böyle bir itirafta bulunmuş oluyor.
***Yenilgi yıllarının teorik ve pratik
çöküntüsü içinden sınıfa yönelişlerin taşıdığı zaaflara belki de en uç örnek Yeni üncüdür. Bu tesbitlerden sonra, "işçi sınıfına" çağrısıyla D. Yol bu süreci nasıl görüyor, irdelemeye çalışalım.
"Yeri gelmişken, bir saptama yapmak istiyorum. Türkiye solunda yenilgi dönemleri' sonrasında görülen, artık kanıksanmış bir özeleştiri biçimi vardır. Bazı siyasi akımlar, genellikle solun ve kendilerinin yenilgisini 'işçi sınıfı içinde örgütlenememiş olmalarına, sosyalistlerin işçi sınıfı ile bağ kuramamış olmalanna' bağlarlar. Bu arkadaşların,... işçi sınıfı ile bağ kurmak için onlara götürecek doğru bir siyasete sahip olmak gerektiğini ... anlamadıkları görülüyor." (işçilerin Sesi, S: 14, M. Pek- demir)
"Doğru bir siyaset" gerekliliği can alıcı bir tesbit. Sınıfa yönelme çabasına giren siyasetlerin çoğunun belki de en büyük zaafı böyle bir programdan yoksun olmaları, genel tekrarlarla yetinmeleriydi. Ancak D. Yol açısından durum daha parlak değildir. "İşyeri komite ve konseyleri" parolası sınıfa yönelmek için yeterli bir siyaset değil, yalnızca gelgeç, döneme denk düşen taktik bir parola olabilir. Bundan öteye D.Yolun siyasi tesbitleri, ideolojik kaynakları bu yeni yönelişinde yeterli olmak bir yana, pratikçe yalanlanmış, zaaflı bir öze sahiptir. Mesele sınıfa yönelirken "doğru bir siyasete sahip olmak" gerektiğini tekrarlamak değil, bunu bir an önce ortaya koyabilmektir.
Sınıfa yönelişte M. Pekdemir'in ikinci uyarısına gelelim.
"Dün sınıf mücadelesinden kaçmanın, hayatın diğer alanlarındaki mücadelelerde yer almamanın mazereti
olarak işçi sınıfına gidelim' klişesini kullanarak sendikal platformlarda köşe kapmacalara yönelen revizyo- nist-reformist çalışma tarzı ile bizim bugün doğrudan sınıfın çağnşına cevap verme olarak beliren devrimci çalışma tarzımızın birbiriyle yakın uzak ilgisi yoktur." (ay)
Burjuva sosyalizmine yöneltilen bu eleştirinin şüphesiz haklı yanlan vardır. Ancak THKP-C kökenli siyasetler ideolojik kaynaklannın doğal bir sonucu olarak, sınıfa gitmeyi genellikle "sendikal platformlarda köşe kapmaca' yla özdeşleştirmişlerdir.
"Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı-rafa kaldırıldığı-bütün geri bıraktmlmış ülkelerde bu tip klasik 'kitle çalışması'... düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecek., giderek de iyice sağa kayacak tır. (M. Çayan, Bütün Yazılar, s. 340) Bu mantık Cephe kökenli siyasetlerin yığın çalışmasına her zaman yansımıştır. "İşçi sınıfına gitmeyi" "mücadeleden kaçaklık" olarak görmek, TKP benzeri siyasetlerin bayağı reformizmine sınıfı terketm ek gibi bir sonuç doğurmuştur. Bu da bir mücadele kaçaklığıdır. Ve bunun bedeli 12 Eylülde fazlasıyla ödenmiştir.
Şimdi, sınıfa yönelirken, bu yönelişin "revizyonist-reformist çalışma tarzı" ile bir ilgisi olmadığı özellikle vurgulanıyor. Dün "sınıfa yönelme" sözünde "reformizm" bulan bir anlayışın bugün böyle bir vurgulama yapması doğaldır. Ancak değişen nedir? D. Yolu sınıfa yönelten gelişmeler nelerdir? Yukardaki sözler dikkatle incelenirse, D. Yol yine kendisi sınıfa gitmemekte, tersine "doğrudan sınıfın çağrısına cevap ver- mek"tedir. Öyleyse işçi sınıfına yönelişin altında bu çağrı yatmaktadır. O zaman, sınıfın çağrısının ne anlama geldiğini irdeleyelim.
İŞÇİ SINIFINDAN "ÇAĞRI"
"İşçi sınıfına! Çünkü bugün toplumsal muhalefetin önünde yürüyen
15
işçilerle birleşik devrimci muhalefet hareketi yenilmez kılınabilir. İşçi sınıfına! Çünkü bugün 12 Eylülle birlikte işçilerin içine itildikleri açlık, sefalet ve tüm haklannın gaspedilmiş olduğu konum, onlann eyleminin her zamankinden daha fazla ve sürekli bir hak mücadelesi olarak gelişeceğini göstermektedir. İşçi sınıfına! Çünkü bugün konjoktürel olanın içinden 'tarihsel' olan fışkırmaya başlamaktadır...
"Bugün işçi hareketinin kazanmakta olduğu nitelik böyle bir çabayı zorunlu kılmakta, 'İşçi sınıfına' çağrısını, sınıfın kendisi yapmaktadır." (ay)
M. Pekdemir'in bu değerlendirmesi özellikle 1989'un ilk yansında patlak veren yaygın işçi eylemlerine dayanmaktadır. Artık "konjoktürel olanın içinden tarihsel olan fışkırmaya" başlamıştır ve "işçi sınıfına" çağ- nsını bizzat sınıfın kendisi yapmaktadır.
Kaba görüntü, herşey yerli yerinde görünüyor. Fakat bu değerlendirme bizleri ister istemez 19 6 0 sonrası mücadele tarihimize geri dönmeyi ve bu güne kadar sınıf tarafından yapılmış başka çağrılann olup olmadığını sorgulamaya itiyor.
Her siyasi eğilim, olaylan kendi bulunduğu konumdan görecektir, bu nedenle dün görülemeyenlerin bugün görülmesi doğaldır, ö te yandan bizzat bu olay, Türkiye'de sınıflar mücadelesi sürecinde nasıl güç kaymaları yaşandığının en güzel kanıtıdır. D. Yol sınıfın bugüne kadar yaptığı çağnlardan ancak 19 8 9 başmdakini algılıyorsa, bu, öncekilerin gerçekliğini ortadan kaldırmaz, fakat D. Yolun sınıfa göre konumundaki değişimini açıklar.
İşçi sınıfının 1 9 6 0 sonrası mücadelede yaptığı çağrılan gözden geçirerek en son 1989'daki çağnmn anlamını açıklamaya çalışalım.
İlk önemli çağrı, hiç şüphesiz ki 15 -16 Haziran olaylandır. İşçi sınıfı o zaman sendikal haklarının kısıtlanma girişimine tepki göstererek, kanun tasarısının meclisten geçmesini engellemiş, fakat 12 Mart faşizminin gelişini durduramamıştı. Söylemeye bile gerek yok ki, 15 -16 Haziran olaylannı yalnızca sendikal hakların kısıtlanmasına karşı bir tepki olarak algılamak siyasette aşın dar kafalılık olurdu. 15-16 Haziranın gerçek anlamı, o günkü sınıflar mücadalesinin genel seviyesi, teorik-siyasi sorunları
bütünüyle göz önüne getirilince ortaya konabilirdi.
Böyle yaklaşıldığında, 15-16 Haziran olayları dar sendikal boyutlann- dan çok öteye bir anlama sahipti; işçi sınıfının devrimci harekete yaptığı, deyim yerindeyse, stratejik bir çağnydı; sınıf öncülüğünün objektif koşullarının varlığının açık ilanıydı.
O günler, işçi sınıfının varlığı ve "fiili öncülüğü" için koşullann varolup olmadığının en yoğun biçimde tartışıldığı günlerdir. Devrimci hareket strateji hazırlıyordu ve strateji içinde sınıfların konumu en önemli sorundu. Böyle bir dönemde 15-16 Haziran olayları bu teorik tartışmalara pratik bir cevap, devrimcilere stratejik öncülük konusunda yapılmış açık bir çağrıydı. O gün devrimcilerin büyük bir çoğunluğu bu çağn- yı böyle bir özle algılayamadı.
İkinci önemli çağrı, 1 9 77 , 1 Mayıs olaylarıyla yapılmıştır. Daha doğrusu 12 Mart çıkışı yeniden yükselen işçi gösterilerinin 19 7 7 Mayısında vardığı nokta, özel bir anlam taşır. 15-16 Haziran olayları, sınıfın varlığı ve önçülüğünün objektif koşullarının ilanı olduysa; 1977 Mayısıyla dönüş noktasına varan işçi olaylan- nın anlamı ise, sınıfın pratikte öncülüğe yetenekli olduğunun ve buna hazırlandığının kanıtları oldu. Fakat aynı 1 Mayıs olayları henüz sınıfın hazırlıklarının ne ölçüde zaaflı ve eksik olduğunu da gösterdi. Mayıs 77 , mücadelenin pratik öncülüğüne soyunan işçi sınıfına finans-kapital tarafından yapılmış kanlı bir uyanydı.
1977 Mayıs çağrısı bir anlamda 15-16 Haziranda yapılan çağrının pratikte bir kanıtlanması oldu. 15 16 Haziranda bütün gövdesiyle sınıf mücadelesi sahnesine çıkan işçi sınıfı, varlığı ve öncülüğü konusundaki teorik tartışmalara cevap verirken; Mayıs 1977 olaylarıyla da akan mücadelede pratik öncülüğü üstlenmeye hazır ve aday olduğunu gösterdi.
Üçüncü önemi; çağrı, Tariş direnişiyle yapılmıştır. İlk iki çağrı sınıf öncülüğünün teorik ve pratik imkanlan bakımından stratejik bir anlam taşıyorsa, Tariş direnişi daha çok taktik bir anlam taşımıştır. 12 Mart sonrası mücadelenin kritik bir momentinde, faşizme karşı direnişi en azından önemli büyük iş yerlerine, kitlesel ve en radikal biçimleri kullanarak yayma çağrısı olan Tariş direnişi, 12
Eylül öncesinin işçi sınıfınca yapılmış en son ve en önemli taktik çağ- nsıydı.
M. Pekdemir, 19 8 9 işçi olaylann- dan hareketle sınıfın çağrı yaptığını ve "konjonktürel olanın içinden 'tarihsel' olan'ın fışkırmaya başladığını ileri sürerek, işçi sınıfının öncülüğü konusunda, olaylann'en az 15 yıl” gerisinde kalıyor.
Son olarak, Pekdemir'in bambaşka misyonlar yüklediği 1989 işçi olaylannın değerlendirmesine gelelim.
1 9 8 9 işçi olayları, 19 6 9 sonrası mücadelesinde "tarihsel" öncülük anlamında kesinlikle bir milat değildir. Böyle bir anlam taşımaz.
12 Eylül sonrası ilk önemli işçi eylemleri 1987 yılında gerçekleşen Netaş, Pirelli, Kazlıçeşme vb. grevleridir. Eylül öncesi sınıf mücadelesinin deneyli ileri işçileri, karanlık durgunluğa sınıf hareketi açısından ilk önemli darbeyi vuranlar oldu. 19 8 9 başındaki yaygın işçi eylemleri, 1987 grevlerinin açtığı yoldan yürüdü.1 9 8 9 işçi eylemleri, 12 Eylülün bütün "yok etme" çabalarına rağmen sınıf mücadelesi çılanının ne ölçüde yaygınlaştığını gösterdi. 12 Eylül kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesi alanını genişletmiş, işçi sınıfının en geri kesimlerin de mücadele içine çekmiştir.
Fakat aynı eylemler, 12 Eylülün örgütlenmelerde açtığı büyük yarayı, sınıfın öncülerinden nasıl kopanldı- ğını da göstermiştir. Eylemler, sınıf içinde 12 Eylül nedeniyle kaybedilen mevzilerin yeniden kazanılmasına ve eksi mevzilerden çok daha öteye hızla örgütlenmeye açık bir çağndır.
M. Pekdemir, 19 8 9 işçi eylemlerini "sınıfın bir çağrısı" olarak kabul ederken, neden 15-16 Hazirandan Tariş direnişine uzanan çağnları dikkate almıyor? Gazetedeki söyleşinin tümünden temel bir neden çıkıyor:
"Devrimci bir hareketin kitleselleşebilmesi ve sınıflar mücadelesine önderlik edebilmesi, her şeyden önce, bu mücadelenin nabzının attığı alanı iyi kavramasıyla olanaklıdır" (ay.) Doğru. Ancak "mücadelenin nabzının attığı alan 'dan kasıt nedir? Somut bir mücadele momentinde döğüşün biriktiği bir alan mı, yoksa verili bir mücadele sürecinde yakalanacak ana halka mı? Pekdemir şöyle devam ediyor:
"Geçmişte, antiemperyalizmin, ya
16
kın geçmişte anti-faşist mücadelenin böyle bir temel mücadele mihveri olarak kavranması, devrimci harekete sözcüğün gerçek anlamıyla bir 'meşruiyet' sağlamıştı." (a.y.)
Demek ki, 12 Marta kadar yaşanan dönemde "antiemperyalizm" mücadelenin nabzının attığı alan iken, 12 Mart sonrası "anti -faşist" mücadele öne çıkmıştır. Ancak Pek- demir, siyasi hedeflerin- antiemperyalizm, sonra anti faşizm- nasıl ve neden değiştiğini açıklamıyor. 12 Eylül sonrası nabız nerede atmaktadır?
"Bugün kavranması gereken temel mücadele halkasının... gerçek bir demokrasi mücadelesi anlayışı üzerinde yattığını görmek gerekir." (a.y.)
özetlersek, 1960'lardan bu yana mücadelenin nabzı önce antiemperyalizm, sonra antifaşizm alanlarında atmış, günümüzde ise "gerçek demokrasi" alanında atmaktadır.
Kaçınılmaz olarak bir soru akla geliyor. Bütün bu mücadele alanların- da-antiemperyalizm, antifaşizm, demokrasi, işçi sınıfının yeri ve rolü nedir? Sınıfın 12 eylül öncesi mücadeledeki yeriyle ilgili açık birşey söylemeyen M. Pekdemir günümüz için şu tesbiti yapar:
"Bugün hayatın her çılanında kitlelerin mücadelesini faşizme karşı demokrasi için yükseltme şian, 'işçi sınıfına' şiarı ile birlikte gerçekleşebilir bir nitelik kazanmıştır." (a.y.)
Bizzat bu açıklama yeni bir soruyu kaçınılmaz kılıyor. "Bugün faşizme karşı demokrasi şian" "işçi sırTıfma şian ile birlikte gerçekleşebilir bir nitelik" kazanmışsa, neden dün emperyalizme yada faşizme karşı mücadele şiarlarına "işçi sınıfına" şia- n eşlik etmemiştir? Emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin gerçekleşebilmesi, işçi sınıfı bu savaşa çekil- meksizin mümkün müydü? Eğer "Kesintisiz Devrim"in tezlerinden kalkılarak bu sorulara cevap aranırsa, "evet" demek kaçınılmazdır. "Köylü ordusuyla şehirler kuşatılaca- ğı" için, işçi sınıfının pratik mücadelede bir rolü yoktu. Ancak böyle bir antiemperyalist mücadelenin nasıl sonuçlandığı biliniyor.
Sonra, faşizme karşı mücadele dönemi gelmiştir. Daha doğrusu, sivil faşistlere karşı mücadele olarak kavranmış olsaydı, bu mücadeleye de zorunlu olarak 'işçi sınıfına' şiannm eşlik etmesi gerektiği hemen anlaşı
labilirdi.Bugün, faşizme karşı "gerçek de
mokrasi" mücadelesinin ancak "işçi sıriıfma şiarıyla" birlikte gerçekleşebileceğinin söylenmesi, aslında önceki m ücadele yollarının tıkandığının ve iflas ettiğinin itirafıdır. Küçükburjuva devrimciliği dolaylı bir biçimde kendi mücadele tarzının tükendiğini, bundan sonra savaşın ancak işçi sınıfıyla birlikte kazanılabileceğini kabul etmiş görünüyor.
SONUÇ
D. 'Ad’un sınıfa yönelmesi son derece pragmatik nedenlere dayanıyor. Zaten başka türlü olamazdı.
Yenilgiyi "sınıfla birleşilememesi- ne" bağlayanları eleştiren M. Pekdemir, kendisi bugünün sorunlarına aynı mantıkla yaklaşmadan edemiyor. "İşçi sınıfına" şiarını atmak için 1989'daki işçi eylemlerini gerekçe göstermek, sınıfa yönelişte D. Yol kitlesine pragmatik bir dürtü olabilir, fakat bugüne kadar işçi sınıfının daha güçlü çağrılanna neden kayıtsız kalındığını açıklamaz. Şimdi "gerçek demokrasi mücadelesini" işçi sınıfı ile birleştirmek zorunda kalan D. Yol, önceki yenilgilerde sınıftan kopukluğun doğurduğu zaafı böylece dolaylı da olsa kabul etmiş oluyor.
Sonuç olarak, 12 Eylül küçükburjuva devrimciliğinin dayanıksızlığını, 12 Martla kıyaslanmayacak ölçüde gözler önüne serdi. Eski teorik bakışların, pratik mücadele biçimlerinin yeniden üretilmesi imkansız hale geldi. Böyle koşullarda, artık sınıfın "çağrısını" duymamak olmazdı.
D. Yol sınıfa yönelirken ne durumdadır? Yenilginin yarattığı teorik bulanıklık hâlâ siyasete egemendir. İçinden "sivil toplumcu-dönüşümcü" bir eğilim üreten D. Yol, bunların teorik tezlerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. Dolayısıyla sınıfa yönelirken teorik ve siyasi olarak aşın ölçüde zaaflı durumdadır. Geçmişte Sovyetleri ya da Çin'i "tutmamış" olmak, şimdi de "işçi konseyleri" parolasını atmak sınıfa devrimci bir şekilde "yol" göstermek için yeterli değildir. Bu noktada sınıfın çağrısına uymak yetmez, sınıfı bilinç ve davranışça demokratik devrim taleplerine yükseltebilm ek gereklidir.
1960'lardan bugüne küçükburjuva devrimciliği özellikle yenilgi yıllann- da geniş eğriler çizerek sınıfa yaklaş
makta ya da yönelmeyi denemektedir. Bu yönelişler eski küçükburjuva devrim hayallerinin yıkılışının ardından gerçekleştiği ya da böyle bir hayal kırıklığının derin izlerini taşıdığı için, genellikle sınıftaki kendiliğinden eğilimlere tabi olma sonucunu doğurmaktadır. Fakat öte yandan, sınıf içinde bugüne kadar etkin olan sosyal demokrat ve burjuva sosyalist eğilimlerle mücadele açısından ve sınıf içindeki mücadelenin yeni canlı özellikler kazanması yönünden küçükburjuva devrimciliğinin sınıfa yönelmesi belli ölçülerde olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Yazımızı sonuçlandınrken, sınıfa bu yönelişlerin ittifaklar açısından anlamıyla ilgili bazı tesbitler yapmalıyız. Demokratik devrim süresinde proletarya ve köylülüğün ittifakı ya da daha genel söylersek proletarya ve şehir-kır küçükburjuvazisinin ittifakı hayati önem taşır. Ancak bu ittifakın somut biçimleriyle ilgili bugüne kadar kİ mücadelede çok fazla deneye sahip değiliz.
Küçükburjuva devrimciliğinin "işçi sınıfına" şian, onun proletarya sosyalizmine doğru evrimleşmesi yani karakter değiştirmesi anlamına gelmez; işçi sınıfı olmaksızın kendi taleplerinin gerçekleşemeyeceğini belli ölçülerde kavraması anlamına gelir. Dolayısıyla sınıfla ittifakın gerçekleşmesi yolunda olumlu sonuçlar doğurabilir. Doğal olarak, işçi sınıfı içine giren küçükburjuva devrimciliği sınıftan kaçınılmaz bir şekilde etkilenecektir, ancak onun kendi siyasi çıkan, işçi sınıfını küçükburjuvazinin taleplerine tabi kılma yönünde olacaktır. Sınıf içinde bu temelde yoğunlaşacak mücadele, etrafını çeviren küçükburjuva denizinin etkilerinden işçi sınıfını koparma hedefini gözetirken, aynı zamanda küçükburjuva tabakalarla yeni somut ittifak imkanları yaratacaktır.
12 Mart ve 12 Eylül deneyleri, 1960lardan önce çıkan ve (ulusal kurtuluş (antiemperyalizm) parolasını yükselten küçükburjuva devrimciliğinin işçi sınıfını yeterince hesaba katmayan stratejik yönelişine önemli darbeler vurdu ve onu sınıfla ittifaka zorladı. Böyle bir gelişme sınıflar mücadelesinde yeni dönemin başlangıcına işaret etmektedir. Artık demokratik devrimdeki sınıflar ittifakının pratik yaşamda gerçekleşme imkanları düne oranla daha fazladır.■
17
Finans Kapitalin Yapısı..»
Mehmet ÇAĞLAYAN
E mperyalizm çağına geçiş ile birlikte "Finans-kapital" egemenliğinin ortaya çıkışı, ser
mayenin yeni bir egemenlik biçimini ifade eden "finans-oligarşisi 'nin emperyalist ve yarı-sömürge ülkelerdeki oluşum farklan, yarı-sömürge pi- nans-kapitallerinin uluslararası fi- nans-kapitale (mali-sermaye) bağımlılığı, finans-kapital egemenliğinin genişleyen yeniden üretimin (yoğunlaşma ve merkezileşme) zorunlu bir mantıksal sonucu oluşu ve sınıf mücadelesi açısından işlevinin ne olduğu teorik olarak geçen bölümde ele alındı. Bu bölümde konu, Türkiye özelinde ve finans-kapital egemenliğinin somut görünüş biçimlerinin analizi çerçevesinde incelenecektir.
SanayideA) Tekelleşm enin Boyutları:Bu alt aynmda amacımız tekel
leşmenin hangi sektörlerde ne oranda gerçekleştiğini ortaya koymaktır. Sayısal değerlerin ve oranların sağlıklı olarak ele alınabilmesi için bu değerlerin hangi anlama geldiğini ifade edecek kriterlere (ölçütlere) gereksinim vardır, o halde bir sektörde tekel hakimiyetinin olup olmadığını gösteren ölçüt nedir? Bir firmanın sektör içindeki konumunu ortaya seren birkaç ölçüt bulunabilir: Üretim kapasitesi, istihdam düzeyi (çalıştırdığı işçi sayısı), pazar payı vb. Bunlar arasında en çok kullanılan kriter pazar payıdır. Yani bir sektörde tekelleşme olup olmadığından söz etmek için sektördeki toplam satışlar içinde firmaların paylarına bakmak gerekli. Bir firmanın sektör içindeki pazar payı % 2 5 ’i, dört fir
manın % 50'yi, sekiz firmanın % 70'i geçmesi durumunda o sektörde "tekelleşme" söz konusudur.
Her söktörün kendi alt sektörlerine ayrıldığına dikkat edilirse toplam 115 sektör gibi oldukça yüksek bir rakkama ulaşınz. Çalışmamızda bütün sektörlerin detaylı analizini sunmak hem kapsayacağı yer açısından olanaksız hem de bizi daha çok toplu, global durum (sistemin bütünü) ilgilendirdiğinden gereksiz. Ancak sonuçların çarpıcılığını vurgulamak için bir tanesini alt-sektörlerine kadar sergiliyoruz. (Bak tablo? 5)
KAYNAK: TSK B Sektör İzleme ve Araştırma Dairesi, İmalat Sanayinin Seçilmiş Sektörlerinde 1988 Sonuçları ve 1989 Beklentileri. İstanbul 1989 , TSK B Yayını
Görüldüğü gibi metal eşya ve makina sanayiinde 3 6 alt sektörün tümünde firmalar pazarın yüzde 50'sinden fazlasını denetlemektedir. Hatta tekelcilik o kadar ileri boyutlardadır ki 3 6 sektörün 29'unda tekelci firmaların pazar payı yüzde 7 6 ile yüzde 100 arasındadır. Bu sektörlerden sadece 7 tanesinde tekelleşme oranı yüzde 5 0 ile yüzde 7 5 arasındadır.
D ikkat çekilm esi gereken bir nokta firmaların pazar payına bakarak tekelci gücü tespit etmenin yanıltıcı olacağıdır. Ayrı S ektörde bir holdinge bağlı bir kaç firm a fa aliyet gösterebilm ektedir. Holding analizine girişm eden tekelleşm enin g erçek boyutları tam olarak ortaya konam az. Bu da finans- kapital örgütlenişini araştırm aktan geçiyor. Örneğin Akümülatör
alt sektöründe iki ayn firma olarak gözüken Mutlu Akü ve Çelik Akü Mutlu Holdinge bağlıdır. Bu iki firmayı ayrı olarak ele almak holding hakimiyetini perdeler.
Bir diğer önemli unsur, sadece pazar payının üretim egemenliğini temsil etmediğidir. Çünkü toplam pazar payının içinde ithalatta yer almaktadır. Ülke üretimi içindeki belirleyiciliği bulmak ithalatın pazar payını çıkarmak gerekiyor, örneğin pazar payına göre tekelleşme akümülatör sektöründe Mutlu Akü, EAS ve Çelik Akü için toplam yüzde 75'dir. Ama toplam çıktı (üretim) ya göre tekelleşme düzeyleri, ithalatın payı yüzde 1 l ‘i düşersek, 89'da 7 5 yani % 84'tür.
Bir de sanayide tekelleşmenin boyutlarına toplu olarak bakalım (Bak: Tablo 2) Tablo'dan incelenebileceği gibi sanayide tekellerin egemenliği yüzde 3 0 ila yüzde 100 arasında değişiyor. 3 6 sanayi dalının 14'ünde tekelleşme oranı yüzde 50'nin üzerinde, geriye kalan 2 2 sanayi dalının 13'ünde iki firma faaliyet gösteriyor. Sadece 9 sanayi dalında pazar payları % 30 ila % 49 arasında değişen üç ila 6 civannda faaliyet gösteren firma var. İlk bakışta çekilen bu genel fotoğraf dahi tekelleşmenin vahim boyutlannı sergiliyor. Analiz geliştirilip firmalann bağlı olduğu gruplar göz önüne alındığında tekelciliğin çok daha yüksek oranlarda olduğu görülecektir, ö rn eğin; armatörde Elginkan Topluluğu birden fazla firma ile, bira ve malt sanayinde Anadolu Endüstri Holdinge bağlı Efes Pilsen Grubu dört
18
firma ile, meşrubatta Has Ailesi üç fima ile, boyada Dyo Grubu birden çok firma ile, cam sanayiinde Şişe- Cam Topluluğu, seramikte Kale Grubu, dikişli boruda Boru san Grubu, Otomobilde Koç Grubu vb. birden fazla firma ile faaliyet göstermektedir. Piyasanın önemli kısmını elinde tutan az sayıda tekeller holding örgütlenmesinin sağladığı avantaj bir yana kendi aralannda rekabetten kaçınarak kurdukları kartellerle işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerindeki sömürü mekanizmasını katmer- leştirmektedirler. Çok sayıdaki örneklerden bir tanesini verelim. Ekonomik Bülten (haftalık ekonomi gazetesi) 19 -25 Eylül 1 9 8 8 tarihli 'Tuğla Karteli Çatladı" başlıklı bülteninde şunları yazıyordu 'Tuğla- kiremit piyasasında faaliyet gösteren ve İstanbul ili çevresine mal veren beş fabrika arasında bulunan Ek- mekçioğlu diğer kuruluşlarla birlikte "ortak fiyat belirleme politikasından vazgeçti. Ekmekçioğlu, günlük tuğla üretim kapasitesi 150'şer bin adet olan Volkan, Marmara, Tek ve Derya tuğla fabrikalarının aldı klan 102 0 liralık zam kararına uymadı. Gözlemciler kiremit-tuğla piyasasında fiyat karteli nin yıkılmasında İnşaat sektöründeki durgunluğun etkili olduğunu belirtiyorlar" Kartellerin tipleri ve süreleri farklı olabilir. Sözko- nusu olan şey tekelci birliklerin ücretli emek-sermaye sömürü ilişkisiyle sağladıkları artı-değere tekel oluşları nedeniyle kattıkları tekelci kârın vurgulanmasıdır. öyle ki polyester iplikte kilosu 6 bin 5 0 0 liranın üzerine çıkan 15 0 penye polyester ipliğinin fiyatı kartel bozulunca 3 bin 5 0 0 liraya kadar inmişti (Ekon- B ülten-19 -25 Eylül 1988).
Görüldüğü gibi ekonominin her alanında bütün sektörlerde, yani gıda maddelerinden kumaşa, ipliğe, otomotiv sanayinden plastik, petrol, madencilik, kağıt, kaleme kadar tekelci yapı hakimdir. Boğazımızdan geçen yiyecekten, içtiğimiz suya, giydiğimiz gömleğe kadar her mal tekellerin belirlediği miktarda üretiliyor, anlaştıkları fiyattan satılıyor.
B) Banka Serm ayesinin Tekelci Niteliği:
Emperyalizm dönemi ile birlikte sadece üretim alanındaki tekeller değil, fakat aynı zamanda dolaşım alanında faaliyet gösteren, para- sermayenin deposu bankalar da gö
rülen ileri boyuttaki tekelleşme "finans-kapital" örgütlenmesinin maddi zeminini oluşturmuştur. Bu, bankaların ödemelerde aracılık hizmeti görme işlevinin yanı sıra üretim alanına girerek sermayenin genişleme devresinde oynadıkları rolden kaynaklanmaktadır. Bankalann (özellikle T.îş Bankası) Türkiye'de finans-kapital oluşmasında oynadıkları rol merkezi bir öneme sahiptir. Geçen bölümde açtığımız gibi 1920'lerde çok küçük, cılız bir sermaye kütlesine sahip komprodor nitelikli Türkiye burjuvazisi, finans-kapital örgütlenmesine sıçrayışını, birbirinden dağınık ve küçük miktarlardaki tasarrufların mevduat olarak bankalarda toplanması sonucu, sermayanin merkezileşmesini sağlayarak gerçekleştirmiştir. Bu momentle birlikte banka ve sanayi sermayesinin iç ¡çeliği ve yeniden üretim süreci içindeki işlevi, kapitalist ana yurtlardakine (tabiiki uluslararası işbölümünün çizdiği sınırlar altında ve bağımlı bir şekilde) paraleldir.
Bu nedenle sentezleşmeyi analiz etmeden önce, bankalar cephesindeki tekelleşme ortaya konulmalıdır (Bak: Tablo 3 )
1978'de Mevduat toplayan 51 banka faaliyet göstermiştir. 10 Büyük Banka toplam mevduatların % 84,2'sine, kredilerin % 80,2'sine, kârların % 72.3'üne sahiptir. 4 büyük banka (TC.Ziraat Bankası, T.İş Bankası, Akbank T .A .Ş, ve Yapı ve Kredi Bankası) İse toplam mevduat- lann % 59,4'üne, kredilerin yüzde 5 5 . l'ine, toplam kârın % 37.8'ine sahiptir. Bu demektir ki, tasarruf amacıyla bankalara akan para- sermaye'nin yaklaşık % 60'ı dört büyük bankada, yaklaşık % 85'i on büyük bankada yoğunlaşmaktadır. Büyük boyutlardaki para-sermaye kütlesini bünyesinde toplayan bu bankalar, ileride de gösterileceği gibi bu dev sermayeyi holding örgütlenmesi kanalıyla ya bağlı bulunduklan sermaye gruplarına aktarmakta ya sanayi teşebbüslerinin hisse senetlerinin alımı yoluyla üretim alanına geçiş için kullanmakta ya da küçük bir kısmını sadece faiz geliri sağlamak için holding grubu dışındaki kapitalist işletmelere yüksek oranlı bir kredi faizi karşılığında satmaktadır. Görüldüğü gibi kredi olarak dağıtılan para-sermayenin % 80'i on büyük bankaya aittir. Faaliyetlerden sağla
nan toplam kânn % 72,3'üne de yine bu on büyük banka el koymaktadır. Diğer 41 bankanın mevduatlarda ki payı yaklaşık % 15,kredilerdeki payı % 20 , kârlardaki payı % 28'dir. 4 1 banka içindeki gerek yerli gerek yabancı bankalann çoğunun ortağı durumundadır büyük bankalar, örneğin iş Bankası, (Arap Türk Bankası A .Ş., Sınai Yatırım ve Kredi Bankası A.O., Türk Dış. Ticaret Bankası A .Ş., T.Merchant Bank A .Ş., Türkiye Sınai Kalkınma Bankası A .Ş., Yatınm Finansman A.-Ş.) nin hissedarıdır. Akbank: (BNP-Ak Bankası A .Ş., Ak-İntemational Bank Ltd. (Londra), Türkiye Sınai Kalkınma Bankası A .Ş., Sanayi Yatınm ve Kredi Bankası A.O.)nın hissedandır. Büyük bankalar sanayi iştiraklerinin yanısıra diğer küçük bankalara da iştirak etmektedir. Bunun birkaç nedeni vardır. Yabancı bankalarla kurulan ortaklığın ana nedeni uluslararası mali-gruplarla koordinasyonun sağlanmasıdır. Diğer küçük yerli bankalara iştirakin en büyük nedeni, kredilerin dağıtılmasını yönlendirmek ve kendi havuzlarına akmamış olan para-sermayeyi kontrol etmektir.
Banka tekellerinin diğer bir ayırdedici niteliği d e sanayi iştirakleridir. Türkiye'de kapitalist üretimin yerleşm esinden itibaren bu karakteristik değişmemiştir. Bu banka sermayesinin sanayi serm ayesiyle iç içe geçm e (kaynaşm a) yollarından biridir. Örneğin Franskapital örgütlenmesinin yaratılm asında büyük rol oynayan iş B an kası çok sayıda sanayi firm asına iştirak ed erek holdingleşmiştir. Bunlardan bazılarını sıralayalım. Cam sanayinde; (T.Şişe ve Cam Fab. A .Ş, Paşabahçe Cam San.A .Ş., Cam Elyaf San. A .Ş vb), Çimento Sanayinde; (Aslam Çimento A.Ş. ve Konya Çimento San. A.Ş.) Metal İmalat ve Makina Sanayinde (Eti TAŞ, Mitaş, Genaral Elektrik T.A .Ş. v.b.) Metalürji dalında; (BABAK, Nasaş Aliminyum San. A.Ş. vb.) Otomotiv Sektöründe (Omtaş, Otavarsan, Tofaş Türk Pirelli v.b.). Diğer on büyük bankanın da sanayi kuruluşlarına çok sayıda iştiraki vardır.
C) Türkiye'de Finans-Kapital Egemenliği (Mali-Sermaye)
Yukanda, sanayi ve bankacılık alanında tekelleşmenin boyutlannı
19
TABLO 1M«tal Eşya, Makına Sanayiinde TekelleşmeSektör İti latın
Payı %FirmaSayısı
Pazar Payı %
Firm a İsimleri *
""oma Tezgahlan 3 83 Tezsan (68), MKE, TaksanDağ. Transformatör 6 10üGilç Trans ma tör - 6 100Ampul 30 4 70 General Elektrik (41,2), Teklen (27,8),
Bastaş, T. Philips (16,9)Pil 15 3 85 Pilma, Pil Batarya, MKE (10)Akümülatör 11 3 75 Mutlu (60), BAS, Çelik AküBuzdolabı (ev tipi) - 2 100 Arçelik (51,8), ProfiloŞanzunanb Çan Mak. i; 2 ıo o Arçelik (82.2), ProfiloOtomatik Çam Mak. 2,5 2 97,5 Arçelik (62,1), ProfiloFtnn (ev tipi) - 3 83 T. Demirdöküm (41,5), Auer (29,1), ProfiloElek. Süpürgesi . ' ••• 2 83,7 Simtel (50), ArçelikDikiş Makin ast - 4 100TV (Renkli) ’ * 4 65 Beko teknik, Vestel, Telra, Meta teknikMüzik seti 4 59,1 Beko teknik, Meta teknik, Vestel, Milî ekVideo - 4 88,2 Telra (39,9), Vestel (28,4), Beko
Teknik (12,6), T. PhilipsTelefon Santrali -■ . .. . r 3 99,4 Netaş, Teletaş T . TelekomHaberleşme Cihazlan ' - . 4 92,3 Netaş, Teletaş, T. Telekom, ÂselsanRadyatör - . 3 100 T. D. Döküm (65), Odaksan (30), ElbaArmatür - 3 80 ECA (65) PDK, ArtemaŞofben _ 4 100 T.D. Döküm (65), Auer (20), Simtel, ECAPik Döküm Soba - 2 80 Auer (50). T.D. Döküm (30)Traş Bıçağı - 4 100 Perma-Sharp Grubu (66), Derby (34)Sulama Motor 3 100 Pancar Motor (69,8), Çelik Montaj (2Ö.4)
Yaylı Yatak - 4 86.8 Mekan (32). Telaş (23,5), Konfor (19), Sahalı
Bisİklet-Motors 3 100 Beldesan, Bebimot Belde. OtoparVantilatör * 1 80 RaksGnl. Maksatlı Motor - 4 75Kaynak Elektrot 3 100Ş. İskeleti A 1
I
100 Korten bachEkmek Fırını _ 50 EkmeksanE. Sayaç W 3 100 MKE, Esem, T. TelekomTaksimetre - 1 100 TeslaşGözlük Çetçeve 3 100İzolasyon Malz. 1 60 fzocamKaset Bamı 3 100 Raks, No ra. PlaksanPlastik yer-döş. - 3 100
* Parantez içi rakamlar, bulunabilen verileli dayanarak firma pazar payını vermektedir.
ortaya koyduk. Ancak sanayi dalındaki bir tekel veya bir banka tekeli kendi başına bir aysberg" (Daha çok kuzey buz denizinde görülen, deniz
altında kalan kısımının yüzeydeki parçadan çok daha geniş, uzun ve yüksek olduğu buz kütlesi) gibidir. Oysa çoğu zaman herhangi bir sek
törde tekel konumunda olan bir firma holding zincirinin sadece bir uzantısıdır. Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesinden oluşan
20
"finans-kapital" ağırlıkla holding zinciri şeklinde örgütlenmiştir. Holding bir ana şirkete bağlı çok sayıda yavru şirketten oluşur. Her holding zincirinde bir ya da birkaç banka veya bankanın sağladığı finansman işlevini görecek sigorta şirketleri söz konusudur. Holdinglerin ekonom inin değişik alanlarında, sektörlerinde kendilerine bağlı fa k a t ayrı isim altındaki yan kuruluşlarla faaliyet gösterm esi, kaba bir bakışla değerlendirildiğinde sentezleşm enin ve finans-kapital gerçeğinin farkedil- mesini engeller. Denizin altından finans-kapital grubuna bağlı olan bu yan şirketlerin birbirinden bağımsız aysbergler gibi kavranm asına yol açar. S ınıf m ücadelesini "finans-kapital" tespiti yapm adan yürütmeye çalışanlar, gemilerini aysberge varmadan buz kütlesine çarparak batırmaya adaydır.
Tükiye'de "finans-kapital" egemendir. Yani az sayıda finans- kapital grubu ülke üretiminin belirlenmesinden, iş yaşamına, politik yaşamdan, eğitim kurumlarına, baskı aygıtlannın işleyişine, devlet mekanizmasına kadar yani kısacası toplumsal formasyonun her alanında egemendir. Finans-kapital egem en liği altındaki her kurumsal m ekanizmayı sömürü düzeninin yeniden üretimini sağlayacak uyarlamaları yapabilm ek için kullanmaktadır. 1980'den beri işçi sınıfı ve tam em ekçi katm anları sad ece ekon om ik zor ile değil faşist yasa ve politikalarla da kıskaca alan faşizm , finans-kapital görülm eden kavranamaz.
Sayılan yetmiş civarında (M.Sönmez'in deyimiyle kırk hare- miler bir avuç para babasının sahibi olduğu holding ve şirketler topluluk- lan hangi isim altında faaliyet gösteriyor? Kaç Holding, Sabancı Holding, İş Bankası (Bu üçü en büyükleri, en büyük 4 0 6 özel firma içindeki kâr paylan % 47- 1 9 8 5 verileri), Çukurova Holding, OYAK,Yaşar Holding, Profilo Holding, Alarko Holding, Santral Holding, Eczacıbaşı Holding, Çolakoğlu Grubu, Sönmez Grubu, Borusan Grubu, Tekfen Holding, Topbaş Grubu, Korkut özal ve Ailesi, Eska Grubu, Bahattin Bayraktar, Feniş Holding, ECA- Elginkan Topluluğu, Maya Şirketler Grubu, Simtel Şirketler Topluluğu, Doğuş Grubu, Trans-
IABLO : 2 1 9 8 3 YILINDA SANAYİDE TEKELLEŞMENİN BOYUTLARI
Sanayi Dalı25'ten fazla işçi çalıştıran İşyeri sayısı
Büyük” Özel Firma Sayısı
Büyüklerin” Satışlardaki Payı (%)
-Mezbaha ürünleri 47 2 33-Süt ve süt ürünleri 64 3 40-İşlenmiş unlu ürünler 114 4 61-Malt ve bira-Giyim eşyası dışında kalan hazır
9 4 60
dokuma 33 1 44-Halı ve kilim 53 5 40-Diğer dokuma ürünleri 13 1 78-Deri eşya 6 2 51-Ambalaj 3 , ■ 2 40-Diğer ağaç ve mantar ür. 10 4 56-Bası m-y ayın-Sentetik reçine, plastik, yapay ve
92 3 m
sentetik lif 16 2 m-Boya, vernik 28 4 76-ilaç-Sabun, temızleyiei maddeler, parfüm, kozmetik ve diğer tuvalet
59 4 33
malz.-inşaat izolasyon ve Bağlayıcı
43 1 30
maddeler 5 1 33-Kok kömürü ve briket -Madem yağ hazırlama ve
3 1 33
harmanlama 9 4 70-LPG dolumu 9 2 71-Tekerlek iç ve dış lastiği 86 2 39-Çanak, çöm. çini pors. 33 2 41-Cam ve cam ürünleri-Demir ve çelik dışında metal ana
36 4 56
sanayii 79 2 31-Bıçak, el aleti, hırd. mlz. 80 3 25-Metal mobilya ve donatım 33 4 41-İçten yanmalı motor ve türbin -Bilgi işlem, büro, muhasebe ve hesap makinaları yapım ve
6 1 : 40
anarımı 9 2 57-Diğer rnaktna ve gereçler -Elektrik sanayi makinaları ve
133 2 38
aygıtları 66 4 39-Motorlu kara taşıtları 175 6 49-Triportör, motosiklet, bis. -Fotoğrafçılık malzemeleri ve optik
9 3 95
eşya 8 2 51-Saat 4 3 63-Kuyumculuk 6 2 34-Müzik aletleri 1 1 100-Diğer imalat sanayi m 3 42
KAYNAK : 1983 Yıllık İmalat Sanayi İstatistiklerinden Abdullah ERSO uerfedl *} ’Büyiik' ten kasıt, 200 den fazla ¡şçlnkı çalıştığı işye deridir.**) Satışlar, geniş anlamda, çıktı” kavramıyla eş anlamlı kullaruimtştır.
21
TABLO: 3
TÜRKİYE’DE MEVDUAT KABUL EDEN BANKALAR İÇİNDE 10 BÜYÜK BANKANIN Y ER İ-1987
10 BANKA TOPIAM
T C Z İR A A T B A N K A S I
T . ISB A N K A 5 J
A K B A N K YAP3 VE T . A S K H ED l
T . EM LA K B A N K A S I
T- H A L K B A N K A S I
V A K İFLAH B A N K A S I
P A M U K B A N KTAS
T. TİCARET BANKASI
T GARANTİ BANKASI
T. AKTİF % 79,3 22,7 15,5 8,0 7.8 7 ,1 4,8 4.1 3.3 3,1 2,9
T. MEVDUAT % 84,2 21,4 18,4 9.9 9.7 4,6 4.6 4.9 4.0 3,5 3,3
KREDİLER % 80,2 27.5 16,6 5,0 6.0 10,1 52 3.5 1.7 2.1 2,7
Ö2KAYN. % 78,0 21,8 16,6 7, S 4.9 7,0 5.6 3.4 3,8 3,4 3,9
KÂR % 72,3 3,1 7,4 20.0 7,3 7.7 6.0 9,7 1.6 6.3 3.3
Ş. SAYISI % 84,4 18,8 14.3 9,4 9,0 4.8 10.1 43 2.9 6.2 4.4
PERSONEL % 84,S 28.1 14,5 6,7 6.5 5,2 9.6 3,6 2; i 5,2 3.0
k Ar -p e r s .
BİN T l 4,885 620 2.912 17.100 6.413 8.463 3.580 15.18: |: 4.203 6 944 6.281
k A r ö z k a y % 27.9 4,2 13,4 79.4 44.3 33,1 32.2 85.Ö 12.4 56.0 25.5
KAYNAKi T. İş Bankası İktisadi Araştırma Müdürlüğü, 'Türkiye'de Mevduat Kabul Eden Bankaların Bilançoları (31 Aralık 1987 Tarihi İtibariyle)", !ş Büken, s: 1988/1, Özel Ek
Türk Holding, Hürriyet Holding, Dinçkök Grubu, Bodur Grubu, Oz Saruhan Grubu, Ulusoy Şirketler Grubu, Cankurtaran Holding, ¡zdaş Holding, Turban Şirketler Grubu. Camel Holding, Hazet Holding. Dera Holding. Dedeman Şirketler Grubu, Marsahll Grubu, Marmara Holding, Çarmıklı Holding, Pekuysallar, Özköseoğlu Grubu, öztiryakiler Şirketler Topluluğu, Bitlis Holding. Yatırım Holding, Lapis Holding, Hacettepe Vakfı- Bilkent, Gama Şirketler Grubu, Okan Holding, Ata- bay Şirketler Grubu, Zeytinoğlu Holding, Mass Holding, Akın Tekstil A .Ş., özakat Grubu, Silkar Holding, Turgut Holding, Uran Holding, Kis- ka Grubu.
Daha önce finans-kapital grupla- nnın banka ve sanayi sermayesinin kaynaşmış hali olduğunu açmıştık (Bkz: Finans-Kapitalin Yapısı (1). Çağdaş Yol, 11. Sayı), şimdi hangi finans-kapital gruplannm hangi bankaları kontrol ettiğini aşağıdaki tablodan izleyelim (Bak: Tablo: 4)
Görüldüğü gibi büyük bankaların çoğu holding ve gruplann kontrolü altında. 10 büyük banka içinde yer alan T.İş Bankası-İş Bankası Grubunun, Akbank T.A.Ş-Sabancı Holdingin, Yapı Kredi ve Pamukbank-
TABLO: 4
Sermaye Grubu
Sabancı Holding
İş Bankası Grubu
Çukurova Holding
Özakat Ailesi Erol Aksoy
Doğuş Grubu Yaşar Holding Enka Holding
Koç Holding Zeytinoğlu Ailesi Cıngıllıoğlu Ailesi Uzan Ailesi
HANGİ BANKA KİMİN KONTROLÜNDE
1 9 8 6 Yıb itibariyle
Kontrolündeki Banka
Akbank / Ak International (Londra) t BNP - Akbankİş Bankası / Dışbank t TSK B t SYKB / Arap - Türk Bankası Yapı Kredi t Uluslararası / Pamukbank/ İsviçre’de ve B. Almanya’da iki banka Egebankİktisat Bankası i Banque International Commerce (Paris)Garanti Bankası TütünbankChemical Mitsui Bank / O ceanic Finance Corp. (Hong Kong)Koç Amerikan Bank A.Ş.Eskişehir Bankası Demirbankİmar Bankası t Adabank
M. Ali Yılmaz ve Ulusoy TitibankAkın Ailesi Çofakoğlu Ailesi Derviş Temel Hema Holding Hüsnü Özyeğin/ESKA
Teksti bankTürk Ekonomi BankasıÇaybankLüleburgaz Bankası Finansbank
KAYNAK; M. Sönmez, Kırk Haramiler, s. 24, Ocak 1988
22
TABLO: S
TÜRKİYEDE FAALİYET GÖSTEREN SİGORTA ŞİRKE il ERİ VE BAĞLI BULUNDUKLARI GRUPLAR
Şirket Bağlı Olduğu Grup Şirket Bağlı Olduğu Grup
Anadolu Sigorta İş Bankası Magdeburger MAGAnkara Sigorta İş Bankası Tam Sigorta Hür HoldingŞark Sigorta Koç Hür Sigorta Hür HoldingGüneş Sigorta Vakıflar Bankası Emek Sigorta İktisat BankaAk Sigorta Sabancı A. Home ABDCignasa Sabancı İnan Sigorta TekelDo|an Sigorta Sabancı A.Generah GeneraliRay Sigorta T.C.D.D Nordstem NordstemBaşak Sigorta Ziraat Bankası London ASS ASSGüven Sigorta Ziraat Bankası Birlik Sigorta Çok OrtaklıHalk Sigorta Yapı ve Kredi Bankası Pre Eoncie Pre FoncieŞeker Sigorta Şeker Fabrikalan La Konkard ,d KonkardLa Silisse İsviçre La Baluaz La BaluazOyak Sigorta Oyak Lnya Hayat Unyonİmtaş Uuap Vie Rivnîone -Batı Sigorta Yaşar
KAYNAK ‘Sigorta Pazarlaması", Kapital, Mayıs 1989 , s. 79 .
Çukurova Holdingini Garanti Bankası- Doğuş Grubu nun kontrolü altında. Ziraat Bankası ve Vakıflar Bankası devlete ait. T. Ticaret Bankası- T . Emlak Bankası ve T . Halk Bankası doğrudan bir holdingin kontrolü altında değildir. Ancak bu bankalarda çeşitli holdinglerin iştirakleri vardır ve aynı zamanda bu bankalar çok sayıda sanayi kuruluşuna iştirak etmektedir. Yani banka ve sanayi sermayesinin sentezleşme alanının dışında değil, içindedir.
Burada T.tş Bankasına özel bir vurgu yapmak gerekiyor. Üç büyük finans kapital grubu içinde ön sırada yer alıyor. Herhangi bir ailenin mülkü olma sıfatını değil anonim bir kapitalist mülkiyeti ifade eden (Tabii ki anonim nitelemesi küçük tasarruf sahiplerini değil, birden fazla kodaman kapitalisti ifade ediyor) T.İş. Bankası bu özelliğini finans-kapital yaratılma sürecinde yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki çıkar birliğini temsil etme ve bütünleştirici işlevinden oluyordu. (Bu işlevi analiz etmek için kuruluş genelgesi ve kuruluşu izleyen yıllardaki faaliyetleri incelenmelidir). Türkiye’de" finans- kapitalin" oluşması banka ve sanayi sermayesinin ayrı ayrı tekelleşmesi ve birbirine geçişi yoluyla değil, baştan iç içe bir şekilde tekelleşmesi ve buna bankalann özellikle T.İş Bankasının ön ayak olması yoluyla ger
çekleşmiştir. kuruluş genelgesinde T. Iş Bankasının amaçları arasında şunlar yer alıyordu:"a-) Bütün banka işlemlerini yapmak, b-) Ziraate, sanayi, madenlere, bayındırlık işlerine
katkıda bulunmak, c-) Çeşitli eşyanın, araç ve gereçlerin üretimi ya da bulunup sağlanması için şirketler kurmak, bu işlerle uğraşan şirketlere katılmak, d-) Çeşitli sanayi ve ticari
TABLO: 6İLK 100 'E GİREN YABANCI ORTAKLI ŞİRKETLER
SIRA SATIŞ KAR
1888 87 85 ŞİRKET M ER K EZ SANAYİ milyonDolar
milyonDolar
t 1 .. 1 GENERAL MOTORS DETROIT MOTORLU ARAÇLAR 121.085,4 4.85832 4 3 FORD MOTOR DEARBORN. MIGH MOTORLU ARAÇLAR 82.444.5 5.30823 3 2 EXXON NEWYORK PETROL RAFİNERİSİ 78.570,0 5.280.04 2 6 ROYAL D U TC H SH ELl GROUP LONDONTHE HAGUE PETROL RAFİNERİSİ 78.381.1 5238.75 5 7 INTERNATIONAL BUSINESS MACHINES (IBM) ARMQNK, N.Y. BİLGİSAYAR 58.881,0 5.30826 8 14 TOVOTA MOTOR TOYOTA C R Y ¡JAPONYA} MOTORLU ARAÇLAR 50 788.8 2,314»7 10 12 GENERAI ELEKTRİe FAIRFIELD. CONN. ELEKTRONİK 48.414,0 3.398,08 S 4 MQBlt tiEW YORK PETROL RAFİNERİSİ 48.188,0 2.097.09 7 5 BRİTİH PETROLEUM LONDON PETROL RAFİNERİSİ 48.174,0 2.155.910 8 18 İRİ HOME METAL 45 521,5 821211 11 91 DAİMLER BENZ STUTTGART MOTORLU ARAÇLAR 41.817,8 BS3.112 18 21 HITACHI TOKYO ELEKTRONİK 41.380,2 888,013 21 1B CHAVSLER HIGHLAND PARK. MICH. MOTORLU ARAÇLAR 85.472,7 1.060214 18 29 SIEMENS MUNICH ELEKTRONIK 84.128,4 757.015 17 41 FLAT TURIN MOTORLU ARAÇLAR 84.038,3 2,324.7
23
işlemleri gerek kendi ad ve hesabına gerekse yerli ve yabancı kuruluşlarla ortaklaşa ya da bu kuruluşlar ad ve hesabına yapmak ve yürütmek" (T. İş Bankası, 50 . Yıl Kitabı, 1 9 2 4 1 974 , Aktaran S. özkal, a.g.e. s. 40). Gerçektende kuruluşu izleyen yıllarda T.İş Bankası, bazı sanayi şirketlerini bizzat kurmuş sanayi teşeb
büsü olarak kurulan bazı firmalara iştirak etmiş, yerli ve yabancı bir dizi ortaklıklar kurmuştur. Bu haliyle banka uzun yıllar ülkenin en büyük "finans-kapital" grubu olma sıfatını kazanmıştır. 1 9 8 6 sonu itibariyle 3 trilyonu aşan mevduat tutarı, cam tekelinden, çimento, metal, otoma- tiv sanayine, tekstilden, plastik, me-
TABLO: 7 &K 100 İÇİNDEKİ YABANCI ORTAKLIŞİRKETLER -198?
■' ' ■ ■ '• ■. ' İLK YABANCI
ÎÛOUE $RKE7İN ORTAK SIRASI ADI PAY! ““ ÜLKE ■
—Tetaç 41,S0
44.00â Oyals-Reno: ■
4 Çtdittfsva Çefit 10,005 Otosan 16,16d Netaş âl ,00
.V10 Tele taş 39.0013 Ontav^lş 65,0016 O tomarsan 47,00n2326
Goodyear S0,75Sitetaş 26.69
İtalya Fransa İsviçre
AK) Kanada Jelçita» Notanda Karma ABDLübnan
mm
Nasaş*
¡27 Törk PirHİti 32 SMGSanajHm37
11,3851.00
m z99,9925.00
10.00
;X'İ
Yesisl :
Tûlk Traktör
44 Trakya Cam49 Turyafi S313
l l ü î. . . . . . . . . ....
58 Çukurova San. İş. 40 00_ '
tan» Dam» Çatık 33,508a£elijıfcı&, 100,00
Soruşan Gemflk 631,76
60
6164 Kamyon 33,54 66 Ânactols Dam 6,44 69
Sümetbar* bora 57,147679m
¡Ilı:
Anadolu Çfcomativ8),00 DYO Sadobn 68.00
Komili ¥a§......... " "SSKSSİİ
47,2540,00
■ ■ ■ v* ' " •" ■Akdeniz Gübre
94 Ctfea-Gergy 39.92e96 Saks san Bak» » ,0 0
Karma lögdtera Ing&tere İtalya
1FC F Aim İngStere İsviçre S. Arab. İsviçre F Aim
1FC -
F Aim
JaponyaSanıma
İsviçreKuveytİsviçre
islamK B
talurji ve gıda sanayine, bankacılıktan, sigortacılık, finans kuruluştan ve turizm sektörü ne kadar 140, 2 milyar lira tutarındaki 6 5 adet iştiraki ile tam anlamıyla bir devdir.
Para-sermayenin finans-kapital gruplarına akışın bir kanalını da sigortacılık sektörü oluşturuyor. Bazı büyük holdingler bankacılığın yanısıra sigorta şirketlerini de kontrol etmekte, bankası olmayan finans- kapital grupları ise sigorta şirketleri ile bu eksikliklerini gidermeye çalışmaktadır. Yine sigortacılık, uluslararası fi- nans-kapitalin (mali- sermaye) faaliyet alanla- nndan birini fakat önemli alanlarından birini oluşturuyor. Sigorta şirketleri ve bağlı olduğu grupları aşağıdaki tablodan izleyelim. (Bak. Tablo 5 KAYNAK: "Sigorta Pazarlaması", Kapital, Mayıs 1989 , s. 79.)..
Oç büyüklerden İş Bankası (Anadolu, Ankara, Destek Reussü- rans, Milli Reassürans), Sabancı Holding (Ak Sigorta, Atlantik. Doğan ve Cığnasa) ve Koç Holding (Şark Sigortayı kontrol ediyor. Halk Sigorta, Yapı ve Kredi Bankasının, Yapı Kre- di-Çukurova Holdingin kontrolü altında. Batı Sigortayı Yaşar Holding. Oyak Sigortayı OYAK, İstanbul Umum Sigortayı - Demirören grubu kontrol ediyor.
Yine sermaye piyasasının aracı kuruluşlarının en büyükleri finans- kapitalistlerin elinde, görüldüğü gibi sanayi tekelleri, bankalar, sigorta şirketleri, finans-kuruluşları iştirakler veya holding çatısı altında sentezleş- miştir.
Finans-kapitalin ekonomideki gücü ne? 1 9 8 3 yılında Nokta Dergisinin yaptığı bir araştırmaya göre 10 büyük holdingin satıştan T.C. Devleti bütçe gelirlerine eşit. Bu 10 holding: Koç, Sabancı, Çukurova, En- ka, Ercan, Kutlutaş, Profilo, Anadolu Endüstri, Eczacıbaşı ve Transtürk ("On Holding Bir Türkiye". N okta, (13-19 Şubat 1984), s. 51).
1989 yılında Ekonomik Panora- ma'da yayınlanan bir araştırmaya göre ise holdinglerin gücü daha da artmıştır. Devletin bütçe gelirleri 1988 yılı için 1 7 .2 1 6 milyar TL'dır. Aynı yıl Koç, Sabancı, Şişe-cam ve Yaşar Grubunun satıştan ise 1 7 .3 0 0 miyon TL'dir. (Rıdvan Akar, "Holdingler 8 9 : Kârlar Tıkırında", E konom ik Panoram a yıl 2 , s. 14,9 Nisan 1 989 , s. 8) Yani on holding bir Türkiye, 4 holding bir Türkiye olmuş. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Şişe-cam topluluğu bir İş. Bankası kuruluşu, iş Bankası, Koç ve Sabancının Türkiye bütçesini aştığı bilinen bir gerçek. Yine 1988 verileri ile Koç Holding (Tofaş Grubuna bağlı 20 , Otosan Grubuna bağlı 9, Otomativ yan sanayine bağlı 6 , Dayanıklı eşyalar grubunda 13, Tüketim malları grubunda 9, İnşaat ve madencilik grubunda 9, Enerji ve ticaret grubunda 16, Mali, Dış Ticaret ve Siemens Şirketleri olarak 10 ve diğer olarak geçen 27 firma yani toplam 119 yan kuruluş ve iştirak sahibi) ve Sabancı Holding (otomotiv sanayinde 7, Tekstilde 6 , Plastikte 15, Ticarette 16, Bankacılıkta 5, Sigorta sektöründe 4 , Turizmde 3, Tarım alanında 6 firma olmak üzere toplam 6 2 yan kuruluş ve iştirak sahibi) nin toplam cirosu devletin bütçe gelirlerinin üçte ikisini aşıyordu.
Ekonomik Panoroma'nın incelemesine göre 100 büyük firma içinde10 firma Koç'un (Arçelik, Tofaş, Otosan, Bekoteknik, T.Demir Döküm, Türk Traktör, Aygaz, Bozkurt Mensucat ve Aymar). 8 firma Sabancının (Şase, Kordsa, Krisa, Bossa, Marsa, Ak-Çimento, Çimsa Çimento ve Yünsa) ve 15 firma Iş
24
Bankasının (Türk Pirelli, Nasaş, Ra- bak, Soda Sanayi, Güney Sanayi, Trakya Cam, İzmir Demir Çelik, Anadolu Cam, Türkiye Şiye ve Cam, Kartonsan ve Koruma Tarım). Bu üç finans-kapital grubunun 100 Büyük firma (Bazı devlet tekelleri ve diğer finans-kapital grupları dahil) satışları içindeki payı % 3 6 .0 6 , kâr payı ise % 43 6'dır ("100 Büyük firma", Ekonomik Panorama , yıl= 2, S :2 7 , 9 Temmuz 1 989 , s. 30). Ancak belirtmek gerekiyor ki araştırmayı hazırlayanlar Koç Grubuna; Türk Elektirk ve Ardemi'i Sabancı Grubuna; Sabancı ve Oyak ortaklığı olan Goodyear‘ı, Sabancı ve Koç ortaklığı olan Otoyolu, Sabancı ve yabancı ortağına art Türk Philrps'i - İş Bankası Grubuna; Ünilever- İş'i eklemeyi unutmuşlar. Bunlar da katarsak bu üç gruba art firma sayısı 38 'e , satışlardaki paylan % 4 1 ,7 yi çıkmaktadır. Bütün bu veriler göstermektedir ki Türkiye ekonomisinin egemeni finans-kapitaldir. Ancak finans-kapital gerçeğini tüm boyutla- nyla ortaya sermek için uluslararası mali sermaye ile ilişkisi ortaya koyulmalıdır.
D) Finans-Kapital ve Yaabcı Serm aye
Emperyalizmi karekterize eden uluslararası mali-sermaye (finans- kapital), sermaye ihracı yoluyla yan- sömürgelerden değer aktarımını sağlar. Bunu doğrudan kurduğu ya da ortak olarak katıldığı firmalann hisselerinden sağladığı kâr transferi ile gerçekleştirir. Banka ve sanayi sermayesini n sen tezleşm esinden oluşan finans-kapital, yabancı- serm aye ile kaynaşmıştır. Özellikle son yıllarda yabancı serm aye, f i nans-kapital ve devlet, işletm eler düzeyinde biraraya gelm ektedir. Ö zelleştirm e uygulamalarıKIT'lerin finans-kapital ve yabancı serm aye ile kaynaşmasının son pratikleridir.
TABLO 6'dan ilk 100'e giren yabancı Ortaklı Şirketler izlenebilir. Tablodaki firmalann hepsi Türkiye'nin en büyük firmalanndandır ve önemli pazar paylanna sahiptir. Yabancı sermayenin iştirak ettiği firmalar ve tekelleşme arasındaki ilişki açıktır. Yabancı sermayenin giriş yollanndan bir diğeri de patent, lisans ve know how anlaşmalandır. Tablodaki firmalar sanayi kuruluştandır. Oysa finans-kapitalin yabancı
sermaye ile ortaklığı sadece bu alanda değil, bankacılık, sigortacılık, turizm vb. sektörlerde kâr oranının yüksek olduğu her alanda ortaya çıkmaktadır. Örnek olarak büyük finans-kapital gruplanndan Koç, Sabancı ve İş Bankasını verebiliriz. Koç çeşitli şirketlerin de; Ford (ABD), fiat (İtalya), Siemens (F- Almanya), Amerikan Express (ABD), General Electric (ABD), Ka- gomeco Ltd. (Japon), Ras (İtalya), Marine (İapan/ Sabancı; Hilton (ABD), Shell, Philips, BNP (Fransa), Bridgastenı (Sapınlı İş Bankası; Unilever (Hollanda), Fiat (İtalya), Pirelli, General Elektric, IFC gibi çok uluslu şirketlerle ortaktır.
SONUÇ
İşçi sınıfı ve tüm emekçi katmanların toplumsal kurtuluşu; ülke gerçeklerini doğru tahlil eden, bu tespitler ışığında geliştirilen strateji ve taktiklerle eylemi gerçekleştirecek toplumsal muhalefet arasındaki bağıntı ve önderliği sağlayacak, bir sübjektif etmeni (siyasal özne) gerektirir. Sınıfsal yapı tahlilini, kapitalizmin gelişim biçimini proleterya biliminin ışığı altında inceleyip uygun strateji ve taktikler üretemeyen siyasal özneler, önderlik işlevini yerine getiremez, iyi niyetlerine rağmen sınıf mücadelesinin yüksek ısısı karşısında erirler. Proleter sosyalist kavrayış doğrultusunda Türkiye'de kapitalist üretim tarzının kuruluşu, gelişimi ve ulaştığı düzeyi araştıranların "finans-kapital" egemenliğini tespit etmeleri kaçınılmazdır.
Finans-kapital banka ve sanayi sermayesinin sentezleşmesinden oluşmuş, başta İşçi sınıfı ve emekçi katmanlar olmak üzere tüm toplum üzerinde diktatörlüğünü kurmuş, bir avuç parababasmdan oluşan finans- oligarşisinde kişilerin emperyalizm çağına özgü bir kategoridir. Holdingler zinciri şeklinde örgütlenmiş finans-kapital ekonomiden, siyasete, iş yaşamından devlet mekanizmasına kadar bütün olanlardan tek egemendir. Bugün faşizmin çizdiği ekonomik, hukuki ve siyasal yapı, finans-kapitalin 19 8 0 sonrası sömürü düzeninin yeniden üretimini sağlayabilmek için yaptığı düzenlemelerin ürünüdür.
En büyük finans-kapital grubunun sahibi Vehbi Koç'un 3 Ekim
1980'de Kenan Evrene yazdığı mektubun bazı bölümleri şöyle: "Ülkemin hizmetinde geçen 60 yılı düşünürken, tecrübelerime dayanarak birkaç önemli noktayı size arz etmek istedim.... Anarşi, bölücülük ve kaçakçılıkla ilgili kanunlar, öncelikle ele alınmalıdır. Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır.... bazı sendikalara] Türk Devletini ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıklan aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır.
Diğer taraftan, DİSK'in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.... Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır... Bu memleket ayakta durursa, hepimiz mesut oluruz. Aksi takdirde, bugünleri çok ararız.... Ben ve arkadaşlanm, memleketimizin kalkınmasında bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da elimizden gelen bütün imkânları kullanacağız. Bize, ancak bizden hayır geleceğini bilmekteyiz........"
On yıllık 12 Eylül Faşizminin İcraatı ortada. Onbinlerce devrimcinin katledilişi, işçi sınıfı ve tüm emekçi katmanların üzerindeki ekonomik, hukuki ve siyasal baskı, baskı aygıtlarının her geçen gün daha da militarize edilişi, dinin resmi devlet politikası olarak kullanılıp toplumun uyuşturulmaya çalışılışı. Faşizmin uygulamaları ile finans-kapitalin yetkili ağzının önerileri et ve tırnak gibi içi- çe. Evet sayın Vehbi Koç'un bugünleri çok ararız dedikleri günler gelecektir.
Proletarya sosyalizmi önderliğinde toplanan işçi sınıfı ve emekçi katmanlar, finans-kapital ve her türlü kurumun alaşağı ederek, emperyalizme de tarihi işlevini yerine getirerek darbeyi vuracak ve bütün insanlığın kurtuluşu yolunda ilerleyerek iktidarını kuracaktır.!
25
• •
"Devrimden Dönüş" Tezler
Üzerine
Eylül yenilgisine, bir de sosyalist ülkelerdeki gelişmeler eklenince Türkiye
solunda sadece taktik ya da progra- matik konularda değil, bizzat Mark- sizmin temel önermeleri üzerine yoğun bir tartışma patlak verdi, her temel kavram salvo ateşinden geçiyor.
Bu inkar fırtınasında başlıca iki farklı yön göze çarpıyor.
llld, doğrudan Marksizmi inkara varan anafordur. Hiç şüphesiz ki, bu yolda ilerlenirken basit, yalın bir dille ve tavırla Marksizmin inkan oldukça seyrek rastlanılan bir tutum. Genellikle defalarca Marksa baş vurular yapılarak Marksizmin canına okunuyor. özellikle Sosyalist ülkelerde yaşananlardan sonra ağırlık kazanan görüş Marksizmi "ütopik’' çerçevede algılamak, pratiğin kirli, tozlu ortamına hiç indirmemek yönünde gelişiyor. Ütopyalar bilimsel sosyalizmin öncesi devrimci bir rol oynadı. Ancak bilimsel sosyalizmin sonrası ütopya tam zıddı bir anlam taşıyor, mücadeleyi canlı pratikten koparan bir gericiliğe varıyor.
M. Belge, "Türkiye ve Sosyalizm" kitabında bunu denedi. Marksizmi diyalektik yönteminden sıyırdı, onu insanların inanıp benimseyecekleri ahlaki bir seçim kertesine indirdi. Böylece sosyalizm yolundaki bütün pratik, insanları ikna etme çabasında düğümleniyordu.
ö te yandan, Marksizm zemininden türeyen Marksizm karşıtı görüşlerle mücadelede yeterince sağlam dayanaklar bulamayanlar, başka bir yönden Marksizmin temel önermele
rini otopsi masasına yatırıyorlar. Bunlara iyi bir örnek, Toplumsal Kurtuluş yazarlanndan Çelik Bilgindir.
** +
"Devrimden dönüş noktasfnı irdelediği yazısında Ç. Bilgin konuya şöyle girer:
"Kendisi, yoldaşı Engels ile birlikte politika alanında var; bunu yadsımıyorum. Ancak Marx’ın kalıcı etkisi daha çok bilimselliğe katkısındadır ve İkincisi, artık politika platformundaki yerinin tartışılması da gerekebiliyor. Burada yapmak durumunda değilim; şimdilik 18 4 8 Dönüşümlerinin (yazar devrim kelimesi yerine revolution’ sözcüğünün astronomideki lügat karşılığı olan dönüşüm' kelimesini kullanmayı yeğliyor. 12 Eylül'ün D. Yol içinden yarattığı 'dönüşümcülerle bir benzerliği yoksa, böyle kavram kaydırmaları özel bir eleştiriyi gerektirmiyor b.n.) sosyalist özünü küçük görmüş olduğunu ve Paris Komünü ile sonuçlanan kalkışmaya başında karşı çıktığını kaydetmelde yetiniyorum." (Toplumsal Kurtuluş, s: Ocak-Şubat 1990 , Ç. Bilgin)
Marksın "kakçı etkisinin daha çok bilimselliğe katkısında" toplanması bir bakıma kaçınılmazdır. Çünkü Marks-Engels bilimsel sosyalizmin kurucularıdır. Pratik politikadan hiç kopmamalarına rağmen, kapitalizmin bilimsel bir irdelemesi ve sosyalizmin teorik çerçevesinin çizilmesi elbette ki öne çıkan bir görevdi. O güne kadar yapılmamış bir işi omuzladıkları için teori alanında Marks-
Engels'in adeta politika alanında bulunuş tarzına bir şeyler yakıştırmak istiyor." ...politika alanında var; bunu yadsımıyorum" ifadesiyle ne demek istiyor? Marks ın devrim teorisini yorumlarken, Yazann ne demek istediği biraz olsun ortaya çıkacak. İleride göreceğiz. Ancak yazanmız, kalemiyle kuşku zehiri damlatarak yol almayı daha çok sevdiği için konuya böyle girmeyi uygun görmüş.
Marks'm politika platformundaki yerinin tartışılması gerektiğini söyleyen yazar, şimdilik 18 4 8 devrimleri ve Paris Komünü karşısında Marks'm tutumuna değinip geçiyor. Birinde, devrimlerin "sosyalist özünü" küçümseyen Marks, diğerinde de kalkışmaya "başında" karşı çıkmıştır. Böylece, "bilimselliğe katkısı" olan Marks ın politika alanındaki tutumu pek parlak görünmüyor.
Ç. Bilgin, olaylan kendi koşullan içinde değil de kafasında tasarladığı mükemmel soyutlamaların çerçevesinden yargılıyor. Marks'm 1848 devrimlerinin "sosyalist özünü" küçümsemesi ne demektir? 1848 devrimleri henüz burjuva devrimleridir, ancak proleteryanın "silahını bir omuzundan diğerine" aktardığı ilk ayaklanmalardır. Yani proleteryanın "küçük burjuva demokrasisinden" önemli ölçüde kopuştuğu ilk büyük devrimci çarpışmalardır.
Marks bu ¿evrimlerde bütün dikkatini proleteryanın kendi siyasi örgütlenmesiyle bağımsız davranabilmesinde toplamıştır. "Bir kez daha burjuva demokratların alkışçı korosu olarak hizmet etme durumuna düşmemesi için, 1850'de Komünist Lig
26
M a r k s 'ın devrim teorisini ekonomi-politiğin önsözündeki bir paragrafa indirgemek ve onu da kendi anlamından öteye abartarak yorumlamak, Marksizm'in burjuva liberallerince sık sık tekrarlanan bir tahrifatıdır. Ç. Bilgin, Marks'ı farklı yorumlamıyor. Marks'ın devrim teorisini "sınıfların bile iradesinin pek" rol oynamadığı bir kaderciliğe indirgemek, "devrimleri veri kabul ettiği için", Marks'ın "politik müdahaleyi küçümsediğini" iddia etmek, Marksizmin Bernsteinvari yorumlanmasıdır.bildirisinde Marks,"İşçi partisinin bağımsız, gizli ve açık bir örgütünü kurma, bunun her ocağını, proletaryanın tutumunun ve çıkarlarının burjuva etkilerden bağımsız olarak tartışılacağı işçi demeklerinin merkezi ve çekirdeği haline getirme yolunda" mücadeleye çağrı yapmıştır.
Ç. Bilgin açısından 1848 dev- rimlerinde Marks-Engels'in yakaladığı bu halka önemli olmayabilir. Ancak Marks, devrimlerin "sosyalist özü" üzerine gevezelik yapmak yerine, proletaryanın tarihinde ilk burjuvaziden bağımsız siyasi örgütlenmesini güçlendirme parolasını öne çıkartmıştır. Marks-Engels yeni bir devrim dalgası bekliyordu. Ve bu devrimlere sosyalist içerik kazandırmak ancak proletaryanın bağımsız örgütlenmesiyle mümkündü.
Diğer konu, Marks'ın ayaklanma öncesi Parisli işçileri "umutsuzca bir çılgınlık'a kalkışmamaları yolunda uyansıdır. Ç. Bilgin bu uyarıdan kalkarak Marksa ne yakıştırmak istiyor? Ya da Marks böyle bir uyarı yapmakla ünlü Paris Komününe karşı mı çıkmış oluyor? Bu değilse, Marks, sonradan Paris Komünü olarak tarihe geçecek olan ayaklanmanın, tarihsel sonuçlarını önceden se- zememekle mi suçlanıyor?
Paris işçilerine 1 8 7 0 güzünde Marks'ın yaptığı uyarı işçilerin hazırlıksızlığı ve hükümetin provokasyonlarıyla ilgiliydi. Ancak ayaklanma kaçınılmaz bir olgu haline geldiğinde Marks, Paris Komünarlarının gökyüzüne saldıran" girişimini büyük bir coşkuyla desteklemiştir. Ve Paris Komünün derslerini kılı kırk yararcasına irdeleyerek, onu tarihin ilk proletarya diktatörlüğü girişimi olarak sonsuzlaştırmıştır.
Ç. Bilgin, eğer adı gibi "bilgin" ise imalarla, yakıştırmalarla sorunu
bayağılaştırmak yerine, Marks'ın "politika platformundaki yerini" açık ve doğrudan ortaya koyabilmelidir.
Yazarın esas eleştirisine, Marks'ın devrim teorisinin değerlendirilmesine geçelim.
"Markta, kendi dışında bir devrimler olgusunun dinamiğini ya da mekanizmasını ortaya koyma eğilimi var. Bir "dönüşüm teorisi" var. Bu teoride, bireyler bir yana sınıfların bile iradesinin pek rolü görülmüyor; iradeleri, bir zorunluluğa uyma özgürlüğü olarak ortaya çıkıyor." (a.y.)
Marks ın devrim teorisini ekonomi-politiğin önsözündeki bir paragrafa indirgemek ve onu da kendi anlamından öteye abartarak yorumlamak, Marksizmin burjuva liberallerince sık sık tekrarlanan bir tahrifatıdır. Ç. Bilgin, Marks'ı farklı yorumlamıyor. Marks'ın devrim teorisini "sınıfların bile iradesinin pek" rol oynamadığı bir kaderciliğe indirgemek, "devrimleri veri kabul ettiği için", Marks'ın "politik müdahaleyi küçümsediğini" iddia etmek, Marksizmin Bernsteinvari yorumlanmasıdır.
Marks, "toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düştüklerinde", "toplumsal devrim çağının başladığını söyler. Bu tesbit, toplumsal devrimleri kıpırdatan, devrimci sancılan yaratan maddi temeli açıklar. Yoksa somut bir devrim sürecini değil.
Yazar, Marks'ın devrim teorisi ile ilgili kesin yargısını şöyle açıklar;
"Bu teoriden bir devrim çıkışını kuşku ile karşılıyorum."
"öyle sanıyorum, böyle bir dönüşüm teorisi, her zaman dönüşümden dönüş noktasını da içeriyor. Bu teorinin taraftarlan istedikleri zaman, yine bu teoriye sığınarak devrimden kaçabilirler, kaçtılar ve kaçtıkları zaman da hep 'Marksist' olduklarını iddia edebildiler." (a.y.)
Devrim döneklerinden Marksiz- mi sorumlu tutmak, ancak Marks'ın çok sığ bir kavranışıyla mümkündür. Lenin, "Dönek Kautsky" ile mücadelesinde, nedense Marks'ın devrim teorisinin yetersizliğine varmamış, tam tersine Kautsky'nin hangi noktada Marksizmden ayrıldığını açıkça sergilemiştir. Ç. Bilgin tam tersini yaparak, devrimden dönüşleri, Marks'ın \ devrim teorisine bağlayarak, dönekleri, belki istemeyerek, aklamış oluyor.
Ç. Bilgin, devrim teorisiyle ilgili şöyle bir matematiksel soyutlama yapar: "Üretim ilişkileri bir düzlemdir; üretici güçler, yani işçi sınıfı ve teknik de bu düzleme saplanan vektörlerdir. Devrim için, okların yırtıcı olması, düzleminde etkiyi lokalize edici esneklikte olmaması gerektir. Eğer düzlem esner, ya da sınıf yıkıcılığını yitirirse devrim olamaz."
Bu soyutlamanın içine Yazar, Bernstein'ın kanıtlarını yerleştirir: "Bemstein kapitalizmin değiştiğini" yani "düzlemin esnediğini ileri sürüyor. V e yine aynı Bemstein "üretici güçlerden işçi sınıfının yırtıcılığını ve bu nedenle tarihsel olarak kendisine verilen rolü yitirdiğini de kaydediyor." (a.y.) Böylece, Ç. Bilgin, Bem - stein'ın kanıtlarıyla Marks'ın devrim teorisini "devrimden dönüş teorisi' ne çeviriverir. Bunu yapmakla yazarımız, üretim ilişkileriyle üretici güçlerin "esneyen" uyumunu kabul etmiş olur. Zaten kendisinin de "bu teoriden bir devrim çıkışını kuşku ile karşıla"dığma göre, üretim ilişkileriyle üretici güçler çelişkisi yazar için fazla bir anlam ifade etmez.
Ç. Bilgin, Marks'ın devrim teorisini şöyle düzeltir:
"Devrim, bir sistem ile üretici güçlerin karşılaşmasından değil, iki sistemin çatışmasından doğuyor. Çatışmada otomatizm yok; her sistem, kendisine sıkıca bağlı sınıflara ve örgütlere sahip olmak durumundadır." (a.y.)
Yeni bir devrim teorisiyle karşı karşıyayız. Devrimlerin, "iki sistemin çatışmasından doğdu'ğunu söyle-
27
)
Çelik Bilgin, kıyısından köşesinden "yeni" akım lara mı kayıyor.
mek, Mao'nun ünlü "çelişkinin iki yönü" formülasyonuyla talihsiz bir paralelliğe düşmek olur. Çelişkinin iki yönünden birinin ya da diğerinin üste gelmesiyle süreçleri açıklayan bu mantık, Bir'in parçalanması ve onun çelişkili yönlerinin kavranışı- nın, diyalektiğin özü olduğunu anlamamıştır. Konumuz açısından, önce bir sistem vardır, "ikincisi" bunun içinde filizlenir, kendi güçlerini toplar. "Sistemlerin" ayrışması ve buzul dağları gibi birbirine sürtünmesi hangi toplumsal çelişkiler temelinde olur? Yazar, Marks'ı düzeltirken bunu açıklamıyor. İkinci sistem" hangi çelişkiler, tepkiler yoluyla birikir, "bilinçlenir" ve kısmen de olsa şekillenir, bunu açıklamayan yeni devrim teorisi, bayağı gevezelikten başka bir şey değildir.
Aynca "her sistemin kendisine sıkıca bağlı sınıflan ve örgütleri" olmasının teminatı nerededir? En doğru ve yaygın propagandalar bile, eğer toplum tabanındaki çelişki tarafından harekete geçirilmiyorsa sıkı örgütlülüklere yükselemez. Ç. Bilgin'in "sistemleri", kendi devindirici güçlerini nereden alacaktır?
Burada Marks'ın "günahına" geli yoruz:
"Marks'ın bütün çabası, bu açıdan alındığında, bir sistemin bilince çıkışını önem ve geriye atma önünde gelişiyor. (Bir dizgi hatası olsa gerek, anlam bozuk, b.n.) Başkaları bir yana, Marks'ın Blanqui ile ütopyacı- İarla ve hatta Bakunin ile mücadelesi bir bilince çıkışı önleme etkisi yapıyor.
'Tarihsel olarak bu mücadelelerin haksızlığını ileri sürmüyorum. Söylemek istediğim şudur: Politik müdahale ve yeni düzeni çizme çabalan olmadan devrim olmaz." (a.y.)
Yazar, ne dediğinin farkında mı? Marks'ın Blanqui ve Bakunin'lerle» mücadelesi "ikinci sistemin" bilince çıkışını engelleyen bir rol oynamış!" Politik müdahale ve yeni düzeni çizme çabalan" olmaksızın devrim olmazmış! Politik müdahaleden kasıt, Bakuninvari entrikalarsa, böyle politik müdahalelerin yenilgi enayiliğinden başka bir sonucu olmamıştır.
ö te yandan Ç. Bilgin, Marksa dönüp "yeni düzeni çizme çabalan" olmaksızın devrim olmayacağı konusunda söylev veriyor. Aydın bilgiçliğinin ve pişkinliğinin bu kadarına pes...! Kapitalizmin kaçınılmaz çeliş
kilerinden, gelecek düzenin iskeletini bütün kuruntu ve yanılgılardan ayıklayarak şekillendiren Marks, Baku- ninlerle mücadele ederken, meğer "yeni düzenin" bilince çıkmasını engellemek gibi bir günah işlemiştir. Şark toplumunda ukalalığın ve ahmaklığın gerçekten bir sının yok...
Marks'ın "devrim teorisi"ni Bem- stein'ın kanıtlarıyla çürüten Ç. Bilgin, bununla yetinmeyip onun "politik müdahaleyi küçümsediğine delil olarak da Bakunin eleştirilerini gösteriyor. Böylece geriye Marksizm açısından elle tutabilecek sağlam ne kalıyor? Marks'ın kahırlı "bilimsel" Kapital emeği... Marks'ın sakallann- dan düşüncesine varamamış cüceler, onun her pratik adımdan büyük bir titizlikle çıkardığı dersleri ve politik mücadelesini göremezler. Ç. Bilginin öfkeyle köpürdüğü M. Belge de aynı kanıdadır. Marks'ta "politika teorisinin bulunmadığını iddia ederek, Marksizmi Kapital'den ibaret hale getirmeye çalışır. Bütün bu do
lambaçlı lafların; Marks'ı militan mücadelesinden kopanp, bilimsel bir sakallıya indirgeme çabalanmn, bir tek amacı vardır; Marksizmin düşünce ve davranış bütünlüğünü bozmak, toplumlann gelişimiyle ilgili temel bulgularıyla, buradan ürettiği politik taktiklerini birbirinden koparmaktır. Eğer bu başanlırsa, Bemsteinvari kuyrukçuluk da, Bakuninvari entrikacılık da Marksizmden icazet alabilecektir.
Devam edelim. Yazarımıza göre Marksın bu kusurunu Lenin kapatmıştır.
"Lenin, jakobenci suçlamasını hiç reddetmiyor ve nerede ise onur duyduğunu hissettiriyor. Bu Lenin'in tümüyle bir politik müdahale olmasından ileri geliyor." (a.y.)
Fakat, Yazar, Lenin'in bu "katkısını" tesbit ettikten sonra şu soruyu sormadan edemiyor:
"Peki, Lenin'in bu önemli katkısına karşın dönüşümden dönüş noktası Marksist anlayışta varlığım nasıl
28
N e yapacağız?Elimizde insanların devrimden kaçış için bahane edemeyecekleri ölçüde "sıkı” bir "devrim teorisi" hâlâ yoktur. Kimi Marks'ın devrim teorisinin elemanlarından birisini, kimi de Lenin'in "Çocukluk Hastalığını"Kuran yapıp, sermaye tanrısı önünde tapınıp duruyor.
koruyabilir." (a.y.)Cevabı Ç. Bilgin den dinleyelim:"Avrupa'da yakın zamanda dev
rim olmayacağı değerlendirmesi yapılınca, Lenin, ilk devrimi koruyabilmek için önemli sayılabilecek bir ricat başlatıyor. NEP, bu ricatlardan birisidir." (a.y.) Bu açıklamanın hemen arkasına yazar, bugün 'Sovyet- ler Birliği nde kapitalist restorasyonu arayanların kendilerine model" olarak NEP'i aldığını hatırlatıyor.
"Bu ricatın aynntılandırılmasını burada yapmak istemiyorum, ancak daha sonraki işçi sınıfı hareketlerindeki bütün gerici eğilimlerin kaynağı olan Çocukluk Hastalığı" bu dönemin damgasını taşıyor." (a.y.) Yazanınız bu tesbitin ardından da Türkiye'den bir örnek veriyor: "DlSK'i CHP'leştirdikten sonra büyük sermayeye peşkeş çeken hainler çetesi Eylülist darbeden sonra Türkiye'de Türk-lş yardakçılığına başladıklan zaman Lenin'in bu çalışmasını kendilerine Kuran yaptılar." (a.y.)
Ne yapacağız? Elimizde insanla- nn devrimden kaçış için bahane edemeyecekleri ölçüde "sıkı" bir "devrim teorisi" hâlâ yoktur. Kimi Marks’ın devrim teorisinin elemanlarından birisini, kimi de Lenin'in "Çocukluk Hastalığını" Kuran yapıp, sermaye tannsı önünde tapınıp duruyor.
Yazar, döneklerin Marksizmin şurasından burasından koparıp bayrak ettikleri lafız karşısında yalpalıyor.
Böylece, ilk olarak, Marksizm- Leninizmi kendi diyalektik bütünlüğü içinde kavrayamadığını açığa vuruyor. Her oportünist ararsa, Mark- sizm-Leninizm'de kendi düşüncelerine paralel bazı parçalar bulabilir. Ve üstelik bunlar Yazar'm saydıklarıyla da sınırlı değildir. Ancak buradan bir tek sonuç çıkar, böyleleri Marksizmin özü ile değil yalnızca lafzıyla ilgilidirler. Ve her dönüşlerinde, bu kıv- raklanna Marks ya da Lenin'den bir icazet metni sunabilirler. Fakat bu durum, Marksizmin teorik yapısına
en küçük bir zarar vermez. Mesele, bu dönemlerin, Marksizmin özünden nasıl kopuştuklarını sergileyebilmek- tedir.
ikinci olarak, Marksizm- Leninizm yalnızca devrimci atılımın teorisi değilidir, o mücadelenin zig- zaglannda geri çekilmenin de nasıl olması gerektiğinin örneklerini vermiştir. Birileri kalkıp, sürekli Mark- sizm-Leninizmdeki bu noktalara takılıp durursa, buradan onlann siyasi karakteri ortaya çıkar, fakat teorinin yalnışlığı değil. 1 9 0 5 devrimi yükselirken burjuvaziyle uzlaşmayı öneren Menşeviklerle keskin bir mücadele yürüten Bolşevikler, devrim geri çekilirken hâlâ Duma'nın boykot edilmesini savunan Otzovistleri Bolşevik fraksiyonu içinden atmışlardır. Ve bu keskin Otzovistleri Lenin, "Men- şevizmin ters yüz edilmişi" olarak değerlendirmiştir. O koşullarda "Duma ahırına" girmeyi savunan Lenin, bu ahıra doluşmuş olan devrim döneklerini aklamış mı oluyordu? Çelikten Bilginimiz bu soruya "evet" mi diyecektir?
Üçüncü olarak, bu tavnyla Ç. Bilgin, Marksizm içinde ya da çevresindeki sağ eğilimlerle mücadelede hiç de sağlam zeminde olmadığını gösteriyor. Oportünistlerin her "Kuran" yaptığı konudan vazgeçilecek ya da şüpheye düşülecekse Mark- sizmden geriye ne kalır? Böyle bir mücadele tarzı insanı ister istemez otzovizme götürür. Geri çekilmelerden yararlanmayı bilmek yerine, parlak lafla yenilgiyi örtme çabası kişiyi en son tahlilde olayların arçısı konumuna sürükler. "Ricat"ı başaramayan kesinlikle yenemez. Ç. Bil- gin’in, Marksizmin teorik temellerini tahribe varan "politik müdahaleci" tavrı, onu burjuva sosyalist akımlardan ayıran perdenin çok ince ve her an yırtılabilir olduğunu gösteriyor.
Son olarak, yazarın sorunu ortaya koyuşu kökten yanlıştır. "Lenin'in önemli katkısına rağmen devrimden dönüş noktası Marksist
Marx'da Bilgin'e m alzem e oldu.anlayışta varlığını nasıl koruyabilir" sorusu, olaylara idealist bir yaklaşımın kesin izlerini taşıyor.
Burjuvazi ve işçi sınıfının mücadelesinde devrimlerden dönüşler olay olarak gerçeklikse, bunlann "Marksist anlayışta” bir karşılık bulması kaçınılmazdır. O nedenle, Le- nin'e hatta Ç. Bilgin'e rağmen devrim dönekliği anlayışı, Marksizmin içinde, çevresinde, karşısında hep olacaktır. Bir teorik formülasyonla bu anlayışı kaldırabilsek ne mükemmel bir "gelişme" olurdu. Ancak modem çağda böyle bir Şeyhülislam fetvası imkansızdır.
Sorun şudur, devrimci mücadele sürecinin her adımında ortaya çıkan devrim döneklerinin ellerindeki "Kuranlarını, Marksizmin teorik temellerini zedelemeden kaldırıp atmak; onlann yığınlar içindeki etkinliğini kırmak ve bunları bütün bir devrimci birikim döneminde bıkmadan belki binlerce kere yinelemek, "devrimden dönüş noktası anlayışım" mutlak olarak ortadan kaldırmayacaktır, ama pratik etkinliğini felce uğratacaktır.
Eğer Ç. Bilgin, bunun yerine, bütün bu yolları tıkayan yeni bir "devrim teorisi" kurmayı deneyecekse, hiç şüphesiz ki bunu yapmakta kuşlar kadar özgürdür. Ancak bu özgürlük onu, idealizmin maddi temelden kopuk form üller dünyasına götürecektir. B
29
Burjuva Sosyalizmi•• • • I • • iÇözülürken
H aydar Kutlu ve Nihat Sargın ölüm orucuna yattılar. Bu, burjuva sosyalizmini ölüm
den kurtarabilecek mi? Günlük gazetelere yansıyan tartışmalara göre TBKP'nin tasfiye edilmesi ve legal, daha geniş yapılanmalara gidilmesi konuşuluyor. TSİP benzeri çağrılarını tekrar ediyor öte yandan eski TİP'liler TBKP'den ayrılıyorlar. Her ne ise... genel eğilim şuki, burjuva sosyalist eğilimler tam bir dağılma ve ideolojik kaos içindeler. Ve yine şu kadan çok açık ki legal de toplanma çabalanna rağmen, burjuva sosyalizmi "eski güzel" günlerine bir kere daha dönemeyecektir.
Hikayemize eski güzel günlerden başlayalım. Burjuva sosyalizmi, yaşamı boyunca iki önemli çıkış yaptı. îlki 1960'lann TİP'i, İkincisi 1 9 7 0 ’lerin "atılım" yapan TKP'si. Şimdi ikisi birlikte hasta yatağında yatıyorlar.
TİP, 27 Mayıs'ın açtığı ortama doğdu. Ancak her zaman radikal "yukarıdan" devrimciliğe karşı oldu. TİP kendi orjinal yaşam sürecinde hemen bütün devrimci ortamı, içerisinde toplamasına rağmen, esas olarak daima işçi sınıfı içinde burjuva etkisinin sözcüsü oldu. Sendikalizm ve parlamentarizmden kan alan TİP 19 6 9 ünlü seçim yenilgisine kadar güçlü ve önde göründü. Oysa yükselen devrimci harekete ayak uyduramadığı için zaten içinden çürüyordu. 12 Mart 1 971 , TİP'in "güzel ve güçlü" günlerine ison verdi.
12 Mart'tan çıkılırken, önemli ölçüde TİP'in tabanına dayanarak, Sovyetlerin de desteği ile TKP "atı
lım" yaptı. İsminin "Komünist" olması, "illegal" bir partiyi bir çekim merkezi haline getirdi. Ancak bütün bunlardan daha önemli bir neden, 12 Mart'ta her siyasetin yenilgiden payını almış olmasına karşılık TKP, yeni ve yenilmemiş göründü. Fakat mücadele yılları aktıkça TKP’nin TİP'ten temel mantık olarak fazla farklı olmadığı ortaya çıktı.
12 Eylül sonrası, her geçen yıl daha gericileşen burjuva sosyalizmi için TBKP programı aslında bir çöküş platformu anlamı taşıyordu. Bu kötü ünlü programın mantık temellerini bir Yeni Açılım yazarı çok güzel özetlemiş. Bir göz atalım.
1- "Türkiye'de kapitalist gelişme tıkanmış mıdır? Kapitalist sistem bir bunalım içinde midir? Yoksa, kapitalist ilişkiler gelişmekte midir?"
"Devrimin ve sosyalizmin kaçınılmazlıkla gündemde olduğunu gerek- çelendirmek için öne sürülen bu görüş bizce doğru değildir. Türkiye'de kapitalizm gelişmektedir ve daha da gelişme potansiyellerine sahiptir."
Kapitalizmin geliştiğine şüphe yok. Elbette yerinde saymıyor. Ancak ne pahasına geliştiğini artık TBKP fazla dikkate almamaya kararlı görünüyor. Kırda yoğunlaşan iflaslar, işçinin yaşam düzeyinde çok önemli düşüşler, Türkiye kapitalizminin son on yılda insanlarımıza çıkardığı faturadır.
2- 'Türkiye'nin bütün sorunlan salt sınıf mücadelesiyle çözülebilir mi? Yoksa, soruların çözülebilmesi için, mücadelenin yanı sıra işbirliği de gerekli midir?
"Bizce artık fikirler de, toplumsal
bilinçteki gelişme de maddenin gelişmesi üzerinde etkide bulunabilir; sınıf karşıtlıklarının yanı sıra sağduyu koalisyonları da hareketin, gelişmenin temelinde yer alabilir."
Sınıf mücadelesinden "sağduyu koalisyonlarına" geçiş teorik olarak büyük bir çöküşün, pratik olarak da en bayağı kuyrukçuluğun açık ilanıdır.
3- "Devrime kadar" kapitalizm karşısındaki tutumumuz ne olacaktır?" TBKP, çok tabii ki devrimi hazırlamıyor ve devrime hazırlanmıyor. Onu ilgilendiren devrim durağına kadar kapitalizmle ilişkisidir.
"Kapitalizm etkilenebilir mi? Onu, etkilemeye çalışmak doğru mu?"
"Dünyada çok farklı kapitalizm tipleri olduğuna göre bir ülkedeki kapitalist gelişmenin çok seçenekli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır... Kapitalizm için demokratik bir alternatif önermek niçin yanlış olsun.
"Niçin her alanda, ekonomi dahil, elternatif gelişme teorilerimiz olmasın?"
TBKP, "devrime kadar" "atkili" bir mücadeleyle "demokratik bir kapitalizm" yarattıktan sonra, büyük bir ihtimalle devrimden de vazgeçecektir! Türkiye kapitalizminin sınanmış, denenmiş demokrasi düşmanlığına rağmen böyle düşünceler üretebilmek için insanın aşın ölçüde zavallılaşmış olması gerekir.
4- 'Toplumsal gelişme sürecini evrim aşaması-devrim aşaması diye birbirinden kesin hatlarla aynlan aşamalara ayırmak yerine, 'evrim içinde
30
O'nlar artık "özgür ue mutlu"(?!) ya direnişçi devrimciler!
devrim' ve 'devrim içinde evrim' kategorilerine başvurabilir miyiz?
"Günümüzde reformlar için mücadele ile devrim için mücadeleyi birbirinden ayırmak ve birinciyi İkinciye bağlamak mümkün müdür? Yoksa asıl sorun reformun, reform hedefinin içinde devrimi, devrimci unsuru ifade edip, gündeme getirmek mi?” (Yeni Açılım, Mart 1989)
TBKP, evrim ve devrimi iç içe sokarken, "reform hedefinin içinde devrimi" eritip buharlaştmveriyor. Dil kemiksiz, her yöne dönebilir. Ancak düşüncelerin bir bel kemiği olması gerekir. Ancak TBKP'den böyle bir şey ummak saflık olur.
İşte TBKP'nin çöküş platformunun özeti. Bu platform aynı zamanda burjuva sosyalizminin yirmi yılı aşkın evriminin de iyi bir özetidir. Hiç değilse sözde olsun kapitalizme karşı mücadeleden, "gelişen kapitalizm" içinde "sağduyu koalisyonla- n"yla "demokratik bir alternatif" yaratma noktasına varmak, burjuva sosyalizminin sosyal-demokratlığa evrimleşmesinden başka birşey değildir.
Son olarak, burjuva sosyalizmini ideolojik ve pratik kaosa iten nedenleri irdeleyelim.
Çöküş birisi dışarıdan, ikisi içeriden üç başlıca nedene bağlanabilir.
İlk neden dışandan, sosyalist ülkelerdeki gelişmelerdir. Burjuva sosyalizmi kişiliksizce sosyalist ülkelere dayandı. Ve onun propagandasının önemli bir yanı, sosyalizmin zaferleriyle Türkiye burjuvazisini sosyalizme ikna etme çabalan oluşturmuştur. Günümüzde yaşanan sosyalizmin krizi, burjuva sosyalizminin çok güçlü bir silahını yitirmesine neden oldu. Ve onu kendi gücüne dayanmaya zorladı. İşte bu zor, dünya sosyalizminin gölgesinde şişinen burjuva sosyalizmini kendi gerçek boyutlarına küçültmüştür. Ayrıca, bugüne kadar doğrudan sosyalist ülkelerdeki teori üretimiyle beslenen kafalar, bu üretimin bir kaosa girmesi, çeşitlenmesi karşısında tam bir düşünce karmaşasına yuvarlandılar.
Sosyalist ülkelerin önemli destekleriyle boyutlarından öteye büyüyen burjuva sosyalizminin, şimdi sosyalizmin kriziyle birlikte çöküşe uğraması hiç de rastlantı değildir.
İkinci neden, sosyal-demokrasinin konumuyla bağlantılıdır. Burjuva sosyalizminin çıkış ve
iniş grafiği sosyal-demokrasinin gelişmesiyle yakından bağlantılıdır. 1973 atılımı, hem Ecevit CHP'sinin açtığı yoldan ilerledi hem de ona büyük umutlar bağladı. Burjuva sosyalizminin, devrimci hareketin en canlı günlerinde bile CHP'den bağımsız bir tek taktik tutumu olmamıştır. Bu bağımlılık tesadüf değildir. Aynı sınıf ve tabakaların çeşitli kesimlerine dayanmaları onların paralelliğinin esas kaynağıdır.
12 Eylül öncesi sınıf savaşından ürken ve önemli ölçüde itibar yitiren sosyal-demokrasi bilinçli ve gönüllü olarak politika alanını daralttı, fi- nans-kapitalle yakın teması her zaman korudu. Sosyal-demokrasi yol açmadıkça burjuva sosyalizmi ilerleyemezdi. Sosyal-demokrasinin itibar yitirmesi ve güçsüzleşmesi, kaçınılmaz bir şekilde burjuva sosyalizminin de davranışlarını sınırlamıştır. Bir bakıma sosyal-demokrasinin açtığı yolda gelişen burjuva sosyalizmi, bu yolun tıkanmasıyla birlikte inişe geçmiştir.
Üçüncü neden, 12 Eylül sonrası biçimlenen mücadele ortamıdır. Koşullar siyasetleri, ya radikal döğüş yoluna ya da teslimiyete, pasifizme
zorluyor. Türkiye'nin "gelişen kapitalizmi" (!) sınıflara fazla hareket imkanı vermiyor. En basit haklar için, en yoğun devlet baskısıyla yüz yüze gelmek kaçınılmaz oluyor. Burjuva sosyalizminin daha rahat güç toplayabildiği, manevra imkanlarının geniş olduğu günler geride kaldı. Hareket imkanı daralan, ya da sosyal- demokrasiden nitelikçe farklı davra- namayan burjuva sosyalizmi kaçınılmaz şekilde güç yitiriyor. Ve mücadele koşulları böyle kaldığı sürece yitirmeye devam edecektir.
Sonuç olarak işçi sınıfı açısından burjuva sosyalizminin çöküşü önemli bir kazançtır. Bugüne kadar işçi sınıfı içinde, sendikaizm aracılığıyla sosyal-demokrasinin yanında burjuva sosyalizmi de yaygın bir etkiye sahipti. Ancak yaşanan bunca deneyden sonra "gelişen kapitalizm", ya da "sağduyu koalisyonları" parolalan ile burjuva sosyalizmi sınıfın en basit haklarının kazanılmasında bile bir fonksiyona sahip olamaz.
Sorun, sınıf içinde burjuva sosyalizminin daralmasından doğacak boşluğu, onlann yeni nüanslarının değil, proletarya sosyalizminin dol- durabilmesindedir.B
31
Demokratik Devrim "Emek" Eleştirisi
Kazım AKIN
E mek dergisinin sayfalannda Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim konularını kapsayan
bir tartışma neredeyse bir yıldır sürüyor. Yoğun olarak 1 9 6 8 -1 9 7 0 yıllarını ya da bir süreç olarak ele alırsak 1 9 6 5 -1 9 7 5 arası yılları kapsayan "devrim stratejisi" tartışmaları, aslında dönem olarak aşılmıştır. Buna rağmen bazı siyasi eğilimlerin bu konuya geri dönmelerinin bir anlamı olmalıdır.
Hiç şüphesiz ki, ülkemizdeki devrim sorunlarıyla ilgili görüşleri yeniden tartışma ortamına getiren objektif neden, 12 Eylül yenilgisidir. Ancak 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, Emek Dergisindeki tartışmalan yalnızca böyle bir nedene bağlamak yeterince açıklayıcı olamaz. Emek Dergisini böyle bir tartışmaya zorlayan özel nedenlere gelmeden önce sorunun konuluşunu değerlendirmeye çalışalım.
DEVRİMDE "AŞAMALARIN KALDIRILIŞI
"Hemen belirtelim, Türkiye’de kapitalizm'den sosyalizme geçişi sağlayacak toplumsal devrim, bir Demokratik Halk Devrimi olacaktır. Türkiye'de Demokratik Halk Devrimi ve onun oluşturacağı Demokratik Halk iktidarı biçimi dışında, bir de aynca Sosyalist Devrim biçimi' diye iki ayrı devrim süreci olmayacaktır.
"Birincisi: 'Sosyalist Devrim Biçimi' diye özel bir devrim biçimi yoktur ve olmamıştır.
"İkincisi: Türkiye'de kapita
lizmden sosyalizme geçişin devrimi, Demokratik Halk Devrimidir." (Emek s. 3)
Yazar bugüne kadar alışılmışın tersine devrim aşamaları sorununu, görünüşte "Sosyalist Devrimi" kaldırarak çözümlüyor. Ayn bir Sosyalist Devrim "aşaması" olmadığını iddia ederek ve Demokratik Halk Devri- mine bütün bir geçiş sürecinin görevlerini yükleyerek soruna "yeni" bir yaklaşım getirmiş oluyor.
Yazarın bu konudaki kanıtlanna geçelim.
İlk kanıt, soyut teorik genelleme düzeyindedir: "Halk Devrimi ve Halk iktidarının Türkiye'de kapitalizm'den sosyalizme geçişin devirimci yolu olarak tespit edilmesine, bu tip dar yaklaşım sahipleri 'bu bir geri konumdur', ya da 'öyleyse neden sosyalist iktidar değil?' diyerek karşı çıkıyorlar. Kuşkusuz bu tip yaklaşımlar, genel olanla özgül olanı birbirine karıştıran, bunların arasındaki ilişkiyi doğru tespit edemeyen kalıpçı yaklaşımlardan doğuyor. Tekrar olsa da vurgulamak-gerekiyor ki, 'sosyalist devrim' özgül bir durumu veya biçimi değil, genel yasalan-özü- belirleyendir.
"...Bunun için de ben sosyalist devrimi savunuyorum' demek, te n dünya devrim sürecini savunuyorum' demekten, yani, sosyalizme geçişin sadece genel yasalarını savunmaktan başka bir anlam ifade etmez" " (Emek, s. 3)
Yazar, sosyalist devrimin "özgül bir durumu" değil sosyalizme geçişin "genel yasalarını" ifade ettiğini öne sürüyor. Oysa demokratik halk dev
Sorunu
rimi "özgül bir durumu" anlatmaktadır. Yani sosyalist devrim bir soyutlama buna karşılık demokratik halk devrimi bir ülkedeki somut bir sürecin adıdır. Diyalektik metod açısından, demokratik devrim de en az sosyalist devrim kadar soyutlanabilir, bazı genel yasalar seviyesine çıkanla- bilir ve zaten Paris Komününden bugüne böyle bir soyutlama yeterince yapılmıştır da. O nedenle demokratik halk devrimi kavramı, yalnızca söylenişiyle hiçbir özgünlük taşımaz. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmeye başladığı, hatta egemen olduğu, buna rağmen, demokrasi, sanayi ve toprak sorununun henüz çözümlenemediği durumlarda, gündeme kaçınılmaz bir şekilde demokratik halk devrimi adımı gelecektir. Ancak bu devrimin somut sınıflar ittifakı ve programı her ülkeye göre özgün bir biçim kazanır. Hatta bir ülkede devrimci, ilerici sınıf ve tabakalann ülke koşullarını kendi açılarından kavrayış farklılıklarına göre, birbirinden farklı demokratik devrim stratejileri ortaya çıkabilir. Nitekim 1965'den teri yaşanan süreçte, MDD'den kaynaklanan farklı demokratik devrim kavrayıştan olmuştur.
Yazar, demokratik devrimi değil de yalnızca "sosyalist devrimi" soyutlayarak, onu sosyalizmin genel yasaları olarak açıklamakla metod hatası yapıyor. Her soyutlama, ya da genel yasa, farklı somut özgül koşullardan süzülerek çıkar. "Sosyalist devrim "in bir ülke koşullarında savunulması da somut tespitleri gerektirir. Eğer demokratik devrimin görevleri ekonomik ve politik olarak önemli ölçüde
32
of o k t a n beri çürüyen batılı komünist partilerin "antitekel" mücadele programları kimseyi yanıltmasın. Tekellere karşı parolalar günlük taktik mücadelede kullanılabilir ve gereklidir, ancak komünist parti programları batıda doğrudan hedef, geri ülkeler için ise demokratik deurimlere bağlı bir adım, bir "aşamadır".
aşılmışsa, o ülkede doğrudan sosyalist devrim adımı gündeme gelir. Hiç şüphesiz ki demokratik devrimden farklı sınıf ittifaklan ve başka bir programla gündeme gelecek olan sosyalist devrim, somut ülke koşulla- nna göre de bazı farklılıklar taşıyacaktır. örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde komünistlerin programı sosyalist devrim olmalıdır. Söylemeye bile gerek yok ki, adımın özü bakımından aynı olsa da, böyle bir program ülkelere göre kaçınılmazca farklılıklar içerecek, bu anlamda sosyalizmin genel yasalan, farklı koşullarda farklı biçimde somutlaşacaktır.
Çoktan beri çürüyen batık komünist partilerin "antitekel" mücadele programları kimseyi yanıltmasın. T ekellere karşı parolalar günlük taktik mücadelede kullanılabilir ve gereklidir, ancak komünist parti programlan batıda doğrudan hedef, geri ülkeler için ise demokratik devrimlere bağlı bir adım, bir "aşamadır".
Yazar, bu konuda bir başka düzeyde daha soyutlamaya gidiyor. Sosyalist devrimi savunmak, yazara göre "dünya devrim sürecini" savunmak, ya da "sosyalizme geçişin sadece genel yasalannı" savunmaktan ibarettir. Yazar, burada da muarızla- nnı "genel" ve "soyut" kalmakla, "özgüle" varamamakla eleştirmeye niyetleniyor. Ancak kendisi,"dünya devrim sürecini" yalnızca bir kavram olarak ele alıp, somutlamadığı için aynı soyutta kalma hatasına düşüyor. Çağımızın "kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı" olduğu açık. Doğu Avrupadald son gelişmeler bu tespite önemli bir darbe vursa da gerçeklik değişmiyor. Ancak sorun bu genel tespitten p r a t iğ e , yani dünya devrimci sürecinin somut gidişinin kavranışına gelince gündeme bambaşka sorunlar girmektedir. Sosyalist ülkeler ve kapitalist ana yurtlardaki "komünist" partiler, dünya devrimci sürecinin can alıcı halkasının her ne pahasına barışın korunması olduğunu ileri sürüyorlar. Bizler dünya devrimci sürecinin sûru kleyici halkasının, g ü n ü m ü z k o ş u l la r ın d a , geri kapitalist ülkelerdeki devrimler olduğunu iddia ediyoruz.
Yazar, yerli yersiz soyutlamalarla, "sosyalist devrim" diyenin "dünya devrim sürecini" savunduğunu iddia etse de somut gerçeklik böyle değildir. Dünya devrimci sürecini savunmak mevcut dünya koşullarında,
üçüncü dünya devrimlerini yükseltmekle olur. Yazar sosyalist devrim kavramını dünya devrimci sürecine genişleterek hem dünyadaki somut sosyalist devrim imkanlarını gözden yitirmiş oluyor, hem de dünya devrim sürecini genel sosyalizme geçiş tekerlemesiyle sınırlayıp, onun canlı somut anlamını bulandırmış oluyor.
Netice olarak yazarın, sosyalist devrimi genel dünya devrimci sürecine yükseltmesi, demokratik halk devrimini de bu sürecin Türkiye'deki karşılığı, özgün yolu olarak tanımlaması onu yine de Türkiye'deki somut sosyalist devrim adımından kurtaramıyor.
Bu noktada yazarın ik in c i k a n ıtın a geliyoruz. Bilindiği gibi demokratik devrim-sosyalist devrim formülasyonu, bu sorunla en canlı biçimde yüzyüze geldikleri için Rus Sosyal-Demokratlarına ve özellikle Lenin'e aittir. Yazar, Türkiye'de devrimi tek bir sürece indirdiği için Le- nin'in bu konudaki görüşleriyle hesaplaşmadan edemez.
"Çünkü, o (demokratik devrim b.n.) çağımızın devrimidir, ülkemizin proleter önderlikli toplumsal devrimidir. Lenin'in 'iki taktikte belirlemiş olduğu, (demokratik devrimden sosyalist devrime kesintisiz geçiş) perspektifinden tamamiyle farklı koşulların devirimidir. Yani artık, ülkemizde, demokratik halk devrimi deyince, 'iki taktikteki, 'otokrasiye karşı burjuvaziyle birlikte demokratik devrim', kapitalizme karşı proletarya ve yoksul köylü ittifakında sosyalist devrim' biçimindeki ikili devrim perspektifiyle hareket etmeyen herkes, bu devrimin tek bir devrim olduğunu ve özünde sosyalizmi taşıdığını anlar". (Emek,s. 11)
1900'ler Rusya’sından çok başka koşullarda olduğumuz açık. Yazar, Türkiye koşullarında "özünde sosyalist" olan fakat "demokratik halk devrimi" olarak adlandırılan, "Proletarya önderlikli tek bir toplumsal devrim"
öngörmektedir.Bu noktada insan Toplumsal
Kurtuluşun Emek Dergisine yaptığı çağrıyı tekrarlamadan edemiyor:
"Kavram fetişizmini terk edin!""Sosyalist Devrimi teslim edin"
(T. Kurtuluş.s.23-24)Gerçekten de T.Töre Türkiye'ye
özgü bir şeyler söylemeye çalıştığında, bilinen kavramları, hatta bazen bilinen basit gerçeklikleri zorlayıp bozuyor.
Lenin'in "otokrasiye karşı burjuvazi ile birlikte demokratik devrim" biçiminde bir tanımlaması yoktur. 'Tüm köylülükle çarlığa, yoksul köylülükle kapitalizme karşı" bayrak açan Bolşeviklerle, Menşevikler arasındaki en çetin kavga demokratik devrimde burjuvazinin rolü üzerine kopmuştur. 1 9 0 5 Devriminde prole- teryanın öne çıkmasından "burjuvazinin ürkebileceğini", böylece "devrimin kapsamının daralacağını" savunan Menşeviklere Lenin şöyle der:
"Köylülüğün başarılı bir Rus Dev- rimindeki rolünü gerçekten anlayan kimseler, devrimin kapsamının burjuvazinin ana yüz çevirmesiyle daralacağını söylemeyi akıllanndan bile geçirmezlerdi." (Lenin İki Taktik)
Emek yazarının Lenin'i özetleyişi bir kalem sürçmesi değilse, düpedüz tahrifattır. Rus Devriminde Lenin ve Bolşevikler, Çarlığa karşı mücadelede "burjuvazinin tutarsızlığını etkisiz hale getirmek için köylü yığınlanyla ittifakı" savundular. Oysa T.Töre, iki taktikte Lenin'in "otokrasiye karşı burjuvazi ile birlikte demokratik devrimi "savunduğunu iddia ederek, koşulların Türkiye ile farklılığını daha göze batar hale mi getirmek istiyor?
Yazarın kaygıları bir yana onun esas amacı, Lenin'in "iki evre'li devrim formülünün Türkiye'ye uygulanamayacağını ispatlamaktır.
Emek sayfalarında bu konudaki ilk yazısından nerede ise bir yıl sonra T.Töre, Şubat 1990'da konuya bir
33
\ anılgmın esas kaynağı, Türkiye'de kapitalizmin durum unun ve buradan çıkan sınıf yapısınınkavranmasındaki hatalardır. Emek çevresi doğuş ve gelişim sürecinde Türkiye'de kapitalizmi çok geri noktalarda görmekten tam zıddı yönde bir kavrayışa sıçramıştır. Ve bugün yazar'a 'iki evreli" devrim Rusya'nın kaba tekrarı gibi görünüyorsa, bunun esas nedeni bizdeki tekelci ekonominin kabaca kavranıp, uç noktalara götürülmesindendir.
"özeleştiriyle" girer."Bizler, Lenin'in strateji belirler
ken dikkate aldığı esas koşullann neler olduğuna bakmak ve onun yöntemini öğrenmek yerine, onun stratejilerini Türkiye koşullanna uygulama yönetemini izledik. Bu çarpık kavrayıştan dolayı, bizde Türkiye gibi tek bir toplumsal çelişkinin bulunduğu yani kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir ülkede, aşamalı devrim stratejisini formüle ettik." (Emek s. 14)
Yazar, Lenin'in stratejisini kabaca taklit etme yanılgısına düştüklerini belirtirken, gerçekten bir hataya değiniyor. Ve böyle hatalar Türkiye devrimci hareketinde oldukça sık tekrarlanmıştır. Ancak, Emek çevresinin bugüne kadar savunduğu "iki evreli" devrim stratejisi yalnızca Lenin'in kaba tekranndan kaynaklanmamıştır. Yanılgının esas kaynağı, Türkiye'de kapitalizm in d u ru m u n u n ve buradan çıkan sın ıf yapısının kavranmasındaki hatalardır. Emek çevresi doğuş ve gelişim sürecinde Türkiye'de kapitalizmi çok geri noktalarda görmekten tam zıddı yönde bir kavrayışa sıçramıştır. Ve bugün yazar'a 'iki evreli" devrim Rusya'nın kaba tekrarı gibi görünüyorsa, bunun esas nedeni bizdeki tekelci ekonominin kabaca kavranıp, uç noktalara götürülmesindendir.
"Birinci evrede emperyalizm ve tekelciliğin egemenliğine son vermek, ikinci evrede ise kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırıp sosyalizmi kurmak...yani, bir tek toplumsal çelişki olan Emek-sermaye çelişkisine rağmen, biz, iki aşamalı, yani evreli devrim stratejisi formülasyonları oluşturduk." (Emek s. 14)
Yazar, "tek toplumsal çelişki olan emek-sermaye çelişkisine rağmen" yanlış olarak "evrim stratejisi" formüle ettiklerini belirtiyor. Bu yak
laşım iki k ere hatalıdır: önceden yapılan hataya yaklaşım açısından ve Türkiye’de devrim sorununa yaklaşırken ana halkayı yakalama bakımından.
Emek çevresi, Türkiye'de kapitalizmin durumunu değerlendirirken emperyalizm güdümlü bir kapitalizm ve egemen sınıf olarak da "işbirlikçi tekelciliği" tespit etmiştir. Bu bakış açısı, 1968'lerde devrimci kabarışa damgasını vuran ulusal kurtuluş- cu lu ğu n koyu izlerini taşımaktadır. O nedenle pek çok siyasi eğilimde egemen olan yan, mücadelenin "anti emperyalist" yanını aşırı ölçüde ka- bartılandırmak oldu. Emek'in "işbirlikçi tekelcilik" tespiti de bu etkiyi taşıyan bir öze sahiptir. Bu nedenle de, devrimin ilk evresinde "emperyalizme ve tekelciliğe" karşı mücadele öne çıkarılmıştır. Eğer, Emek çevresi Türkiye'de kapitalizmin durumunu önceleri de bugün kavradığı gibi kavramış olsaydı, büyük bir ihtimalle "iki evreli strateji" yolunu seçmeyecekti. Netice olarak, özeleştirinin dayandırıldığı Lenin'i kabaca taklit etme hatası yeterince açıklayıcı değildir. Doğru olan. Emek çevresinin Türkiye'nin ekonomik ve sınıfsal yapısını kavrayışının sürekli evrimleşmesidir. Türkiye'nin yapısal durumu düşüncelerde sürekli değiştikçe bunun kaçınılmaz sonucu olarak "stratejiler" de değişmek zorunda kalıyor.
İkinci hataya gelirsek: "tek toplumsal temel çelişkinin emek- sermaye çelişkisi" olması devrim sürecine zorunlu olarak tek bir boyut mu kazandırır? Bu soruya mutlak bir cevap vermek safsata olur. Sorunun karşılığını ülkelerin özgül koşullann- da aramak en doğru yoldur.
Tem el çelişki”, "baş çelişki" kavramlarını, diyalektiği skolastiğe çevirdiği için benimsemiyoruz. Süreçlerin kabaca kavranmasında bir kolaylık
sağlasalar da, onlann canlı akışını formül kalıplanna doldurarak donuklaştırdıkları için olayları açıklamaya yetmiyorlar.
Türkiye'de kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu açık. 1965'lerde tartışma konusu olan bu sorun, 12 Mart'tan bu yana artık genel bir kabul görmektedir... Bu demektir ki, iş gücünün sömürüsünden doğan çelişki toplumun her alanında etkisini göstermektedir. Ancak buradan hareket ederek düz bir mantıkla sınıflar mücadelesinde sürükleyici halkanın "emek-sermaye çelişkisi" olduğu çıkarılamaz. Ana halkayı yakalayabilmek için, kapitalizmin gelişim süreci, iç yapısı, ittifaklan ve emperyalist sistemle bağlan açıkça tesbit edilmelidir. Bunlar yapıldığında, bugün Türkiye'deki her ekonomik sosyal olaya, Fınans-kapital tefeci bezirgan ittifakıyla, geniş çalışan halk yığınlan arasındaki çelişkinin damgasını vurduğu açıkça görülecektir. Durum bu olunca kapitalizm öncesi tefeci-bezirgan sermaye ile kenetlenmiş asalcık Finans-kapital ilişkilerinin tasfiyesi bir devrimci adımı; ardından kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi ikinci bir devrimci adımı gerektirecektir. Bu adımlann birbirinden ayn mı, yoksa iç içe geçerek mi gerçekleşeceğini ancak pratik gösterecektir. Fakat bu birbirini izleyen devrim aşamaiannda kaçınılmaz bir şekilde sınıflar konumlanması farklı farklı olacaktır. Demokratik devrim adımında proletarya, küçük üretici köylülük ve şehirlerdeki küçük burjuva tabakalarla ittifak kurabilecekken; sosyalist devrim adımı başka bir sınıflar ittifakını gündeme getirecektir. Sosyalizme yönelişte proletarya, yan proleter yani yoksul köylü kitleleriyle ittifak imkanına sahiptir. Bu da, sosyalizme yönelişte kararsız geniş küçükburju- va tabakalarla bir kopuşma, onlann tarafsızlaştırılması için mücadele demektir.
T. Töre, bütün bunlann "tek bir toplumsal devrimle gerçekleşeceğini iddia ediyor; madem ki "bir tek emek-sermaye çelişkisi egemendir" öyleyse, tek bir devrim, sosyalist devrim adımını da kapsayacaktır.
Hatta bu görüşüne şöyle bir kanıt bile öne sürmektedir: "Lenin, 'tekelci kapitalizmin bütün pencerelerinden sosyalizm bize bakıyor' demişti. Ve tekelci kapitalist devleti,
34
proletaryanın devletiyle değiştirdiğimizde karşımıza sosyalizm çıkar diye vurgulamıştır, işte bu nedenle, tekelci kapitalizmle sosyalizm arasında bir 'ara basamak'ın bulunmadığını söylemiştir" (Emek s. 14)
Daha önce Lenin'in iki Taktiğini örnek alan yazar şimdi de tekelci kapitalizm ve sosyalizmle ilgili söylediklerini örnek alıyor. Dolayısıyla dün Türkiye'deki kapitalist yapı Çarlık koşullarına benzetilmeye çalışılırken, bugün de batının tekelci yapılarına yaklaştırılmaya çalışılıyor. Kavramlar değişirken mantık aynı kalıyor. Ba- tı'da bir proletarya iktidannın, tekelci finans- kapitali bütün bağlarıyla tasfiye edip, toplumsal mülkiyete dönüştürmesi, sosyalizm için d o ğ r u d a n atılmış çok önemli bir adım olurdu. Çünkü şehirde ve kırda üretim ilişkilerinin büyük bir bölümü böylece toplumsallaşmış olur. Fakat Türkiye için durum bambaşkadır. Bizdeki tekelci yapı, serbest rekabetle kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin tasfiyesi sürecinde şekillenmemiş, tam tersine daha baştan tekelci gelişen ekonomi, kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle kenetlenmeden edememiştir. Tekellerin devrimle tasfiyesi, bizde sosyalizme doğru önemli bir adım olurdu, ancak şehirlerde ve özellikle kırlardaki geniş küçük üreticiler yığını kararsız ve tutarsız unsurlar olarak sosyalizme geçişte bir a ş a m a y ı zorlayan objektif engellerdir. Bizdeki tekelci kapitalizm asalak yapısıyla kırlardaki küçük köylü üretimini tasfiye edip sanayiye çekmek yerine, aşırı tefeci faiziyle köylüyü toprağa bağlamakta ve küçük köylüler yığınını karıncalar gibi çoğaltmaktadır.
O nedenle, Türkiye'de tekelci kapitalizmin bütün pencerelerinden sosyalizm bize" bakmıyor; baktığını sanmak Türkiye'nin ekonomik yapısını kapitalist ana yurtlarla karıştırmak olur. Nitekim, T. Töre, “iki ev- reli" devrimden "tam bir toplumsal devrime" geçiş yaparken bu hataya düşmektedir. Türkiye'deki tekelci ekonomik yapı kendi orjinal özellikleriyle birlikte kavranılmadığı için, kolayca kendi boyutlarından öteye abartılabiliyor. Batıyla kaba benzerlikler kurulabiliyor.
Yazar, Türkiye'deki tekelci ekonomik yapıyı olduğundan başka görerek, bunu "aşamasız" "tek toplumsal devrime" temel yapmaya
çakşırken, günümüz deneylerinden, 1974 Portekiz devrimine değmeden edemiyor. Portekiz'de "faşizm yıkılmasına, tekellerin-ekonomi-politikadaki egemenliğine son verilmesine rağmen" sosyalizme geçilememiştir."... Anti faşizm, anti emperyalizm, kendi başına otomatik olarak anti kapitalist görevlere yol vermez." (Emek s. 14) Çok doğru. Ne yapılacaktır? "O nedenle, proletarya partisi emperyalizme, faşizme ve tekelciliğe karşı mücadeleyi mutlaka sosyalizm uğruna mücadele ile bütünlükle ele almalı "dır. (a.y.) Bu da doğru! Ancak bu söylenenler "tek bir toplumsal devrimle" sosyalizme geçmenin güvencesi olamaz. Bir proletarya partisi demokratik devrim görevlerini her zaman sosyalizm hedeflerine bağlayarak mücadele eder. Eğer Emek çevresi “iki evreli" devrimi savundukları günlerde biraz da MDD geleneğinin etkisiyle sosyalizm hedefini gözden yitirdilerse, bu hata, devrim süreçlerinin zorlama birlikteliği ile giderilemez.
Emek yazarının da belirttiği gibi demokratik devrim "otomatik olarak anti-kapitalist görevlere yol vermez" Neden? Çünkü proletaryanın demokratik devrimdeki müttefikleri "otomatik" olarak sosyalizme yönelmez, ya da daha netçe söylenirse onların mücadele ufku ve talepleri sosyalizme varmaz. Kapitalizmin meta üretimi ilişkileri içinde kalır. Onları sosyalizme çekecek olan pro- leteryanın örgütlü gücü ve bilinç seviyesidir. Ve Proletarya, sosyalizmi kurmaya yönelince mütefiklerinin yapısı kaçınılmaz bir şekilde değişecektir.
işte bu d ö n ü ş , kendini ikinci bir devrim olarak mı açığa vurur, yada demokratik devrimle şekillenmiş iktidarda kısmi değişimle mi çözümlenir? Buna tek doğru cevabı pratik verebilir. Proletaryanın "kesintisiz" olarak sosyalizme geçişi amaçlaması ve bu yolda mücadele etmesi bu süreç boyunca, proletaryanın müttefik güçlerinin kaçınılmaz değişimini dışlamaz. Hatta bunu gözden yitirmek, proletaryanın öncülüğünü küçük burjuva sallantılarla boğmak sonucunu doğurabilir.
Dünya deneylerine bir göz atarsak; Sovyetlerde ayrı devrim süreçleri yaşanmış, iki devrim çok kısa aralıklarla adeta iç içe gerçekleşmiştir. Ancak demokratik devrimden sosya
list devrime akan süreçte sınıflar ittifakındaki değişim son derece açık ve nettir. Aynca sosyalist devrimle şekillenen proletarya iktidan uzun yıllar demokratik devrimin görevleriyle boğuşmuştur.
Doğu Avrupa ülkelerindeki devrimler, "sosyalist özlü tek toplumsal devrim" olarak T. Töreye örneklik ediyor olsa gerektir. Ancak, bugün çok açık biçimde ortaya çıkıyor ki, bu ülkelerde anti-faşist halk devrim- lerinden sosyalist devrime yeterince geçilememiştir. Bu ülkelerde halk ik- tidarlannm -elbetteki Sovyetlerin yol göstericiliğinde- sosyalizme yönelmeleri daima karşı-devrim girişimlerine yol açmıştır. 19 5 3 Doğu Almanya, 1 9 5 6 Macaristan, 1 9 6 0 Polonya, 19 6 8 Çekoslovakya olay- lannın anlamı budur.,Bu olaylar, T. Töre nin "tek toplumsal devrimini" aşamalara ayıran sınır çizgileridir. Ancak bu ülkelerde prolataryanın deney, bilinç ve örgütlülüğünün zayıflığından dolayı özellikle kır ilişkilerinde sosyalist üretim biçiminin bir türlü oturmayışı sosyalizme yönelişi sürekli zaafa uğratmış, sosyalist değerleri bozmuş, soysuzlaştırmıştır.
Doğu Avrupa'da olanlardan çıka- nlması gereken en önemli ders: Demokratik devrimden sosyalizme geçişteki her yapay ve yersiz zorlamanın üretici güçlerde kaçınılmaz çürüme ve bozulmaya yol açmasıdır. Düne kadar bu ülkelerde Komünist Partisinin müttefiki görünen güçler bu gün kapitalizme yönelişin öncüleri -yada bir türlü geçeme- yişin- tarihi, bir bakıma, proletaryanın öncülüğünün küçük burjuva sallantılarıyla yıpratılması, bozulması ve dejenere edilmesinin tarihidir.
ö te yandan, Bulgaristan ve Küba'da demokratik devrimler sosyalizme varmış görünüyor. Elbette ki yeni bir devrimle olmasa da, iktidardaki ittifaklarda bazı değişmelerle bu geçişler sağlanmıştır.
Portekiz ve Nikaragua'da 10 yıllık Sandinist iktidarı sosyalizme yaramadan şimdi bir geriye dönüş tehlikesiyle yüzyüze gelmiştir.
Sonuç olarak, demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş biçimleri için -hatta geçemeyiş sancıları- için önceden bir yargıda bulunmak boş bir safsata olur. Ancak şu kadarı kesindir: Demokratik devrimden sosyalist devrime geçişte
35
E m e k çeuresi ise, 12 E y / ü / sonrası "direniş cephesi" zemininden kopuşup burjuva sosyalizminin egem en olduğu "teslimiyet cephesine" yalpaladı ve o zeminde yıllarını harcadı. O ortamda olup oradan etkilenmemezlik olmazdı. Emek çevresi burjuva sosyalizminin en bayağı reformist tezlerinden bolca etkilenmiştir
süreçler ayn ya da iç içe gelişsin, proletaryanın müttefikleri aynı kalamaz. Proletarya, demokratik devrimi omuzladığı güçlerin b ü tü n ü y le sosyalizme yönelemez. Gündeme kaçınılmaz k o p u ş m a la r gelecektir ve bu kopuşmalar demokratik devrimden sosyalist devrime geçişte sınır çizgisi, ya da aşamadan başka birşey değildir.
Yazar "tek toplumsal devrim" görüşünü ileriye sürerken, eski yapılan hataları da dikkate alarak Türkiye'nin deney eksikliğinden ve tartış- malann soyut kalışından yakınmaktadır. Şöyle denir:
"Birçok ülkenin devrim mücadelesi tarihinde, önemli halk ayaklan- malan devrim girişimleri olmuştur. 1 9 0 5 Rus devrimi, 1 9 2 5 Bulgaristan halk ayaklanması yakın komşumuz Yunanistan'ın faşizme karşı direnişi ve iç savaş, yine komşumuz Irak'ın "14 Temmuz devrimi, Mısır'ın Port-said ayaklanması... hiçbir kitapta öğrenilemiyecek deneyler ortaya çıkarmıştır...
"Ülkemiz devrim mücadelesinin böylesi büyük tarihsel deneyleri yoktur. Toplumu muzda ayaklanma geleneği oluşmamıştır. Böyle olunca ülkemizde doğru ve geçerli devrim stratejisi tespit ederken dayanabileceğimiz tarihsel deneyler ve bu deneylerin ürettiği somut biçimlerden yoksunuz. Kitaplardan öğrenme ve soyutlama yöntemi doğal olarak ağır basıyor." (Emek s. 14)
Bunlar 1 9 6 0 ’larda söylense belli bir haklılık payı olabilirdi. 1990'lar Türkiyesi'nde yani son derece canlı ve yoğun 20 yılı aşkın devrimci mücadele deneyinden sonra bunlar söy- lenebiliyorsa, buradan bir tek sonuç çıkar: Emek çevresi pratik deneylerimizden öğrenme yeteneğini yitirmektedir.
Evet, 19 0 5 gibi, 1 9 2 5 Bulgaristan halk ayaklanlanması gibi bir deneye sahip değiliz. Ancak yaşadıkla- nmız devrim stratejisini d a h a somutlayabilmek için bir değere sahip değil midir?
Şu kadarını belirtmeye gerek yok ki, bir ülkede devrim stratejisi sınıflar konumuna dayanır. Rus devrimcileri belirledikleri stratejiyi 1 9 0 5 devri- minde sınadılar. Yoksa 19 0 5 devri- mine göre yeni strateji belirlemediler.
Türkiye devrimci hareketi kendi ölçüsünde sınavlardan geçmedi mi?
ö n e çıkan birkaç deneye değinelim: 27 Mayıs'ta başlayan Yön ve Dev- Genç olarak gelişen hareket ülkemizdeki demokratik devrim güçlerin en yaygın, en coşkulu kendini ortaya koyuşu olmuştur. Bu hareket, devrimci demokrasinin hayallerini, hedeflerini, mücadele tarzını en güzel biçimde sergelemiştir. Ardından patlak veren 15-16 Haziran işçi olaylan ise devrimde öncülük tartışmasına büyük ölçüde son vermiş, genel olarak devrimci haraketi kalite olarak yükseltmiştir.
işçi haraketinin öne geçmesinin yanında, her yenilgi döneminde 'bitti'' "tükendi" denmesine rağmen D. Sol, D. Yol, Partizan vb. siyasi yapıların yeniden canlanabilmesinin nedeni şehir ve kırlardaki geniş küçük- burjuva tabakalaradayanmalarındandır. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin de bütün gövdesiyle mücadele sahnesinde yerini almasıyla önümüzdeki devrimci adımdaki güçlerin en genel tablosu tamamlanmış olmaktadır. Ancak Emek yazan, bunca deneyi devrim stratejisine so- mutlamak için yeterli görmüyor. Deneylere karşı böyle bir kayıtsızlık ve algılama yoksunluğu ancak mücadele yeteneğinde bir düşüşle açıklanabilir.
Netice olarak, bu yeni "tek bir toplumsal devrim" sürecini T . Töre değil ama Kenan Kalyon şöyle formüle eder: "Türkiye'nin gündemindeki devrim, demokratik devrim biçiminde bir ön girişe dayanan veya yoğun demokratik görevlerle yüklü ya da 'halk devrimi' çizgilerini taşıyarak gelişen bir sosyalist devrimdir." (Emek s. 13)
Evet, bu "toplumsal devrim" ancak böyle tanımlanabilirdi! Her kavramı içinde bulunduran bir tanımlama... Hiçbirşey eksik değil. Ancak yine de "yoğun demokratik görevlerle yüklü" olarak başlayan bu devrimin t e k b ir devrim süreci olarak nasıl sosyalist devrimi de kapsayaca
ğını anlatmıyor.Emek çevresi, devrimimizdeki it
tifaklar sorununu somut karşılıklany- la kavramıyor. Tekelci kapitalizmimizin pencerelerinden sosyalizmi görürken, k ö y lü s o ru n u göremiyor; Ya da kırda kapitalizmin köylü sorununu çözdüğüne inandığı için konuyu hafife alıyor. O zaman strateji ister istemez "tek bir toplumsal devrime" kayıyor. Ve ne kadar laf cambazlığı yapılırsa yapılsın, bu yeni yaklaşımda Emek çevresi "sosyalist devrim" stratejisine evrimleşmiş oluyor.
SONUÇ YA DA BU NOKTAYA NEDEN GELİNDİ?
Emek sayfalannda demokratik devrim-sosyalist devrim tartışması nEden patlak verdi? Böyle bir tartışma 12 Eylülün ilk yıllannda ortaya çıkan yeni koşullara bağlanabilirdi, ancak 10 yıl sonra aynı şeyi söylemek yeterince açıklayıcı olamaz.
Bu konuda yine T . Töre'yi dinleyelim:
"'Evre' ya da 'aşamalar sorunu üzerinde bu denli durmamın nedeni bu konuda doğmuş olan hatalı ve hatta demokrasi-sosyalizm ilişkisi üzerine (bizde de bir dönem etkide bulunmuş olan) sağ yorumlan gözlerde netleştirebilmektir." (Emek s. 14) Töre, uluslararası yayınlardan "çarşaf çarşaf alıntılarla" mekanik uyarlamalar yaptıklannı ve sonuçta "demokratik halk devrimi stratejisinin sağ bir yorumunun ortaya çıktığını belirtiyor.
"Stratejimizin anti-kapitalist yönü neredeyse unutuldu. Vurgu, anti- emperyalizm, anti-faşizm ve anti- tekelciüğe kaydı. Bu vurgu kayması, bu 'anti'lerin demokrasi evresinin görevleri’ biçiminde bir evrede toplanmasına, dolayısıyla demokrasinin sosyalizm'den önceki bir aşamanın sorunu olarak görülmesine yol verdi. Birinci evre, sadece 'demokratikleş-
36
meye ayrıldı." (a.y.)Herşey çok açık. T . Töre. TBKP
programı ile polemik yapıyor. Burjuva sosyalizmi 12 Eylül sonrası kendi özünü iyice açığa vurdu. Barikatların arkasına çağrı yapan "Konya konfe- ransfndan. mücadeleyi "demokratik parlamenter" bir düzen ufkuna indirgeyen burjuva sosyalizmin 12 Eylül ve "yeni düşünce" kıskacında sosyal demokrat bir çizgiye evrimleşti.
Emek çevresi ise, 12 Eylül sonrası “direniş cephesi" zemininden kopuşup burjuva sosyalizminin egemen olduğu "teslimiyet cephesine" yalpaladı ve o zeminde yıllarını harcadı. O ortamda olup oradan etki- lenmemezlik olmazdı. Emek çevresi burjuva sosyalizminin en bayağı reformist tezlerinden bolca etkilenmiştir. Şimdi ise TBKP programıyla ihanetin zirvesine tırmanan burjuva sosyalizminden kopuşma telaşına kapılan Emek çevresi bugün dün yaptığının tersini yapıyor. Dün sa ğa yalpalamıştı, bugün sö zd e sola kayıyor.
Burjuva sosyalizminin "demokrasi evresini" mutlaklaştırması karşısında, T . Töre, devrim stratejisinin özce birbirinden farklı aşamalarını kaldmp, olayı "tek bir toplumsal dev- rim"e indirgeyince sağ etkilerden kurtulduğunu sanıyor. Bir yanlışa başka bir yanlışla cevap vermek belki bir yoldur, ancak doğru ve devrimci bir tavır olmadığı çok açık. Burjuva sosyalizminin henüz bugünkü bayağı konumuna gelmeden önce temel hatası, demokratik devrim görevlerini kabul etmesinde değildi. Bugün Türkiye'de hemen her ilerici, aydın ülke sorunlarına biraz aydınlık bir kafa ile bakıyorsa dem ok rasi (ulusal sorunu da kapsar), sanayi, toprak konusunda ilk elden yapılacaktan ortaya koyabilir. Samimi olanlar ise, bizzat bu yolda kendi tarzında mücadele edebilir. Ancak sorun bu görevlerin h an gi yoldan başarılacağına dayanır. Burjuva sosyalizmi demokratik devrim görevlerini, binbir örtülü laf altında daima (te- keldışı) burjuvaziye ısmarlamıştır. Düne kadar örtülü olarak yaptığını bugün, üstelik "ulusal ekonomiye katkıda bulunan işadamlan "na çağn- da bulunarak açıkça yapmaktadır.
Oysa Türkiye koşullarında, bırakalım demokratik devrim görevlerin tamamını, en basit demokratik haklan elde etme ve korumaya yetenek
li bir burjuva katman yoktur. Bu görev ancak proletaryanın devrimci demokrasiyle kuracağı ittifakla başarılabilir. Oysa TBK P ve benzerleri sosyal-demokrasi kuyrukçuluğunda demokrasiye giden bir yol bulduklan- nı sandılar. Koyu yenilgi yıllannın doğal bir sonucu olarak, şimdi burjuva sosyalizmi dün savunduğu demokrasi teleplerinden bile çok gerilere kaymıştır. Onların demokratik devrim görevlerini böyle "sağ" yorumlamaları. hatta bunları sosyal- demokrasiye ısmarlamaları, bu görevlerin var olma gerekliliğini ortadan kaldırmaz.
Ancak Emek sayfalarındaki tartışmalarda T. Töre “aşama" ile "sağ yorumu" özdeşleştirerek sorunun özünü kavramadığını açığa vurmuş oluyor. Demokratik devrim-sosyalist devrim aşamaları Türkiye de kapitalizmin durumu ve sınıfsal yapı gerçekliklerinden çıkar. TBKP gibi siyasetlerin "demokratik görevleri” mutlaklaştırmalan ve burjuvaziye bağlamalan, bir kalem darbesiye aşamaları ortadan kaldırmakla engellenemez.
T. Törenin sağ etkilerden ko- puşmak isterken sö zd e sola savrulduğunu söylemiştik. Özde değil sözde olan bu savrulmayı açıklayalım.
Türkiye koşullarında sosyalist devrime kaçan bakış açıları yaşadığımız dönemin demokratik devrim görevlerine bir kayıtsızlığı getirir. Bir dönemin TİP'i "antiemperyalist" gençlik eylemlerini bu mantıkla kü- çümsemişti. Ve faşizme karşı daima pasif kalıp, CHP'ne dilekçe vermekle yetinmiştir. Şimdi TBKP "demokrasi görevlerine" sarılmış görünüyor. Ancak d ev rim ci bir tarzda değil en
bayağı, açık, örtüsüz burjuva kuyruk- çuluğuyla aslında bu görevleri bozuyor, soysuzlaştınyor.
Öte yandan, sosyalist devrime eğilim pratikte ittifaklar sorunu in- melendirir. Kendilerine sosyalist deseler de, en son ufuklan devrimci demokrasi olan radikal küçükburjuva eğilimlerini (eski isimleriyle D. Yol. D.Sol. Partizan vb.) ittifaklar alanında ihmal etmek, bizde demokratik devrim mücadelesinin canlı akışından kopukluk anlamına gelir. Emek çevresi, burjuva sosyalizmi bataklığından kopuşmaya çalışsa da üzerinde o zeminin derin ve güçlü izlerini taşıdığı için "direniş" cephesine hâlâ yaklaşamamıştır.
Bir önemli örnek: "Devletin düşmanca uygulamasına karşı nispi olarak gelişen Kürt olma hissi ve duygusu, ancak bu gelişme sadece politik yönüyle demokratik bir gelişmedir. Sosyalizm yolunda bir gelişme, sınıf yanından bir gelişme yoktur...
'TC . Devleti bugünkü şartlarda isterse PKK'nın Türkiye Kürdistan'ı üzerindeki mücadelesini ezebilir ancak düzenin teröre ihtiyacı vardır. Yeniden iktidarlaşmasını PKK'ya karşı mücadelesini meşrulaştmrak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. (Emek s. 14 N.Şeker)
İşte, Emek çevresinin "tek toplumsal devrim" parolasıyla, sözde kopuşmaya çalıştığı burjuva sosyalizmi bataklığının çok tipik mantık yapısı hâlâ dergi sayfalanndan direniş güçlerine nefret kusmaya devam ediyor.
"Daha az parlak laf, ancak mücadelenin akan canlı p ratiğinedaha büyük bir dikkat".■
37
Türkiye'de Sosyal Demokrasi
Kemal SARUHAN
Drgimizin Ağustos 1989 ta- ihli 8. sayısında Kem al Sa- ıuhan imzasıyla yayınlanan
Türkiye'de Sosyal dem okrasi başlıklı yazı, teknik hatalar ve dizgi yanlışlıkları nedeniyle anlaşılmaz bir halde yayınlanmıştı. Türkiye'de Sosyal dem okrasinin evrimini inc- leyerek, bu akımın faşizm i ortamında yaşadığı sonucu dönüşümü üzerinde hareketim izin görüşlerini e le alan yazıyı arkadaşım ızdan yeniden değerlendirm esini istedik. Kem al Saruhan'ın bazı gen el taktik bölüm leri çıkartarak tekrar e le aldığı yazıyı aşağıda yayınlıyoruz.
Sosyal demokrasi kavramı, Türkiye'nin politika yaşamına 60'lı yılların ikinci yansında "Ortanın Solu" sloganıyla girmiştir. Zamanında CHP içinde bile "Moskova yolu" olarak gösterilip komünizmle bir tutulan "Ortanın Solu" sözünü ilk telaffuz edenlerin başında ömrü boyunca egemen politikanın vazgeçilmez simalarından biri olarak kalmış İsmet İnönü gelir.
Sosyal demokrat akım, CHP 18. kurultayında Bülent Eceviti'in genel sekreterliğe getirilmesiyle partiye sonraki politik rengini kazandırmış, böylece CHP'nin idelojik görünümünde az-çok köklü bir değişim gerçekleşmiştir. 1967'den itibaren Turhan Feyzioğlu, Ferit melen, Orhan Öztrak gibi finans-kapital güdümündeki geleneksel devletçi kadroların tasfiyesiyle başlayan süreç, Kemal Satır ve Nihat Erim'in ekarte edilmesiyle yoğunlaşmış, partinin yeni politik konumu üzerine İnönü ve Ecevit arasında başgösteren çekişme, İsmet
38
Paşanın 1973'te partiden ayrılmasıyla sona ermiştir.
İnönü ve çevresindeki eski kadroların "Ortanın Soluna yükledikleri statükocu anlam, 73'ten beri tümden Ecevit'in varlığını benimsemiş CHP'yi "Demokratik Sol" parolasına yöneltti. O günün çekişmeleri içinde bu kavram, sosyal demokrasiyi eski kadroların stakükocu yorumundan ayıran bir idelojik belirlemeye dönüşmüştür. 1976'da kabul edilen parti programının temelini de "Demokratik Sol" kavramı oluşturur.
Dr. Himmet Kıvılcımlı, 4 Mart 1967 tarihli Sosyalist gazetesinde yayınlanan bir yazısında "Ortanın Solu" parolasıyla doğan yeni ak ımın sınıfsal içeriğini şu sözlerle b e lirler: "Ortanın Solu. CHP içindeki Finans-kapitalist azmlığakarşı Kü- çükburjuva ve Hürburjuva hoşnutsuzluğundan kaynak almış devletçi Kapıkulu zümrelerinin isyan bayrağıdır. Bu ciddi bir durumdur." 1
Kıvılcımlı, CHP içinden gelen tepkinin iki başlı sosyal dayanağa oturduğunu belirtiyor: Küçük üretmenler ve burada hürburjuvalar olarak adlandırılan tekeldışı burjuvazi. Günün koşullarında bu iki ara sosyal gücün tepkileri, Devlet Sınıfları geleneğini sürdüren eksi devletçi kadroların öncülüğünde yürütülmüştür.
Türkiye'de sosyal demokrasinin doğuş evresinde gözlemlenen bu orijinal durum, 60'lı yılların hareketli ortamında yaşanan büyük toplumsal kopuşmaların ve sınıfsal güç dengelerindeki ciddi kaymaların ürünüydü. Ancak, devletçi zümrelerin öncülüğü, halkı Osmanlı toprak sisteminin
güdülen köylüsü olarak gören ve ana doğrultusunda bütün politik hedeflerini "devletin bekasına yöneltmiş gelenekçi kavrayışıyla, toplumsal güç kaymalarını dar statüko kalıplan içine sığdırmaya zorlamaktadır. Bu bakımdan, CHP tabanında 50'lerden beri birikerek kaynamaya
dönüşmüş sosyal sınıf tepkileri, kitlesel dinamiklere karşı önyargılı ve güvensiz gelenekçi kadroların politik tekelciliği dolayısıyla devletçi güdüm- lendirmenin sınırlayıcı etkileri altında kalarak karmaşık bir çalışmalar platformuna yayılmış halde bulunur.
Doğuş sürecinde taşıdığı bu özellikler açısından bizdeki sosyal demokrat hareket, Batının Marksizm kökenli partilerinden köklü bir aynlık taşır. Avrupa'da II. Enternasyonale bağlı genel özellikleri itibariyle devrimci sosyal demokrat partiler, 19. yüzyıl sonu ve 20 . yüzyılın başında geçirdikleri büyük dönüşümle Marksizm'den hızla uzaklaşarak, aristokrat işçilerin kaygan zümre çıkarlarını benimseyen, ideolojik anlamıyla reformcu sosyal burjuva partileri haline gelmişlerdi. Tekelci devlet kapitalizminin siyasal ve ideolojik mekanizmalarına uyum sağlayarak evrimleşen Avrupa sosyal demokrasisi, 2 . Savaş sonrası süreçte finans- kapital egemenliğiyle "sol"dan yeni bir bütünleşme yaşadı. Bu yüzden, Batılı sosyal demokrat partilerin evrimi, işçi sınıfı ideolojisinden finans- kapital politikacılığına doğru aşamalı bir tarihsel gerilem eyi ifade eder. 601ı yılların sınıfsal kopuşmalannm etkisiyle finans-kapital ağlarından sıynlmaya yönelen CHP'nin yaşadığı
kabuk değişimi ise. orta tabakalar ve küçük burjuvaziye doğru gerçekleşen daha ileri bir politik zemine geçişi.
Tekeldışı burjuvazinin reformcu özellikleri ile küçükburjuvaların bur- juvalaşmaya yönelik ütopik özlemleri, sosyal demokrasinin progmatik yapısından kaynaklanan idelojik şekilsizliğinde kendi kaygan-elastiki bünyelerine uygun teorik bir ifade aracına kavuştular. Sosyal demokrasinin sınıfsal derinlikten yoksun amorf kavramları, Batı'da proletaryayı ideolojik olarak güdümleyen fi- nans-kapital anlayı şına uygun bir içerik kazanırken, bizde orta tabakalar ve ütopik burjuva etkileri altındaki küçük üretmenlerin tekeller karşısındaki hoşnutsuzluğunu dile getiren politik ifade araçlarına dönüştüler.
O nedenle, sınıf mücadelesinin gerçekliklerine uygun düşmeyen ütopik özellikleri ile daha baştan reali- zasyon olanaklarını yitirmiş olmasına rağmen, 1973 Seçim Bildirgesi (Ak Günlere) ve 1976 programının talepler bütünlüğü, çoğu Batılı sosyal demokrat, partinin programından oldukça solda, radikal bir görünüm taşır.
Kıvılcımlı, tarihsel kökeni dolayısıyla düzenin kurumsal yapısına derinlemesine nüfuz etmiş bir partinin tabanından yükselen bağımsızlaşma talebini ciddiye almakta çok haklıydı. Yukarıda bir pasajını aktardığımız makalesinde "Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerin" sosyal talepleri arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor, kopuş sancılarının CHP'yi şiddetli ve keskin bir dönüşümle bir büçükburju- va partisi haline getirmesini diliyordu.
Kıvılcımlının buradaki tavrı, tek yanlı platonik bir sempatiden ya da iyicil, safça bir abartmadan oldukça uzaktır. "Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerimiz" yazısında genel sekreter Ecevit'i sınıf gerçekliklerimizi kavrayamamak ve küçük üretmenlerin anti-tekelci eğilimlerini ütopik tevletçilik tekerlemelerine boğarak bulandırmakla suçlar. Yeni politik akımın, genel toplumsal isteklerle tutarlı bir bütünleşme arzulanıyorsa, küçük üretmen yığınlanna dayanmasını öğütler. Yazı, küçük üretmenlerin biricik ve en samimi dostunun işçi sınıfı olduğunu vurgulayarak, "İkinci Kurtuluş Savaşı" (o günün popüler deyimiyle işçi sınıfı öncülüğünde demokratik devrim) çağrısıyla so
na erer.Kıvılcımlı nın yazıdaki amacı, her
zaman yaptığı gibi nesnel kopuşma- lara -proletaryanın devrimci çıkarları açısından- politik bir m üdahalede bulunmaktır. Ancak, finans-kapital ve pre-kapitalist sermaye egemenliğine karşı yükselen her sosyal tepkiyi proletaryanın taktik yönlendiriciliği altında eğiterek pratik ittifaklara yöneltme isteği, devrimci güçlerin "derleniş olanaklarını harakete geçi- remediği "anarşi" (kargaşa, dağınıklık) ortamında pratik müdahalelerle bütünleştirilemediğinden, nesnel süreçler üzerinde istenen somut etkiyi yaratamaz. CHP, bir küçükburjuva partisi olarak değil, küçükburjuvazi- nin ütopik-reformist eğilimlerini yedeğine alan bir tekeldışı burjuva eğilimi olarak şekillenir.
Finans-kapitalden bu kopuşun daha ileri bir konuma yükselememe- si hangi nedenlere bağlıdır?
En başta, proletarya tepkilerinin düzenden yeterli bağımsazlaşmaya erişememesine. Bu neden, sosyal kopuşmaları yönlendirecek güçlü bir proleter devrimci hareketin inşasını zaafa uğrattığı gibi .böyle bir öncülükten yoksunluk, proletaryanın devrimci siyasal eğitimini de güçleştirmiştir. Yalnız ve ancak proletarya hareketinin güçlü siyasal etkileri, küçük üretmenlerin sosyal tepkilerini uyararak bağımsızlaşmaya yöneltebilirdi. Küçük üreticilerin ütopik burju- valaşma özlemleri, sosyal bunalımların yıkıcı sonuçları ve proletaryanın devrimci uyarıları karşısında köklü bir çözülüşe uğramadan, düzenden gerçek bir siyasal bağımsızlaşmayı ummak hayli olanaksız olacaktır.Bu durumda özlem ve hoşnutsuzluk arasında bocalayan küçükburjuvazi, reformist burjuva sığlığının politik avu- tuculuğuna kapılmaktan kendisini alamaz. Tekeldışı burjuvazide kendi hayal ettikleri "mütevazi" geleceği gören küçükburjuvaların ütopik özlemleri, bir bakıma onun siyasal programında belli ifade araçlarını bularak kışkırtılır.
Diğer yandan, Devlet Sınıflarının vesayetinde finans-kapital egemenliği yaratarak onun siyasal aparatıyla bütünleşmiş olan CH P’nin g elen ekse! devletçiliği ile. tıpkı onlar gibi devleti sanıflarüstü bir kurumlaşma olarak sınırlandırmaya heves duyan yaban burjuvazinin ütopik devletçiliği pratikte hep üst üste düşmüş, ta
bandan gelen sosyal tepkinin ilerleyişini frenleyici bir etki yaratmıştır. Devlet kapitalizmi tekeller çağının gerçeğidir. Bizde finans-kapitali yaratan da devletçilik olmuştu. Devletçilik hayallerinden sıyrılmadan finans-kapitalden gerçek bir siyasal bağımsızlaşma da mümkün olamazdı.
Kaldı ki, tekeller egemenliğinden duyduğu hoşnutsuzlukla ondan ko- puşmaya girişen tekeldışı burjuvazi, işçi sınıfı ve aydın gençliğin radikalleşen kitlesel eyleminden ürküntü duyarak finans-kapitalden kesin biçimde yollarını ayırmaya cesaret edemezdi. Ecevit, "Ortanın Solu"nu "yoksulluk çeken insanlarda birikecek isyan duygullarını" "yıkıcı bir sel haline getirecek" "aşırı sol akımlar"a karşı "en sağlam duvar, en etkili set" olarak tanımlarken, (2) kendi solundaki güçlere karşı tavnnı belirliyor, finans-kapitalin gözünde açık bir meşruiyet arayışını dile getiriyordu. Böylece, parti tabanından gelen tepki, daha baştan devrim korkusu ile sınırlandırılarak piç edilme yoluna sokulmuştur.
DEVLET SINIFLARI VE CHPCHP'nin 601ı yılların sonlarında
ki dönüşümünü açıklayabilmek için onun tarihsel kökeni üzerinde biraz durmakta yarar var. "Devletçilik" döneminin "tek partisi CHP, cılız Anadolu burjuvasizi adına Kurtuluş Savaşını yürüten Devlet Sınıflarının öncülüğünde kuruldu. Devlet Sınıflarının dayandıkları burjuva sınıf örgütleri, Kongreler safhasında toparlanan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri olmuştur. CHP, Cumhuriyetin ilanından sonra Müdafaa-i Hukukun açık bir siyasal parti kimliği kazanmasından doğdu.
1600'lü yıllardan beri derebeyle- şerek toplumsal yapıyı kastlaşmaya uğratan tefeci-bezirgan sermayeye karşı Batı kapitalizminin etkisi altında devleti modernize ederek toplumu "çağdaş uygarlık seviyesi'ne ulaştırmayı arzulayan Devlet Sınıflarının genç ve diri kesimleri, modern sosyal sınıfların yokluğunda, toplumsal açılımlara ön ayak olmuş, devleti kurtarmak amacıyla gerçekleştirdikleri yukarıdan eylemleriyle toplumu burjuvalaşma yoluna sokmuşlardı. Tarihsel kökeni Osmanlı devletinin oluşum sürecinde mayalandırın rol oynayan göçebe komün geleneklerine dayak Devlet Sınıflan, güdücü
39
D ev letç i zümrelerin kalburüstü kesimleri, yukarıdan aşağıya finans-kapital yaratma girişimlerine öncülük ederek, doğrudan bu oluşumun içinde yer aldılar. Finans-kapitali yaratıp besleyen Devlet Sınıfları, ona dayanarak 1950 yılma dek gene onun adına siyasal, iktidarı yürütmeyi sürdürdüler. İşte CHP, Devlet Sınıflarının koruyucu yönlendirmesi altında yürütülen finans-kapital egemenliğinin "tek parti"si oldusosyal davranışları bakımından sınıflardan bağımsızmış gibi görünseler de. politik eylemleri s tn ı f la r d o ğ r u ltu su n d a gelişmiş, devrimci bir burjuva sınıfın bulunmadığı Türkiye'de burjuva devrimini de onlar gerçekleştirmiştir.
Biz de toplumun, kendi ekonomik dinamikleriyle modem bir bunr- juva sınıf yaratamayışı, kapitalizmin de onların vesayeti altında kurulmasına yol açtı. 20 . yüzyılın kapitalizmi finans-kapitalizmdi. Sermayenin asalak evrensel karakteri, Türkiye kapitalizmi açısından da belirleyici oldu. Antika sermayedarlığın en irileşmiş unsurları, sınırlı kapitalist sermaye ile İş Bankası ve diğer devlet bankalarının kasalarında sentezleştirilerek, asalak bir finans-kapital zümresi yaratıldı.
Devletçi zümrelerin kalburüstü kesimleri, yukandan aşağıya finans- kapital yaratma girişimlerine öncülük ederek, doğrudan bu oluşumun içinde yer aldılar. Finans-kapitali yaratıp besleyen Devlet Sınıfları, ona dayanarak 1950 yılına dek yine onun adına siyasal iktidarı yürütmeyi sürdürdüler. İşte CHP, Devlet Sınıflarının koruyucu yönlendirmesi altında yürütülen finans-kapital egemenliğinin "tek parti'si oldu.
Devlet Sınıfları, "çağdaş kapitalizm" özlemleriyle bir modem sermayedar sınıfı yetiştirme yoluna ç ık tıklarında, dayanmak zorunda kaldıkları güç, 17. yüzyıldan beri üretime pençelerini atarak Anadolu halkının kanını emen antika para beyliği ve büyük arazi sahipliğinden başkası değildi. Olamazdı da. Burjuva sınıf gökten indirilemeyeceğine göre varolan sınıflar burjuvalaştırı- lacaktı.
Devlet Sınıflan bir yandan büyük toprak mülkiyetiyle içiçe geçmiş tefeci -bezirgan sermayeyi banka- şirket tapınağına çekerek burjuvalaş- tırma çabaları güderken, öbür yan
dan tefeci-bezirganlığın gerici eğilimlerini de sürekli denetim altına almaya çalışmak zorunda kaldılar. Bu durum, tek parti yönetimi altında aşırı genişlemiş bir memurin" ordusunun bütün siyasal yaşamı donuklaştırmasına yol açtı.
"Bir sınıftan alm adan bir başka sınıfa veremezsiniz" der Marks. Devleti kuran ve onunla bütünleşen CHP de, burjuva sınıf yaratmaya yönelik resmi sermaye birikim politikalarıyla halktan çalınan değerleri fi- nans-kapitale aktardı. Bu acımasız soygun politikalarına karşı örgütsüz ve dağınık bıraktırılmış halkın tepkileriyse, "devletçilik" kakofonileriyle uyutulup bastırıldı. Bu politikalar, halkın gözünde CHP'nin aşırı ölçüde yıpranmasına neden olmuş, partinin proletarya ve köylülükle arası açılmıştır.
Diğer yandan, kendisinin palazlandırdığı finans- kapitalin kır gericiliğiyle ittifakını geliştirerek denetimden uzaklaştırdığı "aşın/ı/c"larına tepkili Devlet Sınıfları ile onların bürokratik vesayetine karşı direnen finans-kapital arasındaki sürtüşme, tek parti iktidarının aşınmasını hızlandırdı. "Dörtlü Takrir" ile CHP içindeki politik kanallarını genişleten finans-kapital özeğilimî, 1946'da İnönü'den alınan icazetle CHP'nden koparak DP'ni örgütlemeye girişti. Ve "çok partili demokrasiye geçiş"in ilk şaibeli seçimlerinden sonra DP, 1950 yılında sağladığı büyük oy çoğunluğuna dayanarak hükümeti oluşturdu.
Türkiye'de bir modern finans- kapital zümresinin yaratılmasına ön ayak olan CHP, çelişkili politik bünyesi itibariyle bizde kapitalizmin gelişim özelliklerinin damgasını taşımıştır. Milli mücadeleyi yönlendirerek devleti kuran ve 1950 yılına dek sürdürdüğü iktidarı boyunca siyasal ku- rumlarla bütünleşen bu partinin politik tutumu, hiç kuşkusuz Devlet
Sınıflarının gelenekçi anlayışlanyla yoğrulmuştur. Ancak, "politika sınıfların işidir" ve Devlet Zümreleri, gerçek politika yapmaya giriştikleri her momentte mutlak olarak belirli bir sınıfa dayanm a zorunluluğuyla karşı karşıya kalırlar. Bizde de bir modem burjuva sınıf yaratma özlemleriyle yola çıkan devletçi kadrolar, nesnel gerçekliğin şaşmaz iradesine karşı koyamayarak bir asalak finans- kapital zümresi yarattılar. Sermayenin bize özgü gelişim dinamikleriyle kendi zihinlerindeki gelenekçi kalıplar arasındaki çelişki, Devlet Sınıflan- nı hem finans-kapitale dayanmaya, hem de onu gelenekçi kavrayışın kalıplan içine sığdırmaya zorladı. Önce finans-kapitali yetiştirdiler, sonra da büyük şehirlerde sağladığı ekonomik tahakkümü bütün Türkiye kırlarına yayarak biricik siyasal egemenliğini pekiştirmeye girişen finans-kapitalin güdümüne girmek, ya da onun tarafından bir kenara itilmek gibi kaçınılmaz bir sonuçla yüz yüze geldiler.
Devlet Sınıfları, teorik soyutlama düzeyinde üretici güçlerin gelenek kategorisine giren bir tarihsel kanıtıdır. Sınıf mücadelesinin canlı gerçeklikleri içinde gelenek- görenek kalıntıları, ancak sm flar doğrultusunda haraket edebildikleri ölçüde somut aksiyon olanakları kazanabilirler. Tarihin akışıyla bir zıtlaşma içine girdiği anlardaysa gelenek yaşayan kuşakların beyninde tortulaşmış "geçmiş çağların hayaletleri" (Marx) olmaktan öte bir anlam taşıyamaz. Bu bakımdan, finans-kapital doğrultusundaki güdücü eylemiyle CHP, Devlet Sınıflarının vesayetinde bir finans-kapital partisi ya da daha uygun bir deyimlendirme ile ifade etmek gerekirse, bir devletçi finans- kapital partisi olarak kaldı.
Devletçilik fideliğinde palazlanıp semiren finans-kapital, 1940'lann ortalarına gelindiğinde, bütün Türkiye kırlarını kendi pazar hakimiyeti altında birleştirmeye, ülke üzerinde dolaysız siyasal egemenliğini oluşturmaya yetenekli hale gelmiştir. Bu noktada, Devlet Sınıflarından bağımsızlaşan finans-kapital, içte DP iktidarının "herşeyden önce ziraat" parolasıyla hızla kırlara açılıp, tefeci- bezirgan sermayeyi acenta ve bayilik ağları içine çekerek kendi eğemenlik mekanizmalarına bağlarken, dışta uluslararası finans-kapitalle Türkiye'yi, yıpratıcı bağımlılık koşullan içi
40
ne iten bir bütünleşmeye doğru yöneldi. On yılda bütün Türkiye kırlarının altı üstüne getirildi. Küçük üreticilik hızlı bir mülksüzleştirme sürecine sokuldu. Hazine topraklan- nın ve devlet kaynaklarının yağması, büyük şirketlere yönelik teşvik ve sübvansiyonların beslediği toprak, para ve meta spekülasyonunun artmasına, yüksek oranla dış borç birikimine, hesapsız dış ticaret vurgunuyla bütçe açıklarının büyümesine, emisyon hacminin şişmesiyle tırmanan enfasyondan dolayı zaten tekelci fiyatların baskısı altında bulunan iç piyasanın donukluğa uğramasına yol açtı. Ülke toprakları ordunun denetiminden uzaklaştırılmış emperyalist üsleri ve silah tepoları haline getirildi. Emperyalist sermaye ve tefeci- bezirganlıkla bütünleşmesi, "altıok"lu Kemalist efsanenin kendi içinden doğan kaçınılmaz inkarını yarattı. Sonuç, sınıf çelişmelerinin derinleştirilmesi ve ülke ekonomisinin köklü bir krize sürüklenmesi oldu. DP hükümeti eliyle uygulanan yeni finans- kapital politikaları, 19 5 8 bunalımının patlak verişiyle tıkanıklığa girdi. Bu durumda sosyal sınıf güdücüsü iktidar hepliğinden, küçük bir azınlık egemenliğinin kapıkulu hiçliğine itilen Devlet Sınıfları ile finans-kapital arasındaki sürtüşme, İnönü'nün Ma- nista’da taşa tutulması, Mecliste CHP hakkında kurdurulan "tahkikat komisyonu "yla gittikçe şiddetlenen bir politik zıtlaşmaya dönüştü.
Devlet Sınıfları, tefeci- bezirganlığın kaypak ve sinsi gericiliğine karşı sürekli bir kuşku ve güvensizlik duymuştu. (Onların gözünde finans- kapital egemenliği, hiç olmazsa sanayi ve modernleşmeyle mazeretlidir.) Finans- kapitalin devlet vesayetinden sıyrılıp tefeci-bezirganlıkla ittifakını pekiştirmesi. Devlet Sınıfları arasındaki hoşnutsuzluğun da asıl kaynaklarını oluşturdu. "Kanun dairesinden çıkmış tekeller soygunu, sınıf çelişkilerini arttırıp 6 0 0 yıllık "hamiyetli devlet baba'nın "itibar-ı şahanelerinde zayıflamaya yol açtıkça politik kaygıları yükselen Devletçi Zümrelerin vasilik damarları kabardı. "Milli birliğin"parçlanmasından, devlet otoritesinin zedelenmesinden ve sınıf çelişmelerinin "sosyal patlamalar a çlönüşme- sinden ürken gelenekçi CHP, finans-kapital "aşırılıklarının "devletçi nizam" içinde yumuşatılmasından
yanaydı. Bu yüzden İsmet Paşa, 27 Mayısa doğru sertleşen üslubuyla fi- nans-kapitali "kanun yoluna çağırdı durdu. Yoksa, finans-kapitali yaratıp besleyen bir partinin, onun zümre egemenliğinin köklerine yönelik bir itirazı bulunamazdı. İsmet Paşanın tavrı, aile bütünlüğünün zayıflamasından şikayetçi yaşlı "ataerkil baba' nın "hayırsız büyük oğulu "nush ile" yola getirmek kabilinden öfkeli yakınmalarına benzemekle kaldı.
CHP ile DP arasında sınıfsal yapıları bakımından bir farklılık bulunmaz. Biri finans-kapitalin kızağa çekilmiş devletçi "hayalet" partisi, diğeri finans-kapital tefeci-bezirgan ittifakının siyasal temsilcisidir. Aralarındaki farklılık son tahlilde finans-kapital egemenliğinin hangi yöntemlerle yürütüleceğine ilişkin bir politik ayrılığa indirgenebilir. Bu politik farklılık, bunalımın baskısı altında düzen-içi bir kutuplaşmaya dönüşmüştür.
Nitekim. 46'da DP kuruluşuyla CHP'nden desteğini çeken finans- kapital, Bayar-Menderes politikalarının açmazı karşısında "baba evinin kapısını usulca tıklatmaktan çekinmez. 27 Mayıs gecesi alt-üst olan siyasal dengelerin genel finans-kapital yörüngesine oturtulmasında, Devlet Sınıfları geleneğinden çıkmış öfkeli subayların finans-kapitalle uzlaştırıl- masmda. İnönü ve CHP başrolü oynar. “Ataerkil baba" rejimin selameti uğruna "hayırsız büyük oğulu" düştüğü "zor dururh'dan kurtarmaya girişir. 27 Mayıs finans-kapital rotasına sokulur. 27 Mayisin piç edilmesine karşı ayaklanan "sergüzeşt" subayların "etkisiz" hale getirilmesi ve ordu içindeki kaynaşmanın bastırılıp yatış- tınlmasıyla "tren selamet rayına oturtulmuş" olur.
27 Mayıs Anayasası kapitalizmin sancılı gelişimi sonucu oluşan yeni sınıf dengelerine uygun olarak "rejimin çerçevesi' ni genişletmiştir. Yıldızı tekrar parlayan İsmet Paşa, artık huzura kavuşacağını düşünmektedir.Ama işler hiç de sanıldığı gibi yürümez. Finans-kapitalin yollannı açanlar, onun tarafından ikinci kez kenara itilirler. 1 9 6 5 seçimlerinde oy çoğunluğuyla oluşturulan AP hükümeti Menderes'in uygulayamadığı "istikrar tedbirleri' ni yürürlüğe sokan 27 Mayisin sağladığı sermaye birikim olarakları üzerinde montaj sanayine sıçramış olan finans-kapitalin
dizginsiz soygun politikalarını güçlendirir. "Kıratın Şahlanışı" ile yeni bir Menderes havası estirilir.
Ancak, finans-kapitali bunalım batağından çıkartan 27 Mayıs hareketi. yarattığı yeni yasal çerçeve ile sosyal mücadelenin politik kanallan- nı da az-çok genişletici olanaklar sağladı. 50'ler boyunca bastınlan tepkiler, "nisbi özgürlük" ortamında su yüzüne çıkarak kitleselleşti. TİP'in bulanık öncülüğü altında sosyalizme yönelen proletarya ve gençlik mücadelesi, AP eliyle uygulanan finans- kapital politikaları karşısında TİP'i de aşarak gittitçe daha radikal bir nitelik kazanmaya başladı. Bu durumda genişleyen tekeller soygunu altında orta tabakalar ve küçük üretmenlerin birikmiş hoşnutsuzluklan, proletarya ve gençliği saran mücadeleci ruh halinden etkilenerek, egemen zümrelerden bağımsızlaşma yoluna doğru girmiştir. Söyleyene değil, söyletene bak derler. Reel politikacı İsmet Paşaya da sosyal demokrasi telaffuz ettiren etken, CHP tabanını kaynatan bu sosyal istekten başkası değildir.
50'li yıllarda uygulanan finans- kapital politikaları, kırda köylülüğün hızla çözülüp mülksüzleştirilmesine, ülkenin yeni sömürgecilik ağlarına sokulup üretken sermaye birikimi kanallarının tıkanmasına yol açmıştır. Bu sonuçlara karşı biriken yığın tepkisi, devletçi şartlandırmanın kabuğunu yırtamadığından günün tek muhalefet partisinin, "kanun dairesinden çıkmış finans-kapital soygununa karşı Devlet Sınıflarının kaygılarını kaynatan CHP'nin yörüngesine aktı. Kendi politik iç kanamalarından başını alıp yığınlar denizine açılamayan ve bu yoldaki her girişimi "tek parti istibdatı'nca geriye püskürtülen TKP. 1951 tevkifatıyla tasfiyeye uğratılmıştı. CHP tabanında biriken küçük üretmen ve vahşi burjuva eğilimleri, aynı arsız politika "Kırat" etiketiyle karşısına dikildiğinde, proletarya ve aydın gençlik eyleminden cesaret alarak partiyi yeni bir kaynama momentine sokmuştur. Devlet Sınıflarının sosyal demokrasi telâffuzu, bir yandan sosyalizmi sivrilten sınıf mücadelesine karşı etkili bir politika barajı örmek, öbür yandan birkez daha kanun ve gelenekçi teamül yolundan fırlamış finans kapital uygulamalarının komünizmle ürkütülüp devletçi ütopiyle heveslen-
41
C H P ' n d e 12 Mart'ın netleştirdiği yol ayrımı, Devlet S ın ıfları geleneğinin s ın ıf savaşının canlılığı içinde çözülüşüne örnek oluşturur: Bir yanda "Ordu+ CHP= İktidar” sloganıyla hareket eden finans-kapital güdüm ündeki azınlık, diğer yanda faşizm i onaylam ayan parti çoğunluğu. N ihat Erim ve Kemal Satır, tasfiyeye uğrayan finans-kapital eğilim inin en bilinen adlarıdır. N ihat E rim , 12 Mart hüküm etinin başbakanı sıfatıyla faşizmin sorumluluğunu üstlenir.
dirilerek güdüm altına alınmış kitle ağırlığıyla dengelemek amacıyla bu noktada ortaya çıkmıştır.
İsmet Paşanın muradı, tekeldışı burjuva ve küçük üretmen tepkilerini proletarya ve devrimci gençlik mücadelesinden tecrit ederek, 27 Ma- yıs'tan kurtardığı finans-kapitali yeniden vesayet altına sokacak devletçi statüko kalıpları içine sığdırmaktı. Olmadı olamazdı. Sosyal sınıf ko- puşmaları, sınıf ve tabakaların kendi çıkarları adına doğrudan siyaset sahnesine çıkış kaçınılmazlıklarının birikişiydi. Finans-kapital, Devlet Sı- nıflannı aşarak siyasal iktidarı pençesine almıştı. Yoksul köylülüğü toprak işgallerine, küçük üretmenleri taban fiyat protestolarına iten sınıflar savaşının şiddeti, bunalımı devletçi statüko içinde çözmeye girişen gelenekçi kadroların orta tabaka ve küçük burjuva tepkilerini finans- kapitalle uzlaştırma çabalarını etkisiz kıldı. Tabandan yükselen bağımsızlaşma isteği, eski kadroların politik tekelciliğini az-çok aşarak biçimlendi. Ne yardan, ne serden geçemeyen İsmet Paşa nın yaşlı bir politikacı için oldukça hazin sayılabilecek tükenişi, sınıflar savaşının olgunlaşma sürecinde gelenek kalıntılannm kaçınılmaz çözülüşünü ifade eder. "Politika sosyal sınıfların işidir". Toplumsal güçlerin politikayı doğrudan doğruya kendi ellerine almaya giriştiği bir momentte, Devlet Sınıfla- nnın güdücü rolleri, mayalandığı koşulları artık yitirmiş, erimiş ve tükenmiş demektir.
İsmail Cem in 12 Mart karşısında CHP tutumunu değerlendiren bir yazısında yer almış şu sözleri, bulanık sivil toplumcu mantığına rağmen bir gerçekliğe dikkat çekiyor. İnönü, nihayet, tarihsel yeri bakım ından Osmanlı bürokrasisinin belki son
■\
örneğidir, bir zam anlar kesin kontrolünde tuttuğu bir bürokrasinin artık elinden tümüyle çıkması o lgusuyla karşı karşıyadır. 12 Mart bürokrasisi artık, açıkça serm ayeyle işbirliklerine girebilen ve İnönü'nün tanıdığı bürokrat modelini hayli geride bırakm ış bir "yeni" bürokrasidir, sın ıf ayrımları keskin leşmiş bir toplumun bürokrasisidir. (3)
Vurucu güç geleneği, sınıf çelişmelerinin derinleştiği 19 6 0 ve sonrası ortamda kesin ve keskin sınırlarla ayrılan iki farklı kanala bölünerek sonuç alıcı etki gücünü yitirmeye başlamıştır. Birinci kanal, devletin üst kademelerinde aldıkları etkin yönetici rolleri itibariyle finans- kapitalin egemenlik mekanizmalan- na nüfuz etmiş ve onun basit bürokratları haline dönüşmüş unsurlarla tanımlanabilir. İkinci kanal, halk cephesine eğilimlidir. Burada iki yönlü bir çözülme gözlenir. Birinci yönde, proletarya ile ittifaktan uzak duran, en ünlü isimleri başarısız cunta girişimlerinden sonra burjuva liberalizminin batağında çürümeye başlamış, yardan ve serden geçemeyen unsurlardır, ikinci yönde, proletarya ile ittifak eğilimlerinden sosyal devrimciliğe sıçrayan aydın gençlik unsurları yer tutar. Fethi Gürcan ve Talat Turhan’lar bu eğilimin ön- tiplerin'ı oluşturur. Deniz’ler, Mahirler ise, çözülüş sürecinin olgunlaşmış momentini. Burada belirleyici özellik sosyal devrimciliktir. Tarih, geleneği, geçmişten akan diriliğin canlı bir motivasyonuna-ama yalnız motivasyonuna-indirgemiştir.
CHP'nde 12 Mart'ın netleştirdiği yol ayrımı, Devlet Sınıfları geleneğinin sınıf savaşının canlılığı içinde çözülüşüne örnek oluşturur: Bir yanda "Ordu-t- CHP= iktidar" sloganıyla
hareket eden finans-kapital güdümündeki azınlık. Diğer yanda faşizmi onaylamayan parti çoğunluğu. Nihat Erim ve Kemal Satır, tasfiyeye uğrayan finans-kapital eğiliminin en bilinen adlarıdır. Nihat Erim, 12 Mart hükümetinin başbakanı sıfatıyla faşizmin sorumluluğunu üstlenir.
12 Mart'ı soğuk karşılayanlar içinde "İnönü'nün tavrı, m eseleleri kapalı kapılar adında ve siyasal ustalıklarla çözüm lem eye alışmış satranç ustası bir insanın, bürokratik gelen ek lerle yoğrulmuş, şiddetli çıkışlar yerine zaman içine yayılan yumuşak darbelerle olayları istediği yöne sokan bir siyasetçinin tavrıdır”. (4) 12Mart'ta İnönü, dengeci ve uzlaşmacıdır. Finans-kapitalden bağımsızlaşma eğiliminin liderliğini üstlenen "toprak işleyenin, su kullananın" popüler sloganıyla az-çok radikal görünen genel sekreter Ecevit ise, kurulacak Erim hükümetine olumlu bakan İnönü'ye karşı, 12 Mart'ı Yunan faşist cunta hareketine benzetir. O gün için küçük üretmenlerin taleplerini de dillendirerek yükselen tekeldışı burjuvaların sözcüsü Ecevit, darbenin kendisine karşı yapıldığını iddia ederek genel sekreterlikten çekilmek gibi politik şovlarına rağmen, faşizme karşı az-çok tutarlı bir tavır takınır.
12 MARTTAN SONRA CHP
12 Mart öncesinde kendini yenileyen ve faşizmle uzlaşmayan CHP, bunun ödülünü 14 Ekim seçimlerinde büyük bir kitle desteğini kazanarak aldı. "Anahtar partisi" MSFden birkaç bakanın katılımıyla parti içinde doğruluğu çok tartışılan bir koalisyon hükümeti oluşturuldu. Ecevit'i umut' haline getiren şey, ne şair mavisi gömleği, ne de karakaşı, kara gözüdür. Bunun asıl nedenini 12 Mart'ın yarattığı kitlesel hoşnutsuzlukta aramak gerekiyor. Ecevit, 'bu düzen değişmeli" sloganıyla kitlelerin düzen değişikliği özlemlerine hitap etmiş, 1974 Af Yasasıyla faşizmin toplum vicdanında açtığı yarayı gidermeye yönelmiştir. Bunda, kitleler arasında genel bilinç düzeyinin henüz sosyal demokrasi ufkunu aşamamış olması ise belirleyici rolü oynamıştır. Tekeller ve tefeci bezirganlıktan hoşnutsuz yığınlann el yordamıyla değişim arayışları, henüz denenmemiş bir parti olarak
42
*■
Büyük ş e f İnönü 12 Mart'ta dengeci ue uzlaşmacıdır.
sosyal demokrasinin ciddiye alınmasına ve 1975'ten sonra derinleşen kriz ortamında CHP'den beklentilerin artarak yoğunlaşmasına yol açmıştır.
Finans-kapitale rağmen işbaşına gelen, bu yüzden MSP ile içeriden kuşatılmaya çalışılan CHP hükümeti, program vaatleri ve gördüğü kitlesel destek nedeniyle, Kuzey Kıbrıs'ın işgaline karşın para babalarını tedirginliğe düşürdü. Toprağı işleyene, suyu kullanana vermeyi vaad eden, tekellerin ekonomik etkinliklerini sınırlandırmayı ve devletin ekonomideki rolünü güçlendirmeyi isteyen CHP, bütün ütopik projelerine rağmen, kitlelerin taleplerinden cesaret alarak uygulamaya girişebilir miydi? Sosyal demokratlann vaatlerini ciddiye alan kitlelerinse bundan daha ileri taleplere doğru yönelme eğilimine girecekleri açıktı.
27 Mayıs'ın getirdiği sınırlı hakları çok geniş bulan ve 12 Martla bol gelen elbiseyi daraltmaya girişen fi- nans-kapital, petrol fiyatlarındaki yükselişin şokuyla ekonomik istikrarsızlık güçlenir, kitle tepkileri yeniden yükselişe geçerken, geçmişinde gözlendiği üzere en basit demokratik özlemlere bile tahammülünü yitirmeye başlamıştı. Finans-kapital, sosyal demokratların kendisine rağmen iktidarı yürütmesine izin veremezdi. Böy- lece MSP Koalisyondan çekilerek CHP hükümeti düşürüldü. Ardından MC hükümetleri ve faşist saldırıların devlet desteğiyle tırmandınldığı yeni kriz ve baskı dönemi geldi.
Faşizmin yeniden yükselişine karşı olumlu tavır alan Ecevit. iki MC hükümeti arasında yapılan seçimlerde (1977) gene en fazla oyu toplayıp bir azınlık hükümeti oluşturdu. Ama Meclisten güven oyu alamadığı için bir ay içinde çekilmek zorunda kaldı.
CHP'nin iki de bir iktidardan püskürtülüşü, faşizm ve sömürüden bezmiş halk yığınlarının sosyal demokrasi yönündeki umutlarını körüklemiştir. Sosyal demokratların günümüzle kıyaslandığında şaşırtıcı ölçüde keskin görünen siyasal retoriği de kitle tepkilerinin o günkü biçimlenişine az-çok uygun bir özellik taşıyordu.
Ancak faşizmin tırmanışına karşı işçi sınfı ve devrimci gençlik hareketinin daha üst seviyede yeniden yükselişe geçtiği 1975 -77 dönemi sos
yal demokrasiyi iki ateş arasında bırakarak günümüzde de hâlâ içinden sıyrılamadığı ve bu koşullarda sıyrılması da mümkün gözükmeyen bir politik açm aza doğru sürükledi. Ekonomik bunalımın yıpratıcı etkileriyle sarsılan tekeldışı burjuvazi, yukarıdan gelen yoğun faşist terör ile aşağıdan yükselen işçi sınıfı ve gençlik mücadelesinin devrimci baskısı arasında kararsız bir bocalamaya düşmekten kaçınamadı.
Artık karşılıklı açık siyasal zor araçlarının kullanımını da kaçınılmaz kılarak keskinleşen sınıfı mücadelesi, siyasal güçleri ekonomik bunalım karşısında net çözümler üreterek saflaşmaya doğru zorluyordu. Halk güçlerine "ya faşizm, ya devrim" ikilemini dayatmaya başlayan sınıf mücadelesi, tekel dışı burjuvaziyi ürküten. kahredici bir zorunluluk halini almıştı.
Yaygınlaşan grev ve direnişler, tekellerin ekonomik baskısı altında zora düşmüş küçük ve orta işletmeler açısından öldürücü etkiler yaratır. Büyük tekelci işletmeler, çok uzun süren grev ve direnişlere karşı aylarca dayanabilme şansına sahiptirler.
Zor durumdaki küçük ve orta işletmeler içinse iş bırakma eylemleri, iflas çanlarının gürültüsünü dokuz köyden duyulur hale getirir. O yüzden sanayileşmenin gelişmesi için siyasal programlarında işçilerin satın alma güçlerini yükselterek meta arzını genişletme amacını savunan tekel dışı burjuvalar, sendikal direniş karşısında çoğu kez tekellerden daha- vahşi ve tahammülsüz davranırlar. Hele bir de sendikal direniş, politik taleplerle bütünleşmeye başlamışsa.
Sosyal demokrasinin yani hükümetin amacı, en başta bu pratik temel üzerinde yükseldi.
ö te yandan, devlet desteğindeki faşist milislerle devrimci güçler arasındaki silahlı çatışma ortamının genişlemesi, klasik parlamento yöntemlerini idealize eden sosyal demokrasinin ilkelerini sarsarak, bağnazlaşmaya yol açan bir rol oynamıştır. Üstelik parti tabanında küçük üretici ve gençlik kesimlerinin devrimci hareketten etkilenmeleri, ilçe ve gençlik örgütlerinin devrimci güçlerle yerel işbirlikleri içine girmeleri, tepedeki burjuva eğilimini iyiden iyiye tedirginliğe uğratarak, tasfiye
43
politikalarını gündeme getirdi.Finans-kapital, sosyal demokrasi
nin ikircikli ruh halini gözden kaçıra- mazdı. öncelikle işçilere ve devrimcilere yöneltilmiş faşist katliam politikası, önde gelen demokrat aydınları ve doğrudan CHP üyelerini hedef alanı içine alarak genişletildi. Zamanın İçişleri Bakanının deyimiyle "öldürülenler normal CHP'liler değil. anormal CHP'lilerdi". Sosyal demokrasi üzerindeki bi yassı/tma politikası amacına kolayca ulaştı. Finans-kapital ve halk hareketi arasında bocalayan tekel dışı burjuvazi, çareyi tekellerle uzlaşmakta aradı. Sosyal demokrasinin işçi hareketi ve devrimden duyduğu korku, finans- kiptalden duyduğu hoşnutsuzluğa ağır bastı.
1978'de AP ve diğer küçük partilerden transfer edilen 11 milletvekili ile gizli bir CHP-AP koalisyonu oluşturan Ecevit, finans-kapitalle uzlaşarak halk hareketini yatıştırma politikasına yöneldi. Daha önce başarısız kalan toplumsal anlaşma kampanyasıyla (Halil Tunç Başkanlığındaki Türk-lş İlerlemeci DİSK Yönetimi ve CHP arasında kotarılmıştı). İşçi hareketine sinsice saldırmayı planlayan Ecevit, K. Maraş olaylarının ardından finans kapitalin o çok arzuladığı sıkı yönetim uygulamasını başlattı.
İsmail Cem, finans-kapitalin CHP hüküm etiyle am açladığı h e defi açıklıyor: "Ekonominin ve sermayenin ihtiyaç duyduğu bütün sevimsiz önlem leri hüküm ete a ldırtm ak böy lece CHP'yi onu d estekleyen, kitlelerin gözünde zor durumda bırakm ak, daha sonra da
Halâ CH P 'n in mirasını yiy iyorlar.
ekon om ik sorunları ve dehşet tırmanışım da g erekçe göstererek hüküm eti düşürmek". (5)
Doğru söze ne denir? CHP'nin 12 Mart çıkışındaki hükümet deneyiyle 1978'deki hükümet amacı arasında ’finans-kapitale rağmen' ve 'finans-kapitalle uzlaşarak' deyimleri arasındaki fark ölçüsünde keskin bir zikzak bulunur.
CHP hükümeti kendine "iki tem el görev" seçtiğini açıklayarak işbaşına gelmiştir:
"1- Cangüvenliğini gerçekleştirm ek, 2- Dış siyasal ilişkileri düzeltm ek ve ekonom inin dış kaynaklarını h arekete geçirm ek." (6)
Türkçesi: Devrimci hareketihalktan tecrit ve IMF reçetelerinin uygulanışı. CHP, finans-kapital partileri yıpranınca, onu bunalımdan çıkartma sorumluluğunu üstüne almıştır.
Tekeldışı burjuvazi açısından bunalımdan çıkışın iki yolu olabilirdi. Finans-kapitalle beraber veya fi- nans-kapitalsiz. Biri sosyal demokrasiyi sosyal faşizme kaydırır (ki 1978 ve onu izleyen iki yıllık dönemde CHP. 12 Eylül zemininin örülmesine isteyerek ya da istemeyerek katkıda bulunmuştur), diğeriyse demokratik devrim cephesinde yer almaya götürür.
12 Eylüle doğru tekel dışı burjuvazi, işçi hareketi ve devrim tehdidinin yükselişi karşısında finans- kapitalsiz yapamayacağını anladı. Bu. tekellerin sınırlandırılmasına dayalı programatik taleplerin çok fazla gerisine düşmek demektir. Sosyal demokrasi, finans-kapitalin istikrar politikalarını uygulayarak, işçi sınıfı
ve halk hareketinin sönümlendiril- mesi zemininde bu ortaklıktan tekel dışı burjuvazi için bir çıkış yolu yaratma serabına kapılmıştır.
Ancak, bu seçimin bir de öbür yüzü vardır ki, o da küçük burjuvaziden kesin bir kopuşmayı göze almak anlamına gelir. Teslimiyetçi bir ruh hali içinde tekellerle açık bir uzlaşmaya girerek küçük üreticiliği yönlendirmek mümkün olamazdı. Nitekim, 1969 sonrasının "toprak işleyenin, su kulananın" gibi küçük üretmenlerin taleplerini dillendiren sloganları 1978'lerde tümüyle unutulmuştur. Kaldı ki, küçük üretmen yığınlarının düzene karşı protestoları yayılırken, tekel dışı burjuvazi finans- kapitalle arasındaki mesafeyi derinleştirip çatışmayı göze almadan küçük burjuvazinin radikalleşmeye yönelen taleplerini de omuzlayamazdı.
Tekellerle uzlaşması, sosyal demokrasinin bütün gerici içyüzünü ortaya sererek, ona umut bağlayan yığınlarda derin bir hayal kırıklığı yarattı. İlk anda CHP'den vaatlerini gerçekleştirmesini bekleyerek kısmen durulan kitle hareketi, umutlar boşa çıkınca yaygın toplumsal hayal kırıklığı ortamında düzen dışı arayışlara yöneldi. Devrimci mayalanma kitleler arasında hızla yayıldı. 1979 Senato seçimlerinde CHP'nin önemli ölçüde oy kaybına uğraması, sosyal demokrasiden umudunu kesen kitlelerin sosyalizme yönelmeye başladığına dair en belirgin işaretlerden sayılabilirdi.
Bütün bu gelişmelerin doğurduğu iki önemli sonuç olmuştur. Birincisi, CHP'nin içinde bir çatlamanın baş göstermesidir. Tekellerle uzlaş-
C jelecek üzerine spekülasyonlar üretmek bizim işimiz değil. Ancak, toplumsal mücadelenin yeniden yükselişine bağlı olarak Deu-Yol'un eski zemininden yola çıkan bir küçük burjuva partisinin oluşumu da tümden olanak dışı sayılamaz. Bugün Devrimci Yol mirasına bağlılık iddiasında bulunan arkadaşların bu olanağı araştırmaları en samimi dileğimizdir.
ma politikası küçük burjuvazinin taleplerinden ve kitlesel protestolarından az çok etkilenen sol kanatla, teslimiyetçi merkez yönetimi (Bay- kal-Topuz ekibi önce bu sırada kendini göstermişti) arasındaki çelişmeler büyümüştür. Ancak, burjuva sosyalizminin onmaz kuyrukçuluğu, küçük burjuva devrimciliğinin günü birlik mücadele anlayışı yüzünden, devrimci hareket CHP içindeki bu çatlamadan kendi lehine yararlanmayı başaramamış, sol kanadı CHP'den kopartarak halk hareketine kazanmak mümkün olmamıştır.
ikinci ve asıl önemli sonuçsa, Devrimci Yol un güçlenerek halk hareketinin pratik öncülüğüne yükselmesidir. Ekonomik krizin yıkıcı etkileri altında radikal tepkilere yönelen küçük üreticilik, sosyal demokrasiden kopuşarak daha ziyade Devrimci Yol çevresinde yığılmaya başlamıştır. Dev-Yol öncülüğünde gerçekleşen tütün, fındık, çay, pancar mitingleri bunun en tipik göstergeleriydi. Fatsa ve Çorum barikatları da, yoksul köylülğün 1969'daki toprak işgali eylemlerinden sonra kırda yaşanan en devrimci ve 12 Mart öncesinden daha yaygın etkilere ulaşan direnişler olmuştur.
Fatsa ve Çorum barikatlarının Tariş-Gültepe direnişiyle eş zamanlı patlaması hiçbir şekilde rastlantı olarak nitelendirilemez. Tekel dışı burjuvazi küçük üreticilikten kopuşarak finans-kapitale teslim olurken, küçük üreticilik proletarya ile ittifak zem inine sıçramıştır. Bu sancılı gelişmenin politik düzeydeki en önemli ürünü Devrimci Yolun "Devrimciler Ne İçin Savaşıyor" başlıklı program taslağında şekillenen küçük burjuva dem okrasi anlayışıdır.
Küçük burjuva demokrasisinin program düzeyine yükseltilmesinde Devrimci Yolun attığı ilk adım 12 Eylülle gelen liberalizm dalgasında boğuldu. Kendi zaaflannın altında ezilen Dev-Yol, eski zemininden çark ederek liberal küçük burjuva aydın karakteri ağır basan mirasyedi topluluklarına bölündü.
Gelecek üzerine spekülasyonlar üretmek bizim işimiz değil. Ancak, toplumsal mücadelenin yeniden yükselişine bağlı olarak Dev-Yol'un eski zemininden yola çıkan bir küçük burjuva partisinin oluşumu da tümden olanak dışı sayılamaz. Bugün Devrimci Yol mirasına bağlılık iddia
sında bulunan arkadaşların bu olanağı araştırmaları en samimi dileğimizdir. Kendi iddialarıyla tutarlı davranış göstermek eğiliminde bulunuyorlarsa, yapmalan gereken şey de budur.
12 EYLÜL VE
SOSYAL DEMOKRASİ
12 Eylül, halk hareketi ve ekonomik bunalımın baskısıyla kuduran finans-kapitalin anayasa, parlamento, siyasi partiler gibi yumurta küfelerini sırtından atışıydı. Kendi politikacılarını bile feda etmekten çekinmeyen parababaları, zafer arabalarına bağladıkları, sosyal demokrasiye vefa borcu duyabilirler miydi? Uzlaşmanın ödülü, partinin kapatılması ve mal varlığının Hâzineye devredilmesi oldu. CHP'nin devrimden korumaya çalıştığı "demokrasi", faşizm tarafından rafa kaldırıldı.
12 Eylülden önce teslimiyet cephesinin başını çeken Ecevit, yılgınlığa kapılarak panik içinde pratik politikadan çekildi. Eski mesleği olan gazeteci-şairliğe geri döndü. 1981 yılında çıkardığı Arayış dergisinin sütunlarından yenilen devrimci harekete şimşekler yağdırdı. Faşizmin sorumluluğunu, "terör ortamı" yaratarak orduyu davet eden (!) devrimci harakete yükleyip finans- kapitali aklamaya, kendi kişiliksiz uzlaşma zeminini savunmaya çalıştı.
"Can ve mal güvenliği" derdine düşmüş tekel dışı burjuvalar, "anarşi- terörü" ezmeye giriştiği ölçüde 12 Eylül'ü desteklediler. Ama ne zaman ki 12 Eylülün işçi eylemini bastırıp devrimci halk haraketini tasfiye etmekle yetinmeyeceği ortaya çıktı, 2 4 Ocak kararlarının mantıksal sonuçları kendini göstermeye, küçük ve orta işletmeler kapılarına kilit asmaya, orta tasarruf sahibi parasını banka ve bankerlere kaptırmaya başladı, işte o zaman sosyal demokrasi mız mız bir muhalefet gösterisi
ne girişmek zorunda kaldı.Necdet Calp'in başkanlığındaki
Halkçı Parti, CHP potansiyelini tekellerin ideolojik ağlan içinde eritmeyi amaçlayan sosyal dem okrat görünümlü bir finans-kapital parti- siydi. Finans-kapitalin 83'de zorlandığı demokrasicilik oyunu, istenmeyen sonuçlar doğurup faşizmin yapay müdahalelerle politik ortamı yeniden düzenleme çabalan suya düşünce, Halkçı Partinin sosyal fa şizm deneyi de çöküntüye uğradı.
Fakat, 12 Eylülün dayattığı politik çerçevedeki ilk gedikler tekel dışı burjuvaların mız nazlanmalarıyla açılmadı, finans-kapitalin tabansız istikrarı kendiliğinden delindi. Sosyal demokrasi, ancak bu delikten kafasını ihtiyatla uzatabildiği ölçüde sesini çıkartabildi. Bu nedenle, finans- kapitalin HP başarısızlığı, sosyal demokrasinin hanesine çizilmiş bir olumluluk işareti sayılamaz. Tersine, kapatılan CHP’nin bugünkü ardıllan, sosyal demokrasinin 1 9 6 9 -1977 döneminde izlediği politik çiğinin çok daha gerisine savrulmuş durumdadırlar. Onların 12 Eylül sonrasındaki çıkış noktalarını, 1978'deki teslimiyetçi uzlaşma tutumlan oluşturmaktadır ve bugünkü halleriyle "Ortanın solunda değil, burjuva siyasal yelpazesinin merkez-sol partileri durumunda" bulunuyorlar.
Eski CHP'nin tekel dışı burjuvalar ve küçük üretmenler olmak üzere iki sosyal ayağı bulunuyordu. Bugünkü sosyal demokrat partilerin en önemli farklan, parti içinde eskiden de zayıf kalmış olan küçük burjuva sosyal ayağını tümden kesip atmış olmalarıdır. İşçi sınıfı ve sosyalizme sırt çevirerek tekellerle mücadele eden ve bu yüzden şapa oturan sosyal demokrasi, kimi sosyal demokratlara "sapma" olarak görünen 78 sonrasının tekellerle uzlaşma politikasını ana karakter olarak benimsemiş, 12 Eylülle açılan yeni dönem açısından konuşursak, tekellerin gü-
45
düm ünde politika yürütmeyi daha baştan kabullenmiş durumdadır. T ekel dışı burjuvaziyi kendi celladına boynunu uzatmaya zorlayan teslimiyetçi içgüdü, işçi sınıfı hareketi ve devrim korkusu, sınıflar savaşının günlük dalgalanmalarıyla birikerek güçlenen radikalleşme eğiliminden duydukları ürküntüdür. Yoksa fi- nans-kapital sosyal demokrasiye tecavüz etmedi. Sosyal demokrasi, kişiliğini dostunun ayaklan altına sermekte, marazi heyecanlar keşfeden sapık aşüfte rolüne kendi arzusuyla soyundu.
Bu durum, günlük siyasal retorikleri arasındaki önemsiz farklılıklar dışında, aynı zemini paylaşan SHP ve DSP'nin programlarında da, her günkü politik tutumlarında da açıkça gözlenebilir.
Ekonomideki devlet denetimini güçlendirmeyi, doğal kaynaklar, stratejik sanayi kolları ve savunma sanayiinin dış politikayı etkileyebilecek dallarında, ağır sanayi ve ekonomiyi yönlendirmede büyük önem taşıyan ara malları ve yatırım malları sanayinde devletin etkinliğini savunan, bu alanlardaki özel yatırımların sınırlandırılmasını amaçlayan; devletin özel sermayeyle ortaklık kurmasını reddederek daha önce kurulan ortaklıkların bir program içinde sona erdirilmesini, kamu hizmetleriyle ilgili altyapı projelerini devletin kendisinin yapmasını, piyasanın halk yararına düzenlenmesi için devletin düzenleme satışları gerçekleştirmesini isteyen, iç ve dış ticarette aracılık aşamalarını gereksiz gören 7 6 CHP programının tersine, SH P programında özelleştirmelere karşı çıkılmasına rağmen devletçilik anlayışında daha sınırlı bir tanımlama göze çarpmaktadır. (SHP, geçen sürede daha geri adım atarak, özelleştirmelere karşı olmadığını, ancak hisse senedi satışlannda yerli sermaye ve halka ağırlık tanımak istediğini belirtir hale geldi.) Hatta sivil toplumcu DSP, devletçilik ilkesini tümüyle programından çıkarmıştır. CHP programındaki "büyük anapara çevrelerinin bankacılığı kendi egemenlikleri veya denetimleri altında bulundurmaları
İsmail Cemde başkanlığa oynamıştı
önlenecektir" şeklindeki nispeten açık ifade yerine SH P programında "Holdinglerin sahip oldukları bankaları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmelerine son verileceği" gibi çok daha geri ifade biçimleri benimsenmiştir. DSP ise, özel bankaların birer kamu kuruluşu gibi çalışmalarını sağlamaktan yana olduğunu ifade ediyor. Tekelci işletmelerin ve bankaların kendi çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermelerini nasıl engelleyebilirsiniz? Hele hele onların kamu kuruluşu gibi çalışmalarını nasıl sağlayabilirsiniz? Bu mantıkla sırıtan aptalca hayaller bir yana. bütün bu saçmalıkları tekellerin gölgesine sığınarak nasıl gerçekleştireceğini ifade etmekten sosyal demokrasi sürekli kaçınmaktadır. Her iki partinin programında taleplerin sık sık "çelişik", "yetersiz" , "belirsiz", "muğlak" ifadelerle geçiştirildiğini bizzat sosyal demokrasi teorisyenle- rinin kendileri belirtmektedir(7) 'Toprak işleyenin..." parolasına ve orta köylülüğün taleplerine denk düşen ütopik köy-kent projelerinden ise hiç söz edilmemektedir.
CHP programında tekellerin devlet denetimi altına alınarak sınırlandırılması -devletin sınıfsal karakterini gözardı eden ütopik mantığına rağmen- ana eksen olarak benimseniyordu. Proletarya açısından önemli olan mülkiyetin devlete ait olması değildir. Asıl önemlisi, devlet mülkiyetinin hangi sınıfların çıkarları doğ
rultusunda kullanılacağıdır. Devlet mülkiyetinin kullanımını belirleyen bütün faktörse, devletin kimin elinde bulunduğu sorununa gelip dayanır. O yüzden, her devletçi uygulama mülkiyetin toplumsallaştırılması anlamına gelmez.
Aksine, kapitalist devletçiliğin nasıl azgın finans-kapital sömürüsü yarattığını, devlet kapitalizminin mali sermaye egemenliğinden aynlama- yacağmı, Türkiye'de yaşayan, Avrupa'daki gelişimi az çok tanıyan her bilinçli işçi çok iyi bilir.
CHP programının bu temel zayıflığı, onun pratikte finans- kapitalden bağımsız bir çizgide tutunmasını engellemiştir. Fakat bu ütopik kavrayış, bütün pratik zaafına rağmen, teorik planda tekel dışı burjuvazinin bağımsız zeminini oluşturur. 'Teorik amaç ve pratik tutum arasındaki çelişme zaten onun alın- yazısıdır.
CHP, devlet sınıflannın vesayetçi geleneğinden, onunla esinlenmiş, motive olmuş tekel dışı burjuvazinin ütopik devletçiliğine doğru evrimleş- mişti. Şimdi, sosyal demokrasi, tekeller güdümü altında politika yürütmeyi ana karakter olarak benimseyen tavrıyla, devletçi geleneğinden kopma yoluna girmiştir. Sivil toplum teorilerinin kazandığı popülarite, SH P ve en çok DSP programında gözlenen İsveç taklitçiliği, bunun göstergesidir.
Ancak tekel dışı burjuvazinin teslimiyetçi tavrına uygun düşen sivil toplum stratejilerinin bizde nasıl bir "yeni tür devletçilik" olarak kavranılmaktan öteye geçemediğini M. Yıl- mazer Devrimci Demokrasinin Programı (Çağdaş Yol sayı 2) yazısında göstermişti. Aradaki fark, piyasa unsurlarının teoride kazandığı ağırlıktan ileri gelir. Burjuva iktisadı zaten, bir serbest piyasa idealizasyonudur denecek. Bu doğru. Hatta, tekel dışı burjuvazinin serbest rekabet özlemleri açısından çok daha doğru. Ama günümüzde kapitalist piyasa üzerindeki tekelci baskı, tekeldışı burjuvaziyi devletçilik idealizasyonuna itmektedir. Bu nedenle, devletçi anlayıştan gerileme ve piyasa ekonomisinin teoride kazandığı önem, finans-kapitale açık bir teorik meşruiyet kazandırılması, finans-kapitalsiz yapılamıyacağının kesin ilanıdır. Sivil toplumcu "alternatif", planlı devlet müdahalesiyle serbest piyasa dina-
SHP bedeli finans-kapitale mi ödettirecek? Bunu düşünmek fazla saflık olurdu. Bedeli ödeyecek olanlar belli. Ancak bunalım faturasını işçi sınıfı ue halka ödettirmenin SHP açısından da bir bedeli olmalıdır.
46
S o s y a l demokratların PKK eylemleri karşısında hükümet politikalarını desteklediklerine dair yaptıkları açıklamalar, Ozal'ın çağrısıyla toplanan "terör zirvesi" tartışmaları ve yeni Takrir-i Sükun'a verilen yandan yırtmaçlı destek, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi varolduğu sürece, sosyal demokrasinin finans-kapital güdümünde politika yürütmekten kaçınamayacağını gösteriyor.miklerinin sentezi olarak sunuluyor. Bunun günümüzde kazandığı anlam, "tekelci devlet kapitalizmi kabulümüzdür, finans-kapitale rağmen değil onunla uzlaşarak politika" sözünden öteye gitmez. Biz sizin üstünlüğünüzü tanıyoruz, ama siz de bizi biraz gözetin, efendim!
İsmail Cem, sosyal demokrasiyi, sermayenin (Siz finans-kapital anlayın) "akılcı ve iyiniyetli muhatabı" olarak tanımlıyor. (8) Ondandır, "akılcı" ve "ihtiyatlı" SHP'nin oldukça "iyiniyetli" gösterileri. 1 Mayıslardaki gerici tavır, Kürt sorununun bayağı reformist dile getirilişine bile vahşi bir öfkeyle saldınş, cezaevlerindeki açlık grevlerine tepki, direnen öğrencilerin polise teslim edilmesi, Sol kanada yönelik tasfiyeci operasyon, Bolu-Taksim toplantılannda finans- kapitale "Biz sosyal dem okratlardan boşuna korkuyorm uşuz yahu" dedirten bağlılık yeminleri, aslan terbiyecileri önünde diz çöküp boyun büken Baykal ekibinin parti içine döndüğünde despotik fırsatçılığı.
Fınans-kapitalin sosyal demokrasi üzerindeki ehlileştirme politikalan- nın sadık maşası Deniz Baykal yemin billah ediyor: "Bakın biz artık uslu olduk. Eh, artık siz de bizim şu alternatif olmayan alternatifimizi tamsanız". Baykal'a göre, "alternatif" sorununda kilit noktası, enflasyonla mücadele. Finans-kapital ekonomisinin koşulları içinde bunun ancak halka kemerleri daha da sıktınp, işçi hareketine saldırmakla mümkün olabileceğini görüyor olmalı ki şunlar söylüyor:
"Sac/ece enflasyonu denetim a ltına almanın önem ini an lam ak ve kavram ak yetmiyor, onun ancak ciddi bir bedel öd ey erek düzeltilebileceğini d e unutm am ak g erek iyor. Birinci nokta g eleceğ e yönelik siyasi kararlılıksa, İkincisi bunun ötesinde siyasi bir bedeli göze alm akla ilgilidir". (9)
SH P bedeli finans-kapitale mi ödettirecek? Bunu düşünmek fazla saflık olurdu. Bedeli ödeyecek olanlar belli. Ancak bunalım faturasını işçi sınıfı ve halka ödettirmenin SHP açısından da bir bedeli olmalıdır. O bedel, SHP'nin sınıfsal kimliğindeki değişim sancısıdır. Bugün SHP'yi tekeldışı burjuvazinin öz eğilimi olarak tanımlama olanağı kalmamıştır. Sosyal demokrat partilerin günümüzdeki karakteri, tekeldışı burjuvazinin finans-kapital le uzlaşma eğilim lerine sözcülük etmeleridir. Şimdi Deniz Baykal liderliğinde SHP, finans-kapital politikalarının sözcülüğüne doğru giden yolla hayli adım atmış görünüyor. Baykal ve ekibi, bu yolda "siyasi kararlılıklarım" belirtiyorlar. "Demokratik Yenilenme" programıyla legalleşmeyi bekleyen TBKP ise, sosyal demokrat partilerin sağa kayışından doğan özeğilim boşluğunu doldurmaya pratik olarak adaylığım koymuş bulunuyor.
SHP'nin bu değişim sancısı yoğunlaştıkça, hizipler arası çatışma ve gerginlik de yükselmektedir. Kürt milletvekillerinin ihracı ve bunun ardından gelen istifalar, içerdeki çatlağın kopma noktasına getirilişi oldu. SHP’ye egemen olan gerici tutum, partinin kendi program zemininde yer alan cılız halk etkilenmelerini bile içine sindiremedi. Partinin şove- nist dokusu, doğudaki ulusal mücadeleden cesaret alan reformist Kürt burjuva eğilimlerini hazmedemedi. Tekellere yakınlaşmada sorun olan bu eğilim, Baykal'cı yönetinam ani bir darbesiyle kesilip atılarak partiden uzaklaştırıldı. SHP, bir demokrasi kamburunu da böylece sırtından attı.
Sosyal demokratların PKK eylemleri karşısında hükümet politikalarını desteklediklerine dair yaptıklan açıklamalar, özal'ın çağrısıyla toplanan "terör zirvesi" tartışmaları ve ye
ni Takrir-i Sükun'a verilen yandan yırtmaçlı destek, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi varolduğu sürece, sosyal demokrasinin finans-kapital güdümünde politika yürütmekten kaçınamayacağını gösteriyor. Kuşkusuz "kısa günün küçük karlan"na artık pek sıcak bakmayan halk yığınları da gittikçe radikal çıkışlara doğru eğilim biriktirirken, sosyal demokrasi kitleler arasında kedici mevziler aramaktan köşe bucak kaçar hale geliyor. İşçi sınıfı ve Kürt köylülüğünün SHP'ye desteğini önemli ölçüde sarsmasına rağmen, Baykal- Inönü işbirliğiyle yürütülen politikalar, derinleştirilerek sürdürülüyor. SHP, tekellere "kararlılığını" gösteriyor.
SHP sağa doğru yuvarlandıkça geride kalan boşluğu, gerek bu zeminde tutunamayan Yeni demokratik oluşum'culur, gerekse bu boşluğu soldan TBKP ve TBKP'lilerin de içinde bulunduğu yasal Marksist parti girişimcileri doldu.
Sonuç olarak SHP, finans- kapital politikacılığına doğru evrilir- ken, burjuva sosyalizmi de sosyal demokrasinin basit bir nüansına dönüşmektedir. Onların sosyalizmden bu açık kopuşları, sosyalist ortamdaki siyasal saflaşmaların netleşmesi açısından olumlu sayılabilir. Ancak SHP'in gittikçe halkın gözünden düştüğü ve güven yitirdiği bir ortamda, yasal "Marksist" partiler,sosyalist maskeli denenmemiş yüzleriyle yeni bir tehlike yaratmak eğilimindedirler. Sosyal demokrasiden kopuşan yığın tepkilerinin TBKP vb. zemininde çürütülmesine karşı uyanık olmalı, her türden burjuva reformist anlayışa karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz.
DİPNOTLAR:
1- Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerimiz.
2 - Bülent Ecevit, Ortanın Solu.
3 - İsmaiI Cem, Siyaset Yazılan. _
4 - İsmail Cem, A.G.E.5 - İsmail Cem, A.G.E.6 - İsmail Cem, A.G.E7- Şahin Alpay-Seyfettin
Gürsel, SHP-DSP/Nerede Birle- şiyorlar, Nerede Aynlıyorlar?
8 - İsmail Cem, Engeller veÇözümler.
47
Dünün "Sosyalistleri1
bugünün feministleri
Gökçe DEMİR
" m » adem ki, kölelerin kö- I V r l leleri, ezilenlerin en
A " M ezileni bile sosyalizm yolundan giderek kendi kurtuluşları için savaşm aya kalkıyorlar, şimdi artık dünya proletarya devriminin utkusundan kim kuşku duyabilir?"
V.İ. Lenin12 Eylül 1 980 , sosyalist çevrele
rin kendi kendileriyle hesaplaşmalarının kapısını açtı, örgüt içi demokrasi anlayışından, dış politik değerlendirmelere kadar sosyalist çevreler yenilginin nedenlerini açığa çıkarmaya, yapılarını değişen koşullara uydurmaya çalıştılar. Her yenilgi döneminde olduğu gibi, kimisi zemininden daha sağa kimisi de daha sola savruldu. 8 0 sonrasında sosyalist çevrelerin oldukça duyarlı oldukları bazılannm yeni keşfettikleri bir alan vardı. Kadın sorunu. Yazımızın konusunu kadın hareketi konusunda sağa savrulanlar, reformist-uzlaşmacı zeminlerini iyice sağlamlaştıranlar oluşturuyor.
8 0 öncesinde kadın sorunu ve örgütlenmesi noktasında teorik yoksulluk içinde bulunan ve bilimsellikten uzak uygulamalara giden burjuva sosyalistleri ve küçükburjuva sosyalistleri her konuda olduğu gibi kadın konusunda da yeniyi keşfettiler. "Erkek örgütleri içinde kadınlar ikinci sınıf oluşlarını sürdürmekten başka bir işe yaramadılar". Bu tesbitle geriye dönük inkar başladı. Suç, hareketi oluşturan ve yönlendiren teoride ve teorinin pratiğe yansımasında değil, onu yönlendiren erkeklerdeydi. Hal böyle olunca örgütler erkek örgütü.
kadınlar da geri işlerin sessiz uygulayıcıları konumundaydı. İnkar bir kere başladı mı dur durak bilmiyordu, ö n ce kadınlara daha doğrusu kendi yapıları içinde yer almış/yer alan kadınlara günah çıkartılırken, bu daha sonra tüm kadınlara yöneldi. Geç kalınmışlığı sürdürmemek için artık kadın sorunu konusunda bir şeyler yapmanın vakti gelmişti. Geçmişin darlığından ve sekterliğinden "yeni" bir çalışma anlayışına atlanıyordu. Yeni kavramlar bulundu, sınıf mücadelesine paralel akan demokratik örgütlenme anlayışlarının sahip olduğu tarihsel kavramlar ya bir daha keşfedildi ya da reforme edildi. Çoğulculuk, geniş tabanlılık, örgüt içi demokrasi, cins ezilmişliği doğrultusunda cins örgütlenmelerinin savunulmasının gerekliliği... Geçmişin alışkanlıkları pek çok kez yakalarını bırakmadı. Üç antiler (an- ti-faşist, anti-emperyalist, anti- şovenist) hâlâ -tereddütlü de olsa savunuluyordu. Daha doğrusu yerine konacak yeni ilkeler henüz bulunamamıştı. Çeşitli kadın platformlarına katılınırken ya da kadın örgütleri ile ortak davranmaya çalışılırken hep bu sorun vardı kafalarda. Geçmişin yanlışları nasıl atılacaktı? Bunun türkçesi ise şöyleydi: solculuğun ağırlığı omuzlardan atılsa ne de güzel geliştireceklerdi kadın hareketini.
Kimsenin kimseyi belirlemediği, demokratik-merkeziyetçilik gibi bü- rokratizme ve tek tipüliğe yönelen yönetim biçiminin olmadığı,(!) kadınları aynı zamanda iktidar mücadelesine yönlendirme ve Türkiye'de gelişen kadın hareketini sınıf perspektifi
ile belirleme gayreti gibi yumurta küfelerinin omuzlarda olmadığı bir şekillenme isteniyordu. Daha doğrusu istenen bayağı bir "şekilsizlikti". Marks-Engels-Lenin'i kavrayıp pratiğe uygulayamamanın sıkıntısı; kendisini onları eleştirme serbestine kavuşturarak, savuşturulmaya terketti. Ustalan kendi düşündükleri gibi düşünmedikleri için eleştirme serbesti nasıl sağlanacaktı yoksa? Peki kindi düşünceleri neydi, ne olmalıydı. Türkiye'de kadın sorununun asıl sahipleri ve öncüleri kimlerdi?
Her baskı döneminin ardından toplumsal muhalefeti yönlendirenlerden bir kısmı temcit pilavını yeniden pişirmeye başlar. Sivil toplum olamama, batı tipi demokrasinin ülkemizde yerleşememesi gibi, özellikle sivil toplum tesbiti; içinde, çeşitli muhalefet alanlarının açılıp, halkın tepkilerini artık kendi bilinciyle dile getirmesi düşüncesini barındırmakta. Bu açılım, çevre hareketi, nükleer silahlanmaya karşı olmak, kadın hareketi, -şimdilerde- halkın tüketici olarak yarattıklan veya katıldıklan boykotlar gibi, halkın suskunluğunu üzerinden atmasının araçları olarak görülmekte. 8 0 sonrası 12 Eylülün karanlıklarında boy atan kadın hareketi ve bunun yaratıcısı olarak görülen feministler, depolitize olmuş toplumun "politik yanını" oluşturmaya başlamıştı. Yukarıda ki, soruların cevabı bulunmuştu böylelikle. Hem toplumsal baskıya, hem örgüt baskısına hayır diyen kadınlar feminist hareketle özgürleşiyorlardı ya da öz- gürleşeceklerdi. Böylece sosyalist çevre kadınlarının bir kısmı açıkça,
48
bir kısmı da utangaçça feminizme göz kırpmaya başladılar, ülkemizin sosyalist hareketinin büyük bir kısmına damgasını vuran kurtarıcılık misyonu kadınlar için feministlere bahşedildi. Böylece önceleri alttan alta daha sonra ise açıkça feminizme prim verilmeye başlandı. Kendi içlerine yönelen eleştiriler daha sonra açıkça feministlere günah çıkartmaya dönüştü. Feministler az da olsa 80 öncesinde de vardılar ancak toplumsal mücadelenin zemini o zaman popülerleşmeleri için gerekli koşullan yaratmamıştı. Suskunluğun hakim olduğu dönemde feminist kadınların çıkışı cesurane bir değere sahipti.
Çıkış yolu bulundu. Kimi sosyalist kadınlar artık açıkça "ben feministim" derken kimileri ise geçmişten gelen alışkanlıkla -aslında kadın sorunun çözümünde sosyalizmin oynayacağı rolü çok iyi bilmeleri gereği, kendilerine sosyalist-feminist, ya da Marksist-feminist diye adlandırmaya başladılar. Birleşilen nokta ise tekti, sosyalizm işçi sınıfının ideolojisiydi, feminizm ise kadınların....
Dünün sosyalistleri, bugünün feminist, sosyalist-feminist ve Mark- sist-feministlerinden özlü sözler .
. Kadınlar, geçmişin derslerini özümseyerek feminist harakete katılmalı.
. Feminizm, insanlık tarihinde erkek egemenliğinin yarattığı despotizme karşı bir isyandır.
.Kadın bakış açısının sağlanması için feminizm bir ihtiyaçtır.
. Kadının kurtuluş hareketi feminizmdir.
Bu sözler artık feminist olduğunu çekinmeden söyleyebilen kadın hareketinde, yeniyi keşfeden cesur kadınların sözleri. Kadın haraketine sosyalist perspektifle yaklaşan ve proletarya sosyalizmini teori ve pratikte savunup bulunduklan her alanda dövüştüren, üstelik feminizmi bir ideoloji olarak kabul etmeyen - Markslog kadınlarımıza bir hatırlatma: Cinse dayalı ideoloji olmaz, ideolojiler sınıflar gerçeğidir- kadınlar, eğer kadın hareketi içinde yemliyorlarsa onlara göre aslında feminist hareket içinde yeralıyor sayılmaktaydı. Çünkü feminizm bir REALİTE!.. Vazgeçmişliğin, kaçışın, kendi istekleri öyİe olmamasına karşın sonuçta burjuva ideoljisi ile bütünleşmenin realitesi.
Bu yüzden bir kere daha hatırlat
madan geçemeyeceğim. Sizi üzeceğiz ama kadın hareketinde feminist olmayan ve feminizmi ideloji olarak kabul etmeyen, hele de sosyalist- feminist gibi yakıştırmaları kaba bir uzlaştırmacılık olarak gören kadınlar var ve kadınların kurtuluşu bu kadınların çoğalmasıyla olanaklı.
Genel değerlendirmeden sonra bu görüşlerin netleştiği Türkiye pratiğinde yeralan iki grubu ayrı ayrı ele almak istiyorum. Yeni Öncü dergisi çevresinde yeralan kadınlar ve Yeni Açılım dergisinin 23 . sayısını tartışma platformu olarak kullanarak kadın hareketini değerlendiren eski İKD (İlericikadınlar Demeği) çevresi 1980'den sonra yayın hayatına başlayan Yeni öncü dergisi çıkışından bu yana iki konuyla çok fazla ilgilendi. Kadın sorunu ve sosyalist ülkelerdeki çoğulcu demokrasi. Neredeyse dergisinin satırlarında Türkiye'nin sorunları iki alana indirgenmişti. Geçmişte kurulan kadın örgütlerinin hataları tesbit ediliyor ancak bunlardan kaçılırken yeni hatalar yapılıyordu. Kurulacak kadın örgütünün demokratik kitle örgütü olması gerektiği savunuluyordu ancak işleyişte ki kural- lılıkları tesbitte tereddütler vardı. Demokratik merkeziyetçilik Leninist parti ilkesiydi bu ilke de yapıları sonuçta bürokratik egemenliğe götürmüyor muydu? Üç antiler kabul görüyordu ancak kadın örgütlenmesinin ayrıca bir ilkesi "anti- cinsiyetçilik" ilkesi de olmalıydı. Kadın örgütü içinde azınlık hakları ise son derece "lose" bir anlayışla savunuluyor, çoğunluğun nasıl çoğunluk olacağı ya da olduğu kavranmak yerine, azınlık korunuyor ve azınlığın tabilik zorunluluğu reddediliyor, "bağımsız" tavır savunuluyordu. Türkiye pratiğinde sınıf politikasını doğru bir şekilde dövüştürmekten uzaklaşan ve Marksizmin, yeniden yeniden incelenmesi diyerek durağanlığı mutlaklaştıran Yeni Öncü çevresi, kadın sorunu konusunda beklenmedik bir hızla feminizme kaymaya başladı. Kadınların ideolojisinin feminizm olduğunu savunmak, aslında politik arenada sağa savrul-manın beklenen sonucu oldu.
Yeni Öncü nün 22 . sayısında, bir sohbet başlığı adı altında yeralan tartışmaya Yeni Öncü adına katılan Şükran, geçen kadın kurultayında sağladıkları yakınlaşmayı daha da ileri götürerek Yeni Öncünün feninist
hareketle nasıl iç içe geçtiğini şöyle ifade etmekte: "Önce kadınlann kendi sorunları temelinde örgütlendikleri örgütlülüklerle, üyeleri kadın olan örgütlülüklerin aynı şeyler olmadıklan- nı söylemek istiyorum. Ayşe'nin (Radikal feminist gruptan) dediği gibi, üyelerinin kadın olması onu kadın kurtuluş haraketi içinde bir örgütlülük olarak görmeme yetmiyor. Kadın kurtuluş hareketinin feminizme denk düştüğünü, bu nedenle de bağımsız kadın hareketi ve feminist hareketi yan yana koymak gerektiğini düşünüyorum. Kadınlann erkeklerle bir egemenlik ilişkisi yaşadığını kabul eden ve kadının taraf olduğu bu egemenlik ilişkisinden tüm bağlanyla kurtuluşunu hedefleyen bir örgütlülüğü feminist hareket içinde görüyorum." Gene Şükrandan bir alıntı: "Feminizm kara birşey. Kimse bu nedenle kendine "feminist" demez. Ama benim için kendilerine "feminist" deyip dememeleri önemli değil.Bence bir nesnellik bu. Çünkü feminizm kadınlık bilincinin ta kendisi. Uzun zamandır, kadınlık bilinci kavramını kullanan kadınlar var, amabunun bir adı olması gerekiyor.........aslında bazı sosyalist çevreler içinde feministlerle aynı şeyleri söyleyen, ama kendilerine "feminist" demeyen kadınlar var. Bence bu kadınlar feministlerle aynı yerdeler."
Dergimizin önceki sayılannda kadın sorunun nasıl kavranıp hangi örgütlülük anlayışı ile savunulması gerektiğini yazdık. Tabi ki, kendine "kadın örgütüyüm" diyen her örgüt bu soruna sahip çıkmanın koşullannı yerine getirmiyorsa bence de kadın örgütü sayılmaz. Ancak Yeni öncü satırlarında usta bir çarpıtma var. Kadın hareketini doğru bir zeminde savunan ancak feminizmi ideoloji olarak kabul etmeyen kadınlar ne yaparsa yapsınlar aslında feministler ve bunu bilmiyorlar. Yeni Öncü'de bu kadınlara acı gerçeği söyleyiveriyor. "Aslında siz de feministsiniz canım, bunu söylemekten utanmayın..." Alttan alta sosyalist perspektife sahip kadınlarla feministlerin uzlaştırılması, yakınlaştmlması isteği var. Yeni Öncüye hakim olan liberalliğin bir yansıması sonucu, buna feminist olmayan kadınlarda kendi istekleri dışında katılmak isteniyor. Amaç kitlelere, kadınlan aralarında ayrılıklar yokmuşçasına - varsa da taktik aynlıklardır bunlar,
49
ama nasılsa sonuçta aynı şeyi istemiyor muyuz- bir bütün olarak yansıtmak. Feminist, Sosyalist-feminist. ve feminist olmayan sosyalist kadınlar, sonuçta hepimiz aynı potada eritilmek isteniyoruz. Oysa ki, gerçeklik aynlıklarla birarada yaşayabilme ve süreç dayattığında aynbkları keskinleştirip koparıp atabilme sorunu. Yeni öncü henüz bunu yapma cesaretini kendinde göremediği -öyle bir kaygısı olmadığı için- safdillilikle "aslında yok birbirimizden farkımız" diyor. Şu an açıklıkla taraf olma cesaretini gösteremeyen Yeni Öncü çevresi daha önce yaşanan temel ay- nmlan da gözardı ederek arabuluculuk işlevini sürdürmeye kararlı. Çıkış itibari ile geliştiği her ülkede demokratik öze sahip feminist hareket bu niteliğine rağmen burjuvazinin bataklığına doğru yol alan reformist hareket olmaktan kendini kurtaramaz. Bu gerçekliğin tesbiti Yeni ö n cü satırlarında yeralmayacak çünkü bu çevrenin kadınları feminizmin rotasına girmiş ve "işçi kadınlara eğilmek sosyalist kadınlann görevidir, feminist hareketin değil" diyerek safını belirlemiştir. Bu saflara kendine feminist demeyen ve kadın sorununu dövüştürmeye kararlı kadınları çekmeye çalışmalan ise gerçekten gülünç.
Yeni Açılım dergisi 22 . sayısında ilginç bir tartışma platformu yaratmış, eski İKD yöneticileri İKD'yi ve kadın sorununa bundan böyle nasıl yaklaşmaları gerektiğini anlatıyorlar. Tartışmaya katılan yazarlardan biri hariç (Ayşe Çoşkun'un yazısı) İKD'den öyle bahsediliyor ki, okuyucu ister istemez "yok canım, bu kadar da değil" deme ihtiyacını duyuyor. Aslında İKD ağır eleştirilerin yöneltilmesi gereken yanlış bir kitle örgütlenmesi. Bu çerçevede konuya girmeden önce bu kadınların şu an içinde bulundukları politik yapının kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışalım. Burjuva yasallığına sığınan, işçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşabileceğini kanıtlamaya uğraşan, ç e lişkileri sınıf çelişkilerinden çok dünya, banşı vb. gibi alanlara kaydıran, Leninizmden kopuşup, yalnızca felsefi boyutla ilgilendikleri Marks'la bağlarını koparmayan, 8 0 sonrası partilerin kurulmaya başlamasıyla Türkiye'de faşizmin olmadığı tesbiti- ni yapan ve Demirel'i demokrasi güçleri içinde gören ve bujuva parti
lerinden aldığı yeşil ışıkla şevkle yer üstüne çıkan bir yapı TBKP. 8 9 sonrası ağırlıklı pratiğini ve teorisini bu konular oluşturdu. Bunlar birer sonuç ve bu sonuçlarla 8 0 öncesi yapısını çizmek ise çok zor değil. Diğer bir deyişle burjuva sosyalizminin varacağı son noktaya gelmiş bulunuyorlar.
80 öncesinde bu yapının öncülüğünde kurulan ve kuruluşundan itibaren de güdümünde kalan İKD'nin yöneticileri 8 0 sonrasında İKD'yi değerlendiriyorlar. İKD yöneticileri Be- ria Onger, Gönül Dinçer ve Yüksel Selek özellikle bir noktada birleşiyor- lar, feminizm. İKD yöneticileri olarak İKD'yi geriye dönük değerlendirme hakkını ülkemizde kadın hareketinin gerçek öncüsü "feministlere" bıraktıktan sonra inkara varan bir üslupla İKD'yi değerlendiriyorlar. 12 Eylülden çok önceleri DKÖ olmaktan çıkmış, partinin yan kolu olmuş, kadın sorununu dövüştürmek şöyle dursun partiye kadın kazanmaktan başka bir işlevi olmayan ve iflas etmiş bir anlayışın uzantıları olan İKD yöneticileri: kendi bitişlerini perdelemek için, 8 0 öncesinde yapının taşıdığı olumsuzlukları feminizmle tanışmamalarına ya da feminizmi keşfedememelerine bağlıyorlar. Oysa ki bugün benzeri örgütlenmeler oluşturduklarında artık feminist olduklarımı söyleseler bile popülarizm ve reformizmin gereği gene kadınları gündelik olanla oyalayıp,İKD'nin bir türevini üretmekten başka birşey yapmayacaklar. İKD'Iiler de sol çevrelerin bazılarının yaptığı gibi 12 Eylül karanlığında düşünürken "yeniyi", kadın hareketinde üzerlerinden, sınıf sorumluluğu uyarınca davranmayı atabilecekleri bir hareketi keşfettiler, bu feminizmdi. Oysa feministler 8 0 öncesinde de küçük bir azınlık olarak mevcuttu. Ama o zaman toplumsal mücadele çok yükselmişti ve feminist olabilmek ise hayli zor ve üstelik popüler bir yönelim değildi.
İKD yöneticisi Gönül Dinçer, yazısında "sınıfsal sorunu temel alarak kadın örgütü olmak iddiasi İKD'nin en büyük açmazıydı" diyor. O zamanki İKD'nin sloganları, cinsel değil sınıfsal güç ilişkilerini değiştirme mücadelesini başa aldığını açıkça ortaya koyuyormuş Dinçer'e göre. Evet sınıfsal sorunu başa alarak örgütlenmek İKD'nin açmazıydı, çünkü
onu yönlendiren yapının böyle bir sorunu yoktu. Bu anlamı ile attıklan sloganlar kitleleri sosyalist olduklan- na inandırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Üstelik Marksist olduğunu iddia eden bir yapının sınıfsal güç ilişkileri yerine çinsel güç ilişkilerini koyması nasıl beklenebilirdi. Bu Marksizm-Leninizm'den bir sapmadır. Bizce asıl olan, sınıfsal çelişkilerin bir sonucu olan kadın ezilmişliğine karşı çıkmak ve o doğrultuda örgütlenmektir. Cinsel güç ilişkisinin asal olmadığından yakman eskinin İKD'lileri yeninin feministleri cinsel güç ilişkilerini sınıf çelişkisine bağlamadan neyi değiştirebilecekler.Bunun cevabını bir başka İKD'li Yüksel Selek ise şöyle vermekte; "Ayrıca feminizmin burjuva orta sınıf kökenli tarihsel geleneğinin sistem karşıtı özünü Marksist yöntemle temellendirmek için de Marksist kadınlara çok fazla sorumluluk düşmektedir". Yani -Leninizmi aşmış, Stalinist çemberden kendini kurtarmış kadınlar- feminizmin sırtındaki orta sınıf kadın hareketi olma kamburunu alacaklar. Cinsel güç ilişkilerini Marks'la taçlandırıp -ben yaptım oldu- mantığıyla, Marksist-feminist teori başlığı altında kadının kurtuluş tarihini bir kez daha keşfedecekler, ya da yeniden yazacaklar.
Gene Gönül Dinçer yazısında "öte yandan kadın örgütü olmamız bizi kadın sorununu ele almaya zorluyordu" diyor. Peki İKD ilk kurulduğunda kurucusu olan kadınlar ne düşündüler. öncü olmanın gereği hiç araştırma yapmadan kadın sorununu tanımlamadan kocaları, ağbileri kur dediği için mi kurdular bu yapıyı? Yukarıdaki cümle bize bu sonucu veriyor. Çünkü kadın sorunu ile sırf adı kadın örgütü olduğu için ilgilenmek ancak böylesi bir duyarsızlıkla yapı kurma anlayışından geçer. Bu da şimdinin TBKP mantığıyla hiç de ters düşmemekte. Ve ¡KD yönlendiricisi kadınlar açıkça kendi acizliklerini perdelemek için de suçu erkeklere atmaktalar. Düşündüğümüzde bugün bizlerin savunduğu söylediği pek çok şeyin neredeyse 100 yıl önce Clara Zetkin, Aleksandra Kollontai, İnes Armand ve çağdaşları tarafından söylendiği ve savunulduğu gözönüne alınırsa, adı büyük kafası küçük TKP'nin gerçekten kitle örgütlenmesine verdiği önem ve gönülsüzlük daha net bir şekilde kavranacaktır.
50
Sorun şu ya da bu kadının eksikliği, ya da erkeklerin -ortaya çıktığı her alanda eleştirilmesi gereken- hegemonyası sorunu değil, yapının teorik ve pratik açmazlandır. Yoksa Dinçer'in belirttiği gibi "öncü, kurta- ncı misyonu olduğuna inanan sol politik örgütlere ait bütün yapısal hastalıklar", onlann "kadın kolu" durumundaki İKD benzeri örgütlerde aynen tekrarlanıyordu. Hiyerarşik, merkezi ve monolitik yapı, demokratik olmayan iç işleyiş. "Erkek sol" tarafından "satın alınmış" kendini kurtulmuş sayan bir "kadın aristokrasisinden" oluşan "yönetici ve kadrolar" sorunun önemli ama sadece bir parçasıdır. Bu sorunlardan şimdinin liberalliği ile kurtulmaya çalışma, sîzleri burjuvazinin kucağına Marks'ın ve Lenin'in tahrifatına götürür.
A ğ ırs a to p ra k
S o ğ u k s a d e m ir
V e bu ğu lu ysa g ö zleri
A la puşili K ü rt a n a la rın
V e fe ry a tla ra k arışm ışsa
silah sesleri
Ö zg ü rlü k yem inli
gerillaların
V e z a fe r balkısıysa
g ö zlerin d ek i
D iyarb ek ir
hüzünlü ço cu k la rın
V e bildik d u m a n la r
y u v a la n m ışsa g ö k le rin d e
B e n gibi m azlu m halkların
Bil ki ağ ırd ır to p ra k
V e d e m ir so ğ u k
O z a m a n
te k şe y kalm ıştır g e riy e
N e u /ro z a Z E K İY E o lm ak .
Acaba İKD çevresi "Gece Dersleri ‘ni öğrendi mi, bu hesaplaşmadan hangi sonuçlarla çıkıyor? İKD deneyinin olumsuz derslerini öğrenen kadınlar bu dersleri özümseyerek feminist harekete katılıyorlar. M-L solda feminizme karşı çıkan anlayışın kölesi olmaktan kurtarılıp "insansal" hümanist bir ruha kavuşturuluyor. "Partileri" artık feminizme eski önyargılarıyla bakmayacak, çünkü gerçek kadın hareketini kadın hareketinin biricik ideolojisi feminizmden öğreniyorlar. Dünyaya toplumsal ilişkiler ve kurumlar sistemine "kadın bakış açısıyla. kadın bilinciyle" bakıyorlar ve toplumsal gerçekliği bu bilinçle yani yan tutarak analiz edecekler artık.
Sınıfsal bakış açısının yerini, nereye dayandığı belirsizleştirilen kadın bakış açısı alırken Marks tarafından
ayakları üzerinde doğrultulan, Lenin tarafından pratikte uygulanan diya- lektik-materyalizm ve bunun üzerinde yükselen proletarya sosyalizmi burjuva sosyalizmi olarak bir kez daha tepetaklak ediliyor.
Böylece önümüzde yeni bir dönem açılıyor. Saflar belirginleşiyor, burjuvazinin kadınlar üzerindeki erkek egemen ideolojisine karşı savaşırken, yanı başımızda sanki bizler- den biriymişçesine algılanan-algıla- tılmaya çalışılan reformist kadın anlayışlarına ve savunuculanna karşı da aynı güçle savaşmalıyız.
Saflarda uzlaşıcı, teslimiyetçi çoğunluk değil, proletarya sosyalizmini savunan ve hayata geçiren, yaşamın her alanında, bu görüş doğrultusunda cins ezilmişliğine karşı mücadele eden azınlık hayatı belirleyecek.
21 Mart 199Ü'aa "l\ı:.croz can ateşi iıe kutlanmalı" diyerek kendini yaktı.
"Neıvroz ateşi çalı-çırpıyla yakılmaz. Newroz canla ateş alm alıinan ın ,N 'evvroz ateşi güçlü olmalıydı. Ben bu eylemi isteyerek ve bilinçle yaptım, bu bir tercih sorunudur. Bu benim devlete ve bu düzene olan öfkem ve dağlarımdaki ateşlere selamımdır.""Selam olsun mücadele yolunda can verenlere,selam olsun Zekiyelere...
51
Tüm Korotiç'lere Açık Mektup*
Mahmut DİKERDEM
S ayın Baylar,Sîzlere nasıl hitap edeceğimi bilemedim. Eskiden yoldaş
diye anılırdınız. Ama bu sözcüğü kullanmaya dilim varmadı. Zaten sizin de öyle çağrılmaktan hoşlanmayacağınızı düşündüm. Her ne ise, bu açık mektubu yazmaya beni iki önemli neden zorladı: Birincisi, sizler yani en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm Korotiç'ler- aranıza sayın Mihail Gorbaçov'u şimdilik kaydıyla katmıyorum- son yıllarda sergilediğiniz tutum, yayınladığınız yazılar, yaptığınız konuşmalarla kamuoyunda büyük şaşkınlık, yarattınız.. Yalnız kişisel olarak değil, dergiler, demekler, bilim akademileri içerisinde kadrolaşa- rak sesinizi dünyaya duyurdunuz. Şimdiye değin sosyalist dünyada duyulmaya alışılmamış bu sesler kamuoyunda yankılandı, büyük ilgi ve heyecan yarattı, ülkelerinizde olup bitenler soluk kesici serüven öyküleri gibi izlenmeye başlandı.
Bunu söylerken, sadece Batılı ülkelerdeki tepkileri kastetmiyorum. Batı nın egemen çevrelerinin sizi ba- ğırlanna basacaklan kuşkusuzdu. Oralardan yükselen zafer çığlıkları, "Sosyalizmin iflası" "Marksizme elveda", "Komünizim öldü" biçimindeki kesin yargılar beklenmedik şeyler değil. Onlar 7 0 yıldır düşledikleri bir olayın sonunda gerçekleştiği sanısının sarhoşluğunu yaşıyorlar. Sol dünya görüşünün kesin bir darbe yediğine ve bir daha belini doğrultamayacağına inanarak sevinçten uçuyorlar. Bizde bile Marksizm konusunda Kari Marxin sakallı olduğundan öte bilgisi bulunmayanlar, 'Teknoloji
Marksizmi yenmiştir" diye ahkam kesiyorlar. Onları ciddiye almasak bile, çağdaş-sağın fikir babası Raymond Aron ün çömezleri, J . F. Revel gibi sağcı düşünürler sizin başlattığınız harekete kuramsal yorumlar getirerek, günümüzde ideolojilerin sonunun geldiğini ilan etmekten çekinmiyorlar. Kişinin siyasal iktidar karşısında ezilmemesinin en sağlam güvencesinin bireysel mülkiyet özgürlüğü olduğunun aktık komünist dünyada anlaşıldığını söylüyorlar. ABD'de daha ileri gidenler var. Geçenlerde Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama Dairesi Başkan Yardımcısı Francis Pukuyama'nın hazırladığı bir rapor Washington resmi çevrelerinde büyük ilgi ile karşılanmış. Raporun ana düşüncesi şu: "Soğuk Sa- vaş'ın sona ermesi Batının liberal demokrasi sisteminin toplum yönetiminde nihai form olarak evrenselleşmesi ve belki de tarihsel sürecin sonu demek olacaktır." Amerikan dışişleri yetkilisi öngörüsünde fazla acele etmiş olsa da. Batıdaki umut ve beklentileri pek güzel yansıtmış. ABD Başkanı George Bush da göreve başlarken verdiği söylevde, "Yüzyılımızda. belki de bütün tarihte ilk kez hangi yönetim biçiminin en iyi olduğunu araştırmaya gerek kalmadı" dememiş miydi?
Kısacası, Sayın Korotiç'ler; Büyük Ekim Devrimi'nden 70 yıl sonra liberal demokrasinin savunuculuğuna soyunmakla Batı dünyasında büyük sükse yaptığınız su götürmez. Yalnız Batıda değil, azgelişmiş ya da gelişme yoluna girmiş ülkelerin emperyalizme bağımlı çevrelerinde de
tam bir şenlik havası yarattınız. Ancak, ürettiğiniz "yeni politik düşünce" ile sosyalist dünyada bir yenilgi rüzgarı estirdiğinizin, ilerici devrimci kesimlerde -özellikle genç kuşaklar katında- ne gibi olumsuz etkiler yarattığınızın, ne yoğun belirsizliklere, kısır tartışmalara yol açtığınızın ve yıkıntılara neden olduğunuzun ayır- dında mısınız? Ne demek istediğimi canlı bir örnekle açıklayayım: Geçenlerde içinizden seçkin bir kişi Vi- tali Korotiç çağrılı, olarak ülkenize geldi ve Ankara ile İstanbul'da konferanslar verdi, basın mensuplanyla konuşmalar yaptı. Gerçi biz Sayın V. Korotiç'in Sovyetler Birliğindeki glasnost ve perestroikanın ateşli savunuculuğunu yapan Ogonyok dergisinin yönetmeni olduğunu biliyorduk. Adı geçen derginin "Argumenty i Fakty" ve "Moskova Haberleri" adlı dergilerle birlikte yeni düşüncenin en radikal kanadının temsilcisi olduğunu, aynca Vitali Korotiç'in Pravda gazetesinin 12 yıllık yayın yönetmeni Afanasyev'in yerine göz diktiğini Batı basınından öğrenmiştik. Yine de Vitali Korotiç'in buradaki açıklamalan yeni politik düşüncenin özünü aydınlatmaktan çok zihinleri büsbütün karıştırmaya yaradı. Örneğin 'Toprağın mülkiyeti herkese değil, birisine ait olmalı" dedi ama ardından bir soruya "Kapitalizm kötü bir şey, çünkü bireysel mülkiyete dayanıyor" karşılığını verdi. Bir yandan "Bugün bizim yapmak istediğimiz yeryüzündeki bütün ülkelerle işbirliğini sağlamaktır. Eğer sosyalizm kapitalizmden daha iyi ise, bu savaş alanlannda değil süpermarket
52
lerde gözükmelidir" derken, öte yandan "Sosyalizm tek ülkede kurulabilir, ancak etrafında yalnız düşmanlar olduğunu düşünmek gerekmiyor" diyerek Sovyet Devletinin tarihine ters düşen saptamalar yaptı. Stalin ve haleflerinden söz ederken: "Sürekli olarak demokrasiyi burjuva ve sosyalist diye ikiye ayırdılar, bugün anlıyoruz ki sadece demokrasi ve diktatörlük var, ayrım demokrasiyle diktatörlük arasında" diyerek proletarya diktatörlüğü ile totalitarizmi aynı kefeye koydu. "Marksist doğmalara takılıp kalmamalıyız" şeklinde kuramsal (!) bir tespit yaptıktan sonra, 30'lu yıllarda kravat taktıkları için insanları Komsomol'dan atarlardı diyerek Stalin döneminin dar görüşlülüğünü, bağnazlığını kanıtladı. Konuşmalarından birinde Bay Korotiç’in Türkiye'de işsizlik bulunduğu için kendimizi şanslı saymamızı, çünkü tembellik ve alkolizme karşı en etkili ilacın işi kaybetmek rizikosu olduğunu öne sürerek, çalışan nüfusun % 20'si işsiz olan bir ülkede işsizliğin övgüsünü yapmasını ise yersiz ve tatsız bir şaka olarak karşıladık.
Görülüyor ki, ne denli renkli de olsa, bu tür lafazanlıklar, glasnost ve perestroika diye bilinen iki tılsımlı sözcüğün içeriğini ve bu ikilinin bileşiminde ifadesini bulan "yeni düşünce tarzfnın nitelik ve kapsamını tam olarak anlamaya yetmiyor. Yetmedikten başka, böylesi açıklamalar biraz da körlerin fili tanımlamasına benziyor. Kimileri yeni düşünceden bilimsel sosyalizmin sorgulanmasını anlıyor ve "Marksizim aşılmalıdır" sonucuna varıyor. Diğerleri bütün günahı devrim partisi ve bürokrasinin üstüne atıyor. Kimileri ise herşeyin başına demokrasiyi alarak sosyalist pratikte görülen aksamaların demokrasi eksikliğinden ileri geldiğini vurguluyor ve bundan komünist partilerini sorumlu tutuyor.
Bu toz duman içerisinde ben açıklık ve yeniden yapılanma önermesinin can alıcı noktaları üzerinde bir durum tespiti yapmak gereğini duydum. Elbette ki bu mektubun çerçevesi içinde kapsamlı bir teorik tartışmaya girecek değilim. Zaten o tür tartışmalar çeşitli yayın organla- nnda yoğun biçimde sürdürülüyor, ö te yandan yeni politik düşüncenin uluslararası alandaki yerini ve etkilerini de, bir barış hareketi militanı
olarak irdelemeye çalışacağım. Bunu bir görev sayıyorum çünkü 6-11 Şubat 1 9 9 0 'da Atina'da toplanacak Dünya Barış Konseyi Genel Kurulunda dünya barış hareketine uluslararası ilişkilerdeki son gelişmelerin ışığında yeni bir yön verilmesine, ba- nş savaşımı kavramının yeni düşünce tarzıyla uyumunun sağlanmasına çalışılacağını biliyorum.
Sonda söyleyeceğimi en baştan açıklayayım: Açıklık ve yeniden yapılanma (glasnost ve perestroika) projesi kuramsal nitelik taşımayan ve salt pratik açıdan değerlendirilmesi gereken politikalardır. Marksist kuramın özü ile doğrudan ilişkileri olmadığı gibi, sosyalist sisteme alternatif oluşturacak öğelerden yoksundur. Olay şudur: Sovyetler Birliğinde 1985 Mart'ında iş başına geçen yönetim, ülkedeki ekonomik, sosyal tıkanıklığı gidermek, hızla gelişen teknolojiden yararlanarak ülke kaynaklarını toplumsal talepleri karşılayacak düzeye getirmek ve hantallaşmış devlet aygıtına halkın özlemleri doğrultusunda işlerlik kazandırmak amacıyla bir dizi reformu uygulamaya koymuştur. Ancak reformlar yumağı çözüldükçe içinden çıkanlar yeniden yapılanma tasarımının hedeflerini aşan, belki de onlara ters düşen kaotik bir ortamın doğmasına neden olmuştur. Bu durumun başlıca sorumlusu ise, reform girişimlerinin yaşandığı her toplumda ortaya çıkan "kraldan çok kralcıların reformların amacını saptırıcı çabalarıdır.
Başkan Gorbaçov'un öngördüğü reformlar yumağının en çarpıcı, özgün yanı devlet yönetimine saydamlık kazandırmak ve siyasal yaşama katılımcılığı özendirme yoluyla toplumda siyasal kültürü geliştirmektir. Bu hedef, beklenebileceği gibi, özgürlükler ve insan hakları sorununu önplana çıkarmıştır. Bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Çağdaş top- lumlarda, ekonomik gelişmeye koşut olarak, yaşamın güzelleşmesi, zenginleşmesi için insanların -başta evrensel barış olmak üzere- kültürel gereksinmelerinin yeni sentezlere yönelmesi doğaldır. Bu sentezin özünü ise birey-toplum ilişkilerindeki yeni özerklik arayışları oluşturmadadır. 11. Dünya Savaşı sonrasında halkların özerkliği, emperyalizme karşı savaşım biçiminde, nasıl politik gündemi belirlediyse, bugünün gün
deminde de, yalnız sosyalist ülkelerde değil, Batı'da da, bireyin özerkliğinin tanımlanması ve bunun çerçevesini oluşturacak katılımcı demokratik mekanizmaların kurulması yer almaktadır.
Buraya kadar aramızda bir anlaşmazlık yok, Sayın Baylar, ancak görüşlerimiz buradan sonra ayrılıyor. Çünkü siz demokrasi, özgürlük, insanın temel haklan sorunlannı bilimsel sosyalizm perspektifinden algılamak yerine, ona tam karşıt bir konuma giriyor ve demokrasi, tartışmasını Marksist-Leninist doktrinin sorgulanmasına, giderek yadsınmasına dönüştürüyorsunuz. Marksizmin geçen yüzyılın koşullan altında yeşermiş bir ideoloji olarak artık devrini tamamladığını, çağdaş toplumlann değişim ve gelişimini açıklamakta yetersiz kaldığını, dolayısıyla da aşılması gerektiğini, tüm tucu revisyonist ve karşı-devrimcilerle ağız birliği yaparcasına, öne sürüyorsunuz. Doğrusu Marksizmi sizlere karşı savunmak durumunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ama madem ki "yeni düşünce" etiketini taşıyan politikalar uğruna, 150 yıldır insanlığın yolunu aydınlatan bir bilimsel düşünce sistemini ve bir eylem kılavuzunu topye- kun mahkum etmeye kalkıştınız; bilinen gerçekleri yinelemek durumuna da düşsem, demokrasi konusunda bazı noktaları vurgulamam gerekiyor.
Çağdaş demokrasi kavramının doğuşundan bu yana halk kitlelerine ısrarla telkin edilegelen, seçeneksiz olduğu kabul ettirilmeye çalışılan bir görüşe değinmek istiyorum. Batı'daki kapitalist düzenin tam merkezinde bulunan ve aslında demokrasi kavramının özünü zedeleyen bu düşünceye göre, insanın doğal, vazgeçilmez haklan arasında "mülkiyet hakkı" da vardır. Oysa, son iki yüzyıllık tarih boyunca toplumlar bir yanda büyük çoğunluğu oluşturan insanların bireysel haklan, öte yanda ise son derece eşitsiz dağılmış bir mülkiyet hakkından aldığı güçle toplumda ayrıcalık kazanmış bir azınlık arasındaki sürekli çatışmalara sahne olmuştur. Başka bir deyişle, çoğunluğun haklan mülkiyeti elinde bulunduran azınlık tarafından sürekli baskıya, saldırıya maruz kalmıştır. Burjuva demokrasisi, bu sakat ve istikrarsız temel üzerinde kurulmuş, daha baştan beri Amerikan ve Fran
53
sız Devrimleri üstyapı hak ve özgürlükleriyle mülkiyet hakkı arasında çelişki ve çatışma yaratmıştır. Fransız Konvansiyon Meclisinde formüle edilen "Ülkenin mülkiyet sahiplerince yönetilmesi eşyanın doğasına uygundur" ilkesi hala değişik biçimlerde güncelliğini ve etkisini sürdürmektedir. En ileri kapitalist ülkeden, Amerika'dan vereceğim bir tek örnekle yetineceğim: Amerikan toplumuna bugün egemen olanlar, nüfusun %2'sini oluşturdukları halde toplam nakit servetin %30'unu ellerinde tutanlardır. Zincirin öbür ucunda ise, Amerikan ailelerinin %55'inin ya hiçbir varlı klan yoktur, ya da borç içindedirler. Ama oy verme, seçme ve seçilme hakkına herkes sahiptir.
İşte Lenin: "Bizim demokrasimiz burjuva demokrasilerinden milyon kez daha değerlidir" derken bunları kastediyor, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasının ekonomik erkin büyük çoğunluğun eline geçmesiyle mümkün olabileceğine işaret ediyordu. Gerçekten de sosyalist demokraside burjuva demokrasisine kıyasla eksik olan tek özgürlük "üretim araçlan üzerinde özel mülkiyet tesisi özgürlüğü'dür. Burjuva demokrasisinde ise sınırsız mülkiyet hakkı demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.
Yukarda özetlenen saptamalara itirazınız yoksa, onların sonucu olarak sosyalist demokrasinin kendine özgü bir siyasal rejim, bir yönetim biçimi üreteceği gerçeğini de kabul etmelisiniz. Şöyle ki: Sosyalist demokrasinin temel ölçütü çok partili sistem değil, demokratik merkeziyetçiliktir. Burada önemli olan, demokratik merkizayetçiliğin kendi kuralla- nna uygun olarak işleyip işlemediği, demokratik kurallann ve denetim mekanizmasının var olup olmadığıdır. Sosyalist demokrasi de çoğulcudur ama kapitalist toplumlardaki çeşitli sınıf çıkarlarını temsil ettiren çok parti çoğulculuğu gibi değil. Demokratik merkeziyetçilik, proletaryanın kendi iç dinamiklerindeki çoğulculuğa, yığınların politik yaşama katılımlarına dayanır ve bu anlamda glas- nost ilkesiyle de çakışır. Ancak bu noktada devrim partisinin önemi de bütün heybetiyle ortaya çıkar. Partinin öncülüğü olmazsa işçi sınıfı "kendiliğinden sınıf" olmaktan çıkıp "kendisi için sınıf" olmaya nasıl dönüşür?
Parti bir deniz feneri gibi toplumun yolunu aydınlatmazsa sosyalist rejim kayalıklara çarpmaktan nasıl kurtulur? Demek oluyor ki, parti aygıtının kitlelerden koparak bir bürokrasi mekanizmasına dönüşmesini eleştirmek başka, partinin yol göstericiliğini, öncülüğünü reddetmek başka şeylerdir. Dünyanın ilk sosyalist devletinin 1920'lerde daha kuruluş aşamasında Batının saldırı ve kuşatmasına uğradığını, 11. Dünya Savaşı ndan birkaç ay önce tüm sanayi tesislerini Urallar'ın ötesine taşımak. savaşın bitiminden sonra ise birkaç yılda ülkeyi yıkıntılar üzerinde yeniden inşa etmek başarısını merki- ziyetçi yönetime borçlu olduğunu, savaştan sonra ortaya çıkan atom bombası şantajı ve nükleer tehdidin üstesinden o sayede geldiğini kim yadsıyabilir?
Aslında siz bütün bunları çok iyi bilirsiniz. Ayrıca, demokrasinin bir yönetim biçimi olduğnu, sınıflı top- lumlarda devlet kavramlarından soyutlanamayacağını da bilirsiniz. Ama yine de "Demokrasi çağımızın nesnelliğidir", "Yeni bir çağ başlıyor" gibi genellemelerle demokrasiyi salt diktatörlüğün, bürokratik baskının karşıtı olarak ele alır, örnek olarak da Stalin döneminin otoriter, kişisel diktatoryasmın sağlıksız sonuçlannı öne sürersiniz. Çünkü, açıkça itiraf etmeseniz de, sizin istediğiniz burjuva demokrasisisdir. Demokrasiyi bir araç değil amaç olarak algıladığınızı açıklamanız bu yüzdendir.
* • *
Şimdi biraz da teoriden pratiğe, glastnost'tan perestroikaya geçelim: Yeniden yapılanma kavramının isim babası Mihail Gorbaçov'un ve yakın çalışma arkadaşlarının tanımlamalarına bakılarak perestroikanın bir ekonomik ve sosyal reformlar paketi olduğu söylenebilir. Ne var ki, yukarıda gördüğümüz gibi, açıklık (glast- nost) yumağının çözülmesinden nasıl burjuva demokrasisi çıktı ise, yeniden yapılanma paketinin içinden çıkan da liberal ekonomi projesidir. 1987'de uygulanmaya başlanan ekonomik politikaların hedefi olarak gösterilen "sosyalist pazar ekonomisi", makro-ekonomik bir planlama ile Batı tipi serbest piyasanın bileşiminden oluşmaktadır. Ancak bileşimin ağırlığı plan ya da sosyalizmden çok serbest piyasadan yanadır. Ger
çekten de 1987 Haziranında başlatılan radikal reform programı, bir yandan kamu ekonomisini liberalleştirirken öte yandan tarım ve hizmet settörlerinde kooperatifçiliği ve özelleştirmeyi özendiriyordu. Sonuçta- kollektif mülkiyetin yerini çoğulcu bir mülkiyet rejimi alacaktı. Bu açıdan bakılınca denilebilir ki perestroikanın öteki adı liberal ekonomidir. Liberal program daha da ileri giderek, 1928'de Stalin tarafından başlatılan tarımda kollektif işletmeye son verdiği gibi, toprak mülkiyetinin özelleşmesine olanak tanınmasını öngörüyordu. Tıpkı Çarlık Rusyası’nda olduğu gibi. Doğal ki sanayi sektörü de reformdan payını alarak devlet müdahaleciliğinden arındırılacaktı.
Sovyetler Birliği nde ekonominin liberalleşmesinin dünya pazarı ile bütünleşme düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olduğu açıktır. Gorbaçov'un ekonomistleri kapitalizme yakınlaşma konusunda o denli ileri gitmişlerdir ki Batıda Sovyet liderinin gerçek niyetleri üzerinde kuşku ve tereddütler uyanmıştır. Büyük sermaye çevreleri Sovyet yönetimini sınamak için testler yapılması, birtakım koşulların öne sürülmesi gereğinden söz etmeye başlamışlardır. Sonunda ABD Başkanı George Bush Batının tutumunu şöyle özetlemiştir: "SSCB'nin uluslar topluluğu ile bütünleşmesini bu ülkenin çoğulculuk ilkesine ve başkalannın egemenlik haklarına tam saygı göstermesi koşuluyla kabul edebiliriz."
Perestroikanın genellikle aydınlardan tam destek gördüğü biliniyor. Sovyetler Birliği nde durum 1987 ve 1988 yıllarındaki anti-Stalinizm akımının ideolojik sınırlarını çok aşmıştır. Bu gün seslerini yükseltebilen liberaller 20 . yüzyılda Rusya'nın ve dünyanın başına gelen felaketlerin kaynağı Büyük Ekim Devriminde- gören, komünizm karşıtı aydınlardır, inanılacak gibi değil ama bu aydınlar özenilecek model olarak Japonya, Güney Kore ve hatta Türkiye'yi gösterebilmektedirler! Gerçi Mihail Gor- baçov fazla ileri giden aydınları ara- sıra azarlıyor, perestroikanın sosyalizmden kapitalizme dönüş olayı olmadığını belirtiyor ve "Batı bize kapitalizm ihracına kalkışırsa buna izin vermeyiz" diyebiliyor. Ama öbür yanda Sovyet Barış Komitesinin yayın organı olan "Yirminci Yüzyıl ve Barış" dergisinde Simon Kordonski
54
adında bir Korotiç şunları yazabiliyor: "Batının Sovyetler Birliğine ekonomik yardımı kamuyu özelleştirme stratejisine katkıda bulunmalıdır. Eskiden Rusya en gelişmiş ülkelerin proletarya sınıfının yardımıyla gerçekleşecek evrensel devrimi hazırlıyordu. Bu devrim, Allaha şükür, ba- şanya ulaşmadı. Şimdi S SC B tarihin ve dünya ekonomisinin sinesine dönmek için tüm dünyanın yardımına muhtaçtır."
Şimdi sorumuzu ortaya koyalım: Sovyetler Birliği bu duruma nasıl ve neden geldi? Herşeyi yeni baştan düşünme gereği niçin duyumsandı? Kanımca bugüne nasıl gelindiğini araştırmak için, ilk sosyalist devletin kuruluş yıllarını anımsamakta yarar var. 1917'de hemen hemen sıfırdan başlayıp 20 . yüzyılın ilk yansında dünyanın en ileri sanayi ülkelerinden biri, insanlığın geleceğine ışık tutan bir dünya görüşünün tek güçlü temsilcisi ve evrensel bir misyonun sahibi durumuna gelebilmenin gizi nerede idi? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz ki bir formülle ifade edilebilecek basitlikte değil, ancak bütün tarihçiler, araştırmacılar* dünyanın ilk sosyalist devletinin kısa sürede ekonomik, sosyal, kültürel vb alanlarda elde ettiği başanlann temelinde, Markın sosyalist coşku (emülasyon) dediği kol- lektif atılım ruhunun büyük payı olduğuna işaret ediyorlar. Gerçekten de, Rusya'da Ekim Devrimi'nin harekete geçirdiği toplumsal güçler tüm maddi manevi kaynakları seferber ederek feodal bir toplumun hızla modern çağa geçişini sağladılar. Yaşlı kuşaklar iyi bilirler: I. Dünya Savaşı sonrasında Rus soyluları, burjuvaları akın akın ülkeyi terk ederken, Amerika'dan yüksek ücretli iş önerileri alan bilim, teknik ve sanat adamları anavatanda çalışmayı yeğlediler ve kendilerini devrimin hizmetine adadılar. İşçi sınıfı ise üretimi son sınırına dek arttırmayı hedef alan yöntemlerin bütün ağırlığını yüklenerek devrimin yolunu açmasını bildi.
Ne var ki, sosyalist coşkunun uzun süre diri tutulmasına üretim ilişkilerinde yapılan değişiklik yetmiyor. Çünkü sosyalizm salt bir ekonomik kalkınma modelinden ibaret değil. Sosyalizmin kapitalist düzeni aşması, sömürünün yerini adalet ve eşitliğin almasıyla sınırlı kalmıyor. Sosyalizm yeni bir dünya vizyonunun taşıyıcısı
dır. Marksist hümanizmanın kökeninde yatan, sömürünün ortadan kaldırılmasıyla birlikte insanı zenginleştiren tüm değerlerin, insan emeğinin yaratıcı gücünün bütün görkemiyle kendini göstereceğine olan inançtır. Kısacası sosyalizm insanlık tarihinde yeni bir "Aydınlıklar Ça- ğf'nın habercisidir ve devrim böyle bir misyonu üstlenmek durumundadır.
Sovyetler Birliği bu misyonu üstlendi mi? Üstlendiyse nereye kadar götürebildi? Soru tartışmaya açıktır. Ancak Ekim Devrimi'nden bu yana dünyadaki dönüşümler, gelişmeler bütün boyutlarıyla dikkate alınmadan sağlıklı bir yargıya varılamayacağı açıktır, özellikle iki dünya savaşı arasında emperyalizmin Sovyet Devletini yıkmak ya da yanlızlığa itmek için giriştiği eylemleri, kurduğu tuzakları gözardı ederek sosyalizmin kuruluş döneminin muhasebesini yapmak olanaksızdır, ikinci Sa- vaş'tan sonraki dönem ise Soğuk Savaş olgusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Daha 1917 Devriminden önce Amerika'da dinsel bir inanç gibi yaygın bulunan kapitalizm tutkusu ve komünizm düşmanlığı, II. Dünya Savaşı ertesinde ABD'nin dış politikasını "Komünizmi bulunduğu yerde kuşatıp boğmak" hedefine yöneltmiştir. Böyle bir ortamda sosyalist ekonomi askersel harcamaların ağır yükünü üstünden atmak, toplumun yaşam düzeyinin yükseltilmesine olanak tanımak olanağından yoksun kalmıştır.
19 6 2 Küba krizinden sonra Doğu ile Batı blokları arasında başlatılan yumuşama sürecinin sosyalist dünyaya bir soluklanma fırsatı yarattığı ve fakat Krusçov yönetiminin 20 . Parti Kongresi nden sonra Sta- linciliği tasviye operasyonunu gündeminin başına alarak ve ekonomik politikada abartmalı hedeflere yönelerek fırsatları iyi değerlendiremediği söylenebilir. Krusçov'un 1 9 7 2 yılında ABD'yi yakalayacağız, ülkemizde adam başına üretim düzeyini Amerika'nın üstüne çıkaracağız" yollu iddiası ve kapitalist sistemi kasdederek: "Sizi gömeceğiz" demesi hâlâ belleklerdedir. Oysa İliç kimse SSCB'den Amerikayı üretim ve tüketim yarışında geçmesini beklemiyordu ama buna karşılık herkes-kimilerinin bugün küçümseme anlamında kullandıkları- "varolan sosyalizm "in kapitalist siste
min yozluğundan, çirkinliklerinden, ahlak çöküntüsünden annmış sömürüyü tümüyle yoketmiş, uygarlık kavramlarına yeni anlamlar yüklemiş bir toplum modeline yönelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Bu yapılamadı ise kabahati Marksist öğretide ya da pratiğin sınavından geçip doğruluğunu kanıtlamış Leninizm'de boşuna aramayınız. Hele Marksizmin aşılmasının gerekçesi olarak teknolojinin son çeyrek yüzyıldaki hızlı gelişmesini göstermeye kalkmayınız. Bilgisayarlann, robot makinalann kullanımı el emeğinin yerini gittikçe daha çok kafa emeğinin edişi üretici güçlerde nitel bir sıçramanın göstergesi değildir. 19. yüzyılın Sanayi Devrimi doğa güçlerinin yerine buhar makinasını koyarak üretimde nitel bir sıçramayı sağlamış ve kapitalist ekonomi bu döneme damgasını vurmuştu. Sosyalizmin teoriden pratiğe geçişi ise elektrik enerjisinin sınai üretimde yerini aldığı zaman diliminde gerçekleşmiştir. Elektnk enerjisinin üretim sürecinde neden olduğu nitel değişim henüz aşılmış değildir, en ileri sanayi ülkelerinde üretim elektrik enerjisine dayanmaktadır. Dolayısıyla, işçi sınıfının üretim sürecindeki rolünde niteliksel değişiklikten söz edilemez. Bilimsel teknik, yani teknolojinin hızlı bir ilerleme kaydettiği doğru olsa da, elektronik sanayiinin, bilgisayarlann sanayi toplumunu, sanayi proletaryasını çağın dışına ittiği görüşü acele varılmış bir yargıdır. Hele Japonya'nın imal ettiği robotlardan gözleri kamaşarak, "işçi sınıfının yapısı değişiyor", "Marxi, Engelsİ, Le- nin'i aşmak zamanı geldi" demek düpedüz anlamsızdır.
Sonuca geliyorum: Açıklık ve yeniden yapılanma, Sovyetler Birliğinin şu ya da bu nedenlerle-belki de çok haklı olarak- uygulamaya koyduğu politikalardır. Bunlar savunulabilir. Hatta belki de bu yıl Sovyetler Birliği nde günde 8 kilise ve 1 caminin yeniden açılması bu politikaların bir parçasıdır ve bir "hikmeti vardır. Bunlara kanşmayız, çünkü Fidel Castro'nun dediği gibi: "Perestroika başkasının kansıdır." Ancak onu “Marksizmi aşan yeni kuram" diye satmaya,evrenselleştirmeye kalkışırsanız, karşınıza çıkanz. Sosyalizme inanmış olanlara: "Hayatınızı bir saplantıya kurban etmişsiniz" diyerek 7 0 yılı bir çırpıda harcamanıza
55
razı olmayız. İçinizden biri Türkiye'de verdiği konferanstan sonra kendisine-. "Bu tutumunuz revizyo- nizm olmuyor mu?" sorusunu yönelten dinleyiciye öfkeyle: "Böyle sosyalizmi alın siz kullanın“ diyebilmişti. Ben de bu sözleri söyleyen Vitali Korotiç'e ve tüm Korotiçlere sesleniyorum: "Alın, meczup papaz Solje- nistin, sapık Milan Kundera sizin olsun. Dahası Kardinal Glemp'in dizinin dibinde oturup talimatını alan, sonra Amerika’ya gidip yardım dilenen Lech Walesa da, partilerinin adını değiştirerek yönetime geçmeye çalışan Macar Nyersler, İtalyan Occ- hettolar, Çekoslavak Dubçek'ler de sizin olsun. Tüm dönekleri, kaytarı- cılan, devrimden umut kesen aydınlan da saflarınıza katın. Yeter ki bilimsel sosyalizm insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etsin" diyorum.
Son sözümü size sakladım Türki- ye'li Korotiç'ler. Tevfik Fikret'in dediği gibi: "hele sizler, hele sizler" Ya- yınlannızı, konuşmalannızı izlerken şaşkınlığa düşmemek elde değil Sanki ülkenin içine sürüklendiği çıkmazların, toplumsal yaşamdaki tı- kanlıklığm, bunalımlann sorumlusu Marksizm-Leninizm imiş gibi, bir özeleştiri akımına kapılmış gidiyorsunuz. "Yenilenme"ye ayak uydurma humması sizi demokrasinin erdemlerini sayıp dökmeye, demokratik rejime bağlılığınızı vurgulamaya, kurulu düzenin bekçileri olan siyasal partilere güvence vermeye ve onlarla "ulusal mutabakat" aramaya iteliyor. "Kapitalizmin gücünü değerlendirmede yanıldık, sorunların çözümüne gidebileceğini göremedik" diye günah çıkardığınızı görünce, "Bunlar başka dünyadan mı geldiler, 6 5 yıldır Türkiye'de kapitalizm hangi sorunu çözebildi ki onu savunmaya ya da en azından m e v c u t s o s y a lizm le aynı kefeye koymaya kalkışıyorlar" diyorum. Çoğulcu demokrasi adına 4 0 yıldır egemen sınıfların dayattığı diktayı, baskı ve işkence rejimini yaşayanlar, bunlar ve öteki kuşaklar değil mi diyen kendime soruyor ve bugün hidayete nasıl erdiğinizi doğrusu merak ediyorum.
"Dünya değişiyor, biz de değiştik, artık aranıza alabilirsiniz" biçimindeki mesaj size yarar sağlayacak mı bilmem ama topluma zarar vereceğinden eminim. Çünkü emekçi yığınların özünde duran son umut bilimsel sosyalizdir.B Yorumsuz
56
1 Mayısta vurulan ve felç olan Gülay Beceren'in tüm ilerici, demokrat, yurtsever devrimcilere mesajı:
M Ü C A D E L E Y EDEVAM EDİN"
Gülay BECEREN'le Dayanışmaya
1 Mayısta Taksim-Harbiye-Doiapdere’de Bektaş Özkan ve Ali Yılmazla birlikte kurşunlanıp yaralanarak felç olan Gülay'a ve tüm 1 Mayıs tutuklularına sahip çıkalım; Gülay'ı yürütelim. Dayanışmamızı maddi desteğimize sürdürelim.
Yeni DemokrasiAFİK: Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu Hesap No: Türkiye Iş Bankası Türbe Şubesi Tuncer Diiaveroğlu 1 0 9 9 7 0 4 İST.