60
TIRMANDIRILAN ŞOVENİZM VE DEVRİMCİ MÜCADELE Provokasyonlar ve AKP'nin tavrı TMY'ye karşı ortak mücadeleye Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortası Yenilgisi: Neden? Nasıl? Varoşlarda iktidar mücadelesi Finansal istikrarsızlık ve küresel denetim İşsizim, ama diplomam var!.. İran ve güçler dengesindeki son gelişmeler Ustaların * ustasız ustası

Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Citation preview

Page 1: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

TIRMANDIRILAN ŞOVENİZM VE DEVRİMCİ MÜCADELE

✓ Provokasyonlar ve AKP'nin tavrı

✓ TMY'ye karşı ortak mücadeleye

✓ Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortası

Yenilgisi: Neden? Nasıl?

✓ Varoşlarda iktidar mücadelesi

Finansal istikrarsızlık ve küresel denetim

İşsizim, ama diplomam var!..

İran ve güçler dengesindeki

son gelişmeler

Ustaların*

ustasız ustası

Page 2: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

i ç i ndek i l e r

Yükselen gerilim ve devrimci mücadeleMehmet Vılmctzer / s.2

Provokasyonlar ve AKP’nin tavrıNihal Kayacan / s.6

TMY’ye karşı ortak mücadeleye Fikret Kızılton / s.8Toplumla Mücadele Yasası’na karşıyız / s. 10 TMY’nin kaynağı emperyalist ülkelerSevgi €vrim / s. 12

Emeklilik ve Genel Sağlık Sigortası Yenilgisi: Neden? Nasıl? / M. Sinan / s. 14 Bütünü görmek, başlıklara sıkışmamakMesut Mahmutoğulları / s.18

Finansal istikrarsızlık ve küresel denetimM. Özgür / s.21

Latin Amerika çıkarmasıRyşe Tansever / s.28

İran ve güçler dengesindeki son gelişmelerAyşe Tansever / s.33

Sınıf mücadelesinin sorunları - 1Haşan Oğuz / s.39

Varoşlarda iktidar mücadelesiMelih Ateşer / s.50

Ustaların ustasız ustasıUmut Aydın / s.52Aydın kimliği ile Vedat TürkaliZeynep Koru / s.54

Page 3: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Merhaba;Türkiye’de 2005 yılının Newroz kutlamalarının ardından

“derin devlet” eliyle kışkırtılan şovenist dalgaya şimdi de la­iklik kampanyaları ekleniyor. ABD İran’a karşı saldırı planları yaparken AKP hükümetinden çok ordu ile işbirliği içinde ol­mayı tercih ediyor. ABD’nin AKP hükümetine karşı tutum de­ğişikliğinden cesaret alan “milli” ordumuzsa sivil bürokrasiyi, üniversite rektörlerini ve CHP’yi yedeğine alarak fırsattan is­tifade pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Sözde “bölücü” ve “irtica” tehdidi ile laik-milliyetçi-devletçi bir kitle tabanı yaratılmaya çalışılıyor. İktidar bloğu içinde bu çatışmalar sü­rerken TMY adı altında faşist baskı yasaları hazırlanıyor ve re­form adı altında neo-liberal yasalar ardı ardına Meclis’ten ge­çiriliyor.

Kışkırtılan şovenizm ve anti-İslamcı kampanyada sol hare­kete de davetiye çıkarılmaktadır. Ne yazık ki solun kimi öbek­leri böyle bir etkilenmeye açık bir pozisyonda duruyorlar. Sol iktidar bloğu içindeki saflaşmalara karşı bağımsız tavrını ko­rumalı ve AKP’nin olduğu kadar laik-şovenist cephenin de gerçek yüzünü deşifre etmelidir.

Yol’un bu sayısında asıl olarak politik durum değerlendir­melerine ve sol hareketin güncel gelişmeler karşısındaki tav­rına ağırlık veriyoruz. Bunun dışında Türkiye ekonomisinin son durumunu ve işsizlik sorununu ele alıyoruz. Dünya sayfa­larımızda ise İran’la ilgili gelişmeler ve Avrupa Birliği - Latin Amerika buluşması üzerine değerlendirmeler var. Kültür say­falarımızda Vedat Türkali dizisinin son yazısı ve geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz yönetmen Atıf Yılmaz’la ilgili bir yazı yer alıyor.

Yeni sayıda görüşmek dileğiyle...

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http://www.yoldergisi.com E-posta: [email protected]

Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Page 4: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

YÜKSELEN BERİLİM VE

DEVRİMCİ MÜCADELE

Mehmet Vılmcızer

"Cum huriyetin esas sahip leri" tarafından AKP'ye bir a lte rnatif yaratılmah istendiği sır değil. Üstelik bunun som ut bir zaman sınırlaması da var;

2007 seçim leri öncesi böyle bir a lte rnatif yaratılmış olmalıdır.Bu alternatifin belki tek başına iktidara gelm esi m üm kün olmayabilir, fakat AKP,

bu durumda en azından koalisyona m ecbur edilm iş olacaktır.

Nisan sonu sınıra yapılan yığı­nakla gerilim iyice yükselmiş, gün­ler her an başlayacak bir operasyon beklentisi ile geçmişti. Sonra, ortam kısmen yumuşadı veya yeni bir geri­lim dalgası ne zaman ve nasıl gele­cek beklentisine dönüştü. Bu arada gerçekleşen Amerika Dışişleri Baka­nı Rice’ın gezisinden, ne PKK ne İ- ran konusunda çok somut sonuçların alınmadığı ortaya çıktı. O günlerde öyle bir hava estirildi ki, ordu büyük bir operasyona başlamak üzere ve bu konuda ABD’nin doğrudan olmasa da, dolaylı bir onayı alınmıştı. Bu büyük gürültüden sonra yaşanan durgunluğu ve bütün olanları nasıl yorumlamak gerekir?

“Cumhuriye­tin esas sahiple­ri” tarafından AKP’ye bir al­ternatif yaratıl­mak istendiği sır değil. Üste- 1 i k

bunun somut bir zaman sınırlaması da var; 2007 seçimleri öncesi böyle bir alternatif yaratılmış olmalıdır. Bu alternatifin belki tek başına iktidara gelmesi mümkün olmayabilir, fakat AKP, bu durumda en azından koalis­yona mecbur edilmiş olacaktır. Bu gidişin içinde güçlerin hesaplaşması için, Cumhurbaşkanlığı seçimleri de önemli bir moment olacaktır.

Bu gerilimin altında ise temel gerçek neden yatmaktadır. O da, or­dunun hem AKP iktidarı hem de AB süreci nedeniyle mevzi kaybetme o- lasılığıdır. AB’ye giriş görüşmele­riyle bu zemin kayması başlamıştır. Buna ordudan bir tepkinin er geç gelmesi bekleniyordu, bu süreç işli­yor; Fehmi Koru’nun dediği gibi “saat tıklıyor” . Siyasal dengeleri et­kilemek için burjuva düzenleri için­de bin bir yol vardır. Çeşitli konular­daki skandallar bunların en bilineni­dir. Ancak “ideolojilerin öldüğü” ve bir anlamda “toplumsal değerler”in büyük aşınmaya uğradığı dünyamız­

da, eski tip skandalların fazlaca etkisi olmuyor. Örneğin

bugünün dünyasında en fazla üstünde spekülasyon yapıla­

bilen konu “terö­rizmedir. Bir ülkeye veya bir örgütlen­meye bu damga vuru­lunca ardından büyük

bir kuşatma başlayabiliyor. Bunun bile son süreçte epeyce yıprandığı biliniyor. Bizde ise, siyasal gerilim ve yıpratma yaratmak için, yolsuz­lukların yanında, bugün hala geçerli iki konuf “bölücülük” ve “irtica”dır. Özellikle son yirmi yılın politik orta­mı hatırlanırsa, düzen partileri sü­rekli milli güvenlik kurulunun çizdi­ği alan içinde kalarak politika yaptı­lar ve sonuç tümünün parlamento dı­şında kalması oldu. Cumhuriyet tari­hinin lanetlileri, “dincilerin” iktidara gelmesi yetmiş yıllık cumhuriyetin “temellerinin” ne ölçüde aşınmaya uğradığının çok açık kanıtıdır. Dola­yısıyla, bugünkü alternatif yaratma girişimleri, aynı zamanda böyle kök­lü bir denge kaymasına karşı da bir operasyon olduğu için, zor ve kap­

samlıdır.

sorunu” de­rin devletin p ro v o k a s ­yonlarıyla

epey-

2

Page 5: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 C J O İ

dir yeniden gündemin ilk sıralarına tırmandırıldı. Fakat alternatif yarat­ma zamanı daraldıkça tek tek provo­kasyonların etki gücü zayıfladı, üs­telik bunlardan bir tanesi Kürt halkı tarafından suçüstü yapılarak deşifre edildi. Bu kez gerilim, “sınır ötesi” dahil askeri bir operasyon seviyesine tırmandırıldı. Bu konuda nasıl geliş­meler yaşanacağını bugünden kestir­mek zor olsa da, oradaki operasyon­ların esas olarak iç politika gerilim- lcrine göre ve onları etkilemek için yönetileceği yeterince açığa çıkmış­tır. Bu kadar büyük yiğınağın-eğer gerçekten söylendiği gibi büyükse- tek nedeninin iç politika hesaplarıy­la sınırlı olmasının düşünülemeyece­ği akla gelebilecek ilk sorudur.

IIBu sorudan, bölgedeki duruma

ve Türk Devleti’nin konumuna gele­lim. ABD’nin son sekiz-dokuz aydır Türkiye üzerine girişimleri bazı ö- nemli değişimlerin yaşandığını gös­teriyor. Hemen Irak Savaşı öncesi bozulan ilişkiler çeşitli seviyelerde yeniden kurulmaya, kırılan “stratejik ittifak” zemini onarılmaya çalışılı­yor. Henüz somutlaşmış hiçbir şey olmadığı tespit edilmelidir. ABD’­nin, AKP hükümetinden çok, ordu i- le ilişki geliştirmeye çalıştığı, bu ko­nuda, PKK’ye karşı “istihbarat pay­laşımı” gibi bazı yakınlaşmaların sağlandığı bir gerçeklik olmasına rağmen, Washington’un bölge hedefi dikkate alındığında, henüz somut bir adı­mın atıldığı söylene­mez.

Irak’ta düştüğü durumu dikkate alan Amerika, İran’a saldı­rıya hazırlanırken, çok sınırlı da olsa, bir ittifak oluşturmaya çalışıyor, Türkiye de, bu çerçevede yeniden Beyaz Saray’ın ilgi alanına girdi. Olası gelişmeler üzerinden bu ilişkinin derinliği üzerine bir sonuç çıkartılmak istenirse, bu noktada ba­zı önemli sınırların olduğu görülür. Birinci olasılık, ABD, Irak’ta ellerini biraz daha serbestleştirebilmek için,

Türkiye’ye burada belli bir rol ver­mek isteyebilir. Fakat bu bir kez de­nendi ve geri tepti, buna hem Irak güçleri hem de Arap dünyası karşıdır. Bu pozisyonlarda bir değişim olma­dı. Bu nedenle, bu olasılık zayıftır. Ayrıca Türk Devleti, böyle bir batak­lığa girmeyi ne ölçüde göze alabilir, bu büyük risk için ABD, Türk Devle- ti’ne hangi tavizi ve payı vermeye ra­zı olabilir, böyle bir adım için, PKK üzerine yapılacak en geniş pazarlık­lar bile yeterli olmaz. Bunun dışında çok zayıf olasılık olsa da, İran’a bir kara harekatı dahil, böyle bir yöneli­şe Türk Devleti’ni “kazanmak” ikin­ci senaryo olabilir. Bu ölçüde bir sa­vaşı Türk Devleti’nin göze alması yi­ne hemen hemen imkansızdır. Geri­

ye, hava saldırısı ve olası bir ambar­go için Türk Devleti’nden destek al­mak, yakın dönem için en büyük ola­sılık olarak görünüyor. Fakat bu öl­çüde desteğin bile, mevcut bölge ve iç siyaset dengeleri açısından kolay bir adım olmadığı ortadadır.

ABD’nin Türk Devleti’ni böyle sınırlı bir desteğe bile razı edebilme­si için zorlu adımlar atması gereki­yor. Bunların başında, mevcut iç si­yasal dengelerin değiştirilmesi gel­mektedir. Nasıl ki, Irak Savaşı’na o dönemdeki Ecevit hükümetiyle git­mek, ABD açısından istenmeyen bir durum idiyse; İran’a karşı destek, sırf hava saldırısı ve ambargo konu­larıyla sınırlı kalsa bile, bunun mev­cut iç siyasal dengelerden kolayca sağlanamayabileceği için, bu denge­ler Amerika açısından yeniden sorun haline gelmiştir. Bu nedenle, ABD, Türk ordusunun Irak’ta eskisi gibi o- perasyon yapmasına izin vermese de, politikadaki etkisini artırmaya yarayacak tarzda sınırda ve Kürdis-

tan’da gerilim yarat­masına tolerans gös­tereceğinin ipuçlarını vermiştir. “Cumhuri­yetin temellerine sa­hip çıkan” bir parti ve iktidar, ABD’nın İ- ran’ı havadan vurma ve ambargo ile yıprat­ma adımlarına çok da­ha rahat destek vere-

Sınırdaki “büyük yığınağı”, ordu karargahlarından birisinin Kürdis- tan’a taşınacağı söylentisiyle birlikte ele alınca, bu “hareketliliğin” sadece PKK operasyonu ile sınırlı kalmaya-

Sincan'da tank gezdiremeyenler, bunu Irak sınırın­da yapıyorlar. Şimdilik bu yığınağın bundan öteye bir kapsam alanı görünmüyor. Elbette, bu durum, ABD'nin bölgede Türk Devieti'ne yüklemeye çalış­tığı rol ve bu yönde yapılacak pazarlıklara göre de­

ğişebilir. Ancak şimdi iik taktik adım, Türkiye'de Siyasal İslam'ın etkisini kırmayı amaçlıyor.

bilir.

5

Page 6: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

q o l MAYIS-HAZİRAN 2006

cağı düşüncesi yersiz değildi. Fakat şu ana kadarki gelişmelerden hare­ketle, bu yığmağın kapsamının geniş olmadığını ve daha çok iç politika dengelerini düzenlemek için yapıldı­ğını düşünmek daha doğru olur. “28 Şubat postmodern darbesi”ni yeni koşullarda tekrarlayama- yanlar, darbenin uygula­masında böyle bir biçim değişikliği yapmıştır.Sincan’da tank gezdire- meyenler, bunu Irak sını­rında yapıyorlar. Şimdi­lik bu yığınağın bundan öteye bir kapsam alanı görünmüyor. Elbette, bu durum, ABD’nin bölgede Türk Devleti’ne yüklemeye çalıştığı rol ve bu yönde yapılacak pazarlıkla­ra göre değişebilir. Ancak şimdi ilk taktik adım, Türkiye’de Siyasal İs­lam’ın etkisini kırmayı amaçlıyor.

IIIBu gelişmelerin, Devrimci Hare­

ket üzerinde yakın dönemde ve özel­likle taktik alanda önemli etkileri o- lacaktır. Bu etkinin en genel olanı derin devletin sürekli körüklediği şovenizmdir. Bu körükleme artık linç olayları seviyesine tırmanmıştır. Şovenizmin bu yeni dalgası Siyasal İslam’a alternatif yaratma konusun­da hangi rolü oynayacaktır, bunu ya­kın gelecekte göreceğiz. Öcalan’ın

Türkiye’ye teslim edildiği günlerde­ki kadar bir etki yaratıp, bunu MHP’nin oya çevirmesi durumunda Siyasal İslam’ın alanı bir ölçüde da­raltılmış olacaktır. Devrimcileri ilgi­lendiren yön, hem şoven faşist dal­ganın yükselmesi, hem de bu yükse­

lişin kaçınılmaz bir şekilde devrim­cilerin politika alanını daraltan etki­lerinde yatmaktadır.

Birkaç yıldır devletin irtica ve bölücülük üzerinden yürüttüğü poli­tikaların bazı sol parti ve örgütler ü- zerinde etki yarattığı görülüyor. Ay­rıca devlet de Siyasal İslam’ın ve Kürt Hareketinin gücüne karşılık, sol içinde bir güç yaratmaya soyun­duğunu zaman zaman açığa vurmuş­tur. “Kızıl elmacılar” sol içinde bile sayılmaması gerektiği için, etkinin bu sınırdan ötesi önemlidir ve böyle bir etkinin yavaş, ancak istikrarlı bir şekilde geliştiği görülüyor. Bu nok­tada bazı sınırların bulanıklaştırıl­ması önemlidir.

“İrticaya karşı olmak” adı altın­da Kemalist zeminde politika yap­manın hiçbir gerekçesi olamaz. Bu­günün Türkiye’sinde Siyasal İslam, bir yönüyle, Kemalist devlete ve o- nun imtiyazlı kurumlarına karşı sıra­dan insanın tepkisini dile getirme

yollarından birisi olmuştur. Olgunun bu yönünü görme­den, “irticaya karşı olmak” insanı poli­tikada hızla Cum­huriyet gazetesinin çizgisine götürür. Oysa bu çizgiyle devrimciliğin ko- puşması 1970’li

yılların sonuna doğru gerçekleşmiş­ti. Aradan otuz yıl geçtikten sonra kopuşulan noktaya geri dönülürse, bu siyasette gerçekten gericileşme anlamına gelir. “İrtica” ile bir heves mücadele eden sözde solcular, aslın­da bu konumlarıyla kendileri düze­nin gerici noktalarına savrulmuş olu­yorlar. Özellikle 1980’ler sonrası, halk kitlelerindeki bilinç savrulması­nın izlediği yolları dikkate almadan, Siyasal İslam’a karşı bu tarz politika yürütmek, Kemalist cumhuriyetin e- litist tavrının soldan tekrarlanmasın­dan başka bir anlama sahip değildir. Bu tavır, ancak yine kendine benzer elit içinde etki yaratır ve örgütlene­bilir, bunun gerçek devrimci politi­kayla bir ilgisi yoktur.

Öte yandan, Kürt Hareketi’ne kar­şı “İmralı çizgisi” ve Amerika’yla iliş­kiler gerekçe gösterilerek yürütülen politikalar, sonunda şovenist dalganın bir parçası haline gelmektedir. Kürt Hareketi’ne eleştiri, Amerika’nın ya­rattığı fırsattan yararlandıkları için ya­pılamaz, eleştiri bu pratik zeminin dı­şında, başka noktada yapılabilir. ABD’ye yüklenen “demokrasi” misyo­nu ve bağımsızlık hedefinden vazgeç­mek hareketin eleştirilmesi gereken i- deolojik ve siyasal zeminidir. Pratik o- larak ise, ABD ile birlikte diğer halkla­ra karşı savaş yürütmek, zaten yeterin­ce halkların birbirlerine karşı işledikle­ri günahlarla zehirli olan ortamın, iyice yoğunlaşmasına neden olacak sonuçlar yaratır. Bu yöndeki her davranış deşif-

Kürt Hareketi'ne karşı "İm ralı çizgisi" ve A m eri­ka'yla ilişkiler gerekçe gösterilerek yürütülen poli­tikalar, sonunda şovenist dalganın bir parçası hali­ne gelmektedir. Kürt Hareketî'ne eleştiri, A m eri­

ka'nın yarattığı fırsattan yararlandıkları için yapıla­maz, ABD'ye yüklenen "demokrasi" misyonu ve

bağımsızlık hedefinden vazgeçmek hareketin eleşti­rilmesi gereken ideolojik ve siyasal zeminidir.

4

Page 7: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ

re edilmelidir. Böyle davranışlara, Kürt halkına karşı yapılmış önceki kıyımlar gerekçe gösterilemez; bir Kürt milli­yetçisi için, bu fırsattan yararlanarak komşu halklara misilleme yapmak, şo­venizmin yapısı gereğidir, ancak bir Kürt devrimcisi için böyle bir davranı­şın desteklenmesi ve bu davranışlara mazeret aranması mümkün değildir.

Bunlar, Kürt Hareketi ile Dev­rimci Hareket arasındaki ilişkileri zorlaştıran gerçeklerdir. Ancak bun­lar, Kürt Hareketi’ne karşı her fırsa­tı değerlendirerek adeta bir cephe o- luşturma çabalarına gerekçe edile­mez. Türk solunun bir kesiminin Kürt Hareketi’ne karşı sicili savaşın en yüksek olduğu zamanlarda bile i- yi değilken, bugün tavırlar gittikçe düşmanlaşmalara doğru tırmanmak­tadır. Özellikle önümüzdeki dönem dikkate alındığında, bu tavırların ge­nel olarak devrimci ortama büyük zararlar vermesi kaçınılmazdır. O- laylarm bu yöne doğru biriktiği dü­şünülürse, bu konuda uyanık olmak, böyle tüm tavırlara karşı açık siyasi mücadele vermek gerekir.

Kürt Hareketi ile ilişkide diğer önemli handikap, taktik zemin fark­larıdır. Bu kendini başlıca iki nokta­da açığa vuruyor. Birisi, Türkiye’de işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin ve bu anlamda Devrimci Hareket’in gün­demine tam bir kayıtsızlıktır. Bu ko­nuda aktif destek vermek bir yana, işbirliği yapıldığı zamanlar bile sem­bolik katılımlarla yetiniliyor. Sendi­ka gibi çeşitli kurumlarda ise en li­beral kesimlerle işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görülmüyor. Devrimci Hareket’in hala bir hatası olan “kes­kinlik” buna gerekçe gösterilemez, böyle hatalara cevap en bayağı libe­rallerle işbirliğine girilerek verile­mez. îkinci konu, özellikle bölgeye yönelik ABD girişimleri söz konusu olduğunda, bunlara karşı geliştirile­cek taktiklerde Kürt Hareketi durdu­ğu ideolojik zeminin yanlışlığından dolayı kaçamak yollar izlemektedir. Sonuç olarak, Kürt Hareketi ile Dev­rimci Hareket arasında zaten sorun olan ilişkiler son süreçte düzelme göstermediği gibi, daha da kötüleş­me işaretleri vermektedir. Devletin

önümüzdeki dönem için hazırlıkları göz önüne alındığında, ilişkilerde bir gelişme yakalanamazsa, karşılıklı hataların artması ve sonuç olarak de­rin devletin taktik zeminine düşmek kaçınılmaz hale gelebilir.

IVBütün bunlardan Hareketimizin

taktik zeminiyle ilgili bazı önemli sonuçlar çıkartılmalıdır. îlki, bu or­tamın ve derin devletin yakın dönem amaçları, Devrimci Hareket üzerin­deki olası etkileri yoğun bir şekilde işlenmeli ve bu değirmene su taşıya­cak tavırlar sürekli deşifre edilmeli­dir. Ortodoks Marksist söylemler ve­ya keskin devrimci çığlıklar, derin devletin taktik zeminiyle en küçük bir benzeşmeye bile yol açıyorsa, duruşta bir yanlışlık vardır. Bu de­rindeki hata, yüzeyde yaratılacak gü­rültü ile örtülemez. Her örtme çabası deşifre edilmelidir.

İkinci olarak, sürekli körüklenen şovenizm dalgası ile devrimcilerin mü­cadele alanı daraltılmaktadır. Bu konu­da Devrimci Hareket’e ve Kürt Hare­keti’ne önemli görevler düşmektedir. Karşılıklı taktik kayıtsızlıktan kurtula­

rak, gereken her momentte etkin eylem birlikleri derin devlet tarafından daral­tılmaya çalışılan politik zemini yeni­den kazanmaya yarayacaktır. Uygun momentlerde Hareketimiz böyle etkin davranışların örgütlenmesinde önemli rol oynayabilir.

Son olarak, ordunun “bölücü­lük” ve “irtica” üzerinden yürütece­ği gerilim taktikleri, politik ortamda suni gündemler yaratacaktır. Uya­nık davranılmadığı takdirde, Hare­ketin taktik gündemi iki yönlü ba­sınçla bozulabilir. Elbette, derin devletin saldırıları karşısında Kürt Hareketi’ne gerekli destek verilme­lidir, ancak öyle zamanlar olabilir ki, taktik olarak hiç gerekmediği halde, bu gerilimin ortasında, tak- tiksiz sallanıp durmak gibi bir du­rumla karşı karşıya kalınabilir. Böyle konumlara kesinlikle düşül- memelidir. Hareket kendi gündemi­ni yaratma ve uygulama iradesini göstermelidir. Yaratılan her gerili­min hemen etkisi altına girmemek, Hareketin kendi taktiklerinden ge­rekmedikçe ayrılmamak önemlidir.

11.05.2006K

5

Page 8: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Pr o v o k a s y o n l a r v e

AKP’NİN TAVRI

Nihal Kayacan

Cumhurbaşkanlığı seçim leri ve genel seçim ler öncesi, ülke içindeki siyasi güçler dizilişinin özellikle ABD'nin bölge politikalarının etkisi altında

yeniden biçim len(diril)eceği uzun süredir öngörülen politik değerlendirm eler arasında yer alıyor. Bu dizilişin politik gerilim lerin in "bö lücü lük" ve "irtica "

kavramları üzerinden şekillendirileceği de...

“laik cumhuriyete” sahip çıkan her­kes ayaktadır. Çünkü bu saldırı da “laikliğe karşı” yapılmıştır. Bu sonu­ca varılması için herhangi bir ispata gerek yoktur. Cumhurbaşkanından başlamak üzere tüm önemli kurum­lar bu yönde açıklama yapmaya baş­lamıştır bile... “Danıştay’a yapılan bu saldırı aslında laik Cumhuriyet’e yapılan bir saldırıdır... Bu saldırıya neden olanlar tutum ve davranışları­nı yeniden gözden geçirmelidirler.” (Cum. Bş. A.N. Sezer, 18.05.06, Sa­bah gazetesi) Bu açıklamadaki “ne­den olanlar” söylemi ile ilk elden AKP hükümetinin hedeflendiği de herkesçe aşikârdır.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler öncesi, ülke içindeki siyasi güçler dizilişinin özellikle ABD’nin bölge politikalarının etkisi altında yeniden biçimlen(diril)eceği uzun süredir öngörülen politik de­ğerlendirmeler arasında yer alıyor. Bu dizilişin politik gerilimlerinin “bölücülük” ve “irtica” kavramları üzerinden şekillendirileceği de... Nitekim olayların gelişimi de bu minvalde seyrediyor. Öncelikle “Kürt sorunu” üzerinden yaratılan gerilim siyasetine tanık olduk. Mer­sin’deki bayrak provokasyonu ve sonrasındaki linçler, “bölücülük” başlıklı “derin çalışmaların” başladı­ğını gösteriyordu. Hepimizin bildiği gibi Şemdinli’de Kürt halkının ger­çekleştirdiği suçüstü, bu kontrgerilla

“Cumhuriyet” gazetesine üst üs­te atılan bombaların hemen ardından en önemli “Cumhuriyet kurumla- rı”ndan biri olan Danıştay, infial u- yandırması kaçınılmaz olan bir sal­dırıya uğradı. Üstelik yakın zaman önce aldığı “türban karşıtı” bir ka­rarla ilişkilendirilerek...

Saldırı sonrası yakalanan fail kendisini “Allahın askeri” diye su­nan bir ülkücü-faşist. Dönemin dev­rimci öğrencilerinin, Marmara Üni- versitesi’nin “reis”i olarak pek çok bıçaklı, satirli saldırıdan tanıdığı bi­ri... Tetikçinin nitelikleri ve söylemi göz önüne alındığında ilk çağrıştır­dığı kişi M. Ali Ağca... Elbette Ağca

da biricik değil, bu “vatan için kur­şun atan şerefli tetikçilik” görevin­de. “Cumhuriyet” tarihi böylesi on­larca (belki yüzlerce) örnekle dolu­dur.

Kimi dönemlerde, bazı “vatan evlatları” çıkar ve kimi hedeflere ö- lüm saçar. Hemen ardından bu olay veya olaylar ekseninde toplumsal saflaşmaların yaratıldığı görülür. Saflaşmanın karşı olduğu taraf “sol yıkıcı güçler”, “bölücü terör” veya “İslamcı terör”dür. Saflaşanlar ise milliyetçi-laikçi-dcvletçi cephe ve o- nun etki alanına giren kitleler...

Danıştay saldırısı sonrasında da “devletin bölünmez bütünlüğüne” ve

6

Page 9: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 C j O l

faaliyetini “açık” etmişti. Açığa çı­kan toplumsal muhalefet, sürecin bir süre hız kesmesini sağlayabildi an­cak. 14 HPG gerillasının öldürülme­siyle yükselen ikinci dalga, “Diyar­bakır olayları” ve sonrasında yeni bir linç ve şovenleştirme sürecini başlatmıştı. Sınıra yapılan 250 bin kişilik yığmak da “Kürt tehdidi” i- çindi. Bir yandan operasyonlar sü­rerken diğer yandan bu uygulamala­rın “yasalaştırılması” gündeme gel­di. TMY olarak bildiğimiz 12 Eylül hukukunu aratmayacak düzenleme­ler, hükümetin önüne yasalaştırılmak üzere konuldu.

Tüm bu süreçlerde AKP, çizilen sınırın içinde kaldı. Her durumda or­tamı yumuşatmayı ve uzlaşmayı seç­ti. Şemdinli “su- çüstü”sünü de­mokratik açılımlar için değerlendir­medi. Van savcısı­nın gündeme taşı­dığı “iddianame” süreci ise, Büyükanıt’ın adının iddi­anamede geçmesiyle, ordunun yeni­den atağa geçtiği ve AKP hükümeti­nin “iki kelle” vermek zorunda kal­dığı bir gerilim olarak yaşandı. Ço­cukların polisler tarafından öldürül­düğü Diyarbakır olayları için “mey­dana çıkan çocuk da olsa müdahale edileceği” türünden açıklamalar yap­tı. TMY konusunda ordunun önüne koyduğu tasarıyı aynen Meclis ko­misyonuna getirdi. Zaten AKP hükü­meti, makyaj niteliğindeki açıklama­ları saymazsak “Kürt sorunu”nda devletin geleneksel çizgisinin dışın­da bir projeye de sahip değildi.

Ordu Mart’tan beri yeni bir tür 28 Şubat darbesi süreci işletiyor. Irak sı­nırındaki yığmak, salt PKK’yi değil, aynı zamanda iç politikadaki güçler dengesini hedefliyor. Cumhuriyet ga­zetesine atılan bombalar, “irticai terö­rün” hortlatılmasmm ve buna karşı laikçi cepheyi ayağa kaldırmanın pro­vaları olarak yaşandı. Danıştay’a sı­kılan kurşun ise, gerilimin gerekirse daha nerelere tırmandırılabileceği ko­nusunda bir ipucu olarak algılanmalı­dır. Danıştay üyesi Özbilgin’in olayın ertesi günü yapılan cenaze töreninde

Cemil Çiçek, protestolar

karşısında camiye sığındı. m m

AKP'nin kendini siyasi muhatap oiarak kabul ettirme çabasından söz etmek, bu sürecin başka siyasal özneler üzerine kurgulandığı

düşüncesini öne sürmektir aynı zamanda. O haide kimlerdir bu dönemiçin düşünülen siyasi muhataplar?

“Katil başbakan”, “Türkiye laiktir, la­ik kalacak” sloganlarının atılması ve cenazeye katılan bütün bakanların yuhalamalar arasında güç bela törene katılabilmeleri olayın nasıl bir poli- tik-psikolojik ortam yarattığım/yara- tacağım göstermektedir. Eğer hükü­metin, başbakan yardımcısı M. Ali Şahin’in “Bekleyin, çok kısa bir süre içinde, bunu kimlerin yaptığı ve arka­sında kimlerin olduğu ortaya çıkacak­tır. Hatta bir takım sürprizlere de ha­zır olun” sözlerini hayata geçirme şansı ve/veya cüreti olursa bu olayın rüzgârının kimin yelkenini şişireceği değişebilir elbette. Ama deneyimleri­miz bize bunun çok zor olduğunu söylüyor.

AKP bu gerilimler sürecinde ka­rarlılık gösteremedi. En pespaye uz­laşmalara girişmeyi denedi. Ancak Süreç işliyordu ve uzlaşmacı tavır her seferinde daha fazla geri adım i- le sonuçlandı. Bugün Erdoğan ABD’ye başvurarak en kısa zamanda görüşme talebinde bulunuyor. Bu ge­rilimden nasıl çıkabileceğinin, ABD’nin bölge politikalarına uy­gunluğuna onları ne kadar ikna ede­bileceği ile ilişkili olduğunu bildi­

ğinden... Tıpkı Cüneyt Zapsu’nun ABD’de Erdoğan için sarfettiği “bu adamı kaldırıp atmayın, onu kullana­bilirsiniz” sözlerinde olduğu gibi...

AKP’nin kendini siyasi muhatap olarak kabul ettirme çabasından söz etmek, bu sürecin başka siyasal öz­neler üzerine kurgulandığı düşünce­sini öne sürmektir aynı zamanda. O halde kimlerdir bu dönem için düşü­nülen siyasi muhataplar? Hangi nite­liklerinden dolayı “seçilmiş” olabi­lirler? Bunun için önümüzdeki döne­min siyasal ortamının olası niteliği­ne bakmak gerek öncelikle. İran’a şu ya da bu seviyede bir saldırının gün­demde olduğu ve ABD’nin öncelikle Ortadoğu bölgesini topyekûn kendi çıkarları çerçevesinde yeniden bi­çimlendirmeyi hedeflediği gözden çıkarılmazsa bunu tahmin etmek zor olmaz kanımızca. Çünkü bu yeniden biçimlendirmede Türkiye’yi ittifak­larından biri yapmak istiyor ABD. Eğer bu gerçekleşecekse ülke içinde­ki politik ortamın buna uygun hale getirilmesi gerekli. Siyasi muhatabın da bu niteliklerde olması ve askeri mekanizmayla uyum içinde çalışma­sı tercih sebebi olacaktır.

7

Page 10: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

T M Y ’YE KARŞI

ORTAK MÜCADELEYE

Fikret Kızılton

Tüm dem okratik m uhalefeti ve halkı s ind irm ek amacıyla hazırlanan TMY tasarısına karşı dem okratik güçlerin eylem birliğine ihtiyaç var.

Ordu tarafından hazırlanıp AKP hükümetine ve meclise yasalaştırıl­mak üzere sunulan Terörle Mücade­le Yasa (TMY) Tasarısı, başta Kürt hareketi olmak üzere tüm demokra­tik güçleri hedef alıyor. Dünya hu­kuk literatürüne geçecek garabette bir terör tanımından hareket eden ta­sarı yasalaşırsa, düzeni ve siyasi ik­tidarın politikalarını eleştiren hemen herkes kolayca terörist yaftası yiye­bilir, ağır cezalara çarptırılabilir. TMY tasarısında bir yandan kolluk kuvvetlerinin sınırsız şiddet uygula­masının önü açılırken diğer taraftan basın, sendikalar, üniversiteler, der­nekler, siyasi partiler ve tüm demok­ratik kurumlar tam anlamıyla zaptu­rapt altına almıyor.

Tasarıya konulan maddelere ba­kıldığında özellikle Kürt hareketinin yasal/meşru kurulularının ve bu çer­çevedeki eylemlerin hedef alındığı görülüyor. Tasarının çıkış noktası, Ecevit döneminde yapılan MGK toplantılarında “terörün siyasallaş­ması tehdidi” biçiminde tanımlanan Kürt hareketinin demokratik-meşru açılımlarını yok etmek olarak gö­rünmektedir. Ancak Kürt hareketine karşı izlenen bu kuşatma politikası aynı zamanda tüm Türkiyeli devrim­ci ve demokratik güçleri hedef al­maktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde hep olduğu gibi Kürtleri bastırmak adına çıkarılan yasalarla rejime muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm güçler sindirilmek isten­

mektedir. Bu anlamda tasarı bir yö­nüyle Kürt sorununda devletin baskı ve sindirme siyasetinin tüm Türkiye toplumuna yansıması olarak değer­lendirilebilir. TMY tasarısı ile Kürt illerindeki fiili olağanüstü hal rejimi tüm Türkiye’de yasallaştırılmak is­tenmektedir.

Tasarı kısa vadede Kürt hareke­tine karşı uygulanan kuşatma poli­tikasının bir ayağı gibi görünse de, orta vadede neo-liberal politikala­rın yaratığı toplumsal sorunlara karşı oluşacak halk tepkisini sindir­menin aracı olarak işlev görecektir. Büyük bir adaletsizlik ve milyonla­rın sefaleti üzerine kurulu olan re­jim böyle zorba yasalara ihtiyaç duymaktadır. Sürekli ekonomik krizlerin kapıda beklediği, işsizlik oranının yüzde 20’lerde seyrettiği,' geniş halk kesimlerinin sefalete sü­rüklendiği, her türden adaletsizliğin derinleştiği bir ülkede siyasi iktidar yargısız infazlarla, tutuklamalarla, sansürle ve “korku toplumu” yarat­ma yoluyla bekasını sürdürebilece­ğini hesaplıyor. Oligarşi, tüm ülke­yi bir açık cezaevine çevirmek pa­hasına kendi iktidarını sürdürmenin yollarını arıyor.

Polise taş atan çocukların ailele­rini cezalandıran maddeler içerecek ölçüde saldırgan olan TMY tasarısı aynı zamanda siyasi iktidarın zafi­yetinin de gösterisidir. Kökünü kazı­dık dedikleri Kürt hareketi’nin son birkaç yıldaki yükselişi, F tiplerinde bitirdik denilen devrimci örgütlerin

Page 11: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 q O İ

ı»viiısuscıvtİFADtLumuousa | Tanno»

e j <r\ f

[ §

BARİ Sm

BARIS icıa

ICblUNlj

,o ( ^ Â

_Wi „ I >:t-wAı.%lljfı.rı i

« r a KAR$I CIKIYORU

inatçı varlığı, geniş halk kesimlerin­deki düzenden memnuniyetsizlik, kapıda bekleyen yeni bir ekonomik kriz, Ortadoğu’da ABD’nin müda­halesiyle değişen dengeler iktidarı elinde tutanları sürekli tedirgin et­mektedir. Emperyalist batı» ülkele­rinde olduğu gibi Türkiye’de de a- ğırlaştırılan terör yasaları devletle­rin toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatı yönetmedeki aczlerinin ifade­sidir.

TMY tasarısı zamansal olarak ABD’nin İran saldırı olasılığının bu­lunduğu, TSK’nın İran ve Irak sını­rına 300 bin asker yığdığı ve PKK’ye karşı operasyonları yoğun­laştırdığı, cumhurbaşkanlığı seçim­lerinin iç siyaseti kızıştırdığı bir momentte gündeme gelmiştir. Kırıl­ganlaşan iktidar olası krizleri hesaba katarak baştan demokratik güçlerin elini kolunu bağlamak istemektedir. Elbette yeni baskı yasaları çıkarmak bu siyasetin sadece bir yönüdür. Da­ha tehlikeli sonuçlar doğuracak di­ğer ayağı ise kışkırtılan şovenizm­dir. 2005 Newrozu sonrasında başla­tılan şovenist kışkırtmalar Kürtlere ve devrimci gruplara yönelik linç­lerle devam etmiş, Türkiyeli emekçi ve yoksul halkı Kürtlere karşı düş­manlaştırma politikası izlenmiştir. Bugün ülkenin etnik boğazlaşmanın eşiğine getirildiğini söylemek abartı olmayacaktır.

Yükseltilen şovenizmle ve milli­yetçilikle mücadele tüm demokrasi güçle­rinin önünde uzun va­deli bir görev olarak durmaktadır. Önü­müzdeki günlerde Meclis’e gelecek olan TMY tasarısı ise tüm demokrasi güçleri için en acil ve yakıcı mü­cadele gündemi ol­mak zorundadır. GSS yasasının ciddi bir di­reniş sergilenemeden çıkmış olması halk güçleri açısından kötü bir sınav oldu. Muhalefetin genel dağınıklığı mevcut güçlerin etkin bir direniş ser­gilemesinin önündeki en büyük en­gel durumundadır. Düzene karşı olu­

şan tüm tepkileri koordine edebile­cek demokratik bir cephesel oluşu­mun yokluğu halk güçlerini büyük bir zafiyete uğratmaktadır. Tüm ke­simleri tehdit eden TMY yasa tasarı­sına karşı ABD’nin Irak’ı işgali ön­cesinde oluşturulan Koordinasyon’a benzer genişlikte bir eylem birliğinin yaratılması gerekmektedir. TMY’ye karşı yürütülecek mücadelenin bu yasadan rahatsız olan tüm kesimleri kapsaması gerekir. Bu konuda dev­rimci harekette zaman zaman günde­me gelen dar ve sekter yaklaşımlar­dan uzak durulmalıdır. Demokrat İs­lamcılardan sol liberallere, Alevi ör­gütlerinden feministlere, sendikalar­

dan sosyal demokrat kurumlara ka­dar olabildiğince geniş kesimleri TMY’ye karşı bir şeyler yapmak ü- zere harekete geçirebilmek büyük bir önem taşımaktadır.

TMY’ye karşı yürütülecek mü­cadelenin dili de bu genişliği kapsa­yacak esneklikte ve yalınlıkta olma­lıdır. Mevcut örgütlü kesimleri bir araya getirmenin ötesinde TMY ta­sarısının halkın gündelik hayatına tercüme edilmesi gerekmektedir. Sözde “teröristleri” hedef alan mad­delerin halkın gündelik yaşamında ne anlama geleceği anlatılabilirse belki TMY gerçek muhatabı olan halkın gündemine girebilir. Bu ya­zının kaleme alındığı gün, TMY ta­sarısına karşı yapılacak mitingin tartışmaları sürüyor. Haziran başın­da yapılması şimdilik İstanbul’da

planlanan bu miting­de TM Y’ye karşı güçlü bir sesin çık­ması Türkiye’nin si­yasi geleceği açısın­dan son derece önem­li olacaktır. TM Y’ye karşı geliştirilecek başarılı bir kampanya gittikçe daha fazla genelkurmay siyase­tiyle bütünleşen AKP

iktidarına geri bir adım attırabilir. Bu konuda kazanılacak her başarı daha uzun vadede şovenizme karşı sürdürülmesi gereken ortak müca­dele için de önemli bir moral ve güç kaynağı olacaktır.

Düzene karşı oluşan tüm tepkileri koordine edebi­lecek demokratik bir cephesel oluşumun yokluğu halk güçlerini büyük bir zafiyete uğratmaktadır. Tüm kesimleri tehdit eden T M Y yasa tasarısına karşı ABD'nin Irak'ı işgali öncesinde oluşturulan

Koordinasyon^ benzer genişlikte bir eylem birliği­nin yaratılması gerekmektedir. T M Y 'ye karşı yürü­tülecek mücadelenin bu yasadan rahatsız olan tüm

kesimleri kapsaması gerekir.

9

Page 12: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Türkiye'nin 67 üniversitesinden 217 akademisyen ve yaklaşık 3500 üniversite öğrencisi ve mezununun TMY tasarısına karşı imzaladığı metni yayınlıyoruz:

To p l u m l a m ü c a d e l e

YASASI’NA KARŞIYIZ

"Terörle m ücadele7' adı altında aslında top lum un dem okratik kazanım arını hedef alan yasa tasarısı bizlere bir tarihi hatırlatıyor. 12 Eylül öncesinde top lum dem ok­ratik kazanımlar elde etm iş; sendikalarda, derneklerde, m eslek birliklerinde ve s i­yasi partiler çatısı altında örgütlenm iş, yine toplum sal çatışmalar gerekçe gösteri­

lerek teı

Bizler öğretim üyeleri, üniver­site öğrencileri, m ezunları ve aşa­ğıda imzası bulunanlar; tüm gaze­tecileri, yazarları, öğretim e le ­m anlarını, öğrencileri, hukukçula­rı, siyasi partileri, dem okratik kit­le örgütlerini ve sivil toplum kuru­luşlarını Terörle M ücadele Yasa Tasarısı konusunda bilgilenm eye çağırıyor; hepimizin acil eylem li­lik girişim leriyle yasanın geçiril­mesine m uhalefet etmesi gerekti­ğine inanıyoruz.

Öngörülen Terörle M ücadele Yasası, m edyada yansıtıldığı gibi silahlı eylem lerde bulunanlar ve bunların liderleri hakkında değil­dir. M edyanın tek bir m addeye o- daklanarak tasarıyı tartışm a eğili­mi ve m eclisteki partilerin tasarı­ya karşı geliştirdikleri eleştiriler, tasarının anti-dem okratik özünü görünmez kılmaktadır. Çünkü ön­görülen yasa, yeni suç kategorileri icat edip terör tanım ını genişlet­m ektedir. T C K ’da düzenlenen suçların % 30’unu terör suçu hali­ne getirm ekte ve her türlü m uhalif hareketi itham altında bırakarak biz sivil halkı hedef almaktadır. Ayrıca A nayasa M ahkem esinin 1999’da iptal ettiği kolluk güçleri­nin duraksam adan ateş etme yetki­sini geri getirerek yeniden yargısız

al hah ve hürriyetler askıya

infazlar döneminin gündeme gel­mesine imkân tanımaktadır.

Tasarının en tehlikeli m addele­rinden birisi de 6. maddedir. Bu madde “terör örgütünün veya a- macının propagandasını yapm ak” suçlam asıyla yeni baştan her türlü m uhalif düşünceyi yargılanır k ıl­maktadır. Ö rneğin “genel grev” yapılm asını savunmak, “ana dilde eğitim ” veya “genel a f ’ için çaba­lamak, faili m eçhullere, gözaltın­da işkenceye ve “F tipi cezaevleri­ne” karşı olmak, savaşların sonu­cunda yoksulların kurban olduğu­nu söylem ek, Irak halkının A B D ’ye tepkilerinden yana o l­mak, sınıfsal sömürüye karşı dur­mak, din, dil, ırk ayırm ayan de­m okratik ve bağım sız bir Türkiye istem ek öngörülen yasaya göre suç sayılabilecek ve 1 ile 3 yıl ara­sında hapis cezası getirebilecektir; çünkü yasalar tarafından terör ör­gütü olarak tanımlanan gruplar bu tür düşünceleri de savunmaktadır.

Aynı madde, örgüt amacının a- fiş veya pankartla yaygınlaştırıl­maya çalışılm asını suç saymakta ve bu suçun “dernek, vakıf, siyasi parti, işçi ve meslek kuruluşlarına veya bunların yan kuruluşlarına a- it bina, lokal, büro veya eklentile­rinde veya öğretim kurum larm da

alınmıştı.

veya öğrenci yurtlarında veya bunların eklentilerinde” işlenmesi halinde, cezanın iki katına çıkarı­lacağını belirtmektedir. Bir diğer deyişle tasarı üniversiteleri, sivil toplum kuruluşlarım ve sendikala­rı açık olarak hedeflem ekte, örgüt­lenme özgürlüğünü açıkça ihlal et­mektedir.

Anayasal düzenlemelere göre devlet ve devlet m em urları her şartta hukuk kurallarına uygun ha­reket etmek zorundadır. Oysa Te­rörle M ücadele Yasa Tasarısı’nın 9. ve 10. m addeleri, terörle m üca­delede görevli kolluk kuvvetleri­nin herhangi bir suç işlemeleri du­rumunda; tutuksuz yargılanm aları­nı düzenleyerek hukuk kurallarına uygun davranm ayan polis ve as­kerleri açıkça cesaretlendirm ekte ve koruma altına almaktadır. Bu madde kapsamındaki tüm şüpheli­lerin savunma hakkı tek avukatla sınırlanırken kolluk kuvvetlerinin üç avukat tutm asını düzenlemekte ve bu avukatların ücretleri devlet tarafından üstlenilmektedir. Kol­luk kuvvetlerince terörle m ücade­le kapsam ında işlenecek olası bir suçun en hafif sonucunun, temel bir hak olan yaşam hakkını ve be­den bütünlüğünü ihlal edeceği göz önüne alındığında bu tür bir dü-

10

Page 13: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS-HAZİRAN 2006 C|Oİ

zenlemenin ne denli vahim sonuç­lar doğurabileceği açıktır.

Ayrıca şüphelinin avukatla gö­rüşmesi 24 saat engellenebilecek, avukatla yapılacak görüşm elerde bir kolluk görevlisi hazır buluna­bilecektir. Bu eşit vatandaşlık il­kesinin tamamen hiçe sayılm ası­dır. Yine bu kapsam da avukatın dosya incelemesi veya belgeler­den örnek alması kısıtlanabilecek, şüphelinin avukata verdiği ya da avukatın şüpheliye verdiği belge­ler incelenebilecek böylece avu­katların savunmanın tem silcisi ol­ma fonksiyonu engellenerek dev­letin baskı ve denetiminde bir sa­vunm anlık yaptırılacaktır.

Tasarı ile dinleme, izleme, tek­nik takip kapsamı genişletilerek tüm toplum gözaltına alınmak is­tenmektedir. Devlet gizli soruştur­m acılarla tüm m uhalifleri izleye­cek, gizli m uhbirlerle kişi özgür­lüğü ve güvenliği büyük tehdit a l­tına girecektir. 19. maddede suç faillerinin yakalanabilm esine yar­dımcı olan ya da yerini bildirene para ödülü tüm toplum u ihbarcı- laştırmayı hedeflemektedir.

Yasanın amaçlarını en açık b i­çimde yansıtan yanı m uğlâklığı- dır. Yasanın birçok yerinde “bazı,” “kim i,” ya da “an­dıran” gibi sıfatlar kul­lanılm akta ve birçok hukukçunun da be­lirttiğ i gibi yasa uy g u lay ıc ıla rın a geniş bir keyfi­yet alanı aç­m aktadır. Yani tasarı bir yan­dan çeşitli “suçların” ce­zasını artırırken bir yandan da be lirsiz lik yo­luyla kapsamını g e n iş le tm e k te ­dir. Bununla be­raber yeni TMY i- le cezaları bir üst sın ır ile sın ırlayan

hüküm kaldırılmaktadır. Böylece bazı kişiler için binlerce yıllık ha­pis cezasının yolu açılıyor. M ev­cut yasaya göre bu kanundan dola­yı bir kişiye artırılarak verilecek hapis cezalarının toplamı m aksi­mum 36 yıl iken bu süre ortadan kalkıyor. Bu hüküm, basın yayın ya da ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda vahim sonuçlar doğu­racaktır.

“Terörle m ücadele” adı altında aslında toplum un dem okratik ka- zanım larım hedef alan yasa tasarı­sı bizlere bir tarihi hatırlatıyor. 12 Eylül öncesinde toplum dem okra­tik kazanım lar elde etmiş; sendi­kalarda, derneklerde, meslek bir­liklerinde ve siyasi partiler çatısı altında örgütlenmiş, yine toplum ­sal çatışm alar gerekçe gösterilerek tem el hak ve hürriyetler askıya a- lınmıştı. Bugün de, bir yandan ar­tan yoksulluk ve yaşanan çok çe­şitli toplum sal gerilim lerin ardın­dan neo-liberal bir rejim in kurul­ması için gerekli hukuki ve ekono­mik altyapılar kurum sallaştırılır­ken, diğer yandan Şemdinli ve Di­yarbakır olaylarıyla birlikte düşü­

n ü ld ü ğ ü n ­

de söz konusu tasarıyla 12 Ey- lü l’ün düşlediği otoriter rejim in inşasına yönelik adım lar atılm ak­ta, temel hak ve hürriyetler ‘huku­ken’ askıya alınmak istenmektedir.

Unutulm am alıdır ki; toplumun hızla siyasallaştığı, sorunlarını di­le getirdiği 70 ’li yıllarda Devlet Güvenlik M ahkemeleri kurulm ak istenm iş, ancak toplum , bunun karşısında kendi haklarını koru­mak üzere tepkisin i gösterm iş, DGM Terin kurulm asını engelle­yebilmiştir. Üç sene önce de I- rak ’ın ABD tarafından işgaline göz yuman 1 M art tezkeresinin m eclisten geçirilm esine yoğun bir toplumsal eylem lilikle karşı ko­yulmuş, Türkiye’nin bu kirli sava­şın bir parçası olması engellen­miştir. Kısacası, 12 E ylü l’ü hatır­latmak isteyenlere DGM Tere kar­şı toplum sal m ücadele hatırlatıl­malı, kitlesel ve örgütlü tepkiler 1 M art 2003’te olduğu gibi bugün de ortaya konmalıdır. Aksi takdir­de, Terörle M ücadele Yasa Tasarı­sı da “reform ” adı altında mevcut sosyal güvenlik haklarını kısıtla­yan Genel Sağlık Sigortası Yasası gibi herhangi bir toplum sal m uha­lefetle karşılaşm adan aynen kabul edilecektir.

Bu sebeple biz aşağıda imzası bulunanlar, toplu­

mun her kesim inin ya­sa hakkında kendini

b i lg i le n d irm e s in i ve yasaya m uha­

lefet etm esini sa­vunuyoruz. Bu amaçla en kısa sürede bilgilen­dirici paneller düzenlenm esini ve arkasından da geniş k a tı­lımlı bir basın açıklam ası ya da miting yapıl­

masını öneriyor, toplumu bu yönde

yapılm akta olan tüm etkinliklere ka­

tılm aya çağırıyoruz.

Page 14: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

T M Y ’NİN KAYNAĞI

EMPERYALİ ST ÜLKELER

Sevgi €vrim

ABD, 11 Eylül'den sonra çıkardığı Patriot Act (Yurtseverlik Yasası) ile 'hüküm etin veya sivil halkın kanaat ve yargılarını güç yoluyla yönlendirm e amacını güttüğü

hissini veren' her türlü suç unsurunu terör olarak tanımladı.

ABD’nin dünya devletlerine da­yattığı terörle mücadele kanunları­nın öncüsü 11 Eylül saldırıları son­rasında çıkarılan bir dizi yasanın birleştirilmesi sonucu ortaya çıkan PATRİOT Act’tir (Yurtseverlik Ya­sası). 11 Eylül saldırılarından sonra hayata geçirilen PATRİOT Act, tek cümleyle hükümetin güçlerini daha önce olmadığı kadar artırıyordu. Ya­sa, güvenlik güçlerinin eylemleri ü- zerindeki bütün yargı kontrolünü devre dışı bırakabilecek mekaniz­malar üretmişti. Güvenlik güçleri şüpheli gördükleri şahısları bilgilen- dirmeksizin takip altına alabilecek ve kişinin kütüphanelerden ödünç aldığı kitapları tespit etmekten e- maillerine bakmaya, banka hesapla­rı ve hastane kayıtlarını incelemek­ten evine izinsiz ve habersiz olarak girip aramaya kadar akla gelebile­cek her metodu kullanabilecekti. PATRİOT Act ayrıca ‘ülke içi terö­rizm ’in oldukça geniş ve sınırları belirsiz bir tanımını yapıyordu. Bu­na göre ABD yönetimi ‘hükümetin veya sivil halkın kanaat ve yargıları­nı güç yoluyla yönlendirme amacını güttüğü hissini veren’ her türlü suç unsurunu terör olarak tanımlıyordu.

11 Eylül saldırıları sonrası yapı­lan kamuoyu araştırmalarında Ame­rikan halkının çoğunluğunun bazı hak ve özgürlüklerden vazgeçmeye razı olduğunu iddia ediyordu.

Nitekim 26 Ekim 2001’de Baş­kan Bush tarafından imzalanan “The USA Patriot Act” hükümete, tüm bu yetkileri verdi. Yapılan yeni düzen­lemelere göre, sanıklara çok daha kısıtlı haklar tanıyan ve gizli oturum yapabilen askeri mahkemeler, ya­bancı terör şüphelilerine ölüm ceza­sı da dahil pek çok cezayı oybirliği gerekmeksizin veriyor. Yasa bu “mahkemelerin kararları temyiz edi­lemeyecek ve alman kararı yalnızca Başkan ve Savunma Bakanı bozabi­lecek” şeklinde maddeler içeriyor­du. Ayrıca bu mahkemeler savaş ge­milerinde ya da askeri üslerde kuru­labilecek, mahkeme kararları subay­lardan oluşan bir komisyon tarafın­dan ilan edilecek, sanığı ölüme mahkûm edebilmek için oybirliği gerekmeyecek, karar kesin olacak, sanığın avukatıyla yaptığı görüşme­ler izinsiz dinlenebilecek, mahke­melerin işleyişi gizli tutulacak ve davanın ayrıntıları onlarca yıl sonra kamuoyuna açılabilecek. “Terörist” ya da “savaş suçlusu” ilan edilenler gizli kanıtlar ve tanıklarla tutuklanıp yargılanabilecek, cezaları infaz edi­lebilecek. Sanıklar ölüm cezasına çarptırılsalar bile bir üst mahkemeye başvuramayacaklar.

Meşhur PATRİOT A ct’in devre­ye girmesinden sonra geçen dört yıl içinde hemen tamamı Arap ve Pa­kistan asıllı 13.000 Müslüman ya

tutuklandı ya da sınır dışı edildi. Bunların ancak yüzde birlik bir kıs­mı hakkında resmi suçlamada bulu­nuldu ve ancak çok küçük bir kısmı hâkim karşısına çıkarıldı. Amerika kendi vatandaşlarının güvenliği için başkalarının sivil haklarını kısıtla­makta hiçbir sakınca görmüyordu artık! Gözaltı sürecinde yargı hakla­rının azaltılmasını, hatta ortadan kaldırılmasını, gizli tutuklama yapı­labilmesini, sadece şüpheli olsa da­hi herhangi bir kişinin DNA bilgile­rini de içerecek şekilde fişlenebil­mesini, yeni ölüm cezalarını ve po­litik bir grubun yandaşı olduğu için kişinin vatandaşlıktan atılabilmesi- ni öngören bu anti-terör yasaları, “özgürlükler ülkesi” Am erika’nın gerçek yüzünü ortaya seriyor. Bu yasanın devamı ise çok yakında yü­rürlüğe girecek. Patriot Act H’ye göre, kişi suç işlemese dahi, sadece Adalet Bakanlığı böyle bir sonuca vardı diye, politik tercihi ya da yan­daşı olduğu gruba bağışta bulundu­ğu gerekçesiyle ABD vatandaşlığın­dan çıkarılabilecek. Terör şüphelile­ri için bir DNA bilgi bankası oluştu­rulacak. Terörist olarak kabul edilen ya da şüpheli görülen gruplarla iliş­ki içinde oldukları düşünülenlerin ve ABD vatandaşı olmayanların DNATarı, salt şüphelenildikleri için DNA bilgi bankasına kaydedilebile­cek.

12

Page 15: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYI S-HAZİRAN 2006 CjjOİ

TMY’lerin asıl kaynağı İngiltere

“Teröre karşı savaş” kapsamın­da, “mecburi kimlik kartı”, bütün ki­şisel iletişimlerin denetlenebilmesi, yüz tanıma sistemleri, köşe başların­da video kameralar gibi önlemlerin çoğu ABD’den sonra Avrupa’da da yasalaştırılıyor. Bunların başında da Yunanistan ve Türkiye gibi ülkeler geliyor.

İngiltere’de ise anti-terör yasaları daha 1960’h yıllarda İrlanda halkının özgürlük mücadelesine karşı yapılan yasal düzenlemelerle başlar. İngilte­re’de faaliyet gösteren insan hakları örgütü Liberty’ye göre 1960’tan bu yana tutuklanmış olan 8000 civarında zanlının yalnızca yüzde biri terörü an­dıran bir suçtan dolayı hüküm giymiş-

Aslında Blair Hükümeti bizzat kendilerinin 1 9 9 8 yılında yürürlüğe koyduğu İnsan Hakları Yasası'nın bazı maddelerini kaldırmayı daha 7 Temmuz saldırıları öncesinde istemişti. Ancak Lordlar Kamarası

anti-terör tasarısını reddetmişti.

tir. Liberty bu suç­luların tamamının geleneksel ceza hu­kuku yasalarıyla da cezalandırılabilece- ği kanaatinde.

1998 yılındaİngiltere hükümeti mevcut TMY’nin modem ihtiyaçlara uyarlanması için bir heyet çalışması başlattı. Heyet mevcut yasadaki terör tanımının çok ‘dar’ olduğunu ve ileride ortaya çıka­bilecek terör suçlarını kapsamayabile­ceğim düşünüyordu. Aynı yıl ‘Teröre karşı yasama: Bir danışma dosyası’ başlığıyla yayımlanan heyet raporu il­ginç bir şekilde İngiltere’den önce ABD’deki yasama sürecini etkiledi. ABD’nin 2001 tarihinde yaptığı PAT- RIOT Act net bir şekilde İngiliz Danış­ma Dosyası’nın çizgilerini taşımaktay­dı. Dosya bir taraftan terörün tanımını, diğer taraftan da terörle mücadele ede­cek güvenlik güçlerinin yetkilerini ge­nişletiyordu.

Hükümetin yaptırdığı danışma dosyası ileride İngiltere TMY’sinde de yerini bulacaktı. Ancak hükümet eş zamanlı olarak karşı dengeleme mekanizmalarını da devreye sokmuş ve aynı yıl içinde İnsan Hakları Ya- sası’nı yürürlüğe koymuştu. Aslında Blair Hükümeti bizzat kendilerinin 1998 yılında yürürlüğe koyduğu İn­

san Hakları Yasası’nın bazı madde­lerini kaldırmayı daha 7 Temmuz saldırıları öncesinde istemişti. An­cak, Lordlar Kamarası, B lair’in ezi­ci bir çoğunlukla Avam Kamara­sından geçirdiği anti-terör yasasını yargıyı devreden çıkardığı ve insan hakları ihlallerine yol açabileceği gerekçesiyle reddetti. Londra ulaşım sistemini hedef alan dörtlü saldırı­lardan sonra Blair saldırıların kamu­oyunda oluşturduğu şoku da arkası­na alarak ‘insan haklarını kısıtlaya­cak düzenlemelere gidebileceklerini ve özellikle ülkede bulunan ve Avru­pa İnsan Hakları Konvansiyonu se­bebiyle bir türlü sınır dışı edileme­yen teröristleri sınır dışı edebilmek için gerekirse söz konusu konvansi­yonun bazı maddelerini tanımadık­larını ilan edebileceklerini’ söyledi. Bütün bu karşı tedbir mekanizmala­rına rağmen İngiltere’de de TMY’ye karşı yoğun bir direnç vardı.. Buna rağmen Terörle Mücadele Yasası yü­rürlüğe kondu.

Terörü övmenin ve terör eylem­

lerine basın yayın yoluyla destek vermenin de suç sayıldığı yeni terör­le mücadele yasaları İngiltere’de Ni­san 2006’da yürürlüğe girdi.

Terörle ilgili her türlü eğitimi vermenin de suç olarak kabul edildi­ği yeni düzenlemeler, nükleer tesis­lerin bulunduğu kamuya kapalı böl­gelerde gezmenin bile terörist eylem kabul edilmesini öngörüyor.

Parlamento ve Lordlar Kamara­s ı’nda görüşüldüğü sırada büyük tartışmalara yol açan yeni yasal dü­zenlemenin sınırlarının çok geniş tu­tulduğunu düşünen bazı Lordlar Ka­marası üyeleri de bu duruma karşı çıktı. Lordlar Kamarası’nın çok sa­yıda üyesi, yasanın ifade özgürlüğü­nü zedeleyeceği yolunda görüş bil­dirdi ve yasa Lordlar Kamarası tara­fından, yeniden görüşülmek üzere beş kez parlamentoya geri gönderil­di. Ama yasa tüm bu gelişmelerin ardından Nisan ayında yürürlüğe girdi. Yeni yasa, polise, terör zanlı­larını 28 güne kadar gözaltında tut­ma ve sorgulama hakkı tanıyor.

U

Page 16: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

YENİ LSI 51

EMEKLİ Lİ K VE

N e d e n ? N a s il ?

M. Sinan

Toplumun en geniş Kesimlerini doğrudan etkileyen bir yasaya Karşı yürütülen mücade­lenin neden bu Kadar yalnızlaştığını, yasanın etkilediği Kesimleri nasıl olup da yanına

çekemediğini, bundan önceki emeklilik yasasında 1998'de 400 bin insanın Kızılay'da toplanarak karşı çıkmasına karşılık bu sefer yapılan en kitlesel eylemin bile 1000 kişiye

dahi ulaşamamasını sorgulamak ve bundan doğru sonuçlar çıkarabilmek gerekiyor.

Son yılların en kapsamlı neo-li- beral “refornT’u olan Sosyal Sigor­talar ve Genel Sağlık Sigortası geç­tiğimiz ay içinde M eclis’te yasalaş­tı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 15 maddesini gerekçe gös­tererek yasayı meclise iade etmesi nasıl sonuçlar yaratacak bunu hep birlikte göreceğiz..

Yenilmeye alıştık mı?Biz bu yazıda, ilgilenen herkes

tarafından son derece iyi bilinen ya­sanın içeriğini yeniden konu etme­yeceğiz. Daha ziyade yasayı engel­lemek amacıyla yola çıkan, geniş kapsamlı bir çalışma gerçekleştir­meye çalışan, fakat son kertede em­salleri içinde en zayıf, en etkisiz bir direniş ile süreç üzerinde hiçbir etki yaratamayan “reform karşıtı” güçle­rin yapıp ettiklerini incelemeye çalı­şacağız. Tam da Fransa’da yaşanan İş Yasası karşıtı direniş gündemdey­ken, Condoleazza Rice’ı bile hayret­lere düşüren böylesine kapsamlı bir yasaya karşı sergilenen etkisiz di­rencin, dağınıklığın, örgütsüzlüğün sebepleri üzerine düşünmek emek güçleri açısından çok önemli bir gö­revdir. Toplumun en geniş kesimle­rini doğrudan etkileyen bir yasaya karşı yürütülen mücadelenin neden

bu kadar yalnızlaştığını, yasanın et­kilediği kesimleri nasıl olup da ya­nma çekemediğini, bundan önceki emeklilik yasasında 1998’de 400 bin insanın Kızılay’da toplanarak karşı çıkmasına karşılık bu sefer ya­pılan en kitlesel eylemin bile 1000 kişiye dahi ulaşamamasını sorgula­mak ve bundan doğru sonuçlar çıka­rabilmek gerekiyor. Fakat bugüne kadar, yaşanan yenilgi üzerine ciddi bir sorgulama ve düşünme sürecinin yaşandığını gösteren çok ciddi bir i- şaret ile de karşı karşıya değiliz. Da­ha ziyade bir yenilmeye alışma, u- mutsuzluk ve enerjisizlik hali tüm ortamı kaplamış durumdadır. Belki yenilginin kendisinden daha vahim olan yenilgi sonrasında ortaya çıkan bu ruh halidir. Bu ruh halini aşma­nın yollarını bulamadan günü kur­tarmanın bile olanakları iyice tıkan­mış görünmektedir.

Şovenizm etkiledi!Biz bu yazıda daha ziyade dire­

nişin öznelerinin zaaflarını tartışma­ya çalışacağız. Fakat aşağıdaki so­nuçların ortaya çıkmasının birçok sosyolojik etkeni de mevcuttur. Top­lum sanki yeni bir kabuk çatlatma öncesinde, duyarsızlığın ve yabancı­laşmanın dip noktaya vurduğu bir

konaktan geçiyor. Neo-liberal poli­tikaların yarattığı değer değişimi (gazetelerdeki “dünyada birbirine en az güvenenler Türkler” başlıklı anket sonuçları, Radikal gazetesinde Neşe Düzel’in Özalcılık’ın toplum­daki hakim felsefe haline geldiğine dair yaptığı ropörtaj) insanları ço­cuklarını bile unutup “bu yasa nasıl­sa beni etkilemiyor” aymazlık nok­tasında davranmaya itti. Bunun ya- nısıra özellikle son bir yıldır hızla yükselen milliyetçi-şoven dalga dik­katleri bambaşka bir noktaya çekmiş durumda. Türkiye’nin 80 yıllık ge­leneksel meselelerinin yeniden tüm gündemi belirlemeye başladığı gün­ler, aslında egemenler açısından böylesi neo-liberal “ reformları” ya­salaştırmak için biçilmiş kaftan hali­ne geliyor. Fakat biz yine de bu ye­nilgiyi daha ziyade kendi konumu­muzu ve yaptıklarımızı masaya yatı­rarak değerlendireceğiz. Çünkü bu­nu yapamadan diğer değerlendirme­lerin bir anlam ifade etmeyeceğini düşünüyoruz.

Hazırlıklar iyiydi am a ...

Aslında yasaya karşı mücadele başladığında özellikle Tabipler Oda­sı kaynaklı olumlu, bir hazırlık ve

14

Page 17: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYI S'HAZİRAN 2006 a o l

motivasyon görüntüsü mevcuttu. Büyükşehirlerde alanlara açılan ma­salarda, yasanın getirecekleri ile il­gili ciddi bir bilgilendirme faaliyeti yapılmaya çalışıldı. Teknik hazırlık son derece iyiydi. Fakat mücadele duygusunun eksikliği daha bu masa­lar sürecinde ortaya çıktı. Masaların kurulması için 15 günlük bir hazır­lık yapılmış olmasına rağmen nere­deyse hiçbir yerde masalar 2 günden daha fazla açık tutulamadı. Masalar belki kendi başına toplumu harekete geçirecek bir araç olmasa da genel olarak kendi fikir ve tepkilerimizle halkla karşı karşıya gelmek sendika militanlarını oldukça motive eden, bir sonraki aşamaya hazırlayan bir ruh hali yaratılmasına hizmet edebi­liyor. Fakat masaların ilk kurulduğu günlerde bu etki oluşturulamadı. Bu ilk faaliyet bütün başarılı teknik ha­zırlıklara rağmen kendi içinde sö­nümlendi. Maalesef bunun bir de­ğerlendirilmesi yapılmadı, bu heye- cansızlığm ve enerjisizliğin kaynak­ları araştırılamadı.

İstanbul’da Petrol-İş’te yapılan geniş katılımlı toplantı görüntü ola­rak geniş katılımı ile göz doldurma­sına rağmen hiçbir ciddi kararlaşma­ya varılamadan dağıldı. AKP il baş­kanlığına yapılacak yürüyüşün adı geçti, ama takvimlendirme yapılma­dı. Yasa meclise getirilirse ne yapı­lacağı, nasıl bir direniş yöntemi se­çileceği belirlenmedi. Genel ve yu­karıdan konuşma hastalığının hakim olduğu, herkesin bir­birine ajitasyon çekti­ği, fakat işe yaraya­cak, ön açacak, hare­kete yön verecek öne­rilerin pek de duyul­madığı bir toplantıya dönüşen etkinlik as­lında sınıf hareketi i- çin de kaçan bir fırsat oldu. Çünkü Genel M erkezlerin Anka­ra’daki işlerinin pek de iyi gitmediği biliniyordu. Bu işin dinamosunun İstanbul olması gerek­tiği ortadaydı. Fakat bu işi kitlelere taşıyacak olan kadroların neyi, nasıl yapacağına dair ortaya net bir tak­

vim ve pusula konamayınca İstanbul İnisiyatifi de ilk baştaki enerjisini a- dım adım yitirdi.

Sürecin alanlara çıkış aşamasına taşındığı ilk eylemlerdeki cılız katı­lımın (örn. Kadıköy İskele Meyda­nındaki basın açıklaması) sebepleri tartışılamadı. Türk-İş işin içine ne­redeyse hiç girmedi. KESK ise alan­lara ciddi bir kitlesellik yansıtama­dı. DİSK ise biraz da partileşme gayretlerinin etkisiyle olacak bu sü­reçte daha fazla görünür hale gelme­ye çalıştı, ama bunun da eylemlerin genel yapısını değiştirecek bir sonuç yaratmadığını hepimiz gözlemledik.

Sendika dışı kitle örgütleri ise bir­kaçı dışında neredeyse bu eylemle­rin hiçbiriyle ilgilenmedi. Samimi bir katılım ve eylemleri güçlendirme anlayışından ziyade bayrak ve döviz

sergileme tarzı tercih edildi.

R eferandum y e te rin c e sah ip len ilm ed i ve ileriye taşın am ad ı!İşin bir diğer çok önemli aşama­

sı ise Referandum 2006 oldu. Ger­çekten fikir olarak son derece olum­lu olan, geniş kesimlerin tepkisini yansıtmasına olanak sağlayan, tüm öznelerin katkısına açık durmaya çalışan Referandum uygulandığı yerlerde çok olumlu bir atmosfer ya­rattı. İzmir başta olmak üzere önem­li bir sayıya da ulaşıldı. 2.5 milyon

insanın oy kullandığı Referandum tarihi­mizde bir ilk oldu.

Fakat kadrolarda­ki aynı enerjisizlik hali bu eylem süre­cinde de devam etti. Özellikle İstanbul’da katılımın İzmir’deki- nin yarısına bile ula­şamamış olması sen­dikal kadroların en yoğun bulunduğu il­

lerin başında gelen bir şehir için as­lında yaklaşan yenilginin işareti ola­rak da okunabilirdi. Yapılan işe ba­sın yeterince yer vermeyince toplu­mun geniş kesimlerine de ulaştırıla-

İstanbul'da Petroi-İş'te yapılan geniş katılımlı toplantı görüntü olarak geniş katılımı ile göz

doldurmasına rağmen hiçbir ciddi kararlaşmaya varılamadan dağıldı. AKP il başkanlığına yapılacak yürüyüşün adı geçti, ama takvimlendirme yapılma­dı. Yasa meclise getirilirse ne yapılacağı, nasıl bir

direniş yöntemi seçileceği belirlenmedi.

Page 18: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

CJOİ MAYIS-HAZİRAN 2006

madı. Kullandırılan oylar bir irade­ye dönüştürülemedi. Yani Referan­dum biraz yapıldığı ile kalan bir a- dım haline dönüştü. Eylemin bu ha­li birçok insanda “yaptık da ne ol­du?” fikrinin oluşmasına da yol açtı. Yaptığımız eylemleri bir iradeye dö­nüştüremeyince, bazı konularda işi sonuna kadar götüremeyince bir sonraki seferde insanları tutum al­maya ikna etmenin önüne engeller yaratmış oluyoruz. Son dönemde yapılan eylemlerin kitlelerde böyle- si bir bilinç yarattığı muhakkak. Ar­tık çok az sayıda eylem insanlarda bir sonrakine de katılma, kendini güçlü hissetme duyguları yaratıyor. Bu yüzden de geniş kesimler eylem yapmayı işe yaramayan bir faaliyet olarak görür hale geldiler. Ne istedi­ğini ve bunun için neler yapacağını çok net bir şekilde ortaya koyma­yan, bedel ödemekten çekinmeyen bir çizgi yaratmadığımız du­rumda bu düşüncenin telkinlerle, açıklama­larla aşılamayacağını düşünüyoruz. Bu ha­liyle Referandum 2006’da çok iyi niyet­li, fakat hedefine ula­şamayan eylem leri­mizden biri haline dö­nüştü, sıradanlaştı.Bu; hiçbir kesimi suçlamak amacıy­la yapılan bir eleştiri olarak değil,

bir durum tespiti olarak okunmalı­dır. Çünkü işlerin bu hale gelmesin­de bütün kesimlerin şöyle veya böy­le bir vebali olduğu açıktır. Kendi­mize bir takım günah keçileri yara­tarak sorunların üzerinin örtülmesi­ne hizmet eder bir yaklaşım geliştir­mekten geri durmalıyız.

Yasa m eclisteyken seyrettik !

Yasa meclise geldiğinde yapılan eylemler ise felç olma halinin en a- çık göstergeleri oldu. A nkara’da toplanan şube başkanları günü kur­taran bir eylem gerçekleştirmenin ö- tesine geçemedi. 2.5 milyon insana yasaya hayır dedirten örgütler neden tüm güçleriyle Ankara’ya yüklenme iradesi sergileyemediler? İrade kırıl­masının ve felçleşmenin sebeplerini

anlayabilmek açısından bu soruya verilecek cevaplar oldukça önemli­

dir. Emeklilik konusunda en ciddi kayıplara uğrayan ve son yıllardaki toplumsal mücadeleler içinde en ö- nemli öznelerden biri olana kamu e- mekçilerinin örgütü KESK’in, özel­likle de Eğitim-Sen’in yarattığı geri durma tarafımızca pek de anlaşıla­mamıştır. Yasanın geçip geçmemesi bile, önemli bir direnişin sergilene- memesi yanında önemsizdir. Son kertede politikada tek belirleyen si­zin gücünüz değildir, diğer birçok etken sosyal olayların irademiz dı­şında gelişmesine yol açabilir. Fakat ortaya ciddi bir irade koyamamak vebali üzerimizde olan bir zaaftır. Ankara’da sergilenebilecek kitlesel bir direniş, hem toplumun daha ge­niş kesimlerinin yasaya olan ilgisini artıracaktı hem de örgütümüzün tu­tarlılığı ve kararlılığı konusunda tüm topluma çok doğru mesajlar ve­recekti. Tam da yetki ve örgütlenme döneminde böylesi bir genel hava­nın kadroların işini birçok açıdan kolaylaştıracağı da açıktı. Fakat tüm toplumsal kesimlerde olduğu gibi KESK’te de sürece yönelik ciddi bir tavır geliştirememe bu dönemde en uç noktada ortaya çıkmıştır. Yasanın M eclis’ten geçtiği gün tek bir eylem dahi örgütlenememiştir.

Sonuç olarak aylarca bu yasaya karşı hazırlanan, bilgilendirme top­lantıları örgütleyen, eylemlere katı­lan insanlar yasanın Meclis’ten ge­çişini elleri böğürlerinde izlemek zorunda kaldılar. Bu da açıkçası de­vasa bir moral bozukluğu yarattı. Bunun izlerinin silinebilmesi önce­likle gelinen bu noktaya nasıl vardı­

ğımız üzerine, bizleri güçsüzleştiren etke­nin ne olduğu üzerine yapılacak kapsamlı bir değerlendirmenin hep birlikte yapılabil­mesi ile mümkündür.

Sezer’in vetosu bile bu yazının yazıl­dığı güne kadar ciddi bir olanak olarak al­gılanmış değildir. Ka­derine razı görünü­

mündeki emek güçleri bu sürece de seri bir refleks üretmekte zorlan-

Emeklilik konusunda en ciddi kayıplara uğrayan ve son yıllardaki toplumsal mücadeleler içinde en

önemli öznelerden biri olana kamu emekçilerinin örgütü KESK'in, özellikle de Eğitim-Sen'in yarattı­ğı geri durma tarafımızca pek de anlaşılamamıştır. Yasanın geçip geçmemesi bile, önemli bir direnişin

sergiienememesi yanında önemsizdir.

16

Page 19: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 C|Oİ

maktadırlar. Oysa yasa kabul edil­dikten sonra daha geniş kesimlerin ilgisini çekti. Emekçiler kayıplarının ne olduğunu daha fazla bilince çıkar­dı. Çok iyimser olmayı gerektirecek bir durum olmaması­na rağmen mücadele olanaklarının geliştiği bir momentte olduğu­muzu düşünebiliriz.Fakat ortada bu duru­ma müdahale edebile­cek, inisiyatif alabile­cek, harekete öncülük edebilecek bir irade görünmemektedir. En baştan beri sürekli vurgulamaya çalıştı­ğımız gibi de bu süreçle ilgili işin en can sıkıcı yanı budur.

Değerlendirme içerisinde daha ziyade sendikal çerçeve içindeki e- mek hareketi eksenli konuştuk bu noktaya kadar. Fakat sendikalılar çerçevesi dışındaki kesimleri de ör­gütlemeyi hedefleyen sosyalist grupların da birkaçı dışında bu sü­reçte sınıfta kaldığını vurgulamak gerekiyor. “Benim gücüm ne kadar ki, ben neyi etkileyebilirim ki” anla­yışı siyasi yabancılaşmanın en uç noktasıdır ve sıradan bir emekçinin bilincinden zerre kadar farklılık ta­şımaz. Bir türlü sıkıştığı alanların dışına açılamayan, kendisini sürekli zaaflarını büyüterek yeniden üreten sosyalist hareket için sınıfla buluş­ma noktasındaki çok önemli imkan­lardan bir tanesi bu süreçte kaybe­dilmiştir. Emeklilik ve sağlık gibi i- ki temel mesele üzerinden hareket e- derek sınıfın en geniş kesimlerine, var olan siyasi görüşü ne olursa ol­sun ulaşmak mümkündür. Ufuksuz- luk, sosyalist hareketi böylesi mo­mentlerde felçleştiriyor. Hep yaptığı dışında başka birşey yapamayacağı­na dair gizli umutsuzluk, sosyalist hareketi önemli sınıf gündemlerine müdahale etmeye çalışmaktan alıko­yuyor. Böylece bir öğrenme süreci de gelişemiyor. Sınıfla nasıl ilişkile- nebilineceğine dair yıllardır ciddi bir deneyim biriktirilememiş olması büyük oranda bu ufuksuzluk ile ilgi­lidir. Sosyalist özneler birbirlerine

karşı siyaset yapmak için buldukları enerjinin bir kısmını böylesi sınıf gündemlerine yönlendirmeyi başa- rabilseler harekete kendi zaaflarını iyileştirebileceği bir kanal yaratmış

Sonuç olarak varolan siyaset anlayışını ciddi bir sorgulamadan geçirmeden ve yeni tarzda ısrarcı o l­madan bu kötürümleşmenin önünün alınabilmesi­

nin imkanı yoktur. Sınıfın gündemine denk düşebi- ien, onu bir adım öne çekebilen, kendi kafasının i- çinde sıkışıp kalmaktan kurtulup topluma açılabilen bir sosyalist anlayış güç kazanmadıkça geleceğimize

güvenle bakamayacağımız açıktır.

olacaklar. Fakat sınıfın devasa gün­demleri karşısında ajitasyon ve çağ­rılar ile dolu yazılar yazmak dışında bir enerji ortaya konamaymca sınıf ile ilişkilenememe durumu devam e- diyor. Hareket kimi önemli günlerin törenselleşmiş toplantılarına odakla­nıyor, fakat bu toparlanmaları gün­demdeki çok önemli sorunlarla bağ­lamakta bile zorlanıyor, böylece si­yaset alanının dışına düşmüş oluyor. Siyaset önemli toplumsal meseleler­le ilgili kitleleri harekete geçirebi­len, onların tepkilerini ortaya çıka-, rabilen taktikler gütmek değilse ne­dir? Güçsüzlük, yetersizlik hiçbir zaman böylesi bir siyaset dışılaşma- nın gerekçesi olamaz, çünkü güç­süzlüğü üretenin ta kendisi de büyük

oranda bu zaaftır. Efsanevi 15-16 Haziran’ı yaratan sendikalar yasası- nıfî birkaç maddesidir. Türkiye solu açısından halklaşmanm en ileri ör­neklerinden biri olan Fatsa deneyimi

“Çamura Son!” kam­panyası ile hatırlanır. Bugün geldiğimiz noktada ise kendi mü­cadele gündemlerini geniş emekçi yığınla­rın günlük sıkıntıları ile bir türlü bütünleş- tiremeyen bir sosya­list hareket ile karşı karşıyayız. Tamam sendikalar reformiz- min denetiminde böy­

lesi kötürümleşti, ama sosyalist ha­reketimiz açısından bu kitlelerden kaçışın bir açıklaması olabilir mi?

Sonuç olarak varolan siyaset an­layışını ciddi bir sorgulamadan ge­çirmeden ve yeni tarzda ısrarcı ol­madan bu kötürümleşmenin önünün alınabilmesinin imkanı yoktur. Aym fasit çember içindeki sonuçsuz dö­nüşler umutsuzluğu ve moralsizliği beslemektedir. Sınıfın gündemine denk düşebilen, onu bir adım öne çekebilen, kendi kafasının içinde sı­kışıp kalmaktan kurtulup topluma a- çılabilen bir sosyalist anlayış güç kazanmadıkça geleceğimize güvenle bakamayacağımız açıktır.

17.05.2006

e u v e m i— ı k .

Y A Ş A M İ K İ I Z I l£OG»UYOMOZ. (3 İO £ M S E C . I

( 3 H L - M fE 2 1

17

Page 20: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Yeni sosyal güvenlik yasası

Bü t ü n ü g ö r m e k ,

Mesut Mahmutoğulları

SIKIŞMAMAK

Sorunu özgül başlıklara indirgem eden bütünlüklü olarak anlamak ve karşı cepheyi de bu bütünlüklü perspektifle o luşturm ak gerekm ektedir. Yine "mezarda em ekli-

lik ,/ başlığına benzer başlıklara sıkıştırılan muhalefet, yenilgiyi baştan kabul e tm ek anlamına gelecektir. Bu açıdan yasanın neleri kapsadığını genel başlıklarıyla bu

bütünlük içinde irdelem ekte yarar var.

28 Şubat darbesi sonrası kurulan Ecevit hükümetlerinin programlarını, 1990’larm başından itibaren tüm dün­yada; “gelişmiş”- “azgelişmiş”-“ge- lişmekte olan” ülke ayrımı gözetmek­sizin uygulanan neo-liberal yapılan­ma programlarının ülkemiz için bir “kullanma kılavuzu” olarak tanımla­yabiliriz. 2001 ekonomik krizi sonra­sı Kemal Derviş eliyle gerçekleştiri­len by-pas operasyonu ile program daha saldırgan hale getirildi. Bu bağ­lamda, yıpranan ya da yıpratılan Ece­vit hükümeti yerine, seçimle AKP ik­tidarı getirildi. AKP iktidarını, prog­ramın etkin ve kararlı bir şekilde yü­rütülmesinin siyasal karşılığı olarak görmek yanlış olmaz. Yapılanma programı kapsamında gerçekleştirilen pratiğe baktığımızda, ekonomik, sos­yal ve siyasal alanda bütünlüklü, planlı, süreklilik arz eden bir süreci tespit edebiliriz. Program, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda aynı anda ve koşutluk içinde yürütüldü.

Ekonomik alanda uluslararası sermaye anlaşmalarının gerekleri o- lan ekonomik kararlar hızla hayata geçirildi. Merkez Bankası özerk hale getirildi. Ekonomi ile siyasi irade ara­sındaki bağın koparılması anlamına gelen ekonomik üst kurullar oluştu­ruldu. Maliye Bakanlığı bu kurulların aldığı kararların hayata geçirilmesi i­

le yükümlü bir makam haline getiril­di. Ekonominin “özerk” bir yönetime kavuşturulmasını sağlama savındaki bu üst kurullar önemli bir işlevi daha yerine getirdi; finans-bankacılık, sa­nayi, tarım sektörlerinde sermaye içi tasfiye gerçekleştirilerek, sermaye yeni güç ilişkilerine göre yeniden tahkim edildi. TBMM geceli gündüz­lü çalışarak neo-liberal yapılanmanın gerekleri olan tercüme yasaları hızla çıkardı. Tüm bunların ardından, özel­likle AKP hükümeti döneminde hız­landırılan özelleştirmeler yeniden tahkim edilen sermayenin güç ilişki­lerine göre gerçekleştirildi, çok ö- nemli ve stratejik KIT’ler birbiri ardı­na özelleştirildi.

Sosyal alanda yapılanma progra­mı, sosyal hayatın zemini olan çalış­ma koşullarını temelden değiştiren yasalarla yürütüldü. Esnek çalışma, esnek istihdam ve esnek ücretlendir- me çalışma yasalarının özü haline ge­tirildi. Sosyal güvenlikle ilgili özel­likle emeklilik koşullarını düzenle­yen yasa çıkarıldı. Özel emeklilik ve özel sağlık sigortasını yeniden düzen­leyen, özendiren yasalar çıkarıldı. Kamu çalışanları mücadelesini böl­meyi ve sönümlendirmeyi amaçlayan sendika yasası çıkarıldı. Personel re­jimi yasası için önemli alt adımlar a- tıldı. Norm kadro, sözleşmeli perso­

nel çalıştırma vb. Bu bağlamda en son adımda, “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarısı oldu.

Süreci bütünlüklü görmek, soru­nun özgül başlıklarına takılmamak gerekiyor.

Yapılanmanın üçüncü ayağı olan siyasal zeminde ise, en sağından en soluna tüm siyasi yelpazede ve tüm örgütsel zeminlerde her yapının kendi solunu tasfiyesini görüyoruz. Bir si­yasal olgu olarak AKP ve onun ikti­darı, sözünü ettiğimiz siyasal yeniden yapılanmanın en özgün örneğidir. Bu­gün artık siyaset yapma, sermayenin “değnekçisi” olarak görev yapmaya talep olmakla özdeşleşmiş durumda. Siyasetin solunda ise; bir kesim en e- gemen sermayenin belirlediği bu ze­minde “değnekçilik” yapma telaşı i- çindeyken, bir kesim de tasfiye edilen sermaye kesimlerinin kontra ilişkile­rinin siyasal nesneleri haline gelmek­tedir. Tüm bu alanların dışında kendi­ni gören bir kesim de, işçi sınıfının bağımsız politik zeminini yaratmak i- çin gerekli iradeyi, perspektifi ve ko­lektif üretkenliği yaratmaktan uzaktır. Bu bataklığın dışında durmayı politik pratik olarak görmektedir.

Buraya kadar anlatılanlar sosyal güvenlik ile ilgili yeni saldırının,

18

Page 21: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYI S-HAZİRAN 2006 C J O İ

hangi bütünlük içinde irdelenmesi ge­rektiğini tespit için bir bağlam oluş­turmak içindi. Sorunu özgül başlıkla­ra indirgemeden bütünlüklü olarak anlamak ve karşı cepheyi de bu bü­tünlüklü perspektifle oluşturmak ge­rekmektedir. Yine “mezarda emekli­lik” başlığına benzer başlıklara sıkış­tırılan muhalefet, yenilgiyi baştan ka­bul etmek anlamına gelecektir. Bu a- çıdan yasanın neleri kapsadığını ge­nel başlıklarıyla bu bütünlük içinde irdelemekte yarar var.

Sermayenin göz diktiği en verimli alan;

Sağlık ve sosyal güvenlik

Uzun süredir yürütülen bilinçli çökertme politikaları özellikle AKP hükümetiyle daha etkin ve kararlı yü­rütülmektedir. Meclise getirilecek ya­sa ile mevcut ilişkiler, yasal bir statü­ye kavuşturulmak istenmektedir. Ne­ler yapıldığına bir göz attığımızda:

* Sağlık hizmetlerinin özelleşti­rilmesi doğrultusunda, hastalardan katkı payı alınmak koşuluyla özel hastanelerden sağlık hizmetinin satın alınması.

* Tüm devlet ve üniversite hasta­nelerinin vakıflar ve döner sermaye­ler eliyle ticari işletmeler haline geti­rilmeleri.

* SSK’ya ait hastanelere (Sağlık Bakanlığı’na bağlanması) el konul­ması.

* Birinci basamak hizmetlerinin “Aile Hekimliği” uygulaması ile ö- zelleştirilmek istenmesi.

* Tüm bu koşullarla koşut olarak, kamu sağlık kuramlarında, taşeron, vakıf, döner sermaye adı altında geçi­ci, sözleşmeli personel çalıştırma uy­gulamaları, yine sağlık bakanlığınca sözleşmeli hekim uygulamasına ge­çilmesi ile esnek istihdam ve çalışma yerleşik hale gelmiştir. Hazırlanan personel rejimi yasasının uygulama­ları fiilen başlamış durumdadır.

* Aynı koşutluk içinde, birer şir­ket haline getirilen yerel yönetimlere, kamu hizmet kuramlarının aktarıla­

rak dolaylı özelleştirmelerin planlan­ması.

Bugün gündeme getirilen “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarıları, 1999 yılında Körfez depre­minin yıkıntıları arasına sıkıştırılan sosyal güvenlik yasasının devamı ni­teliğinde olan bir yasadır.

Bugün de tıpkı 1999’da olduğu gibi yeni yasanın çıkarılmasında aynı gerekçeler ileri sürülmekte ve denil­mektedir ki:

* Türkiye’de toplam ve kişi başı­na düşen sağlık harcamaları gelişmiş ülkelerin gerisinde seyretmektedir.

* Sağlık hizmetlerinin verimliliği düşüktür. Bunun en önemli nedeni de sektördeki kamu egemenliğidir.

* Özelleştirme hem kaynak yarat­mada hem de verimlilik ve kaliteyi artırmada başlıca çözüm olacaktır.

* Emeklilik yaşının düşük olması ve erken emekliliğin yaygın olması.

* Mevcut prim sisteminin yapılan harcamaları karşılamaktan uzak ol­ması.

* Sosyal güvenlik sisteminin re­kabetçi ortamdan uzak olması.

Nitekim 1999’da yapılan düzen­leme ile, emeklilik yaşı kadınlarda 58’e, erkelerde 60’a yükseltildi. Ayrı­ca emeklilik prim gün sayısı 5000’den 7000’e çıkarıldı ve hükü­

metlere SSK prim tavanını tabanın 5 katma artırma yetkisi verildi.

Yeni yasa neleri değiştirecek?

Gündeme getirilen bu yasal dü­zenleme 1980’li yılların başından be­ri çeşitli adlar altında hayata geçiril­meye çalışılan yapılanma sürecini ta­mamlamaya bir adım daha yaklaşmak anlamına gelmektedir. Yine hep ya­pıldığı gibi, sosyal güvenliğin temel sorunları yine gerekçe olarak kulla­nılmak istenmektedir. Evet, yeni yasa ile yapılan düzenlemeler şunları içer­mektedir.

1. Emeklilik yaşı bir kez daha yükseltilerek kadın ve erkeklerde 68’e çıkarılmakta. Emeklilik prim gün sayısı 9000’e çıkarılmakta. Böy- lece emeklilik fiilen olanaksız hale gelecektir.

2. Emeklilik bağlama oranları dü­şürülerek, emeklilik maaşları düşürü­lecektir.

3. Sosyal güvenlik kuramlarının tek çatı altında toplanması ile oluştu­rulan çatı yapı, şirket gibi çalışan, ça­lışanların denetiminden tamamen u- zak, biriken fonları çeşitli sermaye kanallarına aktarmakla görevli, fı- nans şirketlerinin basit bürosu haline getirilecektir.

4. Emeklilik ve sağlık fiilen birbi­rinden ayrılmakta; emeklilik primi yanında, “Genel Sağlık Sigortası” pi­rimi kesilecek, çalışanların prim yükü artacaktır.

19

Page 22: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

C|Oİ MAYI S-HAZİRAN 2006

5. Genel sağlık sigortası, tıpkı ö- zel sağlık sigortasında olduğu gibi te­mel sağlık paketleri şeklinde düzenle­necek ve böylecc bütün sağlık hiz­metlerinden yararlanmak imkansız hale gelecektir. Artan primlerle ancak daha geniş sağlık hizmeti alınacaktır.

6. Yine sağlık harcamalarına, ya­taklı, ayakta tedavi ayrımı gözetmek­sizin katkı payı (fiilen zaten var) alı­nacaktır

Yeni yasayla oluşturulacak olan i- dari yapılanmanın görevleri arasında, örtük bir biçimde yerleştirilen, çok ö- nemli bir düzenlemeye dikkat çek­mek istiyoruz. Hazırlanan ve parça parça hayata geçirilen bu program, Şili Modeli denilen, TÜSİAD tarafın­dan rapor haline getirilen, Dünya Bankası tarafından dünya projesi ola­rak düzenlenen bir çalışmanın Türki­ye pratiğidir.

Evet bu proje ile sermaye ne ka­zanacaktır? İlk anda görünebilen ka­zançlar şunlar:

1. İşverenlerin ödemek zorunda oldukları emeklilik ve sağlık primleri giderek ortadan kalkacaktır. Sistemin bütün yükü çalışanlara yüklenecektir.

2. Oluşturulacak fonlarda biriken primler fınans şirketleri eliyle yöneti­lip, fonların yıllık getirisinin en az %20’sine el koyacaklardır.

3. Fonlarda biriken kaynakları menkul kıymet satışları ile ucuz kredi

olarak kullanacaklardır.

4. Aile şirketlerini halka açma a- dma, çıkardıkları hisse senetlerini e- mekli fonlarına ve bu fonları yöneten şirketlere satıp, işletme sermayelerini artıracaklardır.

5. Kıdem tazminatının ve emekli­lik ikramiyesinin de kaldırılması bu yeni sistemin gereği olarak gündeme gelecek, sermayenin önemli bir yük­ten kurtulması sağlanacaktır.

6. Devletin sosyal hizmetler için ayırdığı fonların bir kısmı, fon yöne­ticisi şirketler ya da hisselerini fonla­ra satan sermaye şirketlerine vergi muafiyeti ya da yatırım indirimi ola­rak aktarılınca, sermaye önemli bir yeni kaynağa kavuşacaktır.

Bu yasa, bürokratizmi aşan, poli­tikleşen bir muhalefetle önlenebilir

Peki, bu yeni ve gerçekten emek­çiler açısından sonuçları çok ağır ola­cak saldırıya karşı bugüne kadar ne yapıldı ve bundan sonra nasıl karşı durulacak? Bu sorunun yanıtı, yine yeni eylem platformları (içi boş) ve bir dizi klasik eylem programları de­ğildir artık. Ne yazık ki bugün de ay­nı yaklaşıma tanık olmaktayız. Tüm muhalefet dinamikleri ve olanakları, içi boşaltılmış bürokratik platformla­ra taşınarak yine etkinliği kırılacak ve boğulacaktır. Böylece muhalefet adı altında, işçi sınıfı bu yeni sürece ek- lemlenecektir. Bu, bir güçsüzlük ya da öngörüsüzlüğün sonucu değildir.

Bu sınıfı kuşatan bürokratik egemen­liğin bilinçli stratejisidir. Sendikal bürokrasiler, bürokratik gelecekleri­nin gizli pazarlığı ile yürütülen sözde “muhalefetlerle” sınıfın öfkesini bas­tırmakta, yönlendirmekte, bilincini bulanıklaştırmaktadır. Kazanım al­datmacası ile kırıntılara razı hale ge­tirmektedir.

Bu yüzden önümüzdeki dönemde mevcut saldırılara karşı barikatı, işçi sınıfına yabancılaşmış, uysallaştırıl­mış ilişkilerin araçları haline gelmiş başta sendikalar olmak üzere tüm sı­nıf örgütlerinde yaratmak zorunda­yız. Sınıfın etkin, bağımsız ve sonuç alıcı örgütlenme ve mücadelesinin ö- nünde bugün ortada duran temel so­run; işçi sınıfının tüm örgütsel zemin­lerinde, muhalefet araç, yöntem ve i- lişkilerinde yaşadığı güvensizliğin a- şılmasıdır. Bugün emek-sermaye çe­lişkisinin sıkıştığı düzlem artık bura­sıdır. Ve sermayeye karşı mücadele, sendikal-siyasal bürokratizme karşı mücadeleden geçmektedir.

“Sosyal Sigortalar ve Genel Sağ­lık Sigortası” ve “Sosyal Güvenlik Kurumu” yasa tasarısına ve hemen ardından gelecek olan Personel Reji­mi yasasına karşı mücadeleyi, işçi-e- mekçi inisiyatiflerinin yaratılmasının zemini olarak değerlendirmek gerek­mektedir. İşçi sınıfına yabancılaşmış tüm geleneksel örgütsel zeminleri, aynı zamanda sınıf mücadelesinin ve­rildiği zeminler olarak tanımlamak gerekmektedir. Bürokratizmi aşan, politikleşen bir muhalefet ancak bu gerekliliklerin yerine getirilmesiyle yaratılacak bağımsız bir sınıf müca­delesi hattı ile mümkün olacaktır.

Bu yeni saldırı işçi sınıfının öncü işçilerine ve militanlarına bu devrim­ci diyalektiği yaratma görevini yükle­miştir. Bürokratizmi aşan, politikle­şen, egemenlik ilişkilerini üretmeyen işçi-emekçi inisiyatiflerini yaratmak, geliştirmek iş olarak önümüzde dur­makta.

Bunun nasıl yapılacağım tartışmak için önce bunu yapmaya karar vermek gerekiyor. Haydi görev başına!

M art 2006

20

Page 23: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

ABD’deki faiz artırımı ile tetiklenen dolardaki TL’ye karşı yükseliş zaten bekleniyordu...

Fİ NANSAL İ STİ KRARSIZUK VE

KÜRESEL DENETİM

M. Özgür

Küresel finansal sistemin istikrarsız doğası başta ABD gibi ülkeler, IMF gibi kurumlar ve büyük sermayedarlar aracılığıyla dünyadaki emekçi sınıflar ve çevre ülke yönetimleri üzerinde bir

tehdit haline getirilebiliyor, yani bir yandan krizlere yatkın sistemin yarattığı sorunların suçlusu "neo-liberalizme karşı çıkanlar" yapılmaya çalışılırken, diğer yandan kriz tehdidi büyük serma­yenin ve başta ABD olmak üzere ileri kapitalist devletlerin elinde ciddi bir silaha dönüşüyor.

Uluslararası sermaye hareketleri ve finans piyasaları küresel istikrar­sızlıklar yarattıkları kadar, küresel kapitalist bir denetimin araçları ola­rak ve kapitalistlerin risk yönetimi­nin araçları olarak da işlev görüyor­lar. Doların TL karşısında son hafta­lardaki yükselişi enflasyon hedefle­mesi programı uygulayan ve bu ne­denle cari açık veren tüm ülkelerde görüleni ve beklenen bir kapitalist problem. Buna rağmen bu yükseliş, “Cumhurbaşkanı Sezer’in Genel Sağlık Sigortası yasasını veto etme­sine”, “Türkiye’nin istikrarsız bir politik ortamı olması­na” bağlandı. Oysa pa­ra biriminin değerlen­mesi ve talebi kısan e- mekçileri yoksullaştı­rıcı politikalar hem dış borç ödemesini “kolaylaştırmış” hem de enflasyonun düşü­şünde etkili olmuştur.Bu tip politikalar sonrası piyasa, para biriminin aşırı değer­li olduğunu fark eder ve kur riskini daha fazla taşımak isteme­yen portföy yatırım­ları (hisse senedi, tah­vil vb. almak üzere gelen yatırım) ülkeden

ayrılır. Bu beklendik gelişme, günü­müz küresel kapitalist işleyişinin bir ürünüdür. Oysa uluslararası ve yerli büyük sermayenin istemediği her ge­lişme, emekçilerin neo-liberal gün­deme her karşı çıkışı bu küresel fi­nansal sistemin yarattığı istikrarsız­lıkların, ani dalgalanmaların gerek­çesi olarak gösterilebiliyor.

Tersten bir bakışla, küresel fi­nansal sistemin istikrarsız doğası başta ABD gibi ülkeler, IMF gibi ku­rumlar ve büyük sermayedarlar ara­cılığıyla dünyadaki emekçi sınıflar ve çevre ülke yönetimleri üzerinde bir tehdit, bir denetim unsuru haline de getirilebiliyor, yani bir yandan

krizlere yatkın- sistemin ya­rattığı sorunların

1 u s u

“neo-liberalizme karşı çıkanlar” ya­pılmaya çalışılırken, diğer yandan kriz tehdidi büyük sermayenin ve başta ABD olmak üzere ileri kapita­list devletlerin elinde ciddi bir silaha dönüşüyor. (Kriz sonrasında ise, Türkiye gibi ülkeleri bekleyen IMF’nin kemer sıkma programları, buna karşın ileri ülkelerde ise Mer­kez Bankalarının kredi koşullarını gevşetme politikaları oluyor.)

Medyadaki kur ve borsa endeksi yorumları genelde kısa vadeli ana­lizlere dayandığı gibi, eşitsizlikleri, güç ilişkilerini, uluslararası finansal sistemin istikrarsız doğasını, bu ya­pının emekçilere yönelik neoliberal politikaların şekillenmesindeki etki­sini görmeyen bir şekilde yapılıyor. Latin Amerika’daki krizler, Türki­ye’de 5-6 yılda bir görülen krizler,

dünyanın gördüğü en büyük kriz­lerden biri olan 1997

Asya Krizi gazete­lerdeki popüler a - nafizlerde hep baş­ka başka gerekçe­lerle açıklanmaya çalışılırken, yaşa­dığımız son 25 yı­lın tüm dünyada neden bu ölçüde krizlere, döviz ku­ru dalgalanmaları-

21

Page 24: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

CJOİ MAYIS-HAZİRAN 2006*

na en açık dönem olduğu, sermaye birikiminin ve sermayenin uluslara- rasılaşmasınm günümüzdeki özellik­leri sorgulanmıyor.

Sıcak para ve d eğ e r aktarım ı

Türkiye’de borsada ve Hazine kağıtlarında 63 milyar dolarlık bir yabancı sermaye yatırımı var. Bu miktarın 30 milyar doları borsada bulunuyor. Son günlerde ABD’deki faiz artırımı2, tüm dünya borsalarmı ve para birimlerinin değerini çeşitli biçimlerde etkiledi, ABD’de daha fazla getiri imkanı bulan sermayenin küçük bir kısmı bir anda çekilerek dolara dönüşüp ABD’ye gitti. Dolara dönüşürken de dolara talebi artırarak Türk parasını değerlendirdi. Zaten yukarıda da anlatıldığı gibi enflas­yon hedeflemesi politikaları Türk Lirasını aşırı değerlendirmiş ve böy­le bir krize zemin hazırlamıştı.

Küçük bir istikrarsızlıkta daha güvenli piyasalara gidebilecek bu devasa miktar Türkiye’de yüksek fa­iz ve getiri beklentisi ile bulunuyor. Kısacası 63 milyar dolarlık “sıcak

para” yüksek faiz için ülkede bulu­nuyor, peki bu faizi kim ödüyor? Ak­tarılan bu değer kimin? Kritik soru burada şekilleniyor. Bu soruyu aklı­mızda tutarak devam edelim.

Yoksullaştık ve enflasyon d ü ştü

Son yılların verilerine baktığı­mızda, üretim yıllık ortalama yakla­şık %7.5 artarken, işsizlik oranında resmi hesaplamalara göre dahi ciddi bir azalma görülmüyor. Emekçilerin üretkenliklerinde (verimliliklerinde) ciddi bir artış olduğu görülürken üc­retlerinde bir artış yok. Üretkenlik artışı bu durumda işçilerin daha az ücretle çalışmaya razı olmasından ve üretim tekniklerinde yapılan yatı­rımlardan kaynaklanıyor. Yıllık iş­sizlikte bir azalma da olmadığına göre demek tek tek emekçiler gitgide daha ucuza çalışmaya razı olmuş dü­rümdalar.

Şimdi baştaki sorumuza döne­lim, büyüme rakamları yüksekken bu 63 milyar dolar kimin ürettiği de­ğeri faiz olarak alıp gitmek üzere bu­rada bulunuyor, en ufak istikrarsız­

lıkta çıkma tehdidi ile fmansal bir disiplin sağlaması bir yana, alıp git­tiği bu değer kimin cebinden çıkı­yor? Bu değer şüphesiz emekçilerin ürettikleri değerdir. Ödediğimiz ver­gilerden alınıp sermayenin aldığı devlet bonoları faizi aracılığı ile yer­li yabancı sermayedarlara ve spekü­latörlere aktarılan değerdir. Serma­yedarların bizim ürettiğimiz değer­den kredi faizi olarak ödedikleri ve cninde sonunda bize ödettikleri de­ğerdir.

D ünyada serm ay e akışı ve ABD

Finansallaşma ve fmans piyasa­larının hızlı gelişimi aslolarak 1970’lere dayanıyor. Uluslararası Bretton Woods sisteminde bastığı her dolar karşılığı altın rezervi tut­mak zorunda kalan ABD, 1970’lerde bu sistemin dağılmasında etkin bir rol üstlenir. ABD’yi dolar basmakta sınırlayan bir etken kalmaz, derin pi­yasalarına güvenen ABD herhangi bir standardın olmadığı yeni sistem­de başlıca rolü üstlenir. ABD bir yandan hızla dolar basarken dünyada artan likidite finans sermayesini ö-

Türkiye’de işsiz likTUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) sadece iş ara- re sokaktaki işsizlik %I7. Bu arada 15-24 yaş grubu i-

maktan umudunu kesmemiş işsizlerin oranını işsizlik çin aynı yöntemle hesaplama yapıldığında ise TUİK ta-oranı olarak yayınlıyor ve mevsimlik işçileri toplam is- rafından yüzde 18.8 olarak açıklanan söz konusu grup tihdama katmıyor. Oysa sendikaların hesaplarına gö- için işsizlik oranı yüzde 29.4’e kadar yükseliyor.

1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005

İşgücü (m il. kişi) 23.9 23.1 23.5 23.8 23.6 24.3 24.6

İstihdam 22.0 21.6 21.5 21.4 21.2 21.8 22.1

İşsiz 1.8 1.5 2.0 2.5 2.5 2.5 2.5

İşsizlik oranı (%) 7.7 6.5 8.4 10.3 10.5 10.3 10.3

22

Page 25: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ

Türkiye’de enflasyon

kurlarını ciddi oranda sarsmaktadır. Türkiye’deki döviz kuru değişimleri de bunun örneklerinden biri olmuş­tur.

ABD cari açığını kapatırken ciddi oranda dolar çekerek doları olması gerektiğinden daha değerli tutmakta ve böylece diğer ülkelerden aldığı malları ucuzlatmış olmaktadır.3 ABD küresel birikimleri az bir faizle ken­dine çekip bağladığı gibi, küresel ih­racatın artmasını da sağlayarak ülke­leri küresel ekonomiye ve neo-liberal gündeme bağlamaktadır. Dünya fı- nans piyasaları ülkelerin küresel sis­temden çıkmalarını zorlaştırmaktadır. Ellerinde ABD hazine bonosu tutan merkez bankaları ve dünya sermaye­darları böylece doların aşırı değer kaybetmesini istememekte, bu da ABD dolarına olan güveni artırmak­tadır. Günümüzün bağımlılık ilişkile­ri artık böyle işlemektedir.

Enflasyondaki hızlı düşüş büyük sermayedarların tercihi olarak ortaya çıkarken düşüşün gelir düzeyinin azalmasıyla (alım gücünün a- zaltılmasıyla ve böylece iç talebin kısılmasıyla) ortaya çıktığına dik­kat etmek gerekiyor. Enflasyon hedeflemesi programı uygulayan Ka­nada (1982-92), Brezilya (1994-98), Meksika (1999-2006) döviz kur­larında ani değersizleşmeler yaşadılar. Türkiye’de de eninde sonun­da bu tip bir değersizleşme yaşanacağı zaten bekleniyordu.

nündeki tüm engelleri aşmaya yönel­tir ve tüm dünyada yaşanan serbest­leştirmelerle fınans piyasaları ve iş­lemleri hızla artar. Ülkeler paralarını “convertible” yapar (paraların ya­bancı paralarla değiştirilmesindeki engellerin kaldırılması) ve kısa va­deli sermaye girişlerini serbestleşti- rirler. Örneğin günümüzde ileri kapi­talist ülkelerin emeklilik fonlarında birikmiş 13 trilyon dolar, sigorta şir­ketlerinde birikmiş 14 trilyon dolar dünyada değerlenecek yer aramakta­dır ve dünya fınansal sistemine katıl­maktadır.

Günümüz emperyalizminin ö- nemli farklarından biri, daha önceki finansallaşma döneminde (I. Dünya Savaşı öncesi) merkezdeki ülkeler­den çevreye uzun vadeli portföy ya­tırımları yapılırken günümüzde yatı­rımların kısa vadeli menkul değer (securities) yatırımları olarak ger­çekleşmesidir. Ayrıca Amerikan ha­zine bonoları, altın standardının ol­madığı bir dünyada yeni rezerv kay­nakları olarak tüm dünyadan ve dev­let kuruluşlarından talep görmekte­dir. Yani geçmişteki gibi tek yönlü bir yatırım amaçlı sermaye akışı yoktur. Geçmişteki emperyalist dö­nemlerden farklı olarak, çevre ülke­lerde sanayi malları üretimi geliş­miştir. Gelişmekte olan ülkelerin ih­racatlarının %80 kadarı tarım malla­rı değil, sanayi ürünleridir. ABD sat­tığından fazla değerde mal alarak ca­

ri açık vermektedir. Bu açığı dünya fonlarını kendisine çekerek kapat-

. maktadır. Bu fonları çekerken yaptı­ğı faiz artırımları ekonomik olarak riskli ülkelerdeki borsaları ve döviz

Türkiye’de Tüketici Fiyatları (Yıllık ortalama artış)

2 0 0 2 2 0 0 3 2 0 0 4 2 0 0 5 2 0 0 6

%45.0 %25.3 %8.6 %8.2 %8.0

Page 26: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

t|ol MAYIS'HAZİRAN 2006

Dünyadaki yeni uluslararası fınans mimarisini ciddi biçimde çözümlemek ve bu çerçevede uluslararası kuramların, devletlerin ve devlet aygıtları­

nın yeni rollerini, yeni biçimlenişlerini belirlemek gerekiyor.

SonuçKüreselleşme ve dünya ölçeğin­

de yatırım ve yayılmanın yarattığı riskler fınans piyasalarının gelişme­sini sağlarken, küresel finansal sis­tem kriz ve belirsizliklerin kaynağı olmaya devam ediyor. Dünya ölçe­ğinde gerçekleşen neoliberal düzen­lemeler ve meta, para ve üretim ser­mayesinin gittikçe artan uluslarara- sılaşması, finans sermayesi ile sana­yi sermayesi arasındaki ayrımı iyice azaltırken, öte yandan finans piyasa­

ları neoliberal disiplinin ve kontro­lün önemli araçları olarak ortaya çı­kıyorlar. Dünyadaki yeni uluslarara­sı finans mimarisini ve eşitsiz ilişki­leri ciddi biçimde çözümlemek ve bu çerçevede uluslararası kurumların, devletlerin ve devlet aygıtlarının ye­ni rollerini, yeni biçimlenişlerini be­lirlemek gerekiyor.4 Zira yeni silah­lar sadece bombalar ve füzeler değil, krizler, durgunluklar, işsizlikler. Türkiye’deki son gelişmeleri bu çer­çevede yorumlamak çok daha an­lamlı olacaktır. Emeğin gündemi, bir

Türkiye’de büyüme

Büyüme artıyor, istihdam artmıyor. Mevcut çalışanların daha çok değer üretmesi anlamına geliyor.

Türkiye’de GSYH Büyümesi

2 0 0 2 2 0 0 3 2 0 0 4 2 0 0 5

%7.9 %5.8 $8.9 %7.4

yandan hayatın her alanının metalaş- masma karşı çıkmak bir yandan da kapitalizmin yarattığı finansal çıl­gınlığa ve akıldışılığa, ulusal ve u- luslararası emek dayanışması ve mü­cadelesiyle dur demeyi gerekli kılı­yor.

DipnotlarI. Brezilya, Kanada, Meksika, İngiltere de Türkiye’deki gibi enflasyon hedefle­mesi programları uygulamış ülkeler. Bu program sırasında hepsinde cari a- çık problemi ortaya çıkarken (Türkiye bu sorunu çok daha ciddi yaşıyor ve bu daha ciddi kriz olasılıklarını tetikli- yor), döviz kurları önce aşırı değerli o- luyor, sonra %I0 ile %40 arası ani de- ğersizleşmeler yaşıyor. Kaynak: Prof. R.Mundell’in 20 Nisan 2006 tarihinde İş Yatırım’ın davetlisi olarak İstan­bul’da yaptığı sunuş ve Erinç Yeldan’ın çeşitli yazılarına bakılabilir.

2. Bu faiz arttırımı, dünyadan çektiği fonlarla yaşayan ABD’nin dünya kaynaklarını çek­mesi için gerekliydi.

Artan enflasyon kadar bir faiz artırımı yapılması reel olarak faizin düşmeme­sini sağlıyor. Dünyadaki dolar miktarı 5 trilyon dolar iken ABD yılda 500 milyar doları “en güvenilir ekonomi” ve en derin piyasaların sahibi olarak çekiyor. Bu dolarlar, ABD dolarını ol­ması gerektiğinden yüksek değere çe­kerek ABD’nin diğer ülkelerin malları­nı daha ucuza almasını sağlıyor. Böyle- ce ABD’ye mal satarak birikim yapan Asya ülkeleri ellerindeki fonlarla yeni­den güvenli buldukları ABD hazine ka­ğıtlarına yöneliyorlar.3. Leo Panitch, Sam Gindin, Finance and American Empire, Socialist Regis­ter 2005. Doların Euro karşısındaki son dönemdeki düşme eğilimini ise ay­rıca incelemek gerekmekte.4. Bu hiyerarşinin tepesinde ABD his­se senedi piyasası değil; tam devlet gü­vencesindeki, en derin, akışkan ve en az risk barındırdığı söylenen ABD dev­let bono ve tahvil piyasası yer alıyor. Cristopher Rude, The Role of Financi­al Discipline in US Strategy, Socialist Register 2005.

2 4

Page 27: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

İŞSİZİM, AMA DİPLOMAM VAR!..

Diplomalı işsizliğe nedenleri açısından bakıldığında, tem elde yapısallaşan işsizlik sorunuyla bağlantılı bir sonuç var ortada diyebiliriz. Yani s istem in yarattığı is tih ­

dam, var olan nüfusa yeterli değil. Bu durum artık öyle bir genişliğe ulaştı ki, ün i­versite mezunlarını da kapsayan bir sonuç kaçınılmaz oluyor.

5 Mayıs günü, gazetelere yansı­yan bir habere göre Türkiye Taş Kö­mürü Kurumu tarafından açılan 1120 kişilik işçi alımı başvuruları için 39 bin 473 kişi müracaatta bulundu, başvuru sahipleri arasında çok sayı­da üniversite mezunu da var.

Zonguldak’ta yaşanan durum aslında Türkiye’nin birçok yerinde yaşananların küçük bir örneği. Ger­çeklik şu ki, Türkiye İstatistik Ku- rumu’nun yayınladığı son raporlara göre Türkiye’de 2.7 milyon kişi iş­siz, belki klasik bir söz, ama gerçek rakamın bu sayının kat be kat üs­tünde olduğu da kesin aslında, çün­kü Türkiye’de istihdama katılma, yani çalışma çağındaki nüfusun iş­gücü piyasasına ulaşma oranı yüzde elli bile değil.

İşsizliğin bu derecede yaygın­laştığının yanında TİK raporları ay­nı zamanda, son 5-6 yıldır, özellik­le 2001 krizi sonrası, işsizler kuy­ruğunda yerini almaya başlayan ge­niş bir kesimin de diplomalı işsizler olduğunu gösteriyor. Hatta bu kısa zamanda işsiz üniversiteli oranı % 30’a ulaşmış durumda.

Normal şartlarda üniversite dip­lomasının, bölümüne dair yeterli bir eğitim almış olmayı ve bu alan­da istihdamı tescillemesi gerekir­ken üstteki rakamlardan kolayca anlaşıldığı üzere, şu an ellerindeki diplomalarıyla öylece iş bekleyen yüz binlerce insan var. Yani üniver­site diploması iş bulmanın garantisi olmadığı gibi her yıl ailelerin üni­versiteye hazırlık için döktükleri 2.9 milyar dolar da işin cabası.

Ne değişti?Diplomalı işsizliğin, devrimci

hareketin gündeminde bile özellikle son iki yıldır yer etmeye başladığı düşünülürse elbette bu kadar kısa bir zamanda % 30’lara varan bir diplomalı işsizlik oranının oluşma­sında neyin etken olduğu önem ta­şıyor. Bu konuda hafızalarımızdaki en temel veri elbette 2001 krizi. Hatırlanacağı üzere krizle birlikte işsiz kalan geniş bir orta sınıf kesi­mi bu dönemde beyaz yakalılar ola­rak adlandırılmıştı. Krizin mirası geniş bir kesimin bugün hala iş bu­lamadığı bir gerçeklik, ancak süreç açısından bakıldığında durumun sa­dece kriz ortamının yarattığı bir ge­çici işsizler ya da kısmen bunun ü- zerine eklenen yeni kişilerden iba­ret olmadığı tersine işsizliğin gerek diplomalı gerekse diplomasız şekil­de hızla yapısallaştığı görülmekte.

Yani diplomalı işsizliğe neden­leri açısından bakıldığında, temelde yapısallaşan işsizlik sorunuyla bağ­lantılı bir sonuç var ortada diyebili­riz. Yani sistemin yarattığı istih­dam, var olan nüfusa yeterli değil. Bu durum artık öyle bir genişliğe u- laştı ki, üniversite mezunlarını da kapsayan bir sonuç kaçınılmaz olu­yor.

Yüksek öğrenim mezunlarının sorunları açısından bakıldığında, yüksek öğrenim mezunlarının yaşa­dığı tek işsizlik durumunun bu doğ­rudan işsizlik durumuyla sınırlı ol­madığını da görmek gerekli. Yasal tanımlarca adı işsizlik olarak geç­

mese de aslında işsiz üniversite me­zunlarının kat be kat üstünde bir sa­yıda üniversite mezunu, bir nevi geçici işler diyebileceğimiz alanlar­da istihdam ediliyor. Çok düşük üc­retlere, sigortasız, iş güvencesiz o- larak ve çoğunlukla kısa süre sonra işten atılmalarla yaşanan bu durum, sadece özel kesimde değil bizzat devlet kuramlarında da yaygınlaştı­rılan bir yöntem olarak üniversite mezunlarını yoksulluğa mahkum e- diyor. En tipik örneğini, özellikle son yıllarda eğitim fakültesi me­zunlarının ya da bu alanlardaki bö­lüm mezunlarının durumu oluşturu­yor diyebiliriz. Yakın zamana kadar güvenceli iş diye bilenen ve ÖSS’de adeta puan fırlaması yaşa­nan öğretm enlik mesleğinde son yıllarda şartlar çok değiştirildi. A- tama için zorunlu olan KPSS sınav­larına her yıl yaklaşık 127 bin kişi giriyor, açılan kadro bazında bakıl­dığında ise mesela İstanbul özne­linde 14 bin öğretmen açığı varken bu yılki iki atamada toplam olarak 500’ün altında bir kadro ataması yapıldığını görüyoruz. Bazı bölüm­ler bazında bakıldığında ise KPSS’den 100 bile alsa hiçbir atan­ma şansı olmayan on binlerce insan var. Devlet kadro ataması yapmaz­ken aynı kişileri okullarda ücretli ya da sözleşmeli öğretmen olarak çalıştırıyor. Yazının yazıldığı tarih­te henüz maaşlara yansımamış olan yeni artırım sayılmazsa, bir ücretli öğretmen aynı işi yapan meslekta­şından farklı olarak aylık 270 mil­yon gibi komik bif ücretle çalıştırı­lıyor, ayrıca iş koşulları tamamen

25

Page 28: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

ç p l MAYI S-HAZİRAN 2006

İş güvencesinden yoksun, sosyal tüm hakları tırpanlanmış ve geniş bir işsizier ordusunun sistemin devamının garantisi olduğu bu yapı yeni dönemin çalışma koşulları olarak hepimize dayatılmaya çalışılıyor.

yıllık olarak yapılan sözleşmelere bağlı. Yani iş güvencesi de ortadan kaldırılmış durumda. Durumun özel kesimde nasıl yaşandığına bakacak olursak, staj gibi algılatılmak iste­nen, ama 5-6 seneyi bulabilen sü­reçlerde, haftada 6 gün, günde 12 saati bulan çalışma süreleri ve yine aylık 400 milyonu geçmeyen ücret­lerle çalıştırıldıklarını görüyoruz. Benzer durumlar aslında gazeteci­likten kamu yönetimine, mühendis­likten hemşireliğe geniş bir kesim­de yaşanıyor, hatta “yetkin mühen­dislik” adıyla yapılan son düzenle­meyle m ühendislik bölümlerinde bu durum kalıcılaştırıldı bile. Yani üniversite mezunları doğrudan işsiz olmanın yanında aslında görülme­yen bir işsizliği daha yaşıyor.

İşsizlik olarak algılanmayan bu durumu bu kadar ayrıntılı anlatma­mızın nedeni, sözleşm eli-ücretli öğretmenler üzerinden anlattığımız bu tablonun aslında önümüzdeki sürecin gençler açısından nasıl bi­çimlendirilmek istendiğinin de ö- nemli ipuçlarını vermesinden kay­naklanıyor.

90’laıdan beri oturtulmaya çalı­şılan ve özellikle AKP’nin temel a- dımlarmı hızla kurumsallaştırdığı bu yapı, neo-liberal ekonominin is­tediği çalışma şartlarını oluşturu­yor. İş güvencesinden yoksun, sos­yal tüm hakları tırpanlanmış ve ge­niş bir işsizler ordusunun sistemin devamının garantisi (yerini doldur­maya hazır binlerce işsiz adayının her an ensede hissedilen nefesinin yarattığı işsizlik korkusu) olduğu bu yapı yeni dönemin çalışma ko­şulları olarak hepimize dayatılmaya çalışılıyor. Üstte de söylediğimiz gibi AKP’nin çıkardığı-çıkarmaya çalıştığı birçok yasa, bir taraftan görece iş güvencesinin olduğu sos­yal devletin son kırıntılarını da tas­fiyeye dönükken diğer taraftan da bu yeni yapıyı kurumsallaştırıyor. Dikkat edelim yapılan birçok dü­zenlemede, bu yeni yasaların belirli bir yıl haddini dolduranları kapsa­madığı özenle vurgulanıyor. Bu du­rum ne yazık ki var olan haklara saygı gibi iyi niyetli bir amaçtan değil, tersine oluşabilecek güçlü tepkilerin yolunu işi sürece yayarak önleme kaygısından kaynaklanıyor.

Yani sistem, yeniden yapılandırma­sını belki biraz daha uzun, ama da­ha garantili bir yöntemle, eskileri mümkünse işten atarak, değilse er­ken emekliliği teşvik ederek ya da hiç olmadı emekliye ayrılmalarını bekleyerek fiili olarak tasfiye edi­yor. Gençlerin şimdiden yaşamaya başladığı çalışma koşuları ise aynı süreçte hızla kurumsallaştırılıyor. Milyonlarca işsiz ya da üstte anlat­tığımız biçimde görünmeyen bir iş­sizliği yaşayan genç, aslında önü­müzdeki sürecin çalışma koşulları­nı yaşamaya başladı diyebiliriz.

İşsizlik sorununu üniversite me­zunları açısından değerlendirirken elbette eğitim sisteminin, özelde ü- niversitelerin durumuyla ilgili de

bir değerlendirme yapmak kaçınıl­maz oluyor. Çün­kü sonuç olarak bu kesimi diğer işsizlerden ayıran önemli bir farklı­

lık var; yıllarca okullarda, sınavlar­da dirsek çürütmüşler, ama sonuçta iyi bir iş hayaliyle girdikleri üni­versitenin verdiği diplomanın bir kağıt parçası olmaktan öte bir an­lam taşımadığını görüyorlar. Hatta üniversite bitiyor, bu kez yok ya­bancı dil bilmiyorsun, bilgisayar bilmiyorsun, KPSS kursuna gitme­lisin, yüksek lisans yapmalısın diye ardı arkası kesilmeyen bir liste ön­lerine konuyor. Tabii bunların her birinin de milyarları bulan bir m ali­yeti var. Ama basit bir mantıkla bi­le en az 16 yıl süren bir eğitim sü­recinin sonunda neden iş bulama­dıkları sorulabilir ya da bu 16 yıl boyunca kendilerini eğittiği iddia e- dilen okulların aslında ne gibi bir işlev gördüğünün açıklaması iste­nebilir. Sanırız durumu açıklayacak şey daha çok ikinci soruda yanıt bu­luyor.

Bu durumu açıklamak için yine hafızalarımızı biraz zorlamak gere­kiyor sanırız. Zira son 5-6 yılı şöy­le bir hatırlayacak olursak, aslında eğitim sitemine dair oldukça önem­li değişimler yaşandı. İlk olarak bu süreçte okullardaki eğitim süreci­

26

Page 29: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 C|Oİ

nin uzatıldığını görüyoruz, önce il­köğretim 8 seneye çıkarıldı, ardın­dan liselerin 4 yıl olması zorunlulu­ğu getirildi. Bu iyi bi şey tabi(î). Bunun yanında geçtiğimiz mart a- yında birden bire 15 yeni üniversi­tenin kurulması kararı çıktı. Böyle- ce 1992’deki, benzer şekilde bir ge­cede 21 yeni üniversite ve 2 ileri teknoloji enstitüsü kurma kararı -ki adları tabela üniversitesi olmaktan öteye geçemedi- ve paralel işleyen bir süreçte vakıf üniversitesi kura­bilme izniyle birlikte, Türkiye 80 sonrası üçüncü büyük üniversite furyasını yaşamaya başladı. Yani gençler okumaya teşvik ediliyor(î).

Herhalde bu aysbergin buzulla­rın ışıltısıyla kaplı güzel yüzü, ama suyun derinliklerinde bırakalım bu eğitim atağı (!) için oluşturulmuş bir donanımın olup olmadığını, ter­sine her yıl eğitime ayrılan payın gittikçe düşürüldüğü bir tablo yatı­yor. Hızla sayısı artırılan üniversi­teler aslında hem kendi içlerinde hem de bölümler bazında ciddi bir kastlaşmanm içine sürüklenmiş du­rumda. Açık şekilde özel üniversi­teler ve belli başlı devlet üniversi­teleri sistemin devamı için gerekli az sayıdaki nitelikli iş gücünü üret­mek için ayrılmışken diğer üniver­siteler aslında var olan işsizliği en azından belli bir dönem için örtme işlevini görüyor. Aynı durum bö­lümler bazında da geçerli, özellikle sosyal bilimlere verilen destek sıfı­ra inmiş durumda, ancak birçok ü- niversitede on binlerce öğrenci bu bölümlerde eğitim görüyor. Bunun yanında hemen hemen her üniversi­tede bir edebiyat fakültesi ya da ha­len işsiz mezun sayısının 35 binin üzerinde olduğu bir ziraat ya da su ürünleri fakültesi bulmak mümkün. YoTun önceki sayılarında neo-libe- ral eğitim politikalarının amaçlarını ve üniversitelerde yarattığı tabloyu ayrıntılı biçimde anlattığımız için bu konuyu derinleştirmeyi gerekli görmüyoruz. (Sayı:8, Eşitlikçi Çağ Sona Erdi) Ancak üstte anlattıkları­mızı bütünlemek için vurgulanması gereken iki nokta var. Bunlardan il­ki devlet üniversitelerindeki bu tab­

lonun yanında-karşısında, devletin özel üniversitelere hayli cömert bir destek verdiğidir. Mesela devlet va­k ıf üniversitelerinin bütçesinin %45’ini karşılamayı kabul ediyor, bunun yanında oldukça değerli ara­zilerin bağışları hatta MEB Bakanı Hüseyin Çelik’in yoksul çocukları­nı devlet ödemesiyle özel liselerde okutma önerileri bu tablonun diğer parçasını oluşturuyor. İkinci olarak üniversiteler aynı zamanda sistem için önemli bir gelir kapısı oldu, Türkiye’ye özgü dev bir dershane piyasasının ÖSS sistemiyle sürük­lenmesi, her yıl ÖSS başvuruların­dan elde edilen gelirler vb’lerinin ötesinde üniversiteler piyasa kural­larına göre işleyen bir şirket olarak çalışıyor, bu sistemin geliri her aşa­mada öğrenciler üzerinden elde edi­liyor.

Son olarak üzerinde sadece li­beral kesimden sözler duymaya alı­şık olduğumuz bir konuya değin­mek istiyoruz: Beyin göçü. Kaçı­mız farkındayız, bilmiyoruz, ama son yıllarda, ailesinden maddi des­tek alabilecek durumda olan ya da bir şekilde aupair vb. yolları dene­meye cesareti olan pek çok genç kapağı yurt dışına atmaya çalışıyor. Üstteki tablo düşünüldüğünde as­lında çok da haksız görülemeyecek bu durum sessiz sedasız binlerce

gencin yurt dışında yaşamaya baş­lamasını getiriyor. Avrupa’nın pek çok ülkesinde gündemde olan göç­men yasaları düşünüldüğünde, be­yin göçünün neo-liberal paylaşımda gençlerin nitelikli, ama ucuz iş gü­cü kapısı olarak görüldüğünü anla­mak zor olmuyor.

Diplomalı işsizlik yakın zaman­da daha da büyüyen bir kesimin so­runu olacak gibi görünüyor. Uzun yıllar “okusun, adam olsun” diye bel bağlanan eğitimin, artık hayal­lere bir karşılık üretmediği açık, ü- niversite duvarları artık hem içinde hem de dışında büyüyen yoksullu­ğun karşısında durmaya yetmiyor. Henüz çok ufak olsa da bu konuda başlayan kıpırdanışları görmek ge­rekli. Bu adımları gerçekleştirenle- rin birçoğu öğrencilik yıllarında devrimci harekete oldukça uzak durmuş insanlardan da oluşuyor, ancak sanırız herkesin hayatında trajikomik öykülere varan gerçek­lik, üniversite içinde uzak durulan- ları hayatta yakın hale getiriyor. El­bette bizlerin durumu bunun ötesin­de kavraması lazım, çünkü yıllardır faaliyet yürüttüğümüz üniversitele­rin duvarlarının nerede yıkılmaya başladığı, üstüne en çok bizim kafa yormamız gereken noktayı oluştu­ruyor.

27

Page 30: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

La t ín A m e r ík a ç i kar m a s ifîyşe Tcmsever

Latin Am erika'nın bir avuç finans kapitali yıllardır ABD ile serbest ticare t antlaş­ması imzalama mücadelesi verm ektedirler. Ancak daha orta burjuva dediklerim iz ise buna karşı Latin Am erika'yı AB ile bir b irlikte lik içine sokm ak istem ektedirler. Ancak AB liderleri ile yapılan zirve neo-liberal politikaların artık başkalarına sunu­

lm ayacağ ın ı, yabancı yatırım gelir diye ülkelerin kandırılm ayacağım gösterdi.

Mayıs ayı ortasında Batı basını­nın gözlerden uzak tutmaya, önem­siz gibi göstermeye çalıştığı, oysa yoksul Latin Amerika ülkeleri ve merkez ülkeleri güçler dengesi açı­sından önemli bir zirve yaşandı. Zir­venin sonucu Ortadoğu’ya da yayıl­dı. Latin Amerika ve Avrupa Birliği ülke liderleri Viyana’da bir araya geldiler. Dördüncüsü gerçekleştiri­len bu zirvenin amacı Latin Amerika ülkeleri ile AB arasında ortak bir pa­zar kurmaktı.

Latin Amerika’nın bir avuç fı- nans kapitali yıllardır ABD ile ser­best ticaret antlaşması imzalama mü­cadelesi vermektedirler. Ancak daha orta burjuva dediklerimiz ise buna karşı Latin Amerika’yı AB ile bir birliktelik içine sokmak istemekte­dirler. AB ile yapılacak bir birlikte­lik ABD ile yapılacaktan daha bir az zalim olacaktır. Bu aslında dizginsiz bir sömürü yerine daha “adil” bir sö­mürü anlamına gelecektir. Latin A- merika halkları açısından ABD’nin serbest pazarı kurma baskılarına kar­şı durmak bir dövüş haline gelmişti.

Geçtiğimiz yaz aylarında Arjan­tin ’de yapılan toplantıda yoksul halklar Amerikan serbest pazarına karşı büyük gösteriler düzenlediler. Ve burada gerçekleştirilen protesto­larla bu pazar suya düşmüştü. Sade­ce birkaç gerici ülkenin ABD ile iki­li anlaşması bazında kaldı ve ABD’nin tüm baskılarına karşılık yayılamadı. Bu toplantıda Chavez bir kahraman olarak ortaya çıkmıştı. Ancak Latin burjuvaları AB ile yapı­

lacak bir pazar için çalışmaları sür­dürdüler. İşte Viyana’da yapılan son zirve bu konuda çok önemli bir an­lam taşıyordu.

Zirve öncesi hazırlıklarABD ve emperyalizme karşı yıl­

ların kahraman karşı durucusu Küba ve lideri Castro’ya son yıllarda Ve­nezüella lideri Chavez katıldı. Bu yıl başında da ekibin sayısı Bolivya li­deri Evo Morales ile üçe çıktı. “Ka- rayip Korsanları” denilen üçlü arala­rında yeni bir pazarın adımlarını at­tılar. Chavez’in önerisi olan ALBA anlaşmasını imzaladılar. Bu yeni model ne artık gerçekleşmesi imkan­sız olan Amerikan serbest pazarı idi ne de AB ile daha “adil” olacağı söy­lenen kapitalist bir ekonomik birlik­tir. Sosyalist bir “eşitlik” ilkesine dayalı sömürünün olmadığı bir pazar modelidir. Neo-liberal politikalara karşı, devletçiliğin ağır bastığı, ulu­sal yeraltı ve üstü kaynaklarının Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ)sömürüsü- ne karşı korunduğu bir modeldir. Bu çerçevede her ülke diğerini sömür­meden, karşısındakinin çıkarını ko­ruduğu, yardımlaşma bazından, bir­birini ezmeyen yok etmeyen, bir bir­liktelik örneği oldu.

ALBA kurucuları bu kurdukları çekirdeğe diğer ülkeleri de çeşitli şe­killerde katmaya çalışıyorlar. Ana halkanın en yakınında Brezilya ve Arjantin durmaktadır. Bilindiği gibi bu ülkeler de neo-liberal politikala­rın en acımasızını yaşamış ve fınans kapital sömürüsüne karşı durmaya

çalışan ülkelerdir. Bu dış çemberin etrafında da çekirdeğe doğru yakın­laşma umutları olan ülkeler Peru, Ekvador bulunmaktadır. Kuzeyde Nikaragua bu çembere katılmak için elli kulağındadır. Sandinistlerin tek­rar iktidara gelmesi ile bu gerçekle­şebilecektir. Hatta yakındaki son se­çimlerde Meksika bile bu halkaya katılabilir. Eğer ABD baskısının itil­mesi başarılabilirse ya da çekirdek güç olduğu oranda da bölgedeki da­ha gerici rejimler bile geri adım at­mak zorunda kalabilirler. Bunu sağ­lamak için Chavez bölgenin en geri­ci rejimi, hatta Latin Amerika İsrail’i denilen Kolombiya lideri ile bile i- lişkiler geliştirmekte, bu ülkenin temsil ettiği ABD çıkarları kuşatıl­maya çalışılmaktadır.

Castro, Chavez ve şimdi de Mo­rales sık sık bir araya gelerek güçlü bir ortak dövüş vermenin anlaşmala­rını yapmakta, kararlar almaktadır­lar. Sonuçta şimdi ortada 3 tür pazar modeli vardır. Chavez’in tabiri ile artık tarihe gömülen Amerikan ser­best pazarı, AB ile yapılabilecek yer­li burjuvaların istediği bir ekonomik pazar ve şimdi bu çekirdeğin ileri sürdüğü ve örgütlemeye çalıştığı ALBA pazarı. Elbette bu ülkelerin kendi aralarında kurdukları Merco- sur ya da Ant anlaşmaları gibi çeşitli ekonomik, politik birliktelikleri var­dır. Ama bizim sözünü ettiğimiz merkez ülkelerle planlanan birlikte­liktir.

Evo Morales, Castro ve Chavez ile görüşmesinin hemen arkasından

28

Page 31: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ

Zirve Latin Amerika ülkeleri açısından başarılı bir zirve olarak değerlen­dirilmelidir. İçlerinde sosyalist yolda olduklarım söyleyen, millileştirme­ler yapan bu radikal ülkelerle bir bütün olarak durdular. Millileştirme

eylemlerine karşı saldırıyı püskürttüler. O rtak kalmayı başardılar.

1 Mayıs günü ülke doğalgazmı milli­leştirdiğini açıkladı. Doğalgazı çıka­ran ÇUŞ’ları 180 gün içinde yeni an­laşma yapmaya çağırdı. Yoksa onları ülkesinden atacağını açıkladı. Ulusal zenginlikleri çevre koruma koşulla­rına göre işletmeyen, fahiş karlar al­mayı sürdüren, makul bir kar aldık­tan sonra gerisini vermeyen şirketle­ri kovacak. Chavez de millileştirme­ler yaptı. ÇUŞ karlarını kısıtladı. Hala onlara belirli şekillerde baskı altında tutuyor. A- ma Venezüella petrol zengini ül­ke. Dünyanın be­şinci büyük petrol ülkesi. Finansal gücü var.

Oysa Bolivya Latin Amerika’nın en yoksul ülkelerinden biridir. Ve fi- nans kapital dayatmasına karşı da­yanma olanağı az olan bir ülkedir. Şimdi arkasında bu iki ülke ile böyle bir yola çıkmaktadır. Tüm Latin A- merika ülkelerinin desteğine ihtiyaç duyacaktır. Hele hele millileştirece­ğini söylediği gaz şirketlerinden biri komşusu Brezilya’nın yarısı devletin olan Petrobras’dir. Böyle bir karar Latin Amerika’da kurulmak istenen ALBA birlikteliğine bile darbe aldır- tabilir. Çok sıkı durulması gerekli­dir. ABD her an bu kararın karşısın­da olmadık şeyler yapabilir.

Ancak daha da önemlisi Viya­na’da yapılacak AB ile Latin Ameri­ka ülke liderleri zirvesi vardır. AB i- le ekonomik birliğe bel bağlayan burjuvalar tarafından da kullanılabi­lir. Böyle bir millileştirme geçmişi olan Latin Amerika ülkeleri AB fi- nans kapitali ile nasıl anlaşacaklar­dır? Bu anlamda bu millileştirme ka­rarının momenti de çok açıdan ö- nemlidir. Tüm Latin Amerika’yı par­çalayabilir.

Sonuçta Latin Amerika ülkeleri bu son zirveye yalnız Amerikan pa­zarını tarihe gömmüş olarak değil, aynı zamanda arkalarında AB ile ya­pılması olası bir ekonomik pazara alternatif bir model sunan ALBA ile geliyorlardı. ALBA dışındaki ülkeler her ne kadar bu yeni modele soru i­

şareti ile baksalar bile elbette pazar­lık güçlerini artırıcı bir olay olarak da değerlendirmek istiyorlardı.

AB ise kendi açısından Latin A- merika ülkeleriyle böyle bir pazar peşindeydi. Latin Amerika ülkeleri­nin ABD’nin serbest pazar koşulları­na direndikçe bıyık altından güler ve el altından desteklerdi. ABD’nin ha­kim olmadığı bir pazar ile Latin A- merika’yı sömürme hayalleri kurar­dı. Ancak şimdi ALBA gibi bir ör­gütlenmesi olan, millileştirmelere kendisini kapamamış ve bu “tehlike­nin” giderek tüm kıtayı kaplama eği­limi olan bir Latin Amerika ile nasıl bir ekonomik birlik yapabilirdi. ABD’ye karşı kendini Kaf Dağı’nda gören AB şimdi ALBA’sı olan bir kı­ta korkusu ile karşı karşıyaydı.

ZirveBildiğimiz gibi AB ülkelerinde

bile neo-liberal politikalara karşı yükselen bir halk hareketi var. Özel­leştirmeye kimsenin bel bağladığı yok. Hatta karşılık giderek yükseli­yor. Buna rağmen AB liderleri özel­leştirme, serbest pazar ve demokrasi övgüleri yapmaktan başka bir şey bi­lemediler. AB başkanlığını yürüten Avusturya başbakanı millileştirmele­rin güven ortamını zedeleyerek ya­bancı yatırımları kaçıracağını, asıl kalkınmanın açık ekonomilerde ya­şandığının kanıtlandığını kısık sesle söyledi. Blair de hiç utanmadan pet­

rol ve doğalgazın tüm halkların ol­duğunun bilinci ve bunun doğurduğu sorumluk ile hareket edilmesi gerek­tiğini söyleyerek Chavez ve Mora­les’i sorumlu davranmaya çağırdı. Kendi BP ve Shell Terinin petrol ü- zerindeki iktidarlarında ne kadar so­rumlu davrandıkları sorulsa herhalde bir yanıt veremezdi.

Ancak Latin Amerika ülkeleri i- çinde gericiliği örgütleme çabasını da elden bırakmadılar. Chavez, Cast­ro ve Morales politikalarına karşı Meksika gerici lideri Fox’u öne çı­kartmaya çalıştılar. Finans kapitalin ünlü gazetesi Financial Times Fox i- le yaptığı bir söyleşiyi baş haber ola­rak verdi. Fox bu liderleri popülist olmakla suçladı ve popülizmin halk­ların kurtuluşu olmadığının kanıtlan­dığını söyledi. Yani nco-liberal poli­tikalar ile gelecek refah için başta biraz halkın canının acıtılması gere­kiyormuş. O biraz can acıtmaların ne olduğunu Latin Amerika halkları ar­tık çok iyi biliyorlar. Elbette Fox’u, Castro bir yana Chavez karşısında bir kahraman yapmaya güçleri yet­mezdi. Ama başarısız bir deneme de yaptılar.

AB bir de Bolivya ile Brezil­ya’nın arasını açmaya çalıştı. Belki Brezilya’nın Petrobras’mdan kalka­rak AB petrol şirketleri de bir cephe oluşturabilirlerdi. Morales bu hassas konuda biraz geri adım attı. Petrob- ras’m 2.5 milyar dolarlık yatırımı i-

29

Page 32: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

H ° l MAYIS'HAZİRAN 2006

çin bir şeyler ödenebileceğini söyle­di. Lula’nm da7zaten karşı cepheden umudu yoktu. O îıer ne kadar iç po­litikada neo-liberal politikalar yürüt- se bile dış politikada Chavez ve Castro cephesinde kalmanın daha uygun olduğunu düşünmektedir. Ar­kasına Bolivya’daki petrol şirketleri­ni alarak bir yerlere varacağı düşün­cesini taşımıyordu. Açıkçası ALBA dış halkasında olan ülke burjuvaları açısından bile AB büyük bir çekici­lik taşımaz hale geldi artık. Onlar Dünya Ticaret Örgütü’nün Doha top­lantılarında bu merkezlerin niyetleri­ni görmüşlerdir. Ya da onlar da AL­BA korkusu ile merkez ülkelerle da­ha uygun koşullarda pazarlık edile­bileceğini görüyorlardı. O nedenle Brezilya ve Bolivya’nın arası açıl­madı. Olay Latin Amerika’yı böle­cek bir boyuta yükselmedi.

Zirveden bir sonuç çıktı mı? Ka­muya yansıyan bir açıklama yapıl­madı. Kendi aralarında bir kararlar aldılarsa bile bu yayınlanmadı. Şim­

di ki toplantılarda artık bu tür şeyler olağan oldu. Bir olumluluk oldu mu bağırılıyor. Basın toplantıları yapılı­yor, Ama bir şey yoksa biz bir şey yapamadık, diye açıklamıyorlar.

Zirve Latin Amerika ülkeleri açı­sından başarılı bir zirve olarak de­ğerlendirilmelidir. İçlerinde sosya­list yolda olduklarını söyleyen, mil­lileştirmeler yapan bu radikal ülke­lerle bir bütün olarak durdular. Mil­lileştirme eylemlerine karşı saldırıyı püskürttüler. Ortak kalmayı başardı­lar.

Zirve neo-liberal politikaların ar­tık başkalarına sunulamayacağım, ya­bancı yatırım gelir diye ülkelerin kandırılmayacağım gösterdi. Latin Amerika ülkeleri de aralarındaki AL­BA ülkelerinin yeni millileştirmeleri­nin arkasında durdular. Böylece saf­lar daha keskinleşmiş olarak ayrıldı­lar. Elbette bu Latin Amerika’da yeni millileştirmeler yapmayı yüreklendi­rici bir sonuç doğuracaktır.

C havez göste ris iZirve başka şekillerde de Vene­

züella tarafından değerlendirilmeye çalışıldı. Chavez yaptığı iki ayrı top­lantı ile ilerici güçleri çeşitli şekil­lerde örgütlemeye çalıştı. Bu toplan­tıları biraz daha ayrıntılı vermek ge­rekmektedir. Zirve, bikini giymiş çevreci gösterici ile magazin haberi haline sokulmaya çalışılsa bile Cha­vez, Viyana’da yankıları Avusturya sınırlarını aşan bir konuşma yaptı. Arkasından bir benzerini Londra’da gerçekleştirdi.

Chavez, Viyana’da zirve nede­niyle Batı liderlerini protestoya ge­len AB ülkeleri sosyal forumculaıı ve sol güçlerine seslendi. Chavez’in saat 18.00’de konuşma yapacağını duyan sol güçler erkenden toplantı salonunu doldurmaya başladılar. Chavez saat 22.00’de konuşmaya başladığında salon hınca hınç dol­muştu. Dışarıda kalan 5000 kişinin görebilmesi için kameralar yerleşti­

rildi.

Chavez, ülkesinde 21 .yy sosyalizmini kurmaya çalışmasını,"biz tarih yazıyoruz" diye bağlayarak gençlerin yakından izlediği

Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" teorisine saldırdı. "Tarih budur" dedi. AB gençlerini bu tarihi yazmaya çağırdı.

Chavez, kızıl bayrakların sık sık sallandığı ve so­nunda enternasyo­nalin hep bir ağız­dan söylendiği iki

saat süren konuşmasında bir çok ko­nuya değindi. Asıl olarak gençleri hedef almıştı. Ülkesinde 21.yy sos­yalizmini kurmaya çalışmasını, “biz tarih yazıyoruz” diye bağlayarak gençlerin yakından izlediği Fukuya- ma’nın “Tarihin Sonu” teorisine sal­dırdı. “Tarih budur” dedi. AB genç­lerini bu tarihi yazmaya çağırdı. Em­peryalizmin çevreyi kirleterek dün­yamızı tahrip ettiğini söyledi. Ka­dınların emperyalizmde parçalandığı ve sömürülerinin devam ettiğini dile getirdi. Amacı çevreci hareketten ka­dın hareketine hepsini anti-emperya- list potada birleştirmekti.

Gençlerin her birini Che gibi mücadele vermeye çağırdı. Rosa Lu- xemburg’un “insanlığın önünde sos­yalizm ya da barbarlık gibi iki seçe­nek vardır” sözünü hatırlattı. Böyle­ce anti-kapitalist ve anti-emperyalist

50

Page 33: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYI S ' HAZİRAN 2006 CJOİ

güçleri arkasına aldı.

“Artık 50 yaşındayım. Benim neslim her gününü, her saatini ve da­kikasını yoksulluktan, adaletsizlik­ten, eşitsizlikten arınmış daha iyi bir dünya için harcamalıdır. Bu dünya sosyalizmdir. Bir tek gençliğin dev­rim yapmak için enerjisi ve isteği vardır. Dünyayı kurtarmak için birle- şelim. Hep birlikte bunu başarabili­riz” dedi. (www.venezuelanalysis. com)

Chavez, bu arada halkları da u- nutmadı. Aynı yoksul ABD vatan­daşlarına yaptığı gibi yoksul AB va­tandaşlarına da ucuz petrol verecek­lerini söyledi. Onları da “Venezüel­la’dan ellerinizi çekin” ya da “Vene­züella’ya dokunmayın!” kampanya­sına katmaya çalıştı.

Chavez, daha sonra Londra’ya uçtu. Ama Şubat ayı içinde “ABD’nin bir pençesi” dediği Blair’i ziyaret etmedi. Londra Belediye Baş- kam’nın özel davetlisi olarak sendi­kacı, ilerici milletvekillerinin olduğu 800 kişilik bir topluluğa 3 saat ko­nuştu. Bu konuşmada hedefi Bush ol­du. Onun uluslararası suç mahkeme­sinin katil olarak, jenosit yapan biri olarak yargılaması gerektiğini söyle­di. Böylece ABD’yi direkt olarak karşısına bir kez daha aldı.

ABD ve İngiltere’nin Irak’taki gibi bir ittifakı bu kez İran karşısın­da kurmalarını engellemek için İran yanlısı açıklamalarda bulundu. Her ülkenin nükleer enerji geliştirmesi­nin uluslararası bir hak olduğunu ve bunun engellenemeyeceğini söyle­yerek İran’ın arkasına geçti. Bu ül­kenin nükleer silah yapmak niyetin­de olmadığına inandığını açıklaya­rak eğer İran’a saldırırlarsa İngiliz orta sınıfının petrol fiyatlarının 100 dolara çıkma olasılığı nedeniyle ara­balarını garajlarında bırakmak zo­runda kalabileceklerini söyledi. Ay­rıca bir tehdit yaptı. Eğer İran'a sal­dırırlarsa ABD’ye petrol verme ko­nusunu düşünebileceklerini söyledi. Yani eğer İran’a saldırılırsa ABD'ye bu kez Venezüella ambargo koyabi­lecekti. Bütün bu nedenlerle yoksul halkları İran’a olası bir saldırıya kar­

şı halkları birleşmeye ve ülkelerinin bu politikalarına karşı koymaya ça­ğırdı.

“Biz sosyalistiz. Bu ruhumuzdan geliyor. Sevmeyen sosyalist olamaz. Emperyalizm son günlerini yaşıyor. Senden korkmuyoruz kağıttan kap­lan” (ay) diye sözlerini bağladı. Cha­vez, sanki Blair’e karşı bir muhalefe­ti bizzat onun ülkesinde örgütlemeye çalışıyordu. İlerici İngiliz güçlerine cesaret vermeye çalışıyordu. Bir ka­pitalist merkez ülkenin sınırları için­de bir Üçüncü Dünya Ülkesinin böy­le konuşması elbette çok çarpıcı ve yüreklendirici bir olgu olsa idi.

Sonuçta Chavez aslında Latin A- merika ve AB liderleri zirvesini ba­hane ederek AB ülkelerine bir çıkart­ma yapıyordu. AB ülkeleri içindeki ilerici güçlere kendi ülkesini tanıt­mak, orada yaptıklarını kabul ettirip onları yanma çekme savaşı verdi. Londra’dan sonraki konağı Afri­ka’nın kuzeyinde Cezayir ve Lib­ya’dır.

SonuçBu zirveden AB şaşkın olarak çık­

mıştır. Bir hafta önce AB. ABD başkan yardımcısı Dick'Cheney’in tehditleri i- le yüz yüzeydi. İran konusunda kendi­lerine destek olmazlar, Rusya petrolü­ne bel bağlarlar ve onunla iyi ilişkiler

içine girerlerse AB’yi “eski” ve “yeni” olarak böleceklerdir. Eski Yugoslavya ülkelerinden de bir ateş yakabilirlerdi. ABD bu tehditlerle AB’yi kendi gerici politikalarının peşine takmaya çalış­mıştı.

Şimdi ise Latin Amerika ülkeleri, Chavez ve Morales ile sosyalizm, mil­lileştirmeler tehdidi ile gelmişti. Ne yapacaklardı? Şaşkındılar. ABD bu gel-gitli ittifakını iki atakla daha kendi yanında tutmanın son çırpınışlarını yaptı.

Chavez’e mutlaka ders verilmeliy­di. Bush ile ilgili bu sözleri yutulur cinsten değildi. Onun için hemen zirve sonrası Venezüella’ya silah ambargosu konulduğu açıklandı. Elbette bu ülkede bulunan F-16’ların kullanılmasını etki­leyecektir. Ama Venezüella zaten çok­tandır ABD silahı almıyor. Rusya ve İspanya’dan aldığı silahlar konusunda da ABD zaten çok gürültü koparmıştı. Sonuçta hem ambargolar dönemi geç­miştir, günümüzde bunların bir işlevi kalmamıştır, hem de Venezüella ABD silahlarına muhtaç değildir. Ellerindeki F-16’ları da İran gibi bir ülkeye satabi­lecekleri üst yetkililer tarafından açık­landı. İran da zaten bunlann yedek par- çasızlığmdan yakınmaktadır.

ABD gene aynı gün ikinci bir karar aldı. Chavez öncesi Libya’ya yıllar önce koyduğu ambargoyu kaldırdı. Sanki

51

Page 34: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006

Kaddafı’nin Chavez ile anlaşmasının ze­minini bozmaya çalışıyor. Bir uzlaşma yapmalarını kendince engellemeye ça­lıştı. Bilindiği gibi bir zamanlar Kaddafı de Chavez gibi anti-emperyalist müca­dele vermişti. Ve belki ortak yığınla şey bulabilirlerdi. Bu ortaklık konusuna, ABD kendine düşen kısmını kaldırıp a- ralanna bir engel koymaya çalıştı.

Zirvenin hemen ertesi günü Latin Amerika ülkesi Ekvador, ABD petrol şirketi Occidental’in mal varlığının millileştirilmesi doğrultusunda karar aldı. Ekvador da zirveden yüreklen­mişti. ABD bu işe hemen tepki göster­di ve Ekvador’u ser­best pazar anlaşmasın­dan çıkardığını açıkla­dı. Halklar herhalde bu karara en az millileştir­me kadar sevinmişler­dir. ABD artık kendi kendinin altını kaz­maktan başka bir şey yapmıyor.

Sonucu AB ülkele­ri açısından da değer­lendirmek istersek bir korku denilebi­lir. Ama acaba Dick Cheney korkusu mu, yoksa Chavez’in kişiliğinde so­mutlaşan başka bir korku mu?

AB zirvede Latin Amerika’nın yü­rüttüğü yeni politikalara, millileştirme­lere, neo-liberalizm karşıtı politikalara alternatif getiremedi. Bu politikalara getirilen itirazları çürütemedi. Bu kar­şısında gördüğü yükselen güce karşı ABD’nin sonradan aldığı kararın pek bir önemi yoktu.

Hangi korkunun daha baskın gel­diğini İran konusundaki yeni öneri or­taya koymaktadır. Belki İran sorunu­nun Latin Amerika zirvesi ile doğrudan bir ilişkisi yoktur, ama elbetteki dünya güçler dengesi açısından önemlidir. Gerek Chavez’in İran’a saldırılırsa

ABD’ye petrol satışını gözden geçire­bileceklerini söylemesi ve gerekse La­tin Amerika’da yükselen sosyalist ha­vaya karşı durma gücünü ABD’de gör­

medikleri için ve Rusya vs. gibi çeşitli başka faktörlerin etkisiyle olsa gerek İ- ran’a yeni bir barış dalı uzattılar.

Bu barış dalı özünde eski AB üçlü­sünün önerisinden farklı değildir. Nük­leer araştırmaları durdurma koşulunda en son teknik nükleer teknoloji verebi­leceklerini açıkladılar. Oysa Ahmedine- cat ve diğer İran yetkilileri hiçbir gücün kendilerini nükleer araştırma yapmak­tan alıkoyamayacağını açıklamışlardır. “Biz altınımızı verip şeker almayız” de­diler. Ama bu yazıda bizi ilgilendiren kısmı Latin Amerika zirvesinin üstlerin­de bıraktığı etki arkasından İran politi­kasında bir kez daha geri adım atıp ABD saflarından kopmalarıdır.

AB şu anda yükselen Latin Ameri­ka halkları dalgasının ve ona bağlı ola­rak etkilenen Üçüncü Dünya Ülkeleri gücünü görmektedir. Bu güç karşısında ABD’nin bir başarı sağlayamayacağını kavramaktadır. Bu nedenle de saflarını ABD yanlarından karşıya doğru taşı­maktadırlar. Chavez’in İran’a savaş a- çılması durumunda ABD’ye petrol am­bargosunu düşünebilme önerisi AB fı- nans kapitalinin kara düşü olmaktadır. Hele millileştirmeler karşısında bu zir­vede bir başarı kazanamamalan, Latin Amerika ülkelerini kendilerine bağla- yamamaları onları dünyanın başka bir noktasında daha ılımlı olmaya zorla­maktadır.

ABD gücünün bu yükselen yeni halk hareketini bastırabilme gücüne en yakın dostlarının bile güveni yoktur.

Yangından kaçmaya çalışmaktadırlar. Zirve yalnız Latin Amerika halklarının başarısını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bunun dünyayı bile sarmaladı­ğını ortaya koyan bir anlam taşıyor. Bu so­nuçlar üzerinden önü­müzdeki günlerde AL- BA çevresinde örgütle­nen ülkelerin artacağını ve anti-emperyalist ve

kapitalist politikalara karşı halk hare­ketlerinin yükseleceğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır.

17.05.06

Zirvenin hemen ertesi günü Latin Amerika üikesi Ekvador, ABD petrol şirketi Occidentai'in mal

varlığının millileştirilmesi doğrultusunda karar aldı. Ekvador da zirveden yüreklenmişti. ABD bu işe

hemen tepki gösterdi ve Ekvador'u serbest pazar anlaşmasından çıkardığını açıkladı. Halklar herhal­de bu karara en az millileştirme kadar sevinmişler­

dir. ABD artık kendi kendinin altım kazmaktan başka bir şey yapmıyor.

52

Page 35: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

İRAN VE GÜÇLER DENGESİNDEKİ

SON GELİŞMELER

Ryşe Tcınsever

ABD Irak'a girerken aslında bölgeyi hedefliyordu. Irak'ın işgali b ittik ten sonra İ- ran'a saldırılacaktı. Böylece Irak petrollerini denetim ine aldıktan sonra İran petro l­lerine sahip çıkacak ve dolaylı olarak tüm bölge petrolü üstünde denetim in i artı­racaktı. Matta şim diye kadar denetlediğ i 5uudi petrollerin i de avucunun içine ala­

caktı. Bu nedenle Suudi Arabistan'daki üslerini bile terk etm işti.

ABD öyle bir batağın içine girdi ki nasıl çıkacağını bilmiyor. Birbirini kesen, birbirine karşı çeşitli politika­lar yürütüyor. Son günlerde bu politi­kaların hepsini birden Irak’taki hükü­met kurma çalışmaları ve İran olayla­rı nedeniyle devreye soktu. Taktik a- landa yeni bazı değişiklikler yaptı. Bunları biraz daha ayrıntılı işlemek son günlerde birbirinden kopuk gibi görünen dünya olaylarını anlamak a- çısmdan önemlidir.

Uzun savaşPentagon olağan 4 aylık ulusal

güvenlik raporunu yayınladı. Burada güvenlik sorununun uzun bir savaşı gerektirdiği açıklandı. Uluslararası terör henüz denetim altına alınma­mıştı. Ayrıca da Çin ABD’nin önünde karşısına çıkacak bir rakip olarak çi­ziliyordu.

Sanki bu raporu desteklercesine birkaç gün sonra Usame bin Ladin’in sesi El Cezire televizyonundan du­yuldu. ABD bölgede yenilme doğrul­tusundadır ve cihat güçleri başarı ka­zanıyordu. Ayrıca tüm Müslümanlar, Batı güçleriyle dövüşe omuz vermeye çağırılıyordu. Filistin’de Hamas’ın zaferi övülüyordu. Sudan’da devlet güçlerine destek verilmesi çağrısı ya­pılıyordu.

Usame bin Ladin gene açıklama­larıyla Bush yönetiminin yeni strate­jik raporuna yardımlarda bulunuyor­du. Uzun savaşın altını dolduruyordu.

ABD’nin kendisine düşman yaratma yalanlarına hizmet veriyordu. Ve de Hamas ve Sudan bu saflara çekiliyor­du. Hemen Hamas ve Sudan devleti bu örgüt ile hiçbir ilgileri olmadığını, hatta birçok konuda ters düştüklerini açıklayarak karşı çıktılar.

ABD’nin uluslararası terör ve yoksul halklar direnişini birbirine bağlaması aslında kendisi açısından tehlikeli bir politikadır. Eğer iki kav­ram yoksul halklarda yer edecek olur­sa ABD politikalarının altı daha fazla kazınacaktır. Özellikle Ortadoğu ge­rici rejimleri böyle bir bağlantıdan korkmaktadırlar. Onlar hala terör ile halkları birbirinden ayırmaya çalışı­yorlar. Uluslararası zeminde de Ha­mas ile açıktan görüşmektedirler. Hatta Hamas’a Arap ülkeleri yardım yapma kararı aldılar. Hamas liderleri Türkiye ve Rus liderleri ile görüştü­ler. Bütün bu gelişmeler ışığında, ABD istediği kadar Usame bin Ladin açıklamaları ile bunları engellemeye çalışsın artık bir başarı sağlayama­maktadır. Usame bin Ladin’in bayra­ğını çektiği uluslararası terörizm po­litikası can çekişmektedir. Ne Rusya Çeçen sorunu nedeniyle, ne Çin Tibet ve Uygur Türkleri nedeniyle bu konu­da ABD ile uzlaşmaktadırlar. Son o- larak bu kervana Türkiye de katıldı. PKK’nin uluslararası terörist ilan e- dilmesi konusunda ABD ile ayrı kul­vara düştük. Yani artık bu kavram, U- same bin Ladin ile özdeşleşen bu

kavram ABD politikasına hizmet et­meyen, ülkeleri yanma değil, karşısı­na alan bir işlev görmeye başladı. A- ma ABD’nin zaman zaman bunu kul­lanmaktan başka çaresi yoktur.

Usame bin Ladin’in açıklamaları­nın inandırıcılığını artırmak istercesi­ne Ladin bandının hemen arkasından Mısır’ın turistik kendi Dahap’ta bir dizi intihar eylemleri yaşandı. 20’ye yakın turist öldü. Artık bu tür olayla­rın arkasında ABD parmağı olduğu herkes tarafından bilinir duruma gel­di. AB bile bu kuşkulu durumların ar­kasında çok fazla durmaktan kaçını­yor. Batı basını bile sıradan olay gibi yayınladı ve konu unutuldu gitti.

İster inandırıcı olsun ister olma­sın bu olayların ana amacı şudur: ABD, Ortadoğu ve dünya halklarına şu mesajı vermek ister. ABD uzun bir savaşa hazırdır. Bölgeden hemen çık­maya niyetli değildir. El Kaide var ol­duğu için onun da burada var oluş ne­deni hazırdır. Böylece destek güçleri­ni belki de rahatlatmak istemektedir. Uluslararası terör sürmektedir, öyley­se bölgedeki Amerikan varlığı da sü­recektir. Ve ABD bölgede uzun bir sa­vaşa hazırdır. ABD bölgeden çekile­cek diye “dostlar” değil, düşmanlar korksun. ABD bu açıklamaları ile bölgede savaşa devam edeceğini a- çıklamış olmaktadır. Uluslararası te­rörizm politikası her ne kadar yıpran- sa da yine kullanılacaktır.

Page 36: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

q O İ MAYIS'HAZİRAN 2006

Zerkavi o rtaya çıktıIrak’ta El Kaide yoktu. Ama Irak

Savaşı’nda durum iyi gitmeyince U- same bin Ladin’in Irak uzantısı oldu­ğu söylenen bir Zerkavi çıktı. Yukarı­da sözünü ettiğimiz bin Ladin ban­dından bir gün sonra Zerkavi’nin ko­nuştuğu bir video kaydı El Cezire te­levizyonu tarafından yayınlandı. Vi­deo yayınının ikinci zamanlama il­ginçliği vardı. Yeni seçilen Irak baş­bakanı Maliki’nin halka seslenmesi i- le hemen hemen aynı anlarda Irak halkına sunuldu. Irak halkı Maliki’ye mi, yoksa Zerkavi’yi mi izlesin, şa­şırdı. Zerkavi, Amman’da bir lüks o- telde patlayan ve 60 Sünni’nin ölü­müne yol açan olaydan sonra iyice gözden düşmüştü. Sesi soluğu duyul­maz olmuştu. Şimdi tekrar ortaya çı­kışı arkasındaki gücün çaresizliğinin işaretiydi.

Zerkavi, video görüntüsünde yeni kurulacak Irak hükümetini “İslam dünyasının kalbine vurulmuş bir han­çer” olarak değerlendirdikten, kurula­cak hükümeti ABD’nin kukla hükü­meti ilan ettikten sonra tüm Sünnile- ri, işgal güçlerine karşı savaşmaya çağırdı. Zerkavi’nin açıklamaları na­sıl değerlendirilmelidir?

ABD birleştirmek istediği güçlere karşı bir güç de yaratır. Ya ulusal bir­lik hükümeti içinde bir araya geline­cektir ya da karşıda düşman oluna­caktır. Arası olamaz. Eğer ki Şiiler

hükümete Sünnileri almazlarsa karşı­larında Zerkavi olacaktır. Ülke Sünni, Şii çatışmasına girecektir. Hükümete onları almamak iç savaşı desteklemek demektir. Öte taraftan ABD’de tepe­nin istediği gibi şekillenmesi için var gücü ile baskı yapacaktır. Şimdi hü­kümet kurma çalışmalarında yaşa­nanlar tam da böyledir. ABD müthiş bir baskı mekanizması kurmuştur. Farklı birçok gücü kendi potasında birleştirmek istemektedir. Zerkavi dıştan bir abluka yapmaktır.

Ayrıca bir de şu gerçeği unutma­mak gerekir. Şimdi istifa eden Caferi, Mukteda al Sadr güçlerinin desteği i- le başbakan adayı olmuştu. Bu neden­le de kendisine karşı çıkıldı. Maliki de Caferi’nin sağ koludur. Belki de Zerkavi ile Maliki’ye şöyle bir mesaj­da verilmek istenmektedir. Eğer ki o da Mukteda al Sadr güçlerine güvenir ve onları iktidara getirirse Zerkavi kozu mutlaka kullanılacaktır. Zerkavi güçleri al Sadr milislerine karşı dövü­şeceklerdir. Zerkavi, Maliki’nin kula­ğını bükmektedir.

Sonuçta Zerkavi görüntüleri as­lında ABD’nin Irak içinde iktidar ola­madığının ve böyle karanlık güçlerle bir şeyler başarmaya çalıştığını gös­termektedir. Oysa Zerkavi’nin Irak halkları içinde pek bir tabanı yoktur. Sünni direnişçiler ABD ile yaptıkları pazarlıklarda istenirse Zerkavi güçle­rini birkaç gün içinde ülkeden temiz­leyebileceklerini dile getirmişlerdi.

ABD’nin bu politikasından büyük bir başarı beklediği düşünülemez. Zerka­vi de Usame bin Ladin gibi eskimiş ve ömrünü doldurmuş bir taktiktir.

İran ve nükleer sorunuYukarıda yazılan iki politik takti­

ğin en gündemde olanı ve henüz ken­dini diğer iki taktikten daha az yıprat­mış olanı belki de İran ve nükleer so­runudur. Bu sorun üç anlamda önem taşımaktadır. Birincisi, İran’ın kendi­si ile ilgilidir. İran’ın kentlere göç e- den çok sayıdaki vatandaşı ve ekono­misi açısından acilen enerjiye ihtiya­cı vardır. Nükleer santralleri büyük bir önem taşımaktadır. Diğer ise, böl­ge dengesi açısından önemlidir. Ve de son olarak, büyük doğalgaz ve petrol kaynakları dünya güçler dengesinin tam da ortasına oturmaktadır. İran do­ğal kaynakları süperler arasındaki re­kabetin odak noktası haline gelmiştir.

ABD Irak’a girerken aslında böl­geyi hedefliyordu. Irak’m işgali bit­tikten sonra İran’a saldırılacaktı. Böylece Irak petrollerini denetimine aldıktan sonra İran petrollerine sahip çıkacak ve dolaylı olarak tüm bölge petrolü üstünde denetimini artıracak­tı. Hatta şimdiye kadar denetlediği Suudi petrollerini de avucunun içine alacaktı. Bu nedenle Suudi Arabis­tan’daki üslerini bile terk etmişti. Tüm bu işleri yapmaya artık İsrail’in gücü yetmiyordu. Böylece onun yü­künü üstlenmiş olacaktı.

Ancak bu planların hepsi tepesi taklak geldi. Bölge petrolleri ve İran’ı bırakalım, Irak üstünde bile denetim sağlanamadı. Irak içinde iktidar ola­madı, aksine Irak Şii güçlerin seçim­leri kazanması ile bölgede İran’ın nü­fusu arttı. Yani Irak Savaşı bölgede tam da ABD’nin istediğinin tersi yön­de sonuçlandı. Bütün bunlar tüm böl­gedeki diğer ülkelerin de baş kaldırı­şını artırdı. ABD’nin sesi artık iyice dinlenmemektedir. Hamas’ın seçim­leri kazanması bunun tuzu biberi ol­du. Filistin’de Fetih iktidarı kaybetti, kendisine direnenler iktidar oldu. Ha- riri olayı ile Suriye’ye saldırı planları olgunlaştırılıyordu. Şimdi bu olay bi­le gölgelendi. Suriye’ye baskı yapma

M

Page 37: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 C jjO l

Temel olarak bölgede iki tane güç vardır. İran ve ABD. ABD çeşitli bi­çimlerde İran’ı tehdit ediyor. Ona çe­şitli saldırı biçimleri planlıyor. Nük­leer silah yapacak olması bir korku haline dönüştürülüp BM’den yaptı­rım, ambargo gibi cezalardan tutun­da, nükleer alanların bombalanması­na, hatta bizzat Irak üzerinden İran’a girmek gibi çeşitli şekillerde tehditler yapılıyor. Ancak İran bu konuda pa­buç bırakmıyor.

Gerek İran ruhani lideri Hamaney gerekse İran lideri Ahmedinecad ABD ve bölgedeki vuruş gücü İsra­il’in tüylerini diken diken edecek laf­lar etmektedirler. ABD’nin İran’a na­sıl vuracağı tartışılıyor. Anlaşıldığı kadarı ile Pentagon, Irak’a yapıldığı gibi bir askeri saldırıdan yana değil­dir. Irak’taki başarısızlıktan sonra İ- ran’a saldırıya kalkışması bir çılgın­lık olacaktır. Ortadoğu ülkeleri dahil kimse böyle bir olasılığa inanmamak­tadır.

İkinci olasılık İran nükleer sant­rallerini vurmaktır. Bu da uluslararası zeminde bir çılgınlık olacaktır. BM’yi ve uluslararası yasaları çiğne­miş olacaktır. Irak ile çiğnemiş olma­nın bedelinin altından kalkamaz iken bir de İran ile böyle bir şeye kalkış­ması da böylece olanaksız görünmek­tedir.

Ama bu, İsrail eli ile yaptırılabi­lir. İsrail uçaklarına hava sahası, yakıt gibi konulardaki yetmezliklerine des­tek verilebilir. İsrail iktidar güçleri de buna hazır olduklarını dile getirmek­tedirler. ABD, BM gibi çeşitli plat­formlarda İsrail’in arkasında durma­ya devam edecektir.

Fakat tartışılan konu bunun İran üzerinde istenen sonucu verip verme­yeceğidir. Gerçekten tüm nükleer a- lanlar bombalandığında sorun çözüle­cek midir? İran Batı’nm savunduğu gibi nükleer bir güç olma yolundan a- lıkonulacak mıdır? Ya da bu kez İran bölgede ne kadar bir tehlike haline gelecektir? Bu saldırılar gerçekten o- nun gücünü azaltıcı mı yoksa aksine daha da artırıcı bir sonuç mu verecek­

gücü e lden g id iyor. tir? Hem ABD açısından hem de İsra­il açısından bu soru ciddi bir sorudur. Ahmedinecad, İsrail ve ABD saldırı­larına aynen karşılık vereceklerini söylemektedir. O zaman bu güçler bölgede karşılarında başka bir sıcak cephe açmış olacaklardır. Bunun üs­tesinden gelmek konusunda Irak’taki güçler dengesinin üstüne çıkma du­rumları yoktur.

Üçüncü bir şık vardır. İran’ın am­bargo altına alınması. En akla yakın görüneni budur. Ancak bu boykot ka­rarı BM’den çıksa bile sonuç olarak ne olacaktır? İran petrolünü kullanan ülkeler petrolsüz kalmaya ekonomik olarak dayanamayacaklardır. Dünya piyasalarında petrol fiyatları daha da yükselecek, global ekonomiler mali­yetlerin artması ile zor durumda kala­caklardır. Ayrıca bu olasılık ambargo­nun tutmaması anlamına gelebilir. Ambargo koymak bir şeydir, onu uy­gulatmak başka bir şey. Uygulanması konusunda baskı yapılamama durumu ABD ve Batı güçlerini uluslararası zeminde komik duruma düşürecektir. Üçüncü Dünya ve daha birçok ülke i- le olan ilişkileri daha da gerilecektir, onlarda İran saflarına itilmiş olacak­tır.

Bu nedenler göz önüne alındığın­da ABD’nin İran üzerinde bu üç ola­sılıktan biri ile saldırması çok ciddi bir dünya olayı haline gelmektedir. İ- ran uluslararası ilişkilerin ortasına o- turmuş durumdadır. Peki, o zaman

ABD hala neden İran üzerine bu ka­dar gitmektedir? Neden İran günümü­zün bir numaralı uluslararası sorunu olmuştur? Tehdit araçlarının her biri yığınla sorun içermesine karşılık ne­den hala böyle bir saldırı politikası güdülmektedir? Hatta olay Usame bin Ladin, Zerkavi gibi şaibeli güçler aracılığı ile daha da dallanıp budak- landırılmaktadır? Neden ABD bazıla­rının istediği gibi bir dördüncü şık o- lan İran ile ilişkileri geliştirmemekte- dir? Neden AB gibi onu nükleer ener­ji araştırmalarından caydırıcı teşvik­ler yolunu seçmemektedir?

Tehdidin yararlarıSon günlerde ABD İran’ın nükle­

er silah üretme süresine bir değişiklik getirdi. Eski tahminlerde İran hemen önümüzdeki çok kısa bir süreçte bu silaha ulaşacaktı. Oysa Mayıs başın­da açıklanan tahminlere göre İran an­cak bir on yıl içinde nükleer silah el­de edebilecektir. Bu tahmin değişikli­ği ABD konusunda ipuçları taşımak­tadır.

En başta şu tespiti yapmak yanlış değildir. Ortadoğu ülkelerinin İran’ın nükleer silahından korkuları pek yok­tur. Hatta İsrail elinde kendilerine yönlendirilen ve ipuçlarının ABD e- linde olduğu bilinen nükleer silahlar Suudi Arabistan ve diğer ufak Körfez ülkeleri için daha bir tehdittir. İran’ın nükleer silah yapması onları ABD baskılarına karşı koruyucu bir özellik

Page 38: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

C ] O İ MAYIS-HAZİRAN 2006

taşıyacaktır. Ya da başka bir değişle petrol üzerindeki sahiplikleri artacak­tır. İran nükleer silahı tüm Arap ve Ortadoğu ülkeleri açısından koruyucu bir özellik taşımaktadır. İran zaten bu ülkelerin çoğu ile iyi ilişkiler kurmak istemektedir. Çoğu ile de saldırmaz­lık anlaşması vardır. Ancak sorun nükleer silahın gerçekleşme başarı süresidir. Aslında İran’ın devrim lide­ri Humeyni’nin nükleer silah yapıl­maması için verdiği fetva vardır. Yani büyük bir olasılıkla İran nükleer silah peşinde değildir. ABD nasıl Irak’ta kitle imha silahlarını bir bahane ola­rak yarattı ise şimdi de İran’da nükle­er silah bahanesi yaratmaktadır. Bü­tün bu soruların üstünde bir bilinmez­lik perdesi vardır.

Eğer gerçekten ABD’nin iddia et­tiği gibi İran yarın nükleer silah yapa­caksa o zaman Ortadoğu ülkelerinin İran çıkarları doğrultusunda tavır al­maları kolaydır. ABD baskılarına bu sürede dayanılabilir. Ama eğer yeni açıklamalara göre bu iş bir on yıl ala­caksa o zaman baskılara dayanmak i- çin bu uzun bir zaman dilimi olacak ve işleri güçleşecektir. Bu durumda şimdiden ABD saflarında yer almakta yarar vardır. Sorun burada yatmakta­dır. Mayıs ayında nükleer silah yap­ma tarihinin uzak bir zaman dilimine atılmasının nedeni politik uzmanlara göre bu gerekçelere dayandırılmakta­dır. ABD Irak’taki başarısızlığını İ- ran’ın gelecekteki tehdidi ile örtmeye

çalışmaktadır.

Eğer İran’ın nükleer silah yapma­sı daha uzun bir zaman sürecinde ola­caksa bölge ülkeleri daha uzun süre I- rak ve Hamas’ın yarattığı güçler den­gesi içinde boğuşacaklardır. Elbette i- kisi de gerici rejimler açısından so­runlar yaratmaktadır. Bölge yoksul hakları açısından Irak bir talim alanı haline gelmiştir. ABD’nin buradaki başarısızlığı bu güçleri yüreklendir­mektedir. Birçok Arap genci Irak’a gidip bir Amerikalı boğazlamak sev­dası ile yanıp tutuşmaktadır. Bölge ülkelerinin ABD çıkarlarına uygun politikalar izlemeleri karşılarına al­dıkları halk kitlelerinin sayısını her geçen gün artırmaktadır. Bu iktidarla­rın koltuklarında kalmaları zorlaş­maktadır. Her biri Fetih kaderi ile karşı karşıya kalmaktan korkmakta­dır. Hamas direnişi giderek tüm Orta­doğu halklarına yayılma özelliği taşı­maktadır. Hamas direnişinin başarısı halkların bilinçlerine yazılmakta, bi­rer örnek olmaktadır.

İş bu kadar basit değildir. ABD bunların farkındadır. Ama başka bir yol bulamamaktadır. Usame bin La­din, El Kaide örgütü, Zerkavi bu karı­şıklık içinde kendi suyuna hizmet e- decek bir güç olarak geliştirilmekte­dir. Halk muhalefeti bizzat Amerikan güçlerince örgütlenmektedir. Suudi Krallığı, Mısır, Ürdün gibi ülkeler halk muhalefetini bahane edip ABD’ye karşı her direndiklerinde bu

örgütlerden bir bomba patlamaktadır. Örgütlere bir komplo yapılıp bunlar telef edilmeye çalışılmaktadır.

İsrail tarafından hazırlanan bir ra­pora göre Irak’ta son 6 ay içinde ölen direnişçilerin 94 tanesi ya da (%61’i). Suudi vatandaşıdır. Ya da intihar bombalarının %70’i Suudiler tarafın­dan patlatılmıştır. ABD raporlarında ise Suudiler direniş eylemlerinin ya­rısından sorumludur. Bilindiği gibi intihar eylemlerinin çoğu Şiilere yö­neliktir. ABD, Suudileri kullanarak I- rak’ta Şiiler ve Sünniler arasında bir iç savaş çıkartmaktan kaçınmayacak­tır. Eğerki Irak iktidarı kendi kuklası olmaz ve İran çıkarlarına hizmet eder, onun yörüngesinde davranırsa bu sa­vaşı kışkırtacaktır. Şimdilik hükümet kurma çalışmaları sırasında baskı un­suru olarak kullanılmaktadır. Burada eğitim yapan El Kaide güçleri Suudi içinde iktidara karşı dövüşmektedir­ler. Krallığa karşı Suudi burjuvaları bu güçlere sürekli paralar taşımakta­dır. Yani Irak, Suudi burjuvalarının krallığa karşı kullandıkları güçleri e- ğitme aracıdır ve ABD ile bu konuda ortaklık yaptıklarını tahmin etmek zor değildir. Aynı şekilde M ısır’ın tu­ristik sahillerinde patlayan bombala­rın arkasında karanlık, iktidarı zorla­yan güçlerin olması büyük bir olası­lıktır.

A m bargo ya d a teşvikİran doğal kaynakları dünya güç­

ler dengesinin ortasına oturmuştur. İ- ran’la ilgili alınacak herhangi bir ka­rar dünya büyükleri arasındaki reka­betle birebir bağlıdır. Ayrıca Ortado­ğu’nun en büyük ülkesi olması da bölgede çıkarları olanları etkilemek­tedir. Öte yandan ABD, 1979 yılında Şah’m devrilmesinden beri İran’ı kar­şısına almış, ilişkilerini kesmiştir. Ül­ke içinde diğer ülkelerin çıkarları ge­lişmiştir. Bu da ABD’nin ülkeyi içten etkilemesini zorlaştırmaktadır. Diğer ülkeler karşısında bu anlamda da de­zavantajlıdır.

Irak Savaşı’nda neredeyse koşul­suz olarak ABD’nin arkasına geçen Rusya, Sovyetler döneminden kalan bu pazarını ve dolaylı olarak bölgede-

56

Page 39: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 C|Oİ

ki etkisini kaybetmek istememekte-A)r Tştrj'jrıJpr) Jsr,ıj)ş0 trnjg}rt£>

olan etkinin yerini doldurmaya so­yunmaktadır. Petrol konusunda iki ül­kenin kaderleri de birbirine bir şekil­de bağlıdır. Ortadoğu petrolü üstünde hakimiyet sağlayacak bir ABD ile baş etmek Rusya’ya çok pahalıya mal o- lacaktır. Bu nedenlerle Rusya, İran ü- zerinde Saddam’a benzer bir oyuna a- let olmak istememektedir.

ABD ve Çin, İran petrolü konu­sunda birbirlerine tam rakiptirler. İki güçten birinin buraya hakimiyeti di­ğerinin hiç işine gelmemektedir. ABD tüm bağırıp çağırmalarına, tehditleri­ne karşılık Çin’i kendisinin aksine İ- ran petrollerinden büyük paylar al­maktan vazgeçiremedi. Ortadoğu ve İran’daki bir ABD aslında Asya kıta­sında Çin ve Rusya karşısında bir ABD demektir. Bu nedenle iki ülke de BM’de İran’ın-yanında davranma­yı çıkarlarına uygun görmektedirler. Rusya ve Çin, İran’ın yanında oynar­lar, hatta bir de Hindistan’ı içlerine katmaya çalışırlar. Son olarak, ABD’nin Hindistan’a nükleer enerji verme sözü, bu karşısında büyüme potansiyeli olan ittifakı bölme çaba­sından başka bir şey değildir. Renkli devrimler ile elden giden Orta Asya ülkelerine karşı bir denge unsuru kur­ma amacını gütmektedir.

AB içinde bölge ve özellikle İran, petrol ve pazar açısından önemlidir. Irak Savaşı sonrasında İran ile kurul­maya çalışılan ilişkilerden ABD’nin baskıları ve karşılığında alman taviz­ler sonucunda vazgeçildi. AB, gide­rek sıkılaşma eğilimi taşıyan Çin ve Rusya ittifakı karşısında ABD’nin ya­nma geçti. Ancak İran’ın direnmesi, Rusya’nın AB ve özellikle Almanya ile yaptığı doğalgaz anlaşmaları ve petrol vaatleri ile denge gene değiş­meye başladı. ABD’nin Ortadoğu ve genel olarak dünya da güç kaybedi­yor olması, AB’yi petrol ve doğal gaz çıkarları nedeniyle Rusya’nın yanma itmektedir. İran üzerinde ABD’nin yaptığı baskı onu Rusya ve Çin ile it­tifaka zorlarken yanlarına AB’yi de alma salvoları yapılmaktadır. Bu eği­lim son zamanlarda AB içinde artmış­tır. Ancak Fransa bu konuda giderek

daha çok ABD ile ortak davranma e-¡-y ifA y ır tö , o-o' irde r i i ğ ı ı t c

re’den daha da çok ABD ile bağlanma emelleri ortaya çıkmaktadır. Ya da Fransa yükselmekte olan Üçüncü Dünya Ülkeleri başkaldırısının enin­de sonunda AB ve ABD ittifakını zor­layacağını Afrika’daki sömürgelerin­den iyi bir şekilde hissetmektedir.

Eğer İran dünya güçler dengesine oturdu ise ve de ABD bu konuda ba­şarı elde edemiyorsa bu kez dünyanın başka alanlarında güçlerin karşı kar­şıya olduğu alanlar devreye sokulma­lıdır. Sürtüşme üst vitese alınmalıdır. İran’da yetmeyen güç başka sürtüşme alanları devreye sokularak giderilme­lidir. ABD böyle bir iaktiğe doğru a- dım atmıştır.

Son günlerde yaşanan olayların her bir ucundan İran pazarlığı ortaya çıkmakta ve dünyamız çok ciddi bir dünya krizinin içine doğru sürüklen­mektedir. Birkaç örnek vermek yerin­dedir.

İran konusunda BM görüşmeleri sırasında Hamas’a mali yardım da masaya getirildi. ABD ve AB bu ko­nuda geri adım attılar. Fetih ve Ha- mas’ın aralarında anlaştıkları söylen­di. Bu aslında Poısya ve bölge güçle­rinin ABD ve AB ile aralarındaki gö­rüş farklılığından bir tavize gittikleri­nin işaretidir. Hamas’a kısıtlı ve ko­şullu da olsa yardım çıktı. Bankaların işlem yapmasına izin verildi. Böylece Arap ülkelerinin -İran dahil- verdiği kredi yardımlarının önü açıldı ve ABD’nin Usame bin Ladin, Zerkavi ve Hamas bağlantısı olduğu planının bir işe yaramadığı ortaya çıktı. Orta­doğu ülkeleri bu baskıyı şimdilik at­latmış oldular. Pazarlığın tam olarak ne olduğunu bilmek elbette zordur.

Ancak ABD, Fransa ve İngilte­re’nin Suriye üzerinde yeni bir oyun peşinde olduklarını öğreniverdik bu arada. Bu üç ülke BM’ye verilmek ü- zere yeni bir karar tasarısı üzerinde çalışmaktadırlar. Daha haber açıkla­nır açıklanmaz Rusya, Suriye’den el­lerin çekilmesi anlamına gelebilecek bir yorum yaptı.

Sudan ve Darfur olayları günde­

me oturdu. Afrika kıtasının ikinci bü-p ö i ) s . a Xo j e . } &\qJ0̂51wAş2X> -Ai*’/ 'üîtpc'aüi UrUm araç ç n î açı­

sından çok önemlidir. ABD Soma­li’den kovulduktan sonra Sudan’da da fazla tutunamamıştı. Arkasına giz­lenen Kanada ve AB’li petrol güçleri de buradan çıkmışlar, Afrika Birli­ği’nin askeri arabulucu görevinin ar­kasına çekilmişlerdi. Güçler Ortado­ğu’da yoğunlaştırılmıştı. Bölgeyi da­ha çok Çin ve Rusya etkisine bırak­mak zorunda kalmışlardı. Şimdi bu konu tekrar Darfur’da Sudan Arap hükümetinin bir jenosit yaptığı baha­neleri ile gündeme getiriliverdi. Bir de Somali’deki sürtüşme yükseltildi.

ABD bölgeye bizzat NATO güç­lerinin girmesini zorluyor. AB ülkele­ri ise buradaki ateşin içine girmek is­temiyorlar. ABD ise İran konusunda eğer AB yanından kayacaksa onu böyle bir belanın içine alabileceği tehdidini yapıyor. Eğer ABD yenile­cekse yanma AB ve NATO’yu da al­mak istemektedir. Rusya ve Çin ile sadece İran konusunda değil, Sudan ve Somali konusunda da dövüşülme- lidir. Bu dövüşte de AB’nin seyirci kalmasına izin verilmeyecek, o da a- teşin içine çekilecektir.

AB başka cephelerden de kuşatıl­makta, eğer Rusya, Çin ve İran safla­rında karar alırsa başka sürtüşmelerin gündeme geleceğini anlamalıdır. AB tehdit edilmektedir. ABD’nin ikinci adamı Dick Cheney’in Mayıs başın­daki Kazakistan, Baltık Cumhuriyet­leri ve Balkan ziyaretleri bu konuda birer hatırlatma anlamı taşıyordu. Dick Cheney, Litvanya’da yaptığı ko­nuşmada Rusya’nın insan hakları ih­lallerini hatırlatarak, demokrasi ko­nusunda yapabileceklerinin hepsini yapmadığını bir kere daha vurgula­dıktan sonra petrolü AB’yi tehdit ara­cı olarak kullanmasına izin vermeye­ceklerini açıkladı. Böylece, AB ve Rusya ilişkilerinin kendi dışlarında gelişmesine izin vermeyeceklerinin sinyalini verdi. Başka bir değişle, e- ğer AB, İran konusunda taviz verir, Rusya petrol ve doğalgaz güvencesi­ne bel bağlarlarsa ABD bu ilişkiyi Baltık ülkeleri ve başka kanallarla baltalayacaktır. Irak Savaşı’nda orta­ya çıkardığı “Doğu ve Batı” Avrupa

Page 40: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

q o l MAYIS-HAZİRAN 2006

bölünmesini derinleştirecek ve AB’yi parçalayacaktır. Rusya ile AB’niıı a- rasına girecektir.

Eğer bu da yetmezse eski Yugos­lav ülkeleri tekrar karıştırılacaktır. Bu ülkeleri NATO’ya alma sözü verdi. NATO’nun gündeme gelmesi, bu ül­kelerin örgüte alınması ne anlama gelmektedir? AB vurucu gücünün içi­ne ABD yanlısı unsurların sokulması ve bu gücün denetiminin AB elinden çıkması anlamına gelen bir tehdittir. Avrupa Birliği’nin ABD karşısındaki silahı elinden alınıverecektir. Ya da bu ülkeler Sovyetlerin çökmesi son­rasında olduğu gibi karıştırılacak, AB’nin hemen güneyinde sorunlu bir alan yaratılacak, Avrupa kanayacak- tır.

İran pazarlıkları sırasında unutul­muş bir başka konu daha, insana ne­reden çıktı bu, dedirtecek bir hızla gündeme geldi. ABD bir sivil toplum örgütünün Kuzey Kore’ye gıda yardı­mı yapmasına izin verdi. Böylece sanki Çin’e bir taviz mi veriliyordu? Acaba bunun karşılığında ne isteni­yordu? Diplomasi pazarlıklarının dehlizlerinde bunun mutlaka İran pa­zarlığı ile ilgisi vardır. Belirli nokta­larda bir zamanlar tıkanan pazarlık birden bir şekilde su yüzüne çıkıveri- yor.

Politik sahnede yaşanan bu gelişmeler, bu yazıyı kaleme aldı­ğımız sıralarda İran konusunda BM top­lantı sonucuna yansı­madı. Basma yansıdığı kadarıyla İran konu­sunda ABD bir adım daha geri attı ya da var olan pat durum bozul­madı. Söylendiğine göre BM, İran’a teşvik ve ambargo kararı almıştır. Bu pazar­lığın henüz bitmediği şeklinde yo-

.rumlanabilir. Teşvik ABD dışındaki ülkelerin savunduğu şeydir. ABD ise ambargodan yanadır. Bu konuda bir metinde henüz anlaşmaya varılma­mış. Ya da pazarlıklar demek ki de­vam ediyor. Ancak şurası kesin gibi ki, bir ambargo bile koşullu olarak çı­

kabilecektir. Bunun da eski kararlar­dan pek bir farkı yoktur.

İran cephesiAhmedinecad sürekli olarak ABD

ve İsrail’i karşısına alan birçok açık­lama yapıyor. İran Körfez’de askeri tatbikatlar düzenliyor. Irak Kürtleri üzerine bombalar yağdırıyor. O da ciddi bir savaş sürdürüyor. Irak içinde kendisinden yana olan güçlerin ikti­darda kalışlarını sağlayıcı önlemler almaya çalışıyor.

Ahmedinecad İslami bir küçük burjuvadır. Rafsancani gibi büyük burjuvaların özelleştirmeler ile ülkeyi yoksullaştırmalarına karşı yoksul halkların adalet duygusuna seslene­rek büyük bir oy çoğunluğu ile iktida­ra geldi. Ancak ABD’nin saldırıları ve globalleşme koşullarında temsil ettiği sınıfa refah dağıtması zor bir olgudur. Kimilerine göre bu sözlerini yerine getirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır. Halk huzursuzluğuna bir gerekçe göstermekte ve öfkeyi ABD ve Batı’ya yöneltmek için her fırsatta böyle konuşmaktadır. Ayrıca ülke içinde devrim lideri Humey- ni’nin izinde bir denge kurmak için karşısına dikilen büyük dini liderlerin çıkarları vardır. Bu denklem içinde bir şey yapamamaktadır. Dış politika­da bir çıkış aramaktadır.

Bu tür spekülasyonların gerçekli­ğini kestirmek zor olsa bile şurası bir gerçektir ki, İran lideri Ortadoğu halklarını ABD’ye karşı örgütlemek amacındadır. İsrail’in Ortadoğu’dan çıkarılması, onun neden bu bölgeye yollandığı sorusu, eğer AB onu bu ka­dar seviyorsa neden kendi toprakla­rında bir yer açmadıkları sorusu, Ho-

lokost’un bir yalan olabileceği Orta­doğu sıradan halklarının yıllardır ko­nuştuğu konulardır. Ahmedinecad Batı’nm tüylerini diken diken eden ya da bazı kaynakların onu gülünç duru­ma sokmasına hizmet eden bu açıkla­maları ile Ortadoğu’daki anti-Ameri- kan, anti-emperyalist Batı karşıtı güç­leri örgütleme mücadelesi vermeye çalışmaktadır. Böylece bölgede İsra­il’e karşı bir güç oluşturmayı becer­mek istemektedir. Halkları kendi gö­rüşleri etrafında birleştirdiği ölçüde bölge gerici devletlerinin ABD ve Batı ile ittifakını zorlaştırıcı bir işlev yaptığı kesindir. Irak içinde Şii ve Sünni çatışmasını, ABD’ye karşı bir dövüşte birleştirmenin zeminini zor­lamaya çalışmaktadır. Her ettiği laf i- le Filistin direnişçilerine güç vermek­te, Hamas’a destek olmaktadır. Lüb­nan’da Suriye karşıtı güçleri sindir­mekte, Hizbullah’m gönlüne su serp­mektedir. ABD’nin kendisine karşı o- luşturmaya çalıştığı Sünni cephesinin gücünü azaltmaktadır.

Bölgeden destek toplama girişim­lerine bir de son günlerde PKK’nin üstüne attığı bombaları katmak gere­kir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’ne kapı açmaktadır. Onu Kürtlerin arka­sında olan ABD’ye karşı kendi safla­rına çekmeye çalışmaktadır. PKK so­rununun TC ve ABD arasında önemli

bir pazarlık konusu ol­duğu düşünülürse böyle bir bombalama Türkiye’ye büyük bir destek olsa gerektir.

Sonuç olarak dün­ya güçler dengesi Irak Savaşı sırasında bir şekillenme süreci ya­şamıştı. BM toplantı­ları, merkez ülke tra­fikleri artmıştı. Şimdi

İran üzerinde büyük bir pazarlık var. Dünya güçleri yeniden bir şekillen­me süreci içindeler. Ama bu şekil­lenme ABD’nin Irak’taki başarısızlı­ğı ve bunun Ortadoğu’ya yansıması ile damgalıdır. Bu başarısızlığın ya­rattığı yeni güçler dengesi tablosu çizilmektedir.

12.05.2006

Ahmedinecad İslami bir küçük burjuvadır. Rafsan­cani gibi büyük burjuvaların özelleştirmeler iie ül­

keyi yoksullaştırmalarına karşı yoksul halkların ada­let duygusuna seslenerek büyük bir oy çoğunluğu

ile iktidara geldi. Ancak ABD'nin saldırıları ve glo­balleşme koşullarında temsil ettiği smıfa refah da­

ğıtması zor bir olgudur. Kimilerine göre bu sözleri­ni yerine getirememenin sıkıntılarını yaşamaktadır.

58

Page 41: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Sınıf mücadelesinin sorunları - J

SINIF DIŞI KÜLTÜREL ÖZNELERİN

SINIF MÜCADELESİNE ETKİLERİ

ÜZERİNE BİR ANALİZ

Hasarı Oğuz

5ınıf içindeki çözülme ne kadar gerçekse, sınıfı yok sayan, dolayısıyla proletaryanın toplumsal rolünü tümüyle ortadan kaldıran yaklaşımlar da aynı oranda yanlıştır. Bu dü­şüncenin yanlışlığının temeli şudur; emek sömürüsü üzerine kurulmuş olan ve serma­ye tahakkümüne dayanan bir sistem, bütün gücüyle kendi varlığını korumaya devam ederken, aynı şekilde işçi sınıfını da yeniden üretmeye devam etmek zorunda kalıyor.

1. Politika ile sınıf arasındaki ilişkinin aşınmış olması,

moral ve kültürel değeri nasil etkilemektedir?

Bugün sınıf çıkarları ile politika a- rasmda bir zamanlar kalıcı olan ilişkiler büyük oranda pörsümüş ve dağılmıştır. Kalıcı olması gereken bu ilişkiler böy- lece deformasyona uğrayarak artan o- randa aşınmış oldu. Bunun başlıca bir kaç nedeni olduğunu sanıyorum; ilk ne­den, politik ve ideolojik yapıların sınıf temelinden kopmuş olmasıdır. Bu kop­manın aslında politikanın nesnel teme­linden kopmak anlamına geldiği az çok bilinir. Kuşkusuz süreç büyük bir deği­şime uğramıştır. Doğal olarak bu nokta­dan sonra sürecin yapısında değişik dü­şünceler boy vermiş ve buradan hare­ketle bu ilişkinin bir kez daha yeniden kurulmasının olanaksız olduğuna iliş­kin tezler gündeme getirilmiştir. Bu tezleri iki başlık altında şöyle özetleye­ceğim; artık ne politika ne de ideoloji işçi sınıfı ile organik bir bağa sahip de­ğildir! Dolayısıyla politik yapılar ile sı­nıf yapıları arasında zorunlu hiçbir bağ yoktur! İşte sorunun tartışılması gere­ken birinci noktası burasıdır. İkinci noktaya gelirsek; küresel kapitalizmle birlikte ’klasik işçi sınıfı’ndaki değişim

süreçleri nedeniyle proletarya, kapita­lizmi dönüştürme dinamiğinden yok­sundur! Başka bir ifade ile proletarya, kapitalizmin tasfiyesinde öncülük rolü­nü yitirmiştir! Dolayısıyla sınıf müca­delesinin asli öznesi proletarya değil­dir! Proletarya bu nedenle devrimci ni­teliğini de yitirmiştir vb...!

Önce şu gerçeğin altını çizmek isti­yorum. Elbette bu iki görüş hem çok yaygındır hem de bir o kadar yanılgılı­dır. Yanılgı ile yaygınlık yan yana gel­diğinde sorun toplumsal olarak devasa bir görünüm kazanır.

Şimdi bu sorunları yakından mer­cek altına almaya çalışalım.

İsterseniz soruna ikinci noktadan başlayalım ve hemen bir soru ile devam edelim; bugünün dünyasında gerçekten sınıf yapıları değişime uğramış mıdır? Değişime uğramışsa bu değişim ciddi somlara yol açmış mıdır? Kuşkusuz bu somlara olumlu yanıt vermek gerekir. Yeni üretim sürecinin özellikleri, klasik kol gücüne dayanan sınıf yapılarını de­ğişime uğratmıştır. Bu aslında ortak bir söyleme dayanır. Dolayısıyla bu yadsı­namaz bir gerçeği de ifade eder. Sınıf yapısal ve kültürel olarak bölünmüştür. Bu bölünme ikilidir; ilki, sınıfın nesnel ilişkileri bağlamında ortaya çıkan bö­

lünmesidir. Ekonomi politiğin yasala­rından kaynağını alan, dolayısıyla üre­tim sürecinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan yatay ve dikey bölünme­den bahsediyorum. Bir de öznel-kültü- rel ilişkiler bağlamında ortaya çıkan bölünmeler vardır. Yani sınıf dışı deği­şik kültürel etkilerle ortaya çıkan bö­lünmelerdir söz konusu ettiğim. Başka bir ifade ile işçi sınıfının kendine özgü politik, ideolojik ve kültürel kaynakla­rından kopartılarak, sınıf dışı öznelerin etkisi altında kalan bir nesnellikle ta­nımlanabilir olmasıdır kastedilen. Bu anlamda eski işçi sınıfının çözülüşü nesnel bir gerçeği ifade eder. Üretim i- lişkileri bağlamında ortaya çıkan sınıf yapılarındaki bölünmeler hakkında or­taya koyduğum görüşler değişik yerler­de ayrıntılı olarak incelendiği için şim­dilik bu kadarla yetineceğim.

Evet, değişimin ciddi sonuçları ol­duğu açık. Ancak burada sorulması ge­reken soru şudur; bu değişim biçimleri­ne karşın sınıfın tarihsel rolü ortadan kalkmış mıdır? Dolayısıyla ‘elveda proletarya’ diyenler kendi tezlerinde haklı mı çıkmışlardır? Bu sorulara evet demek oldukça zor.

Bu değişim süreçleri sınıfın oyna­ması gereken rol de önemli sarsıntılar

Page 42: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

cp! MAYIS'HAZİRAN 2006

yaratmış olsa bile, işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin ileri sürülen yaklaşımlar ne düşünsel yapıda ne de yaşam prati­ğinde doğrulanmış olduğu söylenemez. Yani sınıf içindeki çözülme ne kadar gerçekse, sınıfı yok sayan, dolayısıyla proletaryanın toplumsal rolünü tümüy­le ortadan kaldıran yaklaşımlar da aynı oranda yanlıştır. Bu düşüncenin yanlış­lığının temeli şudur; emek sömürüsü ü- zerine kurulmuş olan ve sermaye ta­hakkümüne dayanan bir sistem, bütün gücüyle kendi varlığını korumaya de­vam ederken, aynı şekilde işçi sınıfını da yeniden üretmeye devam etmek zo­runda kalıyor. Kapitalizmin zorunlu ya­sasıdır bu. Onu ortadan kaldıramıyor a- ma, daha değişik bir sürece doğru ev- rimleştiriyor. Çünkü hem eşitsizlikleri derinleştiren hem de mülksüzleşme sü­reciyle birlikte bölüşüm oranlarında de­vasa farkları ortaya çıkaran kapitalist yapı, doğal olarak yalnız işçi sınıfının değil, aynı zamanda topyekün insanlı­ğın da yıkımı anlamına gelmektedir. Kapitalist yapı, özel olarak işçi ve e- mekçi sınıfların, genel olarak da insa­nın yıkımı, yerküre ortadan kalkmadığı sürece hem yıkan hem yıkılan bu özne­leri de ortadan kaldıramıyor. Başka bir deyişle işçi sınıfı hem yıkan hem de yı­kılan bir öznedir. Parçalanarak yenil­mesi bir yıkım anlamına gelmektedir. Yani işçi sınıfının parçalanışı elbette bir yıkım paradoksudur. Ama bu onun or­tadan kaldırılması demek değildir. vHer yıkım ekonominin doğal seyri anlamın­da yeniden bir üretim hareketi ile bir­

likte oluşmaktadır. Her zaman varlığın kendisi, genellikle varlığın devamının ön koşullarını yaratmıştır. Varlık böyle- ce varlığın devamında kendisini bulur­ken, varlığın devamı da varlığın varolu­şunda kendisini bulmuştur. Bu ilişki di­yalektik bir ilişkidir çünkü. Buradan u- laşacağımız nokta şudur; bir varlık ola­rak kapitalizmin varoluşu, yine bir var­lık olan işçi sınıfının varoluşu ile doğ­rudan ilişkilidir. Kapitalizmin yaşamsal varlığı işçi sınıfının yaşamsal varlığına endekslenmiştir çünkü. Aksini düşün­mek kapitalizmin varlığını da tartışmak olur. Ama buna karşın işçi sınıfının var­lığı kapitalizmin varlığına endeksli de­ğildir. Bunun nedeni işçi sınıfının kapi­talizm olmadan da varlığını sürdürebil­mesidir. Tarih bunu sosyalizm ile kanıt­lamıştır. Oysa kapitalizm her yeni atı­lımda ya da üretim faaliyetinde doğal ve kaçınılmaz olarak kendi yaşam var­lığı olan üretici işçiyi de üretmek zo­runda kalması boşuna değildir. Onun zaten yakasından düşmeyen paradoksu da bu noktadır. Sonuçlara bakalım; sö­mürü artan oranda yoğunlaşıyor. İşsiz­lik yaygınlaşıyor. Savaşlar ve hastalık­lar ile emekçi kitleler kitlesel yalnızlığa ve ölüme daha fazla sürükleniyor. Kısa­ca ortada bir canavar vardır, ama bu ca­navar yalnız tekil bir varlık. ¡değildir, tersine o bir sistemdir. Kapitalizm bir yandan görünen bu sonuçlar ile emekçi sınıflan yıkıma uğratıyor, ama öte yan­dan kendi varlığını daha da tahkim et­mek için işçiyi üretmeye devam ediyor. Kapitalizmin temel krizi de zaten bu

nokta da ortaya çıkıyor. Azami kannın üstüne kar koyarak üretimini aynı oran­da daha da büyütüyor. Elbette şimdilik kapitalist üretimin karakteri bu tartış­manın dışında. Ama üretimin karakteri nasıl olursa olsun bu kar marjı, dolayı­sıyla sistemin tahkim edilişi, yine de e- mekçi sınıfların bu varoluşu üzerinden tanımlanıyor.

Bütünüyle böyle bir varoluştan do­layı hem düşünsel anlamda hem de pra­tik boyutta, sınıfın nesnellikten kaynak­lanan rolünün bırakın ortadan kaldırıl­ması, tersine bu onu artan oranda ö- nemli ve gerekli de kılıyor. Dahası in­sanlığın bütününe doğru yaygınlaşan sınıfsallık, adeta 21. yüzyılın esas eğili­mi haline geliyor. Bu eğilim, şimdilik nesnelliğin sınırlarında kalan, ama poli­tik kültüre tecrübe edilemeyen bir kırıl­ma yaşadığını yadsımayı elbette gerek­tirmiyor.

Doğrusu tartışmak istediğim esas noktalardan birisi budur.

Ama yine de bu sürecin sonuçlarını doğru okumak her zaman önem taşır. Karşıt tezlerden ortak bir senteze git­menin yolunun bu okumayı sağlıklı ya­pabilmekten geçtiğini biliyorum. Doğal olarak burada nedensel iki temel olgu­ya işaret edeceğim; ilk soracağım soru şu; kapitalist küreselleşmenin sonuçları kapitalist üretim sürecini ortadan kal­dırmış mıdır? Başka bir deyişle küre­selleşme süreci kapitalizme özgü bir derinleşme mi sağlıyor, yoksa kapita­lizmden bağımsız bir süreç mi izliyor? Bu soru önemli. Zira bize anlatılan bü­tün küreselleşme teorileri adeta kapita­lizmden bağımsız bir varoluş gibi su­nulmaktadır. Oysa görülebilen tüm ve­riler, dolayısıyla kapitalizmin yasaları küreselleşme sürecini derinleştirirken, küreselleşmenin kendisi de kapitalizmi artan oranda insan yaşamının içine doğru derinleştiriyor. Böylece kapita­lizm bir üst evrede yeniden vc yeniden üretiliyor. Elbette küreselleşme süreci ilişkileri çok daha yaygınlaştırmakta ve dünyanın en ücra köşelerine kadar bir vampir gibi kollarını uzatabilmektedir. Kuşkusuz bu kapitalizm demektir, o- nun yeni bir evrimi ve üst aşamada üre­timi demektir, ama bu aynı zamanda kapitalizmden bağımsız bir küreselleş-

4 0

Page 43: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

<

MAYIS'HAZİRAN 2006 q O İ

me süreci de değildir. Dolayısıyla üc­retli emek (bu ister kafa ve hizmet ala­nında isterse sanayii üretimi alanında olsun) düne göre artan oranda ve daha fazla aşırı sömürü ile karşı karşıya kal­maktadır. Sınıf tablosundaki değişimle­rin biçimi nasıl olursa olsun bu temel ortadan kalkmadığı için, işçi sınıfının organik sınıf yapısı, aynı zamanda her iki bağlamda sınıfın rolünü açığa çıka­ran özneleri yeniden ve yeniden ürete­bilecek temelleri buradan çıkarmakta­dır. Yani şunu ifade etmek istiyorum; hem nesnellik (üretim sürecinde maddi olarak sınıfın yeniden üretilmesi, daha çok kol gücünün aleyhine büyüyen bir smıf tablosuna işaret ettiği halde) artan oranda kendini yeniden üretiyor hem de bu koşullar içinde politik kültür ağır bir kırılmadan geçiyor. Başka bir deyiş­le, üretim sürecinde deneysel ve kültü­rel olarak kendini yeniden üretmesi an­lamında işçi sınıfı, çok daha değişik kültürel baskılanmalar ile karşı karşıya geliyor. Ancak unutulmasın ki bu yeni süreç aynı zamanda yeni imkanlar anla­mına da gelmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendini üretecek temeli de yeni­den buradan çıkarıyor. Elbette bu temel eskinin klasik bir tekrarı anlamına gel­mez. Ama bu yeni bir üretim sürecinin sonuçlarında görülür.

İkinci noktaya gelirsek; kendini ye­ni sürecin içinde şekillendiren Kapita­list Üretim Biçimi (KÜB) bir sistem dahilinde varlığını sürdürmekle kalma­makta, ama aynı şekilde onulmaz bir çözümsüzlük içine de girmektedir. Kuşkusuz bu yeni değildir ama, ilk de­fa derin bir çözümsüz­lük halinin göstergesi­dir. Çelişki bu defa kör­düğüm haline gelmiştir.Belli ki bu onulmaz bir çözümsüzlük durumu­dur. Elbette böyle bir durum, salt sınıfın nes­nel zeminini güçlendir- mekle kalmıyor, aynı şekilde moral ve kültü­rel değerleri güçlendi­recek objektif koşullan da olgunlaştmyor. Ancak bu hangi yol­lardan geçerek ilerleyecektir, kuşkusuz bu tartışmalı bir durumdur.

Tartışmalı durum bir yana, herhal­

de bu öngörü bir abartma olmasa gerek. Mesela bunun bir abartma olmadığını Latin Amerika ve Ortadoğu direnişi başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerindeki direniş noktalarından çı­karmak mümkün olsa gerek.

Yine de bunları biraz tartışmak ge­rekiyor:

Küresel kapitalist sistem, daha ön­ce de belirttiğimiz gibi elbette emek sü­recini ortadan kaldırmadı, ama bu süre­ci değişken kıldı. Onu daha da yaygın­laştırdı. Yaygınlaşma sadece genişle­meyi ifade etmez, aynı şekilde ‘teknik ve bilimsel’ sürecin yeni dizilimlerini de ifade eder. Araçlardan düşünce yapı­larına kadar hemen herşey değişmiştir. Ancak emek sürecinde biçimsel deği­şimler ne olursa olsun yukarıda belirtti­ğim gibi bizzat sistemin kendisi emeğin nesnel varoluşunu ortadan kaldıramadı. Onu oldukça değişime uğrattı. Bunlar doğru. Ama onu yok edemedi. Egemen yapının varlığı, doğrudan emek sömü­rüsüne dayanmaktaydı çünkü. Bu artan oranda devam etti. Elbette emek soyut bir kavram değildir. Canlı bir varlıkta, insanda anlam bulan bir varoluş biçimi­dir. Emeğin olmadığı yerde sömürü, iş­çinin olmadığı yerde burjuvazi olmaya­caktı doğal olarak. Dolayısıyla sistemin varoluş biçimi, sınıf diktatörlüğüne da­yanmaktan azade kalamazdı. Hücrele­rine kadar işleyen sömürü ve zulüm diktatörlüğü devam etti. Kimin adına buıjuvazi adına, kimin için emekçi sı­nıflar için. Bütünüyle bunlar yeniden birer doğru saptama olarak okunacaksa eğer, işçi sınıfının konumundan kay­

naklanan değişimler hangi biçimler a- lırsa alsın, emek ile sermaye ilişkisi bu sürecin ortak paydaları olarak devam e- decekti. Bu çelişkili payda, ücretli eme­

ğin jıem artı değer sömürüsünü yoğun­laştırılmış bir tarzda büyüterek artı de­ğer elde edilme süreçlerinin araçlarını yarattı, hem de sermaye görülmemiş düzeyde zenginliklere el koyarak azami kar grafiğini şişirdi ve böylece mülk- süzleşmeyi alabildiğine emekçinin a- leyhine büyüttü. Böylece ortaya devasa düzeyde bir varoluş biçiminden kay­naklanan çelişki ortaya çıktı. Çelişkinin özü değişmedi ama, çelişki farklı 'b i­çimler aldı. Farklılık onun derinliğinde ve genişliğindedir. Artık çelişkinin merkezinde sadece işçi yok, ama bütün insanlık var. Ancak bir şey daha var; daha önce de belirttiğim gibi farklılık, sistemin çelişkiyi atlatamamasmda, do­layısıyla onulmaz krizinde bulunmak­tadır. Başlıca bu çelişkinin sistem içi çözümsüzlüğü ve derinliği bile, kapita­lizmi devrimci yoldan tasfiye edecek o- lan halklaşan proletaryanın elini güç­lendiren en büyük olgusal temeldir. Kuşkusuz çelişki mutlaka bir şekilde çözümlenecektir. Ancak çelişkinin çö­züm biçimi önemlidir. Çelişkiyi bütün toplumu, canlıları ve doğayı ateşe ata­rak da çözebilirsiniz. Savaşlar çıkarımsı­nız, hastalıklar bulaştırırsınız, doğayı katledersiniz, insanları açlığa mahkum edersiniz, dahası modemize edilmiş bir şekilde yeni gaz odaları kurarsınız vb. Bunlar da bir yoldur. Ama bunlar kapi­talizmin yıkıcı yoludur. Barbarlığa ve talana dayanan yoludur. Toplumun vah­şi bir yolla topyekün yıkımı, aynı za­manda kendi yıkımım hızlandıracak o- lan bir etmendir. Kapitalist sistem gü­nümüzde modemize edilmiş baskıcı bir yol dışında, daha değişik başka bir çö­

züm seçeneğine sahip değildir. Çünkü ekono­minin zorunlu olan sü­reci, başka bir deyişle insan iradesinden ba­ğımsız olarak gelişen sermayenin yeni biri­kim stratejileri, geçmi­şin Keynesçi politikala­ra dönüşü olanaklı ol­maktan çıkartmıştır. Dolayısıyla kapitalizm, devasa ve süreklileşen

krizin girdabı içinde debelenmektedir. Elbette tek başına böyle bir varoluş bi­çimi bile halklaşan proletarya için mu­

Küresel kapitalist sistem, daha önce de belirttiği­miz gibi elbette emek sürecini ortadan kaldırmadı, ama bu süreci değişken kıldı. Onu daha da yaygın­

laştırdı. Yaygınlaşma sadece genişlemeyi ifade etmez, aynı şekilde 'teknik ve bilimsel7 sürecin

yeni dizilimlerini de ifade eder. Araçlardan düşün­ce yapılarına kadar hemen herşey değişmiştir.

41

Page 44: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

azzam olanak demektir.

Ancak çözümün başka bir yolu da­ha vardır. Onu da bilinçli proletarya gösteriyor; bütün insanlığı özgür ve mutlu bir dünyada yaşatacak projedir bu; ücretli emek sömürüsü ile birlikte özel mülkiyete son verecek, sermaye­nin varoluşunu ortadan kaldıracak, bü­tün baskı ve zor araçlarını tasfiye ede­cek, insanın insanı sömürmediği bir sis­temin varlığı ile birlikte başta sınıf ola­rak kendi varlığını da sonlandırarak bü­tün toplumu özgürleştirecek çözüm yo­ludur. Bunun gerçekleşmesinin tek bir adresi vardır; halklaşan proletaryanın devrimci hareketi. Yani başında ve için­de proletaryanın olduğu bir devrim. Ar­tık proletarya halklaşmakta, halk da proleterleşmektedir. Evrim bu yolda i- lerlemektedir.

Şimdi en başa dönüp birinci soruya gelelim; gerçekten, sınıf çıkarları ile politika arasında var olan kopuş doğru­yu ifade eden bir anlatıma mı dayan­maktadır? Bu somya olumlu cevap ver­mek gerekir. Elbette bu doğru bir anla­tıma dayanmaktadır. Ancak gerek bu i- lişkinin tesisi gerekse de sınıfın maddi güç olarak yeniden sınıf çıkarları eyle­minde ortaya koyacağı hareket, kuşku yok ki sınıfın yeniden modem anlamda doğuşunu göstermektedir. Ya da göster­mesi gerekir. Bu görüş doğruya en ya­kın görüştür. Sınıfın değişim süreci i- çinde parçalanışı, aslında yeni bir tarz­da büyüme eğilimini ortaya çıkardı da diyebiliriz. Yani geçmişte henüz emek­çi sınıfların parçası içinde olmayan ara veya orta sınıfların büyük bir kısmı vahşi kapitalizmin yıkımı sonucu hızla emekçi saflara katıldı. Bu sınıfın geniş­lemesinde oldukça önemli bir noktadır. Kapitalizmi dönüştürme potansiyeli si- yasal-ideolojik oluşum düzeyinde belki zayıfladı, ama maddi güç anlamında o- nu daha da dönüştürmeye olanaklı kıldı ve büyüttü. Bunun nedenleri, dünyanın veya tek tek ülkelerin yoksulluklarında, eşitsiz gelir dağılımında, bölüşüm ve mülksüzleşme süreçlerinde okunabilir. Artık yer kürenin hemen her alanı sınıf- sallığm dağılımı ile kapsanır olmuştur. Başka bir deyişle, dünya nüfusunun ne-v redeyse dörtte üçü, bu sınıfsallık içinde yer alan bir dünyaya doğru evrilmekte- dir. Yine de dönüştürme gücünün mad­

C J O İ MAYIŞMAZİRAN 2006

di temeli genişlemiş olsa bile, sınıfın i- deolojik-politik düzeyde kendini yeni­den kurması ya da tanımlaması gerekti­ği açık. Çünkü tek başına maddi güç ol­mak, dönüşüm için yeterli bir neden o- larak asla düşünülemez. Burada sınıfın maddi gücünü işlevli kılacak önemli koşullardan birisi, dünyalaşan işçi sını­fı ve emekçi halkların kendisini, politik bir güç ile temsil edebilmesidir. Daha doğrusu nesnel gücün içine işlemiş o- lan moral ve kültürel değerlerin ideolo- jik-politik hedefler içinde birleştirilme­sidir. Sınıf mücadelesi sorununda bütün mesele bu noktada yoğunlaşmıştır.

Sınıfın ciddi bir konum kaybına uğradığı elbette yadsınamaz. Özellikle işçi sınıfının, moral ve kültürel değerle­rinde ortaya çıkan kırılmasını kuşkusuz küçümseyemeyiz. Ancak bu moral ve kültürel değerlerde ortaya çıkan gerile­melerin biçimi ne olursa olsun, kapita­lizmin varoluşu sürdükçe erozyona uğ­rayan değerlerin yeniden tesisi her za­man olanak dahilinde olduğu gerçeğini kim yok sayabilir ya da ortadan kaldı­rabilir? Çünkü o değerlerin büyüyeceği ve kendini yeniden üreteceği ortamın nesnel zemini, emekçi sınıfların bizzat kendi varoluşlarının içinde saklı değil midir? Her insan da olduğu gibi, işçi sı­nıfında da bütün moral-külttirel değer­ler içsel o'larak bünye içinde gizlidir. Ö- nemli olan onu açığa çıkarmanın yolu­nu ve araçlarını bulmaktır. Bilinç ve e- ğitim bunun ilk çözümleme yoludur. Kimi zaman grafikte ilerleme veya ge­rilemeler olsa bile, her zaman bunu ye­niden elde etmek olasıdır. Bunun altını özellikle çiziyorum. Sadece insan ana­tomisi tanığımız değildir, tarihte tanığı- mızdır. Zira insanlık tarihi çok değişik aşamalardan geçerek ve kendisi için bütün olumsuz koşullara rağmen kendi yolunu her zaman bulabilmiştir. Bu as­la kendiliğindenliğe bir çağrı değildir. Ama tarihsel deneyimlerin öğretisine a- tıf yaptığımız noktalardan birisidir. Po­litika ile sınıf arasındaki ilişkilerin aşın­mış olması, bu ilişkilerin yeniden tesis edilemeyeceği anlamına bu nedenle gelmez. Çünkü bu ilişkileri yeniden te­sis edecek koşulların eskiye göre artan oranda olgunlaşmağa başlamış olması, aynı zamanda felsefı-düşünsel yapının inşasının harcı ve çimentosunun olgu­

sal varlığına işaret eder. Düşünce, varlı­ğın içinde her zaman embriyon halinde bulunmuştur. Önemli olan onu işleye- bilmektir. ‘Varlığın içine atılmışlık’ de­nilen nokta da bu olsa gerek. Elbette hala ciddi düzeyde zorluklar sürmeye devam ediyor. Bunda kuşku yok. Ama burada önemli olan, yapısal anlamda nesnel konumlar ile moral ve kültürel değerler arasındaki ilişkinin nasıl bir i- lişki olduğunu ve bunu nasıl tanımlaya­cağımız meselesinde düğümlenmiştir. İki yapı arasındaki ilişki bir yerde zo­runlu olarak birbirlerini karşılıklı ola­rak (olumlu veya olumsuz düzeyde) et­kiler, biçimlendirir ya da ona yön vere­bilir. Önemli olan bu biçimlendirmede kullanacağımız bilimsel yöntem ve a- Kaçlarm doğru seçimi ve doğru yöneti­midir. Bu anlamda sınıfın lehine değer­lerin büyüme eğilimi, biraz da hem ön­cünün yaratıcılığında hem de emekçi sınıfların kendini yenileme dinamiğin­de açığa çıkacak olmasında görülebilir. Kuşkusuz bu bilinçli bir çabayı gerekti­rir. Asla kendiliğinden elde edilemez. Böylece bu süreçler kendi doğası için­de proletaryanın kapitalizmi dönüştür­me enerjisinin hem nesnel zemini hem de öznel zemini anlamında bir güç mer­kezi olduğunun kanıtlarıdır.

İşçi sınıfı hareketinin sürekliliğin­de kırılma noktalarından birisi, farklı kültürlerin, ulusların ya da bölgelerin farklı özellikler taşımasıdır. Bu farklı kültürel varoluşlar, önceki dönemin ev­rensel birleşme sürecinde dahi, ayırıcı- koparıcı noktaları işlemek durumunda kalmaktaydı. Bu onun baştan beri tarih­sel varoluşu ve doğası ile ilgili bir özel­liğidir. Dolayısıyla bu her zaman ol­muştur. Ancak sınıf hareketi genel çı­karlar temelinde,. demokratik bir işlev ve araçlar ile birleştirme zeminine sa­hip ise, bu kültürel veya ulusal ayrım noktaları veya farklılıklar ne olursa ol­sun, bu sınıf mücadelesi için ortak zen­ginlikler olarak bir işlev görmeye de­vam eder. Eğer bu durum hem demok­ratik işlevin olmadığı bir nokta da hem de genel çıkarların egemenliği farklı kültürel yapıların yok sayılmasına yol açmış ise (ki geçmişte biraz böyleydi), bu varoluş hem ortak bir zenginlik ol­maktan çıkar hem de tümüyle birbirle­rinin karşısında şoven bir varoluşu te-

4 2

Page 45: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS-HAZİRAN 2006 CJOİ

tikler. Sömürgecilik karşısında anayurt­ların işçi ve komünist hareketinin en a- zmdan önemli bir kısmının, sosyal şo­ven tarihinde ortaya çıkmış olan kara lekelerin hala sürmeye devam ettiğini hatırlatabiliriz burada. Bu anlamda sı­nıf hareketinde temel kırılmalardan bi­risinin, hareket içine sokulmuş olan ırk- çı-şoven motiflerin etkisel ağırlığı ol­muştur. Aslında bu sorunun başlı başı­na ve özel olarak incelenmesi gereken son derece önemli bir konu olduğunu geçerken hatırlatalım.

Genel çıkarların sınıf için belirleyi­ci olduğu ülkelerde (geçmiş süreçlerde) biraz farklı bir öz taşımıştı. İşçi sınıfı büyük sanayi fabrikalarında farklı kül­türlere ve farklı ulusal öznelliklere rağ­men toplu olarak hareket edebilmekte ve ortak sendikalarda-birliklerde örgüt­lenebilmekteydiler. Kültürlerin biçim­lenişinde dahi bunun belirli bir rolü hep olmuştur. Bu durum sosyalizm ile dü­zenli bir ilişki sağlanmasına yol açmış­tı. Bu başarı militarist baskılara, gerici yasalara ve bürokratik engellemelere rağmen başarılabilmişti. Burada evren­sel bir dil vardı ve bu dil birleştirici bir dil haline dönüşmüştü. Zincir sınıfın genel çıkarlarıydı, halkalar ise değişik ulusal ve kültürel varoluşlardı. Şimdi bu dizilimde bir kırılma yaşanmıştır. Dahası bu dizilim tersine dönmüştür. Sorun da burada ortaya çıkmıştır.

Farklı kültür ve ulusal konumlarda­ki derinleşme evrensel sınıf çıkarlarını, özellikle büyük sanayi fabrikalarının dağılmasıyla birlikte görünmez kıldı ve sınıf kimliklerini baskı altına aldı. Ev­rensellik, politik ve kültürel süreçte ana eğilim olmaktan çıktı. Aynı zamanda geçmişin evrensel pratiğinin bazı kötü mirası, şimdiki hareketin de adeta kefa­reti haline dönüşmekteydi.

Enternasyonallik fikri eskiden işçi sınıfı için sadece ülke ve ulus arasında değil, aynı zamanda dini, etnik, cinsi­yetçi vb. gruplar arasında da birleştirici bir faktördü. Smıf dışı bu özneler ko­lektif sınıf hareketinin büyümesini en­gelleyen değil, onu destekleyen ve bü­yüten süreçleri yaratmıştı. Çünkü her din, milliyet, cinsiyetçi veya ekolojik oluşumlar, kendi özgürlüğünü sosyaliz­min bu evrensel özgürlüğü içinde gör­

me eğilimini taşıyorlardı. Oysa şimdi ayrıklaştıran / bölen bir faktöre döndü ve birbirine karşı süreçler yarattı. El­bette bu yeni bir tarihi süreçtir. Prole­taryanın birleşik hareketi geçmişte de­ğişik, ama kuvvetli bağlara sahip olan toplumlarda ağırlıkla gerçekleşmişti. Toplumsal pratikte ortaya çıkan kurum ve uygulamaların sağlamlaştınlmasıyla yürümüştü hareket.

2. Sınıf hareketini dumura uğratan yeni esaret bağları

Sermaye küresel boyutta hareket e- derken ve bu anlamda evrensel bir sü­reci derinleştirirken emeğin evrensel dolaşımı yasaklandı ve emek ulusal çit­ler içine hapsedildi. Emeğin ulusal çit­ler içine hapsedilmesi hem genel çıkar­lar yerine sınıf dışı toplumsal öznellik­leri öne çıkardı hem de tikel sınıf çıkar­larını. Zincirin halkalan zincirin bizzat kendisi olmuştu artık. Bu ise yeni bir kırılma anlamına gelecekti.

Elbette işçi hareketi, aile, çevre, mülkiyet, farklı iş örgütlenmeleri vb. ta­rafından sürekli olarak şekillendirildi. Yerel ve bölgesel bağlar (hemşericilik gibi), korkuyla işlenen ve TV kanalla­rında pompalanan ‘ulus’ kimliği, farklı kültürlerin birbirine olan üstünlük pro­pagandası vs. rejimin ısrarla üzerinde durarak işlediği argümanlardır. Bunlar kuşkusuz yeni bağları ifade etti. Bunlar rejimle emekçiler arasındaki çatışmayı asgariye çekmeyi amaçlayan kölelik bağlarıydı. Sınıf çatışmasının refleksle­

rini başka alanlar içine aktardı. Böylece bu bağlar dolaymışız biçimleri kapsadı ve pratikte ona uygun refleksleri yarattı.

Geçmişte ‘insan hakları, dini öz­gürlükler, demokrasi, birey hakları vb.’ gibi olgular bu bağlar içinde gelişmişti. Ancak yine de bunlar evrensel sınıf çı­kartan bağını zayıflatamadı. Tersine o- nu etkin kıldı ve ona yaradı. Dolayısıy­la toplumsal sınıf bağını güçlendirdi. Ulus, ırk, din, cinsiyet, ekoloji vb. bü­tün bu bağlar, sınıfın sınıfsal kimliğine ve bağlantılarına kuvvet kazandırırken, sınıf hareketinin de dolaylı itici güçleri haline dönüşmüştü. Geçmişte bu bağ­lar, sınıfın evrensel-toplumsal çıkar i- lişkilerinde hem sınıfı düzene bağlayan esaret bağını yok edecekti hem de ken­disini bu karmaşık bağlar içinde geliş­tirme dinamiğini yakalayacaktı. Sınıf mücadelesine renk katarak ona ivme katacaktı. Sınıfın emek sürecinde yo­ğun sömürü ve baskıya maruz kalışı böylece onun itici gücünü de devrimci- leştirecekti.

Oysa şimdi durum oldukça değişik. Bu dönemde kültürel varoluş biçimleri sistemle ilişkisinde sınıf için birer esa­ret bağına dönüştü. Akrabalık, hemşeri­cilik, bölgecilik, ortak dinsel ya da bö­lünmez vatan söylemleri vb. bütün bunlar, sınıfın devrimci enerjisinin yö­nelimini saptıran, gerici konumu derin­leştiren ve sistemle uyumu emreden kölelik bağlarına dönüşmüş olmasını asla unutmamak gerekir. Son yıllarda özelleştirmelere karşı direnişlerde bile;

45

Page 46: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

C |Q İ MAYIS-HAZİRAN 2006

özeleştirmelere hayır diyen işçiler bunu ‘vatan için özelleştirmeye hayır’ slo­ganları ile karşılıyordu. Yurtseverlik ile anlatılan, vatanın tüm zenginliklerini e- le geçirmiş bir avuç burjuva vampirin çıkarlarını savunmaya kadar ileri git­mişti. Bunu ulusal faşistlerden liberal sola kadar herkes kışkırtıyordu.

Tarih bu dönemde biraz tersine döndü. Dolayısıyla tersine dönen bütün süreçlerin maddi zemini yeni bir çık­mazı insanlığın karşısına getirdi. O ne­denle dün tersine dönen süreç bugün ve gelecekte tersinin tersine dönmek zo­runda kalacaktır. Bunun başka bir yolu yok. Başka bir izah tarzı da yok. Arnıa elbette bu kendiliğinden olmayacaktır. Devrimci güçlerin tarihin içine yeniden ve yeniden soru çivilerini sokması ve süreci hızlandırması gerektiği açık.

Ama yine de sorun karmaşıktır.

Nihayet sınıf bir ‘ilişkiler ve süreç­ler’ (E. P. Thompson) toplamıdır. Doğal olarak bu ilişkiler ve süreçler üzerinde salt insan iradesinin dışında oluşan üre­tim / ekonomik ilişkiler bağlamında de­ğil, aynı şekilde tarihsel deneyler ile kültürel oluşumlar bağlamında da etki­li olmaktadır. Sınıfın elinde toplanan maddi güç dönüşüm süreçlerinde temel bir olguya işaret eder. Ama bu dönüşü­mün kendisi için yeterli bir neden de­ğildir. O nedenle dönüştürme hareke­tinde oluşması gereken mutlak zorunlu­luk şudur; sınıfın deneyimlerinden ha­reketle sınıf bilincinin gelişmesi , sınıfın moral ve kültürel değerlere kavuşması

olmazsa olmaz koşulların başında gelir.

Bu nokta da tarihsel olarak iki so­run belirgin olarak ortaya çıktı; ilki be­lirli sınıflar arasında var olan ayrımı be­lirleyen ve sınıfları tanımlayan ölçüt­lerdeki kaymalardır. Yani sınıf çıkarla­rında ortaya çıkan sorunlar olarak... î- kincisi de yukarıda özetle belirttiğimiz sınıfların hem oransal dağılımlarında hem de tarihsel ve kültürel değişimler­de ortaya çıkan sorunlardır.

Şimdi bunları değişik düzeylerde tartışalım. Önce smıf çıkarları sorunun­dan hareket edelim. Bu sorun proletarya hareketi için hem temel bir sorundur hem de sınıfı tanımlayan ölçütlerden bi­risidir. Çünkü sınıfın üretim sürecinde ekonomi ile ilişkisinde ortaya çıkan ya­pısal konumlanışı sınıfın çıkarlar zemi­nini de belirlemektedir. Ancak yine de işçi hareketi salt çıkarlar zemininden hareket edemez gibi geliyor bana. Çün­kü yoksulluk veya zomnlu ihtiyaçlar gi­bi bütün ekonomik gereksinmelerin her biri tikel (sınırı ekonomik olan) düzey­de sınıf çıkarları zeminini gösterir. An­cak bu tikel çıkarlar sınıfın sonal hedefi doğrultusundaki hareketin genel çıkar­larına her zaman hizmet etmez. Son 25 yılın işçi hareketi deneyi ülkemizde bu­nu gösterdi. Dahası kol işçiliğine (sana­yi) dayanan ekonomik örgütlenmeler (sendikalar) veya bu temeldeki diğer a- rayışlar (konsey, meclis, işyeri temsilci­likleri, şubeler platformu vb.) insan ge­reksinmelerinde genel çıkarlar için ken­di başına bir temel oluşturmadı. Tersine

sının ekonomizm-sendikalizmpdüzeyin- de kaldı. Yani buradan politik bif sınıf hareketine kayma gerçekleşmedi.

Kanımca şu sorular ülkemiz sınıf hareketi açısından cevaplandırılması gereken önemdedir; acaba bizim gibi ülkelerin tarihinde ortaya çıkan mutlak yoksulluk tikel sınıf çıkarlanmn mut- laklığma mı yol açtı? Yani yoksunluğun kader sayılması ve devlet için söylenen ‘ne eylerse güzel eyler’ gibi düşünce yapılarının özdeyişlerde anlam bulması acaba sınıfın talep ettiği çıkarların sis­tem içine gömülmesinin mutlak sınırını mı gösterdi? Başka bir deyişle işsizlik ya da yoksulluk temeli veya tekil sınıf çıkarlanmn üst belirlenmesinde ortaya çıkan hassas sınır noktası, kendisinin (yani sınıfın) içe evrilmesinin esas öğe­lerine mi dönüştü? Bunu bir iç kmlma olarak okuyabilir miyiz? Tarihsellik bir ayna ise bu aynanın bin bir parçaya bö­lünmüş olmasını, dolayısıyla bu parça­ların birleştirilme hareketini, kadere (tanrıya) havale ederek, dolayısıyla yoksulluk kültürünü etkin kılarak vb... bütün bunlar onun mutlak bir sınırına mı yol açtı? Bu sorulara hemen cevap bulmak zor belki. Kanımca cevaplar­dan önce soruları doğru sormak daha da önem kazanmıştır bugün. Çünkü he­pimiz biliriz ki, bütün bilimlerin geliş­me tarihi önce sorular ile başlamıştır.

Ama yine de arayışımızı sürdüre­lim:

Elbette kapitalizmin genel çıkarla­ra düşman olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni proletaryanın özel mülkiyete son verme isteği ve emeğin sermayeye tabi olmasına ait bağların kesilmesi ta­lebidir. Bu sınıf hareketinin genel çı­karlarına tekabül eder. Dolayısıyla ka­pitalizme karşı genişleyen her eylem bu genel çıkarlarla ilgili bir öz taşır. Bu ne­denle kapitalizm, sınıfı ekonomik çı­karlar (tikel veya yerel çıkarlar) sınırın­da tutma eğilimini hep bu nedenle taşı­mıştır. Bu eğilim bütün kapitalist ülke­lerde ki burjuvazinin genel bir eğilim­dir zaten. Ancak karşı direnişler için te­mel olan bu nokta, her ülkenin tarihin­den ve kültürel konumundan ileri gelen geleneksel yapılar için aynı sonucu do­ğurmamışım Bunu ülkemiz açısından tartışmaya değer bir nokta olduğunu

4 4

Page 47: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS-HAZİRAN 2006 C JO İ

düşünerek söylüyorum.

Daha önce de belirttiğimiz gibi mülksüzleşmenin artması, ücretli çalı­şanların ve işsizlerin ortak yaşam ko­şulları vb. gibi öznellik­ler, önceki dönemde var olan esaret bağlarına karşın sınıf mücadele­sinde ortak bir temel yaratmıştı. Hareket sis­teme karşı yönelmiş ve onu sorgular hale gel­mişti. Ancak bugün Türkiye de büyük oran­da ve belirleyici düzey­de eski esaret bağlantılı ilişkilerin egemenliği, mülksüzleşme sürecini bir yerde sınırlı da olsa frenleyen ekonomi dışı sektö­rün, başka bir deyişle kayıt dışı büyük bir paranın dolaşımda bulunuşu ve ül­kenin uluslararası tekellerin saldırısına maruz kalışı gibi değişik nedenler, ya­şamın tümden ticarileştirilmesine yol açmıştır. Bu durum yeniden esaret bağ­larını güçlendiren ve emekçi güçleri sisteme bağlayan bir olgu olarak düşü­nülmesi gereken bir noktadır. Kuşkusuz bu modem anlamda proletaryanın dev­rimci eneıj isini baskı altına alan bir di­zi nedenlerin başında sayılabilir.

Bizler yakın bir dönem öncesinde dahi bu esaret bağlarının sınıf kimlikle­rinin lehine çözüleceğini öngörmüştük. Biraz da kendiliğinden bir varsayımdı bu. Bunu orta ve uzun erimde elbette yine öngörmek yanıltıcı olduğu anlamı­na gelmez. Ancak şimdi sınıfın lehine çözülmeyi sınırlayan (durduran değil) yeni toplumsal koşulların ortaya çık­masını burada yeniden not etmek gere­kir. 20. yüzyılın son çeyrek yılı iki te­mel değişime işaret etti; bir yandan Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile ütop­yaları söndüren bir bilinç yıkımına, di­ğeri de küresel sermayenin artan oran­da yeni üretim biçiminin doğal sonucu olan teknolojik sürecin yarattığı derin sarsıntılarına neden olmuştu. Bu ilişki­ler içinden yeni bir insan kimliği doğ­du; aletlerin kölesi olan, gündelik yaşa­yan, TVTerin ideolojik bombardımanı­na açık, insani değerlerinin kaybolduğu ve adeta düşünmenin elinden alındığı yeni bir insan tipinin ortaya çıktığı yeni süreçlerdi bunlar. Bu nedenle eski esa­

ret bağlan yeniden gündemin belirleyi­ci maddesine çıkarıldı. Ve bu eski bağ­lar yeniden gündemleştirilerek sınıf ha­reketinin aleyhine doğru gelişen süre­cin önünü açtı.

Daha önce de belirttiğim gibi geç­mişte emek sürecinin belirleyici ilişki­lerinde eski kimlikler, yani din, aile, milliyet, kadın vb. gibi sorunlar büyük oranda ihmal edilmişti. Bu ihmale da­yanan konumlar, sonraki küresel kapi­talizm koşullarında yeniden diriltildi ve etkin bir özellik kazandırıldı. Sanayi bölgelerinin sınırlandırılması, yoğun­laştırılan ticari iş hayatı, yaygın işsizlik, küçük ya da büyük taşra kentlerinde ki iş ortamı, doğal olarak ortak iş tecrübe­lerini, dayanışma kültürünü ve ortak davranış biçimini de erozyona uğrattı. Bu durum insanlığa ait ortak kültürel- ahlaki değerleri de aşındırdı. Bu düzen­siz ilişkiler bağına ek olarak, smıf dışı kimliklerin gücüyle birlikte sosyalizme yönelen işçi hareketini de dumura uğ­rattı. Dumura uğramak bir beyin sarsın­tısıdır ve bir şok geçirme durumudur. İşçi sınıfı, özellikle sınıfın alt kesimleri hala bu şok ve sarsıntının içinden çık­mış değildir.

Aynı şekilde insanlar kapitalizmde hızlı bir şekilde pazar ağı içine çekildi. Geçmişte emekçiler ile pazar arasında dolaylı bir ilişki vardı. Emeğini pazarda satıyor, bunun karşısında iş buluyor ve ücret alıyordu. O ücretle yeniden ya­şam için zorunlu maddeleri pazardan almak için yeniden dolaylı olarak pa­zarla ilişki kuruyordu. Pazar dolaşım ve tüketim alanıydı. Üretici kapitalizmde emekçiler sınıfı kendileri için kurduk­ları yaşam biçimi daha çok üretim mer­kezliydi. Evi ile işi arasında ki bir ya­şamdı bu. Elem işyerlerinde hem de sı­nırlı da olsa evinde sadece mal ve hiz­

met üretmiyor, aynı şekilde moral ve kültürel değerleri de üretiyordu. Zorun­lu gereksinmeler dışında pazarla ilişki­si sınırlıydı. Oysa şimdi durum çok de­ğişti. Evi ile işi arasında ki ilişki, adeta

evi ile pazar arasında ki ilişkiye yerini bıraktı. Çünkü işten atılan iş­sizler veya yarı iş güç­leri, neredeyse nüfusun yarısını oluşturur hale gelmiştir. Bu işsiz kit­leyle birlikte çalıştığı halde geçinemeyenlerin yedek iş talebi pazarı oldukça büyüttü. Yeni işçi sınıfı artık pazarla ilişkisi dolayındı ol­

maktan çıktı ve dolaymışız bir ilişkiye yerini bıraktı. Elbette pazar dediğimiz­de sadece mal alım ve satımının ya da emek satımının bir alanı değil, aynı za­manda ticarileşen yaşamın ‘üretim’ ve dolaşım alanı haline geldi. Çünkü artık işçi, pazarın açıktan insafına terk edil­mişti. Bu da kültürel değerleri aşındıran bir sonucu doğurmuştu. Kolektif yaşa­mı ve kolektif kültür ve ahlakı paralize eden, bireyci kimliğin inşa edildiği bir temeldi bu.

Elbette bütün bunlar karmaşık ta­rihsel bir durum göstergesidir. Gele­neksel bağlarla örülmüş ve cendere içi­ne hapis edilmiş bir işçi hareketi, bu bağların gücünden dolayı, sosyalizme yönelim eğilimlerini baskı altına aldı. Dolayısıyla işçi hareketi ekonomik ta­leplerle sınırlanan bir ‘işçicilik’ sınırına takılıp kaldı.

3. Sınıfın, toplumsal güç dağılımı ile politik güç

dağılımı arasındaki orantısız ilişki üzerine

Her toplumsal grup gibi işçi sınıfı da hem toplumsal gücü hem de politik gücü temsil eden toplumsal bir öznedir. Çünkü her iki güç, yani toplumsal ve politik güç işçi sınıfına ait bir nesnellik anlatımına dayanır. Bu işçi sınıfının do­ğasına ait bir özelliktir. Ancak toplum­sal güç olma hali politik güç ile kendi­ni tanımlamıyorsa ya da iki güç arasın­da doğru bir orantı yoksa sınıfın değiş­tirmeye dönük hareketi sorunlu demek­

Geçmişte emekçiler ile pazar arasında dolaylı bir ilişki vardı. Emeğini pazarda satıyor, bunun karşı­

sında iş buluyor ve ücret alıyordu. O ücretle yeni­den yaşam için zorunlu maddeleri pazardan almak

için yeniden dolaylı olarak pazarla ilişki kuruyordu. Pazar dolaşım ve tüketim alanıydı. Üretici kapita­

lizmde emekçiler sınıfı kendileri için kurdukları yaşam biçimi daha çok üretim merkezliydi.

Evi ile işi arasında ki bir yaşamdı bu.

45

Page 48: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

q o l MAYIS-HAZİRAN 2006

tir. Bilindiği gibi toplumsal güç .olgusu insan iradesinden bağımsızdır. Bağım­sızlık bu yapının karakterine özgü bir varoluştur. Çünkü'toplumsal güç ilişki­si genellikle üretim surecinde ki konu­mu ile tanımlanabilir birşeydir. Dolayı­sıyla ilk yapının kendisi (yani toplum­sal güç olma), üretim hareketi içinde ü- retici güçlerin gelişmesi temelinde vü­cut bulan bir güç temsiliyeti anlamına gelir. Doğal olarak toplumsal bir sınıf olan işçi sınıfı, üretim içinde belirli bir yere sahip olması ile tanımlanmaktadır. Onun varlığı ancak üretim sürecinde ki işlevi ile belirginleşmektedir. Proletar­yanın toplumsallıkta vücut bulması; tü­müyle üretim ilişkileri içinde ki bu ko­numu ile açığa çıkmaktadır. Böyle o- lunca toplumu değiştirme amacında o- lan işçi sınıfı hem kendisi açısından hem de bütün toplum açısından, değiş­tirme / dönüştürme hareketinde zorunlu olan ön koşulların hangi düzeyde içsel bir konuma (yani bilinç ve hazırlık an­lamında) gelip gelmemesine bakılması gerekir. Bunun için yapılması gereken ilk şey bu güçlerin durumunu incele­mektir. Ancak bilinç ve örgütlemeden bağımsız olarak zorunlu olan temel ko­şullar, zaten baştan itibaren sistem tara­fından sınıf yapısı içine reel bir gerçek­lik olarak verilmiştir. Burada önemli o- lan dönüştürme sürecinde bu gerçeklik­lerin hangi düzeyde ve nasıl olgunlaştı­ğını veya olgunlaşacağını tespit etmek­tir. Kuşkusuz kapitalizmin her saat ve her dakika çelişkileri büyütme zemini her koşulda onun olgunluk düzeyini göstermeye yetmeyebilir. Bunu dikkate almak gerekir. Burada bir başka nokta daha vardır; çelişkili zemine ait varoluş aynı zamanda ideolojik ve politik tasa­rımların oluşumunda ki gerçeklik dere­cesini ya da gerçekleşme derecesini test etmemize de neden olur. Demek ki çe­lişkili zemin politik oluşumun gerçek­leşmesinde yeterli bir temel değildir tek başına. Öyle olsaydı bu derece keskin­leşmiş çelişkilerden otomatik olarak politik sınıf eylemleri doğardı. Böyle olmadığı açık.

Bu kısa bilgisel açıklamadan sonra işçi sınıfının politik güç olma ilişkileri­ne geçersek, aranan ilk koşul belki,, şu olabilir; değişik toplumsal gruplar gibi işçi sınıfı farklı kültürel oluşumların

varlığına ve etkileme derecesine rağ­men, yine de kendisini birleştiren ortak sınıfsal kültürel bilinç etrafında buluş­ması ve bu doğrultuda örgütlenmesi başta gelen ortak zorunluluklar içinde sayılmalıdır. Çünkü bütün farklı kültü­rel oluşumlara karşın işçi sınıfı, kendi varoluşunun temel göstergelerinden bi­ri olan kültürel ilişkilerden asla soyut­lanan bir sınıf özelliği göstermez. Sınıf kültürü ile sınıfın varoluş biçimi arasın­da yakın bir ilişki olduğu açık. İlişkiler ve deneyler üzerinden gelişen bir daya­nışma kültürü bu yapının içsel bir öğe­sidir. Bu dönemlere göre farklılıklar gösterse de bu onun bünyesel genlerin­de ki bir varoluşa aittir. Kuşkusuz bu i- lişkinin doğuşu tümüyle sınıfın üretim eylemi ile paralellik göstermesinden i- leri gelir. Sınıfın toplumsal gücünü po­litik bir güce dönüştürecek en temel ko­nu sanırım buradan çıkarılabilir. Eski­den meslek dayanışması ile başlayan ve giderek bir sınıf dayanışmasına dönü­şen dayanışma kültürü önce nesnel-e- konomik yapının doğal bir sonucuydu. Şimdi smıfa ait olan bu dayanışma kül­türü, yerini ağırlıklı olarak dinsel veya etnik (vb.) gibi benzer kültürel yapıla­rın dayanışmasına bırakmıştır. Diğeri i- se ikinci plana düşmüştür. Bunun asıl nedeni sermayenin yeni birikim ve üre­tim strajesi ile ilgilidir. Ancak bu biri­kim stratejileri şimdilik konumuz dışın­da bir özellik gösteriyor. Yine de nesnel varoluş biçimi ortadan kaybolmadığına göre, ikinci plana düşen sınıfın bu kül­türel yapısının (ki o aslında genel an­lamda insanlık kültürünü de ifade eder) yeniden inşa edileceğini elbette yok sa­yamayız. Başka hiçbir sınıfta veya de­ğişik toplumsal özne de görülmeyen in­sanlık kültürü, özsel olarak işçi sınıfın­da bulunur ve buradan bütün topluma mal edinir. Çünkü insanlığın çıkarlar birliği hala temel bir önemdedir. Üste­lik bu çıkarlar birliği salt ekonomik ala­na özgü çıkarlar da değildir. İnsanlığın ortak değeri olan üretme ve üreme ye­teneğinin doğal bir anlatımıdır. Yeni ü- retim ve birikim stratejileri bu dönem­de hangi biçim alırsa alsın sınıf çıkarla­rını yumaşatamadığı gibi tersine yerini daha da sancılı bir çelişkiyi bırkmıştır. Bu nedenle onu var eden çelişkili yapı bugün artan oranda devam etmektedir.

Burada yeni bir durum tespiti yapmak çözüm için önemlidir.

Ancak şunun görülmesi gerekir; çı­karlar birliğinde sınıfın öncü yapısı, e- konomik alan’la sistem yapılanması a- rasmda ki ilişki veya bağlantıyı doğru okuması mutlak zorunlulukların başın­da gelir. Yani bunun ekonomik varoluş ile rejim arasında ki diyalektik bağlan­tıların berrak bir anlatıma dayamnası gerekir. Zaten bu iyi okuma onun poli­tik aşamada ki yeni bir düzeyini göste­rir. Bu okumadan anlaşılması gereken nokta, sınıfın kendi iç yapılarında uzla­şabilir çelişkili var oluşları asgariye in­dirip hem sınıf çıkarlarını hem de aynı sınıf içinde değişik kültürel biçimleri engelleyen ve onu baskı altına alan sis­tem ile arasında ki antagonist çelişkinin derinliğinde ortaya çıkan stratejik, do­layısıyla taktik yapının inşasını zorunlu kılar. Bu hem yeni bir politik aşamayı gösterir hem de buradan yeni politik o- luşumlara geçişi gerekli kılar. Bu kuş­kusuz soyut düzeyde salt ekonomi ve politika birliğinin kurulması anlamına gelmez, aynı zamanda düşünsel ve ah­laksal birliğin de kurulması demektir.

Burada dikkat edilmesi gereken iki noktanın altını çizeceğim; ilki daha ön­ce kısaca belirttmiş olduğum gibi, ye­terli koşullar henüz gelişme aşamasın­da değilse (burada daha çok örgüt ve bilinç sorununa vurgu yapıyorum), top­lumsal sınıf hareketinin etkilerinin de sınırlı olacağıdır. Böyle olunca hareke­tin başarısı da zordur. İkinci nokta daha da önemlidir; işçi sınıfı bu koşullar i- çinde ‘sınıfın kolektif yaşamı’ dediği­miz yaşam biçimlerinin tümünü içsel­leştirmemiş ise, başka bir deyişle, sını­fı sınıf yapan öznelerin tümü kültürel yaşam biçimine dönüşmemişse (yani i- deolojik, politik ve ekonomik alanda ki bütün göstergeler, sınıf için yeni bir kültürel yaşam biçimi haline gelmemiş­se), elbette bu, o smıfı ortadan kaldır­maz ama, mücadelenin kendisi sistemi dönüştürme ve kendisi ile birlikte top­lumu da dönüştürme düzeyinde ki cid­di kırılmaları ortadan kaldıramaz ve onları da bertaraf edemez. Dolayısıyla yerine olumlu anlamda başka bir şeyi de ikame etmesi son derece zordur.

Sınıf yapıları incelendiği zaman

4 6

Page 49: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS-HAZİRAN 2006 C J O İ

karşımıza ikili bir ayrım çıkar genellik­le. İlki sınıfın üretim sürecinde ki konu­mundan kaynaklanan nesnel sınıf hare­keti (ki birçoklan gibi Gramsci de buna bir yazısında ‘organik hareket’ der), i- kincisi de sınıfın konjoktürel hareketle­ridir. Yani geçici ve rastlantısal hareket­ler olarak.' Bu tanımlama kaba bir ayrı­ma dayanmadıkça doğru gibi gözükü­yor bana. Kanımca sınıf dışı kültürel kimliklerin, ister organik sınıf yapısı ü- zerinde olsun, isterse sınıfın dönemsel veya konjoktürel hareketleri üzerinde ki etkileri olsun burada önemli olan bunlan doğru okumaktır. Nesnel ko­numdan kaynaklanan organik sınıf ha­reketi toplumsal bir öze ve tarihsel bir kimliğe sahip hareketlerdir. Dolayısıyla sınıfın gelecek kurgusu böyle bir hare­ketin doğrudan varlığına bağlıdır. Bu­nalımların ağırlaştığı dönemlerde çeliş­kinin kendisi zorunlu olarak ister sis­tem içi düzlemde olsun, isterse devrim­ci yoldan olsun bu doğal olarak çözü­mü zorlamadan edemez. Sistem içine çekilme ile devrimci yol arasında ince bir çizgi vardır. Bu tümüyle öncü yapı­nın stratejik konumu ve becerisi ile ilgi­li bir alanı ifade eder. Ancak hiçbir zor­lama otomatik olarak politik sınıf hare­ketini doğurmaz. Başka bir deyişle or- ganik-nesnel sınıf hareketi, politik bir sınıf hareketine dönüşmede her zaman kolayca bir geçişi sağlayacağı anlamına gelmez. Bunun için bir dizi dışsal fak­töre gereksinim vardır.

Bu süreci engelleyen en büyük ne­denlerin başında (öncünün konumunu şimdilik tartışma dışı bırakarak söyler­sek) özellikle içinde yaşadığımız bu dönemde, dinsel, ulusal, etnik, ekolojik vb. gibi değişik ideolojik-kültürel kim­liklerin etkin gücü gelir. Gelişme dina­miği ile birlikte sınıf mücadelesi süreç­lerinde görülen belirgin nokta, egemen yapıların derhal bu ideolojik kimlikle­rin yaygınlaştırılmasında bütün araçları devreye sokmuş olmasıdır. Kuşkusuz bu kimlikleri egemen sınıf yapısının (burjuvazi) ürettiği veya yarattığı so­nuçlar değildir ama, toplumsal bir ger­çeklik olan bu yapıları maniple etmede görülmemiş bir başarıya sahip olduğu­nu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kanımca Gramsci’nin ‘konjüktürel hareketler’ o- larak tanımladığı geçici ve rastlantısal

hareketlerin, smıf dışı kültürel kimlik­ler ile kolayca buluşması, başka bir de­yişle sınıf harekatine daha kolayca bu­laştırılması, ağırlıkla politik özden kop­muş olan konjüktürel sınıf hareketlerin­de görülmesi tesadüfi değildir. Mesela 1980 sonrasında hızla Hak-îş gibi din­sel yanı ağır basan işçi hareketi ya da milliyetçi öze uygun sendikal yapıların devreye girmesi (geçmişte MİSK gibi ya da son zamanlarda Kamu Emekçile­rinde görülen Kamu-Sen. vb. gibi) dö­nemsel koşullarla ilgili olduğu kabul e- dilebilir. Ancak ne olursa olsun konjok- türün ürettiği yapılanmalar ile doğru bir ilişkinin kurulamamış olması, doğal o- larak politik sınıf hareketini dumura uğratmıştır. Bu konuda çok fazla deney var. Özellikle bunun iki ağır sonucu ol­muştur; ilki söylem ister dinsel, isterse milliyetçi düzeyde olsun, bu harekatler sonuçta ekonomizmi üretmeye devam etmiştir. Dolayısıyla sistemi aklama ve meşru gösterme.... Aynen DİSK söyle­minde olduğu gibi. DİSK sol bir söy­lem kullanmış olsa da, hareketin etki gücü ne olursa olsun, bu doğrudan eko­nomizmi, reformizmi ve sisteme ye- deklenmeyi üretmeye yol açmış ve on­dan kurtulamamıştır. Bu sadece DİSK’in yanlış politikası ile ilgili de değildir. Çünkü DİSK asla doğru bir sı­nıf kuramına hiçbir zaman sahip olma­mıştır. İkincisi de daha çok radikal sos­yalist yapıların çıkardığı sonuçlarda görülmüştür; aslında bu doğrudan bir tepki üretimidir. Dolayısıyla iradeye ol­duğundan fazla vurgu yapılarak dar po­

litik bir söylem ya da yine Gramsci’nin dediği gibi aşırı bir ‘ideolojisizime’ ait vurgudur. Bunun değişik nedenleri ol­duğu açık. Sonucu ya kendinden men­kul marjinal yeni sendikal örnekler ol­muştur ya da tamamı ile sınıftan elini e- teğini çekmek biçiminde tezahür etmiş­tir. ‘Bu sımf-bu halk adam olmaz’ dü­şüncesinin sol içinde ki görünmeyen a- ma, derin bir iz bıraktığını kim inkar e- debilir ki? Yapamıyorsan o zaman suçu işçi sınıfına yükleyebilirsin!

Konumuz elbette sendikal hareketi değerlendirmek değildir. Onu şimdilik çok daha farklı bir irdeleme içinde ge­lecek günlere bırakalım.

Kuşkusuz bütün mesele geçmişi özlemek değildir, mesele şimdiki za­manla gelecek zaman arasında ki ilişki­yi doğru kurmaktır. Çünkü politik yapı­ların, sınıf yapıları üzerinde hem tarih- sel-kültürel boyutu ile hem de politik ve ideolojik boyutları ile derinleşeme- mek-üretimsizlik (düşünce ve yapma tembelliği) coğrafyamızın adeta kaderi haline gelmiştir. Bir nokta daha var; o da hareketin sürekliliğini becereme- mekte açığa çıkan kırılma noktalarıdır.

4. Ufuksuz bir gelecek;sınıf hareketinin

sosyalizmden kopuşu

Bugün işçi sınıfı hareketinin kültü­rel ve politik etkinliklerinde sosyalizme ilişkin düşünce ve eylem hedefleri iyi­den iyiye zayıflamıştır. Bu durum doğal olarak sosyalist yapıların marjinalliğine

47

Page 50: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

C J O İ MAYIS'HAZİRAN 2006

yol açmış ve hareket sınıfsız politika­nın derin bir krizini yaşar hale gelmiş­tir. Nesnel yapı ile öznel yapı arasında ki ilişkinin kopuş seyri, her iki yapının da çıkmazlarına işaret etmiştir. Sendi­kalar ile işçiler arasında ki ilişkilerde ya da her biri kendini bu iki ilişkinin için­de yeni toplumsal olanaklardan yarar­lanma talep eden bir süreç sosyalist ha­reketi yeni çıkmazlara ve bunalımlara sürüklemiştir. Çünkü böyle bir talep, kapitalist üretim biçimini dönüştürme­ğe dönük olmaktan çıkarak, salt tüke­tim düzeyinde bir yaygınlaşma göster­mektedir. Bu ise hareketin devrimci ni­teliğini aşındıran ve sahneye hızla re­formcu mantığın girmesine yol açan bir gelişme demektir. Doğaldır ki böyle bir anlayış sınıf hareketini, dolayısıyla po­litik sınıf hareketini, gerek siyasal alan­da gerekse kültürel alanda özgürleştire­mez. Tersine hareketi daha da bağımlı- laştıran bir kırılma noktasını ortaya çı­kartır. Böylece politik hareket sınıfı salt talep eden, yani işverenden veya dev­letten talep eden liberal bir çizgiye çe­ker ki, bunun en iyi göstergesi devrim­ci temelde büyüyen ve gelişen Kamu Emekçileri Hareketi’nin karşılaştığı so­runlarda görülmüştür. Elbette başlıca a- macımız bu hareketi değerlendirmek değildir. Bir noktaya işaret etmektir. KESK’in hızla liberal bir çizgiye çekil­mesinin böyle bir tarihsel arka planı ol­duğunu unutmamak gerekir. Böylece talep etmek amaç hedefine dönüşmüş, asıl hedef ise ortadan kalkmıştır. Ger­çekte toplumsal dönüşümler, tikel ta­leplerle sınırlandırılarak ona indirgen­diği zaman, hareket zo­runlu olarak sistem i- çinde reform hareketine dönüşür. Bu ise hareke­tin tarihsel olarak yıkı­mı demektir.

Son yılların en ö- nemli toplumsal hare­ketleri, yani ulusal, et­nik, ekoloji, kadın hare­ketleri (vb), genellikle örgütlü sınıf çıkarları­nın dışında oluşmuştur. Ayrıca sınıf çı­karlarının referans alındığı sınıf hare­ketleri de söz konusu olmuştur bu dö­nemde. Ancak gerek ilkinde görülen sı­nıf dışı hareket biçimleri, gerekse İkin­

cisinde görülen salt tikel çıkarlarla sı­nırlanmış ve talep eden bir sınırda ka­lan emekçi hareketleri, bu karakterleri nedeniyle ne toplumsal dönüşümün iç­sel bir öğesi olmuştur ne de buradan devrimci bir sosyalist hareket mayala- nabilmiştir. Ağırlıklı olarak bu iki hare­ket toplumsal dönüşümü amaçlayan sı­nıf politikalarının dışında oluşmuştur.

Kuşku yok ki KESK ve diğer işçi sendikalannın, bu çıkarlar ve talepler etrafında hareket etmeleri yadırganacak bir konum değildir. Hatta bu sınıf poli­tikalarının ya da politik sınıf hareketi­nin ortak temel kaynaklandır. Ancak bu temel kaynaklar kendini tikel çıkarlar i- le sınırlama noktasına kaydırmış ise, başka bir deyişle genel çıkarlardan ko­pan bir varoluşu ortaya çıkarmış ise so­runlar da bu noktada başlamış demek­tir. Çünkü bu temel kaynak ile kendini sınırlayan ve yoluna böyle devam eden bu hareketler, asla sosyalist bir politika­nın, dolayısıyla politik bir sınıf hareke­tinin esin kaynakları olmayı hiçbir za­man başaramazlar. Toplumsal dönüşüm yerine daha da sistem içine çekilirler. Bütün sorun bu kaynakların, iş ve üc­retli emeğin tecrit oluşunu nasıl ve han­gi yollardan yürünerek aşacağını ve bu kurumlarla nasıl bir ilişki kurulacağı sorununda düğümlenmiştir.

Sınıf hareketinin içinde bulunduğu bunalım henüz kalıcı bir çözüme ulaş­madığı için sorun ağırlaşarak devam e- diyor. Bunun bazı doğal sonuçları ola­cağı açık. Burada bazı tespitleri yap­mak gerekir; işçi hareketinin kendi po­

litik kuramlarına yönelimlerinde hare­ket her iki yöne de kayabilir. İşçi hare­ketinin ve sendikaların üzerinde son derece değişik düzeyde ve tonda baskı- lanmalar devam ediyor. Hem devletten

hem de kendi içinde ki birikmiş sorun­lardan kaynağını alan baskılanmalardır bunlar. Sanayinin değişimi ile birlikte sınıf hareketi büyük oranda dağıldı. Hareket ya bugün olduğu gibi kapitalist pazarlık mekanizmasının baskısı ile sistem içine daha da çekilerek çürütüle- cektir, dolayısıyla sosyalizm bir yana atılacaktır ya da bir yol bulup genişle­yen ve farklılaşarak değişik renk alan sınıf hareketi, inşa edilmiş ve yenilen­miş sosyalist hareketin etkisi içine çe­kilerek politik bir kimlik kazanacaktır. Temel insan ihtiyaçlarından yola çıkan ve kendini asla mekanik bir tarzda ‘ü- retim’ noktalarına hapis etmeyen bir sı­nıf hareketinin doğuşunu olanaklı gör­mek asla abartılı bir öngörü değildir. Bunlar insanın insanı sömürmeyeceği bir dünyaya son veren, kesinlikle sını­fın gündeminde olan mülkiyet sorunu­nu çözen, barışa ve özgürlüğe adanmış yaşam talepleri gibi temel talepleri sı­nıfın diğer talepleri ile birleştiren bir nokta, modem sınıf hareketinin geliş­mesini de olanaklı kılan noktalar ola­rak sayılabilir.

Sınıf hegemonyası nasıl tesis edile­cektir, bütün soran buradadır. Bunun temel yollarından birisi, sosyalist hare­ketin anlaşılır bir programı dayanıyor olması ve parçalanmış güçleri birleştir­me yeteneğine sahip esnek bir eylem programının yaratılmış olması tartış­manın bir yoludur. Ancak bu nasıl ola­caktır? Elbette elimizde sihirli bir değ­nek yoktur. Şimdilik sorunun bir cephe­si olan politik inşa sorunu bu yazının

dışında bir özellik taşı­yor. Üzerinde düşündü­ğümüz esas nokta sınıf yapıları ile ilgili olanı­dır. Kanım şu; bütün ti­kel çıkarlara karşın sı­nıfın politik ilerleme­sinde temel olan nokta, sanırım tikel çıkarları genel çıkarlarla birleşti­ren ve sınıfın düşünce biçimlerini de belirle­yen kültürel oluşumla­

rın nasıl bir sınıf kimliğine doğra eviri- leceğini de hesaba katan ara bir nokta­nın tespiti çözümün ilk yolu olabilir. Dahası farklılaşan sınıf öbeklerinin çı­karlarını, özlem ve taleplerini ortak bir

Sınıf hegemonyası nasıl tesis edilecektir, bütün sorun buradadır. Bunun temel yollarından

birisi, sosyalist hareketin anlaşılır bir programı dayanıyor olması ve parçalanmış güçleri birleştirme

yeteneğine sahip esnek bir eylem programının yaratılmış olması tartışmanın bir yoludur.

Ancak bu nasıl olacaktır?

48

Page 51: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

platformda buluşturabilmektir. Bu ise yoksulluk söylemini aşarak dayanışma kültürünü kurabilecek ve bunu hayatta anlamlı kılacak bir pratiğin, yerel alan­lardan başlamak üzere (pilot üstler ku­rarak) inşa edilmesidir. Burada şimdilik yerel alanların birliğini ısrarla öne alı­yorum. Bu durum yerel başarı olmadan genel başarıya aktanlamaz gibi geliyor bana. İçinde yaşadığımız dünyanın or­tak bir karakteridir bu. Yine gelip da­yandığımız nokta, çatışma anaforunun öne çıktığı bölgelerde yaşayan sınıf ya­pıları ile öncü politik güç arasında ki u- zun soluklu kalıcı bir ilişkinin inşası so­rununda düğümlenir. Hem stratejide hem taktik dövüşte, hem eğitimde hem de esnek çalışma biçimlerinde bir yapı­nın kurulmasıdır kastettiğimiz.

Mücadele alanı genişlemiştir. Ve bu nedenle genişleyen mücadele bizle- re büyük olanaklar sunmaya devam e- diyor. En azından bunu ön görmek ö- nemlidir.

5. Sınıf kimliği sınıf dışı kimliklerin içine sindirilmiş bir

varoluşa mı yol açtı?

Daha önce sınıflararası çatışma be­lirgin olarak ilk kaynağını doğrudan e- konomi’yle ilgili alandan, dolayısıyla üretim ilişkisi ile kurulan ilişkiden alır demiştim. Bu nedenle çatışma diyalek­tiği mutlak surette sömürü ilişkisini ön gerektirir. Elbette bu çatışma basit bir tarzda doğrudan veya benzer biçimde politikaya aktanlamaz. Çünkü çatışma­ların özü olan sömürüye dayanan yapı­nın kendisi ve bu yapının varoluş biçi­mi daima çelişkili yapıları değişik bir biçimde yansıtır. Bu anlamda mesela politik oluşumlar (partiler vb.), kapita­list ile ücretli işçiler arasında ki ekono­mik içerikli çatışmaları birebir yansıt­mazlar. Her politik oluşum doğrudan veya dolaylı olarak bir veya birkaç sını­fın sınıf çıkarlannı yansıtabilir. Ancak bu yansıtmanın biçimi, oluşum süreci ve hareket tarzı bir fabrika veya işlet­mede ki grev hareketinde olduğu gibi çatışmanın birebir kendisi biçiminde o- luşmaz.

Böyle olunca ortaya çıkan sınıfsal ayrışmada veya kendisini ortaya koyan saflaşmada, yani bireylerin gerek poli­

tik seçimlerinde gerekse ekonomik a- landa (sömürü ilişkilerinde) ortaya çı­kan çatışmak temelde ki saflaşmalarda var olan işçi sınıfının, sınıf çıkarları ile her zaman uyumlu olduğunu veya ola­cağı anlamına gelmez. Kuşkusuz olma­sı gereken böyle bir uyumdur, ancak günümüz tablosu farklıdır. Günümüzde bireylerin saflaşmasında olduğu gibi, a- ğırlık merkezinin din, etnik, cinsiyetçi vb. gibi değişik kültürel kimliklere kay­ması, sınıf kimliklerinin ortadan kalktı­ğı anlamına elbette gelmez. Olsa olsa smıf kimliği veya sınıf çıkarları ile u- yumsuz bir ilişkinin ortaya çıkması gerçeğini ifade eder. Dolayısıyla birey­lerin, sınıf kimliği ile birlikte böyle de­ğişik kimliklere sahip olması, hatta sı­nıf dışı kimliklerin bir dönem belirleyi­ci bir kimlik haline gelmesi, tümüyle dönemsel olarak politik sosyolojinin etkenleriyle açıklanabilir. Şimdilik ko­numuz böyle sosyolojik koşulların ir­delenmesi değildir.

Ama yine de şu soruyu sormak ge­rekir; çıplak gözün gördüğü ve anlaşı­labilir olan bazı yakıcı gerçekler karşı­sında, yani somut ihtiyaçlar karşısında insanlar duyarsız bir yanılgı içinde ola­bilirler mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek gerekir. Çünkü bir yerde döne­min etkinleştirilmiş söylemleri içinde bir işçinin işsizliği, geçinebilecek bir gelirden yoksun oluşu ya da çocuğunun eğitim ve sağlık giderlerini karşılaya­maması, dinsel veya etnik kimlikler içi­ne sindirilmiş bir varoluşu tetikleyebi- lir, hatta tetiklemiştir. Din zaten yoksul­ların sığınağı değil midir? Umudun tü­kendiği nokta da, yoksullar kurtuluşu­nu din ya da milliyetçilik gibi bazı kül­türel olguların içine sürüklenerek bu yapılar içinde kendilerini bulmalarını ya da kendi istemlerini buralarda yan­sıtmalarını kim inkar edebilir ki? Ger­çekten iş ve aş talebini dinsel veya mil- liyetsel taleplerin özgürlüğü içinde ta­nımlayan, hatta bu kimliklerin açığa çıkmasında ve bunun için kavgaya atıl­masında kendi yoksunluğunun etkeni olan bir süreç ne yazık ki günümüz dünyasının ortalama bir özelliği haline gelmiştir. Mesela işsiz ve yoksul bir Kürt, yoksulluğunun kendi yapısında ortaya çıkardığı enerjiyi ve korkusuzca eylemlere atılmasını Kürt ulusal kimlik

savaşında yansıtmakta ve bulmaktadır. Kendini orada tanımlamaktadır. Aynı şeyi ırkçı motiflere bürünmüş milliyet­çi histerilerde görmek de mümkündür. Geçim zorluğu çekenler, işsizler ve yoksullar bile Trabzon, Sakarya ya da Erzincan da olduğu gibi birkaç gencin bildiri dağıtmasına dahi tahammül ede­meden ırkçı ve faşist histeri ile linç ha­reketine gireşebilmektedirler. Oysa ba­kın, bu linç girişimlerinde kullanılanlar yoksullardır. Böyle bir saldırganlığı (Türk ırkçılarının yaptığı gibi) ve yine böyle bir enerjik tutumu (Kürt Ulusal Hareketinin yoksul tabanında olduğu gibi) bir Türk ya da Kürt orta ve büyük zenginler sınıfında göremeyiz. Aynı şe­yi dinsel kimliklere bürünen ve sınıfsal bölünmeye uğramış bireylerde de göre­biliriz. Cuma gösterilerine katılanlar genellikle yoksullardı. Burada hangi kimlik olursa olsun, bu ister dinsel ve ulusal kimlik olsun, isterse daha deği­şik kültürel haklar için savaşım olsun, bu savaşımın enerjisini ortaya çıkaran aslında o bireyde veya o grupta bulu­nan sınıf kimliğinin varlığında görmek esastır. Demek ki sınıfsal kimlik bölün­mesinde emekçi sınıf karakteri taşıma­yan bütün kimlikler, dinsel, ırkçı-milli- yetçi veya ulusal mücadelede bile asla bir emekçinin göstermiş olduğu kararlı tavrı gösteremezler. Bu da emekçi sınıf kimliğinin gücünü gösteren en önemli parametredir. Ama şimdilik dengeler tersine dönmüştür. Sınıfsallık konu­mundan gelen güç potansiyeli ne yazık ki kendi kimliği için savaşımı görün­mez kılmış ve baskı altına almıştır. Ter­sine bu, diğer kimliklerin öne çıkması­na yol açmıştır. Sınıfın gücü sınıfsallık dediğimiz genel çıkarların gücü yerine, değişik kültürel çıkarların gücü haline dönüşmüştür.

Bu gerçekleri hem görmek ve anla­mak hem de sınıf gerçeğini sınıfa hatır­latmak sınıfın devrimci aydınlarına dü­şen temel bir görev olduğunu unutma­dan geçerken belirtelim.

(devam edecek) 29.09.2005

hasanogıız@hotmail. com

DipnotI. Gramsci A. Hapishane Defterleri. 2003. 4. Baskı, s.263. Belge y. *

MAYIS-HAZİRAN 2006 CjOİ

4 9

Page 52: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Va r o ş l a r d a İk t İd a r

MÜCADELESİ(Deneyimler, Olanaklar ve Sorunlar)

Melih Rteşer

Varoşta halhlaşmah için güçlü olmalısınız, paralı olmalısınız, dayanışma ağınızı Kurmuş olmalısınız... Fakat hepsini birden başarmak deveye hendek atlatmakla

aynı şey, biz ise varoşlara bir yoldaşın deyim i ile "güç almaya gidiyoruz", bu çelişki nasıl çözülecek. Düğüm noktasında çete leşm e olgusu var.

“Yeryüzünün şeytanları sosyalist­lerdir” diyen Kıvılcımlı yoldaş günü­müz Türkiyesini (ve dünyasını) göre­bilseydi, “yeryüzünün cehennemi de varoşlardır” diyebilirdi herhalde. İş­sizliğin, yoksulluğun ve geleceksizli- ğin yarattığı yüksek gerilim hattının altındaki kondulardan sistem karşıtı mücadelenin yükseltilemediği du­rumda, şiddetin kendisine dönmesi ve toplumsal çürümeyi körükleştirmesi, kaçınılmaz bir ‘almyazısı’ oluyor. Cenneti fethetmek için cehennemi ör­gütleyerek barbar akmları düzenleye­ceğiz, fakat önce cehennemde iktidar olmanın kanunlarını ve kurumlarım geliştirmek zorundayız. Burada ikti­dar mücadelesini neden varoşlardan yükseltmek durumunda olduğumuzu değil, bu sürece girdiğimizden beri yaşadığımız pratiğin öğrettiklerini tartışacağız. Elbette tartışılması gere­kenler bu yazıda dile getirilenlerden daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Bu yazının başlıca amacı kolektif bilinci geliştirmek için gündem birliğimizi oluşturmaya hizmet etmektir.

Stratejik haltımızı varoşlarda iki­li iktidar mücadelesi üzerine kurmaya yöneldiğimiz tarihlerde (95-96), dev­let varoşlarda biriken sistem karşıtı öfkeyi kontrollü bir şekilde patlatmak için “provokasyonlarla yönetme” tak­tiğini uygulamaya koymuştu. Ancak

Gazi’de patlatılan öfke kontrolden çı­karak bir halk hareketine dönüştü. Devrimci hareket Mart 95’ten 96 ö- lüm oruçları eylemlerine kadar geli­şen süreçte, radikalizm eğilimini yük­seltmekten öteye, halk hareketinin sürekliliğini ve kurumsallaşmasını sağlayacak taktik adımlar atamadı. Kaldı ki devrimci hareketin genelinin varoş çalışmasına özel bir stratejik değer biçtiğini halen de söz edeme­yiz. Buna rağmen halk hareketi henüz canlılığını yitirmeden Halk Meclisle­ri taktiğinin gündemleştirilmesi ö- nemli bir adımdı. Devrimci hareketin geneli bu adımın gerisinde kalsa da halkta oldukça olumlu bir karşılık buldu. Tasfiye sürecinden henüz (95 sonlarında) çıkmış olan Hareketimiz, 96 başlarında yeniden ivme kazanmış ve bu süreçte (96 Şubat- Mart gençlik eylemleri, 96 1 Mayısı ve ölüm oruç­ları eylemleri gibi) biriktirdiği moral değerler ve kadro gücüyle siyasi orta­ma müdahale etmeye çalışmıştır. “Hazırlık görevlerinin” tamamlana­mamış olması, taktik mücadeleye a- tılma konusunda bir direnç noktası olmasına rağmen Hareketimiz tüm gücüyle Halk Meclisleri pratiğine gi­rerek öncü taktik savaşımına soyun­muştur. Halk Meclisleri tarafından düzenlenen kampanya ve eylemlerin gündemde etkili olması, halkın tüm taleplerini meclise taşıması ve devle­

tin çalışmaları zorla engelleme tutu­mu bu örgütlenmenin doğru bir poli­tik zemine oturduğunu gösteriyordu. Ancak bu zemin o dönemdeki ittifak gücümüzün “Halk için halka rağmen” anlayışı ile hareket etmesi nedeniyle dağıldı. Hareketimiz Halk Meclisleri­nin örgütlenme sürecinde özelikle A- dalet ve Dayanışma ayaklarının inşa­sını öne çıkararak kendi hattını belir­ledi. Bunlar fiili, yarı legal ve demok­ratik kurumlaşmalardı. Adalet ayağı­nın etkinleşmesi için zorun yeniden örgütlenmesi ve dayanışma ayağının etkinleşmesi için de açık kurum çalış­malarına yönelmek gerekiyor. Bu sü­reçte dayanışma çalışmalarımız ku- rumsallaşırken adalet ayağının inşası aksamıştır. Devlet zorun örgütlenme­sini esas alan Halkın Adaleti Örgüt­lenmelerine oldukça saldırgan tarzda yönelmiş, ancak dayanışma örgütleri­ne aynı sertlikte yaklaşmamıştır. Halk Meclislerinin dağılması devleti taktik üstünlüğü ele geçirmesine yol açmış, sistemli bir zor politikası ile birlikte varoşlara toplumsal çürümeyi dayat­mıştır. Adeta cehenneme dönüştürü­len varoşlarda olası sosyal patlamala­rı önleyici bir işlev taşıyacağı düşün­cesiyle (devrimci bir tehdit söz konu­su olmadığı oranda) devrimciler tara­fından dayanışma çalışmalarının yü­rütülmesi birazda sistemi rahatlatıyor olmalıydı. Bizim için de kitle dina-

50

Page 53: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYIS'HAZİRAN 2006 CJOİ

iniklerimizi yeniden yaratmaya çalış­tığımız bir süreçte kabul edilebilir bir denge noktası oluyordu. Ancak daya­nışma örgütlenmesinin bizim için da­ha önemli bir anlamı vardı; halkın toplu davranış yeteneğini geliştirme­si, çeşitli yaşam alanlarında paralel iktidarların oluşmasına hizmet etme­si, kendi gücüne dayanma bilincini kazandırması gibi. Halkın sosyalistler arasındaki ayrımı “ne yaptığına göre” belirlediği bir süreçte sorunlara çö­züm gücümüzü gösteren böylesi bir pratik ilişki tarzı günümüz için de çok daha önemlidir. Elbette önemli olan bunu adalet örgütlenmesi (halk sa­vunması) ile birlikte yürütmektir. Bu yönde sürekli bir çaba gereklidir. 95- 97 sürecinde adalet çalışmalarımızın belli bir yoğunlukta seyrettiği, ancak operasyonlarla kesintiye uğratıldığı ve seviyesinin geriletildiği biliniyor. Adalet ayağının yeniden güçlendiril­mesi ve bunun yalnızca zorun örgüt­lenmesi ile sınırlamayıp, günlük top­lumsal ilişkileri düzenlemek üzere demokratik bir hukuk sisteminin o- luşturulması anlamında da geliştiril­mesi üzerine yoğunlaşılmalıdır.

95-98 arası süreçte varoşlarda devrimci kitle çizgisinin sürdürüle- bildiği söylenebilir. 98 ve sonrası ise esas olarak demokratik mücadele yıl­larıdır. Devlet 98’e kadar askeri zorla yumuşattığı mevzileri bu tarihten sonra siyasi ve ekonomik zorla kuşa­tarak toplumsal çürütme politikasını dayatmıştır. Böylece daha önce mü­cadeleyi adalet ve dayanışma ayakla­rı üzerine kurmaya çalışırken 98 son­rası mücadelenin üçüncü bir ayağının da ekonomik örgütlenme olması ge­rektiğini hissetmeye başladık. İşsiz­lik, yoksulluk, adaletsizlik arttıkça çürüme ve çeteleşme olgusu ön plana çıktı. Varoşlar rant ve kara para yata­ğına dönüştü. Hırsızlık, uyuşturucu ticareti, fuhuş, arazi ve organ mafya­cılığı, tefecilik gibi tüm suçlar artık varoşların sıradan gerçeğidir. Siyasal İslam, Milliyetçilik, Ulusal Solculuk vb. varoşlarda maddi bir güce dönü­şen ideolojiler büyük ölçüde bu güç­lerini paradan almaktadırlar. Bizim i- çin de kendi ekonomik dayanaklarını yaratmak ve alanın ekonomisini yö­

netmek varoşta örgütlenmenin zorun­lu koşulu haline gelmiştir. Ekonomiyi yönetenler çeteleri de yönetenlerdir. Yani ekonomik örgütlenme yapacak­sanız çete olgusu ile yüzleşmek zo­rundasınız. Burada bir düğüm nokta­sına geliyoruz. Varoşta halklaşmak i- çin güçlü olmalısınız, paralı olmalısı­nız, dayanışma ağınızı kurmuş olma­lısınız... Fakat hepsini birden başar­mak deveye hendek atlatmakla aynı şey, biz ise varoşlara bir yoldaşın de­yimi ile “güç almaya gidiyoruz”, bu çelişki nasıl çözülecek. Düğüm nok­tasında çeteleşme olgusu var.

Biraz dikkatli baktığımızda va­roşlarda iki tür çete olgusunu gör­mekteyiz, ikisi arasında geçişken bir ilişki olsa da organik bir bütünlük yoktur. Biri devletle organik bağlar i- çinde olan mafyadır, yani devlet çete­leridir. Esas olarak alandaki ekono-

' miyi de onlar yönetir. Diğeri ise kar­nını doyurmak, bir güce dayanmak ve kendini değerli hissetmek için çeteci­lik yapan varoş gençliğidir. Bir an­lamda varoşların kendiliğinden hare­ketidir de diyebiliriz. Yakın gelecekte daha da büyüyecek bir kendiliğinden hareket dalgasıdır. Sosyal bileşimi nedeniyle halk çeteleridir, ancak halkçı olduklarını söyleyemeyiz. Bu aşamada halk çetelerini deyim yerin­deyse, halkçı bir zemine çekebilecek politik pratik bir yaklaşımla belli bir seviyede mücadeleye kazanabilmek mümkündür. Şu an örgütlenmemizin önünde engel olarak duran bir güç,

tersine örgütlenmemize hizmet ede­cek hale getirilebilir. Ancak böyle bir ilişki kurmak için hem nitelik olarak bizim daha güçlü ve donanımlı oldu­ğumuzu hissetmelerini sağlamak, hem de onlara değer verdiğimizi ya­şamı paylaşarak hissettirmeyi başar­mak zorundayız. Kendimizi kabul et­tirdikten sonra onları dönüştürmek ve mücadeleye kazanmak için gerekli a- dımları atmalıyız. Burada halk çetele­rini yönlendirmemiz gereken şey, zenginden yoksullara paylaştırmak ve sosyal adaleti sağlamaya çalışmak gi­bi bir tür sosyal eşkiyalık yapmaları­dır. Elbette bu akıl hocalığı yaparak değil, pratik önderlik yaparak başarı­labilir. Başaramadığımızda kendisini yaşatmak için çeteciliğe soyunan va­roş genci halka zarar vermekle kalmı­yor, kendisinin de sonunu hazırlıyor. Çetenin de kendi içinde bir hukuku, hayata bakışı, değer ölçüleri vardır. Genellikle de çete başının pratiğinde somutlaşır bunlar. O nedenle sanıldı­ğının aksine çeteyi yönetmek modern bir örgütü yönetmekten daha zor de­ğildir. Yeter ki çetenin lideri ile duy­gu, düşünce ve davranış birliğini sağ­layabilelim.

(Gelecek sayıda Varoştan Devrimci Kadro Çıkarmak, Varoşta Politik Psikoloji ve Va­

roşta Yönetici Önderlik alt başlıkları ile devam edeceğiz. Görüşlerinizi ve soruları­

nızı [email protected] adresine gön­dermenizi umarım.)' \

51

Page 54: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Atıf Yılmaz da aramızdan ayrıldı.

USTALARIN USTASIZUmut fiydin

Atıf Yılmaz, 1950 'le rden bu yana çektiğ i film ler ve yetiştird iğ i insanlarla s inem a­mızın adeta bir özeti olmuştur. Onun uzun m eslek yaşamı Türk sinemasının kırıl­ma anlarını da birebir takip eder. Patih Özgüven'in ifadesiyle; "Atıf Yılmaz on yıllar boyunca Türkiyeli entelektüeller, top lum un kültürel nabzı ve iş ve sanat olarak s i­

nema arasında bir köprü görevi görm üştür."

“Adımın iyi yönetmene çıkmasının dezavantajlarını hayatım boyunca ya­

şadım. Sizden hep daha iyisini isterler. Bir defasında ‘izin verin, bir de kötü film yapayım’ dediğimi hatırlıyorum.

Şimdi bunu okuyup ‘zaten bol bol kö­tü film yapıyorsun’ diyenler çıkabilir. Allah’tan ben de bu konuda onlardan

pek farklı düşünmüyorum.”

Atıf Yılmaz'

Hikâye, doğrusuyla eğrisiyle Ülkü Tamer’e aittir. Zamanında Ül­kü Tamer ve arkadaşlarının çıkar­dıkları derginin yazıhane olarak kullandıkları kahvenin kapısı açılır ve içeri Yılmaz Putun girer...

Yüzünde gülücükler açan Yıl- m az’a, Tamer “yeni bir öykü mü yazdın?” diye sorar. “Hayır” der

Putun, “bir filmde, hem de başrolde oyna­yacağım. Üste­lik A tıf Yılmaz yönetecek: Bu Vatanın Ço­cuk ları...”

Orada bu­lunanlar güler; “sen şaşırmış­sın, A tıf Y ıl­maz daha da şaşırm ış, sen­den oyuncu mu olur yahu ...”

Oysa beyaz perde sadece bir oyuncu de­ğil, gerçek bir sinem a ustası k a z a n a c a k tır . Yılmaz Putun, kısa sürede Yılmaz Güney olmuştur.

Halit Re- fiğ, Yılmaz

Güney, Şerif Gören, Zeki Ökten, A- li Özgentürk gibi ustaların yetişme­sinde büyük payı olan Atıf Yılmaz, artık aramızda değil. Baharın bir türlü gelmek bilmediği bir Mayıs gününde 80 yaşında filmine son noktayı koydu ve gitti.

Sinemamızınözeti

A tıf Y ılm az’m sinemasını de­ğerlendirmek bana düşmez. Ama onunla ilgili sık sık tekrarlanan birkaç özelliğine değinebilirim . Bunlardan bir tanesi Y ılm az’ın ti­tizliği ve oyuncu yönetim indeki ustalığıdır. Yaptığı işe bütünüyle hâkimdir. Her sahnenin planlarını önceden çizen, bu plan üzerinde o- yuncu ve kameraların yerlerini, ha­reketlerin i işaretleyen, önceden hangi objektifleri nasıl bir ışıkla kullanacağını belirleyen bir yönet­mendir A tıf Yılmaz.

Öte yandan 1950’lerden bu yana çektiği film ler ve yetiştird i­ği insanlarla sinem am ızın adeta bir özeti olm uştur. Onun uzun m eslek yaşam ı Türk sinem asının kırılm a anlarını da birebir takip e- der. Fatih Ö zgüven’in ifadesiyle; “A tıf Yılmaz on yıllar boyunca T ürk iyeli en te lek tüeller, to p lu ­mun kültürel nabzı ve iş ve sanat olarak sinema arasında bir köprü görevi görm üştür.”

“Filmlerine bakınca görürüz ki,

52

Page 55: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYI S-HAZİRAN 2006 CJOİ

her dönemde Türkiye sanat alanın­da olup bitenler hakkında bilgisi ve sezgisi olmuştur. Onun, sanatsal faaliyetin çeşitli alanlarından isim­lerle yaptığı işbirlikleri çok önem­lidir ve burada ince bir ders bile vardır. A tıf Yılmaz sineması sade­ce A tıf Y ılm az’m bu sanatçılardan kendi projeleri için nasıl ve ne de­receye kadar yararlandığının değil, sanatın diğer alanlarındaki bu in­sanların sinema denen şeye zaman içinde nasıl tepki verdiklerinin, ha­fife alıp almadıklarının, gereken ö- nemi verip verm ediklerinin de sağ­laması gibidir.” 2

‘Selvi Boylum,Al Yazmalım’

Evet, A tıf Yılmaz T anlatmak, bir şekilde sinem amızın tarihini deşmeye benziyor. 100’ün üzerinde film yönetmiş bir insandan söz edi­yoruz. Elbette bunların içinde furya filmleri de var. Öte yandan Türk si­nemasının köşe taşlarını da onun çektiğini söylemek yanlış olmaya­caktır.

Özellikle “ Selvi Boylum, Al Yazm alım ...”

Pek çok eleştirmene göre Türk sinema tarihinin en iyi filmidir. Aşkın ne olduğunu, ne olabileceği­ni, nasıl olamayacağını şiirsel bir dille anlatır. Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin üçlüsünün Asya, İlyas ve Cemşit karakterleri­ni, onun yönetimiyle ölümsüzleş­tirdiği bu film, aşkın kelimelerle anlatılam ayan yapısını önümüze sürmüştür. (Değinmeden geçmeye­lim; “Selvi Boylum, Al Yazma­lım”, Cengiz Aytmatov’un bir ro­manından Ali Özgentürk tarafın­dan uyarlanm ış, m üziklerini ise Cahit Berkay hazırlamıştır.)

Bu film bir örnek, ama en iyi ör­nek. Atıf Yılmaz’ın bu hayattan göçüp gitmesi bu yüzden çok şeyi değiştir­meyecek. Kaldı ki; Tuncel Kurtiz’in sözleriyle ifade edersek, “biz sevdik­lerimizi öldürmeyiz. Onları kimsenin ulaşamayacağı bir yerde saklarız. Şimdi Atıf T da saklayacağız.”

Kadınlar ve Atıf Yılmaz

Y ılm az’ı, başkalarına göre farklılaştıran bir başka nokta da filmlerinde kadınların ve kadın so­rununun başat bir şekilde yer alma­sıydı. Elbette, öyle ya da böyle er­kek gözüyle yapıyordu bunu. Ve yi­ne modernizmin sınırları dâhilinde ve kentli bir bakış sergiliyordu. A- ma sorunları ve olguları da çıplak bir şekilde ortaya koyuyordu. “Adı Vasfiye”, “Ahh Belinda”, “Asiye Nasıl K urtulur”, “Kadının Adı Yok”, “Hayallerim, Aşkım ve Sen”, “Berdel” ve son olarak da “Eğreti Gelin” bunun örneklerindendir.

Aslında belki çok abartılı ola­cak, ama A tıf Yılmaz “öteki” olana da özel bir ilgi göstermişti. 1992’de “Düş Gezginleri”nde lezbiyenliği, 1993’te ise “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”da erkek eşcinselliğini işledi. Hayatın acımasızlığı kadar, kendi naifliğini de yedirmişti bu

filmlere.

A tıf YılmazTn ilginç bir özelli­ği de kendisine karşı olan acımasız­lığı ve yaptığı işler karşısındaki hoşnutsuzluğudur. Çektiği filmler­den ne bir video kaset ne de tek bir makara film saklamıştır. Senaryo­ları ve aldığı ödüller de dâhildir bu­na...

“Nostalji kavramıyla uzak ya­kın hiçbir ilgimin olmaması, geç­mişte olan her şeyi kafamdan silip atma, reddetme eğilimim ve hep i- leriye, geleceğe doğru bakarak ya­şamayı seçmem ayakta kalmamı sağlamıştır” 3 diyordu.

Ve hala ayakta duruyor...

14.05.2006

Dipnotlar1. Atıf Yılmaz, “Söylemek Güzeldir” , Afa Yayınları, 19952. Fatih Özgüven, Radikal Gazetesi, 07.05.20063. Atıf Yılmaz, age

A tıf Yılmaz Batı beki

1926 yılında Mersin’de doğ­du. Lise öğrenimini burada ta­mamladıktan sonra Güzel Sanat- lar’a giremeyince İstanbul Üni­versitesi Hukuk Fakültesi’ne kay­doldu. Ama gönlü hep resimdeydi ve izinsiz olarak dersleri takip et­meye başladı. Öğrenci olmadığı anlaşılınca okula girmesi yasak­landı.

Sinema ve tiyatro yazarlığı yaparken sinemacı arkadaşları vasıtasıyla beyaz perdeye adım attı. İlk filmini (Kanlı Feryat) 1951 ’de çekti. Atıf Yılmaz, 50 yı­lın üzerindeki sanat yaşamı bo­yunca 115 filme imza attı.

Filmleriyle çok sayıda ödül kazanan Yılmaz’m başından üç evlilik geçti. Aramızdan ayrıldı­ğında Vedat Türkali’nin kızı, o- yuncu Deniz Türkali ile evliydi.

Unutulmaz filmleri

Kadın Severse (1954), Alage- yik (1959), Keşanlı Ali Destanı (1964), Toprağın Kanı (1966), Ah Güzel İstanbul (1966), Yedi Ko­calı Hürmüz (1971), Selvi Boy­lum, Al Yazmalım (1977), Adak (1979), Mine (1982), Bir Yudum Sevgi (1984), Dağınık Yatak (1985), Adı Vasfiye (1986), Ahh Belinda (1986), Asiye Nasıl Kur­tulur (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987), Kadının Adı Yok (1987), Dul Bir Kadın (1988), Ar­kadaşım Şeytan (1989), Ölü Bir Deniz (1989), Berdel (1990), Ge­ce, Melek ve Bizim Çocuklar (1994), Eylül Fırtınası (1999), Eğreti Gelin (2004).

Page 56: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Kitaplara sığmayan bir yaşam öyküsü - III

AYDIN KİMLİĞİ İLE

VEDAT TÜRKALİ

Zeynep Koru

V/edat Türkali, yalnız TKP tarihi konusunda değil, Türkiye cum huriye t tarihinin en sakıncalı, en hassas konusunda "Kürt sorunu"nda Türk Edebiyatında hiç bir yaza­rın gösterem ediği bir cesaretle konuştu, yazdı, eylem e geçti. Bugün Kürt sorunu­

na kafa yoran, çözüme ilişkin çaba gösteren kaç tane aydınımız var.

“Sömürü düzeninin başındakiler, iş­lerine gelmeyen her tarihsel olayı örtbas etmeye, karartmaya, halkları ters, şoven

kültürle eğitip belleklerini çarpıtmaya bakarlar. Halkları doğrularla eğitip ileri

bellek kazandırmak, tarihçiler kadar ya­zarların, özellikle de romancıların yü­

kümlülük alanındadır bence.”

(2004 yılı Radikal Kitap Eki’ndeki söyleşisinden)

Vedat Türkali, 87 yıllık yaşa­mında sosyalist aydın kimliğine hiç ihanet etmedi.

Edebiyat eleştirmeni Ömer Tür- keş, Vedat Türkali hakkındaki

‘ G e ç m iş e , Geleceğe ve Ay d ı n 1 a ra D a ir’ yazı­sında ‘yaza­rın sorumlu­luğu’ başlığı altında şun­ları dile geti­rir: “Türkr o m a n ın d a C um huriyet t a r i h i n i n ‘ta r t ış m a l ı ’ b ö lg e le r in e pek adım a- tılmaz. Adım atm aya n i­yetlenen me­tinlerse, ar­tık sansür korkusundan mı diyelim , yoksa yazar­lar o tarihe ob jek tif ba-

kamadıklarından mı, bir türlü başa­rılı olamamıştır. Ermeni Tehciri, Serbest Fırka, İstiklal Mahkemele­ri, Kürt İsyanları, Varlık Vergisi ve Aşkale kamplarıyla II. Dünya Sa­vaşı yılları, 6/7 Eylül olayları gibi, Cumhuriyet ile başlayan yasaklı ve acılı tarihi ile TKP de o ‘tartışm alı’ bölgelerden, tarihimizin kara delik­lerindendir. Resmi tarihin, tarihin resmisini sevenlerin ve siyaset er­baplarının 1940’h yılları bir bellek yitimiyle nakletmeleri alıştığımız, kabul etmesek bile anladığımız bir ideolojik duruş; ne var ki, toplum- ların vicdanı, halkların ya da tarih dışı bırakılanların ‘vakanüvisti’ ol­ması gereken edebiyatın bu dönem­lere ilişkin sessizliğini anlamak zor doğrusu... Vedat Türkali, Cumhuri- ye t’in II. Dünya Savaşı yıllarındaki işte bu dehşet tablosunu -TKP tari­hine paralel biçimde- mümkün olan en geniş biçimiyle gözler önüne se­rerken gerçek bir aydın tavrı sergi­liyor; olup bitenleri gören, olayla­rın ardındaki dinamikleri soruştu­ran ve tarihin bir kesitini gelecek kuşaklar için anlaşılır hale getiren bu tavır, yazarın dediği gibi ger­çeklerin devrimci olduğuna duyu­lan inancın gereğidir.”

Vedat Türkali, yalnız TKP tari­hi konusunda değil, Türkiye cum-

Page 57: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

MAYI S'HAZİRAN 2006 CJOİ

huriyet tarihinin en sakıncalı, en hassas konusunda “Kürt soru- nu”nda Türk EdebiyatTnda hiç bir yazarın gösteremediği bir cesaretle konuştu, yazdı, eyleme geçti. Bu­gün Kürt sorununa kafa yoran, çö-

aydınımız var. 1990’lı yıllarda bu soruna karşı büyük bir sorumluluk duygusuyla “sakıncalı gazete” olan Özgür Gündem’e yazılar yazmaya başladı. Kürt meselesi ile ilgili ey­lemlere, etkinliklere katıldı. Diyar­bakır’da Newroz’a katıldı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde “DEHAP’a Oy Vermek İçin DEHAPTı Olmak Ge­rekm iyor” kam panyasıyla DE­HAP’a oy çağrısı yaptı. Yine o se­çimlerde A libeyköy’deki mitingde yüz binlerce Kürt insanına seslene­rek Türkçe başladığı konuşmasını “Biji Azadi” diye bitirdi. “Özgür­lük İçin Kürt Yazıları” kitabı ile bu konu hakkındaki görüşlerini yayın­ladı. Bu kitabın tüm gelirini köyle­

ri yakılarak göçe zorlanmış, Kürt köylülerinin hasta çocuklarına bı­raktı.

Vedat Türkali, kitabıyla ilgili söyleşisinde bu mesele ile ilgili ay­dın ve yazarları eleştirir.

“ ... Kürt sorunu çok önemli bir sonun. Türkiye’nin yapısal sorunu, insan hakları sorunu. Bu soruna doğru yaklaşmayan insan Türki­ye’deki toplumsal soruna da doğru yaklaşmıyor demektir... Kürt soru­nunda, en solcu iddiayla ortaya çık­mış yazarlar, aydınlar bile şoven yaklaşımdan kurtulamadılar benim gördüğüm kadarıyla. Nesnel baka­madılar, bilimsel bakamadılar. Ke­malist solcusu, kendilerince hüma­nist olanı, aslında hiç de hümaniz- mayla ilgisi olmayan, katı bir şo­ven tutum içinde oldular.”

Vedat Türkali, bugün 87 yaşın­da. Bir takım sağlık sorunları yaşa­masına rağmen dün patlak veren

Diyarbakır olaylarında da sessiz kalmadı. Bu konuyla ilgili harekete geçen aydınların en başındaydı.

Örgütlü mücadelesi, partili ya­şamı, TKP üyeliği, 7 yıl cezaevinde

tutsaklığı, 12 Eylül sonrası davala­rı ve onurluca savunmaları ile gü­nümüzde Kürt sorununa karşı ge­liştirdiği tutumu ve F tipi cezaevle­rine (ölüm orucu direnişçilerini zi­yaret eder) karşı tavır alışı, daha sayamadığımız pek çok eylemleri, etkinlikleri...

Sen Çok Yaşa Vedat Türkali.

KaynakçaVedat Türkali Biyografisi (Sabahat Özdemir, 2005)Komünist (2001)Tüm Yazıları - Konuşmaları (Everesi Yayınları)

Vedat Türkali’y i anlamakH a lu k G erger *

r Vedat Türkali, her şeyden ön­ce bir yazın adamı, bir edebiyatçı olarak anılıyor. Kuşkusuz onun romancı kimliği, sanatçı kişiliği, sinemacılığı üzerine daha pek çok şey yazılacaktır. Bu, esas olarak eleştirmenlerin, sanat tarihçileri­nin işi.

Kabul edilmeli ki, Vedat Tür­kali, sadece bu perspektife sığ­maz. Onun bir de (Marksist) “sos­yalist aydın” kimliği var. O, ya­nıyla da bilinçlerimizde izini bı­rakmış bir isim. “Aydın” ve “sos­yalist” tanımları Vedat Türka- li’nin kişiliğinde ayrıştırılarak ele alınmamalı belki; onlar birbirini tanımlayan, anlamlaştıran bir or­ganik bütünlük oluşturuyorlar Türkali’de. Yine de, “Aydın Vedat Türkali” ile “Sosyalist Vedat Tür­kali”, en azından analitik kolaylık açısından, ayrı ayrı incelenmeli.

İnsanoğlunun gerçeği, görün­tünün ardındaki özü aramak, gi­derek, dünyayı değiştirmek ve da­ha iyi bir yaşam uğruna kavramak ve (bilgiyi yayarak) kavratmak serüveninde “aydınlar” üç alanda kümelendiler. Bu anlamda “ana­vatan” sayılabilecek Fransa’nın diliyle söylersek, “systématisez” ve “esthetise” ederek, yani bili­min ve sanatın yöntemlerini kul­lanarak gerçeğin aranması ve ya­yılmasında çok özel misyonlar yüklendiler. Bir bölümü de, gün­lük gerçeğe ilişkin “vulgarize” gazeteciliği aşarak basın-yayın dünyasına aydınlığı taşıdı.

İnsanlığın moral ve düşünce dünyasının büyük zenginliği bu aydınlar, aynı zamanda, özellikle de Batı’da, insana ve kültüre dair birikimin, aydınlanmanın ve za­manın “devrimci” burjuvazisinin

ileriye taşıdığı' değerlerin usta ku­yumcularıydılar. Onların ayırt e- dici özelliği ve üstünlüğü, ege­men burjuvazinin, düzenin ve devletinin, bu değerlere düşman- laştırıldığı koşullarda da söz ko­nusu birikimi üstlenmelerindeydi. Zamanla çoğu, bu değerlerin artık ancak işçi sınıfı eliyle korunup geliştirilebileceğini gördüklerin­de, sınıflarına ihanet ve büyük tehlikeleri göğüslemek, büyük a- cılara katlanmak pahasına, yazgı­larını proletarya ile birleştirdiler. Sosyalizme yöneldiler, komünist partiye üye oldular.

Günümüzde, hem aydınlar dünyasında hem sosyalizmde yı­kıcı gelişmeler ortaya çıktı.

Her şeyden önce, “Küreselleş­me” ve “Yeni Dünya Düzeni” di­ye kavramlaştırılan modern za-cs»

57

Page 58: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

C | O İ MAYI S'HAZİRAN 2006

manlarm, insanı alçaltan “yükselen değerleri”nin kasırgası içinde önce Sınıf Hareketi bir aktör olarak sah­neden çekildi. Proletarya ve mütte­fikleri -Marksizm (ideoloji)- sınıf örgütlenmesi (komünist parti, sendi­kalar, vb.) üçlüsünün organik bütün­lüğünden oluşan sınıf hareketi, son yüzyıldır uygarlık ve kültür değerle­rinin, bütün temel insanlık hakları­nın ve gelecek umudunun temel di­reği, hatta oluşturucusu olmuştu. O- nun, tek tek öğeleriyle değil, organik bütünlüğü halindeki (geçici) yıkı­mıyla “değersizlik ve hiçlik” hakim oldu hayata, “ölü toprağı” serildi in­sanlık üzerine.

Buna koşut, bir sosyal kategori o- larak kentsoylu aydında, bütün dünya da varlık koşullarını yitirerek yok ol­maya başladı. Yapay bir zemin üze­rinde yaşam buldukları Türkiye’de i- se bu yok oluş, ne yazık ki, lime lime bir çürümeyle hükmünü icra etti.

Bu durumun iki genel sonucun­dan söz edebiliriz. Birincisi, sosya­lizmden kopuş, en rezil haliyle yay­gın biçimde ortaya çıktı. İkincisi, gı­dasını sınıf hareketinden alan aydın kategorisi temelsiz kaldı, çöktü.

Türkiye’de bu süreç içinde “dö­neklik” yüceltilen bir “değer”e dö­nüştürülürken, aydınlar çürüdüler. Dünyadan esen liberal kozmopolitiz- min rüzgarlarıyla Kürt Savaşı’nm te- tiklediği iç militarist şovenizmin ka­sırgası, toplumu cenderesi içine aldı.

Yarım yüzyıldan fazla bir zaman öncesinde bir aydın ve sosyalist ola­rak tarihe adımını atan Vedat Türka- li işte böyle bir ortam içinde değer­lendirilmeli. Camus ile olan tartış­masında Sartre, radikal aydınlar için şöyle der: “Söz konusu olan şey, ta­rihin bir anlamı bulunup bulunmadı­ğını ve bizim ona katılma lütfünü gösterip göstermeyeceğimiz değil, tepeden tırnağa tarihin içinde bulun­

duğumuza göre, ne denli zayıf olursa olsun, bizden yardım bekleyen her somut eyleme yardımımızı esirge­meyerek, tarihe, bize en iyi gelen an­lamı kazandırmaya çalışmaktır.” Ve­dat Türkali, tarihe adımını böyle a- tanlardan; dünya lanetlilerinin, hak­sızlığa uğrayan güçsüzlerin, var olan dünyadan müşteki olanların eylemi­ne katkılarını ‘esirgemeyerek...’

Bunu yaparken de, kaçınılmaz o- larak dünyaya karşı çıktı; statükoya, kurulu düzene, egemen düşünceye, güçlülere... Yaşamını derinden etki­leyen acılarını, yoksunluklarını, düş kırıklıklarıyla zalim haksızlıkları bu yüzden çekti. Ne var ki, büyüklüğü­nü de burada buldu. Paul Nizan’ın, “Dünyada hiçbir büyük yapıt yoktur ki, aynı zamanda dünyaya karşı da bir suçlama olmasın,” dediğini bir yerde okumuştum. Vedat Türkali böylesi bir meydan okumanın parça­sı olabilmişti.

İçinde yaşadığımız “modern za­m anlarda ve onun çürüyen Türki­ye’sinin yapış yapış ilişkiler bataklı­ğında Vedat Türkali, “aydın” ve “sosyalist” kaldı.

Yalnızlığını duyumsadı mı bil­miyorum, ama bizi “modern zaman­la r ın “öksüz ve yetim’Merini, lanet­lilerini, mazlumlarını, emekçi fuka­ralarını, devrimcilerini hiç yalnız bı­rakmadı, “her somut eyleme yardım­larını esirgemeyerek...”

Bu duruşun özünü ve anlamını anlayamayanlar, Vedat Türkali’yi hiç kavrayamayacaklar. Kavrayan­larsa, onun gözü pek, kafası aydın­lık, yüreği sevgi dolu olarak da de­rinliklerine girdiği tarihi yapmaya devam edecekler. Ona en büyük ar­mağan da yazdıkları tarih olacak.

Usta romancıya da bu yakışır el­bette; romanların en güzeli...

Aydına, ışıl ışıl bir dünya...

Sosyaliste, nihayet insanlaşma...

Vedat Türkali’nin hepsinde eme­ği var...

* Vedat Türkali Biyografisi (Sabahat Özdemir, 2005) adlı kitaptaki yazısı.

%

Page 59: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

ÇEKİNCESİZ YİĞİTLER ÖLMEZ!Mayıs; fıer anıyfa yaşama dofanmış bir aydır. Sadece bafıarı müjdeİemez bizberc; verdi­

ğimiz sözferi de hatırfatır. Darağacına yiderken bife yaşama inatfa sarıfmayı, özyür- fük için yere ittiğinde bedenini tutuşturmayı, çekincesiz yiğitfiği anfatır; öğretir.

Mayıs; hüznünü isyana devşir enberin, onura sadık kabanfarın, uçurumfarı çığfıkfarıyfa aşanfarın, öfdükferiyfe kafmayanfarın, öfümferiyfe devrime uzananfarın ayıdır.

Mayıs; zafer ayıdır...

06 Mayıs 1972 : Deniz Gezmiş, Yusuf Arsl.an, Hüseyin İnan 18 Mayıs 1973 : İbrahim Kaypakkaya 18 Mayıs 1977 : Haki Karer18 Mayıs 1982 : Dörtler - Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Necmi Öner 31 Mayıs 1971 : Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan

İbrahim Kaypakkaya

Durur sarkacın git geli

Kavganın yüreği durmaz

Page 60: Yol Mayıs Haziran 2006 Sayı 11

Castro, Chavez, Morales...Latin Amerika yol gösteriyor...

İSYANDAKİ AMERİKA( . . . )çatlattı toprağı, yükseltti şehveti, indirdi filizlenen propagandasını ve doğdu gizli ilkbaharda.Çiçeği suskundu, toplanmış ışığı geri tepildi, kolektif mayasına karşı savaşıldı, bayrakların öpücüğü gizlendi,ama galip geldi gerçek, yıktı bütün duvarları ve yok etti yeryüzünün hapishanelerini.

(...)Anayurt, ağaç-yarıcılardan doğdun sen,adsız oğullarından, marangozlardan,kaçarken bir damla kan kaybedenyabanıl bir kuşa benzeyenlerden,ve bugün yeniden doğacaksın öfkedehainin ve gardiyanın seni gömülmüşsandıkları yerde. _. ,, ..J Pablo Neruda