187
B __ I KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI; 816 5 ^a^)% ı 6n 5 &rad$tnano|ta Do*,. Dr. Şerif AKTAŞ TURK BÜYÜKLERİ DİZİSİ; 44

Yakup Kadri

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: Yakup Kadri

B __ I KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI; 816

5 ^ a ^ )% ı6n 5 & rad$tnano|ta

Do*,. Dr. Şerif AKTAŞ

TURK BÜYÜKLERİ DİZİSİ; 44

Page 2: Yakup Kadri

B __ KÜLTÜR VE TURİZM eAKANUĞI YAYINLARI: 816

YAKUP k a d r i KARAOSMANOĞLU

Doç. Dr. Şerif AKTAŞ

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 44

Page 3: Yakup Kadri

Kapak Düzeni: Saim ONAN

IS B N 975* 17-0018-3 © Kültür ve Tu rizm Bakanlığı, 1987

Onay : 2576.1987 tarih ve 928.1-2909 Birinci baskı ; 1987 Baskı sayısı : 15,000 Ofset Repromat - ANKARA.

Page 4: Yakup Kadri

İÇİNDEKİLER

Önsöz.................................................................... VI. H ayatı................................................................... 1

Aile Çevresi ve Çocukluk Y ılla r ı....... ................ 1Öğrenimi .............................................................. 9Yakup Kadri'nin Yazarlığa Başlaması............... 11Fecr-i Âti Ve Yakup Kadri ................................. 12Tenkidçi Yakup Kadri ........................................ 17Yakup Kadri’nin Beslendiği Kültür Kaynakları . 21Yakup Kadri ve Nev-Yunanîlik.......................... 27Yakup Kadri’nin Yeni Lisan Hareketine Karşı

Tavrı .............................................................. 31Millî Mücadele ve Yakup K adri......................... 39Politikacı Yakup Kadri ........................................ 42Yakup Kadri Diplomat..................>..................... 43

n. Mizacına Ait Bazı Hususiyetler......................... 46III. Yakup Kadri’nin Eser Verdiği Yazı Türleri

Mensur Ş iirleri................... .............................. 48Hatıra Kitapları .................................................. 52Tiyatro Eserleri .................................................. 53Yakup Kadri Karaosmanoglu'nun Hikâyeciliği . 57 Yakup Kadri’nin Romanları .............................. 62

IV. Eserlerinden Seçm eler........................................101N irvana................................................................101

Erenlerin Bağından............................................107Yalnız Kalma Korkusu .......................................118Güvercin Avı ...................................................... 132

Kiralık Konak’tan ............................................... 137

Page 5: Yakup Kadri

Nur Baha’dan ......................................................146Hüküm Gecesi’nden ........................................... 151Hep O Şarkı'dan................................................. 165Sonsöz ................................................................. 174Bibliyografya.........................................................177

IV

Page 6: Yakup Kadri

ONSOZ

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, II. Meşrutiyeti takip eden yıllardan itibaren edebiyat hayatına girmiş ve mensur şi­ir, hikâye, tiyatro, roman, hatıra, biyografi, makale gibi çe­şitli edebî türlerde yazı kaleme almış bir insandır. Onun edebi eserleri, bütün oiarak, Meşrutiyet Dönemi’nden 1950 li yıllara kadar Türk toplumundaki değişmeyi aksettiren edebiyatımızın gelişme çizgisindeki işaret taşlarıdır.

Yakup Kadri ’nin hayat hikâyesi ve eseri Cumhuriyet Dö- nem i'nin getirdiği yeniliklerden ayrı düşünülemez. O, II. Meşrutiyet yıllarım takip eden yıllardan itibaren, bir gaze­teci olarak, toplum hayatımızı şekillendiren yeni teklifler ile sürdürülen gelenekli hayat arasında bir denge kurma­ya gayret sarfeden insanlardan biridir. Yazar olarak da iki temel kaynağı vardır. Birincisi okuduğu eserler, İkincisi ise gözlemleridir. Bu sözü edilen iki kaynaktan aldığı unsur­ları, edebî türün hazırladığı imkânlar ölçüsünde, mizacı aracılığıyla birleştirir. Bu bakımdan Yakup Kadri’nîn eser­leri, onun gerçek biyografisinin ifadesi durumundadır.

Biz, bu kitapta Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu hayatı ve eserleriyle tanıtmaya gayret ettik. îşlediği temaları, ya­rattığı kahramanlan ve eserlerinin yapı bakımından arzet- tiği özellikleri ayrıntıları ile incelemek bu küçük kitabın sınırları dışında kaldı. Onun üslûbunu ve başvurduğu an­latma biçimlerini, gönümüz üslûp anlayışıyla incelemek, eserin yazılış gayesinin dışına çıkmak olacaktı.

Bu kitap. Yakup Kadri Karaosmanoğlu hakkında yazarı ve eserlerini ana batlarıyla tanıtmayı amaçlamaktadır. Ha-

V

Page 7: Yakup Kadri

zırîanışında yazarın eserlerinden olduğu kadar, daha önce Yakup Kadri Karaosmanoğlu hakkında kaleme alınmış k i­tap ve yazılardan yararlanıldı. Bunlar bibliyografya kısmın­da gösterilmiştir. Hayat hikâyesi île ilg ili kısımlar için yazarın hatıraları esas alındı. Niyazi Akı. Yakup Kadri hak­kında hazırladığı takdire değer doktora tezinde bu hatıra­ların hepsinden yararlanma imkânı bulamamıştı. Çünkü bunların bir kısmı çalışmanın bittiği tarihten sonra yazıl­mıştır.

Yakup Kadri'nin eserlerini edebî türleri esas olarak de­ğerlendirmenin kitabın yazılış gayesine daha uygun olacağı düşünüldü.

Bu kitap, M illî Mücadele'de ve kuruluş yıllarında rolü olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ’nu geniş okuyucu kitle­sine, çeşitli yönleriyle tanıtabilirse gayesine ulaşacaktır.

Kitabın hazırlanışında yardım eden öğrencim, Arş.Gör. Yakup Çelik’e teşekkür ederim.

Doç. Dr. Şerif AKTAŞ Mart 1987

Erzurum

VI

Page 8: Yakup Kadri

HAYATI

A İLE ÇEVRBSİ VE ÇOCUKLUK Y ILLAR I

Yakup Kadri 1889 yılında Kahire’de doğdu.* Babası Ka- raosmanoğlu Abdülkadir Bey’dir. Karaosmanoğullan XVII. asır sonlarında Osmanlı împaratorlugu’nun merkezî kuv­vetinin zayıfladığı zamanlarda itibar kazanmış, ismi tari­himize malolmuş bir ailedir. Bu aile hakkında Osmanlı kaynaklarından Cevdet ve Lütfî tarihlerinde yer yer bilgi verildiği gibi yabancılardan HollandalI Rahip Heyman, Cho- iseul Gouffîer, Chishull, Hammer, Mac Ferlane, Charles Te- xier de ondan bahsederler. Ingiliz müsteşriklerden F.W.Hasluck’un Ragıp Hulusi tarafından tercüme edilen “Bektaşilik Tetkikleri” adlı kitabında (1928) Karaosmano- gullarının doğuşuna özel bir bölüm ayrılmıştır. Ayrıca Ta­rih Vesikaları Dergisi’nin dokuzuncu sayısında Çağatay Uluçay’ın “ Karaosmanoğlulanna alt Bazı Vesikalar” adlı incelemesinden de söz etmek gerekir.

Karaosmanoğlu ailesi, XVII. asnn tamamı ile XIX. as­rın bir kısmında Anadolu’da Saruhan eyaletinde hüküm

I

Bu konuda Haşan Ali Yücel'in Edebiyat Tarihimizden adlı kita­bında Yakup Kadri’den aldığı mektubun cevabı şöyledir: "Bana doğ­duğum güne ve yıla dair hatıramı soruyorsun. O Allah’ın belâsı yılın 1889 ve o meş’um günün 27 Mart olmasından başka hiç birşey bil­mediğim gibi annemden de buna dair dikkate değer hiçbir şey işit­miş değilim.” Haşan Ali Yücel bu yaptığı araştırmada ise resmi sicilde doğum yerini Mısır, doğum tarihini de 1305 Rumî olarak tes­pit etmiştir. Buna göre Yakup Kadri’nin doğum tarihi 8 Nisan 1889’dur

1

Page 9: Yakup Kadri

sürmüş, Türk tarihinde belirli bir mevki işgal etmiştir. Ka- raosmanogullarmda admdan ilk bahsedilen zat -Lütfi Ta­rihi {Cilt.8, S.367)- Nizâm-ı Cedit’in yerine kurulan Sekbaır-ı Cedit adlı askeri teşkilat için çağrılan devlet büyükleriyle yapılan toplantıya katılan Ömer Ağa’dır. Ömer Ağa. müte- sellimlikten başlayan babasının şöhretini ve servetini on bin asker beslemeye çıkarmış ve devletin srkmtıh anlann* da yardım etmiştir.

Bu ailenin zaman zaman devlet karşısında olan hareket­lerine de tesadüf edihr. Konya’dan sonra mevleviligin ikinci büyük merkezi olan Manisa ve çevresi, birbuçuk asra ya-t kın bir zaman bu ailenin askerî ve siyasî nüfuzu kadar ma­nevî tesiri altında da kalmıştır.

Yakup Kadri’nin iki göbek önceki büyük amcası Yakup Paşa: serdarlık etmiş, Rumeli isyanlarının bastırılmasında önemli rol oynamış bir devlet adamıdır: 1242 (1826) kapı- cıbaşı ve lagımcıbaşı, 1244’te Serez mütesellimi, 1246'da vezarete getirilmiştir.

YcikupPaşa, 1247 Zilhicce’de Preveze Muhafızı, 1249’da Aydın Valisi, 1257 Muharremi’nde Edirne Vali kaymaka­mı, Rebiülevveli’ndf Edime Vedisi. 1258 Muharremi’nin se­kizinde Rumeli Valisi olmuştur. 1268'de azledilen Yakup Paşa, 1270 seferinde Kudüs Valisi olmuş, 1271 (1854)’de ölmüştür. Ayrıca Yakup Paşa’nm 1250'de yaptırdığı Dül- gerzâde Camiini de burada belirtelim.’

Böyle bir ömür süren Yakup Paşa, son yıllarında sıkm- tıh günler geçirir. Öyle ki, kendi elindeki cariyelerini bile elden çıkarmaya başlar. Yalnız güzel ve genç bir kızı ya­nında alıkor. Yakup Kadri. A n am ın K itab ı*nda ailesinin kendi doğumuna kadar olan bundan sonraki gelişmesini şöyle anlatır:

Karaosmanoglu ailesi hakkında geniş bilgi için bakınız: Haşan Ali Yücel. Edebiyat Tarİbimizden, Ankara 1957, s..9-15

Page 10: Yakup Kadri

“ Bu garip macerayı da birkaç kere annemin agzmdan şöyîe dinledimdi: ‘—On dört on beş sene oluyordu: derdi annem. Mısır’da Arabî isiminde bir adam türemiş ve bü­tün Fellâhlan Hidiv ailesiyle hükümet başında bulunanla­ra karşı ayaklandırmıştı. Bunlar: ‘Mısır Mısırlılarındır. Yabancılar kapı dışarıya!...’ diye bağırıp çağırışıyorlar, sa­raylara hücüm ediyorlar ve sokakta rastgeldikleri Türklerle Çerkesleri ya dögmeye ya öldürmeye kalkışıyorlardı. Biz, İsmail Paşa’larla birlikte, İskenderiye'ye kaçmıştık ve Ka­hire bir kaç gün içinde tamamiyle fellâhlarm eline düşmüş­tü. Ashnda bir küçük çavuş olan Arabî kendi kendine paşalık ünvanını almış ve ordunun hükümetin başına geç­mişti. Tam o sırada İngiliz gemileri İskenderiye limanına yanaşıp top atmaya başladılar. Biz iki ateş ortasında ne ya­pacağımızı, nereye kaçacağımızı şaşırmış kalmıştık. Hidiv İsmail Paşa padişahtan aldığı irade üzerine hemen İstan­bul’a harekete karar verdi. Bizi, yani yeğeni İbrahim Paşa’yı da diğer bir sürü aile erkâniyle beraberinde alıp götürmek istedi. Fakat, İbrahim Paşa’nın annesi rahmetli Şemsi Ha­nımefendi, ‘Hayır, ben gidersem ancak İzmir’e giderim.’ di­ye tutturdu

İzmir de neresiydi? Niçin oraya gitnıek istiyordu? Bir tür­lü anlayamadıktı. Lâkin emir ve irade daima onun elinde olduğundan ne oğlu, ne de aileden başka biri ağzını açıp bir şey söyleyemedi. Palas pandıras bir küçük vapura atla­yıp bütün saray halkiyle İzmir denilen şehrin yolunu tut­tuk. Şemsi Hanımefendi, ancak vapura girdikten sonradır ki, bize bu kararın sebebini şöyle izah etmişti; ‘Benim efen- dizâdelerim oradadır, demişti. Ölürsem onların yanında ölürüm, kalırsam onların yanında kalırım. Beni büyüten, beni yetiştiren, beni kendi kızı gibi çeyizletip Mısır’a gelin gönderen velinimetim, babam Karaosmanoğlu Yakup Pa­şa bana’ ‘kızım demişti, hüngür hüngür ağlayarak İstan­bul’dan Mısır’a giderken: dünyanın bin türlü hali var, eğer günün birinde kötü bir vaziyete düşersen sakın üzülme, ka­

Page 11: Yakup Kadri

hırlanma, benim kapım sana daima açıktır biliyorsun, bi­zim hiç evlâdımız olmadı. Gerek ben gerekse hanımım seni can ve gönülden evlâtlık edindik. Bağrımıza basıp büyüt­tük. Burasını bir ana baba ocağı say. Biz ölmüşsek pek ya­kın akrabalarımız vardır İzm ir vilayetinde. Kendi akrabalarınmış gibi onların yanına gidersin’ .

Rahmetli Şemsi Hanımefendi’nin hikâyesi hepimizin yü­reğine dokunmuştu. Oğlu İbrahim Paşa hayretteydi. ‘Bak hele, demişti, meğer ne akıllı adammış bu Yakup Paşa! Otuz sene evvelinden bu işin böyle olacağını anlamış!' Ben ise bu sarayda Şemsi Hammefendi'nin Yakup Paşa konağın­daki vaziyetine benzer bir durumda bulunduğumdan büs­bütün müteessir olmuştum. Şimdi, hepimiz birden onun efendizâdelerim dediği Karaosmanoğuilarım görmeye can atıyorduk.

Annem hal tercümesinin bu noktasına gelince biraz du­raklardı. Yüzünden pek bellidir ki, Karaosmanogullarıyla ilk temas kendisinde pek parlak intiba uyandırmamıştır. Bu Mısır saraylıları ne umuyorlardı? Ne hayal ediyorlardı? Kimbilir. Karun kadar zengin bir prens anasının ‘Efendizâdelerim’ diye andığı kimselerin onunkinden da­ha büyük sarayları, daha çok debdebe ve tantanaları mı var sanıyorlardı? Heyhat: İzmirliler bu Karaosmanoğullanm ta­nımıyordu bile. Gerçi, amcam Nazif Bey bu şehrin en iti­barlı ailelerinden birine iç güveysi girmiş; gerçi, babam yine bu aileden bir hanımla evlenmiş ama her İkisinin bütün va­kitleri Manisa ovalarında geçtiği ve hele babam o sıralarda karısından ayrı yaşadığı için burada pek görünmezlermiş. Bununla beraber, annemin hikâyesinden hatırımda kaldı­ğına göre, Mısır’ın haşmetli mülteci kafilesini ilk ağırlayan bu İzmirli akrabalarımız olmuştur. Annem bize derdi ki;

“ Babanız o vakit, Velioğlu Mahallesi’ndeki konakta ha­lanızla beraber otururdu. Bizim haberimizi alır almaz İz­mir’e koşup geldiler ve bizi Manisa’ya davet eltilerdi. Buraya vardığımız günü hiç unutmam: Bütün halk Kadri

Page 12: Yakup Kadri

Bey’in Mısırlı misafirlerini görmek için sokaklara dökül­müştü. Beyaz donlu çocuklar, basma şalvarlı kadınlar, hep­si birbirinden acayip kılık kıyafetlerle yolumuz üstüne yığılmışlardı."

■—Neden acayip diyorsun anne?’‘—Ne bileyim ben? O zaman bana öyle gelmişti. Vakıa,

bizim halimiz de onları pek hayrete düşürmüş gibiydi ya! Uzun etekli rengârenk feracelerimiz, kokorozlu hotozları­mız ve arkamızdan el pençe divan yürüyen Istanbulinli ha­rem ağalarımızla bir Zuhuri kolundan farkımız yoktu sanırım onların gözünde. Manisa’da geçirdiğimiz iki üç ay boyunca çoluk çocuğun etrafımızdaki kaynaşmaları bitip tükenmek bilmemişti. Nereye gitsek orası bir seyir yerine dönüyordu. Hani. Mısır’da Hayvanat Bahçesi vardı, gider­diniz babanızla, işte biz herkese güya oradaki tavuslar ve­ya sorguçlu kuşlar gibi görünüyorduk. Fakat doğrusu bize karşı hiçbir saygısızlıkta, hiçbir arsızlıkta bulunan olma­mıştı, sokak kalabalıı içinde tek kişinin, Mısır Fellâhları ol­saydı bunların yerine ne üstümüz ne başımız kalırdı, bizi didik didik ederlerdi. Hatırlamaz mısınız o Sitt-i Zeyneb di­lencilerini? Nasıl insana saldırırlardı, nasıl eteğimizden, ye­nimizden çeker çekiştirirlerdi? Rahmetli Şemsi Hanım­efendi, ilk günler, bunları da onlar gibi sanmıştı da Harem Ağaiariyle para dağıtmaya kalkışmıştı. Öyle bir öfkeyle yere attılardı kendilerine verilen mecidiyeleri ve bizden öyle küs­kün küskün uzaklaşıp gittilerdi ki mahçubiyetimizden ne yapacağımızı şaşırıp kalmıştık.’

Ben, annemin hikâyesi bu noktaya gelince Manisalı hem­şehrilerim namına derin bir gurur duyardım ve tatlı tatlı gülümserdim. Bir zaman gelecek, ‘Dömeke' zaferimize dair yayınlanan halk destanlarını da, nedendir bilmiyorum ay­nı gurur ve aynı gülümsemeyle dinleyecektim.

Annem Sözlerine şöyle devam ederdi:—Babanızla halanızdan gördüğümüz izzet ikram da bi­

Page 13: Yakup Kadri

zi son derece mahçup etmişti. Onbeş yirmi odalı konakla- rmı. uşak ve hizmetçi daireleriyle ve yanıbaşmdaki selamhgıyle bize bırakıp başkalarının evlerine çekilmişler­di. Gerçi, bu konak bir saray değildi; gerçi biz, İbrahim Pa- şa’nm çocukları, dadıları, Şemsi Hanımefendi’nin kalfaları cariyeleriyle epeyce kalabalıktık ama. rahatımız pek yerin- deydi doğrusu. Babanız bize hiç masraf ettirmek de iste­mezdi. Koyunundan kuzusundan tutun da, unundan sebzesine kadar her yiyeceğimiz çiftliğinden taşınır getiri­lirdi. Atı, arabası, adamları hep emrimize verilmişti. Hem, o sırada babanızın hal ve vakti yerinde olmadığı da Şemsi Hanımefendi’nin kulağına çıtlamış bulunuyor ve bundan bir hayli üzüldüğü görülüyordu.

Mısır’daki ahval tamamiyle düzelmeden evvel dönme­ye karar verişimizin sebebi, sanırım ki, bu üzüntü olmuş­tur. Zira, Şemsi Hanımefendi Yakup Paşa’nın küçük yeğeni Kadri Bey’e bir anne muhabbetiyle bağlandığı için onun za­ten ağırlaşmış bildiği geçim yükünü büsbütün ağırlaştır­maktan çekinmişti. Evet, rahmetli Şemsi Hanımefendi, babanızı kendi evlâdı kadar severdi: beni de evlâdından hiç ayrı tutmadığı için...’

Bahsin burasına gelince annemin yanakları görücüye çıkmış bir genç kızın yanakları gibi al al olurdu ve lâfı şa­kaya dökerek:

‘—İşte, derdi, bütün bu vak’alar Arabi Paşa ayaklanışı, İngilizlerin İskenderiye’yi topa tutuşu, bizim Mısır’dan bu­ralara kaçışımız, meğer hep sizin dünyaya gelmeniz için­miş. Yattığı toprak nurdan olsun, Şemsi Hanımefendi bu mürüvvete en az benim kadar sevinmişti. (Bana dönerek) Hele sen doğduğun vakit dünyalar sanki onun olmuştu. Bi­liyorsun ki o senin isim annendir. Dokuz ay. durmadan hep Yakup Paşa’nın aşını ermişti. ‘Sakın, bir kız daha doğura­yım deme; gücenirim.’ derdi, bana. Bütün Mısır’ın ebeleri­

Page 14: Yakup Kadri

ni başıma üşüşdürdü, gelen kız mıdır, oğlan mıdır, anlamakmerakıyla. Hatırlarsın değil mi o büyük kadını?’

Onu. hayâl meyâl bir defa gördüğümü hatırlıyorum. Sa­rayının o büyük, geniş, uzun divanhanesinde, taraça ka­pısına yakın bir sedirde oturuyordu. Beni, annem mi, yoksa başka biri mi omuzlarımdan hafifçe okşayıp iterek ona doğ­ru götürmüştü. Ben biraz çekingen duruyordum galiba. Zi­ra. Şemsi Hanımefendi bir iki defa yerinden davranır gibi yaptı ve kollarını bana uzatıp: ’Gel bakayıp Yakup Paşa; be­nim bir tanecik Yakup Paşam’ diye seslendiydi. Bu, kalın kara kaşlı, torhbul tombul bir hanımdı. Başında bir hoto­zu vardı. Ondan ötesini bilmiyorum.

Nereden bilecektim? Annemin söylediğine göre, bu mü­lakatımızdan bir kaç ay sonra Şemsi Hanımefendi dünya­ya gözlerini yummuş gitmişti. Ben o vakit ancak dört yaşındaymışım. Annem bunları anlattığı sıra da ise sekiz yaşımı henüz tamamlamış bulunuyordum.” *

Yakup Kadri çocukluğunun ilk beş altı yılını Mısır’da ge­çirir. Prenses Şemsi Hanımefendi ve İbrahim Paşa’nm öl­meleri, ayrıca Kadri Bey’in hesapsız para sarfiyatı bu aileyi Mısır'dan ayrılmak zorunda bırakır. Kadri Bey, geçirdiği uzun bir hastalıktan sonra sakat kalır, vücudunun bir ta­rafını pek iyi kullanamaz. Böylece Mısır’dan ayrılmak zo­runda kalırlar. Yakup Kadri bu olayı şöyle anlatır:

*‘Bir gün gelip de kocasının maddi ve manevî düşkün­lüğünü Kahire denilen bu saltanat ve şatafat merkezinde artık kimseden saklayamaz bir mahiyet alınca annem, ya­ralanmış erkeğini kapıp kaçıran bir dişi kurt gibi onu, hiç değilse ağyar siteminden kurtarmak için her türlü ayıbı­nın örtbas olacağını sandığı bir uzak diyara Karaosmano-

Anamın Kitabı, İstanbul 1957, s., 152-158

Page 15: Yakup Kadri

gullarının hâlâ tüter sandığı ocağına alıp götürmüştür."*

Manisa’da aile dostu Hulusi Bey’in evinde misafir olarak kalırlar. Daha sonra Hulüsi Bey, onlara içinden kiracıları­nı çıkardığı başka bir evini müstakil olarak, bırakır. Kadri Bey Mısır’dan gelişlerinden iki yıl sonra geçirdiği uzun bir hastalığın ardından felç olarak ölür. Yakup Kadri Anamın Kitabı’nda “ Babam bu deni dünyaya bir Ramazan ayının başında gözlerini kapadıydı. “ demektedir,” **

Yakup Kadri, babasından çok annesini sevmiş, onun yaptığı fedakârlıkları hiçbir zaman unutmamıştır. Zaten Kadri Bey de Yakup’u fazla sevmezmiş. İkbal Hanım koca­sının ölümünden sonra Mısır’dan getirdiği elmaslarını sa­tarak çocuklarını kimseye muhtaç etmez. Yakup Kadri çocukluğunda kız kardeşi ve kendisini- avutmak için ma- sallaranlatan annesi ve bütün Türk anneleri için “ Miss Chalfrin'in Albümünden” de şunları söyler:

“ Analarımız Türk tarihini ezbere bilirler ve şifahen bi­ze naklederler. Onlara da kendi anaları ve analarının ana­ları, bu tarzda tarihi terbiye verirdi. Birtakım frenkçe kitaplar, süt emerken öğrendiğim bu hakiki ilmi benden ne- zettiler. Bu tarih, birtakım küçük küçük masal parçaların­dan müteşekkildi, zannederim. Bu masalların eşhası peri kızları, padişah oğulları, bir kılıç darbesiyle dağları yaran kahramanlar ve asâsmı vurduğu yerde hazineler açan ve­lîlerdi. Anam bana tarihin hiç zaptetmediği bir sürü hari- kulâde vakalardan bahsederdi. Hiçbir haritada görmediğim memleket isimleri söylerdi. Bazan da hiç yer ve şahıs ismi söylemezdi: bir dağ başında sakallı bir adam, derdi: veya pınar başında uzun saçlı bir peri kızı derdi. Acayip renkler anlatırdı; içiçe yüz tunçtan kapısı birer yumrukta kırılarak

• A.g.e. s.. 34•• A.g.e. s., 98

Page 16: Yakup Kadri

rethedilen kaleler. tariT ederdi. Mislini, b ü yü d ük ten sonra hiç b ir y e rd e g ö rm e d ig im padişah saray lar ı v e saray larda düğün tasvirleri yapardı. A n am ın bana anlatt ığ ı tarihte âdil hüküm darlar la za l im vez ir le re dair bah is ler v a r d ı . ' "

ÖĞRENİMİ

Yakup Kadri, küçükken Mısır’da okula gitmemiş, evde özel hocalardan ders görmüştü. Manisa’ya geldikten son­ra Kadri Bey'in de ölmesiyle İkbal Hanım, Yakup’un terbi­yesine itina göstermeye başlar. Onu, dört sınıflı Feyziye Mektebine verir. Yakup, burada iki yıl okuduktan sonra İz­mir İdadisi'ne girer.

Yakup Kadri, babası öldükten sonra ancak üç-dört yü Manisa'da kalabildi. Ailenin maddî durumu İkbal Hanım'- ın satılan elmaslarının da bitmesiyle tamamen bozulma­ya başlamıştı. İkbal Hanım,eski kocası İbrahim Paşa’nm oğlu Prens Mehmet A li’yi hatırlar, çocuklarım alarak Mı­sır'a gelir. Prens Mehmet Ali, Yakup’ün hayatı ve öğreni­mi ile yakından ilgilenir, onu "Fr6re” ler okuluna verir. Burada fazla kalamazlar, çünkü Yakup İzmir İdadisi’ni öz­lemeye başlamıştır. Bu özlemin sebebi Türkçe konuşulan bir çevrede yaşama isteğinden kaynaklanır. 1905*de İzmir’e dönerler. Yakup Kadri, öğrencilik hayatı ve İzmir İdadisi’ndeki yıllara dair şunları söyler:

“ ...ben oldukça tembel bir talebe idim ve bütün sınıfla­rımı, yalnız dil, edebiyat derslerinden kazandığım iytibarı yakından bilen hocalarımızm heyamolasıyla geçmişimdir. Hattâ, İzmir İdadisi’nde İslâm Tarihi'nden imtihan olurken

Haşan Ali Yücel. Edebiyat Tarihimizden, s.. 16- 17

Page 17: Yakup Kadri

Haşimilerle Kureyşiler arasındaki Gazveleri yol kesip ker­van vurma şeklinde bir takım hareketler gibi anlatmam üzerine beni mümeyyizlerin huzurundan kogmak mecbu­riyetinde kalan tarih mualimimiz meşhur Yusui Rıza Ho­ca bile bu iytibarımın tesirine kapılarak beni ikmale bırakmaktan çekinmişti. Gene o mektepte, bilmem neden daha İlk sınıflardan beri adım şaire çıktı idi. Bu sayede dört beş yaş büyüğüm olan Şahabeddin Süleyman'ın dostluğu­nu kazanmış ve onun vasıtasıyla da son sınıf talebelerin­den Abdullah Rahmi isminde bir gençle tanışmıştım. *

Yakup Kadri, İzmir İdadisl'nde de fazla kalamaz. Bura­da hürriyetsizliğin acısını tadar:

“ Bir gün sınıfta, alnım sıraya dayalı, dizlerimin üstün­de tuttgum Cezmi'yi okurken, bir el, bir demir pençe beni ensemden yakalamış sokağa atmıştı. Nereye gitmeli? Ne­reye kaçmalı? onaltı yaşımda ya var, ya yoktum: fakat bi­liyordum ki bazı memleketlerde hürriyet denilen bir saadet vardır: ve oralarda herkes istediği kitabı okuyabilir; o di­yarlardan birine gittim ."*’

Yakup Kadri, gerek bu hadise, gerekse dinlediği jöntürk menkıbeleri dolayısıyla annesiyle birlikte Mısır'a gider. Ay­rıca Mısır'a gitmesinde orada tanıdıklarının bulunması, ko­runacağını ümit etmesi gibi sebepler de rol oynamıştır, denilebilir. Mısır’da iki sene kalır. Bu arada bir müddet “ Fre- re'’-ler mektebine, birmüddet de bir İsviçre Lisesi’ne devam eden Yakup Kadri; aynı zaman da hem şair, hem profesör Henri Lamon adında Nauclıatel'U bir zattan Fransız Flde- biyatı dersi alır.**’

Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık'i'nynılaı-ı, İsı. U)7(i, S.9Yakup Kadri Karaonuuıoûln, Atatürk, s.. 1 [iNi>a/i Akı. Yakup K adri Karaosm anoğlu İnsan-Eser-Fikir-Uslûp, s A ‘A

10

Page 18: Yakup Kadri

Yakup Kadri, Mısır’daki Fransız Papas okulunun (Frere- 1er mektebi) çok mutaasıp bir Hıristiyan öğretim muhiti olduğunu söylemektedir. O, orta öğretimini Mısır'­da bitirir.'

1908 Meşrutiyetinden önce İzmir’e oradan da İstanbul'a gelen Yakup Kadri, Burada Refik Halid ve Faik Ali ile tanı­şır. Şahabeddin Süleyman’ı zaten İzmir İdadisi’nden tanı­maktadır.

YAKUP KADRİ*NİN YAZARLIĞA BAŞLAMASI

Yakup Kadri’nin ilk yazısı, tek perdelik bir piyes olan ve ResimU Kitap (No: 9, Haziran 1325/1909)'ta yayınlanan “ Nirvana’dır. Bu tiyatro eserinin yazılmasındaki sebepler­den biri devrin hususiyeti ise diğer sebep de Ibsen’dir. Ya­zar Füruzan Hüsrev Tökin ile yaptığı bir konuşmada (Dikmen, 22, 15 Ekim İ942): “ Ben ilk yazılarımı Ibsen'in tesiri altında yazdım.” demektedir.*’

“Nirvana"nm yazılmasından sonra MusavverMuhit'in edebî müdürü Celâl Sahir, Yakup Kadri’den yazı ister, bu­nun üzerine Yakup Kadri. 10 Temmuz 1325 tarihli ve 36-37 numaralı Muhit’te çıkan “ On Temmuz” başlıklı yazısını ka­leme alır, bu yazıdaki tema, memleket meseleleri ve milli­yet problemidir.

Yazarımızın üçüncü yazısı olan “ Vedâ” , Resimli Kitap (No: 11, Ağustos 1325)’ta yayınlanır. Bu yazının altında 1324 tarihi vardır. İki sahnelik bir diyalog olan bu kalem tecrübesi, bir ailedeki bazı aksaklıkları konu alır.

Yakup Kadri ismi, ResimU Kitap'taki yazılarından son­ra Servet-i Fûnûn sahifelerinde görülmeye başlar. Edebî ha­yata ası! girişi ise P ecr-i Ati iledir.

* Haşan Aİi Yücel, Edebiyat Tarihimizden. s.l9* * Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, s. 78

11

Page 19: Yakup Kadri

FECR'İ Â T İ VE YAK U P KAD Rİ

Fecr-i Âti, 1908 yılı ile 1911 tarihleri arasında yaşayan bir edebî topluluktur. İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği ilk aylarda görülen “ hürriyet sarhoşluğu” içinde, edebiyatla ilgilenmek isteyen gençler, devrin karakterini aksettirecek mahiyetteki eserlerin yazılması için bir edebî topluluk teş­kil etmek isterler. Onların bu isteklerini Garp'a benzemek arzusu daha da kuvvetlendirir. Çünkü Garp’ta. edebî ha­reketlerin prensip hâline gelen belirli fikirler etrafında bir­leşen gruplar tarafından yapıldığını bilirler. İzmir’de vali aleyhinde açılan kampanyada mağlup olan Şahabeddin Sü­leyman; artık politikadan nefret ettiğini, kendini tamamiyle edebiyata vereceğini bir edebî dernek kurmak fikrini ileri sürer. Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı ki­tabında bu topluluğun meydana gelişini ve Fecr-i Âti hak- kındaki umumî kanaatlerini şöyle anlatır:

“ ...edebiyatım ızda y epyen i bir devrin başladığ ına kanaat ge t iren Şahabedd in S ü leym an , ka lburüstü gö rünen ne ka ­dar şair v e ya za r varsa, kapı kapı do laş ıp aradı, bu ldu ve sah ib in i tan ıd ığ ı “ H i lâ l“ m atbaas ın ın bir odasında - bugünkü dey im iy le - bir aç ık o tu rum a çağırdı. Çağ ır ılan lar arasında tab ia iıv le ben de vard ım . “ T a b ia f iy le “ ded im ; ha l­buki "vŞahabcddin S ü le ym a n 'ın en en yak in arkadaşı oldu- î^um iç in " d em em lâz ım gelird i. Zira, ben ne kalburüstü id im , ne de basjnda bir satır v a z ım çıkm ıştı. Fakat, ka t ı l­d ığ ım loplantıd.i ^erkesin beni tan ım ası için Şahabedd in S ü le ym an 'ın lu ıkkın ıdaki m üba lağa lı övgü le r i kâfi g e lm iş ­ti Bununla beraber adları sanları ay lardan beri dillerde d o ­laşan şöhretli ler arasında ben kend im i, bir m üddet hiç de rahat h issetm t 'm iş âdeta s iner gib i bir köşeye çekllij ) o iurn ıusıı ım . A z sonra Sahabettin Sülovn ıan 'ın ınalbaa ka-

12

Page 20: Yakup Kadri

pısmdan içeri girerken, bana Refik Halid diye tanıttığı bir genç de aynı çekingen tavırla gelip yanıma oturacaktı ve aramızda o dakikadan itibaren bir arkadaşlık havası ese­cekti. Neden esmesindi? O da, ben de toplantıdaki meşhur­lar içinde iki meçhul değil miydik?

Bu sırada odanın ortasında ev sahibi gibi dolaşan ve ge­lenlere yer gösteren -bana adını söyledikleri halde unuttuğum- ufacık tefecik biri vardı. Refik Halife sordum:

“ —Bu kimdir?”

“ —Müfit Ratip” , dedi ve bu ismin bana bir şey ifade et­mediğini anlayarak ilâve etti: “ Benim mektep ve çocukluk arkadaşımdır. Pek iyi bir tiyatro tenkitçisidir ve toplantıyı tertip edenlerden biri de odur, sanırım. Hilâl matbaasının sahibiyle de bir akrabalığı vardır.”

Bundan cesaret alarak Refik Halit'e diğer orada bulunan­lara dair sualler sormağa başladım:

” —Durmadan cıgara içen şu uzun saçlı, şehlâ bakışlı genç adam kim?”

■■—Tahsin Nahit. Galatasaray'dan mektep, hattâ sınıf ar­kadaşımdır.”

■■Ya onun yanında oturan ve P'inlandiya’h bir pehlivana benzeyen delikanlı?”

Emin Bülent. Onu da mektepten tanırım.”Öte yanda, yaşça hepimizden büyük görünen sarı bıyıklı

birini gösterdim. Refik Halit yalnız onu tanımıyordu. Son­radan öğrenecektik ki, bu, Doktor Cemil Süleyman'dı. Bil­mem hangi dergide tefrika edilen bir romanını şöyle gözden geçirmiştim. Kelime kelime, cümle cümle Aşk-ı Memnû'- dan kopya edilmiş gibiydi. Bu bakımdan ona, pekâlâ ikin­ci Halit Ziya diyebilirdik, onun yanında başka bir sarışın genç vardı. Adının Ali Süha olduğunu söyledikleri halde, edebî kimliğini anlayamadıktı. Meğer, bazı dergilerde bir­

13

Page 21: Yakup Kadri

kaç mensur şiiri çıkmış bir tıbbiyeli imiş. Yine o toplantı­da ilk defa tanıdıklarımdan biri de aziz dostum Fazıl Ahmet’ti. Hiç unutmam, herkesle alay ediyor gibi bir hali vardı.

Fakat, bütün bunlar arasında, benim gözlerim Ahmet Haşim’i arıyordu. Gerçi, onu hiç görmemiştim ama, bazı dergiler de yayınlanan resimlerinden bulup çıkarabilirdim. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, orada bulunanlardan hiç biri, edebî değer bakımından beni ilgilendirmiyordu.

“ —Ahmet Haşim gelmeyecek mi bu toplantıya?”Refik Halit müstehzi bir tebessümle gülümseyerek: ‘ ‘—O, insanlar arasına karışmaz. Vahşinin biridir” dedi

ve ilave etti. ‘ ‘Onu görmeseniz daha iyi olur. Haliyle sura­tıyla pek hoşa gidecek adam değildir. Onunla da Galatasa­ray'dan tanışırız ama, uzaktan uzağa...”

Refik Halit’in Ahmet Haşim hakkında verdiği bu menfi bilgiye rağmen, ben, içimden “ O Belde” şiirindeki bir mıs­raı tekrar ediyordum:

Melali anlamayan nesle âşine değiliz Tam bu sırada, içeriye. Şahabeddin Süleyman’ın teha­

lükle karşıladığı narin ve uzunca boylu, kara sakallı bir be­yefendi girdi ve herkes ayağa kalktı. Şahabeddin Süleyman, bizleri yeni gelene takdim ederken adımızı yüksek sesle, fakat, onun adını kutsal bir sır tevdi eder gibi kulaklarımı­za fısıldayarak söylüyordu: Faik Âli.

Bu Edebiyat-ı Cedide şairinin bizim içimizde ne işi var­dı? Gerçi, biz onu bu okulun en parlak şairlerinden biri ad­dediyorduk ve Şahabeddin Süleyman ise ona tapıyordu ama, biz buraya yeni bir edebiyat cereyanının temsilcileri olarak gelmiştik.

Çok geçmeden, Şahabeddin Süleyman bizim bu husus' taki tereddütümüzü dağıtacaktı, onun yaptığı açıklamadan anlayacaktık ki. Faik Âli Bey, aramıza kuracağımız der­neğin başkanı ve isim babası sıfatıyle katılmıştır. Nitekim

14

Page 22: Yakup Kadri

onun başkanlığı altında geçen-birtakım görüşmelerden ve ileri sürülen tekliflerden sonra “ Fecr*i Âti” ' adını bize o ta­kacaktı.

Lâkin, işimiz bununla bitmiyordu. Bir de edebiyat ala­nında açmak iddiasında olduğumuz çığırı belirtecek bir dö­viz, bir formül bulmamız lâzım geliyordu. Hatırladığıma göre, onu da Şahabeddin Süleyman bulmuştu; “ Sanat şahsî ve muhteremdir.”

Batı edebiyatında “ Sanat sanat içindir” diye ifade edi­len bu döviz üzerinde konuşmalar olurken Fecr-i Âti arka- daşla»mızdan çoğunun edebî kültür bakımından ne kadar yoksun olduğunu görerek bir nevi hayal kırıklığına uğru- yordum. Abdülhamit istibdadı kalkar kalkmaz fikir ve sa­nat alanında ortaya çıkan nesil bu muydu? diyordum ken­di kendime. Oysa, ben, Mısır’daki köşemde hürriyet güne­şinin doğmasını beklerken bugün için umduğum şey hiç değilse Edebiyat-ı Cedide kuşağını gölgede bırakacak de­ğerde birtakım genç şairlerin, genç edebiyatçılann, genç sa­nat ve fikir adamlarının uzun bir kıştan sonra donmuş vatan topraklarını taze bir yeşerme halinde kaplamasaydı ve ben de kendimi bunlar ardına girmeye lâyık bir seviye­ye eriştirmek için geceyi gündüze katarak çalışmıştım. Li­se tahsihmi tamamlamakta bulunduğum bir Fransız kolejindeki klasik edebiyat dersleriyle yetinmeyip abonesi olduğum bir umumi kütüphanenin, on dokuzuncu asırdan bu yana ün almış, bütün edebiyat, felsefe ve tarih kitapla­rını büyük bir okuma iştihasıyla sömürdüğüm oluyordu. Ayrıca Fraınsa’da çıkan belli başlı dergilerde günün fikir ce­reyanlarını da takibe imkân buluyordum. Bittabi, başta en yakın arkadaşım Şahabeddin Süleyman olmak üzere, Türkiye’deki çağdaş meslektaşlarım için, böyle bir imkân­dan yoksun kalmışlardı. Nitekim, okumayı çok seven ve hattâ İzmir’de bulunduğu zamanlar oradaki yarım hürri-

Gelecegin ilk ışıkları

15

Page 23: Yakup Kadri

yetteı> faydalanarak Abajoli adında bir Fransız kitapçısın­dan aldığı ‘ ‘Le Temps ’' gibi, ‘ ‘Les AnnaJes Litteraires '' gibi gazete ve dergileri, herkese teşhir edercesine, Karşıyaka va­purunda açıp okumaktan çekinmeyen Şahabeddin Süley­man bile, henüz “ Estetique” denilen bir sanat felsefesinin mevcudiyetinden haberdar değildi. Bunu neden sonra, ken­disine verdiğim bir eserden öğrenecek ve ilmi metodla ana­litik bir edebiyat kitabı yazmak hevesine bu suretle düşecekti.

Onun için sanıyorum ki, Fecr-i Atililer “ Sanat şahsı ve muhteremdir.” dövizini kabullenirken herhangi bir ideo­lojik mesnede dayanmıyorlar, olsa olsa yaşadıkları devrin edebî gelişmeleri engelleyen birtakım politik ve sosyal şart­larından korunmak hedefini güdüyorlardı."*

Fecr-i Âti, Servet-i Fünûn'da (c.38, no: 977, 11 Şubat 1325) yayınlanan bir beyanname ile prensiplerini ve top­luluğun şartlarını belirtir. Beyannamenin altında şu imza­ları görmekteyiz: Ahmet Samim. Ahmet Hâşim, Emin Bülent. Emin Lâmî, Tahsin Nâhit, Celâl Sâhir (Reis), Ce­mil Süleyman, Hamdullah Suphi, Refik Halit, Şebabettin Süleyman Abdülhak Hayrı, İzzet Melih, Ali Canip, Ali Sü- hâ, Faik Âli. Fazıl Ahmet. Mehmet Behçet, Mehmet Rüştü, Köprülü'Zâde Mehmet Fuat, Müfit Ratip ve Yakup Kadri.

Fecr-i  ti’yi meydana getiren bu insanlar arasında de­ğişik fikirlerin olduğunu yukarıda gördük. Bunları birleş­tiren unsur, arayış içinde olmalarıdır. Bu biraz da devrin hususiyetlerinden kaynaklanmaktadır.**

* Yakup I^adri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıra-lart, S37-47

* * XX. yüzyılın başlarındaki edebî arayışlarımızın başka bir cephesiiçin bkz. Sadık K. Tural. ‘ ‘Yahya Kemâl’in Arayışlarının Yol Aç­tığı Bir Edebî Topluluk: Nâyiler, ölümünün yirmibeşinci yı­lında Yahya Kem al Beyatlı, Hz. Ş.Blçin* M.Tevfikoğlu, S.Tural, TKAE. y. Ank. 1983, s.111'122.

16

Page 24: Yakup Kadri

TENKIDÇl YAKUP KAD Rİ

Fecr-i Âti kurulduktan sonra Yakup Kadri de bu toplu­luğun sözcüsü olur, onun İlk savunması Resimli Kitapta Ra- if Necdet'in “ Sanat sanat içindir” parolasını tenkid etmesiyle başlar. Raif Necdet'e göre edebiyat, sosyal haya­tın fotoğrafını almak, sonsuz ızdıraplar ve sefaletler içinde kıvranan halkı teselli etmekle ona güven vermekle vazife­lidir. Böylece de Şahabeddin Süleyman'ın Çıkmaz Sokak adlı piyesini iddiasız ve tezsiz olmakla itham eder. Ayrıca bu eserin cinsî sapıklıkları işlediğini, böyle konuların ede­biyata mal edilemiyeceğini söyler. Yakup Kadri ise. Raif Necdet’e verdiği cevapta şöyle der: “ Sanatın gayesi (eğer mutlaka bir gaye bulmak lâzımsa) bence bir kavmi, bir mil­leti hissetmeğe, iyi hissetmeğe, büyük hissetmeğe alıştır­masıdır. Çünki hissetmesini bilmeyen kavimler yaşamasını bilmezler, aynı bizim gibi...Ve yaşamasını bilmeyen bir kav- me ulûm-ı içtimaiyyeden bahsetmek bana biraz abes gö­rünür. Bu tamamiyle bir topala veya henüz yürümeğe başlamamış bir çocuğa raks usulleri talim etmeğe benzer.

Bahsin haricine çıkmak korkusiyle Raif Necdet Bey *e av­det edelim: Raif Necdet Bey: ‘Sanat için sanat nazariyesi artık ölmüştür diyor. Onun bu fikirlerine iştirak ederim. Fakat bunun yerine 'insan için sanat -hayat için sanat' na­zariyesi kaim olmuştur. Teessüf edilir ki ölenlerden haber aJan Raif Bey, doğanlardan sonra bu kadar garip ve gülünç, bir girive-i mütalâaya düşmemeleri İçin biraz asr-ı hâ­zır münekkid ve üdebâsını okumaJarını ve eğer haki­katen edebiyatı seviyorlarsa biraz da edebiyatla meşgul olmalarını rica ederim.” *

Haşan Ali Yücel. Edebiyat Tarihimizden, s.80-81

17

Page 25: Yakup Kadri

Yakup Kadri, Şahabeddin Süleyman’ın Çıkmaz Sokak adlı piyesi için de övgü dolu sözler sarfeder. Bu piyesi ede­biyatımızın -o zamana kadar- yegane tiyatro kitabı: piye­sin dilini de “ latif ve zarif bir tiyatro lisanı” şeklinde değerlendirir.

Bu yazıları takibeden hafta Servet-i Fünûn’da Mim Rauf Bey’in “ Sanat ve Ahlâk” başlıklı Yakup Kadri Bey’e cevap olmak üzere bir makalesi çıkar. Mim Rauf Bey, bu makalesinde Çıkmaz Sokak ve bu tarzda yazılmış eserlerin iffetimizi kirlettiği düşüncesindedir:

“ Her memlekette ve her tarihte olduğu gibi muzır olan şey, vicdana münafıdir. Çıkmaz Sokak tarzında yazılmış eserler iffetimizi kirletir; vicdanımızı körletlr. Henüz saf ve nâb olan şebâbımız, onları yırtacak ve görmiyecektir.” ’

Yakup Kadri ile birlikte daha sonra Fuat Köprülü ve Ali Cânip de Raif Necdet ve Mim Raufa cevap verirler.

Daha sonra Hüseyin Cahit’in Hayat-ı Hakikiye Sahnele­ri adlı kitabı için Servet-i Fünûn ’da (c. 39, no: 1005) bir ya­zı kaleme alan Yakup Kadri, Hüseyin Cahit’i ince duygu ve yüksek düşünceye davet eder. Hayat-ı Hakikiye Sahne­leri için de şunları söylemekten çekinmez:

“ ...bu eser baştan aşağıya kadar ekseriya basit ve baya­ğı ve yine pek çok defa sun’î ve cebrî hislerle doludur. Bü­tün elemlerin yeislerin ve bütün bedbinliklerin orada birer maske kadar cansız ve gayrı tabiî olduğu görülür.” **

Bu yazı vesilesiyle o günün edebiyatı hakkındaki görüş­lerini de belirtir:

“ Hüseyin Cahit Bey’in, Hayat-ı Muhayyel'in o pürhis ve pürhayal şairi Hüseyin Cahit Bey'in bu son eserinde fak-

A.g.e.s. 83A.g.e..s. 89

18

Page 26: Yakup Kadri

rüddem var: fakrüddem-i hayal, fakrüddem-i his, fakrüddem-i tefekkür... Devr-i Meşrutiyette olan o dört beş senelik mevtaî sükût*ı edebiden sonra meydan-ı mat­buata böyle ne kadar eserler geldi. Böyle ne kadar benzi solmuş, nefesi tıkanmış sakat şahsiyetler gördük ve böyle ne çok üfûl-ı edebîlerin seyircisi olduk. Bu hal artık hiç hayretimi celbetmiyor, fakat tecessüsümü tahrik eyliyor: Çünkü Hâmit ve Ekrem’ler devrinden beri Türk üdebâsm* da garip bir hâl-i marazı müşhade olunuyor. Bunların hepsi otuz otuzbeş yaşlarını tecavüz eder etmez artık ya­zamıyorlar, hissedemiyorlar, kekeliyorlar. Hassasiyet ve ha* yal nâmına adale-i fikriye ve kuvve-i icad namına onlarda artık hiç bir şey bulamıyoruz. En ümitbahş olanların bi­le, bir an geliyor ki soğuğa maruz kalmış kır çiçekleri gibi bagteden solup boyunlarının büküldüğünü görüyoruz. Ba­zıları da -Cenap ve Fikret gibi- bize daha tekamül etmiş ve daha süslenmiş bir lisan ile avdet ediyorlar. Fakat bu lisan, üstü işlenmiş, sırmalı kadifeden ağır bir manto gibi ancak bir çok zayıf bünyelerin meâyib-i teşekkülâtım örtebili­yor. Biraz yaklaşıp elinizle dokunduğunuz vakit o sırma­larla kadifelerin altında sivri iki omuz kemiği ile çökük bir göğüs kemiği hissediyorsunuz.” *

Yakup Kadri, devrinde aşk ve kadın şairi olarak tanınan Celâl Sâhir’i ikinci bir Muallim Naci olarak tasvir eder, duy­gularının insan dışı ve yapma olduğu yolunda iddialar ile­ri sürer. Ona göre Celâl Sâhir’in şiirinde aşk diye sunduğu şeyler: “ hepimizin her gün müsadif olduğumuz güzel ka- dmlar nisbetinde kalbimizi ziyarete gelen âni, geçici ve mü­kerrer arzulardır.” *'

Tenkidçi Yakup Kadri, o devirde beğendiği tek muhar­rir olarak Halide Salih (Edib) Hanım’dan bahseder; Harap

* A.g.e.,s.,90* »A.g.e.. s.,91

19

Page 27: Yakup Kadri

Mabetler dolayısıyla da bu fikrini dikkatlere sunar. “ Hali­de Salih’in -bugüne kadar hiçbir kadının beceremediği- er­kek meslektaşlarından daha vâzıh yazmaya muktedir olduğunu” söyleyen Yakup Kadri, onun kusurlarını da be­lirtmekten çekinmez. Aşağıdaki satırlarda bu kadımn ede­biyatta ve dilde yaptığı yenilikleri izah eder;

“ Ne derseniz deyiniz. Halide Salih Hanım; kuru bir sah­raya benzeyen ve her hatvemizde çoraklığı ve kuraklığıy- le dizlerimizi büken Türkçe edebiyat lisanında birçok keşifler icat etti ve bize bu sahranın bir çok merahilinde serin, seyadâr ve ıtırnâk bir çok vahalar buldu. Sene­lerden, senelerden beri sadeliğe susamış olan lisana, men- baları değilse bile, menbalann yolunu gösterdi. Sonra asıl en mühimmi, bu nev’i şahsına münhasır üslûbiyle, “ Sa­natta şahsiyet” nazariyesini yegâne düştürül' amel itti­haz eden yeni nesl-i edepde şahsiyetine, hususiyetlerin en mutlakını ve en kafisini veren bir sanatkâr oldu ve ma­zinin tesirlerinden en büyük bir cesaretle, en k a fi bir tarz­da silkinip çıkan, bize üzerinde hiçbir yabancı eski çehrenin aksi görülmemiş bir ayna gibi halis ve zatî (original) bir si­ma gösteren, yine bu muharrir, yine Halide Salih Hanım oldu.” *

Haşan Ali Yücel'in tenkid için Hüseyin Cahit ve Celâl Sâ- hir’l niçin seçtiği sorusuna, Yakup Kadri: onların ittihatçı olduklarmı ve o zaman kendisinin İttihat ve Terakkiye mu­halif ruhta bulunduğu şeklinde bir itirafla cevap verir.*’

• A.g.e., s.94-95*• A.g.e.. S.102

20

Page 28: Yakup Kadri

YAK U P KAD Rİ'N İN BESLENDİĞİ KÜLTÜR K A YN A K LA R I

Yakup Kadri'yi hayata hazırlayan ilk kaynaklardan biri Kadri Bey’in Manisa’daki evlerinde çocuklarına bıraktığı ki­tap sandığıdır. Aynca İkbal Hanım’ın Yakup’a okuduğu Ek­mekçi Kadın ve Monte Cristo gibi romanlar da Yakup Kadri'nin dünya görüşünün şekillenmesinde önemli rol oynar:

“ Annem bütün bir kışın uzun geceleri, bize “Ekmekçi Kadm'ı okuduktan sonra ertesi kış Monte Cristo diye daha büyük bir romana başlamıştı. Bu, ‘Ekmekçi Kadjn ’ gibi beni yalnız kalbimin köklerinden kavrıyan bir acıklı hikâye de­ğildi. Onda, bütün varlığım sanki sonsuz bir hayal derya­sına kapılıp gittiydi. Öyle ki gerçek hayatın kıyıları artık bana görünmez olmuştu. Görünse bile başımı çevirip bak­mıyordum. ‘Monte Cristo’ adasının yanında Manisa ney­miş? Bizim evimiz neymiş? Hergün gidip geldiğim mektep neresiymiş? Oradaki dersler insana ne öğretebilirmiş? Ora­daki döğülmelerin, döğüşmelerin, çekişmelerin ne ehem­miyeti vsu'mış? Bütün bunlar, bana küçücük küçücük şeyler gibi görünüyordu. Artık imrendiğim kişiler birerbi- rer gözümden düşmüştü. Ne Mevlevi şeyhine, ne Erkân-ı harb zabitine benzemek istiyordum. ‘Monte Cristo’nun kah­ramanı benim için yegâne ideal örnekti ve yegâne emelim onun gibi, hâlî bir adada bir define bulmaktı.

‘Monte Cristo’ hayat telakkime ve dünya görüşüme böyle bir sınırsız genişlik vermekle kalmamıştı. Bana, üç yıldan beri bir türlü beceremediğim “ kıraef* dersini de öğretmiş­ti. Mektepten döner dönmez ilk işim o kocaman kitabı açıp

21

Page 29: Yakup Kadri

heceliye heceliye okumak oluyordu. İlk günler, kelimeler, sanki bir büyü muskasmm hiyeroglif işaretleri gibiydi, be­ni ürkütüyorlardı, sonra yavaş yavaş, birer birer açılmağa başladılar.” *

İzmir İdadisi’nde Abdullah Rahmi’yi tanıyıncaya kadar babasının kitaplarını okuyan Yakup Kadri, kendisinden bir kaç yaş büyük bir gencin tavsiyesiyle Muallim Naci, Mehmet Celâl ve Vecihî gibi sanatkârları okumağa başlar. Abdul­lah Rahmi, Yakup Kadri’nin Tevfik Fikret. Halit Ziya ve Mehmet Rauf gibi Edebiyat-ı Cedide sanatkârlarını tanıma* sma. Ekmekçi Kadın ve Monte Cristo’nun dünyasından sıy­rılarak Edebiyat-ı Cedide külliyatını okumasına ve Fransız edebiyatıyla tanışmasına vesile olur. Yakup Kadri artık Zo- la, Maupassant, P.Bourget, Balzac gibi Fransız yazarları okumakta: Edebiyat-ı Cedide'den ise Aşk-ı Memnû ve Ey- lû î'ü çok belenmektedir.

1914 yılına kadar tiyatro, hikâye, mensur şiir, makale ve deneme türlerinde yazı kaleme alan Yakup Kadri, o yıl­lardaki fikir ve ruh durumunu şöyle anlatır:

“ Yirmi yaşma girdiğimiz zaman, artık hiçbir şeye, hiç­bir kimseye inanmıyorduk... Şahsî hayatımızda olduğu ka­dar millet ve memleket meselelerinde de tamamiyle reybileşmiştik ve birçok frenkçe kitapların yardımiyle bu ruh ve iman iflâsını bir nevi İlmî fikir sistemi haline sok­maya çabalıyorduk... On dokuzuncu asır sonu Avrupa’da bir büyük inkâr -Dissociation- devridir. Bütün kıymet hü­kümlerinin bâtıl ve bütün ölçülerin bozuk olduğunu ispat yolunda birbiriyle müsabaka eden muharrir ve mütefekkir­lerin adedi, o devirde, sayılmayacak kadar çoktu. Bunlar bir takım kötü gençlik arkadaşları gibi bizi baştan çıkarır .bi­zi maceradan maceraya sürüklerken kafamızda yüksekler-

* Anamın K itabı, s. 190-191

22

Page 30: Yakup Kadri

de dolaşan kimselerin sarhoşluğunu hissederdik. O frenk üstadlarından Ödünç aldığımız inkâr ve istihza kanatlariy- le, sanki muhitimizin üstüne çıkmış, sanki mensup bulun­duğumuz cem iyetin perişanlıklarına, adiliklerine, yalanlarına ve şarlatanlıklarına yukarıdan, bir hakaretli ya­bancı gözüyle bakmış gibi olurduk."*

Niyazi Akı, Yakup Kadri'nin sanatının ilk yıllarında bes­lendiği kaynaklara dair düşüncelerini aşağıdaki şekilde be­lirtiyor:

“ Her sanatkâr gibi o da sanatının ilk yıllarında tesirlere kar­şı hem fazlaca açık, hem de malzemesi, zevki ve usulleri bakımından müdafaasızdır. Çünkü, eserden esere atlaya­rak kültür vasıtasiyle kendi kendini yaratma yolunda isti­haleler geçirmektedir. Bu sebeple yazar, hisleri, fikirleri ve dünya görüşü yönünden yerli ve yabancı kaynaklara bağ­lıdır.” *'

Yakup Kadri’nin yirmi ile yirmibeş yaşları arasındaki ha­yat telakkisi Schopenhauer’m tesiri altındadır. Bedbin bir hayat felsefesi ve içgüdülerle hareket etme gibi Schopen- hauer’ın simgesi olan özellikler, Nirvana ve Bir Huysuzun Defterinden adlı eserlerde hemen dikkati çekecek nitelik­tedir: Hayatla anlaşamamak, ona karamsar bir gözle bak­mak ve ölümü aramak. Yakup Kadri'yi Schopenhauer’a bağlayan aracı ise, yine Niyazi Akı’ya göre Guy de Maupas- sant'dır.*” Maupassant, Yakup Kadri’nin çok okuduğu bir yazardır. Hattâ hemen hemen bütün hikâyeleri onun tesi­rinde yazılmıştır, denilebilir.

Maupassant ve Schopenhauer’a göre hayatın olumlu ta­rafı acıdır. Bu acıyı hisseden Maupassant, bundan bir fel­sefe sistemi yerine bir sanat eseri meydana getirmiştir.

• Yakup Kadri Karaosmanoglu. Atatürk s. 16-17** Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu. s.26-27• * A.g.e. s..30

23

Page 31: Yakup Kadri

Alman filozofunun fikir sistemine bağlı olan Maupassant’- m yazılan öyle tahmin ediyoruz ki, Yakup Kadri’* nin hayat karşısmda takmdığı tavırda ve eserlerinde yaratmış olduğu haricî âlem tasvirlerinde önemli rol oyna­mıştır.

Yakup Kadri, 1909’lu yıllarda Norveçli yazar Ibsen’i okur. "Nirvana” ye "Veda” adlı piyesleri de Norveç’li ya­zarın tesiri altında kaleme almıştır. Niyazi Akı’ya göre, 1909-1925 yılları arasında Avrupa'nın tiyatro, müzik, ten- kid ve fikir modasını teşkil eden Ibsen, Wanger, Ruskin ve Nietsche dörtlüsünden, Nietsche’yi Yakup Kadri'nin oku­ması ihtimali çok kuvvetlidir.’

Nietsche’ye göre insanın her hareketi içgüdülerinin ifa­desidir. Cemiyet baskısının olmadığı zamanlarda, insanlar içgüdüleriyle hareket ettikleri için mutlu ve mesutturlar. Halbuki bugünkü sosyal baskılar altında, neşeden ve rea­liteden kaçan, yokluğu özleyen, bedbin, dejenere olmuş bir insanlık doğmuştur. Nietsche bu yönüyle tam bir nihilist­tir. Nietsche'ye göre kültür, ancak değerlere inanış nisbe- tinde uzun ömürlü olur. Modern insanın hayatını düzenleyen inanışlarında Hristiyanhk, bedbinlik, ilim, de­mokrasi. sosyalizm, vazife ahlâkı v.s. gibi bazı zıtlıklar var­dır. Bunlar da sönen bir hayatın işaretleridir. Yakup Kadri. N ietsche'nin bu fikirlerine katılır. İçgüdüler hak­kında Niyazi Akı’nın aşağıdaki tespiti dikkate değer: ru­hun o mahzenlerinden, dehlizlerinden, karanlıklarından o zaman neler çıkar bilir misiniz?... Deli, azgın, kükremiş ve kudurmuş bir sürü hayvan!.. İşte bunlar bizim benliğimi­zin meçhul sakinleridir." Bir Ölünün Mektupları" Bu ko­nuda, görüldüğü üzere, Yakup Kadri’nin Nietsche’den farklı düşündüğünü söylemek oldukça güç. Yalnız. Yakup Kad- ri’nin içgüdülerin insan hayatında oynadıkları mühim ro­

* A.g.e. s.. 31•* N,Akı. A.g.e. S.32

24

Page 32: Yakup Kadri

le dair fikirlerini, Nietsche’nin yanında Darwinismin veraset kanunları ve natüralistlerin pozitivisitlere dayanan sanatı da beslemiştir. Yazarımız, içgüdüleri, sadece insan haya­tını çirkinleştiren unsurlar olarak görmekle Alman filozo­fundan ayrılır. Heübuki Alman filozofu içgüdülerin baskıdan kurtiması ile bütün insanlığın mesut olacağı kanaatindedir.

Yakup Kadri’nin okuduğu ve müteessir olduğu diğer bir Fransız yazar da Maurice Barres’tir. Bu yazar. Yakup Kad- ri’yi benliğin yıkılmaz bir mabet olduğu fikrine götürür. Fransız yazarının Sous 1 ’oeil des Barbares, Un Homme libre ve Le Jardin de Berenice adlı eserlerinden meydana gelen Le culte du Moi serisini okur. Maurice Barres, bu eserlerin­de; dış dünyanın barbar olduğunu, benliğin işlenmesi ge­rektiğini. hürriyetin ancak benliğini işlemiş ve onu barbar esaretinden kurtarmış insanlara layıklığını, benlikle kâinat arasında bir ahenk kurulması gerektiğini ileri sürer. Bunun tesiri sahasına giren Yakup Kadri, dış dünyaya karşı tama­men kapanmak ister:

“ Ben bir boşluğum, bir yokluğum, peki! Fakat bu boş­luk içinde bu durmayan fırtınanın işi ne? Bu fırtına, fırtı­nanın dürâdür uğultusu, iniltisi, bu ses bir varlık değil midir? Bu derûnî fırtına ki yâbis kalbimi bir kuru dal gibi büküp kırıyor... Belki bizzat ruhumdur ki kendisine te- maseden veya nüfuz etmek isteyen harici varlıklara karşı böyle bir fırtına gibi esiyor. O halde beni hiç durmayan ugultusiyle rahatsız eden bu fırtınayı susturmak için ye­gâne çâre... Benliğimin etrafındaki sûrun duvarlarını da­ha ziyade yükseltmek, menfezlerini kâmilen kapamak, kaçılabilme ihtimalini def için kapısını en oyulmaz taşlar­la ördürmek... Belki bu suretle tamamen sükûn ve huzur içinde kalırım ve bu müthiş uzlette belki yavaş yavaş ken­di âlemimi, kendi halkımı, kendi bildiğim gibi. Kendi ar­zum. kendi kuvvetimle icat ve ihtira eylerim.” (Bir

25

Page 33: Yakup Kadri

Huysuzun Defterinden)’Yakup Kadri, bir müddet sonra, Barres’in de mücerret

benlik fikrinden uzaklaşmasıyla, bu fikirlerinden vazgeçer. Niyazi Akı’ya göre, ne Yakup Kadri, ne de Maurice Barres, tanrılaştırdıkları ferdiyetle ne iç bütününe ulaşabilmişler, ne de ferdiyetleriyle kendi kendilerine yeteceklerine inan­mışlardır.”

Yakup Kadri’deki dogu-batı, eski-yeni ve hayal-hakikat şeklinde karşımıza çıkan çatışmalar, Tanzimat ile Servet-i Fünûn dönemlerinin tesiriyle oluşmuştur. Tanzimat ede­biyatında eski ve yeni halinde toplumu ayıran düşünce İki­liği vardır. Servet-i Fünûn döneminde ise, hayal ve hakikat gibi ferdi bölen bir duyuş ikiliği söz konusudur.

Yakup Kadri’de, 1914'lü yıllarda, umumiyetle parnas- yenlerde rastlanan mahremiyetleri kitlelerden gizleme is­teği görülür: “ ...çünkü ben ıstırabımı, ruhumun sızılarını, benliğimin yaralarını her ne olursa olsun muhterem tuta­rım, istemem ki. onlara dokunulsun, onlarla eğlenilsin! İs­temem ki onlar bir alay mevzuu olsun. (Yalnız Kalmak Korkusu)*” Buradan hareketle yazarımızın parnasyenleri okuduğunu ve bir müddet onların tesiri altında kaldığını söyleyebiliriz.

Sonuç olarak denilebilir ki, Yakup Kadrl'nin çeşitli ko­nularda ve türde kitaplar okuması, o yıllarda Türkiye’de sürdürülen hayat tarzı, onun ruhi bunalımlara sürüklen­mesine ve bu bunalımları eserlerine yansıtmasına sebep ol­muştur.

* A.g.e..s. 35** A.g.e.. S.36

' •• A.g.e.,s. 37

26

Page 34: Yakup Kadri

YAKUP k a d r i v e NEV-YUNANILIK

Nev-Yunanîlik akımı, daha başka bir söyleyişle Eski Yu­nan ve Latin'e duyulan ilgi, edebiyatımızda esaslı bir şe­kilde Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile başlar. 1912'de Paris’ten dönen ve zihninde “ Bahr-ı Sefid Havza-i Medeniyeti” fikri olan Yahya Kemal’e göre, Yunan mitolo­jisini tanımadan doğru bir fikre varmak mümkün değildir. Fecr-i Ati’de aradığını bulamayan Yakup Kadri ise, 1912’Ii yıllarda okuduğu Anatole France’in “ Sur la Pierre Balanche” adlı eserindeki mitoloji ile ilgili unsurları anla­mak için Eski Yunan mitolojisini öğrenmeye çalışır. İşte 28 yaşındaki Yahya Kemal’le, 23 yaşındaki Yakup Kadri böy­le bir ortamda bir araya gelirler.

Yahya Kemal, Yakup Kadri ile beraber başladıkları bu hareket için Haşan Ali Yücel’e şunları anlatır:

“ 1912’de Balkan Harbi’nden önce İstanbul’a gelmiştim. Yakup’la tanıştım- O, metinden Fransız edebiyatmı oku­muştu, okuyordu. İkimiz de bir hülyaya kapıldık; İran’dan Yunan’a geçmek... Eski edebiyatın mihrakı, İran’dı. Geç ol­makla beraber Yunan klâsiklerine dönecektik. Nazariye şuydu: Modern edebiyatımız, gerçi Avrupa’ya dönmüştü. Fakat bu model, Fransızların son şiiri ve son nesri idi. Bu kâfi olamazdı. Bütün Avrupa’yı anlamak için ancak Yunan­lılardan başlamak lâzımdı. Biz çografyaca, kısmen de me­deniyetçe Yunanlılarm vârisiyiz. Bu verasete din mâni olmuştur. Bu hal, 1850-1860 senelerine kadar sürmüştür, biz o tarihlerden bu yana hep Fransızlara tâbi olmuşuz. Bü­tün Fransızların ve onlarla beraber AvrupalIların menbaı olan Yunanlılara dönmeliyiz ki, tam mânâsıyla bir edebi­yatımız olabilsin. Binaenaleyh şiir ve fikir telâkkimizim de­ğiştirmek, onların telâkkisini anlamak lâzımdır.

Dövizimiz olarak Eflatun’un şu sözünü almıştık:Biz medenîler, Akdeniz etrafında bir havuzun kenarla-

27

Page 35: Yakup Kadri

nndaki Kurbağalar gibiyiz.’Estetikte, bilhassa lisan estetiğinde süslü ve boyalı Acem

bediyatından sobre ve beyaz olan lisana döneceğiz. Acem’in tesbihli ve istiâreli sanatmdan Yunan'm sağlam ve oturaklı cümlesine geçeceğiz, o zamanki müşahadelerimiz de mil­lette bir istidaddm bulunduğunu gösteriyordu. Nitekim Türk mimarisi böyledir. Onda Yunan çeşnisi vardır. Mima­rimizdeki asillik ve basitlik gibi; süsten, çok boyalı cümle­den, çıplak sağlam cümleye geçeceğiz. Esasen Türkçenin çıplaklığa mâli bir hali vardır. Nesirde Thukydides’in sob* re lisanına geleceğiz. Modellerimiz onların epigram, idil, tra­jedi vesair şiir şekilleri olacaktır.

Hasılı Renaissance’da bütün Avrupa milletlerinin ve Fransızların neo-classique şiirini vücuda getireceğiz. Fel­sefede Sokrat'tan ve Platon’dan açılan hatta geleceğiz: Şark felsefesini bırakacağız. Velhasıl bir nevi Nev-Yunani ede­biyat vücuda getireceğiz.” *

Yukarıdaki fikirlerin sahibi Yahya kemal. Batının da fi­kir ve sanat bakımından Yunan modeline göre kurulmuş olduğunu belirtir: Batı fikir ve sanatı hiçbir zaman Yunan modelinin esiri olmamıştır. Yahya Kemal’e göre her millet bu modelden istifade etmelidir: bu hem orjinal olmayı, hem de millî kalabilmeyi sağlar. Şairin “ Biblos Kadınlan” ve ‘ ‘Si­cilya Kızları” adlı şiirleri, bu fikirlerin tesiri altında kale­me alınmıştır.

Yahya Kemal’le birlikte Peyâm ve Peyam-ı Edebîde yaz­dığı yazılarla edebiyatımızda Nev-Yunanilik akımım baş­latan Yakup Kadri’nin bu konudaki ilk yazısı ‘ ‘Bir Muhavere” başlığını taşır. (Peyam. I kânun-ı evvel 1329/14 Aralık 1913)" Yakup Kadri bu yazısında Homeros’u in-

Hasan Ali Yücel. Edebiyat Tarihimizden, s.255-256 Şevket Toker. “ Edebiyatımızda Nev-Yunanülk Akımı", Türk dili

ve Edebiyatı Araştırm aları Dergisi, I. İzmir 1982. s. 135-163. S.152

28

Page 36: Yakup Kadri

sanlık tarihinin en büyük olayı kabul eder; onu Yunan, Ro­ma ve Batı medeniyetinin temeli olarak görür. Yazının konusu da Homeros’a duyulan hayranlıktır. Yazar, Home- ros'u dünya edebiyatında da efsane haline getirir.*

Yakup Kadri, “ Bir Huysuzun Defterinden" adlı seri ya­zısında ise paganist dönemlere olan özlemini dile geti­rir.*’ Hâlden her zaman şikâyetçi bir mizaca sahip olan yazar; yaşadığı zamana acımasız ve sert, maziye karşı ise hayranlık doludur. Yakup Kadri’nin “ Siyah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” adlı diyalogu da Yu­nan modeline göre kaleme alınmıştır. Aralarında yirmibeş asırlık zaman farkı olan bir delikanlı ile genç kızm aşkı an­latılmak istenir. . Diyalogda sık sık Eski Yunan döneminin manzaraları dikkatlere sunulur.

Bu akımın tesiri Yakup Kadri’nin romanlarında da ken­dini gösterir. 1922’de yayınlanan Nur Baba, Yakup Kadri’­nin ifadesine göre kısmen yazılmış durumdaydı. Yazar bu yıllar da Euripide’i ve bilhassa onun Les Bacchantes adlı eserini okur. Yani paganist çağlardaki Bacchüs’ âyinleri­nin, işret ve raks âlemlerinin cazibesine kapıldığı bir dev­rededir.” * Zaten Nur Baba ve Süheyla’y ı anlatan cümlelerde Yunanı tahassüs tarzının tesirleri görülür."**

Sodom ve Gomore’dc Tevratî unsurların yanında, Eski Yunan dünyasından gelen unsurlarla da karşılaşmak müm­kündür.

Yakup Kadri 1948, de Bern büyükelçisi iken Haşan Ali Yücel’e bu konu ile ilgili fikirlerini anlatır:

“ Ben o zaman Anatole France’ı okuyordum. Anatole France, Sur la Pierre Balanche (Beyaz Taş Üstünde)'mda. paganismi müdafaa eder. Anlattıkları, Eski Yunan’a ve Ro- ma’ya aittir. Bunda esâtir devrinin ilâhları çok geçer. Ben

A.g.m makale s.. İ52-153 A.g.m. makale s., 153-154Niyazi Akı. Yakup Kadri Karaosmanoglu, s.,114-115 A.g.e., s.246

29

Page 37: Yakup Kadri

bunları merak ettim. Homeros, Sophocles, hepsi bu eleman­larla doludur.

Bunun üzerine bu türlü eserlere Heveslendim. Paris’ten memlekete dönen Yahya Kemal, o sıralarda Greco-Latin dünyasından bahsetmeğe başlamıştı, hususiyle J.M. de he* redia, onu antik mevzulara götürmüştü, bu iki şair, aynı menbalardan esintiler alıyorlardı, bu müşterek ilham kay- nagmı bulayım istedim. Grek mitolojisi nedir, bu beni onu anlamaya şevketti. Eskilerin tercümelerini, bilhassa Lecon* te de Lisle’inkilerini okudum. Öbür tercümeler, belki âli- mane idi; doğruydu. Fakat Leconte de L is le ’nin tercümelerinde Yunan hayatı ve şiiri canlı olarak vardı. Yahya Kemal. Paris’ten Jean Moreas’lar. Heredia’larla do­lup gelmişti. Orada, birer edebî köşe olan kahvelerde hep bunları konuşmuştu. Bunlar, Eski Yunan havasını taşıyor­lardı. Ben onunla konuşarak, söylediğim yoldan buraya gel­dim. Ondan sonraki yazılarımda yer yer Grek Mitolojisi vardır.” '

Nev-Yunanîlik, yani Akdeniz Havzası Medeniyeti fikri­nin öncüleri olan Yahya Kemal ve Yakup Kadri, çağdaşla­rının gözünde Yunanlılığa hizmet eden iki biçare gibidir. Her yeni gibi bu hareket de birtakım tepkilere hedef olur: devrin edebî çevrelerinde, bilhassa din ve milliyet bakımın­dan çeşitli ağır tenkidlere maruz kalır. Bu akıma ilk tepki Cenap Şahabettin ve Rıza Tevfik ’ten gelir. Aslında Yunan medeniyetini takdir eden ve seven Rıza Tevfik, tepkilere se­bep olan şeyleri Haşan Ali Yücel'e yazdığı 6 Şubat 1949 ta­rihli mektubunda belirtir*' Rıza Tevfik. bu akımın ülkemizde benimseneceğine inanmamaktadır. Ona göre memleketimizdeki en güçlü akım romantizmdir. Bu akımın da Yunanîlik hedefine kayması mümkün değildir. Bunun

Haşan Ali Yücel Edebiyat Tarihimizden, s .262-263 A.g.e.. s..270-276

30

Page 38: Yakup Kadri

yanında Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret de bu akıma karşı olumsuz tavır takınırlar.

Akçuraoğlu Yusuf, Yahya Kemal’e yazdığı bir mektup­ta, Türk Yurdu dergisinin bu edebî mektebin yayın organı olmaktan zevk duyacağını belirtir.* Ömer Seyfeddin “ Boykotaj Düşmanı” adlı hikâyesinde Yahya Kemâl’i ve Es­ki Yunan hayranlığına giden sanat akımını hicveder.

Bütün bunlara rağmen Yakup Kadri ile Yahya Kemal yanlarında Ziya Gökalp’i bulurlar. Gökalp’le Eski Yunan ve Latin klasiklerini örnek alma konusunda birleşirler.

YAK U P K A D R İ’NİN YENİ LİSAN HAREKETİNE K A R Ş I TA V R I

Yeni lisan Hareketi, 1911 yılında Genç Kalemler çevre­sinde toplanan Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp ve Ali Canip’in teşebbüsleri ile başlar. Bu hareketin,gayesi konuşma dili ile yazı dilini birbirine yaklaştırmaktı.

Genç Kalemlerin (c.2,n:l. 1327/1911) sayısında tez ola­rak ileri sürülen kurallar şunlardır:

1. Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan bütün terkipler ter- kolunacak. Fevkalâde, hıfzısıhha, darbımesel, şevki tabiî gibi klişe olmuş şeyler müstesna.

2. Türkçe cemi edatından başka katiyen ecnebi cemi edatları kullanılmayacak: “ ihtimalât, mekâtip, memurin, hastagân” yazacak yerde “ ihtimaller, mektepler, memur­lar. hastalar” yazacaksınız. “ Tabiî, kâinat, inşaat, faaliyet, ahlâk, Müslüman” gibi klişe haline gelmişler müstesna.

* Şevket Toker. “ Edebiyatımızda Nev-Yunanilik Akımı” , s. 158-159

31

Page 39: Yakup Kadri

3. Arabî ve Farisî edatları atacaksınız. Türkçeleşmiş olan “ ama, şayet, şey, lâkin, nâşi, hemen henüz” gibileri mütesna...

İmlâ konusunda da şunlar düşünülmektedir:Arabî ve Farisî kelimelerin imlâları şiddetle, dinî bir ta-

asupla muhafaza olunacak. Türkçelere gelince, mühim il­tibasları menetmek için, şimdilik, makul bir tarzda imlâ kullanılacak, imlâ meselesini zaman halledecektir.

Yeni Lisancılann Türk Edebiyatının şekli üzerine düşün­celeri şöyledir:

Beş asırdan beri konuştuğumuz kelimeler mümkün de­ğil terkedemeyiz. Hele arûzu atıp Mehmet Emin Bey’in heceye dayalı vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuş­tuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi, en tabii bir lisandır. Kli­şe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla konuşma dilimize girmez. Yazı lisaniyle konuşmak lisanı* m birleştirirsek edebiyatımızı ihya, yahut icat etmiş oluruz. Yeni Lisancılar bunlardan başka, diğer Türklerin dillerin­den kelime almaya da taraftar değillerdi.

Fecr-i Âti’nin en önde gelen tenkidçilerinden biri olan Ya- kup Kadri, Yeni LisancıJan Rübab'ûa. (nr.l4*19, 19 Nisan 1328/1 Mayıs 1912) yayınlanan "Netayiç" adlı yazısında sert bir dille tenkit eder.' Yakup Kadri, yazısına alaycı bir dille başlar. Yazısının devamında da şunları söyler:

“ Yeni bir şey var, ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler, yal­nız bir şey var ki. tatbiki sizin için biraz zor olacak: “Yeni fikr’i kalıplı bir fes gibi başa giymek kolay. ‘Yeni hayat’ı alângle bir elbise gibi sırtıma almak kolay, fakat ‘yeni li­san’ ... ‘Yeni Lisan’ sizin için muhakkak kullanılması pek güç bir ziynet olacaktır. Dilinizi irsî, kisbî bütün ihtiyatlar- d9.n tecrit edeceksiniz, yeni lehçeniz olacak. Meselâ ‘millet’ kelimesi bilmem nasıl bir istihale ile ‘budun’a inkılâp ede*

• H.Ali Yücel, Edebiyat Tarihimizden, s.221.

32

Page 40: Yakup Kadri

cek, ‘yaşasın millet’ diyemiyeceksiniz. ‘yaşasın budun’ di­yeceksiniz. Boğazınız uzun bir müddet, uygur, turgur, gurgur İlâhin misillû kelimelerin dikenleriyle yırtılacak. Fil­vaki onlar size diyecekler ki, her gülün bir dikeni vardır. Fakat aldanmayınız, efendiler. Bir gül değil, bu kamilen di­kendir. İş bu kadarla kalsa iyi fakat icabında dilinizi tersi­ne de çevireceksiniz, ‘nazar-ı dikkat’ yerine ‘dikkat gözü’ , ‘nefha-i ümit’ yerine ‘ümit üfürüğü’ , ‘sadnazam’ yerine ‘azamsadır’ ...ilh.. demeye mecbur olacaksınız ve daha son­ra fart-ı gayretle muhakkak hiç olmazsa bir kere ‘İntikam Şiirlerini’ okumak zahmetine katlanacaksınız. Bütün bu müşkülâtı iktiham ettikten sonra korkmayınız; artık mey­dan, yeni hayat meydanı sîzindir.

Şaka bertaraf. Fakat bütün bunlar doğru mu acaba? Ha­kikaten etrafımızda öyleleri var mı ki, kendilerinde lisan­ları bir kundura gibi eskitip atacak ve yeni lisanlar icat ve ihtira edecek kadar garabet ve cesaret bulsun? Var mıdır etrafımızda öyle dalgınlar ki, lisanları ile kunduralarını bir tutsunlar ve ilm-i elsineyi eskicilik denilen zanatle karış­tırsınlar? Eğer bu gibi kimseler cidden mevcut ise ve eğer bu gibi kimselerin sesi herkes tarafın,dan işitilecek kadar yükseliyorsa emin olalım ki, bir tehlike-i içtimaiye önün­deyiz. Lisanımızın hususiyetleri gidiyor, yani ruhumuzun hususiyetlerini kaybediyoruz. Efendiler, gülmeyiniz. Göre­ceksiniz ki bir gün halk bu yeniliği kabul ediverecektir. Zi­ra. halk denilen kuvve-i meçhule her zaman, her yerde ha- makatin âşığı, hamakatin müdeafiî, hamakat denilen çirkin ve canavar başlı nevzadm murdiasıdır (süt annesi). O bilmez ki. bir milletin lisanı demek, ruhu demektir. Her kelimenin âmâk-ı mevcudiyetimizde nâkaabil- istîsal kökleri vardır. Ve lisanların aldığı tarz ve eşkâl bizim hâlet-i hissiye ve fikriyemizin çizdiği hutut-ı tabiiye ve esasiyeye tâbi ve mutabıktır. Lisanımızın tebeddülü için lâ­zım değil mi ki, biz değişelim? Senelerin, asırların bizde ha-

33

Page 41: Yakup Kadri

sil ettiği tarz-ı tefekkür değişsin. Biz Osmanlıyız ve bu Osmanlı lisanıdır. İstiyorlar ki, biz Çağatay olalım ve Ça­ğatayca söyliyelim. Hayır, bu kaabil olmıyacaktır. Hayır... Zavallı yenilik, zavallı bayramlık elbiselere benziyen garip yenilik...”

Görüldüğü gibi Yakup Kadri, bu yazısını peşin hüküm- le kaleme almıştır. İleri sürdüğü suçlamalarında haksızdır. Yeni Lisancıların dayandığı mantıkî kuralları görmemez­likten gelmiştir: Yeni Lisancılar hiç bir zaman millet keli­mesinin budun olmasını istememişlerdir. Ayıca sadr-ı azam gibi yerleşmiş terkiplerin değiştirilmesine taraftar da değil­lerdir.

Yakup Kadri, yıllar sonra Haşan Ali Yücel'in kendisine bu haksız ve insafsızca yaptığı hücumun sebeplerini sor­duğunda şu itiraflarda bulunur:

“ O zaman -doğrusu bir itiraf- dil hakkında muayyen bir fikrim yoktu. Fakat dilin sadeleşmesi aleyhdarı da değildim. Genç Kalemler’de senin dediğin yazıdaki polemik diliyle hücum edişimin sebebi, sırf bu sade dil cereyanına veri­len “ Yeni Lisan’ adıydı. Hâlâ da bu dâvaya bir yenilik- eskilik vasfı izafe edilmesinin mânasını anlamamaktayım. O zaman, şimdiki deyişle “ ö z Türkçe’ ’ meselesi bahis mev­zuu oldukça benim düşündüğüm şey, bir yenilik icat et­mektense, tam tersine eski Türkçeye, yani eski Türk metinlerinin Türkçesiyle halk edebiyatı Türkçesine doğru bir gidiş olmasıydı. Nitekim o devirden beri fikrim değiş­memiştir. Tasavvuf! edebiyatta Yunus Emre bana ne ka­dar hocalık ettiyse lirik edebiyatta da Karacaoğlan ve emsali bana öylece yol göstermiştir. Türkçeyi bozan bence yalnız Divan Edebiyatıdır. Genç Kalemlerin açtıkları cereyanın da hiçbir İlmî mesnedi yoktu. Ancak Ziya Gökalp’i tanıdıktan sonradır ki. dil meselesine ilmi bir çeşninin katılmış oldu­ğunu gördüm.'”

* A.g.e.. S.222

34

Page 42: Yakup Kadri

Yeni Lisan hareketi Yakup Kadri ile birlikte karşısında Köprülü-zâde Mehmed Fuad’ı da görür. Yakup Kadri’nin diğer arkadaşlarıyla yaptığı bu saldırılara rağmen Genç Ka­lemler çevresi, bilhassa ?iya Gökalp, Yakup’u Türkçeyi gü­zel kullanan ve yazılarında konuşma dilini yakalayan yazarlar arasında gösterir. (Genç Kademler, c.2.n.2);

“ Yeni Lisana sarih bir temayül göstermiyen genç edip­lerimizin eserlerini dikkatle okuyunuz. Çoğunu yeni lisa­nın istediği şekilde çok az farklı bulacaksızınız. İşte Refik. Halid'in, Yakup Kadri’nin, Emin Bülend’in, Hamdullah Suphi'nin, Celâl Sahir’in, Tahsin Nahifin hikâyeleri, şiir­leri... İşte Yeni Lisan’ı kabul etmeden evvel bile ÖmerSey- feddin’in Ali Canib’in yazıları... Gazeteler gittikçe Yeni Lisan’a yaklaşıyor.”

Ziya Gökalp’in Yakup Kadri’yi Türkçeyi güzel kullanan­lar arasında göstermesi bu kadarla kalmaz. Yazarımızın ha­tıralarında anlatacağı aşağıdaki olay, itiraflar ve iltifatlar açısından dikkat çekicidir:

“ ...Ziya Gökalp hakkında son derece büyük bir zehaba kapılmıştım, Benim. Anadolu kasabalarında dolaşan âşâr memurlarına benzettiğim bu adam, o sıralarda hem ede­biyat, hem fikir, hem de siyaset âlemimizin en büyük bur­cu idi.

Nitekim, Cenap Bey, onun adını işitir işitmez öylesine bir saygıyla eğilip elini sıktı ve öylesine ufalarak, büzüle­rek yanıbaşına sokuldu ki, yalnız beni değil, sanırım Sü­leyman Nazifi de hayrete düşürdü. ‘Üstadını şöyle, üstadım böyle!..’ Fakat, Ziya Gökalp, Edebiyat-ı Cedide zirvesinin kendi karşısındaki bu eğilişlerinin hiç farkında değil gibiy­di. Gözlerini kâh tavanda, kâh yerde bilinmedik bir nokta­ya dikiyor ve Cenap Bey’in kulağı dibinde döktüğü tatlı dilleri ya hiç duymamazlıktan geliyor, ya da bazı monosi-

35

Page 43: Yakup Kadri

loplarla karşılandırıyordu. Hattâ, bir ara Cenap Bey, ken­disini pek çok ilgilendiren dil meselesine dokunduğu vakit de bu sükûtiliğinden ayrılmadı ve Cenap Bey'in:

'—Üstadım, öteden beri Arabi ve Farisî kaidelere göre ya­pılan terkiplerin lisanımızdan atılmasını istiyorsunuz. Fa­kat, şimdiye kadar bu yolda bir edebî eser meydana koymuş olan var mıdır?’ sorusu üzerine ‘var;’ dedi ve par­mağının ucuyla beni göstererek ilave etti:

‘—İşte bu!’

Ziya Gökalp, sanki ortaya bir bomba atmıştı; o bomba­nın içindeki patlar madde de sanki bendim. Böylece Ziya Gökalp. dil dâvasındaki muarızlarını sindirmek için beni bir âlet olarak kullanmış oluyordu. Buna bir yandan sevin­mekle beraber öbür yandan üzülüyordum.” ’

Yakup Kadri’nin, Türk dilinin Nurullah Ataç devresin­deki tutumu da Genç Kalemler veya Yeni Lisan hareketi­ne karşı olan tutumundan farklı değildir. O, dildeki değişmelerin mutlaka ilmi ve fikrî bir temele dayandırılma­sını ister. Dil kurumunun karşısında bulunan Yakup Kad­ri, Atatürk’ün dil hareketi konusunda,da Haşan Ali Yücel'e şunları söyler:

“ ...bu yolda şimdiye kadar gördüğüm örnekler beni iki bakımdan tatmin etmemektedir. Biri, bana öyle geliyor ki. bunlar Osmanlıcanm tercümesidir. Yani Öztürkçe yazan­lar önce OsmanlIca düşünüyorlar. Bunun sebebi de şudur: Dil Encümeninde bizzat bulunup çalıştığım için bilirim ki, ilk yapılan iş. Osmanlıca dan Türkçe’ye sözlük yapmak ol­du. Nitekim terimler için de tuttuğumuz yol, böyle bir ter­cüme yoluydu. Larousse’u alıyorduk, ziraat biliminin terimlerini liste yapıyorduk ve bunların karşılıklarını bu­

* Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s. 207-208

36

Page 44: Yakup Kadri

luyorduk. bunların hâlâ ilim kitaplarımızda yaşayıp yaşa­madıklarım bilmiyorum. Tınbilim yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Psikoloji, psikolojidir. (Tınbilim, gitti, dedim, fakat ruhbilim, duyu, izlenim, bilinç, çagırım gibi birçok Türk­çe terimler yaşamaktadır. Yakup, tatlı tatlı güldü.) O zaman bütün bu işler görülürken dil Encümeninde muhafelette ka­lan bir ben. bir de Macar Türkiyatçısı Meysaruş vardık. (O sıralarda İnönü’nün “ Ünlü Efendiler” diye başlayan yalın Türkçe söylevini hatırlattım. Yakup ‘O zaman Atatürk; İsmet Paşa kendisi bunu yapmamalı, başkasına yaptırma­lı demişti’ dedi). Bizce her kavram, kelimesiyle beraber do­ğar ve bunları birbirinden ayırıp yeni ifade şekillerine sokmak hemen hemen imkânsızdır. Avrupa’da bir çok mil­letler. dil reformları yapmışlardır. Hassatien Almanlar ve Macarlar özcülük (purisme) bahsinde pek ileri gitmişlerdir. Fakat bugün konuşulan Almanca ve Macarcada hassaten Lâtin kökünden gelen terimlerin hepsi aslî mahiyetlerini muhafaza etmektedir. Halbuki bugünkü Almancayı yapan, bilirsin ki Luter’in Kutsal Kitap tercümesidir. Fakat bun­da Luter haJk dilini alıp kullanmıştır. Ne terim, ne sözlük icat etmiş, doğrudan doğruya halk diline göre tercüme yap­mıştır. Onüçüncü ondördüncü asırlarda lâtince bir patuva olan İtalyancayı bugünkü mertebesine getiren Dante ile Pet- rarca’dır. Bütün bunlar ispat etmiştir ki, dil, halk şuurun­dan spontane olarak doğan bir beyan şeklidir. Bunu akademi icat edemez. Fransa’da da böyle olmuştur. Dilde inkılâbı şair dâhiler, dâhi edebiyatçılar yapar. Yahut da Lu­ter’in yaptığı gibi halk kaynaklarından almır. Dilimizi Di­van Edebiyatından daha çok bozanı Edebiyat-ı Cedide olmuştur.” *

Yakup Kadri, Ataç’ın Türkçesinden de şu şekilde bahseder:

Haşan A!i Yücel, Edebiyat Tarihlmizdeıı« s. 223-224

37

Page 45: Yakup Kadri

“ Evet, ben Ataç’ın dil özelleştirmesi tecrübesini ne hak­sız ne de mahzurlu buluyordum. Lâkin bir milletin dilinde bu değişmeler, daha doğrusu bu icatlar tasmimli bir cere­yan Jjalini aldı mı, bunun mutlaka İlmî ve fikrî bir temele dayandırılması lâzım gelir.” *

Nurullah Ataç. Yakup Kadri’ye verdiği cevapta: kendi­lerinin bir dil kurmağa çalıştıklarım, halk dilinin ise birta­kım düşünceleri söylemeye yeterli olmadığını belirtir.* •

Yakup Kadri, Nurullah Ataç’ın bu yazısına cevap verir. Bu cevap, onun dil hakkındaki korkusunu, itinasını dikkat­lere sunmakla beraber, biraz da mizacından kaynaklanır:

“ Yarım asır boyunca bu dilden çekmediğim kalmamış­tır. Fakat onu sevmemezlik edemem ve onun üstüne titre­mekten kendimi alamam. Bir dil doktoru neşterini kapıp ona bir ameliyat yapmaya kalkıştı mı. yüreğim hoplar ve 50 yıldan beri, adına Osmanhca denilsin, Türkçe denilsin. Yeni Lisan denilsin ana dilimizin başına elleri neşterii böyle nice doktorlar üşüşmüştür. Her defasında aynı korkuya, ay­nı telaşa düşmüşümdür. Neden? Türkçeyi herhangi bir “ Tıbbî müdahaleye” , herhangi bir “ tımar” a muhtaç bul­madığımdan mı? Hayır... Bütün korkum, bütün telâşım, bu gibi müdahalelerin daima et ve kemik üzerine değil de doğ­rudan doğruya ruh üzerine yapılmasındandır.” ” *

Yakup Kadri’nin gerek Yeni Lisancılara, gerekse Ataç dö­nemine karşı takındığı tavır, onun daima halden şikayetçi mizacını bize hissettirmektedir.

« * » » «

38

A.g.e.. s.225 A.g.e.. s.226 A.g.e., S.227

Page 46: Yakup Kadri

M İLLÎ MÜCADELE VE YAK U P KAD Rİ

Yakup Kadri. Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçirdiği uzun bir rahatsızlık döneminden sonra İsviçre’ye gider uzun bir müddet burada kalır. Böylece savaş yıllarını ana­vatanı dışında ızdırap çekerek geçirir. 1918 Mondros Mü- tarekesi’nden sonra memlekete dönen Yakup Kadri, millî mücadeleye katılmak, memleketin kurtuluşunda görev almak, bu uğurda seve seve canını verebilmek için sabır­sızlanmaktadır. Bunun için de Anadolu’ya gitmeyi ister. Si­vas’a,hareket etmek üzere olan Ruşen Eşrefe, Mustafa Kemal Paşa’dan Anadolu’ya geçmesini kabûlü yolunda ri­cada bulunmasını söyler. Atatürk’ün bu konudaki fikri ise “ Senin Millî Mücadeleye ancak İstanbul’dan yazacağın ya­zılarla bir faydan dokunabilir.” şeklindedir.'

Yakup Kadri’nin bundan sonraki göı*evi, İstanbul’da, İk­dam Gazetesinde Kurtuluş Savaşına dair yazılar kaleme al­maktır. Bu arada annesini görmek için gittiği Manisa ve Akhisar’da Kuvay-ı Milliye askerleriyle tanışma imkânı bu­lur."

Tahir Lütfi Bey’le birlikte îkdam Gazetesi başyazarı olan Yakup Kadri, bu gazeteyi Millî Mücadele davasmın emrine sokmaya çalışır; gazeteye İlhamı Sefa, Abidin Daver gibi va­tansever ve millî duygularla dolu gençleri getirir. *** Karı­şık haberler arasında bocalayan İstanbul halkı da, bütün

* Yakup Kadri Karaosmanoglu Vatan Yolımda, İst. 1958, s.34-35•* A.g.e., s.38-39•• A.g.e., s.41

39

Page 47: Yakup Kadri

ümidini Anadolu’ya bağlamış durumdadır, kurtuluş Sava- şı’nı destekleyen yazılarm çıktığı îkdam Gazetesi, bir müd­det sonra İtilaf devletleri ve İstanbul hükümetinin baskıları sonucu tarafsız bir hale getirilir; Anadolu hareketini öven makaİ4 İer de sansüre maruz kalır.

Yakup Kadri, kalemlerine indirilen bu darbeden sonra “ Millî Mücadele ruhu taşıyan” küçük hikâyeler yazmaya başlar: "İkdam tarafsız bir vaziyete girdikten sonra -zaten diğer büyük milliyetçi gazeteler de bu yolu tutmak zorun­da kalmışlardı- ben artık siyasi makalelerime son vermiş, işi edebiyata dökmüştüm. Birtakım küçük hikâyeler yazı­yordum. Fakat bunların hepsi gene bir nevi Millî Mücade­le ruhu taşıyordu*.

Mevzulanmı gene hep işgal ve istilâ rejiminin faciaları teşkil ediyordu, ne gariptir ki, “ Küçük hikâye” klişesi al­tında intişar ettikleri için ne müttefiklerarası sansürü, ne de bizim sansürü kuşkulandırıyordu. Yalnız, bir gün son derece kamufle bir şekilde yazdığım Şehzadebaşı Karako­lu Faciasını canlandıran bir hikâyem üzerine vaktin Dahi­liye Nazırı Reşit Bey beni yanına çağırmış ve gayet dostane bir tarzda ihtiyatlı davranmamı tavsiye etmiş, şöyle bir ih­tarda bulunmayı da unutmamıştı:

—Yazı yazarken her türlü şiddet ve tazyiki göze almış bir Divanı Harb rejimi altında bulunduğunuzu unutma­y ın "

Bir gün İkdâm Gazetesine gelen bir telgrafta Ali Fuat Pa- şa'nın Eskişehir’de kazandığı bir zaferin haberi vardır. Ya­zının îkdâm’ddi Ali Fuat Paşa olarak çıkması, İstanbul hükümetine yapılan bir hakaret telakki edilmiş ve sırf bu yüzden gazete üyeleri sorguya çekilmiş, birkaçı da mah­kum edilmiştir. Ali Fuat Paşa, askeriyeden ihraç ve şen' hü­kümlere göre idama mahkum edildiği için ona “ Paşa”

Bunlardan bir kısmı daha sonra ' ‘Milli Savaş Hikâyeleri” adı al­tında neşredilmiştir.Vatan Yolunda, s.50-51

40

Page 48: Yakup Kadri

demek, padişaha ve İstanbul hükümetine yapılmış bir ha­karetten başka birşey değildir. Yakup Kadri de bu yüzden korku dolu saatler geçirmiştir*. Bu olay. Yakup Kadri nin ve İstanbul’da çıkan gazetelerde Kurtuluş Savaşı’nı konu alan makaleler yazan gazetecilerin hangi şartlarda müca­dele ettiğini göstermesi açısından önemlidir.

Yakup Kadri. 1921’de Ankara’ya çağrılır, burada Millî Mücadelenin İleri gelenleriyle tanışma imkânı bulur. An­kara’da bir müddet Halide Edib ve Adnan Adıvar’m ya­nında misafir olarak kalan Yakup Kadri, bu arada Atatürk’ le öğle yemeği yeme ve sohbet etme şerefine de erer.

Ankara’da Kalaba Köyü’nde kalan yazar, buraya gelişi­nin ikinci haftasmda Yunanlıların yakıp yıktığı Gördes’e Kızılay tarafından gönderilen bir yardım heyetine katılır. Bu suretle Eskişehir ve Kütahya’ya gider. Eskişehir’de İnö­nü kahramanı İsmet Paşa ile memleket meseleleri üzerin­de bir mülakat yapar’ *. Yakup Kadri, Simav’da, Türk halkının çektiği zulüm, yakılıp, yıkılan köyler ve öldürül­müş insanların kemikleriyle karşılaşır. Gördes’e giderken yakalandığı bir sıtma nöbeti ile geri dönmek zorunda ka­lır. Bu arada, yine görev icabı Eskişehir ve Sakarya’ya gider.

Sonuç olarak, denilebilir ki; Yakup Kadri, Millî Mücade­leye fi’len iştirak etmemekle beraber, gerek millî duygula­rı uyandırıcı yazıları, gerekse sarsılmayan inancıyla vazifesini yapmıştır.

• A.g.e., s.54-57

. • A.g.e.. s.120-121

41

Page 49: Yakup Kadri

PO LİT İK AC I YAK U P KAD Rİ

Yakup Kadri, 1923 seçimlerinde Manisa’dan aday gös­terilmeyi beklediği hedde. Mardin listesinden milletvekili seçilir*.

Bu arada 11 Ekim 1923’de Mutassarrıf Asaf Bey’in kızı. Burhan Esaf Belge’nin kızkardeşi Leman Hanımla evlenen Yakup Kadri’nin Kiralık Konak ve Nur Baba adlı romanla­rı da yayınlanır. 1923-1925 arasında Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde yazılar yazar.

1926’da tedavi için tekrar İsviçre’ye giden” Yakup Kad­ri, 1932’de Atatürk İnkılaplarmm fikrî ve İlmî izahını ya­pacak, tek partinin organı vazifesini görecek bir dergi olan “ Kadro” yu çıkarma teşebbüslerine girişir. Bu İş için gerekli olan izni Atatürk ve İsmet Paşa’dan alır’ *’ . Bu dergi Ata­türk’ün temellendirdiği görüşler dışında bir yöneliş göste­rince 1934’de kapanır.

Atatürk’ün yakın sohbetlerine katılmaktan hoşlanan ve tam bir Atatürk hayranı olan Yakup Kadri, öyle zannedi­yoruz ki, sadece Atatürk’ü sevdiği için politikacı olmuştur. Bu fikri Politikada 45 Yıl adlı eserinden hareketle söy­lüyoruz.

42

Geniş bilgi için bkz; Politikada 45 Yıl, Ank. 1968. s. 13-28 İkinci defa İsviçre’ye giden Yakup Kadri, buralara ait intıbalan- nı “ Alp Dağlarından” başlığı altında neşredecektir, 4;Geniş bilgi için bkz: Politikada 45 Yıl. s.93-95

İLü'L?

Page 50: Yakup Kadri

YAK U P KAD Rİ D İPLOM AT

Yakup Kadri’nin diplomatlık mesleğine girişi 1934 yılı- nm sonbaharma rastlar. Şükrü Kaya ile gittikleri biraha­nede bir emr-i vaki ile karşılaşır: “ ...Dışarıdan akseden birtakım motosiklet patırtılarıyla ikimiz birden yerimizden fırlayıp, merrdiven başına koştuk. Gazi geliyordu. Gazi gel­mişti. Beni, Şükrü Kaya’nın yanıbaşmda görünce yüzüme hayretle baktı:

—Vay, sen hâlâ burada mısın? dedi.‘Hiç beklemediğim bu sual karşısmda oldukça şaşırarak

ve bir an için, iki ay evvel yapmam mukarrer olan Avrupa seyahatine henüz çıkmadığımı sandığına hükmederek:

—Seyahatimden Ankara’ya şu sabah döndüm efendim! diye kekeledim.

—Yok canım, onu söylemek istemiyorum. Tiran elçili­ğine tayın olduğunu işitmiştim de...

Beynimden vurulmuşa döndüm. Kendimi tutamayarak:—Ne münasebet paşam? Hem orada Ruşen Eşref var. di­

ye işi şakaya dökmek istedim.Zaten, Gazi de pek ciddi görünmüyordu:—Ruşen Atina’ya gidecek; dedi. ‘Onun yerine biz ancak

en yakın arkadaşlarımızdan birini gönderebiliriz. Kararna­men de çıktı zannederim.’ (Şükrü kaya’ya dönerek) ‘Tuhaf şey! Kendisine hâlâ tebliğ etmemişler...’

Dahiliye Vekili başım önüne eğmişti. Biraz sonra îsmet Paşa da çıka gelmesin mi? Gazi, aynı sözü, şu şekilde ona da tekrar etti:

43

Page 51: Yakup Kadri

—Haberi yokmuş Yakup Kadri’nin...Ne dersin?İsmet Paşa, dalgm dalgm etrafma bakmıyordu. Başya­

ver Celâl de dahil olmak üzere her üçünde bir sıkmtılı hâl vardı. Bende ise tam manasıyla şafak atmıştı. *

1934 yılında Tiran büyükelçiliğine atanan Yakup Kad- ri’nin bı^meslekle arası hiç de iyi değildir. Kendini isteme­yerek içinde bulduğu diplomatlıkla, mizacı arasındaki uçurumu aşağıdaki satırların izah edeceğini sanıyoruz:

“ Öyle ya; ara sıra en yüksek erkâniyle hoş beş etmeğe gittiğim şu Hariciye Vekâleti’nde, adlarını sanlarını bile işit­mediğim memurlar, bir araya gelip benim hakkımda bir­takım kararlar almışlar, adımı, babamın adını, doğum tarihimi vesaire, sicile geçirmişler ve bana bu kayıtlara göre bir derece, bir numara vermişlerdi; yarın öbür gün de ‘Hay­di yola çık,' diye emredeceklerdi. Ben ki, pek gençliğimde bir kaç yıl süren lise öğretmenliğinden başka hiçbir devlet hizmetine girmemiştim. Ömrümde bir defa ne kimseden emir almış, ne de kimseye emir vermiştim. Tam bir istik­lal içinde yaşamağa alışmıştım. Öyle ki. Cumhuriyet Halk Partisi'nin disiplini altında bile bütün düşündüklerimi söy­lemek ve yazmak imkânını bulmuştum. On dört yıldan beri Büyük Millet Meclisi'nde milli hakimiyeti, temsil eden üç yüz şu kadar kişiden biri de bendim. Yarın ‘âmirim’ ola­cak Tevfik Rüştü Bey’le birlikte, ben kâtip, o raportör ola­rak Hariciye komisyonunda çalışmış ve hattâ Lausanne Sulh Muahedesi raporunu beraber hazırlamıştık. Şimdi, bu arkadaşımın vekillik ettiği Hariciye konağının alt kat oda- lırından birinde bir umum müdür bana, yol harcımı aldık­tan on beş gün sonra ‘mahall-ı memuriyetime’ hareket etmem lazım geldiğini bildiriyordu. Bir muhasebeci, ayın otuzunda vazifeme başlayamazsam aylığımın kesileceğini ihtar ediyordu. Ben, artık, bütün hareket serbestliğimi kay­

• Zoraki Diplomat, İst. 1984. s.28-29

44

Page 52: Yakup Kadri

bedip kendimi bürokrasi denilen mengenenin paslı silin­dirine kaptırmıştım.

İşin asıl kötü tarafı şu ki, -biraz önce söylediğim gibi- devlet hizmetinde hiç bulunmadığımdan bu makinanm bir­çok cihazları tamamiyle meçhulümdü ve bunlara karşı her­hangi bir nefis müdafaasında, herhangi bir mukavemette bulunmak bence imkân dışında idi. Onun içindir ki, me­murluk hayatımm ilk devrelerinde, kendi aklıma, kendi mantığıma göre yanlış, haksız veya mânâsız bulduğum bazı idari muameleleri her tenkide kalkışımda ‘filan numa­ralı kanun’ , ‘filan tarihli kararname' ile daima ağzımın tı­kandığını görmüş ve gitgide, gerek akü ve mantıkimin, gerek sağ-duyumun, gerekse insanlık gururumun bütün reflexlerini kaybetmeğe başlamışımdır.*”

Yakup Kadri 1935 yılında Tiran (Arnavutluk) elçiliğin­den Prag (Çekoslovakya) elçiliğine verilir, 1939'a kadar bu görevde kalır. 1939 - 1940 yılları arasında La Haye (Hol­landa) elçiliğindedir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine memlekete dönen Yakup Kadri, 1942 yılında, 1949’a kadar sürecek olan Bern (İsviçre) elçiliğine atanır. 1949 - 1951 yılları arasında ise Tahran, (İran) elçisidir. Ya­kup Kadri, daha sonra buranın sağlığı için uygun olmadı­ğım ileri sürerek başka bir yere gitmek istediğini Türk makamlarına bildirir. Bunun üzerine 1951 de tekrar Bern’e -kendi deyimiyle- ortaelçi olarak verilir, 1954’e kadar bu­rada kalır. Bern ortaelçiliği onun bu meslekteki son göre­vidir. 1955’te emekli olarak yurda döner.

Yakup Kadri, yurda döndüğü zaman 27 Mayıs 1960 ih­tilalinden sonraki Kurucu Meclis üyeliğine seçilir. Bu ara­da Ulus Gazetesi başyazarlığı görevini de sürdürmektedir. Yakup Kadri, burada siyasi ve politik makaleler kaleme al­

* A.g.e.. s.28-29

45

Page 53: Yakup Kadri

maktadır. 1961 yılında Manisa’dan milletvekili seçilen Ya- kup Kadri. Cumhuriyet Halk Partis i’nin Atatürk ilkelerinden uzaklaştığını görerek, 1962 de bu partiden is­tifa eder.* 1965’e kadar bağımsız milletvekili olarak kalır. Yakup Kadri, politikadan 1965 yılında bir daha dönmemek üzere ayrılır. Onun son görevi ise, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu^Başkanlıgıdır.

13 Aralık 1974’de Ankara’da ölen Yakup Kadri’nin me­zarı İstanbul’da, Beşiktaş’ta Yahya Efendi Mezarhğında, an­nesinin yanındadır.

II MİZACINA A İT BAZI HUSUSİYETLER

Daha önce de çeşitli vesilelerle Yakup Kadri’nin gördü­ğü, beğendiği, okuduğu herşeyin tesiri altında kalan bir mi­zaca sahip olduğunu söylemiştik. O, daha çocukken Mevlevi tekkelerinin tesirinde kalarak Mevlevi şeyhi, son­ra elbisesinin gösterişine ve süsüne bakarak Erkân-ı harb zabiti olmak ister. Bir müddet sonra bunların hiçbirini is­temez; annesinin kendisine okuduğu Monte Cristo roma­nındaki kahramana benzemek arzusunu duyar. Yani, Yakup Kadri birçok insan gibi çocukluğunda ne aradığmı bilmeyen birisidir. Yazarın daha sonraki hayatı için de ay­nı şeyleri söyleyebiliriz: Sadece bir edebî dernekte bulun­mak için Fecr-i A ti’ye girmesi, Celâl Sahir ve Hüseyin Cahit’e yönelttiği haksız tenkidler. Yeni Lisan hareketine karşı ölçüsüz bir sertlikle tavır takınması gibi...

Yakup Kadri, bütün hayatı boyunca ruhunun veya in­san ruhunun çırpınışlarına çare aramıştır, diyebiliriz. Bu konuda Refik Halid’îe kendisi arasındaki zıtlığı anlatırken

* Geniş bilgi için bakınız: Politikada 45 Yıl, s.267-270

46

Page 54: Yakup Kadri

şöyle der: “ Refik Halit doğuştan iyimserdi ve her iylrnser tabiatlı insan gibi realist bir hayat adamı olmuştu. Ben ise kötümser ve karamsar mizaçlı idim ve bu mizaç arkasın­dan gördügüm dünyada bana yaşamak şevki verecek hiç­bir şey bulamıyordum. Tek zevkim okumak, okumak, okumaktı.”

Görüldüğü gibi Yakup Kadri, dış dünyaya kapalı, içe dö­nük insan tipinin bütün hususiyetlerini taşır. Eserlerinde yarattığı kahramanlarında da bu hususu görebiliriz. Hattâ Refik Haİid’le Yakup Kadri’nin örnek realist hikayeci seç­tikleri Guy de Maupassant’dan aldıkları tesir farklıdır: “ Evet, pek iyi hatırlıyorum, o zamanicir en örnek realist hi­kayeci telâkki edilen Guy de Maupasant’ın eserleri elimiz­den düşmezdi, ama, şu var ki, benim Maupassant’ı sevişim onun hayat sahnelerini bir fotoğraf objektifiyle aksettiren sanatı değil, bunun ardında çarpan insan kalbinin sesi ve onu, günün birinde, akıl hastalığına uğratan karamsar dün­ya görüşüydü. Refik Halit’in ise onu bu yönünden sevip değerlendirdiğini sanmıyorum. ’ ’ * *

Denilebilir ki Yakup Kadri, ruhundaki fırtınalara çare arayan, karamsar ve devamlı arayış içinde bulunan bir mi- zacm adamıdır. Bu yüzden hiçbir şeyde kararlı olama­mıştır.

* Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s.68 •• A.g.e.. S.69

47

Page 55: Yakup Kadri

y\ k UP KAD R İ’NİN e s e r VERDİĞİ Y A Z I TÜRLERİ MENSUR ŞİİRLERİ

111

Yakup Kadri’nin mensur şiirlerini yazılış tarihleri sebe­biyle iki dönemde incelemek yerinde olur. Birinci dönem 1910 - 1914 yılları arasında yazılan mensur şiirlerdir. İkinci dönemi ise 1917 • 1922 yılları arasında yazılanlar kapsa­maktadır.

Birinci dönemin ilk mensur şiiri “ Yıldızların Bîkesligi” dir. Şiir unsurunu ayrılık fikrinden alan bu esere, insanlar arasında hiçbir yakınlığın olmadığı; el ele, omuz omuza do- laşılsa bile “ ruhlar arasında mesafelerin” olduğu fikri ha­kimdir. Bu yazı, Fransız yazarı 'Guy de Maupssant’ın “ Solitude” adlı parçasıyla benzerlik arzeder.'

Bu devredeki mensur şiirlerden “ Bâdıbâmm Bir Mendil Oldu” ile “ Eylûr’ , aşkın ve hatıraların ölümü meselesini ele alır, bu yazılarda musikî endişesi sezmek de mümkün­dür. Niyazı Akı’nın deyimiyle, Yakup Kadri “ kulaktan his telkinine teşebbüs eder.” *’Bu teşebbüs, yazara 19. asır sonlarında musikînin edebiyata yaptığı müdahaleden sem­bolistler yoluyla gelmiş bir tesir olabilir.

“ îstimdad" adlı mensur şiirinde, renklerde mücerret fi­kirlerin aranması dikkati çeker. Bu yazıda Norveçli yazar Ibsen’in izlerini bulmak da mümkündür: “ Sisler ve buzlar ikliminde, meçhul, müncemit, sisli bir yol üstündeyim.“

Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosm anoğlu, s. 58A.g.e., s.60

48

Page 56: Yakup Kadri

Cümlesindeki sisler ve buzlar İbsçn’den gelmektedir.Yakup Kadri'nin “ Bahara Dair Bir Hitabe” admı taşıyan

mensuresinde sembolistlerde görülen egzotizm sevgisine rastlayabiliriz. Yazarm kendi ifadesiyle bu eser: “ şehvanî bir lirizme daldıktan sonra nihayet bulur.’ ” Yazı, şehvet duygularıyla, aşk ve işret meclislerinden esintilerle doludur.

Yazarın bu devreye ait son mensur şiiri. Nev • Yunanî- lik tesiri altında bulunduğu dönemlerde kaleme aldığı “ Si­yah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” dir. Yakup Kadri bu yazıyı yazdığı dönemlerde Euripide’in te­siri altındadır. Bu mensur şiirde, mitolojinin kahramanla­rı ve insanlığın tarihinde şiir unsuru aranmaktadır.

Yakup Kadri’jıin hemen her şeye isyan ettiği bedbin bir devrede yazılmış olan bu mensur şiirlerdeki en şümullü hu­susiyet; eski çağlara karşı beslenilen sevgi, kendisini ilham bakımından o devirlerin şaheserlerine ve o devirlerin tesi­riyle doğan modern mekteplere bağlayışıdır.’ *

Mensur şiirlerde ikinci devreyi (1917-1922) Erenlerin Bağından, Okun Ucundan ve ayrı birkaç parçadan ibaret saymak mümkündür. Yakup Kadri, Erenlerin Bağından ad­lı eserinde. Türk dilinin kaynağı olan halk diline doğru gi­der. Erenlerin Bağından’m ilk parçası neşredilirken şunları söyler: “ Aradığım Türkçenin menbaı olsa olsa bizim halk edebiyatımız ve folklorumuz olurdu. Bu düşünceyle tekke ve halk edebiyatlarına başvurarak. Yunus’u, Karacaoğlan’ı okudum; onların şivesine intibaka, onlar gibi düşünmeye, onlar gibi hissetmeye çalıştım... bu arada Incil’in tercüme­sini de okuyordum. İşte bir dil denemesi olan Erenlerin Ba­

A.g.e., s.62A.g.e., s.63

49

Page 57: Yakup Kadri

ğından böyle bir niyetin ve böyle bir çalışmanın mahsulüdür.’ Bu aynı zamanda Türklüğü bulmaya doğru bir gidiştir.

Yakup Kadri’nin bu devredeki mensur şiirlerinde: insan ömrü, saffA, uzlet, azap, dünya zenginliği, saadet, aşk ölüm, şiir ve ruhun tatminsizliği gibi mefhumlar bedbin bir lirizmle işlenir. Yakup Kadri. Erenlerin Bağından adlı ese­rinde. sadece Yunus’un duygu coşkunluğuna hayran kal­mış; Platon’dan ise kâinatı double eden görüşü kendi ilhamına uygun bulmuştur.’ * Parçaların bütününde şikâ- yetli bir inleyişle karşılaşmamız mümkündür. Dinî inan- nışlara bu parçalarda rastlamak zordur. Şairin dünyaya sıkı sıkıya bağlılığı dikkati çeker.

Niyazi Akı’nın Yakup Kadri’nin ikinci dönemdeki men* sur şiirlerine dair aşağıdaki tesbitleri önemlidir:

“ Yakup Kadri'de dinî vecd yerine dinî kaynaklardan ge­len duygu ve üşlûp unsurları vardır, çünkü Erenlerin Ba­ğından ve Okun Ucundan’da, Tevrat’tan, /ncii'den, Kur'an'dan, eski Yunan ve Latin eserlerinden, Fransız ro­mantiklerinden. pamasyenlerden, senbolistlerden, umumî bir ifadeyle, oldukça geniş edebî tecessüslerin ttDpladığı bir kültürün inbiğinden sızan şiir vardır. Mensur şiirlerin ar­dında bir çok isim bulmak mümkündür. Uzletten bahse­den parçalan Maeterlinck’in “ Le Tresor des Humbles” ü, Baudelaire'in mensur şiirlerinden "Les Feules ve A une Heure” du Matin’i ile yakın münasebetler kurmaya müsa­ittir. Sükütun olgunlaştırıcı kudretini kabul edişiyle Mae- terlinck’e, uzleti iskân ve hali reddedişi ile de Baudelaire’e yaklaşır. Okun Ucundan’da Maeterlinck gibi aşkı bir kader, kaçınılmaz bir olay kabul eder. Erenlerin Bağından 'm me­sut anların kaçışını anlatan satırları Lamartine’e bağlıdır.

A.g.e.. S.65A.g.e., s.67

50

Page 58: Yakup Kadri

Bütüniyle gözlerimizin önüne serdiğimiz takdirde, Ka* raosmanoğlu'nun mensur şiirlerinin kanaviçesinde, Home- re'den, Virgile’den. Horace'tan. Euripide'ten, Dante'den. Cide’den (Les Nourritures Terrestres), Pierre Loüys’den (Aphrodite ve Chants de Bilitis), Anatole France’tan (Tha* is ve Le Jardin d'Epicure), Barres’ten (Le Culte de Moi), Ke­nan'dan. Mussel'den, İbsen’den, Maupassant’dan H.de Reigniers’den. Platon’dan. Fuzulî’den, Yunus’tan, Karaca- oglan’dan, Kısasülenbiya'dan gelen şekil ve muhteva izle­ri görülür. Yazarm bilhassa, halk edebiyatma ve folklora baş vurarak onlardan yeni bir ses getirmeyi denemesi, sık sık Greeo-latin kültürünü tavsiye edişi bize Ecole Romane şefi Jean Moreas’m teşebbüsünü hatırlatır. O da. 1885 yılların­daki şiiri pek başı boş bularak 14., 15. ve 16. asırların Fran­sız şairlerine ve latin klasiklerine dönmek istemiştir.” '

Yakup Kadri'nin mensur şiirini yürüten iki unsur var­dır: Bunlardan birincisi çağrışımlar dünyası, İkincisi ise mu­sikîdir. O. bu türde şiir unsuru bulmak için mısra taklidi söyleyişlere de başvurmuştur. Niyazi Akı’ya göre. O: “ Ki- tab-ı Mukaddes’in şiiriyle greco - latin hassasiyetini men­sur şiirlerinde eritir ve bunu halk şiirimizin Yunus Emre ve Karacaoglan gibi mümesillerinden gelen lirik bir misti- tizmle zenginleştirir.” ”

• A.g.e.. s.68-69• • A.g.e., S.52

51

Page 59: Yakup Kadri

H A TIR A K İT A P LA R I

Yakup Kadri, hayatının çeşitli devirlerine ait hatıraları­nı kitaplar halinde yayınlamayı da ihmal etmemiştir, onun hatıra kitaplarını, kendi hayat hikâyesine göre değerlendi­recek olursak, ilk sırayı Anamın Kitabı (1957) alır. Bu ki­tapta Karaosmanoğlu ailesi, babası Kadri Bey, annesi İkbal Hanım ve çocukluğuna ait hatıraları île karşı­laşmak tayız. Ayrıca bu kitapta. Yakup Kadri’nin mi­zacı, yetişme tarzı ve aldığı kültürü kademe kademe göre bilmemiz de mümkündür. Bu kitap, yazarın doğumundan 19 yaşına kadar olan hatıralarını içine alır.

İkinci kitap, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969) adım taşır. Yakup Kadri bu kitapta edebiyat dünyamızın on is­mini (Mehmet Rauf, Şahabettin Süleyman. Refik Halid Ka­ray. Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Süleyman Nazif. Abdülhak Şinasi Hisar, Abdülhak Hamid Tarhan. Tevfik Fikret, Halide Edip Adıvar) çeşitli yönleriyle tanıtmaya ça­lışır. Bu arada kendi mizacı, arkadaşlarıyla geçimi hakkın­da bize ipuçları veren yazar, devrin çeşitli fikrî meseleleri ve edebî kuruluşları için de düşündüklerini söylemekten çekinmez.

Kurtuluş Savaşı’nı konu alan hatıralar da Vatan Yolun­da (1958) adlı kitapta toplanmıştır. Burada Mustafa Kemal'­in kahramanlıklarının yanısıra, milletimizin 1918 ile 1921 yıllan arasında çektiği acılar da dikkatlere sunulur. Bu yıl­larda îkdam Gazetesi başyazarı olan ve Kurtuluş Mücade­lemize ait yazılar kaleme alan Yakup Kadri'nin bu

52

Page 60: Yakup Kadri

kitabının, Türk Kurtuluş Savaşı’na bazı yönleriyle ışık tut­tuğu söylenebilir.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1923’de politikaya atılan Ya* kup Kadri, bu konuyla ilgili hatıralarını Politikada 45 Yıl adı altında 1968 de neşreder. Bu kitap 1923-1968 Türk si­yasî tarihini çeşitli cephelerden tanımamıza da yardımcı olur. Hiçbir zaman gerçek bir politikacı olmayan Yakup Kadri’nin C.H.P ayrılışı dahil Atatürk ilkelerine bağlı poli- tikacıhğını ve bazı politik oyunları göstermesi açısından ehemmiyetlidir.

Yakup Kadri’nin 1934’den 1955’e kadar süren diplomat­lık hayatını konu alan hatıraları da Zoraki Diplomat {1955) adlı eseriyle karşımıza çıkar. İstemeyerek kendini bu gö­revin içinde bulan Yakup Kadri, kitabında, dış ülkelere ait intihalarını ve memleketimizin dıştan görünüşünü dik­katlere sunar.

t i y a t r o ESERLERİ

A. Niervana

Daha önce de belirttiğimiz gibi Yakup Kadri’nin ilk ya­zısı Kitap’ta. (No.9, Haziran 1325/1909) neşredilen Nlrvana'dır. Bu eser tek perdelik mensur bir diyalogdur. Nirvana’nın konusu, gece yarısına kadar uyuyamamış, ko­casını bekleyen bir kadın ile eve sarhoş dönen bir koca ara­sında geçen münakaşalardır. İçkinin aileyi nasıl çökerttiği dikkatlere sunulmak istenir; Sorumsuz bir koca, mutsuz ve uykusuz bir kadın.

53

Page 61: Yakup Kadri

içki yüzünden ailenin zarar görmesi Ibsen’in Hotîaklar adlı eserinde de mevcuttur. Çok çabuk tesir aitma giren Ya- kup Kadri, bu dönemlerde Ibsen’in tesirindedir. Yakup Kad­ri, Türkiyat Enstitüsü’nde (sayı 49, s. 8) Hayatı ve Eserleri üzerine lisans tezi hazırlayan Ali Fuat Oğuzkan’a yazdyığı mektupta, M r^ n a ’yı İbsen’in Hortlaklar (Les Revenants] adlı üç perdelik piyesine nazire olarak yazdığını belirtir. Bu iki piyes arasında ölçü bakımından hiçbir benzerlik bulun­mamasına rağmen, Nirvana şekil itibariyle Hortlaklar’m son sahnesine benzer. Her iki piyeste de insanm hortlaklı- ğı üzerinde durulur, maddî ve manevî irsiyetin insanlar üze­rindeki rolü belirtilir.’

B. Vedâ

Veda, Yakup Kadri’nin Resimli Kîtab'm 11. sayısında (Ağustos 1909) yayınladığı iki perdelik, ikinci küçük piye­sidir. Veda; müşterek gaye, fedakârlık ve samimiyete da­yanmayan kadın-erkek ilişkisinin veyahut din dikkate alın­madan herhangi bir kadınla yaşanılan metres hayatının yu­va kurmayı önlediğini, bunun erkeği bedenen ve ruhen perişan etmesini konu alır.

Zengin bir babanın oğlu olan Ziya. Montmartre’de tanış­tığı Christine adlı bir Fransız kadım ile yaşamaktadır. So­rumsuzca para harcamaya alışmış olan Ziya, ağabeyi Tevfik’in nasihatlerine de kulaklarını tıkar. Ziya, bunun üzerine ağabeyi tarafından terkedilince, Christine de ken­disine veda eder. Çünkü Christine sadece para için Ziya’- nm yanındadır. îradesiz ve çahşma kudreti bulunmayan Ziya da, bu acılara dayanamayarak intihar eder.

Bu piyes, ele aldığı konu itibariyle Ibsen’in tesir sahası­na girer. Çünkü Ibsen'in eserlerindeki en mühim cemiyet

■ A.g.e., s.78 - 79

54

Page 62: Yakup Kadri

meselelerinden biri ailedir. Veda ve Nirvana'da aile mües- sesesi içersinde meydana gelebilecek bozukluklar dikkate sunulmuştur.

C. Sağanak

Yakup Kadri. 1909'dan 1929’a kadar olan yazı hayatm* da ilk göz ağrısı tiyatroyu bir müddet unutur. Bu arada bir­çok romanı neşredilir. 1929’da dört perdelik bir piyes olan Sağnak'ı yazar. Artık tecrübeli bir sanatkâr olan Yakup Kadri: Saganak'ta. eski ile yeninin, iki aynı nesle ait görüş­lerin mücadelesini anlatan bir hüviyetle karşımıza çıkar.

Piyesin konusu kısaca şöyledir: A fif Molla ile ilk karısın­dan oğlu Lütfi Muhafazakârdırlar. Onlara göre kadının top­luma karışması ve yeni inkılâpların hepsi birer küfürden ibarettir. A fif Molla'nm ikinci karısı Nâmiye’den oğlu Eş­ref ile Lütfi'nin karısı Belkıs bunların karşısında yer alır­lar. Lütfi eve yabancıları toplayarak inkılâp hareketlerine karşı tavır takınır; süikast tertipleriyle uğraşır. Bunları bi­len Eşref, aradaki kan bağından dolayı kardeşini ele vere­mez. Bir taraftan da Belkıs'ın sevgisini düşünür. Lütfi, Belkıs’le Eşref arasındaki görüş birliğini bilmekte, bundan hiç de hoşnut olmamaktadır. Eşreften nefret eder, daha sonra Lütfi yakalanır ve idam edilir. Lütfi asıldıktan son­ra. Belkıs'de şimdiye kadar nefret ettiği kocasını sevmeye doğru his değişiklikleri dikkati çeker.

Sağanak sosyal meseleleri işlemesiyle İbsen ve Fransız natüralistlerine bağlanabilir.

Piyeste Eşref fikir, sorumluluk, kan bağı ve sevgi tazyi­ki altında ezilen bir kahraman fonksiyonuyla karşımıza çı­kar. Eşref ■ Belkıs sevgisi, gaye itibariyle İbsen’e bağlı olan piyesi süslemiştir.

55

Page 63: Yakup Kadri

Niyazi Akı’ya göre bu piyes; ‘ ‘Hissî entrigi, duyguların gelişmesi, sezişleri, telepatileri, idrakimiz dışmda kalan ta­kat şahıslar arasındaki münasebetleri durmadan kötüye çe­viren şeametli havasiyle Maurice Maeterlinck’in tesirinde- dir.” '

D. Mağara^

Yakup Kadri’nin 1934’te yazdığı bu son piyesi Varlık'ta yaymlanır. Üç perdelik piyesin konusu şöyledir: Pınar Ha- nım’la Doğan Bey, ilk görüşte birbirlerine karşı kalbı ala­ka duyarlar. Bu arada kötü insan olarak Pınar’ın ablası ortaya çıkar. Ülker de Doğan'ı sever ve onu elde etmek için her türlü fedakârlığı yapmaktan çekinmez. Ülker, kadere karşı gelen, büyü ve tılsımlara başvuran birisidir. Pınar ise herşeyi kısmet ve kaderden bekler. Doğan Bey iki kızkar- deş arasında kalmıştır. Ülker, kardeşi Pınar Hanım’ı mag- raya kapar ve kapısını büyük bir kayayla örter. Doğan Bey, kapıyı zorlar açamaz. Sonunda çıldırmış olarak kurtarılan Pınar Hanım, kendini uçurumdan atar.

Yine Niyazi Akı'ya göre bu piyes. Belçikalı yazar Mau­rice Maeterlinck tesiri altında kaleme alınmıştır. Hattâ Sa- ğanak'ta. yalnız konu itibariyle olan benzeşme, burada duyuş ve üslûba kadar varır."

Bu piyese bir kader düşüncesi etrafında teşekkül etmiş nazarıyla bakabiliriz.

A.g.e.. s.83A.g.c.. s.84

56

Page 64: Yakup Kadri

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN HİKÂYECİLİĞİ

Ahmed Midhat Efendi ile başlayan Avrupai tarz Türk hi­kâyeciliği Halid Ziya Uşaklıgil tecrübesini yaşadıktan ve di­ğer Edebiyat-ı Cedide yazarlarının gayretleriyle konu ve işleniş biçimi bakımlarından zenginleştikten sonra, 1908 de gerçekleşen II. Meşrutiyet'i takiben İstanbul hudutları dışına çıkar. Bu, hikâyeciliğimizin konu, mekân ve şahıs kadrosu bakımından zenginleşmesine zemin hazırlar.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hikâye alanındaki eserlerini, hikâyeciliğimizin Anadolu'ya açılması hare­keti içinde düşünmek yerinde olur.

Hikâye yazmaya Edebiyat-ı Cedide’ye has edebi zevk ve anlayışla başlayan Yakup Kadri, Fransız hikâyecisi Mau- passant’ı okuduktan sonra, yakın arkadaşı Refik Halid Ka­ray ile birlikte Maupassant tarzında hikâye yazmaya koyulur. Guy de Maupassant'ın hikâyelerindeki mekân­ınsan ilişkisi, hikâye tekniği ve konular, sözü edilen bu iki genç Türk hikayecisini İstanbul dışına çıkmaya teşvik ve davet eder.

Bu satırlardan anlaşılacağı üzere Yakup Kadri Karaos- manoğlu'nun hikâyeciliğini iki dönemde incelemek gere­kir. Birinci dönemi, Edebiyat-ı Cedide zevkini, yeni şartlar içerisinde devam ettiren hikâyelere ayırmak yerinde olur. Bu hikâyeler 19l4 ’te Bir Serencâm adlı kitapta bir araya

57

Page 65: Yakup Kadri

getirilmiştir. Yakup Kadri’nin ferdiyetçi olduğu döneme ait bu hikâyelerde sosyal baskı-fert çatışması asıl unsur ola­rak karşımıza çıkar. Yazar, o topluma ferdî fantezileri ara­cılığıyla bakmakta, kitaplardan öğrendiklerini gözlemle­rinden yararlanarak hikâye alanına uygulamaya çalışmak­tadır. Yani bu hikâyelerin dünyasında kitap hayattan da­ha önce yer almaktadır. Yazar henüz yaşanılan hayatı, bütün canlffığıyla gözlemleyecek olgunluğa ulaşmamıştır. Onun bu dönemdeki sanat anlayışı, ferdî ızdırapları ve ai­levî problemleri Edebiyat-ı Cedide zevkiyle işlemeye uygun­dur. Yalnız Bir Serencâm ve Bir Ölünün Mektupları değil, Şapka ve Baskın gibi realist tavırlı hikâyeleri bile, az önce sözü edilen sosyal baskı-fert çatışmasından hareketle fer­dî hürriyeti savunmak üzere düzenlenmiştir denilebilir.

Yakup Kadri, hikâyeciliğinin ikinci döneminde yazdığı hikâyeleri Rahmet (1922) ve Millî Savaş Hikâyeleri (1947) adlı eserlerinde bir araya getirmiştir. Türk toplumunun ya­şadığı siyasî ve sosyal hâdiselerin tesiri, edebî zevk ve bil­gisinin gelişmesi Yakup Kadri’nin kanaat değiştirmesine sebep olur. Yazar, dikkatini kendi “ ben” i dışına, toplumun problemlerine yöneltir. Zîra Türk tçplumu çok önemli bir değişikliği çeşitli boyutlarıyla yaşamakta, bu sebeple de devrin aydını İstanbul dışında yaşayan insan kitlesiyle il­gilenmek zorundadır. Balkan Savaşı. Birinci Dünya Sava­şı, Millî Mücadele Hareketi gibi büyük hâdiseler, o dönemdeki aydınımızın dikkatini büyük şehirler dışına yö­neltmiştir. Ayrıca Yakup Kadri, çocukluk yıllarından itiba­ren Anadolu’da sürdürülen hayatı çeşitli yönleriyle bildiği gibi: Birinci dünya Savaşı'nın sonuçlarını ve Milli Mücade­le Hareketi’nin hazırlanışını yakından müşahede etme fır­satını bulmuş, insanımızın yaşadığı ızdırabı ve aydınımızın çelişkisini nefsinde tatmış, yakınlarında görmüş biridir. Ya­ni yaşanılan hayat, edebi kanaatin değişmesine sebep ol­muştur.

58

Page 66: Yakup Kadri

Böyle bir yazar için Maupassant'm hikâyeleri ihmâl edi­lemeyecek model durumundadır; İçgüdülerin tazyiki ile şe­killenen korku dolu, iğrenç ve kendi düzenine terkedilmiş taşra hayatmm çeşitli görünüşlerini anlatan Muapassant'- m kötümser dikkati, o dönem Anadolu’sunda gözlemlen­miş hayat tablolarma uygun düşmektedir, bunun için Yakup Kadri ve Refik Halid'in Muapassant’ı dikkatle oku- malarmı yalnızca edebî bir moda ile, yani realist ve natü- ralist edebiyata uyma endişesiyle izâh etmek haksızlık olur. Çünkü hayatın, özellikle de taşra hayatının “ kusurlu ve elemli taraflarına bakış” aksaklıklar üzerinde dikkatlerin yoğunlaşması, içgüdelerin şekillendirdiği hayat tabloları Maupassant’m hikâyelerinde esas unsur durumundadır. Bunları toplumumuzda gözlemek imkânı bulan Yakup Kadri. Maupassant tarzını benimser.

Maupassant’m Normandiya köylülerine ve taşra haya­tına bakış tarzı Anadolu çoğrafyası ve insanına tatbik edi­lir. Anlatma esasma bağlı edebî eserlerde mekân-insan ilişkisi, eserin mâhiyetini belirleyen önemli faktörlerdendir. Yakup Kadri, bu bakımdan da Maupassant’dan çok şey öğ­renmiş olmalı. Zîra her iki yazarda da insan, mekânın ay­rılmaz bir parçası; olay, çevrenin tabiî bir sonucu durumundadır. Ancak Yakup Kadri, Anadolu insanını mi­safirperverlik, memleket sevgisi, kahramanlık gibi duygu­larıy la hikâyelerine yerleştirm eye gayret ettiğ i görülmektedir. Bu gayretler beşerî olanı her yönü ve bü­tün çıplaklığıyla hikâyelere yerleştirme arzusuyla birlikte düşünülmeli.

Yakup Kadri’nin hikâyelerindeki psikopat tipleri, zamanı yalnızca hâl olarak yaşayan geçmişi unutmuş insanları Ma* upassant’da da görmekteyiz.

Yakup Kadri’nin hikâye kahramanları arasında “ dışla­rı dağınık fakat içleri yekpâre, haşin ve sert mizâçlı, âdet

59

Page 67: Yakup Kadri

ve örflerine, inançlarına taassupla sadık tipler de vardır. Bu tiplerde en fazla dikkati çeken taraf, fizik portrelerini sile­rek onlara hayatiyet verecek kadar kuvvetli bir psikolojik hüviyet taşımalarıdır. Bu yüzdendir ki Yakup Kadri’nin hi­kâyelerindeki tipleri daha ziyâde mizaç ve karakteri ile ha­tırlarız. Tiplerin iç hayatları ekseriya kısa adımlarla ilerleyen münakaşalı bir yürüyüş hâlinde gelişir. Tereddüt­ler, bedbinliğe kayışlar, pişmanlıklar, yeis ve inkisarlar, bekleyişler, örf ve âdetler önünde bezginlikler, cinsî buh­ranlar, korkular, utanmalar, yokluk içinde iken bile alabil­d iğine gösterilen ve bu yüzden insanı ağlatan misafirperverlikler, sakatlıklara rağmen sabır ve tevekkül, bu manevi yürüyüş esnasında uğranan menzillerdir.’ " Bütün bu tiplere hem Maupassant’ın eserlerinde, hem de Anadolu'da rastlamak mümkündür. Denilebilir ki Yakup Kadri’nin hikâyelerindeki tipler, hem okuduğu kitaplardan hem de yazarın şahsi gözlemlerinden kaynaklanmaktadır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hikâyeleri yalnız ko­nu ve tip bakımından değil, yapı bakımından da Maupas- sant’ın hikâyelerini hatırlatır: Her iki yazarda da hikâye, seçilmiş bir konu ve konuyu dikkatlere sunmada rol oyna­yan bir tip etrafında vücut bulur. Bu konu veya tip. haya­tın akışı içinde ön safa çıkartılır. Mekân ve hayatın diğer unsurları arka planda kalır. Okuyucu olayın gelişmesini dü­ğüm noktasına kadar takip eder. Çok defa beklenmedik ama trajik bir sonuçla hikâye biter. Zaman zaman hikâye­den bir ders çıkarma yoluna da gidilir. Bu tarz hikâyeye Maupassant-vâri hikâye adı verilmektedir. Yakup Kadri. 1908 sonrası Anadolu insanının problemlerini, Maupas- sant-vâri hikâye tekniğiyle işleyen yazarlardan biridir.

* Akı. Niyazi; Yakup Kadri Karaosmanoğlu.s. 96-97

60

Page 68: Yakup Kadri

Onun bu tekniği kullanması, şahsi gözlemlerden yarar­lanmadığı anlamına gelmez. Yakup Kadri, ya gördüğü ve­ya dinlediği olayları hikâyeleştirmiştir. Ancak onun hikâyelerinin modeli Batı’da, özellikle de Fransa’da bulu­nabilir. Zaten O, Avrupai Türk Edebiyatı içinde ele alınan bir yazardır.

Yakup Kadri'nin hikâye sahasında çok yararlandığı bir başka Fransız yazarı A. Daudet’dir. Mekân-insan ilişkisi ve hikâye kurma tekniğinde Maupassant’ı örnek alan yazarı­mız anlatma tekniği bakımından zaman zaman Daudet'yi hatırlatır. Maupassant, olayın akışı içinde kahramanlarına müdahale etmez. Oysa Yakup Kadri “ hikâyelerindeki tip­lerle kendisi arasında sempati kurması, ihsaslar ardında duygu aramaya meyilli oluşu ile de Daudefye yakındır."’ Niyazi Akı'nın da belirttiği gibi Yakup Kadri, Hikâyelerin­de “ realiteden ziyâde, realiteden alınacak duygular ve bun­lara bağlı fikirler peşindedir” . Bu da yazarımızın gözlemlediği malzemeyi bir tarafa bırakarak “ kahraman- larıyle kendi arasında hissi ve fikri bir bağ” kurmasına ze­min hazırlar.

Daudefde olduğu gibi Yakup Kadri’de de şahıs tasvirle­ri ve ruhi tahliller, anlatılan olayı ilgilendiren en karakte­ristik yönleriyle ve kısaca verilmek istenmiştir.

Bu teknik özelliklerle Balkan. Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemi Türkiyesi'ni çeşitli yönleriyle hikâ­yelerinde işleyen Yakup Kadri, hikâye sahasında “ memle­ket edebiyatı” nm ortaya çıkmasına hizmet etmiş, Türkçe’nin yaşanılan hayatı ve bu hayata ait çeşitli sah­neleri ifâde kabiliyeti kazanmasn*a yardımcı olmuştur.

İlk dönemdeki hikâyelerinde görülen edebiyat-ı Cedide' nin dil zevki yerini zamanla Milli Edebiyat akımı ve “ Yeni

* A.g.e.. S.103.

61

Page 69: Yakup Kadri

Lisan” cıların dil anlayışına bırakmıştır, onun mensur şiir sahasında kaleme aldığı eserlerde kulandıgı dili, zaman za­man hikâyelerinde ruh tahliline ayrılan satırlarda denedi­ği de görülür. Ancak hikâyelerinin konusu ve kahramanlan dili ve üslûbu tayin eder. Bu dil ve üslûp da Millî Edebiyat akımını savunanların düşüncelerine uygundur.

*Böylece Yakup Kadri. Türk hikâyeciUğinin gelişmesine

olduğu kadar bu yazılarıyla Türkçe’nin, kendi imkânları içinde gelişmesine de yardım etmiş yazarlarımızdandır.

YAKU P KADRI*NIN ROM ANLARI

Yakup Kadri roman yazmaya 1920'de başlamıştır. Da­ha önce çeşitli edebî türlerde kalemini deneyen yazar, bij faaliyetleri ile, bir bakıma kendisini roman yazmaya hazır­lamıştır. Yakup Kadri'nin roman yazmaya başladığı yıllar­daki halini Niyazi Akı şöyle anlatmaktadır: "roman verinceye kadar geçen onbir yıl zarfında Yakup Kadri, his ve fikir bakımından karışık devirlere mahsus buhranlardan yavaş yavaş sıyrılarak duruluğa ve bütüne gider; manevi­yatını az çok nizama koyar: kendini tatmin edecek kıymet­ler arar. Diyebiliriz ki muharrir, romana başladığı yıllarda sadece edebî neviler bakımından birliğe ulaşmamış, aynı zamanda şahsiyetinin ve dünya görüşünün de kısmen sen­tezini yapmıştır,” '

Yakup Kadri artık ferdi bunalımlarını anlatan biri olmak­tan çok sosyal olaylara ilgi duyan biridir. Dikkati insan, özellikle de Türk insanı üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu insa­nın problemleri ve hâldeki görünüşü onun kainata bakış

* Niyazi Akı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İstanbul 1960. s. 1 10

62

Page 70: Yakup Kadri

tarzını belirleyen faktörlerin başında gelir. O, romanların­da kendi devrindeki Türk insanını şekillendiren sosyal ve siyasî olayları, bu olaylann ortaya çıkmasına sebep olan gü­cü edebî türün imkânları ölçüsünde yorumlamaya gayret gösterecektir. Denilebilir ki Yakup Kadri’nin romanları böy­le bir gayretin ürünüdür. Batı medeniyeti ile karşılaşan in­sanımızın değişme çizgisini bu eserlerde takip etmek mümkündür. Onun geçmişle ilişkisi bu değişmenin orta­ya çıkışını izah etme endişesi ile açıklanabilir. Sosyal ku­ruluşlar ve hayatı düzenleyen değerler yeni bir şekil kazanmaktadır. Değişen insan, eskinin çözülüşü ve yeni­nin kuruluşunun getirdiği çelişkiyi nefsinde yaşar.

Bunun için Yakup Kadri’nin romanları Tanzimat’tan 1950 lere kadar süren sosyal hayatımızı çeşitli yönleriyle aksettirir.

Yakup Kadri bu devreyi, birbirini tamamlayan on ayrı roman hâlinde hikâyeleştirmiştir. Bu eserler, yayınlanma sırasıyla değil de olay zamanları dikkate alınarak okundu­ğunda yazarın, son yüzyıldaki hayatımızı hikâye ettiği an­laşılır. Onun ilk romanı Kiralık Konak't^ ele alınan mesele, XIX. asır ortalarından itibaren toplumumuzun maruz kal­dığı İçtimaî değişiklikler neticesi, konak hayatının çöküşü ve yerini apartmanda sürdürülen yaşayış tarzına bırakışı- dır. Bu esere hâkim olan bakış açısı, konak çevresinde ge­lenekli bir yapı kazanmış yaşayış tarzını sürdürebilecek genç neslin yetişmeyişidir. Kiralık Konak adlı roman, 1908 - 1918 yılları arasındaki dönemi konu almakta, aile haya­tına ait bazı problemler çevresinde insanımızdaki değişme­yi gözler önüne sermektedir. Bu eserin gözlemlerden hareketle yazıldığı sezilmektedir. Roman Naim Efendi ile Seniha arasındaki çatışma üzerine kurulmuştur. Naim Efendi ve Seniha ayrı ayrı devirleri temsil eden tipler ola­rak ele alınmalıdır. Böylece aile çevresinde devirlerin kar­şı karşıya getirildiği daha iyi anlaşılır.

63

Page 71: Yakup Kadri

Kiralık Konak romanı belli bir süre içerisinden seçilen onaltı zaman diliminde cereyan eden hadiselerin sahneler hâlinde dikkatlere sunulması neticesi vücut bulur. Bölüm­lerin başma ve sahneler arasına yerleştirilen özetlerle de za­manda devamlılık intibaı verilir. Bu zaman dilimlerinden ilki “ Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar...” cümlesi ile (Jjkkatlere sunulur. İkincisi “ Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir...’ ” cümlesi ile belirtilir. Üçün- cüsü Naim Efendi’nin kızkardeşi Selma Hanımefendi’yi zi­yaret ettiği günün olaylarını aksettiren kısım, dördüncüsü Seniha’nın eve kapanıp roman okumaya kendini verdiği, mahiyetini hiç kimsenin hattâ kendisinin bile anlayama­dığı bir iç sıkıntısı duyduğu zaman dilimini içine almakta­dır. Görüldüğü gibi eserdeki bölümler zaman dilimlerini işaret etmektedirler. Daha değişik bir ifade ile, birbirinden rakamla ayrılan her bölüm, ayrı bir zaman diliminde mey­dana gelen hadiselerin ve bu hadiselerin çevresinde yapı­lan tahlillerin anlatılmasına tahsis edilir. Bu zaman dilimleri eserde, İkinci Meşrutiyet’i takip eden yıllardan Ça­nakkale Svvaşı sonrasına tekabül eden aylar arasında kro­nolojik bir sıraya göre dizilirler.

Kiralık Konak romanında merkezi mekân Naim Efendi’- ye babasından kalan Cihangir’deki konaktır. Selma Hanım- efendi’nin Çemberlitaş civarındaki konağı, Necibe Hanımefendi'nin Büyük Ada'daki köşkü ve Büyük Ada, bu­rada bulunan Yogolo adlı otel. Faik Bey’in babası Kasım Pa şa'nın evi, Şişli’de Servet Bey’in kiraladığı apartman dairesi, Beyoğlu civarındaki bazı eğlence yerleri, İstanbul’­un cadde ve sokakları ikinci ve üçüncü derecedeki mahal­lerdir. Roman, Naim Efendi’nin Cihangir’deki konağında sürdürülen hayat tarzından. Servet Bey’in Şişli’de kirala­dığı apartman dairesindeki yaşayış biçimine geçişin hikâ­yesi olarak düşünülmelidir. Ayrıca konağın Naim Efendi ile beraber çöküşü mânâlıdır. Bu, bir mânâda ferdin çöküşü­

64

Page 72: Yakup Kadri

nü ve bir ailenin dağılışını değil, bir yaşayış tarzının kendi içinde çözülüşünü ifade etmektedir.

Kiralık Konak'ta. mekân, barındırdığı insanların husu­siyetlerini aksettirmektedir; Naim Efendi ve Selma Hanı­mefendi konak devrinin insanlarıdır. Ananevi yaşayış tarzının devamına taraftardırlar. Servet Bey ve Seniha Ha­nım konaktan nefret ederler. Avrupa’ya has yaşayış tarzı­nı isterler. Necibe Hanımefendi, Büyük Ada’da bir köşkün sahibidir. Gizli gönül işlerinde rol almaktan zevk duymak­tadır. Faik Bey, Cemil, Seniha ve etrafındakiler ise eğlence yerlerinde görülen insanlardır. Bunlar konakta bile eğlen­ce yerlerine has hayatı sürdürürler. Hakkı Celis, konağa bağlılığıyla ananevi hayatın zamanla değişen temsilcisi ola­rak karşımıza çıkar. Romanda mekâna ait hususiyetler, ya sahne oldukları hayat tezahürleri dikkatlere sunulmak maksadıyla anlatılmış veya orada yaşayan insanların ruhî vaziyetlerini belirtmek gayesiyle tasvir edilmiştir. Yakup Kadri’nin daha bu ilk romanında mekân - insan ilişkisine özel surette dikkat ettiği ve bunu insan çevresine ait özel­liklerle birlikte anlattığı görülmektedir.

Romandaki aksiyonun hareket kâynağı, Naim Efendi ile Seniha’nın ayrı dünyaların insanı olmalarına rağmen, bi- rarada yaşama ve birbiriyle alakadar olma mecburiyetin­de aranmalıdır. Bu mecburiyet yakın akrabalık bağından kaynaklanır. Bir büyükbaba tabiî olarak torununu istediği gibi görmek ister ve onu sever. Fakat Seniha Avrupai tarz­da yaşamak arzusu içindedir. Böylece de büyükbabasından uzaklaşır. Romanda büyük baba ile torun arasındaki zıd­diyetin dikkatlere sunulması için önce Naim Efendi’yi sür­dürdüğü hayat tarzı ve mizacı ile tanırız: İtaatkâr, hürmetkar, müşfik bir insan olan Naim Efendi, içinde ya­şadığı topluma yabancıdır. Konağında sürdürülen yaşayış tarzını bile beğenmemesine rağmen, zayıf kalpli bir büyük­baba olduğu için şiddete başvuracak bir mizaca sahip de-

65

Page 73: Yakup Kadri

gildir. Yakup Kadri Seniha’yı ise şöyle anlatır: “ ...Zaten bu alaycı genç kız için etrafındakilerin hangi hareketi ve han­gi sözü gülünç değildir. Büyükbabasının şahsiyeti, anne­sinin ahvâli şöyle dursun, ekseria pederi Servet Bey’ in efkâr ve harekâtı bile ona iptidaî, sakat ve garip görünür­dü. Zira, bu, frenklerin asır sonu diye vasıflandırdıkları bir genç kızdı; asır |pnu, yeni bir nevi İçtimaî örnektir ki, ha­ricî ve dahilî yaşayışında hâle ve maziye ait her türlü ka- yıtdan azâde ve istikbalin henüz hazırlanan cereyanlarına tâbidir. Seniha daima en son çıkan moda gazetelerinin re­simlerine benzerdi. Körpe, ince ve çâlâk vücudu ipek bö­cekleri g ib i daim î bir istihale içindedir. Günün aydınlıklarına göre mütemadiyen rengi değişen yeşil göz­leri gibi, sesinin bestesi kımıldanışlarının ahengi ve hatta başının şekli de mütemadiyen değişirdi. İçi de tıpkı dışı gi­biydi; tıpkı gözlerinin rengine benzeyen bir ruhu vardı; kah ihtilâçlı, kederli, bulanık ve fenâ, kah berrak, râkid ve ek­seriya bir havayî fişek gibi şenlikli idi...” *

İşte roman, böyle birbirine zıt mizaçların meydana ge­tirdiği bir büyükbaba ile torun arasındaki ilişki üzerine ku­rulmuştur.

Yakup Kadri’nin ikinci romanı İVur Baba’dır. Dokuz bö­lüm ve üç bölümlük bir ekten meydana gelen bu eserde aşk teması işlenmektedir. Bu romanla aileden daha geniş bir çevreye açılan yazar, toplum hayatımızı düzenleyen değer­ler üzerinde düşündüğünü ortaya kor. Eserden toprakları­mız üzerinde tekkenin teşekkülü ve sahne olduğu hayat olaylarının mahiyeti sezilir. Yazar da bunu romanın ikinci baskısında bir önsözle ayrıca açıklamaya ihtiyaç duymuş­tur. Yakup Kadri Nur Baba adlı bu romanla imparatorluk dönemi kültür hayatımız içinde önemli bir yeri olan kuru-

• Kiralık Konak, s,32-33

66

Page 74: Yakup Kadri

luşlarm yirminci yüzyıl başlarında, kendi içlerinde çözül­düğünü gözler önüne serer. Böylece aile ile birlikte sosyal hayatımızın bir başka yönündeki bozulma da hikâyeleşti- rilmiş olur.

Bu roman, belirli bir devirde İstanbul’da bulunan ikisi asıl biri yardımcı olmak üzere üç mekânın çatışmasını nakle­der. Bu mekânlardan ilki ve en ehemmiyetlisi Nur Baba tek­kesidir. bu tekkede aklın temsilcisi durumunda bulunan Celile Hanım’ın şu cümleleri tekkenin durumunu açıkla­maya yeter; "Bana söyleyin; böyle meydan, böyle muhab­bet nerede gördünüz? Baba kendinden geçmiş evlâtlar her istediğini yapar. Rapt yok, zapt yok, lokma zamanı ise hiç belli değil. Bunun sonu neye varır böyle?” ' Böylece tanı­tılan dergâhda düzensizliğin hâkim olduğu, daha yerinde bir ifadeyle düzenin içgüdelerin emrine terkedildiği ve her- şeyin sonuna kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu mahal­lin bariz vasfı ölçüsüzlüktür. Söz konusu ölçüsüzlük, tekkeye devam edenlere içgüdüleri istikametinde hareket etme imkânı sağlamasıyla onları ayakta tutan husüslarm başında gelir. Halbuki ümmet devrindeki tekkelerin kendine göre bir nizamı vardı. Ferdi temayüllere hürriyet hakkı ta­nıyan hoşgörü. Nur Baba tekkesinde ölçüsüzlük hâline dö­nüşmüştür. Bu farklılığın esere şekil kazandıran bir unsur olduğunu belirtmek lazımdır. Tekkeler gönül ikliminde ferdin terbiye edildiği yerlerdir. Nur Baba adlı eserde - za­manın sınırları içinde kalarak- olması icâbeden ile mevcut olan arasında bir çatışmanın varlığından söz edilebilir. Ger­çek tekkelerde kendilerine has adâb ve erkân vardır. Bu adâb ve erkân zaman içinde hususi bir dile de sahip olmuş­tur. Nur Baba tekkesinde hoşgörü değişik bir yorumla öl­çüsüzlüğe dönüşmüş, adâb ve erkândan da gerçek karşılığı

Nur Baba. s.35

67

Page 75: Yakup Kadri

mevcut olmayan dil kalmıştır. Bu izahlardan sonra söyle­diklerimizi aşağıdaki şekilde şemalaştırmak mümkündür:

I IIGerçek tekke Nur Baba tekkesi

(Olması gereken) (Mevcut olan)

»I—Hoşgörü —Ölçüsüzlük—Duygularını ilahi bir —İhtiraslarını dünya ni- kavrama yönelterek metleriyle tatmine ça-asilleştiren insanlar lışan insanlar,

—Çile yeri —Eğlence yeri—Feragat ve Fedâkârlık —Şahsi menfaat —Tekke adâb ve erkânı —Tekke adâb erkânına

ait lügat.

Romandaki haliyle Nur Baba tekkesi, ölçüsüzlüğün, dün­yevî unsurlara bağlılığın şahsî menfaat endişelerinin tekke adâb ve erkânına ait lügat altında gizlendiği yerdir.

Bu romandaki ikinci mekân Madrit sefiri Eşref Paşa'nm. Nişantaşı’nda bulunan muntazam konağıdır. Bu konakta romanın kadın kahramanı Nigar yaşamaktadır. Ölçüsüz­lüğün mekânı tekke ile bu konak arasında sürdürülen ha­yat tarzı bakımından tam bir zıtlık vardır. Romandaki haliyle tekkeyi içgüdülerin emrinde hareket edilen ölçüsüz­lüğün mekânı olarak kabul edersek, bu konağı cemiyet ha­yatının koyduğu nizamların hüküm sürdüğü bir yer olarak ele almak gerekir. Bunlardan birincisinde his. İkincisinde akıl hâkim unsurdur. Öyleyse konak • tekke karşılaştırma­sını şemalaştıralım:

68

Page 76: Yakup Kadri

l(Tekke)

—Ölçüsüzlük —Ferdî ihtisas ve içgüdü

(Ferdî)

—His

II(Konak)

—Ölçü—Sistemleşmiş

Cemiyet hayatı (Beşeri)

—Akıl

Bu şemadan hareketle denilebilir ki, Nur Baba romanı, ölçüsüzlük ile ölçünün, ferdî olcinla beşerî olanın, his üe ak­lın çatışmasını ele alan bir eserdir. Ancak böyle bir çatış­manın meydana gelebilmesi için birinci ve ikinci grupta bulunan unsurların karşı karşıya gelmeleri gerekir. îşte üze­rinde duracağımız üçüncü mekân bu vazifeyi yüklenmiş­tir. Bu mekân bir zamanlar İstanbul’un cazibe merkezi olan Safa Efendi’nin yalısıdır.Bu yalı, çevresinde söz. ses ve la­tif manzaralar, incelmiş bir zevkin hazırladığı muhit için de kaynağını gönülden alan çeşitli hayat tezahürlerine sah­ne oluyor. Safa Efendi ve onu takip eden kızı Ziba Hanım bu yalıyı sözü edilen hayat tezahürlerinin merkezi, daha değişik bir ifadeyle kaynağını gönülden alan ve incelmiş bir zevkle süslenmiş davranışların mekânı haline getiriyor. Bu yalıda akıl değil gönül hâkimdir. Aklın koyduğu kaideler değil güzel olan her unsuru etrafında görmekten zevk alan gönlün çoşkunluklan bu yalı ve çevresini idare eder. Şim­di bu üç mekâna ait özellikleri şema halinde görelim:

I II(Tekke) (Yalı)

-ölçüsüzlük —Çoşkunluk -Ferdî ihtisas —Güzel olanı sevme ve içgüdü (Ferdi)

-His —Gönül

III(Konak)

—Ölçü—Sistemleşmiş cem iyet

hayaü (Beşeri)- A k ı l

60

Page 77: Yakup Kadri

Denilebilir ki Nur Baba romanında, zevk ve gönlün me­kânı yalının hazırladığı şartlar İçerisinde, incelmiş zevkin kontrolünden çıkmış hissin mekânı tekke ile aklın mekânı konağın mücadelesi nakledilmektedir. Kısacası bu roman zevkte sonsuzluk isteyen gönlün tahriki neticesi tabiatında­ki ölçüsüzlükle aklı bir ahtapot gibi saran ve perişan eden, coşkun dalgalanışlan arasında onu güçsüz düşüren, ken­disinden geçiren ^ s ve aklın mücadelesini hikâye eder.

Eserde mekân, şahıs kadrosu ve zamanla ilgili her şey bu çatışmaya hizmet eder. Nur Baba ve tekkeye devam edenler ölçüsüzlüğü,Madrit sefiri Eşref Paşa’nın bir nevi temsilesi olan Macit ölçüyü; Ziba Hanım, gönül çoşkunlu- gunu temsil eder. Aklın hâkimiyetindeki ölçünün eline düş­müş olan Nigar, Ziba Hanım aracılığıyla Macit dairesinden Nur Baba çevresine geçer.

Görüldüğü gibi Kiralık Konak romanındaki şahıs kadro­su ile mekân arasındaki ilişki bu romanda da karşımıza çık­maktadır.

Yakup Kadri’nin üçüncü romanı Hüküm Gecesi'dir. Bu romanla yazar, sosyal hayatı daha geniş bir çerçeve içer­sinde anlatma yoluna gider. Aile ve tekkeden sonra İttihat ve Terakki Partisi çevresinde, siyasî hayata ait gözlemleri­ni hikâyeleştirir. Yazarın roman dünyası genişlemektedir. 1927 de yazılan bu romanda 1908 - 1911 yılları arasında cereyan eden siyasî olaylar, bir muhalifin dikkatiyle anla­tılmaktadır. Denilebilir ki Yakup Kadri, bu romanla kapalı ve sınırlı mekândan geniş çevreye açılmıştır. Kiralık Ko- nak’ta Naim Efendi’nin konağı, İVur Baba'da tekke olay ör­güsünün merkezinde yer almaktaydı. Bu iki çevreyi Yakup Kadri'nin yakından tanıdığı bilinmektedir. O. gazeteci ola­rak yazı hayatına başlamıştır. II. Meşrutiyet sonrası sosyal ve siyasî hayatımızda gazete toplumumuzun kalp atışları­nı en iyi duyan kuruluşların başında gelir. Gazete, siyasî

70

Page 78: Yakup Kadri

bunalım ve sosyal çalkantıların merkezindedir. Yakup Kad­ri: Ahmet Samim ve Mahmut Şevket Paşanm öldürülme­lerine zemin hazırlayan Siyasi gerilimin içinde yaşamış, îttihat ve Terakki’nin baskısını, muhaliflerinin beceriksiz- hğini, basın hayatının problemlerini yakından müşahede imkânı bulmuştur. Aradan 15 - 16 yıl geçtikten sonra o, bu müşahedelerini değerlendirir. Artık yalnız gazeteci değil ro­mancıdır. Hatıralarını, izlenimlerini eserini kaleme aldığı yıllara ait kültür ve tecrübeye göre değerlendirmesi, hem kendi kendisiyle hem de sözü edilen dönemle hesaplaşması tabiidir. Bütün bunlar Yakup Kadrin'in “ ben"den dışa açı­lışını göstermesi bakımından önemlidir. “ Ben” sosyal ha­yata hâkim değer ve tavırlarla, daha yerinde bir ifadeyle kollektif bir şuurla aynileşme yolundadır. Kendi ıztırapla- rını değil sosyal hayatın problem lerini terennüm etmektedir. Ancak Ahmet Kerim bize biraz da Yakup Kad- ri’nin yazılmamış iç biyografisini vermektedir. Bunun ro­man kurgusunda sebep olduğu zayıflık daha sonra açıklanacaktır.

Siyasî roman hüviyeti taşıyan Hüküm Gecesi’nin kah­ramanı Ahmet Kerim, Nidâ-yi Millet gazetesinde vazifeli­dir, Sadâ-yi Millet gazetesi başyazarı Ahmet Samim’in arkadaşıdır. Her ikisi de îttihat ve Terakki karşısında yer alırlar ve bu partinin idaresini tenkit ederler. Ahmet Samim parti tarafından öldürtülür, gazeteler kapatılır. Artık Ah­met Kerim işsizdir. Onu hayata, Samiye’ye karşı duyduğu alaka bağlar. Politikadan nefret eden Ahmet Kerim'i Sami- ye ’nin aşkı meşgul etmektedir. Ancak Samiye’nin ağabe- yisi İttihat ve Terakki üyelerindendir. Ahmet Kerim, Samiye’den aldığı davet mektubu üzerine konağa gider. Sa­miye’nin ağabeyisi ve yeğenleri, ellerinde silah olmak üzere Ahmet Kerim’in bulunduğu odaya girerler. Samiye araya girerek sevgilisini kurtarır. Bu hadise Ahmet Kerim’i Sa- miye’den soğutur. İttihat ve Terakki aşka bile izin verme-

71

Page 79: Yakup Kadri

Ktedir. Sarn^y gönderdiği aracıları da kovan Ahmet t e k r a r politikaya atılır, Alemdar Gazetesinde yazı-

ni vavınlar- Samiye pişmanlık duygusundan kurtulmak intihar eder.

pu arada Şevket Paşa öldürülür, Ahmet KerimJu bulunup tutuklanır. Şahidi olduğu ve yaşadığı olay-

1 degerlendir6ripA.hmet Kerim, geceler boyu kendi ken- vle mücad^^ eder. Böyle bir gecenin sabahı saçlarının

^ç ılıbeyaz olduğunu görür. Ziya Gökalp'in araya girmesiyle rridan kurii^^^ Ahmet Kerim, Sinop'a sürgün edilir. Ar-

t K h^y^tla ilişkisi azalmıştır, içkiye teslim olur.

Romandaki duygusal taraf Ahmet Kerim ile Samiye ara­daki ilişkide aranmalı. İttihat ve Terakki hem Samiye’- hem de Kerim’in mahfına sebep olmuştur.

0u romanda yalnızca İttihat ve Terakki değil o dönemin sın h a y a t ı ve muhalefeti de tenkit edilmektedir. Hüküm cesi son günlerini yaşayan Osmanlı’nın bozulmuş siyasî rumunu Ahmet Kerim çevresinde gözler önüne serer, cak Yakup Kadri, hatıra ve müşahedelerinden romana itibari (fictif) âlem yaratma konsunda pek başarılı sa-

lamaz O, Kerim vasıtasıyla hatıralarını nakleden, naatlerini imkânı bulan biri durumundadır. Ahmet

t/ rim romaO olmaktan ziyade Yakup Kadri’-1 sözcüsüdij ' kendi hayatını yaşamaz, adeta Yakup Kad-

■ için konuşui"^e hareket eder. Samiye ile ilişkisi, de. Fethi Naci'nin belirttiği gibi, bu kitabı hatıra ve müşahedenin I j ü n y a s m d a n itibârı âleme yükseltemez. Yakup Kadri, ta- ■\\\ çevre ve hadiseden romana geçişte modelsizliğin ge-

[Irdiği zorluKlai'Ia karşı karşıyadır.

Niyazi Akı'nm da belirttiği gibi Kiralık Konak, Nur Ba-jj ve HüküJi Gecesi aynı devri farklı yönlerden ele alan j-ornanlardır. Gecesi, Mahmut Şevket Paşa’nın öl-

n

Page 80: Yakup Kadri

dürülmesini takip eden aylarda bittiği halde Kiralık Konak ve Nur Baba. Birinci Dünya Savaşı boyunca devam eder. Tarihi hadiseleri hikâyeleştirme yoluna giren Yakup Kad­ri, Mütareke Dönemi İstanbul’unu Sodom ve Gomore'de an­latmaya çalışır. 1928’de yayınlanan bu roman Hüküm Gecesi’nin devamı durumundadır. Denilebilir ki Hüküm Gecesi. Sodom ve Gomore'yi davet eden bir eserdir. Kira­lık Konak ve hatta Nur Baba’da Sodom ve Gomore’yi ha­zırlayan fikri muhtevanın, daha yerinde bir ifadeyle romana ait çekirdeğin varlığı sezilir. Çözülüş ve çürüme İmparatorluğun merkezi İstanbul’u Sodom ve Gomore’ye benzetecektir.

Yazı hayatının ilk yıllarında Kitab-ı Mukaddes’den ge­len bir duyuş tarzıyla mensur şiirler kaleme alan Yakup Kadri, sahnesi olduğu hayat tarzları bakımından İstanbul’u, İncil'de sözü edilen Sodom ve Gomore şehirlerine benze­tir. Ürdün’deki bu şehirler, barındırdıkları insanların gü­nahkârlıkları sebebiyle Allah tarafından yerle bir edilir. Hüküm Gecesi'nin kahramanı Ahmet Kerim. İstanbul’u bu şehirlere benzetir. Böylece romanın adı Hüküm Gecesi’nde tespit edilmiştir.

Bir gazeteci dikkatiyle cephe gerisindeki hâli, bir içten çözülüşü gören yazarın bu romanı yazma sebebini Niyazi Akı, haklı olarak şöyle açıklamaktadır: “ Meşrutiyet yılla­rının iktidar ve muhalefetini, kısaca, bir devrin idarecileri­ni anlattıktan sonra, yerli ve yabancı iktidarlar altında alçalan bir şehrin hayatını ele alması yakup Kadri için ta­biî bir teşebbüstür. O, mütareke yıllarında İstanbul’da ga­zetecilik ediyordu. İşgal facialarına bizzat şahittir. İkdam başyazarlığı sırasında kendi yazılan dahi çok defa sansür edilmiştir, duydukları, gördükleri ve maruz kaldıkları ya­zarın mâneviyatmda altı yıl yattıktan sonra bir roman hâ-

73

Page 81: Yakup Kadri

ünde doğmuştur. Mütarekeden İstiklâl Savaşı sonuna kadar devam eden Sodom ve Gomore işgal yıllarmda istilâcılarla elbirliği eden saltanatı, memleketin idarî ve siyasî varlığın­da hiçbir rolü kalmamış felçli bir hükümet merkezini an­latır; romanın bir hususiyeti de işgal kuvvetlerine mensup muhtelif milliyetteki bazı tipleri, mensup oldukları cemi­yetlerin mümessili gibi göstermeye çalışmasmdadır.” *

Bu roman Kiralık Konak ve Hüküm Gecesi’nin devamı durumundadır. Kiralık Konak’ın sonlarında Seniha’nın ta­şındığı apartmanda karşılaştığımız sahne daha geniş bir şe­kilde anlatılmaktadır. Bu romanda, Hüküm Gecesi‘nde gözler önüne serilen bunalım derecesindeki siyasî tutarsız­lığın sosyal hayattaki neticeleri anlatılmakta, Sami Bey çev­resinde İmparatorluk başşehrinin sahne olduğu kirli ve haysiyet kırıcı olaylar sergilenmektedir.

Mütareke yıllarında başta menfaat olmak üzere çeşitli endişelerle işgal kuvvetlerine yanaşan, onlarla ilişki kuran insanların iç yüzü ve bunların yaşadığı çevreler dikkatlere sunulmaktadır.

İnci Enginün bu romanda anlatılanları şöyle özetlemek­tedir: “ Eserin konusu basittir: Birinci Dünya Savaşı sonun­da işgal küvetleri İstanbul’u doldururlar. İstanbul'da yerleşmeleri, yaptıkları işler dolayısıyla yabancılara muh­taç olan kişiler, onların kendi ülkelerini işgal eden düşman kuvvetleri olduğu vâkasını farketmeden yabancılara şirin görünmeye çalışırlar. Şehre yerleşen işgal kuvvetleri ara­sında nüfuz sahibi olanlar İngilizlerdir. İngilizlerin nüfüzu- nu Fransızlar, onları da Amerikalılar takip eder. Türke has değerleri kaybetmiş olanlar, bu yabancıları aralarında pay­laşamazlar. Güzel bir kız olan Leylâ da bunlardan biridir.

* N iyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu. s. 118 - 119

74

Page 82: Yakup Kadri

o, İngilizce'si ve güzelliği sayesinde herkesin peşinde do­laştığı bir İngiliz binbaşısını cezbeder. Hayli serbest bir genç kız olan Leylâ akrabasından Necdet’le nişanlıdır. Alman kültürüyle yetişmiş olan Necdet, bir türlü bu çevrede ra­hat edemez. Nişanlısını sevdiği kadar kıskanır da. O, işgal kuvvetlerini her yerde görür, lokantada, sokakta, tramvay­da ve nişanlısının evinde. Onlardan nefret eder. Bir şeyler yapmak ister. Bir taraftan Leylâ’ya karşı beslediği yakıcı aşk. diğer taraftan henüz tam manasiyle şuuruna ermedi­ği millî benliğinin ve gururunun ayaklar altına alınmış ol­ması, onu bir çıkmaza sokar. Türkün kurtuluşu uzakta bir umut gibi parlamaktadır. Fakat içinde yaşadığı çevrenin iğ­rençliği, ona sahip olması gereken imanı veremez. Ne za­man ki Millî Mücadele başarıya ulaşır, işte o zaıruuı Nec­det, kendisinin bulunması gereken yeri idrâk ede: O. iş­gal altındaki İstanbul’da uyanmaya başlamış, biraz geç de olsa kendi millî şuuruna ermiştir. İşte bu şuura erişten iti baren Necdet, kendisini öteden beri inciten, muzdarip eden aşk acılarından da kurtulur.

Yabancıların çevresinden uzaklaşmasından sonra, ken­disinden aşk isteyen Leylâ mânâsını kaybetmiştir. Tıpkı Tanrı’ya imanının mükâfatını, yok edilen şehirin çevresin­deki imanlılarla birlikte sağ salim çıkmak suretiyle almış olan Lüt peygamber gibi o da, milletine inanmanın mükâ­fatına kavuşmuştur. Bu ortak sevinçte imansızlara - en ya­kınları da olsa- yer yoktur. Lût Peygamber’in karısı nasıl bir tuz heykeli olduysa, Necdet’in sevgilisi Leylâ da artık canlılığını kaybetmiş, bir heykele dönmüştür.

Eserin iki genç arasındaki çok güçlü aşk ve ihtiras etra­fın da genişlemesi, yaşanmakta olan millî faciayı aynı za­manda ferdî plana da aktarmaktadır. Eserde gören göz Necdet’in gözüdür.” '

İnci Enginün. Yeni Türk Edebiyatı Araştırm aları, İst. 1983 s. 229 - 230

75

Page 83: Yakup Kadri

Denilebilir ki bu roman Captain Jackson Reed, Leylâ ve Necdet arasındaki ilişki üzerine kurulmuştur. Reed. işgal kuvvetlerinin; Leylâ. Mütareke yıllarmda İstanbul’da sür­dürülen monden hayatm; Necdet, aynı çevrede uyanmak­ta olan millî şuurun temsilcisi durumundadır. Reed ile Necdet arasındaki çatışma Leylâ çevresinde ortaya çı­kar.Bunların hiçbiri yalnız değildir, eserde içinde yaşadık­ları sosyal muhitle birlikte tanıtılırlar. Bu bakımdan Leylâ’nın babası Sami Bey’in evi. hertürlü millî değerini kaybetmiş ve işgal kuvvetlerine yaklaşmakla varlığım sür­düren, dünyaya yalnızca maddî ilişkiler açısından bakan çevrelerin insanlarmı temsil etmekle vazifelidir.

Reed ile Necdet arasındaki çatışma, iki ayrı miUî guru­run karşılaşması olarak ele alınacak cinstendir. Ancak Nec­det. kendi değerinin farkında değil, henüz millî şuuru nefsinde hissetmemiştir. Reed, ırkım iyi ve kötü yönleriy­le temsil eden yetiştiği kültüre bağh biridir. Necdet’in mil­lî şuuru idrâki, daha yerinde bir ifadeyle varlık sebebini anlaması için İstanbul’un işgali gerekmektedir.

Reed ve çevresindeki diğer yabancılar, zihinlerinde ken­dilerince yarattıkları şark efsanesinin büyüsü içinde yaşa­mak arzusuyla İstanbul’a gelmişlerdir. Asıl gayeleri gizli ve kötü arzularını tatmindir. Marlowe ile ilgili satırlar, iş­galci batılı insanın iç yüzünü gözler önüne serer.

Denilebilir ki bu romanla, edebiyatımızda örnek olarak gösterilen batıh insanın bir başka yönü İfade edilmiş, onun kendi içindeki tutarsızlığı gözler önüne serilmiştir.

İnci Enginün bu romanı, haklı olarak şöyle değerlendir­mektedir. “Sodom ve Gomore belirli ve çok müstesna bir dönemdeki tecrübelerden akisler taşır. Eser, edebiyatımız­da işgal kuvvetleri olarak tezahür eden yabancıların ve on­larla işbirliğine kalkışan, millî varlıklarından kopuk, yerli

76

Page 84: Yakup Kadri

halkın yergisi sayılabilir. Yakup Kadri kültüründeki bütün batı tesirlerine rağmen, kendi kökünün sağlamlığını farket- tikten sonra, batıyı sadece müstevli olarak görmez. Batı, artık vatanı işgal eden zorba olduğu kadar, ahlâkî çöküşün de, iktisadi çöküşün de müsebbibidir. İstanbul, çökmekte olan medeniyetin başşehridir ve orada batışın geçici par­laklığı vardır, ama bu çürümüş uzvun altında, yepyeni ken­di değerlerine sahip fertlerden oluşan m illet canlanmaktadır ve onun sembolü de Ankara’dır.” ’

Kiralık Konak'ta kuşaklar arasındaki çatışmayı hareket noktası alan Yakup Kadri, 1932’de yayınladığı Yaban ro­manında halk-aydm çatışmasmı ele alır. II. Meşrutiyet'i takip eden yıllardan itibaren, edebiyatımızda şuurlu olarak Anadolu'yu ele alan eserlerle karşılaşmaktayız. I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yılları aydınımızın dikkatini Ana­dolu üzerine yöneltmiştir. Cumhuriyet döneminde Anka­ra’nın başşehir olması bu dikkatin daha değişik bir mahiyet kazanmasına zemin hazırlamıştır. Yeni dönem gücünü Anadolu’dan almakta; gayesini, bu toprakları imâr etmek, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara rahat bir hayat sürdürme imkânı hazırlama şeklinde ifade etmektedir. Millî Mücadele, Anadolu hareketidir. Bütün'bunlar aydınlarımı­zı ve yazarlarımızı Anadolu ile ilgilenmeye davet eder. An­cak bu ilginin ölçüsü zaman zaman kaçırılır, gerçekle pek bağdaşmayan yazılar ve eserler ortaya çıkar. Anadolu'yu ve Anadolu insanım sevmek başka, onu kendi şartları için­de görmekten kaçmak daha başka bir davranış tarzıdır. Bi­rincisi gerekli, İkincisi aldatıcıdır.

Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Anadolu coğrafyası ve insanı­nı, I. Dünya Savaşı sonu ile Sakarya Savaşı'nm kazanılması arasındaki süredeki görünüşü ile ele alan bir romandır.

• A-g.e. s-247

77

Page 85: Yakup Kadri

Eserin Fransız edebiyatında modelleri vardır; Yakup Kadri, Yaban’ı yazmadan önce, Zola’mn Toprak ve Balzac'- ın Köylüler romanlarını okumuştur. O, 192l ’de Tetkik-1 Me­zâlim Heyeti ile Anadolu’yu gezmiştir. Ayrıca gazeteci olarak toplumumuzdaki sosyal çatışmanın kuşaklar ve zümreler arasındaki farklılığın normalden daha geniş ölçü­de olduğunu gözlemlemiştir. Gökalp’in Halka Doğru ve Gcir- be Doğru başlıkları altında ifade ettiği düşüncelerinden de yararlandığı açıktır. Bütün bunlar Yaban'm yazılmasını ha­zırlayan şartlar arasında düşünülmelidir.

Sodom ve Gomore ile Yaban arasında da ilişki vardır. Ya­ban romanının kahramanı Ahmet Celâl, Sodom ve Gomo­re olarak nitelendirilen şehirden Anadolu’ya sığınmıştır. O, İstanbul’u Sodom ve Gomore’ye döndüren neslin eğitimi ile yetişmiş. Millî Mücadele’nin heyecanıyla kendini tanı­ma gayreti içine girmiştir. Sığınacak yer aramaktadır, ça­resizdir, yalnızdır. Denilebilir ki Yaban romanı Anadolu köylüsünün hâlini gözler önüne sermeye gayret ettiği ka­dar aydının yalnızlığım da ifade eder. İstanbul, Sodom ve Gomore’yi hatırlatan lanetlenmiş bir şehirdir; Anadolu köy­lüsü Millî Mücadele’ye gönül vermiş aydın karşısında duy­gusuzdur, onu kendinden saymaz. Bu insan nereye gidecektir? Bu sorunun cevabım Yakup Kadri, Ankara'da. verecektir.

Bütün bunları dikkate alarak Yaban romanının işlediği tema üzerinde duralım: Aydın - halk çatışması bu eserin asıl temasıdır. İmparatorluğun son dönemlerinde aydın, kendi özünden ve kaynağından uzaklaşmış “ dışardan ge­len maddeler ve unsurlarla yuğrula yuğrula adeta sinaî. adeta kimyevî bir şey hâlini almıştır” . Köylü ise, yüzyıllarca kendi kaderine terkedilmiş olmanın sonucu kendi İçine ka­panmış, kalıplaşmış yaşama tarzı içinde değerlerini kay­betmiş, varlığını sürdürmek.için gerekli olan toprağı tek ve değişmez değer hâline getirmiştir. Yalnız korkunun dilini

78

Page 86: Yakup Kadri

bilmekte: dünyayı, din adına kendisine sunulan cahil ho­ca ve düzenbaz agalann dikkatiyle algılamaktadır. Millî his, vatan duygusu, ferdî hürriyet gibi üstün de|erlerden ve te­mizlik, sağlıklı yaşama, giyinme gibi medenî ihtiyaçlardan haberi yoktur. Bu iki unsur aynı milletten olmaları bakı­mından bir arada bulunmak zorundadır. Ancak anlaşma­ları mümkün değildir, çatışma tabiîdir. Millî birlik için bu anlaşmaya ihtiyaç vardır. Yaban romanı, Türk okuyucu­suna, böyle bir ihtiyacı edebî türün imkânları ölç üsünde hissettirmektedir.

Bu roman, Ahmet Celâl’in hatıra defteri olarak düzen­lenmiştir. Ahmet Celâl kendisini, gözlemlerini ve değerlen­dirmelerini anlatır. Roman kahramanını Yakup Kadri’nin sözcüsü olarak düşünmek hata olmaz.

Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman askerleri çekilir. Kö­ye gelen Tetkik-i Mezâlim Heyeti, yıkıntılar içinde siyah­laşmış insan kemikleri arasında bir defter bulur. Kenan yanmış yırtık bu defter, Ahmet Celâl’in bu civardaki hatı­ralarını ihtiva etmektedir. Roman. Ahmet Celâl’in bu ha­tıralarından ibarettir. Bu sebeple olaylar birinci tekil şahıs ağzından nakledilir. Yani eserde kahraman-anlatıcıya has bakış açısıyla olay, insan ve mekân anlatılmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı'nda bir kolunu kaybeden ihtiyât za­biti Ahmet Celâl. Sodom ve Gomore’yi hatırlatan İstanbul'­da yaşayamıyacağmı anlar. Eski emir eri Mehmet Ali’nin davetine uyarak onun Porsuk Çayı civarındaki köyüne gi­der. Kendi içine kapanmış, bakımsız ve cehaletin hüküm sürdüğü köyde yalnız kalır. Köylüler ona “ yaban” gözüy­le bakarlar. Oysa Ahmet Celâl onlarla dost olmak arzusun­dadır. O köyde yaşayanların hayata ve kainata bakış tarzları böyle bir dostluğa engeldir. Ahmet Celâl, köylüle­rin cehalet ile iç içe yürüyen kurnazlıklarını gözlemler. On­

79

Page 87: Yakup Kadri

ların hayatına hâkim olan değerlerin boşluğu karşısında şaşırır. Ahmet Celâl, eski emir erinin kardeşi İsmail’in eşi Emine’ye yakınlık duyar. Bu yakınlık aşka dönüşür. Meh­met A li’nin tekrar askere alınması Ahmet Celâl'i iyice yal­nız bırakır. Köy. Millî Mücadele’ye ilgi göstermez. Yunan ordusunun bu köye girmesi, köylülere eziyet etmesi üzeri­ne Ahmet Celâl, Emine’yi bu cehennemden kurtarmak is­ter. Her ikisi de yaralanırlar. Emine yürüyemez. Ahmet Celâl, bu köyle ilgili hatıralarını yazdığı defteri Emine’ye verir, saklandıkları mezarlıktan uzaklaşır.

Böylece roman, Anadolu köyüne yabancı bir aydının dik­kati ile köyde sürdürülen hayatı hikâye etmektedir. Bu ay­dın, sözü edilen köyde kaldığı zaman içerisinde kendi yabanlığının şuuruna da varır.

Böylece de yalnız köy anlatılmaz, onu ihmâl eden aydı­nı bekleyen tehlike de sezdirilir.

Bu Romanı yalnız başına ele almak okuyucuyu kandı­rır. Yakup Kadri’yi Anadolu köyünü hicveden bir yazar ola­rak tanıtır. Onun, daha geniş bir yapının bir parçası, olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir, bu geniş yapı Yakup Kadri’nin romanlarının tamamıdır. Kiralık Konak. Nur Baba. Hüküm Gecesi. Sodom ve Gomore. Yaban zaman bakımından ya iç içe girmiştir veya birbirin tamamlarlar. Hepsi birden bütün kuruluşlarıyla çözülmüş, kendi İçinde çürümüş bir toplumun görünüşünü gözler önüne serer. Bu OsmanlI’nın çözülüşünün hikâyesidir; Ycikup Kadri'nin ro­manlarından birinin adıyla XX. yüzyıl başlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun panoramasıdır.

Yakup Kadri, Yaban 'dan sonra Ankara romanını yazar. (1934) Bu roman, yalnız Yaban’m değil, Yakup Kadri’nin daha önce yazdığı romanların devamı durumundadır. On­larda gözler önüne serilen problemlere cevap arama gay­

80

Page 88: Yakup Kadri

reti eseri angaje (güdümlü) olmaya zorlar. Bu romanda, îsLanbuI'dan Ankara’ya giden aydm zümrenin Atatürk et­rafında Millî Mücadele’ye İştirak etmenin heyecanı ile na­sıl bir hüviyet kazandıkları ifade edildikten sonra. Cumhuriyet’in ilânmı takip eden yıllarda ohışan yüksel, sosyete hayatının çıkmazları gözler önüne serilmek istenir; yanlış anlaşılan batılılaşmanın sebep olduğu problemler or­taya konur; bize has değerlerle, batılı zihniyetin sentezine ihtiyaç duyulduğu sezdirilir. Millî Mücadelo’yi yapan insa­nın yeni hayat tarzını şekillendirmekteki beceriksizliği üze­rinde durulur. Romanın son bölümünde Atatürk’ün önder­liğinde kurulacak hayat düzeni anlatılmaya çalışılmaktadır.

Yakup Kadri, imparatorluk döneminden millet dönemi­ne geçişte insanımızın uğradığı değişiklikleri sergilerken milletin vücudu için gerekli anlayış ve yaşayış tarzının özel­liklerini de ifadeye çalışır. Yaban’daki köyden, İstanbul'u Sodom ve Gomore'ye çeviren şehir hayatından millet dö­nemine geçiş kolay olmayacaktır. Aslında Yakup Kadri, bu geçişi sağlayacak insan tipini aramaktadır. Bu insan. Hak­kı Celis olabilirdi. Ama o, Çanakkale’de şelıit oldu. Yakup Kadri’nin eserlerinde bile bir türlü gelişerm-di. Bu insan. Ahmet Celâl olabilirdi. Ama o, Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybetti, sığındığı köyde ülkesinin insanı ve şart­larına yabancılığını hissetti. Ankara romanındaki Hakkı Bey ile Murat Bey. memleketi düşman istilasından kurtar­dıktan sonra kendi geçmişlerine ve yaşama biçimlerine ya­bancılaştılar. Bu romanın sınırlan içinde Neşet Sabit, olması gerekeni gördü ama hayata hâkim olabilecek gücü bulamadı, kendi düşüncelerine kendisini inandırmakta güçlük çekti.

Böylece Yakup Kadri, romanlarıyla, Atatürk inkılâpla­rını yerleştirecek ve Türk toplumunu imparatorluk döne­minden m illet dönemine taşıyacak elit zümrenin

81

Page 89: Yakup Kadri

yokluğunu sezdirir. Ankara romanı, bu bakımdan olduk­ça manalıdır. Yakup Kadri, romanın birinci derecedeki kah­ramanı Selma Hanım çevresinde İmparatorluğun son zamanlarından Cumhuriyet Dönemi’ne geçişin problemleri üzerinde durur. Bu iki dönem birbirine Millî Mücadele ile bağlanmaktadır.

Ankara romanı, Selma Hanım’m İstanbul’dan Anadolu ortasında kurulan başşehire gelişiyle başlar. Selma Hanım, İstanbul’da yetişmiştir. Tanzimat’tan beri süregelen yaşa­yış tarzının mahsülüdür. “ Anadolu’ya göre batılıdır” Bu ha­nım iyi tahsil görmüş, fikrî problemleri kavrayabilecek bir olgunluğa erişmiştir. Ancak o, memleketin içinde bulun­duğu sosyal ve siyasî meselelerle ilgilenmeyi düşünmez. Kocası Nazifin memuriyeti sebebiyle Ankara’ya gelmiştir. Ayrıca işgal altındaki İstanbul’dan kurtuluş ümidi, onu bu şehre bağlar. Ama Ankaralılar ona yabancı gözüyle bakar­lar. Zaten onun alışmış olduğu yaşama şekli Ankara’da sür­dürülen hayata hiç benzemez. İstanbul - Ankara yolculuğu da onu son derece rahatsız etmiştir.

Romanın başlarında böyle bir hanımın dikkati ile Mil­lî Mücadele yıllan Ankara’sı anlatılır. Selma Hanım ile ev sahipleri Ömer Efendi’nin hanımları arasındaki zıtlık denecek ölçüdeki farklılık iki ayrı şehrin sahne olduğu yaşama biçimini gözler önüne sermeye hizmet eder. Tav­rı, hareketi, kıyafeti ile Selma Hanım İstanbul’u: Ömer Efen­di’nin hanımları ise Ankara’yı temsil eder durumdadır. Ömer Efendi ailesini Anadolu’da özellikle de Ankara’da sür­dürülen yerli yaşama biçimini dikkatlere sunan sembol ola­rak düşünmek romanın mesajım daha iyi kavramamıza yardımcı olur. Bu aile. Sungurlu-zâde adıyla tanınmış, zen­gin ve itibarlı bir ailedir. Ancak yaşama biçimi, hayat kar­şısındaki tavrı ile bu aile, Selma Hanım’a göre yoksul denecek tarzda yaşamaktadır. Kısacası Selma Hanım - Nazif

82

Page 90: Yakup Kadri

Bey ailesi İle ev sahipleri Ömer Efendl’nin ailesi hiç bir ba­kımdan birbirine benzemez. Bu farklılık, Yaban’daki Por­suk köylüleri ile Ahmet. Celâl arasmdaki farklılığı hatırlatmaktadır. Selma, İstanbul’dan getirdigi eşyalarla evinde İstanbul’u yaşar, Romanın birinci derecedeki bu ka­dın kahramanı, eşinin eski arkadaşı mebus Murat Beyler­le tanıştıktan sonra Ömer Efendi ailesinden farklı bir yaşama biçimiyle karşılaşır. Murat Bey’ in ailesi ölçülüdür, sâde bir hayat sürdürür Bu yaşama biçimi, Ankara’da ye­ni teşekkül etmekte olan ayrı bir kesimin zevkini ve hayat anlayışını aksettirmektedir. Yakup Kadri, bu üç aile ile Millî Mücadele yılları Ankara’sının sosyal görünşünü gözler önü­ne sermeye çalışır.

Romanın ilk bölümünde Selma’dan başka, farklı dönem­lerde Selma Hanım ile birlikte olacak üç erkekten söz edi­lir. Bunlardan ilki Nazif tir. Selma İstanbul’dan Ankara’ya Nazif ile evli olduğu için gelmiştir. Her ikisi de Ankara’da İstanbul hasretiyle yaşarlar. Bize Sodom ve Gomore’nin Necdet Bey’ini hatırlatan Nazif Bey, uysaldır. Büyük heye­canların adamı değildir, kendi hâlinde bir hayat sürdürür. İkinci erkek Binbaşı Hakkı Bey, üçüncüsü ise Neşet Sa- bit'tir.

Selma Hanım, Binbaşı Hakkı Bey ile Mebus Murat'ın evinde tanışır. Bu karşılaşma, İstanbul zevkiyle Kuvâ-yi Mil- lîye’nin karşılaşması olarak yorumlanabilecek cinstendir. Hakkı Bey, iradesiyle çevresindekilere hâkimdir. Destanı bir kahramana benzer, Nazif Bey’in zıddına düz bir insan değildir: tavır ve hareketlerindeki Avrupaîlik, batı medeni­yetine düşman olmasına engel değildir. Hakkı Bey, hem Av­rupa ile hem de koyu mutaasıplarla çarpışmanın zaruretine inanır. Selma Hanım ile Hakkı Bey arasındaki ilişki binici­lik dersleriyle başlar, at talimleriyle gelişir. Mustafa Kemal Paşa’nın evini görmesi Selma’da bir değişikliğe sebep olur.

83

Page 91: Yakup Kadri

Millî Mücadele’yi varlığında hissetmeye başlar. Artık o, yal­nız bir ev hanımı değil sosyal bir misyonu olan kadındır. İstanburiu Hanım cephede görev ister. Bu değişme manâ­lıdır. İstanbul’dan gelen ve Ankara’yı yadırgayan hanıme­fendiyi Millî Mücadele’nin heyecanı sarmıştır. Yaralı askerlerin yiğitliği, komutanların mahareti onda millî ima­nın, şuurlu biçimde, uyanmasma sebep olur. O. Ömer Efen­di ailesinde Anadolu’da sürdürülen hayatı görmüş, Eskişehir’deki askeri hastanede Millî Mücadele’yi yapan ira­deyle karşı karşıya gelmiştir. Artık İstanbullu züppe bir ha­nımefendi değildir. Böyle bir kadm elbetle İstanbul’u Ankara’da yaşayan Nazif ile uyuşamaz. Istanbul'lu Selma Hanım’dan ayrı bir kadm yaratır. Bu İkincisi millî varlığı nefsinde hissetmektedir. Böylece Yakup Kadri. Selma Ha­nım adlı kahramanı ile İstanbul'lu münevverin Müîı Mö- cadele’ye has heyecanla değişmesini, millî varlığı nefsinde yaşamaya başlamasını ifade eder. Artık Selma Hanım, An­kara sokaklarından tiksinmez, halktan insanları hor gör­mez. Ulaştığı millî iman, daha önce mesele hâline getirdiği ayrıntıları görmesine manidir. Zira bu iman onu halk ile kaynaştırmıştır. Selma Hanım, bu imanı ka!t)inde taşıma­yan Naziften ayrılır.

Bu romanın ikinci bölümünde Selma Hanım, Binbaşı Hakkı Bey iledir. Millî Mücadele'nin “ çehk iradeli” subayı Hakkı Bey, sivil hayatta o hiç sevmediği AvrupalIlar gibi yaşamaya, onlar gibi eğlenmeye heveslenir. Artık ortada Sakarya Savaşı’ndan dönen Miralay Hakkı Bey yoktur: o. bir şirketin idare meclisi başkamdir; ömrü eğlencelerde geçmektedir. Monden bir işadamı olma yolundadır. Selma, bu hayata uyum sağlamakta güçlük çekmez. Ancak ona bu yetmez. Hakkı Bey, sivil kıyafet içinde bir karikatüre dön­müştür. Böylece Yakup Kadri, Millî Mücadele’yi gerçekleş- tirenlerden bazılarının yeni kurulan sosyal hayatta millî tavırlarını sürdüremediklerini, kısacası değişikliğe uymakta

84

Page 92: Yakup Kadri

zorluk çektiklerini ve hatta kaybolduklarını gözler önüne serer. Yakup Kadri, idare meclisi başkanı ve iş adamı Hak­kı Bey ile Cumhuriyet'ten sonra Ankara’da ortaya çıkan ba­zı insanların ülkenin imkânlarını kendi menfaatleri doğrultusunda kullandıklarını: bunların zevk ve anlayış ba­kımından da tutarlı olmadıklarını ifade eder. Bu insanlar ananeden uzak, halkın değerlerine kayıtsız, hazmedeme­dikleri batı kültürü ve anlayışına göre yaşama iddiasıyla komik duruma düşmüştür. Halk ile ilişkisi kesilmiş bu ye­ni zengin zümresi ile Ankara'da kozmopolit bir yaşama bi­çimi ortaya çıkar. Romanda Makkı Bey, bu yaşama biçiminin sembolü durumundadır, Söz konusu zevksizlik mimaride, ev döşemesinde, egleııece hayatında da kendi­sini gösterir. İdalden mahrum bu yeni zevksiz zenginler halktan kopmuştur. Zengin - yoksul farklılığı, anlayış ay­rılığı ile beraber yürümeklfdiı.

Romanın üçüncü bölümü \'ukup Kadri'nin hayalî Anka­ra’sına ayrılmıştır. Bu bölümde Selma Hanım. Neşet Sabit ile evlenir. “ Yakup Kadri'nin fikirlerinin temsilcisi veya söz­cüsü Neşet Sabit, hâiz olduğu vasıllarla bu karikatür me­kân içinde, Selma Hanım'ı cczbetmeye başlar. O, halkla aralarındaki uçurumun farkındadır. Kendi bulundukları âlem, sunî âlemdir,” * Neşet Safıit. lıalkın sürdürdüğü ha­yatı daha tabu ve gerçek bulur, O. Millî Mücadele heyeca­nım Cumhuriyei ten sonra da devam ettiren biridir. Türk inkılâplarının bize has hayat tarzın ı henüz şekillendirme­diği düşüncesindedir. Bu henüz tohum halindedir. Hakkı Bey ve Selma Hanım inkılâpların istediği hayat tarzını sür­dürmezler. Yani Ankara yapmac'ik ve kozmopolit bir yaşa­ma biçiminin sahnesi durumundadır. Hakkı Bey ve Selma

İnci Enginün. "Ankara Romanında batılılaşma". Yeni Türk Edebiyatı Araştırm aları, İst. 1983. s,220

85

Page 93: Yakup Kadri

Hanım çevresinde aşırı ferdiyetçi bir yaşama tarzının sür­dürüldüğü. Neşet Sabit’in ise cemiyet mistiği olduğu ifade edilir. Böylece yeni Ankara'da mevcut olanla olması gere­ken karşı karşıya getirilir. Neşet Sabit olması gerekeni tem­sil etmektedir. O. Millî Mücadele ruhunu hayata hâkim kılmak; bir ihtiyacı karşılayacak yenilikleri benimsemek: batılılaşmaya Türk damgasmı vurmak taraftarıdır. Batılı­laşma gaye değil millî bütünlük ve millî devletin vücudu için vasıta olarak kullanılmalıdır. Neşet Sabit, bu düşün­celerle arayış içinde, nefsiyle hesaplaşa hesaplaşa, halkın hayat olaylarına sahne olan yerlerle Ankara'da sürdürülen monden hayata ait çevreler arasında gider gelir. Böylece Mekân bakımından yakınlığa rağmen iki grup arasındaki uzaklık dikkatlere sunulur. Oysa millî devlet, halkla aydın zümrenin belirli prensipler etrafında bütünleşmesi sonu­cu ortaya çıkacaktır. Yani halka ait olanlar yüksek sosye­tenin hayatında incelip gelişecek, bu iki grup arasında diyalog kopmayacak... Böylece değişmeden değil, gerçek gelişmeden söz edilecek. Ama Hakkı Bey ve Murat Bey ai­leleri gelişmemiş değişmiş: bu insanlar, kukla haline gel­miştir. Bu durumdan, içten içe Selma da şikayetçidir; zaman zaman kendisini aramaktadır. Neşet Sabit ile konuş­maları. bu genç adamın tavır ve hareketleri Selma’nm ken­disini bulmasına yardımcı olur. Hakkı Bey’in bir yabancı kadınla ilişkisi onun hem kadınlık gururunu, hem de millî gururunu yaralar. Kocası ile Selma Hanım, artık farklı dün­yaların insanıdırlar. Bu durumda ayrılmaları tabiî bir ne­ticedir.

Selma ile birlikte Ankara kendi benliğini bulur. Roma­nın son bölümü Yakup Kadri’nin hayalî Türkiye’sini Sel­ma Hanım ■ Neşet Bey çevresinde ifadeye aynimıştır. Eserin bu kısmını İnci Enginün şöyle özetleyerek değerlendirmek­tedir: “ Millî Mücadele devrinin garipliğinden, kimsesizliğin­den sonra, onuncu yılda, ecnebiler de, dost ve hayran,

86

Page 94: Yakup Kadri

Gazi'nin nutkunu dinlemişlerdir. Selma, aradan geçen dört yıla rağmen, onuncu yıldönümü şenliklerini unutamamış- tır. Selma, yaşlandıkça gençleşmektedir. Onda ‘millî irade dinamizması’ . boş yere çırpındaktan sonra, ‘idrakli ve mü- teaddi bir kudret’ haline dönüşmüştür. Ankara, yine Av­rupa modeline göre, fakat sıhhatli bir şekilde inşa edilmektedir. Arka sokaklar da ana caddeye açılmakta, ope­ra, tiyatro, müzik, kültür ve spor faaliyetleri yer almakta­dır. İzbe ve kovuklar, labirent mahalleler yerlerini derli toplu mahallelere bırakmışlardır.

Okuldan yetişen gençler, iş sahalarını da değiştirmekte ve geliştirmektedirler. Sungurluzâdelerin biri Ankara, biri Avrupa, biri İstanbul üniversitelerinden mezun üç oğulla­rı, modern deri ve maroken mağazaları açmışlardır. Anka­ra, Selma’nın evidir; tiksinerek hatırladığı karikatür Ankara, belik de. İstanbul’a taşınmıştır.

Yeni kültür faaliyetleri yeni kurumlan getirir. Bu sıhhatli toplulukta yeri olmayan, ‘sonradan görme’, 'yeni zenginler’ Avrupa’ya kaçarlar. Selma, bunlardan Murat Bey ailesine acır. Zira o, ‘hâlis’ bir Türk ailesinin Avrupa’nın herhangi bir kasabasından çekeceği yabancılığı kolaylıkla tahmin edebilmektedir.

Neşet Sabit, sanayileşen Türkiye’de makinenin romanını- yazar. Türkiye’de devletçilik sanayide de hâkimdir, Bunu yazar, Avrupa’daki kapitalizmden üstün bulur. Kadın, ar­tık. cemiyet hayatına tamamiyle karışmıştır, fabrikalarda çalışır.

Neşet Sabit ile Selma'nın on yıllık evlilikleri, aşklarının ateşi tükenmeden devam eder. Bunun sebebi, onların fikri arkadaşlıklarında ve millî ülkülerinde gizlidir. Bu on yıl için­de. Türkiye değişmiştir. Her bölgenin, her şehrin, kendi hu­susiyetlerine göre yeni bir şekil aldığı görülür.

87

Page 95: Yakup Kadri

Sanatın, ilmin ve büıün yaşayış tarzının millî vasıflara ve millî menfaatlere göre işlenip düzenlendiği bu yeni An­kara’da, hedefine ulaşmış inkılâbın yeni bir mânâdaki 'Millî Mücadele ruhu’ devam eder.

Bu bölümde, artık ne Nazif, ne de Hakkı Bey ve benzer­leri yer alır. Roman. NcşeCle Selma'mn çevresinde döner ve onlar vasıtasıyla, değişen Türkiye anlatılır. Sadece yeni bir tip, inkılâbın getirdiği yep yeni bir genç kız tipi ortaya çıkar. Bu tiyatro sanatçısı ve sporcu Yıldız’dır. O. yerine gö­re giyinir, spora düşkündür. Onun kıyafeti bile, bir önceki bölümde yer alan, Selma Hanım'ın gündelik kılığı ile tam bir tezat teşkil eder. Yıldız, henüz yirmiiki. yirmiüç yaşla­rındadır. Eskiyi hiç bilmez. Bu da. onu yepyeni bir neslin temsilcisi yapar. Neşet, kendi nesli ile bu yeni nesli şöyle mukayese eder: {Bu nesil) ‘artık, derini aramıyor, aldığı is­tikamet ve her gün biraz daha artan hızı, buna mânidir. Biz, birtakım şakuli insanlardık. Halbuki, bunlar ukfidirler. Kuş­lar gibi ufkîdirler. Bunlara, arlık yürüyor denilemez. Uçu­yorlar. Kanatla hiç derine gidilir mi? Kanat, daima yükseğe \ e uzağa götüren uzuvdur. Yükseğe, u/aga... Bak. şimdi. Yıldız Hanım çoktan Stadyuma vardı bile, şu dakikada, eg- zersislerini yapıyor ve bur.uia ueçirdiği iki-üç saati hiç ak­lından geçirmiyor, Hall-'uki biz. şu anda, karşı karşıya geçmişiz, onun nefesini \'a[)makla meş/iüjfız,'

Bu neslin en mühim \ aslj. sjhhaiJi ohjşudur. Gençler maddi ve manevî sıkmııdan, icmbelliktcn uzak ve sıhhat­lidirler. Onlar “yeni ku nıt'tlm ’ iîöre teşekkül eden bu ce- mivet içinde" yetişmişlerdir. Bu sıhhatli tipler de kendileri £>ibi sıhhatli insanlarla birleşirler. Nitekim, romanda Yıldız bir kızak şampiyonu ile evlenir.

Anadolu, sadece görünüşü ile değil, fen ve ilim sayesin­de İktisadî bakımdan da kalkınmaktadır.

Page 96: Yakup Kadri

Koman Cumhuriyel'in yirminci yıldönümü şenlikleri ile h'ilcr. St'inia, kırkbeş yaşına gelmiştir. Eski Türk tarihin­den mülhem taklar, alegorik âbidelerle donanmış şehir, halkla do{)dc)Iııdur. Gazi’nin nutkunu dinleyenler arasm- da. Neşet ve Selma da vardır, Selma. artık, millî aşkla elek* irikleımıiş bn müstesna havanın içindedir. Zihninde, milletinin tarih boyunca geçirdiği maceralar: gözünün önünde, ulaştıkları hedef ve yarınm kurucuları genç izci­ler ve öğrenciler bulunmaktadır.” *

Yakup Kadri'nin Bir Sürgün adlı romanı, 1937 yılında, önce Ulus Gazetesi’nde tefrika edilir, daha sonra da kitap hâlinde yayınlanır. Bu roman ve Hep O Şarkı, yazarın da­ha önce yazdığı eserlere sağlam bir temel arama gayreti­nin ürünüdür. Yakup Kadri, romanlarının hemen hepsinde aydını problem olarak alır, onun hayat ve halkla ilişkisi üze­rinde durur. Bu aydının tabiî muhitine ve şartlarına yaban­cılığım. yalnızlığını vurgular. Toplumumuzda bu aydın tipi birden bire ortaya çıkmamıştır. Tanzimat sonrası batılılaş­ma hareketi söz konusu tipin ortaya çıkışına zemin hazır­lamıştır; Bir Sürgün romanının birinci dercedeki kahramanı Doktor Hikmet XIX. yüzyılın sonlarında Türk yüksek sosyetesini oluşturan ailelerden birinin çocuğudur. Dikkatle yetiştirilmek istenmiş Hikmet, çok okuyan ve ya­bancılarla ilişkide bulunmaktan özel surette zevk alan bi­ridir. Ailesi Sultan Murat taraftarı olarak bilinir. Doktor Hikmet, bu yüzden İzmir’e sürülmüştür. O. İstanbul’da da kalsaydı bir sürgün hayatı yaşamaya mahkûmdu, çünkü okuduğu eserler, ilişkide bulunduğu insanlar ve yetiştiril­me tarzıyla Batı'ya. özellikle Paris'e bağlıdır. Onun Paris’e kaçışı. Fethi Naci'nin Türkiye'de Roman ve Toplumsal De­ğişme adlı kitabında haklı olarak ifade ettiği gibi siyasi ma-

s.224-226

89

Page 97: Yakup Kadri

hiyette değildir, son derece ferdidir. Kendinden kaçıştır. Avrupa'dan şikayeti de yine Paris'in ve Fransızların kötü­lüğüne bağlanamaz. O. olayları belli bir anlayışa göre de­ğerlendirmez. Doktor Hikmet’te her şey ferdi fanteziye göre kıymet kazanır. Onun rahat yaşamaktan, entellektüel gö­rünmekten başka büyük bir ideali, bir meselesi yoktur. Doktor Hikmet tipiyle Yakup Kadri geçen asrın sonu bu as- rm başlarında hayatımıza hakimolan aydının karakteris­tik özelliklerinden bazılarını gözler Önüne sermek ister. O. basit bir hülyanın adamıdır; Paris cennettir. Orada her türlü İnsanî değer vardır. Hürriyet mücadelesi de Paris'te yapı­lır. Ancak Türkiye’den giden para kesilince bu şehrin çeh­resi değişir. Bu aydın, hem Türkiye’yi hem de Batı'yı anlayamaz, aslında böyle bir iddiası da yoktur. O. devrin gerçekliğinden uzak, kendi hayalinde yarattığı bir dünya­da yaşar. Milliyet endişesi, siyasi mücadelesi bile ferdi fan­tezinin ötesine geçemez. Sanki her şey şakadır. İşte Bir Sürdün adlı roman böyle bir tipin dramını gözler önüne serer.

Geçen asrın sonlarında Fransız romancılarının eserleri ve onlar çevresindeki sohbetlerle aydınlarımızın bir kısmın­da gerçekle pek az ilişkisi olan bir batı imajı ortaya çıkar. Bu imajın hemen yanıbaşında zindan Türkiye imajı vardır. Birinden diğerine geçişin tek yolu kaçıştır. Ancak bu insan­lar batının değer hükümlerine, cemiyet düzenine göre de­ğil, doğunun hayatı içinde zihinlerinde yarattıkları batı imajına göre yetişmişler. Bu yüzden kaçış huzur getirme­yecektir.

Doktor Hikmet, 1904 yılında tiksindiği İzmir'den Marsil­ya'ya giden bir gemi ile Fransa'ya kaçar. Marsilya'dan Pa­ris'e geçer. Orada bir yıl kalır, ittihatçılarla tanışır. Onun ittihatçılarla ilişkisi, bu gruptaki insanların da Hikmet gi­bi olduklarını ifadeye zemin hazırlar. Bunların pek çoğu ce­m iyet mistiği değildir, ferdi kavgalarını sürdüren

90

Page 98: Yakup Kadri

insanlardır. Herbiri, biraz, ayrı bir Doktor Hikmet’tir.

Doktor Hikmet, yabancı bir çevrede iş bulmak, dost edin­mek zorundadır. Hayalî batı, yerini gerçeğe bırakır. Gerçek serttir. Paris’te yaşamak Hikmet’e son derece zor gelir. Sev­diği kızın ve ailesinin kendisine gösterdikleri yakınlığın ar- kasmda menfaat endişesi vardır. O, aradığını bulamamıştır. Aslında ne aradığı da pek belli değildir.

Hikmet’te hayal ile gerçek çatışır. Türkiye’den gelen pa­ra kesilince Hikmet’in maddî durumu bozulur, sevdiği Ar- lette onu terkeder. Bu. bir yıkımdır. Doktor Hikmet vereme yakalanır, dostu Dr. Pionet bütün gayretlerine rağmen has­talığın önüne geçemez.

Bu romanda yer yer Jön Türkler den söz edilnâî -. bun­lardan bir kısmının ismi zikredilmiştir. Böylece bir siyasî roman yazılmamış ama bir siyasî grubu meydana getiren bazı insanların özellikleri, edebî türün verdiği imkan ölçü­sünde ifade edilmiştir.

Eseri, bütün olarak yukarıda sözünü ettiğimiz batı ima­jına bağlı Türk aydınının dramı şeklinde düşünmek yerin­de olur. Bu aydın hem kendisine yabancı, hem de batıyı gerçek anlamda anlamaktan acizdir. Davranışlarının teme­linin ne sağlam bir ideal, ne de millî endişe bulunmaktadır^ Dördüncü baskısına yazdığı “ Bir Sürgün Üzerine" başlık­lı yazıda Attila özkırımlı, eseri şöyle değerlendiriyor: “ Gö­rünürde Dr. Hikmet’in dramıdır bu. (...) Temelde bir dönemin, bir dönemde yetişen bir kuşağın öyküsüdür. Ko­şulları, düşünsel çabalan, arayışları ve eylemleriyle çıkış yolunu bulmaya çalışan, ama yanlış teşhis koyduğu için amaçta da yanılan ve böylece kendini olumsuzlayan bir ku­şağın öyküsü.”

Bir Sürgün’den 12 sene sonra Yakup Kadri 1949 yılm-

91

Page 99: Yakup Kadri

da Panorama'nm birinci cildini yayınlar. Aynı romanın ikinci cildi 1952'de kitap halinde okuyuculara sunulur.

Yazar, Panorama ’da, çeşitli olaylar etrafında Atatürk in­kılâpları ve Cumhuriyetle beraber gelen değişik tipleri ta­nıtmakta, memleketin karşı karşıya bulunduğu bazı problemleri bu tipler çevresinde anlatmaktadır. Bunlar Şap­ka Kanunu'nun çıkmasından İkinci Dünya Savaşı'na ve De­mokrat Parti’nin iktidara gelmesine kadar olan olaylarla birlikte nakledilmektedir.

Romanda, baştan sona kadar, bir çok vaka birbirinden ayrı olarak yürür. Denilebilir ki. bu romanda Cumhuriyet’in ilk yılları Türkiye’sinden çeşitli insan manzaraları ve bu in­sanlarla birlikte meydana gelen birtakım olaylar edebi tü­rün imkanları ölçüsünde sergilenir. Yazarın dikkat çektiği olaylara aşağıdaki şekildedir:

Şapka Kanunu’nun çıkmasına kendisi için yapılmış çok büyük bir haksızlık addeden Tahincizâde Hacı Emin Efen­di. evine kapanır ve bir daha da dışarı çıkmaz. Bu kanun çok zoruna gitmiştir. Ona göre düşmanın memleketi işga­linden bile acıdır. Hacı Emin Efendi’nin oğlu Tahir Bey. vi­layetin parti başkamdir. Bu vilayetin mebuslarından ikisi de Halil Ramiz ve Neşet Sabit’tir. Halil Ramiz Atatürkt il­keleri ve inkilâplanna bağlı, bunlara halka benimsetmek için mücadele veren, önceleri Atatürk'ün sevgisini kazan­mış bir Türk aydınıdır. Buna rağmen son zamanlarda “ şe f­in etrafım kuşatanlar yüzünden eski itibarını kaybetmiştir. Neşet Sabit ise, gözü bakanlıkta olan ve kendi menfaatleri için ne gerekiyorsa yapan birisidir. Samimi değildir. Hal­buki Halil Ramiz, milletvekillerine sağlanan imkanlardan bile tamamiyle yararlanmayı uygun bulmayacak derece­de idealisttir. Bu arada vilayette yapılacak olan belediye başkanlığı seçiminde Cumhuriyet’in gerek yaşayış, gerek­se fikir bakımından taraftan ve uygulayıcısı Namık Ahmet’i

92

Page 100: Yakup Kadri

destekleyen Halil Ramiz. böylece parti genel merkezi göz­ünde biraz daha itibar kaybına uğrar. Çünkü Neşet Sabit ve Tahincizâde ailesi, Namık Ahmet aleyhinde geniş bir kampanya başlatmışlardır. Namık Ahmet belediye başkan­lığını kazanınca, genel merkez tarafından seçim iptal edi­lir. Ayrıca Halil Ramiz’e (...) kasabasında cereyan eden bir olay üzerine bunun tetkiki vazifesi verilir. Bu kasabada Yanyalı Fazlı Bey İsminde bir adam. Ankara’da yüksek mevki sahibi olan akraba ve hemşehrilerinden birinin nü­fuzuna dayanarak haksız yere bir çok mal ve mülke el koy­muş, bununla da kalmayıp kendisini Parti Başkanlığı’na getirtip halkı her yandan istediği gibi soymaya başlamıştı. Halil Ramiz, bu kasabada gerçekleri, ancak hakarete ma­ruz kalan ve şikâyeti yapan Atikler köylüsünün tutmuş ol­duğu Avukat Kenan Bey’den öğrenebilir. Fakat Genel Merkez, Halil Ramiz’in hazırlamış olduğu raporu doğru bul­maz. Böylece de Yanyalı Fazlı Bey’in Atikler köylüsüne yap­mış olduğu eziyet iki katma çıkar. Bu arada Genel Mer- kez’in hoşuna gitmeyen hareketler yapan Halil Ramiz’in yanında Neşet Sabit'in itibarı artmış, hatta bakanlık bile almıştır. Sonradan bakanlıktan ayrıhnca Demokrat Parti’ nin kurucuları arasına girmiştir.

Romandaki diğer olay örgüsü (...) Banka îdare Meclisi re­isi Servet Bey’in ailesi, aile dostları ve Servet Bey’in işi yü­zünden ortaya çıkan bazı tipler arasında cereyan eder. Yazar, Servet Bey hakkında şunları söyler: “ ... her vasfın­dan önce soğukkanlılığı ile tanınır. Muhayyilesi dar, refleks­leri kıttır. Resmî vazifesinden ve kazanç getirir bazı iş­lerden başka, herhangi bir hadise veya gaile üzerinde ehem­miyetle durduğu, zihin ve gönül yorduğu, hemen hiç görülmemiştir.” * Böyle bir adam, kızının tecavüze uğra­ması gibi acı bir olaydan bile fazlaca etkilenmemiştir. Ser­

* Panorama, s. 16

93

Page 101: Yakup Kadri

vet Bey’in kızı Sevim, yazarın deyimiyle hoppadır; sevebileceği delikanlılar, benzemek istediği genç kızlar hep sinema yıldızlarından olmalıdır, en azından onlara benze­melidir. Bir gün, kendisini bir arkadaş toplantısından eve getiren şoför tarafından tecavüze uğrayan Sevim, bu olay­dan sonra bunalıma girer. Bu hastalık, İsviçre’deki tatilde Clark Gable’e benzeyen genç delikanlı ile tanışıncaya ka­dar sürer. Zaten Sevim, daha sonra bu gençle kaçar. Ro­mandaki hemen hemen tek aşk macerası Mühendis Ragıp Bey’in karşılıksız olduğunu bilerek Sevim’e duymuş oldu­ğu aşın ilgidir. Ragıp Bey, maddi yönden de yıprandığı hal­de, İsviçre'de yaklaşık bir buçuk yıl Servet Bey ailesinin peşinde bir sığıntı gibi dolaşır. Çünkü. Sevim'i sevmekte­dir. Ayrıca bu romanda Ragıp Bey'le İsviçre'de bulunan de­ğişik milletlere mensup yabancıların sohbetleri esnasında da İkinci Dünya Savaşı ile ilgili çeşitli görüşler ve Türkiye’­nin durumu dikkatlere sunulur. Bu arada Müteahhit Sırrı Bey, samimi dostu Servet Bey’in de yüz çevirmesiyle iflas eder, en sonunda da köyüne dönmek zorunda kalır. Sırrı Bey’in vaktiyle yanında çalışmış olanlar, şimdi memleke­tin sayılı zenginleri arasındadır. Servet Bey’in oğlu Nedim ise bütün kızların hayranlığını kazanacak derecede yakı­şıklı bir gençtir. Fakat Nedim, kızlarla ilgilenmez, onun tek eğlencesi kumardır. Nedim’in de tıpkı kardeşi Sevim gibi hiçbir fikrî endişesi yoktur. Servet Bey, bir türedi zengin­dir. Bu adamın en son marifeti de. bir kooperatif işiyle bü­tün halktan para sızdırarak, yaşlı memur Muavin Niyazi Bey’in bütün feryatlarına rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın da çıkmasıyla büyük bir servete kavuşmasıydı. Servet Bey. para için her şeyi yapabilirdi.

Romanda, Hayat ve Mektuplar başlıkları altındaki bö­lümlerde. felsefe ve edebiyat öğretmeni Ahmet Nazmi ile İzmir’de Dış Ticaret Ofisi Müdürü Cahit Halid arasındaki yazışmalar dikkatlere sunulur. Cahid Halid tam bir idea-

94

Page 102: Yakup Kadri

listtir. Memleket meseleleri konusunda ise tamamen iyim* serdir. Buna karşılık Ahmet Nazmi, kendi köşesine çekilmiş, kötümser bir gözle memleketin durumunu seyretmekte­dir. Memleket meseleleri konusunda yazar, bu mektuplar­la, kendine has bakış açısını gözler önüne sermektedir di­yebiliriz.

Romandaki vaka zincirlerinden bir diğeri şu şekildedir: önceleri zengin bir hayat süren Osman Nuri Bey, gittikçe sefalete doğru sürüklenmektedir. Karısı Seniye Hanım, kı­zı Selma ve oğlu Fuad ile bir sefaletin eşigindedirler. Fakat bir vezir kızı olan Seniye Hanım, gün görmüş geçirmiş biri olmakla beraber, kocasının bu konuda üzülmemesi için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Osman Nuri Bey. dev­let memurluğundaki görevi sona erdirilince evini ve çocuk­larını terkeder. .Osman Nuri Bey’in oğlu daha sonraları zorla da olsa Hukuk’u bitirir ve bir gazetede çevirmenlik yapma­ya başlar. Bu arada aynı gazetede çalışan Sırplı bir gençle komünizmle ilgili tartışmalara girer, fikir alış-verişinde bu­lunur. Böylece Sırplı genci komünizmden caydırmaya uğ­raşır. Fuad, daha sonra polis olduğundan şüphelendiği Turgut adlı birisiyle fikir tartışmalarınâ başlar. Yakup Kad­ri. bu fikir tartışmaları ile kendi dünya görüşünü dikkatle­re sunar denilse hata olmaz. Artık An Gazetesi yazarı olan Fuad’m kızkardeşi Semra ise, zengin, baba parası yiyen Sa- cit adlı birisiyle metres hayatı yaşamaktadır. Bu olay, ken-* dişini ve zaten hasta olan annesini çok üzer. Fuad, işte böyle üzgün olduğu gecelerden birinde daha önce felsefe doçenti iken tanıştığı ve fikir alış-verişinde bulunduğu şim­diki profesör Ahmet Nazmi (Cahid Halid ile mektuplaşan felsefe ve edebiyat öğretmeni) ile yürürken tenha bir yerde karşılaştıkları tarikatçılar tarafından taşlanarak öldürü­lürler.

Panorama adlı romanda bir de Komiser Hamdi Bey ve çevresindekiler arasında meydana gelen olaylar nakledilir.

95

Page 103: Yakup Kadri

Evlenmiş olduğu üç kaLrısım da aynı şekilde kundak oyu­nuyla öldüren Hamdi Bey, dördüncü karısı Nebile’de bu­na muvaffak olamaz ve tutuklanır. Görünüş itibariyle çok temiz bir insan olan Hamdi Bey, kadınların yalnız ayak ta­banından zevk alan sapık birisidir.

Romandaki Pertev vc Ziver ile de İstanbul sokaklarm- daki sefalet anlatılmaya çalışılır. Bu iki çocuğun yaptığı hır­sızlıklar, çektikleri sefaletler bir başka hayat tarzını dikkatlere sunmaya zemin hazırlar.

Yakup Kadri’nin bu romanında, ayrıca, “ Yeryüzünü Kaplayan Bir Yas” adlı bölümde Atatürk’ün ölümü ve bu ölümle bütün memleketin matemine dikkat çekilir.

Hâkim bakış açısıyla kaleme alman bu romanda, yazar, bazen bu işi Ahmet Mithat Efendi gibi bir hâle sokmaktan da çekinmez, okuyucu ile sohbete başlar; “ Okurlarımız bu hikâye boyunca Komiser Hamdi Bey’in karısından çok de­fa ‘genç kız’ diye bahsettiğimizin mutlaka hayretle farkı­na varmış olacaklardır. Ne yapalım ki, ona hâlâ bir genç kadın diyemiyoruz. Gerçi Nebile, medenî kanuna göre bir genç kadındır ama, fizyolojik bakımdan henüz bu merte­beye ermiş sayılamaz.’ " Bu gibi sohbetlere birkaç yerde daha rastlamak mümkündür.

Bu iki ciltlik romanda Yakup Kadri, Cumhuriyet’in ilâ­nından 1952’ye kadar geçen süre içerisinde. Türk toplu- munun sosyal görünüşünü yansıtmayı gaye edinmiştir. Romanın asıl teması Cumhuriyet Türkiye’sidir. Tipler, bazı temaları dikkatlere sunmaya hizmet eden sembol duru­mundadır. Onları Türkiye Devleti’nin karşı karşıya bulun­duğu problemlerden ayrı düşünemeyiz. Niyazi Akı'nın bu

• Psnorama, s. 237

96

Page 104: Yakup Kadri

roman hakkındaki şu kanaatleri son derece isabetlidir: ‘ ‘ 1949 ve 1952 yıllarında yazdığı iki ciltlik Panorama 'siy­le yeni bir tekniği deneyerek cemiyete, zaman, mekân, şa­hıs ve entrik bakımından çok daha geniş bir zaviyeden bakar.

Yakup Kadri’nin bu tarzda bir yeni roman konstruksi- yonuna ulaşmasında da Fransız romanından gelen bir ede­bî nevi görgüsü rol oynar: bu hususu kendisi de itiraf eder. Muharriri, cemiyete yüzünden ziyade kesitinden bakma yo­lunu gösteren, ona bu çeşit roman mimarisine gidecek kül­türü veren eserler arasında Roger Martin du Gard'ın Les Thibault'su İle Jules Romains’in Les Hommes de Bonne Vo- lontesi bulunduğu düşünülebilir.'

Bu romanda Yakup Kadri, seçilmiş insanlar arasındaki ilişkiden ziyade, aym memlekette ve aynı zaman dilimi içe­risinde yaşamaları sebebiyle birbirini tamamlayan insan­lar üzerinde durur. Böylece de memleketin bazı kesitlerini gözler önüne sermeye çalışır. O. iki ciltlik bu romanıyla Türk inkılâplarının gayesine ulaşmadığını, bu yenilikleri benimseyip geniş kitleye yayacak aydin tipinin yetiştirile- medigini, edebî türün imkanları ölçüsünde, sezdirmeye gayret sarfeder. Diğer romanlarında olduğu gibi bu eserin­de de yaşanılan hayattan alınan unsurlarla kitaplardan öğ­renilenlerin iç içe girdiği görülmektedir.

Yakup Kadri’nin son romanı Hep O Şarkı adını taşır. Bu romanı Kiralık Konak'tan Panorama'ya kadar birbirini ta­kip eden zaman dizisinde ilk sıraya koyabiliriz. Yakup Kad- ri'nin romanları, konuları bakımmdan sıralanacak olursa, bu zincirin ilk halkasının Hep O Şarkı olması gerekir.

Niyazi Akı. T a k ttp K a d r i K arao8m anoğ;lıt. s. 171

97

Page 105: Yakup Kadri

Münire’nin doğum tarihi, bu romandaki zaman unsurun­dan bizi haberdar eder: "Şu gözler üç padişah devri gördü. Dördüncüsünü de yirmi joldan beri yaşamaktaymı. Dört padişah... Anneciğim söylerdi: Ben, rahmetli Sultan Abdül- mecid’in onuncu Cülüs Şenliği gecesi dünyaya gelmişim. (1849) Demek ki, o vefat ettiği ve yerine Abdülâziz Efendi­miz tahta çıktığı yıl onbir oniki yaşlarında koskoca bir kız­dım.” *

Romanda, anlatıcı durumunda bulunan Münire’nin ha­yatı bir anda gözünün önünde canlanır. Bu tıpkı daha sonra kaleme alınan Tank Buğra’nın Osmancık romanında Os­man Bey’in ölüm döşeğinde gözünün önünde canlanan ha­yatı gibidir. Demek ki Hep O Şarkı’da, anlatma zamanı ve vaka zincirinin oluşturduğu zaman birbirinden farklı şekil­lerde karşımıza çıkar. Münire’nin kısa bir anda gözlerinin önüne gelen hayatı, okuyucuyla bimevi sohbet şeklinde dik­katlere sunulur: “Ah, nerede ise size romanımın sonunu açık- layıverecektim. Durun bakalım; oraya varmcaya kadar neler olmadıkı....... Şimdi biraz da kaynanamın nasıl vakit geçir­diğini anlatayım,.....Romanda, yalnızca Münire’nin görebil­diği. duyabildiği, aklının ve hayâlinin yetişebildiği şeylerden haberdar olabiliriz. Kahraman anlatıcı bakış açısıyla kaleme alınan bu romanda, her şey, anlatıcının hafızasının akışıyla gözler önüne serilir.

Eserin başında roman yazmak için kaleme sarılmış olan bir kadınla karşılaşırız. Bu kadının yaşamış olduğu bir aşk hikâyesi romanın konusunu teşkil eder: Bir paşa kızı olan Münire, henüz çocuk yaşta beraber büyüdüğü konak kom-

Hep O Şarkı, s.23 Hep O Şarkı, s.58

Hep O Şarkı, s.65

98

Page 106: Yakup Kadri

şuları Hakkı Paşa'nın oğlu Cemil’i sevmektedir. Çevresin­de uçarılığı ve çapkınlığı ile tanınan Cemil de Münire’ye ilgi duyar. Cemil, Münire’yi babasmdan istetir. Ancak Münire’ nin babası, çapkınlığıyla ün yapmış olan en yakın arka­daşının oğlu Cemil’e bu yıizden kızını vermez. Münire, ba­basının vermiş olduğu kararlara son derece saygılıdır. Mü­nire, daha sonra, Nafi Molla'nm oğlu Rüknettin Bey’in karısı olur, onların konağında yaşamaya başlar. Bu konağa ge­len dalkavuklar arasında Zeyrekli Fatma Hanım denilen bir kadın sayesinde Cemil ile tekrar buluşmaya başlar. Bu ara­da Rüknettin Bey. daha değişik bir söyleşiyle Küçük Molla Bey’in konaktaki bir Habeş kızını hamile bırakması olayı üzerine, Münire, baba evine döner. Babasının konağında Cemil’le işaretleşmeler zevkine, yalıda ise Cemil'in dışarı­dan söylediği “ o şarkı”yı duymak saadetine tekrar erer. Bu­rada da Zeyrekli Fatma Hanım’m rolünü, daha sonra Bektaşî olduğunu duyacağımız Şâhende Hanım, yani Mü- nire'nin halası üstlenir. Cemil ile Münire’nin bu yasak be­raberlikleri, Cemil’in bir sultan ile evlenmeyi reddetmesi ve bu yüzden Anadolu’ya sürülmesi ile son bulur. Yirmi- beş yıl sonra çökmüş, hayatın çeşitli oyunlarından geçmiş Cemil ile karşılaşan Münire, hayâl kırıklığına uğrar, otuz- beş yıl, belki de daha fazla bir süre yaşamış olduğu aşk so­na erer.

Romandaki şahıs kadrosunu meydana getiren fertlerden^ Münire ve Cemil dışındakiler ise, bu aşk hikâyesinin açık­layıcısı olmakla beraber devrin yaşayışını da dikkatlere sun­mada önemli rol oynarlar. Devrin eğlence hayatını ve yüksek sosyete yaşayış tarzını sunmada Eşref Paşa ve Pa­kize Hanım’ın, Münire’nin halası Şâhende Hanım kadar ro­lü vardır. Münire’nin annesi ile kaynanası arasındaki fark ise iki ayrı kadın zihniyetini dikkatlere sunar. Biri, ailesi­nin ve çocuğunun saadetini düşünen, ağırbaşlı tam bir ha­nımefendidir. Diğeri ise, kendisinden alt seviyedeki bohçacı

99

Page 107: Yakup Kadri

kadınlarla dedikodu etmeyi seven, nezâketten habersiz, yal­nız yemek yemekten ve konuşmaktan zevk alan bir kadın­dır. Bütün bunlar Nafi Molla Konağı çevresinde anlatılır. Ayrıca, bu konak ç evresinde devrin kadınlarmın nasıl ya­şadıkları da edebî türün imkânları içersinde anlatılmak istenir.

Münire’nin halası Şâhende Hanım, bize Nur Baba roma­nındaki Ziba Hanım’ı hatırlatmaktadır. Zira, Şâhende Ha­nım da Ziba Hanım gibi gönül çoşkuniuğunu. eğlenceyi temsil eder: Bektaşî tekkesinin müdavimi ve gençler ara sındaki gönül ilişkilerinde aracı olmaktan zevk alan birisi­dir. Cemil Bey’in Boğaziçi’nde kadınlara “ o şarkı” yı söylemesi de Nur Baba’nm Nigar için söylediği şarkılara benzer.

Bu roman, bir aşk hikâyesinden ziyade, bir devrin ya- şayız tarzına ışık tutar. Hep O Şarkı daha sonra yazılması­na rağmen, mekân ile ilgili meselelerde Kiralık Konak'm. şahıs kadrosunun teşkil eden fertler arasındaki ilişkilerle de Nur Baba'nm hazırlayıcısı durumundadır.

Böylece Yakup Kadri, romanda ele aldığı zihniyet fark­lılığının sebep olduğu çatışmanın, Tanzimat’la birlikte ai­le ve toplum hayatımızda, ortaya çıktığını ifade eder.

100

Page 108: Yakup Kadri

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU'NUN ESERLERİNDEN SEÇMELER

NİRVANA

“ Gece yansı. Belki daha geç bile. İç içe iki yatak odası. Sahneyi teşkil edeni kadına mahsus. Koyu kırmızı abajur- lu bir el lambasıyla nim münevver, öteki, iki kanadı açık kapılarıyla buradaki küçük lambanın ziyasından hemen hiç hissement olamıyor. Kamilen zulmet içinde: Yalnız ayna gibi, lâke karyola ve dolap gibi parlak birtakım eşya dışarı­dan akseden hafif ziyaların yardımıyla mevcudiyetlerini hissettirebiliyorlar. Fakat beriki odada her şey kâfi derece­de nazarı okşuyor, burası bütün zarafeti, bütün nefaseti, ziyneti, şi’riyle bir kadın -yatak- odası.”

Mihriban —(Yirmi üçlük dilber bir genç kadın. Gecelik ha­liyle, masasının başında kitap okur. Fakat zihnen pek meş­gul, pek dalgm, pek asabî görünür. Gözleri bazen gayr*i muayyen bir noktaya dalıp kalır. Bazen telaşla ayağa kal­kar, kapının aralığından dışarmm sükûnunu dinler. Son­ra. yerine avdet edip “ Yok, yine gelmeyecek. Yine gelmeyecek, aman ya Rabbi!” tarzında birtakım şeyler söy­leyerek dudaklarını kemirir.) (Nagehan bir ayak sadası, ka­dın dikkatle dinler. îçeriki odanın kapısı açılır. Oldukça büyük bir gürültü ile karanlığın içinde bir gölge dalgalanır. Bu gölge tâ ara kapmm eşiğine yaklaşır. O zaman orada yir mi beşlik, solgun benizli, derin ve yorgun nazarlı bir genç tecessüm eder: Mihriban’ın kocası: Necdet.}

m

IV

Page 109: Yakup Kadri

Necdet — (Kapının eşiğinde içeriye girip girmemekte mü­tereddit) Oo!.. Sen bu saatte uyanık?! Lâkin niçin?.. Yoksa yine beni mi bekliyordun?..

Mihriban — Hayır Necdet... seni değil, seni değil, uykuyu bekliyordum.

Necdet — Uykuyu mu?.. Ha... evet... o bazen hiç gelmez, uyku!..

Mihriban — ‘Dudaklarınm istihkara benzeyen acı bir tebes­sümüyle) Evet!..

Necdet — (Yaklaşarak) Uyku... hasta ruhların, humma için­de yanan, çırpınan ruhların ondan başka nesi var? Uyku, o insanı adileştirir, hayvanlaştırır. Fakat aynı zamanda teselli eder. (Bir koltuğa oturur.)

Mihriban — (Aynanm önünde saçlarmı toplayarak, arkası Necdet'e dönük) Evet!..

Necdet — İşte o bazen bizden o kadar uzaklaşır... bizden o kadar kaçar ki... Uyku!..

Mihriban — (Onu göz ucuyla tetkik eder.) Necdet odana çe* kilsen, artık... Görüyorsun ki. neredeyse sabah olacak!...

Necdet — (Dalgın) Evet!.. Vakit o kadar geç, o kadar geç ki..

Mihriban — O halde?

Necdet — ...

Mihriban — (Kocasının müphemiyet-i etvarmdan şüphele­nerek) Necdet! Necdet!.. Baksana!.. (Bakışırlar) Yine içtin!.. Yine içtin değil mi?..

Necdet — (Lakayt) Evet. Mihriban!.. Yine, yine içtim..

Mihriban — (Asabî) Lâkin ben sana kaç defa söyledim. Kaç

102

Page 110: Yakup Kadri

defa sana bu halde eve gelme, dedim.

Necdet — Hakkm var. Mihriban!.. Fakat bu gece, bu gece yalnız kalmaktan o kadar korktum ki.. (Zevcesinin merlıa- met saçan nazarları altında) Bu gece senden, evimden uzak bulunmak beni o kadar titretti ki... Bütün bu akşam, ben. anasını kaybetmiş bir çocuk melaliyle gezdim, gezdim...

Mihriban — Peki, peki... o halde haydi yat!.. Görüyorsun ki, ben uykusuzluktan ölüyorum.

Necdet — Yok, yok, Mihriban!.. Bu akşam seninle uzun bir mükâleme zemini açmak istiyorum. Bu akşam senin ve be­nim istikbalimiz hakkında... senin ve benim hayatımız hak­kında... bazı şeylere karar vereceğim. İstiyorum ki bu kördüğüm... hayatımız...

Mihriban — (Şakacı, fakat dalgın) Oo!.. Ooİ... Tamam vak­ti! Hep bunları yarına bıraksak olmaz mı?... Şimdi ne seni dinleyecek... ne sana söz yetiştirecek bir halde değilim...Fa­kat yarın sen ayıldıktan ve ben de sersemliğimi dağıttık­tan sonra...

Necdet — Yarın!.. Oh, bu çok uzak, yann! (Mihriban çorap­larını çıkarır, yatmaya hazırlanır). (Necdet müsterihim) Ri­ca ederim Mihriban.. beni dinle! (Ayağa kalkar ve genç kadmı elinden çekerek yanmdaki koltuğa oturtur.) (Bir müd­det) Mihriban ben senin nazarında nasıl bir mahlûkum?..

Mihriban — (Gülerek) îyi!..

Necdet — Hayır Mihriban. Hayır, hiç değil!.. Ben sana çok fenalık ettim. Düşün, senin genç kızlık hülyalarını... sema­yı bikrü ismetinde yaldız kanatlı zarif bir sürü kelebek gi­bi uçuşan o hülyalar... Onları kim hırpaladı?.. Onları kim çiğnedi?.. Kim öldürdü düşün, o kelebekler ne oldu? Sev­mek ve sevilmek bu senin için yegâne gaye-i hayat idi, de­ğil mi? Bu senin için öyle cennet-iktiran bir sina-yı saadet

103

Page 111: Yakup Kadri

idi ki... oraya yetişebilmek için sana ne lâzımdı? Dinç ve tuvana, zarif, pûr-sevda iki kol... iki erkek kolu... seni ku­caklayıp bir hamlede oraya îsal edecekti, sevecektin ve se­vilecektin!

Mihriban — Sevilmek bahsini geç... Fakat sevmediğim, sev­mediğim ne malûm!

Necdet — Ya. öyleyse dur!.. Sana bu akşamki kararımı söy­leyeyim.

Mihriban — Ne demek istiyorsun. Necdet?..

Necdet — Bu akşamki kararımı, diyorum, Mihriban! Her şe­ye nihayet vermek için bu akşam böyle bir şeye karar ver­dim. Bu akşam... Hayır! Söylemeyeceğim!.. (Tagyir-i sada ile) kimi seviyorsun Mihriban?..

Mihriban — (Bir galeyan-ı ismetle) Ah o nasıl sual, o nasıl sual? Necdet!..

Necdet — Demincek söylememiş miydin?..

Mihriban — Neyi?

Necdet —Lâkin Mihriban sevdiğini... ve ben birden bire bu­na sevinmiştim, oh. demiştim, oh demiştim, artık bana ih­tiyacı kalmayacak...

Mihriban— (Helecan ve ıstırapla) Oh. Necdet, Necdet!.. A l­lah aşkına... (ve hıçkırıkların zapt için robdöşambnnın ya- kasmı kemirir, Necdet ayağa kalkar, asabi dolaşır, dolaşır, odasma gidecek olur, fakat birden döner.)

Necdet — (Garip bir sada ile) Mihriban. Mihriban!.. Korku­yorum.. (Genç kadın ayağa kalkar, telaşla genç adamın yü­züne bakar, o sapsarıdır).

Mihriban ~ Necdet. Necdet, ne oluyorsun?..

104

Page 112: Yakup Kadri

Necdet — (Sahnenin ortasına kadar ilerleyerek) Korkuyorum.

Mihriban!.. Öyle zannediyorum ki, bu akşam onun gibi ola­cağım, babam gibi... ben de...

Mihriban — (Kocasının kolunu sarsarak) Yok. Necdet, yok... kendine gel, yetişir... (Onu kanapeye oturtur, yüzüne su serper, eter koklatır.)

Necdet — Ah. hastalık ve ölüm önünde insan birdenbire na­sıl alçalıyor... Ben, ben ki -değil mi Mihriban?- düşün, ha­yata karşı ne kadar kindardım... Böyle olduğu halde bile!..

Mihriban — (Bir valide şefkat ve ihtimamıyla onu okşaya­rak) Fakat şimdi geçti, geçti artık değil mi?.. Ah bu ispirto, eminim ki hep o...

Necdet — İspirto, evet, o pek fena... o pek adi şey, fakat uy­ku gibi ispirto teselli eder. Hayatla, hakikat-i hayatla karşı karşıya gelindiği zaman... hayat bütün boşluklarıyla, hiç­likleriyle sizin önünüzde ve siz bu boşluğun karşısında yal­nız. Jrapayalnız kaldığınız zaman etrafınızda tutunacak bir şey ararsınız, bir şey... ve ben onu ispirtoda bulurum... Bu bana babamdan geliyor, bu deva... Mihriban!..

Mihriban — Peki, peki anlaşıldı. Fakat o kadar istirahata muhtaç olduğun böyle bir zamanda... artık sussan ve yat­san Necdet...

Necdet — (İşitmiyor gibi sözünde devam eder.) Musikî... Haa bak! Musikî, hayatta o da bir şeydir. Fakat musikî., in­sanı aldatır. O vefasız bir kadma benzer, Musikî hain ve za­lim bir âlihedir. Musikî öyle ellerdir ki sizi bulunduğunuz yerden alır, yükseltir, yükseltir... sizi bir mesti-1 suut için­de uyutarak sema-yı sanatın bütün tabakatmda gezdirir; öyle zannedersiniz ki artık bir daha arza avdet etmeyecek­siniz. o sefil arza... o kadar yükselirsiniz... Fakat o eller, si­zi tutan, sizi yükselten eller, musikî elleri sizi birden

105

Page 113: Yakup Kadri

bırakıverirler o zaman...Mihriban — (Şakacı) O zaman semadan düşüp yerde ağla­mak pek hazin olur değil mi? Hazreti Adem gibi!.. Bunla­rın hepsi anlaşıldı, fakat yat artık Necdet!..Nccdet — ... O zaman, siz tekrar sizi yerde bekleyen mela- metlerinize kavuşursunuz... Fakat nasıl? Ne halde?.. O mühlik sükûtun ruhunuzda açtığı cef-i sergerdanî içinde evvelkinden daha zayıf, evvelkinden daha aciz olarak!.. Sonra şiir!.. Şiir, o da musikînin hemşiresidir, o da zalim­dir. Şiir öyle sihrâmiz bir altın burgudur ki, sizin beyninizi tatlı tatlı oyar, deler, deşer. Orada öyle mini mini, hurdebi- nî yaldızlı uçurumlar açar ki, onlan doldurmak için...Mihriban — ...Yalnız uyku lâzımdır... Yetişir, diyorum, ye­tişir artık, Necdet sus!... (Yatağına doğru gider, Necdet kı­mıldamaz. kendi kendine söylenir g ib i).

Necdet — ...Bütün bir ebediyet kifayet etmez... Hulâsa sa­nat...bütün akşamında sanat... Oh. ondan nefret ederim...O Mısr-ı kadîmin bir busesini vermek için bir can alan me­likesine benzer. Et^t, sanat bir Kleopatra’dır... Ben Kleo- patraların eteği dibinde, zehir şişelerinin arasında ölmek isteyenlerden değilim... Oh, bunlar hep acı ve boş şeyler, bunlar hep acı ve boş...Mihriban — (Yatağına girmek üzereyken döner. Necdet'in yanma yaklaşır, korkak bir çocuk sokulganlığıyla, onun oturduğu koltuğun kenarına ilişir ve yavaşça, ve yavaşça onun boynuna sarılarak, kulağma) Yalnız bir şey unuttun bir şey, Necdet, bütün bu acı boşluklar içinde bir şey var tatlı bir doluluk: Aşk ve buse...

Necdet — (Aynı vaziyette dalgm) Ben, ben sevdiğim zaman bir hayvan gibi manasız olurum, topal, sakat, yaralı bir hay­van gibi... Kamçı ve gem şehvetin elindedir; o vurmaktan ve ben vurulmaktan haz alırız... Yok bu çok adi şey!.. Aşk, aşk hissiyatın, istirahatın en adisi, Mihriban!.. Aşk, kelime­lerin en mülevvesi: o, bütün çirkin çıplaklığıyla bizi hırpa­

106

Page 114: Yakup Kadri

layan şehvetten, bu kelimeden daha kirlidir; çünkü Mihriban, aşk demek mürai şevhet demektir. Evet aşk., (du­rur) baksana, kamus-ı beşerde en ziyade, en ziyade nazarı ürperten, nazarı iğrendiren şey nedir?.. Hodgâmlık!.. Cina- yelleri, sirkatleri, tüyleri ürperten bütün haksızlıkları, ruh-i beşerin mülevvesatını kusan bu şey... işte aşk buıidan da... bundan da sefildir. Mihriban!.. Çünkü o hilekâr bir hodgâm- İlktir... İşte bu çamurdan buse doğar, aşkın piçi buse! Mihriban — Mütehayyir. mütelâşî, korkak hareketlerle ve bazen zaptedilemeyen edat-ı nidalarla, zevcinin bu mafev- kalakıl nutk-ı garibini dinler) Yok ama... yok, hiç de değil. Ne bedbinlik bu!.. Necdet bunları sen mi söylüyorsun?.. Necdet bana bak bakayım... Oh, sen hâlâ sarhoşsun!..

Mensur Şiirlerinden

ERENLERİN BAĞINDAN

I

Yıllar yârlardan, yârlar yıllardan vefasız... Kara baht bir kasırga gibi. Bu ne baş döndürücü iş? Geceler günleri, gün­ler geceleri kovalıyor; cefalar cefaları kolluyor. Saçlarımız­da aklar akları alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Tevekkül güç, isyan vahim; felek hiç rahmetmeyecek mi? Heyhat, aziz dost, onu döndüren kara bahtın kasırgası...

"Bahçeler bozuldu; yuvalar dağıldı; yollar silindi; cihan viran oldu.” Yaşlı gönül, şimdi böyle diyor; her şeyi kendi­ne eş görüyor. Bu da bâtıl hislerden biri... Cihan ne vakit mamur idi? Bahçelerde ne vakit güller açtı? Ne vakit yu­valarda bülbüller öttü? Yollardan ne vakit yârlar geldi? Um­duk. bekledik, düşündük. Hangi şey umduğumuza uygun

107

Page 115: Yakup Kadri

düştü? Gördüğümüz düşündüğümüze benzedi mi? Gelen­ler beklediğimize değdi mi? O mesul ve ulvî saatler hangi saatlerdi ki, içinde iken: “ Geçmeî dur” diye haykırdık? Hiç­biri. aziz dost, hiçbiri! Belki hepsini geçsin, gitsin diye bek­liyorduk. zira onlar birbirinden çirkin, birbirinden değersiz saatlerdi. Kimi bir damla göz yaşıyle, kimi tekbir “ Eyvah" ile. kimi bir esnemeyle, kimi yalnız sükûtla dolup gitti On­lar. birer birer tekrar gelsin ister misin? Hayır, hayır, ha­yır: değil mi? Nasıl ki en aziz ölülerin bile döndüğünü istemiyoruz. Ademde ezici ve gaspedici bir kudret var. He­pimiz ona yönelmiş bekliyoruz, ne kadar yaratıcı ve kud­retli ruhlar akıbet ona râm oldu. Dünyayı idâm mahkûmlarıyle dolu bir zindana benzeten hâkim doğru dü­şünmüş. Hepimiz için akıbet o meş’um şafak sökecek. İnan ki şimdiden yola çıkan kafilenin içindeyiz. Biraz ötede si- yasetgâh görünüyor. Bu siyasetgâhta yıllarca süren işken­celerle can veriliyor. Doğduğumuz gün, işte, bunun için ağladıktı. Ve “ Güldüktü de!“ diyeceksin. Evet, o gülüş he­nüz bıraktığımız cennetin yâdı idi. İlk vatandan o hafif ışık daima yüzümüzde kaldı. Bu hafif ışıktan da mahrum olsay­dık, yolumuzun karanlığında, şimdiye dek, kaybolup gider­dik: mihnetimiz dayanılmaz bir raddeye varırdı. Şükür Rabbe ki. bunun sayesinde arasıra iyilikle, güzelliği sezer gibi olduk. Bizi çok defa düşmanların tuzağından bu kur­tardı; her yol dönümünde gece, onlara pusuda rastgelmez miydik?

Bir akşamüstü, gülerek oynayarak, çalarak, şen bir alay dost gibi, nasıl etrafımızı aldılardı. Bir gün de. hatırında mı? Bize, kırlarda pınar perileri şeklinde göründülerdi. Sen, on­larla el ele koşarak, oynayarak kayboldun, bana, tâ içim­den o ışık haber verdi ki, pmar perileri tekin değildir ve durdum. Lâkin bir başka gün, pınar perilerinden daha teh­likeli deniz kızlarının sesine koştum. Yerimize döndüğü­müz vakit sen de, ben de solgun ve yorgunduk ve kalbimiz

108

Page 116: Yakup Kadri

bomboştu ve vücudumuzdaki ter donmuştu. İşte bütün gençliğimiz böyle geçti. Doğduğumuz gün. yüzümüzde gü­len ışık söndükçe zâlim tayflar bizi taştan taşa sürük- lüyordu.

Nedense hülyamız bize kâfi gelmedi! Bütün güzellik gi­bi bütün hakikat de onda değil miydi? Bize aşk için kadm. vecd için bade lâzım mıydı? Biz ki Elest bezminde sevmiş­ler, Elest bezminde mest olmuşlarız. Bu zevahir âleminde­ki her fiilimiz o ulvî sarhoşluğu bozmadan başka bir şeye yaramadı. Şimdi kalbimiz boş, başımız doludur. Ağzım ız­da zehir, gözlerimizde ateş var, tatsız bir sarhoşluk içinde­yiz. Ve artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alınımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Ve elleri­miz, dizlerimiz titriyor ve önümüzdeki ufuklardan l'eria ha­vası esiyor. Söyle gençliğini ne yaptın? Söyle gençliğimi ne yaptım? Bundan sonra hülyalara dalmak artık kabil olma­yacak mı? Bu tez ve tatsız seyahatte o kadar çirkin şeyler gördükten sonra söyle, artık o sessiz, şefik, rayihalı ve şel- faf hayaletler bizim ruhumuzu ziyaret etmeyecek mi? O ruh ki barbar bir diyarın mezar taşlarında kazılı şeytan ve ca­navar resimlerine benzeyen biçimsiz, değersiz, kaba izler­le örtüldü, gitti.

II

Kalbin en aziz mihmanı ne? Safvet değil mi? Vah onu kaybedenlere: onlara artık felâh yok. Sevda ve gençlik be­ni terk etti; ümitle hülya kâh gelip kâh gidiyor. Lâkin o kal­dı. Ey tek vefâlı! Ey mahzun gönlün tek şenliği! Sen bir öksüz hemşirenin ruhumusun?

Gözlerinde yaşlı tebessümler parlıyor: ağzı hayretle ya­rı açık duruyor: ince, uzun parmaklı beyaz elleri var. Dai­ma bir yasemin dalı tutuyor; giydiği yensiz, yakasız bir beyaz gömlektir. Endamı, Ortaçağ ressamlarının zühdî lev­halarındaki göğsü ve karnı düz, bâkir Meryem vücutları gi­

109

Page 117: Yakup Kadri

bi. Ve sanırım, Meryem gibi acısız, ihtilâçsız doğuruyor.

Kaç defa, tâ içimden bana; “ Kardeş, kardeş!’ ' diye ses­lendi. İşte onu, böyle görür, böyle hissederim. Bana söz söy­lediği zamanlar kaç yaşımda olduğumu ve neler gördüğümü unuturum; hayatı arızasız, pâk ve aydınlık gö­rürüm. Düşün ki, bana “ sev!” dese, tekrar seveceğim, “ Bek­le! Ara! Çalış” dese tekrar bekleyeceğim, tekrar arıyacağım. tekrar çalışacağım.

Lâkin o hiç emretmiyor. Yalnız gülüyor ve ağlıyor. Ve diyor ki;“ Bahçelerde sevdalılar kol kola dolaşıyor. Mabet­lerde zahitler dua ediyor. Nur yüzlü hâkimlerle kartal bu­runlu kahramanlar ardından şarkı söyleyerek bir fecre doğru şen kafileler halinde yürüyor. Şairin hayali hayattan, hayat şairin hayalinden güzeli Kim bilir dünyada daha ne kadar güzel ve iyi şeyler var ki gözlerimiz görmedi, kulak­larımız işitmedi.

Ah. bin gözüm, bin kulağım olsaydı da bin şaheserin lez­zetini birden tatsaydım.

Tabiatla insanların ilâhî bir âhenk ve inşirah içinde iyi­lik ve güzelliği yaratmakla meşgul sanıyor. Gılzet. günah ve felâket ona birer kaza gibi görünüyor ve bunun için bâ- zan ağlıyor. Beyaz gömleğine yerzünden ne bir damla kan. ne bir damla çamur sıçradı. İnsanları sevk eden yegâne ka­nunun açlık ve şehvet olduğunu öğrenmedi. Bütün şahe- selerin yarım kaldığından haberi yok. İdeal hasretinin ne yürek yakıcı olduğunu hiç bilmedi. Bununla beraber, bü­tün nebilelerle, bütün kahramanları ve bütün dâhileri o do­ğuruyor. En güzel şiirlerle en güzel levhaların ve en beyaz mabetlerle en beyaz heykellerin anası odur.

Kabil m i ki onsuz milletleri ka lbden tutuşturan k ıv ı lc ım ­lar çıksın; kabil m i ki onsuz saadet ve zafer müyesser o lsun?

110

Page 118: Yakup Kadri

Sabah akşam dua ederim; “ Rabbim, derim; ona kuvvet ver. Ona kuvvet ver ki, nefretle şüpheyi içimden kovsun ve bana yalnız o hâkim olsun.” Ne yazık ki ince ve uzun par­maklı elleri kamçı tutmasını bilmiyor. Hayretle yarı açık ağzına tevbih hiç yakışmıyor. Şecaatin anası iken kavga­dan çekiniyor. Kaç defa gülümser gözleri önünde yılan saç­lı, uzun tırnaklı çılgın, merhametsiz cinler tepinip haykırdılar da o sustu, göz kapaklarını indirdi ve ağladı.

Aziz dost, aziz dost! onlar daha kuvvetli. Onların kemin­den kimseler kurtulmadı. Onlar Rabbin sesini taklit ede­rek nebileri aldattılar; onlar, en dinç kahramanları bir tel saça bağlı yerlerde sürüklediler; şairin kanatlarını onlar yol­dular ve âşığın gönlüne şüpheyi onlar koydular. Şehirlere ateş, milletlere sıtma veren onlardır... Zamâneye onlar hük­mediyor. Bu şimdiki medeniyet, rasathane gibi yüksek, kirli ve abus evleriyle bu şimdiki ülkeler onların eseri değil mi? Tecrübi ilim denilen şimşek gözlü canavarı onlar doğurma­dı mı? Nereye gitmeli? Ne yapmalı? İçimizdeki beyaz göm­lekli bâkireye en emin harem neresidir? Hangi köşede yalnız onunla, yalnız onun için yaşamak müyesser olacak?

Heyhat, aziz dost, dünyada hiçbir yer tekin değil. Hayat- çok tehlikeli. Ruha, her yaş başka bir tuzak gibi.

III

Sevda okundan kim masun kaldı? Kimin kalbinde onun yarası yok? İlâhlar bile vuruldu. Zira, onu tutan gözü bağ­lı bir küçük çocuktur! Dünyanın ortasında duruyor ve he­defini bilmeyerek sağa, sola. öne. arkaya durmadan atıyor. Onu. kimse cezalandıramaz, çünkü masumdur. Kimse göz­ünden bağı çekemez; çünkü büyülüdür. Zaten fânilere onu görmek nasip olmaz ki... O, kaza ve kader gibi ilâhı bir ba­ba ile şeytânı bir anadan doğdu. Şerrinden kurtulmak ve civarından uzaklaşmak için adaklar, tövbeler, oruçlar du­alar. tütsüler ve kurbanlar lâzım. Hepsini yap: aziz dost, hepsini!... En kıymetli malını ada. günlerce diz üstü kal;

111

Page 119: Yakup Kadri

aylarca oruç tut; gecelen sabahlara kadar dua et; dişinden, tırnağından tütsü yak; etinden kurban ver; tek onun zah- minden halâs olasın!...

Sana derlerse ki, sevda ateşi tatlıdır; inanma! Leylâ ve Mecnun'u hatırla; Juliette’le Romeo'yu hatırla; Abelard’Ia Heloise’i hatırla; hangisinin yüzü güldü? Hangisi bir an; “Oh!” dedi? Hasrette mi safa buldular? Vuslatta mı mera­ma erdiler? Hayır, onlar İçin vuslat hasretten, hasret vus­lattan daha acı idi; Mecnun’abiri mezar, öbürü tımarhane oldu. Julliette’çik. yâr koynunda, bülbül öterken ağlıyor­du. Romeo zifaf yatağında hançerle zehiri buldu. Yıllarca Abelard Heloise’den, Heloise, Abelard'dan kaçtı.

Sevdada safa umanlar sevdayı bilmeyenlerdir.Saba melikesi yıllarca sevdiği Süleyman’a kavuşmazdan

biraz evvel acı acı neden ağladı? Neden. Pisişe aşkın en mü­kemmelini tatmışken bir daha sevmem diye ahdetti? Hero sevdalısı Leandro sahili görmesin de denizlerde kaybolsun, diye, karadan elinde tuttuğu meş’aleyi neden söndürdü? Neden Salome, Kenan Peygambere Yahya'nın başını kes­tirdi. Sevdada safa umanlar bu esrarı bilmiyorlar.

Bırdefa yanan kalbe, dünyanın, en serin suları alevlidir ve zavallı sevdalıya yeryüzünde vatan yoktur, her ev ona zindan, her yurt ona menfadır. Aziz dost, aziz dost, bana inan! Bunu çekmeyen bilmez; cinayet, bunun yanında le­kesiz. beyaz bir güvercindir. Cinnet buna nisbetle hikmet­tir ve ölüm bundan sonra bizim için artık korkunç bir sır değildir. Kaç defa, gülerek yanından geçtik. O bize söyle­di. biz ona söyledik. Dedik ki: Pençen şüphenin pençesin­den daha mı kuvvetli? İhtilâçların arzunun ihtilâçlarından daha mı sürekli? Hasretten daha mı acısın? Vuslattan da­ha mı tehlikelisin? Bazı, yâr koynunda denizin boğucu kud­retinden daha müthiş bir halet var. Bazı göz göze ballarken eridiğimizi hissederiz, bize hazırladığın son yataktaki eri­

112

Page 120: Yakup Kadri

yiş de böyle bir eriyiş midir?“ Hayır, dedi; o benden daha kuvvetlidir. Ben onun ya­

nında mahzun bakışh küçük bir mahlûkum. Ondan ürken­ler bana sığınırlar. Kaç sevdalının eli benim başımı okşadı. Kaç sevdalının ateşli dudakları benim dudaklarımda serin­lik aradı. Hiç sönmeyen arzu yangını içinden kaç kalb ba­na “ İmdat!" diye haykırdı, vuslat yatağında benim kucağıma atılanların hadd ü hesabı yok. Trajediyi doğuran ben değilim, odur. Dünyaya ben(öndan sonre geldim."

Evet, aziz dost, sevda ölümden daha zorlu ve ölümden daha yaşlıdır. Adem cennetten kovulduğu için değil, Hav­va'dan ayrıldım diye ağladı ve ilk kan yere sevda yüzün­den aktı. Son damla kan da sevda yüzünden akacak, zaten onun yegâne maksadı kan değil mi? İnsafsız avcı, damar­lardan mukaddes mayi damla damla sızdıkça güler, sarhoş olur. Ona hoş görünmek için ya cellat olacaksın, ya kur­ban... Nedametler, ağlamalar, yalvarmalar, kıvranmalar, kaçmalar, hiç kâr etmeyecek. Ona mutlaka, her dakika ya kendi kanından, ya sevgilinin kanından mükellef olduğun vergiyi ödeyeceksin.

Oklarla oynayan gözü bağlı küçük çocuk! Aman bana bir daha dokunma! Yaşıma hürmet et; hâlime acı! Saçlarım ağardı, alnım buruştu, dizlerim titriyor. Senin seçtiğin kah­ramanlara hiç benzemiyorum, insaniyet denizi, beni çok­tan bir kıyıya attı. İçi boş bir kabuk gibiyim; senin için şerefli bir av sayılamam. Gerçi, bilirim, okunun değdiği yer­de, bir cüceden bir dev çıkarırsın: bir kaditten en güzel en­damı yaratırsın ve sönmüş gözlere yeniden fer verirsin.Bilirim, ilâhların en mucizelisi sensin. Fakat beni mâzur gör: Ben kendimi ilâhların en merhametlisine vak­fettim.

IV

Arasıra, âhiretten haber gelseydi ölüm bu kadar müthiş

113

Page 121: Yakup Kadri

olmayacaktı. Giden gidiyor, hiç dönmüyor ve gittiği yerden hiç ses çıkmıyor. Dönmesin, kalsın. Fakat bu ağır, bu ke­sif, bu korkunç sükût neden?

Gidenler, arkalarından ne kadar ağladığımızı, haykırdı­ğımızı, kalbimizde açtıkları derin boşluğu bilmiyorlar mı? Gözleri kapanmadan evvel başı ucunda hıçkırdıklarımız, vücutları soğumadan evvel ellerini sıktıklarımız ve çene­leri sarkmadan evvel dudaklarından öptüklerimiz var; bi­zi, hepsi de mi unuttu? Orada, dost dostu, kardeş kardeşi düşünemiyorsa, kabil mi ki analar yavrularını, sevdalılar sevgililerini hatırlamasın! Halbuki o kadar analar gitti, o ka­dar sevdalılar gitti ve hiçbirinden haber gelmedi. Aziz dost, bunda muhakkak dehşetli bir sır var...

İşte, bu dehşetli sır önündedir ki, bütün varlığımız titriyor.

Daha bir yıl evvel, daha bir gün evvel yanıbaşımızda kı­mıldıyordu, bakıyordu, konuşuyordu, ağlıyordu, gülüyor ve düşünüyordu, birdenbire yok oldu; tamamıyle bir daha dönmemek üzere yok oldu. Buna nasıl ihtimal verilebilir? Bu nasıl akla sığar? Ölenlerin erişilmez, uzak ve müphem bir diyarda hâlâ yaşadıklarım tasavvur etmek bize daha munis, daha İnsanî geliyor. Ne kefen, ne tabut, ne o karan­lık çukur, ne kokan ve çürüyen et, ne çözülüp dökülen ke­mikler, ne kaditlerin bakışı ve gülüşü, uhrevî mıntıkanın eşiğinde gözlerimizle gördüğümüz, ellerimizle dokunduğu­muz bütün bu âdem tecellileri bizden o tatlı zehabı si­lemiyor.

Her yasın ilk günlerinde içim bekleyişle doludur. Mev­tanın mutlaka döneceğini zannederim, günlerce kapılarda, pencerelerde beklerim ve sabrım tükenmeye başlayınca gi­dip taze mezarını açmak ve taze ölüyü çıkarmak ve elin­den tutarak yavaş yavaş evine getirmek isterim. Neden

114

Page 122: Yakup Kadri

sonra ölüm mefhumu tâ içimden bir uzvun kırılışı gibi ben­de takarrür eder de aczimden ağlamaya başlarım. Yıllar­dan beri kendileri için bir tek gözyaşı dökmediğim aziz ölüler var: Zira, onları hâlâ bekliyorum. Bir tanesinin ya­nından daha dün ayrılmış gibiyim. Alm bir küçük mermer parçasına, elleri fildişinden oyulmuş, narin ve nadir bedi- alara benziyordu, incelmiş şekillerle uzanan cesedinde en sağlam maddelerin sertliği vardı ve ağzı gülüyordu. O za­mandan beri ölümü, başka türlü, daha uzun ve daha me­tin bir varlığın başlangıcı sanırım.

Kim bilir, belki de öyledir. Aksini zannetmek Yaradana karşı bir küfür sayılmaz mı? Yaradan deli bir sanatkâr mı­dır ki, yıllarca çalışarak yaptığı eserleri bir anda mahvetsin?

Aziz dost, diyelim ki, yarım kalmış, bozulmuş, çirkin ve âdi eserleri neyse... Fakat ruha ibadeti, gönüle cuşişi öğre­ten vücutlar da çürüyor, içlerinde ezeli şuleden bir şey par­layan gözler de sönüyor. Her gülüşü yeni bir âlemin doğuşu kadar mucizeli ağızlar da kuruyor! Bin çeşit hayata maz- har nebiler: mermere can vermiş, söze ebediyetten raşeler koymuş, dünya içinde başka bir dünya yaratmış sanatkâr­lar; ateşi, suyu, bahtı, fırtınayı kendine râm etmiş kahra­manlar da herhangi bir fâni gibi fena buluyor. Aspasya, Kleopatra, Yuesecia, İzabellâ neden öldü? Ulvî Sokrat, ilâ­hı Eflâtun, mahzun Senek neden öldü? Dünyadan daha eski Homiros ve onun yavrusu Virjil ve acı, küskün Horatius ve rabbani Dante ve hilikatten daha kuvvetli Mikel Anjelo ne­den öldü? MakedonyalI kara saçlı genç serdar, çelik bilekli Romalı Sezar, tek gözlü mehip Anibal ve Bizans fatihi kar­tal burunlu îkinci Mehmed ve Mısır fâtihi yıldırım bakışlı Selim birer dar çukura nasıl sığdılar?

Ey dost, bununla beraber, adlarını saydığım bütün bu büyük ölülerdir ki, çok zaman kalbimden ölüm korkusu­nu sıyırıyor. Onların gittiği yere gitmekten niçin korkayım?

115

Page 123: Yakup Kadri

Orası, niçin buradan daha kasvetli, daha elim ve daha kor­kunç olsun? Bahusus ki. hayata bir kıymet verenlerin hepsi de hayattan el çekti.

V

Şiir sâf ve hayran kalblerin sesidir. Kesif ve sakil unsur­lar onunla ülfet edemez. Şeytanî ve süflî duyguları besle­miş hangi insan insanlar arasında şairlik mertebesine erdi? Her ne hâl ise. Âdem oğulları ilk günahtan beri bin türlü çirkin ve iğrenç maceralara rağmen henüz kendilerinde saklı. İlâhi vedialara hürmeti unutmuyorlar ve henüz ha­tırlıyorlar ki. kendilerine aşkı ve ibadeti öğreten, sözün cev­herini de bahşetti ve söze sazı tev’em kıldı idi.Bunun için değil midir ki. şeytanî ve cehennemi unsurların en büyük bir vüs’atle hüküm sürdüğü bu fena devirlerde bile halk âbitlerle şairler zümresini garip, lüzumsuz ve gülünç bul­makla beraber yine saygıdan düşüremiyorlar, fıtrî bir kor­ku. fıtrî bir hürmet onu tutuyor ve bu yüzden henüz âbit mabette ve henüz şair tabiatta güzelliği ve iyiliği devam et­tiriyor.

Evet, aziz dost, insanlar hâlâ bin türlü güzel şeyler ya­ratıyorlar. Lâkin bütün bu güzelliklerde şeytanî bir cazibe ve şeytanî bir füsun var. Kalbe inşirah yerine ihtilâç veri­yor. Bestekârın musikîsinde sayıklayan bir humma, hey- keltraşın putunda yoran bir hareket ve mimarın binasında ezen bir azamet var. Zira bu sanatkârlar o İlâhî, o iptidaî safveti kaybettiler. Son şahaserleri ya çiğnenen bir guru­run öfkesi, ya çılgın bir nahvetin kaynayışlarını doğuruyor.

Şeytana mahsus olan “ benlik” , o hudutsuz kibir, sanat­kârı müttaki ve âbitten ayırdı, mâbedl yapan mabuda inan­mıyor, İlâhiyi besteleyenin gönlünde şüpheler hıçkırıyor. Ey dost: şiire de mâsiva karıştı. Eskiden ruha ulvî de rab­bani bir sarhoşluk veren bütün o güzel şeyler şimdi kadın­da süslenme, erkekte hırs ve arzuyu ateşlemekten başka bir şeye yaramıyor.

116

Page 124: Yakup Kadri

Devrin hâkimleri diyorlar ki, bütün bediî heyecanlarımı­zın membaı ve hâlikten aldığımız yaratıcı kuvvet cinsiye­timizin cehennemindedir. Aziz dost, bu tüyler ürpertici hakikata inanmak ve bize sunulan kâsenin lezzetini unut­mak kabil midir? O kâsenin suyu ki, tatlı ve serindi ve bir erimiş ateşe benzemiyordu. Gönlümüze ebedî gençliği o bahşetti, gönlümüze ebedî saffeti o verdi: bu suyun sarhoş- luğundandır ki, mayamızın çamurdan olduğunu unuttuk ve o demden beri, bizim için ne sevgilinin eti, ne güzelliğin şekli vardır.

Evet, ne sevgilinin eti, ne güzelliğin şekli vardır. Sevgili bir remiz ve güzellik bir sırdır. O güzelliğin visaline ve bu güzelliğin sırrına erenler oradan hayran döndüler ve ne söy­lediklerini bilmediler, henüz dili açılmamış çocuklar gibi maveraî bir lisanla konuştular.

Ey ezelî sevgilinin hayran aşıkları! En güzel sözler sizin ağzınızdan çıktı ve en coşkun seller sizin bağrınızdan aktı, sizi anlayanlar anladı, anlamayanlar anlamadı ve bundan sonra gelecekler sizi hiç anlamayacaklardır. Zira, her ge­çen asır bizi sevgilinin dolaştığı bahçeden ve güzelliğin te­cellî ettiği aynadan biraz daha uzaklaştırıyor, gözler sönüyor, gönüller körleşiyor. Dünyanın bütün yolları bir gurbet diyarına akıyor. Bu gurbet diyarı çoraktır; onu biz göz yaşlarımızla sulayacağız. Tâ ki, burada da İsa’nın göl­gesinde yattığı zeytin ağaçları ve pirimiz Yunus'un yemi­şinden yediği erik ağaçlan ve nar bahçeleri ve üzüm bağları ve güzel kokulu kekikler ve kızıl yapraklı defneler ve sular üstüne eğilmiş söğütler hâsıl olsun... Ve tâ ki, kederden dili tutulan şairin kalbine biraz ferah gelsin.

117

Page 125: Yakup Kadri

Hikâyelerinden

B ir Serencam *dan Y A L N IZ K A L M A K KORKUSU

Dostlarının ısrarlarına, ricalarına rağmen. Macit gitmek­te inat etti:

“ Kabil değil!” diyordu. “ Sizinle ancak yirmi dakika da­ha bulunabilirim. Fakat bütün bir geceyi birlikte geçir­mek!.. İşte bu yapamayacağım bir şey., elimde değil, bilirsiniz ki ona, Ernestine’e tabiim. Gaybubetim onu çıl- tırdır ve sonra fferda' benim için bir cehennem olur. -Âciz ve miskin ilâve ediyordu- Ne yapayım?.. Kızcağız biraz hır­çın ve asabidir!..”

Ev sahibi ve Macit’in en eski dostu Şevket, dudaklarını haşin bir tebessüm-ü istihza ile burkarak:

“ Kızcağız, kızcağız!..” diye söylendi” “ ve ne kızcağız Ya- rabbim? Ne kahrı çekilecek kızcağız!..”

Sonra ötekilere dönerek:“ Bari görseniz şu kadını” dedi “ beyi böyle (esir-i hüsn-ü

füsunu eden âfet-i cihanı!** . Beyi böyle iki seneden beri, iki büyük, uzun seneden beri, eteklerine yapıştırıp sürük­leyen şu hırçın ve asabi kızcağızı!.. Durgun, yosunlu sula­ra benziyen gözleri, yumurta şeklindeki burnu, sonra mühip ve sakil” ' ağzıyla...”

Macit biraz muğber, biraz şakacı onun sözünü kesti: “ Zemde**” çok mübalâğa... Yeter artık!” dedi.

• Yarın, gelecek.Güzellik ve büyüsünün tutsağı kılan dilberi.Korkunç ve çirkin,

•••• Kötülemede;

118

Page 126: Yakup Kadri

Bu söz Şevket için yeni bir parlama vesilesi oldu ve her zaman böyle âdi bir kadm meselesinden yaralanan dostlu­ğunun bütün isyanile Macit’e döndü:

“ Yalan mı söylüyorum?..” dedi “ şendeki gençliğe, tara­vete, servete mukabil bu kadm sana ne verdi acaba?... Hü­sün namma, letafet ve nisviyet* namma bu kadmda sen ne buldun acaba?..”

Öteki cevap vermiyor, pencereden denize bakıyordu. O devam etti:

“ Avrupa’dan ilk geldiğin gün” dedi “ onu ilk kolunda gör­düğüm gün sana bütün fikrimi bir kelime ile anlatmış ve sen de bu fikrimi kabul etmiştin. Sana bu ucubeyi nereden buldun? demiştim: hatırlıyor musun? O zaman sen de ay­nı kelimeyi tekrar etmiştin: ‘Evet, ucube, cidden ucube?' demiştin. Demek sen de onu şayan-ı arzu, belki, hattâ şayan-ı heves bulmuyordun, sen de onun ne olduğunu bi­liyordun... O halde, anlat bana rica ederim, seni bu kadına bağlayan hangi çılgın, hangi aptal rabıtadır! Bütün ezalar, cefalar, bütün sefaletler önünde senin böyle muti, âciz bo­yun eğmene sebep nedir? Bu manasız sebep nedir? Bunu bize anlat, bunu bize izah et!.. İnsandaki akıl, insandaki mantık namına... Rica ederim.”

Şimdi odadakilerin hepsini de aynı merak istilâ etmişti. Hüseyin Nami:

“ Sahi Macit” . dedi “ bu muammayı, bu ruh muamma­sını bize hallet! Niçin bu kadından ayrılamıyorsun? ’

Boğaziçi’nin Anadolu sahilinde, beyaz, zarif bir yalınm denize nazır bir odasında dört genç idiler. Esmer bir tüle bürünen pembe bir gurup zamanı idi. Aşağıda denizin mu­sikîsi ve tâ uzakta renklerin raksı vardı. Bünlar serin bir akşam rüzgârına karşı pencerelerini açmışlar ve ateşin bir yaz gününün bakiye-i rahavetile yorgun, tembel, kanape- lere, şezlonglara uzanmışlardı. Hepsinin dudakları üzerinde

Kadınlık.

119

Page 127: Yakup Kadri

aynı sualler dolaşıyordu:"Niçin? Neden? Bu kadında ne var?”Macit, saate baktı.

‘ ‘Daha yirmi dakika vaktim var. bunu size anlatayım” dedi “ vakıa size pek karanlık şeylerden, ruhun gecelerin­den, ruhun birtakım isim verilemez hastalıklarından bah­sedeceğim. Fakat, ne zarar, madem ki ısrar ediyorsunuz: mademki bu kadar mütecessissiniz, dinleyin!...”

Ve onlara ruhunun garip, esrarâmiz bir yarasını açtı: ‘ ‘Benim hayatımda iki meş’um gün vardır” diye başla­

dı “ biri validemin öldüğü, diğeri de Avrupa’ya gittiğim gün... Birincisi pek çocukluğuma ait olduğu için bende ih­timal büyük bir tesir bırakmadı. Avrupa’ya gittiğim gün!.. Ah bilseniz Paris’in pürhayat ve pürvelvele* caddelerin­den, Paris’in münevver, beyaz elektrikli gecelerinden ben­de ne muzlim, •• ne elim bir hatıra kaldı!...

‘ ‘Avrupa hakkında bu suretle beyan-ı mahsüsat edişim şüphesiz size biraz gayri tabiî gelir.. Hele size —orada bazı gençleri harap ve muzmahil eden” * — müzayekalar- dan ■ * * * , emraZ'i maddiyeden * * ’ ‘ * daima uzak kaldığımı ve zevkim, eğlencem, her türlü esbab-ı istirahatı....... te­min için elimde, kâfi dereceden param bulunduğunu söy­lersem hayretiniz tezaut eder ......... , büsbütün şaşınrsı-

• Hayat dolu ve gürültülü,•* Karanlık:

* • • Yıkan ve çökerten, perişan eden;

• • • • Geçim sıkıntılarından;

• * • • • Maddi hastalıklardan:'• • • • • Rahatlık, rahatlama sebeplerini

Artar:

120

Page 128: Yakup Kadri

nız ve dersiniz ki; ‘Niçin budala, niçin Paris insanda elim bir hatıra bıraksın?..

“ İşte bu müstehzi suali, şimdiden gözlerinizde okuyo­rum; bu sual şimdiden dudaklarınız üstünde titriyor. Fa­kat onu telâffuz etmeyiniz! O suali bana böyle mütebessim ve istihfafkâr sormayınız, rica ederim.Zira bu benim o za* manki ıstıraplarımla bir nevi istihza olacak ve ben buna ta­hammül edemiyeceğim. Çünkü ben istirahatımı, ruhumun sızılarını, benliğimin yararlarını her ne olursa olsun muh­terem tutarım, istemem ki onlara dokunulsun, onlarla eğ­lenilsin! İstemem ki onlar bir alay mevzuu olsun!”

Bu sözleri o kadar derin bir teessürle söyledi ki ötekile­rin dudaklarında hande olmak istiyen tebessümler birer lerze-i elemle' dağıldı. Ve Şevket sesinin bütün saffet ve samimiyetiyle:

"Söyle Macit! devam et Macit! Seni dinliyoruz,” dedi. Ve Mac it devam etti:

“ Beni şu Avrupa seyahatine sevkeden esbabın fecaati za­ten sizce malûm. Buradan nasıl çıktığımı, ne tehlikeler göze aldığımı, ne uçurumlar atladığımı da şüphesiz bilirsiniz. Bindiğim vapur mühip bir deniz hayvanı gibi Marmara* nın mavi sularında girdaba benzer izler bırakarak İstanbul- dan uzaklaşırken ben kamaranın penceresinden önümde gittikçe sislenen, gittikçe silik bir levha halini alan ve bazı yerleri küçülerek kaybolan kubbelerle, minarelere bakarak yetim bir çocuk melaliyle ağlıyordum.

Birer elem titreyişiyle.

121

Page 129: Yakup Kadri

“ Bütün bunlar, bu sislenen, bu gittikçe silik bir levha ha­lini alan ve bazı yerleri küçülerek kaybolan şeyler, bu önümde kaçan, bu önümde uzaklaşan ve bir şüphe-i rü- yetle * artık kesif bir bulut haline giren kütle-i müphem be­nim bütün bir mazim, benim bütün bir benliğim idi; benim bana ait neyim varsa hepsi, hepsi orada medfundu:*' Evim, dostlarım, sevdiklerim... Hepsi... Ve ben uzaklaşıyor­dum. sizi temin ederim ki o gün bana bir adem” ’ hissi gel­di, etrafımda bir boşluk açıldı: Derin, siyah bir boşluk... Ve ben bundan tecerrüt edemedim. Bu boşluk Avrupa’da Pa­ris’te daha ziyade derinleşerek vahim ve müellim,'*** Er- nestine’e rastgeldigim geceye kadar beni bırakmadı.

“ Fakat zannetmeyiniz ki bu sadece bir gurbet ve iftirak” "* melaliydi...”

“ Hayır, emin olun! Eğer böyle olsaydı, ondan size hiç bahsetmezdim. Ben her şeyde olduğu gibi insanlarınevca.......ve istirahatında da bir asalet, bir necabet,'***“ *bir başkahk, bir mümtaziyet*'” ” ” ararım. Halbuki bu gurbet ve iftirak hissi, bu o kadar âdi bir şeydir ve o kadar umumidir ki. onu sahibinden ayrılan bir köpek bile duyar: Kalp burkulur, gözler yaşarır: hatırınıza evinizin bir köşe-

7* Görülen bir şüpheyle:

* * Gömülüydü:

* * * Yokluk;

* ’ * * Üzücü.:* * * * * Ayrılık;

» . . * < * Acılarında;

* * * * * • * Soy temizliği:

* • * * * * • • Seçkinlik:

122

Page 130: Yakup Kadri

si, artık hiç göremiyeceğiniz harim' bir köşesi gelir, oda­nızın her vakit içine gömülüp cıgaranızı içmek mutadınız olan bir koltuğunu, sevdiklerinizin bir tebessümünü, bir sö­zünü, dostane bakışını,bir giryesini’ *. bir el sıkmasını ha­tırlarsınız ve ağlarsınız, dersiniz ki: ‘Onları artık hiç. hiç görmiyecegim, onlardan pek uzağım!’ ve bunu düşündük­çe mevcudiyetinizi acı bir daüssıla kaplar, ruhunuzu tek­rar oraya dönmek, tekrar maziye avdet etmek ihtiyacı tırmalar ve siz bulunduğunuz yerde aczinizden, yeisiniz­den tepinerek, artık her biri sizin için ayrı birer zehir kat- resi olan hatıratmızla, hatıratınızın zehriyle yaşamaya baş- larsmız. Halbuki, ben, bunların hiçbirini duymadım: ne kal­bim burkuldu, ne gözlerim yaşardı, ne hatırıma evim, kütüphanemin koltuğu, dostlarımın siması geldi. Hayır, hiçbiri... Ruhumu daüssılaya, hasrete, iftiraka benzer hiç­bir şey tırmalamadı, hiç bir şey... Beni tırmalayan, benim mevcudiyet-i maneviyemi* * * istilâ eden, başımı döndüren, gözlerimi karartan bir şey vardı: Bir adem hissi, bir boşluk vardı. Öyle bir boşluk vehmi, bir adem vehmi ki, beni tâ delilik hududuna, tâ o geceye sürüklüyordu.

“ Marsilya’ya ve daha sonra Paris’e vâsıl olduğum zaman bu his —bu hastalık, bu humma, bu cinnet ne derseniz deyiniz— daha korkunç, daha derin, daha mühlik’ *” bir hal aldı: Büyükşehir önümde bir uçurum gibi açıldı. Başım dönüyor ve ben beni kaybediyordum. Bir şahıs —O kimdi bilmiyorum?— Eşyalarımı aldı, beni bir arabaya tıktı, bir­çok yürüdük, birçok büyük, büyük caddeler geçtik: etrafı­

* Başkalarına kapalı;* * Gözyaşını.

* * * Manevi varlığım ı:• • * * öldürücü;

123

Page 131: Yakup Kadri

mızda birçok halk, otomobiller, elektrikli tramvaylar, otobüsler vardı. Birçok gürültüler işitiyordum. Sonra bü­yük bir binamn, bir otelin mermer merdivenlerini çıktım ve kendimi pencerelerinin kanatları kapanmış, yayrı karan­lık bir odanın esmerliklerinde buldum.”

“ İçeriye şişman bir kadın hayali girdi. Pencerelerin per­delerini açtı ve odaya solgun bir sonbahar güneşi döküldü. Bu ziyanm odaya duhuliye* beraber ilk gördüğüm şey bir elbise dolabınm aynasındaki hayalim oldu. Ondan korktum ve başımı çevirdim. Ohdan ne için korktum? Ondan ne için başımı çevirdim? Bilmiyorum. Kadın bana zannedersem bir şey isteyip istemediğimi soruyordu: ‘Hayır, dedim hayır, beni yalnız bırakın!’

“ Ben kimdim? Burası neresiydi? Odada yapayalnız, bu garip ruh muammasının halliyle meşguldüm. Mevcudiye­tim, o zamana kadar bence kâmilen meçhil, meşkûk** bir­takım varlıklarla muhattı. Rüya içinde rüya görüyor gibiydim. Biraz hakikate rücu için gözümün önünden sö­nük, silik birer sinematograf levhaları gibi sür’atle geçen bu bilmem ne kadar zamanlık silik meşhudatı*" hayalen tekrar yaşıyordum. Bu, evvelâ, gayet kalabalık, gayet gü­rültülü, gözleri, kulakları, dimağı yumruklayan bir güm­rüktü. Sonra yıldırım gibi bir tren; mühip bir gar, daha sonra, muhteşem, müzeyyen, yüksek birtakım binalar, ge­niş, temiz, şaşaadar"" caddeler... Oturan, kalkan, koşan,bağıran bir sürü halk... Ebkem...... bir insan uğultusu,mermer merdivenli, beyaz bir otel, temiz bir yatak odası... Şurada bir lavabo, burada bir etajer, köşede bir dolap tâ ora­da bir yatak, bir şezlong, bir kanape, ortada bir masa... Ve bütün bu eşya arasında bana şefik bir aşina nazarıyla ba­kan çantalarım... Ve en sonra müelevver*****' bir masa ba-

• Girişimiyle, * * kuşkulu; * * * Gözle görülen şeyleri: * * * * Parlak, gör­

kemli; • • • • • Dilsiz; Yuvarlak;

124

Page 132: Yakup Kadri

şında maroken bir iskemle üzerinde raşedar elleri arasmda yanan bir baş tutan zayıf, solgun bir genç... Burası nere- siydi? Bu genç kimdi? Bilmiyordum, hâlâ bilmiyordum, bü­tün bu şeyler o kadar hayalî, o kadar görge, o kadar rüyaydı ki kendimi hâlâ, orada, Bakırköyü’ndeki evimde, kütüpha­nemin bir köşesinde sayıklıyor sanıyordum. Varlığımdan, sıhhat-i mevcudiyetimden* emin olmak için başımı tutu­yor, göğsüme dokunuyor, kalbimi dinliyordum; sonra be­ni benden ayıran bütün bu yabancılıklardan kurtulmak, kendiliğime avdet etmek, belki biraz nefes almak, belki bi­raz güneş görmek için pencereye yaklaşıyor, semaya ba­kıyordum: Orada, nazarımın tevakkuf ettiği her noktada bir boşluk açılıyor ve aşağıda, yerde, büyük şehir uçurum- laşıyordu.

“ Garip bir sevk-i tab iî" ile seyahat elbiselerimi çıkar­mağa başladım. ‘Garip bir sevk-i tabiî’ diyorum, çünkü ben artık evza ve harekâtımın"* âmiri, e f alimin n âzım ı"" de­ğildim. Lâvaboya yaklaştım, ellerimi ve yüzümü yıkamak istiyordum. Birden gözlerim yine tâ önümdeki aynaya iliş­ti. Aynada hayalim bana bakıyordu ve ben bana diyordum ki: ‘Macit! Sen burada, Paris'te bu büyük şehrin bir otelin­de, bu otelin bir aynasındasın!’ ve gülüyordum, ve sonra, bu gülüşte bir deli sesi bularak kendimden korkuyordum. Tuvaletimi nasıl bitirdim, nasıl giyindim bilmiyorum. He­men odadan dışarı fırlamak, başka insan sesi İşitmek, baş­ka insan yüzü görmek, biraz kendimden uzaklaşmak istiyordum: yemek dedim. Beni büyükçe bir sofra odasınagötürdüler. Orada, uzun, müstevi..... bir masanın tâ uçtarafında iki ihtiyar karı-koca, ortasında matruş.......şiş­man biradam, şüphesiz bir İngiliz, ve onun karşısında, ga­yet zayıf, mevtaî........ bir genç kız oturuyor ve hepsi

* Vücudumun sağlığından. * * içgüdüyle: * * * Davranış ve hareketle­

rimin; • • • • Eylem lerim in düzenleyicisi: * • * * • Düz; * ......... Tıraşlı;

* • • • • • * Ölü gibi.

125

Page 133: Yakup Kadri

yemeğe muntazır görünüyordu. Hepsi de benim anladığım lisanlarla görüşüyorlardı, ve ben bütün bu simalar karşı­sında yine ebediyen yalnız, yine müthiş bir surette kendi kendime kalarak harap oluyordum. Çatal, bıçak tutmak, tabağıma yemek koymak için öteye beriye hareket eden el­lerim. titrek ellerim: onları tanıyamıyordum.”

“ Diyordum kİ: Bu eller benim değildir! Niçin, onları ta- nıyamıyordum? Niçin ‘bu eller benim değildir* diyordum? Bilmem. Bunu bana sormayın!...”“ Yemekten sonra beni otele getiren adamla gezmeğe çık­tık. Akşama kadar dolaştık, tâ geceye kadar, tâ sema kara- rıncaya kadar... Fakat otele avdetimde bütün bu gezdiğim ve gördüğüm şeylerden benim dimağımda sadece siyah bir- bulut kümesi kalmıştı... Etrafımdaki boşluk saatten saate, dakikadan dakikaya derinleşiyor, derinleşiyordu.

“ Gece, bu hal daha cinnetâver* oldu. Bu boşluğun vah­şetine, o zulmetin dehşeti inzimam etti" ve ben yalnızlı­ğımı o buhranâlut vahdeti"' ölüme daha yakın bir halde duydum: Odamdan, odamın duvarlarından, eşyalarından korkuyordum. Yatağımdan, bilhassa, ondan korkuyordum. Her şey bana isimsiz ve şüpheâver’ "'geliyordu. Tâ saba­ha kadar penceremin önünde oturdum. Kalbim çarparak, beynimin içinde bir burgu çevrilerek, şakaklarım atarak tâ sabaha kadar semaya baktım: büyük şehrin gittikçe sönen velvelesini dinledim.”

“ Bu meçhul, bu ebkem velvelenin yahut şu karanlık oda­nın içinden bir ses, tanıdığım bir ses ismimi söyleyiverse; sadece: ‘Macit!..’ diye bağınverse, birden kendiliğime av­det edecek ve varlığımdan emin olacaktım ve birden bu et­rafımdaki boşluk dağılacaktı. Halbuki bu ses gelmiyordu,

• Delilik verici:* * Katıldı;

* • * Buhranlı tekliği, yalmzlgi:• * • * kuşkulu:

126

Page 134: Yakup Kadri

karanlık sakit idi. Naümit, o kelimeyi, ben, kendi kendime tekrara başlıyordum, kendi kendime: ‘Macit! Macit!' diye sesleniyordum ve kendi sesim bana yabancı, korkunç ge­liyor, bana herasâlut’ raşeler veriyordu.

“ Sabahleyin bu kelimeyi, bu rehaâver” kelimeyi oda­ma giren şişman bir kadının dudaklarında arıyordum.

Halbuki kadın bana sadece ‘mösyö!’ diye hitap ediyor­du. sadece ‘mösyö!..’ Ve ben bu ‘mösyöl’de kendim için büyük bir fecaat buluyordum. Yavaş, yavaş daha ne oldu bilir misiniz? Yavaş yavaş bu yalnızlık korkusuna bir de deli olmak endişesi inzimam etti. Oda hizmetçisinden tu­tun da otelin bütün garsonlarından misafirlerine kadar her­kes sanki bana garip bir nazar-ı taaccüple'” bakıyordu, sanki hepsinin dudaklarında bir hande-i haşyet'**' dolaşı­yordu. Ben bütün bunlardan kaçıyor, odama çekiliyor ve muttasıl ve mütemadiyen eter, valaryant içiyor, yüzümü, başımı soğuk su ile yıkıyorum.”

“ İşte böylece üç gün, geceleri zulmetin ağır örtüsü al­tında bunalarak, gündüzleri ziyadan rahatsız olarak, üç gün, cehennemi bir ömür yaşadım.”

“ Bir gece yine odamda uyuyamadığım, yine yalnızlık­la, boşlukla, cinnetle didiştiğim bir gece, uzakta, bilmem hangi saat gece yarısını çalarken ben gittikçe artan bir buh­ran ile çılgın, dışarıya, sokağa koşmuştum. Başıboş yaralı bir hayvan gibi sersem ve serseri birçok caddelere girip, çı­kıyor ve lalettayin ve gayesiz, maksatsız sürüklenircesine yürüyordum. Bazan önümde mehtaplı sema kadar lâmia- dar ve vâsi......bir meydan açılıyor ve yuvarlak lâmbala­rıyla, taştan, ehram kadar yüksek binalarıyla bir müddet gözlerimi avutuyordu.”

• Hirasâlud; Korkutucu:** Kurtuluş getiren, kurtarıcı.

* * * Şaşkınlıkla:Korku gülümsemesi:

* * * * * Işıklı, parlak ve geniş.

127

Page 135: Yakup Kadri

“ Ben her tarafa, daima anlamıyarak bakıyordum. Ru­humda derin bir melal, siyah bir gecede ve bitmez tüken­mez bir çölde yolunu kaybetmiş bedbaht bir seyyah melali vardı. Böyle ne kadar zaman dolaştım? Ne kadar yürüdüm, koştum? Bilmiyorum. Fakat otele avdet etmek lüzumunu hissedince bunun artık kabil olamıyacagmı anladım. Çünkü o kadar uzaklara, o kadar bilmediğim yerlere gel­miştim... Kaldırımın kenarında durdum. Düşünmeğe baş­ladım. etrafımda tek tük geçenler vardı.

“ Caddede birkaç araba koşuyordu ve havada müessir bir bürudet mahsûstu.' Nagehan koluma hafif bir şeyin tema­sını duydum. Muhteriz” bir kadın sesi tâ kulağımın ya­nında bana: ‘Mösyö!..’ diye sesleniyordu.”

“ Başımı çevirdim. Bu sade, hasır şapkalı, yüzü boyalı, zayıf bir genç kadındı. Bana birden lâübali, hattâ samimî bir tebessümle: ‘Ne bekliyorsunuz burada; böyle yalnız...’ dedi. Ben cevap verecek bir kelime bulamıyordum, dedim ki; ‘otelimi kaybettim, onun için...”

“ Kadın, çılgın bir kahkaha ile güldü: ‘Otelinizi mi kay­bettiniz? Ne tuhaf! Ne tuhaf!’ dedi. Sonra gözlerini, yeşil gözlerini benimkilere dikerek; ‘Sarhoş da değilsiniz. Neden otelinizi kaybettiniz? Mösyö!..’ diye sordu.

“ Ben kekeliyordum: ‘Yabancıyım da ondan... Otel de pek uzak, pek uzak!..”

“ Genç kadın ana daha ziyade yaklaştı ve bu sefer ciddî bir tavırla otelin ismini sordu ve onu öğrenir, öğrenmez ufak bir sayha-i taaccüp*** koyuverdi: ‘A, a, hakikaten çok uzak! Mutlaka bir araba lâzım’ dedi. Sonra birden o ilk çap­kın ve iâübali tavrına avdetle kolumu çimdikledi: 'Budala çocuk! İster misin seni oteline kadar götüreyim,’ dedi.

“ Ben ruhumun bütün kuvvetiyle buna muvafakat ettim; ‘Peki, peki!’ diye cevap verdim ve hemen oradan geçen bir

• SogukJuk hissediyordu;• • çekingen.

• * • Şaşkınlık belirten ses.

128

Page 136: Yakup Kadri

arabaya atladık, tâ otele vâsıl oluncaya kadar yolda yekdi* gerimize bir kelime söylemedik. O, ince, boyalı dudakları arasından âdi, çapkın bir hava mırıldanıyor ve yavaş ya­vaş bana sokularak kolunu boynuma atıyordu. Vücudu ga­yet keskin, acı bir rayiha neşrediyordu. Ben dalgındım. Bir bulut içinde gibiydim. Arabanın parkeler üstünde kayan tekerlekleriyle, at nallarının demir seslerini dinliyordum. Birden tevakkuf ettik. Arabanın camından dışarıya baktım: Otelin önünde idik. İnmeğe hazırlanıyordum. Kadın beni kolumdan çekti: ‘E, bana baksana! Bu gece seninle bera­berim değil mi?’ dedi.

“ Bunu o kadar elzem, o kadar tabiî buluyordum ki he­men: ‘Şüphesiz, şüphesiz!’ diye mırıldandım ve hattâ ona, arabadan inerken nezaketen elimi bile uzattım. Fakat ka­dın, birden hatırına bir şey gelmiş gibi durdu: ‘Ya kapıcı mümanaat ederse!’ dedi. Bunu hiç düşünmemiştim. Filvaki kapıcı, kadının otele girmesine mâni olmak istedi. Lâkin öteki bunda bir çare buldu. Yavaşça ağzını kulağıma yak­laştırarak: ‘Eline birkaç frank sıkıştır!’ dedi. Bu çareye te­vessül eder etmez muvaffakiyet hâsıl oldu. Ben önde, o arkada yavaş yavaş merdivenleri çıktık. Bir müddet karan­lıkta kaldık, odayı tenvir etmek* ikimizin de hatırına gel­memişti. Ben dalgındım. Öteki hafif hafif teganni ediyor ve zannedersem şapkasını çıkarmakla meşgul görünüyor­du. Dışarıdan sokağın aydınlığı içeriye aksediyordu, ru­humda mes’ut bir devre-i rehanın** alâim-i iptidaiyesi*" vardı. Uzun bir kloroform uykusundan sonra yavaş, yavaş kendine gelen bir adama benziyordum: Artık yalnız değil­dim. Kadın, şapkasını çıkarır çıkarmaz yanıma yaklaştı: ‘Ey otelini kaybeden mösyö! Neye böyle aptal aptal duruyor? Neye böyle baykuş gibi karanlığı seviyor?’ dedi.

“ Elimi elektrik düğmesine götürdüm. Derhal odaya tatlı.

• Aydınlatmak;•• Kurtuluş anının, döneminin:

• • * İlk belirtileri.

129

Page 137: Yakup Kadri

bir ziya döküldü. Kadın tâ önümde duruyor ve davetkâr, muharrik bir nazarla bana bakıyordu. Birden: ‘İsmin ne­dir?’ diye sordu. ‘Macit!’ dedim. ‘Macit! Macit!’ Birkaç defa bu kelimeyi tekrar etti. Sonra garip bir heyecan ve tehalükle' boynuma atıldı: —Maddim, Maddim, diye ba­ğırdı ve beni yüzümden, gözlerimden ve bıyıklarımdan öp­meğe başladı.

“ Bu pek âdi bir haldi!.. Fakat ne zarar, ben şifa bulmuş­tum; ben tekrar hayata avdet etmiştim. Ben yaşamağa; an­lıyor musunuz; ben tekrar yaşamağa başlamıştım. Tekrar yaşamağa başlamak; tekrar hayata avdet etmek; bunu, siz hiç hissettiniz mi? Bu iyi dakikayı?.. Hayır, değil mi?.. Ah, işte ben bunu biliyorum. Ben bir mezarın ebedî karanlığın­dan güneşe, hayata çıkmanın ne olduğunu biliyorum ve bu­nu o kadına, Ernestine’e, ona borçluyum...”

“ Ne ise size hikâyenin sonu lâzım değil mi? Hikâyemin sonu... Onu size anlatayım; Gece, alelade geçti. Tâ sabaha kadar ben, onun sinesinde yeni doğmuş bir çocuk huzu- ruyle uyudum. Sade o kadar... Sabahleyin gözlerimi açtı­ğım vakit onu manâsız, durgun nazarlarla bana bakıyor buldum. Fakat ne olursa olsun, bu kadın bütün soğuklu­ğu, bütün manasızlığı, hattâ bütün adiliğiyle bir gecede be­nim heş şeyim, her şeyim olmuştu.”

“ Yataktan çıktı. Dalgın ve belki biraz mahzun görünü­yordu. Dün geceki neşvesinden bir nebze kalmamıştı, dal­gın bir tavırla giyinmeğe ve tuvaletini yapmağa başlamıştı. Ben onu yatağım içinden seyrediyordum. Bazan birbirimize manâsız birkaç kelime söylüyorduk. Meselâ kadın aynada başım düzeltirken bana, dün gece neye otelimi kaybet­tiğimi soruyordu. Ben, ona gülerek müphem birtakım ce­vaplar veriyordum.”

* İstekle,

130

Page 138: Yakup Kadri

“ Nihayet şapkasını saçlarına iğneledikten sonra soğuk bir tavrı resmiyetle yatağın kenarına yaklaştı: ‘Gidiyorum artık, mösyö!' dedi.”

“ Bu gidiş pek tabiî olmakla beraber bana biraz nahoş gö­ründü. Yatağımdan çıktım. Geceden kanapenin bir tarafı­na atılmış elbiselerime yaklaştım; yeleğimin cebinden iki lira çıkardım ve kadına uzattım. Parayı sakin bir eda ile al­dı, elimi sıktı: ‘Adiyö mösyö!’ dedi ve sonra gülerek ilâve etti: ‘Sakın bundan sonra otelinizi kaybetmeyin ha!..”

“ Bu son sözleri müteakip kapıya doğru ilerledi. O daki­kada bana ne oldu? Bilmiyorum. Fakat birdenbire ruhu­mun derinliklerinde bu giden kadına karşı galebe çalınamaz anî ve acı bir ihtiyaç, anî, acı ve şedit bir ihtiyaç uyandı. Kollarımı kapıya doğru uzattım. Bu pek teatral bir haldi. İstirhamkâr bir sesle bağırdım: ‘Gitme! Kal!..”

“ İşte o günden beri bu kadın hep benimle beraberdir!-.. Ondan kabil değil ayrılamıyorum. Her defasında, her ay­rılmak istedikçe bana o meş’um yalnız kalmak korkusu ge­liyor ve bu beni her teşebbüsten menediyor. Zannetmeyiniz ki onu seviyorum. Hayır!.. Size yemin ederim ki değil, o ka­dına karşı kalbimde minimini bir aşk, ufacık bir muhab­bet. bir temayül bile yok. Hattâ biraz ondan nefret bile ediyorum. Çünkü o benim gençliğimin ilâhı hırslarım, şeh­vetlerini, telezzüzatını* sıska kollarının arasında ölüme mahkûm etti, gömdü. Fakat ne yapayım? Hep bunlara rağ­men ayrılamıyorum. Bu benden daha kuvvetli... Yalnız kal­maktan korkuyorum. Daima o...”

• Hazlarını.

131

Page 139: Yakup Kadri

M illi Savaş H ikâyeleri*nden

GÜVERCİN AVI

—Yoo. güvercinlerime dokunmayınız; dedi.İhtiyar çiftlik sahibinin hayatta en çok sevdiği şeylerden

birisi ve belki birincisi de güvercinleri idi. Genç yaşmdan beri ne tarlası, ne ağılı, ne ahırı, ne kümesler onu çiftlik bi­nasının iç avlusundaki güvercinleri kadar işgal etmemiştir. Bunun için değil midir ki, onu, kasabada olsun köyde ol­sun, aile adının bütün şöhretine rağmen “ Kuşbaz Hüseyin Bey” demeden kimse tanımaz.

Kuş merakı, içki, kadın ve kumar iptilâsı gibi bir şeydir. Hüseyin Bey. evleri yıkan, hanumanlan dağıtan ve ya ölüm ya cinayetle neticelenen bu üç iptilâdan hiçbirini tanıma­dı; fakat “ Kuşbaz” lığı bunlarm hepsini bastırdı. Ömrünün öyle devreleri oldu ki, karısını, kızlarını ve en mühim işle­rini bu merakı ve bu eğlencesi yoluna, âdetâ, feda etti: unut­tu, kendinden geçti; bir meczup haline girdi.

Şimdi, o havalinin (ne diyorum?) belki dünyanın en gü­zel, en nadir ve en cins güvercinlerine o sahiptir, otuz se­neden beri bu nazenin mahlûklardan, bin ihtimam ve bin itina ile kimbilir kaç nesil yetiştirdikten ve bu fende, kim- bilir, ne kadar alın teri döktükten sonra nihayet bugün en temiz bir istifaya mazhar olmuş bu zavallı asîl kuşlar orta­sında hayatınm en mesut dakikalarını yaşıyordu. Herbiri- ni ayn ayrı isimleriyle çağırıyordu. Yabancı bir göz için hepsi bir renkte, bir boyda ve bir şekilde görünen bu mah­lûkları bir birinden ayıran birçok gizli alâmetler yalnız ona zahir idi. Bazılarının boyunlarındaki ince mercan gerdan­lıkları, bazılarının topuklarındaki altın mahmuzları, kimi­nin kanatlan eütmdaki yeşil benekleri veya gözlerinin içindeki kızıl yıldızları o görür, o bilirdi.

132

Page 140: Yakup Kadri

Avlunun içinde hepsinin derecelerine göre ayrı ayrı dâi­releri vardı; Kuşbaz Hüseyin Bey, her akşam üstü, insan ruhlu bu güzel kuşların herbirinin kendi sevgilisiyle kendi odasına çekildiğini görmeden içi rahat edip yemeğini yiye­mezdi. “ Acaba Dilfiraz bu gıkşam Yaşar’la niçin birleşme­dir? Acaba Akkadın’lâ Süleyman Ustanm arası neden açıldo? Mutlaka küçük Serfiraz Mesud'a gönül bağladı. Fakat, ben bu ikisinin çiftleştiğini hiç istemiyorum. Ne yapsak acaba, ne yapsak...” derdi ve bu endişelerle bütün gece gözüne uy­ku girmezdi. Yatağının içinde sağdan sola, soldan sağa dö­nüp dururdu. Karısı yanı başında sinirlenirdi:

—Yahu, ne olur biraz da benimle meşgul olsan; derdi.Fakat, Kuşbaz Hüseyin Bey, bütün gönül ve cinsiyet iş­

lerini yalınız güvercinlere mahsus bir şey zannederdi.Hele, hep birden uçtukları zaman neşesine pâyan olmaz­

dı. Avlunun ortasında, elinde bir uzun kargı ile saatlerce başı havada, ağzı açık hayran hayran dolaşırdı.

1335 Senesinin, Nisan aylannda bir öğle sonu bütün ci­var köylerde olduğu gibi, onun çiftliğine de bir bölük düş­man askeri girdiği gün o, işte bu vaziyette avlunun ortasında idi. Birden, etrafında adamların koşuşmağa ve içeriden karisiyle kızlarının telâşlı telaşlı konuşmağa baş­ladığını hissetti; döndü baktı ki iki kanadı açık büyük avlu kapısından içeriye, bir hana iiıen yorgun ve sakin bir yol­cu kafilesi tavriyle, bazısı atlı, bazısı yayan bir sürü düş­man askeri giriyor!.. Kuşbaz Hüseyin Bey’in ömründe ilk defa olaraktır ki kuşları havada iken başı yere indi; benzi sapsan, gelenlere doğru yürüdü; henüz bir çiftlik beyi amir­liğiyle;

—Ne var? Ne istiyorsunuz? diye sordu. Bunun üzerine gelenlerden biri gülerek laubali bir tavırla ona yaklaştı:

—Merhaba beyim; yabancı değiliz; dedi.Hüseyin Bey, bu sözleri söyleyerek kendisine elini uzatan genç düşman ça­vuşunu tanır gibi oldu; fakat, pek iyi hatırlıyamadı.

Çavuş sırnaşık bir gülüşle sordu:

133

Page 141: Yakup Kadri

—Tanıyamadınız mı? İspiro'yu tanıyamadınız mı? îspi* ro, İspiro?...

Hüseyin Bey birden:—Ha. evet; dedi.Bu adam, beş sene evvel Hüseyin Bey’in yanında altı ay

kadar hizmetkârlık etmişti: eli uzunca ve açıkgöz bir deli­kanlı idi. Gittikçe lâubalileşen bir tavırla elini ihtiyar ada­mın omuzuna koydu ve kulağına eğildi. Yavaşça:

—Birkaç akşam burada kalacağız; dedi. Zâbitler köy ev­lerinde rahat edemezler, biraz ikram lâzım...

Hüseyin Bey şaşkın bir halde:—Peki buyursunlar: dedi.İşte, bunun üzerinedir ki,düşmanlar ihtiyarın yanına gel­

diler, gülüşerek, konuşarak etrafını aldılar: ve havada uçu­şan güvercinlere nişan almak istediler. Hüseyin Bey, elindeki kargıyı asabiyetle sallıyarak, yan öfkeli yarı teh- ditli birsesle:

—Yo. dedi; güvercinlerime dokunmayınız!...Fakat, o bu sözünü bitirmemişti, ki, yanı başında bir si­

lâh patladı. Hüseyin Bey, eteği tutuşmuş bir adam telâşiy- le ilk kurşunu atanın kolundan çekti:

—Ne yapıyorsun? Sakın ha! diye bağırdı. Lâkin, o bunun­la meşgul olduğu bir sırada bir diğeri silâhını havaya kal­dırdı: kulağı dibinde bir ikinci kurşun daha vızladı: havadaki kuşlardan bir tanesi döne döne, yavaş yavaş aşağı düşmeğe başladı ve uçan kafilede büyük bir perişanlık alâ­meti belirdi. Hüseyin Bey'in elinden kargısı düştü, bütün vücudu titriyordu, yüzünün rengiyle sakalının rengi birbi­rinden fark olunamıyordu. İspiro, yanına yaklaştı:

—Ne olur canım, bırak! dedi.—Bırak mı? Sen akimı mı bozdun? Söyle şunlara, valla­

hi sonra fena olur.—Fena mı olur? Nasıl... Hey, kendine gel çorbacı, o gün­

ler geçti.Dünkü uşağın ağzından yüzüne bir tükürük gibi fışkı­

134

Page 142: Yakup Kadri

ran bu sözdeki nihayetsiz hakareti işitmedi, hissetmedi bi­le... Şimdi, bütün hassası, birbiri ardısıra havaya kalkan silâhlar, vızıldayan kurşunlar, döne döne, yavaş yavaş iri kar parçaları halinde yere düşen güvercinlerle meşguldü; çaresiz yalvarmağa başladı:

Rica ederim yeter artık, rica ederim! diyordu. Size ne is­terseniz vereyim... Bunlar ne yenir, ne içilir, yahu günah­tır; günahtır.

Ve ona:—Günah mı? O sizin dinde... cevabını veriyorlardı ve İspi-

ro arsız arsız gülüyordu. Nişan alan zabitlerden birisi ar­kasını döndü; kendi lisanında bir şeyler bağırdı, hemen hayvanlarla meşgul neferlerden bir kaçı düşen kuşları top­lamağa şitap ettiler. Bunlardan bazısı avluya, bazıları çift­lik binasının damlan üstüne, bazıları dışardaki göle, bazıları bostana, bazıları epeyce uzaklarda, tarlalara düşü­yorlardı. Bu beyaz güvercin yağmuru altında yaramaz bir çocuk neşesine tutulan düşman askerleri bir taraftan el çırpıyor, bir taraftan haykırıyorlar, bir taraftan da durduk­ları noktada tepiniyorlardı.

Zavallı Hüseyin Bey, kendinden geçti, bulunduğu yere çöküverdi. Artık hiçbir şey söylemiyor kenarlarındcın iri yaş damlaları sızan gözleriyle bu vahşî avı seyrediyordu. İspi- ro yaklaştı dedi ki:

—Neye bu kadar telâşlanıyorsun? Bırak, biraz eğlensin­ler, bırak biraz eğlensinler. Kaç gündür muharebe ediyo­ruz. Akşam bu kuşlardan âlâ mezelik olur mu? Hep beraberiz.

Hüseyin Bey, bir şey söyliyecek oldu, söyliyemedi; yut­kundu kaldı. Şimdi gözyaşları dinmiş ve bakışına korkunç bir mânasızhk gelmişti.

Beyaz kuşları üst üste, demet demet avlunun ortasına yığıyorlardı. Havada kalanlar da dağılıp gitmişlerdi. Avcı­lara artık bir kesel gelmişti; içlerinden birisi gülerek Hüse­yin Bey’e yaklaştı, gayet fena bir Türkçe ile:

135

Page 143: Yakup Kadri

—Nasıl iyi nişancıyız değil mi? demek istedi. İhtiyar adam hiç cevap vermiyor, başmı kaldırmış, havada bir nok­taya dimdik bakıyordu. Neden sonra gözlerini yere indirdi ve avlunun ortasındaki beyaz yığına yaklaştı, eğildi: Önün­de altmış yetmiş kadar güvercin vardı, hepsini birer kere kanatlarından, başlarından tutup avucunun içine aldı, ki­minin gagasından öpüyor, kiminin tüylerini uzun uzun, adeta âşıkane bir nüvazişle okşuyordu. Zabitlerle konuşan İspiro. yüzünü ihtiyara doğru çevirdi. Ve o sırnaşık gülü- şiyle uzaktan bağırdı:

—Gönder onları içeriye de kızartıversinler; dedi.Kuşbaz Hüseyin Bey, yerinden kımıldanmadı, işitmedi

ve kana bulanmış ölü kuşları okşamakta, yüzüne gözüne sürmekte devam etti.

Düşman zabitlerinden birisi İspiro’ya elini başına doğ­ru kaldırıp ihtiyarı göstererek “ Acaba deli midir?” mâna­sına gelen bir işaret yaptı. İspiro avlunun öbür ucundan bir daha bağırdı:

—Hey yeter artık, yeter: sana söylüyorum, sağır mısın be... içeriye gönder güvercinleri: dedi.

Kuşbaz Hüseyin Bey, gene yerinden kımıldamadı, gene başını çevirmedi; o zaman zabitlerle beraber eski çiftlik uşa­ğı güvercin kümesinin başucunda çömelen adama yaklaş­tılar; biri omuzundan sarstı, diğeri sakalından çekti. Birkaçı karşısına çömeldi. Fakat, çömelmeleriyle kalkmaları bir ol­du. Hepsi birden haşyetle geri geri çekildiler ve birbirleri­ne demincek zabitin İspiro’ya yaptığı işareti tekrar ettiler. Filvaki, ihtiyarın simasına acayip bir mehabet çökmüştü. Gözlerinde madenî bir parıltı vardı ve bakışı bir süngünün ucu gibi sâbit, dik, sert ve mütearrızdı. Lekesiz ak sakalı ise yüzüne sürdüğü kuşların al kanma boyanmıştı; sanki çenesine Türk bayrağından bir parça sarmış gibiyde.

136

Page 144: Yakup Kadri

Romanlarından

KİRALIK KONAK’TAN

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar. Zaman­lar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok âdet­ler değişti. Kışın konaklarda, yazın yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır. Hele, Mısırlıların üşüşmelerinden sonra Boğaziçi’nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten sakınanlara ya çok zengin, ya çok hesapsız gözüyle bakılı­yor. Naim Efendi ise, ne çok zengin, ne çok hesapsızdır. Ba­basından kalmış bir serveti gençliğinden beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyor. Kendisi, İkinci Abdülhamit devri ricalinden olmakla beraber bu ser­vete hiçbir şey ilave etmedi. İlave edebilirdi, çünkü sene­lerce devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Gençliğinde babası gibi Mabeyni Humayun'a mensuptu, sonra birçok defalar valiliklerde dolaştı. Şûrayı Devlet âzası. Rüsumat Müdiri umumisi oldu ve nihayet Defterihakanî ve Efkâf ne­zaretlerine geçti. İnkılaptan iki sene evveldi, dolaşık bir "tevliyet” ' davası yüzünden istifasını verdi ve günden güne bulanan hükümet işlerinde tiksinerek bir köşeye çekildi.

Bununla beraber hiçbir zaman kenara atılmış bir memur haline düşmedi, devrin ricaliyle münasebette bulunur veMuayede** merasiminde hiç değilse “ defteri mahsusa.....imzasını atmaya giderdi. Memuriyet hayatında yakından gördüğü resmî ve gayrı resmi bütün pisliklere rağmen, dev­lete ve devlet adamlarına karşı hâlâ derin bir saygısı vardı. Naim Efendi o terbiyeli kimselerdendir ki evliya, enbiya

* Sahip olunan bir malı peşin değeri ile başkasına verme• * Bayramlaşma. * * * Özel deftere.

137

Page 145: Yakup Kadri

isimlerinin sonunda “ Radiyallahû anh” demeyi hiç unut­mazlar ve “ Paşa” kelimesini m ed' ile telaffuz edip, mut­laka “ hazretleri” ile nihayetlendirirler. Bu gibi kimselerin başlıca fazileti, itaat ve hürmettir. Bütün terbiye ve ahlak düsturları onlar için yalnız bu iki kelimenin ifade ettiği mâ­nadan ibarettir. Bununla beraber. Naim Efendi’nin iki esaslı fazileti daha vardı: Bir ana kadar müşfik ve bir dul kadın kadar titizdi. Fakat, titizliği asla bir huysuzluk derecesine varmazdı; bu temiz ruhunun ve temiz vücudunun maddî ve manevî pislikler önünde bir nevi tiksinmesinden gelir­di. Göğüs üstünde bir yağ lekesi, bir kaba söz, mübalâtasız” bir hareket, onu müsavi derecede kederlen­diren şeylerdendir; fakat, pek içli, pek nazik bir adam ol­duğu için, kederlendiğinin kimse farkma varmazdı.

İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbulin: diğeri redin­got devri... OsmanlIlar hiçbir zaman bu İstanbulin devrinde­ki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar. Tanzimatı Hayriye’­nin en büyük eseri, Îstanbulînli İstanbul Efendisi’dir. Bu kı­yafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’­nın arasında gayet hususî yeni bir millet gibi göründü. Ya­şayış ve giyiniş itibariyle Şimal kavimierinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş itiba­riyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulâsası şek­linde tecelli ediyordu. Ağır kavuklu, alacalı, kesif Yeniçerilerin demir çarıklarının çiğnediği bu toprakta hangi tohum, hangi hava bu çiçeği veriyordu? Zira, bu beyaz pan- tolonlu, beyaz yelekli ve lüstrin kaloşlu Türkler, ince bir hattan ibaret endamlariyle biraz evvelki boğum boğum adamlara hiç benzemiyorlardı. Sultan Mecit devri ricalinin. Halet Efendi muasırlarının çocukları olduğuna kim ihtimal verebilir? Bunlar, boyunlarından ipekli bir mendille boğul­

* Uzatarak.• * Dikkatsiz.

138

Page 146: Yakup Kadri

muş solgun benizleriyle onların cebir ve huşunetinden' ürkmüş kimseler gibidirler. Hepsi de umumî işlerden çe­kinir, hiddetlerinde ve hazlannda ölçülü, namuslu aile ba­baları ve kibar konak sahipleri idiler.

Bizde, Çerkeş halayıkları, harem ağalan, Boşnak bahçı- vanlarıyle büyük ev hayatı asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli devlet adamlarının tesis ettikleri Osmanh kibarlığı­nın kundağı canfes astarlı ve serapa’ 'ilikli İstanbulin idi

Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yan uşak, yarı kapıkulu, riyakâr, âdi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hali vardı. Çoğu, İkinci Abdülhamit Han devri ricalinden olan bu adamların herbiri bir hile ile efendilerinin arabasına bin­miş seyisleri andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul’da ko­nak hayatı birdenbire köşk hayatına intikal edivtrdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir Arnuvo ve bir Rokoko merakı sardı; binalarımız, eşyalarımız, elbi­selerimiz gibi ahlakımız, terbiyemiz de rokokolaştı. Abdül- mecit devrinin o ağır, zarif ve için için gelenekçi Osmanlılığından eser kalmadı. Naim Efendi, aşağı yukarı bu redingotlu nesle mensup olmakla berababer, vücudu he­nüz körpe iken İstanbulin içinde yetişip gelişmiş kimse lerdendi.

Maziden bize yadigâr kalmış bu gibi şahsiyetler, aramız da elân mevcuttur. Bunlar, pek eski zamanlarda bile, esk adamisırdandı. Ruhları sanki bir merhalede durmuş gibidir Nitekim Naim Efendi’nin bütün hatıraları, bütün zevkleri bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline aittir. Onu dinleyen ve onu yakından gören bir kimse zanneder ki, Naim Efendi ya-

* Zorbalık ve sertliklerinden.

• Baştanbaşa.

139

Page 147: Yakup Kadri

nm asırlık bir letarjiden’ henüz gözlerini açıyor ve şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. Vakıa o, yirmi beş yaşından beri dalma şaşan, tiksinen, ürken ve kaybolmuş bir ömrün has­retini çeken bir adamdır. Onu insandan kaçar ve huysuz zannedenler yanılıyorlar. Bütün çocukluğu ve bütün genç­liği İstanbul’un en kalabalık bir konağında geçen Naim Efendi, eğlenceli meclisleri, ahbap arasında sohbetleri, misafirlere ziyafetleri pek severdi. Fakat öyle bir zamanda yaşadı ki, bunların hepsi yasaktı; olmasa bile, eski devrin meclislerini, sohbetlerini, ziyafetlerini, misafirlerini bulmak ne mümkündü? Naim Efendi, yeni sazdan, yeni şarkılar­dan zevk almak şöyle dursun, son senelerde artık yazılan ve konuşulan Türkçeyi de anlamıyordu.

Bundan on beş yıl evveldi, bir gün eline damadının oku­duğu kitaplardan biri geçti; kırmızı kaplı ve üstünün yazı­lan beyaz bir kitap... Epeyce bir müddet parmaklarının arasında evirdi çevirdi; sonra gözlüklerini taktı, önce uzun uzun kabı muayene etti, muharririn adını, kitabın serlev­hasını,” basım tarihini okudu; bu kabta her gördüğü işa­ret. her okuduğu yazı, muharririn ismi de dahil olmak üzere ona acayip geliyordu. Büyük bir tecessüsle cildin içini aç­tı, fakat okumak ne mümkün! Naim Efendi adeta yeni kı­raat dersine başlamış bir çocuk gibi, kelimeleri heceliyor, bir cümleyi bin zahmetle sonuna kadar ya tamamlıyor, ya tamamlayamıyor, veya tamamladıktan sonra da okuduğu şeyin mânasını iyice kavrayamıyordu. Vakıa bu. Edebiyat-ı Cedide külliyatından bir romandı. Naim Efendi ise, bütün ömründe hiç roman okumamıştı. Bununla beraber, onun bu kitapta anlayamadığı şey. ne eserin terkibi*** mahiye­ti. rife muharririn maksat ve gayesi idi, doğrudan doğruya kelimelerin mânasıdır ki ona müphem geliyor, doğrudan

• Uyanılmayan derin uyku durumu.* • Başlığım.

• • * Burada sentetik, yapm a anlammda.

140

Page 148: Yakup Kadri

doğruya cümlelerin teşkilindedir ki bir yabancılık, bir ga­riplik buluyordu. Fakat sonraları, torunları yetişip de aynı dili evin içinde konuşmaya başlayınca, onun nazarında bu kelimelerdeki müphemlik yavaş yavaş zail olmaya ve bu cümlelerdeki garabet de yavaş yavaş kalkmaya başladı.

Naim Efendi, evvela damadı, sonra torunları sayesinde daha nelere alışmıştı... Biçare adam, kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi senedir, hergün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir’deki konağında, ne Kanlıca’daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlen­direcek bir köşecik kalmıştır.

Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, karısı yanı- başında idi, rahatmı, huzurunu mümkün mertebe koruyor­du. Zira, bu ihtiyar kadın ölünceye kadar, evinin içinde hakim ve amir kaldı. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne damadının, ne torunlarının eve ait umurda' o kadar hü­küm ve nüfuzları olmadı.

Gerçi, herbiri kendi havasına, kendi dairesine ve kendi­ne göre bir hayat yapmıştı; fakat, gerek yalının, gerek ko­nağın umumi nizamı bu iradeli ev kadınının elinde idi. Naim Efendi’nin haremi Nefise Hammefendi’nin bu nizamı eski usul ile töreler arasında muhafaza ve idare etmek için dışarıda bir ihtiyar uşsıktan, içeride geçkin bir kalfadan baş­ka icraî** vasıtası olmadığı halde, evin her şeyi yine yolun­da giderdi; zira, her yeni gelen hizmetçiye birkaç gün içinde istediği terbiyeyi vermek, bu kadına has fevkala­deliklerdendi. Vakıa fazla döverdi, fazla azarlardı; bunun içindir ki son zamanlarda yeni hizmetçi bulmak hususun­da epeyce müşkülat çeker oldulardı. Biçare Nefise Hanıme­fendi, denilebilir ki, biraz da bu kahır yüzünden öldü.

• İşlerde.• * Yürütecek, yerine getirecek.

141

Page 149: Yakup Kadri

o öldükten sonra yerine kızı Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım, hiçbir cihetten annesine benzemiyordu. Tıp­kı babası gibi, çekingen, içinden titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzuna ve çocuklarının ar­zularına son derece uyardı.

Kocası ile kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey de­ğildi. Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garebet yapan bu adam, Büyük Hanım’ın vefatını mü­teakip, evi kendi heveslerine göre esasından değiştirmeye kalktı; ne kadar eski eşya varsa hepsini tavan aralarma ve mahzenlere attırdı, her odayı Avrupa’dan gelmiş mobilya kataloğlarma göre ayrı bir üslupta, ayrı bir renkte Pisalti- ye döşetti.

Büyük Hanım'm yetiştirmesi ne kadar hizmetçi varsa hepsine yol verdi, evin içini Beyoğlu’ndan gelmiş beyaz ön­lüklü, başı topuzlu hizmetçilerle doldurdu ve bütün bun­ların idaresini, çocuklarına mürebbiyelik eden Lehistanlı bir kadına verdi.

Naim Efendi’nin damadı Düyunu Umumiye müfettişle­rinden Servet Bey, Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazasker oğludur. Aldığı terbiye ile yaşadığı mu­hit birbirinin aksi olan her insan gibi Servet Bey’de daimî bir ihtilâç,' daimi bir isyan içinde yaşar. Pederi Sadri Mol- la’nm konağında alafrangalığı kendi odasının eşiğinden dışarı çıkmazdı. Nasılsa küçükten beri Fransızca bilmek, bir müddet Galatasaray Mektebi’nde bulunmak bir müddet Beyoğlu muhitinde tatlı su Frenkleriyle düşüp kalkmış ol­mak ona bir softa evinde, çıplak kadın resimlerinden, dizi dizi Fransızca kitaplarından, vazolardan, biblolardan mü­teşekkil bir halvet yapmak ve bu halvette yaylı bir şezlon­ga uzanıp, gözleri tavanda, ayakları havada, bir taraftan Hollanda “ sigar” mı emerek, diğer taraftan yabanî ve peri­şan bir sesle birtakım opera parçaları terennüm ederek sa-

* Çarpıntı, çırpınma.

142

Page 150: Yakup Kadri

atlerce vakit geçirmek hakkını vermiştir. Daima muhayyel bir Avrupa seyahati için hazırlanmış bir bavulu vardı, bu bavulun yanıbaşında bir de şapka kutusu dururdu. Bazı sı- kıntıh saatlerinde bir aynanın karşısına geçip, bu kutudan çıkardığı şapkaları birer birer tecrübe ederdi ve başını bu serpuş ile örtülü görünce adeta kendinden geçerdi. Nitekim böyle şapkalı, seyahat kostümleriyle veya suare kıyafetin­de hâlâ birçok resimleri vardır. Ve bu resimler, hâlâ genç­lik odasının duvarlarını süsleyen çıplak kadın resimlerinin yanında asılıdır. Türkler içinde kimse bu Servet Bey kadar ateşle, coşkunca alafrangalığa düşkün olmamıştır. Bu düş­künlükte o derece samimiydi ki, gerek babasının, gerek ka- yınbabasmın muhitinde bütün ahval ve harekâtı hürmetle değilse bile, adeta korku ve endişe ile karşılanırdı: zira, göz­lerinde sarsılmaz bir imana ermiş adamların ateşi vardı. İşte bu ateşin kuvvetiyledir ki,Servet Bey, Naim Efendi kona­ğında bütün iradesini istediği gibi yürütüyor ve hele inkı­laptan beri bu konakta artık hiç Türkçe konuşulmuyordu.

Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar ve bun­dan en ziyade Servet Bey’in çocukları memnun oldular. Zi­ra, Boğaziçi’nin bu köşesi, asri eğlencelerin hiçbirisine müsait değildi; tuhafiyeci camekânları önünde gezinmele­re, her adım başında bir ahbaba tesadüflere, akşam üstü çay ziyafetlerine, bin türlü aşk ve alâka oyunlarına Kanlı- ca'da oturulan aylarda epeyce sekte geliyordu. Hususiyle, Servet Bey’in oğlu Cemil, henüz yirmi yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoglu’ndaki büyük lokanta­ların, gazinoların, barların, bazı eğlenceli evlerin sadık bir gediklisidir: bu yaşında bir çok tiryakilikleri, vaz geçeme­diği bir çok itiyatları ve ikinci bir tabat haline girmiş zevk­leri, hazları vardır. Hemşiresine ara sıra delicesine sevdiği bir metresinden bahsettiği de olurdu. Bittabiî bu metresi de yaz kış Beyoğlu’nda oturanlardandı. İşte, Cemil için say­fiye hayatı, bütün bu mahzurlar yüzünden katlanılmaz bir angarya haline girmiştir. Tam Beyoğlu hayatının uyanma­

143

Page 151: Yakup Kadri

ya başladığı bir saatte. Karaköy Köprüsü’nden koşarak va­pura yetişmek, vapuru kaçırınca veya kaçırmak isteyince eve karşı vaziyetini düzeltmek, gece kaçamaklarına makul bir sebep göstermek için maddî ve manevî bir çok zahmet­lere girmek, onu son derece rahatsız eden işlerdendi. Her şeyde hür fikirli olan babası da, bu geceyi dışarıda geçiriş­leri asla mazur göremiyordu; Servet Bey, ya ailevî ve ter- biyevî bir kanaat eseri olarak veyahut sadece babalık hissiyle bu hususta her nasılsa kaynatasıyla birleşiyor ve karısının endişelerini haklı buluyordu:

“ Ben demiyorum ki. gezmesin, eğlenmesin,’* diyordu. “ Gençtir, tamperaman sahibidir. Asrî, modern hayata gö­re yetişmektir. Tabiî bu hayatın her türlü safahatını göre­cek. Bu hayatın her türlü safahatını yaşayacak. Fakat bu yaşayış hiçbir zaman sıhhatini ihlal edecek bir dereceye varmamahdır. Ben demiyorum ki, İstanbul halkı gibi ak­şam gurur ile beraber evine sokulsun ve yemeğini yer ye­mez uyusun. Hayır, hayır... Hiç değilse gece yarısı ve kabil olmadığı takdirde sabaha karşı mutlaka evinde bulunmalı ve mutlaka yatağına girmiş olmalıdır."

Biraderinin küçük sırlarına pek yakından vakıf olan Se­niha ise. babası böyle söylerken çapkın bir tebessümle bı­yık altından gülerdi: zaten bu alaycı genç kız için etrafındakilerin hangi hareketi ve hangi sözü gülünç değil­dir! Büyükbabasının şahsiyeti, annesinin ahvali şöyle dur­sun, ekseriya pederi Servet Bey’in efkâr ve harekâtı’ bile ona iptidaî, sakat ve garip görünürdü. Zira, bu, Frenklerin, asır sonu diye vasıflandırdıkları bir genç kızdı; asır sonu, yeni bir nevi İçtimaî örnektir ki. haricî ve dahilî yaşayışın­dan hâle ve maziye ait- her türlü kayıttan azade ve istikba­lin henüz hazırlanan cereyanlarına tabidir. Seniha, dalma en son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe, ince ve çalâk vücudu, ipek böcekleri gibi daimi bir

• Düşünce ve davranışları.

144

Page 152: Yakup Kadri

istihale’ içindedir. Günün aydınlıklarına göre mütemadi­yen rengi değişen yeşil gözleri gibi sesinin bestesi, kımıl­danışlarının ahengi ve hattâ başının şekli de mütemadiyen değişirdi. İçi de tıpkı dışı gibiydi; tıpkı gözlerinin rengine benzeyen bir ruhu vardı, kâh ihtilaçlı, kederli, bulanık ve fena, kâh berrak, rakit** ve ekseriya bir havaî fişek gibi şenlikli idi. Fakat bu küçük, şeytan mevcudiyetinin hiç de­ğişmeyen bir hususiyeti vardır ki,o da alaycılığı ve şuhlu­ğudur. En ziyade zevk aldığı kitaplar, Gyp’in romanları, yeni tiyatro piyesleri ve Paris’in mizahi gazeteleriydi. Gyp, ana bir ikinci ona, bir ikinci mürebbiye olmuştu. Bu mu- harrin romanlarındaki serbest tavırlı, yarı oğlan, yan ka­dın genç kızlar, üzerlerinde ruhunu biçtiği modellerdir. Denilebilir ki,sabahtan akşama kadar her gün bütün meş­guliyeti bu genç kız tiplerini hayata tatbik etmekten iba­rettir.

Seniha, yağmurlu bir kış günü, elinde tuttuğu bir küçük kamçıyı sağa sola sallayarak, kapılara, duvarlara ve eşya­ya vurarak, gayet sıkıntılı bir tavırla evin içinde dolaşıyor, bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyor, adeta duvarlar arasın­da dar bir kafese hapsedilmiş büyük bir kuş gibi çırpınıp duruyordu. Tam bu esnada, karşısınla büyükbabası Naim Efendi çıkıverdi: İhtiyar adam, kürküne bürünmüş, elinde kalın ciltli bir kitap, bir odadan öbür odaya geçiyordu.

Seniha, şikârmı'*'bekleyen bir tazı gibi, Naim Fenendi’nin üzerine atıldı ve kamçısıyla kalın ciltli kitabın üstüne bir­kaç kuvvetli darbe indirerek:

“ Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!..” dedi. Son­ra bir mahalle çocuğu tavrıyle ıslık çalarak uzaklaştı, gitti.

Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun ar­kasından baktı, içinden: “ Lâhavle, lahavle,” diyordu: “ bu kızda acayip bir hal var!”

• Biçim değiştirme, başkalaşma• • Durgun.

• • •Avım .

145

Page 153: Yakup Kadri

Zaten, Naim Efendi, evin içinde ne olursa daima bu “ acayip” kelimesiyle adlandırırdı. Teessürleri asla bir öf­ke derecesine varmazdı, zira, gördüğü ve işittiği şeylerin hiçbiri garabetlerinin derecesi itibariyle havsalasına sığa­cak bir mahiyette değildi. Kızmak veya gücenebilmek için mutlaka biraz anlamak lazımdır. Naim Efendi ise ne dama­dının, ne torunlarının yaşayış tarzlarındaki mânayı anla- yamıyordu. Alafranga, asrın icabatı... Bu kelimeler konağın içindeki yeni vaziyeti onun nazarında kâfi derecede aydm- latamıyordu. Ekseriya kızıyle, bazen damadıyle araların­da hafif münakaşalar olurdu. Naim Efendi, kızına derdi ki:

“ Yavrum, çocuklarının ahval ve harekâtını hiç beğen­miyorum. Bu Lehli kadın zannederim ki, bunlara yanlış bir. terbiye verdi. Seniha on sekizine bastı, fakat hâlâ sekiz ya­şında bir çocuk gibi hoppa ve yaramazdır. Cemil daha.yir­misine girmedi. Fakat otuz yaşında bir gencin hayatını sürüyor. O yemekten sonra sizin önünüzde ayak ayak üs­tüne atıp sigara içmeler nedir? O eve istediği saatte girip çıkmalar nedir? Ne babasını dinliyor, ne seni... Ben ise, doğ­rusu her şeyi görmezlikten geliyorum. Ne kıza, ne oğlana ağzımı açıp bir kelime söylemiyorum: mazallah, bana kar­şı da bir itaatsizlik ederler, bir ters cevap verirler diye kor­kuyorum...”

NUR BABAMDAN

Kam ilen Muhabbete M evkuf *

İstanbul’un kış mevsimi, sevişenler için ayrılık ve has­ret zamanıdır. Tevekkeli, güfteyi söyliyen: “ Kış geldi firâk açmadadır sineme yâre” dememiş. Fakat tamamen İstan­bullu olan bu mısra zannetmem ki İstanbullu olmayan se-

• Sevginin tutsağı, tutuklusu

146

Page 154: Yakup Kadri

vişenlere büyük bir şey ifade etsin. Çünkü onlar, nasıl olsa, herhangi bir mevsimde buluşup sevişebilirler. Hele mede­nî payitahtlar halkı için muhabbet mevsimi ziyafetler, ra- kıslar, cemiyetler ve çay sohbetlerile beraber bilhassa kışın gelir. Kalın kadife perdelerle gölgelenen ve geniş dallı yap­ma çiçeklerle örtülen salon köşeleri ilk buselerin doğduğu yerler değil midir? Sevişenlerin buluşmalara gitmek için intihap ettikleri günler ise bilhassa kışın yağmurlu, fırtınalı ve pek soğuk günleridir. Zira böyle günlerde camlan, per­deleri sıkı sıkıya örtülü bir arabanın caddelerden süratle ge* çip gidişi hiç kimsenin nazarı dikkatini celbetmez ve geçen sevdalı tenha bekâr apartımanında, neşeli bir surette çıtır- dıyan bir ocak başında uzun kanepesine yaslanarak buluş­ma zamanını emniyetle bekliyebilir.

İstanbul’da ise âşıkların ekserisi millî ve iklimî bir çok sebeplerle hâlâ çoban muaşakalarını* tasvir eden destan­lardaki gibi tabiatın sinesinde sevişir. Buranın muhabbet ehlinde biraz da rüstaîlık*’ var. Onlar bilhassa kuytu ko­rucuklarda, tenha tepelerde, geceleri mehtaplı denizlerde­dir k i, kendilerine sığınılacak ve buluşacak yerlerin en eminini bulurlar. Bir taraftan, pek çoğunun mutadı da şarkı ve gazellerle sırlarını bildirmek olduğu*için ekseriye dilsiz karanlıklarda sahillere inerler, tâ ki sesleri hava dalgaları üstünde istenen kulağa çarptıktan sonra boşluk ve karan­lıkta titriye titriye dağılsın gitsin diye... Denilebilir ki .onlar indinde tabiatın böyle ılık mevsimlere mahsus havasile aş­kın sıcak tecellileri yekdiğerini tamamlıyan, beraber baş­layıp beraber biten tek cevherli iki hayat unsurudur. Hicrein deminde ağîıyan herhangi bir bedbaht âşıkm kalbinde yâ­rin iştirakile, geçmiş bir yazın hasretini birbirine karışmış bulursunuz. Bizde her aşk hikâyesi az çok bir “ yazın tari­hidir.”

Sevişme: • * Köylülük.

147

Page 155: Yakup Kadri

Nitekim Nur Baba ile Nigâr Hanım da bütün bir yaz se­viştiler. Çamlıca tepeleri, Boğaziçi koruları, Marmara sahil­leri, bütün bir yaz bu sevdalı çiftin sözlerile, buselerile, kahkahalarile, âhüvahlarile doldu. Onlar ilk âşıklar gibi hep bu yerlerde badeyle, şarkı ile, açık sineler ve açık başlarla elele vererek, yanyana oturarak başı boş dolaştılar... Hiç­bir şeyden çekinmediler. Tepeleri o kadar tenha koruları emin sahilleri o kadar sırdaş buldular. Gerçi Nasip Hanım gibi sevdalılarını daima yanında taşıyan hanımlarla, nef­sine mevdu • yârini bir türlü bulamıyan muhibbelerin ha­zan onlara refakat ettiği oldu. Onlar bu şartlar altında kendilerini daha çok emin, daha çok masum ve hür buldu­lar. Yanlarmdakilerini muhabbetlerinin bekçileri sandılar. Fakat, ne çare! Nefsini kâmilen muhabbete veren Nigâr Ha­nım, gittikçe susayan Nur Baba için bütün mânasile bir ol­muş meyve haline geldiği zaman kışın ilk yağmurlan düşmeğe başladı. Nur Baba, her sene olduğu gibi bu kış da dergâhını kapayıp Üsküdar’daki kışlağına indi. Nigâr Ha­nım da zevcinin Nişantaşı’ndaki konağına nakletti. Bu göç­ler her İki taraf için de mevsim ve mesafeden doğan müşküller şöyle dursun, önlenmesi hayli büyük fedakâr­lıkları; hayli mühim meşakkatleri istilzam eden” daha bir çok mâniler ve zahmetler doğurdu.

Nigâr Hanım: Nişantaşı’nda, zevcinin akraba ve taallû- katile çevrili, dar ve sıkıcı bir çember içinde gibidir. Her ha­reketin zımnî bir murakabeye,*** her sözünü sessiz bir tenkide ve her teşebbüsünü nereden çıktığı bilinmiyen bir mânaya maruz zannederdi. O izdivacının ilk gününden be­ri, gerek zevcinin ve gerek ona mensup olanların yanında bir an için olsun ne kalbinin istirahatini, ne vücudunun hür­riyetini. hatta, ne de irade-i cüz’iyesini’ ***bulabildi. Genç kadın, onlarla ve onların muhitinde, kendini büsbütün baş­

• Vadolunmuş: * * Gerektiren. * • • G izli bir denetlemeye.

• • • • İnsanın elinde oian irâde anlamında kullanılır.

148

Page 156: Yakup Kadri

ka bir yerde kayıp, garip, menfi ve mahbus hissediyor.Safa Efendi’nin torunu bu hissinde yanılmıyor. Kendi ba-

basınm on beş yirmi sene süren o kapah, renksiz ve sessiz devrine rağmen havasında, hâlâ Safa Efendi ile kızı ZibaHa- nım zamanına ait o aşifte şarkılardan, cuşişli* seslerden bir şey saklıyan Kanlıca'daki yalı İle Madrit Sefiri Eşref Pa* şa’nın bir sefarethaneden daha resmî ve daha muntazam konağı, İstanbul’da, birbirine zıd iki âlemin kutuplarını teş­kil eder, bu âlemin birinde hiç bir şeyin hududu yoktur, di­ğerinde her şey geçilmez bir çizgi içine alınmıştır. Burada yaşıyanların sözleri biçilmiş, sesleri ölçülmüş, vaziyetleri, tavırları aynalar karşısında son kararını almıştır, kımılda­nışları dakika ve saatlerin yürüşüne bağlıdır. Hayatta her şeyin fazlasını ariyan IVigâr Hanım, bunlar arasında tabiî­dir ki,her hareketini fazla buluyor: onun İçin hayatı güzel, kolay ve lezzetli yapan şeyler, gizli ve sıcak konuşmalar­dan, bazı geceleri sabahlara kadar gülüşmelerden, musi­kînin bir faslında gözyaşı dökmelerden, çoşkun anlar­da ruhunu çırılçıplak ortaya atıvermelerden hülâsa, gelişi­güzel, açık ve aydınlık yaşamadan ibaret iken, diğerlerinin bütün bunları alenen değilse bile zımnen çirkin, kaba ve bayağı telâkki edişi ondan bir nevi şaşkınlık doğuruyordu: Meselâ filân saatte nasıl bir kıyafete girmek lâzımdır, filân söze nasıl bir tavırla cevap vermek icap eder, sokağa nasıl ve ne vakit çıkılır, eve ne vakit gelinir? Bunları bile unutu­yor; Nur Baba’mn iradesiz ve nermin kalbll muhibbesi o kadar bunalmış ve çeresiz bir haldedir.

Nur Baba da diğer taraftan daha iyi bir halde değildir. Onun Üsküdar’daki kışlığı bir aşk mahpesi*' gibidir. O ci­varda, Nakip Paşa haremi denilmekle maruf bir dul kadın muhabbet mürşidini her kış büyük çini sobalarla ısınmış.

* Çoşkulu.

•• Hapishane,

149

Page 157: Yakup Kadri

geniş sofalı bir konakta sırf kendi nefsine hasrediyor. Bu Nur Baba için üç senedir böyle yalnız kış mevsimlerine mahsus bir acayip münasebettir. îlk zamanlar bu müna­sebet az çok herkesi meşgul etti idi. Celile Bacı başta olmak ve Ziba Hanımefendi de işin içinde dahil bulunmak sureti- le Nur Baba ile sair muhibbelerden ziyade samimî alâkala­rı olanların hepsi birden bu hale karşı isyan ettiler.

En kalender muhibbeler içinde bile genç mürşidin bu ân- laşilmıyan hareketine itiraz edenler oldu. Filvaki bu mese­le her cihetten isyan ve itirazı celbeden bir şeydi; evvelâ insanlık bakımından isyanı dâvet ediyordu: Çünkü bu kış­lık sevgili yetmişini bulmuş, yerinden kımıldıygmaz bir ha­le girmiş, buruşuk bir acuzedir. Bu kadın Nur Baba’ya zahiren bir evlât muamelesi yapmakla beraber hakikatte, Celile Bacı’mn kavlince* onu vahşi, kıskanç ve hod- endiş** bir ihtiras ile seviyormuş. Zaten bunun böyle olu­şuna genç mürşidin, her kış bütün müritlerce görülmez, bilinmez, bulunmaz bir hale girişi kâfi bir deUl değil mi? bir mürşidin kışın vazifelerini tatil ettiğini kim görmüş? Ba­şını okutmak istiyenler, bir adağı olanlar, yazın nasip al­mağa vakit bulamıyanlar, uzun gecelerin âyin ve muhabbet teşneleri, cemai ve didar müştaıkları**' kime, nereye baş­vursunlar? Vakıâ İstanbul’da başka dergâh yok değil, fa­kat herkes bilir ki bir dergâhın malı olanlar diğerlerinde âdeta bir sığıntı haline girerler. Hele Nur Baba evlâtlarının diğer babalarla —her nedense— başları hoş değildir. Onlar Bektaşilik içinde diğer bir Bektaşîliğin mümessilleri, ayrı bir sınıf tarikat ehli gibidirler. Hele Sütlüce postuna oturan bir ihtiyar mürşid Nur Baba’ya âdeta bir mülhit’ *’ * nazari- le bakıyor ve onun evlâtlarına her yerde her tesadüfte tür-

• Deyişiyle; • ‘ Bencil; *** Uzun gecelerin âyin ve muhabbetine susa-

yanylar, tanrısal güzelliği ve yüzünü özleyenler (burada tasavvufı an­

lamda kullanılıyor): Dinsiz.

150

Page 158: Yakup Kadri

İÜ türlü hakaretler etmekten kendini alamıyordu. Doğrusu Nur Baba’nm (bütün bunları bildiği halde) sürüsünü velev bir mevsim için olsun böyle çobansız ve perişan bırakışı ih­mal ve kayıtsızlıktan başka bir şey, âdeta bir zulümdü.

HÜKÜM GECESİ*NDEN

İttih a t ve Terakk i Devrinde B ir Muhalif Gazete Yazarın ın Günü

Bir akşam üstü evine dönerken şarkı ile karışık piyano sesini duyduğu andan beri köşebaşmdaki konağın önün­den her geçişinde birkaç saniye duraklayıp içeriyi dinlemek Ahmet Kerim’in hayatında dayanılmaz bir alışkanlık yeri­ne geçmişti. Onun içindir ki, bu sabah yanında Hasip Bey var diye oradan geçerken bu alışkanlığı yerine getirememiş olmak Amet Kerim’de iç sıkıcı bir tesir uyandırdı ve ken­disi ile tanıştı tanışalı ağzından Edmond Desmoulains’in sosyal nazariyeleri dışında bir tek keliîne işitmediği Hasip Bey’in yine aynı bahsi açtığını görünce bu iç sıkıntısı onda güç tutulur bir öfkeye çevrildi.

Tıpkı sabah kahvesini içmeden sokağa çıkmış bir tirya­ki gibi idi. Halbuki, Ahmet Kerim’de bir alışkanlık haline geldiğini söylediğimiz bu köşebaşmdaki evi dinlemek ha­reketinde hattâ bir sabah kahvesinin kıymet ve lezzeti bi­le yoktu. Bunun böyle olduğunu kendisi biliyordu. Fakat derisi altında sert ve ekşi bir sıvı gibi dolaşan bu öfkeyi bir türlü yenemiyordu. Uykudan yeni kalkmış kart bir adam sesiyle dedi ki:

“ Azizim Hasip Bey, bahsedip durduğunuz bu Edmond Demoulains hayvanın biridir. Hiçbir yazar budalalık ve ce­haleti bunun kadar ileriye götürmemiştir.”

151

Page 159: Yakup Kadri

Zavallı Hasip Bey sanki saçağı altında yürüdüğü çatıl- nn birinden başına bir kiremit düşmüş gibi oldu. Sarsıla­rak durdu. Gözleri yere dikildi. Bir müddet böyle kaldı ve sonra, başını Ahmet Kerim'e çevirip:

“ Aman efendim rica ederim,” dedi .“ Bu sözünüzü kim­seler duymasın. Edmond Demoulains hayvan! Edmond De- moulains budala! Rica ederim, bunu bir daha tekrar etmeyiniz.”

Ve şimdi de bu nasihat ve merhamet edasıyla Demoula­ins faslının tekrar başladığım hisseden Ahmet Kerim biri­cik kurtuluş çaresini artık büsbütün başka şeylere dalıp gitmekte buldu. Meselâ o gün gazeteye yazacağı makaleyi düşündü. Ona bu günlük gazetecilik mesleklerin en gücü, en bayağısı, en şerefsizi gibi geliyordu. Gerçi aslında halkı eğlendirmekten veya kendisini halka beğendirmekten baş­ka bir mânası olmayan bu mesleğin güzel ve asii tarafı yal­nız sıkıntılarında ve tehlikelerine idi. Fakat, yaz kış, her gece, bir sokağın belli bir yerinde, boyanarak, süslenerek ve tıpkı bir gazeteci gibi kendisini halka beğendirmek için bin türlü yalancı işveler yaparak saatlerce bir aşağı bir yu­karı dolaşan bir kaldırım yosmasının hayatı da o kadar sı­kıntıyla dolu ve o kadar tehlikelerle karşı karşıya değil midir? Siyasî gazete yazarı için dayak, kurşun, hapishane veya ip varsa bu zavallı kadın için de her an bir sarhoşun yumruğu, bir katilin bıçağı, bir firengilinin mikrobu var­dır ve bir gazeteci okuyuculannın sayısını artırmak yolunda bedenî ve fikrî ne kadar gayret harcarsa, beş olan müşteri­sini ona çıkarmak için çalışan bir fahişenin harcadığı gay­ret de hemen aynı nisbettedir.

Ahmet Kerim kendi kendine; “ Günlük bir gazete yaza­rıyla bir kaldırım fahişesi arasındaki benzerlikler yalnız bundan ibaret değil,” dedi. “ Bunun da, onun da biricik ser­mayesi halkın budalalığıdır. Amme efkârı bunların birin­de hakikat ihtiyacını, ötekinde aşk ihtiyacını tatmin ettiğine inanır. Halbuki fahişenin verdiği aşk ne derece samimî ise

152

Page 160: Yakup Kadri

gazetecinin söylediği hakikat de o derece doğrudur.”“ Nidayı Hakikat” başyazarı düşüncelerinin burasına ge­

lince kendisinden iğrenir gibi oldu ve ruhunu, yaptıkları şeylerin dürüstlüğünden şüpheye düşen kişilere mahsus, derin bir keder kapladı. Fakat, genç varlığında her düşün­ceden daha kuvvetli olan bencilliği birden başını kaldırdı: “ Hayır! Ben.yalnız ben,bu cins hakikat bezirganlarından değilim” dedi. “ Her yazım kuvvetle inandığım, kuvvetle hak bildiğim bir fikrin ifadesidir.”

Gerçekten, nefsini her türlü zevk ve refahtan yoksul kı­larak, ve her gün bir ölüm tehdidi ile karşılaşarak yarım bir sefalet içinde sürdüğü bu ateşli mücadele hayatını bazı küçük yalanlara dayanan düzmece bir şey saymak için çok insafsız olmak lâzım gelirdi. Ahmet Kerim, bu mücadele­nin ne kadar umutsuzca ve menfaat gözetmeden yapıldı­ğını pek iyi biliyordu. Kendi safında olanların günün birinde İktidar mevkiine geçebileceklerine hiç inanamıyordu. İn­sana ikbal, saadet ve servet sağlayan kuvvetlerin hepsi de öbür tarafta idi. Ve hep öbür tarafta kalacaktı. Çünkü İtti­hat ve Terakki bütün o kaba ve vahşî sertliğine karşı mem­lekette tek kudreti temsil ediyordu. Muhalefet ise olumsuz ve inkarcı anlayışların hastalıklı bir görünüşün­den ibaretti. Ahmet Kerim, her dakika bu acı gerçekle yan yana yaşıyor ve İttihat ve Terakki ile, hiçbir ümide kapıl- maksızın, hattâ bir uzak zafere bile ihtimal vermeyerek fe­ragat içinde çarpışıyordu. Bu müthiş kudretle böylece yalnız başına çarpışmakta sonsuz bir zevk vardı. Yalnız ba­şına mı? Evet! 31 Mart İhtilâli’nden sonra, iktidara gelen ra­dikal devrimciler hükümetinin dehşetle kapadığı tenkit ve tartışma kapısı ilk defa olarak “ Nidayı Hakikat” gazetesi­nin kuruluşuyla açılmıştı. Ve bu gazetede, kendi imzasıyla yazı yazan iki yazardan biri de Ahmet Kerim'di. Herkesin sustuğu o yıldırma devrinde, gerçeği söyleyen bu

153

Page 161: Yakup Kadri

iki yazarın sesi, bir za.manla.r çölün içinden Orşilim belde­sine haykıran Yahya Nebi’nin sesi gibi memleketin en ıs­sız köşelerine kadar yayılıyor ve kimini kızdırıyor, kimini ürkütüyordu. Tevrat geleneklerine göre Yahya Peygamber’- in iman yaydığı çölde, biricik gıdası yaban balı ile çekirge imiş. Türkiye’nin muhalefet basını, Ahmet Kerim’e bu çe­şitten bir gıda bile sağlamıyordu. Annesinin, babasından kalma bir emekli maaşı ile idare etmeğe çalıştığı; Teşviki­ye ’deki küçücük ev de olmasaydı, zavallı genç, sözün bü­tün mânasıyla bir kaldırım serserisi haline girecekti.

Hasip Bey:“ İşte geldik!” der demez. Ahmet Kerim bir kâbustan uya­

nır gibi silkindi. Nişantaşı’nda, sessiz bir konak bahçesinin yarı açık kapısı önünde idiler. Hasip Bey, alışık bir tavırla bu kapıyı itti. Üç defa ses veren bir küçük çanın altından bahçeye girdiler. Güz mevsiminin ilk kuru yaprak yığınla­rı ile yıllardan beri terkedilmiş bir yer hali alan bu bahçe­de Abdülhamid devrinin dillere destan olan ihtişamını hatırlatır hiç birşey yoktu. Hafif bir iki devrim soluğu bu eski sadnazam konağının bahçesini hemen birkaç yıl için­de İstanbul’un en bakımsız tekke ve türbe bostanlarına çe­virmişti.

Kapı açılırken sallanan çanın sesi içeride hiçbir hareket uyandırmadı. İki ziyaretçi evin bir köşesini teşkil eden bir camlıkta son bulan mermer merdivenlerden çıktılar. Ha­sip Bey biraz önce kapıyı nasıl ittiyse bu camlığın ziline de öyle bastı. İçeriden bir uşak bunlara doğru yürüdü. Bu uşak traşı uzamış, ceketsiz bir adamdı. Hasip Bey, dostça ve ay­nı zamanda koruyucu bir tavırla gülümseyerek:

“ Nasılsın bakalım, Osman Ağa?” dedi.Osman Ağa yerden temennalar ederek gür, uzun bıyık­

larının altından “Allah ömürler versin!” diye mırıldanıyor­du. Fakat, bunu yapışında ve bunu söyleyişinde o kadar samimiyetsiz, o kadar yılışık bir lâubalilik vardı ki, Ahmet Kerim, Hasip Bey hesabına buna kızmaktan kendini ala­

154

Page 162: Yakup Kadri

madı. Hele Hasip Bey’in “Beyefendi daha uyanmadı mı yok­sa?” sorusuna karşı: “ Hayır efendim, fakat şimdi gider, uyandırırım." cevabını vermesi lâzım gelirken, manalı bir yüz ekşitmesiyle efendisinin her zamanki gibi henüz uy­kuda olduğunu hissettirmesi onu iki kat sinirlendirdi. Ha­sip Bey’in gittikçe pısırıklaşan bir hali vardı.Pek belli idi ki. bu eve, hep bir sığıntı gibi girip çıkmış ve on beş yıllık bir arkadaşlığa rağmen hâlâ kendisinde eski Sadnazam Halil Paşa'nm oğlu Ömer Beyefendi’nin’ uşağına emretmek yet­kisini bulamamıştı.

Ahmet Kerim;“ Hasip Bey. bu ne acayip karşılayış!" dedi. “ Bizi bugün

on birde beklemeyecek mi idi.’ ’“ Evet öyle... Öyle ama. dün gece anlaşılan yine geç yat­

mışlar. Değil mi Osman Ağa? Kaçta yattılar söyle baka­yım ?"

Uşak sırıtarak, parmaklarıyla on sayısını işaret ettiHasip Bey;“ Onda, alaturka saat onda! Yani sabaha karşı! Gördü­

nüz mü?" dedi.

Bunu yeter bir mazeret, saymak için bu konağın hiç de­ğilse Hasip Bey gibi gedikli misafirlerinden biri olmak lâ­zım gelirdi. Halbuki Ahmet Kerim, buraya Ömer Bey’in daveti üzerine ilk defa olarak ayak basıyordu ve ev sahibi­ni, ilk defa olarak bugün tanıyacaktı. Gerçi, bu davete ve bu tanışmaya aracılık eden Hasip Bey’di. Fakat, doğrudan doğruya bu nezaketsizlikten incinecek onur onun onuru de­ğildi. Şu halde. Ahmet Kerim camlı kapıyı pos bıyıklı uşa­ğın burnuna çarparak ters yüzü çıkıp gitmeyi düşündü. Lâkin, tam bu anda, zavallı Hasip Bey o derece gülünç ve acıklı bil tavırla yanına sokuldu ve o kadar yalvarıcı bir ses­le özürler diledi ki. genç adamın bütün kızgınlığı birden da­ğılıverdi.

155

Page 163: Yakup Kadri

Hasip Bey’e göre. Ömer Bey'de irsî bir noktambulizm varmış. Tâ çocukluğundan beri şafak sökmeden yatağma girdiği ya da girse bile, uyuduğu görülmemişmiş. Hattâ kendisi de bu kusurunu bildiği için, Ahmet Kerim'i önce akşam yemeğine çağırmayı düşünmüş, fakat Hasip Bey’- in araya girmesi üzerine bir “ ilk ziyaret” için daha uygun olan bu saat tayin edilmişti.

Ahmet Kerim, yine Hasip Bey’i işitmemeye başladı. Tek­rar köşebaşındaki evin önünde durup içeriyi dinlemediği hatırına geldi ve kalbini büyük bir fırsat kaybetmişlere ve­ya bir sevgiliyle buluşmaya gidememiş olanlara mahsus ya­kıcı bir his kapladı. Ah, o ses... O sesi bir kere daha işitmek kabil olacak mıydı? Ahmet Kerim bu sesin sahibini, bu se­sin sahibi olan kızı —Çünki, o mutlaka bir kızdı, taze ve gü­zel bir kızdı!— görmeyi, tanımayı hayalinden bile geçirmiyordu. O, belki bir peri idi. belki billürdan bir put idi: belki de yerde yaşayan yaratıkların hiç bilmediği, hiç görmediği semavî bir musikî âleti idi. Öyle olmasa, Ahmet Kerim’in yüreği o sesi duyduğu günden beri titreyip durur- muydu? Dünyada hangi ahenk vardır ki kulağa aksettiği dakikadan beri bütün sinirlerimizde dinmeyen böyle bir tit­reyiş halinde günlerce devam edip giderdi? Ahmet Kerim’in vücudu baştan başa bir saz teli gibi idi ve o ses bu telin üs­tünde bir kemanın yayı gibi bayıltıcı bir direnme ile hep aynı ezgiyi tekrar ederek gidip geliyordu. Bu, hattâ belli bir ezgi bile değildi. Bu başı ve sonu olmayan tek, bütün, uzun ve derin bir ünlemeydi. Bu, bize ulaşmak isteyen başka bir cinsiyetin kendi karanlıklgınndan bizi yardıma, bizi kavuş­maya çağırışı gibiydi. Bunda, o hem yanık, hem acı, hem de okşayıcı ünlemede dişinin bütün sırları da açığa vuru­yordu. Onun içindir ki, Ahmet Kerim kim olduğu bilinme­yen şarkıcıyı tanımak isteğine kapılmıyordu. Çünki, o kadın her kim ise, sarıcı sesiyle kendisini ona vermiş, çırıl­çıplak onun koynuna girmiş, ve vücudunun en duygulu noktalarım ona açmış oluyordu. Ahmet Kerim o sesi ilk işit-

156

Page 164: Yakup Kadri

tigi an gerçekten, böyle bir halin bütün ürperişlerini his­setmişti.

Uşak bir gümüş tepsi içinde iki kahve getirdi.

Şu dakikada Ahmet Kerim için hiçbir şey, ne milletler arasmdaki kanlı anlaşmazlıklar, ne siyasî partilerin sinsi ve mânsız didişmeleri, ne tarih, ne ilim: hiçbir şey. hiç bir şey. bu, hemen hemen bir “ vu s la f’a benzeyen hal kadar mühim değildi. O kadın veya o kız her kim ise, şimdi ona bir haber gönderecek olsaydı, ona “ Gel; senin için piyanom­da bir şarkı daha söyleyeyim. İstersen her gün, her saat se­nin için çalıp, senin için söyleyeceğim! Fakat bir şartla: Seni uğraştıran bütün işleri, gazeteni, yazılarını bir yana atacak­sın!” deseydi, Ahmet Kerim bir saniye tereddüde düşmek­sizin hemen bu çağrıya koşacaktı ve belki de bu yaratığın ileri süreceği daha başka şartları da gözü bağlı kabul edecekti.

Genç adam bu gerçeği kendi kendisine itiraf ederken in­san alınyazısının ne kadar zayıf temeller üzerine dayandı­ğın ı gözleriy le görür gib i oldu* ve düşündü ki, kahramanlarla evliyalardan başka hiç kimse milletlerin ba­şına geçmeğe lâyık değildir; şu halde aleyhinde bulundu­ğu İttihat ve Terakki’yi herhangi bir partiden çok iktidar mevkiine lâyık saymak lâzım geliyordu. Çünki, yer yüzün­de hiç bir siyasî kuruluş kendi bağrından bu kadar çok ev­liya ve kahraman çıkarmamıştır. “ Merkezi Umumî" feragatin örneği olan kişilerle dolu idi. Hükümet hep feda­kâr inkılâp erlerinden meydana gelmişti. Gerçi. Enver ve Niyazi gibi adlar şimdiden masallara karışmış, her biri- bir köşede duruyordu.” Fakat, yeni Türkiye’nin üstünde hâkim olan yine onların ruhu idi. Şu halde?..

Ahmet Kerim birdenbire sendeledi. Lâkin yine aynı hızla

157

Page 165: Yakup Kadri

kendini topladı. “ Öyle ama, bunların hepsi düzme, hepsi düzmeci!” dedi. İktidara geçer geçmez hepsinin foyası mey­dana çıkıyor: İşte Talât Bey! İşte Mahmut Şevket Paşa! bunlardan biri, daha düne kadar, alçak gönüllü ve fedakâr bir hak adamı idi. Nazır olur olmaz hemen değişti. Siyah kadife yeleğinin üstüne bir altın kordon geçirdi ve her ta­rafı çamlı bir otomobile kurulup sokak kalabalığına bir bay­ram çocuğu gibi sırıtıyor. Öbürü Hareket Ordusu’nun başında ne şanlı, ne heybetli idi! Sanki destan kişilerinden biri gibiydi. Şimdi, bilinmez bir elin oynattığı bir korkuluk kadar kaba, gülünç ve hor görülmektedir. Bu zavallı ada­ma hattâ zorbalık bile yaraşmıyor.

Ahmet Kerim düşüncelerinin burasına gelince, Hasip Bey’in kendisine hâlâ bir şeyler anlatmakta olduğunu far- ketti. Hasip BeyEdmond Desmoulains'in bütün eserlerini hulasa etmiş, şimdi de.aynı yazarın “İktidara Geçmekte Fayda Var Mıdır?" adlı eserine gelmişti. Ahmet Kerim,Ha- sip Bey’in yüzüne baktı. t>akü da kendi kendine dedi ki: “Lâ­kin İttihat ve Terakki’nin en cahil, en kör üyeleri bile aksiyon alanında mutlaka bu adamdan daha değerlidir. Ne yazık, biz sanki bunlarla mı bir hükümet kuracağız?’ '

Çünki, muhalifler arasmda Hasip Bey’e gelecekteki na­zırlardan biri gözüyle bakılıyordu. Uzun süre elçilik müs- taşarlıklarında bulunmuş olması, sakalının kısa ve sivri kesilişi, tek gözlüğü, Edmond Desmoulains bahsindeki de­rin ve rekabet kabul etmez malumatı onu, dostlar gözün­de bir nazırlık sandalyesine en yakışır kişilerden biri haline sokmuştu. Hasip Bey bt lli başlı muhalefet adamlarının ken­di hakkındaki bu yakın sevgi ve ilgisini gurur ve iftihar ile sezmekteydi. Hattâ şimdiden, hiç değilse bir nazır namze­di tavrı takınmış ve herkesten buna göre bir muamele bek­liyordu. Onun içindir ki bir muhalif gazete başyazarından, hem de Ahmet Kerim gibi herkesin, beğendiği bir yazar

158

Page 166: Yakup Kadri

tarafından lâzım geldiği kadar itibar görmemek, daha doğrusu kendisini böyle bir gence beğendirmemek Hasip Bey’i son derecede üzüyordu. “ Hepsini kazandım, mutla­ka bunu da kazanmalıyım. Bilhassa bunu kazanmahyım. Çünki, bunun kalemi benim “ porte - voix” ' m olacaktır." diyordu.

Tam bu sırada, sofadan, ev sahibinin uyandığını ve gel­mek üzere olduğunu sezdirir birtakım hareketler ve seslerk İşitilmeye başlandı.

İşte Hasip Bey, Ahmet Kerim’in yakınlık ve sevgisini kendi üzerine çekmek kaygısıyladır ki, onu, bugün evin­den alıp Ömer Beyefendi'nin konağına kadar getirmek ne­zaketinde bulunmuştu. Hasip Bey’ii) bu halinde sanki, eski lalaları hatırlatan bir şey vardı. Onda bu lalalık tavrı doğuş­tan bir şey olsa gerektir. Çünki kendisinin Ömer Beyefen- d l’nin adam larından birinin oğlü olduğu gizlice söylenmektedir. Nitekim Osman Ağa’nın biraz önceki mu­amelesi, Hasip Bey’in kendisinin buraya girerken aldığı o alışkın ve yatkın tavır, Ahmet Kerim’in gözünde bu söy­lentiyi kuvvetle doğrulamıştı.

Hasip Bey:“ Sanırsam nihayet geliyorlar.” dedi.Gerçekten Ömer Beyefendi nihayet,geldiler. Fakat, tam

bir saat sonra... Odadan içeriye birtakım kesik ve zincirle­me aksırık sesleriyle sarsılan bir adam girdi. Ne! Eski Sad­razam Halil Paşazade Ömer Beyefendi bu muydu? Hani şu İkinci Abdülhamid devrinde adı fısıltılarla bir kulaktan öbür kulağa geçen ve her kulakta az bulunur, acayip ve değerli bir küpe gibi takılı kalan: hani şu, ikide bir Mabeyni Hü- mayun’a dalıp da devlete ait —çok mühim işler için— bü­tün o heybetli sarayı mukavvadan bir oyuncak yapı gibi avucunun içinde zıplatan: hani şu Cerlec d’Orient’in “ al-

* Ses taşıyıcı.* ♦ Türkçe anlamı. Şark Cephesi Döneminin ünlü bir özel klübünün

adı. Günümüzde “ Büyük Klüp" adıyla varlığını sürdürüyor,

159

Page 167: Yakup Kadri

tın bülbülü: hani şu. İstanbul’un biricik Mecena’sı;sesli ay­dın. yüksek, hürriyetçi ve kibar gençliğin tek incisi, hani bugün herbiri meşrutiyet devrinin yüksek makamlarına kurulmuş kimseleri bir zaman sofrasmda yedirip içiren ve kütüphanesinde okutup öğreten ve bu eski nüfuzuna dayanarak İttihat ve Terakki’nin ilk taşkmlıkla- rını bunlarm kişiliğinde kötülemek cüretini gösteren me­deni cesaret sembolü Ömer Beyefendi bu küçük, aksırıklı mahluk muydu?

Ömer Bey alafranga bir selâm çalımı ile kendisine doğ­ru uzanan Hasip Bey’in başına hafif ve okşayıcı bir şamar vurarak Ahmet Kerim’e yaklaştı: Üstünkörü traş olmuş es­mer, mahmur bir yüzün ortasında diş ve parmak uçlarıyla durmadan didiklenmiş bıyıkların yarıya kadar ancak örte­bildiği geniş, boş, harap bir gülümseme... Ahmet Kerim yal­nız bunu gördü ve derhal nasıl bir insanla karşı karşıya bulunduğunu anladı. Bu gülümseme, bir karekterin tarifi idi. bu gülümseme mufassal bir biyografi idi.

“ Sizi beklettim, sizi beklettim. A f buyurun. Dün gece Ne­cip Molla Bey, Neşet Paşa, Saim Efendi hazretleri filân geç vakte kadar hep burada idiler. Aramızda uzun bir bahis açıl­dı. Onlar gittikten sonra bu bahsin mevzuunu teşkil eden meseleye dair bütün dosyalarımı karıştırmak mecburiye­tinde kaldım. İyi ki karıştırdım. Bunlar arasında sizin için öyle enteresan vesikalar buldum ki... Göreceksiniz... Her­biri gazetecilik bakımından milyonlar değer. Yemekten son­

ra vaktiniz müsaitse birlikte tasnif ederiz. İçinden beğendiklerinizin kopyasını alabilirsiniz. İsterseniz asılla- rınl da veririm.”

Hasîp Bey’e dönerek ilâve etti:“ Ne yazık ki Ahmet Kerim Beyefendi ile şimdiye kadar

müşerref olamadık. Yoksa açtıkları polemikte kendilerine yardımım dokunurdu. Malûmu âliniz; hücumlar birtakım vesikalara dayanılarak yapılacak olursa daha çok kuvvet

160

Page 168: Yakup Kadri

kazanır. Tesirleri daha ‘mortel” ' olur. Bu bakımdan iddia edebilirim ki, sözüm yabana Meşrutiyet Nazırlarından bir çoğunun canı benim elimdedir. Öyle değil mi Hasip Bey, ne dersiniz? Meselâ muhterem Maliye Nazırı’mn Meşruti­yetten iki yıl önce âcizlerine yazdığı ‘arizayı’ Nidayı Haki- kat’te bir neşredecek olsak, ha-ne dersiniz, bir neşredecek olsak?”

Nidayı Hakikat adını işitir İşitmez Ahmet Kerim ’in yü­reği hopladı. Eyvah, bugün ne yazacağını hâlâ bilmiyordu. Acaba şu sözü edilen vesikalardan bir başyazı mevzuu çı­karmak mümkün olabilecek miydi? Ömer Bey tam onun düşüncesine cevap verir gibi:

“ Lâkin ne yazık ki şimdi bunların sözünü etmek doğru değildir.” dedi. “ Bunlar, muhalefetin son ve kati darbele­rini teşkil edecektir.”

Hasip Bey kıskıs gülüyordu:“ Ama efendim, hep zamanı gelmediğinden bahis buyu­

rursunuz;” dedi. “ Bunların zamanı ne vakit gelecek bil­mem ki, devlet ve memleketi büsbütün harap ve ‘türap’ etmeleri mi beklenecek?”

Çünki, bir an önce iktidar ve mevkiine geçmek için can atı­yordu. Artık daha fazla beklemeğe tahartımülü kalmamıştı.

Borçları gırtlağını aşmıştı ve herkesi “ bugün yarın” di­ye avutmaktan bıkmıştı. Onun içindir ki, Ömer Beyefendi bu son “ darbe” lerden bahsettikçe telâştan yüreği çar pıyordu;

“ Bu yaptığın ız hepim ize sanki bir ‘Suplice de Tantale” *‘ dır. dedi.

Bu “ hepimize” deyimi Ahmet Kerim’in en duygulu bir noktasına saplandı ve sert çizgilerle buruşan yüzünü Ha­sip Bey’e çevirerek:

• ölüm cül.• * ö lü ler dünyasında suyun ve m eyvalann yanında aç ve susuz kal­

ma cezasma çarptırılmış efsanevi Tantalus kastediliyor. Türkçesi “'Tan­

tale eziyeti”

161

Page 169: Yakup Kadri

“ Lütfen bu ‘hepimizden’ beni ayrı tutun" diye mı­rıldandı.

Ahmet Kerlm’in kendi kendisine hiç halledemediği me­selelerden biri de bu idi: Memlekette muhalefet adı altında ;oplanan ve herbiri, her parçası ayrı bir kusurun, ayrı bir maksadın gölgesini taşıyan bu alaca kümenin içinde ken­di siması acaba nasıl görünüyordu? O da, gerçekten, bu kü­meden miydi? O da, gerçekten, bu yamalı bohçayı meydana getiren parçalardan biri miydi? O da, gerçekten, şu Ömer. Beyefendiler, şu Hasip Beyler, şu Necip Mollalar, Neşet Pa­şalar ve Saim Hocalar sırasında bir muhalif tipi miydi? Eğer öyle ise. hangi iplikler bunu onlara dikmişti? Gerçi, onla­rın birbirlerine ne cins ipliklerle yamanmış olduklarını bil­mekte güçlük çekmiyordu. Hasip Bey. ne olursa olsun bir an önce bir Nezaret koltuğuna yerleşmek istiyordu. Nacip Molla’nın dilediği de bu idi. Neşet Paşa da bunu istiyordu. Saim Hocaların, Mebus Tahsinlerin ve daha başkalarının, dilek ve gayeleri de kendilerine göre bir ikbale erişmekten başka bir şey değildi. Lâkin Ahmet Kerim, kendi etinde bu çeşitten bir ihtirasın iğnelerini hiç duymamıştı. Zaten, her­hangi bir makam için henüz çok genç olduğunu biliyordu. Bundan başka, resmî şereflerin hiçbiri onu çekmiyordu, bu şimdiki durumda bile, iktidar mevkiinde bulunanların hep­sinden daha kuvvetli, daha itibarlı, daha nüfuzlu değil miy­di? Her gün masasının üstü memleketin dört bir köşesinden yağan yüzlerce takdir, teşvik ve sevgi mektuplarıyla dolup boşalıyordu. Gerçi, bunların arasında birçok da imzasız teh­dit mektubu vardı. Fakat öbürlerini ne kadar övünmeye de­ğer bulursa, bunlar da o kadar koltuklarını kabartırdı. Çünki. o takdir ve tebrik mektupları onu bir genç kahra­man derecesine çıkarırken, bu tehdit mektupları da ona ce­sur bir mücahit olma zevkini verirdi: Ahmet Kerim’e göre, bu sıfatların her ikisi de hayatta erişilebilecek mertebele­rin en büyüğü idi. Ahmet Kerim, gerçi, hayatta bundan baş­ka daha birçok mutluluk kaynakları bulunduğunu bilecek

162

Page 170: Yakup Kadri

kadar duygulu, genç ve sanatkârdır. Güzel döşenmiş bir odadan, iyi giyinmiş bir kadına, iyi giyinmiş bir kadından mermer bir heykele ve bundan meselâ Mozart'ın bir mü­zik cümlesine kadar insanlığın estetik görünüşleri ile bir hayatın nasıl bir peri masalı haline gireceğini pek iyi tasar­lardı. Çoğu zaman, bu duygu onda, yalnız bir düşünce ola­rak kalmıyor, bütün güzel şeylere karşı bir onulmaz hasretin yarası kanıyordu. İşte o zaman, herkes gibi Ahmet Kerim ’de de derinden derine yakıcı bir kudret ve zenginlik ihtirası tutuşmaya başlardı. Zira ne yazık ki. bu dünyada bir dilim ekmek gibi bir sanat ve şiir parçasının da ancak para ile alındığını bilirdi.

Ömer Bey’le Hasip Bey arasında uzun ve yorucu bir ko­nuşmadan sonra nihayet sofraya oturmuştular. Ahmet Ke­rim. zihni bin türlü düşünce ile yüklü gözlerini henüz boş duran tabağa dikip dalmıştı. Tam bu sırada Hasip Bey:

“ Tabağınıza öyle şüpheli bakmayınız. Hakiki “Sevres’- dir dedi.

Ahmet Kerim, birdenbire bu sözden bir şey anlamadı ve bir cevap vermiş olmak için;

“ Ya, öyle mi?“ diye mırıldanmakla yetindi.Ömer Beyefendi memnunlukla Hasip Bey’in yüzüne ba­

kıyordu:“ Beyefendi, ‘connaisseur'* müdürler?”“ Connaisseur' olup olmadıklarını bilmiyorum, fakat ken­

dilerinde ne kadar olsa bir sanatçı gözü var. Güzel bir ob- je t ’yi derhal sezmeleri lâzım gelir.’ ’

“ Güzel ‘objet’ merakı bana merhum pederimden kal­mıştır. Onun başladığı koleksiyonlara devam etmeyi dini bir vazife bilirim. Zaten devlet makamlarından çekildiğim günden beri hemen hemen bundan başka ‘meşgale’m yok gibidir. İstanbul'da köşe bucak dolaşırım, nerede tarihi ve

Tanıyıcı.

163

Page 171: Yakup Kadri

estetik değeri olan bir şey bulursam, sanki eski bir tanıdı­ğa rasgelmişim gibi yüreğim çarpmaya başlar, ne yapar ya* par onu elde etmeye çalışırm.”

Biraz durdu:"N e yazık ki. İstanbul’da bu çeşit ‘aşari nefise’ gittikçe

azalmaktadır. Bir zamanlar Avrupa’nın en zengin müzele* ri ile rekabet eden çarşı için tamamiyle boşalmıştır. Bura­da. beş on yıldan beri yabancılara, seyyahlara satılmakta olan şeylerin gerçekte hiçbir değeri yoktur. Çoğu taklittir. Hattâ bazıları basbayağı Avrupa manifaktürüdür. Değer­li ve estetik eşya; efendim, bu bulunsa bulunsa şimdi an­cak bir kaç eski ailede bulunabihr. Eski aile...”

Ömer Beyefendi monoloğunun burasında birdenbire, dramatik bir tavır aldı:

“ Eski aile... Yazıklar olsun... Bunların da birer birer ocak­larına incir dikiliyor!” diye bağırdı.

Ahmet Kerim, kendi kendisine "Acaba o köşebaşmdaki evden sesini işittiğim kız da bu eski ailelerden birinin ço­cuğu mudur?” dedi. Tıpkı “ Her neye baksam. her kimi gör­sem. karşımda sensin” kantosundaki âşık gibi Ahmet Kerim de, kaç günden beri her sözde, her yerde, her şeyde durmadan o bilinmeyen sevgiliyi düşünüyor ve duyuyor­du. Meselâ demin, Hasip Bey’in' "hakiki Sevres’dir” sözü üzerine gözlerini dikkatle tabağına diktiği zaman bu taba­ğın ortasındaki ve kenarlarındaki lüle saçlı, sarışın kadın resimlerini görür görmez bilmem neden, zihni yine o şarkı söyleyen kıza gitmişti. Acaba, o da, saçları taze üzüm sal­kımlarını ve dudakleirı ıslak kirazları andıran bu menekşe gözlü, bu krema tenli mahluklardan biri miydi; diye dü­şünmüştü.

Ömer Beyefendi:"Meselâ şu duvarda asılı duran yeşil Çin tabaklarına ba­

kınız, dedi; bunların eşlerini şimdi ancak Hazine Hassa’da bulabilirsiniz. Hazine Hassa’da diyorum, belki orada da

164

Page 172: Yakup Kadri

yoktur. Zira, malûmuâliniz, Yıldız yağmasından’ sonra, hâ­zinede ne kadar kıymetli eşya varsa Brüksel’de haraç me­zat satıldı idi.”

Bir süre mahzun mahzun duvarlara baktı:“ Şu yeşile dikkat ediyor musunuz? Hangi ressam yeşi­

lin bu nüansını bulabilir? Işık bunun içinde yumuşak ve elle tutulur bir madde halini alıyor. Tıpkı bir ham zümrü­dün kenarlarında görülen ışıltılar gibi... Bazan da koyu bir gölge altında, yeşil kadifeden bir yastık sanılır.Sert topra­ğa bu souplesse’i'** verebilmek sanatın üstünde bir şey. bir büyü değil de nedir? Bunlardan bizde, bütün bir takım vardı. Küçük birer tencere büyüklüğünde çorba ve aşure kâselerinden tutun da çeşmi bülbül biçiminde macun hok­kalarına kadar en az yirmi, yirmi beş parçadan meydana gelmiş gayet zengin bir Çin kârî işi koleksiyon. Çoğu bizim Süleymaniye’deki konakla birlikte yandı gitti. Kurtulabi­lenler ancak şu birkaç parçadan ibarettir. Ah, beyefendi, bütün bu gördüğümüz eşya bir yangının ‘bakiyesi’dir.”

Ve Ömer Beyefendi kollarını İki kanat gibi açıp bütün evi kucaklayan bir geniş hareketle ilâve etti:

"Evet, bir yangının ‘bakiyesi’ ...”

HBP O ŞARKI’DAN

IVafi M olla Konağı

Ah, nerede ise size romanımın sonunu açıklayıverecek- tim. durun bakalım: oraya varıncaya kadar neler olmadı ki. Biz, daha Nafi Molla konağındayız: Burada, yemekten içmekten, yatıp uyumaktan, başka birşey yok. Harem dai­resi, bir türlü rahatinde, işittiğime göre, selâmlık bir türlü. Zaten, konağın bu iki kısmı iki ayrı ev gibi. Şehislâm Efen­di Hazretleri tevabiiyle öbür tarafta vakit geçirir. Yemekle­rini orada yer. Namazlarını orada kılar ve hareme ancak

165

Page 173: Yakup Kadri

yassılardan sonra girer. Beri tarafta. Hanımefendi, hiç ye­rinden kımıldamaksızın hep aynı odada aynı minderin üs­tünde oturur. Bütün gün, ardı arkası kesilm iyen misafirlerini bu halde kabul eder. Herbirini karşısındaki yer şiltelerine dizer, onları söyletir, kendisi susar, gülümser ve­ya uyuklardi. Kaynanam, yemeklerini de burada yerdi. Bir kalfa hanımla üç hizmetçi kızın dört yanından tutmakla an­cak taşıyabildiği bir yuvarlsık tepsi -Bu. evvelâ som gümüş­ten olduğu ve en az yirmi, otuz kapaklı gümüş sahanlarla yüklü bulunduğu için, çok ağırdı- evet, bir debdebeli yu­varlak tepsi, minderinin önüne getirilir, konulurdu.

Hanımefendi, işte o zaman harekete gelir gibi olurdu. Bu­run kanatları, hafif hafif kımıldanmağa başlar, bakışları canlanır ve tombul kollarını sahanların üstüne doğru uza­tırdı. Önce, bunların, bir bir kapaklarını açar, içlerindeki yemeklere iştah ve tecessüsle bakardı. Aşçıbaşının yüzü­nü hiç görmemiştir ayvazlar ve tablakârlarla hiç temasa gel­memiştir amma, bütün mutfak işlerini sevkü idare eden: Efendi Hazretleri için bugün şu tuzlular, kendisi için bu tat­lılar yapılsın emrini veren ve ayrıca ince kilerin bütün mev­simlik reçellerini pişiren turşularını, salamuralarını kuran, taze zeytinlerini yağlayıp sirkeleyip kavanozlara istif eden de ondan başka biri değildi. Ev kadınlığının bütün mes’u- liyetini, o yalnız bu hususta yüklenmiş bulunuyordu ve işte sanırım, bütün bu zahmetlerinin acısını çıkarmak içindir ki, alabildiğine can besliyordu. Bazen öylesine yiyor, öyle­sine tıkınıp tıkıştırıyordu ki âdeta yorgun düşüp sofra ba­şında uyuyakahyordu.

Bu gibi vaziyetlerde kalfalar, yavaşça yanma sokulup sa­bunlu suya batırılmış tülbentlerle ellerini, ağzını, çenesini silip temizlerler ve arkasına, başının altına yastıklar koya­rak onu yarı oturur, yarı yatar bir halde minderi üstüne yı­ğıp çekilirlerdi. Kaynanam bir baygınlığı andıran bu vakitsiz uykularına da bir yemek adı takar, “ şekerleme” derdi.

166

Page 174: Yakup Kadri

Kocam, Rüknettin -nâmı diğer Küçük Molla-Bey’in bu­na ne dediğini bilmiyorum. (Zira, oburlukta annesinden farksızdı. Amma, böyle ince lâflara pek dili dönmezdi). Lâ­kin, onun da sofra başında, hele akşam yemeklerinden son­ra uyuyakaldığmı hatırlarım. O zaman, bu, asıl benim için bir şekerleme olurdu, kalfalardan öğrendiğim usûl üzere onun elini, yüzünü sildikten sonra kafasını bir yastığa da­yar dayamaz hemen elime bir roman alıp okumağa koyu­lur ve hiç değilse yarım saat nerede olduğumu, kimin yanında bulunduğumu unutur, bu konaktan, bu yerlerden uzaklaşır giderdim. Küçük Molla Bey. arada bir. gözünün bir tanesini açıp yüzüme diker:

“ — Yassı ezanı okundu mu?” diye sorardı.Ben okunduğunu işitmiş olsam bile:“ —Hayır,” derdim.Onun gözü tekrar kapanır ve beni bir müddetçik daha

kendi halime, kendi hayalâtıma bırakırdı. Bir müddetçik... Fakat, bu müddetçik içinde neler olmazdı. Büyük Frenk ro­mancılarının önüme serdiği uçsuz bucaksız âlemlerde öy­le uzun, öyle uzun seyahatlere çıkardım ki, artık geriye dönebileceğimi tahmin edemezdim. Hem bu seyahatlerde ben yalnız da değilimdi. Cemil Bey hep yanıbaşımda idi. Onunla kâh çocuklar gibi elele vererek, kâh sevdalılar gibi kolkola girerek diyar diyar dolaşırdık. O, beni bazen belim­den tutardı. Ben, başımı onun omuzuna dayardım. Arada bir durup bakardı. Cemil Bey:

Bu hangi şehir?” diye sorardı.Ben:“ —Paris,” derdim.“ —Ya şu geniş caddenin ta ucundaki koruluk?”“ —Bolonya ormanı.”“ —Bizim Mihrabat’dan daha mı güzel?”“ —Daha güzel. Çünkü, burada sevişen çiftler yanyana

oturabilir. Çimenler üstüne yanyana uzanabilir.” “ —Kimse karışmaz mı onlara?”

167

Page 175: Yakup Kadri

“ —Kimse kanşcimaz onlara. Hattâ anaları, babaları bile.” “ —Sen bütün bunları nereden biliyorsun?”

Alexandre Dumas’dan, Alphonse Karr’dan ve daha bunlar gibi birçok Fransız romancısından öğrendim.” derdim.

Sonra gülüşürdük. Sebepsiz, uzun uzadıya gülüşürdük. Derken bir horultu veyahut bir hi hi hi. Hemen kendi­

me gelirdim. Bir de bakardım ki, ne Cemil Bey’den eser var, ne Bolonya Ormanından.' Roman kitabı dizlerim üstünde açılmış duruyor ve ben gözlerimi tavana dikilmiş düşünü­yorum. Küçük Molla Bey, eğer horuldamakta ise dizlerim üstündeki kocaman kalın ciltli kitabı pat diye yere düşü­rerek onu uyandırırdım. Çünkü zamanla, sabırla onun her halini hoş görüp geçmişimdir amma, bu horultusuna asla alişamamışımdır. Küçük Molla Bey, silkinerek uyanırdı:

” —Yassı ezanı okundu mu?”Bu sefer:‘ ‘—Okundu, derdim. Hem epeyce oluyor. Tezelden na­

mazınızı kılınız.”Küçük Molla Bey tembel tembel gerinerek:

Abdestimi tazelemek lâzım amma, ne dersin? Abdestim bozulacak kadar uyudum mu?”

Ben, o andaki halime göre: ya evet, ya hayır derdim. Kü­çük Molla Bey, uflaya puflaya ağır ağır kalkar. Kâh abdest- li, kâh abdestsiz namaza dururdu. Beş dakika, on dakika tekrar romanıma dalardım.

Lâkin, o, hi hi’leriyle bana bakmakta ise tavana dikilmiş gözlerimi kapatır, kendimi uyuklar gibi yapardım. Bunun üzerine, Küçük Molla Bey, beni en çok sinirlendiren, tatsız şakalarından birini tekrar ederdi: dizimden kitabı alıp yük­sek sesle okumağa başlardı. Okuma, amma, ne okuma, Ya­rabbi! O güzelim sözlerden, o canım ibarelerden bir mâna çıkarmak şöyle dursun, bunlar Arapça mıdır, Farisice mi­dir. Türkçe midir; hattâ çocukluğumuzda, oyun olsun di­ye uydurup söylediğimiz kuş dili midir? Hiç anlaşılmazdı.

168

Page 176: Yakup Kadri

M«selâ;Küçük Molla Bey’in ağzında, hele Frenkçeden ter­cüme romanlardaki birçok sözlerin şu acayip şekillere gir­diği olurdu: "Madem -vazel Mari* garet ebi * ve yenni tarafmdan sünnet antev - an minna - seteresine kapatıldı­ğı yum - meş - eveminden beru kendisine yine aşıkınm hi- yalinden başka ya * ve fekkâri bulamıyordu.”

“ Tarafından” “kapatıldığı” , “ kendisine” , “yine” gibi an­cak dört kelimesini anlıyabildiğiniz bu ibarenin aslı ise şöy- leydi: “ M admazel M argarit ebeveyn i tarafından Sent-Antuvan manastırına kapatıldığı yevmi meş’umdan beri kendisine yine âşıkınm hayalinden başka yârivefakâr bulamıyordu.”

Asıl tuhafı, Küçük Molla Bey de okuduğunun mânasına eremeyip:

“ —Amma da zırva şeyler yaşıyor bu masal kitabı!” der­di. “ dur bakalım kim yazmış bunu?”

Ve muharririn adını, önce, bilmem neden kitabın ta ni­hayetinde arayıp taradıktan sonra nihayet baş tarafta ka­bının üstünde bulurdu ve heceliye heceliye okurdu. Lâkin, bunun karşısında bir de mütercimin adını görünce şaşırır kalır:

“ —Fesübhanallah, iki kişi birlik yazmış bunu!” diye söy­lenirdi. Çünki, bir müellif ile bir mütercim arasındaki far­kı bilmezdi.

Bu roman okumağa özentilerinde Küçük Molla Bey’in daha gülünç şeyler yaptığım hatırlarım. Meselâ her cüm­lenin sonundaki noktalan, her mükâleme başındaki iki nok­tayı ve bazı sualii konuşmaların sorgu işaretlerini metinde belli başlı birer kelime imiş gibi yüksek sesle behrtirdi: Nok­ta, iki nokta, noktalı çengel: derdi.

Ben, Rüknettin Molla Bey’in bu cahilliklerini, bu haylâz mektep çocuğu hallerini şimdi tuhaf bulmaktayım. Fakat o zamanlar, beni en ziyade çileden çıkaran hallerinden bi­riydi bu. Sabrım, tahammülüm o kadar taşardı ki, nerede ise kitabı elinden alıp kafasına çarpacak gibi olurdum ve

169

Page 177: Yakup Kadri

bunu yapamadığım için elim ayağım öfkeden tir tir titre­yerek fırlar, yatak odasına gider, kendimi yüzükoyun ya­tağın üstüne atar, dişlerimle yastığımı kemirir ve onun arkamdan yetişip hi hi hi diye gülüşlerini işitmemek için parmaklarımla kulaklarımı tıkardım.

Meğer ne kadar toymuşum! Herşeye ne mübalâğalı bir ehemmiyet verirmişim o zamanlar! Küçük Molla Beyi alay alacağım, onunla bir fil yavrusu gibi eğlenip avunacağım yerde kendimi böyle boş yere üzüp harebetmişim. Bahu­sus ki, o ilk facialı gecenin üstünden beş, altı ay geçmeden küçük Molla Bey beni yatağımda artık fazla rahatsız etmez de olmuştu. Bir yıla varmadan, eski âdeti üzre, bana, bir reçel kâsesine, bir mahallebi tabağına bakar gibi bakmak­tan da vazgeçmişti. Hattâ, bazı geceler, benden kaçıyor, ya­vaşça yataktan kalkarak ve oda kapısını hiç ses çıkarmadan açarak, o mahut gecelik hali ile yalın ayak başı kabak sıvı­şıp gidiyordu. Nereye?

İlk zamanlar bunu bile düşünmezdim. Gitsin de nereye giderse gitsin derdim ve kendimi derin uykuya dalmış gös­termek suretiyle onun bu sıvışmalarını kolaylaştırırdım. Kaldı ki. bence Küçük Molla Bey'in, gece yanlarında tatlı uykusunu bırakıp da gideceği yer kilerden başka neresi ola­bilirdi? Fakat, sımsıkı kilitli olduğunu bildiğim kilerin anah­tarını nereden buluyordu? Annesinin veya Şehnaz kalfanın koynundan mı çalıyordu? Ve bu ihtimali düşünürken be­ni bir gülme alırdı; tıpkı çocukluğumda Orta Oyunlarını seyrederken tutturduğum sürekli gülmelerden biri.

Gerçi, Orta Oyunlarındaki Kavuklu ile Pişekâr'ın en tu­haf hareketleri bile Küçük Molla Bey’in, yorganının altın­dan sıyrılarak parmaklarının ucuna basa basa ve her adımda bir başını döndürerek arkasına baka baka oda ka­pısından çıkıp sıvışmaları kadar komik olamazdı. Hele, ida­re kandilinin ışığında, yüz misli büyüyen gölgesinin duvardaki titreyişleri yok mu. sanki dev şekline sokulmuş bir Karagöz, Asasbaşı tarafından falakaya yatırılıp taban­

170

Page 178: Yakup Kadri

larına kırk bir değneği yedikten sonra, sekerek, topalhya- rak, kıvrılıp bükülerek evinin kapısına doğru yürüyor gibi gelirdi bana. Yatağımda, her zaman, arkam Rüknettin Bey'e ve yüzüm oda kapısına çevrik bir vaziyette yattığım için kirpiklerimin arasından şu acayip hayal oyununu ra­hatça seyredebilirdim: bu seyir beni bir çocuk gibi eğlen­dirmeğe kâfi gelirdi ve bir müddet kıs kıs güldükten sonra sabaha kadar uyuya kalırdım. Küçük Molla Bey’in ne va­kit döndüğünden haberim bile olmazdı.

Lâkin o gecelerden bir gece, hangi şeytan içimi kurcala­dı, nasıl bir merak ve tecessüse kapıldım, bilmiyorum. “ Haydi, şunun peşine düşeyim. Daha ne maskaralıklar ya­pıyor göreyim.” dedim. O çıkar çıkmaz yavaşça yataktan kalktım. Arkama sabahlığımı ve ayaklarıma terliklerimi ge­çirip sessizce kapıya yaklaştım. Birkaç saniye, kulağımı anahtar deliğine koyarak dışarıyı dinledim. Sonra kapıyı araladım, sofaya bir göz gezdirdim. Merdiven başındaki fa­nusun ışığında, bizim fil yavrusunun durmakta ve benim gibi etrafı dinlemekte olduğunu gördüm. Küçük Molla Bey. bir sağına bir soluna, bir de ardına baktıktan sonra, ağır ağır basamaklardan inmeğe başladı. Ben, geniş sofayı, bir hayalet gibi süzülüp geçerek merdivenin üst sahanlığına varıp da tepeden aşağıya baktığımda o, henüz alt kata in­memiş bulunuyordu ve basamaklar ağır adımları altında birtakım bozuk klavsen sesleri çıkarıyordu. Ya ben inerken de bu sesler çıkarsa, diye korktum. Tersyüzü geri dönmek üzereydim. Fakat, bir de baktım ki. Küçük Molla Bey alt katta sanki demir kafesinden fırlamış bir vahşi hayvan gi­bi birdenbire hızla yürüyerek uzaklaştı. Bu hal içerimde bir kovalama hırsı uyandırdı. Küçükken pek çok sevdiğim bir cambazlık oyununu hatırlıyarak. hemen yüzünkoyun trab- zana abanıp aşağıya kayıverdim. Bu sırada terliklerimden biri ayağımdan fırlayıvermesin mi? Bereket ki son basama­ğın kenarına düşmüş, pek de yumuşak olduğu için çıt de­meden yuvarlanmıştı. Eğilip elime aldım ve telâşımdan

İ71

Page 179: Yakup Kadri

giymeğe vakit bulamıyarak bir ayağım çıplak, uzun ve ışık­sız bir dehlizin karanlığına gömülüp giden adamın arka­sından seyirttim.

Tahmin ettiğim gibi o, kiler tarafına yönelmişti. Karan­lığa ahşan gözlerim, kırk, elli adım uzaktan gecelik donu­nun beyazlığını görüyor. îşte bu beyazlık kilerin önünde durdu. Hayır: bir saniye ya durdu ya durmadı, ileriye doğ­ru kımıldadı. Yavaş yavaş bir dirseği döndü. Buradan beş, on basamak dar bir merdivenle kalfaların ve hizmetçi kız­ların bölüğüne inilir.

Küçük Molla Bey alışkın adımlarla bu merdivenden in­di. İçimden: “ Hah. dedim. İşte, tam tahmin ettiğim gibi baş kalfadan kilerin anahtarlarını almağa gidiyor.” Kendi ken­dimle bir bahse tutuşmuş da kazanmışım gibi çocukça bir sevince kapılarak merdivenin son basamağından başımı uzatıp bir duvar kandiliyle yarı aydınlık dar ve uzun sofa­ya baktım. Benim, hizmetçiler bölüğünü, bu, ikinci görü- şümdü. İlk defa Şehnaz kalfaya hastalığ;ı dolayısıyle geçmiş olsun demek için: şimdi de küçük Molla Bey’in aynı odaya hırsızlama girişini görmek için. Lâkin, heyhat; bütün tah­minlerim boşa çıkmıştı. Ben bana karşı deminki bahsi kay­betmiştim. Zira. Küçük Molla Bey, Şehnaz kalfanın odasına girmek şöyle dursun, kapısı önünde bir saniye duralama- mıştı bile. Ya ne yapmıştı. Şimdi hâlâ onyedi yaşımdaymı­şım gibi şu satırları yazarken yüzümün kızardığını hissediyorum: Küçük Molla Bey, bir kaç kapı ötede, ikisi Çerkeş, biri Habeşi üç genç kızın yattığı odaya dalıvermiş- ti. Bugünkü tecrübem olsaydı Rüknettin Bey’in yaptığı bu iş karşısında, o zamanki Münire’nin düştüğü hayrete asla düşmezdim ve kahkahalarımı güçlükle zaptederek ters yü­zü koşar yatağıma girer, orada başımı yorganın altına so­kup bol bol gülerdim.

Fakat, o zamanki Münire, o toy ve mâsum Münire’cik, hayatın bu en tabii, en basit sahnesi önünde donakalmış- tı. Küçük Molla Bey’in bu hareketi ona tahammül vakit, de­

172

Page 180: Yakup Kadri

recede iğrenç görünüyordu döndüğü kafası artık işlemez haldeydi. Hiçbir şey düşünemiyor, yalnız tiksiniyor, yalnız tiksiniyordu. Öyle ki, kocası, tâyin edemediği bir müddet sonra tekrar gelip yatağına girince sanki yanıbaşında kok­mağa başlamış bir leş uzanıyor gibi sabaha kadar gönül bu­lantısından çekmediği kalmamıştı.

173

Page 181: Yakup Kadri

sonrsoz

Geçen yüzyılın sonlarında Mısır’da dünyaya gelen Ya- kup Kadri, imparatorluk döneminden millet dönemine ge­çişin getirdiği siyasî ve sosyal problemlerin iç içe girdiği yıllarda, çocukluk ve gençlik yıllarını yaşamıştır. Bir gaze­teci ve yazar olarak bu problemlerin merkezinde bulunmuş, sosyal hayatımızdaki değişiklikleri yakından müşahede et­me imkânı bulmuş, edebî değişikliklerin içinde yaşamış­tır: II. Meşrutiyet yıllarında yazı hayatına giren Yakup Kadri. Balkan Harbi ve Birinci Dünya Harbi sırasında, da­ha önce kitaplar vasıtasıyla tanıdığı Avrupa’yı bir başka yö­nüyle tanıma imkânı bulur. Yaşadığı ve gördüğü olaylar onun sosyal muhtevalı eserler yazmasına, millî devlet ide­aline bağlanmasına zemin hazırlar. Böylece kalemiyle Millî Mücadele’ye katılır. O, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk dönem milletvekillerindendir. Türk İnkılâplarının benim­senip yerleşmesine yazılarıyla hizmet eden Yakup Kadri, dış temsilciliklerimizde de görev alır.

Çocukluk yıllarında annesinin kendisine okuduğu Monte Cristo. Ekmekçi Kadın gibi kitaplarla muhayyilesi yoğru­lan Yakup Kadri, İzmir İdadisl'nde öğrenimini sürdürürken Abdullah Rahmi adlı birinin aracılığıyla Servet-i Fünûn ya­zarlarının eserlerini okur, bunlardan sonra da Fransız ede­biyatını yakından takip etmeye başlar.

II. Meşrutiyeti takip eden yıllar içersinde yazı yazmaya başlayan Yakup Kadri, bu dönemlerde îbsen ve Maupas- sant gibi bedbin natüralist yazarların. Nietzsche ve Scho-

174

Page 182: Yakup Kadri

penhauer gibi bedbin filozofların tesiri altındadır. Bütün bunlar Yakup Kadri'nin ilk eserlerinde birtakım ruhi bu­nalımların dikkatlere sunulmasına zemin hazırlamıştır di­yebiliriz. Nitekim yazmış olduğu ilk eserlerden Nirvana ve Veda. İbsen’in tesiriyle kaleme alınmıştır. Bunu kendisi de kabul eder.

Yakup Kadri, bir yandan okuduğu batı edebiyatına ait eserlerin, diğer taraftan Servet-i Fününculann tesirinde ka­lır. O zamanlar moda olan mensur şiir sahasında cidden gü­zel yazılar kaleme alır. Bu yazılar, genç Yakup Kadri’nin yokladığı kaynakları ve hassasiyetini ortaya koymaktadır. Bu yıllar, Yakup Kadri son derece ferdiyetçi bir yazardır. Onun ferdiyetçiliği üzerinde Maurice Barres’nin rolü inkâr edilemez.

Ancak Kurtuluş Savaşı yıllarında îkdâm Gazetesi baş­yazarı olan Yakup Kadri, burada yaymladıgı yazılarla Mil­lî Mücadele’ye faydalı olmak ister. İşte Yakup Kadri'nin sosyal hayata yönelmesi böylece baslar.

Yakup Kadri'nin romanlarının hazırlayıcısı hikâyeleri­dir. Bu hikâyeler için Yakup Kadri’nin seçtiği model hika­yeci Maupassantdır. İlk yıllarda ferdi problemleri (Bir Serencam), daha sonraki yıllarda Türk insanının yaşadığı acıları {Rahmet. Millî Savaş Hikâyeleri] hikâyelerinde ele almıştır.

Yakup Kadri’nin romanları için örnek aldığı yazar Gus- tave Flaubert’dir. Madame Bovary’deki Emma Anicara'da Selma, Kiralık Konak’ta. Seniha, Nur Baha'da Nigâr olarak karşımıza çıkar, realist romana has yapı ve anlatma tarz­larım kendi meselelerimize ve insanımıza tatbik eden ya­zar, Panorama'ya kadar bu roman tekniğini sürdürür. Yine Fransız edebiyatından gelen bir tesirle kaleme alınan Pa­norama'da. cemiyeti bütünüyle ele alma endişesi görülür.

175

Page 183: Yakup Kadri

Gördüğü, okuduğu, beğendiği her şeyin çabuçak tesiri altına giren bir mizacın adamı Yakup Kadri, ne bir filozof, ne bir sosyolog, ne de tam bir politikacıdır. O, edebiyatı­mızda mensur şiir, hikâye, tiyatro, roman, hatıra, biyog­rafi, makale gibi çeşitli nevilerde verdiği eserlerle yaşayacak olan bir Türk büyüğüdür.

176

Page 184: Yakup Kadri

b ib l iy o g r a f y a

Akı, Dr. Niyazi: Yakup Kadri Karaosmanoglu, İnsan-Eser-Fikir>Üslûp, İstanbul 1960

Akıncı, Gündüz; Türk Romanında Köye Doğru, 1961 Aktaş. Doç. Dr.Şerif: “ Kiralık Konak Üzerine bir Tahlil

Üzerine **Fikir ve Sanatta Hareket,Mart 1982, s.51-55

Aktaş, Doç.Dr.Şerif; “ Nur Baba Romanı Üzerine **Doğuş„ Ekim 1983 s. 10-12.

Banarlı, N.Sami; Resimli Tiirk Edebiyatı Tarihi, 16.fasikül

Haydar, Mustafa: Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar,İst. 1960.

Englnün, İkinci; Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları,İstanbul 1983

Ertaylan, İ.Hikmet: Türk Edebiyatı Tarihi, c.3, Bakü 1926.

Günyol, Vedat: Dile Gelseler, 1966 Kudret, Cevdet: türk Edebiyatında hikâye ve Roman, C.2,

1970Nayır, Yaşar Nabi; Edebiyatçılarımız Konuşuyor,

Varlık Yayınları, İstanbul 1976 Tanpmar, A.Hamdi; Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul

1969Toker, Şevket; “ Edebiyatımızda Nev-Yunanîlik Akımı” .

Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, İzmir 1982, s.135-163.

Yakar, Dr. Aytekin Türk Romanında M illi Mücadele,Ankara 1973

Yücel, Basan Ali; Edebiyat Tarihimizden, Ankara 1957

177

Page 185: Yakup Kadri

I. Tiyatroları:N irvana (1909)Veda (1909)Sağanak (Neşredilm eyen bu eserin elle yaz ılı orjinal nüshası İstanbul Şehir tiyatrosu Kütüphanesindedir.)

Mağara (1934)II. Mensur Şiirleri;

Erenlerin Bağından (1922)Okun UCundan (1940)

III. H ikâyeleri:Bir Serencam (1913)Rahm et (1923)M illî Savaş H ikâyeleri (1947)

IV. Romanları:K iralık Konak (1922)Nur Baba (1922)Hüküm Gecesi (1927)Sodom ve Gomore (1928)Yaban (1923)Ankara (1934)Bir Sürgün (1937)Panorama (İki c ilt 1953 I 954)Hep O Şarkı (1956)

V. Monografileri:Ahm et Haşim (1934)Atatürk (1946)

VI. Çeşitli Makaleleri:İzm ir’den Bursa’ya (H.Edip, F.füfkı, M.Asım ile 1022) Kadınlık ve K ad ın larım ız (1923)Seçme Yazılar (F.Rıfk)ı, Ruşen Eşref ile 1928) Ergenekon (2 cilt 1929)Alp Dağlarından ve Miss Chalfrin ’in Albümünden (1942)

VII. Hatıra kitaplan:Zoraki D iplom at (1955)Vatan Yolunda (1957)Anam ın Kitabı (1957)Poliüka’da 45 Yü (1968)Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969)

YAKUP KADRİNİN ESERLERİNİN LİSTESİ

178

Page 186: Yakup Kadri

87. 06. y . 0001 -816

M "09023

Page 187: Yakup Kadri

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda yazı hayatına giren-, kalemi, düşünceleri v.e siyasî faaliyetleri Cumhuriyetin ilanına ve Türk inkılâplarınm benimsenmesine hizmet eden İnsanlardan biridir. O. her- şeyden önce tiyatro, hikâye ve roman yazarıdır. Mensur şiirlerinde ferdî arayışlarını ve iç dünyasında kopan fırtı­naları ifâde eden yazaı, Maupassant tarzında kaleme aldı­ğı hikâyelerle Türk Edebiyatı’nın İstanbul dışına çıkmasına. Anadolu ’ya açılmasına hizmet eder. O, Refik Hâlid ile birlikte Türk hikâyeciliğinin gelişmesinde dikkate değer bir çizgidir. Flaubert tarzında kaleme aldığı romanları, edebi­yatımıza bu türün yerleşmesinde ve sosyal problem lerim i­zin bu türde yazılmış eserlerde işlenmesinde önemli bir merhâle teşkil eder. Ayrıca onun romanları, edebî türün verdiği imkân ölçüsünde, son yüzyıldaki Türk sosyal ha­yatını gözler önüne serer. Fikrî yazıları ve hatıraları XX. yüzyılın ilk yarısında Türk kamuoyunu ve edebiyat çev­relerini meşgul eden problemlerden büyük bir kısmını dik­katlere sunması bakımından önemlidir

Bu kitapta. yaAup Kadri nin hayat hikâyesi anlatılmış: yazarın Türk Edebiyatı ve kültüründeki yeri ve değeri be­lirtilmiştir.

ISBN 975-7-0018-3550 Tl .