216
0

· Web viewGÖNÜLDEN ESİNTİLER: ÎMÂN VE ÎKÂN: NECDET ARDIÇ. TERZİ BABA. NECDET ARDIÇ. İRFAN SOFRASI . TASAVVUF SERİSİ (72) Sayfa no: İçindekiler:

Embed Size (px)

Citation preview

0

GÖNÜLDEN ESİNTİLER:

ÎMÂN VE ÎKÂN:

NECDET ARDIÇTERZİ BABA

NECDET ARDIÇİRFAN SOFRASI

TASAVVUF SERİSİ (72)

Sayfa no:

1

İçindekiler:…………………………………………………………………………………….(2) Ön söz:…………………………………………………………………………………………..(4) Îmân ve îkân: Sohbet (1)……………………………………………………………..(6) Mesnevî-i şerif şerhi, cild-2-îmân mevzû:……………………………………(7) Doğru söyledin, sus faş etme:……………………………………………………..(8) Yâ Hârise, nasıl sabahladın!:………………………………………………………..(9) Âmentü billâhi:…………………………………………………………………………….(10) Mü’min olarak sabahladım:…………………………………………………………(12) Sübhane rabbike:………………………………………………………………………..(14) Birazda baskı yaparak:……………………………………………………………….(15)Sohbet (2):………………………………………………………………………………….(17) Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım:……………………………………………….(19) İnsan da îmân, bir ömür boyu devam edermi, etmezmi?:……….(21) Îkân, ne dir?:………………………………………………………………………………(23) Yâ ben-i İsrâîl:…………………………………………………………………………….(26) Sohbet (3):………………………………………………………………………………….(33) Sohbet (4):………………………………………………………………………………….(38)

2

Ehli cehenneme nazar ediyorum:……………………………………………….(41) Îmân:……………………………………………………………………………………………(43) Şeriat, ef’al mertebesi îmânı:……………………………………………………..(47) Sohbet (5):………………………………………………………………………………….(49) Veteveffenâ meal ebrar:……………………………………………………………..(54) Sohbet (6):………………………………………………………………………………….(61) Ve mimmâ razeknâhüm yünfikun:……………………………………………..(70) Hep kitabı Hak’tır eşya sandığın:……………………………………………….(76) Sohbet (7):………………………………………………………………………………….(84) Âmenerrasulü:…………………………………………………………………………….(9o) Küllün âmene billâhi:………………………………………………………………….(97) Ve tatmeinne kulübühüm:………………………………………………………..(106) Sohbet (8):………………………………………………………………………………..(110) Zât-ı mutlak, Zât-ı mukayyet:………………………………………………….(116) Bihamdi rabbike:……………………………………………………………………….(120) Sohbet (9):………………………………………………………………………………..(123)

3

İrfan ehlinde îmân:……………………………………………………………………(128) Tecelli:……………………………………………………………………………………….(129) Îmân’ın harfleri yönüyle izâhı:………………………………………………….(132) Bu kişinin hazin sonu:……………………………………………………………….(137) İslâm, Îmân, İhsân, Îkân:…………………………………………………………(140) Ön söz:………………………………………………………………………………………(142) Babam bana şunu anlattı, “Cibril hadisi”:………………………………..(143) Bakara suresi:…………………………………………………………………………..(146) Gayba îmân, gaybı ile îmân:…………………………………………………….(149) Sen ona korkma de Kur’an-ı nâtık:………………………………………….(151) Mevzûmuzun başında:………………………………………………………………(154) Allah’ın indindeki/yanındaki din:………………………………………………(156)Hicr/15-98 - Rabb-ının Hamd-ı ile tesbih et…………………………….(158)Yakîn gelinceye kadar Rabb-ına ibadet et.………………………………(159)İlm-ü ledün ile ilm-i yakîn arasında ki fark……………………………..(160) Terzi Baba kitapları sıra listesi:………………………………………………..(162)

4

ÖN SÖZ: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Muhterem okuyucularım bilindiği gibi İslâm, beş şart üzere kurulmuştur. Bunlar kelime-i şehâdet getirmek, Allah’ın varlığına birliğine, ve onun Peygamberi Muhammet Mustafa Efendimize îmân etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacc’a gitmek, ve zekât vermektir. Daha evvelki kitaplarımızdan. (02/Hacc divanı) ve diğer umre dosyaları kitaplarımız da, Hacca ve umreye dair bazı yaşanmış bilgiler verilmiş idi. (05/salât-namaz) isimli kitabımızda, namazın bazı özellikleri Hakk’ında da özel bilgiler verilmiş idi. (07/ İslâm, Îmân, İkân) isimli kitabımızda da özetle imân ve Îkân Hakk’ında da özet bilgiler verilmiş idi. Bu kitabımıza da ilâve edildi. (10/ kelime-i Tevhid) isimli kitabımızda da “kelime-i tevhid” Hakk’ında özel bilgiler verilmiş idi. (72/ Îmân ve Îkân) isimli bu kitabımızda da gene Îmân ve îkândan biraz daha fazla mâlûmat verilmeye çalışılacaktır. Bu kitabın oluşumuna. Peygamber (s. a. v) in Zeyd’e “Bugün nasılsın ve nasıl kalktın?” diye sorması ve onun “Yâ Resûlallah hakkan, mü’min olarak sabahladım” diye cevâb vermesi. Sebep olmuştur, bu hadis-i şerifi (17/05/ 2008) tarihinde başlayarak bir sohbet konusu yapmıştım, o sohbetleri buraya aktararak, sizlerinde faydalanmasını arzu ettim. Bu sebeb ile “Îmân” mevzuunu biraz daha genişleterek, Îmân’ın kemâli olan Îkân Hakk’ında da bir miktar bilgi vermenin faydalı olacağını düşündüm.

5

Bilindiği gibi, daha evvelki kavimlerde, çoklu Allah anlayışları vardı. İseviyyette ise “Teslis” yani “üçlü Allah” anlayışı vardır. İslâmiyet bunu zâhiren tenzîh anlayışı olarak “yukarıda Allah, aşağıda kul ikilisi olmak üzere iki” ye indirmiştir. Ancak teşbihi ma’nâ da ise kulu aradan kaldırıp tam bir teklik anlayışını getirmiştir. İşte İkân budur. Daha sonra kulun varlığı ile Hakk’ın varlığını birleştirip gerçek Tevhid hakikatini getirmiştir. Bunların hepsi kendi mertebeleri itibariyle başlı başına birer irfaniyyet meselesidir. Ancak bu işleri Ârif bir zattan eğitimini alarak idrak ederek yaşamak mümkün olacaktır. Kişi evvelâ “islâm” olacak sonra onun hakikati ve irfani yaşantısı olan Îmân ehli “mü’min” olacak, sonra bütün bu hususları kendi bünyesinde toplayan “Îkân/yakîn” ehli olacaktır. Bilindiği gibi bununda ilmel, aynel Hakkel yakîn, olmak üzere üç mertebesi vardır. Kitabımız içindeki yolcuğumuzda, bunları mertebeleri ile görüp yaşamaya çalışacağız. ------------------- NOT= Bu kitabın sohbetleri, muhtelif yerlerde yapıldığından, ve aynı sohbette değişik kimselerinde bulunduğundan, bazı mevzular tekrar edilmiş gibi olsa da her tekrar, o mevzuun başka bir sahasında olduğundan, umarım bu yüzden okuyucularımı fazla sıkmamış olurum.------------------- Sevgili okuyucum, bu kitabın yazılışında, düzenle-nişinde, basılışında, bastırılışında, tüm oluşumunda emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c. c.) gönlünde feyz kapıları açsın. Yarabbi; bu kitaptan meydana gelecek manevi hasılayı, evvelâ acizane, efendimiz Muhammed Mustafa, (s. a. v.) in ve Ehl-i Beyt Hazaratı’nın rûhlarına, Nusret Babamın ve Rahmiye annemin de ruhlarına, cedlerinin geçmişlerinin de, ruhlarına hediye eyledim kabul eyle, haberdar eyle, ya Rabbi. Muhterem okuyucularım; yine bu kitabı da okumaya başlarken, nefs’in hevasından, zan ve hayelden, gafletten soyunmaya çalışarak, saf bir gönül ve Besmele ile okumaya başlamanızı tavsiye edeceğim;

Gayret bizden muvaffakiyyet Hakk’tandır. Terzi Baba Tekirdağ.

6

ÎMÂN VE ÎKÂN:Sohbet (1)

EuzübillâhimineşeytânirracîmBismillâhirrahmânirrahîm

Bu akşam 17/05/ 2008 cumartesi akşamı İzmir’ de Ha… bölgesinde Yı…. Bey kardeşlerimizde sohbetimize devam ediyoruz. Bu akşamki sohbet mevzuu “îmân” Hakk’ında olacaktır. Gerçi bu bilinmeyen bir konu değildir, ancak biraz daha teferruatı ile bilirsek, biraz daha gerçek halleriyle bilir isek daha faydalı olur diye düşünüyoruz. Bu arada mesnevi şerif Ahmet Avni Konuk şerhi ve çevirisi 2 cilt sayfa 436 da îmân mevzuu adlı bir bölüm vardır. Evvela oraya göz atalım Faydalı olur inşallah. Yolumuza böylece devam ederiz. Aleyhisselâtü vesselâm efendimizin zamanında ve onun mahiyetinde olan “zeyd bin hârise” ismindeki efendimizin azadlı evlâdı-evlâtlığı diyelim, ancak evlâtlığı diye bir şey yok hepimiz de onun evlâdıyız. Ebul ervah yani ruhlarımızın babası olması dolayısı ile hepimiz onun evlâtlarıyız. Onun ruh çocuklarıyız. Evlâtlığı değiliz. Köleleri azatlıları değil, hakiki evlâtlarıyız. Kendisi de bildirdiği gibi “Ben Allahın nurundanım, müminler de benim nurumun nurundan” demek suretiyle onun has evlâtları olmaktayız. Ancak bir has evlâdın ceddine yapması lâzım gelen muameleyi yaptığımız zaman has evlât lar sırasındayız. Ancak yapmadığımız zaman, aslında yine has evlâtlarız ama muamelemiz has evlât olamamaktadır. Gayri Müslimlere gelince, aslında onlarda ümmeti muhammed olması sebebiyle onlarda has evlâttırlar, ancak onlar bunu kabul etmedikleri için hazreti peygamberin, peygamberliğini kabul etmedikleri için has evlâtlıktan istifa etmekteler, böylece bunun sorumluluğu kendilerine ait olmaktadır. Yani mücazat var ise o kendilerine ait olmaktadır.

7

Hani bir hadiste “her doğan çocuk islâm fıtratı üzere doğar” ifadesi bu hakikate dayanıyor. Hz peygamberden sonra gelen çocuklar islâm fıtratı üzere doğar, Hz. peygamberden evvel gelen İsâ (a. s.) dan sonra doğan çocuklar iseviyet fıtratı üzere doğdular, İsâ (a. s.) gelmezden evvelki çocuklar Museviyet fıtratı üzere doğdular. Bakın bunu ayırmamız lâzımdır. Çünkü hüküm onların hükmü onların zamanı idi. İseviyet olmadığı için İseviyet fıtratı üzere doğması zaten mümkün değildir. Muhammediyet olmadığından Muhammediyet fıtratı üzere doğmaları mümkün değildir. Çünkü olmayan bir şeyin doğuşuda olmaz. Ama museviyet devri geçince, İseviyet devri geçince Muhammediyet devri başla-yınca bütün insanlar mü’min olarak doğmakta yani Muhamme-diyyül meşrep üzere doğmaktadırlar. Hadîs-i şerifte belirtildiği gibi “her doğan çocuk islâm fıtratı üzere doğar. Ailesi onu putperest veya ateşperest yapar”, Allah yapar denmiyor. Zâten öyle bir şey söz konusu değildir. İşte Zeyd bin Hârise adlı efendimizn evlâdı, ( zâhir ehline göre evlâtlığı, ama hakikat ehline göre evlâdı ) bir rüya görüyor ve o rüyanın sabahında Peygamber efendimiz, Zeyd bin Hârise’ye bugün nasılsın ve nasıl sabahladın, diye bir soru sormuş bunun üzerine , Zeyd in cevabı “Ya rasulüllah Hakkan mü’min olarak sabahladım” mevzuunu mevlânâ hazretleri şu şekilde izah ediyor. MESNEVÎ-İ ŞERİF ŞERHİ / II. CİLT îmân mevzuu

Peygamber (a.s.) ın Zeyd’e “Bugün nasılsın ve nasıl kalktın?” diye sorması ve onun “Yâ Resûlallah Hakkan mü’min olarak sabahladım” diye cevâb vermesi. -------------------

Bu kıssa, şu hadîs-i şerifin meâlidir: “(S.a.v.) Hz. Zeyd b. Hârise’ye “Yâ Hârise, nasıl sabahladın?”

buyurdular. O da cevâben “Hakk’an mü’min olarak sabahladım” dedi. Buyurdular ki:

efendimiz (s.a.v.)“Her bir şeyin bir hakîkatı vardır; şimdi senin îmânının hakîkatı

nedir yâ Hârise?” Hz. Zeyd dedi ki:

8

“Nefsimi dünyâdan uzaklaştırdım, indimde taşı ve kerpici ve altını ve gümüşü aynı oldu. Ve gündüz susuz, ve gece uykusuz oldum, ve sanki açıktan açığa Rabb’imin arşına bakıyorum (nazar ediyorum) ve cennet ehline nazar ediyorum ki, orada birbirlerini ziyaret ederler; ve cehennem ehline nazar ediyorum ki, birbirlerine havlarlar. ” Nebi (s. a. v.) buyurdular ki:

“Doğru söyledin, sus (fâş etme) açığa vurma!” -------------------

Bu hadîs-i şerîfin bâzı sözlerinde muhtelif rivâyetler vardır; hepsi aynı mânayı ifâde etmektedir. Zeyd b. Hârise (r. a. ) Server-i Enbiyâ Efendimiz’in evlâtlığıdır.

Evlâtlığıdır ifâdesi zâhir ehline göredir, bâtın ehline göre ise evlâttır.

Burası küçük bir bölüm olmasına rağmen içerisinde büyük hakîkatler gizlidir. Şimdi bunları anlamaya çalışalım. Cenâb-ı Hak ufkumuzu açsın, gönlümüzü genişletsin, muhabbetimizi artırsın da, hadiseleri daha iyi ve daha geniş anlayalım. Daha derûn-î olarak genişçe anlamamızı sağlasın. Bunları anlamak içinde bir kaç defa okunarak tekrar etmek lâzımdır. Çünkü bu mevzular sıradan mevzu değil, beşerce roman türü mevzular değildir. Bunlar okundukça okunmak, ve tekrar etmek isteği artan mevzulardır. Çünkü bu konular tükenmez bir hazine bitmez bir yemek sofrasıdır. Karnımız acıktıkça nasıl yemek yiyoruz. İlk okuduğumuzda bir yönünü müşahede ettiğimiz zaman, ikinci, üçüncü beşinci okuduğumuzda, üçüncü, beşinci yönü ortaya çıkar, kişinin ufku açılır. Böylece bitmek tükenmek bilmez ma’nâları ile, diğer yönleri ortaya çıkar. Şimdi tekrar başa geçerek soruya dönelim.

Ya Hârise Nasıl sabahladın? Buyurdular. Bunu her birerlerimiz kendi kendimize sormamız gerekiyor. Ey falan... . Ey Ahmed... ... Ey Mehmet... gibi kişinin kendi aklı kendi nefsine sorması gerekiyor. Çünkü aklımız âmir nefsimiz onun memurudur. Ama ne yazık ki biz nefsimizi âmir, aklımızı memur yapıyoruz. Yani aklımızı nefsimizin istikametinde kullanıyoruz. Nefsimize nasıl daha güzel pay çıkartırız diye, aklımızı kullanıyoruz. Halbuki, tam tersi olması lâzım gelmektedir. Bizim aklımız irademiz âmir, nefsimiz onun memuru olması lâzımdır.

Çünkü bu bedeni bize, nefsimizin kontrolü altında değil, aklımızın emri altında kullanmak için emanet verdiler. Bu ayaklar, bu eller bize soracaklar. Niye Kur’an tutman gerektiği halde, sen

9

gittin taş toprak topladın. Ayaklar bize hacca gitmek için, camiye gitmek için verildi. Niye oralara gitmedin diye ayaklar bizden şikâyetçi olacak. Göz diyecek ki, benimle sen hak’kı görmen gerekiyordu, niye taş toprak eşya gördün diyecek. Bakın mevzuda, diyordu ya, taş ile toprak, altın ile kerpiç bir oldu. İşte bize öyle bir göz lâzım ki! taşı toprağı birlesin tevhid etsin. Ve aslında hepsinin toprak olduğunu anlasın. Ne kadar değerli eşya varsa, bunların aslı topraktan çıkmaktadır. Hepsinin aslı topraktır.

“Ya Hârise nasıl sabahladın?” Her birerlerimizin kendimize biraz şuurlanarak, sabah kalktığımız zaman, “dün ne yaptım ve bugün nasıl sabahladım” diye sorması gereklidir. Çünkü dün ne yapıldı ise, bugün onun getirisi ile uyanmaktayız. Dün yapılan hayırlı işler mutlaka gönül aynamıza akseder, ve gece görülen rü’yâlar, daha hoş ve verimli olur. Kişi bu durumda hiç vicdan muhasebesine girmeden, huzur içinde uyanır. Ancak günümüzü olmayacak işler ve kötülükler ile harcamış isek, o günün ertesi günü, kalkış hüzünlü olur. İşte bunları zaman, zaman yaparsak, hangi fiilleri yaptığımızda ertesi sabah huzurlu kalktık, hangi fiilleri yaptığımızda ertesi gün hüzünlü kalktık, işte bunun tecrübesini ehli ile yapabilir isek daha sonraki günlerde huzurlu kalkmanın yollarını bulabiliriz.

“Ya Hârise nasıl sabahladın?” Buyurdular. O da cevaben “Hakkan mü’min olarak sabahladım. ” Yani gerçekten hakikaten mü’min olarak sabahladım. Peki o daha önce mü’min değilmiydi?. Efendimiz (s.a.v.) in o kadar yakınında olduğu halde mü’min değilmiydi? Tabi ki mü’mindi. Ama bakın orada bir hususiyet vardır. O günün bir hususiyeti vardır. Efenidimizin nasıl sabahladın! sorusuna “Hak olarak,” yani, Hakk esmâsının zuhuru olan, hakiki bir mü’min olarak sabahladım demiştir. İslâm olarak müslüman olarak sabahladım dememiştir. Mü’min olarak sabahladım demiştir.

Demek ki her Müslüman, başlangıçta, mutlak ma’nâda mü’min değidir. İslâm ve müslüman olmak başka, hakiki mü’min olmak başka şeydir. Lisanen müslüman olan herkes mü’min hükmün-dedir. Ancak Hakkan, hakiki olarak mü’min değildir.

İşte bu mevzuda da, bunun inkılâbı anlatılmakta lâfzi mü’minlikten, hakiki mü’min yaşantısına geçiş, ve “Hakkan mü’min olarak sabahladım. ” hükmü izah ediliyor. Bakın küçük dört kelimelik bir mevzu ama, içerisinde neler gizlenmiş durumdadır.

10

İslâmın ilk şartı îmân etmektir. îmân edene de, müslüman deniyor. Neye îmân ediyor?

Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusülihî ve'l yevmi'l-âhıri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihi (yahut hayrihi ve hayrihi) lâtife olsun, mine'llâhi teâlâ ve'l-ba'sü ba'de'l mevti Hakkun. Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû.

Burada îmânın altı şartı sayılmaktadır. Mü’min yani müslüman olan bir kimse, islâmın şartlarını kabul ediyor. İslâmın şartlarından birincisi îmân etmek, îmânın şartlarıda altıdır.

Her kelimenin bir zâhir, bir de bâtın anlayışı vardır. Hem lâfzan, hem de cidden, karşılığı vardır. Yani ciddi olarak o kelimenin ifade ettiği ma’nâyı taşımak, yaşayabilmek Ve de, onunla amel etmek. Bir de sadece onun kelâmını etmek vardır.

İşte demin okuduğumuz, âmentü billâh-ı çocuklara ezberleti-yoruz. Allahı bilmiyor ki, ona îmân etmiş olsun, melekleri bilmiyor ki, meleklere îmân etmiş olsun. Kitap bilmiyor ki kitaplara îmân etmiş olsun. Ama küçük yaştan bunları çocuklara öğretmemiz lâzımdır. Küçük yaştan lâfzını, büyüdüklerin de ise, aslını öğretmemiz lâzımdır.

Sadece bunları ezberletip de bırakmak, yeterli olmuyor. Tabi bu arada çocuklara, ya da çevremize öğretelim derken, ilk yapacağımız şey evvelâ bu eğitimi kendimize vermemiz lâzımdır. Kendimizin bilmediği bir şeyi zâten ne çevremize nede çocuklara vermemiz mümkün olamaz.

Şimdi orada îmânın altı şartı içerisinde, bakın bir şeye daha dikkat çekelim. Dinlere îmân diye orada bir kayıt yoktur. Eğer dinlere îmân diye bir kayıt olsa idi. Eğer dinlere îmân diye bir kayıt olsa idi, o zaman îmânın şartları yediye (7) çıkması lâzımdı. Bakın tekrar edelim dikkat çekmek için, âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusulihi, Bakın dinin 3 ana icabı olan melekler kitaplar ve peygamberler. Bunlar dine dayanan dini oluşturan değil, dinin zuhurlarıdır. Yani evvelâ aslı oluşturan din olacak. Dinin, kitabı, melekleri, olacak. Melekler o kitapları aktaracaklar, ve aktarıla-cak yer olacak ki, risâlet mertebesi faaliyete geçsin.

Şimdi, din olmazsa bunlar faaliyete geçer mi? Geçmez. Bakın o zaman dinler yoktur. Îmânın şartında çoğul olarak, dinlere îmân yoktur. Ne var? Âmentü billâhi Allahın varlığına îmân, Allahın

11

varlığında da” İnneddîne indallahil İslâm” (3/19) olmak suretiyle Allahın indinde bir tek din vardır o da, islâm dinidir.

Ne Âdem dini vardır, ne İbrâhîm dini vardır, ne Îsâ dini vardır, ne mûsâ dini vardır. Ne de Muhammed dini vardır. Muhammed (s.a.v. ) Efendimizin kendine ait bir dini yoktur. Getirdiği Âdemi-yetten başlayan ve devam eden İslâm dini vardır.

Hz. Peygamber (s.a.v. ) Efendimiz onun tebliğcisi, ve bütün peygamberler hazarâtının insanlık çağının başlamasından beri, yani Âdem (a.s.) dan, Hz Peygamber Efendimize kadar gelen silsilede, başka dinler yoktur. İslâm dininin birimleri ve mertebe-leri vardır.

Yani Cenâb-ı Hakk, İbrâhîm-î diye ayrı bir din göndermedi. Mûsevî dini diye, bir din göndermedi. İseviyet dini diye bir din göndemedi. İnsanlar bunu din haline soktular. Eğer bakın şartı burda çok açık. Eğer ibrâhîmiyet dini İbrâhîme ait ayrı bir din olsaydı, Mûsâ’ya ait ayrı bir din olsaydı, İsa (a.s.) ait ayrı bir din olsaydı, Muhammed (s.a.v.) in ayrı bir dini olsaydı, o zaman bu kelimeyi Cenâb-ı Hakk’ın. çoğul olarak kullanması gerekecekti

Nasıl ki “ve melâiketihi” meleklere îmân bakın çoğul, meleğe îmân demiyor. “Ve kütübihi” kitaplara îmân “ve rasulihi” rasullere îmân, bakın burada çoğul var. Rasule îmân denmiyor. Bir dinin meleğine kitabına peygamberine îmânı şart koşuyor. Ama dinlere îmân diye bir kayıt yoktur. Neden?. Açık ifade ile dinler yoktur. Çoğul olarak dinler yoktur. Sadece bir din vardır, bu dinin ismi de İslâm dinidir. Âdemiyetten Muhammediyete kadar kıyamete kadar, sürecek olan tek dindir, “inneddîne indallahil Îslâm” (3/19) Diğer âyette ise, “size din olarak İslâm-ı seçtim” (5/3) diye açık olarak zâten belirtiliyor.

Peki! semâvi dinler yok ise. O zaman ne vardır... Çoğul olarak semâvi kitaplar vardır. “ve kütübihi” demek süretiyle de zâten bunu açık olarak belirtiyor. Amentü dinillâhi, yani Allahın dinleri ve bunlara îmân hükmü yoktur. Dinler yok. Irkçılık milliyetçilik tarafgirlik olarak Mûsâ (a.s.) gelen tevratı, mûseviler ırk olarak ele almışlar kabul etmişler. Demişler bu Tevrat Mâsânın dinidir. Bunlar gerçekte, İslâm dininin birer mertebeleridir, kendilerine ait hiç bir kimlikleri yoktur. Yani İslâm dinin dışında, semâvi dinler diye bir kavram yoktur.

Ancak semâvi kitaplar vardır, bu doğrudur. Eğer dinler olsaydı “âmentü” de, açık olarak dinlere îmânı şart koşardı. İşte bir insan

12

gerçek ma’nâ da kendini bulması için dinine yöneldiğinde îmân ehli, yani islâm olmuş oluyor. Bunun ilk şartı îmânı gerektiriyor. Îmânın faaliyete geçmesi ve bunun neticesinde kişide oluşan form “mü’min” yani îmân ehli oluyor. İşte bu tür hakikatleri iyi idrak eden “Hak’kan mü’min olarak sabahladım” diyor. Tabi bütün hakikati Îlâhiyyeyi idrak ettim. Tabi ki, Hz. Rasûlullahın yanında olsun da bunları idrak etmesin bu olacak iş değildir.

Ancak Hz. Peygambere çok yakın olduğu halde, amcaları akra-baları, çok yakınlıkları olduğu halde, birçok inkâr ehli de vardı. Meselâ ebu leheb, ebu cehil çok yakınlarıydı, ancak Efendimiz geldiğinde onların inkârları arttı, diğerlerinin de îmânları arttı.

“Mü’min olarak sabahladım” bunun bir başka hakikati ise, hadîs-i şerifte belirtildiği gibi, “Mü’min mü’minin aynasıdır” hükmü vardır, Cenâb-ı Hakk’ın mü’min esmâsıyla, îmân ehli olan gerçek ma’nâ da ki, mü’min vasfını almış olan aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın aynası olmaktadır.

Biraz daha değiştirerek söyleyelim, aynısı olmaktadır. Kişi aynaya baktığı zaman kendisini görür. Kendisi onun aynısıdır. Yani ölçüleriyle birlikte görüntü olarak aynısıdır. Ama hayali ma’nâ da aynısıdır.

Çünkü, 2 ma’nâ da düşünebiliriz. Aynadaki hayali, aynısı olmakla birlikte, tutmaya kalksanız tutamazsınız tutulmaz. Ama gayrısımıdır? değildir. Aynısıdır. O halde ne aynısıdır ne gayrısı ayırmak mümkün değildir.

İşte Cenâb-ı Hakk’a gerçek olan bir mü’min ayna olduğu zaman kendi gönül aynasında hak’kın bütün esmâ-i İlâhiyyesini müşahede eder seyreder. Bakın burada başka bir esmânın aynasıdır, diye bir ibare yoktur. Sadece “mü’min mü’minin aynasıdır” denmiş, Rah-mân Rahmânın aynasıdır denmemiş. Kahhar Kahharın aynasıdır gibi, denmemiştir.

Îmân gönülde olan bir anlayış bir idraktir. Ancak, Allahın mü’min olan esmâsı, mü’min olan o gönülde zuhura çıkmaktadır. İşte bu ayna faaliyete geçtikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın diğer esmâlarını da, o aynada seyretmek mümkündür, yani aynalık mü’minlikle başlamaktadır.

Mü’min de güzel bir îmân ehli olarak, kendi hakikatini idrak ederek, bir yaşam olmaktadır. Mühim olan nokta bu mü’minlikte aynalık başlıyor olmaktadır. Mü’min hakikatini idrak eden de de, diğer esmâ-i Îlâhiyye seyredilmeye başlanıyor. ”Mü’min mü’minin

13

aynasıdır “ sözünün hakikati de buraya dayanıyor. Yani mü’min ismiyle ve mü’min hakikatiyle aynalık başlamış oluyor. İşte bu aynalık-aynilik Mü’min hakikatiyle ortaya çıkmaktadır. Ve bu kişinin gönlü Mü’min aynası olduktan sonra, diğer bütün esmâ-i İlâhiyyeyi, o aynada seyretmek mümkün olmaktadır.

Mü’min hakikati ortaya çıkmadıkça, aynalık hakikati ortaya çıkmaz. Aynalık hakikati ortaya çıkmayınca da, Cenâb-ı Hakkı seyir güzelliği, hususiyeti özelliği olmuyor. İşte şartı bakın, mü’minliğe bağlı ve o kadar müthiş bir dört kelime, ile cümle sıralanmış ki, ”Hakk’an mü’min olarak sabahladım. ” Bakın bütün esmâ-i İlâhiyye bu sözün içerisindedir.

Aleyhisselâtü vesselâm efendimiz, bunun üzerine buyurdu-larki, (Hz zeyd b. Hârise’nin sözü üzerine) “Ya Hârise her şeyin bir hakikati vardır. ” Bakın bir kelâm ortaya söylenir ama bunun sahibi olmak lâzımdır. Yani “Hakkan sabahladın” ama bu sözün ispatı nedir gibilerden sordular. Her şeyin bir hakikati vardır. Şimdi senin “îmânının hakikati nedir Ya Hârise?”

-“Hak’kan mü’min olarak sabahladım..”. Mü’min îmân etmiş olarak. Ama lâfzı ma’nâ da bir îmân değil. Gerçek ma’nâ da bir Allaha îmân etmiş, hayali bir Allaha îmân etmiş değildir. Ama ne yazık ki, üzülerek söyliyelim hayali olan bir Allaha îmân genelde söz konusudur. Nasıl! her birerlerimiz hayallerimizde bir Allah tasavurru çizmişiz. Bugün bir yerde de konuşuluyordu, Allah nerde ötelerde tahtında oturuyor, şeklinde yanında hizmetçileri vardır. O hiç bir şeye el değdirmez, aynen bir padişah tasviriyle Allah budur diyor. Öteki de diyor ki, bende dedim ki diyor Allah her yerde vardır, bütün âlemde vardır. Yok senin allahın öyle değil allah yukarıdadır, tahtında oturmaktadır diye söylüyor yani allah başka türlü olmaz diyor. . Onun Allahı o işte, Yani hayalinde var ettği allahına îmân ediyor. Ve bunu benim Allahım böyledir diye kabul ediyor savunuyor.

Eğer her birerlerimiz ayrı, ayrı bitaraf olarak gerçekçi düşünür-sek, hepimizin aklında bir Allah çizgisi vardır. Çizgisi derken bir Allah remzi var, tasavvuru vardır. İşte biz bu Allaha îmân ediyoruz. Rabbül âlemîn olan Allaha îmân edebilmemiz için onu tanımamız gerekiyor. Ve her birerlerimiz kendi Îlâhımızı ürettiğimizden, o İlâh bize sevimli geliyor. Çünkü hayalen üreticisi biz oluyoruz, ürettiğimiz şeyi de seviyoruz. Neden? çünkü. . hayalimiz ona uygun geliyor. Ve üreterek sevdiğimiz o İlâhımızıda savunuyoruz. Benim İlâhım budur diye. Tabi burada doğru

14

söylüyor, kendi İlâhını savunuyor, Allahı savunmuyor. Allahın savunmaya ihtiyacı zâten yoktur.

Ama Kur’an-ı Kerîm Allahın öyle olmadığını açık olarak söylüyor. ”Vel evvelü vel ahiru vezzahiru vel batın” (57/3) Her şeyin evveli odur zahiri odur batını odur. Diyerek kendi kendisini açık olarak belirtiyor.

“Sübhâne rabbike rabbil ızzeti amme yasıfun ve selamün alel mürselîn velhamdülillahirabbil âlemîn” (37/180) âyeti kerîmede, “Sizin bütün vasıflandırdıklarınızdan o müstagnidir.” Yani siz Allahı şu veya bu şekilde vasıflandırırsınız ama, ”subhane rabbike rabbil ızzeti amme yasıfun” Yani sizin vasıflandırdıkla-rınızdan o tenzihtedir. Yani sizin vasıflandırdığınız gibi değildir. Diye âyet-i kerîme bunu açık olarak belirtiyor. Biz ise daha hâlâ o tahtında oturur, onu yapmaz bunu yapmaz, diye onun âmiri gibi oluyoruz, Allah bunu şunu yapmaz diyoruz. Güya onu yüceltir iken, onu sınırlıyoruz. Yani kendi değer yargılarımızı, Allah şunu yapar veya yapmaz, diye âmir hükmüyle onu sınırlıyoruz. İşte bütün bunlar bizim nefsimizin ürettiği rabba, olan îmân oluyor. Ancak Birde rabbül erbaba olan îmân, ve gerektiği şekilde îmân etmek var. Ancak buradaki îmânın kemâli îkân oluyor. Îkân da yakîn ehli, kurb oluyor. İnşeallah bizim îmân islâm îkân diye küçük bir kitabımız vardır vaktimiz olursa oraya doğru geleceğiz.

Îmân zâhiri olarak, yani kelâmi îmân da ne vardır? İkilik vardır. Yani îmân eden ve edilen şeklindedir. İşte bununla kesretten en az kesrete 2 ye düşürülmüş oluyor. Bu îmân’a gelmeden de vahdete gelmek mümkün olmuyor. Neden? Tekliğe en yakın olan iki ikilik te ondan. Bu ikilikten birinin kalkması gerekiyor, îkânın oluşması için, yakîn halinin oluşması için. Bu da Allah kalkmayacağına göre, kulun kalkması gerekecektir. İşte “çık aradan kalsın yaradan” dediği gibi. Küçücük lâtife gibi söylenen bir söz ama, ne kadar büyük gerçekleri vardır.

İşte aradan çıkıldığı zaman, aradan çıkan kişinin de, kendisi kalmaz. Kendisi kalmayanın da îmân-ı hiç kalmaz. Îmân bir kimliğe bağlıdır, bir kimliği olsun ki îmân olsun. kimliği olmayanın îmânı olur mu. . ?

İşte o kimlik aradan çıktıktan sonra îmânı kalmaz. Ve îmân’a da ihtiyaç kalmaz. Neden? Îmân ikiliği gerektiriyor. İkân da Hakla Hakk olduğundan kendisi kalmadığından, îmân edecek kimsesi kalmaz. Bir gün, İstanbulda sohbetimizde bir misafirimiz geldi,

15

Amerikada zamanın mehdisi olduğunu iddia eden kişinin temsilcisi olarak gelmişti. Biraz da baskı yaparak,

“efendim diyor, bütün insanların bu gün mehdi as kabul etme-leri lâzım, önde olanların, yani şeyh gibi kişilerin kabul etmesi lâzımdır, diyerek biraz da, ma’nevi baskı havası ile, bize bunu söylüyor” du.

Eğer kabul etmezlerse bundan sorumlu olurlar diye de bir baskı uyguluyor idi. 14 saat konuştuk 2 bölümde. Ezberlenmiş âyetleri motorize, makineli tüfek gibi âyetleri patır patır söylüyor. Hep aynı mevzu üzerinde ezberlenmiş olan şeyleri tekrarlıyordu. İşte, bizde 30 ders vardır 27 sinde kişi îmân ehli olur. şeklinde anlatıyordu.

Kardeşim 30 dersin var, 27 ye geldiğinde îmân ettim diyorsun, Oraya gelinceye kadar daha henüz nefs mertebelerinden kurtulamadın mı, ? beşeriyetinden hayalden, vehimden sen nasıl geldin oraya? Baktık ki ikna olacak gibi değil, bırak iknayı kendi fikrini zorla kabul ettirmeye çalışıyor. Efendisinin zamanın mehdisi imamı olduğunu söylüyor. Eğer, biat edilmezse de herkesin mesul olacağını söylüyordu.

Bu kadar uzun lâftan sonra müsaade edersen sana bir şey soracağım. Bu hususta kendisine ne düşünüyorsun diye sordum.

“Efendim bizim şeyhimiz mehdimiz o kadar büyük ki Hz peygamber onun arkasında namaz kıldı” diyordu.

Şu iddaya bakın, kendisine, sus kardeşim dedim, bu hususu meseleyi bilmeden konuşma, sen ne yapıyorsun dedim.

Bana ee olmaz mı diyordu. Hz, Ebubekir efendimize kıldırmadımı diyordu . Hz ebubekirin arkasında kıldı ise, mehdinin arkasında niye kılmasın, diyordu. İşte tam bir şeytan ve iblis mantığı. O kadar sarmış ki, bununla onu karıştırıyorlar. Hz. Peygamber efendimiz. “Namazı ebubekir kıldırsın” dediği zaman ebubekir hz. leri gidip o namazı kıldırmak istemedi. Ben Hz. Peygamberin önüne geçemem dedi. Tekrar söyledi efendimiz onun üzerine kıldırdı. Neden? Bakın çünkü âmir hükümdü eğer kıldırmasa idi isyan etmiş olacaktı. Emre isyan olacaktı. Hz Ali Efendimizin Peygamberimizin omuzuna binmesi gibi, o da putları kırarken Efendimizin omuzuna binmeseydi o kâ’be’de ki, büyük putu kırarken asi olacaktı emre itaatsizlik yapacaktı.

Nezaket başka şey, âmir hüküm başka şeydir. İşte bu haki-katleri bilen o yüce zatlar, sıkılarak üzülerek yaptılar bu görevi.

16

Ama emin olduğu için yaptılar. Yapmasalardı isyan olacaktı. Bunu bize misal olarak gösteriyor. Bak işte vaktiyle Hz peygamberin önüne geçenler olmuş diye. Bakın dikkat edin, hastalığında onun emriyle yerine geçen Hz Ebubekir’in, varlığındaki varlık, Hz Rasulüllahtır. Yani Hz peygamber kendi kendisinin arkasında Ebubekir suretiyle kılmıştır namazı. Aslı budur. Çünkü Namazı kıldır dediği vakit âmir hüküm Hz. Rasûlulahın ruhaniyeti ebubekir efendimizi sarmasıdır. Fiziki hali yetmediğinden oradaki hadise Hz. Rasûlullahın batınının öne geçmesidir. Hz. Ebu Bekir suretinden görünerek. Dedim, sakın sen bunu onla karıştrma.

Peki! madem ki böyle bir iddanız var. Nerede kılındı bu namaz? Ma’nâ âleminde mi madde âleminde mi? Yani dünya-müşahede âleminde mi, âlemi ervah misal âleminde mi?

Eeee ben bunu bilmiyorum. Kardeşim bilmediğin meseleyi niye konuşuyorsun da, böyle

büyük iddia da bulunuyorsun. Ne oluyor, güya bahsettiği kişiyi yüceltmek için, bir şeyler söylüyor ama hepsi kökten yanlış ve iftiradır.

Dedim, bak bu namaz dünya âleminde kılındı dersen, efendi mehdi dediğin kişi, madde dünya âleminde yaşıyor. Hz Rasulullah ma’nâ âleminde yaşıyor. bu yüzden mümkün değil.

Eğer ma’nâ âleminde kılındı dersen, efendimiz ma’nâ âleminde senin şeyhinin vücudu burada, hem de nefsaniyetinin en ağır şekliyle. Onun için burada da kılınması mümkün değildir.

Tamam insan lâtif bir hale gelir, letafetinden, ma’nâ âlemine intikal eder, orada bazı kişilerle buluşur görüşür alış verişi olur İbn-i Arabi Hz. lerinin belirttiği gibi bir çok kitabında bildirdiği gibi olur. Evet ma’nâ âleminde bu tür hadiseler olur. Ama o lâtif hale ermiş olan ârifler tarafından muhabbet ehli tarafından olur. Onlar da sınırlarını aşıpta böyle iddialarda bulunmazlar. Yani bilen söyle-mez, söyleyende bilmez denmiştir.

Sohbet (2)Euzübillâhimineşşeytânirracîm

BismillâhirrahmânirrahîmDersimize kaldığımız yerden devam edelim. Ders mevzuu

îmândı, Zeyd bin Hârise’nin îmân Hakk’ında gördüğü rüyadı. Cenâb-ı Hak cümlemize kolaylıklar ihsân etsin gerçek ma’nâ da

17

îmân ehli de etsin. Ondan sonrada ikân-yakîn ehli olalaım inşeallah.

Evet nasıl sabahladın sorusuna “Hak’kan sabahladım” dedi. Bunun üzerine peygamber efendimiz buyurdular ki her bir şeyin hakikati vardır. Şimdi senin îmânının hakikati nedir ya Hârise? dedi. O zaman her birerlerimiz bu soruyu kendimize sormamız gerekiyor. Peygamber Efendimiz bu soruyu sorduğundan, ve o günkü muhatabıda Zeyd bin Hârise olmuş ama, sadece bu soru ona sorulmaması icab eder.

Hâdise o soru ile başlamış ama, nasıl ki bütün hadîs-i şerifler, bütün âyet-i kerîmeler kıyamete kadar baki ise, Peygamber Efendimizin sorularıda kıyamete kadar bâkidir. O halde Hz. Hârise’nin şahsında her birerlerimize bu soru sorulmaktadır. Ey ... falan kişi. nasıl sabahladın? Bu sabahlamanın neticesinde îmânının hakikati nedir?

Hârise bin Zeydin cevabı şöyle-Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. . Bakın bu birinci bölüm. Yani îmânımızın hakikatini öğrenebil-

mek ve bunu yaşatabilmek için birinci şart, nefsimizi dünyadan uzaklaştırmak.

Bakın mevzu dünyadan uzaklaşmak, dünyadaki nimetlerden yararlanmamak değil, nefsini uzaklaştırabilmektir. Demek ki evvelâ nefsin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ve bunun dünya ile ilgisinin hangi düzeyde olduğunu, ve nereden hangi bölümden uzaklaştırılması gerektiğini düşünmemiz gerekiyor. Çünkü kendimi, ruhumu, aklımı, uzaklaştırdım demiyor. Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım diyor. Demek ki dünya ile ilgili tarafımız nefsimizmiş. Bu nefsimizde hangisi imiş emmâre ve levvâme olan âmir olan ve kendi istikametinde hüküm veren yönüdür.

Hani Yusuf (a.s.) Zindandan çıkarken demişti ya. ”Ve mâ überriü nefsi innefse le emmâratün bissui... ..” (12/53)Bakın nefsi emmâre kötülüğü emreder, işte bu nefsi dünyadan

uzaklaştırdım diyor. Çünkü nefsin meretebeleri vardır. Bu meretebelerin içerisinde râzıye mertebesi yani râzı olunmuşluk mertebesi vardır. Merziye mertebesi vardır. Bunları dünyadan uzaklaştırmadı. Çünkü bunlar bize dünyada lâzım ahirete gitme aracımız kullanmamız gerekiyor.

18

Ama emmâre tarafını dünyadan uzaklaştırmamız gerekiyor. Eğer emmâre tarafını dünyadan uzaklaştıramazsak, o dünyaya yapışıyor, ileriye gitmemize engel mâni oluyor.

Meselâ elimizde bir arabamız var. Benzinde koyduk. 50 km ile yola çıktık gidiyoruz. Ama bu arabanın içinde bir motor daha var, o da geriye arkaya doğru çalışıyor. Aynı güçle arabayı arkaya doğru çekiyor. Şimdi 50 km. Süratle bir motor öne doğru götürüyor bir motor ise arkaya doğru götürüyor. Kaç km hızla gidiyoruz o zaman sıfır (0). Ama kişi gittiğini zan ediyor oysa iki taraflı yakıt kaybediyor. O zaman ilk yapılacak şey arkaya doğru çeken gücü azaltmak. 50 km süratle geriye giderken 40 a düşürmek o zaman biz 50 km süratle yol alıyorsak hızımız 40 km düşmüş oluyor. Ama az da olsa bir gidiş vardır. İşte arkadaki o motorun ayarlarını yapmamız lâzımdır.

(Hani vosvogenler vardı ya motorları nerede idi, arkada idi, yolda iki vosvogenli giderken biri yolda kalınca, benim motor bozuldu deyince, öteki benim yedek bir motorum var onu sana vereyim diyor)

İşte bizde de, arkada bir motor var, o motor da arkaya çekiyor. O zaman ne yapmak lâzım ya arkaya giden motorun yakıtını azaltmak gerekiyor, ya da, tekerleklerini biraz patinaj yaptırmak gerekiyor ki, geriye çekemesin. İşte yavaş, yavaş bizde o motorun gücünü azaltıp 30- 20 -10 -0 a düşürdüğümüzde, geriye çeken bir şey olmayınca bizim sür’atimiz ne kadarsa 50 100 km o hızla devam ediyor. Ancak arkada bir yedek motor var, şimdi ustasına götürüpte geri götüren o motoru ileriye götürecek o pistonları kurduğumuz zaman, arkadaki o 50 km lik hız itiş gücü görüyor o zaman. Ne oluyor, sür’atimiz, 150 km ye çıkıyor. 100 km biz gidiyoruz 50 km de o, oldu 150 km.

O halde bakınız, Nefsi emmâreden istifade etmemiz için onu eğitmemiz gerekiyor. İşte o zaman kişi “nefsimi dünyadan uzaklaştırdım” oluyor. Ve artık dünyaya çekmiyor peki ne yapıyor? İtici gücüyle âhirete giden yolda bize yardımcı oluyor. Çünkü anlıyor ki o nefis bütün yapılan bu işler kendi menfeatine ve lehinedir. Daha önce benliğin den ve enaniyetinden, bu işlerin lehine olduğunun farkın da değildi. Haberi yoktu. Yani ben ne kadar yersem içersem, şunu bunu yaparsam kendisine o kadar faydalı olacak zannediyor idi. Halbuki daha sonraki senelerde onun aleyhine olacaktır. İşte bu bilinci ona yüklediğimiz zaman, çünkü cehenneme girerse kendi yanacak işte böylece, bunun sonucunda bunu ona bildirdiğimizde vazgeçiyor. O zaman bizi firenlemekten

19

durdurmaktan vazgeçiyor, o zaman enerjisini gücünü itirmede kullanıyor. Bakın iş nasıl değişiveriyor. Yoksa bu işler nefsi öldüreceksin, kahrolasın şeklinde değildir. Bizim görevimiz nefsi emmâreyi o ahlâktan, o kötü ahlâktan çıkarıp adam etmek, yani hakikati üzere çalıştırmaktır.

İşte sür’at böyle oluşuyor. İşte irfan ehliyle yola çıkmak, evvelâ mâniayı kaldırmak, kaldırdıktan sonrada onu ikinci bir güç olarak faaliyete geçirmek suretiyle oluyor. Yoksa nefsini öldüreceksin kahrolasın gibi değil. Nefis kötü değil, biz onu o ahlâkında bırakıyoruz.

Bizim görevimiz nefsi emmâreyi o ahlâktan çıkarıp adam etmek hakikati üzere çalıştırmaktır. O perdelenmiş durumda, oysa onun aslındada mayasında da temizlik vardır. Emmâre-Levvame-mülhime bu üç merebeyi hac ve umrede olduğu gibi, tavafta bu üç mertebeyi fazla oyalanmadan hızlı geçmek ma’nâsındadır. Nefsi emmâreden koşarak geçmek, Levvameden koşarak, Mülhimeden koşarak geçmek çabuk geçmek. Say’da da. öyledir.

“Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım.” Nefsi emmâreyi dünya sevgilerinden uzaklaştırmak, böylece onun dünya bağlantısı kalmıyor. Böylece âhiret ehli olmaya başlıyor. Nefsi emmâre baştan dünya ehli iken, eğitildikten sonra, bunların ebedi âlemde kendisine yararı olacağını, kendisine bildirdikten sonra, o da buna inandıktan sonra, artık emmâreliğinden vazgeçiyor. Hem de isteyerek vazgeçiyor zorlama ile değil. Ancak tek şey onu ikna etmek oluyor. Bu yapılacak işler senin zararınadır yanacak olan sensin. (nefsi emmâre) Yapılanların bu riyazatların eğitimlerin onun lehine olduğunu anlayınca. . Efendimizin buyurduğu gibi, (s.a.v.) ”Ben nefsimi müslüman ettim “ dediği hâdise işte budur.

İçimizdeki nefsimiz müslüman olduktan sonra bize zarar vermez. Neden?. Elinden dilinden emin olunan kişi mü’mindir. İşte nefsimizde îmân ehli olduktan sonra, bu hakikatleri idrak ettikten sonra, bize yardımcı olmaktadır. Böyle olunca da sür’at artmakta. Yol kısalmaktadır. Ama bunun şartı dünyadan uzaklalş-masıdır. Dünya cazibesin den tabiat hükmünden, çıkması gerekmektedir.

Şimdi birinci aşama dünyadan uzaklaşma dedik, İkinci aşama yani bunun neticesi “taşı kerpici altını ve gümüşü müsavi görmek”

Bunlara değer veren değerlendiren nefsi emmâredir. Ne kadar çok değerli şeyi olursa, elinde o kadar çok imkânı olacak. Neticede

20

elinde olanla, hoplayıp zıplayıp gezme dolaşma imkânı olacak. Böylece de gaflet ehli olmuş olacaktır.

Ama taşla kerpiç, altınla gümüş, kendi indinde müsavi olduğundan, artık onun değer yargılarıda değişmiş olmaktadır. Yani parası var imiş yok imiş, artık onda fazla bir endişe meydana getirmemektedir. Gerçi bugün parasız pulsuz bir şey olmuyor o da ayrı bir konu da, burada bahsedilen o ma’nâ da değildir. Meselâ her birerlerimizin tabi ve masum isteklerimiz vardır, kerpiçle altın bir değil, altın daha çok iş görmekte. Buradaki amaç ona muhabbet etmekten çıkarmaktır. Hani öyle diyor tuhfetül uşşakide Cemâleddin Uşşaki Hz. leri “İttika malı elden çıkarmak değil, gönülden çıkarmaktır”

Tabi ki, fiziki ma’nâ da altınla kerpiç, ikisi bir değildir. Ama kişinin değer yargısında, bir olması gerekiyor. Altın daha üstün, ya da kerpiç daha üstün değildir.

Aslında kerpiç altından daha üstündür. Neden? Topraktan hububat ürer, Altından buğday çıkmaz. Bir ton altınınız olsun aç kaldınız, altın yenmez ki... .

Ama toprak biraz sulandırıldığında size buğday da ekinde verir. Armut ta verir, her şey verir. Bir yere göre Altın kerpiçten daha kıymetlidir, ama bir yere göre de kerpiç altından daha kıymetlidir. Demin de denildiği gibi o taş maden, ama satarız çok para kazanırız. Tamam satın aldığı o şey yine kerpiçten olma, toprağın değeri daha fazla, ondan o değer ortaya çıkmış oluyor. İşte bu yönüyle de taşla toprak, altınla kerpiç, bir gibidir. Onun da ayrı bir değeri vardır. Onun da ayrı bir değeri vardır. Ne olacak işte, kerpiç parçası, değeri ile bakmamalı, bu yönü ile de altınla eşdeğer oluyor. Veya diğer şekliyle kerpiç gibi değersiz maddi ma’nâ da, yani satışa çıkarsanız bir kilo altın kaç para yapar, bir kilo toprak kaç para yapar. Yani her iki yönü ile de altının kerpiçle karşılaştırılması, veya kerpiçin altınla karşılaştırılması, her iki yönde de ikisinde de ayrı değer vardır. İşte taş ve kerpiç, altın ve gümüş, müsavi oldu.

“Ve gündüz susuz gece uykusuz oldum”Yani riyazatını söylüyor, o hale gelinceye kadar Şimdi buraya

bir iki dakika ara verelim. Demin bir mevzu oldu Şimdi aklıma geldi. Görüştüğümüz bir arkadaştan bahsediyorduk ya, başlarının şeyhlerinin zamanın mehdisi olduğunu ispatlamaya çalışanlara bir soru sormuştum ve orada kalmıştık.

21

------------------- NOT= Yukarı da kısmen bahsedilmişti.-------------------

Şimdi o soruyu tekrarlayalım. Çünkü o soru, yine bu mevzularla ilgilidir. Kendisine size bir soru soracağım, bunun Hakk’ında ne düşünüyorsunuz dedim? O da tamam sorun dedi.

Dedim ki! İnsanda îmân bir ömür boyu devam edermi etmez mi?

Bir ömür boyu gelişme olan insanda devam edermi? Çünkü seyirden bahsetti seyir de gelişmedir. Çünkü seyrin sonu olmaz. Allahın sonu olmadığı için seyrin de sonu gelmez. İşte ömrünün sonuna kadar bir insanda îmân devam edermi dedim?

Eder dedi ! bunun üzerine tamam kardeşim dedim. Kendisine bundan sonra konuşacak, yapacak bir şey yok dedim. Sen kendi cevabını kendin vermiş oldun, ve yerini de kendin söyledin. Devam eden, sözüyle “ben ömrümün sonuna kadar ikilikte yaşarım. Tekliğe ulaşamam” diyerek cevabını böylece vermiş oldun. Hem kesret ehli olduğunu kendi sözünle ispatlıyorsun, hem de benim efendim mehdi âlemlerin sultanının yegâne varisi diyerek, zamanın yegânesi diyorsun. Bu işin zâten birleşmesi mümkün değildir. Daha henüz bu hakikatleri idrak edememiş bir anlayışın mehdilikten, imamlıktan bahsetmesi acayip bir iştir, mevlâm akıl fikir versin.

İnşallah bundan sonraki sohbetlerde, îmânın nerede gaybi olduğu, gaybe olduğu nerede müşahedeye olduğu Hakk’ında yol alacağız inşallah.

Şimdi bu meseleler, bir kaç geceye sığmaz. Yalnız îmân da ikilik var derken, îmân ehlini küçümseme anlamında değildir, bilgilenme anlamındadır.

Tabi ki îmân muhteşem bir şeydir. Allahın varlığını birliğini kabul edipte ona yönelmek çok güzel bir şeydir. Ama bir kişi bir adrese geliyorken o adrese ihtiyacı vardır. Adres elinde olmaz ise aradığı yeri bulamayacaktır. İşte elindeki o proje onun yol göstericisi onun îmân düzeyinde olmaktadır. Hedefe vardıktan sonra o adrese projeye ihtiyaç varmı? Yoktur.

Hedefe varıpta, halen daha elindeki adresle, adres araması, hedefe ulaştığı halde ulaşamadığının ifadesi olmaktadır. Allaha

22

îmân demek ona yönelmek demektir. Ama, hakikati Îlâhiyye tevhid ilmi içerisinde belirtildiği gibi “çık aradan kalsın yaradan” basit bir ifadeyle bu nu yaşadığı zaman kişi de îmân’a yer kalmaz artık ihtiyaçta yoktur.

Çünkü “gerçek tevhid ikiliği kabul etmez.” Îmân ise kul ve Allah ikiliği üzere olan anlayış ve yaşam şeklidir. Hakikatte/mutlak Tevhitte ise, ikiye yer yoktur, bu ikiden birinin kalkması lâzımdır. Bu vaziyette Hakk, kalkmayacağına göre, o halde suret olarak halkedilmiş olan kul kalkacaktır. Kulun kulluk ve beşerlik anlayışı, kuldan kalıktığı zaman, işte o yaşantının aldığı tarifin ismi (Îkân) dır. İzahları daha ilerilerde gelecektir.

Îmân kendi varlığının dışında, bir varlığı bilemediği göremediği halde, varlığına inanıp îmân etmektir. Ancak kişi, Hakkı kendinde, gönlünde bulmuşsa, bütün âlemde bulmuşsa adrese ihtiyacı yoktur. Ayrıca rehbere de ihtiyaç yoktur. Îmân bir rehber, yol gösterici durumundadır. İşte böyle olunca îmân düşmekte ama yerine başka bir şey gelmektedir. O nun tarifini belirten kelime de (Îkân) dır. -------------------

Cenâb-ı Hakk bunu açık olarak Bakara sûresinde (2/106) belirtiyor. -------------------

“Biz herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur, (yada ertelersek) yerine hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye Hakkıyla yettiğini bilmezmisiniz. ” -------------------

İşte bir şey kaldırılır ama onun yeri boş kalmaz. Onun yerine daha ilerisi veya eşdeğer bir şey konur. Îmânın kalktığı yerede Îkân konur gelir. -------------------

Îkân nedir? Yakîn ma’nâsınadır. Tekâsür sûresinde, (102/5-6-7-8) ------------------- “Kellâ lev ta’lemûne ilmel yakîn, leteravünnelcahîm. sümme leravünnehâ aynel yakîn. Sümme letüs’elünne yevme izin anin na’îm.”

23

-------------------5- Öyle değil, kesin yakîn, olarak bilseniz, 6- Andolsun ki,

cehennemi mutlaka göreceksiniz! 7- Sonra yine andolsun ki, onu yakın yakîn, gözüyle göreceksiniz! 8- Sonra andolsun ki, o gün her nimetten sorgulanacaksınız! -------------------

Orada bir yakîn hadisesi geçmektedir. ”onlar cehennemi yakîn olarak görürler müşahede ederler. Oradaki yakîn, “yakın” değildir.

Türkçedeki “yakın,” arapçadaki “kurbiyyet” olarak belirtilen, ayrı iki varlık arasında olan yakınlık/ kurbiyyet/akrabalık, yakînlik değildir. Geçek yakînlik, “tek varlığın kendi bünyesinde ikiymiş gibi görünmesinden ibarettir.” İki ma’nâ da ki kelimelerin arasında, sadece kelime benzerliği vardır, ama ikisi farklıdır. Birisi yakın, diğeri yakîn’dir.

Âyet-i kerîme de (ilmel yakîn ve aynel yakîn’den bahsedilmek-tedir, bu hususun ayrıca birde, Hakk’al yakîn Halide vardır.

Muhyiddin arabi Hz. lerine soruyorlar yakîn nedir? Diye O da “el yakînü hüvel Hakk” demiştir. Yani yakîn denilen hâdise, “af’aliyle, esmâsıyla, sıfatıyla zâtıyla” zâtın ta kendisidir.” Yani Hakkın bulunduğu yer “yakîn” halidir. Kim hangi ehil ordaysa o “yakîn” ehlidir.

Sohbetin bu bölümünde bir soru gelmiştir, şöyledir. (Yakîn hâli, ittika hâli değilmidir. ?) Ef’âl âleminin ittikası, esmâ âleminin ittikası, sıfat âleminin

ittikası vardır. Zat âleminin ittikası ise yakîn halidir. İttika ile muttaki aynı şey değildir?. Ma’nâları da başka,

mertebeleri de başkadır. Ancak zat mertebesindeki ittika yakîn ile ilgilidir. Ef’âl mertebesindeki ittika yakîn’lik ile ilgili değildir. Çünkü yaşam sahaları, idrak sahaları ve anlayışları ayrıdır.

Şimdi yakîn, ikiliğe düşmekten sakınmaktır. İttika ise, şüphelilerden sakınmaktır. ”Ef’âl âleminde“, fiiller yaptırım merte-besin de, haramlardan sakınmaktır. Şüphelilerden sakınmaktır. “Esmâ âleminde”, yani tarikat mertebesinde, duygusuz kalmaktan sakınmaktır. Yani muhabbetin azalmasından sakınmak-tır. Burada maddi bir durum yoktur artık konu hassaslaşmaktadır.

24

“Sıfat hakikat mertebesindeki ittika” Bütün varlıkta Hakk’ın isimlerinin zuhuru olduğunu görememekten sakınmakdır. Yani “Fe eynema tüvellü fesemme vechullah” (2/115) âyetinin hükmüyle, nereye bakarsanız bakın, Hakk’ın varlığı müşahede edilmekte, bu müşahededen düşmekten sakınmaktır. Korkmaktır. Burada korku, nezaket ve irfani ma’nâdadır.

“Zat mertebesindeki ittika” ise, Allahın varlığının, zâtının varlığından gaflette kalmaktan sakınmaktır. Bütün âlem de her şeyin Allahın zâtının zuhuru olduğunu müşahede ettiğimizde, aynı zuhurun kendi varlığımızda da zuhurunu idrak ettiğimizde, işte bu zat mertebesinin ittikası, sakınması olmaktadır. Yani bu anlayıştan düşmekten sakınmaktır. İşte bu anlayış yani “tevhidi zat” mertebesindeki “îkân” olmaktadır. Burada îmân’a gerek kalmamaktadır. Yani kişi yok ki, îmânı olsun. (Yani kişi îmânsız olsun demiyoruz espirili olarak). .

“Bu ne îmân ki, îmândan içeri” denmiştir, burada ikisi de birleşmiş, artık arada bir şey kalmamıştır. Eğer îmâna yer varsa, daha o mertebe, “îkân” oluşmamış demektir. İşte o arkadaş, şuraya vardım, buraya vardım, isteği kadar, mehdiyim desin, âlemlerin kıralıyım desin, bütün bu sözleri ile kendini ele vererek ne kadar açık olarak halini gösteriyor olmaktadır. Ve bu iddiaların ne kadar abes uçuk olduğu, hatta uçuğu da bir tarafa bırakın, ne kadar ahlaksızca, hiç bir nezakete sığmayacak bir haldir, kendisi Allahın mehdisi olmadığı halde, kendisini onun mehdisi olarak göstermesi, Allahın işine karışmaktır. Allahın göndermediği sahte mehdiyi, gönderdi diyerek Allaha iftira etmesidir. Haşa. Ve bunlar Allah ismiyle şirke davet ediyorlar. Ne büyük küstahlık değilmi. ? İşte bunu ancak nefsi emmâre yapıyor. Kendi amelini kendisine, süslü olarak ve en güzel bilgi olarak gösteriyor. Bunu ispatlamaya çalışıyor ve de çevresini zorlamaya gidiyor. Allah etmesin...

“Mümin olarak sabahladım dediği” bu hakikatleri idrak etttiğini belirtmiş oluyor. Burada yakîn olarak sabahladım dese, bura da onu herkes anlayamaz. Çok büyük izahlar gerektirir. Yani ef’âl mertebesinde olan îkân’ın ne olduğunu anlayamaz. Ama ef’âl mertebesinde olan îmânın ne olduğunu yaklaşık olarak anlar. İşte (s.a.v.) Efendimizin hususiyeti özelliği, Kur’an-ı Kerîmin de ki, özelliği, her mertebede olacak kişilere, o kemâlâtta olacak bir cümle düzenlenmesidir. Hadisler ve âyetler sadece zat mertebesi itibari ile düzenlenmiş olsa, sıfat esmâ ef’âl mertebesinde olanlar onu anlayamazlar. Ama sadece ef’âl mertebesinde yaşayanlara

25

göre düzenlenmiş olsa idi, o zaman da âyetler, yukarıdakilere bir şey veremez, uruc ettiremez idi.

“Kellimünnâsi alâ kaderi ukulihim” ifadesi ne kadar mühim bir eğitim sistemidir. “İnsanlara akılları kadar konuşunuz“ diyor, ne kadar güzel bir ifadedir. İnsanlara akılları düzeyinde konuşmak içinde, bütün insanların akıllarının derecelerini bilmek gerektiğini de ayrıca belirtmiş oluyor.

Çocukların aklına göre, ya da, sadece çocuklara göre konuşun denmiyor, bakınız. Karşınıza gelen insan hangi mertebeden ise, o mertebeden konuşun deniyor. Başka türlü o kişiye zâten ulaşıla-maz. Kırk yaşında bir insan karşınıza gelmişse, kırk yaşının kemâlâtına göre konuşun, beş yaşında çocuk gelmişse ona göre konuşun deniyor. Şimdi kırk yaşındaki kişiye, beş yaşındaki çocuğa anlatılan şeyleri söylemekle ona yazık edilmiş olur. Zâten bir şey alamaz. Ama beş yaşındaki çocuğa kırk yaşındaki insana anlatılacak mevzû anlatılırsa, oda bir şey anlamaz. O halde kaba göre yemek koymak lâzım gelmektedir.

“Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. İndimde taşı ve kerpiçi altını gümüşü müsavi oldu ve gündüz susuz gece uykusuz oldum. ”

Gündüz susuz, gece uykusuz, oldum dan kasıt, tarikat yaşamında, oruçlar nafile namazlar, zikirler, tesbihler, riyazatlar var. Riyazat yapmadan da bu işler olmuyor. Nefsini doyur, doyur hoplasın zıplasın, sonra ben riyazat yapacağım de, olmaz ki. Biraz onu kesmek gerekiyor ki, terbiye olsun, onun dizginleri ele almak gerekiyor. Nefs mücadelesi ve murakebesi yapmak lâzım, bu gerekiyor.

Geçen gün hani “isr” mevzuu olmuştu. Gece yürüyenlerin çocukları, (yâ beni İsrâîl,) diye sohbet yapmıştık gece kalkmak, gece uykusuz kalmak demekti o, gece uykusuz yani faaliyette olmak demektir. Uykulu olmak demek ise, faaliyette olmamak demektir. (dün yapılan sohbetti galiba) Gece uykusuz “isr” hükmüne girmektedir. Hani âyet-i kerîmede belirtiliyorya.

“Ya beni İsrâil ezkuru ni’meti yelleti en amtü aleyküm ve inni faddaltüküm alel âlemîn” (2/47)

Biz bu âyet-i kerîmeyi musevilere ait zannediyoruz, halbuki değildir, tevhid ehline aittir. “Yâ beni İsrâîl,” dendiğinde “ey gece yürüyenin çocukları ma’nâsınadır.” İsr gece yürümedir. İsrâîl gece yürüyen ma’nâsı’nadır. İsrâil oğulları gece yürüyenin oğulları

26

demektir. Bunlar Yakub aleyhisselâmın torunlarıdır. Yakub aleyhisselâmın 12 oğlunun sülâsesidirler. 12 oğuldan gelen 12 kavim oldular, en büyük oğlunun ismi yahuda, olduğundan yahudi diyorlar. Üç tane isimleri vardır, Beni İsrâil, yahudi diğeride Museviliktir.

Musevi peygamberlerinden aldıkları isim, Yahudi büyük abilerine atfen aldıkları lâkab. Beni İsrâîl ise Yakub’un kardeşinin zulmünden, kendisini kurtarmak için, gece teyzezine veya dayısına gitmesi, gece yürümesidir. İbrâni lügatında gece yürüyen kişiye “isr” diyorlarmış.

Yâ beni İsrâîl, ey gece yürüyenin çocukları, bu tamamen ümmeti Muhammede ait bir hitaptır. Zâhiren yahudilere gibi gözüküyor ise de, gece yürüyenler kimdir? Gece kalktı, yatsı namazını kıldı, sabah namazını kıldı, başka bir şey yapmasa dahi, onlarda gece namazı hükmündedirler, çünkü bu namazları kılmak ta, bir hareket bir seyir olduğundan, gece yürüme ma’nâsı’nadır. Ey gece yürüyenin çocukları, ey gece namazına kalkanlar ma’nâsı’-nadır. Gafletten uzak uyanmış hali belirtiyor. İsr yol olduğu için, yol almak içinde, gafletten uyanmak lâzım gelmektedir. Tabi olarak bu hüküm de onların üstünde işlemiş olmaktadır, gafletten uzaklaş-mış ma’nâsı da içinde açık olarak gizlenmiştir.

Yâ beni İsrâîl “ezkuru nimeti” Size verdiğim nimetimi hatırlayın“ ve inni faddeltüküm alel âlemîn”

Biz sizi âlemlerin üstüne tafdil ettik. Gece kalkıp zikirlerini yapanlar, âlemlerin üstüne tafdil edildiği yükseltildiği, âyet-i kerîme de açık olarak belirtilmektedir, biz onu okuduğumuz zaman o âyet İsrâîl olarak geçtği için, yahudilere ait olduğunu zannediyoruz, Allahın âyetlerinde tahsis varmıdır, bu yahudi için bu bilmem kim için diye. Hitap hepimizedir. Kabul edip etmemesi bir şey fark etmiyor, o kişinin kendi kazancına bağlı, kabul etmiyorsa hitap ona yine oluyor, ama nimeti kesiliyor. Ama kabul etmiyor ayrı konu. Ama Cenâb-ı Hakk ayrımcılık yapmıyor, herkese ayni âyet-i gönderiyor. Tüm insanlara gelmedi mi geldi. kızıl ehlinede geldi îmân ehline de. kabul edip etmemek kendi kazancı itibarıyla oluyor. Ama Cenâb-ı Hakk hepsine bu lutfu gönderiyor. Ama tatbik eden onu uygulamış oluyor, tatbik etmeyen de kenarda kalmış oluyor. -------------------

Ve devam ediyor “Keennehü “açıktan açığa rabbimin arşına nazar ediyorum, diyor. Bakın ne kadar müthiş bir hadise. Açıktan

27

açığa rabbımın arşına nazar ediyorum. Diyor ve rüyayı anlatıyor. Ve devam ediyor. Burada arş nedir? şimdi bu soru çıkıyor ortaya.

Kısaca bahsedelim arş, tavan çatı demektir, en üst âlem demektir. Bireysel olarak varlığımızdaki, arş bizim başımız, yani aklımız arşımız bizim çatımız demek oluyor.

Kürsi ise, bizim gönlümüzdür, kürsi oturma yeri, arş ise çatı oluyor. Hani falan prof’un kürsisi var denir, orada masası iskemlesi var, makamı var demektir, işte Cenâb-ı Hakkın bütün esmâ-i Îlâhiyyesi, bütün bu âleme yaygın oturuyor vaziyette, ve bütün bu âlemin ismi kürsidir, yani Allahın esmâ-i İlâhiyyesi bu âlemde oturuyor ve isminin bir meretebesi vardır ve burada zuhura çıkmaktadır. İnsanın varlığında da, gönlünde duygular olarak esmâ-i Îlâhiyye ortaya çıkıyor. Aklında ise aklı küll zuhura geliyor. Gerçi biz aklımızı nefsi küll nefsi emmâre olarak kullanıyoruz ama, aslı aklı küldür, aklımızın ve aklımızı da oraya ulaştırmamız gerekiyor. Yani başımızdaki makama aklı küllü oturtmamız gerekiyor. Ama ne yazık ki bizim burada, nefsi emmârenin aklı, aklı cüz oturmaktadır.

Evvela arş dediğimiz, bu arşımızın Hakk’ını vermemiz gerekiyor.”Açıktan açığa rabbımın arşına nazar ediyorum” demesi, bir bakıma aklı kül yerine yerleşti, yani Hakk’ını ona verdim ma’nâsındadır.

“Ve ehli cennete nazar ediyorum ki orada birbirlerini ziyaret ederler”

Hadi bakalım çıkalım bu sözün içinden. Kıyamet kopmadı cennet cehennem ortada var mı?

Bu arada, sohbeti dinleyenlerden birisi sohbet meclisini kastederek, ( işte ehli cennet efendim dedi)

İzâfi ma’nâ da söylemiyor, bakın gerçek ma’nâ da cennete nazar ettim diyor. İzafi olarak tabi burası cennet bahçelerinden bir bahçe, hani efendimiz buyuruyor, dünyada cennet bahçeleri vardır. Cennet bahçelerine uğrayınız. Soruyorlar Ya rasulallah cennet bahçeleri nerede? Zikir halkaları cennet bahçeleridir diyor.

Tarikat ehli bunun dönen zikir halkaları olduğu yönün de bu cennet bahçelerini anlıyorlar ki, bu doğrudur o mertebede ama tevhid ehli için zikir halkasından kasıt, hatırlama ma’nâ sınadır. İki ma’nâ sı var biri sayıları sayma diğeri hatırlamaktır. Neyi hatırlaya-cağız? Kendi varlığımızın hakikatinde esmâi İlâhiyyenin olduğunu hatırlayıp, bilip tatbikate geçirip, hangi esmâyı çekiyorsak o

28

esmânın hakikatini kendimizde bulmamaız suretiyle hatırlamamız gerekiyor. Yani zikri 2 yönlü kullanıp birisi sayısal ve sesli olarak esmânın tekrarı, diğeri ise bu esmânın hakikatinin kendimizdeki yaşantısıdır. Bunlar ayrı, ayrı yapılıyor zikri sayısal olarak yapıyoruz, ama yaşantısının farkında olmuyoruz. İşte “halakaz zikra” dediği halka bir bütündür

Bir çubuk düşünün bunun başlangıcı ve sonu vardır. Ama halkanın başlangıcı ve sonu yoktur. Dönüşümlüdür. Ring seferidir. Hani otobüslerin ring seferi olur ya dönerler dururlar aynı yerde. İşte tevhid sohbetleri halka sohbetleridir bir bakıma niyedir? Nusret babam öyle derdi, “siryani zâti/zâti tesir” derdi. Zâti tecelli, zâti dönüşüm derdi . İşte muhabbetiyle birlikte yapılan tevhid sohbetleri, gönüllerden gönüllere sirâyet ederek, cereyan ederek dönüşür. Ve her uğradığı yere bu hakikati ilkâ eder bırakır. İşte cennet bahçeleri dediği bir bakıma da budur.

Halka olarak zikredilen yerler de, bir bakıma tarikat mertebesi itibarıyla cennet bahçesi, ama hakikat mertebesi ve marifet mertebesi itibarıyle, çıkan nefhayı gönüllerden gönüllere aktararak devam ederek, bu hâlin sürmesi cennet bahçesi olmaktadır. Çünkü dönüşmekte olan, o cereyan siryani zat-i, hakikati ilahiyyeyi dolaştırıyor. Allahın isimlerini sıfatlarını zâtını dolaştırıyor. İşte cennet demek te zâten Allahın zâtı demektir. Yoksa nefis cennetleri demek değildir. İrfaniyet cennet demektir. İrfaniyetten daha büyük cennet tasavvur edilemez. Gerçi nefislerle ilgili cennetler varsa da, orada meyveler var. Oradaki insanlar “meyvelerle meşguller.” “şugulin fâkihun” (36/55)

Ancak tevhid ehli ise “Allah ile meşguldür.” Hangisi daha güzel cennet oluyor. İllâki akan nehirler güzel, güzel huriler gilmanlar olması gerekmiyor, cennet olması için. Tevhid ehli kendi bünyesinde, bu cenneti oluşturması gerekiyor. Ve de buna da zat cenneti deniyor.

“Birbirlerini ziyaret ederler,” olduğunu görüyor. Bu ziyaretin demin belirtildiği gibi, aynı katta olanlar birbirlerini ve yukarıdakiler aşağıdakileri ziyaret edebiliyor, aşağıdakiler yukarıdakileri ziyaret edemiyor, çünkü mertebeleri itibariyle çıkmaları mümkün değildir, orayı anlıyamazlar.

Şimdi burada esas konu ki, bu sözde şek şüphe yotur. Çünkü peygamber efendimiz tasdik ediyor, bu hadîs-i yani Zeyd bin Hârise’nin sözlerini Efendimiz tasdik ediyor. Orada kendisini ikazda edebilirdi, ey Zeyd cennette daha kimse yok, daha hesap kitap

29

görülmedi, şeklinde söyliyebilir di. İkaz edebilirdi. Bakın hadîs-i şerifte böyle bir şey yok. Demek ki, Efendimiz daha 1400 sene evvel cennetin varlığını, ve orada yaşayanları tasdik ediyor. Şu hadîs-i şerifi inkâr mümkün mü?

Ama genelde şeriat ehli, daha cennette kimse yok diyor. Hesap kitap olmadı ki, kıyamet kopmadı ki. Açık olarak Peygamber Efendimiz tasdik ediyor. Eğer mutlak ma’nâ da orada hiç kimse olmasaydı, ya Hârise sen yanlış görmüşsün daha orası boş diye ikaz ederdi.

Ayrıca efendimiz cennete gittim şöyle, şöyle insanlar vardı, cehennem ehlini gördüm şöyle idi, diyerek açık olarak hallerini anlatmaktadır. Ama biz hâlâ cennet boş cehennem boş diyoruz. Peki bizim hesabımızda kitabımızda görülmediğine göre, demek ki, orada bir başka nesil insanları vardır.

Şimdi hesabımız görülmedi, bizden henüz giden yok, o doğru, yani Âdem (a.s.) ile Muhammed (s.a.v.) bizim neslimiz oluyor, bizden henüz giden, hesabı görülen olmadı. Demek ki bizden henüz daha kimse yok, o doğru. Ama orada cennet ehli, ve cehennem ehlide vardır. Demek ki yeryüzünde yaşayan yegâne insan toplulukları bizler değiliz. Bizden evvel daha nice, nice Âdem ve Muhammed, (s.a.v.) nesilleri geçti. Biz şu anda yer yüzünde yaşayan nesiliz, bizden sonrada yine bu âlemde, bizim benzerimiz Âdem ve Muhammed seyrini yapacak bir sürü nesiller gelecektir. Bu da işin bir başka yönüdür.

Şu hadîs-i şerif bize bunu açık olarak belirtiyor. Tabi sadece bu hadis değil, bu hususta başka haberlerde vardır. Meselâ Peygamberimiz diyor ki.! “Âdem çamur ile balçık arasında iken ben peygamberdim.” Hadi bakalım nasıl olacak bu işler. Nasıl oluyor,? Diyelim ki, Hz. Peygamber bizim zamanımızın peygamberliğini yaşadığı sürede, bizden sonra gelecek olan neslin daha Âdemiyeti halkedilmedi demektir. Ve programı da başlıyor demektir. Bu âlemde olacak, yada başka bir gezegende olacak. Yüz milyar galaksi, her galakside ortalama, yüz milyar yıldız olacak? bu kadar gezegenin içinde sadece dünyada mı insan yaşamı olacak?

Bu fezada dünyanın yeri, bir nohut tanesi kadar yer tutmuyor. Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemleri sadece bizim dünyamız ve neslimiz için mi halketti? Diyelim bizim de neslimizin süresi kıyamete kadar, on bin sene olsun, on bin senecik, sonsuz uzay feza çağına göre bir saniyecik bile yer tutmuyor. Ebedi ve sonsuz hayata göre, bütün bu âlemleri Cenâb-ı Hakk bir saniye için mi halketti.?

30

Cenâb-ı Hakkın sonsuz zuhurları, yaşantıları içerisinde sadece, bir neslin sistemiyle eğitimiyle kalacak değildir. Daha bilemediğimiz ne âlemler, ve buralarda da ne tür hayatlar olabileceğini, açık olarak düşünebiliriz. Eğer sadece bu âlemde İnsanoğlu yaşıyor diye düşünürsek, Cenâb-ı Hakkın ilmini de zâtını da, sıfatlarını da, sınırlamış oluruz.

İşte “cennet ehli birbirlerini ziyaret ederler, ve cehenneme nazar ediyorum birbirlerine havlarlar” diyor. Havlama, hangi hayvanın vasfı malûmdur. . Demek ki, cehennem ehlinden bir kısım, insanlık vasfından çıkıp hayvanlık vasfına giriyorlar. mahşerde insanların bazıları hayvan sureti üzere gelecekler. Dünyada insan fıtratı üzere yaşamış ama özü batını hayvan ahlâkında olduğu için, hangi hayvanın ahlâkında ise, kurt köpek domuz gibi afedersiniz, işte o suret üzere gelecekler.

Mahşerde üç türlü mahşer gurubu olacak. Birincisi. Dünyaya İnsan olarak gelmiş, insan gibi yaşamış, ve

insan gibi ölmüş olanlar. Gene mahşere insan sûretindeki halleriyle gelecekler.

İkincisi. Dünyaya insan olarak gelmiş, fakat emirleri dinleme-miş, ve hayvanlık mertebesinde yaşamış, ve öyle ölmüş, onlarda hangi hayvan ahlâkında yaşamış ise, o hayvan suretine benzer bir sûretle geleceklerdir.

Üçüncüsü ise. Dünya ya hayvan olarak gelmiş, hayvan olarak gitmiş olanlar, gene kendi hayvan sûretleri ile gelecek olanlardır. Bunların hesapları görüldükten sonra onlara, toprak olun denecek onlarda hemen toprak olacaklar çünkü onların emir ve nehiy mes’uliyetleri olmadığı için ahiretleride yoktur.

Ancak burada bir istisnâ vardır. Dünya da hayvan olarak yaşayan, ama mübarek insanlara özel olarak yardımları dokunmuş olan, (10) hayvan cennete gidip cennet ehli olacaklardır. ------------------- Bu husustan da bizim için çıkarılacak dersler vardır. Aklı olma-yan bir hayvanın hissiyatı ile yaptığı bir iyiliği dahi zayi etmeyen Hz. Allah, elbette ki insanların da hiç bir amelini zayi etmeyecek ve muhakkak mükâfatını verecektir. İşte müstesna olarak Cennet’e girecek 10 hayvan şunlardır:

31

1- Salih aleyhisselâmın devesi,2- İbrahim aleyhisselâmın danası,3 - İsmail aleyhisselâmın koçu,4- Musa aleyhisselâmın sığırı,5 - Yunus aleyhisselâmın balığı,6- Üzeyr aleyhisselâmın merkebi,7 - Süleyman aleyhisselâmın karıncası,8- Ve yine Hz. Süleyman’ın Belkıs'a gönderdiği Hüdhüd,9- Eshab-ı Kehfin Kıtmir’i/köpeği,10- Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) devesi Kusva. Mekke’den Medine’ye onun sırtında hicret etmişlerdi. MollaCami.Net. -------------------

İşte onların toprak olduklarını gören. İkinci kısım, insan türünden dönüşen hayvanlar. (Ya leyteni küntü türaba/ne olaydı keşke bizde bunlar gibi toprak olsaydık) (78/40) diyeceklerdir, ancak iş işten geçmiştir. ve ne hazin bir sondur. Allah (c.c.) korusun.

Bakın burada çok açık olarak, Hârise hayvanlar ahlâkının toplu olarak, bir bölümünü görmüştür.

Diğer bölümleri görmemiş, görmüş olsa bir kısmı kurt, bir kısmı çakal, diye söylerdi. Yani köpek ağırlıklı gurubu görmüş, o mertebeyi gördüğü, o düzeyi görmüşte onu ifade ediyor. Bunu inkâr etmek mümkün mü? Değil Efendimiz diyebilirdi, orada insanlar var burası yanlış, gördüğün hayali diyebilirdi. Ama bakın Efendimiz görülen şeyleri, belirtilen ifadeleri tasdik ediyor.

Ve arkadan hemen Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki... “doğru söyledin,” bakın tasdik bu. Eğer orada bir yanlışlık olsa idi, böyle değil doğru değil derdi. Bakın ne kadar açık doğru söyledin, arkadan da “sus fâş etme” Bu bize kadar gelmişse zâten fâş edilmedik yeri kalmamıştır.

Ama bu tür hadisler, şeriat mertebesi itibari ile, geri plâna alınmıştır. Neden? Çünkü işin içinden çıkılamamış da ondandır. Bir taraftan, cennette cehennemde hiç bir şey yok diyor, ama hadiste peygamber efendimizin beyanları şunlar şunlar var, hükmü çıkınca bunları bağdaştıramıyor. Aklı da almayınca bağdaştıramayınca, o zaman onu geriye çekiyor, onun hükmü ile amel etmiyor. Kendisine neresi kolay gelirse onunla amel ediyor. Diğer bir ifade ile dinin

32

bazı bölümlerine inanıyor, ve bazı bölümlerine inanmıyor. O da farkında olmadan gaflet hükmüne giriyor.

Çünkü Kur’ân-ı Kerîmin bazı bölümlerine inanıp, bazı bölümlerine inanmayanlar, inkarcı din dışı olarak belirtiliyorlar. Biz dinin içinde kendimizi âlim zannediyoruz, âyetlerin bazılarını tasdik ediyoruz, bazılarını tasdik etmiyoruz, susuyoruz susmakta tasdik etmemektir. Kabullenmemektir. Kabullendim diyemiyor, yani bu âyet-i kerîme bu ma’nâyı ifade eder diyemiyor, sukût ediyor susuyor. Ve Efendimiz “sus fâş etme” diye belirtiyor.

Burada bırakalım zamanımız da bitti salli ve sellim ve barik alâ eşrefi nuri cemîil enbiyai vel mürselîn velhamdülillahirabbil âlemîn, cümle geçmişlerimizin ruhu için Allah rizası için, dertlerimize devâ, borçlarımıza edâ, hastalıklarımıza şifâ olması için, gönüllerimizin en geniş şekilde açılması için, akıl ve irfaniyetimizin artması için bi hörmeti sırrı suretil fatihatı meassalavat... .

Sohbet (3)Essalâtü vesselâmü aleyke ya rasullellah, essalâtü vesselâmü

aleyke ya habîbellah, esselâtü vesselâmü aleyke seyyidel evvelîne vel âhirîn velhamdülillahirabbil âlemîn.

Herkese hoş geldiniz diyelim, bizler de hoş bulduk. Cenâb-ı Hakk cümlemize akıl fikir zekâ genişliği, muhabbet çoşkunluğu, zenginliği versin inşeallah. zaman zaman hep belirtmeye çalıştığı-mız gibi, dini hakikatleri beşeriyetimizin anladığı şekilde değil de, hakikatimizin anlayacağı şekilde, öğrenmeyi bize nasip etsin.

Çünkü başeriyet kaynaklı öğrenimler, öğretimler ve çalışmalar, sınırlı olmakta, yani aklı cüz sınırları içinde olmakta, ama bize gelen Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerif’ler aklı külden gelmektedir, aklı cüzden değildir. Diğer şekliyle aklı külden aklı cüz’e gelmektedir. Ki o aklı cüz hedefini aklı küll’e doğru yönlendirebilsin, kendi sınırlarının dışına çıkabilsin aşabilsin.

İşte beşeri ma’nâ da, aklı cüz sınırlarını aşamadığımız zaman, gerçek ma’nâ da hakikatleri idrak etmemiz mümkün olamamak-tadır. Zâten sıkıntı da buradan doğmaktadır. İlk yapılması lâzım gelen işlerin başlıcası, kendimizde var olan, külli akla olan bağlantı-ları faaliyete geçirmemiz gerekmektedir. Eğer bunları faaliyete geçiremez isek, aklı külden bize gelecek bilgileri anlamamız mümkün olamamakta, aklı cüz bunu anlayamamaktadır.

33

Aklı cüz niye anlayamamakta? Çünkü, aklı cüz’ün ve zâhir anlamda, islâmiyetin zâhiri olan, ve aklı cüz de belirtilen ifadeler, ikilik üzere binâ edilmiş, şeriat ve isneyniyet ikilik üzere binâ edilmiştir. Bu ne demek oluyor? Yani yukarıda bir Allah var, aşağıda da kul var, aşağıdaki kul güzel ameller işleyerek, faydalı fiiller meydana getirerek, yardımda bulunarak, namaz kılarak, zikir yaparak sevabını arttırması, ve bu davranışlar ile de kendini Hakk’a sevdirmesi anlayışındadır. Ve bunun neticesinde de cennete sahip olsun cennete gitsin. Oradaki yaşantı aslında Allaha ulaşmak değil cennete ulaşmaktır. Bir nevi ticaret gibidir. Kötü bir şey mi, tabiki değildir, hiç bir şey yapmamaktansa, bunları yapabilmek iyidir. Ama İslâm dininin Cenâb-ı Hakk’ın bize öğretmek istediği, böyle bir başlangıçtan sonra kendimizi tanıma yolunda seyre çıkmaktır.

Şeriat mertebesi, bunun alt temelini kurmaktadır. Eğer biz binâ yapacaksak, projesi varsa katları varsa, onun sadece temelini yapmak süretiyle binâyı yaptık zannedersek, bu binanın içinde ne oturabiliriz, ne de başka bir şey yapabiliriz. Ve o binâ zaman içinde yine üstü kurulmazsa, altı yine otluk ve çöplük olur. Ve fazla bir işe yaramaz. İşte insan tefekkür binâsını kurabilmemiz için, bazı fikir değişiklikleri olması gerekiyor. İslâmi anlamda hayata bakışta, ileriye doğru fikir değişiklikleri olması gerekiyor. Bu da tek olan Allaha yönelmek gerekiyor. Tek olan Allaha yönelmek için ise teklik gerekiyor.

Yani ikilik üzere olan şeriat mertebesindeki yaşantıların, teklik üzere binâ edilmesi gerekiyor. O halde ikiden birinin kaldırılması gerekiyor ki, bir’lik olsun. İki’lik yaşantısı devam ettiği müddetçe ben, ben, ben, ben, lâfzı ve yaşantısı güncel olduğundan, Hakk’a varmak mümkün olamıyor. Çünkü kişi kendi varlığını ortaya koymuş, ben şunu yaptım, ben bunu yaptım, demek suretiyle, kendi varlığını ispatlamaya çalıştığından Hakta fâni olamamaktadır.

İşte bu sistemin meydana gelmesi için, iki’den bir’inin gitmesi gerekiyor. Tabi ki Allah (c.c.) lühü gidemeyeceğine göre, kulun gitmesi gerekiyor. İşte hayata bu anlayıştan bakmaya başlarsak, o zaman biz yavaş, yavaş gerçek Tevhîd yoluna çıkmış oluruz. Bu hakikatin varlığını bilemezsek, her ne kadar herhangi bir tarikatının müntesibi de olsak, yine yola çıkamamış oluruz. Çünkü o guruplarda çalışmalar anlayışlar zikirler, hep ikilik üzere olmuş olmaktadır, tabî ki insan güzel bir hayat yaşar, güzel hoş bir zaman geçirir. Çaylar kahveler diğer güzellikler, insanlar birbirleriyle dertleşirler ve güzel bir gün geçirdik diye ayrılırlar. Ama, ilerleme olmaz. Yani tefekkürî ma’nâ da, bazı soruların cevapları

34

bulunamaz. Soruların en başında da, benliğin yani ben kimim, sorusun gelmesi lazımdır.

Bizler gâyet tabi, ben diye bir şeyin varlığını biliyoruz. Ben dediğimiz zaman, biz dediğimiz zaman, işte falan kişiden doğdu, falan ailenin çocuğu, falan şehirde falan yerde yaşıyor, yaşı bu gibi, ama bunlar bedenimizin bilgileridir. Ruhumuzun bilgileri değildir, yani bedenî bir tanıtmadır, ruhanî bir tanıma ve tanıtma değidir. Bizim ruhanî olarak ceddimiz “ebul ervah” olan Rasulullah Efendimizdir. Esas Babamız O, “ebul ervah/ruhlarımızn babası” O’dur, ve fiziki ma’nâ da da, ileriye doğru gittiğimizde fiziken Âdem Babamızdır. Hepimizin Babası odur biz onun torunlarıyız.

Cenâb-ı Hakkın “fîhi min ruhi/ruhumdan” (15/29) hakikatiyle ruhundan meydana gelen, diğer ifadeyle ruhunu taşıyan varlıklarız. Bu özelliğimiz ya da hakikatimizle bizler, falan tarihte doğan kimseler değiliz. Ezeli varlıklarız. Ancak doğan bu bedenlerimizdir. Bu bedenin bir başlangıcı olduğuna göre, birde sonu olacaktır. Çünkü dünyanın sistemi buna göre kuruludur. Yani belirli bir süre var olup, sonra yokluğa gidiş üzere kuruludur. Ama bizim asli varlığımız olan ruhumuz özümüz hakikatimiz, a’yân-ı sâbite’miz ezelidir. Sorsalar ki bize yaşın kaçtır? Benim yaşım bilinmez, diye her birerlerimiz bunu söyliyebiliriz. Ruhen ne zaman halkedildiği-mizi ancak Allah biliyor. Aslımız o kadar eskiye dayanıyor, bu yüzden kendimizi o kadar basit varlıklar olarak görmeyelim.

Cenâb-ı Hakk’ın gözbebeği olan insandır. Nasıl, beden de göz ve göz bebeğinin değeri ne ise, âlem üzerinde insanın değeri de o dur. Yani âlemin göz bebeği insandır. İnsan derken, belirli yerlere ulaşmış insanlar değil, sadece istisna edilmiş insanlar değil, bütün insanlar Allahın indinde âlemin gözbebeğidir. Eğer öyle olmasa idi zâten, Cenâb-ı Hakk bütün insanları bu kadar değerli halketmezdi. Belirli bazı insanları bu kemâlâtta halkederdi, diğerlerinin bazı yerlerini bazısının ellerini, bazısının parmaklarını bazısının ayaklarını yapmazdı. Ama bakın her birerlerimizde, istisnalar hariç olmak süretiyle, bazı eksi bedenli evlâtlarımız çocuklarımız tanıdıklarımız da zuhur ediyor. Ama onlarda ibret olsun diyedir. Hüküm olarak değildir, yani biz onlara bakalım da bu güzel varlığımızı makinemizi daha şükür ile kullanalım diyedir.

Eğer bu âlem hiç eksi uzvu olmayan insanlardan müteşekkil olsa, bu eksikliğin farkında olamayız. Bakın Cenâb-ı Hakk onları bize göstererek, bu nimetlere şükretmemiz ve şükrümüzü artırmamız için onları feda ediyor. Bakın bu tür insanlar cemiyetin fedaileridir. Kendileri o sıkıntıyı çekerler Allah yardımcıları olsun,

35

ama cemiyet içindir, onların kendileri için değildir. İşte her gördüğümüz âzası eksik kişiye bakarak, şükrümüzü artırmamız gerekiyor.

Yani şunu demek istiyorum Cenâb-ı Hakk bütün bu insanları bu kemâlâtta halketti. Bir elin bir parmağın çalışması, bakın ne kadar müthiş bir şeydir, her tarafa dönebiliyor. Her hali yaparken tabii pratik olarak yapıveriyor, çabuk tarafından intibak ediyor. Ama şu elimiz böyleyken yana gitmemiş olsa, bakın yan tarafa dönerken büyük güç harcamamız gerekecektir. İşte her hareketimizi çok tabi olarak yapabildiğimizden, bu müthiş makinenin nasıl sessiz sedasız çalıştığının farkında bile olmuyoruz. Varlığından bile haberimiz olmuyor.

Bakın elimizi kullanıyoruz elimizin varlığının farkında olmuyoruz. Ayağımızı kullanıyoruz ayağımızın farkında olmuyoruz. Neden?. Cenâb-ı Hakk ne kadar kemalli bir makine vermiş ki bize, kullandığımız halde bize çalışmasını hissettirmiyor. Bakın sessiz çalışan bir makine, eğer kalp atışlarımız başka bir makinede olsa, içimizdeki kalp atışının sesinden çevrede kimse duramaz. Ama Cenâb-ı Hakk ona öyle bir susturucular takmış ki, onu öyle bir sistemde yapmış ki, bir dakikada beş litre, bir saatte 300 litre, bir günde yedi bin litre, kan pompalıyor. İşte bu kan pompalanması-nın fiziki makinede yapılması, eğer bunun sesini duysak kullana-mayız kulaklarımız patlardı.

İşte Cenâb-ı Hakk fiziki ma’nâ da bizlere öyle bir makine vermiş ve bu makinenin sadece fiziki tarafı olmaktadır. Bâtında yapılan çalışmalar olsun, tıbbi anlamda olsun, daha bu bedeni çözemedik. Bedenin madde yapısını çözemedik. Birde bunun içinde ruhani hali vardır. Bunun içinde akıl denen bir oluşum vardır. Bunun içinde nur denen bir oluşum vardır. Onları ne zaman çözeceğiz.

Yani şunu demek istiyorum. Elimizde o kadar değerli bir makine var ki, bu değer bize bedava verildiği için, bunun kıymetini bilememekteyiz. Cenâb-ı Hakk dese ki, bülüğ dönemine erdiğimiz zaman, çocukluk devresinden sonra, ey kulum, bak sen şimdi bu makine ile çalışmaya başladın, kolunun diyeti on sene, bana çalışmandır, diğer kolunun da on sene, eder yirmi sene. Ayağının diyeti yirmi sene bana çalışmandır, borcun var bana dese, nasıl bankaya gidip para alıyoruz, vadesini koyuyoruz ömrümüz ödemekle geçiyor. Bu makine de 10 sene 20 sene 100 sene ile karşılanacak bir makine değildir. Yani bir kişi 100 sene çalışacak onun karşılığında kendisine bir ayak alacak bu mümkün değildir,

36

1000 sene de çalışsa mümkün değildir, çünkü yapılması mümkün değildir.

Doktorlar yapıyorlar ama onlar, olanı tamir ediyorlar, yoktan bir şey yapamıyorlar. Yani şunu belirtmek istiyorum. Evvelâ kendimizi tanımamız ve şuurlanmamız gerekiyor. Ben neyim nerden geliyo-rum nereye gidiyorum diye, az da olsa şuurlanmamız gerekiyor. eğer bu şuurlanmayı yapamaz isek, hayatımız bu anlamda gaflet içerisinde geçiyor ise, okuduğumuz bütün Kur’ân-ı Kerîmler hadîsler, kitaplar yaptığımız bütün zikirler, hepsi bunların hayel âleminde oluyordur. Yani hayali şekilde bunları yapıyoruzdur. Peki, kötümü? Değil ama uyanık yapmak ondan daha iyidir.

Yaptığımız zikrin ne olduğunu anlarsak, yaptığımız ibadetin namazların ne olduğunu anlarsak, tuttuğumuz orucun neye yaradığını niçin tutulduğunu anlayabilirsek, o zaman verimliliğimiz kat, kat artmış olur, yüzlerce kat fazla artmış olur. Peki bir ömrü böyle değerlendirmek süretiyle, binlerce sene on binlerce sene yeryüzünde yaşamış, o kadar süre içinde kazanacağı sevapları ifade edelim, bilgileri bir ömrün içerisine sığdırmış olur. Bir ömrün tamamını zâten ibadetle geçirmek mümkün değildir, yani bir ömrümüzün içerisinde ibadet saatlermizi, günlerimizi toplasak beş sene, bilemedin on sene yapar. Elli altmış senelik ömrümüzün tamamını ibadetle geçiremiyoruz, çünkü birçok fiziki şartlarımız var. Bu 5 sene 10 senelik süre verimli çalışıldığı zaman 10 senede 20 senede ulaşıp almamız gereken hasılayı o kısa sürede ulaşıp almamız mümkün olmaktadır. İşte bunun da yolu ikili anlayıştan tekli anlayışa geçmekle mümkün olmaktadır. İşte bu 2 li anlayışın ilk şartı dediğimiz gibi îmân olmaktadır. O zaman îmân’ın ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir.

Bir Salı sohbetinde îmân Hakk’ında küçük bir sohbetimiz olmuştu. Bugün de Salı olduğundan o sohbeti devam ettirelim. Bugünde bitiremez isek yine devam ederiz. Hatırlatma babından daha evvelcede söylediğimiz gibi, mesnevi şerif 2 cilt (Ahmet Avni Konuk) 436 sayfada ellerinde mesnevi şerif olanlar oraya bakarlar, gerçi bunu konuştuk ama özet olarak duymayanlar varsa hangi mevzu Hakk’ında sohbetimiz devam ediyor diye bir bilgi olmuş olsun. Gerçi kısmen bir tekrar olmuş gibi olacak ama her tekrarda mevzuun başka bir yönü açılabileceğinden, oda faydalı olacaktır.

Bunun bir başlığı vardı. Hani mevlânâ hazretleri bir hikâyeye başlarken ona bir başlık koyuyor. Burada da bunun bir başlığı var. Peygamber efendimizin, Zeyd bin Hârise adlı evlâtlığına bugün nasılsın? Ve nasıl kalktın diye sormasını düz olarak okuyacağım,

37

şimdi tekrar edersek dinleyenler için tekrar olmuş olur. Fazla gelmesin.

Sohbet (4)MESNEVÎ-İ ŞERİF ŞERHİ / II. CİLT îmân mevzûPeygamber (a.s.)ın Zeyd’e “Bugün nasılsın ve nasıl

sabahladın?” diye sorması ve onun “Yâ Resûlallah Hakkan mü’min olarak sabahladım” diye cevâb vermesi.

Şimdi bakınız burada dikkat çeken o kadar çok mesele var ki, küçücük bir hadis ile yaşanmış bir hâdise içerisinde biz onu sadece yaşanmış bir hâdise olarak okumayıp, bizde onların yaşadığı bu hali yaşamaya çalışarak öğrenmemiz gerekiyor. Sadece nakil olarak aktarma tarzında değil. O zaman kelimeleri birer, birer incelemek gerekiyor.

Bakın “Hakkan mü’min olarak sabahladım.” Peki bu insan mü’min değilmiydi.? Sadece o gece mi mü’min oldu. Herhalde mü’mindi. Ayrıca Hz Peygamberimizin oğludur o evlâtlığı deniyor ama bu lâkab Hz. peygamberimize yakışmaz. Evlâtlık dendiği zaman dışardan gelen ilâve bir varlık gibi gözüküyor. Evlâtlık değil evlâdıdır. Gerçi burada evlâtlığı diye yazıyor ama, o yazı icabıdır, fiziki hali belirtmek içindir. Bakın ma’nen efendimiz evlâtlık diye bir şey almaz, çünkü gereği yoktur hepsi evlâdıdır, hepsi evlâdı ise, evlâtlık nereden olacak mümkün değildir. Bizlerde hepimiz onun evlâdıyız. Evlâtlık olması için bir form değişikliği başka bir hali olması lâzımdır.

Ebul ervah olan aleyhisselâtü vesselâm Efendimiz, bizlerinde ruh babasıdır, biz onun ruhi evlâtları olduğundan evlâtlık nasıl olacaktır? Bu yüzden evlâtlık değil, hepimiz evlâdıyız. Ve o mubarek zât-ı şerifi böyle bilmemiz gerekiyor. Yok efendim Mekke de Medine de bir peygamberimiz varmış, orada yaşamış hicret etmiş, oraya gitmiş buraya gitmiş bu işin hikâye tarafı, alt bilgi tarafıdır. Ama alt bilgi yeterli değildir. Eğer onun oğlu isek, bakın bir evlâda yakışan nedir? Babasına lâyık bir evlât olabilmesidir. Eğer ciddi ma’nâ da biraz düşünürsek, biz peygamber oğlu peygamber olan varlıklarız, ama mühürsüz peygamber. Şimdi bir düşünelim, padişahın oğluna ne diyorlar? Babası yaşıyorken “Şehzade” diyorlar. Babası rahmetli olunca padişah diyorlar. Yani padişah oğlu padişah deniyor. İşte bizimde ceddimiz fiziki ma’nâ da peygamber ise, ruhi ma’nâ da babamız peygamber ise, bizde peygamber namzetleriyiz. Ama namzeti.

38

Eğer bu hakikat ile kendi Babalarımıza Dedelerimize lâyık bir hayat sürdürürsek o zaman bizlerde o sınıftanız. Ancak aradaki fark onlara “vahiy” Îlâhi hükümler gelir. Onlarda bizlere, evlâtlarına bu Îlâhi hükümleri bildirirler. Aradaki fark budur. Bizlere vahiy gelmez. Çünkü vahiy belli bir noktaya risâlet mertebesine gelir. Eğer herkese gelmiş olsa herkes kendi kitabını yazar. Kendi dinini ilân eder. Tek din olmaz bir sürü dinler olur. O zaman kimse farkında olmadan isyan etmiş olur. İşte tek merkeze vahyin gelmesi insanlık ailesinin ki, biz, diğerleriyle dışarıda olan herkes ile kardeşiz, bakın sadece buraya gelmiş yada cemiyetlere katılmış olanlar değil, dışarıdakiler de bizim öz kardeşlerimizdir. Ancak onlarla arada fark, onlar bunu bilmiyorlar. Hani Efendimiz diyor ya, “yâ rabbi onlar bilmiyorlar.” neyi hakikati bilmiyorlar. Kendimize böyle bakarsak çevreye hayata bakışımız ne kadar ileri duruma geçecektir. Batılılar bize demokrasi insan hakları satmaya çalışıyor-lar. Ama biz 1400 sene evvelinden insan haklarını kullanıyoruz .

Bir diğer hadîs-i şerif var bu konuda “mü’minler bir vücut gibidir. O vücudun bir uzvu hastalandığında bütün vücut hasta-lanır” İşte bütün mü’minler bir vucuttur. Hepimiz tek bir vücuduz. Bir tarafta bir ağrı varsa bakınız hepimize o sirâyet ediyor. Dolaylı ya da dolaysız olarak sirâyet ediyor. Neden? Çünkü biz tek bir vücuduz. Biz kendimizi ayrı gördüğümüzden bu vücudun birliğin tevhidin farkında olmuyoruz. Ve kendimizi ayırıyoruz. İşte yapılması lâzım gelen şey hayata böyle bakabilmektir, karşımızda olan kimse, bizi böyle kabul etmese de, o onun kendi farklılığından kendi kesretindendir. Kendi zannındandır. Ama biz karşımızdakini kardeşimiz olarak göreceğiz. Kardeşimizin bize karşı muamelesi nasılsa, biz iyi olarak muamele edeceğiz ama uzaklaşırsa uzaklaş-mıştır, vicdanımız müsterih olacak. Onun mes’uliyeti kendine ait olacaktır. Böyle bir kısa izahtan sonra tekrar yolumuza devam edelim.

“Hakkan mü’min olarak sabahladım” Bakın ilk yapılması lâzım gelen iş mü’minlik, îmân ehli olunması gerekiyor. O zaman îmân’ın hakikati nedir, bu soru karşımıza geliyor. Bilinmesi lâzım gelen ilk vasfın mü’minlik yani îmân, îmânın da ne olduğunu anlamamız gerekiyor. ”Hakkan mü’min olarak” bakın bu kelimeyi kullanmasa da sadece mü’min olarak sabahladım dese, sorun yine pek olmayacak, Allaha îmân etmiş olan herkes bu mü’min sınıfı içerisine girmiş olacaktır. Ama, “Hakkan mü’min olarak sabahla-dım” demesi ile bir istisna getirmiş oluyor. Yani mü’minliğin hakikatinin olduğunu, sıradan “ben Allaha îmân ettim” demekle bu işin tamamlanmadığını belirtiyor. Yalnız öyle başladığını, ama kim

39

kelime-i tevhidi söylerse îmân ehli, îmân etmiş oluyor. Ama, “Hakkan” daha henüz îmân etmiş sayılmamaktadır.

İşte aleyhisselâtü vesselâm efendimizin yanında uzun zaman kalmış olan, bu mübarek sahabeyi kiramdan olan, peygamber efendimizin de evlâdı olan bu zat, belirli aşamadan sonra “Hakkan” cevapladım diyor. Yanında belki 10 sene kaldı efendimizin. Efendimizin yanında 10 sene kaldığı halde “Hakkan” mü’minliğe ulaşamamış, ama çalışmaları neticesinde bu hal kendisinde zuhura gelmiş. Bunun üzerine sabahladım demiş. .

Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki, “Her bir şeyin bir hakîkatı vardır; şimdi senin îmânının hakîkatı nedir yâ Hârise?” Şimdi, “Hakkan sabahladım” demen bir iddia. Madem böyle bir söz söyledin, bunun ispatı ne diye soruyor. Nasıl bir sabahlama oldu. “îmânının hakikati nedir,? yâ Hârise.”

Hz. Zeyd dedi ki, “nefsimi dünyadan uzaklaştırdım.” Bakın birinci paragraf birinci bölüm bu, birinci yapılması gereken bu. îmânın hakiki yani “Hakkan” olması için, bakın nefsini dünyadan uzaklaştırmazsa, o nefis onun îmânına ortak çıkar. Neye muhab-bet ediyorsa, kişi onun îmânı o tarafa kayar. O zaman kısmen Allaha îmân etmiş olur. Kısmen de sevdiği şeylere îmân etmiş olur. O da hedefe vardırmıyor.

“Nefsimi dünyadan uzaklaştırdım. İndimde, taşı ve kerpici altını ve gümüşü müsavi oldu” Yani dünyanın altını gümüşü taşı ve kerpici müsavi oldu. Burada değer yargılarının değişmesi söz konusu oluyor. Daha evvelce altın çok değerli, gümüş çok değerli, pırlanta çok değerli derken, bakıyor ki taşla altının pırlantanın arasında bir fark yok.

“Ve gündüz susuz gece uykusuz oldum.”Demek ki bir hayli riyazat gerekmektedir. ”Ve keennehü”

güya açıktan açığa “rabbimin arşına nazar ediyorum.” Bakın müşahedesi mükaşefesi açılıp ufku aklı cüz sınırlarını aştıktan sonra, ufku sonsuz açılmakta ve artık önünde bir mania kalmıyor.

“Arşa nazar ediyorum ve ehli cennete nazar ediyorum ki orada birbirlerini ziyaret ederler”, bakın ne kadar müşahede açılması var. Bu da bir başka hususu açıyor. Cennette o gün dahil bu gün dahi insanlar vardır. Eğer olmasa bunu gördüm diyemez Hz. peygamberin karşısında diyemez, diyebilir mi yanlış bir şey söyliyebilir mi? söyliyemez. Söylemediğine göre o zaman 1400 sene evvel dahi cennet, ehli ve cehennem ehli vardır. Ancak şer’an

40

bugün cennet ve cehennemde kimsenin olmadığı söyleniyor. Neye göre kimsenin olmadığı, bizim Âdem (a.s.) Ve Muhammed (s.a.v.) Ve ondan sonra kıyamete kadar gelecek olan bizim içinde bulunduğumuz neslimiz.

Bizim neslimizin cennetinde, gidileceği yerde bize ait insanlar yoktur, çünkü daha bizim hesap kitabımız görülmedi. Cennete cehenneme gidecek kimseler ayrılmadı. Ayrılmadığına göre daha oralarda bizden kimseler yoktur, boş olan orasıdır. Bizden evvel yeryüzünde insanlar yaşadılar çok evvel, Ad kavmi lût kavmi değil. Âdem (a.s.) dan evvel o seyri sürdüren bir çok nesiller yeryüzünde yaşadı. Âdem (a.s.) dan kıyamete kadar olan biz bir nesiliz. Hepsi birlikte bizler bir nesiliz. Burada bunun da tespitini yapıyor. Yani cennetlerin bazılarında insanların olduğunu söylüyor. Yukarıda kısmen bahsedilmişti.

Ve devam ediyor, “ehli cehenneme nazar ediyorum ki birbirlerine havlarlar.”

Peygamber efendimiz bir hadislerinde mahşere çıkacak insanları üç tür suretinde çıkacaklarını söylüyor. Bazıları dünyada insan olarak yaşamış, mahşere insan suretinde gelecekler. Bazılarıda dünyada yaşadıkları o insan suretine benzer kendi ahlâkına benzer hayvan suretinde gelecek. Ve o bunları gördüğünü söylüyor. Hangi bölümü, havlayan cinsin bölümünü görmüş. Ama bunun dışında daha bir çok ayrı hayvanın cehennemde yerleri var. Ona sadece bir tanesini göstermişler.

Nebi (s.a.v.) efendimiz buyurdular ki, “doğru söyledin.” Bakın şimdi bu söze karşı diyecek bir şeyimiz var mı? Mümkün mü. ? Değil.

Sahabeyi kiramdan peygamber efendimizin evlâtlarından birisi bir zuhurat görüyor. Ve huzuru Muhammedide bunları anlatıyor. Hz. peygamberde tasdik ediyor. “Doğru söyledin yâ Hârise” diyor. Eğer cehennem de kimse olmamış olsa, cennette de kimse olmamış olsa, o zaman Efendimiz, bu sözü söylemez. Der ki ona ikaz ederek şu an, cennette ve cehennemde kimse yoktur, gördüğün hayaldir der, yukarıdakiler doğru bunlar yanlış diyebilirdi. Ama bakın o kadar kesin ki hiç şüphe yok. Gördüğün şudur, yanlış görmüşsündür, yandan görmüşsündür diye bir yorum yoktur. Kesin olarak “doğru söyledin ya Hârise” diyor. Bu sözün üzerine artık, cennette cehennemde, kimse yok demek, mümkün değildir. Ve bu hadis sahih hadistir. Ve arkasından diyor ki “sus fâş etme,” yani yeter bu kadar fazla açıklama diyor.

41

Bu hadîs-i şerifin bazı lâfızlarında muhtelif rivâyetler vardır. Hepsi aynı ma’nâya müfittir. Yani hepsi aynı ma’nâya gelir. Zeyd bin Hârise, Efendimizin evlâtlığıdır. diye de bir dip not malûmat verilmiş. Yukarıda da bahsi geçmişti.

Bu hadîs’in bu bölümünü okuyorken, dinleyenlere bir soru sorulmuştu. “Her şeyin bir hakikati vardır.” Şimdi senin “îmânının hakikati nedir? Ya Hârise.” diye bizde Hârise nin yerine bu soruyu kardeşlerimize, îmânının hakikati nedir, ya filân, gibi kim varsa o sohbette sormuştuk. Bazıları yazdılar, bazıları yazamadılar, yazan kardeşlerimizden bir tanesi, bu yazısını ulaştırmış. Şimdi isim vermeden o yazıyı okuyalım. -------------------

“Ya rab ne cevab vereyim her yerde kokuyor nefesi rahmanın kokusu buram buram.”

Ayırmak mümkün mü, ayıldık, ayıklık halimidir yoksa halimiz mi menam. (uyku)

Anlayan anlar bizi gerekmiyor artık bir tercüman. Ayrılmışmıdır ki,? taş ile kerpiç hepsi de zâtından.

Altında yalan, gümüşte yalan, gönlümde etmişim hepsini talan. Aslına bakarsan ne falan var ne de filân. Bu sırrı anlamadınsa eğer zavallıyız biz halimizden utan. Nice günler geçti geceler geçti zayi ettik biz kendimizi her

zaman. Ahadiyyet sırrına ulaşmaksa kastımız, çalışmak olsun gayemiz

her an. Sa’yü gayret bizden, yardım Hak’tan, delilimiz olsun kur’an.

Biz ona sığındıkça, daldıkça bahrı zâtına, açılmıyormu her an. Ne güzel okutur onu anlatır satır, satır onunla her an zuhurda olan. Ma’nâ ikizi değilmidir,? hani kur’an ile insan. . Ne kadar dua etsek azdır size, bize bu soruyu soran, Babamızdan, Peygamberimizden. -------------------

42

Kardeşimizin diline gönlüne sağlık coşkulu duygularını böylece bizlere aktarmış.

Şimdi gelelim böyle bir ön girişten sonra, îmânın mertebeleri itibarıyla hangi aşamalardan geçilmesi gerektiğine, daha sonra sohbetin devamında da da.-------------------

“7- Îmân, İslâm, ihsân îkân” adlı küçük kitabımızdan yolculuğumuza devam edeceğiz inşallah. . -------------------

Îmân; dini kitaplarımızda çok geniş şekilde izâh edilmiştir. îmân, özet olarak; Allah’ı ve gönderdiklerini “dil ile ikrar, kalb ile tasdik etmektir, ” diye belirtilmiştir. Yani dilimizle kelime-i şehâdeti getirdiğimiz zaman ve inandığımız zaman dilimizle kelime-i şehâdeti getirip kalbimizle de tasdik etmemizdir. Ancak bu husus kelâmi olarak söylenmektedir. Dilimiz ile ilgili olan bölümü şuhudi olarak dilimizle söylüyoruz, ancak kalb ile tasdik bölümü meçhulde kalıyor.

Neden meçhulde kalıyor? Kendi hakikatimizi bilmiyoruz. Bilmiyorsak kendi hakikatimizdeki bir varlığın tasdikini nasıl yapacağız. Kendimizi bilmiyoruz ki! bilmediğimiz bir şey, İnsan bilmediği bir şeyi nasıl tasdik etsin.

Efendim, işte Allah var yukarıda. Hz. Peygamber de var bunları biliyoruz. İyi, biliyoruz da! lâfzi biliyoruz, kelâm olarak kelime olarak biliyoruz, ezberden biliyoruz.

Kendimizi bilmiyoruz, kendimizi bilmiyorsak nasıl tasdik edeceğiz. Allahı bilmiyoruz, Peygamberimizin hakikatini bilmiyoruz. Zannediyoruz ki o da Mekke Medine de yaşamış bizim gibi bir beşer.

O da öyle diyor zaten, tevazu ederek, ”Ene beşerün mislüküm” “Ben de sizin gibi beşerim.” (41/6) Ama bana, “Vahiy gelir” deniyor. Allahın birliği Hakk’ında bana vahiy gelir deniyor. İşte orasını bilmiyoruz. Beşer olduğunu biliyoruz. Mekke de dünyaya geldi, orada yaşadı, Medine ye hicret etti gibi, beşer tarafını biliyoruz ama vahyi Îlâhi tarafını bilmiyoruz. Bize de, aslında orası lâzımdır.

Zâhir dilimizle onu tasdik ediyoruz. Yani beşeriyeti yönüyle peygamberdir diye tasdik ediyoruz . Ama batını yönüyle tasdik

43

ettiğimizi zannediyoruz, ama tasdik edemiyoruz, etmemiz de mümkün değildir, çünkü tanınmayan bilinmeyen bir şeyi tasdik etmek mümkün değildir.

Şimdi şu kitabı birisi alıp açsa dese ki bunun içerisinde çok güzel şeyler var. Bakın bu hayalidir. Okuyacak içine nüfuz edecek, bilecek yaşayacak kendi tasdik edecektir, işte o zaman içindekini tasdik etmiş olur. Yoksa hayalen iyi niyet veya ezbere bir tasdiktir.

Ya bunun (kitabın) dış görüntüsü cildi böyleyse de, içerisinde olmayacak, fücur dolu mevzular olsa, o zaman neyi tasdik edecek. Bakın ne kadar yanlış bir iş yapılmış olunuyor.

Ama içini açar bakar okursa, ya da bir aşçıya gider de oranın yemeğini yerse, o zaman bu aşçının yemeği çok güzelmiş diye tasdik eder. Ya aşçı zehir veriyorsa, o zaman zehiri, yanlışı tasdik etmiş oluyor.

İşte “dil ile ikrar kâlb ile tasdik” Kalbin tasdik etmesi demek, evvelâ o kalbin kendini bilmesi, tasdik edecek vasfı kendinde bulması, ve sonrada tasdik edeceği kişiyi de, bilmesi lâzımdır. Hani nasıl bazı şirketlerde anlaşma yapılıyor, yanındaki görevli sekreterler onları yazıyorlar, sonrada mes’uliyet sahibi olana getiriyorlar şirket sahibine, müdürüne o da onu tekrar okuyor ve bend, fasıl içeriğinde bir yanlışlık varmı, diye kontrol ediyor. Ondan sonra mührünü basıp tasdik ediyor.

Her önüne gelen şey tasdik edilmez. Ya fazladan bir şey koydularsa, eksik bir şey bıraktılarsa, ne olur? İşte küçük bir dünya işi için, bu kadar araştırmacılık gerekiyor iken, biz ise ebedi hayatımızın tasdikini yapıyoruz . Ebedi hayat tasdiki yapıyoruz.

Bizim önümüze amel kitabımızla bunu koyacaklar, sen tasdik ettin ama o anda bizim beynimizde olan filmi çekiyorlar, ve senin tasdik ettiğin buydu diyorlar. Yani gönlümüzde ne var ise biz onu tasdik ediyoruz. Yani Allahı değil de gönlümüzde ne varsa onu tasdik ediyoruz. Bakın sevdiğimiz şey ne ise o anda rabbımız da o oluyor. Bir başka zaman geldi ertesi gün gönlümüz bir başka şeye takıldı, farkında olmadan rabbımız o oluyor.

Bakın hangi muhabbet, o gün veya saat itibarıyle ya da dakika itibariyle Hakk muhabbetinin önünde ise, bizim putumuz rabbımız odur.

Ve söylediğimiz her şey ona dönüktür. Çünkü ilk aynamızda o var. Yani beynimizde güncel itibariyle o var. İşte tasdik meselesi

44

çok mühim bir meseledir. Efendim diyor, benim şeyhim gavsül A’zâm, nereden biliyorsun be kardeşim? Tasdik ediyor, hayalini tasdik ediyor. Keşke olsa da hep tasdik etsek. .

Meselâ geliyor birisi diyor ki, benim şeyhim zamanın kutbu, zamanın gavsı, zamanın mehdisi, diyor ve böyle tasdik ediyor. Ama Allah onu ben gönderdim o benim mehdim demiyor. Yok böyle bir şey. Allahın gönderdiği mehdi geldiği zaman onu Allah tasdik edecek, başkalarının tasdikine de gerek kalmayacak. bunu kıyas olarak düşünebiliriz.

Şimdi böyle bir girişten sonra şuhudi îmân mertebe-leri, bakın anlatmak istediğimiz lâfzı kelâmi, ağızda olan boğazdan aşağıya geçmeyen dilin ucunda olan îmân değil. Şuhud yani müşahede hali ile yapılan îmândır.

Bunun da 4 mertebesi vardır. Bir çok mertebeleri vardır ama, asıl olarak 4 mertebesi vardır. Bu 4 mertebe den birisi “ef’âl mertebesi” îmânıdır. Ef’âl yani şeriat mertebesindeki îmân anlayışıdır.

Şeriat mertebesindeki îmân derken, burası hafife alınacak bir îmân yeri değildir. Kendsini müslüman zannedip te îmân etmiş olanların sahası değildir. Onların anlayışından çok ileri olan bir sahadır.

Ef’âl mertebesi bilinci içinde olan îmân, kısmen de kendini tanıma bilincinde olan kişinin yaptığı îmândır. Yoksa hiç bir tevhid bilgisiyle ilgisi olmayan, hayali ve vehmi olan Cenâb-ı Hakk-ı yukarılarda kabul eden kuru bir îmân değildir. Bakın tevhidi ef’âl îmân-ı gerçek îmânının başlangıcıdır.

Bu aynı zamanda şeriat mertebesinin hakiki ma’nâ daki îmânı-dır. Diğer varlıklarda şeriat mertebesi itibarıyle îmân ettiklerini söylerler, ancak şeriat mertebesinin farkında olmadıklarından, aslında orası hayal mertebesidir. Şeriat mertebesi derken fiziki fiili ma’nâ da yapılan çalışmalar vardır buna şeriat mertebesi denir. Bunu bir, bilinçli olarak kullanmak vardır. Bir de hayali olarak kullanmak vardır. İşte elhamdülillah namazımızı kıldık, orucumuzu tuttuk, diyerek yapılması vardır. Bir de yavaş, yavaş kendine dönük olarak, yola çıkmış kimsenin şeriat mertebesi îmânı vardır. Diğerlerinin küçük görüldüğü zannedilmesin. Hepsinin başımızın üstünde yeri vardır. Onların hepsi zâten bizden daha iyi îmân ehlidir o ayrı bir konudur, bizim yaptığımız eleştiri değil de araştırıdır.

45

Bakın bir resim ortaya konmazsa, bir başkada resim ortada yoksa, hayaldeki o resim mutlak resim olarak görülür bilinir. Başkası olmadığı için o bilinir. O resmin bir başka yönden çekilmişini yanına koyarsak işte o zaman bunların içinden misal yaparak nispet yaparak en güzel resmi ayırabiliriz.

Ama karşımızda ayıracak ölçü yoksa, o zaman bu budur der geçer gideriz. İşte yapılmasına çalışılan şey, bazı resimler, bazı sahneler göz önüne getirerek, ne yaptığımızı, o sahnelerdeki ölçülere göre değerlendirelim. Kendi sahnemizin elemanlarını ona göre uyduralım. Kendi sahnemizde, hangi eleman eksik ise, onu oraya koyalım ki faaliyet sahası gelişmiş olsun. Şimdi burada.-------------------

(11-Vahy ve Cebrâîl) İsimli kitabımızın, ikinci sayfasından, îmân bölümünden, ilgisi dolayısıyla, şerhleriyle birlikte, yolumuza devam edelim. Gerçi bu bölümü bir sefer daha okuduk ama, o sohbette herkes yoktu, dinleyenlere de bir tekrar olmuş olur. -------------------

Şeriat (ef’âl) mertebesi îmânı. Kur’ân-ı Kerîm de âli imran suresi 193 âyetinde açık olarak

îmânın oluşumu bize gösterilmektedir ki şuhudi îmânın başlangıcı bu âyet-i kerîme ve benzerleridir. -------------------

“Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdîlil îmâni en âminü birabbiküm fe âmennâ, rabbenâ fağfirlena zünübenâ ve keffir anne seyyiâtinâ ve tevveffenâ meal ebrar”

Mealen= “Rabbimiz gerçekten biz rabbimize îmân edin diye îmâna çağıran bir çağırıcıyı duyduk îmân ettik. Rabbimiz bizler için günahlarımızı bağışla. Bizden çıkmış kötülüklerimizi ört ve bizi iyilerle öldür.”

Bakın her bir kelimede, bir varlık bir şuurlanma vardır. Ve de asli olarak ne lâzımsa onun talebi vardır.

“Rabbimiz biz gerçekten rabbinize îmân edin diye çağıran bir çağırıcıyı duyduk.”

Bakın evvelâ, kulak faaliye geçmiş, duyduk diyor. Daha henüz gördük demiyor da, duyduk diyor. İşte mesnevi şerifin ilk kelimesi

46

“bîşnev” dinle ma’nâsında’dır. Birde dinledik, ma’nâsında duyduk diyorlar.

Kur’ân-ı Kerîmin ilk kelimesi “ikra’” bakın... söyle, peki! söyle hangi mahalle hitab ediyor.? Kulağa hitab ediyor. Söyle dediği zaman, gözümüze hitab etmiyor elimize hitab etmiyor. Çünkü “sözün müşterisi kulaktır.” Kulağımız olmasa, on bin defa söyle ikra, ikra, ikra, yok duymayız. Neyle duyarız? Kulakla duyarız.

Bakın burada da duyduk diyor. Demek ki bu kişilerin kulakları açılmış, yavaş yavaş duyucu hâle gelmişler. Neyi duyuyorlar?. Hakikati duyuyorlar. Şimdi bizde dışardan bir sürü sesler sözler duyuyoruz. Ama duymuyoruz. Neden duyduğumuz, hayel duyuyoruz, kendimize intikal ettirmiyoruz. Duyduğumuzun ne olduğunun farkında değiliz. İşte bütün mesele, fark etmek fark edebilmektir. Hak sözü ile batıl sözü ayırabilmek farkına varabilmektir. İşte bu kişiler Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, Cenâb-ı Hakk onların lisanından konuşturuyor.

Nakın ne kadar açık “Rabbenâ innenâ semi’nâ” Ey bizim rabbimiz, ”innenâ” muHakkak ki biz demek suretiyle, burada çok dikkat çeken bir hadise, ben yok biz vardır. Birliktelik ve cem’iyyet vardır. Yani bu ma’nâ da olan bazı kişiler kendi aralarında istişare etmek suretiyle, îmânın hakikatini anlamaya çalışan, bir guruptan söz ediliyor. Ve bunlarda çok saf temiz iyi niyetli halleriyle, bunu araştırıyorlar. Ve duyduk diyorlar. “Duyduk” yani müşahedeli dir.

Eğer böyle bir şey olmamış olsa idi âyet-i kerîme böyle bahsetmezdi. Kur’anı Kerîmin birçok âyet-i kerîmesinde, “onların kulakları perdelidir duymazlar, gözleri perdelidir görmezler.” (2/18) Bakın burada da diyebilirdi, îmâna çağırıldıkları halde duymadılar. Bakın îmâna çağırıldılar, seslenicinin sesini duydular ”ve semi’nâ” duyduk dediler.

Nerden duydular? Kulaktan alarak gönüllerinde duydular. Kulak kanalından giren sesi gönüllerinde duydular Akıllarına da tespit ettiler ve şahid oldular.

“Münadiyen yünadiylil îmân” “İmâna davet eden birinin sesini duyduk.” . ”fe âminû” ve “îmân ettik” diyorlar. İşte bu hakiki îmânın başlangıcı ve dil ile ikrarın başlangıcı dilin kulağın ne olduğunu bilerek yapabilmedir. Evvelâ kulaktan duyuyor ve hemen rablarına îmân ettiler.

Ve bunun üzerine devam ederek, ”fağfirlenâ zünubenâ” Îmânından evvel, bazı eksik olan şeylerin de farkına varmaları ve

47

eksik olan şeyi istiyorlar. Olmayacak bir şey istemiyorlar. İşte ilk istenmesi lâzım gelen şey “fağfirlena” sen bizi mağfiret eyle. ”zünubenâ” yani günahlarımızdan sen bizi mağfiret eyle.

Bunu da ilk yapan zâten ceddimiz olan, Âdem babamız ile havva validemizdir.

”Rabbenâ zâlemnâ enfüsenâ ve in lem tağfirlenâ ve terhamnâ lenekünenne minel hâsirîn” (7/23)

Bunu ilk yapan bizim ceddimizdir. Ne yapıyor bakın nefsimize zülm ettik diyor. İşte gerçek ma’nâ da îmân ehli yolunda yol almaya çalışan kimse bu âyet-i kerîmenin izniyle demektedir.

“Rabbena fağfirlenâ zünubena ve keffir annâ seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr” (3/193)

Talebi ise bizi son nefesimizde ebrar ile birlikte öldür. Yani bulunduğumuz mertebeden, yerden değil bir üst mertebeden canımızı al deniyor.

Sohbet (5)Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahıym

Bu akşam 21-05-2008 Çarşamba akşamı yine İzmirde göztepedeyiz. Sohbetimize başlıyalım. Cenâb-ı Hakk neler lütfedecek, bu akşamın sohbet mevzû, daha evvelki günlerde başladığımız, îmân mevzû idi. Devam ederek geldiğimiz vahiy ve cebrail kitabında îmân bölümünde idik. Geçen sefer şeriat mertebesi ef’âl mertebesi îmânı olan, aynı zamanda ef’âl mertebesinin îmânını belirten, âyet-i kerîmeyi okumuştuk. Onun üzerinde konuşmalar yapıyorduk. Yine kaldığımız yerden devam edelim. Cenâb-ı Hakk cümlemize islâmın îmânın hakikatini bildirsin.

Taklidi îmândan tahkiki (hakiki) îmâna, hakiki îmândan müşahedeye, müşahededen de, bizi îkâna geçirtsin inşallah. . Gönül âleminin yollarında sağa sola sapmadan mi’râc yolunda ilerlemeye devam edelim.

Hatırlatma babından söylüyorum. “Rabbenâ innenâ semi’nâ münâdiyen yünâdiylil îmâni en âminü birabbiküm fe âmennâ, rabbenâ fağfirlenâ zünübenâ ve keffir annâ seyyiâtinâ ve tevveffenâ meal ebrar” (3/193)

48

Mealen “Rabbimiz gerçekten biz rabbimize îmân edin diyeîmâna çağıran bir çağırıcıyı duyduk îmân ettik. Rabbimiz bizler için günahlarımızı bağışla. Bizden çıkmış kötülüklerimizi ört ve bizi iyilerle öldür.”

“Veteveffenâ meal ebrâr.” Bizi iyilerle öldür. Bunlar kendi mertebelerinde etmiş oldukları duaların bir mertebe üzerine ulaşmayı taleb etmekteler. Ebrar onun üzerinde bir mertebedir. Ebrar-bêr bereata uğramış iyiler ma’nâsı-nadır. İyilerden kasıt ise esmâ mertebesinde yaşayan kimselerdir. Hani beraat etti, mahkeme beraat kararı verdi deniyor ya, suçlu bulunmadı ma’nâ sına, bêr, suçsuzluk, ebrâr ise, beraat etmişler ma’nâsınadır.

İşte daha evvel “fağfirlenâ zünübenâ” denilen günah-lılık mertebesinden, günahsızlık mertebesine yükselmeyi taleb ediyorlar. Yani birinci îmân mertebesinin hakikati, günahlı olmaktan günahsız olmaya doğru yola çıkmaktır.

Lafzi ve taklidi îmândan müşahedeli îmâna geçişi gösteren bu âyet-i kerîmeyi incelemeye çalışalım.

Başta da diyor ya “Rabbenâ” ey bizim rabbimiz “İnnenâ” muHakkkak ki biz. . ”Semi’nâ” muHakkak ki biz içten ve gönülden işittik.

Şimdi bu âyet-i kerîmeyi ee canım bizde bir şeyler duyduk ama! Ne olduğunu anlayamadık, şeklinde zâhiri bir duyum ile geçirtebiliriz. İşte bu îmânın bize bir faydası olmaz. Lâfızda olan, ee îmân ettik işte canım gibi, olur.

Ama gereği yerine getiriliyor mu? Getirilmiyor mu? Îmân etmekten kasıt îmân edilen şartların yerine getirilmesidir. Yoksa bir kişi istediği kadar ben müslümanım desin. Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı-yım desin. Bu kişi vergi vermesin, kötülük yapsın, adam öldürsün, onun Türkiye Cumhoriyeti vatandaşlığı nerede kalır. Lâfta kalır uygulanmamış olur.

İşte îmân etmiş bir kimse de, îmânın şartları neyse, onu zuhura getirmesi lâzımdır, getirmemiz lâzımdır. İslâmın 5 şartı vardır, “İmân etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermektir.” Îmân edip te bunları yerine getirmeyen kimse, aslında îmân etmiş sayılmamaktadır. Îmânın hakikati, tatbikatıyle mümkün-dür, tatbikatı yapılmayan bir sözleşmenin geçerliliği yoktur. İki şirket, iki firma, birbirleri ile bir anlaşma yapsın, ben senden şu kadar mal alıcam, şu kadar mal satıcam, şeklinde bütün anlaşmaları yapsınlar, ama anlaşmalar uygulanmadı ise, ne o ona

49

mal gönderdi, ne diğeri ona para gönderdi, o îmân yani o sözleşme geçerli olmaz.

İşte zâhiri olarak yapılan îmânların hükmü bunun gibidir. İmânların çoğunluğu bu hükümdedir, îmân etmiş ama, hükmünü yerine getirmemiş ise, bu hükümde sayılmaktadır. Diğer birisi de diyor, îmân etmişse lâfzi de olsa geçerlidir, ama yapmadığından ahirete sorumlu gider, o da böyle düşünüyor. Tabi bizler işin o durumunu çoktan aşmamız gerekiyor. Yani îmânın gereği olan ibadetleri çoktan yapmış olmamız gerekiyor ki, zâten yapmasak buralarda işimiz olmaz. Bu işlerle uğraşmayız, uğraşamayız.

“Münâdiyen yünâdiylil imân” “Gerçek îmâna ulaşmak için batından gelen bir çağrıcıyı duyduk.” Bakın ezanı muhammedi bütün İslâm ülkelerinde okunmakta, ezan da davettir. Her yönüyle her kiişiyi bir üst mertebesine davettir.

Ezân-ı Muhammed-i her mertebede olana, her ayrı yolda olana davettir. Müslüman olmayan gayri Müslimleri, Îslâmiyete davettir. Eğer bir kişi müslüman ama ibadeti yoksa, ibadete davettir. Eğer bir kimse evini ihmal edip akşamcılık yaparak, şuraya buraya gidiyorsa, evine davettir. Şer’i olarak sokakta olanı evine davettir

Eğer bir kişi, şer’i olarak ibadet ehli ise, bir üstü olan tarikata onu davettir. Eğer tarikat ehli ise hakikate davettir. Hakikat ehli ise marifete davettir. Yani mutlaka bir üst derece vardır. Dereceleri sonlandırmak mümkün değildir.

Zâhirdeki Ezân-ı Muhammed-i bâtındaki hakikati muhammediye ye davet etmektedir. Bütün yönleri ve mertebeleri ile birlikte, davet etmektedir. Bakın zâten işin özü de budur. -------------------

“Ezân-ı Muhammed-i yer yüzünde, beş vakti ile, birlikte her an, hiç kesilmeden, kıyamete kadar da’vetine devam edecektir. Dileyen uyar dilemeyen uymaz zorlama yoktur.” ------------------- “Ezân-ı Muhammed-i Hakkında (5-Salât-Namaz ve Ezân-ı Muhammed-i de bazı hakikatler,” isimli kitabımızın “Ezân-ı Muhammed-i” bölümünde özet bilgiler vardır dileyen oraya da bakabilir.-------------------

50

Ve bunu duyanlar, çünkü bu davet nereye hitap ediyor? Kişinin saçına başına ayağına değil tabiki. Bu daveti kabul eden neresi, anlayan duyan faaliyete geçiren. “Kulak” tır. Bakın Allahu ekber dendiği zaman kulağımız duyuyor. Yani davet kulaktan oluyor. Bu kulaktan iç bünyemize giren davet, içeride dolaşıyor seyrini tamamlayıp gönlümüze iniyor. Yani muhabbet oluşuyor. Oradan aklımıza ulaşıyor, irademiz meydana geliyor ne yapacağımızı tatbik ediyoruz. Bakın farkında olmadan iç bünyemizde neler çalışıyor.

İşte “en âminû birabbiküm” sizin rabbinize inanın diyor. Gerçek îmâna ulaşmak için, bâtından gelen bir çağrıcıyı duyduk. Sizin rabbinize inanın, her ne kadar şuhuden idrak edemiyorsanız da îmânen kabul edin dendiğinde “fe âmennâ” bizde duyduk, inandık, deniyor. Bakın gereğinin ne yapılması lazım geldiği söyleniyor. Davetçiye olan güvenden dolayı hemen îmân ettik derler.

Şimdi, îmân edin de, neye îmân edelim.? Allahın varlığına birliğine, ettik dedik de, gerçek ma’nâ da, Allahın Varlığının birliğinin ne olduğunu bilmiyoru ki, bilmeden îmân ediyoruz, niçin? îmân edin, diye bize tavsiyede bulunan kişiye güvencimizden dolayı, îmân ediyoruz. Peygamberimize olan güvencimizden itimadımızdan Allaha îmân ediyoruz. Çünkü o diyor Allaha îmân edin diye, Allah birdir “Lâilâhe illâllah” ona îmân edin diyor. Çünkü bizim ve insanlığın, Efendisi ve senedidir.

İşte baştaki îmânın oluşumu böyledir. Îmân hadise-sinin faaliyet sahası böyle olmaktadır. Bunun üzerüne “rabbenâ fağfirlenâ zünubenâ” “Ey rabbimiz kendimi-ze benlik vermemizden dolayı işlediğimiz günahlarımızı bağışla.”

Yani ayrıca, Efendimiz günah için sana vücudun yeter demiş. Yani başka günah işlemene gerek yok, senin vucudun benlik vucudun sana günah olarak yeter de artar bile, hadîs-i şerifte “vücudike zenbike/vucudun en büyük günahtır.” Neden? Bu varlığa sahip olupta, kişi benim dediği zaman, Hakk’ın karşısına benlik ile çıkmış oluyor. Hakkın karşısına benlik ile çıkması şirk oluşturmakta, şirk ise suçun günahların en büyüğüdür.

Gerçi kişi bunun farkında değil, kasti olarak böyle bir şey yapmaz îmân ehli ama farkında olmadan bir suç unsurudur. O zaman bundan kurtulmanın yolu “Rabbenâ” ey bizim rabbimiz “fağfirlenâ zünübenâ” günahlarımızı af et bağışla demek gerekiyor. Bakın, îmân ile ilgili âyet gereğinin nasıl yapılacağını bize talim ettir-mekte öğretmektedir.

51

Ey rabbimiz, kendimize birer varlık vermemiz dolayısıyle işlediğimiz benlik günahlarımızı bağışla.

“Ve keffir annê seyyiâtinâ” Beşeriyetimizden kaynaklanan kötü hallerimizi settâr isminle ört ve bize ait bir şey kalmasın.

“Ve tevveffenâ meal ebrâr” Ve bizi beratını almış olan iyilerle birlikte vefat ettir. Arzuyu beşerin, ilk îmân nertebesinde olan kişinin, istediği şey, kendisinden bir mertebe üstte olan kişilere ilhak olunmaktır. Yani ebrar ile birlikte ölümünü istemektir

“Veteveffenâ” Bizi vefat ettir, yani sonumuzu getir. Ne ile, “meal ebrâr” ebrar tâifesi ile birlikte bizi âhirete intikal ettir. Ve bizi beratını almış olan iyilerle birlikte vefat ettir. Dünya hayatımızı sonlandır. Bu âyet-i kerîme de açık olarak gözüken şu ki, kişi kendi nefsi ve bireysel benliği içerisinde lâfzi ve taklidi îmân ile hayatını sürdürüyorken, (not. buradaki îmân görsel, aileden çevreden anadan babadan kardeşlerinden vb, kişilerden gördüğü şeklinde kendi bireysel varlığı içerisinde sürdürüyor) herhangi bir vesile kendisinde meydena getirdiği muhabbet ile halinin değişmeye başlaması ile îmânın daha ileri hal ve mertebelerini araştırmaya başlamasıdır.

“N” diye âyetlerin sonunda geçen” innenâ- semi’nâ- fağfirlenâ- zünubenâ feâmennâ- veteveffenâ gibi kaç tane N var, biz ma’nâsına işaret etmektedirler.

“N” bilindiği gibi arapçada “biz” sözcüğünü ifade etmektedir. Görüldüğü gibi âyet-i kerîme içerisindeki talepler ben ile değil , hep biz ile belirtilmektedir.

Özellikle bireysel kişinin îmânından bahsederken yani onu anlatmaya çalışıyorken âyet-i kerîme, biz diye bunu ifade ediyor. Yani biz-bizi-bizim, öldür iyilerle birlikte gibi...

Buradaki yaşam daha henüz gerçek kimliğini bulamamış, fakat beşeriyet kimliğinden de çıkmaya çalışan, ve kendi değerlendirmelerine uygun bir topluluğa iltihak ederek, böylece inançlarına daha çok destek bulmaya ve onlarla birlikte rabbine niyaz etmeye çalışan kimseleri belirtmeye çalışmaktadır.

Yani şeriat mertebesinde gaflet halinde hayatını sürdüren ve îmân ettiğini zan ederek böylece yaşamaya devan eden kişiler, böylece yalnız başına bu işleri yapamayacaklarını anlıyorlar. Araştırmaları veya bir raslantı neticesinde, bir guruba vaya bir cemeate intisab etme zorunluluğu hasıl oluyor. İşte burası da

52

tarikat mertebesi oluyor. Yani bunlar yapılan araştırmalar şeriat mertebesinden tarikat mertebesine geçme vesilesidir.

“N” diyor bakın, birlikte neden? Çünkü o mertebede olanlar birbirine destek vermekte, birbirlerini harekete geçirmektedirler.

Ve bunlar “vetevveffenâ meal ebrâr” Ve bizi ebrar ile öldür talebinde bulunmaları ise, bulundukları îmân mertebesinin üzerinde bir ebrâr, yani iyiler, kendilerin den daha iyiler, yani bireysel benliklerinden kurtulup beratlarını alan kimselerin varlıklarından haberdar olmalarıdır.

Çünkü bir şeyi talep etmeleri, onun da varlığının bilincinde olmaları gerekiyor. Eğer ebrâr diye bir gurubun varlığından haberleri olmasalar, onu taleb edemezler. Bulundukları halde ölmelerini isterler. Onlardan haberdar olmakla, onların halleriyle hallenerek hayatlarının son bulmalarını taleb etmeleridir. Bu anlayış saf temiz bir muhabbet ile yapılan şeriat mertebesi îmânıdır.

Şimdi bu îmân yeterli mi değil mi? Evvela onu bilmemiz lâzımdır. Kişi bu mertebede kaldığı sürece bu îmânı kendisine yeterli olur. Ama kişi daha ileriye gitmek istiyorsa îmânın hakikatlerine doğru yol almayı istiyorsa, o zaman yoluna devam ederek, ikinci kısım yahut ikinci bölüm, ikici mertebe olan esmâ mertebesi, diğer ifadeyle tarikat mertebesi îmânına doğru yola çıkması gerekiyor. Yapmaya çalıştığımız şeyler bunlar zaten. Her mertebenin îmâni anlayışı yani Allah anlayışı değişik olmaktadır. Neye göre, kendi mertebesine göre oolmakyadır.

Eğer bu mertebeler olmamış olsa, İslâm dini içerisinde de, ilerleme mümkün olmazdı. Ve İslâm dini sadece şeriat mertebesi itibarıyla vâz edilen bir sistem olur. Yani sadece fıkıh mertebesi olur. Yani bedensel olarak deminde denildiği gibi, saçını şöyle yapıcan ayağını böyle yapıcan, dizini böyle yapıcan kolunu böyle yapıcan, vb, gibi sadece bu mertebede kalır. Yükselme imkânı ve Allaha ulaşma ihtimali olmazdı. Çünkü Allaha, kalıp kıyafetle ulaşılmıyor. Allaha ilimle sevgiyle muhabbetle ulaşılıyor. İşte bize lâzım olan ilmi irfaniyeti muhabbeti artırmak çoğaltmaktır. Yoksa kaç rek’at namaz, kıldın üstünde toz mu vardı, gibi bunlar değildir. Onlar olabildiği kadar, ihmâl olmayacak şekilde ya rabbi Allahu Ekber dedim, senin huzuruna girdim beni böyle kabul et, ne yapayım başka imkânım yok. Allah bilmiyor mu, bizim nasıl olduğumuzu imkânımızın olup olmadığını.

53

Evet bu hadiseyi böyle yaşadıktan sonra, kişi “veteveffenâ” dediği mertebeye geçiyor. Yani esmâ mertebesi tarikat mertebesi ebrâr mertebesi bêr yani berâtini almış kişilerin mertebesidir, ama, gerçek tarikat mertebesi olması gerekir. Yoksa onunda taklidi îmân olduğu gibi taklidi tarikat mertebesi de vardır. Taklit edenlere ne diyorlar? Mukallit diyorlar. Mukallitin halini herkes biliyor, taklitçi diye. Hani sahneye çıkıyor ya, bazı mukallitler, ciddiye alınmayan hareketler yaparlar, mu-kallitler ciddiye alınmazlar. Ancak bunlarında içinde ibret alınmak için yaptıkları taklitler, mukallitlikler vardır bunlar güzel örneklerdir.

Bu mertebenin de taklitleri vardır, Kur’ânı Kerîm de baktığımızda bakara suresi (2/ 3- 4-) âyetleri, yani bakara suresi ikinci suredir, bu surenin (3-4) üncü âyetleri, esmâ mertebesinin zâhiren îmânından bahset-mektedir. Ama âyet-i kerîmenin zâhiridir, ancak bir de âyet-i kerîmenin bâtını vardır, vakit bulursak ona daha sonra bakarız inşallah... “Esteîzü billah”

“ellezîne yu’minune bilğaybi ve yükıymunes-salâte ve mimmâ rezaknahüm yünfikun” (3)

“vellezîne yu’minune bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablike ve bil âhiretihüm yukînun”(4)

Meâlen :“Onlar ki, gaybe (görünmeyene) inanırlar”Şimdi birincide

îmân, edin lâfzi îmân, Allaha ve onun paygamberine îmân edin dendi, sadece lâfzen îmân edilmektedir. Ama burda bakın, îmânın şekli değişmekte gayba îmân ederler, olmaktadır. Yani birincide lâfzen, ama gayba mı şahadete mi belli değil, yani bir Allah var ona îmân ediyor. Ama burada yol göstererek, ayırarak, neyi, îmân edilecek hangilere îmân edilecek tarikat mertebesinde gayba îmân gerekiyor.

Bakın şimdi, ”Onlar ki, görünmeyene inanırlar (gaybe) ve namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” (3)

Bakın, İslâmın şartlarını yerine getirirler diyor. İslâmın şartları ne idi.? Namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek. Ve verdiğimiz şeylerden de infak ederler nafaka verirler. Demek ki îmânın şartı, îmân edilen şeyi tatbik etmekte oluşuyor.

54

“onlar sana indirilene de senden önceki indiril-mişlere de inanırlar ve onlar âhireti de yakînen tanırlar. ” (4)

Bakın îmânın ikinci faslı gaybe îmân etmektir. Ve burada bir değişiklik var. Şeriat mertebesindeki îmânı, bireyler taleb ediyorlarken,

”Rabbenâ innenâ semi’nâ münadiyyen yünadiylil îmânü en âminü birabbikim fe amennâ, rabbenâ fagfirlenâ zünübenâ vekeffir seyyiâtinâ ve teveffenâ meal ebrâr”

Âyet sıralamasına dikkat edersek, bireyler taleb etmekte, bizim günahlarımızı af eyle, biz îmâna çağıran birisini duyduk ona yöneldik, bizi ebrar ile iyiler ile ahirete gönder ruhumuzu al, sonumuzu getir diye taleb bireyden geliyor.

Ama burada iş çok değişik. . neden? “Ellezîne yü’minune bil gaybi” O kimseler ki gaybe îmân ederler. ”Ve yukîmunessalâte” Namaz kılarlar... . ”Ve mimmâ razeknâhum yunfıkûn” Kendilerine verilen rızıklardan infak ederler. Bakın aradaki ifade farkı çok büyük. Burada o mertebenin insanları bir şey talep etmiyorlar. Taleb eden kimse yok. Bu mertebenin insanlarının tavrını Cenâb-ı Hakk bizlere bildiriyor, o hayattan bilgi veriyor.

“Ellezîne” O kimseler ki, yani tarikat mertebesi itibarıyla yaşayan kimselerin îmânlarını belirtmek için, O kimseler ki “yu’minûne bil gaybi” gaybe îmân ederler.

Bakın birincide ya rabbi bizi buraya buraya indir buraya, buraya götür diye bireyler, haktan talep ediyorlar. Ama burada talep yok, Cenâb-ı Hakk onların vasıflarını anlatıyor. Anlaşılıyor değil mi. İşte Kurân-ı Kerîmin bölümlerini böyle anlayabilirsek, âyetleri daha iyi değerlendirmiş oluruz. Yoksa hiç bunların farkında olmadan okuyalım, okuyalım geçelim Kur’an okumuş oluruz ama, aslında Kurân-ı okuyamamış oluruz. Yani sureta okumuş, ama içini özünü okuyamamış oluruz.

Bir daha okuyalım “Ellezîne” O kimseler ki “Yu’minune” îmân ederler “bilgaybi” gaybe îmân ederler. Daha sonra “Ve yukîmunessalâte” namaz-larını kılarlar. ”Ve mimmâ razeknâhum yunfikûn” kendilerine verilen rızıklardan infak ederler. Yani zekât verirler nafaka verirler. Yardımda bulunurlar.

55

“Vellezîne” Yine o kimseler ki, ”yü’minûne” îmân ederler, ”Bimâ ünzile ileyke” sana inene îmân ederler. Yani peygamberimize gelen Kur’an-ı Kerîme de îmân ederler. ”Ve mâ ünzile min kablik” senden önce gelen kitaplara da îmân ederler. ”Ve bil âhiratühüm yûkînûn” Ahirete de yakîn olarak îmân ederler. Bakın yukarıdan aşağıya kadar âyet-i kerîme anlatıyor ki, o halleri Cenâb-ı Hakk bizlere bildiriyor.

Yani tarikat mertebesi düzeyinde olan kişilerin îmânlarını artık kendileri ifade etmiyorlar. Yani oldukça güzel bir îmân haline ulaşmışlar. Bu yaşantıyı Cenâb-ı Hakk onların halleri böyledir diye bizlere bildiriyor.

Meselâ diyelim ki, okulda iki talebe var, iki talebenin de ailesi babaları var. Talebenin bir tanesi, babasına yahut öğretmenine, öğretmenim bize şunları şunları ver, şöyle yapalım diye talep, talebeden geliyor. Ama diğerinde de talebe çok güzel çalışmış, hocasından istediği bir şey yok. Neden yok? Çünkü talebe daha evvel hocasının verdiklerini zaten almış. Öğrenmiş talep gerekmiyor. Öğretmeni yahut babası benim oğlan şöyle şöyledir diyerek tasdik ederek anlatıyor. İşte aradaki fark bunun gibidir.

Cenâb-ı Hakk burada, o kimselerin îmânını, kendisi bizlere aktarıyor. Burada îmân talebi yada diğer şekilde bireyden gelen talep yok. Îmân talebi yada bir başka isteme talebi yok. Burayı anladık değil mi? “Nâ” demek suretiyle oradaki kişiler îmânın yükselmesini talep ediyorlar. Oraya gelen ebrar kişilerin hallerini ise Cenâb-ı Hakk bizlere anlatıyor. Onlardan bir ses çıkmıyor. Neden çıkmıyor. Görevlerini yapmışlar zâten, yaptıkları içinde başka bir şeye gerek kalmıyor. Onların da hallerini Cenâb-ı Hakk bizlere aktarıyor.

Özet yorum. . Esmâ Tarikat mertebesi îmânını ifade eden bu âyet-i kerîmeleri incelemeye çalışalım. ”Ellezîne yü’minune bil gaybi” Onlar gaybe îmân ederler. Bu âyet-in çevirisi genel olarak meal ve tefsirlerde yukarıda da belirtildiği gibi, onlar ki gaybe yani görünmeyene inanırlar şekliyledir. Tefsirleri açtığımız zaman ittifakla budur. ”Onlar ki gaybe de îmân ederler yani görünme-yene îmân ederler yani görmediklerinede îmân ederler” şeklindedir.

Ancak bu ifade ef’âl mertebesi itibarıyle zâhir anlamına göredir. Fakat âyet-i kerîme gayba îmândan bahsetmektedir. Eğer gayb mutlak bilinmeyen görülme-yen bir yokluk olsa idi, ona îmân sadece hayali olurdu. Ve îmân şartı koşulmazdı. Gayb dediğimiz şey mutlak ma’nâ da yok olsa idi ona îmân şartı koşulmazdı.

56

Ancak gayba îmân dendiği zaman, bir gaybında varlığı ispatlanmaktadır. Gayb varki îmân isteniyor. Bu âyet-i kerîmenin gerçeğini daha iyi anlayabilmemiz için, ”Bil gaybi” deki, ”Be” ye ulaşmamız gerekiyor. Bakın yü’minune bil gaybi orada bir be harfi var.

Eğer “Be” harfi orada olmasa idi “yü’minunel gaybe” olarak o âyet-in okunması gerekecekti. Ama bize “yü’minune bil gaybi” olarak okutuyorlar. Araya be harfi konmuş. Normalde olmaması gerekiyorken, yani mutlak gaybe îmân olsa, ”yü’minunel gaybe” olması gerekiyor.

Ama orada “yü’minune bil gaybi” el gaybi-lâm-ı tarifli değil, bil gaybi be harfi var. İşte “Be” harfi de “ile” birlikteliği ifade ediyor. Ve bağlantıyı kurmuş oluyor. Be’ ye ulaşmamız gerekecek. Yani oradaki o be harfini okuyoruz, ama ma’nâsı na ulaşamıyoruz. Farkında olmuyoruz. İşte ulaşmaktan kasıt oradaki o be nin varlığını tespit etmek ve ne olduğunu anlamaya çalışmaktır.

“Yü’minune bil gaybi” diye ezbere geçiyoruz ama, ezbere geçmeden o sahada yavaş yavaş dolaşarak “be” harfi iskelesine geldiğimiz zaman, o iskelede biraz durmamız gerekiyor. Hızlı geçersek anlayamıyoruz sahaya seyretmeden geçmiş oluyoruz. Oradaki be farkedilmiyor, harfi cer, olarak görülüyor, harfi ma’nâ, olarak görülmüyor. Bakın “bil gaybi” dendiği zaman oradaki be sondaki i sesini verdiriyor. İşte o iskeleye uğranılmadığı için, sadece cer ifadesi sonunu i okutacak, esre okutacak, diye gelip geçiliyor. Halbuki sadece öyle değil. Tabi o görevide yapıyor. Eğer onun altında arkasında batınında başka bir ma’nâ olmamış olsa, ”yü’minun el gaybe” gelmesi gerekiyor. O zaman gaybe îmân ederler. Tamam açıktır.

Ama bil gaybi “be” girdiği zaman ile îmân ederler. Peki ne ile îmân ederler? Evvela kendilerinden yola çıkarak, kişi önce kendi gayb-ı’nı araması gerekiyor. Orada be kendi gaybıdır. . Naıl ki kıstas yapmak suretiyle bizim bir aklımız var mı? Açık olarak var inkârı mümkün mü değil, ama gaybta, ama şuhutta

Neden şuhut da, varlığını müşahede ettiğimiz için âlemi şahadette, gözle fiziken aklımızı göremediğimizden gayb ta yani batında oluyor. Yani hem gayb hem bâtın , hem gayb hem şuhud...

Ruhumuz böyle değilmidir. Ruhumuzun varlığından şüphemiz var mı yok.? İşte o zaman hayatımızdaki etki-sini görmemiz müşahededir, çünkü her şeyi ruhumuzla yapıyoruz. Bunu

57

müşahede ediyoruz. Kalktık tuttuk ettik hep bunları, ruhumuzun enerjisi ile yapıyoruz müşahede oluyor, ama elle tutamıyoruz o zaman gayb oluyor. Yani hem gayb hem şahadet

Nurumuz duygularımız böyle değilmidir. Duygu diye bir şeyi elle tutabiliyormuyuz. Ama bütün hayatımız duygularımızla geçiyor. Yemek yerken o duygu müşahede halinde tadıyoruz, ama elle tutalım derken de. Elle tuttuğumuz elmanın tadını elle tutamıyoruz. Tat hissiyle onun içindeki tadı alıyoruz, acı yada tatlı şeklinde işte, o tadı tattığımız zaman, müşahede oluyor hissedip varlığını yaşıyoruz. Ama elle tutmaya geldiği zaman gayb oluyor.

İşte ne oluyor “Âlimül gaybi veşşehadeh” (59/22) gayb ve şehadet âlemini ortaya getirdik. Bu yoldan hareketle âlemin gayb-ı’nı anlamamız çok kolay olacaktır. İşte oradaki “be” kendi gaybımızla, âlemin gaybına îmân ediyoruz. Yani kendi gaybımızdan misal alarak, âlemin gaybına îmân ediyoruz. Yoksa başka şekilde “yü’minune bil gaybi” sadece kelimede kelâm da kalır.

Şimdi bir daha tekrar edelim. Varlığımızı oluşturan iki tarafımız görünen ve görünmeyen taraflarımızdır. Görünen tarafımız şahadetimiz, görünmeyen kısmımız gaybımız olmaktadır. Ancak görünmeyen tarafımız gaybımız derken, akıl fikir bunlar hep gayb ta olan şeyler başlıcaları ruh, nur ve duygular, göremediğimiz halde zuhurlarıyla varlığını müşahede ediyoruz, şeksiz ve şüphesiz olarak faaliyetleriyle, zuhurlarıyla bunları müşahede ediyoruz.

Kendimizde, bu gayb âlemi nasıl şiddetli şekilde zuhur ediyorsa, ve varlığını tasdik ediyorsa, buradan yola çıkarak, âleminde bir ruhunun olduğunu, âleminde bir aklının, aklı küllünün olduğunu, âleminde bir nurunun olduğunu, âleminde hislerinin duygularının olduğunu, bu yolla anlamamız ve bu yolla dış âlemi anlamamız güç olmayacaktır. İşte oradaki “be” kendi gaybınla âlemin gaybına îmân edebilirsin diyor.

Kişi bir üst mertebeye doğru seyirde olduğundan ilmel yakînden aynel yakîne doğru yolu açılmış oluyor. Burası anlaşıldı mı? “Onlar kendi gayblarından yola çıkarak âlemin de gaybına böyle îmân ederler.” İlimle ve tahakkunu da müşahede ederek.

Bakıyoruz mesela bu âlemin aklı varmı? Neresinde bu akıl. Bakın bütün sene baharda meyveler bir sene öncesinin aynısını zuhura getiriyorlar. İşte bu bir aklın neticesidir. Eğer orada bir akıl sistem program olmamış olsa, bu sene çıkan kırmızı kirazlar, seneye sarı kiraz çıkar, siyah çıkar. Aynı ağaçlar kirazları daha

58

büyük yapar yahut ekşi yapar. Binler onbinler senedir, kiraz aynı kiraz, ayva aynı, elma aynı, gözümüzün önünde olan bu muhteşem hadiseleri, devamlılık arzettiği için sıradan işler olarak zannediyoruz.

İşte âlemde külli bir akıl olmasa, bütün mevcudatı her zerresine kadar yöneten akıl olmasa, bu âlem karma karışık olur. Sabah kalktığımızda kimse kimseyi tanımaz. Hiç bir şey yerinde kalmaz. Yani akıl ile bunlar korunma-mış olsa her şey bozulur.

Sadece bu türkiyede, sadece bir şehirde oluşan bir sistem değil, dünyanın neresine giderseniz gidin, uygun iklimde kiraz aynı kiraz, ama ne diyor napolyon kirazı diyor, bilmem ne kirazı diyor. O kendi içinde aşılar dna lar tarafı yönüyle onlara daha müdahele edilerek daha verimli hale getirilmesidir. Bu müdahelelerin yapılmadı-ğını düşünelim ki, bu müdaheleler 15 20 senelik bir süreçtir. Ondan önce hiç müdahele olmuyordu ve hiç birinde de bir şaşma yoktu. Dünyanın neresine giderseniz Sarı kiraz, sarı kiraz, erik aynı erik, patlıcan aynı patlıcan soğan aynı soğandır.

Hadi bir bölgede onlar birbirinden gelerek hiç değişim olmadı. Hiç birbirleriyle ilgisi olmayan arazilere ekilen, sahipleride ekerken hiç bir şey bilmeyen, yani kasıtlı bir şey yapmayan her yerde dünyanın her yerinde aynı şey çıkmaktadır. Yani soğan mercimek pirinç dediğimiz zaman, Çin de de aynı pirinç çıkıyor ege de trakya da da aynı pirinç çıkıyor. Tabi vasıf değişiklikleri oluyor. Ama özü itibarıyle pirinç sınıfı içerisinde, ve o hangi pirinç ise o pirinç devam ediyor. Baldo pirincinden bir başka pirinç çıkmıyor. Yahut diğerinden baldo çıkmıyor.

Kolayca denildiği gibi, ne ekersek onu biçiyoruz. Peki bu neyi ifade ediyor ? Bir aklı ifade ediyor. Bir akıl neticesinde bunlar aynı şekilde üretiliyor. Diyelim fabrika konfeksiyon türü 100 tane takım çıkardı. Ondan sonra formunu değiştiriyor 100 tanede başka model çıkarıyor. Niye hep aynı çıkartmıyor neden? İdare edildiği için form değişiyor. İşte Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemlerde kudret tecellisini gösteriyor. Müdahele ediyor değişmemesi yönünde müdahele ediyor. Eğer müdahele edilip de o gıdaların içindeki terkipler değişmiş olsa, bugün yediğimiz pirinç değişe, değişe 5 sene sonra bize zehir olarak gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti bu ki, binlerce yıl evvel yapılan şu ot, şu hastalığa iyi gelir, binlerce yıl evvel yapılan, şu meyve bu hastalığa iyi gelir, diye söylenen reçeteler hep geçerlidir. Eğer değişiklik olsa idi bu reçeteler tutmazdı. Bütün kitaplar atılması

59

lâzım gelirdi. Değişken hale göre yazılır, 3-5 sene sonra onlarda geçer, çünkü meyve sebze değişken olunca faydalarıda değişken olacağından, o zaman evvelki tespit edilen, faydaları da geçeceğinden o kitaplarda hükümsüz kalırdı.

Ama yüzlerce binlerce yıl öncesinden gelen, tıp kitapları, faydalı olan o otun kökün baharatların bugünde aynı faydayı verdikleri açık olarak bilinmektedir. Bu da bütün bu âlemde, bir aklı küllün olduğunu ve her şeyin o akla tabi olduğunu görmekteyiz. Ayrıca bu aklın çalışmasına bu âlemin faaliyetine sebep olan bir enerjinin olduğunu da biliyoruz bilmemek zâten söz konusu değildir, bu dünyayı hangi enerji döndürüyor, güneşin yakıtını hangi enerji sağlıyor hem de hiç bitmek tükenmek bilmeyen şekliyle. İşte o bütün âlemlerde mevcut olan ruhu azam. Bu âlemleri ne aydınlatıyor? Allahın nuru aydınlatıyor. İşte bütün bunları düşündüğümüz zaman âlemin gayb-ı’nı anlamamız çok zor olmayacaktır.

Sohbet (6)Euzü billâhimineşşeytanirracîm

BismillâhirrahmanirrahîmBu gün (22/05/2008) Perşembe gecesi. İzmir hatay’dayız.

Kardeşlerimizin evinde sohbetimize devam etmeye gayret edelim. Cenâb-ı Hakk bakalım neler lütfedecek. Onları anlamaya çalışalım. Bu gecenin sohbet mevzû daha evvelce başladığımız îmân Hakk’ında idi ona devam edeceğiz.

Bu akşamki mevzû’un kaynağı Vahy ve Cebrâîl kitabı sayfa 4 ten itibaren yolumuza devam edelim. Bilindiği gibi evvelâ mesnevi yi şeriften alınan bir hadîs-i şerif vardı. O hadîs-in izahı yapıldıktan sonra îmân Hakk’ında, burada da kitabımızdan îmânın mertebelerini anlamaya ve araştırmaya çalışalım.

Îmân bilindiği gibi kendi içerisinde mertebeleri olan bir oluşumdur. İslâmın her halinde bu mertebeler olduğu gibi, îmân oluşumunda da bu mertebelerin varlığı açık olmakta, eğer bu mertebelerin varlığı olmamış olsa her mevzuda olduğu gibi tek düze bir hayat sistemi olur idi. Yani mertebeler olmasa, İslâm dini sadece tek düze fıkhi meseleleri belirten bir sistem olurdu. Fıkıh ise insanın sadece sosyal yaşantısını düzenlemekte, ibadetlerini yönlendirmektedir. Ama, kendini tanıtamamakta, yani kişiye kişiliğini bildirememekte, rabbını bildirememekte, sadece, Allahın

60

varlığına îmân etmeyi inandırmayı sağlamakta, yani şeriat mertebesinden yaşanan İslâmın hali olmaktadır.

Ancak İslâmiyet sadece zahiri yaptırımlar düzenlemeler değil, ma’nevi hayatımızı da düzenleyen, ebedi hayatımızı da düzenleyen, bir sistemi bünyesinde bulundurmaktadır. İşte bu manevi hayata İslâmi hayata girmenin ilk şartı îmân olmakta, îmân olmassa zâten İslâm dışı gayri müslim olarak sistem dışında kalmış oluyoruz. Ve bu yaşam içerisinde dünyada İslâma ulaşamadığımızdan, büyük bir hüsran içerisinde ahiretini geçirmeleri açık olarak, yani keşif gerektirmeyecek bir hadisedir.

Peygamber Efendimiz geldiğinden itibaren, kendisine peygamberlik verildiği andan itibaren, bütün geçmiş kanunlar, geçmiş hükümler nesh edildi yani kaldırıldı. Sadece ümmeti muhammed olarak, kur’an olarak, İslâm olarak. Âdem (a.s.) itibaren, zâten diğerleride sonradan takılmış isimlerdir, museviyet iseviyet gibi.

Peygamber Efendimize peygamberlik verildiği andan itibaren, iseviyet nesih olundu. Peki mutlak olarak kaldırıldı mı?. Mutlak olarak kaldırılmadı. Hayali olan isevilik zâten olmadığından nesh edildi, o kaldırıldı. Ve iseviyetin aslı, kur’anın içine konuldu. Yani İslâmın bir mertebesi olarak kaldı. Bakın yeni bir hüküm olarak değil, kendi bünyesinde müstakil bir hüküm olarak değil, zâten hiç bir zaman müstakil bir hüküm olmadı. Ne Îsevilik, ne Mûsevilik, ne İbrâhîmilik bunlar zâten İslâm dininin bölümleri idi.

Ama ne yazık ki, insanlar bunun farkında olmadan Mûsâ (a.s.) Getirdiği Tevrât-ı ve onun şeriatını ayrı bir din olarak, Mûsâ (a.s.) Ayrı bir din getirmiş zan ettiler. İsa (a.s.) Ayrı bir din getirmiş zan ettiler. Böyle bir şey olmadı olması da mümkün değildir.

Yani yeryüzünde ne yazık ki, kabul görmüş bu anlayış ancak çok yanlış bir anlayış ki, şu semâvî dinler anlayışı. Yeryüzünde semâvî dinler çoğul olarak yoktur. Semâvî olan bir şeyler vardır, nedir onlar? Kitaplar semâvî kitaplar vardır. Semâvî dinler yoktur yeryüzünde. Semâvî tek din vardır, o da İslâm dinidir ”İnneddîne indallahil İslâm” (3/19) Çok açık olarak Allahın yanında/indinde tek din İslâm dinidir.

Bu âyet gelmiş iken ve söz konusu olmuş iken, bunun da iki özelliği vardır bu âyet-i kerîmenin iki hali vardır. ”İnneddîne” muHakkak ki din Allahın indindeki din İslâm dinidir. Şimdi o halde, bir din var ki Allahın yanında. Yanında dır, tefsirler bunu böyle

61

kabul etmezler, sadece Allahın kabul ettiği din islâm dinidir derler. Halbuki Allahın indindeki din diyor “İnneddîne indallahil İslâm” Allahın yanındaki dindir İslâm dini. Yani diğer şekliyle İslâm dini Allahın indindedir deniyor. İslâm dini Allahın yanındadır.

Peki bizim kullandığımız din, “İnnedînel insan” Yani beşerin yanındaki dini kullanıyoruz. Bakın bu farkı bilmemiz gerekiyor. Beşerin yanındaki, beşerin anladığı dini kullandığımızdan. daha ötesinin varlığından haberimiz olmadığından, “inneddîne indallahil İslâm’a” ulaşamıyoruz. Bakın Allahın indindeki yanındaki İslâma ulaşamıyoruz

Bakın çok mühim bir hadisedir bu, kopukluk var arada. Biz beşerin yanındaki fıkıh dinini kullanıyyoruz. Yani şunu şöyle yapıcan ayağını böyle kulağını böyle yıkayıcan, tabi buda dinin içerisindedir ama beşerin yanındaki dinin içerisinde bedenin dinidir. Ama bir de ilâhi varlığımız var. İlahi varlığımızın dini ise, o Allahın indinde Allahın yanındadır

O halde yapılması lâzım gelen iki şey vardır. Beşeri dinimizi anlayıp, bunun yetersiz olduğuna müdrik olup, idrak edip, Allahın indindeki dine yönelmek, işte araştırılmalarımız hep bu dinin hakikatlerini araştırmak oluyor. İki yolu vardır, ya o din indimize inmesi gerekiyor yani beşerin yanına gelmesi gerekiyor, Ve ya , beşer olan bizlerin oraya yükselmemiz gerekiyor. İkisinden biri. İşte zaman zaman beşer oraya yükselir belirli halleriyle, zaman zaman da, orası nüzül ederek beşere bu dini getirir, anlatır. Tabi buda özel bir çalışma gerektiren bir sahadır.

Şimdi bu İslâmın anlaşılması için evvela îmân gerekmektedir. îmân dışı olunduğu zaman bunların hiç bir geçerliliği yoktur, o kişiler Hakk’ında, yani o kimselere bir değer arzetmiyor. Ama işin hakikati de, değeride budur. Dinin îmân bölümü vardır. İşte sadece beşeri anlamda dini kabullenip faaliyete geçmek sadece o düzeyde kalmak, yani kurban bayramında kurban kestik, camiye gittik gibi, işte bu tamamen beşerin indindeki dindir.

Ama bunun karşılığında nefsimizi kurban etmek, Allahın indindeki dindir. Yani zâhirinden batınına geçirmektir. Bize de orası lâzımdır. Ama girişi de orasıdır beşeri dinden ilahi dine geçme yolunu da açmışlardır.

Şimdi bu îmân hakikatine gelince, başta da yazıldığı ve bilindiği gibi, îmân’ın hakikati diye bahsedilen “Dil ile ikrar kalb ile tasdik” dır. Biz onu dil ile tasdik ediyoruz, dil ile söylüyoruz da, kâlb ile

62

tasdik bölümüne gelindiği zaman, orada da sadece lisanını söylüyoruz. Kâlb ile tasdik demenin hakikatinde ne vardır, bu sahaya girmeden kelâmını yapıyoruz.

Şimdi kâlb ile tasdik lâfla oluşacak bir şey değildir. Evvelâ kişi görecek, onu görecek, müşahede edecek, içine sinecek, nasıl bir şey aldığımız zaman, içimize sindi deniyor, işte kalbimiz tasdik ediyor onu bu basit bir benzetme. Âleme bakıp göreceğiz, bu âlemin hakikatini idrak edeceğiz. Cenâb-ı Hakk’ın her varlıktaki olan zuhurunu isimlerini sıfatlarını fiillerini göreceğiz, ondan sonra da tasdik edeceğiz bu Allahın zuhurudur kendi varlığının zuhura çıkmış halidir diye ve mutmain olacağız.

İşte bu tasdiki yapmak için Allahı tüm mertebelerde bilmemiz gerekiyor. İşte bu anlayış içinde biz “Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah” dediğimiz zaman kalbimiz bunu tasdik ediyor. Ama biz ne yapıyoruz sadece ikrarın tasdikini yapıyoruz. Yani dil ile söyledik ya, o söylediğimize şahit olduk diyoruz. Kelimeye şahit ediyoruz yaşantıya değil. Yaşantısına şahit olabilmemiz için ne gerekiyor?. Hakikati gerekiyor müşahedesi gerekiyor.

İşte bu îmân mertebelerinin de dört hali vardır. Birincisi, tevhidi ef’al. ef’al mertebesi îmânı onu görmüştük daha evvel. . İkincisi esmâ mertebesi îmânı. Birincisi ef’al mertebesi şeriat mertebesi îmânıdır. Hani “münâdiyyen yünâdiylil îmân” diye geçiyor ya, işte onlar diyorlar biz davetçiyi gördük, o davetçiye inandık îmân ettik bizi çağırdığı yere îmân ettik diye... Bu kısaca herkesin anlayacağı bir tarzda bir tatbikat oluşmakta, Ve onlar sonunda “Ve teveffenâ meal ebrar” Yani bir üst mertebenin ehli olan kişilerle bizi vefat ettir, diye o mertebede kendilerini yükseltmeye çalışıyorlar. Ölümlerine kadar en azından ef’al mertebesinden esmâ mertebesine geçelim. ”Ebrar” ne demek “ebrar”... iyiler ma’nâsına orasıda tarikat mertebesidir.

İşte buraya geldiğimizde, burayı okumuştuk ama özetle tekrar okuyalım. Esmâ tarikat mertebesi îmânı Kur’ân-ı Kerîmde bakara suresi 3 ve 4 . ncü âyet-inde “esteîzübillâh” Ellezîne yü’minûne bil gaybi ve yukîmunessâlâte ve mimmâ razeknâhum yünfikûn. bakara 3. . ”Velleziyne yü’minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablik ve bil âhiratühüm yûkinûn. . bakara 4. ”

“Onlarki gayba görünmeyene inanırlar namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler. Onlar sana indirilene de senden önceki indirilen-lere de inanırlar.

63

ve onlar ahireti de yakîn’en tanırlar” Buraları daha önce konuştuk ama özet olarak geçiyorum.

Şimdi burada 2 âyet arasında çok mühim fark vardır. Takdim farkı, yahut bildiriliş farkı. Birinci îmân mertebesinde yani ef’al mertebesinde çoğul olarak talepleri var insanların, aşağıdan yukarıya rablarına doğru.

“Rabbenâ innenâ semi’nâ” ey bizim rabbimiz “fe âmennâ zünübenâ ve teveffenâ fağfirlenâ seyyiâtinâ” Kelimelerin sonları NÂ, biz olarak geçmektedir işte biraz arapça bilmenin ne kadar faydası var. Yoksa onu anlayamazlar

Biz diye bir talep var. Birinci ef’al mertebesi îmânını belirten âyetlerdeki yaşantı biz olarak. Yani birey kendi kendine bu işi başaramayacağını anladığından, bir guruba iltihak ederek o gurupla birlikte biz hükmünü almakta. biz deyince en az iki kişi ve daha yukarıya doğru çoğalmaktadır

Bu âyet-i kerîmenin böyle bir talep arz ediyorken, kuldan ya da kullardan bu talep geliyor iken esmâ mertebesindeki îmândaki ifade çok değişiktir. Nasıl?” Ellezîne yü’minune bilgaybi” O kimseler ki gayba yani görülmeyene inanırlar. ” Ve yükıymunessalâte” namazlarını dosdoğru kılarlar ”Ve mimma razeknahüm yünfikun” Kendilerine verilen rızıklardan infak ederler.

“Vellezîne yü’minune” Yine o kimseler ki sana indirilene de îmân ederler. ”Ve ma ünzile min kablik” Senden evvel indirilenlere de îmân ederler “Ve bil ahiratühüm yukînun” Ahirete de yakîn olarak inanırlar.

Bakın şimdi iki âyet arasındaki takdim farkına yahut ifade farkına. . Çok büyük fark var. Birincisinde yani ef’al mertebesi îmânında kişiler de rabbenâ yâ rabbenâ bize ver bize ver talebi var iken, esmâ mertebesinde o kişiler “meal ebrar” bizi iyilerle birlikte öldür dendikten sonra bunu kabul ettikten sonra yavaş yavaş fenâ haline doğru geçmeye başladıklarından aynen Âdem as gibi; Nasıl Âdem (a.s.) üzerinde döndü bütün hadise. Âdem (a.s.) sakindi hiç konuşmadı. Melekler konuştu şeytan konuştu Rububiyet olarak Rabları konuştu ve hâdise Âdem (a.s.) mihraklı olduğu halde Âdem (a.s.) mın sesi hiç çıkmadı. Ne zaman çıktı. Dünyaya indikten sonra çıktı. ”Rabbena zâlemnâ” bak o da işte af’al mertebesi îmânı anlayışı içerisindedir.

64

İşte o kimseler biraz kendilerini bulmaya başladıkların dan sükûn haline geldiler. Ama o hadisenin de belirtilmesi anlatılması gerekiyor, işte o zaman Cenâb-ı Hakk onların halini anlatıyor burda bakın ifade ne kadar değişik. Kişiler biz böyle istiyoruz böyle olsun demiyor.

“Elleziyne yü’minune bil gaybi” O kimseler ki gaybe îmân ederler. Bakın başkası vasfediyor. Başkasından kasıt “Hak” onları belirtiyor bakın ne kadar açık değil mi... Bunlara dikkat çekmemiz gerekiyor.

Ve burada “Yü’minûne bil gaybi” gaybe îmân ederler kelimesi de çok mühim. ”B” yi niye koymuşlar oraya tabi ki orada onun bir ifadesi var. Yosa aslında gaybe îmân ederler cümlesinin ifadesinin “yü’minûne el gaybi” olması lazım yani kelimenin öyle gelmesi lazım.

Ama “Be” ilave ediliyor yü’minûne bil gaybi diyor. İşte oradaki”Be” harfi cer olarak düşünülüyor aslında harfi cer görevini de yapıyor sonunu ii okutuyor ama orda yaptığı çok büyük bir görev var. İşte bizler gaybe îmân ederler dendiği zaman bu gaybe îmân etmek nasıl olur, gaybi bir şeye nasıl îmân edilir. Elimizde müşahhas bir süliet bir tablo olmadığı için, o sahneyi biz hayalimizden üretiyoruz Biz ürettiğimiz sahneye îmân ediyoruz.

Ama âyet-i kerîme açık gayba îmân ederler diyor. Bunu yok saymak yada yersiz saymak mümkün değildir. O zaman bir sistem var ki, böyle söyleniyor, o sistemi bulmamız gerekiyor. Şimdi bütün âlemde bir gayb vardır âmennâ. Peki ama bunu nasıl anlayacağız, ve nasıl müşahede edeceğiz, ve mutmain nasıl olacağız.? O zaman kendi gaybımıza yöneleceğiz. Çünkü kendi gaybımızı, kendi şehadetimizi bilmez isek, dışarıdaki gaybı, şahadet âlemini bilmemiz mümkün değildir.

Yine kısaca bir özetler isek, aklımız var mı? Var. Görebiliyormuyuz? Göremiyoruz. Ancak aklımızın varlığını müşahede ediyormoyuz? Ediyoruz. O halde şuhud müşahede. Gözümüz görmüyor ama aklımız aklımızın varlığını faaliyetini ve bize hakim olduğunu müşahede ediyoruz. Ne ile? Fiillerimizle. O zaman aklımız dahi müşahede âlemidir. Fiziken göremediğimiz, ama hâl ile müşahede âlemi olmaktadır.

Ayrıca ruhumuz var mı? Var. Olmazsa hayatımız olmuyor. Göz ile görüyormuyuz? Göremiyoruz. Göreme-diğimiz için gayb ama

65

göremediğimiz halde fiillerini gözümüzle gördüğümüz için müşahede ettiğimiz için yaşadığımız için şehadet âlemi olmaktadır.

Nurumuz varmı? Var. Aynı şekilde. Hislerimiz duygularımız var mı? Yemek yedik, tattık, birisine kızdık, sevindik bunlar elle tutulan gözle görülen şeyler mi? Maddi ma’nâ da ispatı mümkün mü? Değil. O halde gayb Ama yemeği yediğimiz zaman erik armut şeftali neyse bir tat aldık mı? İşte şehadet âlemi. Ne oldu bakın “Alimül gaybi veşşehadeh” Şehadet âlemi ile gayb âlemi birleşti işte gayb diye bir şey kalmadı.

“İşte “Yü’minûne bil gaybi “ dediği kişilerde olan kişinin kendi varlığında gaybi olarak bildiği zan ettiği şeylerin aslında şehadetinde olduğunu idrak etmesi ve bu idrak ile âlemlere bakması, âlemin gayb-ı’nı bu şekilde müşahede etmesi ne oluyor? “Yü’minûne bil gaybi” Onlar gaybe îmân ederler. Nasıl? Oradaki “Be” kendi gaybları ile, kıyas edip böylece müşahedeli olarak idrak ederler.

İşte oradaki küçücük bir “Be” noktası oraya kendi gaybları ile âlemin gaybına kıyas yaparak îmân ederler. Bu îmân gaybi bir îmân olmaz şuhud îmânı olur. İkinci derece esmâ âleminin îmânı da bunu ifade etmektedir.

Şimdi bunları okuyalım “Ellezîne yü’minûne bil gaybi” bu âyet-in çevirisi genel olarak meal ve tefsielerde yukarda da belirtildiği gibi, onlar ki gayb’a görünmeyene inanırlar şeklindedir. Ancak bu ifade ef’al mertebesi itibarıyle zâhir anlamına göredir. Buradaki îmân hakikati esmâ mertebesi asıllı olmakla birlikte, ama genelde âyet-i kerîmeleri ef’al mertebeli anlayışa indirildiğinden, ef’al mertebesinde bu şekilde anlaşılmakta, yani onlar gaybe îmân ederler. Hayal kurdukları hayallerine îmân ederler.

Eğer gayb mutlak bilinmeyen bir yokluk olsaydı ona îmân sadece hayali olurdu. O îmân da zâten istenmezdi. Bu âyet-i kerîmenin gerçeğini daha iyi anlayabilmemiz için “Bil gaybi” de ki “Be” ye ulaşmamız gerekecektir. “Be” bilindiği gibi ile ve birlikteliği ifade etmektedir.

Hal böyle olunca verilecek diğer ma’nâ, onlar ki kendilerinde var olan gaybları ile, kendi dışlarında olan gabyb’a, yani görünmeyene îmân ederler olur. Her kişinin bir içi bir de dışı vardır. Diğer ifadeyle bilse de bilmesede, şehadeti ve gaybı vardır. Bazı insanlar bunu düşünür veya düşünmez. Ama onun düşünüp düşünmemesi bir şey teşkil etmemekte, ve asli olan gayb-ı’nın da

66

şehadeti’nin de olmasıdır. Kim bunu idrak ederse, bu idraki ile de gayb-ı’nı şehadete dönüştürmüş olmaktadır. İşte biz gayb-ı’mızı şahedete dönüştürdüğümüz zaman, bakın 2 defa verimli kazanç elde etmiş oluyoruz.

Bir zâhirimizle yaptığımız ibadetlerimiz, çalışmalarımız bir de, buna akıl nur ve ruh duygularımız ile de değer kattığımızdan, bakın ne kadar köklü bir anlayış ortaya çıkmakta ve hacim genişlemekte, idrak etme anlayışı da gelişmekte, meselelere vukuf gelişmektedir. Aksi halde bakın, biz akılsız, ruhsuz, nursuz, bir bilgiyi, aktarmış oluyoruz. Bir bakıma bu bilgi hayat vermeyen, hareket ortaya getirmeyen, bir bilgi, tabiri caiz ise, kusura bakılmasın ama, ölüden ölüye bilgi nakli yapmaktan öteye gitmemektedir.

Yani bir âza var çalışıyor ama, o âza kendini bilmeden çalışıyor. Makinenin arabanın tekerleğinin dönmesi pistonlarının inip çıkması gibi. Bir iş görüyor ama kendinden haberi yok, ne yaptığını bilmiyor. Motor biliyor mu ne yaptığını, tekerlek biliyor mu, nereye gittiğini? bilmiyor. Ama onun içinde akıl ile düşünebilen insan, tekerleğin nereye gittiğini, nereye götürdüğünü biliyor, neden? Çünkü kendi direksiyona hakimdir.

İşte o araba beden arabamız, şöförü de aklımızdır. Akıl, nefs, ruh, ve duygularımız, bütün varlığımızı kaplamış olduğu halde, gayblarımızı oluştururlar. Fakat görünmezler. Cesedimizde zahirimizi oluşturduğundan görünür. Eğer kişi kendinde var olan gayb-ı’nın hakikat-lerini idrak edememiş ise, âlemin gayb-ı’nı hiç idrak edemez. Çünkü kendi varlığında mevcudu anlayamayan kişi dış geniş âlemdeki varlığı nasıl anlar.?

Laf olarak söylenir akıl var ruh var âlemlerde diye ama bu sadece kelami olarak dile getiriş ama hakikatini bilemeyiştir. Eğer kişi kendinde var olan gayb-ı’nın hakikatlerini idrak edememişse âlemin gayb-ı’nı hiç idrak edemez. Kendini tanıdığı kadar âlemi ve gayb-ı’nı idrak edebilir. Kendi gayb-ı’n da olan gerçek hakikatleri idrak ettiğinde ancak daha gerçekçi olarak gaybe îmân hakikatinide idrak etmiş olacaktır.

Kişi gerçek varlığında esmâi İlâhiyye’nin zuhurundan başka bir şey olmadığını anladığında âlemlerde de esmâi İlâhiyye’nin zuhurundan başka bir şey olmadığını anladı-ğın da bahsedilen âyet-i kerîmenin gerçek ma’nâ sı ortaya çıkmış olur. Bu anlayış ilmel yakîn hâli ile esmâ mertebesi îmânıdır.

67

Şimdi diyoruz ya, “ne var âlemde o var Âdemde” diye, kısaca ifade edilir. Varlığımızda Cenâb-ı Hakkın esmâsının zuhurlarından başka bir şey yoktur. Yani her birerlerimiz birey olarak, Cenâb-ı Hakk bize bir terkip vermiş, ama bütün meyvelerden içine belirli miktarlarda koymuş. Bazılarımızda elma fazla ağırlıklı, bazılarımızda armut, bazılarımızda ayva, ağırlıkta diyelim. Yani her insanda bütün esmâi İlâhiyye mevcudtur, ama bu bir ilaç terkibi gibidir, her birerlerimiz, bu hususta, başka şeyler sergilemekteyiz, değişik hayat anlayışları gibi. Ama bunların hepsi birbirine yakın anlayışlardır. İnsan anlayış-ları, terkipleri çok başka olmuş olsa, insanlar birbirine ünsiyet edemezler. Yani her birerlerimizde hepimizde olandan var. Ama kimimizde binde iki buçuk, diğerinde üç var, birinde beş var, iki var bir var gibi.

İşte kendi varlığımızda Hakk’ın esmâi İlâhiyye’sinin mevcudiyetini idrak ettiğimizde, kendi değerimizi çok daha iyi anlamış olacağız, saman çuvalı gibi, af edersiniz bir varlık olmadığımızı, bu et kemik olan arabamızın içinde, mevcudunda var olan ruhu İlâhi, nuru İlâhi sıfatı İlâhiye, nefsi İlâhiyye’nin, vucudumuzda, varlığımızda, mevcud olduğunu anladığımızda, o zaman âlemde de, Allahın isimlerinden başka bir zuhurun olmadığını, yakîn bir bilgi ile idrak ettiğimizde, o zaman “Âlimül gaybi veşşehadeh” in anlaşılması çok kolaylaşmış olur. Ve gayba îmân da gerçekçi bir îmân olmuş olur. Hayali bir îmândan gerçekçi bir îmâna geçiş olur. İşte bu anlayış ilmel yakîn hali ile esmâ mertebesi îmânıdır.

Birinci mertebedeki îmânın tarifi ilse bilmel yakîn yani bilimle bir şeyi aktarmaktır. İlimle bilim arasında biraz fark vardır. Her ne kadar aynı şey gibi gözüküyorsa da fark vardır.

Bilindiği gibi Namaz salat İslâmın 5 şartından biri uygulaması en çok sürekli olan dinin direği ve mü’minin miracıdır. “Ve yûkıymûnessâlete” geçmişti ya âyette hani îmân ehlinin vasıflarını anlatıyor şimdi burada.

Hangi îmân ehli? Esmâ mertebesindeki. ”Yü’minûne bil gaybi” Gaybe îmân ederler ve namazlarını dosdoğru kılarlar.

İslâmi uygulamanın her mertebesinde, kişinin içsel bâtın âlemindeki değişik uygulamaları vardır. Bu mertebede namaz kılmaya çalışan kişinin hâli, kendi varlığından beşeriyetinden çıkmaya, saflaşmış olmaya başlamasıdır.

68

Biz af’al mertebesinde namaz kılıyorken, tam saf bir namaz kılamıyoruz. Neden? Nefsimizin içersinde bir sürü dünya vardır. Kafamız oraya takılıyor, buraya takılıyor, daha henüz tam saf berraklık yoktur. Ama gayretli olan kişi bu safiyete doğru yol almaya başlıyor. Beşeriyetinden çıkmaya saflaşmaya başlamış olmasıdır. İşte af’al mertebesinin îmânıyla esmâ mertebesinin îmânı arasında ki fark da bu dur.

“Ve mimmâ razeknâhum yünfikûn” Kendilerine verdiğimiz madde ve ma’nâ rızıklarından da başkalarını da faydalandırırlar. Bakın bunları hep bizlere yukarıdan bir mertebe tanıtıyor. O îmân halinde olan, biz böyleyiz biz şöyleyiz demiyor.

Ama af’al mertebesinde ne idi? Talep vardı. Biz istiyoruz. Ya rabbi böyle yap diye . ”Ve teveffenâ meal ebrâr” En sonunda bizi iyilere ulaştır diye. Bakın orda o talep bitiyor, kişi sakinleşiyor kendi gönlüne yönelmeye başlıyor, sesi çıkmadığından Cenâb-ı Hakk onların hallerini anlatıyor. Bakın vasıfları başka yerden başkası tarafından, yani Hakk tarafından bildiriliyor.

“Ve mimmâ razeknâhüm yünfikûn” Onlara verdiğimiz rızıklardan infak ederler. Bakın Ya rabbi sen bize bunları verdin bizde infak ediyoruz demiyorlar. Hakk onların vasıflarını anlatıyor ki, bu oldukça ileri bir haldir.

Yukarıda onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, hükmünün altında şeriat ehli olarak af’al mertebesinde, dosdoğrudan kasıt tadili erkâna uyuyorlar hükmündedir. Yani ruküya varırken, secdeye varırken, tahıyyata otururken, âdabı neyse yani gerçek edebi neyse, ona uyuyorlar demektir ki, o şeriat mertebesinin âdabıdır.

Burada namazlarını dosdoğru kılarlar, şu demek; Kendi varlıklarındaki nefsaniyetlerini çıkarırlar, rahmâni hakikatleri ile namazlarını kılarlar. Aksi halde biz eğriyiz. Zâhir ma’nâ da tadili erkâna ne kadar riâyet edersek edelim, onlar etin kemiğin riâyetidir. Arabanın riâyetidir. Tabi ki tadili erkâna onun riâyet-i lâzımdır ancak dışında doğruluk içinde eğrilik varsa, buna ne deniyor? Münafık diyorlar değil mi. Ancak kasıt olmadığından suç unsuru değildir.

Hâ şâ yanlış anlaşılmasın onu demek istemiyorum, (münafık) Tabi ki Cenâb-ı Hakk her türlü hal içinde kılınan namazları kabul eder, İyi niyetle olduktan sonra. Mesele her halükârda namazın kabul edilmesi değil, âyet-i kerîmede bahsedilen dosdoğru

69

namazını kılarlar, tarifi içinde biz namazımızı eda etmemiz gerekiyor.

İşte dosdoğrudan kasıt da, zâhir ve bâtın düzgünlü-ğünün gereğini yerine getirerek kılmaktır. Zâhir namazın düzgünlüğü tadili erkâna, yani rükûnlarına riâyet etmek, secdeye giderken kalkarken, rükuya Hakkı ile gitmek secdeler tesbihler arasındaki Kur’an tilâvetini okurken düzgün, kelimeleri yutmadan okumak, fiziğimizin dosdoğruluğudur. Ama Bâtınımızın dosdoğruluğu ise düşüncede ve irfaniyette olması gerekiyor. O da varlığımızda Hakk’ın varlığından başka bir şey olmadığını anlayıp, esmâi İlâhiyye cemaati içerisinde namaz kıldığımızı bilmemiz gerekmekte, veya esmâi İlâhiyyeyi hullet, olarak giymiş halde namazımızı kılmamız gerekmektedir.

İşte namazlarını dosdoğru kılarlar, ve kendilerine verilen rızıklardan infak ederler. ( madde ve ma’nâ rızıklarından ) Eğer biz sadece maddi olarak imkânımız dahilinde yardımcı oluyorsak ki, bu para mal mülk yönündedir. Bu af’al mertebesinin infakıdır.

Esmâ mertebesinin infâkı ise, kişinin öğrenmiş olduğu bâtıni ma’nâ da esmâ-i İlâhiyye’nin insan üzerindeki tesirlerini idrak edip, bunları aktarması da o mertebenin manevi infâkıdır. Bu da irfaniyet demek, yani irfaniyetle infak etmektir. Yine bilindiği gibi maddi ve manevi olarak rızık 2 türlüdür. Maddi olan yeme içime gibi maddi ihtiyaçlar ve zevklerdir. Manevi olan ise din ilimleri ve onun içinde olan irfaniyet ilimleri ruhâni rızıklardır. Kim de, bunların her ikisinden de fazlaları varsa, onlardan başkalarınıda faydalandırırlar. Maddi rızık infâkı ile bu günün geçimine, ma’nevi rızık infâkı ile de âhiretin geçimine faydalı olmaya çalışırlar.

Maddi infak yapıldığı zaman, bunun âhirete o kişi için faydası yoktur, veren kişi için var, alan kişi için yoktur. Neden?. Onu burada yiyor, burada tüketiyor. Gerçi şükretmesiyle o da âhirete intikal ediyor ama, gıda olarak âhiret yurdunun gıdası olmuyor. Veren kişi iyi niyetle sevap kazanıyor alan kişi de teşekkür bâbında şükretmiş oluyor.

Ancak yemek (maddi gıda) burada tüketiliyor. Burada bitmiş oluyor. Öyle bir gıda olmalı ki âhirette kulanı-lacak, âhirette yenilecek tüketilecek bir şey olsun. O da ma’nevi bilgi irfaniyet bilgisi ve yaşantısı, kendimizi tanıma yolundaki bilgilerdir.

“Vellezîne yü’minûne bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablik” Ve onlar zat mertebesi itibarıyle rabbından sana

70

indirilene ve senden önce sıfat esmâ af’al mertebeleri itibariyle indirilmişlerede inanaırlar.

Burda bakın ne ayrıldı?. Diyebilirdi indirilen bütün kitaplara bakın öyle demiyor. ”Vellezîne” yine tarif ediliyor, o kimselerin hususiyetleri “ yü’minûne “ îmân ederler. “ Bimâ “ Neye îmân ederler. Şuna îmân ederler ki, “Ünzile “ indirildi. nereye indirildi? “İleyke “ sana indirilenede îmân ederler. Bakın burada bir ayırım yapıyor. “Vemâ ünzile min kablik “ Ve senden evvelki-lere de îmân ederler. Bunu burada ayırmayıp bütün indirilenlere îmân ederler de diyebilirdi. Yuvarlak toparlak olarak diyebilirdi. Ama âyet-i kerîme öyle demiyor.

“Bimâ ünzile ileyk” Sana indirilenden kasıt, zat mertebesinden indirilenedir. Çünkü diğer kitaplar incili şerif, sıfat mertebesinden tevratı şerif esmâ mertebesin den, İbrahim (a.s.) indirilen suhuf ta, af’al mertebsinden indirildi. Gerçi hepsi Allahtan indirildi ama, indirildiği mertebe af’al mertebesi, esmâ mertebesi, sıfat mertebesi idi. Ama Kurân-ı Kerîm zat mertebesinden indirildi. Zat mertebesi de, zâten bütün mertebeleri bünyesinde bulundurduğundan bütün mertebelerle birlikte, ama en üst mertebesi de mevcut olmak üzere indirildi.

Sana indirildi dediği ki orada, muhatap alıyor bundan kasıt efendimizedir, ve ardından onu okuyanadır. Bakın sana da indirildi, tahsis yok orada. Eğer tahsis olsaydı Muhamme de indirildi derdi. Ya Muhammed sana indirilene de, inanırlar derdi. Tabi ki, başta efendimiz olmak üzere, bizlerde onun nurundan olduğumuza göre ona ne indirilmişse, bize de indirilmiştir. Ancak aradaki fark şu olmakta, ona indirilen kendisine farz olmakta bize indirilen ise müstehab, veya vacib olmaktadır. Ona olduğu gibi bize de farz olmuş olsaydı, efendimize hususide indirilen şeyler için, o zaman biz altından kalkamazdık. ( teheccüd namazı gibi )

“Ve minelleyli fetehecced bihi nafileten lek” (17/79) “Sana nafile olarak bildirilen namazına, gecenin bir vaktinde kalk.” Nafile olarak ona indiriliyor. Eğer bütün ümmeti kapsayacak bir hükümle gelmiş olsaydı hepimize farz olurdu. Ama ümmetine rahmeten efendimizin ismi muhatab olarak geçtiğinden, ve dolaylı olarak bizde ondan gayri şeyler olmadığımızdan, bizim de zaman, zaman kılma yolumuz açıktır. Aynı âyet-in hükümleri bizim beden mülkümüz içinde “Umulur ki rabbin seni makamı mahmuda ulaştırır” bizede kendi makamı mahmudumuza ulaşmanın yolu açıktır.

71

Yani burada “İleyke” Sana indirilene dediği Kur’âna yani zâti mertebede indirilenede inanırlar. Ve ondan sonra indirilenler de sıfat mertebesi esmâ mertebesi ve af’al mertebesi olarak indirilenlerede inanırlar, îmân ederler ma’nâ sındadır.

Âdem (a.s.) itibaren gelmiş olan bütün seyir mertebelerini idrak etmeye çalışarak, her peygamberin hayatından hisseler çıkartarak, böylece ilimlrini imkânlarını geliştirerek, irfaniyet yolunda hergün biraz daha ilerleme kaydederler.

“Ve bil âhiratühüm yûkinûn” Ve onlar âhirete de ilmel yakîn idraki ile canlı ve içten îmân ederler.

Sadece îmân etmekle kalmayıp yaşadıkları sürece dönüş yapacakları âhiret yurdu için gerekli malzemeyi tedarik etmeye çalışırlar. Bu âyetlerde dikkatimizi çekmesi gereken bir husus vardır o da şudur. Evvelki îmân mertebesinde kişiler bireysel kişilikleri ile istekte bulundukları halde burada ise bu mertebenin ehilleri rahmaniyet mertebesinden rububiyyet mertebesi özellikleri ile ifade edilmektedirler.

Af’al mertebesinde kişiler talep etmekte, bu mertebede ise, rahmaniyet mertebesi rububiyyet mertebesi özellikleri ile onları anlatmaktadır. Kendilerinden bir talepleri olmamaktadır. Çünkü yokluğu ve hiçliğe doğru kanat açmışlar “mûte kable ente mût” “ölmeden evvel ölünüz” hükmü ile ve nefislerini terbiye etmek için, ölüm vadisine gitmişlerdir, ama daha ölmüşler değildir. Ama o yolun yolcularıdır. Bu yaşantı ilmel yakîn hâli ile esmâ mertebesi yaşantısıdır.

Af’al mertebesinde kişiler talep etmektedirler, esmâ mertebesinde ise onlar yavaş, yavaş yola çıktıklarından onların vasıfları Hakk tarafından yapıldı. Ve Kurân-ı Kerîmde bakara suresi başında o 5 muhteşem âyette. Onun o başlangıcı daha devam ediyor sonuna kadar devam ediyor biz bir bölümünü aldık.

Ve Sıfat hakikat mertebesi îmânı; Bu îmânı belirten âyetlerden bir tanesi bu hususlarla ile ilgili bir çok âyet var, ama onların hepsini yazmaya kalkılacak olursa müstakil bir kitap olması lazım gelecektir. Biz de kitabımızın bir bölümünde özetle bunları vermeye çalışmışız.

Kurân-ı Kerîm Meryem suresi 19. sure 96. âyet-inde Bismillâhirrahmenirrahîm. . ”İnnellezîne âmenû ve amilussâlihati seyec’alü lehümürrahmânü vüddê”

72

Burada mertebe biraz daha yükseldi. Hususiyet de yükseldi Hakka yaklaşma da yükseldi tamamen değişti. Birinci âyet başka sahadan bahsetti ikinci âyet başka sahadan bu âyet ise daha yukarıdan bahsetmektedir.

Kurân-ı Kerîmin hangi âyet-i hangi mertebeden başlatıyor, anlamını biz eğer idrak edemez isek, Kurân-ı Kerîmi Hakkıyla anlamış olamayız. Kur’an okumuş oluruz sevabınıda kazanırız. Ama mertebeler gereği meratibi İlâhide, hangi mertebeden bahsettiğini bilemezsek irfaniyetimiz olmamış, olur yazık olur. Yazık olur derken anlayamamış oluruz. Anlamamız için bu mertebeleri bilmemiz lâzım ki af’al mertebesi, esmâ mertebesi, sıfat mertebesi, zat mertebesi, olarak yani şeriat tarikat hakikat ve marifet mertebesi olarak bilmemiz gerekiyor. İşte burada üçüncü îmân mertebesi, hakikat mertebesinin îmânıdır.

İman mertebelerinde üçüncü merhale sıfat hakikat mertebesi îmânı Meryem suresi (19/96) âyetinde “İnnellezîne âmenû ve amilussâlihâti seyec’alü lehümürrahmânü vüddê”

Bakın farkında da değiliz, çok açık olarak belirtiliyor aynı kelimeleri, aynı ma’nâları kendi asli harfleriyle yazıldığında o kadar çok ma’nâ çıkıyor ki o kadar olur.

Ama aynı ma’nâlar lâtin harfleriyle okunduğu zaman hiç bir şey çıkmıyor. Bu çok mühim bir hâdisedir, neden öyle? Çünkü arapça aslındaki harflerin şekilleri itibarıylâ da ma’nâları var. Bakın bir elifin ne kadar yüce ve nasıl bir varlığa sahib olduğunu gördük. La’mın neyi ifade ettiğini Rı’nın Ze’nin neyi ifade ettiğini kendi şekli içerisinde gördük.

Bir Rı ve Ze harfleri, bunun lâtin harflerindeki şeki o ma’nâyı verememektedir. Neden? Çünkü onlar genelde beşer kaynaklı şekillendirmelerdir ama, arapça Kurân harfleri Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği şekiller, yani ma’nâyı daha geniş aksettiren şekiller semboller ve elbiselerdir. Bunların hepsi birer elbisedir.

Bakın “İnne” diye bir şekil var. Elif-Nun ve şedde. Bu bir sembol bir şekil inne ma’nâ sının elbisesi o. Bakın burada gördüğümüz kâlem ile yazılmış ( hani bir şiir vardı mürekkeb ile kâlem arası) bunları hep yazdık, ne ile yazdık kağıt ile kâlem arası. . Bu yazıların hepsi kağıt ile kâlem arasında oluşmaktadır. Kâlemi aklı küll kağıdı nefsi küll olarak düşündüğümüzde aklı küll ile nefsi küllün izdivacından da genel olarak bu âlemler meydana gelmektedir.

73

İşte kâlem ile kağıdın izdivacından çocukları olan harfler yazılar sayılar rakkamlar meydana gelmektedir. Düşünüldümü hiç düşünülmedi. Ama işin aslı budur.

Kâlem bahsedildiği gibi “Nûn Vel Kâlem vemâ yesturûn” (68/1) Kâlem kağıt ve yesturun yani satırlar yazılnış olan âyetler, bütün âlem yazılmış olan âyetler hükmündedir. İşte şunu belirtmek istiyorum, arapçayı biraz bilmenin bunlar hep faydalarıdır, bunun “İnne” olduğunu okuyamazsak, ma’nâ sını bilmez isek, bakın burada bulunanların hepsi birer haldir. Ölü gibi gözüküyor sanma mürekkep yakarsın yanar. Ateş yakar âyet mâyet diye bakmaz. Bu Allah kelâmıdır diye bakmaz. Neden Allah kelâmını da yakıyor, diğer yerleri de yakıyor? Ateş te Allahın gücü de ondan. Başka bir güç olsa kendine ait bir güç olsa bu âyetleri yakamaz mümkün değil. Ama o da onun celâl sıfatından olduğundan, celâl sıfatınında önünde hiç bir şeyin durması mümkün olmadığından onları da yakmaktadır.

Yani şunu demek istiyorum, bunlar hay yani hayat sahibi, yaşayan kur’an bunlar. Biz bunları duran Kur’an olarak bakıyoruz ya, işte mushaf alıp açıyoruz. Bin sene aynı yerde dursa beni neden tuttun demiyor. Niye beni açıp okumadın demiyor. O haliyle ölü Kur’an, ama maddesi itibarıyle ölü Kur’an. Ama içindeki, içerisi kaynıyor âdeta hayat kaynıyor. Ama biz göremiyoruz.

Hani öyle demişler ya dündü sanırım geçti bir yerde“Hep kitâbı Haktır eşya sandığın Ol okur kim seyrü evtân eylemiş “Yani eşya sandığın bu âlemdeki her şey Hakkın kitabıdır. Ama

bunları okumak için vatanları seyretmiş olmak lâzımdır. Tevhid mertebelerini idrak etmiş, af’al mertebelerini, nefis mertebelerini idrak etmiş olmak gerekiyor

Yani bu kitabın şifresi, ona deşifremi diyorlar çözmek için bir eğitim almakla mümkün. O eğitim de tevhid eğitimi yani birlik eğitimidir.

“MuHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman sevgili kılar” 19/96

Bakın burada fiiliyattan muhabbete geçti. Birincide fiiliyata yönelme vardı. Ya rabbi, şöyle olsun böyle olsun temennimiz bu, en büyük temenisi de “meal ebrar” iyilerle birlikte öldür idi.

74

İkinci îmân mertebesinde kişiler suskun suküt halınde, Rahmaniyet mertebesi itibarıyle rububiyyet mertebesinin hali anlatılmaktadır. Yani esmâ mertebesinde yaşayanların hali anlatılmaktadır.

İşte “Ellezîne yü’minune bilgaybi ve yukîmunes--selâte ve mimmâ razeknâhüm yünfikun” 2/3 diye anlatılmaktadır.

Burada da anlatılmakta ancak bakın, îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman sevgili kılar. Bu nereden! rahmâniyet mertebesinden anlatılmaktadır. Rahmân kendine bunları sevgili kılar. Diğerinde Rahmâniyet mertebesi rububiyyet mertebesindeki hâli anlatıyor. Burada ise rahmân kendi mertebesini kendi halini anlatıyor.

MuHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahmân sevgili kılar. Yani kendine muhabbetli kılar. Bu mertebede bir âyet-i kerîme daha var. Bir çok âyet-i kerîme daha vardır. ”Rahmânın öyle kulları vardır ki gelen giden yolda ona sataşırlar, yani onları hafife alırlar, dışarıları ile fazla ilgilenmediği için bu kendi halinde şudur budur gibi hafife alırlar. İç bünyelerindeki hakikati bilmeyenler, ve onlar da geçerlerken yoldan size selâm derler gelir geçerler. Ama onlar bağırırlar alay ederler bağırırlar çağırırlar arkasından koşarlar. Ama o sadece size selâm der âyet-i kerîme de ve geçer demekteler.

Ne kadar açık, “Rahmânın öyle kulları vardır ki yoldan geçerken giderken onlara sataşırlar takaza ederler, o sadece size selâm der.” (25/63) Çünkü biliyor onların bir zavallılık içersinde olduklarını ve hiç bir zaman onlara Allah sizi kahretsin, Allah sizi yok etsin diye bedduada bulunmaz. Selâm der. Yani Allah sizi selâmete çıkarsın diye ne güzel bir şekilde onlara öyle cevap verir.

Şimdi bakın muhakkakki îmân edip, buradaki” îmân” demin bahsetmeye çalıştığımız gibi yani kişinin kendi bâtınını idrak ederek âlemin bâtınına îmân etmesidir. Şimdi birinci yol sadece Allaha îmân hangi îmân hayalde olan Allaha îmân ama bu giriş kapısı bu olmadan olmuyor. İkinci kata çıktığı zaman bâtına da îmân var. Zahire îmân olduğu gibi bâtına da îmân “yü’minune bil gaybi” gaybada îmân ederler kendi gaybları ile

Bakın şimdi îmân mertebe olarak yükseliyor. Burada muhakkak ki îmân edip… öteki mertebelerle bu mertebe arasında îmân bakımından fark var mı? Tabi ki var. Ama bütün bu îmân mertebelerini topladığımız zaman zannediyoruzki af’al

75

mertebesindeki îmân. Değil, eğer öyle olsa idi arkasından gelen âyetler bu tarzda olmaz ifadeleri değişmezdi.

İşte buradaki îmânın hakikati rahmân suresinde bildirilen “Errahman allemel kurân halekal insân allemehül beyân” (55/1-2-3-) hükmü içerisinde olan ma’nâları anlayarak îmân etmek vardır. Bu daha yukarılarda bir îmân olmaktadır. İşte, bu îmânın şartı sâlih ameldir. Onlar sâlih amel işlerler. ”Ve amilüssâlihâti” Sâlih amelleri yaparlar.

İşte bu amelleri yaptıktan sonra “Seyec’alû lehü--mürrahmânü vüddê” Buradaki aslında yakında umulur ki Allah onları muhabbet ehli edecektir. Âyet-i kerîmeyi böyle çevirmemişler. Burada yakında ma’nâ sına olması gerekiyor. Yakında kılacaktır. ”Vüdde” Muhabbetli kılacaktır.

Bu mertebedeki îmânın başlangıcı, rahmânın sevgisine ulaşmaya ümitvar olmak ve onun yolunu açmaktadır. Bu mertebenin kemali de rahmanın sevgisine ulaşmış olmaktır. Vüdden- Vedüd, ismi cihetiyle.

Şimdi sâlih amel dendiği zaman ne anlayacağız. Zâhir fiziki ma’nâ da amel, iyi işler yapmak. Namaz kılmak oruç tutmak abdest almak yolda giderken birisine yardım etmek yaşlıya insanlara yardım etmek, olabildiğince faydalı yaşamak. Kendi yaşantısını da düzenleyerek örnek olmaya çalışmak bunlar ameli sâlih diye belirtiliyor.

Ameli sâlihin tevhidi ma’nâ daki terkibi vardır, zaman zaman söylüyoruz. Ne idi ameli sâlih? Gerçek ma’nâ da “ameli sâlih ma’nâ sı Hakk’tan tatbiki kuldan” olan ameldir.

Ma’nâ sı Hakk’tan ne demek? Hakkın kuluna yaptığı tavsiyeler. Ey kulum şöyle şöyle yap, şöyle şöyle yap dediği ki bu ma’nâ sı programı Hakk’tan tatbiki kuldan olan fiil ameli sâlih olmaktadır.

Peki tersi nasıl olmaktadır? Kurgusu düşüncesi fiili tatbikatı da kuldan nefs’ten, olanlar da, gayri sâlih amellerdir. Yani sâlih olmayan amellerdir. Yani insanın zararına olan fiiller nefsi emmarenin kendi menfaati için kurguladığı ameller gayri sâlih olmaktadır. Salâh üzere yani düzgünlük üzere değildir.

Ve bu sâlihlik Cenâb-ı Hakk’ın Kurân-ı Kerîmde belirtmiş olduğu 4 mertebenin en son mertebesidir. ”Cenâb-ı Allahın seçmiş olduğu kimseler vardır. Onlar ki peygamberlerdir, sıddıklardır şehidlerdir sâlihlerdir” (4/69) demek suretiyle

76

Cenâb-ı Hakk’ın seçilmiş, seçkin kullarını dört mertebeden ifade etmektedir. Bunun üzerinde daha çok durulur ama bu kadarla bırakalım.

Kısaca anlayabildik mi, ameli sâlih kelimesi kitapları-mız da geldiği zaman bizim bilincimizde ( kitapta bunu yazmaz ) okuyun hiç bir kitapta bu ibareyi bulamazsınız. Peki buraya nereden gelindi nasıl ulaşıldı denirse, Peygamber efendimizin mubarek lisanlarından çıkan üç türlü üç bölüm cümleler var. Birisi Kurân, birisi Hadîs-i Kutsî, bir bölümü de Hadis... .

Peki bunların hepsi peygamber efendimizin mubarek lisanından çıktığı halde, niye hepsine Kurân denmemiş ne farkı var ki, aynı dilden aynı kelâmdan aynı gönülden çıkıyor. Ve ya kutsî hadis denmemiş, ve ya hadislerin hepsine kutsi hadis denmemiş te hadîs-i şerif, şerefli hadis diye ayrılmış? Neleri itibarıyla manaları itibarıyladır.

Fiili hepsi efendimizin lisanından çıkmakta gibi görünüyorsada, manaları ve zuhurları yönünden değişik olduğundan değişik isimler almaktadır. Bakın gözümüzün önünde olan hadiselerin ne kadar bâtınlarında hakikatlerinde özlerinin ne kadar derin ve güzel hoş ma’nâlar olduğunu böylece anlamaya çalışıyoruz.

Kurân dendiği zaman “ma’nâ sıda lâfzıda Allahtan” olan sesi Muhammed ten olan, lafzı da ma’nâ sıda Allahtan işte bu Kurân olandır. Zat hükümleridir.

Hadîs-i kutsi ye gelince, “ma’nâ sı Hakk’tan lâfzı peygamberden” ve ayrıca seside peygamberden olandır. Kurân, lafzıda ma’nâ sıda Allahtan, hadîs-i kutsi , ma’nâ sı Allahtan lâfzı peygamberden, hadîs-i şerifler ise, “lafzıda ma’nâ sıda peygamberden” ve seside peygamberdendir.

Bakınız şimdi üçününde sesi peygamberden, lisanı mubarek ağızlerından çıkıyor. Ses olarak hepsi onun ama Kurânın ma’nâ sıda lâfzı kelâmı da yani âyet-in ifadeleri bunların ikisi de Allahtan olmakta onun için Kurân zat kitabı deniyor diğerlerinden müstesna ayrılıyor.

Kutsî mukaddes olan sözleri ise efendimizin, kutsi yani yarı Kurân ma’nâ sına onlarda, neden öyle? Ma’nâ sı Hakk’tan olduğu için. Bakın hadîs-i kutsiler incelenecek olursa, hadîs-i şeriflerle çok büyük farklılıkları vardır. Hadîs-i şerifler fiziki ma’nâ da af’al âlemini bildirirler. Namaz oruç hac zekât nasıl yapılıp edilecek bunların hükümleri nelerdir fiili ma’nâ da onları belirtirler, ama kutsî

77

hadisler Allahın zatından bahsederler. Çok geniş bir sahadan bahsederler. Mesela “levlâke levlâk lemâ halektül eflâk” Eğer sen olmasaydın, olmasaydın (2 defa) âlemleri halk etmezdim. Bakın bu sözün cümlenin bir beşer lisanından söylenmesi mümkün değildir. Kurân değil lâfzı peygamberden, hadîs-i şerif değil ma’nâ sı Hakk’tan. İşte bakın hadîs-i kutsi, kutsi mukaddes hadis ma’nâ sında.

Ve hadîs-i şeriflerde, kurgusu da ma’nâsı da düzenlenmesi de peygamber efendimizden ve onun tavsiyeleridir. Namazı böyle kılın, orucu böyle tutun zekâtınızı şöyle verin gibi, gerçi onları da ilhamı İlâhi olarak söylemekte, ama günlük yaşantı üzerinde bazı sorular sorulmakta peygamber efendimize o da tavsiye ediyor, şöyle şöyle yapın diyor. Ma’nâsı da peygambe-rimizden lâfzı da peygamberimizden kelâmı da peygamberimizden. Bunlarda müşterek olan üçününde sesinin Peygamber Efendimizden olmasıdır.

Gerçi Kurân, lâfzı da ma’nâ sı da Hakk’tan alanın sesi de Hakk’ tan ama görüntüde Hz Rasulüllah olduğundan, birliktelik teşkil ettiği nokta olarak, her mertebede sesin peygamberimizden olmasıdır.

Eğer peygamber efendimizi ortadan çıkarmış olursak mertebe-i Muhammediyeyi ıska geçmiş oluruz. Yanlış kelâm olmasın Hakk’ını vermemiş oluruz. Hakikati Muhammediyeye mertebesi başlı başına bir mertebedir.

Ve bunu teyit etmek için ilgisi olmadığı halde yeri gelmişken belirtmeye çalışalım. Cenâb-ı Hakk Mekkede dileseydi ona bir yer veremezmiydi? Ve bazı kimseler hayret edilcek bir şey Kabe-i Muazzamayı Hz Peygamberin kabri zan edip hacca öyle gidiyorlarmış.

Zaman zaman duyuyoruz peygamber orada yatmıyor mu ? Diyor.

Şimdi bu ne tür bir şuur altı Hz peygambere Mekkede bir yer verilezmiydi niye çıkarıldı dışarıya, üç beş tane ( af edersiniz) çapulcumu çıkarttı onu, nasıl çıkarttılar? Mâdem ki Allahın habibi bütün âlemleri kendisi için halk ettiğine göre ona Mekkede 2 metre bir yer bulamadılar mı gibi soru insanın aklına gelebilir.

Bulamadılar yapılamadı edilemedi değil. onların hepsi birer örtü birer perdedir. Eğer aleyhisselatü vesselâm efendimiz Mekkede

78

kalıpta kabri mubarekleri orda kalsa idi ikinci derede ziyeret yeri olacak idi.

Kâbenin yakınlarında bir yerlere defnedilecek idi. Ama ikinci derecede olacaktı. Cenâb-ı Hakk rasûlünün ikinci derecede olmasını değil birinci derecede olmasını ister.

Bu oluşum Mekkede olamayacağına göre çünkü orada Kâbe-i Muazzama var birinci derecede O dur. O zaman Medine-i Münevvereyi saltanatlık yeri (padişahlık saltanatı anlaşılmasın) olarak verdi. Hakikati İlâhiyye’nin orada tek olarak zuhurunun ispatı için yani oluşumunu ortaya çıkarmak içindi.

Yani efendimize Medine-i Münevvereyi oradaki ensarın daveti ile oraya gidilse de o da ayrı bir ilim yani bir seyri göstermektedir, ama aslında Cenâb-ı Hakk rasûlüllaha bir sancak vermeyi, müstakil bir beldede hakikati muhammedi bayrağını istiklâl olarak vermeyi diledi onun için Medineye gidildi. Yoksa birilerinin bir kaç kişinin baskısı ile değil.

Eğer öyle olmasa idi Mekkeyi fethettikleri zaman Hz peygamber gelir Mekkede otururdu. Kim ne diyebilirdi ki ? Diyemez di.

Medineliler söylediler Mekke fethedilirken, sen bizi bırakırsın ya rasulellah dediler. O da, yok bırakmam diye söz vermişti baştan. O da işin bir başka vechesi olmaktadır. Bununla devam edelim kısaca,

Hz Ali efendimize Medinede iki metre bir yer bulunamazmıydı! Üç tane halife orada O garip gitti Irak Necef’te kabri var, şimdi biraz düşünelim, Medinede kalamazmıy dı kim ne diyebilirdi ki. Hz Ebubekir, Hz Ömer, Hz Osman orada. Hz Ebubekir ve Ömer hatta peygamber efendimizin yanında orada boş yer olduğu söyleniyor ki zaten orası Fatma validemizin odası olmakta Fatma validemizin odası Hz Ali nin evi olmakta kabri şerif onun evi onun olduğu yerde Ayşe validenin evi ama aynı mücavir alan birbirlerine bitişik odalar olduğu için fatma validenin evi sayılır. Hem de kayın pederi, hem de amcası; öyle olduğu halde gitti Necef’te kabri oldu. Onun kabri her sabah büyük cümbüşle davul zurna ile ilan edilerek açılıyor. Sabah ezan okunduğu zaman kapıları var geniş bir arazi içinde merasimlerle açılıyor kapılar.

Şimdi bu üç mertebenin kendine ait istiklâliyeti vardır. Bu istiklâliyet olduğu için Cenâb-ı Hakk onları ayrı yerlere kabri şeriflerini iskan etti. Eğer onlar üçü bir arada olsa idi birbirinin

79

altında gölgesinde kalacaklardı. O zaman da ma’nâ itibarıyle muhtariyetleri olmayacaktı.

Mekke-i Mükerremede Cenâb-ı Hakk’ın İlâhi saltanatı var. Orada “Lâ ilâhe illâllah” sancağı var. Medine-i Münevverede “Muhammedürrasulullah” sancağı var. Eğer Mekke-i Mükerremede değil de Medine-i Münevverede Hz peygamberin kabri şerfileri olmuş olsa idi bu sancak oraya asılamazdı. asılsada yarım kalırdı. Yarıya kadar çekilir yukarıya kadar çıkamazdı. Orada kelime-i tevhid bayrağının üzerine çıkacak bir bayrak yoktur.

Gerçi bazı levhalarda Lailahe illâllah muhammedün-rasülullah birlikte yazılmakta ama peygamber efendimizin saltanatını küçültmemekte aksine büyültmektedir. Hani Mecnun bir gün çakıyı almış eline çıkmış ormana gençler sevdiklerinin isimlerini yazı olarak bir yerlere yazarlar ya, o da her yere Leylâ, Leylâ, leylâ diye yazıyormuş. Biriside farkedip görmüş. Yanına gelip soruyor ne yapıyorsun deyince, Mecnun sevgilimin ismini kazıyo-rum. Eee kendi ismini niye yazmıyorsun ? deyince!

Mecnun; Leylâ yı okuyan arkadan kendisi Mecnun’ u getirir yazmama gerek yok diyor. Yani o kadar birleşmiş ki bu isimler Leylâ dendiği zaman Mecnun ona bağlı olarak arkadan gelecektir.

İşte nerede Lâ ilâhe illâllah görür isek, Muhammedün-rasülullah oradadır ve hemen söyleriz. Yazılmasına bile gerek yoktur.

Şimdi bu işin bu tarafı böyle, diğer yönden ise, Cenâb-ı Hakk Medine-i Münevvereyi peygamberimize saltanat için müstakil bir vatan olarak verdi. Eğer kabri Mekkede kalmış olsa idi o bayrak oraya çekilemezdi. Cenâb-ı Hakk’ın habibine verdiği ne kadar yüce bir değeri vardır.

Yoksa bir kaç kişi geldi baskı yaptı korkuttu şunu bunu yaptı gibi değil. . Tabi onun da seyrü süluk yolunda olanlara büyük hikmetleri vardır. Ama asli ma’nâ da ki hikmet buraya dayanıyor.

Hz Ali efendimizin de Medinede kabrinin olması, ”Aliyyün Veliyyullah” bayrağı oraya çekilemezdi. Neden? Çünkü Peygamber efendimizin bayrağı var orada. Muhammedürrasulullah bayrağı var çünkü orada. Hiç bir Muhammedi müntesibi bayrağını onun üstüne çekmez çekemez. Ve onun olduğu yere zâten bayrak asmaz. Onun olduğu yerde bayrak asılır mı? Aaa o bayrak verirse elinde tutarsın ki onun da vereceği bayrak bir bölük bayrağıdır.

80

Ama Hz Ali efendimizin bayrağı “Aliyyün Veliyyullah” bayrağı da küçümsenecek bir bayrak değildir o velilerin önderidir. Peygamberimiz bütün peygamberlerin önderi, Hz Ali efendimiz ise, bütün velilerin önderidir. Bazı kimseler günümüzde gelip biz zamanın velâyet kemalâtındayız diyorlar. Allah Allah, tüm velilerden üstün bir kemalâta sahib olduğunu iddia ediyorlar. Bakın hayal din içinde neler yaptırıyor. Hani nefsi emmâre onların konturollarını da eline almış öyle konuşturuyor. Allah ıslah etsin hepimizi...

Özet yorum: Sıfat hakikat mertebesini ifade eden bu âyet-i kerîmeyi inceleye çalışalım.

“İnnellezîne âmenû” O kimseler ki îmân ettiler. Peki nasıl? Hakikat ilmi ile îmân ederler. Orası hakikat mertebesi sıfat hakikat mertebesinin îmânı yani belirli çalışma belirli yaşantılardan belirli aşamalardan sonra belirli bir yere geldiler. İşin hakikatini anladılar. Îmânları kendi gayblarına olan anlayışları ile gayba îmân ettiler. Burda da kendi hakikatlerinde bulunan Allaha îmân ettiler. Diğerinde gayblarıyla îmân ettiler derken burada Allahın hakikatine îmân ettiler. Gayb ve şehadeti bireleştirerek irfaniyet yolunda da epey yol katederek rahmaniyet hakikati yolculuğunu anlayarak hakikat ilmiyle îmân edenlerdir.

“Ve amilussâlihâti” Sâlih amelin kısa ifadesi şudur. Demin de dediğimiz gibi buraya da yazılmış. “Ma’nâ sı Hakk’tan fiili kuldan olan ameldir” diyebiliriz.

Sâlik, seyru sülûk yolun da nefsini temizleyerek Hakk’tan gelen ma’nâları idrak ederek beşeri sıfatlarından soyunarak İlâhi sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar. Bu hal ona îmân yolunda çok şey kazandırır.

Kendindeki beşeriyetinin gitmesi ve yerine hakikatinin gelmesi ile, görüşüde değişir hayatı da değişir anlayışıda değişir. Bütün bunlar değişince îmânı da değişir.

“Se yecalü lehümürrahmânü vüdden” Böylece çalışmalarını sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman kendine sevgili kılar. Bakınız ne kadar mühim bir meseledir, rahmânın sevgisine muhatab olamak yahut onu kazanmak, herhalde bu âlemde küçümsenecek bir şey olmasa gerektir

Efendim bunlar olur mu olmaz mı? Olur olmayacak şey Kurâna yazılmaz. Bakın “ Seyecalü lehümürrahmanü vüdden” Yakında rahman onları kendisine sevgili-vedûd-vedad kılacaktır.

81

Böylece çalışmalarını sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman sevgili kılar. Bu yaşantı aynel yakîn mertebesi hali sıfat mertebesinin îmânıdır diyerek burada bırakalım sonra da zat mertebesinin îmânının yolu açılmış olacaktır.

Cenâb-ı Hakk cümlemize hayırlar idrakler güzel anlayışlar versin. Gerçekten hayali îmân ehli değil, îmânın en kemali olan îkân hakikatine bizleri ulaştırsın inşallah. Devamında bu mevzuun devamında oraya da geleceğiz inşallah. Cenâb-ı Hakk bütün bunları bizlere kolaylaştırıp yollarını da âsân eylesin bu seyru sülûk yolunda yolumuza devam edelim inşallah. .

Salli ve sellim ve barik ala eşrefi nuri cemiyıl enbiyai vel mürselîn velhamdülillahirabbil âlemîn. Cümle geçmişlerimizn ruhları için Allah rızası için bi hürmeti sırrı suretil fâtihati meassalevât.

Sohbet (7)Euzübillâhimineşşeytânirraciym

BismillâhirrahmânirrahıymBugün 24 -05 2008 . cumartesi günü. İzmir hatay’da Hatice

annemizin evindeyiz. Allah evvela ona sonra hepimize sağlık sıhhat ve hoşluklar versin inşallah... . amin

Ve uzun seneler kendilerini ziyaret edelim birlikte güzel güzel sohbetler yapalım inşallah. . Evet devam edelim sohbetleimizden birisi de biliyorsunuz îmân bahsi idi. Mesnevi yi şeriften küçük bir bölüm alarak o sahaya girip yolumuza devam etmiştik. Ve bunun neticesinde de vahiy ve cebrâîl isimli kitabımızdan îmân bölümüne geçmiştik.

Tevhidi af’al yani şeriat mertebesi îmânı, Tevhidi esmâ tarikat mertebesi îmân bölümlerini gördükten sonra bu günde üçüncü mertebe sıfat mertebesi yani hakikat mertebesi îmânını anlamaya çalışalım.

Gerçi orasınıda geçen sefer görmüştük ama, bağlantı olsun diye özetle geçelim. Sonrada zat marifet mertebesi îmânına geçelim.

Sıfat mertebsi itibarıyle, meryem suresi 19/96 âyet-inde “muHakkak ki îmân edip sâlih amel işleyenleri rahman sevgili kılar.” Diğer birinci mertebede kişiler îmânlarının hakikatlerini kendileri talep ediyorlarken, diğer tarikat esmâ mertebesi

82

düzeyinde olan îmân hallerini Cenâb-ı Hakk kendisi vasfetmekte idi.

Yani iki mertebe arasındaki büyük fark budur. Birincisinde kişiler îmân talep etmekteler ve bir mertebe yukarıdakilere itaat etme işinde iken “meal ebrar-bêr” ebrar mertebelerinde olanlarla öldür diye talep ederlerken, ikinci mertebede olanların halini Cenâb-ı Hakk anlatmakta idi. Nasıldı “yü’minûne bilgaybi” onlar gayba îmân ederler “ ve yukıymunessalete” ve namazlarını dosdoğru kılarlar.

Bakın bu mertebe ile birinci mertebenin farkı birinde kişiler, talep etmekteler, burada Cenâb-ı Hakk onları anlatmaktadır. O mertebenin hâlini kişilerinin hâlini anlatmaktadır.

Bu mertebe biraz daha yukarıya doğru çıkarak yine burada da onları rahman anlatmaktadır. İkinci mertebeyi rahman rububiyyet mertebesinden anlatmak burada ise rahman kendi mertebesinden rahmaniyyetini anlatmaktadır.

Naıl bakın “Ellezîne, o kimseler ki, âmenû îmân ettiler ve amilussâlihâti sâlih amel işlediler. İşte çok yakın bir gelecekte Seyec’alü kılacaktır, lehümürrahmanü vüdden rahman onları kendine dost sevgili muhabbetli kılacaktır” demek suretiyle bu sıfat mertebesinin îmânının hakikatini gösteriyor.

Kısaca okuyup geçelim. Sıfat hakikat mertebesinin bu îmânını incelemeye çalışalım. ”İnnellezîne âmenû” o kimseler ki hakikat ilmi ile îmân ederler. Her mertebe yükseldiğinde idrakleri de yükseldiğinden birinci derece ile îmânı kelime olarak aynı ikinci mertebede de îmânın îmân olarak yazılışı aynı, üçüncü mertebede de yazılış olarak îmân aynıdır.

Ancak hepsinin anlayış idrak ve mertebeleri başka, kelime müşterek ama, kelimenin mertebeleri başkadır. Meselâ bir çocuğa doktor dediğimiz zaman doktor aynı şekilde yazılır. Bir gence doktor dediğimiz zaman o çocuk doktoru başka anlar genç başka anlar. Ama hastanın ta kendisi doktorla yakın ilşkisi olan kişinin doktor kelimesinden anlaması daha başkadır.

Hepsi doktor kelimesi ile yazılmakta, ama farklı anlamlarda olmaktadır, işte îmân kelimesi de hangi mertebede olursa olsun îmân diye belirtilmekte ancak onun devamı önde ve sonda olan kelimelerle o îmân mertebesinin hangi mertebe olduğu anlaşılmak-tadır.

83

“İnnellezîne âmenû” o kimseler ki, hakikat ilmi ile îmân ederler. Yani îmân bakış sahaları değişiktir. ”Ve amilussâlihâti” sâlih amel işlerler. Sâlih amelin kısa ifadesi şudur. “Ma’nâ sı Hakk’tan fiili tatbikatı kuldan” olan ameldir.

Bunun dışında olan ameller fiiller, ma’nâ sıda beşerden nefis-ten, fiilide nefisten olduğu için gayri sâlih amel denmektedir.

Salik, seyrü sülûk yolunda nefsini temizleye, temizleye Hakk’tan gelen ma’nâları idrak ederek kerih sıfatlarından temizlen-erek İlâhi sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar.

Yani üzerimizde Cenâb-ı Hakk’ın belirgin olarak ve her birerlerimizde mutlak var olan, olmazsa olmaz sıfatı subutiyyesi vardır. Nedir onlar?. “Hayat, İlim, irade, kudret, kelâm, semi, basar.” Biz bunları evvela kendi beşeriyetimiz yönünden kullanmaktayız. Yani beşerce nefs olarak kullanmaktayız.

İşte belirli sohbetlerden belirli zikirler riyazatlardan aşamalardan sonra, bakıyoruz ki bu sıfatlar bize ait değilmiş. Hakkın sıfatları imiş. O halde bakın Hakk’tan gelen ilhamları idrak ederek, beşeri sıfatlarından soyunarak İlâhi sıfatlarla tahakkuk etmeye başlar. Bu hal ona îmân İdrak ve anlayış yolunda çok şey kazandırır. .

Eğer hayatımızın bize ait bir hayat olmadığını, Cenâb-ı Hakk’ın gerçek ma’nâ da hay isminin üzerimizdeki tasarrufu olduğunu düşündüğümüzde, daha evvelce hayat benim hayatımdır iddiasında bulunulduğu gibi ki yanlış bir iddiadır, yani kendimize mâl ettiğimiz o hay sıfatını Hakk’ın olduğunu anladığımız zaman sıfat mertebesinin îmânı bizde ortaya çıkmış olmaktadır.

Yani hayat ilim irade yani yapmış olduğumuz bu tasarruflar ki hayatımız bunlarla kâimdir bunlar olmayınca hiç bir şey olmuyor. Diğer esmâi İlâhiyyede bunlara bağlı olarak çalışıyor. Hayat olmaz ise başka bir şeyin olması mümkün değildir. İlim olmazsa hayatın düzenlenmesi mümkün değildir, İrade olmasa bunların faaliyeti tahakkuku mümkün değil, Kudret olmazsa bunların zuhura çıkışı mümkün değildir.

İşte bu gibi sıfatların Hakk’ın sıfatları olduğunu ve bizde o şekilde tahakkuk etmeye başladığı zaman îmân yolunda bize çok şey kazandırır. Yani sıfat mertebesindeki îmânımız Hakk’ında çok şey kazandırır. Olgunlaşmış olur.

84

Böylece “Seyec’alürrahmanü’ vüdden, böylece çalışmalarını sürdürerek rahmani hakikatlere ulaşanları rahman sevgili kılar. Nasıl olmasın ki kul, hayat Hakk’ın rahmanın, ruhaniyetinin, nefesi rahmanisinin, zuhuru olduğunu anladığında, ve ilminin Hakk’ın rahmanın ilmi olduğunu anladığında ve kudretinin kuvvetinin görüşünün kelâmının hepsinin Hakk’ın olduğunu anladığında kul, o mahalli rahmân sevmezde ne yapar.

Neden sever? Daha evvelce o zuhurları o esmâi İlâhiyyeleri kendi malı olarak kullanıyor iken, o anlayışta iken, sonra bakıyor görüyor ki, aa bunlar benim değilmiş Rahmanınmış rahmanın vekâleti ile bunları kullanıyorum dediğinde, ve malı sahibine ilettiğinde, o zaman sahibide ona güzellikle, ve huzurla bunları kullanma yetkisini vermektedir. Yetkisini vermesi onu sevmesidir.

Anlaşılıyor mu rahmanın kulu sevmesi yani sıfatlarının o mahalden zuhur etmesi rahmanın hoşuna gitmektedir. Çünkü daha evvel benim malım dediği kullandığı, ve rahmaniyete ilgi duymadığı, bağlamadığı, yani kendine mâl ettiği, rahmânın kuvvetlerini, bu sefer idrak edip ya rabbi, ya rahman, bunlar seninmiş sana iade ediyorum, senin vekâletin olarak kullanıyorum, ama sahibi sensin dediği zaman, bu tabiki babaların çocuklarından memnun olması gibi oluyor.

Şimdi diyelim ki bir babanın beş tane çocuğu var. Beş tanede fabrikası var. Çocuklar bu fabrikaları almışlar müdür olmuşlar. Kendileri üretmiş değiller fabrikalar bizim anlayışındalar. Ve kendilerine mâl etmişler kullanıyorlar ve düşünmüyorlar bu mal nereden kimin diye. Hazıra konmuşlar rahatlarına gidiyor. Ayrıca onu nefsani yolda kullanıyorlar. Yemede içmekte gezmekte gibi. .

Ama sonradan birisi diyor ki evlâdım sen bunu sorumsuzca kullanıyorsun ama, bu babanın malıdır. Babandan geçmedir. O da diyor ki, haa öylemi ; iyiki söyledin bak ben bunun farkında değildim, dediğinde ve babasına döndüğünde, baba bu mal seninmiş al diye iade ettiğinde, o babada memnun oluyor. Bakıyor ki ard niyetli değil, ona hadi oğlum sen artk bunu kullan diyerek bu baba çocuktan böylece memnun oluyor. ”Vüdden sevgili muhabbetli oluyor”

Ama diğer çocukları bunu yapmadığından, onlar babalarına sevgili muhabbetli olamıyor. Bakın arada ne kadar büyük fark var. Basit bir misalle bir sahne olsun diye bunu söyledim.

85

Ayrıca burada bir başka hadise daha var. Bir bakıma radıye-merdıyye mertebesi burada vardır. aslında biz radıye-merdıyye mertebesini bir yönü ile anlamaya çalışmaktayız. Ama bir başka mertebe, aynel yakîn Hakkal yakîn mertebelerideki hükmü değişmektedir.

Şimdi bir esmâi İlâhiyye bir varlıktan zuhura çıktığında, ama bilinçli olarak zuhura çıktığında, o kişi esmâi İlâhiyyeyi zuhura çıkararak Hakk’ını vermek suretiyle, faaliyete geçirdiğinde dengeli olarak faaliyete geçirdiğinde, o esmâ ondan razı olmuş oluyor. Esmâ o varlıktan razı olmuş oluyor.

Yani diyelim, herhangi bir kuldan, zuhur mahallinden bir nuriyet esmâsı zuhura çıktı ve ya, hay esmâsı bir tarafa faydalı olacak şekilde zuhura çıktı. İşte o çıkıp yerini bulup karşı tarafta faaliyete geçtiği zaman o hay esmâsı, daha evvelce batında hükümsüz iken, sadece proje halinde iken, o kişiden zuhura çıkmasıyla hayat bulduğundan, o esmâ o kişiden razı oluyor. Şimdi biz burada ilmi olarak bunu yapıyoruz, âhirette onlar fiili olarak ortaya çıkacaklardır. Bütün ma’nâlar suretlenmiş olarak karşımıza çıkacaklardır.

Eğer yaptığımız fiiller artı fiiller ise, güzel suretler olarak ağaçlar, meyveler, evler, binalar, çiçekler, olarak karşımıza çıkacak eğer yaptığımız fiiller eksi ise, korkunç suretler olarak karşımıza çıkacaklar. Korktuğumuz zaman onlar kişiye, korkma niye korku-yorsun, ben senin fiilinim, amelinim diyecekler, tabi onun geriye döndürülmesi mümkün değildir. . Allah etmesin...

Şimdi kişiye gelmeden, esmâ radiye-razı olmuş oluyor. O kişi o esmâyı zuhura çıkardığı için kişide râzı olunmuş oluyor. Hani râdıye merdıyye nefs mertebeleri var ya, ordan geçerken oradaki mertebenin anlayışı yani Cenâb-ı Hakk’ın o kişiye vermiş olduğu, zor hallere razı olmak o mertebenin halidir.

Başımıza hastalık geldi, ya rabbi razıyım senden ne yapalım bunu sen verdin bunda rahmet vardır, diye artı düşüncelerle olduğunda, o zaman Cenâb-ı Hakk o kulundan imtihanları böyle güzellikle karşıladı diye râzı olmaktadır.

Şimdi bütün peygamberlere velilere bunlar veriliyor verilir. Neden, dayanma güçleri diğerlerinde de zuhura gelsin diye. Eğer peygamberlere bir musibet verilmemiş olsa, o zaman örnek kim olacak, halka verilen bu zorlamaların karşısında örnek nasıl olacak. Evvelâ bir baba yapacak ki çocuğuna örnek olsun her yönden iyilik

86

yönünde de diğer yönlerde de, ya da baba yapmayacak ki çocuk ta yapmasın, çünkü yapmak ta bir fiil yapmamak ta bir fiildir. Yapmadığı halde işlenmeyen bir fiildir. Eksi fiili işlemektense işlememek daha zordur. O halde o da fiildir. Ama ortada görünen bir fiziki hâli olmaz.

Diyelim ki, bir yerde bir kişiye yardım edilecek, merhamet rahmet edilecek, o kişi gitti oraya bilinçli olarak gitti, ve ben Hakk’ın rahman esmâsını yahut cemal esmâsını cemali isimlerinden birisini meselâ reşid ismini ortaya çıkaracağım, yani her mertebeden değil o mertebenin rüşdü. Bir yerden bir kişiye yardım ederken reşit hükmü o mertebedeki rüşd yani değişmiş halini anlatması, ve onun anlatmaya başlaması ile birlikte karşı tarafın fayda sağlaması, reşid isminin o kişiden o fiilden râzı olmasıdır.

O kişide onu zuhura getirdiğinden, merzi yani kendisinden râzı olunmuş olmaktadır. Bu esmâ mertebesindeki isimler mertebesindeki rızalık olmakta aynel yakîn mertebesinde de diyebiliriz.

İlmel yakîn olanı birinci mertebede olan yani Cenâb-ı Hakk’ın kendisine vermiş olduğu zorlamaları huzurla karşılayarak isyan etmeden karşılamasıdır. Bu af’al mertebesi râzıye merdiyye ilmel yakîn halidir.

Bu anlattığım esmâi ilâhiyyedeki râzıye merdiyye aynel yakîn mertebesinde bir de onun Hakkal yakîn halide vardır. O daha ileride bakarız inşallah.

İşte böylece bakın rahmâni hakikatlere ulaşanları rahman sevgili kılar. Neden? Çünkü rahmanın zuhurlarını orada gördüğünden “hayat, ilim, irade, kudret, kelâm, semi, basar,” bu sıfatların rahmânın sıfatları olduğunu bilen kimse olduğu için, ve o şekilde kullanan kimse ve bunları sahibine verip, kendisinin vekâleten kullandığını bilmesi bu anlayış ve idrak yüzünden rahmân ona muhabbet eder.

Diğerleride onun fiillerini isimlerini kullanırlar rahmândan haberleri olmadıklarndan onu arka plâna attıklarından rahmân onlardan razı olmaz. Olunmayan şey de sevilmez.

Anlaşılıyormu bakın “Seyecalü lehümürrahmanü vüdden” Yakında rahman onları sevgili kılar. ”seyecalü” demesinden kastı nedir? Bu mertebeye gelen kişileri rahman bir müddet kontrol eder. Hemen olacak demiyor. Yakında olacak yani tatbikatını görecek

87

gördükten sonra bu mertebeye geldiğini tasdik etmiş olacak ve orada onu sevgili kılacaktır, bu da az bir mertebe değildir. Şimdi şöylece okuyup geçiyoruz ya muhteşem bir şey, ifadesi beşer lisanıyla anlatılacak bir hususiyet değil.

Dördüncü îmân mertebesi: Zat Marifet Mertebesi İmanı:Bu da Bakara suresi 2 /285 âyet-indende.Bismillâhirrahmânirrahîm. “Âmenerrasûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihi vel

mü’minûn küllün âmene billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulih” diye devam eden âyet-i kerîme zat mertebesi îmânını diğerlerinden farklı yönüyle, bize bildirmektedir.

Özetle meal olarak ne deniyor bakalım. “ O elçi rabbinden kendisine indirilene inandı. Müminlerde inandılar. Allaha meleklerine ve kitaplarına ve elçilerine inandılar. ila ahir... devam ediyor âyet. .

Amenerrasülü, bunu bilmeyen bir müslüman olmasa gerek. Camiye gidenlere de namazdan evvel sonra hep okunur. Evlerde de en çok okuduğunuz dualardan birisidir bu. Ve onun Hakk’ında mümkün olsada başlı başına sohbet mevzuu olsa, devam eden âyetlerinde . .

“lâ yükellifullahe nefsen illâ vüsahê lehê mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet” ne kadar muhteşem ifadeler.

Cenâb-ı Hakk gücünden fazlasını kimseye yüklemez. ”Lâ yükellifu” teklif etmez “İllâ” eder ama şartlı eder, nasıl? “Vüs’ahê” Kendi gücünün çekeceği kadarını teklif eder o kadarını verir. Bu kadar açık olan âyet-i kerîmeyi duyduktan bildikten îmân ettikten ve rabbımızada mutlak ma’nâ da güvendikten sonra, artık bizim başımıza gelenlerin dengeli geldiğini, gücümüzün üstünde rabbımızın bize bir şey yüklemeyeceğini çok iyi idrak etmemiz gerekmektedir.

Eğer yüklemiş ise herhangi bir yük üzerimizde görüyor isek, bunun karşılığı bizde var demektir. Çekme gücümüz var demektir. Ama ağır geldi efendim... . Ee olacaktır neden? Çünkü biz çekme gücümüzü kullanmıyoruz da onun için ağır geliyor.

Diyelim ki yüzde yüz verilen bir gücümüz var. Bunu yüzde elli kullanırsak, yüzde altmış gibi verilen ağırlık bize fazla gelir. Ama bizim yüzde yüz gücümüz var. Yüzde kırk daha çekecek

88

gücümüz de var. Ama biz onu faaliyete geçirmemişsek, bu Hakk’ın bize fazla yüklemesinden değil, Hakk’ın bize verdiği gücü kullanmamamızdandır. İşte bu bana çok ağır geldi çok fazla geldi gibi, ya rabbi hep benimi buluyorsun gibi nefsimiz başlıyor konuşmaya. Tabi böyle konuşmakta kolay, yani ateş düştüğü yeri yakar derler ya oda ayrı bir konudur.

Ancak bunlar bilincimizde olursa hâdiseleri karşılamamız daha kolaylaşıyor. Ve kendimizdeki gücü arttırmaya çalışıyoruz. Dayanma gücünü arttırmaya çalışıyoruz. O zaman tabiki anlayışımızda büyük değişim oluyor hadiseye bakışımızda. Şikâyet etmeyi artık ortadan kaldırıyoruz. Ya rabbi bu senin rahmetindir, lütfundur mutlaka diye öyle bakıyoruz.

Bir gün bu şekilde beni israilden bazı kimseler Musa (a.s.) gelmişler. Ya Mûsâ bizim anlamadığımız bir şey var, bize bunu anlatırmısın? O da kavmine nedir diye soruyor.

Diyorlar ki biz sana inandık, rabbına inandık, bu kadar yollara düştük, bu kadar eziyetler çekiyoruz, başımız dertten kurtulmuyor. Ama falan kişi var, sende tanıyorsun, evlât var çoluk çocuk var mal mülk var sağlık var sıhhat var herşeyi yerli yerinde, bir tek derdi yok. Biz sana îmân ettik rabbına inandık dertten kurtulamıyoruz.

Mûsâ (a.s.) da düşünüyor durun ben rabbıma sorayım diyor. Akşam olunca gece namazını kılınca Ya rabbi böyle, böyle kulların diyor ben cevap veremedim nedir bu diye niyaz ediyor.

Rabbınden cevap geliyor. Ya Mûsâ ben ona öyle bir dert verdimki farkında değil. Ya rabbi diyor nasıl bir dert bu. Hiç bir derdi yok fiziki anlamda evlât çoluk çocuk herşey var yerli yerinde yok yok.

O zaman diyor ki Ya Mûsâ, ben ona öyle bir dert verdim ki o dert “dertsizlik derdidir.” Demek ki dertsizlik dertlerin en büyüğüdür. Neden? Çünkü insan gaflette kalıyor. Şimdi bir kişinin paraya ihtiyacı yoksa, sağlığı yerinde ise, şikâyet-i yoksa, çoluk çocuk işi gücü hepsi yerinde ise o kişi aman demesi mümkün değildir. Allahı hatırlaması da mümkün değildir, ihtiyacı yok o işleri yürütmek için daha çoğu, daha çoğu olsun diye Hakk’tan uzaklaştıkça uzaklaşıyor

İşte bir nimetki Hakktan uzaklaştırıyorsa o nimet değil nikmettir. Yani nimetin karşılığı olan zorluktur. Ama o anda nimet gibi gözükür. ( N. A. söze giriyor, cevaben T.B. Senin hâlin başka,

89

sen nimeti alnının teri ile kazanı-yorsun onların ise dertleri yok, sorumlulukları yok tamamen nefsani ma’nâ da, kazanç üzere yaşam üzere kullanıyorlar, ve rahat ediyorlar.) Gerçi onların rahatı hiç bir zaman mutlak ma’nâ da rahat olmaz.

Bir insanın yatakta yatması hasta olmasa bile o rahatlık değil gaflettir. Ve yatakta yatmanın birçok anlamları vardır. Kişilere göre de değişmekte orda onun yatakta yatması gaflet üzere iptal olmuş olması demektir. Yani gaflet üzere kayıtlanmış olmasını gösterir.

Ama diğer ma’nâ da yatakta yatmak, tevhid yolunda olan kimseler için, yeri geldi onuda söyleyelim. Yatak bir bakıma kişinin teslim olduğu yerdir. Çünkü yatağa yatıyorsun teslim oluyorsun değilmi? Rahmani ma’nâ da bakın tam teslimiyettir. Uykuya dalmak şuurunun dahi teslim edilmesidir.

İşte bir kimse belirli bir yerde yatakta yatıyorken kendini gördüğünde o kişi Hakkta fani olmuş demektir. Ama diğer bir kişi aynı rüyayı gördüğünde nefsinde fani olmuş yani gaflette yok olmuş ve hakikatini bulmasıda mümkün değildir.

Bakın iki kişi aynı rüyayı görüyor. Biri kendisine ebedi hayatı rahmeti gösteriyor. Diğeri de ebedi zülmü gafleti gösteriyor. Nerden oluyor bakın? Kişinin kendi idrak ve anlayışından kaynaklanıyor. Yani bir bakıma neticeyi biz oluşturuyoruz yaptığımız fiillerle. Yani biz hâkim değil biz mahkum olmuş oluyoruz. Evet buda işin bir başka yönü idi. Buraya kadar anlaşıldı herhalde değil mi? Şimdi gelelim zat mertebesi îmânını incelemeye. .

“Amenarrasûlü” Bakın bazılarında “yü’minune bilgaybi “ dedi diğerinde “vüdden” muhabbet ehli olur dedi. Rahman sevgili kılar dedi. Diğerinde de “Münadiyyen yünadîlil” Ya rabbi bizi îmâna davet eden birisini duyduk dedi. Bunları ancak dikkat ettiğimizde ayırmamız mümkün oluyor. Aksi halde ezbere düz okuduğumuzda ne îmânımızın farkındayız Ne de hangi mertebeden Cenâb-ı Hakk’ın bize hitab ettiğinin farkında değiliz.

Burada bakınız değişti îmân. Ne kadar farklı bireyin yani ümmetin îmânından bahsetmiyor. Buraya kadar gelen üç mertebe ümmetin îmânından bahsediyordu.

“Âmenarrasûlü” Şimdi buraya dikkat çekilmemiş olsa bunun farkında olabilirmiyiz acaba? Peygamberin îmâna ihtiyacımı var idi ama âyet-i kerîme açık “Âmene” İman etti. Kim? “Errasûlü” Rasül îmân etti. Eyvaaah! O zaman işimiz zorlaşıyor.

90

Daha evvel buraya kadar ümmetin îmânından bahsediliyorken, burada rasülün îmânından bahsediliyor. Az buz bir şey değildir.

Raşul îmân etti. Peki rasulün îmâna ihtiyacı varmıydı ki? Akla gelebilecek sorular bunlar. Eksi ma’nâ sında çürütme ma’nâ sında değil. O zaman tekrardan biz îmânımızı bu mertebeye geldiğimiz halde, biz beşeriyet ve ümmetlik halinden o îmânı anladık ve buraya geldik. ”Vüdden” muhabbetli sevgili kılar mertebesine kadar geldik.

Ama burada rasülün îmânından bahsediyor. O rasül de bizim rasülümüz. Bütün insanların ancak hasseten özel olarak rasüle îmân etmiş olanlara bir hitap oluyor. Bütün insanlara bu hitap var ama tatbik etme zorunda olanların önceliği vardır. İşte biz hemen bu îmânın hakikatini anlamamız gerekiyor. Ve ya ilgilenmemiz gerekiyor.

Yukarıdaki âyette belirtilan bu husus çok mühimdir. Çünkü Âdem (a.s.) bu günlere kadar gelip geçen hiç bir mü’min, peygamberler dahil, böyle yüce bir îmânı idrak etmiş değildirler. O yüzden bu bize hususi olarak belirtiliyor.

Her peygamber ve tabiileri kendi bulundukları mertebeleri kadar Hakkı idrak ettiklerinden îmânları o düzeydedir. Museviyet mertebesinin îmânı tenzihtir. Teşbih ve tevhid onlarda yoktur çünkü mertebeleri olmadığı için, isteseler de yoktur. Ancak bugün onlar yani muhammediyet mertebesi zuhurda olduğu için onlarda gerçek ma’nâ da mü’min olmaları için İslâmiyeti kabul etmeleri gerekiyor.

Çünkü İseviyet de Museviyet de ibrahimiyet de nesh oldu. Yani bugün bunlar artık hükümsüz. Ama onlar kendilerini ayırıyorlar biz hıristiyanız museviyiz şeklinde o kendi zan ve hayalleridir. Böyle bir hukuk yoktur. Peygamber efendimize peygamberlik geldikten sonra onların hepsi nesh oldu. Ancak böyle bir yaşam onların hayellerinde devam ettiği için siyasi iktisadi ve milliyetçilik yönü ile onları sürdürüyorlar. Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın hukukunda onlar bir şey değiller. Neler peki! Daha evvel konuşulduğu gibi onlar ümmeti davet, yani davet ediliyorlar. Bakın nasıl ezan-ı muhammedi dünyanın her tarafında her an beşi ile birlikte okunuyor. Beşi de her an, bir yerde sabah ezanı, bir yerde akşam ezanı, teker teker okunuyor değil, aynı anda beşi de hiç kesilmeden okunuyor.

91

Şu anda bakınız, bir yerde akşam ezanı oldu, bir yerde ikindi oldu, bir yerde öğlen oldu bir yerde sabah oldu bir yerde yatsı oldu. Bütün namazlar şu anda okunuyor. Anlaşılıyor mu.

Yani beş vakit ezan her an okunuyor şekliyle bir saat evvel sabah ezanı okundu bir saat sonra ikindi bir saat sonra akşam yatsı değil, her an beşi ile birlikte hiç kesilmeden okunuyor. Ama biz duyamıyoruz neden? Dünyanın çevresi geniş olduğundan, ama bütün dünyada müslümanlar olduğundan, insanlar yaygın bir halde olduklarından, dünyanın dönmesi dolayısıyle hareket halinde olduğundan, dünyanın her bir yerinde her an akşam var, her an ikindi, öğlen sabah yatsı var. O halde her an ezanı muhammedinin beşi bir yerde, durmadan okunmaktadır. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Hatta bitmeden başlıyor. Düşünebiliyormusunuz ne kadar büyük ve muhteşem bir davet.

İşte bu kadar büyük bir davete daha hâlâ batılılar kulak tıkıyorlar. Ve onların şehirlerinde cami yapılırsa dışarıda ezan okumayıda yasak ediyorlar. Ama Türkiyede çanlar serbest çalıyor. Anlaşılıyor mu ? Şimdi yukarıdaki paragrafı bir kere daha okuyalım.

Yukarıdaki âyette belirtilen bu husus çok mühimdir. Çünkü Âdem (a.s.) dan bu günlere kadar gelip geçen hiç bir mü’min peygamberler dahil böyle yüce bir îmânı idrak etmiş değildirler. Her peygamber ve tabiileri kendi bulundukları mertebeleri kadar Hakkı idrak ettiklerinden îmânları o düzeydendir.

Museviyet îmânı, yukarıda olan Allaha îmân eder, onlarında kendine göre ilmel yakîn ve aynel yakînleri olur. Hakkal yakînleri oluşmaz çünkü. O düzeydendir.

Hz Rasûlüllah (s.a.v.) ise, bütün İlâhi mertebeleri câmi, yani kendinde toplamış olduğundan, onun îmânı bütün îmânlara badel ve onlardan üstündür. Burada îmân aslında îkândır. Zat mertebesi itibarıyle ve idrakiyle yaşamaktır.

“Bimâ ünzile ileyke” Kendisine indirilene: O güne kadar yeryüzüne indirilmemiş olan ilahi hakikatler Allah zat isminin zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüphede kalmayıp kabul etmiştir.

“İkra bismi rabbikellezi halak” Geldiği zaman bakın onu bile kabullenmesi, yeni bir hadise olduğundan kâinatta veya bizim güneş sistemimizde ilk olan bir hadise olduğundan ne kadar zorlanmıştır başlarda.

92

Neden zorlandı? Müşahedesini geliştirmek için. Müşahededen sonra îmân yani kabullenme başladı. Gelir gelmez kabul etse idi peygamber efendimiz için bu biraz ihtiyatsızlık olurdu.

Çünkü daha henüz kaynağını tespit edememişti. Neden ? Cebrâîli tanımıyordu çünkü. Bu tür hayat kendisinde başlamadığı için tereddütleri vardı. Daha neye tereddütleri vardı kendisine ilhami ma’nâ da belirtilen vahyin öncüleri, tevhid anlayışları, bütün âlemde Hakk’ın varlığından başka bir şey yoktur. Allah zat ismi ile bütün âlemlerde zuhurdadır. Bu ve buna benzer tevhidi anlayışlar hira dağında efendimize zuhura gelmekte idi.

Ama daha evvelden hiç bir insana hiç bir varlığa bu tür tecelli olmadığından ilim olarak yeryüzüne inmemiş olduğundan bilinmiyordu. Acaba böyle bir şey var mı olur mu diye. İşte bu hakikatler içerisinde bu anlayışlar içerisinde cebrâîl (a.s.) İkra- oku dedi. Gönül kitabını oku yani bunları oku. Düşündüğü anlayışları tasdik etti. Yani düşündüğü anlayışları tasdik ederek oku dedi.

Mantıklı olanı cebrâîl (a.s.) mın evvelâ bir sure getirip, yani yazılı bir metin getirip “İkra” bunu oku demesi idi. Bakın mantıklı olan bu. Ama, hiç bir şey vermeden oku dedi.

Şimdi bizim bir çocuğumuz olsa ona durup dururken oku bakalım desek, bakıcak neyi okuyayım diyecektir. Ama eline bir kitap versek oku dediğimizde o zaman şaşırmaz makulu budur.

Elde verilen bir metin yok oku emri var. Yahut tavsiyesi var. İşte burası şaşırtıyor insanları nedir bu okunacak diye...

İşte orada okuyacağı kendi gönlüne ilhami olarak gelen şeylerin okunmasıdır. Ve okuyamam nasıl okuyayım diyor. Anlatmak gerekirse nasıl neyi anlatacağım kadir değilim diyor, Efendimiz ve bu üç defa devam ediyor biliyorsunuz

İşte o zaman daha evvel kendisine ilhami olarak gelen bilgiler bu sefer vahyi tasdikli olarak geliyor. Vahiy olarak geliyor. Neden? Çünkü o zaman daha vahiy peygamber efendimizde faaliyete geçmemişti. Ama öncüleri ilham olarak gelmeye başlamıştı tevhid hakikatleri olarak.

İşte böylece nerden oku diyor “Bi ismi rabbike” rabbının ismiyle oku bakın orada da yolunu gösteriyor. İşte müslümanların ilk besmeleside bu “Bi ismi rabbik” Rabbının ismi ile oku. Sonra bu zat mertebesi olarak “Bismillâhirrahmânirrahîm” kuruluyor.

93

Kendisine indirilene: O güne kadar yeryüzüne indirilmemiş olan İlâhi hakikatler Allah zat isminin zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüpheye kapılmayıp kabul etmiştir. Ve o kısa bir tereddütten sonra onun ne olduğunu anlamış, hatta biliyorsunuz Hatice validemizin evine giderek örtün beni demiştir. Bu dünya âlemler çapında bir iş ki sarsılacak o kadar. Bu şurdan 10 kilo peynir al değil yada 10 metre bez al değil alış veriş değil, tabi sarsılacak.

“Min rabbihi” Rabbinden oku ma’nâsına yani rabbani hakikatlerden. İslâmiyetin ilk başlangıç sahası rububiyet mertebesi. Neden? Çünkü o güne kadar museviyet mertebesi geldi iseviyet mertebesi de geldi. Niye Rahmaniyetten başlatılmıyor da rububiyyetten başlatı-lıyor. Yani iseviyetin bir üstü anlatılmıyor da iseviyetin bir altı museviyetten bağlantı kurduruyor. Neden? İseviyet hakikatleri karıştığından yenilenmesi için bakın genel ma’nâ da bizlerin eğitim sahası rububiyyetten başalyıp rahmaniyet ve ulûhiyet sistemi içerisindedir. Âyet-i kerîmenin işareti ile...

Ancak bizler bunun farkında olmadığımızdan, ve rububiyyete kadar gelen mertebeyi daha evvel idrak etmediğimizden eğitimini almadığımızdan Cenâb-ı Hakk getiriyor bizi tekrar Âdemiyetten başlatıyor.

Evet kaldığımız yerden devam edelim vaktimizde daralıyor. “Bimâ ünzile ileyhi” kendisine indirilene îmân etti. O günlere kadar yeryüzüne indirilmemiş olan İlâhi hakikatler Allah zat isminin zuhuru kendisine indirildiğinden hiç şüphede kalmayıp kabul etmiştir.

Peygamber efendimizin îmânı, kendisine zat mertebesinden gelen bilgilere îmân etmiştir. Nereden? “Min rabbihi” Rabbinden... Ancak burada rabbinden kelimesini biraz incelememiz lâzımdır.

Her varlığın kendi özel rabbı hassı vardır. Ve onun terbiyesi altındadır. Ve her bir esmâi ilahiyye bir rab, terbiye edicidir. Hz rasulullah (s.a.v.) efendimizin rabbı ise, rabbül erbab olan Allah c. c. dür.

Bakın orada rabbından gelene îmân etti demesi esmâ mertebesinden bir rabbı has değil, rabbül erbab olan Allah (c.c.) ismidir. Bu dilek içerisinde rabbından demesi Allahtan olur. Bütün isim ve sıfatlar Allahındır. Fakat hepsinin ifade ettiği ayrı, ayrı mertebeleri vardır. Bunları tanıyıp idrak ettiğimiz kadarıyla Allahü taalâyı tanımış olabiliriz. Aksi halde hayel ve zannımızda var

94

ettiğimiz bize ait, sadece bizim olan bir hayali rab ile ünsiyet etmiş oluruz. Yani herkes kendi ürettiği rabbı hassıyla ünsiyet etmiş olur. İşte onun için kendi rabbı sevimlidir. Benim rabbım çok güzel der. Neden, çünkü kendi ürettiğidir. Hani halk arasında konuşulur bütün akıllar pazara çıksa herkes kendi aklını alırmış dediği bir bakıma budur.

“Vel mü’minûne” Ve mü’minlerde böyle îmân etti. Bakın iş şimdi bize düştü. Eğer biz gerçek ma’nâ da peygamberimizin ümmeti isek, o nasıl îmân etmişse bizde ona yakın bir anlayışta îmâna sahib olmamız gerekiyor.

Şimdi burada Cenâb-ı Hakk mü’minlerde öyle îmân etti diyor. Bakın “Âmenarrasûlü bimâ ünzile ileyhi min rabbihi vel mü’minûn” Mü’minlerde böyle îmân etti.

Hak yolunda her peygamberin bir mertebesi ve o mertebeninde bir îmân düzeyi vardır. Bunlara îmân edenlerede mü’min denir. Buradaki mü’minlik ise, Hakikati Muhammedi idraki ve anlayışı ile zat mertebesi îmânı yani mü’minidir. Diğerleri sıfat esmâ af’al mertebesi mü’minidir.

“Küllün âmene billâhi” Tüm mertebelere îmân ettiler. Yani Allahın bütün mertebeleriyle îmân ettiler.

“Ve melâiketihi” Melek ismiyle belirtilen bütün ma’nâ ve güçlerin Hakk’tan olduğuna îmân ettiler. Hani kanatlı melekler varda, onlara îmân edelim değil. Meleklerin hakikati olan Allahın kuvvetleri, ve kudret sıfatının zuhuru olan Melâikeyi Kirâmı bu şekilde tanıyarak îmân ettiler.

Hani kanatlı gök yüzünde uçan latif varlıklar diye melekler bilinir ya, işte melek kuvvet demek. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin sıfatlarının kuvvet sıfatıyla zuhura gelmesinden başka bir şey değildir.

“Ve kütübihi” Manevi ilimlerle donatılmış aslı bozulmamış olduğu haliyle, bütün kitaplara îmân ettiler.

“Ve rusulihi” Mertebesi itibarıyle kendilerine verilen ma’nâ ve ilimleri bâtın âleminden zâhir âlemine çıkararak hakikati İlâhiyye’nin en iyi şekilde anlaşılmasını sağlamaya çalışan uluhiyyet bilgilerini irsal eden rasüllerine îmân ettiler.

Bakın burada îmânın şartlarından bahsederken aşağıya doğru da okuduğumuzda îmânın şartlarını 6 şartında , Allahın dinlerine îmân şartı yoktur. Meleklerine kitaplarına peygamberlerine var ama

95

dinlerine diye bir îmân yok. Böyle bir şey olsaydı evvelâ Allaha îmân dinlerine îmân sonra meleklerine îmân yani dinin uzantısı olan diğerlerine olurdu. Diyelim ki ağacın gövdesinin varlığı belirtilmeden bu ağacın dalları var, yaprakları var, gibi dal yaprağı tanıtmaya benziyor. Evvelâ gövdenin tanıtılması lâzım çünkü dallar yapraklar çiçekler gövdeye bağlıdır gövde olmadan, onlardan bahsetmek mümkün değildir. Gövde olmadan bu uzantıların varlığını şuur etmek mümkün değildir. Ama bakın gövdeye îmânı istemiyor, dal yapraklara îmânı istiyor. Neden? O zaman dinler yok. En büyük ispatı budur. Dinler yok, din var sadece. Amentü billâhi, Allaha îmân dediğimiz zaman Allahın dini de tek din İslâm olduğundan aynı zamanda Allaha îmân ve dinine îmân ikisi bir arada olmaktadır.

İşte Allahın dininin ki ismi de “İnneddiyne indallahil İslâm” Allahın indindeki din İslâm dinidir. İşte onun melekleri o dinini ulaştıran kuvvetleri, ve o dinin kitapları merhale merhale mertebe mertebe , zaman içersinde gelen kitapları çoğul olarak da peygamberleri var.

Çoğul olarak, irsal edici yani görevli, melekler vardır.. Kitaplar vardır peygamberler vardır. Yani semâvi kitaplar semâvi melekler semâvi peygamberler vardır, ama semâvi dinler yoktur. Yahudi dini Îsâ dini Mûsâ dini İbrâhîm dini (a.s.) diye çoğul olarak dinler yoktur.

Peki Âdem (a.s.) dan peygamberimize kadar gelen İslâm dini ve onların bölümleri vardır. İşte amentü billâhi dendiği zaman bu dine îmân da onun içerisinde ve diğer dinlerde zâten bir oluşum olmadığından îmânın şartına konmamıştır. Eğer konsaydı Amentü billahiden sonra amentü diynillahi (dinlere îmân ) ile îmânın şartı yedi olması gerekirdi.

Hani bazen mevzu olduğunda, nasıl olur diye bir soru çıkıyor. Fakültelerde olsun büyük profösörlerimiz olsun, semâvi dinler diye, büyük, büyük cilt, cilt kitaplar yazıyorlar. Ama bakın bu kadarcık şeyin farkında değiller. İlk yapılması lâzım gelen şey îmânın şartı, Allaha, meleklere, kitaplara, peygamberlere, îmân var. Ama, dinlere îmân yoktur. Cenâb-ı Hakk unutmuş tam olmamış. Hâşâ böyle bir şey yoktur. O zaman neden yok. Çünkü yok olduğu için de, zâten çoğul olarak dinler yoktur.

Var gibi batılılar o şekilde kendilerini kabul görmüşler. Kendilerini ayırmışlar. İslâmın dışına nasıl çıkacaklar. Mûsâ (a.s.)

96

ayrı bir din getirmiş gibi gördüler. Ayrı değil o İslâm dininin bir mertebesi, olan tenzih mertebesini getirdi. O güne kadar insanlık tarihinde yaşanan putlara tapma şu gibi bu gibi hadiselerden kurtarmak için Mûsâ (a.s.) mertebesi tenzihte, Allahı göğe çıkardılar. Yerdeki putlardan, yani tapınmaktan kurtarmak için. Ama orada bir başka mahsur ortaya çıktı, neden çünkü rablar hayelleşti. Her kişi kendi hayalinde rablar kurmaya başladı. Buda insanlık için yeterli bir Allah anlayışı olmadı. Cenâb-ı Hakk bunu müşahhaslaştırmak için tekrar yere indirdi. Yani teşbih hakikati için.

Yani Allah şurada şurada vardır. Bunun gibidir diye. Ama insanlar yine bunu anlayamadılar. O külli olarak bahsedilen varlıkların cüz olarak Allahın orada olduğuna insanlık tekrar döndü. Bu durumda “tenzih ve teşbih” hakikatleri ancak, Hazreti Muhammed (s.a.v.) in kimliğinde Tevhid edilerek gerçek haline ulaştı.

Cenâb-ı Hakk’ın, hakikati Muhammedi tevhidi gerçek ma’nâ da işte budur diğerleri lâfzı tevhiddir.

Tenzih, yani yukarıda olan Allahla aşağıda olan Allahın (teşbih) her iki yerde mevcudiyetini ve hangi hususiyette olduğunu belirtti ve açık olarak bunu getirdi.

Ne dedi Vel evvelü-vel âhiru-Vezzâhiru-Velbâtinu. . Yani göktede o var aşağıda da o var. Görünende o görünmeyende o. Yü’minune bilgaybi-gayba îmân istedi. Şimdi burası gelmişken o mertebenin bir özelliğinden daha bahsedelim. Gayba îmân da mutlak ma’nâ da geçerli ve gereklidir ama hangi mertebede?

Şimdi ikinci mertebede esmâ mertebesinde, îmânın gaybe olacağını âyet-i kerîme yü’minune bilgaybi ile anladık gördük. Ancak buradaki îmân mertebesinin şuhud mertebesi olduğunu anladık. Gayba derken aslında şuhuda îmân demek olduğunu anladık Neden? Şuurumuzla anladık. Aklımızı fikrimizi nefsimizi duygula-rımızı ruhumuzu nurumuzu göremediğimiz halde, elle tutamadığımız halde, madde müşahedesi yapamadığımız halde faaliyetlerini müşahede ediyoruz.

Aklımız var işte akıllıyız. Akıllıyız derken evin yolunu biliyoruz. Ekmek almayı biliyoruz. Ruhumuzun varlığını biliyoruz hayatımız var. O halde bunlar gayb değil şahadettir Görülmüyor ama fiilleri görülüyor. Yani uygulaması görülüyor. Bu şekilde bilinç içine inmiş

97

olan bilince gelmiş olan bir şeye gayb denmez. Gayb ismi verilmiş şekliyle. İzafi gayb denir.

Şimdi bu âyet-i kerîmenin zat mertebesinden zuhuru var. Daha evvel onu belirttim ama belki farkında değildik. Orayı geçerken sonradan dedim burasını tekrar ele alacağız. İşte buradaki gayb mutlak gayb. Âyet-i kerîme bir yönü ile, izafi gaybtan bahsetmekte ki, esmâ mertebesi az evvel bahsettiğimiz izafi gayb izafi yokluk, ama bir yönü ile de mutlak gayb vardır.

İşte oraya ne duygularla ne hislerle, ne akıllarla ne herhangi bir şekilde ulaşılması mümkün olmadığından âyet-i kerîme zat mertebesi yönüyle oradan da bahsediyor. Gaybı mutlak dedikleri yer burasıdır. İşte. Diğer ismiyle ahadiyet mertebesi diyelim.

İşte bakın yü’minune bil gaybinin hakikati zat mertebesi itibarıyle orasıdır. Esmâ mertebesinden zuhura çıkması izafi gayb, yani idrak edemeyene göre gayb idrak edene göre müşahededir. Şimdi bakın burada esmâ mertebesinde akıl fikir duygular hissedilebiliyor bilinebili-yor. İşte bunlar bilindiğinden şehadet oluyor. Ama yukarıda böyle bir hâdise olmadığından zat mertebesi itibarıyle gaybına inanırlar. Varlığına inanırlar ama ne olduğunun bilinmesi mümkün değildir. İki gaybın arasındaki fark budur.

Gaybların gaybı denen yer burası olmakta buraya ne akıl ne fikir ne ruh ne nur ulaşamadığından burası mutlak gayb olmakta, işte tenzihi bu itibarlada anlayabiliriz. Bir tenzihi kadim var ki, buranın tenzihidir.

Biz tenzihi Allahı yukarıdadır onu yapmaz şunu etmez bunu etmez derken lafzi tenzih yapıyoruz. Bu tenzih değil bu Allahı sınırlamaktır. Ve afedersiniz küstahlıktır. Yani Hakk’ın işine karışmaktır.

Allah onu yapmaz efendim bunu yapmaz. Kardeşim nerden biliyorsun yapıp yapmadığını. Allahla beraber mi yaşıyorsun bütün âlemde. Bedeninde yaşıyorsun da bu senin şartlanmış halin. Ama gerçek Allahla beraber mi yaşıyorsun da onu yapmaz bunu yapmaz diyorsun. Bakın museviyet mertebesinin zâhiri bu ve burası kullanılıyor.

İslâmiyetin zâhirî şeriatı da museviyet hakikati üzere binadır. Bakın idrak edin meselelerle yapılan tatbik edilen soruları ve anlayış ma’nâları İslâm dininin zâhiri mûseviyet hakikati üzere, tenzih hakikati üzeredir. şeriat dediğimiz museviyet şeriatının hakikatini kullanıyoruz biraz daha geliştirilmişi diyelim. Ancak itikad

98

ve anlayış olarak aynı. “Len terani” (7/143) “sen beni görenezsin” var bakın surette olmaz Allah görülmez diyorlar.

Zâhir hukukta öyle doğru, “len terani” ayakkabıları çıkarmamış ki. . Nerden o sahaya ayak basacak. Eymen vadisine nerden ayak basacak. Eymen vadisine tuva vadisine gelmemiş ki nereden ayak bassın. Yolumuzun üstünde onların hepsi vardır.

Ve İslâmiyetin batını teşbih üzeredir. İseviyet mertebesi bizlere bâtını ruhbanlık. Zâhiri ve bâtını tenzihi ve teşbihi tümünü Hakk’ını vererek kullanmak tevhidi İslâm işte budur.

Tevhid dedikleri de bu. Yoksa kelâm olarak Lâilâhe illâllah söylemek tevhid değil kelâmi tevhid dir.

Tenzih ile kayıtlanmak ta bir kayıt. Teşbih ile kayıtlan-mak ta o da bir kayıttır. Ama tevhid bütün bu kayıtları kendisinde bulundurduğundan hiç bir şeyle kayıtlanma-mış gibi zannedilir. Neden? Bütün kayıtları kendi bünyesinde bulundurduğundan bir kayıtla kayıtlanma-mıştır.

Ve bir vasıflada vasıflanmamıştır. Onun için tevhid ehli vasıfsızdır. Bütün vasıflar kendisinde bulunmak süretiyle ama o vasıfların birisiyle kayıtlanmamak şekliyle vasıfsız denir. Nerde ki bir silüet bir görüntü var bir vasıf var o orayla kayıtlıdır. Kendisi de ispat ediyor ben buyum buraya kayıtlıyım diyor.

İşte bilindiği gibi bazı gurupların başında olan kişiler, cüppesi sakalı poturu gibi, tamam işte kayıtlı. İstediği kadar ben allemeyim şuyum buyum desin. Kayıtlı kayıt içinde sınır içinde yani hapis içinde olduğunu gösteriyor.

Şimdi özet olarak bu âyet-i kerîmeye baktıktan sonra bu mevzu üzerinde başka bir âyet-i kerîmeye geçiyoruz. Bir son paragraf var onu bir daha okuyalım.

“Ve rusulihi” Mertebesi itibarıyle kendilerine verilen ma’nâ ve ilimleri bâtın âleminden zâhir âlemine çıkararak hakikati İlâhiyye’nin en iyi anlaşılmasını sağlamaya çalışan uluhiyet bilgilerini irsal eden rasüllerine îmân ettiler.

Kurân-ı Kerîm Râd suresi 13/28 âyetinde. . “Ellezîne âmenû ve tatmeinnü kulûbühüm bizikrillâhi elâ

bizikrillâhi tatmeinnül kulûb”

99

“Onlar ki inanmışlardır. Ve kalpleri Allahı anmakla huzura kavuşmuştur. İyi bilin kikalpler ancak Allahı anmakla huzura kavuşur. ”

Bu âyet-i kerîmenin ifade ettiği gerçek ma’nâ Allah esmâsının mutlak ma’nâ da mutmain ettiği. Râziye merziyye var ya mutmainne var ya daha evvel

İşte Allah esmâsının zuhuru o kişide meydana geldiğinde Allah esmâsı ondan râzı olmakta ve o kişide o rıza neticesinde merzi olmakta yani kendisinden rıza olunmuş olmakta ve bu hakikat içerisinde de bu mertebeyi idrak ettiğinden kalbinin tatmin olmuş yani huzur bulmuş olmasıdır.

Diğer esmâi İlâhiyyelerde de böyle zuhur bulmuş olması olacaktır, ancak her esmâ kendi mertebe itibarıyle huzurda olur. Diğer mertebelerde huzursuz olabilir. Ama Allah esmâsının zuhuru içerisinde olursa bütün mertebelerdeki huzuru bulmuş olur. Çünkü Allah esmâsı hepsine câmidir. Allah esmâsının en büyük zuhuru Efendimizdir. Yani âlem kitabının en büyük âyet-i Hz rasulüllah (s.a.v.) ve âlemi şehadette ki ismi a’zâm da Muhammed’tir

Bakın hani hamd geçmişti ya, işte o hamd tır. Bâtın âleminde ismi a’zâm hûû ismi, zâhir âlemde ismi a’zâm Muhammed’tir. Âlem kitabının en büyük âyet-i âyetel kübrâ dediği Muhammed (s.a.v.) dır. Ve mirac gecesi gördüğü en büyük âyet de bu âyettir. Yani efendimiz mirac gecesi hakikati muhammedi halini idrak ettiğinde o gece bunu idrak etti. Oraya kadar gelen hep kendisindeki gelişimiydi.

Mirac ve ikra gecesi çok büyük bir inkılâptır, insanlık tarihinde. Kendi varlığının hakikatini bütün âlemlerde yaygın halini gördü, ve âyetel kübra bu âyet gösterildi kendi hakikati ve orada oluşan şey bu hâli idrak ettiğinde, gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı. Ve gözü ne şaştı ne aştı. Ne de kendisinde bir değişiklik bir başkalaşma olmadı. (53/1-18) Ne de kendisinde olağan üstü bir hâdise olmadı.

Ama ikra geldiğinde bir olağan üstü hadise oldu. Bu arada geçen süre içerisinde kendiside oturuştu. Artık kendi zuhurunun Hakk’ın zuhuru olduğunu “attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı” (8/17) hükmüyle bütün hayatının böyle geçtiğini idrak etti ve o muhteşem geceyi çok sıradan bir hâdise imiş gibi döndüğü zaman anlattı. Abartılı hiç bir şey yok sadece şunu gördüm bunu gördüm

100

şeklinde ne bir heyecan vardı ne abartı ne de herhangi bir şey vardı.

Bizler veya diğer insanlar, Burak denilen cisme bir binsin insin, ne akıl kalır ne beyin kalır, ne kafası kalır bunu çok büyük şeyler gibi anlatır. Ama işte o yüce peygamberimizin gücü ne kadar yüksek .

Hani denilir her peygamberde kırk insan gücü vardır. Bizim peygamberimizde kırk peygamber gücü vardır diye belirtirler. Yani 1600 insan gücü olmaktadır. aslında 1600 insan gücü bile bunu çekmez o mirac hakikatini kaldıramaz. İşte gittiydi de gidecekti de zahiriyle mi gitti bâtınıylâmı gitti, nasıl gitti diye üzerinde konuşulan bir sürü konular vardır.

Aslında bir bakıma gidilen gelinen yer yoktur. Eğer olmuş olsa bu kadar kısa sürede o yerlerin gezilmesi mümkün değildir. Gerçi bâtın âlemiyle zâhir âlemi arasında zaman farkı vardır. Çok kısa sürede çok büyük hadiseler olması ayrı konudur. Onun izahı mübarek geceler kitabımızın “isra mi’rac” bölümünde vardır.

Özetle şöylece diyelim. Minicik bir çekirdek o toprağa dikildiği zaman, belli rutubeti havası suyu, olduğu zaman, o bir müddet sonra bakıyoruz ki, ölçülemeyecek, sayılamayacak kadar, adet meydana getirmekte, yani yapraklar çiçekler meyveler ve koskocaman bazı ağaçlar var iki, üç kişi saramıyor. Bir çok yere sığmayacak kadar büyük olan bir cüsse mibicik olan çekirdeğin içindedir.

O çekirdeğin içersinde o dal yaprak meyveler ve kaç sene 20 sene 40 sene ömrü ne kadar varsa hepside onun içindedir o ağacın hakikati çekirdeğin içindedir. Gördüğü-nüz çekirdeğin içinde, ağacın fiziki olarak kendisi vardır. Ama nerede? Gaybte a’demde bu a’dem izafi a’dem izafi yokluktur, mutlak yokluk değildir. Mutlak yokluk diye zâten bir şey yoktur.

Yok diye bir şey olsa, oraya bir şey vermek lâzım, istiklâl vermek lâzımdır. Allahın mülkünde de istiklâl verilecek bir mahal yoktur. Yokluk izâfi yokluktur, geçici yokluk ma’nâ sınadır.

İşte o çekirdeğin içindeki koskocaman kütle, çok uzun ömrü olan kütle, işte onun içinde hepsi vardır. Canıda var, varlığıda var, kazasıda var, kaderide vardır.

İşte peygamber efendimizi, böyle bir çekirdek olarak düşündüğümüzde, ve bu çekirdeğin çok kısa bir sürede açılıp

101

kemâle erdiğini düşündüğümüzde, Kısmen de olsa miracı çözebiliriz.

Peygamber efendimiz, hakikati muhammediyenin özü, ve çekirdeğidir, ama programı içinde olan bütün âlemi kaplamış bir çekirdektir. Allah esmâsının mi’racı, bu cami-i cemi esmâ ve sıfatın mi’racıdır.

Kim kendi varlığının hakikatini idrak ettiğinde o esmâ yönünden miracını yapmış olmakta. Yoksa gökyüzüne çıkacakta Allahın sarayına ulaşacak değil, kendindekine ulaşacak.

Bir bakıma evvela rabbül erbabına veya bir başka esmâya, çünkü sadece rabbül erbaba ulaşması tek yönlü bir rab anlayışı olur. Ama rab hususiyeti olan birçok esmâi İlâhiye var. İşte yaşantısının hangi devresinde kimlerle münasebette ise, dünyevi uhrevi alışveriş yapıyorken çarşıda bir rabbıyla karşılaşıyor işte yani orada o rabbin tecellisi oluyor. Onu idrak ettiği zaman o yönden de karşıdakini tanıdığı zaman, o zaman bile mi’rac yapmış oluyor, kişi farkında bile olmadan.

Bunları böyle idrak ettiğinde, her esmânın hakikatini idrak ettiğinde bir tecrübe sahibi olmuş oluyor. Böylece yavaş, yavaş rububiyet mertebesinden rahmaniyet mertebesine intikal etmiş oluyor. Ve neticede de peygamber efendimizden bize olan ruhaniyetin aktarılmasıyla, kişilerde kendi bünyelerinde genel miracını yapmış oluyorlar. Ama peygamber efendimiz gibi değil, tabiki onun ki müstesna o âlemler mertebesi kapsamında bir mirac yaptı, bizlerinde beden mülkümüz kapsamında miracımız olacak, yani kendi hakikatimizi idrak etmek süretiyle miracımız olacaktır.

“Ellezîne” O kimseler ki, “âmenû” îmân ettiler “ve tatme-inne kulûbühüm bizikrillâhi” Allahın zikriyle kalpleri mutmain oldu.

“Elâ” bakın dikkat çekiyor. Yani bu hakikate âgah olmayanlara dikkat çekiyor. İyi biliniz ki “ bizikrillâhi tatmeinnül kulûb” kalpler ancak Allah zikriyle mutmain olur.

Âyet-i okuduğumuz zaman alıyoruz tesbihi elimize Allah-Allah-Allah çekiyoruz da kalbimiz mutmain oldu diyoruz. Bu işin suri tarafıdır, tabi buda olacak bu işten vazgeçelim demiyoruz.

Burada Allah zikrinden kasıt, Allah esmâsının hakikatini idrak ederek anlamaktır. Eline tesbih alıp sadece on bin, yirmi bin, sayı ile zikretmek değildir. Eğer bu zikirle Hakka ulaşılmış olsaydı,

102

bizlerden çok daha fazla zikir çeken kardeşlerimiz, aldıkları daha ilk zikirlerinin başında, Allaha ulaşırlar ve miraclarını yaparlardı.

Ama bakıyoruz ki ömürlerinin sonlarına kadar günde 90 bin 100 bin tane Allah esmâsı çekiyorlar ama bakıyorsunuz gözleri toprakta, yani tefekkür cihetinden, Allahla ilgileri yoktur. Yani bu şekilde zikir Allaha götürmüyor. Sadece sevap kazandırmaktadır.

Ancak eksi kötü bir şey mi? Hayır çok güzel ne kadar çekmişse o kadar sevap kazanıyor. Kendileri sayısal bir hesaplama ile bin tane zikir yaparsan on bin tane sevap kazanırsın. Ama on bin değil, milyar kere sevap kazansa, insan cennetteki yerini artırır, ama onun/Hakk’ın yanındaki yerini artıramaz. Yani mesafeyi kısaltamaz.

Eğer tenzihi anlayışla, o zikiri yapıyorsa, daha da acaibi o kadar onu Hakk’tan uzaklaştırır. Yaptığı zikir kadar Hakk’tan uzaklaşır. Buda işin bir başka tarafıdır. Çünkü ede, ede, farkında olmadan Hakk’tanda kendisini tenzih ediyor uzaklaştırıyor.

Allah şunu yapmaz bunu yapmaz, şekliyle bir taraftan Allah zikrini çekerken bir taraftan da, Allah onu yapmaz bunu yapmaz gibi, Allaha elbise biçerken Allah onu yanına sokar mı? Tabi yanlış anlaşılmasın bunların hepsi güzel şeylerdir, hiç yapmamaktansa bir tanede Allah çekmek, bin tane on bin tane çekmek, tabiki çok güzel bir şeydir. Bizim bahsetmeye çalıştığımız işin bir başka ufku dur, bu husus herkese lâzım değil gibi deniyorsa da, herbirerlerimiz Allahın kulu ve esmâlarının zuhuru olduğumuzdan, aslımızı bilmek hepimize lâzım olan bir gerçek hâdisedir. aslımızı bilemeyişimiz şuna benzemekte ki, Ailemizi tanımayıp hangi anadan babadan geldiğimizi bilemeden yaşamak, yani Allahı bilmeden yaşamak gibi olur.

Onlar ki inanmışlardır ve kalpleri Allahı anmakla huzura kavuşmuştur. İyi bilin ki gerçekten kalpler ancak Allahı anmakla huzura kavuşur 13/28

Kelâmi olsa da huzura kavuşur, ama kısmen kavuşur. Allah esmâsını çektiği zaman kişi en azından içine bir güvence huzur gelir. Neden? Dedikodudan kıylü kâl, gereksiz, dış şeylerden bunları düşünmekten uzaklaşmış olur.

Ama bir de Allah esmâsının hakikatini bilerek bu zikri çekmek var ki, işte o miraca götürür.

103

“Ellezîne âmenû” o kimseler ki, af’al, esmâ, sıfat ve zat, mertebeleri idraklerini oluşturup bu anlayış içinde îmân edip îkân ederler.

“Ve tatmeinne kulûbühüm” bu anlayışla evvelce kendilerinde var olan, hayali ve vehmi, îmânlarından arınır. Kâlpleri gerçek îmân-îkân ile mutmain olup îlâhi huzuru bulurlar.

“Bizikrillâhi” ne ile bulurlar ? Allah zikri ile. Allah ismi celâli bütün mertebe ve esmâi İlâhiyyeyi bünyesinde bulunduran, câmi bir isimdir. Hehangi bir isim zikredildiğinde sadece o ismin ma’nâ sının açılımları olur. Yani hangi esmâyı çekiyorsak o isim açılır.

Allah ismi ise, kişide bütün ma’nâların ortaya çıkmasını sağlar. “Elâ bizikrillâhi” iyi bilin ki, yukarıda bahsedilen oluşumlar,

ancak Allah isminin gerçek anlamda zikriyle meydana gelir. “Tatmeinnül kulûb” kalplerin mutlak tatmini Allah zikrine

bağlanır. Zikir iki yönlü olarak izah edilebilir. Birinci yönü, kişi herhangi

bir esmâi İlâhiyyeyi, veya duayı, belirli veya belirsiz sayıda, tekrar etmektir ki buda iki türlüdür. Yani zikir 2 türlüdür, birinci tür de 2 türlüdür. Birincisi, kişinin kitaplardan veya çevresinden aldığı bazı tavsiyelerle kendi başına çektiği zikirlerdir. Bundan ahirette sevap beklemektedir. İyi niyetle yapılan bu çalış-malar kişiye az da olsa huzur sağlar şeriat mertebesi dir. İkincisi, yani birinci bölümün ikinci zikri izinli zikirlerdir. Bunlarda üç kısımdır. İzinli zikirlerin birinci kısmı, esmâ tarikat mertebesinde şeyh diye vasıflandırı-lan, bazı kimselerin kendi sistemleri içerisinde belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir. Bunlar kişide azda olsa muhabbet ve iyi ahlâkın artmasına sebep olurlar. Ancak, burası oldukçada tehlikeli bir yerdir. Zikir veren kişinin mutlaka o yerin/mertebenin ehli olması lâzımdır. Aksi halde psikolojik ma’nâ da istenmeyen haller meydana gelebilir, kişinin sosyal dengeleride bozulabilir. İzinli zikirlerin ikinci kısmı, sıfat hakikat mertebesi itibarıyle, Ârif diye isimlendirilen bazı kimselerin kendi sistemleri içersinde belirli bir sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir. Bakın birincisini şeyh efendi diye belirtilen kişi yapıyor diğerini ise Ârifler yapıyor. Arada büyük fark vardır. Ancak genelde bu vasıflar ayrılamadığından şeyh efendiler, aynı zamanda Ârif-Ârif-i billâh

104

mürşid gerçek ma’nâ da zannediliyor. Halbuki şeyhlik başka, âriflik başka, ârifi billahlık başka, mürşidlik başka, başkadır. Ama bir kimsede bunların hepsi olurmu? Olur. Ama bütün şeyh efendilerde bunların hepsi olacak diye bir şart yoktur. Ancak iyi niyetli işe bakıldığından zannediliyor ki, bunların hepsi vardır. İş burada karışıyor. Onlar dahi bunların farkında olmadığından almış oldukları şeyhlik vasfını ve görevini bütün mertebelere şâmil olduğunu zannedip, o şekilde hareket etmeleri ve bunları kabullenmeleridir. Bu da işi kısmen de olsa zora sokmaktadır. İzinli zikirlerin ikinci kısmı sıfat hakikat mertebesi itibarıyle Ârif diye isimlendirilen bazı kimselerin kendi sistemleri içerisinde belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyelerdir. Bunlar kişide çok daha geniş ufuklar açarak kendi gerçek ilahi kimliğini bulmasına ve kendini yakinen tanımasına sebep olur. Daha evvelki mertebelerde çektiği zikirlere hayal ve duygular kısmen de olsa karıştığı halde burada kendi gerçek kimliğini bulmaya başladığından, hayal ve vehmin burada pek etkisi kalmaz. İlk irfaniyet mertebesidir. Ehlini bulmak ta oldukça zordur. İzinli zikirlerin üçüncü kısmı zat marifet mertebesi itibarıyle Ârifi billâh diye isimlendirilen bazı kimselerin İlâhi sistem içerisinde, belirli sayı ve kurallarla telkin ettikleri esmâi ilahiyyeledir. Bunlar kişide daha da yeni ufuklar açarak, kendi İlâhi kimliğinin bulduktan sonra oradan yola çıkarak hakikati İlâhiyyeyi Allahın gerçek hakikatini bulmaya başlarlar. Burası oldukça gerçekten güç, güç olduğu kadar da mühim ve değerli bir saha epey de yüksek bir irfaniyet ufkudur. Ehlini bulmak çok daha zordur. Ancak Kurân-ı Kerîm Sâd suresi 38/72 âyetinde ”Ve nefahtü fîhi min rûhi” Mealen Ona ruhumdan üfledim hakikati ve nefhayı İlâhiyye bunlardan meydana gelir. Her söyledikleri sözlerle dinleyenlere yeni yeni bâtıni yaşam, hay esmâsının zuhurunu meydana getirirler. “Nefsini bilen rabbını bilir” hükmüyle en geniş ma’nâ da kendi nefsinde bulunan rububiyet hakikatleri ile rabbül erbâbı idrak ederek, Allah ismi câmisini olabildiğince her mertebesi itibarıyle, en geniş ma’nâ da idrak etmiş olurlar.

105

Hani zikrin iki yönü var demiştik. Birinci yönü 4 merhale olarak anlatıldı. Zikrin ikinci yönüne gelince, lugat ma’nâ sı itibarıyle anma anılma hatırlama gibi kelimelerle ifade edilmektedir. Bu yöndeki zikrin ma’nâ sı elde tespih dilde lâfız değil, kendinde bulunan İlâhi hakikatleri ve esmâi ilahiyyeleri hatırlayarak zuhurda faaliyete geçirmektir. Bakın zikir kelimesi ma’nâ sı iki türlü birirsi elde tespih zikir çekmek, diğeri ise lugat ma’nâ sı itibarıyle anma hatırlama ve anılma ma’nâ sındadır. Bu yöndeki zikrin ma’nâ sı elde tespih dilde lâfız değil kendinde bulunan İlâhi hakikatleri ve esmâi ilâhiyyeyi hatırlayarak zuhurda faaliyete geçirmesidir. Bakın “zikir ona derler ki fikri aça” hükmü ile yapılan tespihi zikirler sonunda, ama baştaki zikirler olmadan buda olmuyor, tespihi zikirler sonunda açılmaya başlayan idraki gelişmeler neticesinde, kişi kendini ve kendinde bulunan hakikatleri ortaya çıkararak “Tahallaku bi ahlâkillâh” hükmüyle Allahın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlar. Bütün bu oluşumlar neticesinde zâten gaye o anlayışa gelmektir gelebilmektir. Neden Allahın ahlâkıyla! Bütün esmâi İlâhiyye zuhura çıkmaya başladığından, Alllahın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlar ki bu ahlâk-ı Kurâniyyedir. İşte yukarılarda kısaca ifade etmeye çalıştığımız Allahın zikriyle kalpler gerçekten huzur bulur. Çünkü zikir-zâkir-mezkûr birleştiğinde arada gayri kalmadığın dan mutlak huzur meydana gelmiş olur. Buraya ulaşmak daha evvelce belirtilen mertebelerden geçip yükselmekle olur. Bu yaşantı Hakkal yakîn mertebesi ile zat merteebsi îmânı diğer ifade ile îkân- yakîn halidir. Şimdi devam ediyoruz. Îmânın diğer özellikleri diye ama süremiz de bitmek üzere bir iki dakika kalmış. Îmânın diğer özellikleri, haliyle bu îmân daha devam ediyor. Arkadan îmânın “elif, lam, mim,” hakikatlerinin açılması vardır. Arkalarda bir kardeşimizin îmân ile ilgili bir zuhuratı vardır. Zuhurat derken rüya ma’nâ sında zuhurat değil gelişim ma’nâ sında yazıları vardır. Herhalde çoğunuzda vahiy ve cebrail kitabı vardır. Oradan bunların devamını okuyabiliriz. Vaktimiz olursa burada iken devam ederiz, olamaz isek artık kişiler buradan devam edeceklerdir.

106

Îmânın diğer özellikleri, şimdi buraya kadar îmânın oluşumunu, mertebelerini gördük, ama bu kadar değildir, İnsanlığın seyrinde, îmânın daha başka hususiyetleri de vardır. îmânın da seyr mertebelerini görmek gereklidir. Âdem (a.s.)ın îmânı, bakın şimdi burada peygamberlerin îmânı ile neyi ifade ettiğini görüyoruz. Âdem (a.s.) mın îmânı günahlarından arınmaları için rablarına yalvarmaları yolunda idi. “Rabbenâ zâlemnâ….” (7/23) buranın îmân budur. İbrâhîm (a.s.) ma kadar îmân, dua niyetinde geçti. İbrâhîm (a.s.) ile tevhid hakikatleri ortaya çıkmaya başladı. Onun mertebesi tevhidi af’al kendisi de tevhidin babası ünvanını aldı. Onun îmânı tevhidi af’al mertebesi îmânı oldu. Mûsâ (a.s.) da tenzihi ma’nâ da îmân anlayışını getirdi diye devam etmekte, inşallah vaktimiz oldukça bizde devam ederiz. Cenâb-ı Hakk cümlemize kolaylıklar idrakler, geniş gönül huzuru ve muhabbeti versin. En iyi şekilde anlamaya çalışalım inşallah.

Sohbet (8)Euzübillahimineşşeytanirracîm

Bismillâhirrahmânirrahîm Bu akşam 25/05/2008 Pazar günü akşamı İzmir Buca Şirinyer bölgesindeyiz. Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim. Bu akşam ki sohbet mevzuunun konusu, Îmânın özelliklerinin devamı Vahiy ve Cebrâîl kitabı sayfa 16 îmânın diğer özellikleri diye başlığı vardır. Daha evvelki sohbetlerimizde mesnevi şeriften bir bölüm, bir paragraf alarak îmânın bazı hakikatlerinden bahsedilmişti. Daha sonra aynı kitaptan af’al mertebesi îmânı esmâ mertebesi îmânı sıfat mertebesi ve zat mertebesinde oluşan îmânlardan bahsedil-mişti. Burada biraz daha değişik yönü ile mevzumuza devam edelim. Îmânın diğer özellikleri: İnsanlık seyrinin gelişiminde îmânında seyr mertebelerini görmekteyiz. Yani Âdem (a.s.) devrindeki Allah bilinci ne kadar ise, o mertebenin îmân bilincide o kadardı. Yani kendinden sonraki mertebeler henüz daha oluşmadığından îmân haliyle o mertebesi kadardı.

107

Biz ümmeti Muhammed olmak üzere, îmânın bütün mertebe-lerini bilen bir ümmetiz. Neden? Çünkü son ümmet olduğumuzdan başkada yeni bir hukuk gelmeyeceğinden, bu günlere kadar gelmiş olan bu mertebeler ise İslâmın içinde mevcuttur. Muhammediyet gelmeden evvel, en yüksek îmân anlayışı Îseviyette idi. Îseviyet gelmeden evvel en yüksek îmân anlayışı museviyette idi. Ondan evvel ibrâhîmiyet mertebesinde idi. Ama işte bizlerin özelliği ve güzelliği, bütün meratibi İlâhiye de olduğu gibi en üst yerden bakıp, bütün îmân mertebelerini müşahede etmektir. İşte kemâli bir îmâna sahip olmak için bize lâzım olanda aslında budur. Îmânı dörde bölmüştük. Af’al mertebesi îmânı esmâ mertebesi îmânı sıfat ve zat mertebesi itibarıyle ki, zat mertebesinde îmânın aldığı isim îkân olmakta idi. Nerde bahsediliyordu Cibril hadîs-inde ve onun devamında bir sürü Kurân-ı Kerîm âyetlerinde açık olarak belirtiliyordu. Yavaş yavaş yolumuza yine devam edelim. İnsanlık seyrinin gelişiminde îmânında seyir mertebelerini görmekteyiz. Âdem (a.s.) îmânı günahlarından arınmak için rablarına yalvarma yolunda idi. ”Rabbena zâlemnâ enfüsenâ………….” gibi. İbrâhîm (a.s.)a kadar îmân dua mahiyetinde idi. Yani Allahı idrak etme şuurlanma şeklinde dua mahiyetinde geçti. İbrahim (a.s.) ile tevhid hakikatleri ortaya çıkmaya başladı, onun mertebesi tevhidi af’al, kendisi de tevhidin babası ünvanını aldı. Îmânı tevhidi af’alin îmânı oldu. Mûsâ (a.s.) ile tenzih hakikatleri ortaya geldi. O mertebede Allah sadece göklerdedir bilinmez ve ulaşılmaz haldedir, tenzih mertebesi itibarıyle. Bu yüzden Mûsâ (a.s.) ın îmânı tenzih oldu. Ve kendisinden bahsedilirken Mûsâ’nın rabbı diye ifade edildi. Neden Mûsâ (a.s.) anladığı ve kavmine öğrettiği bir îmândı. Buna ne diyorlar yahovalar, yahve adını verdiler. Bu arada firavun boğulurken ne dedi? Ben Mûsâ’nın rabbine îmân ettim dedi. Allaha îmân ettim demedi de Mûsâ’nın rabbine dedi. Neden, Mûsâ kendi rabbına nasıl îmân etmişse, bende öyle îmân ettim dedi. Yani oradaki îmânın en ileri derecesine ulaşan Mûsâ (a.s.) dır. Îsâ (a.s.) ile teşbih hakikatleri ortaya geldi. Benzetmeli ifadelerle gerçekler izah edilmeye başlandı. Meselâ bir şeyi genel ma’nâ sı ile anlamak anlatmak mümkün değil iken, onu daha küçük vasıflı bir şeye benzeterek, misallerle anlatmak. Bunun neticesinde üçlü

108

Allah anlayışı îmânı ortaya çıktı. “Ebâ-ebi ve ruhul Kudüs” anlayışı ortaya çıktı. Yani “Baba oğul ve ruhul Kudüs” ile ifade edilmeye çalışıldı. Muhammed (s.a.v.) de ise, museviyetin tenzihi, yani ötelerde bir Allah inanışı, Îsevilerinde teşbih misallendirilmesi birleştirilip tevhid oluşturuldu. Yani museviler Allahı yukarılara attılar tenzih yaptılar aşağıda görmediler, hıristiyanlar ise, o gökte değil yerdedir Allahın oğlu da buradadır dediler ve Allahı aşağıya indirdiler gökte olan Allahı kaldırdılar. Ama Cenâb-ı Hakk hem gökte hem yerde, ve her yerdedir. “Vel evvelü-vel âhiru-vezzâhiru-vel bâtın.) (57/3) bütün âlemleri ihâta etmiş olduğundan Muhammed (s.a.v.) ın şahsında da tevhid dediğimiz gerçek îmân ortaya çıktı ki, aslı ve kemâli îkân’dır. Tevhid dediğimiz zaman “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün rasülullah” dediğimiz sadece kelâmi olan yönüdür. Halbuki bunlar çok gerçekçi yaşanacak meselelerdir. Tenzih ve teşbihi birleştirip tevhid oluştuğunda “evvel, âhir, zâhir, bâtın,) hepsi odur diyerek gerçek îmânın ne olduğunu açık olarak ortaya getirdi. Tek’i ifade eden “Bismillâhirrahmânirrahîm” bakın diğer bütün anlayışlardan onların üstünde bir idrak ve şuur ile Allahın rahmân ve rahîm isimleriyle, tek olarak ifadesi oldu. Ve kelime-i tevhid ile de bu îmân netleştirildi. Mûsâ (a.s.)ın kavmi, birçok ilâhlar üreterek kesrete, yani şirke düştüler. Romalılar da birçok erkek ilâh ve kadın ilâheler ürettiler. Îsâ (a.s.) mertebesinde ilâhlar üçe düşürüldü. Yani batının, romanın çok ilâhları üçe düşürüldü. Bir anda onu teke düşürmek mümkün değildi, zâten onlar bunu anlayamazlardı. Üçe düşürüldüğü halde gerçek ma’nâ da anlayamadılar. Yani “baba oğul ve kutsal ruh” olarak üçe indirdiler. Halbuki Îsâ (a.s.) bunlarında tek olduğunu söyledi, ama çokluğa alışmış olanlar bir anda teke gelemediler, çoğun en azı anlayışı 3 olarak bakmaya başladılar. İslâmın zâhirinde ise, kimlikler ikiye indirilerek yani iseviyet mertebesinde, üçlü Allah inancı var iken, İslâmiyetin zâhirinde bu ikiye indirildi. Nasıl oldu? kul ve rab hükmüyle. İslâmiyetin zâhiri

109

ikilik üzere bina edildi. Yani yukarıda Allah aşağıda kul anlayışı ile oluştu. İslâmın özünde bulunan mutlak tevhidin oluşması için, az önce söylediğimiz lâfzi tevhid, ama bu lâfzı tevhidin içerisinde mutlak tevhid de vardır. İşte o mutlak olan tevhid anlayışında ikiye yer yoktur. İslâmın zâhirinde ikiye yer vardır, ancak bâtınında hakikatinde iki ye yer yoktur. İşte bu mutlak tevhid’in oluşması için ikiden birinin ortadan kaldırılması lâzımdır. Bu kaldırılması gerekecek olanında tabi ki rab değil kul olması lâzım gelecektir. O halde bizler evvelâ kendimizi varlık sahasından dışarıya çekmemiz gerekmektedir, aksi halde ben var Allah da varsa, bu gizli de olsa bir şirk hükmündedir. Gerçi suç unsuru o mertebede oluşturmamaktır. Ama kişi seyrine devam edip, yukarılara doğru çıkmak istiyorsa, yukarılara doğru çıkacağı zaman üstündeki ağırlıklarını atması gerekecektir, üzerinden ne kadar çok ağırlığı atarsa, yukarıya doğru kolay çıkacağı aşikar olduğundan, o zaman kendi varlığının maddesel ve bedensel yönünü terkedip lâtif tarafıyla hareket etmesi gerekmektedir. O lâtif tarafı da, Hakk’tan gayri bir şey değildir. “Ve nefahtü fihi min ruhi” (15/29) Bizim varlığımızda mevcut ve var olanı bulup Hakka ulaştırıp bu şekilde bedensel nefsi benliğimizi de ortadan kaldırdığımızda işte o zaman “tevhîd/birlik/îkân” oluşmuş olmaktadır. “Çık aradan kalsın yaradan” ifadesi ile, çok açık basit ve lâtif olarak telâffuz edilen, bu kısa cümle büyük bir ma’nâ hakikatini ortaya koymaktadır. Kişi kendi varlığında bulunan nefs ve hevasından ne derece sıyrılabilirse o derece kendisinde ki Hakk meydana çıkacaktır. Bakın bizle Hakk arasına rabbımız arasına perde olan tek varlık, hayal ve vehim zan’dır. O nedir? Kendi varlığımızın bir gerçek olduğunu zannetmektir. Halbuki bizim her birerlerimiz, bir hayelden ibaretiz. İşte bu zannımızı aradan çıkardığımızda kalacak olan Hakk’ın ta kendisidir. Böylece kendinde, beşeri kendinden bir şey kalmadığıdan, gerçek tevhide tevhidin îmânına-îkâna ulaşmış olacaktır. Yani zat mertebesindeki îmânın hakikati îkân’dır. İseviyette îmân teslis, yani “Hak âlem ve kul” üçlüsü mahiyetindedir. Yani “ebâ-ebî ve ruhul Kudüs” teslis-üçlü Allah ma’nâ sınadır. İşte teslisin bir diğer ifadesi bir Hakk var bir âlem

110

var bir de kul vardır. Bu üçlü anlayıştır. Yani âlem ayrı, Allah ayrı, kul ayrı, bakın birliktelik yok tevhid yoktur. İslâmın şeriat mertebesindeki îmânı, şeriat mertebesi ikilik üzere vâz edildiğinden kul ve Hakk ikilisi üzere binâ edilmiştir. Aradan ne kaldırıldı âlem kaldırıldı. Yani iseviyet teslisinde Hak var, âlem var, âdem vardır. Ama İslâmiyetin zâhiri âlemi kaldırıyor, sadece rab ve kul ikilisini bırakıyor. İmân esmâ mertebesinde duygusallık ve muhabbet üzerine binâ edilmiştir. Esmâ tarikat mertebesinde duygusallık ve muhabbet üzerine binâ edilmiştir. Îmân hakikat-sıfat mertebesinde ikilikteki tekliği bulmaktır. Yani Cenâb-ı Hakk’ın zâtında var olan insan vasfını, insandan kasıt beşer özellik vasfını ortadan kaldırıp iki gibi görünenin aslında bir tek olduğu şuuruna ulaşmaktır. İnsanı ortadan kaldırmak demek tabancayla vurup mezara sokmak ma’nâ sında değildir, vasfının ne olduğunu hakikatinin ne olduğunu idrak etmek suretiyle yokluğunu anlamaktır. Yani bizim, bize ait olan bir varlığımızın olmadığını, bütün bizde görünenlerin, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının zuhurundan başka bir şey olmadığını anladığımızda, “çık aradan” dediği hakikat meydena gelmekte, biz ortadan kalkmaktayız, bizde var olan Hakkı müşahede ettiğimizde bize verilmiş olan emaneti, Hakk’a teslim etmiş olmaktan mülk sahipliğimizden vazgeçtiğimizden mülkü sahibine iade ettiğimizden, kendi varlığımız kalmamış, bu şekilde bizde var olanın, Hakk olduğu ortaya çıkmış olur. Ve bu sıfat mertebesindeki ikilikteki tekliği anlamak olur. Yukarıda Allah, aşağıda kul, gibi olan ikiliği kulun kalkmasıyle tekliğe, sadece Allahın kalmasıyla sıfat mertebesindeki îmân anlayışı oluşmaktadır. Îmân marifet mertebesinde, bunun biraz daha ilerisi olarak, kendindeki uluhiyyet ve abdiyyet mertebelerinin Hakk’ını vererek tek olarak yaşamaktır. Bu sıfat mertebe-sindeki îmâna biraz benzemektedir, yalnız şu farkı vardır. Îmân, sıfat mertebesinde ikilikteki tekliği bulmaktır. Yani şuur olarak ikilikteki tekliği bulmak, ve bunu Allaha vermektir. Yani kişinin idraki kendi yokluğu bunu Allaha vermektir. Îmân marifet zat mertebesinde ise, kendindeki ulûhiyyet ve abdiyyet mertebelerinin Hakk’ını vererek tek olarak yaşamaktır. Bakın şimdi, sıfat mertebesindeki îmânda kişi kendini kaldırıyor her şeyi Hakka veriyor, her şeyi. Ama zat mertebesindeki îmânda yine

111

aynı teklik vardır ama, bu defa kul kendindeki Hakk’la, kendi beşeriyetiyle abdiyyetiyle, uluhiyyet ve abdiyyet metre-belerini birleştirerek onun Hakk’ını vererek, Hakk olarak yaşamakta, kul olarak değildir. Tabi ki ismi de görüntü-süde kuldur ama, bâtıni ma’nâ da hakikati İlâhiyyeye ulaşmış ve onunla yaşadığı için, artık kendisinin varlığı söz konusu olmadığından, bu îmân diğer îmâna göre bir mertebe üstte olan ve yaşayarak bilinen yaşanan bir îmân/îkân’dır. Ulûhiyyet ve abdiyyet, bakın burada ifade edilen beşeriyet değil abdiyyettir. Peygamber efendimizin ilk Muhammedün rasulüllah tan sonra “abdühû ve rasulühû” İşte bahsedilen abd, bu mertebede velilik-velâyet mertebesi olmaktadır. Kul bu hakikati idrak ettiği zaman, Allahın velisi ve tek bir varlık olarak yaşamakta, Hakkani vücudu ile ve Hakkın velisi olarak yaşamaktadır. Bunun diğer tarifi ise, “zuhur hâlinin kadîm hâline dönüşmesi” şekliyledir. İşte burada, Cenâb-ı Hakk, zat-Allah sıfatı ile kendisinden razı olmakta, “râzıye-merzıyye” (89/28) mertebesinin kemâli buradadır. Bakın burada Allah esmâsı ile teknik bir konu vardır. Cenâb-ı Hakk o kulunda abdında, yani kemâli ile zâhir olduğun-dan, velisi olmaktadır, peygamberlik süresi zâten geçtiğinden velisi olmaktadır. Veli ise zâten, en yakını demektir, ve bu halkıyyeti ile Cenâb-ı Hakk’ın Allah sıfatının ondan razı olması, mertebeyi rıza halinin oluşmasıdır. Esmâlarının rızası değil, bakın zâtının rızası olmakta ve o zaman da kul da merzıyye yani râzı olunmuşlardan olmaktadır. Neden? Allah esmâsının, ma’nâsı’nı zuhura çıkardığından dolayıdır. Tek olarak böylece yaşanmakta, işte “abduhû” bu hakikati itibarıyle, ve “rasüluhû” işte bu mertebenin kişileride, risâlet mertebesinin zuhurlarıdır. Bu yüzden Peygamberimizin vârisleri olarak Nübüvvet risâlet-i devam etmekte ancak mühürsüz olaraktır. Peygamberlik kaldırıldı, ancak Peygamberin vârisleri olarak risâlet devam etmekte, yani habercilik devam etmektedir, eğer bu kesilmiş olsa idi insanlık sona ererdi. İnsanlığın sona erdiği devrede bu kesilecek, risâlet tamamen kesilecektir. Ancak bu risâlet mühürlü bir risâlet değil batında olan bir risâlettir. Ve yeni hükümler getirmez, gelmiş olan İlâhi hükümlerin ilhâmi olarak açılımlarını zuhura getirirler. Herkesin bulup bilip peygamber hazretleri gibi tanıyabileceği bir risâlet değildir. Ama risâlet bu yüzüyle devam etmektedir.

112

Zat mertebesinin iki özelliği vardır. Yani zat mertebesinde yaşanan îmânın iki özelliği vardır. 1... Zat-ı Mutlak 2... Zat-ı Mukayyed Zat-ı Mutlak aynı zamanda gaybı mutlaktır. Ve burası mutlak tenzihtir Bu mertebeyi anlamaya yol yoktur. Hani diyoruz, Yukarıda mevzu oldu, ”yü’minune bil gaybi” Onlar gayba îmân ederler. Oranın gayb-ı’nı kendi gaybımızı idrak etmek suretiyle Allahın gayb-ı’nıda kolayca idrak ederiz gibi bir bilinçlendirme geçmişti. Bunun bir mertebe sonrası daha var vakti gelince bakacağız demiştik şimdi orası geldi. Belki daha önceki sohbetlerde bir miktar konuşulmuş olabilir. Ancak, bir kez daha tekrarda yarar vardır. Mutlak ma’nâ da tenzih gaybı mutlaktır, ve burası mutlak tenzihtir. Daha evvel yapılan, museviyet mertebesi tenzihi önceden de konuştuğumuz gibi lâfzi tenzihtir. Mutlak tenzih değildir. İşte burada zât-ı mutlak gaybı mutlak, yani Cenâb-ı Hakk ehadiyet ve a’mâiyyet mertebeleri itibarıyle mutlak gaybta’dır. Mutlak tenzih de orasıdır. Mutlak gayb’ta orasıdır. Çünkü orada ne bir akıl ne bir fikir ne herhangi bir şey ne peygamberlere, nede bir başka varlıklara haber bilinç yoktur. A’mâ, deniyor bilinmezlik hâli kendi kendinde, dışarıya gizli ama, kendine gizli değil, olduğu âlem burasıdır. İşte burası bilinemediğinden mutlak gayb, diğerleri izâfi gayb isimlendirilmiş gayb’dır. Oraya ermek mümkün olmadığından kendimizdeki ne ruh tarafından ne akıl tarafından ne de duygular nefsimiz tarafından kıyas yaparak orayı bilmek mümkün değildir. Ancak yü’minune bilgaybi deki var olan âlemin gaybi düşünüldüğünde orayı kıyasla anlamak mümkündür, ama mutlak gaybı kıyaslada anlamak mümkün değildir. Çünkü benzetmesi yoktur Bu mertebeyi anlamaya yol yoktur. İşte sadece burası için îmânı gaybi-gayba îmân hükmü mevcuttur. Âyet-i kerîmede bahsedilen esmâ mertebesi olarak gayba îmân oraya ulaşımak mümkün çünkü kendimizde karşılığı var nispetleri var. Ruh bizde var âlemde de var, Oradan yola çıkarak, gayba îmân kolay olmakta, o zaman müşahedeye şuhuda îmân olmaktadır.

113

Ama burada ne ruhtan ne nefisten ne nurdan ne duygulardan, hiç bir şeyden haberi olunmayan, haber verilmeyen bilinmeyen, bir sahaya müşahedeli îmân etmek mümkün değildir. İşte burası mutlak surette gayba îmân yeridir. Neden? Hiç bir şey bilinmiyor. Peki neye îmân ediyoruz? Bize bildirilenlere itimat ederek. . Onlar diyorlar ki burası böyledir buraya îmân edeceksiniz, tamam amennâ ve saddaknâ işte burası sıddıkıyet mertebesini gerektiriyor. Dört tane halifemiz vardır. Halifelerimizin her birerleri İslâmiyette bize birer mertebeyi bildiriyor. Tarihi bir vakıa değil sadece, yaşanacak bir hadisse, bu da ayrı bir konu yeri gelmişken kısaca bahsedelim. Her birerlerimizde olması gereken ilk şey tasdik’tir. Neyi tasdik, Allahın varlığını birliğini peygamberimizi, evliyaullahı pirlerimizi hakiki ma’nâ da olan, evvelâ bunları tasdik etmek gerekiyor. Tasdik etmeden peşlerinden gitmek mümkün değildir. Tasdik ettikten sonra ne mertebesi geliyor, Fâruk-fark edicilik-ayırıcılık vasfı geliyor. İşte kişi bu vasfa da bürünmesi lâzımdır. Karşısına gelen her şeyi tam olarak kabul etmesi, farukiyet mertebesini anlamamaktır. Teslim olmak derken, bir şey önümüze konacak. Bu hayatımızın herhangi bir sahasında da olabilir. İtimat ettiğimiz şey ise bunu alacağız ama ihtiyata bırakacağız. Sonra farukiyet devreye girecek aldık ama, meselâ bize bir çek verdiler, o çeki işleme koymadan önce araştırmaya başlayacağız. Mutlak kabul etmeden önce araştırma yapacağız, farukiyet ortaya çıkacak. Soracağız ilgili birimlere ona ona ona tamam ise o zaman mesele yok. Değilse al kardeşim çekini sen, bu sende kalsın deriz. Akıllıca olan iş bilen budur, bu hususları sadece ticarete değil hayatımıza da uygulamamız gerekiyor. Tamam tasdik ettik, farukiyeti de çalıştırdık oldu. Ama buda daha yetmiyor. O zaman bunu tatbik sahasına koyduğumuzda mutedil ve muhabbetli olacağız, O zaman iki nurlu zinnûreyn devreye girecek. İki nurlu zâhir ve bâtın ve muhabbet ehli... Hz Osmanın özelliği oymuş, halim selim çok yumuşak bir insanmış, ve bu yüzden de yüzü tutmuyormuş, kendi yakın akrabalarını devlet işlerine getirmiş, bu yüzden de fitneye sebep olmuş, zâten ömrü de öyle yumuşaklıkla gitmiş. Bu da bir vasfımız

114

olacak, ondan sonrada Hz Ali efendimizin de vasıflarıyla vasıflanmış olacağız. Hz Ali efendimiz ise, şeceat, doğruluk mertlik ve ilimdir. En büyük vasfı peygamberimizin buyurduğu Hz Ali efendimiz için “Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır.” (Ali bâbuhâ) O halde yolumuz onun ayak izi ile devam ederek, dört halife dönemini böylece bünyemizde yaşamamız gerekecek. Bunlar rast gele, şöylece böylece oraya konmuş isimler değildir. Hem tarihi vakıa gerçekler olarak, hem de onlardan sonra gelenlerin, yani dervişin bir Hakk yolcusunun kendisindeki ahlâkları olarak düzenlenmiş gerçek yaşam hadiseleridir. Ve kendi irâdi halimizde, aleyhisselâtü vesselâm efendimizin, yani akıl ve irademizde onun tecelli mahalli olacak, O zaman biz beşli bir ayak üzere durmuş sağlam ayaklarla basmış, her iki dünyaya da tatbik edilebilir, gerek ticarete, gerek maneviyata, tatbik edilebilir bir sistemi, kendimizde oluşturmuş olacağız. İnşallah böyle olunca da ne dünya da ne ahirette hiç bir zarar çekmeden tedbirli davranıp, ve zaman vakit kaybetmeden her iki dünyada da saadet üzere olmuş olacağız. Tabiki bu bir temennidir. Cenâb-ı Hakk’ın da bir kazâ ve kaderi vardır. Biz istediğimiz kadar bu sistemi oturtmaya çalışalım, tatbik etmeye çalışalım Cenâb-ı Hakk’ın kazâ ve kaderi bizim üzerimizde olacaktır. Ancak, kazayı mübrem, kazayı muallak, diye bir özellik vardır. Biz kendi irademizi de kullanmak ve bu yolda yürümek zorundayız. Bütün bunları kullandıktan sonra başımıza bir eksi hâdise gelirse, o zaman bu kaderdendir diyerek boyun bükmemiz daha kolay olacaktır. Ama bütün bu tedbirleri almadan, hiç araştırma yapmadan, gerek dünya için gerek tarikat yaşantısı üzerinde olsun körü körüne girdiğimiz bir hâdise o zaman bizim hatamız olmaktadır. O zaman Cenâb-ı Hakka diyemeyiz ki, sen bunu bana yazmışsın diye! Bu yanlış olur. İşte böylece dört halifenin hakikatlerini de yaşamamız gerekmektedir. İşte ancak sadece burası îmânın gaybi îmân hükmü mevcuttur. Gaybe îmânda sıddıkıyet mertebesi yani tasdik mertebesidir. Buradan sonraki tecelliler, idrak edilir hallerde olduğundan, yani a’mâiyyet ahadiyyet vâhidiyyetten sonraki tecelliler idrak edilebilir hallerde olduğundan, ilmi îmân, şuhudi îmân, ve bunların toplamını bünyesinde bulunduran “îkân” dır.

115

Îkân yakîn-kurb kelimesi ile ifade edilen yakınlık değildir. Biz bunu karıştırıyoruz Yakın ile yakîni birbirine karıştırıyoruz. Yakînlik dendiği zaman yakınlık akla geliyor bunun arapça karşılığı yakının arapça karşılığı kurb-kurbiyyet kurban denilen hâl dir Kurb’an niye diyorlar? O koç, ne kurban ne bir şey, yanlış ifade edilmektedir. Kurb’an olan koyun değil oradaki ameldir. Yani kurb’an kesmeye niyet etmiş bir kimse, bazı fedakârlıklar yapması gerekiyor. Evvelâ kurb’anı alacak parayı tedarik etmesi gerekiyor, bunu cebinden çıkarması gerekiyor. İkinci kesimi sırasında bir çok sıkıntı sıra beklemesi getirmesi götürmesi gibi işlemler gerekiyor. İşte bu işlemler neticesi Allaha yaklaşması kurb’an! Kesilen koç kurban değil. Ama biz o hayvanı kurb’an zannetmişiz. O, muamele içinde yapılan bir vasıtadır. Yoksa kesilen o kurb’anın ne eti ne kemikleri ne kanı Hakk’ın huzuruna gider. Ona giden yaptığımız hareketler fiillerimiz niyet ve düşüncelerimiz olmaktadır, kurb’an budur. Kurb, ama yinede ikilik gerektiren bir hadise bir kurb’an eden var, bir de kurb’an edilen vardır. İkilik vardır. Ancak yakîn kelimesinde ikilik yok teklik vardır, ikiliği ortadan kaldıran bir teklik anlayışı vardır. Kurb kelimesi ile ifade edilen yakınlık değil, yakınlık iki varlık gerektirir. Îkân ise, böyle bir şeyi kabul etmez. Yani ikiliği kabul etmez. Îkân ikiliği kabul etmez. İkiliği kaldıran en keskin kılıçtır. Îkânı tarif ederken şöyle demişler ”El yakînü hüvel Hakk” “Yani yakîn, zatıyla sıfatıyla af’aliyle her şeyiyle Hakk’tır.” Tefsirler bazı yerlerde yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir. Kısmen bu da doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tn başka bir şey kalmadığından ikilikte düşer teklik olan yakînlik kalır. Bu dolaylı bir benzetmedir. Şimdi tefsirlerde ölüm ifadelerinde, yakîn ifadelerinde ölüm yorumu var öyle kullanıyorlar. ”Fesebbih bihamdi rabbike ve kün minessâcidîn Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel yakîn” Hicir 98/99 Fesebbih-tesbih et: Tesbih edecek kişide diyor, ya rabbi neyi tesbih edeyim. Tabi sorulacak. Şimdi birisi gelse bunu yap? Dense. . O zaman diyecek ki ne yapayım nereye götüreyim adresi neresi diyecektir. Tabi bunlar sorulacak. Biz diyoruz ki şimdi yahut kul neyi tesbih edeyim? Neyle nasıl tesbih edeyim?

116

Bihamdi rabbike Rabbının hamdınla tesbih et, senin hamdınla beni tesbih etme diyor, neden? Çünkü sen beni hayal, zan ve vehimle tesbih edersin, o bana ulaşmaz diyor. Benim hamdımla, yani rabbının hamdınla tesbih et. Fesebbih, ne kadar açık âmir hüküm emir fiili ve oradaki “fe” ise hemen acele tesbih et ma’nâ sınadır. Soruyor kişi nasıl tesbih edeyim, yahut ne diyeyim, on tana mi, yirmi tane mi, yüz tane mi? O zaman yolunu açıyor “Bi hamdi rabbike” rabbının hamdıyle tesbih et. O zaman ortaya neler çıktı. Evvela rabbımızı bilmek şart oldu, ve rabbımız nasıl hamd ediyor, onuda öğrenmek şart oldu, onu öğren de ondan sonra tesbih et diyor. Fesebbih bihamdi rabbike ve kün minessâcidîn ve secde ehli ol. İşte ondan sonra “Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel yakîn” Yakîn gelinceye kadar rabbine ibadet et. Burayı tefsirlere baktığımız zaman ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet et hükmünü çıkartırlar. Ama yakîn ehli ise burada ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet hükmünü çıkarmaya gerek yok, bunu söylemeye bile gerek yoktur. Zâten ölüm geldiği zaman o kişi ibadet etmesi mümkün değildir. O halde bunu söylemek tam bir anlayış değildir, bunu söylemenin bile gereği yoktur. Yani Kurân-ı Kerîmin aslı öyle demiyor. Şimdi küçük bir benzetme yapalım. ”Küllü nefsin zâikatül mevt” yerine “Küllü nefsin zâikatül yakîn” niye denmemiş? Küllü nefsin zâkatül mevt :Her nefis ölümü tadacaktır. Bakın burada ölüm mevt olarak geçiyor. Cenâb-ı Hakk ayıramıyormu ki burada” Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel mevt” diyemezmiy di. Açık olarak hiç bir tereddüt kalmazdı orada. Ama bakın buraya yakîn halini koymuş. İşte buradaki mevt ile yakînin hâli, aslında yakînlik bir bakıma ölümdür, ama fiziki ölüm değildir, kulunun rabbında “fâni onun la bâki” olmasıdır. Ölümlede yorum-lanabilir ama fiziki ölüm değildir. Peki nasıl bir ölüm! “Va’büd rabbeke” Rabbine ibadet et ne zaman kadar? Yakîn gelinceye kadar. Ölüm gelinceye kadar demiyor. Ne zaman ki biz yakîn hakikatini hayatımızın bir bölümünde idrak ettik, 45 yaşımızda idrak ettik veya 30 veya 60 veya 80 yaşında ettik. İşte bizim süremiz oraya kadardır. “Va’büd rabbeke” “Rabbına ibadet et.” Hangi rabbına, O da rabbı hassına, Allaha değil, Rabbül erbaba değil. .

117

“Va’bud rabbeke” Onun rabbına diyor. Allaha rahmana demiyor Yani hangimizin rabbı hası ne ise hangisi ise, biz genelde oraya ibadet etmekteyiz çünkü ilk önümüzdeki odur. Hani çocuğun annesi varken, ne padişaha ne valiye gitmiyor, anne diyerek annesine gidiyor. Baba diye gitmiyor gitse de annesini bulamadığı zaman babasına gidiyor. İlk gideceği yer annesi oluyor neden çünkü rabbı o terbiye edicisi de o. “Va’büd rabbeke” Rabbına ibadet et bunun süresi, sana yakîn gelinceye kadardır diyor. Ölüm gelinceye kadar değil. Kişi bu idrake erdiği zaman, bu idrakten kastım, bütün varlıkta Hakk’ın varlığı olduğunu, kendinin hayali bir varlık olduğunu, kendi gerçeğinin Hakk’ın varlığı olduğu, gerçeğini idrak ettiğinde, yani kendi kimliğinin, hiçliğini anladığında kendinin sıfır noktada olduğunu, kendi diye bir varlığının olmadığını anladığında “Câel Hakku ve zehakul bâtıl” (17/81) İşte o zaman beden mülkün de, “gerçek zâtın olan Hakk geldi, hayal vehim, ve bâtıl olan nefsi kimliğin gitti,” hakikati sende oluşmaktadır. Ve bunun gelmesi ile de, yakîn hali hasıl oldu. Ondan sonra işte sen, gerçek rabbına ibadet üzeresin. Yani kendin olmadan hakikatin itibarıyle ibadettesin, Eğer bundan, yakîn geldikten sonra, sen tekrar eski anladığın, rabbına ibadet edersen yine geriye kalmışlardansın, geriye düşmüşlerden olmaktasın. İşte yakîn gelinceye kadar, ibadet et dediği budur, yoksa ölüm gelinceye kadar ibadet et değildir, Ölüm geldiği zaman, bu söylenmese de, zâten ibadet yapılamıyor. Neye bunu bildirsin ki, bu mantık işi değil ki. Ama ömrümüzün belirli bir süresi içerisinde bize yakîn geldiğinde, ondan sonra yakîn gelmeden evvelki, ibadet türünü artık yapamazsın. O zamana kadar da mazursun denmek istiyor. Sana yakîn geldi ! eyvah benim eski hallerim ne olacak diye, onu da düşünme, bir daha geriye dönme bundan mazursun, diyor. Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ne kadar fazla. Tefsirlerde yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir. Kısmen bu da doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tan başka bir şey kalmadığından ikilikte düşer, teklik olan yakînlik kalır. Bu halin tabii süresi oluşumudur. Kişinin batınında kendi yoktur ki, îmânı olsun. Kimlik olarak bizler ortadan kalkmış isek, şuur ve anlayış olarak ortadan kalkmış

118

isek o zaman bizim neyimiz kalır ki! iflâs etmişiz, bu halde, ne îmân kalır ne bir şey kalır. İşte burada îmân terakki ederek inkılâb ederek bu halde yaşayanın îmânı ikân-yakîn olmaktadır. Daha evvelki mertebelerde îmânı kaldırmak küfrün ta kendisidir, yani inkârın ta kendisidir, ama burada îmânı kullanmak şirkin ta kendisidir. Biraz ağır mı oldu. Allahın birliğine ulaştıktan sonra, o idrake ulaştıktan sonra, tekrar geriye eski haline dönüp, benim diye ortaya çıktığımız zaman, şirkin ta kendisi olmaktadır. Çünkü Allah tektir mülküde tektir. Mülkünde olan varlıklar ona aittir. Benim diye ortaya çıktığımız zaman putpereslerden hiç farkımız kalmaz. Daha evvelki bunları idrak etmediğimiz devrelerde, zâten hayali vehmi yaşadığımızdan, îkân da söz konusu olmadığından, Cenâb-ı Hakkı anlamanın, ilk en iyi yolu ikili anlayıştır, o da îmânla ortaya çıktığından burada mazuruz. Burada bir şey yoktur. Ama yukarıya doğru çıkmaya başladığımız zaman, terketmemiz gereken ikili îmân anlayışı vardır. O zaman birisi çıkacak, ortadan çıkanda bizim hayali ve vehmi zannımız olduğundan, ortada da bize ait bir şey kalmadığından îmân hükmüde düşmektedir. Şimdi aklımıza bir soru gelecektir. Peki îmân hükmü düştü, ibadet hükmü düşmeyecek mi? Biz yokuz o zaman ibadet nereye olacaktır. Hayır o düşmeyecek, neden düşmeyecek? Çünkü o ibadeti bizden yapan Hakk artık kendisi olacaktır. Bu mertebedeki fiilin ismine de tasavvuf lisanın da, “Ubûdet” diyorlar. “İbadet” kulun fiili, “ubûdet” Hakk’ın fiilidir. Namaz oruç bunların hepsi var. Ama biz yapıyoruz ben yapıyorum hükmüyle değil. İşte ben sen şu bu ortadan kalktığı, zaman o zaman kişinin îmânıda kalkmış oluyor. Ama yerine daha değerlisi olan îkân konmuş oluyor.

Sohbet (9)Euzübillahimineşşeytanirrahîm

Bismillâhirrahmânirrahîm Evet kaldığımız yerden devam edelim, gece epey ilerledi, geç kalmayalım. Özetle, tefsirler yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir.

119

Kısmen bu da doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tan başka bir şey kalmadığından ikilik düşer böylece teklik olan yakînlik kalır. Kişinin batınında kendi yoktur ki îmânı olsun. Zâhirinde ise vücut heykeli ile hayal gibi dolaşıp durmaktadır. Yani kendi varlığını Hakka veren kişinin, dolaşması hayal gibi, ruh gibi dolaşır, durur. Öyle perdelenmiştir ki tanımak mümkün değildir. Öyle âşikârdır ki, tanımamak mümkün değildir. Burada bir hadîs-i şerif var iaman Hakk’ında onuda görelim. Ebu hureyre radiyallahu anhu, dan rivâyetle, Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “İmân 70 veya 60 bâb’a ayrılmıştır en üstünü Lâilâhe illâllah sözüdür” Hani bahsediyorduk ya bugün, Lâilâhe illâllah diyoruz, ama kelâmi olarak söylüyoruz. En üst mertebeyi kelâmla söylüyoruz şuhudla/müşahedeli değil. İşte o mertebenin şuhudla söylenmesi için evvela Lâ fâile illâllah seyrinden tevhidi af’al ki sekizinci mertebede başlıyor, Lâ mevcude illâllah, Lâ mevsûfe illâllah ... . . Lâ mevcûde illâllah-Mevcutta Allahtan başka hiç bir ilâh yoktur “Fe eynemâ tüvellü fesemme vechullah “ âyet-i açık olarak bunu gösteriyor. Lâ mevsûfe ilâllah, sıfat mertebesi itibarıyle vasıflanmış hiç bir varlık yoktur. Bütün vasıflar sıfatlar Hakk’ın vasıflarıdır. Lâ ma’bûde illâllah Mabud, ibadet edilen ilâh yoktur ancak Allah vardır. Lâ ma’bûde illâllah-Lâ ilâhe illâllah, aynı mertebede bununda kemali, Kelime-i tevhidin kemali Lâ ilâhe illâllah Muhammedürrasûlullah’tır Lâ ilâhe illâllah, zati ma’nâ da idrak edip fâni olmak kelime-i tevhidin içinde ama bunun tekrar dönüşü yaşanması vardır, Muhammedürrasulüllah ilavesiyle. Böylece ne devam etmiş oluyor; Risâlet mertebesi devam etmiş oluyor. İşte böylece, “abduhû” ve “rasuluhû” hükmü lâfzan kelâmen, söylediğimiz hüküm, hakikate geçmiş oluyor. Aleyhisselâtü vesselâm efendimizin “abduhû” bülümü veliliğini, “ve rasûluhû”

120

bölümü de risâletini anlatıyor. Çünkü velâyet olmadan risâlet olmaz. Yani abd hükmü velâyet-i, rasül hükmüde risâletidir. Bizlerde bunu idrak ettiğimizde, kendi mülkümüzün velisi, kendi mülkümüzün rasulü olmaktayız. Ne şekilde; Cenâb-ı Hakk ilham gönderdiği vakit o ilhamı gaybtan alıp, şuhudumuza açmak getirmek risalettir. “Îmânın en üstünü Lâ ilâhe illâllah sözüdür. En aşağısı da insanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp atmaktır.” Bakın insanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp atmak dediğimiz zaman ne geliyor aklımıza. taş toprak vs. Yoldan kaldırmak değil mi ! Oysa ki bu işin zâhiridir. Bâtını ise. Hakk yoluna giderken, akılda gönülde lüzumsuz taşlar, topraklar, ne varsa onları açıp yolu serbestleştirmek. Gönül yolunda muhabbet yolunda manialar varsa bunları yoldan kaldırıp atmak oradan geçenleri rahatlatmak içindir. Meselâ birçok sorular sualler vardır, şüpheci düşünceler vardır. Bunların hepsi Hakk yolunda mani, taşlar topraklar duvarlar çukurlar engellerdir. Bunları yoldan kaldırmak çukurları doldurmak Hakk yolunda bu hadîs-in hükmünü bâtın olarak yerine getirmektir. Efendimiz (s.a.v.) “Haya da îmânın ayrılmaz bir parçasıdır” diye buyurmuştur. Bu hadîs-in kaynağı hac xxxx? cilt 1 sayfa 24 hadis no 10 Efendimiz (s.a.v.) bu hadîs-i ile îmânın bütün mertebelerini toplu olarak ifade buyurmuşlardır. Burada anlatılan, daha evvelde anlatılan, kıyamete kadar anlatılacak olan, burada da özetle bahsedilen, bütün îmânın mertebelerini bu hadis içerisine toplamıştır. Ne kadar tabi bir anlatımla, en alt mertebesini hem de, zirvesini bildirmiş. Îmânın kemâli “Lâilâhe illâllah,” en alt mertebesi de Hakka giden yolda, taşları temizlemek yolu açmak. Ve haya da îmândan bir şübedir demek suretiyle osman zinnureyn hakikatine de temas etmektedir Çünkü o çok edeb ve haya sahibi insandır. Hani demişti ya îmân 70 yada 60 bab –kapı şubedir. Bunların genelde 70 bâb kapı olması 7 nefs mertebesini her mertebesinde 10 özelliği ile idrak etmektir. Lâ ilâhe illâllah, kelime-i tevhid, isimli kitabımızda belirttiğimiz anlayışla, ifade etmektir. Bu Lâilâhe illâllah kelimesinin hakikatine,

121

biraz daha derinlemesine girebilmemiz için, vaktimiz olsa da Kelime-i tevhid kitabını baştan sona okuyabilsek. Ama herbirerlerimizin elinde olduğundan herbirerlerimiz onu gözden geçirip bir seyr edelim. İnsanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırmak: Hakk ve tevhid seyrü süluk yolunda kendisine mâni olan her türlü şeylerin kaldırılıp yolunun açılmasına yardımcı olmaktır. Ayrıca taş kalpli olan nefsi emmâremizi ortadan kaldırmak lâzım gelmektedir. Haya utanma sıkılma Allah korkusu ise, kendinde olan tüm varlığını Hakka teslim edip kendi nefsine mal etmekten, utanma sıkılma ve Allah korkusudur diyebiliriz. İşte Cenâb-ı Hakk’ın bize emanet olarak vermiş olduğu, bu varlığa sahib çıkarsak, hayanın dışına utanmanın sıkılmanın dışına çıkıyoruz. Bu varlığı Hakka teslim ettiğimizde haya hükmü bizde faaliyete geçmiş ve yaşanmış olmaktadır. Varlığını Hakka teslim edip, kendi nefsine mal etmekten utanmak, sıkılmak. Hani deniyor ya utanmadan sıkılmadan bir de buna sahip çıkıyorsun gibilerden. Cenâb-ı Allah (c.c.) den, cümlemize mutlak gerçekleri idrak ettirecek akıl ve irfaniyet vermesini niyaz ederiz. Amin Bu hususta küçük bir hatıramızıda belirtelim. Gerçi zaman zaman belirtilmişti, ama burada tahkik olarak yani kaynağıda belli olarak tekrar edelim. Küçük bir hatıramıda anlatmaya çalışacağım. 1997 senesinde idi. Yeni tanıştığımız B... Bey isimli arkadaşımız ile bir kaç defa görüşmüş idik. Bu arkadaşımız bakın zamanın mehdisi olduğunu söylediği bir zâta gönülden bağlı idi. Değiştirerek söylemek gerekirse nefsinden bağlı idi. Samimi bağlı idi ama bu samimilik gönül bağı değil, nefsi ma’nâ da idi. Neden? Çünkü hepsinin nefisleri kabarıyordu... Bu arada bizlere de mutlaka bu zat’a bağlanmamız gerektiğini, kendisinin zamanın sahibi olduğunu bu durumda herkesin kendisine biat etmek zorunluluğu bulunduğunu adeta manevi bir baskı kurmak isteyerek bizleri zorlamakta idi. Aramızda karşılıklı birçok mevzular oldu. ( Sefer kardeşimizin annesinin evinde olan hâdıse) 16 saat konuştuk çıkardığım netice( 1-2 fasıl görüşmede) Ne kadar büyük bir hayel vehim ve cüret içinde bulundukları yolunda idi.

122

İşte bu kişi diyor ki, B... bey, bizim efendimizin mertebesi çok yüksek hâşâ ! o kadar edebsizce cüretle konuşuyor ki peygamberimiz onun arkasında namaz kıldı diyor. Bu kadar büyük iddialarda bulunuyor idi. Dedim dur kardeşim! Sen ne yapıyorsun yaaa! Bir de, tekrar söylüyor; B... bey olmaz mı ? Neden olmasın diye israr ederek cevabını da şöyle açıklıyor idi. Hz Peygamberimiz Hz Ebubekirin arkasında namaz kılmadı mı? Kıldı O halde neden kılamasın diyede onu mesnet gösteriyordu. Aaa dur dedim o iş öyle senin anladığın gibi değil. O sahabeyi kiramın büyüklerinden, Hz Rasulullahın nazargahı, kayın pederi, can yoldaşı, dert yoldaşı, bütün varlığını onun yolunda sarf etmiş, ve yinede geçmek istemedi. Yani Ebu bekir namazı kıldırsın dediği zaman kaçtı Ebu bekir efendimiz. Uzaklaştı oradan kıldırmadı namazı. . Haya etti Ama ikinci defa Ebu bekir kıldırsın namazı, dediğinde efendimiz, Emir olarak yaptı kıldırdı namazı. Orada önde durması, görünürde namazı kıldıran Hz Ebubekir, ama ma’nâ da Hz Muhammed idi. Muhammedin önünde durdu Ebu bekir değildi orada duran namazı kıldıran. Amir olan hükümle yaptığından, memur mazurdur, oraya geçmek âmirin hükmü ile olduğu için, yani Ebubekir kisvesi ile namazı kıldıran Hz Peygamberin âmir hükmüdür. Hükümde sahibinin olduğuna göre, o namazı manevi vasfı ile kıldıran Hz Peygamberdi. Ve emir olarak yaptı. İstek gereği veya emir almadan değil, peygamberimiz rahatsız olmasın ben kıldırayım gibi şahsi bir iş yapış fiil değildir. Dedim ki ona, peygamber efendimiz emrettiği için o orada vardı, bunu kendinizle kıyas etmeyin dedim. Peki ! dedim . Farzı muhal böyle bir hadise oldu. Nerde oldu bu hadise. Ma’nâ âleminde mi madde âleminde mi? Ee ben bilmiyorum dedi. Kardeşim bak. Bilmediğin şeyi söyleme o zaman, biliyorsan konuşma, bir şeyi müşaheden varsa konuş. Bakın konuşmanın en mühim hâli budur. Bildiğin bir şeyi sağlam olarak bildiğini konuş. Müşahede ettiğin inandığın bir şeyi konuş. Eğer bilmiyorsan mertçe söyle, ben bunu bilmiyorum de. Küçülmez ki insan, herkes herşeyi bilmek zorunda değildir. Ama

123

biliyorsan da doğru olanını söyle hayalden söyleme. Nerde kıldırdı onu da bilmiyorum diyor. Farzı muhal diyelim olmayacak şey ama, hadi oldu diyelim. Nerde kıldırdı. Eğer dünyada kıldırdı ise, mümkün değil. Neden. Çünkü senin efendim dediğin kişi taş gibi ortada duruyor madde varlık, Aleyhisselatü vesselâm efendimiz ruhani, nasıl gelecek onun arkasına. Yok ki cismi yok. Dünyada kıldırılsa bu mümkün değil. . Diyelim esmâ âleminde kıldırdı. Esmâ âleminde aleyhisselatü vesselâm efendimiz lâtif haliyle mevcut, ama senin efendin burada taş gibi, bünye halinde mevcut. Oraya gitmesi mümkün değil ki. Dedim, bak dikkatli olun, bu kadar abartılı cür’etli şeyler söylemeyin yazık günah gerçekten kendinize yazık. Bu hali edepsizce ve pervasızca söyleyen ve savunan kimseye bu küstahlığın hesabını sormazlar mı. Bu görüşmelerden sonra, sonunda daha fazla görüşmeye lüzum görmeden baktı ki, olacak gibi değil kendini dinleyen kimse de yok, bir müddet sonra kalktı gitti ve bir daha da aramadı. Zâten anlaşıldığı kadarı ile, gönülleri, nefisleri tarafından istilâ edilmiş, kurtarılamaz vadiler- ümitsiz vak’alar halinde, farkında olmadan, benlik ve hayal deryası içinde, yaşayıp durdukları, açık olarak görülüyor idi. Bizle onun adına görüşen B. Bey istanbul temsilcisi, birde C. . bey vardı Türkiye temsilcisi imiş o da geldi T……ğa davetiye verdiler. Gittik merak ettik nedir ne değildir diye. . Kişinin hâli, dini bir tarafa koyun tam bir benlik deryası halinde idi. Cenâb-ı Hakk hepimize selâmet versin. Zamanın mehdisi imamı, diye o kişi bağlı olduğu yeri bizlere anlatırken, evvelâ şeyh mürşit diye bilinen kimselerin ona tabi olmalarını istiyor, kendinse evvelâ sizlerin biat etmeniz lâzım diyor böyle bir de baskı yapıyordu . Bunun üzerine ben onlara dedim ki, o kişiye, size bir soru sorabilirmiyim dedim. Buyurun dedi. Soru-“İrfan ehlinde, îmân ömür boyu sürer mi”? dedim. Bakın îmân’dan îkân’dan bahsediyoruz. -Evet sürer diye cevap verdi. Hiç bir izahta yapmadı-ğından, bu cevap neticesinde gerçekten irfaniyetten ve seyri sülukten hiç

124

haberleri olmadığı açık olarak anlaşılmış oluyordu. Yani kesret ehli şirk ehli oldukları açıktı. Herhangi birinde değil, “İrfan ehlinde” eğer bir kişi gerçekten Ârif ise îmân bir ömür boyu sürer mi? Sürmez çünkü “îmân” bir vesile vasıtadır. Yerine “îkân” gelir. “îkân” “îmân” ın kemâlidir. “îmân” sızlık değildir. Şimdi biz buraya gelip oturmuşuz burayı müşahede etmişiz. Buranın varlığına tekrardan îmân ettim burası varmış denir mi! Ama evin dışında iken, evin adresini alırız bütün yollarını öğreniriz, o zaman o bizim îmânımız olur. Evin orada varlığına îmân etmiş kabullenmiş oluruz. Neden? Ev sahibine veya bize tarif edilenlere itimat ettiğimiz için, bu evin varlığına, dışında iken îmân ederiz. Kabullenmek demek îmân etmek demektir. Şimdi hani eve bir arkadaş geldi, dışarıda iken ona evi tarif ettiler o da dışarıda iken varlığına îmân etti değil mi; Başka yolu yok çünkü. Ama şüpheye düşse idi, Muzaffer kardeşim oralarda ev mevcut olmaz, benim aklım ermez dese idi, inkâr etmiş olacaktı. Ama görmeden tasdik edip sıddık oldu. Herhangi birimize de yapılan tarif aynı bu ma’nâ da. Dışarıda olduğumuzda bize adresi verene güvenimiz olduğundan orada vardır diye îmân ettik varlığını kabul ettik. Ama adres elimizde geldik, kapıya tak tak kapıya vurduk, girdik içeriye buyrun dediler, ev ile birleştik artık dışarıda olan bir kimse yok. O halde bu eve îmân etmeye gerek yoktur. Neden? Müşahede geldi çünkü yakîn hasıl oldu. Artık birlikte olduk dışarıda kalan ayrı bir şey kalmadı. İrfan ehli, Hakk’ın içinde kendini bulduğu zaman, îkân-yakîn-müşahede hâlinde olmuş olmaktadır. İşte yakîn hali budur. ------------------- Onların, bu hallerin hiç birinden haberleri 0lmadığı açık olarak anlaşılmış oluyordu. Bu görüşmemizden sonra başka bir görüşme-miz de olmadı. Ne ben aramayı arzu ettim. Ne de onlar aradılar. Allah cümlemize hayırlar versin âmîn. ------------------- Îmân hakkın da şu âyet-i kerîmeye de bir bakalım. (2/165.) “Vellezîne âmenü eşeddü hubben lillâh.”

125

“Îmân edenlerin, Allah için sevgileri en şiddetli sevgidir.” ------------------- “Şiddetli sevgi,” Çünkü aşk bir sevginin şiddetinden ibarettir. Bu durumda olan bir kimse ise, Hak’ta mahv/fani olduğundan kendisi ortadan kalkmış ve Hak’ta fâni, “fenâfillâh” olduğundan kendi de kalmamıştır. Kendi dahi kalmadığından tabî olarak îmân-ı da kalmamıştır. Bu hâl içinde bir süre yaşamına devam eden sâlik, tekrardan ”sahve/uyanıklık” “bakâbillâh” haline dönünce, ve kendi gerçek ilâhi hakikatine ulaşınca, “Vellezîne âmenü eşeddü hubben lillâh.” Hükmü faaliyete geçmiş olur. “Şiddetli sevgi,” den kasıt, bütün bu mertebeleri ile “îmân, Îkân, İhsân” hükümlerini birlikte yaşamaya başlar. Hayatının yaşam düzeyine göre bahsedilen üç özellikleri bünyesinde bulundurur, ve yeri geldiğinde hepsi ile amel eder. Bunların hepsi birer irfaniyyet idrak ve yaşamlarıdır.------------------- Şimdi bu hususta bir başka kardeşimizin bir tecellisi var. Onu da ilâve edelim. T.B.-------------------

B. G. İ. Tecelli 02/05/2003 Cuma’yı Cumartesi’ne bağlayan geceGönlümde “Deryâyı-i Deryâ” “Deryâmın Deryâsı” beyanı zuhûr etti. Bilâhare şühûd açıldı ve namütenahi, kenarları olma-yan bir

deryâ şühûd ettim. Rengi yeşil, çok hafif lâciverte çalan temiz ve sessiz, canlı ve diri bir görünümdeydi. Sukünet veriyordu.

(Daha evvelki kendimi Nûh olarak gördüğüm muaz-zam dalgalı deniz rengi olarak koyu lâcivert olmadığı şühûd ettirilerek hatırlatıldı)

Görünümü ve renkleri itibariyle, boyutları olduğu bel-liydi. Sonra o deryânın tam ortasında, içi görülebilecek derecede tamamen renksiz, saf, katıksız ufak yuvarlak görünümlü bir su belirdi. Deryânın tam ortasında olan bu su, bütün deryanın anasıydı, onu var eden, onu boyutlandırandı, bir diğer deyişle,

126

şühûd ettiğim deryâ, o ortada bulunan saf suyun görünmesiydi. O olduğu halde ona karışmıyor; onu boyutlandırdığı halde, kendinde boyut yoktu. Bu öyle bir su idi ki, içi görülüyordu, ama içi yoktu. Dikkat edersem derinlemesine hortum gibi bir dikeylik kazanıyor. İçinde birşey yok diyorum, ama zerrelerinin her biri o deryâ gibi daha nicelerinin anası olacak gibiydi. Bu hal bende tefekkür ve sohbet halinde bir müddet devam etti.

Bilâhare bunu Necdet Bey Sultân’a nakledeyim diye düşündüm. Hanımım G… Hanıma bu durumu danıştığımda, “vaktin geç olduğunu rahatsız etmememi” salık verdi. “İstersen Rabb’ine danış” dedi. Ben de “Bu danışma edeb-i tevhîde uymaz” dedim.

Bir müddet sonra Rabb’im, Necdet Bey Sultânı kastederek, “an’da kemâlimden yeni bir kemâl zuhûrda-dır” dedi. Devam ederek;

“kadiri’yül kadiri” “kadiriyet ne ise, ben onun kadiriyim sırrı. ” Devam ederek,

“sen neden elinin hem üstünü, hem de elinin içini öpüyorsun? elinin üstünü öpmekle, “ell vesile sırrını” “sırrı Âdemiyeti”, tasdik ediyorsun;

(buradaki “ell” sehven değil, beyan ile böyledir)elinin içini öpmekle, “sırrı kadiriyeti” “kadiri’yül

kadiriyeti” tasdik ediyorsun. ”“Ene Gavsül Azamı Muazzama Abdülkadir Gey-lani”

“Bahşı Ata-yı mübareke” Şimdi bu geçişten sonra, îmânla ilgili bir mevzu var onun için

bunu okudumRÜYA 23/04/2003Büyük bir muhabbet ile küçük bir erkek çocuğunun himayesi ve

bakımı ile meşgul olduğumu görüyorum. Sonra bana üç harf gösterdiler () “elif”, ( ) “mim”, ( ) “nun” ( ) “Bu nedir ?” dediler; - “emin” dedim( ) “mim”in yanına bir () “elif” koydular ( ) ve “nedir” dediler, - “îmân” dedim.

127

bu sefer o konan () “elif” in üstüne “hemze” koydular () ( ) ( ) Bu sefer cevap vermedim.

Devam ederek, ( ) “mim” yanındaki ( ) “elif” ve “hemze” yi kaldırıp, başka başka seçemediğim sonsuz harfler konup süratle kalkmaya başladı. Ben sadece seyrettim. Şu anda zuhûr eden “himmet-i muzaffer selâmün aleyküm”

Müsaadenizle hürmetle ellerinizden öper; içini dahi öperek sırrı tasdik ederim -------------------

B. G. İ. (Bâtından Gelen İkram) Bu kardeşimizin rumuzu B. G. İ Yani batından gelen ikram. O günlerdeki bilgisayar kayıtlarını o yapıyordu ilgisi de vardı.

Ayrıca çok faydalı ve gayretli olarak o günlerdeki birkaç kitabımızında bilgisayar yazılımlarını yapmış idi.

Burada Batından gelen ikram derken aşağı yukarı bu arkadaşımızın gelmesinden 35 yıl önce ma’nâ âleminde gördüğüm bir zuhurat vardı Terzi Baba 1 kitabında bahsediliyordu. Rastlayan varsa görmüşsünüzdür.

“İki tane erkek evlâdımızın olacağı yeni evlendiğimiz de belirtilmişti, zâhirende öyle olmuştu, ancak ben bunları ma’nâ yönünden de bekliyordum, hâdiselerin ve işaretlerin zuhuruyla işte onlardan birisi bu kardeşiniz di, 35 sene evvel bildirilen kişiydi. Biriside doktor kardeşiniz bu daha uzun bir mevzu şimdilik bu kadarını bildirelim.

Onun için lâkabı “batından gelen ikram.” Yani kendi ismi de zâten E…... Yani Cenâb-ı Hakk’ın bize batından gönderdiği ikram. Fiziki ma’nâ da değil bâtıni ma’nâ da. Bize ulaşmışlar idi.

Tabi yanlış anlaşılmasın bu kadar değil, herkes bizim evlâdımız, kardeşimiz, dostumuz, muhabbet olarak kimse kimseden ayrı farklı değildir. Herkese olan muhabbetimiz en üstünündendir. -------------------

Şimdi, îmânın harfleri yönüyle izahı, ve bu kardeşimizin gördüğü rü’yanın izahına, ya da biraz açılımına bakalım.

Îman’ın Harfleri Yönüyle İzahı (B. G. İ. ) rumuzlu kardeşimizin görmüş olduğu yukarıda

kayıtlı olan zuhûratını, kitabımızın îmân bahsi bölümüyle ilgili

128

olması cihetiyle, mümkün olabilen izâhını yapmağa çalışarak, bu bölüme ilâve etmeği uygun buldum. Cenâb-ı Hakk cümlemize akıl ve gönül genişliği versin. T.B. -------------------

Zuhûratta gösterilen üç harf, () “elif”, ( ) “mim”, ( ) “nun” dur. Evet bunlar ilk okunduğunda () “emin” olur, doğrudur. ( ) “mim”in önüne bir () “elif” konduğunda () “îmân” olur, doğrudur. İkinci () “elif” in önüne ( ) “hemze” konduğu zaman

() “ima’en” olur, ki izâh gerektirir. Bu harflere “ebced” hesabıyla baktığımız zaman

() “elif” 1( ) “mim” 40

ilâve gelen () “elif” 1 ve ( ) “hemze” 1 ( ) “nun” 50 toplamı 93 olur. 93 sayısını kendi arasında toplarsak (9 + 3) = 12 eder, ki bu

da seyr-i sülûk mertebelerinin tamamıdır. Bu değerden, “Hakikat-i Muhammedi” değeri olan “mim”i

yani 40'ı çıkardığımızda (93 - 40) = 53 kalır, ki bu gerçekten bizi şaşırtan ve oldukça da duygulandıran bir netice olmuştur. Çünkü 53, bizim mânâ âlemindeki şifre sayımızdır.

Netice olarak kalan 53 sayısından, 40 sayısını tekrar çıkarırsak, yani (53 - 40) = 13 eder, ki böylece bu mertebenin dahi “Hakikat-i Muhammediye” ye bağlı olduğunu görmekteyiz

Rabb'ım “îmâ’en” “mim”in, “nun”da yani (40) ın (53) te bâtınen gizli olduğunu ifâde etmiş oldu. Bilindiği gibi (40) ve (13) “Hakikat-i Muhammedi ye”yi

ifâde etmektedir.

129

Ancak, bu oluşum ve değerlendirme “umumi” değil “husûsi”dir.

İlâve gelen “elif” ve “hemze” harflerinin tekrar kal-dırılması aslına dönüş, yani “Muhammed-ül emin” oluştur. Daha sonra gelen harfler, gerçek îmânın ve “Hakikat-i Muhammedi”nin diğer yönlerini ifâde etmektedirler.

Bir başka yönden mevzûumuza baktığımızda;( - - ) “elif - lam - mim”in, zâhir âlemin koordinatları

olduğunu ki, () “elif” “ehadiyyet”, ( ) “lâm” “lâhut”, ( ) “mim” “Hakikat-i Muhammedi”dir( - - ) “elif - mim - nun” ise, bâtın âlemimizin

koordinatları olduğunu idrâk etmemiz zor olmayacaktır. Onlar da, () “elif” “ehadiyyet”, ( ) “mim” “Hakikat-i Muhammedi”( ) “nun” “nûr-u ilâhi”dirEhadiyyet mertebesinin zuhûru olan, “Hakikat-i

Muhammediyye”; onun görünmesini, şühûda gelmesini sağlayan da “Nûr'u

ilâhi”dir. İşte bütün mevcûdat gerek bireyler olarak, gerek tümden bu

sistem içerisinde var oluşlarını ortaya “îmân” kelimesi sırrı ile koyabilmektedirler.

Şu mevzu îmânın çok daha değişik bir halidir. Biz îmânı hep bireysel bir yaklaşım ve anlayış olarak bakmaktayız. Ama “elif, lâm , mim” deki tahkikat, “elif, mim , nun” şifresinde de vardır. Ama bâtın olarak.

Bütün varlık fertlerinde, “îmân” yani “elif, mim, nun” hakîkatlerinden başka birşey yoktur ve varlıkları bunlara bağlıdır.

Bütün varlık fertlerinde çiçek hayvan, madde insan tür, ayırmadan birbirinden bütün varlık mertebelerinde af’al-esmâ-sıfat-zat dahil ve “tafsilâtı şehadiyye,” yani şehadet mertebesindeki tafsilâtlarda, bütün zerrelerde bu vardır.

130

Vücûd-u mutlak bu sistem içerisinde görünümünü sağlayıp zuhûr etmiştir.

Îmân olgusu, aslı itibariyle her varlıkta mevcûttur, ancak genellikle perdelidir.

Bu sır evvelâ zâhiri olarak “kelâm îmânı” ile zuhûra çıkmaya başlayarak, yukarıda izâh edilmeye çalışıldığı şekilde “îkân”a yani bütün âlemi kendi bünyesinde toplayan gerçek “bâtın-i îmân”, “elif - mim - nun”un hakîkatine ulaşılmış olur. Bu ise gerçek İslâmiyyettir.

Aleyhisselâtu vesselâm efendimiz bir hadis-i şerifle-rinde, îmân’ın başlıca şartı:

“Her nerede olursan ol Cenâb-ı Hakk’ın seninle olduğunu bilmendir, ” diye buyurmuşlardır.

Kişi bu hakîkati bilse de, bilmese de bu böyledir. Zâhiren bilen, “zâhir ehli”; bâtınen bilen “bâtın ehli”dir. Böylece “zât-ı mutlak”ın bireyde ve bütün âlemdeki varlığı

“îmân” olgusu içerisinde “ima’en” en güzel bir biçimde zuhura çıkarılmış olmaktadır. Hamdından aciziz

Yukarıda bahsi geçen ( ) “hemze” Hakk’ında biraz daha malûmat almak isteyenler, "Kelime-i Tevhid" isimli kitabımızın (Uhud savaşı) bölümüne bakabilirler.

( ) “hemze” ve () “elif”, aslında aynı sesleri, “e, i, ü” vermekle birlikte, “hemze”nin kendine has bir özelliği vardır, ki o da sekte yani içinde bulunduğu mânâya göre kelimeyi bazen kesik okutmaktadır.

Meselâ, îmân edene ( ) “mü’'min” dendiği gibi, eğer biz kelimeyi düz “mümin” şekliyle okursak, aslından uzaklaştırmış oluruz.

( ) “hemze”, () “elif”in şekillenmiş halidir. “Hazret-i ehadiyyet’in “Hazret-i şehâdet”te şeenler

halinde zuhûra çıkmasından başka bir şey değildir. Kelime içerisinde ifâde ettiği “sekte” mânâsı, ehadi-yetin

oradaki varlığına dikkat çekilmesi içindir. Îmân hakîkatinin ortaya çıkardığı gerçek () “mü’min”

bu ifâde ve mânâ ile yaşayan kimse demektir.

131

Ebced hesabıyla ( ) “mü’min” kelimesine baktığımızda ( ) “mim” 40 ( ) “vav” 6( ) “hemze” 1 ( ) “mim” 40( ) “nun” 50

Toplarsak 137 değer çıkar, ki yine şaşırtıcıdır. Görüldüğü gibi 13 ve 7 sayısı burada da zuhûra çıkmaktadır. Bilindiği gibi;

(13) “hakîkat-i Muhammed-i”nin şifre sayısı (7) ise, nefis mertebelerini ifâde etmekle beraber; efendimizin

yukarıda belirtilen îmân hadîsinde bildirdikleri îmân 70 küsur mertebe, bab/dal'a ayrılmıştır

En üstünü “lâ ilâhe illâ Allah”sözüdür. En aşağısı da insânlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp

atmaktır. “Hayâ” da îmânın ayrılmaz bir parçasıdır, buyurmuşlardır.

İşte böylece “îmân hakîkati” “îmâ’en” “mü’min”de zuhûra çıkmaktadır. Bu yüzden bütün peygamberlerin tabiilerine “mü’min” denildi, çünkü mertebelerine göre hepsi aynı asıl ve kanaldan meydana gelmektedirler ve özleri “Hakikat-i Muhammedi”dir.

Bu seyrin kemâli, “Hakikat-i Muhammedi”de “ümmet-i Muhammedi” ismi altında zuhûra çıkmıştır.

Mevzuumuz olan “Vâhy” ve “Cebrâil” hakîkatlerini daha açık ve kolay anlayabilmemiz için hangi mertebelerden zuhûra geldiklerini idrâk etmemiz gerekmektedir.

Bu mertebeler birçok Tasavvuf kitaplarında uzun uzadıya anlatılmıştır; gayemiz bunların tekrarı değil, özet olarak daha kolay anlaşılmalarını sağlamaya çalışmaktır.

“Vücûd mertebeleri” diye ifâde edilen bu tecellileri ne kadar açık, seçik idrâk edebilirsek, rabbımızı o derece güzel ve sıhhatlı bir anlayışla “taassub takıntısı”nda kalmadan, ayrıca gereksiz “hayâli rabb”lar da oluşturmadan, tanımamız mümkün olacaktır.

132

Cenâb-ı Hakk cümlemize kolaylıklar ihsân etsin bütün bu anlatmaya çalışılan hakikatleri anlamaya çalışalım cümlemize kolaylıklar ihsân eylesin. ------------------- Şimdi burada, bu kişinin hazin sonun dan bahsedeceğim. ------------------- Yukarıda bahsedilen zuhuratı gören, bahsi geçen kişi ile (2,000) senesinde bir vesile ile tanışmıştık, daha sonraları bize olan ilgisi arttıkça arttı. Çünkü eski devam ettiği yerden uzaklaştırılmış, bu yüzden maddi ma’ne vi yıkılmış bir vaziyette idi. Daha sonraları kendi ifadesine göre o günlerde intiharı bile düşündüğünü ifade etmişti. Bizimle tanıştıktan sonra ailece hayatları kısmen düzene girmişti, bu arada yazılarımı bilgisayar kayıtlarına alarak yardımcı da oluyordu, dervişliğine de devam ediyordu, ancak kimseleri olmadığından çok yalnız bir hayat yaşıyorlar idi. Böylece seneler, (2,006) civarlarında idi, kendisinin iyi davranışları yüzünden bizim çevremize yeni gelen birkaç kişi ile birlikte arada bir buluşmalarını ve bizim sistemimiz ve bizim kitaplarımızı okumak sureti ile hareket etmelerini söylemiş idim. Bunun üzerine yavaş, yavaş bazı kişilerle ayın belirli günlerinde toplanmaya başladılar, bende yalnızlıktan kurtuluyorlar diye de memnun oluyordum. Bir müddette böyle geçti, ancak tarih (2,0010) yıllara doğru gelmeye başladığında, kendisinden bazı şikâyetler gelmeye başladı, ve bazı tevhid mevzularının gerçeğini değiştirerek güya kendisine “İlham” geliyormuş gibi ifade ederek, “evham” lar içinde çok tehlikeli bir sahaya geçtiği anlaşılmaya başladı, kendisini bu hallerinden dolayı ikaz ederek bir müddet bu işleri bırak ne zaman ki, normal hale döneceksin o zaman haber vererek tekrar buluşmalarına devam edersin diye ikaz etmiştim. Ve bunun üzerine ayrıca kendi “varidat” diye belirttiği yazıların neyi ifade ettiği ve nasıl bir küfür hükmünde olduğunu, “Hayal vâdisinin çıkmaz sokakları” ismi ile yazdığım kitabımı da kendisine göndermiş idim. Verdiği cevapta ne dendi ise bütün bunları aynen yapacağını ifade ederek söz vermişti. Ancak daha sonra kendi aklına estiği gibi hareketlerine devam ettiği, kendini hiçbir şekilde değiştirmediği gibi, çevresinde oluşmaya başlayan ve bizim ismimizle ve mes’uliyetimizle oraya devam eden kişilere tasavvuf budur diye ne

133

kadar eziyet edip onları maddi manevi kullanmış olduğu daha sonra yapılan araştırmalar ile ortaya çıkmıştır. (2011/2013) senelerinde gene ikaz edilmiş, olduğu halde gene kendini düzeltmemiş ve nihayet kendisi hakkında bu husları anlatan iki kitap daha yazılmıştır ancak kendisi artık ümitsiz vakıa olduğundan (2015) senesinde verilen bütün emanetleri kendisinden alınmıştır. Bunun üzerine bize hakkımızda “firavunluk” dahil söylemediği edepsizlik kalmamıştır. Kendisine hiçbir beklentimiz olmadan (15) sene hizmet vermiş, ve belirli bir yerlere getirmiş olan bir yere, böyle bir muamelede bulunması, kendisine nasıl bir mes’uliyet yüklemiştir zaman içinde görülecektir. Bu hadiseden sonra çevresinde olan kişilere isterlerse bizle devam edebileceklerini isterlerse bulundukları yerde kalabilecek-lerini isterlerse başka bir yer bulup oraya gidebileceklerini bildirerek verecekleri kararlarını kendilerine bırakmış idim, bunun üzerine zaten orada rahatsız olan kimseler asıl yerlerine geldiler, diğerlerinin bir kısmı herhalde orada kaldılar diğerlerinin de ne yaptıkları zaten bizi ilgilendirmiyor kim ne yaptı ise canı sağ olsun. Şimdi bunlar özetle niye anlattım derseniz. Bahsi geçen kişi o zor ve sıkıntılı hallerinin safiyeti ile bu ve benzeri daha birçok zuhuratları var idi. Bize olan hitap ve saygısı, yukarıda bahsedildiği gibi, “Bilâhare bunu “Necdet Bey Sultân”’a nakledeyim diye düşündüm.” Ve diğer isimlerim ile hitab etmekte idi. Safiyet halinde idi. Aşağıda ki zuhuratında da görüldüğü gibi.

“Büyük bir muhabbet ile küçük bir erkek çocuğunun himayesi ve bakımı ile meşgul olduğumu görüyorum.”

“Veled-i kâlb”ini/gönül oğlunu oluşturduğunu ve büyütmeye çalıştığını açık olarak görmüş olduğunu ifade etmekte idi. (02/05/2003) tarihlerinde görmüş olduğu bu zuhuratını, buraya ve isyanın dan daha evvelce diğer kitabıma almış olmamda benim için bir mahsur yoktur, çünkü bu zuhuratlar o evvelki safiyet hallerinde yaşadığı gerçek olan halleri idi. Ancak daha sonra halini değiştirmesi, isyan ve inkârda olması benim hakkımda bir şeyi değiştirmez ancak onun hakkında bütün bu veya benzeri hakkımızdaki düşüncelerinin hepsi kendi yönünden hükümsüz ve karşılıksız kalmıştır. Yani bunlardan hiçbir olumlu ma’nâ da karşılık

134

alamayacak ve ayrıca da bütün yaptıklarının ve kendisine verilen (15) senelik hizmetin diyetini de ödemek zorunda kalacaktır. Böylece. (B.G.İ.) ile gelen, (Z.G.E.) ile giden hükmüne dönüşmüş oldu. Bunların hepsi yaşanmış ibretlik tecrübelerdir Rabbım hepimizi “Îmân ettikten sonra küfre dönenlerden eylemesin” (3/8) Âminn.------------------- Özetle bu hadiseden de bahsettikten sonra mevzûmuzla ilgili olması dolayısı ile (7) nci kitabımız olan, GÖNÜLDEN ESİNTİLER dizisinden (VII) yi de ilâve etmeyi uygun gördüm İnşeallah faydalı olur.

-------------------

GÖNÜLDEN ESİNTİLER (VII)

İSLâM

ÎMÂN

İHSÂN

ÎKÂN

135

TASAVVUFNECDET ARDIÇ

Necdet Ardıç"Serisi VII"

Alemde tek kurtuluştur İslâm, Getirdi yüce aleyhisselâm,Uyanlar huzur bulur vesselâm, İslâm ile oluşur muhabbetullah.

Yücelmek iste, yolu îmân'dır, Nefs-i'ni gemle sana düşmandır, Venefahtü varlığında can'dır, İmân ile asılır sıratullah.

Hakk'tan gelince yüce bir ihsân, Mest olur bunu anlayan insan, Gayriyı çıkarınca aradan,İhsân ile belirir ruyetullah.

Sende zuhur bulduğunda ikan, Cümle varlığını odur yakan,İki gözünden âleme bakan, Îkân ile bulunur marifetullah.

136

ÖNSÖZ

Muhterem okuyucum, bu kitapçık bazı kimselerin "îmân" hakkındaki söz ve kanaatlerine cevap olarak hazır-lanmıştır.Bilindiği gibi îmânın muhtelif mertebeleri vardır, ve sonu da "îkân"dır. Biz müslümanların en iyi bilmemiz gere-ken ilk şey'in îmân, ve îmân mevzuu olması tabiidir. Ancak ne yazık ki bu ilkeyi genelde alışkanlık ve taklid üzere ilgisiz bir şekilde değerlendirmekteyiz. ALLAH ile insan arasında zâten mevcud, fakat perdelenmiş olan batındaki ezeli birlik, İslâm ile zuhura çıkmaya başlar, îmân ile güçlenir, ihsân ile müşahede edilir, îkân ile de birlik ve teklik tekrar meydana gelir. Îmândan gaye ikilikte, (îmân eden ve edilen) yaşayıp Hak'tan ayrı kalmak değil, o yoldan tek'liğe ulaşmaktır.

Cenâb-ı Hak'tan cümlemize gerçek dinimizi anlamaya yetecek zekâ ve gönül genişliği vermesini dilerim. (Rabbi zidni ilmâ).

İlâhi bu kitaptan meydana gelecek manevi hasılayı Pirimizin muhterem eşleri Halvai bacı validemizin ve o zamanın dergâhında hizmeti geçmiş bütün hanımefendilerin ruhlarına hediye eyledim.

Sevgili okuyucum. Bu kitabın yazılışında, dizilişinde, basılışında, bastırılışında emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine hayır dua et, ALLAH c.c. gönlünde feyz kapılan açsın.

Necdet ARDIÇ UŞŞAKİTEKİRDAĞ

137

İSLÂM, ÎMÂN, İHSâN, ÎKÂN, BAHSİ

Euzü billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillâhirrahmâmnirrahîm.Elhamdüllillâhi Rabbil alemîn, vessalâtu vesselâmu alâ Resulina

Muhammedin ve alâ alihi ve eshabihi ecmain.Muhterem okuyucum, evvela Cenab-ı Hak'tan cümlemiz için

akıl, fikir, zeka ve gönül genişliği niyaz ederim.Konumuz İslam, iman, ihsan ve ikan'dır.

Bu düşündürücü kelimelerin açıklanmasında Yahya bin Ya'mur'dan, rivayet edilen bir Hadis-i şerifle, yüce kitabımızın 2'inci süresi olan, Bakara süresinin ilk beş ayeti ve ihsân'dan bahseden diğer bazı âyetlerden de yararlanmak istiyoruz. Daha ziyâde dikkatimizi çeken "İHSÂN" kelimesidir.

Yahya bin Ya'mur; Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)dan, o da babası Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh)dan rivayet ediyor.

Babam bana şunu anlattı: (Özetle) "Ben Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)ın yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza gelip Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)ın önüne oturduktan sonra sormaya başla-dı:

Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver! Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı; "İslâm", Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun

kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât

138

vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a haccetmendir". Yabancı: "Doğru söyledin" diye tasdik etti. Sonra tekrar sordu: "Bana îmân hakkında bilgi ver!" Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı: Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır!

Yabancı yine: "Doğru söyledin!" diye tasdik etti. Sonra tekrar sordu: "Bana ihsân hakkında bilgi ver!" Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı: "İhsân" Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a

ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de 0 seni görüyor."Adam tekrar sordu: "Bana kıyametin ne zaman kopacağı hakkında bilgi ver!"Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) bu sefer "Kıyamet

hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla birşey bilmiyor" karşılığını verdi.

Yabancı: "Öyleyse kıyametin, alâmetinden haber ver!" dedi. Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı.(Bir cariyenin efendisini doğurması, yalın ayak, üstü çıplak,

fakir, davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir." Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti.

Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) Ey Ömer, sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben; "Allah ve rasulu daha iyi bilir" deyince şu açıklamayı yaptı: "Bu Cebrâîl aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi: dedi" "ilâ ahır" (1) .

(1) Kütüb-i sitti C.1, Sahife 50, 15. No. Hadis

139

Çok büyük anlam ve incelik taşıyan bu hadis"e "Cibril hadisi" de denmektedir.

Aziz kardeşlerim. Yukarıda "hadis" içinde geçen "ihsân" "Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu (şimdilik) görmesen de o seni görüyor, bilincine mutlaka erişmemiz gerekmektedir.

Allah'ı bilmek, müşahede etmek konusunda aşılması gereken üç önemli merhale vardır. Bunlardan birincisi Allah'ı bilmek yani Allah'ın var olduğunu bilmektir. ikincisi Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu daha geniş şekilde anlayarak bilmek, îmân etmektir. üçüncüsü ise Allah'ı müşahede etmeye yolun açılışını bilmektir. Böylece müşahede, "şâhit olma" olgusuna yol açar ki bu da "eşhedü" kelimesiyle ma’nâsını bulur.

Cibrîl hadisindeki "ihsân" sorusu ya da konusu, biraz daha şûmullendirilirse, şu eklemleri yapmak gerekecektir: İhsân kelimesinin biri fiziksel yaşamdaki zahiri yani maddi, görünür mertebede, diğeri de batınî yani ma’nevî, ibret ve irfan bakımından olmak üzere iki anlamı vardır.

Bunlardan maddî mertebedeki zahirî anlamı ihsân, vermek, lütfetmek, elindeki ile karşısındakine yardım etmektir. Ma’nevî mertebedeki bâtıni anlamı ihsân (ise) Allahü tealâyı görememekle birlikte onun tarafından görüldüğünü bilmek ve bu şekilde düşünmek demektir.

İşte bu hakikati yakalayan kimse, Cenâb-ı Allah'a giden yolun başlangıcını bulmuş olur. Cibril hadisindeki özellik, bu hususu vurgulamakta ve bizlere bütün açıklığı ile sergilenmektedir.

Şimdi, namaz kılmakta olan kişinin Cenâb-ı Allahı görmesi veya Cenâb-ı Allah tarafından görülmesi olayına şöyle bir şekilde yaklaşalım.

Genelde bir kişi, diğer bir kişiyi veya bir şeyi görüyorsa hedef tutmuş demektir. Bu takdirde o görünen kişinin veya şeyin de kendisini görmesi gerekir. Ya da daha ihtiyatlı bir ifadeyle, burada görebilirlik hükmü geçerlidir. Ancak genelde böyle olmakla beraber çeşitli sebeblerle hedefler kitlenemeye bilir. Bunun pek çok sebebleri olabilir. Hatıra gelebilen olasılıklar; a) kişinin gözündeki gözlük uygun değildir. b) gözde katarakt, miyop, hipermetrop veya astigmat rahatsızlığı vardır, c) hava kararmış veya sisli olabilir, d) göz kapağı kapalıdır, e) kördür v.s.

140

Bu varsayımlara daha pek çokları eklenebilir. Ama inkârı mümkün olmayan bir gerçek vardır ki o da Allah-ı azimüşşanın bizleri ve her şeyi her daim görmekte oluşudur. İşte biraz evvel ifade ettiğimiz hedef kitlenmesi olayı Allah (c.c.) tarafından gerçekleştiğine göre, bizlerin de O'nu görebilirlik hükmü gereğince görmemiz icabeder.

İnsanlığın ezeli arzusu olan, Allah-ı görmek sırrının kapısı, ihsân ifadesindeki gizli ma’nâ ile aralanmıştır. Ama buna rağmen o kapıdan girerek O'nu göremiyorsak yukarda sıraladığımız veya daha sıralayamadığımız hallerle malülüz demektir. İşte başlangıçtan beri "İhsân" nedir? Ne demektir? diye açmaya çalıştığımız konunun önemi şimdi biraz daha artmıştır sanırım.

İlerdeki bölümlerde "İhsân" ile ilgili izahatımıza devam edecek olmakla beraber, başlangıçta bu konu için ya-rarlanacağımızı söylediğimiz Bakara suresinin ilk ayetlerine değinelim. ------------------- Yukarıda da kısmen bahsedilmişti.-------------------

Bakara suresi, bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in 2'nci suresidir. İçerisinde Hz. Musa’nın inekle ilgili bir hikâyesi bulunduğundan Bakara yani inek suresi diye adlandırılmıştır.

Bak-Ara şeklinde telâffuz edilmesi halinde bizleri başka bir gerçekle karşı karşıya getiren bu sure, sanki okuyucuyu ikaz etmekte, başından sonuna kadar bak-ara demekte hatta daha geniş ma’nâ sıyla da bütün Kur'an-ı Keriym-i başından sonuna kadar bakıp aramamız istenmektedir. Yoksa onu süslü, işlemeli muhafazalara koyup duvarlara asmamız tabii ki değil. Bakıp aranılacak bir kitabın öncelikle açılmasının gerekeceği pek tabiidir.

Açma olgusu da işte "Fatiha" suresiyle, açmak ma’nâ sına gelen "Fatiha" kelimesiyle yerine getirilmektedir. Tesadüfle açıklanamayacak bu oluşumların hatırlanmasından sonra Bakara suresinin ilk ayetlerine şöyle bir göz atalım.

"Elif Lam Mim" (Sûre 2 Ayet 1) huruf-u mukattaa diye tabir olunan, bugünkü bilgilerimizle açıklayamadığımız bu harfler Kâmil insanın isimlerinden bir isimdir. Bunlardan ( ا) elif

141

Ahadiyet mertebesini, ( ل) Lâm Lâhut mertebesini, ( م) mim de makam-ı Muhammediyyeyi temsil ediyor. Ayrıca bir bakıma bu âlemlerin koordinat noktalarını da belirtmektedirler.

Elif dediğimiz zaman - eski bilgilerimizi tazelemeye çalışırsak - bunun 12 noktadan oluştuğunu, ilk 7 noktasının ettur-u seb'a (yedi tur) denilen nefsin 7 mertebesini, sonra gelen 5 noktanın da hazarat-ı hamse (beş hazret) mertebesini ifade etmekte olduğunu hatırlarız. (2) ------------------- (2) İrfan mektebi adlı kitabımızda anlatıldı. -------------------

Cenâb-ı Allah'ın elif, yani Ahadiyyeti ile tenezzülünden sonra Lâhut âlemini, diğer bir ifadeyle Vahidiyet ve sıfat alemlerini, sıfat âlemi de bu âlemleri meydana getiriyor. Böylece hakikat-i Muhammedi bütün mertebeleriyle zuhura gelmiş bulunuyor. Bu bakımdan elif, Lâm, mim'in her biri ayrı bir kitap; Kur'an-ı Keriym'in kendisi bir kitap, İnsân-ı kâmil dahi bir kitaptır. "Zalikel kitabü la raybe fihi hüden lilmüttekın" (Sûre 2/Ayet 2) "Bu o kâmil kitaptır ki ALLAH tarafından gönderildiğine şek ve şüphe yoktur. Takva sahiplerine (şirk, günah, ve kötülüklerden korunanlara, ALLAH'tan korkan, .sakınan ve gereği gibi kulluk edenlere) hidayettir, yol göstericidir." Buradaki ittikayı yani sakınmayı ma’nevi yönüyle yo-rumlamak, kendi varlığının hakikatinin, Hakk'ın hakikati olduğunu unutmaktan sakınmak, gaflete ve nefsaniyetine yenik düşmekten sakınmak, varlığındaki mevcudun bizatihi Hakk'ın varlığı olduğunu idrak ederek hayatını sürdürmek şeklinde anlamalıdır.

"Ellezine yü'minüne bilgaybi ve yükımünessalâte ve mimma razeknahüm yünfikun" (Sûre-2 Ayet 3)

Evvelâ bunu, hemen bütün Kur'an-ı Keriym'lerin Türkçe açıklamalarındaki izah şekliyle tercümesini yapalım ve sonra da bu izahlardaki bir eksikliği ve hemen de çok önemli bir eksikliği dile getirelim. Genelde bu ayet "O takva sahipleri, yani ittika edenler, sakınanlar ki gaybe iman edenler ve namazı dosdoğru kılanlar ve onlara verdiğimiz nimetlerden, rızıklardan ALLAH yolunda sarf ederler, şeklinde açıklanmaktadır. Ve ilk okumada da ne demek istendiğinin

142

anlaşıldığı sanılır. Oysa ki burada küçücük bir takı ile oynayarak manâ başka bir zemine kaydırılmaktadır.

Arapçada "be" takısı, "ile" "birlikte" lik anlamında kullanılır. "Bil gaybi" deyince de, "gaybı ile" diye tercüme edip "gaybı ile îmân ederler" demek yerine, cümle düşüklüğü yapıldığı zannı ya da gayba îmânın daha inandırıcı bulunması nedeniyle "gayba îmân ederler" şeklinde tercümelerle karşılaşılmaktadır.

Eğer "gayba îmân ederler" denmek istenseydi "yü'mimüne bil gaybi" yerine "yü'minünelgaybe" denirdi. Demek ki burada yüce ALLAH'ımız tarafından vurgulanmak istenen sadece "gaybe îmân" değil kişinin kendi gaybı ile îmân ve gaybı tasdik söz konusudur.

Az yukarıdaki izah tarzı ALLAH'ın gâipte olduğunu düşünenler için doğrudur. Ama... acaba... ALLAH (c.c.) gerçekten sadece gaipte midir? "ALLAH'u nurussemavati vel ardı" (Sûre 24/Ayet 35) "ALLAH c . c . göklerin ve yerin nurudur."

"Velillâhil meşriku vel mağribu fe eynema tüvellu fesemme vechullahi, innellahe vasiun alîm" (Sûre 2 Ayet 115)

"Doğu da batı da ALLAH'ındır c.c. nereye dönerseniz ALLAH'ın vechi orasıdır. ALLAH (c.c.) herşeyi kaplar ve herşeyi bilir:

"Bunlar ve benzeri birçok âyetler ALLAH'ın c.c. sadece gaipte olmadığının açık ifadeleridir.

"Alimül gaybi veşşehede" (Sûre 59 Ayet 22)."O, görüleni de görülmeyeni de bilendir." Dendiğinde alemlerin;

biri gaip alemi, diğerinin de şehadet yani müşahade alemi olmak üzere iki türlü olduğunu öğreniyoruz. Eğer bir şey görülmüyor veya görülemiyorsa ona îmân söz konusu olabilir. Ama görünüyorsa ona îmân edilmez, şahitlik edilir veya müşahede edilir. O da “îkân” dır.

İşte cennet, cehennem, alın yazısı, melekler, arş, sırat köprüsü, mahşer v.s gibi varlıklara îmân söz konusudur. Ama maddi olan varlıklara şehâdet edilir, müşâhede edilir. Peki "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" deyince ne oluyor? Yani "ALLAH'tan (c.c.) başka ilâh olmadığına şahidim" dediğimizde, yukarda gâiplik ve şâhitlik diye vasıflandırdığımız hallerden ikincisini yani, görüyormuşçasına şâhit olma halini kabullenmiş oluyoruz. Eğer o niyetle söylemesek "şâhidim" yerine "îmân ediyorum dememiz gerekecekti.

Âlemler düzeyindeki, bu gâiplik ve müşâhede, aynen insanlar için de geçerlidir. Her birimizin eti, kemiği, derisi, saçı zahirimiz

143

yani şehâdet alemimiz; ruhi durumumuz, aklımız, nefsimiz, gönlümüz de gayb âlemimiz olmaktadır. Her halükârda gerçek olan şudur ki müşâhede âlemi —insanın kendisi dahil— sınırlı yani sonlu, gâip âlemi —yine insanınki dahil— sınırsızdır, sonsuzdur.

Bütün bu anlatılanları bir cümle ile özetlersek gerekirse diyebiliriz ki; îmân gaybedir, şehâdete îmân gerekmez. Bu bakımdan eğer biz bu âlemde Hakıın varlığını müşahede ediyorsak îmâna gerek kalmıyor, îmân düşüyor, îmân görevini yerine getirmiş müşahedeye dönüşmüş oluyor. Bu halin diğer ifadesi ise “îkân” dır.

Belirli çalışmalar ve riyazatları sonunda Hakk'ı müşahede edemeyip ALLAH'a hâlâ îmân yollu yaklaşmaya çalışıyorsak ondan epeyce uzaktayız demektir.

Hazır olana îmân garip bir iştir. Ama eğer biz ALLAH'ı müşahade etmeden "Eşhedü" kelimesini söylüyorsak, affınıza sığınarak biraz yalancı ve gaflet ehli olmuyor muyuz? Bizler bu âleme Cenâb-ı ALLAH'ı müşahede etmek ve onu tanımak için gönderildik. Yoksa Hak Tealâ bizleri esmâ âleminde bırakırdı. Yani ruhlar âleminde kalırdık. Oradan da cennete veya cehenneme gönderilirdik.

Demek ki bizler zâhirimizle şehâdet âleminin ve orada rabbımızı müşahede ediyoruz. Gaybımızla da Hakk'ın varlığını gayb âleminde idrak ediyoruz. Neticede bunu başarabilen veya başaramayan yine insanın kendisi oluyor.

Yani kendini bilen, nefsini bilen, Rabbini de bilmiş oluyor, Efendimizin buyurdukları gibi. "Men arefe nefsehu fekat arefe rabbehu" "Kim ki nefsine arif oldu o ancak rabbine arif oldu."

Ayetin "gaybe îmân" veya "gaybı ile îmân" diye çevrilen bölümünün kısa izahından sonra "Namazlarını dosdoğru kılarlar" ifadesini ele aldığımızda bunun da biri zâhiri, diğeri bâtıni iki anlamı bulunduğunu görüyoruz. Zâhiri anlamda namazın kılınışı sırasında "tadil-i erkân"a (namazın hareketlerinin düzenli olması) uyulması gerektiği vurgulanmaktadır. Namazın şekli olarak dosdoğru bir şekilde nasıl kılınacağı çok önemli bir husus olmakla beraber, bâtıni yönden düşüncedeki fikirdeki doğruluk da bir o kadar, belki de daha fazla önemlidir''. Gerçekten istediğimiz kadar namazın rükünlerine tamamen uyalım, elimizi, ayağımızı, yani dışımızı düzgün tutalım, ama ya içimiz eğriyse, düşüncelerimiz başka yerlerde ise namazımızın sıhhatinden emin olabilir miyiz? (3)-------------------

144

(3) Bu husuta (5) Salât, Namaz kitabımızda izahat verildi.------------------- Âyetin devamında, "Ve onlara verdiğimiz nimetlerden, rızıklardan yerli verince infak ederler" mevcuttur.

Demek ki nafaka verecek kadar bir varlığa sahip olan bir müslüman, bu rızkından diğer ihtiyaç sahiplerini de rızıklandıracaktır. Bu rızık maddi olabileceği gibi kendini tanıma bilgisi, Marifetullah bilgisi gibi ma’nevi yönleri de olabilir. Çünkü verilen bu çeşit bilgide ruhun rızkını temin etmiş oluyor ki, bu ebedi bir rızıktır. Karnı doyan bir kimsenin bir kaç saat sonra acıkması mukadderdir. Ama Marifetullah olan rızık ebedi olarak verilmiş veya kazanılmış rızıktır.

"Vellezine yü'minüne bima ünzile ileyke vema ünzile min kablike, ve bil ahiratihüm yükînüne" “yakîn” (Sûre 2 Ayet 4)

Yani "Onlar sana indirilen Kur'an'a senden önce indirilen kitaplara îmân ederler ve ahireti şeksiz “yakîn” haliyle bilirler."

Buradaki "îmân" kelimesinin de biraz açılmasında fayda vardır. Îmân'ın; taklidi îmân, tahkiki îmân, ve yakîn "îkân" olmak üzere birbirini takip eden 3 aşaması vardır. Bunlardan taklidi olan îmân aileden, yakın çevreden, okuldan vs.’ den genelde daha çocukken işitilerek öğrenilir. Böylece kişide, ALLAH'ın varlığı ve bilinci oluşmaya başlar. Yaş ilerledikçe düşünce ve idraktaki gelişmeye paralel olarak çevredeki varlıklar müşahede edilmeye başlanır. Bunların varoluşları, yaşam ve gelişme tarzları, bir süre sonra şekil değiştirmeleri dikkati çeker. Sebep sonuç ilişkileri kurulmaya başlanır. Bütün bu oluşumların kaynağının bulunması, ALLAH bilincini iyice geliştirir. Bütün bu çalışmalar, insanın tahkik safhasını oluşturur. Bundan da ileri gidildiğinde "îkân" denilen "yakân" mertebesine ulaşılır, varlığın hakikatine vakıf olunur.

Gaybe, îmân ile yaklaşılır, müşahede de ise şehadet edilir. Yani gözle görülene şahitlik, görülmeyene de îmân edilir.

Îmândaki 3 safhayı Kur'an-ı Kerîm'le somutlaştırırsan birinci

145

haldeki yani taklidi îmân safhasındaki kişi. "evet bu Kur'an-ı Kerîm'dir der ve öperek başının üzerine

koyar, hörmet eder ve bir köşeye bırakır. İkinci halde ki, yani tahkiki îmân safhasındaki kişi Kur'an-ı

Kerîm'i alır, açar, okur, hükümlerini yerine getirmeye çalışır ya-pabildiği kadarını yapar hayli gayret sarfeder.Üçüncü haldeki yani îkân, yakîn safhasındaki kişi îmânı, îmânı demeyelim de îmân üstü yaşamı, hadis-i şerifte belirtilen "el insan-ü vel kur'an-ü tev emânü" dedikleri hakikatin zuhura çıkmasıyla olur. Yani "insan ve kur'an bir(4) batında doğan ikiz kardeş gibidirler" (4) Lübb-ül Lüb, Özün Özü, Sayfa 30.tabii ki buradaki batın, insanın zahiri için ana rahmi, batınî yönü ve Kur'an-ı Kerîm için ise "Bismillâhirrahmânirrahîm" deki Rahman'ın rahmidir, yani "Ulûhiyettir" .

Hakkın zatından doğmak yani (zuhura gelmek) nedeniyle ikiz kardeş olan Kur'an ve insandan; Kur'an-ı Kerîm'e ALLAH'ın kelâmı kelâmullah denmesine karşılık insana da habibullah, ALLAH'ın habibi ve "Kur'an-ı natık" yani "konuşan Kur'an" denmektedir.

Sen ona korkma de kur'an-ı nâtık,Gönül kâ'besine gir ol mutabık,Devreyle ol kâ'benin etrafını,Devrederler bir gün gelir şems-i zâtını.Şehadet âleminde zuhura gelen bu iki zâti tecelli îmân

yoluyla birbirlerine yaklaşıp hakikatlerini idrak ederler, böylece (likâ) mülâki buluşma yakîn meydana gelmiş olur.

Yakîn mertebesinde îmândan söz edilemez, çünkü îmân, biri îmân eden, diğeri de îmân edilen olmak üzere ikiliği gerektirir.

Diğer yönü ile ise, “îmân, îmân eden, ve îmân edilen, olmak üzere üçlü bir husus vardır işte bunların teke düşmesi, yani ortada sadece Hakk’ın kalması îkân’dır”

Halbuki tasavvufta tevhid yani birlik esas olduğuna göre bu ikilik ne şekilde tekliğe indirilecektir? Bir düşünürün "çık aradan, kalsın yaradan" diye çok derin ve özlü bir sözü vardır. Yani kulun kendisini idrak mertebesinde aradan çıkarması gerekmektedir. Bu takdirde "kul" var zannettiği kendi varlığını, kafasındaki, zihnindeki izâfi benliğini, nefsi benliğini ortadan kaldırabilirse ortada sadece "İlâhi benlik"

146

kalacaktır.İşte bu bakımdan gerçek tevhide ulaşılınca îmân düş-

mektedir. Îmân ile hareket etmeye çalışılıyorsa ikiliğin hüküm sürdüğü bir yaşam tarzına devam ediliyor demektir. Ancak burada özellikle belirtmek gerekir ki, kişi, kendi bulunduğu yeri bilmeli, derecesini aşan durumlara tevessül etmemeleridir. Zira zemin kaygandır, kılavuzsuz yola çıkılmamalıdır. Meselelerin iyi anlaşılması ve yerinde değerlendirilmesi lâzımdır, şeriat ve tarikat mertebelerinde mutlaka îmân vardır, hakikat ve marifet mertebelerinde îkân meydana geldiğinden îmân kendiliğinden müşahedeye dönüşmektedir. Devam ediyoruz "Ve bil ahirati hüm yükınün” "Yani" ahirete de yakîn bir îmânla, îmân ederler." Diye çevirebileceğimiz âyetin son bölümünde "yakîn ifadesiyle yaklaşırlar ve öyle müşahede ederler" de diyebiliriz. Yani Hazret-i Rasulüllahın Kur'an ve hadislere dayanarak bildirmiş olduğu âhiret hukukunu sanki görüyorlarmış gibi yakîn olarak müşahede ederler.

Şurası bilinmelidir ki yakîn bilgisinin dışındaki bütün bilgiler naklidir. nakledilen bilgilerle sağlanılan yakınlığa, "bilmel yakın" denilirse bunun da ilerisi, "ilm-el yakîn, ayn-el yakîn, ve Hakk-el yakîn olmak üzere 3 aşaması vardır. Bunlardan ilm-el yakîn, konuya akliyle, bilgisiyle, ruhuyla o bilgiye varmak özüne ulaşmak demektir. Kısacası ilimle yaklaşmaktır. Ayn-el yakîn, görerek yaklaşmayı ifade eder. Hakk-el yakîn ise bilginin sahibi olmak, kendisi olmak demektir. Buna şekeri misal gösterirsek:

Birincisi şekeri tarif etmektir. İkincisi şekeri tatmaktır, yemektir, görmektir. Üçüncüsü de şekerin kendisi olmaktır, yani şeker olmaktır.

İşte âyette bahsedilen yakîn, (yakın) değil, gerçek yakîn hüve hüvesine o olmaktır. Ariflerden birisine "yakîn nedir"? diye sorulduğunda "el yakînü hüvel Hak" yani "O Haktır" cevabını vermiştir. Böylece âhireti de yakîn haliyle yaşamaktadır her an ölecekmiş gibi yaşamaktır. Yaşantısını bu düzen üzerine oturtmuş olan kimseler yani yakînlar müşahade ehlidirler, her şeye o mertebeden değerlendirirler.

5'inci âyete geldiğimizde "ülâike alâ hüden min rabbihim ve ülâike hümül müflihun" yani.

147

"işte bu vasıfta olanlar Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve ancak onlar felâh bulmuşlar, kurtuluşa ermişlerdir."

Genel anlam bu olmakla beraber, yani namazını dosdoğru kılıp, kötülüklerden korunup, günahlardan kaçındıktan ve sevaplarını çoğalttıktan sonra ALLAH'a iyi bir kul olma yolunda kendilerini kurtarmışlardır.

Batıni manâda felâh bulmak ise kişiyi nefsinin tasal-lutundan, nefsi benliğinden, birimsel benliğinden, izafi benliğinden kurtararak yerine Hakkın kâim olmasını sağ-lamaktır. Diğer bir ifadeyle kişi beşeriyetinden kurtularak Ulûhiyetine yükselmesi ve huzura kavuşmasıdır.

Rabbimizin, gerçek ismi "Eb’rahem" yani "halkın babası" anlamına gelen, batılıların ise "Abraham" olarak telaffuz ettikleri Hazret-i İbrahim'e şu hitabını hatırlayalım. "İz kâle kehu rabbuhu eslim, kâle eslemtü lirabbilalemin" (Sûre 2 Ayet 131) .

"Rabbi ona: "Teslim ol" buyurduğunda. "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti.

Bu hitapta Hazret-i İbrâhîme "Rabbine teslim ol" buyuruluyor. Daha açıkçası bütün varlığınla bana teslim ol, beni vekil kabul et, senin kefilin olayım deniyor. Hazret-i İbrâhîm'in cevabı hemen. "Eslemtü lirabbilâlemîn" oluyor. Yani "ben âlemlerin rabbına teslim oldum" diyor. Ama bu teslimiyetin çok önemli bir özelliği vardır. Şöyle ki;

"İnni veccehtü vechiye lillezi fatarassemavati velerda hanifen vema ene minelmüşrikîn" (Sure 6 Ayet 79) Yani

"Ben vechimi öyle bir veche karşı tuttum ki o vecih, semavat ve arzı fıtratı üzere halk etmiştir. Ve ben de şirk ehli değil, tevhid ehliyim.

Burada şirkten bahsedilmesi, muhtemelen Babası Azer'in put yapan birisi olduğunun vurgulanması içindir.

İnsanların puta, taşa, güneşe, hayvana (v.s.) ye tapma-ları kaba ma’nâ sıyle şirki oluşturuyor. Halbuki bir de pey-gamberimizin "ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım" diye buyurdukları gizli şirk olayı vardır. Yani semavat ve arz içindeki varlıkları ayrı birer varlık olarak görmek veya dü-şünmek. İnsan, zihninde Hakk'ı bir tarafa, diğer varlıkları başka bir tarafa veya taraflara koyarsa zımmi olarak

148

Hakk'tan başka varlıkların mevcudiyetini kabullenmiş olur ki işte korkulan ve insan-ı imanda zayıflatan bu şirk, gizli şirktir, yani ALLAH'ın varlığının yanında veya karşı-sında veya ötesinde başka varlıkların bulunduğunu kabul etmektir.

Hâlbuki "Hüvel evvelü, vel âhiru, vezzahiru, vel batın, ve hüve bikülli şey'in alîm" (Sure 57 Âyet 3) yani o hem evveldir, hem âhırdır, hem zâhirdir, hem bâtındır, ve o her şeyi bilicidir, dediğimizde, Cenâb-ı ALLAH'ın hem evvel, hem âhır, hem zâhir, ve hem bâtın, ve de her şeyi bilici ol-duğu bildiriliyorsa, o hâlde Hakk'dan başka bir varlığın mevcudiyetinden bahsetmek mümkün müdür?

İşte bu gerçeği ilk idrak eden kişi "hanif' yani tevhid ehli Hazret-i İbrâhîm'dir. Böylece ilk defa tevhid-i af’al bi-linci oluşmuş ve bundan da “lâ fâile illâllah” hükmü kayna-ğını bulmuş oluyor.

Makam-ı İbrâhîm'in ileri safhalarına gelindiğinde ise Cenâb-ı Hak bu defa kullarına "Belâ men esleme vechehü lillâhi ve hüve muhsinün" (Sure 2 Ayet 112) yani, « iyi bilin ki kim vechini ALLAH'a teslim ederse ona ihsan olunur,”

diye hitabetmektedir. Burada "vechini" ifadesi yüzünü, alnını, kaşını, gözünü v.s. gibi dar ma’nâ sıyla yorumlanırsa çok sathi kalınmış olur. Oysa ki, vecih kelimesinin başka anlamları da vardır. Yani kişi, Hakk'a sadece bedeni ve uzuvlarıyla değil; bilgisiyle, ruhuyla, özüyle, nefsiyle hepsiyle birlikte yönelmeli ve tüm varlığını O'na teslim etmelidir. işte bu kimseye "muhsin" denilir ki "ihsânı alan" "ihsân edilen" anlamını taşır.

Mevzuumuzun başında İslâm, îmân, ihsân, ve îkân, derken Marifetullah, yani Allah bilgisinin ve müşahedesi-nin, peygamber bilgisinin hakikat-i Muhammedî bilgisinin, özü bu "ihsân" kelimesinde yatmaktadır. Bu durumda vechini Hakk'a teslim eden kişiye "muhsin" dendiğine göre, o kişiye ihsân olunmuş demektir. Olaya tersinden yaklaşıldığında, eğer bir kimse muhsin değilse yani ihsân olunmamış ise, o kimse vechini Hakk'a teslim etmemiş demektir. Burada ihsân'ın bir özelliğini belirtmekte fayda vardır. Vechin Hakk'a teslimiyeti devam ettiği sürece Zat'tan yapılan ihsân devamlı bir şekilde çoğalarak artar. Çünkü ihsân olunan da devamlı bir kapasite genişlemesi olur. Ve bu alış veriş devamlı inkişaf eder. Halbuki baba-

149

mızdan, annemizden, dedemizden intikal eden ihsânlar, milyonlar, milyarlar dolayısıyla da muhsin oluyoruz ama, onların yaşamının bitiminde ihsânları da son buluyor.

Yaşantısını ibadetlerle, sohbetlerle, zikirlerle, tefek-kürlerle renklendirerek sürdüren kişi, bu defa "İnne rah-metellahi karibün minel muhsinin" (Süre 7 Ayet 56) hitabına mazhar olur. "Yani ALLAH'ın rahmeti ancak Muhsinlerden gelir" Dikkat edilirse bu âyet-i kerîme ALLAH'ın rahmetinin nereden geldiğini çok net bir şekilde ifade ediyor. Tabiiki ALLAH'ın (genel) rahmeti gökyüzünden, sağdan, soldan, hocalarımızdan, alimlerimizden, sanatkârlarımızdan, tabiat ismini verdiğimiz bu varlık zuhurlarından, her yerden gelmektedir, ancak burada bahs edilen genel rahmet değil, (ilâhi ve zâti) rahmettir ki; o da ancak ve ancak en kısa yoldan muhsin kişilerin gönüllerinden tâlip kişilerin gönüllerine gelmektedir.

İhsânla ilgili başka bir âyet-i Rahmân suresinde görüyoruz. "Hel cezâül ihsânü illel ihsânü" (Sure 55 Âyet 60) Yani "ihsânın cezâsı ancak ihsan değil midir?" Buradaki cezâ kelimesinin anlamı, genelde kullanmaya alıştığımız cezâ kelimesinden çok farklıdır. Cezâ, arapçada karşılık, her hangi bir şeye karşılık, eşdeğer bir karşılık anlamına gelmektedir. Yüce ALLAH bir âyet-i kerîmesinde "Cezâ ühüm inde Rabbihim cennatü adnin tecri min tehtihel enhâru hâlidine fihe ebeden" (Sure 98 Ayet 8). Yani "Onların Rabları katındaki mekâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan adn cennetleridir." gibi veya "cehennemle cezâlandıracağız" gibi.

Burada da ihsân'ın karşılığının yine ihsân olacağı ifade edilmektedir. Yani muhsin olan bir kimse, muhsin olduktan sonra vermeye başladığında yaşamı ihsâna dönüşmüş oluyor. İhsân sahibi oluyor. Verebildiği kadar veriyor, bunun karşılığında da alabildiği kadar alıyor ve bu hal süreklilik kazanıyor. Bu yaşantı içersinde artık kişi "Eşhedü enlâilâhe illâllah" dedigi zaman gerçekten müşahede sahibi oluyor ve îmâna ihtiyacı kalmıyor. Îmân safhasını yaşayan kişi, aslında kesret âleminin ehlidir. Çünkü îmân olgusunda daha evvel de belirttiğimiz gibi biri îmân eden, diğeri îmân edilen . olmak üzere iki varlığın mevcudiyeti sözkonusu olmaktadır.

"Eşhedü en lâilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden Resulüllah" diyen kişi bunu gerçek mânâsıyle söylüyorsa o artık

150

îmân safhasını aşmış, gâibliği geride bırakmış, kesretten kurtulmuş, Vandeti bulmuş, müşahede ehli olmuştur.

Ve yine başka bir âyet-i kerime de "Ve eşhedehüm alâ enfüsihim" (Araf 7/ 172) buyurulmaktadır. Yani "kendi nefisleri üzerine şâhit olurlar" denmektedir. Îmân ederler denmemektedir. Eğer nefisleri üzerine îmân ederler denseydi kişinin bu kadar terakkiden sonra yeniden dersine bir'inci sınıftan başlaması gibi olurdu. Oysa ki ihsân-muhsin dönüşümü yukarıda belirtildiği gibi sonsuza kadar kapasite artışını içerir.

Müşâhede halinin zirvesini ifade eden şu âyet bütün bu anlatılanlar ne güzel özetlemektedir. "Şehidellahu ennehu lâ ilâhe illâ hu" (Sûre 3 Ayet 18) “ALLAH şahittir ki ALLAH'tan başka ilâh yoktur, ancak ALLAH vardır.”

Sözümüzü bitirmeden evvel konumuzun başlangıcında Cibril Hadisinde yerini alan "İslâm" kelimesini de bir nebze açmakta fayda görmekteyim.

İslâm selâmdan, selâmetten, teslim olmaktan kaynaklanan bir kelimedir. ALLAH'ın birliğine inanmak ve O'na şirk koşmamaktır.

İslâm dininin zâhiri "şeriat-ı Muhammedi; bâtını ise hakikati Muhammedi'dir". ikisini birlikte yürütmek ise kemalâttır. İslâm aynı zamanda Âdem A.L'dan Muhammed A.L.'ma kadar bir semâvi sistemin ismidir.

Cenâb-ı Hakk; İbrâhîmiyet, Museviyet, İseviyet, Mu-hammediyet diye ayrı ayrı dinler vazetmemiştir. Allah'ın indinde (yanında) din İslâmdır. Onun için Kur'an-ı Kerîm de "İnneddine indellahil islâm" (Sure 3 Ayet 19) denmiştir.

Allah'ın indindeki (yanındaki) din islâm olmakla beraber, acaba kulun indindeki din nedir, nasıldır? İşte Museviyet, İseviyet vs. dinler bu safhada ortaya çıkmaktadır. Çünkü kul, zâhir hali daha kolay benimsemekte ve her kitap sahibi peygambere ayrı bir din ismi yakıştırmaktadır. Hazret-i İbrâhîm'in getirdiği tevhid-i ef’al hukukunu, Hazreti Musa'nın getirdiği tenzih hukukunu, Hazret-i İsa'nin getirdiği teşbih hukukunu, Hazret-i Muhammed'in getirmiş olduğu tevhid ve vahdet hukukunu, ümmetleri, peygamberlerinin isimlerine izafeten İbrâhîmilik, Musevilik, İsevilik, Muhammedilik olarak isimlendirmişlerdir ve böylece kulların yanındaki dinler ortaya çıkmıştır. Halbuki ALLAH birdir ve âyette belirtildiği gibi indindeki (yanındaki) din de "bir'dir, o da İslâmdır.

151

Adem A.L. ile başlayan ALLAH'ı (c.c.) bilme ve bulma olgusu Hazret-i Muhammed A.L. ile kemâle erdi, o yüzden son peygamber olmuştur. İlâhi sırları zuhura çıkarmış gizli bir şey bırakmamıştır, yeter ki biz kulak, göz, gönül ve akıl ayarlarımızı güzel yapalım, ayarı bozuk cihaz gerçekleri yansıtamaz.

Kur'an-ı Kerîm peygamberler kıssaları ile bir Hak yolcusunun seyr-i sülük'unu nasıl yapacağını çok açık bir şekilde göstermek-tedir. Bir Ârif kişinin nezaretinde yeterli sürede 10-20 sene arası olabilir, istisnalar hariç, bâzen daha kısa, veya daha uzun da olabilir. Kısaca özetlersek gafletine tevbe edip mertebei Âdemiyyette venefahtü ile şuurlanmaya başlayan kişi, nefs temizliğine yönelir, kendini anlamaya başlar Hakk'a teslim olmaktan başka çaresinin olmadığını idrak eder. Teslimi külli ile teslim olur, daha sonra vechini (bütün varlığını) Hakk'a teslim eder bunun karşılığı ihsandır, Cibril hadisinde bu olgu çok muhteşem bir şekilde ifade edilmiştir. Benlik perdesinin kalkmaya başladığı ilâhi zâti müşâhedeye dönük oluşumların yer aldığı bir mertebedir.

Mertebei İbrâhimiyette dostluk hullesini giyer gerçek tevhide ulaşır.

Mertebei Museviyette eymen vadisinde gerçek tenzihe ulaşır.Mertebei İseviyette Ruhül kuds'ten destek alır.Mertebei Muhammediyye de ise seyr-i zirveye çıkıp mi'racını

yapar böylece (büyük ayet) olan kendini ve Rab- bini müşahede etmiş daha dünyada iken ruyetullah'a ulaşmış olur. İşte İslam ALLAH'ın yolunu ilk aşamasından başlatıp zirveye yani zatına kadar ulaştıran sistemin ismidir.

Bu oluşumlar bütün varlıkta da ALLAH c.c.yü müşahede etmek için düzenlenmiştir. ALLAH c.c. kendini bildirmeyi diledi ve bilebilecek olan "halife" insan-ı "hâlk" etti (yaratma değil) ve onda en geniş manâda zuhur etti. Bu hakikatleri bilen ayn bilinen gayr oldu. Bilen de vechini açtı, bilinende hicapladı yani perdeledi.

Ne zaman ki bu perdeleri açacağız işte o zaman şu dünya hayatımızın ne kadar değerli bir şey olduğunu an-layacağız .

Hz. Muhammed s.a.v. ve Kur'an ile bütün hakikat ortaya konduğundan daha başka bir peygamber ve kitabın gelmesi mümkün değildir. Eğer böyle bir şeyler varsa kökünden

152

yanlış ve aldatmacadır, çünkü Kur'an zattır ve O'na ilâve edilecek başka hiç bir şey yoktur, ancak bizim O'nu iyi inceleyip anlamamıza ihtiyacımız vardır.

Bu saha sonsuz bir deryadır, gayemiz o deryadan alınan bir avuç su ile yüzümüzü yıkayıp gözlerimizi Hakk'ın eliyle benliğimizden mehs etmektir. ALLAH'u tealâ gayretli olanları basar'dan basirete ulaştırsın.

Ehlullahtan birisine sormuşlar ALLAH'ı görmek mümkün mü? diye o da cevap vermiş ALLAH'ı görmemek mümkün mü? diye.

Daha ileride inşeallah Cevab-ı Hak izin verirse bu mevzu ile alâkalı daha geniş kapsamlı bir yazı meydana getirebiliriz, daha fazla bilgi almak isteyenler de "mübarek geceler" isimli kitabımızın mi'rac bölümüne bakabilirler.

Bu risâle îmânın hakikatleri yönünde şüpheleri bulunan bazı kimselerin sorulan üzerine yazılmaya çalışıldı. Gayret bizden tevfık ve ihsân ALLAH'dan'dır.

Muhterem okuyucum bu risaleyi sabrederek eğer sonuna kadar okuyabildinse lütfen ön yargılı davranma iyi anlamaya çalış ki ufkun ve gönlün genişlesin bu, hayata daha değişik yönlerden bakmaya alışmalısın.

Rabbimizden cümlemize ilim bereketleri vermesini niyaz ederim. Hoşçakalın, dostça kalın.

06.09.1996 CumaEl fakir

NECDET ARDIÇ UŞŞAKİ - TEKİRDAĞTERZİ BABA

------------------- Bu mevzu hakkında, Hicr suresinin son iki âyetinden, tekrar başka yönü ile, özetle bahsetmekte yarar olacağını düşünüyorum. -------------------

ين اج ك وكن من الس ح بحمد رب د�فسب

153

Hicr/15-98 - Fesebbih bihamdi rabbike ve kum mines sâcidîn.

15.98 - O hâlde, Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt) ve secde edenlerden ol.------------------- Yukarıda genel meali verilen âyet-i kerîmenin diğer yönden bâtıni hakikatlerini de incelemeye çalışalim. “Fesebbih bihamdi rabbike” Fesebbih, tesbih et, nasıl edeyim? Bihamdi, Hamd ile, rabbike, “Rabbı’nın Hamdı ile tesbih et.” “Rabbı’nın Hamdı ile tesbih et.” Âyet-i kerîme’ye bu yönü ile baktığımızda! Evvelâ Rabb’ımızı bilmemiz, daha sonra onun hamdının nasıl olduğunu bilmemiz ve bu bilinçle “Rabbu’l erbab olan Allahımızı tesbih etmemiz mümkün olabilecektir. Özetle, bilindiği gibi Rububiyyet mertebesi “esmâ Melekût” mertebesi’dir, ve bu mertebede bütün esmâ-i İlâhiyyeler birer terbiye edici mürebbiye Rablardır. Ve hakikatleri varlık sebebleri Rabbu’l erbab olan Allah’a bağlıdır, bu yüzden kendilerine varlık veren Allah-ı övmek/hamd, kendilerinin bir görevidir. Esmâların yapmış oldukları övgü “Rabbı’nın Hamdı” dır. İşte onlar bu hamd anlayışları ile Rabbu’l erbab olan Allah’ı tesbih et, emrini böylece yerine getirirler. Tesbih, bilindiği gibi kudsiyyet, “esmâ ve sıfat mertebesi”nin faaliyet sahasıdır. ------------------- Âyet-i kerîmenin bu bölümünün ma’nâ’sını, kendi beden mülkümüzde görmek istediğimizde, şöyle dememiz gerekecektir. Varlığımızda daha evvelce mevcud olan, ancak beşerileşmiş esma ve sıfatlarımızı terk edip, onlardan fâni olduğumuzda, bütün esmâ-i İlâhiyye ve sıfatı ilâhiyyenin Hakk’a ait olduğunu anladığımızda, ve bu yolla gerçek hamd/övgü’ye ulaştığımızda kendimizde meydana gelecek kudsiyyetimizin idrak tesbihi, “Rabbı’nın Hamdı ile tesbih et.” Hükmünü ortaya çıkaracak, nefsi ma’nâ’da kullandığımız esmâ ve sıfatlarımızı, bundan sonra gerçek Rabbani yönleriyle kullanmaya başlayacağımızdan, onlar bizden râzı olmuş olacaklardır. Bizlerde böylece “marzî” razı olunmuş kimselerden olmuş olacağız. “ve kum mines sâcidîn.” İşte bu anlayış ile secde edenlere dâhil olup, gerçek secde ehli olun. Secde makamı bilindiği gibi “fenâfillâh” “Îseviyyet” mertebesidir, kişi kendi hakikatinin Hakk’ın

154

hakikati olduğunu anlayınca beşeriyetinden sıyrılıp kimliksiz kalır bunun en tevazu hali ise secdedir. Kendinden ve her şeyden fenâ bulmaktır. “ve kum mines sâcidîn.” İşte sizler de böylece beşeri nefislerinden geçip, Hakk’ta fâni olanlarla birlikte secde edenlerden olun. -------------------

ين ك حتى ياتيك الي د�واعبد ربHicr/15-99 - Vağbud rabbeke hattâ yeé'tiyekel yakîn.

Diyanet Meali:15.99 - Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.

Elmalılı Hamdi Yazır Meali:15.99 - Ve Rabbına kulluk yap tâ sana o yakîn gelene kadar

------------------- “Vağbud rabbeke” Bu anlayışlarla, hayali rabb’lardan geçip geçek olan Rabb’ına ibadet et, “hattâ ye'tiyekel yakîn.” Yukarıdaki meal yorumlarında iki değişik yol izlenmiş, birincide, Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et. Böylece “yakîn”i ölüm ile yorumlamış. Diğerinde ise, “Ve Rabbına kulluk yap tâ sana o yakîn gelene kadar.” İfadesi ile “yakîn”i gene “yakîn” olarak vermiş ancak yakîn’in ne olduğundan bahsetmemiştir. Yukarılarda da bahsedildiği gibi, “elyakînü hüvel Hakk” Yani “yakîn” ef’ali ile, esmâsı ile, sıfatı ile, zâtı ile Hakk’ın ta kendisidir. Diye Belirtilmiş idi. Yani senin beşeri bütün isim ve sıfatların, yok olduğunda ve yerlerine Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarının kâim olduğunda, sende Hakk’tan başka bir varlık olamayacağından ve bu anlayış ile sende Hakk’al yakîn müşahedesi tecelli ettiğinde daha evvelce yaptığın nefsine dönük ibadetleri bundan böyle yapamıyacağın için bu devreden sonra beşeri ma’nâ’da ki ibadet analayışının yolu sana kapanmıştır. Bundan sonraki ibadetlerin “ubedet” hükmünde olacağından “ubudet” ise “Hakk’ın ibadeti” olduğundan senin ibadetlerinde bu hale dönüşeceğinden artık sana “yakîn” geldiğinden, eskisi gib nefsi “ibâdet” yolu sana kapanmıştır.

155

Daha evvelce bu tür nefsine ait “ibadet”in yolu sana açık ve bundan mazur iken “yakîn” geldikten sonra, kendinin tükenmişliği ve senin varlığında bütün mertebeleri ile hakk’ın varlığı cem olduğundan, arada gayrı kalmadığından beşeri ibadet hükmü senden düşmüş, ancak Hakk’ın ubudet hükmü sende zuhura çıkmıştırki bu da “ubudettir” buda Hakk’ın kulluk mertebesinden, kulunda kul olarak, yapmış olduğu kendinden kendine olan ibadetidir. ------------------- Yeri gelmiş iken bir mevzua daha dikkat çekmek isterim o da! “ilmü ledün ile ilmi yakîn”in arasındaki farktır. “İlmü ledün” Allah’ın indinde’ki/yanında ki ilimdir, tahsil ile kazanılmaz Hakk’ın zâti tecellisi ile olan atası/vergisidir. Hakk’tan halka’dır. “İlmi yakîn” ise çalışılarak gayret ve sabırla zaman içinde mertebeleri itibariyle oluşturulan Hakk’ın zâtına dönük bilgilerin toplanmasıyla meydana gelen zâti bilgiler toplamıdır. Kâmil bir Mürşidin gözetiminde çalışılarak/kesb ile elde edilir. Halktan Hakk’a doğru olan ilimdir. İlmü ledün, ancak “İlmi yakîn” ehline verilmektedir. Çünkü başkaları zâten onu değerlendiremez, “İlmü ledün” Hakk’ın zâtına ait zâti bilgilerdir. Kur’an-ı kerîmde birçok yerde geçmektedir. ------------------- Rabbımızdan her birerlerimiz için, evvelâ özünden özlerimize, “İlmi yakîn” sonra da “İlmü ledün” vermesini bütün muhabbetimle niyaz ederim. ------------------- İnşeallah Rabb’mızdan, bundan sonraki yaşantılarımızda Îmân-larımızın Îkânlarımız haline dönüşmüş olan, gerçek abd/kul olan kimseler gibi yaşamayı bizlere nasib etmesini niyaz ederiz. -------------------

Bu kitabımızı da böylece şimdilik tamama erdirmiş olduğumuz-dan zaman ve sağlık verdiği için Rabb’ımıza şükrederiz.

156

Gayret bizden muvaffakiyet Hakk’tan’dır Herkese başarılar diler selâmlarımı iletirim, hoşça kalın hoşlukla kalın. Terzi Baba, Necdet Ardıç Tekirdağ (17 haziran-2016 Cuma Ramazan.

-------------------

KAYNAKÇA

1. KÛR’ÂN VE HADîS :

2. VEHB : Hakk’ın hibe yoluyla verdiği ilim.

3. KESB : Çalışılarak kazanılan ilim.

4. NAKİL : Muhtelif eserlerden, Mesnevi’i şerif, İnsân-ı Kâmil, Fusûsu’l Hikem ve sohbetlemizden müşahede ile toplanan ilim.

-------------------

Terzi Baba Baskısı olan kitaplar.

------------------- 1. Necdet Divanı:2. Hacc Divanı:

157

3. İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri:4. Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan çeviri):5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı hakikatler: “İngilizce, İspanyolca” 6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve Hakikatleri: (Fransızca)7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri):9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet:10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle:11. Vâhy ve Cebrâil:12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi:13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye: 14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve şerhi 15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 16. Divân (3)19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i.21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.)22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik:24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.) 35. Fâtiha Sûresi: 39. Terzi Baba: (2)41. İnci tezgâhı:49. 36-Yâ’sîn, Sûresi: 59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.)61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.)

158

67. 067-Mülk Sûresi: 91-Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)96- 41-Fussilet Sûresi.-------------------

(H) Yayınları tarafından basılan kitaplarımız: -------------------6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve hakikatleri: 14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri.15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem-safiyeti. Safiyyullah. (a.s.) -------------------

Terzi Baba kitapları sıra listesi ------------------- (Gönülden Esintiler) ------------------- 1. Necdet Divanı:2. Hacc Divanı:3. İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri:4. Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan çeviri):5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı hakikatler: “İngilizce, İspanyolca” 6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve Hakikatleri: (Fransızca)7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri):9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet:10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle:

159

11. Vâhy ve Cebrâil:12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi:13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye: 14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve şerhi 15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 16. Divân (3)17. Kevkeb. Kayan yıldızlar.18. Peygamberimizi rû’ya-da görmek. 19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i.20. Terzi Baba Umre (2009)21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.)22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik:23. Değmez dosyası:24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.) 25. -1-Köle ve incir dosyası: 26. Bir zuhûrât’ın düşündürdükleri: 27. -2-Genç ve elmas dosyası: 28. Kûr’ân’da Tesbîh ve Zikr: 29. Karınca, Neml Sûresi: 30. Meryem Sûresi: 31. Kehf Sûresi: 32. 3-Terzi Baba İstişare dosyası: 33. Terzi Baba Umre dosyası: (2010)34. -3-Bakara dosyası: 35. Fâtiha Sûresi: 36. Bakara Sûresi: 37. Necm Sûresi:

160

38. İsrâ Sûresi: 39. Terzi Baba: (2) 40. Âl-i İmrân Sûresi: 41. İnci tezgâhı: 42. 4-Nisâ Sûresi: 43. 5-Mâide Sûresi: 44. 7-A’raf Sûresi: 45. 14-İbrâhîm Sûresi: 46. İngilizce, Salât-Namaz: 47. İspanyolca, Salât-Namaz: 48. Fransızca İrfan mektebi:49. 36-Yâ’sîn, Sûresi: 50. 76-İnsân, Sûresi: 51. 81-Tekvir, Sûresi: 52. 89-Fecr, Sûresi: 53. Hazmi Tura: 54. 95-Beled-Tîn, Sûresi: 55. 28- Kasas, Sûresi: 56. İrfan-Mek-Şer-Fransızca-Baba: 57. 20-TÂ HÂ Sûresi: 58. Mirat-ül-İrfan-ve-şerhi: 59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.)61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.)62. -4-Bir ressam hikâyesi:63. İnci mercan tezgâhı64. Ölüm hakkında:65. Reşehatt’an bölümler:

161

66. Risâle-i Gavsiyye: 67. 067-Mülk Sûresi: 68. 1-Namaz Sûrereleri: 69. 2-Namaz Sûrereleri: 70. Yahova Şahitleri: 71. Mü-Geceler-Fran-les-nuits: 72. Îman bahsi: 73. Celâl Cemâl Celâl: 74. 2012 Umre dosyası: 75. Gülşen-i Râz şerhi: 76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi: 77. Aşk ve muhabbet yolu: 78. A’yân-ı sâbite. Kazâ ve kader:79- Terzi Baba-(4) İstişare dosyası.80- Terzi Baba-(5) İstişare dosyası.81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları: 82- Mektuplarda yolculuk-M.Nusret-Tura.83- 2013 Umre dosyası. 84- Nusret Tura-Vecizeler ve ata sözleri.85- Nusret Tura-Tasavvufta aşk ve gönül.86- Terzi Baba-(6) İstişare dosyası.87- Terzi Baba-İlâhiler derleme.88- Nusret Tura-Divanı.89- 6-Her şey merkezinde hikâyesi. 90- İnsân-ı Kâmil A.K.C. şerhi. Cild (1) kitap (1) 91- Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)92- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (2) şerhi. 93- 7. İngilizce. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i):

162

94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara. 95- Terzi Baba-(8) (19/53)96- 41-Fussilet Sûresi.97- 2015 Umre dosyası. 98- Solan bahçenin kuruyan gülleri. 99- Terzi Baba-(9) İstişare dosyası. 100-14-İrfan mektebi ve şerhi-İspanyolca.101- Bosna Hersek dosyası. 102- 14-İrfan mektebi ve şerhi-İngilizce. 103-terzi Baba yüksek lisans tezi. 104-Hacc Umra ve hakikatleri.105-Cemo ve Farko-106-(2016) Umre dosyası.107-Vahy ve Cebrâîl- (Fransızca)108-Terzi Baba ile ilgili zuhuratlar.------------------- Altı peygamber serisi: ------------------- 15. (1) 6 Pey-(1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 21. (2) 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.)24. (3) 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.)59. (4) 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 60. (5) 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.)61. (6) 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.)------------------- Terzi Baba kitapları serisi: -------------------12- 1-Terzi Baba-(1)

163

39- 2-Terzi Baba-(2)32- 3-Terzi Baba-(3) İstişare dosyası.79- 4-Terzi Baba-(4) İstişare dosyası.80- 5-Terzi Baba-(5) İstişare dosyası.86- 6-Terzi Baba-(6) İstişare dosyası.91- 7-Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13)95- 8-Terzi Baba-(8) (19/53) İstişare dosyası.99- 9-Terzi Baba-(9) İstişare dosyası.103-10-Terzi baba yüksek lisams tezi.108-11-Terzi Baba ile ilgili zuhuratlar.------------------- Bir hikâye birçok yorum serisi. -------------------25. -1-Köle ve incir dosyası: 27. -2-Genç ve elmas dosyası: 34. -3-Bakara dosyası:61. -4-Bir ressam hikâyesi:76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi: 89. -6-Her şey merkezinde hikâyesi. ------------------- Dîvanlar serisi: ------------------- 1. Necdet Divanı:2. Hacc Divanı:16. Divân (3)87- Terzi Baba-İlâhiler derleme.88- Nusret Tura-Divanı.-------------------------

164

İbretlik dosyalar serisi: -------------------17. Kevkeb. Kayan yıldızlar.23. Değmez dosyası: 73. Celâl Cemâl Celâl:81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları: 94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara. 98- Solan bahçenin kuruyan gülleri. (7) 105-Cemo ve Farko-------------------Mektuplar ve zuhuratlar serisi:-------------------Terzi Baba İnternet dosyaları:------------------- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.1-2- 3-4-5- 6-7- 8- 9- 10-Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.11- 12- 13- 14- 15- 16-17- 18- 19-20-Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 21- 22-23- 24-25- 26-27- 28-29-30-Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.31-32-33- 34-35- 36- 37- 38- 39-40-Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.41- 42-43- 44-45- 46-47-48- 49-50-Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.51-52- 53-54-55- 56-57- 58-59- 60-Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.61- 62-63-65-66- 67-68- 69-70-

165

Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi.71-72-73-74-75-76-77-78-79-80 -------------------

Kitaplar devam ediyor şu an Yekün= (108/80=188)

NECDET ARDIÇ

Büro : Ertuğrul mah.Hüseyin Pehlivan caddesi no. 29/5Servet Apt.59 100 Tekirdağ.

Ev : 100 yıl Mahallesi uğur Mumcu Cad.Ata Kent sitesi A Blok kat 3 D. 13.59 100 Tekirdağ

Tel (ev): (0282) 261 43 18

Cep : (0533) 774 39 37

Veb sayfası: Amerika: <http:// necdetardic. org/

Veb sayfası: Amerika: <www.necdetardic.info>

Veb sayfası: Almanya: <www.terzibaba.com>

166

Radyo adresi (form): <terzibaba13.com> İnternet, MSN Adresi: Necdet Ardıç [email protected]+

167