16
Eskiler “kem alât ile kemalât olmaz” derler. Yani kötü araçlarla, eksik ve ak- sak enstrümanlarla amaca ulaşılamaz. Bu nedenle kıraat ilminin başı tashih-i huruftur. Harfleri doğru, düzgün ve yanlışsız okumaya başlamadan kıra- atinizi düzeltemez, sahih bir okuyuşa ulaşamazsınız. Billurlaşan bir kıraat nasıl tashih-i hurufa muhtaçsa bugün düşünce dünyamızda aynı ölçüde tashih edilmeyi gerektiriyor. Sadece yanlışı düzeltmek için değil, unuttuk- larımızı yeniden hatırlamak için de tashih mekanizmasını işletmek, temas halinde olduğumuz her kardeşimiz için bir musahhih / düzeltici olmakla vazifelendirildiğimizi unutmamamız gerekiyor. Tashih işte böyle niyetlerle ortaya çıkmış mütevazi bir çaba. Birbirine yaslanan, birbirinin motivasyonundan beslenen ve birlikte yürüyen yada bu- güne dek birlikte yürümüş Müslüman- lar arasında sahih olanı işaret etmeye çalışan, en azından bunu önceleyen bir çaba. Tashih fikir dünyamızın hızla bo- zulduğu, cahiliye kuşatmasının iyiden iyiye Müslümanları devşiren / öğüten bir düzenek halini aldığı dönemde gi- derek cılızlaşan tevhidi duruşun sesini yükseltmeyi; doğru usul, üslup ve kav- ramlar üzerine bir tefekkür ve hasbihal zemini olmayı amaçlıyor. İslami Söylemin Serencamı Üzerine: Cahiliyye İslamcılığı Devşiriyor mu? Muhafazakarlık ve Müslüman Kimliği Bir İfsad Projesi: “Cahiliyye” Cemaatleşmek Mecburiyettir! KEMAL SONGÜR Muhafazakâr bakış ürkektir, korumacıdır, tutucudur, gele- neği tortularıyla birlikte ‘’süpürerek’’ taşıyandır, tarihi ve olguları mümeyyiz akılla değil edilgen taklitçilikle okur... HAMZA ER ‘Cahiliyye’, Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır. TASHİH İslam akidesinin ilk andan itibaren organik bir cemaatte somut olarak ortaya çıkması kaçınılmaz bir husustur. Derdi sahih Mayıs 2015 / Birinci Sayı www.tashih.org İslami Uyanış ve İnşa Hareketi uyanisveinsa.org Tashih çıkarken Sahih olana mütevazi bir adım Bu ülkede Müslümanların bugünkü hikaye- si, büyük ölçüde 1839 Tanzimat fermanıy- la bağlantılıdır. Orada bir kırılma yaşandı. Özümüz değiştirilmeye başlandı. O zaman devlet yeni bir tanzime giriyordu. Tanzim, İslam’dan vazgeçmenin, Batı düşüncesiyle yeni bir organizasyona girmenin ifadesiy- di. Din, devlet katında o gündür bu gündür bir kenara ittirilmiş, ihtiyaç duydukça da dikkatlice istihdam edilen bir pozisyonda tutulmuştur. Tanzim, yönetim kadrosunun, bürokrasinin eseriydi. Bir süreçti. Siyaseten başladı. Yasal, kurumsal, askeri ve iktisadi reformlarla devam etti. Günlük hayat ve ya- şam tarzına yansıyan değişimlerle sürdü. İdeolojik olarak liberal, kültürel olarak putperest, bilgi biçimi olarak “zanna”/hevaya dayalı bir sistem bu. Çağımızın en büyük rabbi bu! Bunun kuralları hükümran. Vakıa bu. Hayat bu. Hakikat bu. Biz böyle bir sistem içinde, bu sistem üzerinde bütünleşen, işlerini bu sistemle yürüten bir toplumda ve bu toplumun bir parçası olarak yaşıyoruz. Buna rağmen böy- le bir şey yokmuşçasına davranamayız. Çünkü bu mesele doğrudan iman küfür ya da rububiyet ve ubudiyetle alakalı bir mesele. » Devamı 2. sayfada » Devamı 4. sayfada » Devamı 11. sayfada » Devamı 10. sayfada SAYFA 6 SAYFA 8 SAYFA 16 Harama dayalı bir sistemin kurumsal- laştırıldığını ve onun içerisinde yaşa- dığımızı çoğu zaman fark edemiyoruz. Haram üzerine kurulmuş bir sistemde helal kazanmaya çalışıyoruz. Abartı ve arzu kültürünün had safhada olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kamusal alan ve özel alanın iç içe geçtiği, mah- remiyetin ortadan kalktığı bir teşhir salgını var. Halkı Müslüman, yönetimi Laik Seküler olan ülkelerde siyasi iktidarlar tarafın- dan Müslümanların güvenini kazana- bilmek için ustaca kullanılan önemli bir kavram vardır. Kuşatılmışlığımıza dair notlar Müslümanların Sosyal Medya ile İmtihanı Siyasal İktidarlar Açısından Yasallık ve Meşruiyet “Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.” En’am Sûresi ~ 48

Tashih Bülteni -1. Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

“Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.” En’am Sûresi ~ 48

Citation preview

Page 1: Tashih Bülteni -1. Sayı

Eskiler “kem alât ile kemalât olmaz” derler. Yani kötü araçlarla, eksik ve ak-sak enstrümanlarla amaca ulaşılamaz. Bu nedenle kıraat ilminin başı tashih-i huruftur. Harfleri doğru, düzgün ve yanlışsız okumaya başlamadan kıra-atinizi düzeltemez, sahih bir okuyuşa ulaşamazsınız. Billurlaşan bir kıraat nasıl tashih-i hurufa muhtaçsa bugün düşünce dünyamızda aynı ölçüde tashih edilmeyi gerektiriyor. Sadece yanlışı düzeltmek için değil, unuttuk-larımızı yeniden hatırlamak için de tashih mekanizmasını işletmek, temas halinde olduğumuz her kardeşimiz için bir musahhih / düzeltici olmakla vazifelendirildiğimizi unutmamamız gerekiyor.

Tashih işte böyle niyetlerle ortaya çıkmış mütevazi bir çaba. Birbirine yaslanan, birbirinin motivasyonundan beslenen ve birlikte yürüyen yada bu-güne dek birlikte yürümüş Müslüman-lar arasında sahih olanı işaret etmeye çalışan, en azından bunu önceleyen bir çaba. Tashih fikir dünyamızın hızla bo-zulduğu, cahiliye kuşatmasının iyiden iyiye Müslümanları devşiren / öğüten bir düzenek halini aldığı dönemde gi-derek cılızlaşan tevhidi duruşun sesini yükseltmeyi; doğru usul, üslup ve kav-ramlar üzerine bir tefekkür ve hasbihal zemini olmayı amaçlıyor.

İslami Söylemin Serencamı Üzerine:

Cahiliyye İslamcılığı Devşiriyor mu?

Muhafazakarlık ve Müslüman Kimliği Bir İfsad Projesi: “Cahiliyye” Cemaatleşmek Mecburiyettir!KEMAL SONGÜRMuhafazakâr bakış ürkektir, korumacıdır, tutucudur, gele-neği tortularıyla birlikte ‘’süpürerek’’ taşıyandır, tarihi ve olguları mümeyyiz akılla değil edilgen taklitçilikle okur...

HAMZA ER‘Cahiliyye’, Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır.

TASHİHİslam akidesinin ilk andan itibaren organik bir cemaatte somut olarak ortaya çıkması kaçınılmaz bir husustur.

Derdi sahih

Mayıs 2015 / Birinci Sayı

www.tashih.orgİslami Uyanış ve İnşa Hareketi

uyanisveinsa.org

Tashih çıkarken

Sahih olana mütevazi bir adım

Bu ülkede Müslümanların bugünkü hikaye-si, büyük ölçüde 1839 Tanzimat fermanıy-la bağlantılıdır. Orada bir kırılma yaşandı. Özümüz değiştirilmeye başlandı. O zaman devlet yeni bir tanzime giriyordu. Tanzim, İslam’dan vazgeçmenin, Batı düşüncesiyle yeni bir organizasyona girmenin ifadesiy-di. Din, devlet katında o gündür bu gündür

bir kenara ittirilmiş, ihtiyaç duydukça da dikkatlice istihdam edilen bir pozisyonda tutulmuştur. Tanzim, yönetim kadrosunun, bürokrasinin eseriydi. Bir süreçti. Siyaseten başladı. Yasal, kurumsal, askeri ve iktisadi reformlarla devam etti. Günlük hayat ve ya-şam tarzına yansıyan değişimlerle sürdü.

İdeolojik olarak liberal, kültürel olarak putperest, bilgi biçimi olarak “zanna”/hevaya dayalı bir sistem bu. Çağımızın en büyük rabbi bu! Bunun kuralları hükümran. Vakıa bu. Hayat bu. Hakikat bu. Biz böyle bir sistem içinde, bu sistem üzerinde bütünleşen, işlerini bu sistemle yürüten bir toplumda ve bu toplumun bir parçası olarak yaşıyoruz. Buna rağmen böy-le bir şey yokmuşçasına davranamayız. Çünkü bu mesele doğrudan iman küfür ya da rububiyet ve ubudiyetle alakalı bir mesele.

» Devamı 2. sayfada

» Devamı 4. sayfada » Devamı 11. sayfada» Devamı 10. sayfada

SAYFA 6 SAYFA 8 SAYFA 16

Harama dayalı bir sistemin kurumsal-laştırıldığını ve onun içerisinde yaşa-dığımızı çoğu zaman fark edemiyoruz. Haram üzerine kurulmuş bir sistemde helal kazanmaya çalışıyoruz.

Abartı ve arzu kültürünün had safhada olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kamusal alan ve özel alanın iç içe geçtiği, mah-remiyetin ortadan kalktığı bir teşhir salgını var.

Halkı Müslüman, yönetimi Laik Seküler olan ülkelerde siyasi iktidarlar tarafın-dan Müslümanların güvenini kazana-bilmek için ustaca kullanılan önemli bir kavram vardır.

Kuşatılmışlığımıza dair notlar

MüslümanlarınSosyal Medya ile İmtihanı

Siyasal İktidarlar Açısından Yasallık ve Meşruiyet

“Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.” En’am Sûresi ~ 48

Page 2: Tashih Bülteni -1. Sayı

2

Bu ülkede Müslümanların bugünkü hikayesi, büyük ölçüde 1839 Tanzimat fermanıyla bağ-lantılıdır. Orada bir kırılma yaşandı. Özümüz değiştirilmeye başlandı. O zaman devlet yeni bir tanzime giriyordu. Tanzim, İslam’dan vazgeçmenin, Batı düşüncesiyle yeni bir or-ganizasyona girmenin ifadesiydi. Din, devlet katında o gündür bu gündür bir kenara ittiril-miş, ihtiyaç duydukçada dikkatlice istihdam edilen bir pozisyonda tutulmuştur.

Tanzim, yönetim kadrosunun, bürokrasinin eseriydi. Bir süreçti. Siyaseten başladı. Ya-sal, kurumsal, askeri ve iktisadi reformlarla devam etti. Günlük hayat ve yaşam tarzına yansıyan değişimlerle sürdü. Aslı bir kez de-ğiştirdiniz mi o asıl kendine ait tüm fasılları-nı da getiriyor. Süreç gelişerek hala devam ediyor. Islahat, meşrutiyet, cumhuriyet, AB reformları ve günümüz Post-modern aşama-sı dahil tüm aşama, istikrarlı biçimde ilk baş-langıcın devamıdır. Rota hep aynı olmuştur. Bunların anlamı şudur: Batı tarihine, düşün-ce sistematiğine, kültürüne ve siyasal siste-mine eklemlenmek, kapitalist serbest pazar ekonomisinin bir parçası olmak. Medeniyet yani.

Osmanlı geleneğinde, özellikle 15. Yüzyıldan sonra devlet “asıl”, din, devletin müteferrik cüzüdür. Yani asla “bağlı” füruattır. Bu anla-yış jön Türkler, ittihatçılar, cumhuriyetçiler dahil her devrede devam ettirildi, günümüz muhafazakarlarıyla da geçerliliği sürdürülü-yor. Bunun anlamı şu: İslam, bu ülkede “asıl” olarak değil “fasıl” olarak caridir. Asıl olan devlettir. Tanzimat’ı ve takip eden yenilikleri gerçekleştiren bürokratik kadro, bu sebeple dine değil Batı düşüncesine dayanmıştı.

Bu süreçte yapılan reformlarla sürdürülen her aşama, dinin önemli fasılları terk edile-rek aşıldı. Bürokrasi, dini terk ederken “iyi” olarak bildiği şeylere kavuştu. Onlar için dev-let iyiydi. Devleti kurtardığını düşünürken ötesine berisine bakmadı. Çünkü onlar dev-let varsa var olan bir sınıftı. Bu arada kendisi de “makam”, statü”, “para” olarak ifade edilen dünyevi hayattaki durumunu kurtarmıştı. Başından bugüne süreç boyunca, hiç bir aşa-mada İslami bir düzen düşünülmedi. İslam’a dayalı bir yenilik girişimi yapılmadı. Yapıldı da Allah vermedi değil, yapılmadı. Bu sebep-le Allah kullarına istediklerini verdi. Onun için bu memlekette İslam, dünyevi hayatta

da kendisiyle kurtuluşa erilen bir din değil, kendinden istifadeyle dünyevi vaziyeti kur-tarmanın aracına dönüşen bir din olmuştur.

Bu toplumda 1923-1950 arası içe kapalı bir devredir. Ahaliye sıkı baskı vardır. 50’den itibaren Kuran okuyan, dinini Kuran’dan öğ-renen nesiller dönemi başladı. 1970’lerin ilk yarısına kadar doğru bir çizgide rota takip eden bu nesil, her tarafa yayılmış müthiş bir potansiyel üretti. Ülkeyi de bölgeyi de etki-leyecek bir rota takip ediyordu. 70’lerin so-nunda Ortadoğu’daki siyasi çalkantılar, İran devrimi, Afganistan’ın işgali, Filistin mese-lesi, bu nesle ümmet çizgisinde yeni ufuklar kattı. Bu gelişme devlet rotasının dışına çık-tığı için, dahil olduğumuz kapitalist bloğun hayrına değildi. Alarm zilleri çaldı. Stratejik akıl ve politikalar devreye girdi. Düşünsel ve fiziki devşirme taktikleriyle o muazzam po-tansiyelin rotasını değiştirilecektir. Ahaliyle ilgili kısımda,1950 ile 80 arası süreçte, şartla-ra göre, aşama aşama sosyal olarak tasavvuf ve nurculukla, gençlik düzeyinde komünizm-le mücadele dernekleri ve yeniden “milli” mücadelecilikle, siyasi çapta “milli” parti-cilik ve partinin gençlik kollarıyla ırmaklar aynı denize akıtılıyordu.

Özal dönemi boyunca Kuran okuyan nesil da-hil ne var ne yoksa, hepsi aynı paydaya dahil olacaktır. Radikali ılımlısı, sosyo-kültürelcisi siyasi partilisi dahil tümü, küresel düzenin, onun parçası yerli sistemin, onun üzerinde bütünleşen toplumun birer parçası oldular. Küresel düzenin geçtiği yeni aşamada her tür din, ideoloji ve kültür farklılıklarına açtığı alanın, gerçekte bir “öz” değiştirme süreci ol-duğunu anlayamadık. Oysa Kemalistler dahil ülkedeki her grup kendisini buğday sanmaya devam ediyordu. Bükemediğin bileği öpecek-sin derler, bu stratejik akla şapka çıkartmalı!

Bazı şeyleri geç öğreniyoruz. Olsun. Oyu-nun içinde olanlar, al-ver işiyle uğraşanlar çok şeyleri biliyorlar ama. Şu ülkenin insanı için balık hafızalıdır derler. Balığın hafızası ne kadarsa. Bizim cenahta dahi yakın tarihi bilen, süreci doğru okuyup gerekli dersleri çıkartan yeterli sayıda insanımız yok. Kötü olan bu. Hayat hızlı akıyor ve 50 yıllık geç-miş dahi “fi” tarihi gibi bilinmiyor. Yazılıp çizilen ve konuşulan kahramanlık hikayeleri gerçeğe değil hamasete ve kültürel siyasete yöneliktir. Bundan da kazananlar var tabii.

Dolayısıyla her şey sanki her nesilde yeniden ve sıfırdan başlıyor. Buysa stratejik akla, ha-fızasız nesilleri istediği gibi yönetme fırsatı veriyor. Bu tespitten sonra “şimdi” için bir değerlendirme yapmamız gerekiyor:

Bu dünyada ve ülkemizde sosyal ve siyasi pozisyonlarımızı etkilediği gibi günlük ha-yatımıza da tesir eden bir sistem var. Bunun adı Küresel kapitalizm ya da serbest Pazar ekonomisi. İdeolojik olarak liberal, kültürel olarak putperest, bilgi biçimi olarak “zan-na”/hevaya dayalı bir sistem bu. Çağımızın en büyük rabbi bu! Bunun kuralları hüküm-ran. Vakıa bu. Hayat bu. Hakikat bu. Biz böyle bir sistem içinde, bu sistem üzerinde bütünleşen, işlerini bu sistemle yürüten bir toplumda ve bu toplumun bir parçası olarak yaşıyoruz. Buna rağmen böyle bir şey yok-muşçasına davranamayız. Çünkü bu mese-le doğrudan iman küfür ya da rububiyet ve ubudiyetle alakalı bir mesele.

“La İlahe İllallah” kelimesi İslam’ın temeli. “Muhammed’ün Resulullah” kelimesi de ta-mamlayanı. İlki düşünsel, hissi ve imani ta-rafı, ikincisi ameli/pratik ve kimlik tarafını yani hayatı ifade ediyor. Bu kelimeye dayana-rak harekete geçtiğini duyuranlar, kelimenin ikinci tarafını birincisinden kopartmış vazi-yetteler. Peygamberin ahlakı Kuran diyerek kendilerini savunanlar, tıpkı hariciler gibi, kendisi hak olan sözü söyleyip gereğini yap-mıyorlar. Yani bir şey söylemiş olmuyorlar. O halde başa dönüp şu tespiti yapabiliriz: Ku-ran bu memlekette hidayet kitabı değil, ken-disinden istifadeyle dünya hayatında durum düzeltmeye yarayan bir kitap. Döndük Tanzi-mat’a. Aldığımız yol bir arpa boyu dahi değil. Tarih tekerrürdür derler ya! Bütün bu anlatı-lanlar anlaşılması maksadıyla yazıldı. Moral bozmak yok. Kaos yok. Gerçekleri görmek, nerede olduğumuz bilmek için önemlidir. Nereden başlanacağı için bu gereklidir. Me-ramımızı anlaşılabilir şekilde ifade edeme-miş olabiliriz ama kıymetli madenler taşıyan toprağı okuyucunun önüne koyduğumuzu düşünüyoruz. Şayet “bu yazar kendinden ve kendisi gibi bir kaç kişiden başkasını beğen-miyor müslüman saymıyor” gibi anlamsız şeyler söyleyecek olanlarımız çıkarsa, yazıyı okumamış saysın ve rahatlasın. Acizane tav-siyemiz budur!

İslami Söylemin Serencamı Üzerine:

Cahiliyye İslamcılığı Devşiriyor mu?HÜSEYİN ALAN

Page 3: Tashih Bülteni -1. Sayı

Bir Şahsiyet İnşâsı Çabası:

Müslümanca Düşünme

3

Vahyin Hz peygambere nazil oluşu ile başla-yan süreçte kapsamlı, özgün ve çağının cahi-liyesinin sapkınlıkları işaret ede ede Allah’ın yeniden bellettiği bir varlık âlemi anlayışı te-mellenmiştir. Bu varlık âlemi telakkisi Mek-ke cahili ortamındaki kabullerin, anlayışla-rın çok ötesinde bir “ben” idraki inşa etti. Bu İslam öncesi medeniyet ve kültür çevrelerin-deki “ben” telakkilerinin dışında vahiyden biçim alan kendi kendini algılama tarzdır. Bu manada kişinin geçmişi ne olursa olsun şu ya da bu kavimden, şu ya da bu kasttan veya şu ya da bu günahla lekeli, ister köle, ister efendi İslam’ın sunduğu yeni bir “ben” idrakine kavuşmuş oldu. Bu Hz. Peygamber (sav) ve arkadaşlarının insanlık düşünce tari-hinde oluşturdukları en önemli etkilerinden biridir. Ayrıca bu “varlık âlemi” ve ”ben” ta-savvuru müslüman olmanın ayırıcı niteliğini belirlemesi açısından temel bir şuur kaynağı olmuştur.

Bu olağanüstü tutarlı, yaradılışın temel ka-rakterine uygun, yani fıtri “varlık âlemi” an-layışı ve bunun üzerine ikame olunan “ben” idraki, tarih içinde onlarca çeşitli hücumlara karşı müslüman kitlelerin kendisi olarak kal-madaki güçlü direnişinin birinci kaynağıydı. Erken dönemlerdeki müslüman topluluklar farklı coğrafyalarda karşılaştıkları yerel veya genel cahili düşünsel paradigmalarla, (değer dizinleriyle, sistemleriyle) hesaplaşmaların-da bu varlık âlemi anlayışı kudret, şuur ve ufuk üretmiştir.

Müslümanca düşünmede varlığı anlama al-gılama, vahyin insana bildirdiği, tanımladığı insanın da cürmünce anlayıp algıladığı çer-çevede oluşan bir tasavvurdur. Dolayısıyla vahiy öncelikli olarak varlığın doğru anla-şılmasında ve bunun üzerine oluşturulacak ben idrakinin muntazam, sahih oluşmasında

temel gerekliliktir. Müslümanca düşünme-nin temel karakteristiği ilahi bir düşünce sis-temi olmasıdır. Dolayısıyla “varlık” anlayışı da temel eksenini ilahi vahiy oluşturacaktır. Bu varlık âlemi anlayışı tabiri caizse bir idrak köprüsü oluşturur ve neredeyse her ana ko-nuya biçim verici müdahaleyi yapar.

Müslümanca düşünme kişiyi varlıklar âle-mi içindeki kendisiyle ilgili ve kendinin di-ğer varlıklarla arasındaki ilişkiyi vahyin ve nassın rehberliği ile inşa eder. Bu rehberlik çerçevesinde değer–bilgi oluşumu söz konu-su olur. Kuran bize; varlık âlemi, kendimiz, hayat ve Allah’la alakalı sağlıklı temel bir ta-savvur oluşumunun kapılarını açar. Müslümanca düşünme beri taraftan vahyin sayesinde kendi düşünce sisteminin kavram-sal yapısını oluşturur. Kelimeleri kendi anla-tım yapısı içinde birbirine ular, anlam alanla-

rını belirler. Bu ilahi bir düşünce sistemidir. Tarih boyunca peygamberler eliyle insanlığa talim ettirilmiştir. Burada dilin Arapça veya başka bir dil olmasının bir özelliği yoktur. Vahiy hangi dilde nazil olmuşsa tefekkürde kullanılan kavramların anlam alanlarını ye-niden düzenler. Bu tabi ki sadece tefekkür dili değil her türlü değerin üretiminde akta-rımında anlaşılmasında ve anlatılmasında kullanılan bir araç inşa edilmiş olur.

Vahyin nazil oluşuyla vahyin nazil olduğu dili konuşan mü’minler bu kavramsal sis-temi bir gereklilik olarak süreç içinde inşa ederler. Müslümanca düşünme bir anlamda bu dil vücudu üzerinde var olur ve hayati-yetini devam ettirir. Tefekkürünü tebliğini duasını velhasıl tüm fonksiyon ve etkileşi-mini bu dil vücudu aracılığıyla yerine geti-rir. Müslümanca düşünme bir anlamda bu

ilişkisel yapıyı kurma devam ettirme ve onu fonksiyonel halde tutma sürecidir. Varlık âle-mi, kendi algımız, hayata dair tasavvur, Allah telakkisi ve bu olgularla etkileşimi oluşturup sürdüren dil vahye teslimiyetin akabinde Al-lah’ın hidayetiyle söz konusu ilişkisel yapıyı oluşturmaya başlar ve bu oluş çözülüş bir süreç olarak devam eder. İşte Müslümanca düşünme budur yani müslüman zihniyetinin oluşumu sürecidir.

Anlatmaya çalıştığımız süreç müslüman ce-maatin ortaya çıkaracağı bir hâsıladır. Tek başına kenara çekilip bireysel çabalamalarla oluşmaz. Ancak müslüman cemaat Müslü-manca düşünmeyi oluşturma etkileşimleri üretir. Cemaat halinde yaşamaktan ayrı düş-me veya kâfir memleketlerinde ikamet etme konusunda İslam hukukçuları bu hususu an-lamayanların sert bulduğu tehditler içeren kararlar vermişlerdir. Erken dönemde İslam dininin kısa bir sürede tarihte eşi görülme-miş tarzda yayılması vahyin teslim olan müslüman cemaatte algı devrimine yol açan müslüman zihniyetin yani Müslümanca dü-şünebiliyor olmanın eseri olsa gerektir.

İslam dinin tarih boyunca sosyalleşme ko-nusundaki gösterdiği çarpıcı dinamizminin kaynağı da İslam ümmetinin vahyin saye-sinde oluşturduğu müslüman zihniyetidir. Müslüman zihniyetinde varlık hiyerarşisin-de hiçbir karmaşa yoktur. Diğer cahili men-subiyetler bu konuda da zihinsel karmaşalar içindedirler.

Müslümanca düşünmenin bir özelliği de kişi-nin kendini, kendi varlığını algılama şeklidir. İslam ümmetinin oluşumunda ve dünyada oluşturduğu güçlü etkide bunun izlerini apa-çık bulmak mümkündür. Kişinin kendini al-gılaması, insanın insanla ilişkisini, insanın varlık âlemiyle ilişkisini ve tabi Allah insan ilişkisini, yeniden sahih bir şekilde idrak etmek Müslümanca düşünmenin amacıdır; aynı zamanda sonucudur. Günümüzdeki ümmetin hali pür melali Müslümanca dü-şünmenin zihninden elinden yitip gittiğinin resmidir.

HÜSEYİN PEHLİVAN

Müslümanca düşünme kişiyi varlıklar âlemi içindeki kendisiyle ilgili ve kendinin diğer varlıklarla arasındaki ilişkiyi vahyin ve nassın rehberliği ile inşa eder. Bu rehberlik çerçevesinde değer–bilgi oluşumu söz konusu olur.

Page 4: Tashih Bülteni -1. Sayı

4

Harama dayalı bir sistemin kurumsallaş-tırıldığını ve onun içerisinde yaşadığımızı çoğu zaman fark edemiyoruz. Haram üze-rine kurulmuş bir sistemde helal kazan-maya çalışıyoruz.

Nikâh devletleştirildi, aile devletleşti-rildi, çocuk devletleştirildi. Artık çocuk ailede terbiye almaktan çok kurumsal öğretmenlerin elinde terbiye öğrenecek, eğer öğrenebilirse tabii ki. Müslümanlar çocuklarını devlete teslim etmemelidir-ler. Çocuklarımızın eğitimi bize aittir. Ço-cuğun devlet elinde eğitilmesi pagan bir gelenektir.

Post modern kültür ya da siyaset olarak neoliberalizm her şeyi parçalıyor, her şeyi ayrıştırıyor, sahte bir özgürlüğün karşılı-ğında. Biz bu parçalanma karşısında nasıl direnç gösterebiliriz? Ailemizi nasıl koru-yabiliriz?

Artık 30 yaşına gelmeden kimse evlen-miyor, erkek ya da kız. Neden? Çünkü İs-lam’ın kriterleri yok hayatımızda. Diyoruz ki, “bir takım şartları hazırlayalım, ondan sonra evlenelim.” Çünkü hayatımızda te-vekkül yok artık. Ondan dolayı şikâyetçi-yiz. Şükrün olmadığı yerde şikâyet olur.

Müslümanlar bunu anlamak zorundadır: Modern bilginin eğitiminden geçiyorsak kontr-tedbirler almak zorundayız. Mo-dern bilgi insanı ahlaklı, namuslu, adaletli yapmaz. Modern bilginin öyle bir ideali yoktur. Modern bilgi ahlaktan arınarak var olmuştur. Bu yüzden ona bilimsel bil-gi deniyor. Modern bilginin amacı insanı birey yapmaktır. Oysa ki İslami bilginin amacı insanı iyi ahlaklı yapmaktır, iyi kul yapmaktır. Bir insanı birey yapmakla kul yapmak arasında dağlar kadar fark vardır. Biz Allah’a kul olma bilinci içinde düşünür ve yaşarız.

Bence şu anda Türk Devleti ray değiştiri-yor. Kemalist ideoloji terk edildi. Bunun yerine bugün imam hatip ideolojisini ika-me ediyorlar.

İslam’ın politik kültürü ailede üretilir. İs-lam’ın hayat tarzı ailede üretilir. İslam’ın ekonomi mantığı da ailede üretilir. Müs-lümanlar kapitalizme karşı direnmek istiyorlarsa evde kanaate dayalı bir eko-nomiyi ve aile hayatını inşa etmek du-rumundadırlar. Yoksa bu tüketim toplu-munun bir nesnesi olurlar. Bugün olduğu gibi…

Müslümanlar fakirlik üreten sistemi sor-gulamalıdırlar. Ama bugün Müslümanla-rın böyle bir talebi yok.

Bizim batı ile olan kavgamız İslam ile Hristiyanlık arasındaki bir kavga değildir. İslam ile modern “uygarlık” arasındaki bir kavgadır. Bu “uygarlık” ile Hristiyanlığın da Museviliğin de Taoculuğun da Şinto-izmin de Budizmin de bir kavgası var. Bu “uygarlık” insanoğlunun kadim bilgisini, tecrübesini yok etti, imha etti. Bu tarihte görülmüş bir hadise değil. Tarihte küresel bir dünya yoktu.

7-8 seneden fazladır “devlet” üzerine ça-lışıyorum. Bence İslamcılık devlet’i an-layamamıştır. Bunu suçlamak için söyle-miyorum ama modern devlet’i, modern iktidar’ı İslamcılık anlayamamıştır.

Kuşatılmışlığımıza dair notlar-Abdurrahman Arslan’ın Derince Mescidindeki sohbetinden notlar-

ÇÖZÜMLEME: MEHMET ALİ BAŞARAN

Müslümanlar bunu anlamak zorundadır: Modern bilginin eğitiminden geçiyorsak kontr-tedbirler almak zorundayız. Modern bilgi insanı ahlaklı, namuslu, adaletli yapmaz.

İnsanlık Hallerinden Bir Hal: BireycilikBAHATTİN HAMARAT

Bireycilik, ferdin kendi nefsini, egosunu kut-saması her şeyin merkezine kendini koyma-sıdır. Yeryüzündeki her şeyin insan için var olduğunu bu nedenle tüm düzenlemelerin insan tarafından ve insana göre yapılmasını öngören bir anlayıştır. Bu cahili anlayışa göre eğer “tanrı” gerekiyorsa bu insan olmalıdır. Buna göre yeryüzündeki insan sayısı kadar tanrı; bir o kadar da din ortaya çıkmalıdır. Böyle bir dünyada ortak değerlerin bulun-ması ve bu değerlerin evrenselleştirilmesi mümkün olabilir mi?. Öyleyse “insan insanın kurdudur” ve kuvvetli olan zayıf olanı yiye-cektir. Bunun sonucu olarak da yeryüzü bu insan tanrılarının çıkar savaşlarının kanlı arenası olacaktır. Böyle bir dünyada güçlü olan doğal olarak haklı olacaktır. Güçlüler kendi çıkarlarına uygun düzen koyacak, ilah-lığını hiç kimseyle bölüşmeyecektir. Bireyin haklarını, toplumun haklarından üstün gö-

ren ve her türlü değerin bireyden geldiğine inanan, hayatta bireyi her şeyden üstün tu-tan felsefi yaklaşımdır bireycilik.

Fransız ihtilalinden sonra “ne tanrı, ne efen-di” düşüncesine dayanan bireyci felsefe, tek gerçekliğin “birey” olduğunu ve buradan ha-reketle bireye ait değerleri öne çıkardı. So-fistler tarafından temelleri atılan bireycilik düşüncesi çeşitli evrelerden geçerek aydın-lanma felsefesiyle felsefi temelleri oluştu. Batı felsefesinde bireyin hakları insan hak-ları şeklinde formüle edildi ve demokrasi-nin temeline yerleştirildi. Devletin bireyin haklarını koruması idealleştirdi. Bireycilik aydınlanma felsefesin bir ürünüdür. En yük-sek değer olarak “birey”i kabul eder. Bireyin üstünde ve dışında hiçbir belirleyici otorite kabul etmez. Yani bireyin üstünde ve dışın-da ona yol gösterici hiçbir belirleyici otorite tanımamaktadır. Hiç bir değer ve bilgi kayna-ğına tahammül edemez. Buna göre bu değer-leri kendisi yaratacak, kendisi vaz edecektir.

Aydınlanma felsefesinin ürünü olan bireyci-lik Allah’a rağmen, ona karşı bir hayat felse-fesi öneriyordu. Bu anlayışa göre “insan aklı” bilgi ve değerlerin kaynağıdır. Bireyin aklının sınırlarını aşan ne doğru bir bilgi, ne de ev-rensel ahlak kuralları vardır.

Batıda Rönesans’tan sonra siyasi hayata egemen olan kilisenin toplumcu eğilimine bir tepki olarak gelişmiştir. Bireyi toplumun önüne geçiren ve yerleşik dini geleneksel de-ğer yargılarına egemen olan bir hareket ola-rak gelişti. Fransız düşünür Montaigne’inin bireyciliğin gelişimine etkileri olduğu söyle-nebilir. John Locke da bireyin her türlü oto-riteden kurtularak özgür olmasını ve kendi hayatını kendisinin kurması gerektiğini sa-vundu. Alman düşünürü Kant kendi “yasanı kendin yap” formülü ile bireyciliği geliştirip desteklerken, Nietzsche ise üstün insan an-layışı ile bireyciliğin başka bir yönünü temsil etti.

Page 5: Tashih Bülteni -1. Sayı

5

Kutsal şey yalnız insanın kendisinin kabu-lüyle vardır. Daha iyi yaşamak, daha çok tüketmek için hedeflenir anlayışındadır! Cennet bu dünyada kurulmalı, tüm zevkler burada tadılmalıdır! Bu zevklerin önüne en-gel olarak çıkan din, aile, ahlak, ulvi kurum ve duygular çağdışı olarak ilan edilir ve ter-kedilmeli düşüncesindedir. İnsanlar ancak tüketecekleri araçları elde edebilmek ve eğ-lenebilmek için menfaat birliktelikleri oluş-turmalı ve kendilerini bu süreçlerde ifade etmelidirler! Dolayısı ile insan ancak ürete-bildiği ve tüketebildiği oranda bir değer ifade eder! Sadece yenip içip eğlenilen bir hayatta insanlar güçlü ekonomik şirketlerin önünde bir sürü konumundadırlar. Günümüz dün-yasında genel manzara budur. Hümanizm adı altında kutsanan insan, önce dini bağ-larından, sonra kavmi bağlarından, sanayi devrimi ile bölgesel bağlarından en sonunda da aile bağlarından koparılarak kapitalizmin oyuncağı sermayenin tutsağı haline getiril-di. Şimdi o düşünen bir hayvan bile değildir artık. İçgüdüleriyle medyatik reklamların pe-şinde oraya buraya sürüklenen bir sonbahar yaprağı gibidir. Bu hal yalnız modern dünya için değil Müslümanlar içinde büyük ölçüde geçerlidir.

İslam’da ise kendisini Allah tan bağımsız ta-nımlayan otonom ve özerk birey değil Allah’a

sorumluluk bilinciyle bağlı mü’min vardır. Bireycilik ise ilahi kaynaklı bir bilgi kaynağı olduğunu reddeder. Ona göre insanın bilgi kaynakları duyum ve akıldır. Bunun dışında bilgi kaynağından söz edilemez demektedir.İslam, insanın sadece kendini düşündüğü bireycilik anlayışını benimsemez. Tersine bunu bir ahlaki zaaf olarak görür. Aleyhinize olsa dahi adaleti ayakta tutmayı emreder.

Bireycilik otoriteye ve birey üzerindeki dev-let tarafından uygulanan her türlü sınırlan-dırmaya karşı çıkar. Devletin iç asayiş ve savunma icra etmesini bekler. Başka alan-lara müdahale etmesini istemez. İlerlemeye inanır. İlerlemenin bir aracı olarak ta bireye farklı olma, başkalarıyla yarışma ve başka-larının önüne geçme ya da gerisinde kalma hakkını tanır. Bireyciliğin kurumsal sonuçla-rı bu ilkelere dayanır.

Bireycilik Müslümanlara da nüfuz etmiş ca-hiliyenin etkilerinin en temellerindendir ki, artık bir araya gelip bir işi başaramamak-tadırlar. Herkes kendi yapıp ettiklerini be-ğenmektedir. Cemaat neredeyse kötü kabul edilmekte, hiç kimse elinin üstünde bir elin varlığına tahammül edememektedir. Sonuç ortadadır. Bir yığın dertli insan birbirlerini sadece ağlama duvarı olarak kullanmakta iş bunun ötesine geçmemektedir. Bireycilik en

iyimser görüntüsüyle kişileri ferdi sorumlu-luklarını yerine getiren ama toplumsal so-rumluluklarından uzaklaştıran bir konuma getirmiştir.

Bu anlayışa göre insanların kendi araların-da organize olmaları bireyin özgürlüklerini kısıtlar. Kişinin kendine has kimliğini oluş-turmanın önüne dikilecek böyle bir engel dini mahiyette bile olsa kabul edilemez. Müslümanlar arasındaki en ileri seviyedeki beraberlikler fikri ekoller düzeyinde olabil-mektedir. Yakın tarihimizde sahih İslam an-layışına sahip olanlar cemaat formunda bir-liktelik oluşturamamışlardır. Dini toplumsal hayattan koparan bu gayrı İslami yaklaşım-lar, tavırlar kendisini İslam’a nispet edenleri her türlü fiili ve fikri tecavüzün tasallutunda zelil ve “sözde” farklı inancıyla yaşama sava-şı veren acizler topluluğu haline getirmiştir. Bu yanlış anlayış nedeniyle toplum dini olan İslam, cemaat ve toplumdan soyutlanarak fertlerin vicdanlarına hapsolan bir fikri eko-le dönüşmektedir. Bu bataktan çıkmanın gereklerini tespit edip her türlü çeldiricileri, beraberlik davetlerini etkisiz kılmaya sebep olan yaklaşımları elinin tersiyle itip yola de-vam etmek temel bir vecibedir.

Ey Teslimiyet! Senin Adındır İslam!

Kadere teslimiyet, kaçınılmaz olan büyük insani ızdıraba dokunaklı bir cevaptır. O, hayatı olduğu gibi idrak etmek ve herşeye sabır ve tahammül etmeye bilinçli bir şekilde karar vermek demektir. Bu noktada islam, Avrupa felsefesinin sığ iyimserliğinden ve dünyayı “mümkün olan bütün dünyaların en iyisi” olarak göstererek safdilane hikayesinden esaslı bir şekilde farklıdır. Teslimiyet kötümserliğin ötesinden gelen bir nurdur.

Güçsüzlük ve güvensizlik hislerinin neticesi olarak hasıl olan teslimiyetin kendisi, yeni bir kuvvet ve yeni bir emniyet kay-nağı olur. Allah’a ve takdirine inanç bize öyle bir emniyet hissi verir ki, başka hiçbir şey onun yerine geçemez. Emerson “bü-tün kahraman topluluklar kadere inanmışlardır” diye iddia ediyor. Zira teslimiyet birçoklarının tamamen yanlış olarak zannettiği gibi asla pasiflik demek değildir. Bizim “kadere fii-len teslim olmamız” mevzu-bahis değildir. Çünkü kaderle olan münasebetlerimizin ancak ahlaki bir manası vardır. Teslimiyet insanın bir bütün olarak dünyaya ve kendi faaliyetinin netice-lerine karşı iç tutumudur. Allah’ın iradesine teslimiyet, insan-ların iradelerine karşı bağımsızlık demektir. Allah’a itaat insa-na itaatı meneder. Bu, insan ile Allah arasında ve dolayısıyla insan ile insan arasında yeni bir münasebet teşkil etmektedir. Onun için kaderi kabul etmek kendini en büyük ölçüde hür his-

setmektir. Bu öyle bir hürriyettir ki, kaderi yerine getirmekle, onunla ahenk içinde olmakla kazanılır. Mücadelemizi insani ve makul kılan, ona sükun ve huzur damgası vuran, herşeyin akıbetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise sadece Allah’ın elindedir.

Dolayısıyla bu dünyadaki hayatımızı hakiki manada anlamak; herşeyi ihata etmek ve herşeye hakim olmak hevesine kapıl-madan çabalamak ve doğduğumuz yer ve zamanı, yani kaderi-miz ve Allah’ın iradesi olan yer ve zamanı kabul etmeye hazır olmak demektir. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve manasız-lığından insani ve vakarlı tek çıkış yoludur; isyansız, yeissiz, nihilizmsiz, intiharsız tek çare… teslimiyet hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda alelade bir insanın kendini kahra-man gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir.

İslam, kanunlarına, emir ve yasaklarına, beden ve ruhtan ta-lep ettiği gayrete göre değil; bunun hepsini kapsayan ve aşan birşeye göre , marifetin bir anına, ruhun zamanla yarışma kuv-vetine, varoluşun getirebileceği herşeye tahammül etmeye, rı-zaya, yani tek kelimeyle Allah’a teslimiyetin hakikatine göre öyle adlandırılmıştır.

ALİYA İZZETBEGOVİÇ

Page 6: Tashih Bülteni -1. Sayı

6

Muhafazakârlık: Geleneksel sosyal değer-lerin-olguların muhafaza edilmesini talep eden/hedefleyen politik-sosyal felsefe ve ha-yatı okuma biçimi olarak özetlenebilir.

Toplumsal değişimlere ve özellikle köklü/kri-tik dönüşümlere direnç gösteren ‘adeta’ fren fonksiyonu icra eden bir siyasi duruştur. Bu anlamda Muhafazakârlık, değişime duyulan bir tepkiyi ifade etmek için kullanılır.

Muhafazakârlık ile ilgili en büyük yanılgı sağ kanat-milliyetci-maneviyatcı ideolojisine/siyasetine indirgenmesidir, oysa her düşün-ce akımının içinde bulunabilir, söz konusu düşünce akımının ya da kabullerinin değiş-mesini istemeyen her kişi-grup o düşüncenin muhafazakârıdır.

Muhafazakâr bakış ürkektir, korumacıdır, tutucudur, geleneği tortularıyla birlikte ‘’sü-pürerek’’ taşıyandır, tarihi ve olguları mü-meyyiz akılla değil edilgen taklitçilikle okur, toplumsal değişimi/dönüşümü riskli görür, yerleşik olanı sorgulamaz ve yaşanıla gelene sahip çıkar. Muhafazakâr bakışa göre insan geleneğin kuşatıcılığına mahkumdur, insana tarihten, gelenekten, din’den ve ona kimli-ğini veren diğer kurumlardan bağımsız bir biçimde bütün bir dünyayı anlayabilecek ve dönüştürebilecek kurucu bir özne gözüyle bakmaz, bu kurum ve değerlerle desteklen-diği zaman güçlü olabilir. (Edmund Burke’ün, “birey değil, tür bilgedir”) derken kastettiği budur. Muhafazakâr için kurumlar öncelik-lidir/hayatidir, bu kurumların başında ise, “bireyin hafızası” ve “makarrı/kalesi” olan aile gelir. Muhafazakâra göre bireyin içine sığınacağı ve dayanak olarak gördüğü bu liman ne kadar sağlam olursa, toplum da o kadar güven içinde olacaktır. Aynı şekilde, gelenek/kültür gibi “zamanın testinden geç-miş ve kalımlılığını-işlevselliğini ispatlamış” olan diğer kurumlar da, sağlıklı bir toplumun yapı taşları anlamını taşır. Başta din ve din-sel ritüeller olmak üzere, toplumu oluşturan bireye bir aidiyet duygusu kazandıran değer ve semboller de onun için önemlidir.

Muhafazakâr zihin; siyasete sınırlı bir et-kinlik alanı olarak bakar. Ona göre siyase-tin amacı hiçbir zaman “yeni bir toplum ve sistem yaratmak” olamaz. Siyasetin işlevi, toplumun ortaklaşa yaşamdan kaynaklanan sorunlarını çözmeyi mümkün kılması bakı-mından faydalıdır; ama “ideolojik siyaset” ol-

mamak kaydıyla. Bu anlamda Muhafazakâr köklü değişimi/devrimi sevmez. Bu özellikle-riyle muhafazakârlık, günümüzde liberalizm ve sosyalizmle birlikte, özellikle Batı dünya-sına mührünü vuran üç büyük siyasi dokt-rinden biridir. Yukarıda anlatılmaya çalışılan şekliyle bu fikirleri taşıyanlar, siyasi bakım-dan kendilerini genellikle Muhafazakâr ola-rak adlandırırlar.

Bu temel yaklaşımlarıyla muhafazakârlık her ülkede farklı renkler alır. Çünkü her ülkenin/toplumun muhafazakârlarca değerli/güvenli ve korunmaya layık olan kurum ve değerleri farklıdır, yani bir zerdüşt, budist, hıristiyan, yahudi’nin süregelen kabullerine yönelik muhafazakârlığı nasıl söz konusu ise, bir aşiretin/kabilenin/kavmin töresine/adetine yönelik korumacılığı da öyledir, dahası ide-olojik yaklaşımların da muhafazakârlığı (ke-malizm-siyonizm-masonizm-milliyetcilik ve icra ettikleri ritüelleri gibi) söz konusudur. Ancak insana bakışları, değişen içerikleriyle bu ara kurumlara duydukları saygı, tedrici değişimden ve sınırlı siyasetten yana oluş-larıyla, en azından düşünce stili ve siyasi tarz açısından, dünyanın her yerindeki Mu-hafazakârlar ortak bir paydada buluşurlar. Yaşanılagelen ve ‘’sorgulanmaksızın’’ toplum tarafından kabul gören adet-töre, ahlak anla-yışı, hayatın işleyişine yönelik kanıksanmış her ne varsa muhafaza edilme refleksi bütün muhafazakârların ortak paydasıdır.

Tarihçesi: Muhafazakârlık kavramının köke-ni İngilizce’deki “Conservatism” kelimesine dayanmaktadır. Conservatism Latince “Con-servare” kelimesinden türetilmiş ve “muha-faza etmek” anlamına gelmektedir. Muha-fazakârlık, batı tarihinde “aydınlanmaya’’, onun düşünce sistemine/hayatı okuma biçi-mine ve bunun ürünü olan siyasi projelerle toplumun köklü-kritik dönüşümüne muhalif olarak ortaya çıkmıştır. “Muhafazakârlık’’ Vahyin tanımladığı Din’e/İslam’a ait bir kavram değildirMuhafazakârlık, üretilmiş kültürün-gelene-ğin malıdır, müslimlik ise değerin tanımıdır.Mü’min/müslim, değerini ilahi öğretiden alır ve değer yüklemesini ilahi olana göre yapar.Muhafazakârlık, atalar dinini/yolunu ya da ataların kabullerini sorgulamaksızın içsel-leştiren yaklaşımın adıdır.

Her bölgenin/toplumun, geleneği taklid üzre

takip ettiği ve yerleşik kabullere tahkikten yoksun hikmetsizce tutunduğu, düşünsel bir tercihten öte duygusal-şabloncu yönelişle sahiplendiği sosyal katmanı vardır. Bu bo-yutuyla muhafazakârlık, düşünsel bir tercih değil, duygusal bir bağdır/bağlılıktır.

Toplumlara gönderilmiş bütün nebilerin dil-lendirdikleri dönüştürücü/kurtarıcı mesajla-rına karşı itiraz gelmiş ve bu itirazları önce topluma vaziyet eden önde gelenler ve onları takip eden ‘’muhafazakâr’’ toplumlar sergile-mişlerdir.

“Onlara: `Allah’ın indirdiği hükümlere uyun!’ denildiğinde onlar `Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, hakikati de bu-lamamış idiyseler?” (2/170) Bu ayet özelde Mekke’nin şirk sisteminin öncüleri ve onları sürü pisikolojisiyle takip eden toplumu tas-vir ederken genelde bütün şirki sistemlerin ve onları ayakta tutan toplumların genel ka-rakteristliğini ifade etmektedir.

Firavun’un toplumuna yönelik ‘’Musa sizin dininizi değiştirmek istiyor’’ şeklindeki uya-rısı, yerleşik olanın korunmasına ve bunun da Firavuni düzenin devamına sahip çıkılma-sı kaygısından kaynaklandığı tartışmadan varestedir.

Buraya kadar tanımlanılmaya çalışılan ‘mu-hafazakârlık’; kavram olarak neyi ifade etti-ğine ve neye takabül ettiğine yönelik genel bir bakıştır. Türkiye’de ‘’muhafazakârlık’’ kime/neye tekabul etmektedir?Bu topraklarda ‘muhafazakârlık’ salt belir-li sosyal katmana indirgenemez, örneğin; asgeri-yargı bürokrasisinin egemen oldu-ğu vesayet sisteminin geriletilmesine ve kimi özgürlüklerin genişletilmesine yönelik devletin AKP eliyle renk değiştirdiği ya da varsayıldığı son yıllardaki değişime en çok direnen ulusalcı-kemalist-elitist-jakoben ce-nahın ‘muhafazakâr’ yaklaşımlar sergilediği ve kendi kutsallarına savaş açıldığı vehmiyle kemalizm ‘dinine/kutsalına’ aidiyetle can-hıraş direnç gösterdikleri ortadadır. Tabi bu cenah ‘muhafazakârlık’la anılmak istemez ve onlar sürekli ‘devrimci’dirler!!.

Yanılgı da olsa bu topraklarda muhafazakâr-lığın belleklerdeki karşılığı ‘dindar’ ya da

Günümüz Müslümanlığı Nereye Gidiyor?“Muhafazakârlık” ve Müslüman Kimliği

KEMAL SONGÜR

Page 7: Tashih Bülteni -1. Sayı

7

din’e/geleneklere saygılı kesimleri ifade et-mektedir. Biz de konuyu belleklerdeki karşı-lığı üzerine yoğunlaşarak tanımlamaya çalı-şacağız.

‘Muhafazakârlığın’ din’e/kutsal’a/geleneğe yönelik aidiyeti ya da atfı genelde bir olgu olarak toplumlar tarafından kabul edilmek-tedir. Batı’da aidiyet olarak hıristiyanlığa, başka yerlerde farklı inanışlara ve yaşadığı-mız coğrafyada da İslami motiflere gönder-me yapıldığı bir gerçekliktir. Bu topraklarda muhafazakârlığın İslami tonlar taşıdığı, an-cak bunun anadoludaki sufizmle, yerleşik gelenekçi kültürle, adet-töre ile, Osmanlıya ve daha gerisine uzanan türk milliyetciliği ile harmanlandığı ve de bütünüyle menkıbe-mi-toloji-israiliyat ile hercümerc yapıldığı gerçe-ği ortadadır.

Bu topraklarda muhafazakârlığın hayatı okuma biçimine yönelik temel yaklaşımları ve kabullerini şöyle sıralayabiliriz:

1- Bilinmeyenden korku duyarlar. Yeniliği güvenli bulmaz ve yenileceği endişesiyle üretilmiş/keşfedilmiş/test edilmiş olana sı-ğınırlar.

2- İçine doğdukları yerleşik geleneği güvenli liman olarak görürler. Kimliklerini içlerine doğdukları kültürle tanımlar, değer yükle-meleri buradan neşet eder. ‘’Milliyetci-ma-neviyatcı-muhafazakâr-gelenekci-devlet-ci-dindar/dine saygılı’’ v.s olarak kimliklerini tanımlar.

3- Var olan toplumsal düzeni ‘’en iyi/ahlaklı/adil/ideal’’ olarak görmeseler de, daha kötü-sü gelir endişesiyle ‘’ehveni şer’’ kabulüyle düzenin devamından yana siyasi duruş ser-giler.

4- Din’e dair yaklaşımı kitabi değil sözeldir, tahkike değil taklide dönüktür, aklınızı kul-lanın diyen ilahi uyarıya rağmen akıllarını kiraya vermeyi tercih ederler, sorgulamaz teslim olurlar, kıssayı değil menkıbeyi önce-ler, gerçeği hakikatte değil çoğunluğun ka-bulünde ararlar. Düşünsel çabayı donuklaş-tırma pahasına bireyi körleştiren ve taklide endeksli bir din tasavvurunu sahiplenirler.

5- Dünya mefaatine yönelik modern/yeni olan her ne varsa ‘’kitaba uyma endişesiyle değil kitabına uydurma’’ kalkış noktasından hareket ederek tevil eder ve karşılaştıkları zorlukları ‘’çağın gerekliliği’’ kılıfıyla meşru-laştırmanın yollarını arar ve çoğukez ‘’kendi-lerince/indi çıkarımlarla’’ bulurlar. Örneğin; Bayram/cuma namazlarına ve dahası günlük namazların sünnetlerine/müstehaplarına gösterdikleri ‘’titizliği’’ dinin kırmızı çizgi-lerine yönelik göstermezler, yani, faizi alıp

vermenin ‘’Allah’a ve Rasulüne savaş açmak’’ mesabesinde olduğu gerçeğini küçücük dün-ya çıkarına kurban edebilirler, Rasulün ön-celikli sünneti olan ‘’müşriklerle/zalimlerle mücadele sünnetini’’ gözardı ederek Rasu-lullah’ın iklimsel/yöresel/zamansal olarak günlük hayata dönük yapıp-ettiği ne varsa ‘’sünnet’’ yüklemesiyle Rasulü takip ettikleri zannıyla hareket ederler.

6- Din’e dair yaklaşımları; dinin ruhu/içeriği/temeli ve bütün Rasullerin gönderiliş gayesi olan, La ilahe’ye tekabul eden şirk ve ondan neşet eden bütün yönelişlerden (tağutiyet/müstekbiriyet) azadeliği öngören/emreden vasfını gözardı ederek tıpkı protestan yak-laşımında olduğu gibi dini ‘’ritüel-religion’’ tasavvuruna indirgerler. Allah tasavvurları ‘’adeta’’ şöyledir; yaratan ama hükmetme-yen, kainata nizam veren ama sosyal-siya-sal-ekonomi alanına yönelik nizamatı olma-yan, yani gökte ilah ama yerde ilah olmayan tasavvurlardır.

7- Sekülerizmin/la diniliğin belirlediği eko-nomik, sosyal, siyasal düzen ahlakı/değeri olmayan ve çıkara-hazza endeksli bir yapı-lanmadır, muhafazakâr bunu dönüştürmeyi değil ‘bir çeşni olarak’ ahlakilik katmanın derdindedir, yani yönetsel mülkü edinme değil de o mülkte kendine yer ayrılmasını hedefler,

8- Seküler temelli bütün izm’ler dini ve dine ait olan bütün değerleri reddeder, buna kar-şın muhafazakârlık dini kabul eder ve/fakat değiştirir, dönüştürür ve hayatiyetini sürdür-mek için bütün izm’lerle uzlaşmanın yolları-nı arar.

Özetle; muhafazakârlığın bu topraklardaki karşılığı ve din algısı tasavvuf, türbe, men-kıbe, hurafe, israiliyat, mitoloji ile bezeli ol-duğu gerçeğidir, milliyetci-mukaddesatcı sağ eğilimlerle harmanlanmaktadır, mezheplilik-ten çok öte mezhepci tasavvurlar hakimdir, ümmetcilikten çok öte millilik refleksi ön plandadır, tahkike değil taklide dayalı din’sel aidiyet ve geleneği sorgulamaksızın tortula-rıyla/bid’atleriyle süpürüp alan ‘’atalar dini’’ diyebileceğimiz ve de ritüellere indirgenmiş dini tasavvurlar hakimdir.

Melez bir ideoloji ve siyasi duruş olan muha-fazakârlığın AKP’nin politik kimliğine yan-sıması ve kendilerini ‘’muhafazakâr demok-rat’’ olarak resmetmeleri ve de hatırı sayılır karşılık bulmaları somut örneklik açısından önemlidir. Bu toprakların muhafazakârlı-ğı farklı tonlarda olsa da en koyu tonu dahi vahyin tanımladığı sahin din tasavvuruna hep mesafeli olmuş ve direnç göstermiştir. Bunun birçok tarihsel nedeni vardır ve en başat nedeni ise geleneği kutsayarak tortula-

rıyla birlikte sorgulamaksızın süpürüp alma-ları, tahkike ve düşünsel efora değil, taklide dayalı ve içeriği boşaltılmış/ritüeliteye in-dirgenmiş din tasavvurunu sahiplenmeleri, kaderci kabulleri, dünyevi olana gösterdik-leri zihinsel eforu uhrevi olana göstermeye yanaşmamalarıdır. Bu toplumun din’e ai-diyet gösteren kahir ekseriyetinin durumu maalesef budur. Ilımlı İslam da denilebilecek böylesi din tasavvuruna ne küresel tağuti-yet ne yerel tağutiyetler itiraz etmeyecek ve barışık-bitişik ortamları paylaşmaya devam edeceklerdir. Vahyin tanımladığı/onayladığı mü’min-müslim kimliğidir‘Muhafazakârlık’ üretilmiş kültürün-gelene-ğin malıdır, müslimlik ise değerin tanımıdır.Değerin tanımladığı müslüman kimlik muha-fazakâr değil, sahih dinin müntesibi, eskime-yen/eskitilemeyecek yeninin yani TEVHİDİN karşılığıdır.

Müslüman kimliği; zamanlarüstü ve her zamana hükmedecek değerin, hayatın her sahasını-safhasını düzenleyen, şahsiyetten aileye, toplumdan devlete bütün alanlara nizamat veren dinin/yolun temsilcisi-tesli-miyetçisidir.

Müslüman kimliği; mutlak hakikati/değeri resmeden, nebileri inşa eden, hayatın kalkış ve varış noktası olarak tevhidi vaaz eden, bütüncül bir hayat tarzının ve hayatı okuma biçiminin yegâne kılavuzu ve biricik mihenk taşı/kıstas mercii hususiyetini vahye tevdi eden kimliğin adıdır.

Müslüman kimliği; usvetun hasenetün/en-güzel örneklik olarak rasulü/rasulleri gören, bizlerden önce yaşayan müslümanların tec-rübelerinden/birikimlerinden yararlanan, geleneğin salih-sahih yaklaşımlarını sürdü-ren ve mümeyyiz akılla tortuları ayıklaya-bilen, taklidi değil tahkiki önceleyen, bütün edinimleri vahye arzeden ve oradan aldığı onayla bütün düşünsel-eylemsel yeniliklere/üretimlere açık olan, hasımlığı zalimlere hı-sımlığı müslimlere gösteren, her türlü asabi-yeyi ayaklarının altına alarak iman kardeşli-ğini her yakınlıktan öte/önce gören, dünyevi değil dünyalı olan ve bunu da ahiretin tarlası olarak görüp salih amel tohumlarıyla eken ve ahiretteki hasatını uman bir kimliğin adıdır. Sözün özü; muhafazakârlığı aşmak ve aşıl-masına katkı sunmak için vahyin tanımladığı sahih bir imanı ve salih amelleri önceleyen/örnekleyen, (2/143) ilahi uyarısını hayatın amacı olarak gören ve yaşayan/yansıtan ön-cü-vasat-dengeli-adil şahsiyetlerden oluşan elle tutulur-gözle görülür model cemaatin/ümmetin oluşması için cehd etmek hepimi-zin ibadi sorumluluğudur.

Page 8: Tashih Bülteni -1. Sayı

8

Yüce Allah’ın geçersiz, etkisiz kılmak için peygamberler ve kitaplar gönderdiği ‘Cahi-liyye’ hali, toplumda görülen bozulmanın ve sapmanın temel sebebini oluşturmaktadır.

İslami değerlere inanmayan kişi ve toplum-ların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemlerini nitelemek üzere kullanılan ‘Ca-hiliyye’ kavramı, İslam’dan önceki dönemle-re ismini vermiştir. Ancak bu niteleme, ya-şanmış bir dönemin adı olmaktan ziyade her çağda görülebilen ve kendisiyle mücadele edilmesi gereken İslam dışı inanış ve davra-nışların ortak adıdır.

Peki, nedir cehalet, cahillik ve cahiliyye? Neden insanların çoğunluğu cahiliye perde-sini yırtarak kesin bilgiyi, doğru bilinci tem-sil eden ilahi vahyin rehberliğinden yararla-namıyorlar?

‘Cahiliyye’, ‘ce-hi-le’ kökünden türemiştir. ‘Cehl’, gücendirmek, kaba davranmak, bilme-mek, tanımamak gibi anlamlara gelmektedir.

‘Cehl’, şu üç anlam sahası içerisinde değer-lendirilmektedir:

Birincisi: Nefsin bilgiden boş olmasıİkincisi: Gerçeğin dışında bir şeye inanmaÜçüncüsü: Bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapma

‘Cahiliyye’, Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine in-sanlar tarafından konulan hükümlere, dü-şüncelere ve sistemlere inanmaktır. İbadeti yalnızca Allah’a özgü kılmayan, Müslüman toplumun dışında kalan her toplum cahili toplumdur. Genellikle İslâmi değerlerin hâ-kim olmasından önceki hayatı anlatmak için bu kavram kullanılır.

Birtakım değer yargılarını, inanç esaslarını, düşünme ve davranış biçimlerini, ahlâk ku-rallarını bünyesinde toplayıp onlara yön ve-ren iki sistem vardır. Bunlardan biri Allah’ın dini İslâm, diğeri de hangi ad altında olursa olsun ‘cahiliyye’ sistemleri, ya da ‘cahiliyye’ dinleridir. Makbul bir iman için de ‘La’ di-yerek tüm cahili anlayışların reddedilmesi şarttır.

Kur’an-ı Kerim ‘cehl’ ve bundan türeyen ‘câ-hil’, ‘câhiliyye’, ‘cehâlet’, ‘cehûl’ kelimelerini

kullanmaktadır. ‘Cehûl’ çok cahil demektir.Kur’an, bu kelimeyi daha çok olayların içine nüfuz etmemek ve dolayısıyla her zaman ba-sit ve isabetsiz hükümler vermek anlamında kullanır.

Kur’an ayrıca İslam dışı toplumların ve kişi-lerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları sistemini de cahiliyye kavramı ile ifade eder.

Kur’an’da geçtiği dört ayette cahiliyye keli-mesinin; ‘zann üzere hareket etmek, körü körüne bağlılık (taassub, hamiyet), çıplaklık ve teşhircilik, İslam dışı hüküm ve yönetim anlayışı’ yönleri ön plana çıkmaktadır.

a) Zanna dayanma ve zann üzere hareket etmek:“ … Bir grup da, canları derdine düşmüştü; Allah’a karşı haksız yere cahiliye zannıyla zanlara kapılarak: “Bu işten bize ne var ki?” diyorlardı. De ki: “Şüphesiz işin tümü Al-lah’ındır.” Onlar, sana açıklamadıkları şeyi iç-lerinde gizli tutuyorlar, “Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki: “Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrile-cekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sine-lerinizdekini denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sinelerin özün-de saklı duranı bilendir.” (3/Âl-i İmrân, 154)

Câhiliyyenin inanç sistemi, vahye/ilme değil, zanna ve cehalete dayanmaktadır. Uhud’da savaşa katılanlardan canlarının derdine düşüp kendilerinden başka bir şey düşünmeyen bir grubun hayata ve ölüme dair değerlendirmelerinin sığlığı ayetlerde yerilmektedir. Câhiliyye kafasıyla sınırlı al-gılarının görebildiği kadarıyla hesap eden bu zihniyetin, yaratılış gayesi, hayat ve ölüm

gerçeği gibi konulardaki yaklaşımları zann içermektedir. Zann’da ise hakikate dair hiç-bir şey bulunmamaktadır.

b) Körü körüne bağlılık (Taassub-Hamiyyet):“Hani o inkâr edenler, kendi kalplerinde, ha-miyyeti, cahiliyenin hamiyyetini kılıp-kış-kırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü’minlerin üzerine ‘(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu’ indirdi ve on-ları “takva sözü” üzerinde ‘kararlılıkla ayak-ta tuttu.” Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (48/Fetih, 26)

Cahiliyye düşüncesi ve dünya görüşünün temsilcileri, kendi görüşlerinin yanlış oldu-ğunu bilmelerine rağmen hak ve hakikate karşı bâtılı müdafaa gayret ve taassubu içe-risinde bulunmaktadırlar.

Cahiliyet hamiyyeti denmekle kastedilen, bir kişinin sırf kendi şöhreti ve gururu uğruna veya kendi menfaati peşine düşüp bilerek, kasten uygunsuz bir işi yapmasıdır. Mekke kâfirleri, herkesin hac ve umre için Kâbe’yi ziyaret etme hakkı olduğunu bil-melerine, hiç kimsenin bu dini görevin ya-pılmasını engellemeye kalkışamayacağına inanmalarına rağmen sırf gururları uğruna Müslümanların umre yapmalarını engelle-mişlerdi. Kureyş’in liderleri Müslümanları Mekke’ye sokmamak için çırpınıyorlar, ‘Eğer Muhammed bu büyük kalabalıkla Mekke’ye girerse bütün Araplar arasında şöhretimiz sönecek, gururumuz kırılacak’ diyorlardı.

c) Teşhircilik ve çıplaklık gibi kötü bir ahlak üretmek:“(Ey peygamber hanımları!) Evlerinizde va-karla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk cahiliye (kadınları)nın süslerini açığa vur-ması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçek-ten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (33/Ahzâb, 33)

Bu ayette, çıplaklığın, teşhirciliğin cahiliyye düşüncesinin ürettiği çirkin bir ahlâk anla-yışı olduğuna işaret edilmektedir. Cahiliyye, çıkar ve menfaatlere göre değişen ölçüsüz-

Bir İfsad Projesi: “Cahiliyye”HAMZA ER

‘Cahiliyye’, Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır. İbadeti yalnızca Allah’a özgü kılmayan, Müslüman toplumun dışında kalan her toplum cahili toplumdur.

Page 9: Tashih Bülteni -1. Sayı

9

lükler olduğu için kadın erkek ilişkilerinde ve giyim tarzında da ilahi ahlak ile bağdaş-mayan bir içeriğe sahip olmaktadır. Bu da toplumları çürüten, ifsat eden sonuçlar do-ğurur. Özellikle kadın üzerinden proje üreten günümüz modern sistemleri de, hedefleri ve sebep oldukları bozulmadan ötürü günümüz cahiliyye akımının temsilcileridirler.

d) İslam dışı hüküm ve yönetim biçimi:“Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah’ın sana indir-diklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirler-se, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu fasıklardır. Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hük-mü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (5/Mâide, 50)

Cahiliyyenin anlamı bu ayette belirgin bir biçimde ortaya konmaktadır. Ayette, cahiliy-yenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışına

işaret edilmektedir. Cahiliyye, insanların in-sanlar için hüküm belirlediği, insanın insana köle kılındığı bir sistemdir. Allah’ın hükmüne dayanmayan, Allah’ın indirdiklerini referans almayan her türlü sistem birer cahiliyye sis-temidir. İnsanlar ya cahiliyye hükmüne, ya da Allah’ın hükmüne boyun eğmekle karşı karşıyadır. Allah’ın hükmünün yanında bu hükümler geçersiz ve bâtıldır.

Cahiliyyenin ana karakteri büyük bir zulüm olan şirktir. Cahiliyye döneminde yazılı ol-mayan, örf ve adetlere dayanan kanunlar ve nizamlar Allah’ın indirdiklerine değil, beşeri düşünce sistemlerine dayanmıştır.

Cahiliyyenin hayat tasavvurunda hayata müdahil bir yaratıcı yoktur. Allah’ın hüküm-lerini beğenmeyip başka adreslere gitmenin sonu cehalettir; bunu sistemleştirmek ise ca-hiliyyedir.

Günümüz cahiliyyesi yeryüzünde Allah’ın egemenliğine düşmanlık üzerine kuruludur.

Şehid Seyyid Kutub dinin doğru anlaşılması doğrultusunda “Cahiliyye” kavramına ayrı bir yer açmış, Yoldaki İşaretler kitabında gü-nümüz cahiliyyesini şu şekilde tanımlamış-tır:

“Bu cahiliyye düzeni egemenliği insana verir. Kimilerini kimilerine Râb yapar. Bunu cahi-liyyenin tanındığı ilk basit ve ilkel şekliyle yapmaz. Allah’ın izin vermediği konularda ‘düşünce, değer, yasa, kanun ve sistem’ koy-ma hak¬kının kendisine ait olduğunu düşü-nür. Bu durum, Allah’ın egemenliğine müda-hale etmektir. Allah’ın egemenliğine tecavüz etmek ise O’nun kullarına tecavüz demektir.

İslami sistemin dışındaki bütün sistem¬ler-de insanlar, herhangi bir şekilde birbirlerine iba¬det etmektedirler. Sadece İslam düze-ninde insanlar birbirlerinin kulları olmaktan kurtulup yalnızca Allah’ın kulu olurlar. O’n-dan isterler ve O’na boyun eğerler.

Bugün yeryüzünde bulunan sosyalist, ka-pitalist, komünist, demokratik, liberal ve putperest bütün toplumlar fii¬len bu ‘cahili toplum’ tanımına girmektedirler.

İslam bu toplumların taşıdığı farklı isim, eti-ket ve slogana bakmaz. O, yalnız bir tek şeye dikkat eder. O da, bu toplumlarda hayatın tek olan Allah’a ibadet temeline dayanıp dayan-madığıdır. Allah’a ibadet temeline dayanma-yan sistemler birbirlerinden farklı kulvarlar da gözükse bile aynı niteliğe sahip olmakta-dır: “cahiliyye””

Tüm bu hakikatler çerçevesinde görmekteyiz ki Cahiliyye, Allah yokmuş gibi hareket ede-rek hayatı ifsad etme projesi üretirken; İslam ise Allah’ın merkezde olduğu bir hayatı inşa projesidir.

Bugün Müslümanlar, üretilen cahili sistem-lerle bütünleşen değil ayrışan, davet eksenli, açık, net, şeffaf bir mücadele ile İslami bir toplum ve siyasi organizasyonun tesisine çalışmalıdır. Bizim yolumuzu, yordamımızı, cahili sistemlerin kendi bekaları için kurgu-ladıkları yöntemler değil, bizler için en güzel örnekliğin sahibi Hz. Peygamber’in hayatı ve mücadelesi belirlemelidir.

İslam bu toplumların taşıdığı farklı isim, etiket ve slogana bakmaz. O, yalnız bir tek şeye dikkat eder. O da, bu toplumlarda hayatın tek olan Allah’a ibadet temeline dayanıp dayanmadığıdır. Allah’a ibadet temeline dayanmayan sistemler birbirlerinden farklı kulvarlar da gözükse bile aynı niteliğe sahip olmaktadır: “cahiliyye””

“Kur’ân bize ‘Eğer Allah’tan başka ilâh-lar olsaydı, yerde ve gökte kaos olacaktı’ der. Batılı dünyanın mevcut durumunun bu temel gerçeklikten daha iyi kanıtı ve açıklaması olamaz. İster ateizm resmî olarak Doğuda ilân edilmiş olsun, ister Batılı ülkelerde sözü edilmeksizin uygulansın, evrensel olanın bütün kısmî çıkarların üzerinde önceliğe sahip oldu-ğu gerçek bir toplumun canlı ilkesi olan tek bir Allah’ın unutuluşu, vahşî hay-vanların dalaşı gibi karşı karşıya gelmiş bireylerin ve grupların güç ve büyüme isteklerinin, çıkarları ve tutkularının kargaşalı bir şekilde boşalımına ulaştı.

(Genel gidiş üzerinde etkisiz yaşayan bir Hıristiyan azınlığın iç hayatı hariç, Allah’tan yoksun dünya, yerini gerçek bir çoktanrıcılığa bıraktı. Batılı dünya-mız yalnızca ateist değildir, çoktanrıcı-dır. Her birey ve her grup parayı, gücü, tekniği, cinselliği, ulusu, ideolojiyi, büyümeyi kendi içinde bir amaç, mutlak bir değer olarak görerek kendi arzusun-dan (hevâ) bir tanrı ediniyor. Kendisine hizmet edeni bağnazlaştıran ve parça-layarak yiyen, yayılmasına karşı gelen diğer bütün değerleri ve başka tüm insanî varlıkları tepeleyen sahte, etobur bir tanrı.”

BatınınYaşadığı KrizROGER GARAUDY

Page 10: Tashih Bülteni -1. Sayı

10

Halkı Müslüman, yönetimi Laik Seküler olan ülkelerde siyasi iktidarlar tarafından Müs-lümanların güvenini kazanabilmek için us-taca kullanılan önemli bir kavram vardır. O kavram “Meşruiyettir”. Herhangi bir yaptırı-mın seküler düşünce temelli yasallık ile dini ve geleneksel mahiyeti içeren meşruiyetin farklı olduğunun bilincinde olan iktidarlar, bu inceliği ustaca kullanırlar. Yasal olmak başka bir şey, Meşruiyet kazanmak başka bir şeydir. Yasal olmak, Meşruiyet kazanmayı da beraberinde getirmez, içerdiği mana iti-barıyla da bunu sağlayamaz. Yasal, modern ideolojinin ürettiği bir kavramdır, Meşruiyet ise geleneksel manada bile olsa dinin mana-landırdığı mana ile yüklüdür, bundan dolayı geldikleri yer itibarıyla tamamen birbirinden faklı anlamlar içerirler.

Anayasa: “Bir devletin kuruluş ve işleyiş esaslarını, organlarını, bunların görev ve yetkilerini, fertlerin sahip oldukları hak ve hürriyetleri belirleyen ana kanun ve prensip-ler.”olarak tarif bulur.(D.V.İslam Ans.Anayasa mad.) Anayasaya uygunluk da yasal olarak ifade edilir.

Laik, seküler devletlerde Anayasa hazırlan-masında modern düşünceler ve akıl, seküler anlayış, referans olarak alındığından dolayı, dini ilkelerle herhangi bir bağından, atıfta bulunulmasından söz edilemez. Yani ta-mamen rasyonalist bir yaklaşımla, hayatın tamamını kuşatma iddiası güder. Meşruiye-tini aldığı referans modern devlet anlayışı doğrultusunda insan aklıdır ve hiçbir zaman asli manasına tekabül etmez. İnsan aklının yetebildiğince, hayatı, doğayı, evreni, iliş-kileri, tanımlamaları ve manaları kendince anlamlandırır, kendine hasım gördüğü kav-ramları dönüştürür, içini boşaltır, kendince manalandırır. Dönüştüremediklerini, içini dolduramadıklarını yok sayar.

Yasal çerçeve içerisinde dinin politik hayata müdahalesi yasaklanmıştır. Ezilen, horla-nan, katledilen, sömürülen, asgari ücretle yaşama mücadelesi veren yani hayatın pra-tiğinde var olan bütün aksaklıklar, dinin de-ğil mevcut siyasi oluşumun ilgi alanındadır. Din sadece laik düşüncenin oluşturduğu kurumlar aracılığıyla, devletine, hükümeti-ne, yasalara uygun davranacak ahlaklı birer

insan olmak gerektiğini vaaz etmek, insan-ların manevi ve ruhi olarak rahatlamaları-nı sağlamak, cenazelerini kaldırmalarında, oluşturdukları din adamları kadrosuyla yar-dımcı olmak için kullanılır. Modern, seküler, laik batılı toplumlar da, mevcut iktidarlar yasallık dairesinde bütün işlerini rahatça halledebilirler, kendilerini yasal oldukları hususunda savunup, tabilerini ikna ederek egemen oldukları toplumda iktidarlarını sür-dürebilirler. Onların meşruiyet gibi bir so-runları yoktur, yani halkı Müslüman olan ül-kelerdeki mananın içerdiği karşılıkta yoktur. Onların seküler anayasalarındaki maddelere ve onun ışığındaki yasalara uyumluluk kendi meşruiyetlerinin karşılığıdır.

Haz-hız, üretim-tüketim üzere yaşayan ru-hun öldüğü toplumlar da, meşruiyetin kay-nağı sosyologlar, psikologlar, rasyonalistler toplum mühendisleridir. Toplum kör, sağır, idraksiz kaldığından dolayı, canları isterse haftada bir kilise de okudukları İncil’le, gü-nahlarından arınmak için gittikleri papazla anlık huzuru yakalamaya çalışırlar. Ardın-dan kaldıkları yerden hayatları devam eder. Batının bizdeki karşılığı olarak ete kemiğe bürünmüş meşruiyet diye bir kavram bilinci yoktur.

Müslüman topluluklarda ise, meşruiyetin kaynağı her zaman geleneksel de olsa dinleri olmuş, bu konuda hassasiyet gösterilmiştir. Bu manada meşruiyetin arandığı toplum-lar, halkı Müslüman, devleti-siyasi idaresi laik seküler olan toplumlardır. Dolayısıyla idareye talip olanlar da Müslüman’dır, hem Müslüman, hem de laik olduklarını, demok-rat olduklarını söyleyenlerdir. Müslüman bir

topluluğu, gavurun diniyle yönetmeye, ida-re etmeye çalışmak, çabalamak, mücadele etmek için manası kendine münhasır olan“-Meşruiyet” onlar için en lazım olan malzeme-dir. Kalmaları veya gitmeleri, başarıları veya başarısızlıkları, becerileri-beceriksizlikleri, yanlışlarını örtmeleri, bilerek dahi yaptıkları yanlışları, doğru gibi göstermeleri, kendileri-ne desteği artırmaları, uzun yıllar iktidarda kalmaları, halkın gözünde geleneksel anla-yışta da olsa dinin manalandırdığı meşruiye-ti en azından ritüel derecesinde sağlamaları gerekir.

Geleneğin hakim olduğu, özellikle Müslü-man toplumlarda, meşruiyet ilhamını ve gü-cünü dinlerine dayanan gelenekten almakta, geleneğin verdiği enerji ile canlı olarak saha-da işlev görmektedir. Bu yüzden, Müslüman’ı gavurun diniyle yönetecek olanlar, meşruiye-te önem vermiş, sadece meclislerinde çıkar-dıkları, referanduma sundukları, böylece meşruiyet aradıkları yasaların kendilerine yeterli olmayacağını dikkate alarak, halkın anladığı manada ki meşruiyeti önemsemiş-lerdir. Gelenekten beslenen, içerisinde dini motiflerin yoğunlukta olduğu meşruiyet kavramını çok iyi değerlendirerek, üzerinde akademik çalışmalara yapıp hassaten dur-muşlardır. Bu inceliği dikkate alan-almayan politikacıların iktidar süreleri, geçmiş tarihi-mizde yaşı altmış olan herkesin malumudur.Türkiye’de, toplumu sadece seküler anayasa ve yasalarla yönetmeye kalkan siyasi yapıla-rın mezarlığı olduğunu az biraz tarih bilgisi olanlar bilirler. Meşruiyetini, seküler düşün-cenin ürettiği anayasalarla ve onun gölgesin-de çıkardıkları yasalarla arayan siyasi ikti-darların ömrü uzun olmadığı gibi, bir daha iktidar fırsatı da bulunmamışlardır. Bunun en çarpıcı ve ciddi ispatı, CHP zihninin oto-riteryen anlayışının iflas etmesi ve bir daha hiçbir dönemde hükümet olamamasıdır. Son dönem kendilerine dönük öz eleştirilerinin temelinde, geçmişte görmezden geldikleri Müslümanların anladığı manadaki meşrui-yeti anlamamaları yatmaktadır.

Yukarıda da demiştik, geleneksel toplumlar-da, meşruiyet kaynağını her ne kadar içerisi-ne birçok yozlaşma girse de bir ucu inançla-rına dayanan kadim geleneğinden almıştır, geleneksel anlayış içerisindeki potada eriyen

Siyasal İktidarlar Açısından Yasallık ve Meşruiyet

YAKUP DÖĞER

Yasal çerçeve içerisinde dinin politik hayata müdahalesi yasaklanmıştır. Ezilen, horlanan, katledilen, sömürülen, asgari ücretle yaşama mücadelesi veren yani hayatın pratiğinde var olan bütün aksaklıklar, dinin değil mevcut siyasi oluşumun ilgi alanındadır.

Page 11: Tashih Bülteni -1. Sayı

Abartı ve arzu kültürünün had safhada ol-duğu bir dünyada yaşıyoruz. Kamusal alan ve özel alanın iç içe geçtiği, mahremiyetin ortadan kalktığı bir teşhir salgını var. Bu salgının en bariz göze çarptığı alan şüphe-siz sosyal medya ortamıdır. Çeşitli sosyal medya hesaplarına bakıldığında insanların görünmek ve beğenilmek için yaşadığını söy-lemek abartı olmayacaktır. Kimliklerin ve ki-şiliklerin birbirine geçtiği, ‘mış gibi’ yaşama sanatının en meşru zemini haline geldiği bir alandan bahsediyoruz. Yaşadığımız internet çağı bilginin, görgünün ve mahremiyetin içini boşaltıyor. İhlas kül-türünden gelen Müslümanlarsa maalesef bu kaygan zeminde ayakta durmayı başaramı-yor. Bizler sahip olunan en hususi değerlerin bile metalaştırıldığı ve tüketildiği bu alanda herhangi biri gibi davranma özgürlüğüne sa-hip değiliz. Başkaları için paylaşmanın sınırı olmayabilir. Ancak Müslümanlar Facebook, Twitter, İnstagram gibi sosyal medya alanla-rında gerçek hayatta söylemeyecekleri, yapa-mayacakları şeyleri paylaşmanın cazibesine kapılamaz. Her şeyin ‘dahası’nın sergilendiği bu vitrin kültüründe, ilgi gördüğü gibi görün-me çabasına giremez. Diğer kardeşlerinin sahip olup olmadığını düşünerek, kendinde olanı teşhir edemez. Müslüman başkaları gibi aile saadetini, arkadaşlar arasındaki muhabbetini, çocuklarıyla yaşadığı özel an-ları, başka gözlerden sakınması gereken ka-rı-koca mahremiyetini sayfasında bulunan yüzlerce insana gösteremez. Bize bahşedilen güzellikleri başkaları gibi gösterdiğimiz ölçü-de değil, muhafaza ettiğimiz ölçüde huzurlu olmalıyız. Çünkü İslam gösteriş ve riya dini değildir. Kendimizde olmayanı var-mış gibi zaten gösteremeyiz. Bu kibir ve kendini pa-zarlama dünyasında egolarımızı parlatıp sosyal medya vitrinlerine koyarak inandığı-mız değerlere ters düşmemeliyiz.

Müslümanlar sosyal medya hesaplarını kullanırken teşhir ve mahremiyet sınırla-rına dikkat etmenin yanında faydasız ve boş şeylerle de oyalanmamalılar. Müminun Suresi’nin 3. Ayetinde cennete gireceklerin özellikleri anlatılırken “onlar ki faydasız iş-lerden ve boş sözlerden yüz çevirirler” bu-yurulmaktadır. O halde internet ortamında zaman geçirirken de baktıklarımızdan, pay-laştıklarımızdan, söylediklerimizden hesaba çekileceğimizi unutmamalıyız.

Müslümanın hayatında ‘kurtarılmış bölge-ler’ yoktur. Sosyal medya İslam’ın toplumsal hayat içinde bizlere biçtiği kimliklerden sıy-rılabileceğimiz bir alan sanılmamalı. İslami kimliklerimizi kapıda bırakıp içeri girdiğimiz özel alanlarımız olmadığına göre sanal olsun veya olmasın, gittiğimiz, konuştuğumuz, içinde bulunduğumuz her alan Allah’ın emir ve yasaklarının bizim için geçerli olduğu alandır.

Bu sebeple gerçek hayatta insanlarla iletişi-mimizde nasılsak buralarda da öyle özenli ve dikkatli olmalıyız. İnsanlarla, hele de Müslü-man kardeşlerimizle, sosyal medya üzerin-den yapılan tartışmaların sağlıklı olmadığını ve yüz yüze iletişimin yerini tutmayacağını hesap ederek diyalog kurmalıyız. Nefisleri-mizdeki gizli takdir ve beğeni arayışıyla yal-nızca iyi taraflarımızı göstererek Müslüman-lık iddiasında bulunamayız.

Sosyal medya elbette yalnızca ifsad edici bir etkiye sahip değil. Ancak ölçülü ve denetim-li kullanılmadığında yapıcı etkisinden daha çok yıkıcı bir etkiye sahip olduğunu söyleye-biliriz. Müslümanların araçları sorgulama-dan kamusal alana katılma çabasıyla, aynı araçları İslami bir kılıfa bürüyerek çoğalma arzusu “herkesleşmemizi” hızlandırmamalı. Hayatın her alanında olduğu gibi niyet ve he-defimizi yitirmeden, “batıla dalanlarla bir-likte batıla dalmadan” (74/45), kimliğimizden ve değerlerimizden ödün vermeden bu alanı kullanmalıyız. Aksi takdirde, bu hızlı hayatın geçici hazları uğruna neleri feda ettiğimizi fark ettiğimizde, ne yazık ki iş işten geçmiş olacak.

MüslümanlarınSosyal Medya ile İmtihanı

11

birçok kavram, asli kimliğini yitirse de, bu değerler kendi künhüne vakıf birer kavram anlamı kazanmıştır. Meşruiyette bunlar-dan biridir. Kitabi karşılığıyla nizami ola-rak örtüşmese de, genel olarak kapsadığı manasının içerisinde kitabi değerlerde mevcuttur, kitabi değerlerden de referans almıştır. Geleneksel bile olsa, içerisinde sadece dinden değerler barındırdığı için toplumun değerlerini görmezden gelmek, meşruiyetin sağlanmasını engelleyen bir anlayıştır.

Bu gün Türkiye’de AKP’nin nasıl olup da bu kadar uzun süre iktidarda kaldığının nedenlerini uzunca araştırmaya gerek yok-tur diye düşünüyorum. Seküler anlayışın manalandırdığı yasallığı sağlamakla bir-likte, Müslüman halkın zihninde şekillen-miş meşruiyeti de sağlamayı başarmıştır. Bu nasıl olmuştur dersek, Müslüman’ım diyen halkın, kitabi bilinçten yoksun ol-ması, geleneklerini din olarak algılaması, adetlerin ibadet, ibadetlerin adet gibi ol-ması, dinin aslına dair bilgilerinin olma-ması, seksen yıldır halkın cahilleştirilme politikalarından yararlanmaları, bunun üstüne Müslümanların gün geçtikçe dün-yevileşmeleri, siyasi iktidarın kendilerine ekonomik çıkarlar sağlamaları gibi sebep-ler söyleyebiliriz.

Fiziksel var oluşunu seküler anlayışın tanımladığı yasala değil de, dinin mana-landırdığı meşruiyete dayandıranlar, ikna ettikleri toplumda derinlemesine kabul görürler. Hayata müdahaleleri de, fiziksel olarak var olmalarına vesile olan anlayışın tam tersi olarak gerçekleşir. Derinleme-sine ilgi gördükleri toplumda, yüzeysel tepki görürler. Diyanetin hazırladığı İslam Ansiklopedisinde bir paragraf bu önemli bir hususu izah eder niteliktedir.

“Kamu vicdanını rahatsız edecek bir karar kanunî de olsa meşrû sayılmaz. Toplumun adalet anlayışının aynası olan mâşerî vic-dan bir anlamda meşruiyeti belirleyen en önemli unsurdur. Dolayısıyla bir kanun mâşerî vicdanın sesini temsil ederse meş-ruiyet temeli kazanır.”(TDVİA cilt: 29; say-fa: 379)

Sanırım birçok kavramımızın asli hüvi-yetinden sıyrılıp seküler olarak mana-landırıldığı bir dönemde yeniden gözden geçirilmesi ve değerlendirilmesi zaruret arz eden önemli kavramlarımızdan biri de meşruiyettir. Seküler anlayışla manalan-dırılmasına karşılık, ilkesel olarak tekrar tanımlanması gerekmektedir.

SEMA ERDOĞAN BAŞARAN

Page 12: Tashih Bülteni -1. Sayı

12

Cemaat; cem olmak, bir araya gelmek, be-raber olmak, toplanmak, birbirine ihtiyaçlı olmak anlamlarına gelmektedir kısacası ce-maate belli bir amaç ve hedef doğrultusun-da bir araya gelmiş topluluk diyebiliriz. Ya-ratılmış tüm varlıkların yaşam formlarına baktığımızda topluluk halinde bir hayat sür-dürüldüğünü ve birlikte yaşama güdüsünün insana has bir durum olmadığı görülecektir. Aslına bakacak olursak topluluk halinde yaşama fıtri bir davranış biçimidir ve tüm canlılar kendilerini bu şekilde güvende, dış saldırılara karşı emin hissederler. İnsanoğ-lu da fıtri olarak sosyal bir çevrede yaşama zorunluluğu ile doğar ve bu şekilde hayatını sürdürür. İnsan dışında ki diğer varlıklar da içgüdüsel olarak hareket ederek kendilerini her türlü tehlikeden korumak için sürüler ha-linde yaşıyorlar. Fakat onları da bazen” sürü-den ayrılanı kurt kapar” atasözü gerçeğinde olduğu gibi kurt kapabiliyor. İnsan tamamen soyutlanmış, hiçbir insani bağ kurmadan ya-şabilme ihtimali olmamasına rağmen neden kurtlar tarafından kandırılan, kapılan bir fi-güre dönüşüyor. Oysaki insana verilen akıl gibi bir nimet diğer hiçbir yaratılmışa veril-memişti. Rabbimiz Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde siz hiç akletmez misiniz? Düşün-mez misiniz? Aklınızı kullanmaz mısınız? diye sormasına karşın içinde yaşadığımız modern çağın insanının aklını pek te kullan-dığını söyleyemeyiz. Çünkü modern çağ, ”ak-lımı başımdan aldı” ifadesindeki şaşkınlığı, gösterişli ambalajlarla sunduğu ürünleriyle gerçekten insanın aklını başından alarak ya-şatıyor. İnsana sunduğu tamamıyla dünyevi olan bu şeyleri haz ve hız kelimelerinde özet-leyebiliriz. Helal-haram ayrımı yapmadan yaşadıklarından haz alacaksın ve hızlı yaşa-yacaksın. Böyle bir düşünceyi hayata taşı-mak ise ancak insanı bireyselleştirerek olabi-lirdi. Bireye kendi yaşam alanlarında verilen sonsuz özgürlük, tüm değer yargılarını kendi aklı ile belirleyen bireyler doğurdu. Ve aslın-da modern paradigma insanı bireyselleşti-rerek onu özgürleştirmedi bireyi önce kendi nefsine ve tutkularına kul ve köle yaptı. Son-rada küresel emperyalist düşüncenin pratik hayatta ki karşılığı olan kapitalist tüketim kültürünün kulu ve kölesi yaparak neredey-se tüm insanları zorlanmadan sömürmeye ve yönetmeye devam ediyor. Bugün yaşadığı-mız dünyada Rabbimizin ilahlığına, öğretile-rine karşılık insanları sapkınlığa sürükleyen yöneticiler, hâkimiyeti ellerinde tutuyorlar. Müslümanlar rüzgârı tersine estirecek, suyu ters yöne akıtacak yegâne güçtür fakat nasıl

ve hangi yöntemle bu durumdan kurtulabili-riz. Öncelikle fıtrata rücu ederek ve aklımızı kullanarak özümüze dönmek zorundayız. Ve şu da bir gerçektir ki bu küresel kuşatmaya, modern dayatmaya karşı çıkacak Müslüman-lardan başka kimse de olmayacaktır. Çünkü Müslümanların sahip oldukları düşünce, inanç, anlayış kendi içinde böyle bir potansi-yeli barındırıyor. Bunun farkında ve bilincin-de olan İslam düşmanı emperyalist güçler, bütün çabalarını ve güçlerini bu potansiyelin ortaya çıkmaması için harcıyorlar. Ne yazık ki Müslümanlar bu güçlerinin farkında de-ğiller. İslam düşmanları da bunu biliyor fa-kat Müslümanlar bir gün inandıkları kitabın içeriğini özümserlerse ve o bilinci kuşanarak “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp da-ğılmayın” ayeti doğrultusunda tekrar ayağa kalkarlarsa karşılarında hiçbir gücün dura-mayacağını çok iyi biliyorlar. Ve bunun için-dir ki tüm güçlerini ırkçılığın, mezhepçiliğin, grupçuluğun daha uzun seneler yaşayabil-mesi için durmadan fitne ateşini tutuşturup duruyorlar. Buradan çıkışın ve İslam düş-manlarını da korkulu rüyası olan Allah’ın ki-tabının içinde barındırdığı cemaat bilincinin yeniden inşa edilmesi ve bu potansiyelin or-taya çıkması için her Müslümanın gücü ora-nında üzerine düşeni eksiksiz yerine getir-mesiyle mümkündür. Hepimizin bildiği gibi bu din toplumsal bir dindir. Ancak cemaat formatında yaşandığı zaman karşılık bulur. Hele günümüz modern dünyasında bireysel olarak yapacağınız çağrılar, tebliğler toplum tarafından soyut, bireysel çağrılar olarak al-gılanıp çok fazla karşılık bulmayacaktır. Ama bir grup, topluluk ya da cemaat olarak ortaya koyacağımız çağrılar ya da tepkiler insanlar nezdinde daha fazla karşılık bulup daha faz-la etki ya da tepki toplayacaktır. Rabbimizin kitabına bakacak olursak bize devamlı ola-rak birlikteliği, kardeşliği, beraber hareket etmeyi emreder.

Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun.(Tevbe 119)

Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğ-ru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdikle-rimizden infak edenler ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır.(Şura 38-39)

Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta (vasat) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde şahid olsun. Senin

üzerinde bulunduğun (yönü, Kabe’yi) kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerin-de gerisin geri dönenlerden ayır etmek için-dir. Doğrusu (bu,) Allah’ın hidayete ilettik-lerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.(Bakara 143)

Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emre-den ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.(Ali İmran 104)İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.(Enfal 73)

Yukarıda ki ayetlerden de anlaşılacağı gibi hangi dönem ve çağda olursak olalım cemaat olmak Müslümanlar için olmazsa olmazdır. Yani zulme, tuğyana, istikbara karşı koymak ancak cemaat ve ümmet bilinciyle olur. Ce-maat bir vucubiyet, cemaatsizlik bir vebal-dir. Bu işin keyfiyeti kişinin kendi isteğine bırakılmamış, olmazsa da olur değil aksine olmazsa olmazımızdır. Cemaat her tür bere-ketin adıdır. Velayetin, vahdetin, uhuvvetin, rahmetin taşıyıcısıdır. İslam’ı pratize etme-nin zeminidir. Müminleri bir arada tutan bir tutkal ve duvar misali kaynaştıran harçtır. Modern dönemlerde İslami misyon ve me-sajı sürdürebilme imkanı cemaat formunda kendini gösterir. Cemaat tüm zamanların bir zaruretidir. İslami cemaat Kuran anlayışı ve peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı, yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık ve saygı vardır. Onla-rın arasında soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler yoktur.

Mümin olmanın temel gereği birlikte olmak, Allah’ın ipine topluca sarılmak, yardımlaş-mak ve dayanışmak sonuçta tevhidi iman ortak paydasında vahdeti gerçekleştirmek-tir. Yani diğer müminlerle birlikte İslam kar-deşlik hukuku içinde bütünleşip güç birliği yapmak insanlara emri-bil maruf ve hakkın şahitliğini yapacak vasat ümmeti oluştur-mak imani sorumluluğumuzdur. Bunu ger-çekleştiremezsek bile ancak bu hali özlemek, istemek ve gerçekleşmesi için iradelerimizi seferber etmek ve bu hal üzere ölmek halinde mazur sayılabilir ve hiç değilse Rabbimize bu özlem ve çabamızı bir mazeret olarak sunma imkanına kavuşabiliriz.

Modern Çağda Cemaat OlmakHAMZA AKDENİZ

Page 13: Tashih Bülteni -1. Sayı

13

İnançlar çoğu zaman onu taşıyan inananların pratikleriyle değerlendirilir. Kaynağı vahiy olmayan, Allah’ın ayetlerine yaslanmayan beşeri ideolojiler için bu durum sanıldığı ka-dar belirleyici olmayabilir. Çünkü ideolojiler -insani bir zaaf olarak- zamanın ruhuna göre değişim geçirme veya yenilenme eğiliminde-dirler. Ayrışmalar, parçalanmalar ve temel dinamiklerden ilkesel kopuşlar vahye dayan-mayan her ideolojinin / inancın ortak kaderi-dir. Bu nedenle pratikteki değişimler beşeri ideolojilerin paradigmasına, ilkelerine yada doktrinlerine çok fazla zarar vermeyecek ve imajını çok fazla etkileyemeyecektir. O ideo-lojinin dışarıdan fotoğraflanması bireylerin hayat tarzlarıyla değil, o ideolojinin felsefi ya da sosyolojik kaynaklarıyla değerlendiri-lerek bir imaj elde edilmesini sağlayacaktır.

Fakat söz konusu Allah’ın sözlerine yasla-nan bir inanç / dinse, durum tam tersi bir değişkenlik gösterir. O din, ancak mensubu olanların inanışlarını hayat tarzı yapmaları, söylemlerini ve eylemlerini yalnızca o dinin esaslarını referans alarak gerçekleştirmeleri durumunda doğru bir imajla tanınmaktadır. Çünkü dışarıdan fotoğraflama ya da tanıma öncelikle mensupları gözleyerek yapılabil-mektedir… Bu durum dinin beşeri bir ak-lın ürettiği basit ve arızalarla dolu, pratiği hayatın olağan akışına uygun olmayan bir kuramdan ibaret olmamasından kaynaklan-maktadır.

Hayatın her yerine, her anına müdahale eden ve tam bir teslimiyet şartı gerektiren; ceza ile uyaran, mükâfatla müjdeleyen böylece sonsuz bir hayatı vaat eden bir dinden bah-sediyorsak; o halde bu dinin pratiği de o ka-dar ciddidir ve üzerinde tefekkür gerektiren ciddi bir fıkha gebedir… İstişare zemininde yapılan içtihadlar, ilkesel dayanaklar, siret ve sibak bakımından araştırmalar ve o dini ilk pratize edenlerin neyi nasıl uyguladıkları, sonrasında nasıl aktarıldıkları da bu nedenle önem kazanmaktadır. Dolayısıyla dışarıdan bakanlar kaynaklarla değil, o dinin münte-sipleriyle gözlem yapma pozisyonu almak durumda kalacaklardır.

Durum böyleyken; İslam dinine mensup olanlar bireysel ve toplumsal duruşlarını ciddiyetle gözden geçirmeli ve İslam dinini mensuplarının örneklikleri üzerinden sü-rekli izleyen çevreye karşı doğru bir görüntü vermelidirler. Ne yazıkki konunun önemine

rağmen İslam dünyası böylesi bir kararlılığı sergileyememektedir. Fırka fırka ayrılmış, birbirinden bağımsız çarpık yapılar, ilkesel birliğin çoğu zaman sağlanmadığı cemaatleş-meler ve mezhebi farklılıkların oluşturduğu içtihadi ayrışmalar İslam dünyasının bütün-lüğünü ve ümmet görüntüsünü zedelemekte-dir. Peygamberle bağları kopartılmış Kur’an-la/ana kaynakla irtibatı zayıflamış, yalnızca rivayet kültürünü düstur edinmiş grupların varlığı ise ayrışmanın sadece cemaatlerden kaynaklanmadığını; müslüman bireyin inanç dünyasının da sorunlu olduğunu bize göster-mektedir. Öte yandan tekfircilik hastalığına yakalanmış önüne geleni kırıp geçiren kişi-ler ve islami terimlerin yanlış kullanımıyla uyuşturulmaya çalışılmış hatta devrişirilmiş kitlelerin varlığı ise müslüman imajına daha büyük açmazlara sürüklemektedir.

Dolayısıyla görülebiliyor ki, ya dış etkilerin müslümanlar üzerinde kendi menfaat ve ikti-darlarını korumak üzere uyguladıkları dinin esaslarından koparma planları tutmuş ve savrulmalar gerçekleşmiş ya da insanların kendi iman-i zaafları savrulmalarına sebep olmuştur. Bu savrulmalar yalnızca avam tabakayla da kalmamış, hatırı sayılır kana-at önderlerinin de kimi zaman popülarite hastalıklarından, kimi zaman kibirlerinden, kimi zaman konforlarını kaybetme korkula-rından onlara da sirayet etmiştir. Dolayısıyla da İslam imajı yeteri kadar korunamamış ve İslamafobi gibi saplantılı algıların yaygınlaş-masına neden olunmuştur.

Ancak tıpkı Resulullah’tan sonra bile yaşa-mını İslam yoluna vakfeden sahabeler gibi bugünde bu dava uğrunda mallarını, canla-rını, ailelerini, hayatın sunduğu birçok süslü ve gösterişli emtialarını bir kenara itmiş ve davalarına sımsıkı sarılarak sözlerini yerine getirmiş örnekliklerin de olduğunu biliyoruz. Üstelik sadece müslüman kitle arasında de-ğil onlar arasında öncülük görevini üstlene-rek liderlik yapan nice temiz örneklerin de var olduğu biliniyor.

İşte bütün mesele de bu kişilerin, İslam top-lumlarının savrulmalar, devşirilmeler, kan-dırılmalar karşısında kendi özlerini, itikat-larını ve ilkelerini kaybetmemeleri üzerine direnç gösterebilmeleridir ki, bu çabanın getirisi aynı zamanda İslam imajını da koru-mak demek olacaktır. Özellikle müslümanlar arasında kanaat önderleri çok yorulacak, çok

çalışacak ve hayatlarının geri kalanını her dakikasına kadar bu uğurda feda edecek mo-tivasyonda olmaları gerektiği unutulmamalı-dır. Müslüman toplumun öncüleri / örnekleri kullandıkları dile, konuştukları söze, yaşa-dıkları hayata olması gereken tüm hassasi-yetle dikkat edecekler. Toplumun her yerinde olunmalı, ulaşılabilen her bireye el uzatılma-lı ve asla bıkkınlık gösterilmemelidir. Öncü-ler, tağuti yapıların hücum ve saldırılarını şimdiden göze alacak ve cesaretle tüm bas-kılara karşı dimdik durmayı kendilerine şiar edinmelidirler. Zenginlik, konfor veya dün-ya menfaatlerine tamah etmemeli, kazancı ve kârı yalnızca ahirette umut etmelidirler. Öncelikle insan olma hasebiyle hiç kimseye karşı ötekileştirme dilini kullanmadan, dış-lamadan ve düşman ilan etmeden, davetçi ve hakkın askeri olarak hakka çağırmakta kapı aşındırmaktan vazgeçilmemelidir. Her insan bu gün olmasa da, bir gün Müslüman olabilecek bir potansiyel taşıdığı, hidayetin Rabbimizin takdiri olduğu unutulmamalıdır. Üstelik bu davet çabasında da günümüz tek-nolojisinin sunduğu olanakları olabildiğince kullanmaktan geri durulmamalı; ulaşabildik-leri her alan ve zeminde bu dinin temel dina-mikleri anlatılmalı ve pratize edilmelidir..

Bizler dinimizin ne terör gibi baş belası kavramlarla anılmasına, ne de modern kav-ramlarla sentezlenmesine rıza göstereme-yeceğimiz gibi böylesi bir sürece sessiz de kalamayız. Bizler, ne Müslüman kardeşleri-mizin imanlarının tuğyana uğramasına, ne de Müslüman olmaya namzet insanlarla bu-luşmamızın önündeki engellerin güçlenerek çoğalmalarına rıza gösteremeyiz.

Bizler, hakkı ve adaleti bayraklaştıran, kötü-yü iyiye, pisliği temize, yanlışı doğruya, düş-manlığı kardeşliğe, zulmü merhamete ter-cih etmemizi emreden bir dinin mensupları olarak, dinimizin çirkin ve bizden olmayan biçimde tanınmasına rıza gösteremeyiz. Bu nedenle gerek kendi halkalarımızda gerekse büyük ümmet ailesinin içinde Müslümanca yaşamaya çalışan, mü’min kimliğini kuşa-nan her Müslümanın öncü olma bilinciyle hareket etmesi gerektiğini unutmamalıyız. Bilmeliyiz ki, birbirini uyaran, hakkı yayma-yı ve onun şahitliğini yapmayı ilke edinen, tağuti düzen ve onun işbirlikçi unsurlarıyla uzlaşıyı açıkça reddederek kendi kimliğini koruyan Müslümanlar olmak hepimizin asli ve ertelenemez görevleridir

Müslümanın Şahsiyetli Duruş İmtihanıBEKİR ALPARS

Page 14: Tashih Bülteni -1. Sayı

14

Anarşist düşünür Max Stirner özgürlük va-deden modern demokratik sistemlerin as-lında sadece cellat seçme hakkını topluma sunduğundan söz eder ve ekler: “iktidarı devretmek, onu kaybetmektir!” Gerçekte iktidar kavramının bu yüzyıldaki değişimi; gücü paylaşan ve onu kullanan kurumsal ya-pıların durumu bir süredir daha yüksek sesle tartışılıyor. Üstelik bu tartışmalar demokrasi vaadiyle sömürülen coğrafyalardan önce sö-mürücü batıda daha yoğun yapılıyor. Daha geniş çerçevede bu tartışma, demokrasinin bireyin haklarını korumak yerine şekillendi-rerek bir bakıma egemenlere karşı “uyumlu vatandaşlara” dönüştürdüğü gerçeğini gi-derek daha görünür hale getiriyor. Aslında bu konuyu sadece demokrasinin meşruiyeti meselesine de indirgememek gerek. Bir bü-tün olarak bu yüzyılın iktidar düzeneğinin kendine ait “biçimlendirici” araçlar ikame et-tiğini düşünürsek tartıştığımız şeyin aslında günümüzün medeniyet tasavvuru olduğunu görebiliriz. Bu tasavvur sadece yönetim araç-larımızı yeniden kurgulamıyor; edebiyattan sanata dek her alanda kendi meşruiyet sınır-larını çizerek varlık alanımızı yakalamaya ve yönlendirmeye kalkışıyor.

Modernitenin daha doğru bir ifade ile ‘bu-günün cahiliyesinin’ biçimlendirici etkisi-nin eğitimden sanata dek çok boyutlu yapısı üzerine derinlemesine tartışılabilir. Ancak özellikle Türkiye’de Müslümanları “devşir-me” niyetini artık açıkça ortaya koyan cahili düzenin “sistem ve siyaset dili”ndeki gözle görülür değişimden dolayı konuyu demok-rasi ve iktidar ilişkileri üzerinden değerlen-dirmeye başlamak daha faydalı olacaktır. Niteliği ve derinliği tartışmalı olsa da düne kadar sistemle uzlaşmayı ya da onun meş-ruiyetine katkı sağlayacak yakınlaşmaları net biçimde reddeden müslümanların bugün yaşadıkları değişim, süreci anlama noktasın-da çok önemli. Müslümanlar bugün meşru siyaset alanı içinde söz söylemenin, “temsili demokrasi”nin imkan ve araçlarını kullan-manın kendilerine alan açacağına ve siste-min baskı düzeneklerini boşa çıkaracağına ikna edilmiş durumdalar. Sistemin başından beri kendi meşruiyetini toplum nezdinde korumak maksadıyla kullandığı “demokrasi ve demokratik araçlar fark yaratır / değiş-tirir” tezi bugün Müslümanları da etkiliyor. Mücadele dilini yenileyemiyor oluşumuz, bugünün ortalama insanının algı dünyasının kodlarını anlamadan giriştiğimiz davet ça-basının büyük ölçüde sonuçsuz kalması bu kırılmanın duygusal arkaplanı olarak görüle-bilir. Sisteme dair eleştirilerimizin yeterli de-rinlikte olmaması ve kendi modelimizi inşa edemememiz de yine kırılmanın bir başka hazırlayıcı etkeni olarak değerlendirilebilir. Ancak meselenin bir başka önemli boyutu

ise bu ülkenin siyaset ve iktidar felsefesinin görünür yüzü olan demokrasiye dair eleştiri-lerimizin niteliksiz ve ikna edicilikten uzak olması olarak okunmalıdır. Toplumu ikna edemediğimiz, daha doğrusu mevcut yöne-tim mekanizmasının “aldatıcı” unsurlarını açıkça ortaya koyamadığımız için ne yazık ki “şahit”ler olmak yerine “medet uman” bir pozisyona doğru sürüklendiğimizi kabul et-meliyiz. Demokrasi ve iktidar üzerine tanım-lamalarımız bulanıklaştıkça, her seçim döne-minde demokratik aygıtları aklayacak yeni argümanlar aradıkça ve kendi siyaset dilimi-zi üretmekten geri durdukça bu sürüklenişin devam edeceği de bir başka gerçek.

Oysa bugün müslümanların adeta medet um-dukları demokrasinin “aldatıcı etkisi” uzun bir süredir görülen ve tartışılan bir gerçek. Modern temsili demokrasilerin ilgisiz / bilgi-siz seçmenlerin tercihlerini yansıttığı, seçil-mişlerin temsil ettiği “milli irade”nin kendile-rini var kılan grupların hakimiyetine hizmet ettikleri biliniyor. Bu durum, “insan hatasın-dan dolayı” veya “demokrasi kültürü”nün yeterince içselleştirilememesiyle ilgili lokal bir “arıza” değil. Bilakis demokrasinin üret-tiği siyaset dili bunu gerekli kılıyor. Çünkü demokrasiler “iktidarı paylaşma” iddiası bir yana “eksik enformasyon”dan beslenir. Yaşa-dığımız çağda tüm demokrasilerde seçmen-ler adaylar, partiler ve politikalar konusunda tam ve doğru bir bilgilendirmeye sahip ola-mazlar. Büyük propaganda aygıtlarının arka-sında söylenenlerin ya da vaatlerin ne kadar gerçek içerdiğini toplumun geneli bilemez. Eksik enformasyon, en primitif örneklerden en ileri örneklere dek demokrasinin sihirli atmosferini oluşturur. Bu aynı zamanda de-mokrasinin “seçkinci karakterini” de kamuf-le eder. Oy vermek, partiler kurmak yani de-mokratik aygıtları yönetim sürecine katılım için kullanmak aslında doğrudan yönetimin ortağı olmak değil seçkinci sınıflar arasından birine yakınlaşmak demektir. Demokrasinin plütokratik karakteri olarak tanımlanan bu durum gerçek anlamda sermayenin iktidar olmasına karşılık geliyor. Sermayenin rengi değişebilir, kimi zaman kızıl, kimi zaman is-lam kokulu yeşil motiflerle süslenebilir. An-cak gerçekte demokrasi kendi elit azınlığını her zaman üretmiştir.

Demokrasinin başarısızlığı aslında propa-ganda ettiği vaatlerin imkansızlığından ge-liyor. Topluma sınırsız güç ve gerçek iktidar vaadinde bulunsa da demokrasi, siyasal anlamda her türlü “kökten değişim talebi-ni” illegal/yasadışı olarak tanımlar. Modern bireyi inşa eden kurumlarda, toplum üze-rinde denetim sağlayan dispozitif aygıtların hiçbiri demokrasi için “tartışılabilir” olamaz. Ancak daha kuşatıcı bir araç inşa edilirse di-ğeri “değişim propagandası” ile tasfiye edilir. Demokrasi “hür olma” hissini modern bireye yaşatır. Bu sanal özgürlük, aslında moderni-

tenin birey tanımına uyan “kontrollü” bir du-rumdur. Demokrasi, başörtüsü yasağını tar-tışmanıza izin verir ancak topyekün eğitim sistemini tartışan ve reddedenleri hukuksuz-lukla suçlayabilir. Demokratik düzen, size daha iyi bir sağlık hizmeti için gereken orta-mı sunabilir ancak “modern tıp tiranlığına / ilaç emperyalizmine” ve “aşı dayatmasına” karşı geldiğinizde her türlü yaptırımı uygu-lamaktan çekinmez. Demokrasi orduda din hizmetini konuşmanıza ve bu konuda “hak aramanıza” engel olmaz ama konu zorunlu askerlik veya ordunun meşruiyeti olduğunda sizi terörizm ile suçlayabilir. Demokrasi işçi haklarını tartışmanızı teşvik edebilir ancak aynı demokratik kültür ekonomik düzenin temel aygıtlarına dair kökten itirazlara izin vermez, kendi alternatiflerinizi üretmenizi açıkça engeller. Demokrasi bireyin özgürlük alanını genişletir gibi görünür ancak dinle-me-izleme araçlarıyla sokağa, telefona, in-ternete sızarak hepimizi yoğun bir “güvenlik çemberi”ne almaktan asla kaçınmaz. Bireyin özgürlüğünü kutsal sayan demokratik kül-tür, onu korumak için yetkileri belirsiz, etki alanı sınırsız güvenlik araçlarını inşa eder böylece “gizli disiplin toplumları” oluşturur. Çoğaltabileceğimiz bu ve benzeri örneklerde aslında demokrasinin “çoğulcu” karakterinin denetleyici bir mekanizma ürettiğini, bu me-kanizmanın da küresel cahili sistemin ahlak algısından beslendiği görülebilir. Üstelik bu ve benzeri aygıtların etki alanından kurtul-mak yada tasfiye etmek için “çoğunluk”ta bir işe yaramaz.

Bugün demokrasiye biçim veren batı bile aslında bu kavramın gerçekte nasıl bir illüz-yon olduğunu tartışıyor. Von Hayek batının ürettiği demokrasinin aslında iç tutarlılığını da –zorunlu- olarak yitirdiğini ve toplumun etkisini sınırlandırmış ancak neredeyse sı-nırsız güce sahip hükümetler üreten “demok-ratik monarşi”ye dönüştüğünden söz eder. Gerçekten de demokrasi modern dönemin toplum algısını “vatandaşlık” tanımından başlayarak her boyutuyla başka bir ahlak ve sömürü düzlemine çeker.

Demokratik monarşi, bugün bizim de imti-hanımıza dönüşmüş durumda. Düne kadar kendi siyasi modelini üretmeye, yaşadığı toplumla ilgili değerlendirmelerini duble yol-lar, ekonomik göstergeler, dış politika angaj-manları üzerinden değil de kardeşlik, ahiret bilinci ve vahyi merkeze alan muhalefetler üretme üzerinden yapanların bugün artık “iktidarın diliyle” konuşuyor olmaları duru-mun ciddiyetini ortaya koyuyor. Demokrasi-yi bu ülkede müslümanlar için “kabul edilebi-lir” bir araç olarak düşünmek, demokrasinin yönetim aygıtlarından ve siyasi mekanizma-sından islami mücadele için alan devşirilebi-leceğine inanmak basitçe demokrasinin neye takabül ettiğini ve nasıl kurgulandığını anla-mamak demektir.

Demarşi: Demokratik Diktatörlük ve BizMURAT KURTULDU

Page 15: Tashih Bülteni -1. Sayı

15

İzmir Özgün-Der Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş’ı misafir ettiİzmir’de faaliyet gösteren Özgün-Der’in Cumartesi Seminerleri büyük bir ilgiyle devam ediyor. “Yol Ayrımında ki İnsan” başlığıyla, Prof.Dr. Celaleddin Vatandaş’ı ağırlayan Özgün-Der, programı yoğun katılım sebebiyle Ka-rabağlar Konferans Salonunda gerçekleştirdi. Vatandaş; “Yol, gidişatın tanımıdır. İnsanlar ya Allah’ın tayin ettiği yolda olabilmeli, ya da diğerleri olarak görülen cahiliye yolunda… İnsanlar yol ayrımlarında küçük küçük sapmalar yapsalar dahi geri dönüp bunun değerlendirmesini yapabilmelidirler. İşte bunu gerçekleştirenler müminlerdir. Bu yüzden müminler sürekli teyakkuz halinde olmalıdırlar.” dedi. İrtibat: www.facebook.com/ozgunder

Giresun Eynesil Furkan-Der’de “Davet Sorumluluğumuz” konuşulduGiresun Eynesil’de faaliyet gösteren Eynesil Furkan-Der’in “Aile Bilinci Seminerleri” üst bağlığıyla ilan ettiği eği-tim seminerleri devam ediyor. Furkan-Der, Aralık ayında, “Örnek Bir Nesil İçin Davet Sorumluluğumuz” konulu seminer için Edremit Kardeşlereli Derneğinden Yakup Döğer’i ağırladı. Döğer; “Müslümanların bilgi birikimine bakıldığında, olağanüstü bir yapıya sahip oldukları, dinleri hususunda gerekli olan her konuyu bildikleri, her Müs-lüman’ın adeta ayaklı birer kütüphane gibi dolaştığı, davet konusunda her türlü donanıma sahip olduğu net olarak görülmektedir. Ama buna rağmen vurdumduymazlık denebilecek derecede İslami Davetin gereği gibi yerine geti-rilememesinin sorgulanması gereken bir yanı olmalıdır.” dedi. İrtibat: www.facebook.com/eynesil.furkander

Derince Mescidi Aylık Sohbetlerine Abdurrahman Arslan katıldı.Kocaeli Derince’de çalışmalarını sürdüren Müslümanların tertip ettiği sohbetler serisinde Abdurrahman Arslan, “Modern/Cahili Düzende Müslümanca Yaşamak” konulu bir konuşma yaptı. Arslan; “Yeryüzü tarih boyunca ilk defa bu derece kirlenmiş/kirletilmiştir. Bu derece kirli bir dünyada ancak ve ancak Müslümanlar söz söyleyebilir. Maalesef modern dünyada Müslüman denilince aklımıza temiz Müslüman geliyor. Bu yanlıştır. Çünkü her birimiz az ya da çok kirlendik/kirletildik. Sakalımızın olması veya başımızda başörtüsü olması bu kirliliği kaldırmaz. Sakın böyle bir vehme kapılmayalım… Müslümanlar, evlerine/ailelerine dönmelidirler. Çünkü unutmamalıdırlar ki Allah Rasulü ilk vahyi aldığında evine/ailesine dönmüştür” dedi. İrtibat: www.facebook.com/groups/derincemescidi

Kardeşlereli Derneği “Çağın Cahiliyyesi Modernizm” Konusunu İşledi.Balıkesir Edremit’te faaliyet gösteren Kardeşlereli Derneği’nin aylık seminerleri “İslami Kimliğin İnşası” üst başlığı devam ediyor. Kardeşlereli Derneği’nin her ay düzenli olarak yapmakta olduğu alternatif eğitim seminerlerinin Şubat ayı konuğu Murat Kurtuldu idi.Murat Kurtuldu; “Modernizm çağın cahiliyesidir. Modernizm, Müslümanları kuşatmak için kendine özgü araç ve yöntemler kullanmaktadır. Her zaman ve mekânda renk ve şekil değiştirebil-mektedir. Günümüzde de Modernizmin iki temelini “Haz” ve “Hız” oluşturmaktadır. Bireysel ibadetlerimizin ve çevremizle olan ilişkilerimizin ne kadar modernizmden etkilendiğini görebilmek adına kişinin kendisini sorgula-ması gerekmektedir.” dedi. İrtibat: www.kardeslereli.org

AKMER, “Ümmetin Çıkış Yolu” paneli düzenledi.İstanbul Kâğıthane merkezli çalışmalarını sürdüren Aksa İlim ve Davet Merkezi AKMER, Kâğıthane Kültür Merke-zi’nde “Ümmetin Çıkış Yolu” konulu bir Panel düzenledi. Yeni Akit yazarı Ahmet Varol ve Milat yazarı Hamza Er’in konuşmacı olarak katıldığı ve ilgiyle izlenen panelde İslâm ümmetinin şu an içinde bulunduğu durumun genel bir değerlendirmesi yapılarak kurtuluş yolunun nerede aranması gerektiği hakkında fikirler ortaya kondu. Hamza Er; “Ümmetin yeniden ayağa kalkabilmesi için yitirdiklerini hatırlaması, bozulanları onarması ve din gibi görülen yan-lış inanışları terk etmesi gerekmektedir. Ümmetin fertleri; 1- Doğru bir hedef tanımlaması yapmalı, 2- Ümmeti inşa eden Temel kaynağa Kur’an’a dönüşü gerçekleştirmeli, 3- Doğru bir hedefe yürürken, meşru, “Rabbani” yöntemlere başvurmalı, 4- Kur’an kaynaklı bir İslami Kimliğe sahip olmalı, 5- Dava adamlığı bilinciyle yetişmeli ve Sorumluluk bilincine sahip olmalı, 6- Mücadele sürecinde vasat, mutedil bir davet ve yaklaşım usulü oluşturabilmeli, 7- Tevhid Ahlakını kuşanmalı ve bunu akideden bağımsız görmemelidir.” dedi. İrtibat: www.akmer.org

Kırşehir “Gençliğin Sesi Radyosu” irşada devam ediyor.“Gönülleri Hak’ta Birleştiren Frekans” sloganıyla 104.3 frekansından yayınlarına devam eden Kırşehir “Gençliğin Sesi Radyosu” irşad çalışmalarına devam ediyor. Kur’âni bakış açısını kendisine ilke edinen radyoda, yayın akışı içerisinde sık sık ayet ve hadislere yer verilerek, ilâhi vahyin muhatabı olan insanın çağlar ötesi hak mesajla buluş-turulması hedefleniyor. Ayrıca, hayatımıza ışık tutan, yolumuzu aydınlatan sohbetler “insanı onaran konuşmalar” başlığıyla dinleyenlerle buluşuyor. İrtibat: www.gencliginsesiradyosu.net

Haberler

Tashih / Derdi SahihÜç ayda bir yayımlanır.Mayıs 2015 • Sayı: 1

İslami Uyanış ve İnşa Hareketi Adına SahibiMaşallah AKDENİZ

Yazı İşleri SorumlusuHüseyin ALAN

www.tashih.orgwww.uyanisveinsa.org

İslami Uyanış ve İnşa Hareketi Yayınıdır.

İrtibat: Maliyeciler Mahallesi 177/9 Sokak No:24/A Yeşilyurt - Karabağlar / İZMİR

Tashih parayla satın alınamaz.İmzasız yazılar Tashih’e aittir.Yazılar alıntılanabilir, çoğaltılabilir.

Yazı ve önerileriniz için:[email protected]

Page 16: Tashih Bülteni -1. Sayı

İslam akidesinin ilk andan itibaren organik bir cemaatte somut olarak ortaya çıkması kaçınılmaz bir husustur. Yine aynı şekilde Allah’tan başka hiçbir ilahın bulunmadı-ğına ve Hz. Muhammedin Allah’ın Resulü olduğuna şehadet getiren herkes cahili top-lumun “vela”sına kesinlikle son vermelidir. Ve “vela”sını yalnız ve yalnız yeni, dinamik, organik İslam cemaatine ve onun liderliğine vermelidir.

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir top-luluğun babaları oğulları kardeşleri ve yahut akrabaları da olsa Allah’a ve resulüne düş-man olanlara sevgi beslediklerini göremez-sin.” (Mücadele 22)Bu dini sunmak onu akide ve düzen olarak açıklayan kitaplar, yayınlar yoluyla mı ola-caktır. Yoksa bu din “sen sözünü söyle ve yoluna devam et” ilkesi esas alınarak vaaz ve irşad yoluyla mı sunulacaktır. Yoksa İsla-mi tebliğ heyetlerini kıtalara yollayarak mı gerçekleşecektir? Seyyid Kutub’un cevabı şudur: “İslam’ın rolünü ifa edebilmesi ancak bir toplum halinde somut olarak ortaya çık-ması, yani bir cemaat olarak somutlaşması ile mümkün olabilir. Çünkü insanlık özellikle çağımızda soyut akideye kulak asmamakta, bu akidenin gözle görünür bir hayatta pratik yansımasını görmedikçe inanmamaktadır.” Bu nedenle İslam hakkında yazılmış binlerce kitap, yapılan binlerce konuşma, İslam’ı pro-paganda eden her türlü çaba; evet bütün bun-ların hepsi yeryüzünün herhangi bir yerinde İslam’a göre yaşayan ve bu dinin özelliklerini pratize eden ve İslam’da hayat şeklini ortaya koyan küçük bir cemaatin etkinliğine yakla-şamaz.

Cahiliye soyut bir nazariyede ifadesini bul-maz. Aksine organik ve dinamik bir toplulu-ğun ifadelendirdiği bir olgudur. Bu nedenle cahiliyeyi ortadan kaldırmak ve insanları alemlerin Rabbine çevirmek için sadece so-yut bir takım nazariyelerle mümkün görün-müyor.

Bu akideye iman edenler üç kişi oldukların-da bizzat bu akide onlara şunları söylemek-tedir: Şu anda siz bir cemaatsiniz, bağımsız bir cemaat; bu akideyi kabul etmeyen cahili toplumdan ayrı bir cemaat. İşte o takdirde müslüman cemaat fiilen ortaya çıkmış de-

mektir. İslam’ın görevi yeryüzünün dört bir yerinde bulunan egemen cahili tasavvurlarla veya cahili şartlarla barış yapmak değildir. İslam hem tasavvur açısından hem de bu ta-savvurdan fışkıran şartlar açısından cahiliye ile birlikte ortalama ve yarım çözümleri ka-bul etmez. Ya o ya da bu… Buna göre İslam’ın görevi cahiliyeyi insanlığı kumanda etme konumundan uzaklaştırmak ve bu komutayı kendine has bağımsız ve köklü özelliklere sa-hip yöntemine göre kendisinin ele almasıdır.Hareketin kendisi hiç kimsenin saklanması-na gizlenmesine imkan vermez. Bu cemaatin her ferdinin hareket etmesi kaçınılmaz bir husustur. Çünkü hareketlilik onun akide-sindedir, kanındadır, cemaatindedir ve bu organik oluşumundadır. Çünkü cahiliye çev-resindekilerinin de nefsinde hala mevcuttur. Mücadele sürekli, cihad da kıyamet gününe kadar geçerlidir. Buna göre İslam cemaatinin varlığının kaçınılmazlığı bizzat İslam akide-sinin karakterinden kaynaklanmaktadır.

Ortaya çıkan İslami cemaat yeryüzünde dinin emirlerinin kendisinde tezahür etti-ği İslam toplumunun küçültülmüş bir tab-losudur. Hz. Peygamber İslam toplumunu müminlerin organlarını oluşturduğu bir vü-cut gibi nitelendirmiştir. Kur’an müslüman kişiyi Allah’a, Peygambere, İslam itikadı ve İslam cemaatine bağlılık olan vela ya göre eğitmektedir. Üyesi bulunduğu safın diğer tüm saflardan tamamen bağımsız kalması zaruriyetine binaen yetiştirmektedir. Çünkü müslüman Allah’ın adını yüceltmeyen, Pey-gamberin önderliğini izlemeyen ve Allah’ın hizbi özelliğini taşımayan hiçbir safın ve bir-liğin adamı olamaz.

“Sizin veliniz sadece Allah’tır, Resul’üdür namazı ikame edip zekat veren ve Allah’a boyun eğen müminlerdir.” (Maide 55) Ayetin-de işaret ettiği gibi müslümanın İslam algı-sı vahye teslim olmayı hayat sistemi olarak seçmeyen saflardan kesin biçimde uzaklaş-masıdır. İslami hareketin ciddiyet ve düzeni-ni korumasıdır. Çünkü müslüman toplumda Allah’ın önderlik ve bayrağından başkasına bağlanmak yoktur. Müslüman guruptan baş-kasıyla yardımlaşma yoktur.

Özgünlük, ayrı yaşam müslüman cemaat için bir zorunluluktur. İtikat ve düşüncesinde ibadetinde ve hatta kıblesinde farklı ve ayrı kalmak zorundadır. Belirli ve aynı kıbleye yönelen müslüman cemaatin bu yönelişin anlamını kavraması gerekir. Mekan veya yön sadece bir semboldür. Ayrı ve özgün bir yaşamın sembolüdür. İslam cemaati kişilik ve hedefiyle mekan ve değerleriyle kendine mahsus olmak zorundadır.

Bu dinin sahiplerinin cahiliye toplumuna bulaşmış olanlara karışıp gitmişken bu dine çağırmaları çelişik ve şaşırtıcı bir durum olur. Öyleyse daha ilk andan itibaren cahili-yeden tamamen ayrı olduklarını ilan etme-leri gerekir. Davetçiler kendilerini cahiliye toplumundan, önderliklerini de cahiliyenin önderliğinden ayırmak zorundadırlar. Çünkü cahiliye toplumuyla beraber ve karışık olma-ları, cahiliye önderliğinin gölgesinde yaşa-maya devam etmeleri inançlarının taşıdığı tüm iktidarı alıp götürecektir. Davalarının doğurabileceği tüm etkileri silip süpürecek-tir. Yani davanın sahip olabileceği cazibeyi çekip götürecektir.

Cahiliye ilahi şeriatın tek başına egemen olmadığı, egemenlik hakkının sadece Allah bırakılmadığı tüm konumlar, yönetimler, toplumlardır. Müslümanın etrafını saran ca-hiliyeden ayrılması bir zorunluluktur. Çünkü müslüman topluluk cahiliyede kalmaktan yana tavır koyan, cahiliyenin düzen, hüküm ve kanunlarını değer ölçü ve yargılarını be-nimseyen uluslardan kopup ayrılan başlı başına bir ümmettir; cemaattir. Müslüman la ilahe illallah dediği andan itibaren bu teo-rik ifade kalkar ve cemaat olma mecburiyeti kaçınılmaz olur. Çünkü müslüman toplumun varlığı ancak bununla gerçekleşebilir. Müslü-manlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar fert-lerin kalbinde teorik temellerin atılmasıyla gerçekleşmez. La ilahe illallah ifası, tağuti yapıların ilgası cemaatle gerçekleşir. İslam’ın gaye ve hedefleri cemaatle gerçekleşir.

Cemaat kişisel kabiliyetleri, kazanımları sos-yalleştirmenin laboratuvarıdır. Hem fıtri var-lığıyla kalmak, kendi kalmak, hem de cemaat atmosferinde zenginleşmek, derinleşmek, durulaşmak fırsatı veren bereket tarlasıdır. Tevhid akidesi ve hareketli organik ameliyle kişiye anlam ve değer yüklemektedir. Cemaat her türlü bereketin adıdır. Velayetin uhuvve-tin rahmetin taşıyıcısıdır. İslam’ı pratize et-menin zeminidir. Müminleri bir arada tutan tutkal; bir duvar misali kaynaştıran harçtır.

Tüm zamanlarda olduğu gibi modern dö-nem cemaatin rahmetine fazlasıyla muh-taçtır. Modernitesine, post modernitesine, her türlü cahiliye yıkım ve dalgalarına karşı duracak yegâne müstahkem potansiyel güç cemaattir. Cemaat İslami misyon ve mesajın pratik somut göstergesidir. Cemaat tüm za-manların zorunluluğu ve zaruretidir. Başka bir ifade ile cemaat bir vucubiyet; cemaat-sizlik bir vebaldir. Bu işin keyfiyeti kişinin kendi isteğine bırakılmamıştır.

Cemaatleşmek Tercih Değil Mecburiyettir!

Ey Rabbimiz!Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; inananlara karşı kalbimizde en ufak bir kırgınlık ve nefret duygusuna yer verme!Ey Rabbimiz, şüphesiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin!Haşr Sûresi ~ 10

Tashih / derdi sahih • Nisan 2015 • Birinci Sayı • www.tashih.org İslami Uyanış ve İnşa Hareketi / www.uyanisveinsa.org