16
Pİ’NİN YAŞAMI I 10 Yabancıyı “tanıdık olmayan” olarak tanımlarsak, yabancı olan şeyin insana biraz yakın biraz uzak AMOUR I 08 Ülkemizde 2012‘nin Aralık ayında vizyona giren Aşk (Amour), yönetmeni Michael Haneke’nin deyimiyle “kimsenin... CONSTANT GARDENER I 14 Kenya, Somali, Mali, Nijer, Sudan vs. kısacası Afrika dediğimizde aklımıza gelen fotoğraftır; uçsuz BENİ MÜSLÜMAN YAP I 15 BBC geçtiğimiz günlerde bir belgesel yayımlamaya başladı. Belgeselin konusu İngiltere’de İslam’ı seçen S S iyah S anat ZAMANIN EFENDİSİ HUGO CABRET sayı: 3 şubat - mart I www.siyahsanat.net I Dünya ve İslam Gazetesi’nin ücretsiz sinema eki

Siyah Sanat Sayı 3

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Siyah Sanat Sayı 3

Citation preview

Page 1: Siyah Sanat Sayı 3

Pİ’NİN YAŞAMI I 10Yabancıyı “tanıdık olmayan” olarak tanımlarsak, yabancı olan şeyin insana biraz yakın biraz uzak

AMOUR I 08Ülkemizde 2012‘nin Aralık ayında vizyona giren Aşk (Amour), yönetmeni Michael Haneke’nin deyimiyle “kimsenin...

CONSTANT GARDENER I 14Kenya, Somali, Mali, Nijer, Sudan vs. kısacası Afrika dediğimizde aklımıza gelen fotoğraftır; uçsuz

BENİ MÜSLÜMAN YAP I 15BBC geçtiğimiz günlerde bir belgesel yayımlamaya başladı. Belgeselin konusu İngiltere’de İslam’ı seçen

SSiyahSanat

ZAMANIN EFENDİSİ HUGO CABRET

sayı: 3 şubat - mart I www.siyahsanat.net I Dünya ve İslam Gazetesi’nin ücretsiz sinema eki

Page 2: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat02

Page 3: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat 03

Paris’in en görkemli yılları, sinema dilinin de oluştuğu 19. yy sonları ile 20.yy baş-larıdır herhalde. Buğulu, görkemli kültürel ve sanat-

sal keşiflerle renklenmiş olan coğraf-ya banliyölerde gadre uğramış insan-larla doludur. Renk cümbüşü ne kadar yaşanırsa pastel renkler de o kadar sık bulunmaktadır. Paris, Eiffel Kulesi’nin baş döndürücü görkemi ve soğuk çe-liği arasında gelgitler yaşamaktadır.

Öksüz ve yetim Avrupa

Yoğun savaş ağrılarından çıkan Avrupa’da en büyük yıkımı kuşkusuz aile kurumu görmüştür. Bundan do-layı olsa gerek Avrupa’nın klasikleş-miş romanlarının pek çok kahramanı, öksüz ve yetimdir. Jane Eyre, Heidi, Peter Pan, Polyanna, Oliver Twist ilk akla gelenler. Kendisi de çocukluğun-da öksüz yetim kalan Tolstoy’un Diri-liş’indeki yetim köylü kızı Katyuşka’yı, Gorki’nin Yararsız Bir Adam’daki Klimkov’u ya da Zola’nın Therese Raquin’i nasıl unutabiliriz. Bizde de Kemalettin Tuğcu’nun tüm romanla-rına dağılan hava aynı değil midir?

Yetim ve öksüz olmak! İşte bu hal ile başlar “Hugo”. Kahramanımız Hugo Cabret annesini kaybetmiş bir çocuktur. Saat tamircisi babası ile birlikte yaşayan Hugo, babasının bir müzenin çöplüğünden bulup aldığı ve arkasında kalp şeklinde bir anahtar boşluğu bulunan otomatonu (meka-nik robot) babasıyla birlikte tamir et-mektedir. Baba, tamirin her aşamasını defterine özenle kaydeder. Her şey güzel giderken müzede çıkan yangın, baba oğlu ayırır. Hugo, artık kimseye hayrı olmayan ayyaş Claude Amca’nın

(Ray Winstone) eline kalmıştır. Mont-parnasse Tren İstasyonu'ndaki saatin bakımını yapan amcasının yanında duran Hugo, amcasının istasyondan çıkıp bir daha dönmemesi üzerine ya-payalnız kalır. İstasyonda görev yapan ve yakaladığı yetimleri yurda götüren Müfettiş Gustave’ın (Sacha Baron Co-hen) korkusundan dışarı çıkamayan çocuk, kendince yöntemlerle hem hayatta kalmaya hem de babasının yarım bıraktığı otomatonun tamirine devam edecektir. Gizli tüneller, maz-gallar, merdiven altları ve geçitler-le istasyonu gezip insanları izleyen Hugo, saatleri ayarlamakta, otomato-nu tamir etmek ve açlığını gidermek için küçük aşırmalar yapmaktadır.

Mekanik robotun tamiri için ge-rekli malzemeleri istasyonda oyun-cak satan ve bakımını yapan Georges Baba’dan (Ben Kingsley) aşıran Hugo, bir gün iş üzerinde iken yakalanır. Üzerindeki defteri elinden alan Geor-ges Baba, Hugo’yu hırsızlıkla suçlar. Ama bir başkalık vardır bu adamda. Deftere bakışı, oyuncaklara dokunu-şu başkadır, bambaşka. Defteri geri almak isteyen Hugo adamın manevi kızı olan İsabelle (Chloë Grace Mo-retz) ile tanışır. Kitaplara ve macera-lara düşkün olan Isabelle, hayatı hep serüven olan Hugo’ya yoldaş olur; bir-likte sık sık kütüphaneye giderler. Bir keresinde kütüphaneye bakan Monsi-eur Labisse (Christopher Lee) yolda karşılaştığı Hugo’ya “Robin Hood” kitabını hediye eder; belki de küçük aşırmalarının hayırlı sonuçlar doğu-racağını ona hissettirmek ister.

Kurmaca bir yazımakinesi: Otomaton

Filmde anılan ve tamir edilmeye çalışılan “otomaton” hikâyesi gerçek-tir. Otomaton denilen mekanik ro-botların tarihi oldukça enteresandır.

18. yy.da İsviçreli saat ustası Henri Maillardet’in yaptığı mekanik robot yazı yazıp resim yapabiliyordu. Basit bir makinenin ötesi olan bu alet, çelik kaldıraçlar, diskler, kollarla çalışıyor ve her hareketiyle de repertuarındaki üç şiiri ve dört çizimi gerçekleştiri-yordu. Bunu yapmak için aletin ku-rulması yeterli oluyordu. Bu dönemde Baron Von Kempelen tarafından Os-manlı sarayı için satranç oynayan oto-maton yapılmış ve Osmanlı elbiseleri giydirilen bu alet Mekanik Türk (Mec-hanical Turk) olarak adlandırılmıştı.

İlk otomatonun İslam dünyasın-dan çıktığına dair iddiaları da buraya kayıt düşmek gerekir. 13. Yy da yaşa-mış olan Kürt bilim adamı El Cezerî (Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezerî), otomatonun atası olarak kabul edilen sibernetik üzerinde ça-lışmış hatta bunu kısaca “Kitab-ül Hiyel” olarak bilinen "Mekanik Hare-ketlerden Mühendislikte Faydalanma-yı İçeren Kitap" (El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel) adıyla da kitaplaştırmıştır. Artuklu hükümdârı Mahmud bin Mehmed’e kendi kendine bir takım hareketler yapabilen otomaton yapan el-Cezeri, bu alanda dünyanın ilk ta-sarımcısı olarak kabul edilmektedir.

Hugo’nun filmde tamir etmeye ça-lıştığı otomatonun da enteresan bir hikâyesi var. 19. Yy ortalarına kadar Fransa’da neredeyse elden ele dola-şan “Yazıcı” adlı otomaton P. T. Bar-num tarafından Amerika’ya getirilir. Şov organizasyonlarında kullanılan makine bir yangında hasar görünce 1928 yılında Franklin Enstitüsü’ne ba-ğışlanır. Yıllar sonra “Zamanın Efen-disi Hugo Cabret ve Buluşu” (The Invention Of Hugo Cabret) isimli ki-tabı yazıp Scorsese’ye ilham kaynağı olacak olan Brian Selznick ile otoma-tonun yolları kesişir. Georges Méliès’ı araştıran Selznick, onun, makine ko-

SÜLEYMAN [email protected]

SCORSESE, MÉLİÉS VE TANPINAR ARASINDA

ZAMANIN EFENDİSİ:

HUGO CABRETParis’in en görkemli yılları, sinema dilinin de oluştuğu 19. yy sonları ile 20.yy başlarıdır herhalde. Buğulu, görkemli kültürel ve sanatsal keşiflerle renklenmiş olan coğrafya

banliyölerde gadre uğramış insanlarla doludur. Renk cümbüşü ne kadar yaşanırsa pastel renkler de o kadar sık bulunmaktadır. Paris, Eiffel Kulesi’nin baş döndürücü görkemi ve

soğuk çeliği arasında gelgitler yaşamaktadır.

Page 4: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat04

Hugo’nun başlangıç sekansı çok dikkat çekicidir;

Paris işleyen bir çarka benzetilir. Chaplin’e gön-

derme yapmakla birlikte dünyanın kurulmuş bir

sisteme ve bir işleve sahip olduğunu hatırlatan bu

sahneden çok sonra Hugo, o çocuk yaşında şunu dü-

şünüyor: “Makinelerin asla fazla parçası olmaz. Bü-

tün parçalar gerekli model ve sayıdadır. Eğer dünya

dev bir makineyse, burada olmamın bir sebebi olmalı."

Page 5: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat 05

leksiyonunun olduğunu öğrenir. Bu araştırmalar sonucu Enstitüye giden Selznick, başı kopmuş halde olan oto-matonu bulur ve New Mexico’da eski mekanizmalar tamircisi olan Andrew Baron’un tamir etmesinde önemli bir rol üstlenir. Henri Miallardet’a ait olan bu yazı makinesini tekrar gün yüzüne çıkaran yazar sayesinde şimdiki za-man robotlarının atası olan otoma-tonları tanıma fırsatı elde ederiz.

Filmdeki otomatonu tamir eden Hugo bir türlü onu çalıştıramaz; kalp şeklindeki anahtar eksiktir çünkü. Isabelle’in boynundaki anahtar, ro-botikin anahtarıdır. Hugo ve Isabelle anahtarı makineye takıp çalıştırırlar. Otomaton, gözüne kurşun batmış bir ay resmi yapar. Resmi araştırırken tarihçi René Tabard(Michael Stuhl-barg) ile karşılaşırlar. Çizilen Resim Geoerges Baba’ya aittir. Tam adı Ge-orges Méliès olan bu adam, sinema tarihinin en renkli ve en orijinal isim-lerinden biridir.

Sinemanın tadı tuzu: Georges Méliés'ın gündüz rüyaları

Brian Selznick’in “Zamanın Efen-disi Hugo Cabret ve Buluşu” isimli ro-manı Georges Méliès’i de içine alarak kar topu gibi büyüyor adeta. Bugü-nün sinema dünyası Méliès’e çok şey borçlu çünkü. Bir fabrikatörün oğlu olarak zengin bir hayat süren ve il-lüzyonla uğraşan bir adamdır Méliès. Otuz küsur yaşlarındayken davet edildiği Paris’teki Grand Cafe’de kar-şılaşacağı manzara hayatının akışını değiştirecektir. Lumière kardeşler on kısa metraj filmden oluşan ilk gösterimleri yapmaktadırlar (1895 yılı). Ciotat Garı’na Bir Trenin Gelişi (L'arrivée d'un train à La Ciotat) fil-minde gara gelen trenin gösterildiği saniyelerde o kafede oturan 25 kişide yaşanan panik tarihe geçer. Trenin üzerlerine doğru geldiğini zanneden izleyiciler kaçışmaya başlarlar. Méliès de oradadır ama o, gündüz gözü rüya görmektedir. O kadar çok etkilenir ki Lumière kardeşlerden sinematografı satın almak ister ama alamaz. Bunun üzerine mühendislerle çalışarak ken-di sinematografını yapar ve film üret-meye başlar. Sinemayı gerçeği kay-detmek olarak yani fotoğrafın bir ileri aşaması olarak düşünen Lumière kar-deşlerin aksine o, hikâyeler, masallar, efsaneler etrafında ördüğü dünyasını yansıtabileceği alan olarak algılayıp çalışmalarına başlar. Kaliteli ışık için düzenlediği camdan evinde yüzlerce film çeker.

Bundan tam 110 sene evvel, Ge-orges Méliès, sinema tarihinin ilk bilimkurgu filmi olan “Aya Seyahat”i (Le Voyage dans la Lune/A Trip to the Moon) çeker. Jeles Verne’in “Dünya-dan Aya” ile H. G. Wells’in “Aydaki İlk İnsanlar” adlı dönemin iki popüler

Page 6: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat06

romanından esinlenerek yaptığı fil-min bugün bile ilgi çeken afişi, sine-ma tarihinin en renkli sunumlarından biridir. Her karesini bizzat boyadığı ilk renkli filmlerinden oluşturduğu olağanüstü mizansenlere ve setlere kadar tamamen orijinal bir insandır Georges Méliès. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla tüm büyü bozulur. İn-sanoğlu filmlerden sıkılacak kadar gerçekliğe tanık ettiği için olsa gerek filmlere ilgi azalır ve Méliès unutul-maya başlar öyle ki; büyücüler, sihir-bazlar, seyyahlar, maceraperestler ve denizkızlarıyla dolu evreni maddi krizlerle sallanmaktadır. Filmlerini bir ayakkabı fabrikasına satacak aczi-yete düşen Méliès’ın eserleri insanla-rın ayakkabılarının topuklarının yapı-mında kullanılır; ayağa düşer. Sürece daha fazla dayanamayan yaşlı adam bir istasyonun içerisinde oyuncakçı-lık yapmaya başlar. Georges Méliès’ı kabuğundan Hugo Cabret adında bir çocuk çıkaracaktır.

Emektar sinemacılaraScorsese'den iade-i itibar

Hugo’nun ikinci yarısı Georges Méliès ekseninde sinema sanatının ilk emektarlarına bolca selam gönde-riyor. Amerikan vatandaşlığını red-dederek dikkatleri çeken, politik gül-dürülerde hâlen aşılamamış bir isim olan Charlie Chaplin’e arz-ı endam eder önce. Meslek hayatı boyunca hep Chaplin’le karşılaştırılan ama en son filmini de onunla birlikte çeken Buster Keaton dâhil olur perdeye.

İlk western filmi olan Edwin S. Porter’ın yönettiği “Büyük Tren Soy-gunu”( The Great Train Robbery) tüm ihtişamıyla dikiliyor karşınıza. Am-pulün mucidi Edison’un yapımcılığı-nı üstlendiği “Safety Last” filminde Herold Lloyd’un gökdelenin tepesin-deki saate asılıp kalmış hali belirir sonra. Hugo’nun yönetmeni Scorsese, Lloyd’un sahnesine direkt gönderme yaparak film afişini tasarlamıştır.

Lumière kardeşlerin “Ciotat Garı’na Bir Trenin Gelişi” filminin Hugo’da gösterilmesi hem bir saygıyı hem de farklı bir mesajı bünyesinde taşır. 1896 yılında üzerine tren geldi-ğini zanneden izleyicilerden sonra bu filmle bu sahneyi üç boyutlu olarak

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebiyatımıza en yaratıcı katkısı elbette “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanıdır. Roman kahramanı Hayri İrdal, küçük yaşta Muvakkit Nuri Efendi adlı bir saatçinin yanına çırak olarak girip za-man içinde saatlere aşırı ilgi göstermeye baş-lamış sonrasında kafasını bu nesneyle bozmuş bir insandır. Yakın arkadaş olacakları Halit Ayarcı, İrdal’ın geçim sorununu çözmek hem de ayarlanmamış saatlerden dolayı yaşanan zaman kayıplarını engellemek için Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı bir kurum oluşturur

ve başına da onu getirir. Tanpınar, İrdal’ı şöyle konuşturur: “Avrupa

saatçiliğinin en büyük müşterisi daima müslü-manlar ve onlar içinde en dindarı olan mem-leketimiz halkı imiş. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat, Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi.

Adım başında muvakkithaneler vardı. En acele işi olanlar bile onların penceresi önünde durarak cebinden, servetlerine, yaşlarına, cüs-

selerine göre altın, gümüş, sadece savatlı, kor-donlu, kordonsuz, kimi bir iğne yastığı, yahut kaplumbağa yavrusu kadar şişkin, kimi yassı ve küçük saatlerini besmeleyle çıkarırlar, sa-yacağı zamanın kendileri ve çoluk çocukları için hayırlı olmasını dua ederek ayarlarlar, kurarlar, sonra kulaklarına götürerek sanki yakın ve uzak zaman için kendilerine verdik-leri müjdeleri dinlerlerdi. Saat sesi bu yüzden onlar için şadırvandaki su sesleri gibi, hemen hemen iç âleme büyük ve ebedî inançların se-siydi. Onun, kendisine mahsus, hayatın her

Hugo 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde çalışır mıydı?

Page 7: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat 07

izleyerek aynı hisse gark olmuşlardır. Scorsese, sessiz film zamanlarının bu emektar insanlarına böylelikle ko-caman bir selam göndermeyi ihmal etmez.

Sonuç

Hugo’nun başlangıç sekansı çok dikkat çekicidir; Paris işleyen bir çarka benzetilir. Chaplin’e gönderme yapmakla birlikte dünyanın kurulmuş bir sisteme ve bir işleve sahip olduğu-nu hatırlatan bu sahneden çok sonra Hugo, o çocuk yaşında şunu düşünü-yor: “Makinelerin asla fazla parçası olmaz. Bütün parçalar gerekli model ve sayıdadır. Eğer dünya dev bir ma-kineyse, burada olmamın bir sebebi olmalı." Bu algı düzeyine sahip olan, etrafındaki büyüklerden çok daha fazla sorumluluk sahibi olan çocuk, saatlerden başlayarak çevresinde ta-mire/onarıma/ilgiye/şefkate muhtaç olan her şeye/her kese yardım etme-ye karar veriyor. İstasyondaki saatler, otomaton, herhangi bir hedefi olma-yan Isabelle ve hayata küsmüş olan Georges Méliès, Hugo’nun yardım listesinin başında yer alır.

Hugo, dört kanaldan ilerleyen bir yapım. Hugo Cabret’in acılarla dolu bireysel süreci, saat mefhumu, oto-maton ve Georges Méliès ekseninde sinema tarihi. Bu kadar yoğun mese-lelere hem gönderme yapmak hem de bir hikâyenin üzerinden gitmek çok başarılı bir iş. Bu bağlamda “Zama-nın Efendisi Hugo Cabret ve Buluşu” romanını yazarak geçmiş zaman si-nemasına vefa gösteren, otomatonu gündeme getiren Brian Selznick’i anmalıyız. Romanı aslına sadık kala-rak son derecede başarılı bir şekilde beyazperdeye taşıyan, eski filmleri ve kaybolmuş kopyaları bularak sinema arşivlerine kazandırmayı bir sorumlu-luk telakki eden Martin Scorsese’nin de hakkını teslim etmek gerekir. Os-car’lardan beş ödülle dönen filmde tek bir küfrün, çıplaklığın, argonun yer al-maması da özlenen sinema dilinin un-surları. Ahlaksızlığın sıradanlaştırıl-maya başlandığı günümüz sinemasına ders niteliğinde çekilen ve izleyen he-men herkese hayata geliş amacını ve sorumluluklarını sorgulatan Hugo’yu gönül rahatlığıyla seyredebilirsiniz.

iki buudunda genişleyen hassaları vardı. Bir taraftan bugününüzü ve vazifelerinizi tayin eder, öbür taraftan da peşinde koştuğumuz ebedî saadeti, onun lekesiz ve arızasız yolları-nı size açardı.” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınları, İs-tanbul, Ekim 2005, s. 27)

Zamanın, saatin felsefi yorumunu eminim Hugo’nun yazarı Brian Selznick görmemiştir. Bu nedenle olsa gerek saat ve zamanla baş-layan roman, otomaton ve sinema ile devam ediyor. Yönetmen Martin Scorsese, “Bozuk bir saate, bir hastaya, bir muhtaca bakar gibi bakmaya alış!” terbiyesiyle yetişen bir insa-nı keşfetse filminde nasıl eklemeler yapardı

acaba?” Sanal bir karakter olarak 17. yy Os-manlısında ortaya çıkan, 4. Mehmed’in gözde âlimlerinden, devrin en meşhur saatçisi Ah-met Zamani Hazretleri’nin başlı başına varlı-ğı bile hayali bir hazine gibidir. Düşünün, sarı renk cüppe giyip, sarı renk sarık takan üstelik de sarışın bir ermiş, bir muvakkit hem de hiç var olmamış bir karakter. Ne ilginç! Soranlara, “Sarı, Güneş’in rengidir.” diye cevaplayan bir zat-ı muhterem. Bu hazretten ve mirasından hareketle vakti ayarlama adına kurulmuş olan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” fikri bile -her ne kadar âtıl kurumlara eleştiri olarak tasar-lansa da- insanın hayal gücünü gıdıklayan imgelerle doludur.

Tanpınar’ın metafora dönüşen romanının dışında, Ahmet Eflaki'nin son yaptığı saat, Mevlevi ustalar Mehmet Şükrü ve Mehmet Muhsin'in türbülon saatleri, Seyyid Süleyman Leziz'in muhteşem astronomik saati, Osman Nuri'nin decimal saati de oldukça enteresan-dır. Hayatı boyunca yalnızca dokuz saat ya-pan Ahmet Eflaki Dede, başlı başına bir filme konu olmalıdır. Hayvanların kış uykusuna yatmasından mübarek günlere, Nil sularının azalmasından, ekim ve dikim zamanlarına ka-dar pek çok bilgiyi gösteren astronomik saati icat eden Es Seyyid Süleyman Leziz’in hayatı, her yönetmenin yahut senaristin hayal eşiğini oluşturmalıdır bence.

Page 8: Siyah Sanat Sayı 3

Ülkemizde 2012‘nin Ara-lık ayında vizyona giren Aşk (Amour), yönetme-ni Michael Haneke’nin deyimiyle "kimsenin

kolayca ve içi rahat bir sekilde seyre-demeyeceği filmler”den. Gerçekten de izleyiciyi rahatsız eden bir yönü vardır Haneke filmlerinin. Gördüğü sorunlu alanları daha çok aile ve ev üzerinden burjuvaziye yöneltir ve son filmi Aşk’ta da bunu fazlasıyla görürüz. Bu yazımızda Avusturyalı yönetmenin önceki çalışmalarına da göndermelerde bulunacağımızı ve Aşk’tan hikaye itibariyle de fazlasıyla bahsedeceğimizi baştan ifade edelim. Moda tabirle bu yazı spoiler içerir.

Neredeyse tüm çekimlerinin bir evde gerçekleştirildiği filmde, kah-ramanlarımız 70’li yaşlardaki Anne ve Georges’in; birbirlerine bağlı, dü-zenli ve huzurlu bir hayatları vardır. Geçmişlerinde müzik öğretmenliği yapmış çiftin hikayesini de anlatmaya Haneke, beraberce gittikleri eski bir öğrencilerinin konserinden görüntü-lerle başlar. Konserden geldiklerinde çift, evlerinin kapılarının zorlandığını fark eder ve belki de bu gerginliğin et-kisiyle ertesi gün Anne kısa süreli bir kilitlenme yaşar, bu durum Anne’nin hastalığının da ilk belirtisidir. Dakik denecek kadar düzenli, keyifli, sakin hayatları bozulur bundan sonra ve

Anne günden güne kötüye gider. Ge-orges de büyük bir fedakarlıkla eşinin her türlü ihtiyacını karşılamak için gayret gösterir ve adeta bakımını tek başına üstlenir. Haftada üç gün gelen bakıcı haricinde de kendilerinden ne-redeyse kopmuş olan kızlarının dahi tedavi önerilerine kulak tıkar. Anne de başlarda biraz alınganlık gösterdi-ği hatta sinirlendiği Georges’in ilgi-sine yataktan kalkamadığı için artık iyice muhtaç durumdadır.

Haneke, film boyunca Georges’in Anne için yaptığı fedakarlıklara odak-

lar izleyiciyi. Ancak 126 dakika boyun-ca çift arasında neredeyse hiçbir sevgi sözcüğüne ve bunu anlatacak bir yüz ifadesine yer vermez. Yine Georges’in henüz Anne sağlıklı iken ona “Hâlâ sana anlatmadığım hikâyelerim var” demesi, rahatsızlığında ilaç almak is-temeyen eşine tokat atması, Anne’nin eşi karşısında duyduğu çaresizlikten dolayı içine düştüğü utanç ve geri-lim ve yönetmenin tüm bu anlattık-larımızla izleyicinin de rahatını boz-ması ve filmin sonunda bazı soruları yanıtsız bırakması eseri bir Haneke

başyapıtı haline getiriyor aslında. Ay-rıca çiftin yıllardır yaşadıkları evde piyano ve kitaplık haricinde çok faz-la eşya olmaması, filmin neredeyse müziksiz olması ve müthiş finali bize Haneke’nin hiç de masum ve duygu-sal bir hikaye anlatmaya çalışmadığı-nın göstergesi.

Anne’nin hastalanıp yatağa mah-kum olmasından sonra bozulan dü-zenlerinin ya da alışkanlıklarının yeniden sağlanması için de biraz gayret eder sanki Georges. Biraz daha karmaşıklaştırıp o düzeni ilk bozanın

ADİL [email protected]

AŞKamour

SiyahSanat08

Ülkemizde 2012‘nin Aralık ayında vizyona giren Aşk (Amour), yönetmeni Michael Haneke’nin deyimiyle "kimsenin kolayca ve içi rahat bir sekilde

seyredemeyeceği filmler”den.

Page 9: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat 09

ya da bozmaya çalışanın eve girmeye yeltenen hırsızın olduğunu da söyle-yebiliriz. Düzen aslında bozulmaya yüz tutmuştur bir kere ve birileri ha-yatlarına girmeye çalışmıştır. Haneke bahsettiğimiz “hayatlarına girme” ve hatta “müdahil olma” taleplerinin geri çevrilişini ustaca işler ve iki kişiden oluşan yalnızlıklarını bozmama çaba-sıdır sanki Georges’in Anne için feda-karlıkları. Özellikle bu filminde aileyi alışkanlıklardan kurulu bir mecburi-yet hali gibi yansıtmış usta yönetmen.

Aileye bakışı bu filminde de çok sert diyebiliriz Haneke’nin ya da sor-gulatıcı. Yönetmenin aileye ondan öte burjuva değerlere yönelttiği eleştiriler kuşkusuz önceki filmlerinde de vardı. O kapalı, içine girilmez, müreffeh yaşamların kapıları “Ölümcül Oyun-lar” (Funny Games)’da iki psikopat katil tarafından, “Saklı” (Hidden)’da da gizli kameralar tarafından zorlan-mıştı. Böylece o korunaklı yaşamlara, sahiplerinin iç dünyalarına sokmuştu izleyiciyi Haneke. Artık rahatı bozu-lan ve korku içindeki karakterlerin o düzenlerini koruma istekleri ile biraz da abartılı bir dille alay eder Avustur-yalı yönetmen. “Ölümcül Oyunlar” (Funny Games)’da katillerine tenis kıyafeti giydirerek, eldiven taktıra-rak, kibarlık gösterilerinde bulundu-rarak yaptığını, Aşk’ta çiftin yıllarca alışkanlık haline getirdikleri günde-lik faaliyetler ile yapar. Georges ile Anne’nin güncel gelişmeleri takip edişlerini, düzenli yemek saatlerini sert bir şekilde eleştirir hatta kızları-

nın annesini ziyaretinde yatalak hal-deki annesine almak istedikleri evden bahsetmesi de Haneke’nın nasıl bir usta olduğunun bir göstergesi.

Haneke biraz da izleyiciyi yönlen-dirmek istememiş gibi çalışmasında; filmin başında kapılarının bir hırsız tarafından zorlanması, Georges’in

evlerine giren kuşu yakalaması, Georges’in gördüğü rüya ve buna dair aktaracağımız nice örnekler yönetme-nin topu çokça bize attığının kanıtı. Bu pası atarken gösterdiği perfor-mans da aslında nasıl bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzu ve temkinli olmamızı hatırlatıyor bize.

Kolay yorumlanamayan ve de çözümlenemeyen çalışmalara imza atıyor Haneke ya da farklı bakış açı-larına da kaydırabiliyor izleyiciyi. İzlerken çok yormuyor belki ancak üzerinde uzun süre düşündürtüyor ve burjuvaziye, onun değer yargılarına acımasızca vurmaya devam ediyor.

AŞK(Amour)

Yönetmen:

Michael Haneke

Oyuncular:

Isabelle Huppert,

Emmanuelle

Riva, Jean-Louis

Trintignant

Tür: Dram,

Romantik

Ülke: Almanya, Fransa,

Avusturya

Süre: 137 dakika

Michael Haneke

Page 10: Siyah Sanat Sayı 3

Yabancıyı "tanıdık olma-yan" olarak tanımlarsak, yabancı olan şeyin insa-na biraz yakın biraz uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Sartre yabancı kavramını tanımlar-ken, "Kendimin karşısındaki 'ben'dir, yani doğa insanının karşısında kafa insanıdır" bakışıyla insanın doğayla özdeşleştirdiği kendi benliğinin dahi farkına varamayacağını ifade eder. İn-sanın benliğini kendisiyle çatıştırdığı durum, doğayla özdeşleşme arzusun-dan kaynaklandığından, yabancı aynı zamanda yalnız olandır; ne zaman ki nefsiyle baş başa kalır, o zaman ya-bancı olan kimliğini de ortaya çıkarır. Baudelaire, Paris Sıkıntısı’nda karak-tere bir yabancının sürekli sevebile-ceği şeyin eşsiz bulutlar; yani doğa-nın özü olabileceğini söyletir. Çünkü insan, ancak yabancı olan kimliğiyle başbaşa kaldığında sürekli sevebile-ceği olguya erişebilir.

Daha önce En İyi Yönetmen Os-car'ını kazanan Ang Lee, yeni filmi "Pi'nin Yaşamı" ile daha şimdiden bir-çok sinema eleştirmeninin övgüsünü aldı. Kanadalı yazar Yann Martel'in aynı adlı romanından uyarlanan film,

Pi'nin, yazar arkadaşına onu Tanrı'ya inandıracak bir hikâye anlatacağını söyleyerek başlar ve bizi 11 yaşındaki Pi'nin din ve bilimin savaşına tanıklık eder. Pi'nin kişiliğini bulma yolunda hakikat arayışına başlaması, izleyi-ciyi farklı bir görünümler dünyasına götürür. Filmde Pi'nin çocukken oku-duğu Camus'nün Yabancı hikayesi de aslında iç dünyasındaki çatışmasına ayna tuttuğu için yerinde kullanılmış önemli bir öğedir. Pi bu süreçte, her dinin insanı vicdanıyla baş başa bı-rakan taraflarını toplayarak zamanla Hinduizm’i, Hıristiyanlığı ve Müslü-manlığı bir arada götürmeye başlar. Pi'nin tek isteği ise doğayla saygı çerçevesinde yaşayan iyi bir insan olmaktır.

Pi’nin ilk gençlik döneminde yaşa-dığı bir gemi kazası, kendisinin belki de ömür boyu inanacağını sağladığı bir hikâyeye dönüşür. Her şeyini kay-beden ve okyanusun ortasında yalnız başına kalan Pi'nin hayata tutunma çabasında devreye giren Tanrı inancı, inanç sorgulamalarıyla Pi’nin kaderle olan imtihanını ortaya çıkarır. Pi’nin okyanusta Richard Parker adını ver-diği bir kaplanla yalnız kalarak ölüm kalım savaşı vermesi, Pi’nin nefsiyle olan bir imtihanıdır ve filmin sonunda hayatta nasıl kaldığını yetkililere ağla-yarak anlattığı ikinci hikâyenin de te-

melidir. Pi, okyanusta yaşadığı süreç-te öyle bir gel-gitler yaşamıştır ki, bu yüzden yetkililere ilk önce yaşadığı o büyük değişimin büyüklüğünü meca-zi olarak anlatır. Böylelikle görselliğin muhteşem bir şekilde ön plana çıktığı film, görselliğin sahiciliğinin hakikati değiştirip değiştiremediğini de sorgu-lar iç dünyamızda. Çünkü Pi’nin yet-kililere ilk anlattığı hikaye ve bize de görsel bir şölen gibi izletilen hikâye mecazidir, izleyicileri hayallerinin sı-nırlarında dolaştırır. Pi’nin yetkililer-den başından geçenleri somut olarak anlatılması istendiğinde ise ağlayarak

başından geçenleri anlatması, yaşadı-ğı travmanın büyüklüğünden ve ger-çekle yüzyüze gelmesinden kaynakla-nır. Gerçekle yüzyüze gelmek, insanın kendisini aynada görüp bu dünyaya ait olmadığını hissederek metafizikle bağ kurmasını sağlar Pi'ye. İnsan gö-zünün gördüğü en çıplak hakikatin ölüm olduğunu düşünürsek; seyirci Pi'nin ölümle mücadelesini onun ina-nılması güç hayaller dünyasında geze-rek yapar. Bu yüzden de filmin ikinci bölümünde Pi'nin hayat mücadelesini, yönetmen bir Matrix, Avatar, İncepti-on gibi farklı bir dünyanın imajları

YUNUS EMRE [email protected]

SiyahSanat10

HAKiKATiGörselliğin

sahiciliği

Değiştirir mi?Yabancıyı "tanıdık olmayan" olarak tanımlarsak, yabancı olan şeyin insana biraz yakın biraz uzak olduğunu söyleyebiliriz. Sartre yabancı kavramını

tanımlarken, "Kendimin karşısındaki 'ben'dir, yani doğa insanının karşısında kafa insanıdır" bakışıyla insanın

doğayla özdeşleştirdiği kendi benliğinin dahi farkına varamayacağını ifade eder.

Page 11: Siyah Sanat Sayı 3

SiyahSanat 11

olarak izletir bize. Pi, metafiziğin için-de hakikatin ne olduğunu sorgulaya-rak bir yolculuk yapar. Sık sık Tanrı'yı ve kendisini düşünür, kimi zaman is-yan eder, kimi zaman şükreder.

Hangi hikaye gerçek?

Filmde anlatılan mucizevi hika-yenin başında çok önemli bir olay gerçekleşmekte. Pi, -kaplan- Richard Parker'la başbaşa kalmadan önce botu bir zebra, bir sırtlan ve de bir orangutanla paylaşan Pi, sırtlanın zebrayı öldürdükten sonra oranguta-

nı öldürmesine hemen ardından ise o dakikaya kadar görünmemiş Ric-hard Parker'ın bir anda sahneye çıkıp sırtlanı öldürmesini izliyor. Peki, bu olayın önemli kılan şey nedir? Bunu filmin sonlarına doğru Pi'nin gemi-nin battıktan sonra kurtulduğu olayı alternatif bir hikaye ile anlatmasıyla anlıyoruz. Bu hikayeyle aslında mü-kemmel bir metafora imza atıldığını fark ettiğimiz film, insanoğlunun ge-rektiğinde yamyamlık ve barbarlık yapabilecek kadar korkunç bir varlık olduğunu da tüm gerçekçiliğiyle göz-ler önüne seriyor. Pi'nin yetkililere

ağlayarak anlattığı ikinci hikayede zebranın denizci, sırtlanın aşçı, Pi'nin kaplan ve annesinin orangutan oldu-ğu, aslında açlıktan deliren aşçının denizciyi öldürdüğünü ve sonrasında ise Pi'nin annesini öldürdüğü gerçe-ğiyle tanışıyoruz. Ve tabii Pi'nin aşçıyı öldürmesiyle sonlanan hayatta kalma savaşında bir sineği bile incitmemiş olan Pi'nin sonunda katil olduğunu ve de en kötüsü bütün bu korkunç ola-ya tanıklık ettiğini anlıyoruz. Pi'nin kendini ilk hikayeye inandırmasının sebebi ise umudunu kestiği hayata tutunabilmek ve tekrardan aile kura-

bilmek... Öte yandan, Pi filmin sonun-da anlattığı hikayeyi dinleyen yazara, hangi hikayeye inandığını sorduktan sonra yazarın ilk hikayeyi seçmesiyle de film, acı gerçekleri kabullenme-nin zorluklarını göstermiş oluyor. Sonuçta mucizevi olan ilk hikayeye inanıldığında zaten Tanrı'nın varlığı ister istemeden kabul edilirken, ikinci hikayeye, yani gerçek hikayeye ina-nıldığı takdirde insanların aslında gü-nahkar ve kötü olduğu da ortaya çık-makta. İlk hikaye Tanrı'nın varlığına, ikinci hikaye ise Pi'nin babasının Pi'ye kazandırmak istediği bakış açısı olan

Page 12: Siyah Sanat Sayı 3

rasyonel düşünceyi temsil eder. İkinci hikayeye inanarak geri kalan hayatı kendisine zindan etmeyen Pi, ilk hi-kayeye inanarak yeni bir başlangıç yapmanın huzuru ama aynı zamanda hayatı boyunca yaşayacağı şaşkınlığı içerisinde kalıyor. Pi hayatta kalmak için yaptıklarından belki de pişman bir şekilde, hayatının geri kalanını mutlu bir şekilde devam ettirebilmek için kendisine rasyonellikten tama-men uzak bir hikaye uydurmuş ve ona inanmıştır. Dolayısıyla filmde -kap-lan- Richard Parker ile Pi'nin aynı kişi olduğunu söyleyebiliriz, zira -kaplan-Richard Parker, ilk hikayede kaplan olarak anlatılır, ikinci hikayede Pi'nin yerine geçer. Kaplan Richard Par-ker, Pi'nin Tanrı'ya duyduğu öfkedir,

Pi'nin yaşadığı tüm acılar sonucunda -filmde de geçtiği üzere- Tanrıya ya-karışı sırasındaki isyanını temsil edi-yor, kimi sahnelerde de Pi'nin egosu olarak karşımıza çıkıyor.

Oscar ödüllü yönetmen filmde Pi'nin aslında Parker olduğunun defa-larca sinyalini veriyor. Başta kaplanın başarısız bota çıkma sahnesinin he-men arkasından Parker'ın balıklarca suyun altına çekildiğini gösteren Lee, Parker'ın aslı nda bota hiç çıkamadığı-nı belirtiyor. Daha sonra bottaki beyaz muşambanın altından sırtlan çıkma-sıyla da bu olay destekleniyor; çünkü orada kaplan bulunması takdirde za-ten sırtlan orada bulunamazdı. Film boyunca Pi ve Parker'ın yatışından duruşuna kadar her hareketinin nere-

deyse aynı olması ise dikkat edilmesi gereken unsurlardan. Öte yandan, Pi'nin Parker'la olan mücadelelerinin gerçekte Pi'nin kendi içerisindeki mücadeleler olduğunu anladığımız filmde usta yönetmen, "Kaplan Gö-rüşü" gibi önemli sahnelerle de bu olayı tamamen doğruluyor. Filmin sonunda Pi kurtulurken, Parker'ın ormanına kavuşmasıyla güzel bir öz-gürlük sembolizme imza atılan film-de, Parker'ın arkasına bakmaması ise bir hayvan olmasının gerektirdiği bir durum ama çok özgün bir düşünce. Yönetmen kaplana son defa arkasına baktırabilirdi, ama bilerek baktırma-dı. İnsanın kainattaki eşref-i mahlu-kat oluşuna da bir gönderme var bu sahnede. Tabi Pi'nin neden kendini

bir kaplanla özdeşleştirdiği de film-de mantıklı bir şekilde açıklanmış durumda. Pi'nin 11 yaşındayken Ric-hard Parker'ı eliyle beslemek istemesi gibi bir hatadan son anda kurtulduğu filmde babası Pi'ye hiç unutamayaca-ğı bir ders vermek istiyor. Parker'ın keçiyi parçalamasını canlı bir şekilde izletmesiyle Pi'ye iyi bir ders verdiğini düşünen Pi'nin babası oğlunda büyük bir travma yarattığını ne yazık ki far-kedemiyor ki, zaten gemi kazasıyla da bu travmanın sonuçları ortaya çı-kıyor. Filmdeki kadın şeklindeki ada metaforu, Pi'nin annesinin çürümeye başlamış bedeninden kurtulmasını temsil ediyor. Adanın ona huzur ve konfor vermesiyle Pi'nin hâlâ annesi-nin yanında uyuduğunu fark ettiğimiz

SiyahSanat12

Page 13: Siyah Sanat Sayı 3

filmde, Pi'nin eline annesi-nin dişinin gelmesi, bazı şeyleri anlamasını sağ-lıyor. Aşçı tarafından öldürülen annesinin bedenini suya atmadı-ğını farkeden Pi, hayatını tehdit edecek herhangi bir hastalık kapmamak için bu zorlu kararı sonunda bu adada gerçekleştiriyor gibi düşünülebilir.

"Sınanana kadarimanının gücünü bilemezsin!"

Filmde sorgulanması gereken önemli sorular var. Tanrı var oldu-ğundan ve ışığını bir vasıtaya bağlı olmaksızın içimize ulaştırdığından mıdır ki, mutlak iyiliği isterken isyan ediyoruz? Yoksa evrenin acımasızlığı karşısında çaresizliğimizi inkar et-mek için, çıplak gerçekliği kaplanlara ve daha nice büyülü yaratıklarla beze-yip, mutlak iyiliği bulmak için bize yol göstereceğine inandığımız tanrılar mı yaratıyoruz? Pi, hakikatin yolculu-ğunda kendi içinde yarattığı Tanrı'yı öldürüyor ve o yüzden de kurtarıldı-ğında hemen ilk hikayeyi anlatıyor. İnsanların kendi içindeki Tanrı'yı öl-dürüşü ve gerçek Tanrı'yı anlamasını

beklediğinde ise yaşadıklarına anlam veremiyor ve hikaye üretiyor. İzleyici-yi bu yüzden hangi hikayenin gerçek, hangisinin uydurulma olduğunun araf'ında ustaca bırakıyor Lee. Bu yüz-den de film oldukça başarılı. Masma-vi bir şekilde parlayan deniz anaları, yemyeşile bulanmış bir orman ve fos-forlu bir balinayla sinemanın büyüsü-ne tanıklık ettiğimiz sahnelerle hika-yenin içine seyirciyi çekebiliyor Lee.

Filmde özellikle Pi'nin -kaplan- Richard Parker'la mücadelesi esna-sındaki metaforlar, doğa harikası gö-rüntüler, Pi'nin hakikatle olan ilişkisi Avatar filmiyle ciddi benzerlikler içer-diğinden filmin özgünlüğünü etkiledi-ği düşünülebilir. Üç boyutun kullanı-mı ve tekniğiyle gerçekten özgün bir yapıt ortaya koyan Lee'nin, seyirciyi

3.boyut açısında tam olarak tatmin ettiği söylenebi-

lir. Müzik, oyunculuklar (özellikle Pi'nin orta yaş-lı halinde hikaye anlatıcı

olarak karşımızda duran Irrfan Khan'a) ziyadesi ile

üst seviyede... Film, derinli-ği sevenler için de, görselliğe

kendisini kaptıranlar için de çok başarılı sahnelere sahip.

Lee'nin bu filmle kariyerinde önemli bir basamak atladığını düşü-nüyorum. Sinema nedir? sorusunun bendeki karşılığı Life of Pi olabilir, hikaye sizi içine çağırır, görsellik gözlerinizi büyüler. Sonu, aklınıza ha-yattaki en önemli soruları getirir ve içinde yaşadığınız hayatı sorgulatır. İnanmayı seçtiğiniz hikaye pekala da sizin gündelik hayatta kullandığınız inanışı yansıtıyor, Lee bunu ustaca başarmış. Lee, gerçekliği ve bu ger-çeklik içindeki çelişkileri ele alarak diyalektiği de filmde çok iyi başarmış, hangi açıyla bakılırsa bakılsın, ister Hegelci ister Marksçı ikisi de öteki hikayeyi seçmek yolu ile aynı sonuca ulaşmakta. Dolayısıyla Tanrı, O'nu görmek istediğin, inandığın yerde ve zamanda vardır, inanmadığın yerde yoktur.

Filmde sorgulanması gereken önemli sorular var. Tanrı var olduğundan ve ışığını bir vasıtaya

bağlı olmaksızın içimize ulaştırdığından mıdır ki, mutlak iyiliği isterken isyan ediyoruz? Yok-

sa evrenin acımasızlığı karşısında çaresizliğimizi inkar etmek için, çıplak gerçekliği kaplan-

lara ve daha nice büyülü yaratıklarla bezeyip, mutlak iyiliği bulmak için bize yol gösterece-

ğine inandığımız tanrılar mı yaratıyoruz?

SiyahSanat 13

SiyahSanatDünya ve İslam Gazetesi’nin Ücretsiz Eki

Sayı: 3 - Şubat / Mart - 2 Aylık Yerel, Süreli

İmtiyaz SahibiEGM Lojistik ve Dış Ticaret Ltd. Şti.Genel Yayın Yönetmeni Yasin Demir,

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Deniz,Editör Aşkın Yıldız

[email protected]örsel Yönetmen Hüseyin Kızılay

Adres: Darcan Sokak No: 18/1 Mecidiyeköy / İstanbul

Tel: 0212 212 03 06 Faks: 0212 355 77 49web: www.siyahsanat.net Mail: [email protected]

İrtibat: 0537 276 62 00Basım Yeri: Akademi Matbaacılık -

Davutpaşa Caddesi Güven Sanayi Sitesi C Blok No:230 Topkapı / İstanbul

Tel: 0212 493 24 67twitter.com/siyah_sanatfacebook.com/sanatsiyah

Page 14: Siyah Sanat Sayı 3

Kenya, Somali, Mali, Nijer, Sudan vs. kısacası Afri-ka dediğimizde aklımıza gelen fotoğraftır; uçsuz bucaksız kurak toprak-

larda yaşam mücadelesi veren siyahi, açlıktan kemikleri sayılan, yardıma muhtaç insanlar. Büyük bir bölümü-nü Müslüman insanların oluşturdu-ğu bu topraklar yüz yıllardır egemen güçlerin kapitalist amaçları uğruna adeta koltuk altında gezdirdiği ve hâkimiyeti hiçbir zaman elden bırakmak isteme-dikleri yerler olmuştur.

Elbette ki bizler ora-da yaşayan insanların hayat mücadelelerini genelde batılı aktivist ve gazetecilerin yo-rumlayıp bizlere ulaştır-dıkları şekliyle biliyoruz. Bunun sonunda oralara gidişlerimiz de vicdanlarımızı biraz rahatlatmak için bir parça yardım götürmek ve turistik bir ge-ziden ibaret oluyor maalesef. Nihayet bize” cennet vatanım, halimize şükre-delim” gibi cümleler kalıyor.

Bu yazının vesilesi olan genelde “Arka Bahçe” olarak çevrilmiş olan Constant Gardener filmi çok da aklı-mıza gelmeyen bir konuyla gündemi-mizi işgal ediyor, ilaç yardımları…

Hiç düşündünüz mü bugün her-hangi bir rahatsızlığımız sonucu al-dığımız ilaçlar bizlere gelene kadar nasıl bir süreçten geçiyor. Biraz araş-tırma ve bazı görüşmeler sonucunda anladığım kadarıyla basitçe şöyle an-latayım. Bir ilacın geliştirilmesi için hastalığın ve ilacın etkisinin belirle-neceği keşif süreci, klinik çalışmalar öncesi hazırlık, bazen yıllarca süre-cek olan klinik çalışmalar ve gerekli protokollerin düzenlenmesinin de

içinde bulunduğu onay süreci gere-kiyor ki bu çalışmalar ortalama 10-15 yıl alıyor ve maliyeti milyar dolarlarla ifade ediliyor. Tabi bir de yapılan bu çalışmalar herhangi bir eksiklik ya da hatadan dolayı boşa da çıkabiliyor. Bu riski da göz önüne aldığınızı da ortaya çıkan soru şu oluyor. Bu kadar masraf ve çalışma gelir getirsin diye en kesin sonuca nasıl gidebiliriz? İşte burada yazının başlığını oluşturan ucuz in-sanların değersiz hayatlarına ihtiyaç var. Zira insanlar üzerinde ilaç deney-

leri yapmak etik olarak mümkün de-ğil. Önce klinik ortamlarda hayvanlar üzerinde denenen ilaçlar daha sonra anlaşmayla insanlar üzerinde dene-niyor. Bu da genelde üçüncü dünya ülkelerinde yapılıyor. Türkiye de in-sanlar üzerinde ilaç deneyen ülkeler içinde. Etrafınızda da görmüşsünüz-dür üniversitelerde para karşılığı ilaç deneyen öğrenciler vardır. Arka bahçe filminin konusu bu çerçevede çizilmiş durumda.

Filme gelirsek bir kaza sonucu ölen araştırmacı ve aktivist Tessa’nın (Rachel Weisz); aslında ilaç şirketleri ve onların Kenya’da yaptıkları çalış-maların altında yatan usulsüzlükle-ri çözmek üzereyken susturulduğu anlaşılır. Sonrasında onun diplomat

eşi olan ve Tessa’nın karakteriyle ta-ban tabana zıt olan yumuşak mizaçlı Justin’in (Ralph Fiennes)olayların arkasını araştırmasıyla uluslararası büyük bir yolsuzluğun ortaya çıkışı anlatılmaktadır. Film boyunca rahat tavırları olan Tessa’nın, kocasını bir-likte araştırma yaptığı Afrikalı Dok-tor Arnold ile aldattığı ve ölümünün bir aşk cinayeti olduğu hissi de veri-liyor. Flashbacklerle ilerleyen anlatım izleyiciyi karakterlerle tanıştırırken aynı zamanda da olay örgüsünü anla-mamıza yardımcı oluyor.

En iyi uyarlama, en iyi kurgu, en iyi kamera gibi dünya çapında

50’den fazla ödül alan City of God (Tanrı kent) filmiyle tanıdığı-

mız Brezilya doğumlu Fer-nando Meirelless’in yönet-tiği Constant Gardener’in kadrosunda Ralph Fiennes, Rachel Weisz, Danny Hus-ton gibi tanıdık isimler yer

alıyor. Jeffrey Caine'in aynı isimli romandan uyarladığı

film, Berlin, Londra, Nayrobi ve Kenya'nın çok sayıda bölgesinde

çekildi.Ayub Ogada’nın otantik müzikle-

riyle çok güzel bir uyum yakalayan film başından sonuna kadar sizi ya-kından yakalayacak ve bırakmayacak-tır. Özellikle Afrika ve insani yardım gibi konularda ezberlerinizi yenileye-cek ve sizlere yeni bir bakış açısı su-nacak söylemleriyle zihin dünyanıza girecektir. Açık açık söylediği ilaç şir-ketleri karşılıksız bir şey yapmaz söy-lemi ve Afrika’da var olan musibetler için Birleşik devletler ve Avrupalı ilaç firmalarının 5, 10, 20 kat pahalı ilaç-larını almak zorundalar söylemleri aklımda kalanlardan bazıları.

Cinsel içerikli sahnelerinin oldu-ğu uyarısını da yaparak filmin dünya-ya ilettiği önemli mesajlarının olduğu kanaatindeyim. Arşivinize katabile-ceğiniz bir film. Bol bol tefekkür ede-bilmek dileğiyle, iyi seyirler.

AŞKIN [email protected]

Değersiz İnsanların Ucuz Hayatları!

ConstantGardener

5’te 5 Film KöşeşiSinemedeniyet Film Seçkisi

THEY LIVE

A SEPARATION

KIZ KARDEŞİM MOMMO

FAIR GAME

OUTSIDE THE LAW

Yönetmenliğini John Carpenter’ın yaptığı 1988 ABD yapımı güzel bir bilim kurgu örneği olan filmin konusu şöyle. Hayatını sür-dürebilmek için yolu büyük şehre düşen John bir in-şaatta çalışmaya başlar, orada tanıştığı arkadaşı onu

yaşadığı mahalleye götürür. Bütün dünyanın uzaylılar tarafından istila edildiğini bir gözlük aracılığıyla keşfeden John tüfeği ve silahıyla olayları çözmeye çalışır. Güzel bir kapitalizm eleştirisi yapan filmi görmenizi tavsiye ederiz.

İran Sineması’ndan bir aile-nin dramını anlatan etkile-yici ve bol Oskar ödüllü bir film. Boşanmak üzere olan ama çocuklarının velayeti konusunda ikileme düşen bir çiftin öyküsü; Simin, ko-cası Nader ve kızı Termeh’le birlikte İran’ı terk etmek is-

temektedir. Nader’in Alzheimer hastası baba-sını bırakmayı reddetmesi üzerine boşanma davası açan Simin, dava talebi reddedilince anne babasının evine gider. Termeh ise baba-sıyla kalmaya karar vermiştir.

Dokuz yaşında bir çocuk; hem ağabey, hem baba, hem anne, hem de bir bilge olabilir mi? Ayşe için olur. Ve hatta hiçbir şeyden korkma-yan bir ağabeydir o.Annesiz iki çocuğun içinizi ısıtacak, kimi zaman gözü-nüzü yaşartacak öyküsü..

Yalın bir dille köyü, köyün insanlarını, kardeş-lerin ilişkini anlatan filmin senaristliğini ve yö-netmenliğini Atalay Taşdiken’in yaptığı filmde çocukların kocaman dünyası sizi bekliyor.İyi seyirler...

Sinemada politika sevenle-rin kaçırmaması gerektiğini düşündüğümüz bir film Fair Game. Amerikan siyaset hayatının hiç de dürüst bir oyun olmadığını hatırla-tan Sean Penn ve Naomi Wats’ın başrollerini oyna-dığı bir Doug Limanfilmi. ABD'deki Valeri Plame skandalı çevresinde gelişen olayları anlatan film, Joseph Wilson'ın Irak'ta nükleer silah olmadığını yazması üzeri-ne ABD hükümetinin üzerine oynadığı komplo üzerine kurulu...

Cezayirin bağımsızlık müca-delesini üç kardeşin hayat hikayesi üzerinden anlatan, daha açılış sahnesiyle se-yirciyi derinden etkileyen önemli bir dönem filmi. Cezayir asıllı Fransız auteur Rachid Bouchareb’in tartış-ma yaratarak politikacıların öfkesini çeken film, Fransız hâkimiyetindeki Cezayir’in bağımsızlığıyla sonuçlanan olayları arka plana yerleştiriyor. 1925’ten 1962’ye uzanan film, evlerini kaybettikten sonra dün-yanın dört bir yanına dağılan üç kardeşi izliyor.

SiyahSanat14

Page 15: Siyah Sanat Sayı 3

BBC geçtiğimiz günlerde bir belgesel yayımlamaya başladı. Belgeselin konusu İngiltere’de İslam’ı seçen kadınlar. Özellikle Avru-

pa Ülkelerinden İngiltere’de İslam’ı seçen kişi sayısı gün geçtikte artıyor. Ve bu sayı kadınlarda daha fazla ar-tış gösteriyor. BBC bunu fark etmiş olacak ki böyle bir belgesel yapma-ya düşünmüş. Yönetmenliğini Emily Hughes’in yaptığı Türkçesi ile ‘Beni Müslüman Yap’ belgeseli bölümler halinde BBC’de gösteriliyor. Bizde bu işin perde arkasını araştırdık ve belgeselin yönetmeninin belgesel ile ilgili yazısına ulaştık. Yazıyı okuduğu-muz da kendisinin de söyleşi yaptığı Müslüman kadınlardan çok etkileniş olacak ki İslam’ın barış dini olduğuna belgesel çekiminden sonra o da ka-naat getirmiş. Sözü fazla uzatmadan sizi belgesel ile ilgili yazı ile baş başa bırakıyor.,.

İslam’ı seçen genç kadınlarla ilgili BBC-3’e bir belgesel yapma şansı ya-kalamak hayallerimin işiydi!

Hep film çekmek gibi olduğunu sanmıştım: küçük ama güçlü bir ekip (ben ve yapımcı asistanım Alys Har-te), çarpıcı bir konu (İnsanları inanca yöneltenin ne olduğu her zaman ilgi-mi çekmiştir), ve en önemlisi kendi kameramız!

Sunucumuz Shanna Bukhari ile tanışır tanışmaz bu projenin çok eğ-lenceli olacağını anlamıştım. Yapım ekibi tamamdı!

Belgeselimize katkıda bulunacak din değiştiren kişileri bulmak en zor kısımdı. Camileri, yeni Müslüman olanları destekleyen grupları gezdik-ten ve ellerimiz tamamen boş kaldık-tan iki hafta sonra, taktik değiştirme-miz gerektiğine karar verdik.

Başlangıçta telefonla bağlantı kur-duğumuz kişiler sadece gazeteci ol-duğumuz için bile şüpheyle yaklaştı-lar. İnsanlarla yüz yüze konuşmaya ve ne yapmak istediğimizi açıklamaya ve amacımızın İslam hakkındaki yerleş-miş kalıpları değiştirmek olduğunu söylemeye karar verdik.

Ülke çapında arama başlattık; yol üzerindeki bütün şehirlerdeki camile-ri ziyaret ettik. Herhangi bir kadınla görüşebilmeden önce çoğunlukla ilk önce yetkili olan erkekleri ikna etme-miz gerekiyordu.

Çok zor bir görevdi ve her defa-sında sıcak karşılanmamıştık. Ama sonunda işe yaradı!

Anladık ki, İslam’a cidden ilgi du-yan iki genç profesyonel olarak ka-dınlarla kendimiz buluştuğumuzda bize açılmış kucaklarla karşılaştık.

Elbette yine de belgeselimizde yer alacak en iyi genç kadını bulmak çok zordu. Çünkü inanç hakkında konuş-mak çok kişisel bir konuydu ve kame-

ra önünde olmak da kolay iş değildi. Birçok insan din değiştirdiklerini

aileleri ve arkadaşlarına bile anlat-makta zorlanırken, milyonlarca izle-yiciye bunu açıklamak isteyecekleri tabii ki son şeydi. Yeni inançlarının onlar için önemini ifade edebilecek açık sözlü ve eğlenceli kadınlarla kar-şılaştığımız için çok şanslıydık.

Safiyyah belgesel için tam uygun olan ilk kişiydi ve onunla tamamen tesadüfen tanıştım.

İki camiye gitmiş ve onlarca kişiy-le konuşmamıza rağmen cesaret kırıcı uzun bir gün olmuştu. Din değiştiren hiç kimseyle karşılaşmamıştım. Tam Cardiff Camisinden ayrılırken beyaz Galli bir kadına rastladım.

Sadece birkaç saat önce İslam’a girmişti. Sadece bu da değil, belgesel-de yer almaya ve dinini değiştirmesi-ni ailesinin kabullenmesinin ne kadar da zor olduğunu anlatma şansı buldu-ğu için çok hevesliydi.

Sonrasında her şey yerini bulmuş

gibiydi, diğer katılımcıları oldukça çabuk bulduk.

Bütün kamera ve çekim işlerini kendim yapmayı severim, çünkü bu kişisel inançlarını paylaşmaktan, san-ki büyük ve korkutucu bir ekip yatak odalarını çekiyormuş gibi korkan in-sanlara doğallık ve sıcaklık sağlar.

Bu tabii ki Alys’e de bana da üst-lenecek birden fazla role ve çok çalış-maya malolur: araştırmacılık, yapım-cılık, yönetmenlik, kameramanlık ve ayak işleri… Hepsini biz yaptık!

Çoğunlukla kiralık arabamıza tec-hizatımızı gece geç vakitlerde, yağ-murda kendimiz indirip-bindirdik; birkaç saatlik uykuyla ertesi gün sı-radaki durağımıza böylece devam et-tik. Eğer bir sandviç yiyebilecek vakit bulduysak kendimizi şanslı saydık.

Bu belgeseli yapabilme fırsatı bulabildiğim için çok şanslı hissedi-yorum. Shanna’dan ve emeği geçen herkesten çok şey öğrendim.

Bazı çok önemli anlar da oldu.Inaya İslam’ı kabul etmenin sanki

omuzlarından büyük bir yük kalkmış gibi hissettirdiğini açıkladığında, bu dönüşümün her bir kadının zorluk-larla dolu geçmişlerinin üzerine bir kapı kapayabilmelerini sağladığını gördüm.

İslam’ın gerçekten huzur dolu bir din olduğuna kendi gözlerimle şahit oldum. İslam çok sıklıkla öfkeli erkek-ler ve fanatizmle ilişkilendirilir ama bu benim Müslüman İngiliz Toplulu-ğuyla yaşadığım deneyimle kıyasla-namaz. Camilerin kadınlara ayrılmış bölümleri samimiyet doluydu; etrafta çocuklar koşuyor, kadın dayanışması, iman ve adanmışlık hissediliyordu ama en çok da gülümseyişler… Bunla-rı haber listelerinde bulabileceğinizi sanmam.

Belgesele ulaşmak için: www.bbc.co.uk/iplayer/episode/

b01qfqz5/Make_Me_a_Muslim/

Beni MüslüMan Yap

SİNEM NAZLI*

[email protected]

Kadınları İnanca Yönelten Ne?

SiyahSanat 15

Page 16: Siyah Sanat Sayı 3