140
1 MAKALE

Samsun Kültür Sanat Platformu 2 Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Samsun Kültür Sanat Platformu 2 Sayı

Citation preview

1

MA

KALE

2Fotoğraf : Abdullah SEZGİN

3

İÇİND

EKİLER

İmtiyaz SahibiSamsun Kültür Sanat

Platformu adınaProf. Dr. Metin EKER

Genel Yayın YönetmeniUğur DEDE

Yazı İşleri MüdürüKazım MEMİÇ

Yayın KuruluAhmet SEVENKazım MEMİÇ

Prof. Dr. Mehmet AYDINProf. Dr. Metin EKER

Recep YAZGANDoç. Dr. Şahin KÖKTÜRK

Ömer İdris AKDİNUğur DEDE

Zekeriya ÇAVUŞOĞLU

EditörProf. Dr. Mehmet AYDIN

Görsel İletişim TasarımıUğur ARKIN

Tasarım UygulamaUğur ARKIN

www.ugurarkin.com

Hukuk İşleriAv. Nadi MACİT

Mali İşlerEmin KIRBIYIK

İletiş[email protected]

Unkapanı Mh. Sami Arım Sk. No.6 İlkadım/SAMSUN

Baskı:EROL OFSET

4 |

5 |

6 |

8 |

12 |

13 |

20 |

21 |

22 |

27 |

33 |

34 |

36 |

39 |

40 |

42 |

45 |

46 |

48 |

51 |

55 |

57 |

59 |

62 |

65 |

78 |

81 |

84 |

86 |

87 |

90 |

91 |

94 |

96 |

98 |

100 |

102 |

106 |

109 |

113 |

137 |

Ağlayan Anadolu Destanı | Ali Rıza MALKOÇ

Teşekkürler Samsun | Uğur DEDE

Aşkın Esrarı | Suzan MUMCU

İngiliz Konsolosluğunun Gözüyle Samsun (1840) | K. Tuncer ÇAĞLAYAN

Yoksun Ya | Ömer UMUTLU

Çakallı Kervan Sarayı Kale ve Höyük İlişkisi Üzerine | Emine YILMAZ

İnsansan Eğer | Ömer PAMUK

Hatipin Evi | Uğur TERZİOĞLU

Herkes Yeşilçam’a Bir Hikayeyle Gelir | Turgut ÇEVİKER

Şiir ve Şiirsellik | Kazım MEMİÇ

Leylifer | Mustafa BİLİR (Aşık OBALI)

Tic. Mes. Lis. ve Anadolu Tic. Mes. Lis. Mezunları Derneği | Emin KIRBIYIK

Büyükşehir Bel. Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı | Necmi ÇAMAŞ

Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu | Sinem ÖZONGAN

Türk Dünyası Müzikleri Gençlik Korosu | Davut NUMANOĞLU

Samsunun Opera ve Balesi | Erdoğan ŞANAL

Anadolu Beşiği | Haluk YOLSAL

Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitülerinin Tarihi | Fatma ARSLAN

Eurovision Şarkı Yarışması Üzerine Bir Değerlendirme| Bahar GÜDEK

Osmanlı İmparatorluğunda Giyim Kuşam Kültürü | Bilsen ŞAHİN

Musikiye Yakın Olmak? | Şahin ÇANGAL

Sözü Yükseltme Vakti | Ömer İdris AKDİN

Ben | Selahattin DÜLGER

Türkçeye Gönül Verenler | Sıtkı ÇAĞLAYAN

Çırpınırdın Karadeniz | Mesut Taner GENÇ

Tohumun Öyküsü | Zekeriya ÇAVUŞOĞLU

Kültürümüzde Lale | Halil İbrahim ALPEREN

Konuşma Sanatı | Mehmet ÇÖMEZ

Okuma Kültürü | Mehmet ÇAMLIBEL

Samsunda Bir Soluktu Kuzeysu | Akın ERSÖZ

Arjantin Tango | Ezgi TURMUŞ

Unutulan Bir Geçmiş; Kavsilik ve Kemankeşlik | Civan ÇELİK

SASAD Türk Halk Müziği Korosu | Yavuz ÖZKARAN

En Huzurlu Liman Yakakent | Atilla ÖZER

Bir Sanat Olarak İllüzyon | Erkin SEZGİN

Ali Kayıkçının Kaleminden

Çerkez Sürgünü Kültürü ve Sanatı | Abdulkadir ÖZYILMAZ

Eğitim Çıtası Bir Üst Seviyeye Çıkıyor | OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu

Kültürel ve Sanatsal Etkinlikler

Samsun Kültür Sanat Haberleri

Basında Biz

SAMSUN KÜLTÜR SANAT DERGİSİYıl:1, Sayı:2, Eylül 2012 3 ayda bir yayınlanır.

4

MA

KALE

Devir aldık sözü – çarkıDöndürerek gidiyoruzDillere ölümsüz türküKondurarak gidiyoruzTaşa çaldık andımızıSeller aştı bendimiziGülmesek de kendimiziKandırarak gidiyoruz

Dert yükselmiş dağlar gibiDere , ova ağlar gibiKollarımı bağlar gibiİndirerek gidiyoruz

Sağ el kavgalı sol ileGöçtü kervan bu hal ileSevinç, rakibe gol ile (!)Sindirerek gidiyoruzBu toprak bu Güneş şahitTarihe gömüldü ahitHak helal eder mi şehit?Yandırarak gidiyoruzLeyla üzgün, Mecnun KayıpFerhat, Şirin Şirin sayıpHicran içimizde deyipDondurarak gidiyoruzBağrında canlar yetişmişHer cana onlar yetişmişAşkın aleviyle pişmişSöndürerek gidiyoruz

Sitemle sevgi karışıkBazen küs, bazen barışıkFerman elimde kırışıkSündürerek gidiyoruzYapışmazdı bize lekeAzığı düşürdük tekeKan gözyaşı döke dökeBandırarak gidiyoruz

Bu destan uzayıp giderKeder bizi öksüz ederÇıramız yeniden tüterDindirerek gidiyoruz

Ali Rıza MALKOÇ06/01/2012 Ahit: ant, söz, antlaşmaHicran: ayrılma, ayrılıkSündürmek: Bir şeyi çekerek uzatmak, esnetmekAzık: yiyilecek içilecek şeyler, aş

Ağlayan Anadolu Destanı

5

MA

KALE

Köklerimize, binlerce yıllık tarihe-geleneğe tutunarak, yepyeni bütün kabullere şayan alışkanlıklar ka-zandıracak kadar cesur ve özgünlüğümüzü hürriyetimiz olarak gören tarafsız bir duruşla “Merhaba…” diyoruz.Birbirinden farklı ve değerli 21 sivil toplum kuruluşumuzun bir araya gelerek oluşturduğu Samsun Kül-tür Sanat Platformu Derneği ve Dergisi her gün biraz daha büyürken adımlarını da bir o kadar sağlam ve emin atmaktadır. Bu anlamda kültür-Sanat insanından ve sivil toplum kuruluşlarından aldığı destek her türlü maddi varlığın üstünde ve ötesindedir.Her zaman ve her yerde olduğu gibi en çok mesafeli durulan Kültür-Sanat Kurumları, kültüründen ve sanatından aldığı güçle devam ettirdiği hayatını özgürlüğüyle pekiştirmekte, öncü rolünü sürdürmek-tedir. Kendi gücüyle, umduğu ve beklediği desteği alamadan kat ettiği mesafe, aydınlık bir gelecek yorgunluğu olsa da.Kültürden sanattan kaçırılan her bir iltifat, öne sürülen onlarca bahane; her gün bir sahne ışığını, bir tuvalde renkleri, bir filmde heyecanı, her bir mısrada bir sözcüğü kaybettirmektedir.Tarımın, sanayi ve ticaretin devlet tarafından sübvanse edildiğini, çeşitli teşvik ve fonlarla sıkça destek-lendiğini çok çabuk unutarak, kültür ve sanat hayatının, çalışanlarının desteklenmesi gerektiği de bir o kadar çabuk unutulmaktadır.Her şeyin ay gibi aydınlık olduğu gerçekleri, ünlülerin sözleriyle değil, her birinizdeki adalet duygu ile daha çok göstermek isteriz.Tarafsız bir duruşun ekonomik faydasına muhtaç olmayan Samsunlu sanayici ve iş adamlarımızı en çok bu yüzden kültür sanat kurumlarına sahip çıkmaya çağırıyoruz.Uluslararası yada ulusal bir sanat etkinliği kazandırmış olarak görüp saygı ve minnetle anmak istiyoruz.Yerli bir konserin ya da etkinliğin ana sponsoru, programın ev sahibi olarak görmek, gururlanmak is-tiyoruz.Samsun Tiyatrosunun bir oyununa yâda Turnesine verdiği katkı ile anmak, övünmek istiyoruz.Ressam ya da Heykeltıraşımıza açtığı bir sergiyle iltifatına mazhar, iltifatlarla anılır görmek istiyoruz.Hattat ya da Ebruzenimize fırsatlar açacak kapılara el, hat ve desenlere nefes olmuş can bulmak isti-yoruz.Elbette ki malumunuzdur.Elbette ki eliniz de gözünüz de üstümüzdedir.Demememiz odur ki:Kültür ve sanattan esirgenecek maddi ve manevi iltifatlar, başka bir yerden telafi imkânı bulamaya-caktır.En önemlisi de, kendimizden uzaklaştırdıklarımız elbette yabancımız olacaktır.Bu vesileyle ilk sayımıza göstermiş olduğunuz ilgiye gönül dolusu teşekkürler. Takdirleriniz ve eleştiriler göz önünde bulundurularak, bir sonraki sayıya daha emin daha güvenle hazırlanmaktayız. Uzattığımız eli tuttuğun için tekrar teşekkürler Samsun.

Teşekkürler SamsunUğur DedeŞair –Yazar

6

MA

KALE

Aşkın EsrarıSuzan MUMCU

Tam onbir yıl önce, hüzünlü bir sonbahar akşa-mında, kırk yıllık hayat arkadaşımı, aniden kay-bedince, hayatımın ışığı, gözümün nuru söndü bir anda. Karanlık bir boşluğa yuvarlanmaya başladım. Bütün çabalarıma rağmen, aydınlığa ulaşamıyordum. Dünya durmuş, her şey dur-muş, ben yuvarlanıyordum durmadan... Zama-nı, mekânı, yaşadığımı unutmuştum. Sadece, acının ve yasın yarattığı depresif durum beni yazmaya iteliyordu. Yazmasam çıldıracaktım” diyen Sait Faik’in aksine, ben çıldırdıkça yazmak istiyordum. Çalakalem yazmaya başladım. Ne mi yazıyordum? Her şey. Önce isyanlarımı yaz-dım pek tabii… Sonra, adresi belli olmayan ve cevabını hiçbir zaman alamayacağım aşk mek-tupları, sonra da onunla yaşadığım güzel anı-ları… Ama beni yakan hasret dinmiyordu bir türlü. Onu görememek, ona dokunamamak, kokusunu, sıcaklığını hissedememek çok acı ve-riyordu bana.

Fakat bir gün elime geçen bir kitap düşüncele-rimi değiştirmeye ve gerçeği görmeme neden oldu aniden. Graham Greene’nin “Zor Tercih” adlı kitabıydı bu. Sarah ile Maurice’in imkânsız aşkıydı konusu ve beni en çok etkileyen bölü-mü aynen şöyleydi:

Genç kadınla, iki dakika önce birlikte olduğu sevgilisi odadan çıkar çıkmaz, başlayan bir hava bombardımanından, bulundukları ev isabet alır ve delikanlının gittiği yer çöker. O korkunç anda, genç kadın, yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrıya sığınır, dizle-rinin üstüne çöküp yalvarmaya başlar.

“İnandır beni” der, “ o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip ol-sun. Bunu yap inanacağım sana.”

Tanrıyla pazarlığa oturup en çok sevdiğinin ya-şaması karşılığında, onu bir daha hiç görmeye-

Suzan Tüter MUMCU

7

MA

KALE

ceğine ant içer ve tanrıya, ”insanlar seni bir kere bile görmeden seviyorlar, öyleyse birbirlerini de görmeden sevebilirler” der.

Biraz sonra kapı açılır, kadının öldü zannettiği sevgilisi içeri girer.

Kadın sevdiği adama kavuşmuş ama onu kay-betmiştir.

Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önce-ki pazarlığın ağırlığını fark edip “Keşke ölseydi” der.

Fakat daha sonra, bir insanı görmeden de sev-menin mümkün olduğunu ve aşkın, bir doku-nuşa, bir bakışa, bir sese, bir bedene, bir ümide ihtiyacı olmadığını düşünür. Arada bir beden olmadan, bir ruhun, bir başka ruha kendini ada-masının aşkı yücelttiğini, gerçekleştirdiğini an-lar.

Daha sonra iki sevgili bu konuyla ilgili olarak tartışırlar.

Kadın:

“İnsan sevdiğini görmeyince aşk biter mi? Dü-şünsene Tanrıyı da hiç görmedik ama onu çok seviyoruz” der.

Adam:

“Ama benim ki o tür bir sevgi değil Sarah”

Tanrıya inancı iyice kuvvetlenmiş olan kadın:

“Belki de başka tür bir sevgi yok maurice, - sev-meye devam edebilmek için onu görmeliyim- demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlılıktır aşk” diye cevap verir.

Bu kitap sayesinde gözümün önündeki perde-nin aralandığını ve içimdeki karanlığın aydın-

landığını hissettim. Sevginin bir bedene, bir dokunuşa, bir sese ihtiyacı olmadığını; gerçek aşkın, kâinatın yaratıcısının bir mucizesi oldu-ğuna inanmaya başladım. Beşeri aşktan ilahi aşka doğru bir merhale olduğuna ve cüz-i aşkı tadarak, külli aşka ulaştığımıza emin oldum.

Âdemin Havva’ya, Mevlana’nın Şems’e, Mecnun’un Leyla’ya, Züleyha’nın Yusuf’a olan aşklarını şimdi daha iyi yorumlayabiliyorum. Ve “Yaradılanı sev, yaradandan ötürü” diyen Yunus’a daha çok hak veriyorum.

Kur’an-ı Kerimi, Mesnevi’yi, Divanı Kebir-i, Fihi Mafih’i, “Cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur” diyen Cüneyt Bağdadi’yi, “Ene’l Hak” dediği için darağacına gönderilen Hallac-ı Mansur’u, İbn-i Arabî’yi ve kâinatı okuyorum ve anladım ki:

Aşk bir heves, bir macera, bir tutku ve cinsellik değildir. Hele hele bencillik hiç değildir. Ken-dinden geçiştir, ben değil biz olmaktır. Hatta biz değil bir olmaktır. “Seven benim, sevdiğim de ben “ diyebilmek, varlığa aşık olarak onu var edene ulaşabilmek ve onun aşkıyla eriyip yok olabilmektir.

Kainatın sebebi, var oluşumuzun aslıdır aşk. İbni Arabi’nin deyişiyle Biz aşktan sudur ettik.Aşk üzerine yaratıldıkAşka doğru yöneldikAşka verdik gönlümüzü.

Gönlünü aşka veren bir insan olarak, aşkı yaz-maya uğraşıyorum yıllardır. Ama sonunda anladım ki aşk yazılamaz, aşk anlatılamaz, aşk ancak tadılarak öğrenilir fakat ne yazık ki tadan da tadını tarif edemez. Hz Mevlana’ya sormuş-lar “Aşk nedir” diye. “Ben ol da bil” diye cevap vermiş. Ben de acizane olarak “mecnun olan-lar anlar” diyorum. Ve sus pus olarak, yanarak, çıldırarak yazmaya devam ediyorum. Dile ge-tiremediklerimi, yüreğimin ateşiyle kor olmuş harflerle ve damarlarımda alev seli gibi akan kanla, kâğıda dökmeye çalışıyorum. Kalem ken-di kendine mi yazıyor? Yoksa harfler aralarında birleşerek mi manalanıyor? Bilemiyorum. Ama aşk denilen mucizenin beni yönlendirdiğinden eminim.

8

MA

KALE

Orta Karadeniz bölgesinin merkezi olmasının yanı sıra Karadeniz’i iç Anadolu’ya bağlayan li-man kenti olması ve buharlı gemilerin icadıyla Samsun’un önemi 19. Yüzyılda artmıştır. Artan öneminin bir sonucu olarak Samsun’da Avrupa-lı Devletler Konsolosluklar açmış, kentin çevre illerle birlikte sahip olduğu ticari potansiyeli ta-kip ederek kendi ülke menfaatlerini gözetmiş-lerdir.

Samsun Konsolosluğuna ait İngiliz arşivinde tespit ettiğimiz ilk kayıtlar 1837 ile başladığına göre bu tarihte İngiltere adına faaliyette olan bir konsolos vekili bulunmuş olmalıdır. Bu ya-zıda müracaat edeceğimiz belgeleri Samsun’da ilk konsolos vekilliği yapan R. W. Stevens imza-sını taşımaktadır.

Stevens’ın hazırladığı bir rapor Samsun’u (Canik’i) İngiliz Devlet adamlarına tanıtma-yı amaçlamaktadır. Rapor, Canik’in Trabzon Paşalığı’nın bir vilayeti olarak tanımlanmasıyla başlar. Deniz kenarında yüksek dağların eteğin-den devam eden düz bir alan üzerinde kurul-muştur. Genel olarak şehrin eni 15 milden fazla değildir. Doğusunda küçük bir nehir olan Patla-ma ve batısında Kızılırmak ile çevrilidir. Samsun, Trabzon Valisi Osman Paşa’nın kardeşi Muta-sarrıf Abdullah Bey tarafından yönetilmektedir. Bafra’dan Fatsa’ya ilçeleri sıralayan Stevens, Bafra ve Çarşamba hariç bütün kasabaların sa-hil üzerinde olduğuna dikkat çekerek kasabalar hakkında bazı bilgiler verir.

O tarihte idari açıdan Samsun’a bağlı olan Fatsa için güzel bir hükümet konağından ve iskelesin-den bahsederek 6 saat uzaklıkta olan Ünye’den Fatsa’ya kereste getirildiğini ve iskeleden ge-miye yüklendiği bilgisini verir . Çok güzel bir kasaba olarak tarif ettiği Ünye’de 1730 hane olduğunu bunun 1200’nün Türk, 80’inin Ermeni

450’sinin ise Rum evi olduğunu ancak kısa bir süre önce meydana gelen yangında Rum ma-hallesinde 350 evin zarar gördüğü anlaşılmak-tadır. Yangın mağdurları çok fakir olduğundan yeni evler inşa edememiş, vilayetin diğer böl-gelerinde metruk evlere yerleştirilmeyi talep etmişler ancak kabul edilmemiştir. Fakat valilik bütün Ünye’deki Rum ahaliye vergi muafiyeti getirmiş, gıda ve diğer yardımların yapılmasını sağlamıştır. Mesela 1000 batman un (8000 kg, 15.000 pound) yangın mağdurlarına dağıtıl-mak üzere Ünye’ye gönderilmiştir. Vali Osman Paşa’nın talimatıyla Samsun Mutasarrıfı Abdul-lah Bey, yangında evleri zarar görmeyen Rum-ların vergi muafiyetine girmediğini, vergilerini ödeyeceklerini ilan etmiştir.

Ünye tepelerinde zengin demir madeni olduğu, madende demir satışının yapıldığı not edilmiş-tir. Kasaba demircileri çivi üreterek ev ve gemi inşaatında kullanılmak üzere çiviyi batmanı 9 kuruşa satmaktadır.

Ünye’de pazarlar düzgün ve temizdir. Samsun ve Trabzon üzerinden getirilen Avrupa malları pazarda bol miktarda mevcuttur. Ticaret Türk-lerin elindedir. Ermeniler el sanatlarında Rum-lar ise denizcilik ve gemi marangozluğu işinde yoğunlaşmıştır. Karadeniz dağlarındaki orman-lar kerestenin bol olmasına, dolayısı ile tersane marangozluğunun yaygın olmasına imkân ver-miştir. Stevens, Ünye’de 150-200 ton yüklük 8 ticari geminin inşa edildiğini görmüştür.

Ünye’den Terme’ye gelince Stevens’in olumlu kanaati olumsuza dönüşür. Terme’yi acınacak zavallı bir kasaba olarak tanımlar. Denize bir saat mesafe diye tanımladığı Terme deresi-nin sol cephesinde yer alan kasabaya girer-ken takriben 100 adımlık bir ahşap köprüden geçildiğini belirtir. Terme’den düz alan içinde,

İngiliz Konsolosluğunun Gözüyle Samsun (1840)K. Tuncer ÇAĞLAYAN

9

MA

KALE

çevresi ağaçlık düzgün yoldan Çarşamba’ya ulaşılmaktadır. Orman ağaçlarının yanı sıra her türlü meyve ağacı bol miktarda bulunmaktadır. Yol, Ünye’den Terme’ye atla 6 saat, Terme’den Çarşamba’ya 4 saat sürmektedir. Yollar çok düz-gün olarak tasvir edilmiştir.

Çarşamba, Yeşilırmak’ın her iki yakasına ko-nuşlanmıştır. Halk, Yeşilırmak’a Çarşamba suyu demektedir. 200 adımlık ahşap bir köprü ile iki taraf birbirine bağlanmıştır. İlkbaharda karların erimesiyle nehrin sık sık taştığı ve köprünün de kullanılamadığı bilgisi kendisine verilmiştir. Ka-sabada takriben 750 hane vardır. 500 hane Türk, 150 hane Ermeni ve 110’u ise Rum’dur. Türk Ma-hallesi ve Pazar nehrin doğu yakasındadır. Os-man Paşa’nın büyükçe bir sarayı da burada yer almaktadır. Batı yakası ise Hıristiyan mahallesi-nin yer aldığı bölümdür. Hemen her evin geniş avlusu veya bahçesi, bahçe içinde de ipek ko-zası üretimi için gerekli dut ağaçları ile doludur. Canik’te en fazla ipek üretiminin yapıldığı yer Çarşamba’dır. Osman Paşa’nın oğlu Süleyman Bey, Çarşamba’nın yöneticisi olmakla birlikte zayıf karakterli ve yetersiz biri olduğu için fiili yönetim bir Tatarın elindedir. Çarşamba’da her çarşamba günü pazar kurulur. Pazar görüntüsü iç açıcı değildir. Çarşamba’nın zirai ürünleri kıs-men arabalarla kısmen de kayıklarla Samsun’a götürülür. Çarşamba’dan denize mesafe 3-4 sa-atliktir, Samsun’a da iyi bir rüzgârla iki saat sü-rer. Karayolu ise ovadan devam eder, Samsun’a yaklaştıkça ovanın derinliği azalır. 6 saatlik yol-culuktan sonra yol sahile iner, bir buçuk saat sa-hil devam eder. Yol üzerinde 6 toptan oluşan ve denize dönük konuşlandırılmış topçu batarya-sını vardır. Şehre denize çeyrek mil mesafede bir ahşap köprüden geçerek girilir. Çarşamba’dan Samsun 24 mil veya 8 saatlik mesafedir. Fakat yolun durumuna bağlı olarak bu zaman dilimi değişebilir. Yağmurlu havada 10 saatin altına düşmez.

Samsun batı tarafında sığ bir koyun batısına yerleşmiştir. Bu koyun batısında Roma zamanın-dan kalma mendirek kalıntıları vardır. Yüzeyin üzerine fazla çıkmamakla birlikte denize çeyrek mil kadar uzanır. Kıyı çok sığ olduğundan gemi-ler şehre yarım mil açıkta demirlemek zorunda-dır. Limanı korunaklı olmadığından ciddi rüzgâr

olması halinde gemiler için risk büyüktür.

Yeşilırmak’ın alüvyonlarından oluşan Çarşamba ovası koyun doğusunda yer alır. Doğusu düşük, denize doğru uzanan bir mesafedir, ağaçlarla kaplı, kumsalla çevrilidir. Bu yüzden Samsun’a gemilerin doğudan gece yaklaşması tehlikeli-dir. Mendirek’e yakın yerde bir batarya konuş-landırılmış, 7 veya 8 topu ihtiva etmektedir.

Samsun’da ev sayısını, evlerin çokluğundan do-layı tam sayamamakla birlikte şehrin görüntüsü ve büyüklüğünü dikkate alarak 1000 civarında olduğunu tahmin etmiştir. Şehrin bir kısmı kale ile muhafaza edilmiştir. Diğer kısım surların dı-şına taşmıştır. Kale surlarının içinde Mutasarrıf Abdullah Bey’e tahsisli konak, hanlar ve pazar yeri de yer almaktadır. Kale surlarında birkaç top yerleştirilmiştir. Ancak bu toplar savaştan çok şehre gelen yöneticileri selamlamak ama-cıyla yapılan atışlar için kullanılmaktadır. Şehrin her iki bölümünde tamamen Türkler yaşamak-tadır. Samsun’un yerlisi olmayan az sayıda Rum ve Ermeni şehirde hanlarda kalmaktadır. Rum-lar, şehre yarım saat mesafede 200 haneden oluşan Kadı Köyünde yaşamaktadır. Az sayıdaki Ermeni Abdullah Bey tarafından tahsis edilen şehrin arka tarafında küçük bir köyde yaşamak-tadır. Her iki grup da tüccar veya esnaf olarak ticari faaliyette bulunmaktadır. Son iki yılda Samsun’un ticari anlamda yıldızı parlamaya başlamıştır. Özellikle İstanbul ile buharlı gemi seferlerinin başlaması, çevre illerdeki tüccarla-rın mallarını satmak ve ihtiyaçlarını İstanbul’dan satın almak için zor, uzun ve tehlikeli kara yolu yerine Samsun limanını tercih etmelerine se-bep olmaktadır. Mesela 1838’de 2 Avusturya buharlısının taşıdığı ticari mal 8.000 paket adet iken bir yıl sonra 12.000 paket (kargo) civarına ulaşarak %50 artmıştır. Eğer buharlı gemilere malları taşıyan Türk sandalları için uygun bir fi-yat düzenlenirse bu rakamın 18.000’e çıkması mümkündü. Bu oranın giderek artacağını ka-çınılmaz bulan Stevens, İstanbul ve İzmir’e mal sevkiyatı için Kayserili tüccarların kara yolu yeri-ne Samsun yolunu tercih etmeye başladığını ve henüz çok az kısmı Samsun’dan geçiş yapması-na rağmen bu seviyede gitse bile mevcut yılın sonunda limandan sevk edilen paketin 30.000’e çıkacağını tahmin etmekteydi. Son iki yılda li-

10

MA

KALE

man ticareti sadece Samsun ve komşu vilayet-lere İngiliz veya diğer Avrupa ürünlerinin ithal edilmesi ile sınırlı kaldı. Stevens’e göre eğer Av-rupalı tüccarlar Samsun’da temsilcilik açar veya yerleşirlerse ve Sivas, Tokat, Amasya ve Kayseri gibi önemli vilayetlerin tüccarları da Samsun’da aradıkları Avrupa malını bol miktarda bulursa, zaman içinde kendi ürünlerini İstanbul’a taşı-maya son verecek, Canik’le birlikte bu vilayetle-rin ürünleri, İngiliz gemileri için Samsun’a sık sık uğrama mecburiyeti getirecektir.

Samsun’a ithal edilen tek madde demirdir. Ma-halli ihtiyaçları karşılamak ve iç bölgelere sevk etmek için Samsun’da satılan yıllık demir oranı kabaca 20.000 kentaldir (2.000 ton) Rus demiri İngiliz demirinden daha çok kullanılır. Ülkenin diğer bölgelerine göre İngiliz demirine önyargı daha azdır. Ayrıca İngiliz demirinin ucuzluğu dikkate alınırsa kısa zaman için Rus demirinin yerini tamamen İngiliz demirinin alacağı not edilmiştir. Ruslar pazarı koruyabilmek için fiyat indirimine gitmek zorunda kalacaktır. Rusya’dan Samsun’a yakında gelen büyük miktarda demir İstanbul’a gönderilmek üzere tekrar yüklenmiş, Samsun’da tüccarlar demirin şeklini beğenme-dikleri için (büyüklüğünden iç bölgelere nakli adeta imkansız olduğundan) almayı reddetmiş-lerdir.

Bafra’yı henüz ziyaret edemeyen Stevens, Samsun’a 12 saat mesafede olduğunu, Kızılırmak’ın sağ yanında yer aldığını deni-ze ise dört saatlik mesafede yer aldığını ifade eder. Bafra’nın temel ürününün tütün olduğu, Koyuncugöz’den gemilere yüklendiğini ve yıl-lık olarak kabaca her biri 75 kilo (150 pound) civarında 10.000 balyadan oluştuğunu bildir-mektedir. Koyuncugöz Samsun’a sahilden 8 saat mesafede yer almaktadır. Bafra’nın, Osman Paşa’nın diğer kardeşi tarafından yönetildiği ra-

por edilmiştir.

Canik’in ticari ürünleri olarak pirinç, fındık, ce-viz, buğday, fasulye, mısır, ipek, kereste, arpa, büyük baş hayvan, demir, bal mumu, keten tohumu, kendir, tütün başta gelmektedir. Özel-likle ceviz, pirinç, keten tohumu, bal mumu, fa-sulye, hamsi ve tütün bol miktarda üretilmekte, vilayetin ihtiyaç fazlası İstanbul’a pazarına gön-derilmektedir.

Üretilen derilerin bir kısmı İç Anadolu’ya, bir kıs-mı Trabzon’a diğer kısmı ise İstanbul’a gönderil-mektedir. Ketenden üretilen kumaşlar ülkenin her tarafına gönderilirken, fındık İstanbul ve Rus pazarlarına ihraç edilmektedir. Fındık karşılığın-da Rusya demir, buğday ve arpa olarak özellikle Trabzon’a mal sevk etmektedir. Üretilen ipeğin kalitesi Avrupa pazarları için çok düşük kalitedir. Bir kısmı İstanbul tezgâhlarına gönderilir ama büyük kısmı Zile panayırına, Diyarbakır ve Ha-lep gibi pazarlara sevk edilir.

Gemi üretiminde kullanılan kalas-keresteler ise tamamen Ünye tersanelerine gönderilir. Ünye’de kerestenin bir kısmı ticari gemi üreti-minde kullanılırken büyük kısmı devletin ihti-yaçları doğrultusunda tasarruf edilmek üzere İstanbul’a sevk edilir, kalanı ise savaş gemisi ya-pılmak üzere Fatsa’ya gönderilir. Kerestenin ke-simi, sahile taşınması, İstanbul ve Fatsa’ya sev-kinde amele istihdamından doğan masraflar Samsun halkınca karşılanır. İngiltere ile yapılan 1838 tarihli ticaret sözleşmesine göre keres-te ihracatı serbest bırakılmasına rağmen Ünye kaymakamı ve tüccarlar, Konsolos Stevens’a kereste ihracatının halen yasak olduğunu söy-lemiş, fiili bir değişikliğin olmadığına dikkat çekmiştir. Ticari gemi yapanlar kereste kesimi izni için Samsun Mutasarrıfı Abdullah Bey’e bir ücret ödemek zorundadır.

Vilayetteki toplam kendir üretimi 20.000 kental civarındadır. Devlet ödeme yapmaksızın vergi olarak 7.000 kentalini (700 ton) almaktadır. Geri kalanı ise İstanbul tarafından belirlenen fiyat üzerinden satın alınır, aynı zamanda vergilendi-rilir. Tek istisnası vilayetin ihtiyaçları için satılan kendirdir. Bunun ticaretini de ancak mülki ma-kamları hediyelerle ikna eden tüccarlar yapar. 7.000 kentallik zorunlu kendir üretimi bütün

11

MA

KALE

Samsunluların mükellefiyetidir. Kendir üretme-yenler kendi kotalarını üreticilerden satın almak zorunda veya kotasına mukabil parayı Mutasar-rıf Abdullah Bey’e ödemek zorundadırlar.

Konsolos Stevens, Mutasarrıf Abdullah Bey’in makamını istismar ederek, ödenen parayı ken-disinin tasarruf ettiğini, ayrıca 7.000 kental ken-dirin bir kısmını İstanbul fiyatından satın alıp elinde tutarak İstanbul fiyatından daha yüksek fiyata sattığını, İstanbul’a ise ürünün yeterince bol üretilemediğini bildirdiğini aktarmaktadır. Kendir mükellefiyetinden hiçbir Canik’li istisna ya da imtiyazlı tutulamaz. Hiçbir Samsunlunun bu zorunluluğun ve tekelin kaldırılacağından haberi yoktur.

Buğday ise ihraç edilecek oranda Samsun’da üretilmemekle birlikte komşu Çorum, Yozgat, Bozok gibi vilayetlerden ihraç edilecek bol üre-tim söz konusudur. Avrupa’da geçen yıl buğ-dayın çok pahalı olması insanları bol miktarda buğday ithal etmeye sevk etmiştir. İstanbul’da buğdaya talebin artması üzerine Samsun’a ele-man gönderilerek Samsun ve civar vilayetler-de hasat edilen buğday, İstanbul’da hüküme-tin belirlediği fiyat üzerinden satın alınmıştır. Rusya’dan buğday ithal edilmesinin sonucu bu yıl hükümetin sabit fiyat uygulamasını kal-dırması beklenmektedir. Bununla birlikte Mu-

tasarrıf Abdullah Bey adamlarını göndererek buğdayın yine sabit fiyat üzerinden satın aldır-makta, şahsi menfaati için Samsun’da yüksek fiyattan sattırmaktadır. Yüksek kâr elde etmek için Samsun’da diğer tüccarların buğday satışı-na yasak getirmiştir

Bu raporun ışığında Samsun için küçük bir yer-leşim beldesinden büyüme eğilimine girmiş bir şehir havasını yakaladığı ancak halen eski alış-kanlıkları mahalli idarecilerin devam ettirmede ısrarcı oldukları anlaşılmaktadır. Nüfus yapısı itibari ile bakıldığında % 90 üzerinde Müslü-man nüfusa karşı gayr-i Müslim nüfus küçük bir orandır. Fakat 1900lere gelininde şehir çok yön-lü değişecek, ticari potansiyeli artacağı gibi sos-yal yapısında gayr-i Müslim nüfus ciddi bir artış sağlayacaktır. İlerleyen yıllardaki değişimi gör-mek için ayrı bir yazı kaleme almak gereklidir.3 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü.

2 FO 336/1/E.1831, 10.08. Samsun Konsolos Vekili R.W. Stevens’ın, Canik, Amasya ve Zile Panayırı Üzerine Raporu, 15.02.1840.

3 Daha fazla bilgi için bakınız İngiliz Konsolosluk Rapor-larına Göre 1841 Yılında Samsun ve Çevresinde Ticaret, Geçmişten Geleceğe Samsun I. Kitap, Samsun Büyükşehir Belediyesi Yayını, Samsun, 2006. “İngiliz Konsolosluk Ra-porlarına Göre Samsun” Samsun Sempozyumu, Samsun Valiliği, 2011.

12

YOKSUN YA

İÇİMİ ACITIYOR SENİNLE SENSİZLİĞİMYOKSUN YA YÜREĞİMDE GURBETİ YAŞIYORUM.

SESİN VAR DÖRT YANIMDA BENİM SE SESSİZLİĞİMHER ANIMDA HER ZAMAN HASRETİ TAŞIYORUM.

YA YAKINSIN YA UZAK YA DA YASAKSIN BANASALIVERDİM GÖNLÜMÜ YOLUNA YOLLARINAKAYBETMİŞİM KENDİMİ NE OLUR ANLASANAETRAFINDA BENDİMİ HADDİMİ AŞIYORUM.

GÖZÜM KAPALI ÇIKTIM HESABINI BİLMEDENKURDUĞUM HAYALLERE BİR BİLSEN ŞAŞIYORUM.

NASIL OLURSA OLSUN KORKUM YOK HİÇ KİMSEDENKANATTIM BU YARAYI DURMADAN KAŞIYORUM.

ÖMER UMUTLU29 Mart 2012

Fotoğraf : Bilge PİŞKİN

MA

KALE

13

MA

KALESamsun iskan ve imar tarihi arkeolojik veriler

ışığında mezolitik (Tekkeköy-MÖ.8000) çağdan başlayarak kendi dönemine özgü özelliklerle kesintisiz olarak günümüze kadar ulaşmaktadır. Çok sayıda höyükte temsil edilen medeniyetler zinciri başlangıçta mezarlar etrafında gelişen ve şekillenen imar-iskan faaliyetleriyle temsil edilirken, zamanla mabetler çevresinde gelişen yerleşmeler yaygınlaşmış, nüfusun artmasıyla paralellik gösteren ticari, sosyal ve askeri ihti-yaçlar farklı coğrafyalara yolculuk yapmayı zo-runlu kılmıştır. Bu zorunluluk çerçevesinde gü-venlik kaygısıyla genellikle kervanlarla yapılan yolculuklar belli menzillerde ihtiyaçlara cevap verecek yeni yapı gruplarının da imar edilme-sine vesile olmuşlar ve böylece sistemli olarak gelişen kervan yolları ağı gelişme göstererek köprüler, mil taşları ve hanlarla/kervansaraylar-la süslenmişlerdir. Tüm bu gelişmeler yeni bir mimari yapı grubunun doğmasına neden olur-

ken, Türk-İslam Sanatı Tarihindeki kesintisiz ge-lişim sürecine ’’Rıbat’’larla başlangıç yapıp ‘’Han’’ ve ’’Kervansaray’’la devam eden konaklama kül-türünü de ilave etmiştir. Çalışma konumuz olan Çakallı Kervansarayını değerlendirmek açısın-dan Samsun tarihinin Türklerce ilk fetih yıllarını irdelemek doğru olacaktır.

Samsun Jeopolitik özellikleri nedeniyle öteden beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve otokton halklar ile her yeni fethin getirdiği kül-türler zamanla kaynaşarak bölgeye has tarihsel ve kültürel özellikler oluşmuştur. Bu neden-le çağlara rağmen iklimsel özelliklerin ürünü olan yapı malzemesi ve mimari uygulamalar ufak farklılıklarla dünden bugüne birbirinin tekrarı gibidir. Bafra İkiztepe Höyüğünün Tunç Çağı katmanlarındaki ahşap yapı geleneği ile bugünkü ahşap Camii, Konut ve Sergen uygu-lamalarındaki mimari kuruluş benzerliği buna

Çakallı Kervansarayı Kale ve Höyük İlişkisi ÜzerineEmine YILMAZArkeolog

14

MA

KALE

Samsun iskan ve imar tarihi arkeolojik veriler ışığında mezolitik (Tekkeköy-MÖ.8000) çağdan başlayarak kendi dönemine özgü özelliklerle kesintisiz olarak günümüze kadar ulaşmaktadır. Çok sayıda höyükte temsil edilen medeniyetler zinciri başlangıçta mezarlar etrafında gelişen ve şekillenen imar-iskan faaliyetleriyle temsil edilirken, zamanla mabetler çevresinde gelişen yerleşmeler yaygınlaşmış, nüfusun artmasıyla paralellik gösteren ticari, sosyal ve askeri ihti-yaçlar farklı coğrafyalara yolculuk yapmayı zo-runlu kılmıştır. Bu zorunluluk çerçevesinde gü-venlik kaygısıyla genellikle kervanlarla yapılan yolculuklar belli menzillerde ihtiyaçlara cevap verecek yeni yapı gruplarının da imar edilme-sine vesile olmuşlar ve böylece sistemli olarak gelişen kervan yolları ağı gelişme göstererek köprüler, mil taşları ve hanlarla/kervansaraylar-la süslenmişlerdir. Tüm bu gelişmeler yeni bir mimari yapı grubunun doğmasına neden olur-ken, Türk-İslam Sanatı Tarihindeki kesintisiz ge-lişim sürecine ’’Rıbat’’larla başlangıç yapıp ‘’Han’’ ve ’’Kervansaray’’la devam eden konaklama kül-türünü de ilave etmiştir. Çalışma konumuz olan Çakallı Kervansarayını değerlendirmek açısın-dan Samsun tarihinin Türklerce ilk fetih yıllarını irdelemek doğru olacaktır.

Samsun Jeopolitik özellikleri nedeniyle öteden beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış ve otokton halklar ile her yeni fethin getirdiği kül-türler zamanla kaynaşarak bölgeye has tarihsel ve kültürel özellikler oluşmuştur. Bu neden-le çağlara rağmen iklimsel özelliklerin ürünü olan yapı malzemesi ve mimari uygulamalar ufak farklılıklarla dünden bugüne birbirinin tekrarı gibidir. Bafra İkiztepe Höyüğünün Tunç Çağı katmanlarındaki ahşap yapı geleneği ile bugünkü ahşap Camii, Konut ve Sergen uygu-lamalarındaki mimari kuruluş benzerliği buna örnek gösterilebilir. Orta Karadeniz Bölgesi-nin hem deniz hem de iç bölgelerle kara yolu ulaşım bağlantısı, madenler, kereste/kütük ve tarımsal alanların zenginliği gibi bölgenin Jeo-politiğini oluşturan unsurlar tarih boyunca bir çok medeniyetin ilgisini çekmiş, bunun sonucu olarak da coğrafi nitelik ile siyaset arasındaki doğru orantılı ilişki istila, tahribat gibi olumsuz-luklar yanı sıra savunma sistemleri ve ticaretteki

gelişmişliği de beraberinde getirmiş, bu kap-samda yollar ve denetimleri konusu devletlerin siyasetlerinde önemli bir yer tutmuştur. İpek, Baharat ve Kral yolunun denetimini ele geçir-mek için verilen medeniyetler arası mücadele bunun en iyi kanıtıdır. Pek çok medeniyet gibi Büyük Selçuklu Devletinin ( 1040-1157) de il-gisini çeken Anadolu, merkeze bağlı Beylerin girişimleriyle Fetih hareketlerine sahne olmuş, Samsun bölgesi 1086 yılında aynı zamanda bir Oğuz-Türkmen birliği olan Danişmentlilerce, ticari ilişkiler nedeniyle işgal edilmeyen Ami-sos dışında ele geçirilmiştir. Bugünkü Selahiye Mahallesinin bulunduğu alan merkezli yeni bir Kent inşa edilerek Samsun’un Türk-İslam imar ve iskan faaliyetlerine hızlı bir başlangıç yapıl-mıştır. 1061 yılında Kutalmış’ın, Tuğrul Bey’e isyanıyla kurulma süreci başlayan Anadolu Sel-çuklu Devleti (1077-1307) döneminde gerçek-leşen Haçlı seferlerinde Selçuklu Sultanlarıyla birlikte hareket ettiği bilinen Danışmendliler-den sonra, özellikle Rükneddin Süleyman Şah zamanında bölgedeki imar faaliyetlerinde hızlı bir artış olduğu, bunu takip eden süreçte de de-vamlılık gösterdiği günümüze ulaşan eserlere ait istatistiki verilerden anlaşılmaktadır.

Eski çağlardan beri aktif olan Anadolu iç ve dış ticaretinin kapsamını genel olarak şap, yün, ipek, kumaş, maden, pamuk, halı, post, köle, buğday, şarap, kilim, deri, sabun ve baharat oluşturmaktaydı. Anadolu’ nun her yeriyle kara ve deniz ulaşım imkanına sahip Karadeniz böl-gesi hem maden, hemde tarımsal zenginliğiyle tacirlerin dikkatini çekmiş, pek çok medeniye-tin uğrak yeri olmuştur. Fenike, Kırım, Cenova, Ceneviz, Venedik, Atina gibi medeniyet ve kent devletlerinin bölgeyle ticari bağı arkeolojik verilerle kanıtlanabilir durumdadır. Bafra İkiz-tepe Tunç Çağı Bronz silahlarında kullanılan arseniğin komşu bölgelerden temin edildiği bilinmekte olup, Vezirköprü – Köprübaşı Bakır-çay ve Salıpazarı Esat Çiftliği köyü Bakır Gözü Mevkiindeki Bakır curufları bölge madenleri-nin öteden beri ticari meta olarak kullanıldığını göstermektedir. Hattilerce oluşturulan Anado-lu birliği ile Akad, Urartu-Asur maden savaşları ticari ve askeri kaygılar sonucu vuku bulmuş en eski örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.

15

MA

KALE

MÖ. V.yy. Amisos şehir sikkelerinin deniz ötesi ülkelere kadar ulaşması ticari ağın kapsadığı coğrafyanın genişliğini ve bölgenin ticari öne-mini göstermesi bakımından önemlidir. Komşu kentlerin ve özelliklede Amasya gibi zengin saf-ran, gümüş vb. maden yataklarına sahip ticari ürünlerinin de aktarıldığı deniz ulaşımına sahip olması önemini daha da artırmıştır. Kara denize dökülen yüksek debili akarsular kereste/kütük tacirleri için bulunmaz fırsatlar sunmuş, gür or-manlardan kesilen kütükler kolaylıkla nehirler-de yüzdürülerek gemilere ulaştırılmıştır.

İlk Beylikler döneminde Danişmendliler tara-fından fetih hareketlerine başlanan Samsun bölgesi II. Kılıç Arslan Döneminde (1156-1192) ticari ilişkilerin yoğun olduğu Amisos dışında alınmış, Rükneddin Süleyman Şah (1196) döne-minde de önemli iskan-imar faaliyetlerine baş-lanmıştır. Anadolu Selçuklu döneminde ticari faaliyetlere çok önem verilmiş, bu kapsamda var olan kervan yolları onarılarak güvenlikleri sağlanmış, yeni yol güzergahları oluşturulmuş ve kafile ile kervanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek çok sayıda Han/kervansaray inşa edilmiştir. 13.yy.da Ahilik teşkilatının kurularak ticari kuralların belirlenmesi bu yoğun ekono-mik temelli ticari ve iskan faaliyetlerinin bir so-nucudur. Samsun’u direkt etkileyen aktif kervan yolları kuzey güney istikametinde gelişen Ma-latya- Sivas- Tokat-Amasya- Samsun ve Sinop, Trabzon- Samsun- Sinop-Amasra ve İstanbul kervan yolları ile doğu-batı istikametinde geli-şen Kastamonu- Sinop (Durağan) - Vezirköprü ve Havza kervan yollarıdır. Bu ana yol ağıyla bağlantılı pek çok tali yol da bulunmaktadır. Si-nop- Samsun limanları ile Kırım yarımadasında-ki Suğdak limanı güzergahında ki deniz yolu ağı ise bir Sefere neden olacak kadar önemli bir ti-cari deniz yoludur. Sultan I. Alaettin Keykubat’ın emriyle Sinop tersanesinde hazırlanan ve Ana-dolu Selçuklu Devletinin ilk donanması özelliği-ni de gösteren gemilerle Hüsamettin Çoban ko-mutanlığında 1224 yılında feth edilen Suğdak, Kırım yarımadası ticaretinin Türklerin eline geç-mesini sağlamıştır. Tebriz- Erzincan- Sivas, Er-zurum-Bayburt-Trabzon kervan yolu Karadeniz bölgesiyle ilişkili diğer önemli ticari yollardan olup, tüm bu özellikler bölgenin fetih hareket-

lerinin hızlanmasına neden olmuştur.

Bugün Anadolu’da varlığı bilinen, kısmen yada tamamen ayakta olan 160 civarında Han/Ker-vansaray bulunmaktadır. Selçuklu mimari ge-leneğinde inşa edilen bu hanlardan Samsun ticari kervanyolu yolu ağıyla bağlantılı olanlar Sinop-Ankara yolu üzerinde Altunapa, Samsun-Amasya yolu üzerinde Çakallı, Zile-Kırşehir yolu üzerinde Çamalak, Zile-Kırşehir yolu üzerinde Çekerek Suyu, Tokat-Sivas yolu üzerinde Çin-çinli Sultan, Amasya-Tokat yolu üzerinde Dazya, Niksar’da Ebu’l-Kasım, Amasya-Tokat yolu üze-rinde Ezine Pazarı, Sinop-Ankara yolu üzerinde Gülüçagaç, Zile-Kırşehir yolu üzerinde Kervan-saray, Amasya-Tokat yolu üzerinde Mahperi Hatun, Zile’de Muhliseddin, Tokat-Sivas yolu üzerinde Paşa Han, Boyabat-Vezirköprü yolu üzerinde Pervane Süleyman, Sinop-Ankara yolu üzerinde Selçuk, Tokat-Sivas yolu üzerinde Tak-toba, Yıldızeli/Tokat-Sivas yolu üzerinde Yeni Handır. Ayrıca Han veya Kervansaray olduğu bilinip günümüze ulaşmayan yapılarda vardır. Kavak Üçhanlar köyündeki hanların güzelliği ve ticari zenginliği hala ayakta olan köprülerden ve anlatılanlardan bilinmektedir. Ayvacık–Er-baa-Taşova güzergahında yer alan kervan yolu ile Havza, Terme-Ambartepe ve Kozluktaki ker-van yolları üzerinde Körükçüler, Nalcılar ve Han yeri adları hala ‘’Hanların’’ var olduğu günlerin hatırasını yaşatmaktadır.

Halkın hizmetine tahsis edilen ve ülke ekonomi-si yönünden inşa edildikleri dönemin en önemli sosyal yapılarından olan hanlar/kervansaraylar şehirlerarası ticaret ve kervan yolları üzerinde belirli menzillerde kurulmuş mimari yapılardır.

16

MA

KALE

Han ve kervansaray terimleri zamanla birbirine karışarak ağırlıklı olarak han adıyla anılmıştır. Orjinalde daha çok şehir merkezlerindeki ko-naklama ve ticaret merkezleri için han terimi kullanılması gerekliyken, şehirlerarası yollarda-ki menzillerde inşa edilen emniyetli konaklama yerleri de kervansaray tabiri ile ifade edilmeli-dir. Başlangıcı Rıbat’ lara kadar giden kervansa-ray mimarisi Karahanlı ve Gazneli mimarisinde gelişimini sürdürürken Büyük Selçuklu ve Ana-dolu Selçukluları zamanında mimari ve tezyini olarak amaca ve göze hitap eden abidevi eser-ler meydana getirilmiştir. Kervansaraylar genel-likle yaptıranlar tarafından vakfedilen, daima masraflarını karşılayacak gelir getiren taşınır ile taşınmazları bulunan ve vakfın sorumlula-rınca idare edilen yapılardır. Genellikle konak-layanlardan belli bir süre için (üç gün) ücret alınmayan, her türlü can ve mal güvenliğinin sağlanması için önlemlerin alındığı, korunaklı, kalevari tipte, kitlesel bir mimari özellik sergile-mektedirler. Tüm bu ağırlığı dağıtan yegane şey ise portallerindeki anıtsallık ve taş süslemeler-dir. Kafilelerin barındığı odaları, hayvanlar için ahırı, samanlığı, nalbantı, tamirhanesi, mescidi, kileri, havuzu, mumhanesi, ambarı, aşhanesi ve hamamı, kısacası kervancının ve kervanın her türlü ihtiyacına cevap verebilecek bölümleriyle bir külliye görünümünde olan kervansaray ve müştemilatı menzil noktalarında kervanların uğrağı olan küçük bir şehri andırmaktadırlar. Selçuklu kervansaraylarının arasındaki mesafe deve yürüyüşü ile günde dokuz saat olup 40 km. esas tutularak menziller tespit edilmiştir. Normal zamanlarda canlı bir ticaret ve konak-lama yeri olarak hizmet gören kervansaraylar savaş zamanlarında da gerek kervanları gerekse kervan yüklerini muhafaza edebilmek için son derece korunaklı bir mimari anlayışla inşa edil-mişlerdir. Duvarlar yüksek ve kalın olup yer yer dayanak kuleleri ile desteklendikleri örneklerde görülmektedir. Pencereler genellikle mazgal şeklinde bir düzenlemeye sahiptirler. Selçuk-lu kervansarayları genel olarak üç plan tipiyle kendini göstermektedir. Bunlar yazlık, kışlık ve ikisinin karışımından oluşan karma tipte inşa edilenler olarak gruplandırılmaktadır. Yazlık kervansaraylar açık avlulu, kışlık kervansaraylar kapalı avlulu, karma kervansaraylarda hem açık

hem de kapalı mekan ve avluya sahip mimari yapıda inşa edilmişlerdir. Bu kapsamda Çakallı Kervansarayı karma plan tipi özelliğine sahip olup hem kapalı hem de açık avlulu bir düzen-leme göstermektedir.

Samsun İli, Kavak İlçesi, Çakallı Beldesi, F36D13A-2D pafta, 12 ada, 4 parselde bulunan Kervansaray Çakalhan, Taşhan, Çakallı hanı, Çakallı kervansarayı gibi adlarla anılmaktadır. Pek çok onarımla günümüze ulaşmış olan Ça-kallı Kervansarayının mülkiyeti köy tüzel kişili-ğine aittir. Samsun Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 8/9/2001 tarih ve 298 sayılı kararıyla tescili yapılan taşınmaz Sivas-Tokat-Amasya toprakları üzerinden, Yeşilırmak bo-yunca ilerleyip Samsun ve Sinop limanlarına kadar uzanan, kuzey – güney istikametinde gelişen kervan yolu üzerinde yer almakta olup, günümüze ulaşabilen ilimiz sınırlarındaki tek kervansaray olma özelliğindedir. Kapalı bölü-mü ve açık avlulu düzenlemesiyle karma hanlar grubundan olan yapının iç mimari düzenlemesi ile portalindeki taş tezyinat benzerleriyle birlik-te değerlendirildiğinde Selçuklu döneminde, l3.yy.da inşa edilmiş olabileceği önerilebilir. Ya-pıda kapalı kısım ayakta olup, açık düzenlemeli bölüm ise toprak seviyesindeki izler dışında yok olmuş durumdadır. İç mekan da ise üstü tonoz-la örtülü dikdörtgen planlı mimari düzenleme kendini göstermektedir. Duvar boyunca yolcu-ların dinlenip ihtiyaçlarını giderebileceği set-ler bulunup, duvarlarında ocak ve kandillikler bulunmaktadır. Set aralarının ise hayvanlar ve yükler için ayrıldığı anlaşılmaktadır. Kapalı kıs-mı derinlemesine gelişen bir plan gösteren ker-vansaray boydan boya uzanan tonozlu yapısı, iç mimari düzenlemesi ile 13.yy. Karadeniz bölge-si ticaretinin kervan yolu güzergahı ve konakla-ma noktalarını tespit açısından oldukça önemli bir konuma sahiptir. Kitabesi, yapanı, yaptıranı bilinmeyen yapı ile ilgili en eski veri salnameler-de mevcut olan kayıtlardan elde edilmektedir. 1493 de gerçekleştirilen sayımlarda Samsun ka-zasına bağlı nahiyeler sayılırken Kavak nahiyesi-ne bağlı Bergos köyünde bulunan kervansaray-dan bahsedilmektedir.

Bundan Çakallı köyünün eski adının Bergos ol-duğu ve bölgenin Selçuklu döneminin önemli

17

MA

KALE

bir menzil noktalarından olduğu anlaşılmakta-dır. Kervansarayın girişinin sağına denk gelen bölümde su künklerinin bulunması yapının, içinde çeşme ve hamamında yer aldığı külliye şeklinde düzenlendiğini göstermekte olup, he-men yanındaki Ahşap Camide bunu destekler niteliktedir. Kasımzâde Ahmet Sofi Efendi Cami adıyla anılan ve tamamen ahşap malzeme ile yığma tekniğinde inşa edilen yapının orjina-linde kervansaraya daha yakın bir mesafede olduğu, bugünkü yerine sonradan taşındığı bi-linmektedir. Dikdörtgen formlu kapalı bölümü, açık avlulu düzenlemesi, anıtsal boyutlu portali, taş tezyinatı ve kitleselliği ile Selçuklu dönemi Anadolu kervansarayları ile paralellik gösteren Çakallı Kervansarayında günümüze ulaşan ka-lıntı ve izlerden kuzey-güney doğrultusunda gelişen üç sahınlı kapalı bölüm ile doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlı açık bir avlu-dan oluşan bir iç düzenlemeye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kesme taş ve moloz taş mal-zemeyle inşa edilen yapının cephesi düzgün taşlarla kaplanmış olup, kaplamalar kısmen dö-külmüş durumdadır. Yaklaşık olarak Kapalı bö-lüm 32.20 m. x 21.90 m., açık bölümü ise 30.60x 22.50 m. ölçülere sahip olup, duvar kalınlığı 1.20 m. dir. Kapalı bölüme 5.20 m. genişliğinde-

ki bir açıklıktan geçilmektedir. Oldukça anıtsal olduğu anlaşılan Taç Kapının görkemi hakkın-da ön cephe giriş açıklığı kenarlarında yer alan geometrik formlu yarım yıldız süslemeler ipucu vermektedir. Üç sahınlı kapalı mekan düzenle-mesinde orta sahın diğer sahınlara oranla daha geniş tutularak vurgulanmış olup, Sahınların üzeri takviye kemerleri ile desteklenen beşik tonozlarla örtülmüştür. 1650 yılında kapsamlı bir onarım geçirerek yeni ilavelere maruz kalan yapıda boydan boya uzanan tonozun ağırlığını taşıyan kemerlerdeki açıklıkların yakın zaman-larda taş ve tuğla malzeme ile örüldüğü bilin-mektedir. Uzun yıllar boyunca amacı dışında kullanılan yapıda kapalı bölümdeki odaları teş-kil eden set düzenlemeleri büyük ölçüde tahri-bata uğramış, ocak ve kandillikler zarar görmüş durumdadır. 1957 yılında, Samsun-Ankara ka-rayolu yapımı esnasında araç bakım atölyesi olarak kullanılan yapının toprak ve betonla kap-lı üst örtüsü 2011 yılında İl Özel İdaresince ger-çekleştirilen onarımlarda temizlenmiştir. Çakallı Kervansarayı’nda 2008 yılında Müze Müdürlü-ğünce sondaj kazısı yapılmış, çalışmalar sonu-cun da kemer ayağına gelen yükün dağıtılması amacıyla, kemer altlarına destekleyici pabuçlar konulduğu tespit edilmiştir. Avlu duvarının or-

18

MA

KALE

tasında kalan bölümde, dışa doğru çıkıntı ya-pan üçgen formlu bir burç olduğu görülmüştür. Stilistik açıdan değerlendirildiğinde Selçuklu döneminde inşa edilmiş Kervansaraylar gele-neğinde düzenlendiği görülen Çakallı Kervan-sarayının, kapalı bölümünü oluşturan payelerle ile üç sahına ayrılma özelliği bazı Konya bölgesi hanlarıyla, kendisine yakın mesafedeki Tokat-Amasya kervan yolunda Pazar İlçesinde yer alan Mahperi Hatun, Ezine Pazarı ve beşik tonozlar-la örtülü olmaları bakımından Sinop hanlarıyla benzeşmektedir. Portalinde yer alan geometrik süslemeler ise 12.-13.yy. taş tezyinatı özelliğin-dedir.

Kavak İlçesi, Çalbaşı Köyü hudutları dahilinde olup, Çakallı Mevkiinde, eski kervan yolu üze-rinde yer alan Tescilli Kervansaray, Kasım Zade Sofi Ahmet Efendi Ahşap Camii ve Köprülerin yaklaşık 2 km. kuzey doğusunda yer alıp, böl-geye hakim bir yükseltide yer alan Kale Yeri Tepesinde çok miktarda atıl halde kale sur ve mimari elemanlarına ait olabilecek blok taş ve moloz taş yığınlarına rastlanmış olup, sonra-dan örülme moloz taş duvarların alt seviyesin-de kale surlarına ait olabilecek insutu izlenimi veren blok taş dizileriyle karşılaşılmıştır. Taşların dağılım alanının tepe kütlesinin hemen hemen

tamamını kapladığı görülmüş ve bu alan içeri-sinde zengin seviyede Tunç, Demir, Hellenistik ve Geç Antik çağlara ait pişmiş toprak seramik parçalarına rastlanmıştır. Yine Tepenin zirvesin-de, kuzeydoğu yönde bir höyük tespit edilmiş burada da Tunç, Demir, Hellenistik ve Geç An-tik Çağ kültür katmanlarının takip edilebildiği, bol miktarda ve iyi kalitede çanak çömlek par-çası ile obsidien taşı kesiciler görülmüştür. Yasa dışı kazılarla güneydoğu yönde yaklaşık 20 m. Uzunluğunda bir tünel açılan ve yüzeyde derin çukurlar açılmak suretiyle büyük tahribata ma-ruz kalan höyük ve çevresi sit alanı ilan edilerek korumaya alınmıştır. Kale yeri tepesinde Aralık 2009 da Müze Müdürlüğünce yapılan son tes-pitlerle Tunç Çağından beri kullanılmakta oldu-ğu anlaşılan kervan yolu güzergahında önemli bir yer teşkil ettiği anlaşılan Çakallı Mevkii, hem Selçuklu Dönemi Kervansarayı hem de hemen yakın mesafesindeki Kale kalıntısı ve Höyük yer-leşmesiyle öteden beri önemli bir menzil nokta-sı olduğunun işaretini vermektedir.

Sonuç olarak; Selçuklu Sultanlarının takip ettiği güçlü siyaset ve kalıcı önlemler sayesinde Ana-dolu, XII. Yüzyıl sonlarına doğru ihracat ve itha-lat faaliyetlerinin düzenli olarak yürütülebildiği bir bölge haline gelmiştir. Tacirlerin Anadolu

19

MA

KALE

üzerinden ticari faaliyetlerine tekrar başlaması II. Kılıçarslan döneminden itibaren kuzeyden-güneye, doğudan–batıya kervan yollarının ye-niden düzenlenmesini ve belirli menzillerde konaklama mekanlarının hızla inşa edilmesini gerektirmiş, bu kapsamda pek çok Han ve Ker-vansaray, Köprü, liman inşa edilerek, deniz ötesi fetihler için donanmalar oluşturulmuş, Kara-deniz ve Ak deniz limanları önem kazanmıştır. Kervan ticaret yollarının güzergahı, dönemin sosyal ve ekonomik politikaları, istatistiki veri-leri ve Sanat Tarihinin az bilinen veya kaybolan zenginliklerini bize cömertçe sunan kervansa-raylar Türk Mimarisinin başlangıcından itiba-ren önemini artırarak kendini geliştiren büyük ve anıtsal yapılar olup Çakallı Kervansarayı da Samsun Limanı ile Amasya-Tokat-Sivas isti-kametinde gelişen kervan yolu güzergahının başlangıcında yer alan ve bugüne kadar ula-şan ilimizdeki tek kervansaray olma özelliğine sahip olup, 13.yy. Selçuklu kervansaraylarının İlimizdeki temsilcisi durumundadır. Kapalı ve açık avlulu Selçuklu kervansaray geleneğini, iç mimari düzenlemesi ve portalindeki taş tezyi-natta açıkça yansıtması bakımından, XIII. yy.a işaret eden Çakallı Kervansarayı anıtsal boyut-lu taç kapısı, geometrik formlu silmeleri, yarım yıldız şeklindeki taş tezyinatı ile tüm tahribata rağmen yapıldığı dönemin mimari ve süsleme özelliklerinin eski ihtişamını hala yansıtabil-mektedir. Ayrıca elde edilen son arkeolojik ve-rilerle bölgemizdeki Kervansaray menzillerinin menşeini sadece yapıldıkları dönemde değil binlerce yıl öncesinde aramanın Eski Çağ Ticari Kervan Yolları konusuna da ışık tutacağı kana-atindeyim. Bugün Samsun ilinde şehir merkezi dışında han adıyla anılan pek çok mevkii vardır ki buna örnek olarak Kavak-Havza arsındaki Üç Hanlar mevkii verilebilir. Mevki adları bize menzil kervansaraylarının izleri hakkında bilgi verebilecek en önemli ipuçlarıdır. Bu tespitler Selçuklu Devri Mirası Çakallı Kervansarayının diğer han, kervansaray ve menzillerle ilişkisini göstermesi bakımından önemlidir.

KAYNAKÇA:AKOK, Mahmut- ÖZGÜÇ, Tahsin. (1956). “Sarıhan”. Belleten. Anka-ra:379-384.ATALAR, Münir. (2000). “XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Karadeniz Ticare-tindeTrabzon’un Yeri ve Önemi”. Trabzon Tarihi SempozyumuBildirileri. 6-8 Kasım 1988. Trabzon: Trabzon Belediyesi. 131-135.BAYBURTLUOGLU, Zafer.(1993). Anadolu’da Selçuklu Dönemi YapıSanatçıları. Erzurum: Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi.BAYKARA, Tuncer. (1997). I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164-1211) Gazi-Sehit. Ankara: Türk Tarih Kurumu.BAYRAM, Mikail. (1988). “Pervaneogulları Zamanında İlmi Çalıs-malar”.Birinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri. 13-17 Ekim1986, Samsun: 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi. 383-387.BİLGİN, Mehmet. (1997). “Giresun Bölgesinde Türkmen Beylikleri veİskan Hareketleri”. Giresun Tarihi Sempozyumu Bildiriler. 24-25Mayıs 1996. _stanbul: Giresun Belediyesi. 80-82.DAK, Mustafa (1989). Samsun ve İlçeleri. Ankara: Evren Ofset.Dânismend-Nâme.(1999). Haz. N. Demir. Niksar: Niksar Belediyesi.ERÖZ, Mehmet. (1984). “Sosyolojik Yönden Türk Yer Adları”, Türk YerAdları Sempozyumu Bildirileri. 11-13 Eylül 1984- Ankara. Ankara:Kültür ve Turizm Bakanlıgı. 43-53.ERSOY, Bozkurt. (1995). “Osmanlı Öncesi Anadolu Kervan yolları veÜzerindeki Kervansaraylar”. Kültür ve Sanat. Ankara:25. 22-26.KAYMAZ, Nejat. (1970). Pervane Mu’inü’d-din Süleyman. Ankara:Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi.MÜLAY_M, Selçuk. (1982). Anadolu Türk Mimarisinde GeometrikSüslemeler –Selçuklu Çağı-. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.Üniversitesi. Selçuklu Araştırmaları Merkezi. 117-136.ÖGEL, Semra. (1987). Anadolu Selçukluları’nın Tas Tezyinatı. An-kara:Türk Tarih Kurumu.ÖZERGİN, M. Kemal. (1965). “Anadolu’da Selçuklu Kervansarayla-rı”. İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi. İstanbul: 20. 141-170.SAFRAN, Mustafa. (1988). “XIII. ve XIV. Yüzyıllarda KaradenizLimanlarının Ticari ve Tarihi Önemi”. Birinci Tarih BoyuncaKaradeniz Kongresi Bildirileri. Samsun: 19 Mayıs Üniv. EğitimFakültesi. 459-462.SARCAN, Ali. (1966). Samsun Tarihi. Ankara: Kültür Matbaası.TURAN, Serafettin. (1988). “Karadeniz Ticaretinde Anadolu Şehir-lerininYeri”. Birinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri. 13-17Ekim 1986. Samsun: 19 Mayıs Üniv. Eğitim Fakültesi. 147-158.TURAN, Osman. (1990). “Selçukluların Karadeniz Siyaseti”. TarihBoyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri (Uluslararası I) 1-3Haziran 1988. Samsun: 19 Mayıs Üniv. Eğitim Fakültesi. 233-240.TURAN, Osman. (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye. 3. Baskı.İstanbul: Boğaziçi Yayınevi.UMAR, Bilge. (2000). Karadeniz Kappadokia’sı (Pontos). 2. Baskı.İstanbul: İnkılap Yayınevi.YUVALI, Abdülkadir. (1990). “XIII. Yüzyılda Karadeniz Ticareti”. _kinciTarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri (Uluslar arası I) 1-3Haziran 1988. Samsun: Ondokuz Mayıs Üniversitesi EgitimFakültesi. 233-240.Yurt Ansiklopedisi;Türkiye İl İl,Dünü,Bugünü,Yarını,Samsun Maddesi,Cilt IX ,Anadolu yayıncılık

20

MA

KALE

Foto

ğra

f : E

mre

BO

STA

NO

ĞLU

İNSANSAN EĞER

Şehrin do lambaç l ı yo l lar ındaPeş imden ge l en in sanlar ı

Gölgem sandımKaçt ım şehirden

Uygarl ığ ın u la şmadığ ıDağlara s ığ ındım

Hüznümü karl ı dağ lara bırakt ımYolu iz i o lmayan

Dayanamadığ ım İnsans ız l ığaKoş tum insanlar ın ara s ına

Kalabal ık ş ehir l e reOlmuyormuş meğer

Üzüntüsüz , ta sa s ız , in sans ızİnsansan eğer…

Ömer PAMUK

21

MA

KALE

Samsun İli, Vezirköprü İlçesi, Yukarı Narlı Köyün-de 07/06/2011 tarihinde yaptığımız bir incele-me görevinde, bir mola arasında yorgunluk çayı içerken vatandaşlarla yaptığımız sohbet esna-sında Aşağı Narlı Köyü,Saray Mahallesinde gü-zel bir tarihi evin olduğu ve mutlaka görmemiz gerektiği tarafımıza ısrarla söylenmiştir.Bunun üzerine Yukarı Narlı köyündeki işimizi tamam-ladıktan sonra söz konusu evi yerinde görmek üzere aynı gün Aşağı Narlı Köyüne gittik.

Saray Mahallesi 1 pafta,643 no’lu parselde yer alan tarihi konak Hatip Ağa tarafından yaptı-rılmış olup halk arasında Hatipin evi olarak bi-linmektedir. Hatip Ağanın zamanında köyün en zengin kişisi olduğu, evinin önünden geçen küçük ve büyük baş hayvan sürüsünün ucu bu-cağının görünmediği ifade edilmektedir. At ko-şum takımlarının gümüşten olduğu bu gün bile dilden dile söylenmektedir.Yol kenarında bahçe içinde yer alan konak zemin kat üzeri iki katlıdır.Zemin kat duvarları taştan,üst kat duvarları kısa tomruklarla örülüdür.Taş ve tomruklar dikey ve çapraz olarak konulan ahşap direkler arası-na yerleştirilmiştir.Tomruklar arası acı kireçle doldurulmuştur.Kırma çatısı alaturka kiremitle kaplıdır.Konağın gösterişli ön cephesinin 1. ve 2. katı boydan boya çıkmalıdır.Çıkma iki ahşap direkle taşınmaktadır.Binanın sağ yan cephe-sinde 2. katta bir çıkma bulunmaktadır.Çıkma iki ahşap konsolla taşınmaktadır.Arka cephede

de boydan boya bir çıkma yer almaktadır.

Binaya giriş ön, arka ve sağ yan cephedeki ah-şap kapılarla olmaktadır. Yapının içi sonradan yapılan bölmelerle üç hanenin ayrı ayrı otura-bileceği şekle getirilmiştir. Bazı katlardaki oda-larda orijinal halde ahşap yüklükler, dolaplar, nişler ve ocaklar bulunmaktadır. Arka bahçede binaya ait olan tek katlı,ahşap ve taş malzemey-le yapılmış 3 tane müştemilat mevcuttur.

Köylerde böyle güzel bir konağa rastlamak pek mümkün değildir. Yılların yorgunluğunu üzerin-de taşıyan konak zamanla bakımsız kaldığı için bu gün restore edilmeye muhtaç haldedir. Res-torasyon çalışması sırasında binada sonradan yapılan eklentilerin kaldırılarak konağın eski haline döndürülmesi sağlanmalıdır. Konakta şu anda Hatip Ağanın soyundan üç aile ikamet et-mektedir. Bu ailelerinde bugün konağı restore edecek mali güçleri bulunmamaktır.

Geç Osmanlı veya Erken Cumhuriyet dönemi yapısı olan konak, Samsun Kültür ve Tabiat Var-lıklarını Koruma Bölge Kurulunun 29/07/2011 tarih ve 3195 sayılı kararıyla korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilmiştir.

Hatipin EviUğur TERZİOĞLUArkeolog Samsun Müzesi

22

MA

KALE

Çarşamba Lisesi’ni bitir-diğim yıl olan 1972’de İstanbul’a yerleşmek üzere, doğup büyüdü-ğüm kentten ayrıldım. İstanbul’da, sinema ala-nında çalışmayı çok erken yaşlarda kafama koymuş-tum. Sinema tutkunu taş-ralı bir genç böyle bir düş kurabilirdi kuşkusuz; ama bu düşü nasıl gerçekleşti-rebilirdi? Yıllar yılı kafamı meşgul eden en baskın sorun bu olmuştu. Benim-kisi kuru bir hayal değildi. Sinemanın altın çağını Çarşamba’nın köhne si-nemalarında, yaz-kış, soğuk-sıcak demeden ya-şayan son kuşak izleyicilerden biriydim. Kente gelen filmlerin abartısız yüzde doksanını izler-dim. Beş kardeş olarak aşağı yukarı aynı sayıda film izler, o zamanların ünlü banka cep takvim-lerine gördüğümüz filmlerin isimlerini yazar, “yıldız”landırarak değerlendirmeler yapardık. Sonra yılbaşlarında, yılın en iyi on filmini seçer-dik. Bu sinema tutkusu biz beş kardeşi, taşra öl-çüsünde de “sinemadan anlar” hale getirmişti.

Babam bir gün, “Yataklarınızı sinemaya taşıyın, oldu olacak!” demişti.

Hayallerimi gerçekleştirmek, sinema yolunda yürüyebilmek için hazırlanmalıydım:

1) İyi bir sinema izleyicisi olmam gerekiyordu.

2) Resim sanatını seviyordum. Beş odalı evimi-zin kileri büyük ağabeyimin resim atölyesiydi aynı zamanda. Ağabeyim Muammer, Hayat mecmuasının orta sayfasında yayımlanan ünlü ressamların röprodüksiyonlarını yağlıboyayla büyüterek yapıyordu. Bütün kardeşler aşağı yu-

karı bu atölyenin öğrenci-si olacaktı zaman içinde. Akrabalar ve komşular, misafir odalarına yağlıbo-ya bir tablo asabilmek için kuyruktaydı.

3) Babam ezberinden şiirler okurdu, evimizin dönerli kara tahtası olan “ders odası”nda. Nâmık Kemal, Mehmet Âkif ve Nâzım Hikmet’i ilk baba-mızdan dinledik. Kasta-monu Lisesi’nden mezun (1934) babamın edebiyat beğenisi, tanınmış şair

öğretmenlerden Vasfi Mahir Kocatürk’ün öğ-rencisi olduğu yıllarda gelişmişti.

4) Babamın bilime ve edebiyata olan düşkünlü-ğü, evde küçük yaşlarda kitap/lık görme olana-ğı vermişti beş kardeşe. Bu nedenle edebiyata ben de tutkundum. Kitabın ve eğitimin en bü-yük hazine olduğunu babam ve annem öğretti bize.

5) Çarşamba, içinden Yeşilırmak’ın geçtiği bü-yük bir tarım iklimidir. Çarşamba günleri kurulan –ünlü– Çarşamba Pazarı, benim gözlemevim, okulumdu. Salı gecesinden başlardı uzaktan uzaktan yiyecek yüklü kağnıların sesi. Sokağa tek başıma çıkacak denli büyüdüğümde, bütün kente yayılmış olan Çarşamba Pazarı’nda gir-medik delik bırakmazdım. Pirinç pazarı, at pa-zarı, yoğurt pazarı, sebze pazarı demeden ge-zinir, insanlara ve sattıkları ürünlere bakardım. Bakmalara doyamadığım –güçlü bir yumrukla dağıtılmış bir yüz gibi duran– Çarşamba Pazarı benim için büyük bir film setinden farksızdı. Her köşesinde ilginç bir şey bulurdum. Kentin bü-

“Herkes Yeşilçam’a bir hikayeyle gelir!”Turgut ÇEVİKER

23

MA

KALE

tün resim derslerindeki ana konularından biri, Çarşamba Pazarı’ydı. Bu kentin bütün çocukları bu sınavdan geçmişlerdi.

6) İçinden akan Yeşilırmak’ın haylaz bir çocuğu oldum. Tam on yıl içinde “çimdim”. Çok uzun za-manlar Sungurlu Mahallesi’nin küçük çetesinin bir üyesi olarak Çaltıburnu’na doğru –etrafını saran karpuz tarlalarını basa basa– akıp durduk. Yeşilırmak’tan çok şey öğrendim. Beni geleceğe hazırlayan gizli ustalarımdan biri oldu.

7) 1964’te resim derslerimize de gelen Türkçe öğretmenimiz Kazım Memiç (o zamanlar adını “şapka”lı yazıyordu), “Çarşamba Ortaokulu’nun yayın kolunun aylık dergisi” olan Oydaş’ı öğ-rencileriyle birlikte yayımlamaya başlamıştı. Ki-taplığımdaki koleksiyona baktığımda –bir kısa hikâye olan– ilk yazımın 1967’de yayımlandığını görüyorum. Daha sonraki sayılarında yazılarım ve çizgilerimin de yer alacağı Oydaş, bütün okul için büyük bir sevinç kaynağı olmuştu. Orada görünmek okulda neredeyse bir statü kazan-dırıyordu öğrencilere. Koleksiyona baktığımda romancı olarak tanınacak olan İrfan Yalçın’ın ve –iki hikâye kitabıyla görünüp kaybolan– Hay-dar Koyun’un (yazarlık adı olarak soyadını Ko-yunoğlu olarak kullandı) ve şair (ve Karadeniz bölgesi yerel basındaki köşe yazarlığıyla) Kazım Memiç’in Oydaş’ta olması daha da anlamı ge-liyor bana. Oydaş, içimdeki yazma tutkusunun itici güçlerinden biri ve dergilere olan tutku-mun ilk kaynağı olmuştu.

8) İzlediğim filmlerle sınırları genişlemeye baş-layan hayal dünyam, ortaokul ve lise kompo-zisyon derslerinde kendini göstermeye başla-mıştı. Hem arkadaşlarım, hem Türkçe edebiyat öğretmenlerim –bir film hikâyesinden farksız olan– kompozisyonlarımı mutlaka okumamı isterdi. Türkçe öğretmenim Abdullah Kireçtepe ve sınıf arkadaşım Şener Süren’ın verdiği “gaz”la 1967’de, ortaokul son sınıfta bir –bir yıl çalışa-rak– bir roman yazmaya kalkmıştım.

9) Resim, yazı ve sinema; bu üç ilgi alanından ayrı yaşamanın olanaksız olduğunu 1967’den başlayarak derinden duyumsadım.

10) Lise birinci sınıfta resim öğretmenim İhsan İncesu oldu. İstanbul’dan gelmiş, DGSA mezu-

nu –öğretmenliğe çok geç başlamış– eski bir ressam. O bütün öğrencilerin hayatına “resim sanatı”nı sokmasını bildi. O, öğretmeni olduğu bütün öğrencilere yaşadıkları kenti köyleriyle birlikte keşfetmesini öğretti: Resim ve elişleri dersiyle yaptı bunu. Bütün derslerini Orhan Veli ya da Rıfat Ilgaz gibi şairlerin şiirleriyle açardı... Daha önceki resim ve elişleri öğretmenlerine benzemiyordu. “El insana en yakın doğa parça-sıdır; o halde el çizeceğiz,” derdi. O anı hiç unut-muyorum. Ondan önceki öğretmenler, –genel-likle– kürsüye saksı koyup yaptırırlardı! Henüz İstanbul’u görmeden ondan Babıâli’de dönen fırıldakları dinledim. Burhan Toprak imzalı Sanat Tarihi kitabıyla verilen dersleri de o üstlenmişti. İlk sanat tarihi dersinde, işlenecek konulardan ve kitaptan söz açtı uzun uzun. Sonra dedi ki, “Birer kâğıt çıkarın ve söyleyeceklerimi yazın: “Bu kitaba bir ek yapacağız. Türkiye’de ressam Abidin Dino’suz sanat tarihi dersi olmaz!”

Ve yazdırdı…

Ünlü Altın Goller (1966) filmine değin yazdırdı.

Abidin Dino’nun adını ilk kez ondan duydum.

Yıllar sonra yine aynı okuldan öğrencisi Ferhan Şensoy, Paris’te Abidin Dino’ya resim öğretme-nimizi anlattığında, Dino şöyle der:

“İhsan, Türkiye’nin en iyi el ressamıdır. O eli öpün.”

“Bezirgân” sözcüğünü ilk ondan duydum. Babıâli Yokuşu’nun –aynı zamanda– bir bezirgân yokuşu olduğunu ilk ondan öğren-dim. 1950’lerin toplumcu ressamlarından, res-sam Kemal İncesu’nun kardeşi, heykeltıraş Vahi İncesu’nun ağabeyi İhsan İncesu ilk sanat öğret-menim oldu.

10) Çarşamba Lisesi’ne 1968’de çat kapı Ferhan geldi. Galatasaray Lisesi’nden doğduğu ken-te liseyi bitirmeye gelmişti Ferhan... Bu sıkıntılı kentte hayallerim konusunda atabileceğim en önemli adımları Ferhan sayesinde gerçekleştir-me olanağı buldum.

İkinci sanat öğretmenim Ferhan Şensoy oldu.

Sıkıntılı bir taşra kentini sevinçten boğacak işler yaptık sayesinde. Bütün tiyatro çabaları, benim için Ankara Devlet Konservatuarı sınavları için

24

MA

KALE

bir hazırlıktı aynı zamanda. İkinci sınavdan dön-düm.

Lise bitmişti (1971). Üniversite sınavlarını kaza-namamıştım. İstanbul’a gidip çat kapı Yeşilçam’a girmenin zamanı gelmişti. Bavullarımı hazırla-dığım günlerde – lise boyunca izlediğim – Ses mecmuasında bir ilan gözlerimi yerinden fır-latmıştı: “Bir film için beş genç aranıyor.” Küçük, sakin bir ilandı ve çok kısa bilgi veriliyordu. Bu ilana yapışıp kalmıştım. Bir Yeşilçam fırıldağı olabilirdi de?

Çarşamba’da geçen son yıllarımda sık sık İstan-bul rüyalarıma girerdi. Kentten ayrılmadan gör-düğüm son rüya şöyleydi:

Samsun sokaklarında kan ter içinde kalırcası-na koşuyorum... Durmaksızın süren bu koşu, dik –ve arnavut kaldırımı– görkemli bir yokuşa tırmanarak sonuçlanacaktı. Artık yürüyecek gü-cüm kalmamıştı ki, tepeye ulaşmıştım... Yokuş birdenbire bitiyor ve düzleşerek bir balkona dönüşüyordu. Beton tırabzanlı, bu geniş tera-sımsı balkonun ardında, güneşle parıldayan Kız Kulesi’yle İstanbul uzanıyordu:

İstanbul’a indim. Şişli’de arkadaşlarımın evine sı-ğındım. İlanı birkaç kez okudum. Lisede gerçek-leştirdiğimiz oyunlardan, özellikle de Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri ile Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’inin fotoğraflarından bir al-büm yaptım. Kısa bir yaşamöyküsü yazdım ve bir mektup ekledim. Çekeceği filme beş yeni genç oyuncu arayan “rejisör”e açık bir mektup-tu bu. Mektubumun özü, Yeşilçam’a taşradan “artist” olmaya gelmiş bir genç olmadığımdı! Gerçekte “yönetmen”liği öğrenmek istediğimi; İstanbul’a gelmeme birkaç gün kala bu ilanı gördüğümü; bu yarışmanın bana Yeşilçam’a bir an önce girme olanağı verebileceğini düşündü-ğüm için başvurduğumu yazmıştım.

Dosyayı büyük bir zarfa koydum ve Yeşilçam’da Duru Film’i aramaya koyuldum. Epeyce aradık-tan sonra buldum. Utana sıkıla birkaç katı, mer-divenlerden –düşüne taşına ve kalp çarpıntıla-rıyla– çıkıp zarfımı girişteki odacıya bırakıp hızla oradan uzaklaştım. Birkaç gün, belki de bir haf-ta geçti... Eve mektup gelmedi. Dosyamı geri al-mam gerekiyordu. Tek kopya olan fotoğrafları-

mı orda bırakamazdım. (Kapıcıya bunu tembih de etmiştim, verirken.) Aynı adrese gittim yine. Duru Film’in kapısını açıp girdiğimde odacıyla karşılaştım. Adamın yüzü sevinç ve şaşkınlıkla büyüdü ve bana seslendi:

“Seni arıyoruz! O gün ‘Hoca’ dosyana baktı ve, ‘Hemen çağırın bu çocuğu’ dedi. Peşinden koş-tum, ama seni bulamadım. Kaybolmuştun.”

O an ölebilirdim. Hem sevinmiş, hem üzüntüye boğulmuştum.

Odacı sözünü sürdürdü:

“Hoca içerde, Naci Bey’le oturuyor,” dedi.

Ve hemen hızlı adımlarla karşıdaki odaya girdi ve içeriye şöyle seslendi:

“Hocam aradığınız genç geldi!”

Odaya doğru yürüdüm. Kapının girişinde du-rakladım. Karşımda iki insan vardı: Biri Duru Film’in sahibi, yani “prodüktör”ü Naci Duru. Pat-ron masasında oturuyordu. Masanın önünde, koltukta ise orta yaşlı bir adam. “Hoca” denilen “rejisör”dü. Çekeceği film için beş genç oyuncu arayan iki yetkili insan oradaydı. Onların önün-de sevinç ve şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak garip bir biçimde duruyordum. “Rejisör” bana seslendi:“Sen neredesin evlâdım!?”“Haber bekliyordum, efendim,” dedim. “Adres yazmamışsın dosyana!”

Şaşırdım tabii... Mektubumun dibine adresimi yazdığımı sanıyordum. Oysa zarfın üstüne ad-res yazmak gerekiyordu.

“Yazdığımı sanıyordum, ama...”

“Neyse... Dün Sinematek’te seçimi yaptık. Beş oyuncu seçildi.”

Bu sözleri dinlerken, üç ya da dördüncü kattaki bu odanın İstiklâl Caddesi’ne bakan pencere-sinden atlayabilecek denli kendime kızıyordum.

“Üzülme,” dedi, “seni ikinci asistan olarak çalış-tıracağım. Ayrıca küçük bir rolde de denerim seni...” dediğinde, pencereden atmaya çalıştı-ğım bedenimi geri çektim! İçimde boğulan ilk sevinç, başka bir biçim almıştı. Demek benim mektubumu okudu; taşrada yapmaya çalıştık-

25

MA

KALE

larım ilgisini çekti... Benim için önemli olan da buydu zaten. Ne yapmak istediğimi anlayan bir insandı ihtiyacım olan. Şanslıydım.

Film jeneriklerinden Naci Duru’yu biliyordum; hatta Duru’ların Samsunlu olduğunu duymuş-tum. Fakat yönetmenin adını bilmiyordum. Odacı, “Hoca”, Naci Bey ise “Vedat Bey” diye ses-leniyordu “Rejisör” Bey’e. Taşralı bir sinema kur-du olarak, “Vedat” adlı bir rejisör tanımıyordum. Vedat Bey’in karşısındaki koltukta otururken, onu tanımamaktan duyduğum sıkıntıyı yene-memiştim. Sinema konusundaki onca “bilgiç” halim yerlerde sürünüyordu.

Vedat Bey, çekeceği film hakkında bilgi verdi. Bir taşra kentinde (Bodrum) beş gencin buna-lımlarını, özellikle de cinsel sorunlarını toplum-sal bir boyutla ele alacak bir hikâyeydi söz ko-nusu olan. Senaryo sansür heyetindeydi. Yakın günlerde Ankara’dan yanıt bekleniyordu. Ertesi gün şirkete gelip asistanlık için sözleşme yap-mam gerektiği söylendi.

Naci ve Vedat Beylerin ellerini sıkıp görüşmek üzere ayrıldım odadan. Şişli’de Kocamansur So-kak, Feyza Apartmanı’nın bodrum katındaki ev arkadaşlarım da sevindi bu sonuca. Onun hak-kında kimden bilgi alabileceğimi de bilemiyor-dum.

Duru Film ile sözleşme yaptım. Birkaç gün son-ra –Ağacamii Sokak’ta, Ağa Lokantası’nın biti-şiğindeki binanın en üst katında– prodüksiyon amiri Stepan Melikyan’ın yazıhanesinde Vedat ve Melikyan Beyler, seçilen beş oyuncu ve be-nim dahil olduğum toplantı yapıldı. Vedat Bey, bizlere sinemanın nasıl bir sanat olduğunu ana çizgileriyle anlatmaya çalıştı. Sözü genelden alıp özele, Yeşilçam’a indirdi. Sinema oyunculu-ğunun nasıl bir uğraş olduğundan söz açtı. Ve Yeşilçam’a her gün sayısız insanın hayalleriyle geldiğini söyledi. Yeşilçam’a olan bu ilgi filmlere bile yansıdığı için, taşralı çocuklar bile bu du-rumdan haberdardı. Ancak, bu durumu uzaktan uzağa bilmekle, bir figür(an) olarak Yeşilçam’da olmak aynı şeyler değildi!

Melikyan’ın yazıhanesindeki o toplantının –hiç unutmadığım– açılış cümlesi şuydu: “Yeşilçam’a herkes bir hikâyeyle gelir!”

Bu küçük oyuncu yarışmasını kazanan beş genç insanın arasında, onların “kazanç”ına imrene-rek Vedat Bey’i büyük bir dikkatle dinliyordum. Toplantıyı açış cümlesine karşılık, “Benim çok hikâyem var efendim,” demek geçiyordu içim-den! Diyemedim tabi...

Bir başka şirket buluşmasında, Vedat Bey filmde birinci asistanlığını yapacak olan Mesut Eren’le tanıştırdı beni. Ve ertesi gün, toplantı için iki “asistan”ını Kurtuluş’taki evine davet etti.

Adres pusulası elimde, bir İstanbul acemisi olarak arayıp durdum. Biraz dolandıktan sonra evi buldum. Sanırım iki ya da üç katlı bir evdi. Eve girdiğimde duvarlar ve kitaplık dikkatimi çekmişti... Vedat Bey hakkında bir ipucu arıyor-dum. Duvardaki Balaban’ı hemen tanımıştm. Dedim ki, bu “rejisör” başka bir adam olmalı. Bu Yeşilçam’ın o bilinen “rejisör”lerinden de-ğil. Balaban gibi bir toplumcu ressamın tablo-su evinde canlı canlı asılı! Vedat Bey’in çalışma masasının üzerindeki camın altında fotoğraflar vardı... Birini tanıyordum: Ayla Algan ve Beklan Algan’lı bir film karesi: Karanlıkta Uyananlar’dan bir sahne... “Efendim, bu film Çarşamba’da afişe çıktı, ama bir türlü gösterilmedi,” deyivermiştim. Bu fotoğraf ile Vedat Bey’in ilişkisini kuramıyor-dum. Sevdiği bir film karesi olarak da oraya ko-nulabilirdi. Vedat Bey, bize kendini tanıtmamış-tı. Kimdi, sinemayla olan ilişkisi neydi, vb.

Duvarda bir hapishane fotoğrafı görmüştüm. Demek ki, hapse de girmiş diye düşünüyordum. Kitaplık raflarında Ruhi Su’nun uzunçalarları vardı… Gördüğüm her nesne Vedat Bey hak-kında, onu tanıma konusunda bir açılım sağlı-yordu. Telefon çalmıştı. Karşısındaki kişinin Ruhi Su olduğunu anladığımda şaşkına dönmüştüm. “Tam yerine düştün oğlum!” deyivermiştim kendi kendime.

Ama bu adam kimdi!?

Masasındaki duruma bakıp, bu yeni çalışmanın ne olduğunu sorma cesareti bulmuş olmalıyım kendimde. Yanıtı şöyle olmuştu:

“Bir roman yazıyorum.”

O yıllarda “köy romanı” olgusu çok tartışılıyor. Ben de bu tartışmaları izlemeye çalışıyordum. Bu bilgiyi arkama alıp:

26

MA

KALE

“Köy romanı mı yazıyorsunuz, Hocam?” demiş-tim.

“Yok oğlum, ben köyü bilmem; bir şehir romanı yazıyorum,” demişti.

Masada çırpınan roman, birkaç yıl sonra doğa-cak olan Bir Gün Tek Başına’dan başkası değil-di...

Duru Film’in odacısına sormuştum:

“Vedat Bey kim? Siz neden ona ‘Hoca’ diyorsu-nuz? Hangi filmleri var?”

“O Vedat Türkali. Senaryocu ve yönetmen... Ona herkes Yeşilçam’da ‘Hoca’ der!”

Resim öğretmenim İncesu, Çarşamba’dan sonra Eyüp’e, evinin semtine tayin olma şansını elde etmişti. Her yıl en az iki kez onu ziyarete gider-dim.

Yeşilçam’a katıldıktan sonra ilk gidişimde ona durumu anlatmıştım:

“Hocam, Yeşilçam’a girdim... Vedat Türkali’nin ikinci asistanı olarak çalışacağım.”

İncesu’nun bıçak gibi keskin bakışları, yanık te-nini parlatıvermişti:

“Sen Yüzbaşı Abdülkadir’in, Abdülkadir Hoca’nın asistanı oldun ha?”

Şaşkına dönmüştü sevinçten.

Ondan dinlemiştim Vedat Türkali’yi.

Şiir dolu belleğini silkmiş ve ünlü “İstanbul” şi-irini okuyuvermişti ezberinden. Hocamdan, bu şiiri –her askeri darbede kapısı dipçiklenerek kırılan–, Eyüp sırtlarındaki evinin bahçesinde dinlemiştim.

Muhteşem bir okuyuştu bu!

Vedat Türkali’nin “Umutsuz Şafaklar”1 adıyla Bodrum’da çekilecek olan filminin senaryosu-na sansür heyeti izin vermemişti. Bunun üze-rine apar topar başka bir senaryo gündeme gelmişti. Şirketin bir filme ihtiyacı vardı, bu nedenle Korkuteli’nde (Antalya) başka bir film çekilecekti. Beş genç oyuncu adayının düşleri tuzla buz olmuştu. İçlerinden biri olan Mesut Engin, birkaç yıl sonra “1973 Ses Mecmuası Artist Yarışması”ndan birinci olarak çıkacak ve Yeşilçam’a katılacaktı.2

Korkuteli’nde yaklaşık bir ay kaldık. Ekim 1972’yi

gösteriyordu tarih. Mesut Engin, küçük bir sah-nede oynatıldı; ben ise ikinci asistan olarak ça-lıştım. Vedat Türkali’nin güvenini kazanmıştım. Beni anlamış, hissetmiş olmalıydı.

İstanbul’daki ilk Hocam, Vedat Türkali oldu.

Korkusuz Âşıklar (1972), Vedat Türkali’nin yö-nettiği son film oldu. Onunla ikinci kez çalışma olanağı olmadı bu nedenle. Ancak İstanbul’daki yaşamımı güçlendiren, tanımaktan ve yanında çalışmaktan onur duyduğum bir insan ve ya-ratıcıydı. Yıllar, Vedat Türkali’yi hayatın içinde tanıma olanağı da verdi bana... Geçmişe olan merakım, Hoca’nın kişisel tarihi konusunda bil-gilenmeme de yardımcı oluyordu.

Vedat Türkali’yi, Yaşilçam gibi karmaşık bir yol-da tanımak ve onun iyi bakışlarını üstümde his-setmek daima sevinç vermişti bana.

Kadıköy-İstanbul, 27.4.2005

*) Bu yazı ilk kez Vedat Türkali [Seksen Beşinci Yaş Dönümü Anısına] (Everes Yay., Mayıs 2005, s. 276-292) adlı kitapta yer aldı; burada gözden geçirilerek ikinci kez yayımlanıyor.

1) Adı “Umutsuz Şafaklar” olan senaryosu san-sürden geçmeyen bu proje 1990’da Hülya Avşar ve Aytaç Arman’ın oynadığı Süreyya Duru’nun yönettiği Fatmagül’ün Suçu Ne? adıyla sinema-ya aktarıldı. Bu filmin hikâyesi aynı adla, 2010’da Beren Saat ve Engin Akyürek’in oynadığı –çok beğenilen– bir dizi film olarak kamuya ulaştı; dizi Haziran 2012’de sona erdi.

2) Mesut Engin ile kısa zamanda iyi arkadaş olumşutuk. Evsizdi. Onu Kurtu luş’daki arkadaş-larımla (Abdullah Yılmaz, Hüsnü Erdoğan, Kök-sal Zerey, Muammer Aydın ve Hasan Yeşildal) birlikte kaldığımız eve götürmüştüm. Evin en küçük odası ona verilmiş, ev sorununu çözene değin bir karşılık beklenmeden bizimle birlikte kalacaktı. Mesut için bir dönüm noktası olacak olan “1973 Ses Mecmuası Artist Yarışması”, yak-laşmaktaydı... Aynı evi paylaşarak ve sinema alanında hayallerimizi gerçekleştirmek için ça-lışmaya başlamıştık... İstanbul’un ve Yeşilçam’ın “artist”ler için hazırladığı bütün tuzaklara dü-şerek sınırlı sayıda önemsiz filmde rol aldı ve önemsiz bir oyuncu olarak defterini kapattı ve 19.12.2011’de İstanbul’da öldü.

27

MA

KALE

Şiir YazılmazKendini yazdırır

Çok mu zor Şiir tadında bir bakışGülümsemek ücrete tabi değilTanrı vergisidir oZamanla somurtmayı öğrenmişsenKendi kusurun

Sevginin eli – kolu bağlı değilNeresinden yakalarsan duygununİçinde toplanır zaman

Barışmak çok mu zor

Şiir tadında uyumakŞiir tadında yürümek sarmaşıklı duvarların göl-gesinde

Bir kendine bak yeterBarış önce aynadaki yabancıyla Sonrası kolayHer gördüğün insan bir olay aslındaKarış gündelik yaşama

Güneş uzak değilPaylaşmasını bil

Güneş barıştır – biliyorsunBak, şiir tadında gülüyorsun

Şiir yazmak için uğraşım yok. Bir şeyler söyle-mem gerektiğimde söylerim. Sınırlamam dili-mi. Kurallara da bağlı kalmam. Dilde şiirselliği ararım. Düzyazının insan ruhunu okşayanı ilgi-lendirir beni.İmgeler sıradan olursa ilgilendirir beni. Ara-mam, zorlamam. “Beni yaz” demeli düşünce ve duygular. Önce yaprağın serüveni gibi maya-lanmalı, topraktan kuru dallara yürümesi gibi

suların, olaylar - duyumlar da zorlamalı insanı. Yüreğini gıdıklamalı duygular. Yürek gıdıklanın-ca, suyun yolunu bulduğu gibi sözcükler sökün eder. İmgeler ( Düş - hayal - İmaj) yerine halkın belleği önemli benim için.Yalın olmak Yunus gibi. İçten olmak Karacaoğ-lan gibi. Köroğlı gibi mert, Kerem gibi de cö-mert olmalıyım. Bir sevgi uğruna otuz iki dişini söktürmekten öte cömertlik olur mu?Şiir yazmak derdim de değil. Nazım gibi nazım söyleyebilmeli insan. “Anadolu’dan insan man-zaraları” hep kıskanır beni. Yalın - açık - duru. Külebi’nin Atatürk Kurtuluşu Savaşında” ki coş-kuyu yüreklere işlemeli ozan dili.

“Edirne’den Ardahan’a kadarBir toprak uzanırBoz kanatlı üveyikler üstünden uçarArdahan’dan Edirne’yeEdirne’den Ardahan’a kadar.”

Böyle başlar serüven ve öyle bir yere gelir ki:

“İstanbul’dan bir yar sevdimAdamı günaha sokar”

diyecek kadar da açık sözlüdür. Söz Külebi’den açılmışken bir de “Hikaye” sindeki söyleme ba-kalım.

“Benim doğduğum köylerdeKuzey rüzgarları eserdiHep bu yüzden dudaklarım çatlaktırÖp biraz” Demez mi?Duyguların dilini böylesine açık anlatmak için imge mi aramış Külebi. Yalnız Cahit Külebi mi; Bedri Rahmideki sevdaya bakın:

“Değirmen misali döner başımSevda değil bu bir hışımGel - gör beni darmadağın

Şiir - ŞiirsellikKazım MEMİÇ

28

MA

KALE

Tel tel çözülüp kalmışımYar, yarCanımın çekirdeğinde dikenGözümün bebeğinde sitem var.”

Hem Bedri Rahmi, “ Nerde bir köy türküsü duy-sam / Şairliğimden utanırım” demez mi? Köy türkülerindeki yalınlık - içtenlik değil midir şi-irin aradığı? Halkın dilindeki anlaşılırlık yüzyıl-lara ulaşma nedeni değil mi? Karacaoğlan, Köy çeşmesinin başında gördüğü Türkmen kızının:“Emmi çekil de testimi doldurayım!” dediğinde, oracıktaki şu söylemine ne demeli.

“Değirmenden geldim beygirim yüklüŞu kızı görenin deli olur aklıOn beş yaşında kırk beş bölüklüBir kız bana emmi dedi neyleyim”

Şiiri şiirsellik yaratır. Anlatımda şiirsellik olmazsa şiirin mumu yanmaz, yüzü gülmez. Sözcüklerde öylesine bir akış olmalı ki, birleştiklerinde şela-leler oluşabilsin. Bu da ancak dost sözcüklerle örülen duyguları, dost gönüllere aktarmakla olasıdır.İçimdeki yangın halkım için olmalı. Halktan kopuk söylem aşkı yaralar. Toprağın tohumla buluşması gibi duygular söylemle filizlenmeli. Beni benden alanlara ulaştırabilmeli şiir. Yoksa, “yinelenmekten korkarım.” Derdim şiir yazmak değil, anlatımı şiirleştirmek istiyorum. Çatlayan tomurcuk gibi, kimi konular “Söyle beni, yaz beni, ilet beni” der patlarcasına. İşte o zaman dilin öznesi sıralanıverir. Ne imge, ne imaj. Sözcükler akar.Eğer, kendiliğinden akarsa sözcükler, işte o za-man şiirsellik çıkıverir ortaya. İstenilen de bu değil mi? Yoksa oturup “Şiir yazmak”, imgeler aramak, zorlar şiiri. Dili de zorlar aranmak. Yap-macık olmaktan korkarım. Sözcükler akarken ilgiyi peşinden sürüklerse ve söylemin içini, duygunun sıcaklığını bilgi doldurursa şiirsellik geliverir.Şiiri “aşk” olarak algılarım. İnsanın insanla, in-sanca kucaklaşmasıdır aşk. İnsan insanla bulu-şurken toprağa basar. Toprak doğurgandır. Hele cemreler inmeye görsün baharda. Dal uçları çatlar. Tohumlar yarılır, yukarı bakar. Güneşle öpüşür ilk kez tohum. Ruşeymin nemle maya-

lanması, toprağın rahminde yaşam bulması gi-bidir aşk.

“ÇocuklarımNar çiçeklerim“Kıral nerde çıplak?” Söyler misiniz

Kutuplara ulaşır mı sesiniz? Demek geldi içim-den.Bu söylemi bir çınar altında düşlediğinizi varsa-yın. Bursa - Uludağ yolundasınız.

“Bursa’da UludağDağ yolunda bir çınarÇınarda koca bir Osmanlı varGün görmüş dallarıYaz güneşinde bir alem“ Dem bu dem” deyip yaslan çınara Dalıver gitsin”

Şiirsellik kimi zaman sessiz iletişimin dayanağı olur. Bir durumu tesbit ederken karşıdaki insa-nın gönlünde alkımlar oluşturur; ateşin içinden alır da bir çağlayanın altında serinletir. İşte o zaman yazılan bir manzume de olsa yeterli gö-rülür.Bir anımdan yararlanayım izin verin. Henüz emekli değilim. 100. Yıl Lisesi’nde Öğretmenim. Devlet, ilkokul öğretmenleri için sınav hakkı ta-nıdı. Ön lisansı elde ederlerse birinci dereceye terfileri yapılacak.Öğretmenlerin her birileri ak saçlı, yok saçlı. Emeklilikleri çoktan gelmiş. Bir terfi etseler he-men hepsi o gün emekli olacaklar. Ama sınav bu. Napolyon’u bile uykusuz bırakan bir olgu. Çaresiz girecekler sınava. Belki diye.Sınav salonunda gözcüyüm. Sorular dağıtıldı. Her sırada bir ışığın çökmüş, yıpranmış hali, gözler sorularda. Yanıt anahtarları olsa; yok, yok. Kimileri , “Ya tutarsa!” gibilerden karalıyorlar. Ön sırada oturan, altmış yaşlarında, okuyor; dönü-yor – okuyor. Ancak yok bir şey. ( Bunca zaman sonra, bu sınavı icat edenleri aynı sıraya oturt-sanız kağıdı boş kalır…) Şu dörtlüğü yazıp ön sıradakinin masasına koydum, izliyorum. Önce “yardım geldi umudu doğdu;” okudu:

“Sevgiyle besledin bunca gülleri

29

MA

KALE

Güllerin başına bir diken olduBülbüle döndüren suskun dilleriDiller sınavlarda bir sitem oldu.”

Başını kaldırıp bana baktı. Yüzünde bir gevşeme sezdim. Gülümsedi, daldı – gitti. Bir yardım bek-ler hali de kayboldu.O arada ben şu ikinci dört-lüğü masasına bırakıverdim.

“Şimdi karşımızda ak saçınla senYazarken – silerken içim burkulurYıllarını uç uca, bir bir eklesemAncak öpülesi ellerin olur.”

Daha bir sıcak baktı. Gözlerinin içinde yılların izi, alnında da durumun tanığı çizgileri vardı. Derin bir nefes aldı. Artık düşünmeyi de bırakmış gi-biydi. Benden gelecek son dörtlüğe hazırdı:

“Kadrini bilmezler, nedir ki şimdiÜç – beş kuruş için zora koşarlarBilirsin öğretmenim ışıklı yoldanErdemli olanlar gülüp – aşarlar”

Kağıdını katladı. Yazdıklarımı gömleğinin ce-bine koydu. Ayağa kalktı. Sınav evrakını teslim etmek için kürsüye geldi. 5 Ekim 1986’ yı gös-teriyordu tarih. Lisenin kapıları açıldı – kapandı bir daha.

Her yazılanın şiir olması da gerekmez. Duygula-rın dili olması yeter böyle anlarda. Dedim ya şiir yazılmaz; o kendini yazdırır. Uzaklara ulaşması alıcısının benimsemesine bağlıdır. Olur ya, ke-narda – köşede sessiz duranların aynası olur da kendini izlettirir.

Şiirsellik, mutlulukların yanında, sitemlerin, beklenmezliklerin de tesbitidir. Serap olunca birileri,

“Uzun – ince bir yol gibi düşlerinNe biter – ne yitersin Yeni yeni gonca gül gülüşlerinAzrailden betersin” Dedirtmez mi?

Araya söz koymadan gelin sizinle bazı duygula-rın yeşerdiği bir halka oluşturalım.

Özlem Bir yaz akşamı yolun düşer deÇıkagelirsen poyrazın estiği yerdenÖzlem sayarımBekleme – gelYalanın bini bir para olsa daYine de umuttur dokunan bir el

SaklıdaIBu dağın ardında sisler saklıdırBulutlar yalınayakİnanmıyor musunDön de bir bakIslaklık yağmura döndüGözlerinin denizine dökülürO göz öpülürBu dağın ardı mıBoş ver gitsin

Ayrılık LeylaIIBoş ver eskiyi Yarın güneşli olacakYaşam parçalı bulutluÜzüm yaprakları şarap kokuluSevdalar MecnunAyrılık Leyla

Boş ver eskiyiYağmur damlaları yüzündeYürü – yol açıkTan ağartısı yüreğindeErken yola çık

Kulübedeki YalnızlıkIII

Burası dağbaşı kulübesiNe Kül Kedisi varNe Kül Kedisi’nin ebesiBir yandan giren rüzgarÖte yandanŞaha kalkan atın yelesiZülüfleri dolaşmış bakışlarınaHavada bir öpücük sesi

Fotoğraf : Metin İŞLER

30

MA

KALE

VuslatIV

Güneş şarap rengine girdiği akşamlardaŞişelerin dibine çöküyordu bulutlarŞöyle dönüp bir baktımBulutlar utancından – suskun Kızarıyor ufuk daSana canından yakınDuygu sarı malarya herkes kendi derdindeVuslatın sevdalısıŞarap güneş renginde

Bırakınız, herkes anladığını anlasın.okur, işine gelmezse bırakıverir zaten. Yeter ki birileri, önü-ne lezzeti tattıracak ürünler koyabilsin. İçindeki renkleri bir yağmur sonrası alkıma dönüştüre-bilsin.

“Şiir yazılmaz, kendini yazdırır” derken bir kay-naşımın paylaşılma arzusuyla yansımasını söy-lemek istiyorum. Kimi duygular paylaşılınca gü-zelleşir. Hani, demez miyiz. “Acılar paylaşıldıkça küçülür, sevinçler paylaşıldıkça büyür.” Örneğin şu arzuyu siz de paylaşmak istemez misiniz?

Dileyince TanrıSanrıları biter insanınGüneş ısıtır içiniAğrıları diner her yanın

Dilerse Tanrı Kız da verir – oğlan daSen arada Sırat KöprüsüGelen geçer – geçen bakar

Dileyince TanrıSeni bana yazar daKüpe çiçekleri bir başka nazlanırBalkonumdaki saksıda.

Bir başka anda yüreğin Van’dadır. Toz - duman içinde canlar enkazdadır. Oradaki doğal dep-rem, senin ruhundaki depremin sözcülüğünü yapabilir mi?

Van’a kar yağdıYer göğe ağdı bugün

Eller tutuyor arşıDualar semaya karşı

Ercis’te bir öğretmenle çiçekleri aradımSınıfında yoktu kara gözlü Yunus

“Saat kaç? Babam kızar?”Oldu Yunus’un son sözleriElleriyle söyleşiyordu enkaz altındaYunus’un gözlerinde tüm çiçekleri topladımÖğretmen yüreğime Yunusları sakladım.

Bütün bu ortak duyguların sonucunda yaşadı-ğımız çağa, çağın toplumuna ve sağlam basılan yere çakılıp kalıyorum.

Anadolu akıl yolumTutan elim – güçlü kolumBinlerce yılı topladımGonca gül gibi kokladım

Bu toprağın hamuruyumAyak izlerim tapusuBilim aydınlığın iziUzay yoludur kapısı

Şiiri, şiirselliğe bakışı bir tanıma bağlayıp işin içinden çıkmanın da bir anlamı yok. Söylemeye çalıştığımız, şiirin – şiirselliğin tadılması gereken bir anlatım güzelliği olduğudur. Bu doğrultuda şiirselliğin içindeki ayrıntılara bakalım biraz da. Geliniz birlikte şiire bir yolculuk yapalım şimdi de:

* * *• Şiire bağlamak her şeyden önce güzele ulaş-ma yoluna düşmek demektir. Bu yol bir ömrü içine alırsa güzellik dayanışmaya, üleşmeye ula-şır. Şiire gönül vermek yaşamın uç noktasında çiçeklere dönüşmektedir ki bu da insan için en büyük kazançtır.

• Her insan kendi şiirini yazar. Şiirle başlamayan, şiirselliğe ulaşmayan, ulaşamayanların geçirdi-ği her gün bir boşluğun yansımasıdır. Bu açıdan bakıldığında duygular anadilin sıcaklığında başkalarına ulaşırsa, ulaştığı yerde iz bırakabilir-se sözler şiirsellikle melodileşir.

31

MA

KALE

• Tut ki başkalarının gönlünde ateş yakamadık. Bu bizim kendimizle barışık olmamızı engeller mi? Öyleyse yazmaya, şiirle yaşamaya devam.

• Şiir nedir? Kalıplara sığmayacak kadar özgür, zamanı kapsayacak kadar da insan kokan öz-gün bir dil ürünüdür şiir.

• İnsan olmanın güzelliklerini dil aracılığıyla uzaklara taşıyan, taşırken de kendini gönülde bulan bir yakın dosttur şiir.

• Şiir, yalnızlığın çokluğu olurken, çoklar içinde seçiciliğin yalnızlığıdır.

• Şiir, yazıldığı andan itibaren susturulmuş tüm gönüllerde taht kurduğundan artık herkesin or-tak duygularının yansımasıdır.

• Sözcükler elendikçe renklenir, renkler renkler-le karıştıkça özleşir. Tüm sözcüklerden yepyeni bir söz ortaya çıkar ki bu şiirdir artık.

• Şiir insan ruhunda müzikal bir fırtınadır ki kimi zaman bir demet gül, kimi zaman da iki damla yaştır.

• Şiir, tüm zamanlarda insanın insana bırakabil-diği en gerçek kalıttır. Şiirsellik olmasaydı, uy-garlık acıdan – kandan ibaret kalırdı ki bu, insan onuruna terstir.

• İnsan, onurunu düşünce ile geliştirir. Dil, dü-şüncenin anahtarıdır. Bilime ve aşka giden yol şiirsellikle buluştuğunda kan güle dönüşür.

• Şiir seçkincidir, anadilinin gizemleri şiirde açı-ğa çıkar. Yalnız, yazıldığı dildedir gizemi; başka dillere çevrildiğinde bir garip olur duygular. Duygular ulusaldır çünkü. “Her yiğidin bir yo-ğurt yiyişi vardır” çünkü.

• Şiir, salt duyguların dili olmakla kalmaz. Yaşa-dığı toplumun görsel – düşünsel tanığıdır da. Sosyal birikimlerin sözcüsüdür aynı zamanda. Eğer dönemine ışık ve düşünce olamıyorsa uzun ömürlü olamaz.

• Şiirin sorumluluğu, aşkı yaşatacak gönüllere

barışçıl bir ortamın hazırlanmasına gönül ver-mektir. Kanı güle çevirmektir şiirin sorumlulu-ğu.

• Karanlıklar aşkı yaşatmaz. Aydınlıkta kuşun ka-nadını çırpmasıdır şiir.

• Şiirin gerçek tanımı, insanın kalbiyle beyninin izdüşümünde ortaya çıkarılabilen bir çizimdir. Her halkasında yeni bir boğumun filizi çıkar.

• Ancak bir nokta var ki tüm duygular orada yu-varlanırken çözülemeyecek bir yumak haline gelir. Çözmek için uğraşılan bir yumaktır şiir. Her eline alan yeni bir uç çıkarır da çözüme bir türlü ulaşılamaz. Ancak, yumağın ortasında yu-valanan duygular kanatlanır, mavi gökyüzünde yeni sesler söze dönüşür. Şiirin kendisidir bu.

• “Şiir, öyküdeki Melami dervişine benzer. Ateşe atılınca derviş sır olur, yalnız tacı ile hırkası kalır.” Böyle diyor “Şiir Sanatı” kitabında Yaşar Nabi.

• Mallerme daha ileri gidiyor ve “Şiir kelimeler dinidir!” deyiveriyor.

• Oysa Ahmet Haşim’le Yahya Kemal bir noktada buluşuyor ve, “Şiir, sözle musiki arasında, söz-den çok musikiye yakın edebi bir türdür” diyor-lar.

• Şiirin tanımı için insan aynaya baksın. Orada gördüğü şiirin kendisidir. Her insan bir şiirdir.

• Eski şiir, yeni şiir. Böyle söylemlerle şiiri sınırla-mak yanılgıdır. Her şiir, her zaman yenidir. Yalnız söylem ve biçim değişir. Algılarda yer bulunca, hangisi olursa kanatlanır, kendisiyle gönül vere-ni de uçurur.

• Sözcüklerle insanlara yaşama şevki verebildiği anda şiirin doğuşu başlamış sayılır.

• Çünkü şiir, her haliyle arınmıştır. Melonkolisin-de bile insancalık vardır.

• Şiir, kimi zaman ses, kimi zaman söz, kimi za-man duru bir bakış, kimi zaman da hüzünlü bir kaçıştır.

32

MA

KALE

• Şiir, tüm dillerin ağız sütüdür.

•“Bilimsiz şiir kör, şiirsiz bilim sağırdır.”

• Şiir bir aşktır, ki onun içinde evrenin sırları sak-lıdır. Salt beden üzerinde aşkı arayanlar, saksıda nilüfer yetiştirmeye benzerler.

• Şiirsiz yaşayanlar, renkleri ararken karanın zi-firinde kalanlardır. Oysa kumsalda salınanların ötesinde, kumullar içinde yaşamı sorgulayanları görmek gerek. Fırtına vadisinde şahinin pençe-sinden kurtulmak için çırpınan serçenin canını tutmak gerek.

• Şiir, gizemli bir aynadır. Baktığınızda alıp gö-türür, özgür topraklarında evreni dolaştırır da gelip bir gönüle kapılandırır.

• Şiir; buzlar içinde donmak üzereyken bizi sarıp – sarmalayan bir şaldır. Şiir, yaşadıkça yaşana-cak bir haldir.

• Şiirde dil özgün, dilde şiir düzgün olmalı. Evre-ni saklayacak sevgilerle söz, giz olmalı ki esteti-ğin alkımında müzikal bir duyumla içinde tüm gizleri saklayan, barındıran kocaman bir göz olmalı. Gönül olmalı, algıyı yaşama sevdasıyla doldurmalı.

• Şiir, ya önceyi aşmalı, ya da halka ulaşmalı. Hal-kın, gelecek yüzyıllara ulaşan duru sesidir şiir. Yönetimin değil halkın içindendir şair.

• Şair, susturulmuş tüm duyguları aktarırken halkın çağdaş yüzüdür. Okuyucu sözcüklerin harmanından geçerken duraklama gereğini duyabilirse, okuduğu şiirdir. Çünkü, kendi sesini bulmuştur orda.

• Yeni bir özleyiş, yeni bir söyleyiş içindeki söy-lemlerle bellekten belleğe ulaşan uyanık, apay-dınlık bir diriliş yoludur şiir çünkü.

• Şiir, bazen çiçekte yaprak, bazen bahçıvan elin-de toprak, bazen yaşamda sonsuz durak, bazen de ülkenin doruk noktasından hesap sormaktır; çünkü:

•“Ferman Padişahınsa dağlar bizimdir” diyen ozanlar, inadına yaşıyor da, erki ellerinde tutan, çevresine ateş yağdıran yalancı pehlivanlar yok olup gidiyorlar.

• Erkliler şiirden haz alırken korkarlar da. Ozan-ları destekler gibi görünürlerken, kimi zaman da merdiven altı kömürlüklerde boğdururlar, ya da Nazım gibi dört duvar arasında susturulma-ya çalışırlar. Ne var ki ozanın avazını hapsede-cek duvar henüz yapılmamıştır.

• Şiir, dilin sözcüklerinden oluşan duru, coşkun selidir. Sıcaktan bunalanların serinlediği bir öz-lem denizidir. Her arayan ilk köşebaşında yaka-layabilir onu.

• Bir de şu gerçek var. Derler ki:

“ Bir şiir kitabı yayınlamak, uçuruma bir gül yap-rağı atarak gelecek sesi beklemektir.”

Söylemler bir yana, “Halkın içinde, halkın yüre-ğinde halay – horon isteği uyandırabilirse söy-lenenler, şiirin güneşi doğuyor demektir.

33

MA

KALE

LEYLİFER

Ne i s em öy l ey im ben Mevlâ böy l e yaratmışYüzümü başka r enk le boyamadım Ley l i f e r

Yaradan göz l e r ine b i r büyülü s ı r a tmışBin y ı l yüzüne bakt ım doyamadım Ley l i f e r

Sevda darağac ında g i r s em b i l e s ı rayaNe ka lb imi satar ım, ne ve r i r im k i raya

Gamze le r in i bast ım i ç imdek i yarayaBaşka b i r r e ç e t eye uyamadım Ley l i f e r

Yüzünün kâ inata dokunduğu ye rdey im.Ölünün yaşamaktan yak ınd ığ ı ye rdey imHasret türkü le r in in okunduğu ye rdey im

Sens iz l ikte başka s e s duyamadım Ley l i f e r

Bu koskoca ş eh i rde yapaya ln ız b i r iy imHüzünle r l e yoğru lmuş aşk ın a l ın t e r iy imGözle r im aç ık d iye sanmas ın lar d i r iy imKaç defa ö ldüğümü sayamadım Ley l i f e r

Bura lara kar yağd ı , hastay ım, üşüyorumSaç lar ın ın ucundan boş luğa düşüyorumHer sabah ezanında kabr imi e ş iyorum

Kendimi başka ye r e koyamadım Ley l i f e r

Yokluğunu bağ ı ş la , ı ş ı ğ ın ı ke r em e tGece l e r ime süzül , gündüzümü i r em e tEy bak ı ş la r ı büyü , ey gü lüşü ke ramet

Var l ığ ından b i r lâhza , cayamadım Ley l i f e r

Mustafa BİLİR (Aş ık OBALI)

34

MA

KALE

Samsun Ticaret Meslek Lisesi ve Samsun Anadolu Ticaret Meslek Lisesi öğrencilerinin, mezunlarının ve her iki eğitim müessesesinde okumuş olan kimseler ile derneğin diğer üye-lerinin sosyal, kültürel ve sportif sahalardaki muhtelif maddi, manevi ihtiyaçlarını imkanlar dahilinde karşılamak, birlik ve dayanışmayı sağ-lamak.

Dernek yasalarının öngördüğü ölçüde Sam-sun Ticaret Meslek Lisesi ve Samsun Anadolu Ti-caret Meslek Lisesi’nde onarım ve ek tesis yap-maya, öğrencilere, okul kütüphanelerine eğitici kitap ve ders malzemesi sağlamaya, maddi yön-den güçsüz öğrencilerin maddi ve eğitim mal-zemesini karşılamaya, üyeler arasında maddi manevi ilişkileri geliştirecek çalışmalar yapmayı, Derneğe bina yaptırmaya ya da almaya çalışır.

Dernek bir sosyal dayanışma, kültür, eğitim ve spor kuruluşudur.

Okul idaresi ve aile birlikleriyle işbirliği yap-mak, öğrencilerimizi okumaya, araştırmaya öğrenmeye, spor yapmaya ve boş zamanlarını faydalı uğraşlarla değerlendirmeye teşvik ama-cıyla kompozisyon, şiir, resim, bilgi, spor ve halk oyunları gibi konularda seminer kurs konfe-rans ve yarışmalar düzenlemek, başarılı olanları ödüllendirmek amacı için;

Kurucu Başkan Emin KIRBIYIK, Naci CİNGÖZ, İbrahim ÜLKER, İsmet YÜCELOĞLU, Fatma GÜ-LER, Lütfü KADEM ve Leyla BULUT tarafından 10 HAZİRAN 2003 tarihinde kurulmuştur.

Derneğin Başkanlığını Emin KIRBIYIK devam ettirmektedir.

Adres: Kale Mah. Sanat Sok. 17/5 İlkadım/SAMSUN

OKULUN TARİHÇESİ

Samsun Ticaret Lisesi ilk olarak 1911 yılında, Unkapanı’nda iki katlı bir evin alt katında İttihat Terakki Numune Mektebi olarak açıldı. 1912’de yapımı tamamlanan (günümüzde Atatürk Ana-dolu Lisesi) binada 1912-1913 ders yılında Ca-nik Ticaret İdadisi olarak eğitim-öğretime de-vam etti.Okulun ilk Müdürü Şemsettin Bey’dir. 1913-1914 yılında eğitimini sürdüren okul, 1914 yılında 1.Dünya savaşının çıkmasıyla Tica-ret İdadisinin bulunduğu bina Askeri Hastaneye dönüştürülmüş, Ticaret İdadi’si de Sultaniye’ye çevrilmiştir.

Bu okulun başarılı olmasının sonucunda Samsun’da mevcut Papaz okulu kapanmak zo-runda kalmıştır.

1921 yılına gelindiğinde Samsun’da yaban-cı dili öğretmek ve yabancı okula gereksinim

Samsun Ticaret Meslek Lisesi ve Samsun Anadolu Ticaret Meslek LisesiMezunları DerneğiEmin KIRBIYIK

Fotoğraf : Ömer Faruk SÖNMEZ

35

MA

KALE

duymamak amacıyla “İstiklal Numune Mektebi” adıyla özel idare tarafından beş sınıflı bir ilko-kul açılmış, öğleden önce Türkçe öğleden son-ra Fransızca eğitime başlamıştır.Ücretli olan bu okula altmış tanede ücretsiz öğrenci kabul edi-liyordu.

1924 yılında Özel İdare bu okulun adını “İs-tiklal İlk Ticaret Mektebi” ne çevirmiştir. Okul Müdürü Hıfzırahman Raşit (Öymen) bey, Mü-dür Yardımcısı ise Şakir Efendidir. Mustafa Ke-mal Samsun’a 2. ziyaretlerinde 22 Eylül 1924 Pazartesi gecesi İstiklal İlk Ticaret Mektebi’ni ziyaret ederek onurlandırmıştır. (“İstiklal İlk Ti-caret Mektebi” binası günümüzde Cumhuri-yet Meydanında Özel İdare binalarının olduğu yerdeydi.) MUSTAFA KEMAL burada öğretmen-lere hitaben yaptığı konuşmada “EFENDİLER DÜNYA’DA HER ŞEY İÇİN,MADDİYAT İÇİN, HA-YAT İÇİN, MUVAFFAKİYET İÇİN EN HAKİKİ MÜR-ŞİT İLİMDİR,FENDİR.İLİM VE FENNİN HARİCİNDE MÜRŞİT ARAMAK GAFLETTİR,CEHALETTİR, DA-LALETTİR.“ özdeyişini burada söylemiştir.

1925-1926 ders yılında ilkokulu bitiren öğ-renciler için 15 kişilik bir sınıf açılmıştır, böylece okul 6 yıllık olmuştur. 1926-1927 ders yılında Özel İdare’den, Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı’na) geçmiş, ilk kısımdan ayrılmıştır. Böylece yalnız birinci ve ikinci sınıfı ile 35 öğ-rencisi olan İstiklal Ticaret Mektebi, eski İstiklal okulunun bulunduğu binanın alt katında iki sı-nıfta eğitim öğretimine devam etmiştir.

1927-1928 ders yılında ise 83 öğrenci ile günümüzde Atatürk Anadolu Lisesi olarak kul-lanılan binanın alt katında eğitim-öğretimini sürdürmüştür. 1928-1929 yılında 88 öğrenci ile eski Rum Kulübü binasına (günümüzde Şehir Kulübü) burada okulun 4. sınıfı da açılmış, 1929-1930 yılında ise 4 senelik Orta Ticaret Mektebi 15 öğrenci ile ilk mezunlarını bu binada vermiş-tir. 1937-1938 ders yılında okul eski öğretme-nevi olarak bilinen, günümüzde restore edilen binaya taşınmıştır.(Şimdiki İl Kültür Müdürlüğü Binası)

Okulun 200 cildi aşan kütüphanesi. 40 ma-kineli bir steno – Daktilo salonu, zengin labora-tuarı talebenin serbest mesaisi için daima isti-fadeye hazır bir vaziyettedir. Okulun Kooperatif

teşkilatı çok mükemmel bir şekilde talebe tara-fından idare edilmektedir. Sosyal yardım, spor ve Kızılay gençlik derneği kollarının faaliyeti de Cumhuriyet yavrularından beklenen bir intizam ve ciddiyetle çalışmaktadır.

8 Nisan 1941 yılında da okul Ticaret Lisesi’ne dönüştürülmüştür. 1943 yılında 6 yıllık ilk me-zunlarını vermiştir. 1965-1966 ders yılında okul, günümüzde eğitim-öğretimini sürdürdüğü bi-naya geçmiştir. 1968-69 ders yılında okul bün-yesinde Akşam Ticaret Lisesi açılmıştır. (9) Ekim 1970’de Samsun Ticaret Lisesinde Emin KIRBI-YIK, Kasım ANIK, Kenan ŞEN,Haluk DEMİRCİ ta-rafından Havacılık Kulubü kurulmuş ve Haziran 1971’de adı geçenler Türk Hava Kurumu’nun Es-kişehir İnönü Kampında paraşüt kursuna katılıp Ticaret Lisesinin ilk paraşütçüleri olmuşlardır.

2010-2011 öğretim yılında ise 2000 öğrenci ile halen eğitim öğretimini sürdürmektedir.

36

MA

KALE Şehrimizin kültürel, sanatsal ve sosyal hayatı-

na yönelik planlama ve uygulama çalışmaları yapmak. Samsunun tarihi, kültürel, sanatsal ve yöresel değerlerine sahip çıkmak. Samsunda yetişmiş sanatçı, edebiyatçı, sporcu yazar vb. insanları kamuoyunun gündemine taşımak. Samsun sevgisini yüreğine yerleştirmiş kentini ve hemşerisini daha yakından tanıyan, milleti ve şehri için yeni hedefleri ve projeleri olan gençle-rimizin yetişmesine katkı vermek. Çocuk, genç, yaşlı, engelli bütün insanlarımızın sanatsal ve sosyo-kültürel ihtiyaçlarının giderilmesine katkı sağlamak. Şehrin tanıtımı için çalışmalar yap-mak, panel, sergi. sempozyum düzenlemek ve samsunla ilgili eserler yayınlamak Konservatu-varımızda yılda 1500 e yakın kişiye güzel sanat-ların bütün dallarında eğitim vermek ve alan-lara duyulan ilgiyi arttırmak.Sosyal hizmet ve yardıma muhtaç kişi ve ailelere yönelik sağlık, psiko-sosyal destek, vermek. Temizlik ve bakım, ayni ve nakdi yardımlar yapmak. Korunmaya ve bakıma muhtaç engelli, yaşlı ve kimsesizlere yö-nelik hizmetlerini ilgili şube müdürlükleri eliyle

yürütmek, denetlemek. Hemşerilerimizin mutlu ve huzurlu bir ortamda hayatlarını sürdürme-lerine yardımcı olmak, bu anlamda yeni proje ve hizmet modelleri geliştirerek uygulamak. İlgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde şehrin kültürel ve sanatsal hayatına canlılık kazandırmak,güzel sanatların bütün dallarında eğitim vermek,kültür etkinlikleri ile Türkiyede örnek bir kent olmak,sosyal hizmet alanındaki sorululuklarını toplum bütün kesimlerinin ihti-yaçlarını şeffaf ve eşit şekilde karşılayacak bir anlayışla halkımıza sunmak varlık nedenimizdir.

Kültürel ve sanatsal etkinlikleri sürekli kılan, sos-yal hizmet anlayışını Samsunda nefes alan ve ihtiyacı olan bütün bireylerin dertlerine derman olan ve herkesin sağlıklı,mutlu ve huzurlu ol-duğu yaşanmaktan zevk alınan bir kent olmak. Kurtuluş mücadelesinin ilk adımının atılmasın-dan kaynaklanan tarihi önemi yanında zengin kültürel, tarihsel ve doğal mirasa sahip bir kentin mensubu olmanın gururu ve ona hizmet etme-nin onurunu yaşadığımızı belirtmek istiyorum.

Samsun Büyükşehir BelediyesiKültür ve Sosyal İşler Dairesi BaşkanlığıNecmi ÇAMAŞKültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanı

37

MA

KALE

Bir kentin tarihi, kültürel, sosyal ve sanatsal çeh-resini korumak anlamında yönlendirici rol yerel yönetimlerindir. Samsun Büyükşehir Belediyesi bu amaç doğrultusunda kentimizin bu önemli değerlerinin korunarak geleceğe taşınması için önemli projeleri art arda hayata geçirmektedir. Daire Başkanlığımız ve bağlı şube müdürlükle-rimizle, ilgili kanun ve yönetmeliklerin bizlere vermiş olduğu yetki ve görevler çerçevesinde kültürel ve sanatsal etkinlikleri ile sosyal sorum-luluklarını Samsunumuzda yaşayan herkese karşı daha iyi yerine getirebilmenin çabası için-deyiz.

Daire Başkanlığımız 1979 Yılında Belediye Mec-lisi kararı ile Sanat ve Kültür Müdürlüğü olarak kurulmuş ve 13 Kasım 1981 tarih ve 17543 sayılı resmi gazetede yayınlanan yönetmelikle res-miyetine kavuşmuştur. 18 Mart 2005 tarih ve 34 sayılı Büyükşehir Belediyesi Meclis kararı ile Kültür ve Eğitim Hizmetleri Daire Başkanlığı ol-muştur. 2006 Yılında uygulamaya konulan norm kadro gereği Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Baş-kanlığı olarak yeniden düzenlenmiştir.

Kültür ve Sosyal İşler Şube Müdürlüğü olarak görevlerimiz ise;

Öncelikli olarak Ulusal kültürümüz ve sanatımı-zın eğitim ve öğretimini vermek, geçmiş kültü-

rümüzün ürünlerini biriktirmek ve arşivlemek..

Ulusal kültürümüzü oluşturan işitsel ve görsel ürünlerin kamuya tanıtımını yapmak, Türk sanat ürünlerini ulusumuzun ve dünya uluslarının ya-rarına sunmak…

Yöresel folklor araştırmaları yapmak, dershane, sergi salonu, kütüphane, atölye ve benzeri eğit-sel mekânlar kurmak, dergi, broşür, kitap ve cd gibi envanterler üreterek yayınlamak, güzel sa-natların bütün dallarında eğitim vermek…

Yurt içi ve yurt dışında, gezi ve incelemeler yap-mak, çeşitli yarışma, festival, halk konserleri, tiyatro gösterileri düzenlemek ve sergiler aç-mak…

Konservatuvar’ın bütün bölümlerinde aktif ola-rak eğitim ve öğretim verilmesi için gerekli çalış-maları yapmak…

Güzel Sanatlar Galerisi, Amfi tiyatro, Gezici sah-ne, Ses ve ışık sistemlerinin tahsislerini yapmak ve faal bir şekilde olmalarını sağlamak…

Kentin tanıtımı ile ilgili çalışmalar yapmak, pa-nel, sempozyum, açık oturum vs. düzenlemek ve kültür yayınları hazırlamaktır.

13Kasım 1981 Tarih ve 17543 Sayılı resmi gaze-te’ de yayınlanan şekli ile resmiyetine kavuşan.

38

MA

KALE

Konservatuarımız;• Türk Halk Müziği • Türk Sanat Müziği• Türk Halk Oyunları • Tiyatro • Resim • Türk Tasavvuf Müziği • Eğitsel Kurslar ve Enstrüman kurslarıyla hizmet vermektedir

Bu kurslarımızdan mezun olan öğrencilerimize, Milli Eğitim Müdürlüğü Halk Eğitim Merkezi ve Daire Başkanlığımız tarafından “ Kurs Bitirme Belgesi “ verilmektedir. 3 ve 4 yıllık bölümler-den mezun olan öğrencilere Belediye Başkan-lığımızca diploma verilmektedir. Konservatuva-rımızdan mezun olan birçok öğrencimiz, özel yetenek sınavlarında da başarı göstererek, Üni-versitelere, Devlet Konservatuarlarına, Devlet Korolarına, Radyolara, Güzel Sanatlar Fakültele-rine ve Güzel Sanatlar Liselerine girmişlerdir.

Eğitsel Kurslarımız Bağlama – Gitar - Klasik Ke-man – Batı Keman – Piyano-Yan Flüt - Ud - Ka-nun ile devam ettirilmektedir.

2009 yılında çalışmalarına başlayan Samsun Büyükşehir Belediyesi Konservatuvarı “Şiir Ak-şamları Topluluğu 2012 yılı içersinde AKM’ de ve farklı salonlarda şiir geceleri icra etmiş, bunun yanında her Çarşamba günü Konservatuarımız icra salonunda farklı konu ve konuklarla şiir ge-celerini sürdürmüşlerdir.

Şehir Bandomuz ise yaz ayları içinde sahil bo-yunca akşamları konserler icra etmekte olup, şehir içinde ve şehir dışında resmi ve özel ku-ruluşların açılış törenlerinde bulunmakta, fes-tivallerde ve diğer etkinliklerde faaliyet göster-

mektedir. 2012 yılı içersinde 50’den fazla açılış, organizasyon, protokol ve halka açık etkinlikler-de bulunmuşlardır. Yine 2011 yılında başlattığı-mız yeni bir uygulama ile Bando ekibimiz talep halinde ya da belirlenen ilköğretim okullarına ve liselere giderek konserler vermektedir.

Haklı bir övüncümüz olan Uluslar Arası Halk Dansları Festivalimiz her yıl 17 – 30 Temmuz Ta-rihleri arasında düzenlenen Uluslar Arası Halk Dansları festivaline yaklaşık 15 den fazla ülke-den katılım sağlanarak dev bir şölen olarak kut-lanmaktadır. Festival süresince, gün içerisinde Samsun’ un değişik Mahallelerinde gösteriler, akşamları ise Kurtuluş Yolu ve belirlenen nokta-larda ücretsiz halk gösterileri düzenlenmektedir.

Son olarak yayınladığımız kitapları belirtmek isterim: Belediyemiz kentin hafızasını canlı tut-mak amacıyla; Samsun Belediye Tarihi,Belge ve Tanıklarla Mübadele Tarihi, Samsun Eğlence Tarihi, Geçmişten Geleceğe Samsun Sempoz-yumu 1, Geçmişten Geleceğe Samsun Sempoz-yumu 2, Cumhuriyet’ in İlk yıllarında Samsun Ekonomisi, Milli Mücadele Yıllarında Samsun, Belge ve Tanıklarla Samsun’ dan Ankara’ ya I ve II, Samsun’ da Unutulmayan Olaylar I. Kitap, Geç-mişten Geleceğe Samsun Albümü – 1 (Osmanlı Dönemi), Rumeli’ den Samsun’ a Göç, Selanik’ ten Samsun’ a Mübadiller, Gezginlerin Gözüyle Amisos’tan Samsun’a , Samsun Eğitim Tarihi I ve Il gibi yayınlara imza atmıştır.

Bir çok proje ve organizasyonda sizlerden aldı-ğımız güçle çalışmalarımız aynı azim ve kararlı-lıkla takdirlerinize sunulmaktadır.

Her şey Samsun için.

SIRA NO BÖLÜM / KURSLAR ÖĞRENCİ SAYISI 1 TİYATRO 246 2 TÜRK SANAT MÜZİĞİ 133 3 TÜRK HALK MÜZİĞİ 90 4 TÜRK HALK OYUNLARI 220 5 RESİM 56 6 TASAVVUF MÜZİĞİ 61 7 EĞİTSEL KURSLAR 364 8 SAMSUN ŞİİR AKŞAMLARI 50Toplam 1.220

39

MA

KALE10 Haziran 1935 tarih ve 2773 sayılı kanunun

1.maddesine göre kurulmuş olan Güzel Sanat-lar Genel Müdürlüğü, klasik, çağdaş ve gele-neksel sanat akımlarını takip etmek, sanat faali-yetlerinin milli kültür ve çağdaş anlayışa uygun olarak yürütülmesini ve yayılmasını sağlamak, bu amaçla güzel sanatlar galerileri ile orkestra-lar, korolar, çalgı, ses ve halk oyunları topluluk-ları, resim ve heykel müzeleri gibi sanat kurum-ları kurmak, bunlarla ilgili faaliyet ve hizmetleri yürütmek, ulusal resim ve heykel sanatı ile gele-neksel Türk süsleme ve el sanatları koleksiyon-larını geliştirmek, sanatsal değerlerimizi tanıt-mak üzere faaliyetlerini yürütmektedir.

Bu bağlamda Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü bünyesinde 8 İlimizde Devlet Klasik Türk Müzi-ği Korosu bulunmaktadır. Bunlardan biri olan Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu 1990 yılında kurulmuş ve açılış konserini 14 Mayıs 1991 günü vermiştir. Yerleşik kadrosuyla Ata-türk Kültür Merkezi’nden görev yapmakta olan Koromuz başta Samsun olmak üzere 2011-2012 sanat sezonunda Ünye, Çarşamba, Bafra, Terme, Gümüşhane ve Vezirköprü’de turneler gerçek-leştirmiş; Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçek-leştirilen periyodik konserlerde 4912 adet, tur-nelerde ise toplam 4885 seyirciyle buluşmuştur. Ayrıca daha önceki yıllarda Amerika, Avustralya, Japonya, Güney Kore, Hong-Kong, Almanya, Çekoslovakya ve Havana’da da konserler veren Koromuz önümüzdeki dönem konser program-larıyla, musikimizi en iyi şekilde icra etmek, bu musikinin özünü ve güzelliklerini aslına uygun olarak genç kuşaklara ve geniş kitlelere beğen-dirmek, yayılışına katkıda bulunmak misyonuy-la seyircisiyle buluşmak için can atmaktadır.

Klasik Batı müziği ve Hint müziği ile beraber dünya üzerinde süreklilik ve gelenek oluşturma bakımından mevcut üç klasik müzikten birisi olarak kabul edilen Klasik Türk Müziğini günü-

müz popüler kültürü içerisinde harmanlanan genç nesillere sevdirebilmek ana hedefiyle, neredeyse hiç durmadan repertuar araştırma-sı-çalışması yapan Koromuz, anne-babalar ve öğretmenlerden özel destek beklemektedir.

Çünkü Ulusal kültürümüzün nadide dallarından biri olan musikimizi yaşatabilmek adına genç kuşaklara ulaşmak çok önemlidir…

Çünkü bir ulusun kültür ve tarih kaybı, vatanı-mızın küçücük bir parçasının kaybı kadar onarı-lamaz tahribat yaratacaktır…

Tüm bu hedef ve inançlar ışığında 02.07.2012 tarihinde göreve atanan Koro Müdürü Sinem ÖZONGAN, daha önce de koromuz sanatçısı olan Koro Şefi Arzu KOPUZ ÇELİK, kadrolu sekiz bayan ve yedi erkek ses ile onbeş saz sanatçısı olmak üzere toplam 30 sanatçımız ve idari-tek-nik personellerimizle Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu olarak gelin hep birlikte, Klasik Türk Müziğini yaşayalım ve yaşatalım diyoruz.

Samsun Devlet Klasik Türk Müziği KorosuSinem ÖZONGANKoro Müdürü

40

MA

KALE

Müdürlük olarak her zaman öğretmenlerimizi yeni fikirlerinde destekledik. Onları dinledik ve fikirlerine değer verdik. Bunlardan biri de Müzik öğretmenleri ile yaptığımız toplantıda yaşandı. Öğretmenlerimizden Gücem AĞMAZ öğrenci-lerden oluşan bir koro ile Türk Cumhuriyetlerine ait müziklerin çalışılması ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki bağın güçlendirilmesine destek ola-bileceğimiz şeklinde bir öneri sundu. Bu fikir Müdürlüğümüz ARGE Birimince de üzerinde çalışıldıktan sonra “Orta Asya’dan Günümüze Türkü Çığırırız Türkü Söyleriz” adlı projeye dö-nüştürüldü.

İlk olarak koroda yer alacak öğrencilerin seçil-mesi gerekiyordu. Böyle bir koro ilçemizde ilk olacaktı ve hiç birimiz bu yaştaki öğrencilerin

bu tür müziklerle ne derecede ilgili olabilecek-lerinden emin değildik. Neyse ki seçmelere um-duğumuzdan daha fazla sayıda talep oldu ve biz de böylece çok iyi bir seçim süreci gerçek-leştirerek çok güzel bir ekip oluşturduk.

İkinci olarak düşünmemiz gereken bu çocuk-lara ve ailelerine projeyi anlatarak onların da hayallerimizi sahiplenmelerini sağlamak ve iyi bir planlama yaparak çalışmalara başlamaktı. Öğrencilerimizin tamamı çeşitli liselerden se-çilmiş dokuzuncu sınıf öğrencileriydi ve hepsini aynı saatte belli bir yerde toplamamız gerekiyor ve çalışma bitince de onları sağ salim aileleri-ne teslim etmeliydik. Bu iş için yer olarak Sema Cengiz Büberci Kız Teknik ve Meslek Lisesi se-çildi. Öğrencilerimizi evlerine servis aracımızla

İlkadım İlçemizin Yüz Akı:Türk Dünyası Müzikleri Gençlik KorosuDavut NUMANOĞLUİlkadım İlçe Milli Eğitim Müdürü

41

MA

KALE

teslim ettik. Her tür ihtiyaçlarını imkanlarımız elverdiği ölçüde gidermeye çalıştık. Oldukça zahmetli ve uzun bu süreçte onları yalnız bırak-madık ve ara ara çalışmalarına katılarak onları cesaretlendirdik. Bu ziyaretlerin bir kısmına Vali Yardımcımız Sayın Mesut Taner Genç bizzat ka-tılarak öğrencilerimize ve bizlere destek oldu.

Ve nihayet öğretmenlerimizin ve öğrencileri-mizin emeklerinin karşılığını alma zamanı gelip çattı. Konser 9 Haziran 2012 Cumartesi günü saat 19:30 da Atatürk Kültür Merkezinde bek-lentilerimizin de üzerinde bir katılımla gerçek-leşti. Ortaya güzel bir ürün çıkacağından emin-dik ama bu kadarını sanırım bizim haricimizde hiç kimse beklemiyordu. İzleyenlerin keyifli bir zaman geçirdiklerini görmek doğru yol üze-rinde olduğumuz inancını daha da pekiştirdi. Bu konserin “Türk Dünyası Müzikleri Gençlik Korosu” tarafından gerçekleştirilen son konser olmayacağını düşünüyorum, çünkü konserden sonra pek çok resmi ve yerel kurumun yönetici böyle nitelikli bir koronun meydana gelişinden duyduğu memnuniyeti bizzat kendileri ifade ederek yapacakları organizasyonlarda koronun da yer almasına dair arzularını ifade etmişlerdi. Dolayısı ile şu andan itibaren projenin başında-kinden çok daha büyük bir sorumluluk ve ciddi-

yetle çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Umarım bu proje benzer çalışmalara esin kaynağı olur ve gerek ilçemizde gerekse ilimizde yeteneklerin kaybolmasına engel olmuş oluruz ve ortaya bir farklılık koyarız.

Bu çalışma projenin ortaya çıkmasından tanı-tımına, konserin hazırlığından icrasına kadar her şeyiyle ekip çalışmasına ve kurumlar arası işbirliği ve diyaloğuna çok güzel bir örnek ol-muştur. Bu vesile ile başta projenin bu kadar etkili bir şekilde sonuçlanmasında emeği geçen Müdürlüğümüz ARGE çalışanı öğretmenleri-miz, koronun oluşması ve hazırlanmasında çok büyük emekleri olan öğretmenlerimiz, büyük fedakarlıklarla çalışmalarını aksatmadan sür-düren öğrencilerimiz, bizi her zaman her konu-da destekleyen İlkadım Kaymakamımız Sayın Zafer Orhan, bize inanarak bu projeyi maddi anlamda destekleyen Büyükşehir Belediye Baş-kanlığı Sosyal ve Kültürel İşler Daire Başkanı Sa-yın Necmi CAMAŞ’a ve yanımızda olarak bizleri yalnız bırakmayan tüm kişi, kurum ve kuruluşa teşekkür ederim.

42

MA

KALE

Samsun’un Opera ve BalesiErdoğan ŞANALSamsun Devlet Opera ve Balesi Müdür ve Sanat Yönetmeni

Türkiye’nin altıncı opera ve bale kurumu olan Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin kurulması hakkındaki kanun 3.4.1993 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun 93/4294 sayılı kararı ile çıkmış, ku-rumumuz resmi faaliyetlerine 2009 yılında baş-lamıştır. Opera binası olarak kullanılmak üzere tasarlanıp projelendirilen ve uzun yıllar süren yapımı nedeniyle Samsun’da hakkında çok ko-nuşulan Atatürk Kültür Merkezi binasının yapı-mı ise 2000 yılında tamamlanmıştır.

Samsun Devlet Opera ve Balesi (AKM) BinasıAtatürk Kültür Merkezi, 2000 - 2008 yılları ara-sında çeşitli kurum ve kuruluşların, belediyele-rin ve özel toplulukların hizmetine sunulsa da ısıtma – soğutma sistemlerinin olmayışı seyir-cileri ve sahne üstündekileri temsiller vb. orga-nizasyonlar esnasında zor durumda bırakmıştır. Ayrıca bina içinde aydınlatma; salonlarda ışık - ses sistemlerinin kurulmamış olması, binanın pek çok bölümün kullanılamaz halde olması, güçlendirme sorunları gibi nedenlerle Samsun seyircisi uzun süre AKM binası ile gerçek anlam-da bir seyirci – sanat merkezi ilişkisi kuramamış-

tır. Aralık 2008’de Genel Müdürlük tarafından Ankara’da yapılan sınavlar sonrasında kadro alımlarını gerçekleştiren Samsun Devlet Opera ve Balesi kurucu kadrosunun Samsun’a gelişiy-le, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne devredi-len AKM için yeniden yapılandırma süreci baş-lamıştır. Kendi sanatçılarımız ile ilk temsilimiz olan 24 Ocak 2009’daki Açılış Konseri ile resmi olarak faaliyete başlayan kurumumuz, bir yandan sa-nat çalışmalarını yürütürken diğer yandan da ısıtma, ışık, ses düzeni, aydınlatma gibi sanat üreticisi ve seyircisi olma hazzına engel olan teknik problemleri çözmüştür. Müdürlüğümüz binanın tamamlanmamış ya da atıl bölümlerini hayata geçirerek AKM’yi gerçek bir sanat ve kül-tür merkezi haline dönüştürmeyi başarmıştır. 16 bin 885 metrekare alan üzerine sekiz kat ola-rak inşa edilen, kuşbakışı bakıldığında piyano görünümü verecek şekilde tasarlanan, Samsun şehir merkezinin tam ortasında ve deniz kıyısın-da olan Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin ze-

43

MA

KALE

min katında bulunan alanlar koro çalışma odası, çocuk bale stüdyoları, lutiye atölyesi, orkestra çalışma odaları, dekor ve kostüm üretimini sağ-layacak marangoz, demir, kundura, kostüm vb. atölyeleri için kullanılmaktadır.Binanın giriş katında müdüriyet ve idari perso-nelin odaları bulunmaktadır. Çoğunlukla çocuk oyunları, oda müziği konserleri için kullanılan 212 koltuk sayısına sahip olan Küçük Salon ikin-ci katta, 576 koltuk sayısına sahip opera ve bale eserlerinin sahnelendiği Büyük Salon üçüncü katta yer almaktadır. Binamızın beşinci katı ise Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’na aittir. Altıncı katta kantin, yedinci katta Samsun Devlet Opera ve Balesi Kulübüne ait restoran yer almaktadır. Sekizinci katta ise opera sanatçı-larının şan çalışma odaları bulunmaktadır.Şehirlerin kültürel yapısının en önemli öğesi olan ve içinde bulundukları şehirdeki tüm sa-natsal etkinliklerinin odağı olan opera binaları şehirle birlikte yaşar ve şehrin tarihi ve kültürel değerlerinden beslenirler. Şehrin bireyleri olan seyirciler, opera binalarında belli bir temsil için belli bir gün ve saatte bir araya gelirler ve sa-natın insanoğlunda yarattığı duygulanımı aynı anda, aynı mekanda deneyimlerler. Bu, çok özel bir “ortak duygu” halidir ve bu paylaşımın ya-şandığı opera, tiyatro binaları şehir hayatı için farklı bir değer taşır. Seyircisiyle, şehirle, sanat-çıları ve tüm çalışanlarıyla nefes alan, uluslara-rası standartlara sahip ışık ve ses donanımla-rıyla teknolojik alt yapısını gerçekleştirdiğimiz opera binamızı ilerleyen süreçte hem iç mimari hem de sahne ve salon olanakları anlamında en iyi seviyeye getirmek için çalışmalarımız hâlen devam etmektedir. Ocak 2009’daki Açılış Konseri’nden Mayıs 2012’ye uzanan süreçte müdürlüğümüz, 94 eser ile seyircisiyle buluşarak gençlik enerjisini sahneye taşımıştır. Genel anlamda geride kalan üç sanat sezonunu değerlendirirsek;

2008-2009 Sanat Sezonu2008-2009 sanat sezonunda “Saraydan Kız Ka-çırma” operasını ve “Opera Opera Dedikleri” adlı müzikli oyunu sahneleyen kurumumuz “Giselle” ve “Üç Bale” temsilleri ile Samsun seyircisini ba-leyle tanıştırmıştır. Çanakkale Şehitlerini Anma Konseri, Oda Müziği Konseri, Senfonik Konser-

ler, Bahar Konseri, Gençlik Konseri ve Sonsuzlu-ğa Atılan Adım konserleri ile perdelerini klasik müziğe açan kurumumuz “Aşk İçin” adlı müzikli gösteri, “Fantastik” adlı müzikal ve “Karagöz ve Hacivat İle Cumhuriyete Yolculuk” ile “Uyuyan Güzel” adlı çocuk oyunlarıyla birlikte toplam 16 eser ile ilk sanat sezonunda seyircisiyle bir araya gelmiştir. 60 temsil yaptığımız ilk sezonumuzda ağırlıklı olarak konserlere yer veren kurumumu-zun toplam biletli seyirci sayısı 13.254 olmuştur.

2009-2010 Sanat Sezonu2009-2010 sanat sezonu 1 Ekim tarihinde La Traviata (Kamelyalı Kadın) ile açan kurumumuz sezon boyunca “Saraydan Kız Kaçırma”, “Giselle”, “Opera Opera Dedikleri”, “Fantastik”, “Uyuyan Güzel” eserlerini sahnelemeye devam ederken “Arşın Mal Alan”, “Kontes Mariza” operetleri ile “1001 Gece Masalları”, “Mevlana-Çağrı”, “Gül-destan”, “Dansın Ritmi” bale eserlerinin de prö-miyerlerini gerçekleştirmiştir. Açılışını takip eden ilk sanat sezonunda üret-ken ve genç kadrosuyla sahnelenen eser sayı-sını 16’dan 28’e çıkartarak Samsunlu seyircile-

44

MA

KALE

re farklı türlerdeki eserlerden temsiller sunan Samsun Devlet Opera ve Balesi sezon boyunca 114 temsil yapmıştır. “Sihirbaz Oz” ile çocukları yeni bir oyunla buluş-turan kurumumuz Oda Müziği, Senfonik Konser, Cumhuriyet Konseri, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Konseri, Yeni Yıl Konseri, Sevgililer Günü Kon-seri, Gala Konser, Çanakkale Şehitlerini Anma Konseri, Nevruz Bayramı Konseri,19 Mayıs Gençlik Konseri, Karadeniz Rapsodi, Türk-Gürcü Dostluk Konseri, Çocuklar İçin Senfoni, Çocuk Korosu Konserleri ile sanatseverlerden büyük beğeni toplayarak sezon sonunda 30.222 biletli seyirciye ulaşmayı başarmıştır.

2010-2011 Sanat SezonuÖnceki iki sanat sezonunda sahnelediği eserle-re “Carmen” ve “Ali Baba & Kırk Haramiler” ope-ralarını, “Venedik’te Bir Gece” ve “Bir Tenor Ara-nıyor” operetlerini, “Amazonlar” ve “Korsan” bale eserlerini ekleyerek sanatsal üretimlerinin hızını arttıran kurumumuz, toplam 27 eserle 81 temsil gerçekleştirmiş ve 31.000 seyirciye perdelerini açmıştır.

2011-2012 Sanat SezonuÜnlü İtalyan rejisör Vincenzo Grisostomi Travaglini’nin rejisörlüğünde sahnelenen Puccini’nin ünlü La Bohème operası ile 1 Ekim’de perdelerini açan kurumumuz sanat sezonu boyunca “La Bohème”’den sonra “İstan-bulname” ve “Çardaş Prensesi” operetlerinin; “Don Kişot” ve “Zorba” balelerinin prömiyerleri-ni gerçekleştirdi. Küçük izleyicilerimiz için bu sanat sezonunda sahnelediğimiz yeni oyunumuz ise “Bremen Mı-zıkacıları” oldu.Kuruluşunun dördüncü yılına giren ve 2008–2012 yılları arasında 350 kez perdelerini seyirci-lerine açan, açılışından bugüne toplam 92.572 seyirciyle buluşan kurumumuzun kurum dışı sahnelerde ve açık alanlarda gerçekleştirdi-ği ücretsiz etkinliklerle seyirci sayısı yaklaşık 150.000’i buldu. Samsun Devlet Opera ve Balesi olarak 2011-2012 sanat sezonu itibariyle pilot il kapsamında her ay Ordu ve Trabzon’a turne düzenliyoruz. Trabzon ve Ordu’daki seyircilerimizin opera ve bale temsillerine gösterdikleri yoğun ilgi Kara-

deniz Bölgesi insanının sanata ne kadar değer verdiğinin önemli bir göstergesi oldu. İlerleyen yıllarda her iki şehirdeki seyircilerimizle de Sam-sun seyircisiyle kurduğumuz özel bağı yakala-mayı istiyoruz.Opera, bale ve çok sesli müziğin yaygınlaştı-rılıp sevdirilmesini amacıyla 2008-2011 yılları arasında düzenli turneler yapan kurumumuz “Türkiye’nin En Çok Turne Yapan Opera ve Bale Müdürlüğü” unvanı bu sezonda da gururla ta-şımış ve geride bıraktığımız Haziran ayında Sinop’tan Van’a kadar uzanan ve üç coğrafi bölgeyi kapsayan Büyük Anadolu Turnesi’ni gerçekleştirmiştir. 22 Mayıs’ta Amasya’dan baş-layan 21 Haziran’da Van’da sona eren Büyük Anadolu Turnesi’ni Seslerle Anadolu müzikali ile gerçekleştiren kurumumuz 15 şehirde seyir-cisiyle buluştu ve gittiği şehirlerde yoğun ilgi gördü. Samsun Devlet Opera ve Balesi olarak özel bir önem gösterdiğimiz ve 3 yıldır büyük bir heves-le gerçekleştirdiğimiz Büyük Anadolu Turnesi ile gittiğimiz şehirlerdeki misafirperverlik, tem-sillere gösterilen yoğun ilgi ve sanatseverlerin gözlerindeki ışık yeni sanat sezonuna hazırlan-dığımız yaz döneminde bizler için büyük bir motivasyon ve gurur kaynağı oldu. Sanatla buluşan, sanatla ilerleyen, sanatı ihtiyaç olarak gören seyircileriyle ve seyirci adaylarıyla buluşmak için genç ve üretken kadrosuyla çalı-şan kurumumuz, her yeni sanat sezonunda yeni seyircilere ulaşma ve onlara sahne sanatlarının yetkin eserlerini sunma hedefiyle çalışmalarına devam edecektir.Prömiyerini gerçekleştirdiğimiz 3 Mart tarihin-den itibaren Samsun seyircisinin yoğun ilgisiyle karşılaşan “Zorba” balesi ile 4 Temmuz’da As-pendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali’ne katılacak olan kurumumuz yine aynı festival kapsamında 3 Eylül’de Çin - Pekin Operası ve Samsun Devlet Opera ve Balesi Orkestrası or-taklığıyla “Madam Butterfly” operasını sahnele-yecek. G. Puccini’nin ünlü eseri “Madam Butterfly” Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin 2012-2013 sanat sezonu açılış eseri olarak 1 Ekim’de perde-lerini açacaktır. 2012 – 2013 sanat sezonunda perdeleri birlikte açmak dileğiyle…

45

MA

KALE

Günışığı kapılarını örter ağır ağırKaranlıklar dökülürdü dağlara sessizce Ağaç dallarının en uçlarındaki yapraklarEn sıcak sohbetlere dalardı akşam üstleri Tanıdık bir esinti gelirdi tepelerdenKuşlar sıcacık yuvalarına dönmüştür bu saatlerdeBir kızıllık kaplardı karşı dağlarınBulutlarla şakalaştığı yerde

Korkuluklar büyürdü sararan tarlalardaVe ovaların derinliklerinde kırmızı gelinciklerSu kanallarıyla umutlar taşınırdı yüreklereNasır,sadece ayaklarında,ellerinde vardır Yaşanmışlıkları bir bir yüzlerinden okuduğumuzAnadolu kadınları yorgun düşmüştür bu saatlerde Derin bir uykudur akan gözlerindenŞiltelerin serildiği yerlerde

Delikanlı yüreklerde kasırgalar kudururHer yaştan sevdalar eylülde filize dururAlınlardaki terler yakıtıdır çarklarınYığınlarda toplanan sapsarı başaklarınGüz günleridir yüzleri güldürdüğü zamanlarAvuçlardaki çatlaklara siner hasat kokusuGül yürekli insanlar gül kokar bu saatlerdeToprak ağustos sancısı yaşamaktadırTohumla buluştuğu yerlerde

Çeyizine hülyalarını işler durmaksızın gelinlik kızlarHer renkten düşler yer bulur sandık odalarındaPerde aralıklarından yeni dünyalara sefer edilirİğne uçlarında bu ne sihir ne keramettirUzun yol bekleyenlerin sabrı sınırsızDimdik dururlar yine de bir heykel sanırsınızGünler boyunlara takılı birer kelepçe bu saatlerdeUmutla beklenecek ayak direse de zamanSevdaların yeşerdiği yerlerde

Dağlar sevdayı bilirTarlalar bilirBir karayel çıksa bir kasırgaAlıp buralardan tüm aşıklaraEn yiğit aşk türkülerini taşıyabilirAnadolu kadınları hasret yorgunudur bu saatlerdeSevdalarını büyütürler kundaklarına sarıpAnadolu beşiğinde

Haluk YOLSAL 23 Nisan İlköğretim Okulu öğretmeni

ANADOLU BEŞİĞİ

46

MA

KALE

Türkiye’nin ilk Olgunlaşma Enstitüsü Refia ÖVÜÇ tarafından 14 Ekim 1945 yılında Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü olarak açılmıştır.

Kuruluş aşamasını Refia Övüç, 2 Eylül 1988 ta-rihinde Hürriyet Gazetesi için Tülay BİLGİNER’ e verdiği röportajda şöyle anlatır “Birçok ens-titü kurmuş bir öğretim üyesiyim. 1942’den başlayarak; Nişantaşı Kız Enstitüsü, Beyoğlu Akşam Sanat Okulu ve diğerleri. Olgunlaşma Enstitüsü düşüncesi kafamda, Nişantaşı Kız Enstitüsü’nden mezun olan ama ne yapacakla-rını bilemeyen otuz genç kızımızın durumu ne-deniyle şekillendi. Ne yapacaktı bu otuz genç kız! Bir bölümü meslek öğretmeni olacaktı. Ama ya diğerleri? ... Bunun üzerine Kız Teknik Öğretim Müdürlüğüne bu konuları anlatan bir rapor sunduk. Bir atölye kurulması gereğinden bahsettik. Tesadüf tam o sıralarda varlık vergi-sinden dolayı Beyoğlu’nda bir bina satışa çıka-rılmıştı. Beyoğlu’nda gezip yer arıyorduk. Bütün arkadaşlar bu enstitüyü açmayı kafamıza koy-muştuk.” diyor.

Enstitü; açılışının ardından kısa sürede üne ka-vuşur, Türk kadınları meslek sahibi olmaya baş-lar. Okulun giriş galerisinde her gün yeni ser-giler açılır, Anadolu’nun her yerinden binlerce çevre, gümüş eşya, işleme toplanır, derken defi-leler düzenlenmeye başlanır.

Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü başarılı çalış-maları sonucunda çağdaş bir Türkiye imajına uygun olarak moda alanında bir çığır açmış ve defilelerinde, kendi öğrencilerine mankenlik yaptırmıştır. (Bkz.http://www.beyogluolgun-lasma.k12.tr/tarihcemiz.html)

Artık yurtdışı defileleri başlamıştır ve bu defi-leler yabancı basında övgü ile yer almıştır. Yeni İstanbul Gazetesi muhabirlerinden Ayşe Nur;

22 Haziran 1953’te Paris’ten gönderdiği Paris Mektuplarında yabancı basının olgunlaşmaya ilgisini şöyle aktarır: “Birkaç gün evvel Christi-an Dior’ daki defileyi görmüştüm. Bizim defile-miz başlamadan önce, acaba kızlarımız başarılı olabilecekler mi diye düşünüyordum. Hakikat bütün ümitlerimin üzerinde çıktı. Kızlarımızın hepsi hem fevkalade güzel ve zariftiler hem de duruşlarında icap eden zerafetten başka, Türk kızına mahsus ağırlık da vardı. Mükemmeldi-ler. Bir Fransız gazetecisi, “bakın”! diyordu. “bu mankenler bizimkilere ders verebilir”

Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü, Türk modasının, Türk giyim zevkinin hareket noktasının ve kay-nağının neresi olduğunu ilk gören ve gösteren-dir. Yeni zevke ve modaya, eski maya katan ve yeniyi böylece güzelleştirip olgunlaştıran odur.

O günlerden bu güne Refia ÖVÜÇ’ ten sonra ge-len müdür, öğretmen ve öğrenciler, aynı aşkla çalışmaya ve yaratıcı bir üretim çabası içindeki Türk kadınını temsil etmeye devam ederler.

Öğrencilerin, mesleki bilgi ve becerilerini ge-liştirerek meslek sahibi olmalarına imkân sağ-layan, bu okulların bugünkü amacı; geleneksel Türk giyim ve el sanatları alanlarında; araştırma, geliştirme, değerlendirme, arşivleme ve üretim çalışmaları yapmak ve el sanatlarının yaşatılma-sını sağlamaktır.

1997 – 1998 öğretim yılından itibaren Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüleri’nde, sektörel ihtiyaçlar ve teknolojik gelişmeler doğrultusun-da yenilenen programlar uygulamaya konul-muş, Araştırma ve Tanıtım Pazarlama bölümleri faaliyete geçirilmiştir.

Bakanlıkça belirlenen bazı bölümlerine en az lise ve meslek lisesi mezunları alınan Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüleri; eğitim öğreti-

Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitülerinin TarihiFatma ARSLANSamsun Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitüsü Müdürü

47

MA

KALE

min yanı sıra; kültürel değerlerimizden, kaybol-maya yüz tutmuş Türk El Sanatlarını koruyan ve aslına sadık kalınarak gelecek kuşaklara aktarıl-masına öncülük eden, seçkin örneklerini yurt içi ve yurt dışında tanıtan, bu alanda sanatsal ağırlıklı eğitim ve üretim çalışmalarını birlikte sürdüren tek eğitim kurumudur (MEB: 273).

Hızlı üretim teknolojisine ve zevklerin sürekli değişim göstermesine rağmen; kültürel varlık-larımızın önemli bir halkasını oluşturan, Türk El Sanatlarını araştıran, geliştiren, gerçek çiz-gi renk ve motifleri ile yaşatılmasını sağlayan Kız Teknik Öğretim Olgunlaşma Enstitülerinin, geleneksel Türk sanat kültürünün gelecek ku-şaklara, bir kültür mirası olarak aktarılmasında, milli kültürümüzün zenginleştirilmesinde, yurt içinde ve yurt dışında tanıtılmasında katkıları büyüktür.

Bu gün ise Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyar-bakır, Eskişehir, İzmir, Kayseri, Samsun, Trabzon, İstanbul’da Beyoğlu ve Sabancı olmak üzere sayıları 12’ye ulaşan Kız Teknik Öğretim Olgun-laşma Enstitüleri, iki yıl süreli döner sermaye ile işletilen kurumlardır.

Atatürk’ün Kurtuluş mücadelesi için ilk adımını attığı 19 Mayıs şehri Samsun’da 19 Mayıs 1960 yılında ülkemizdeki dördüncü Olgunlaşma Ens-titüsü olarak kurulan Samsun Olgunlaşma Ens-titüsü eğitim-öğretim ve üretim çalışmaları ile somut kültürel mirasımızı gelecek nesillere taşı-maya devam etmektedir.

1960 yılından itibaren Enstitü olarak Samsun ili başta olmak üzere bölgede yapmış olduğumuz saha araştırmaları ile Geleneksel Türk El Sanat-ları ve Geleneksel Türk Giyim tarzına yönelik etnoğrafik değer taşıyan ürünlerin derlenme-siyle geniş bir arşiv oluşturulmuştur. Tahmini geçmişi 1800’lü yılların sonlarına denk gelen ve 190 parçalık geleneksel Türk El Nakışlarının yer aldığı elli beş parçadan oluşan “GEÇMİŞ ZAMAN GEZGİNLERİ” koleksiyonumuz, Anadolu kadını-nın baş bağlama halleri, Karadeniz’in simgesi haline gelen Temel ve Fadime, kilim motifleri-nin yeniden hayat bulduğu duvar panolarımız, keseler ve daha nicesi geçmişten günümüze akseden hoş sedalardır.

Samsun Olgunlaşma Enstitüsü, Anadolu kültü-ründe önemli yer tutan yöresel giyim, kuşam, takı, dokuma ve süsleme gibi bu toprağın duy-gusunu, dokusunu ve kokusunu yansıtan ürün-leri günümüze taşımakta, çağdaş tasarımlarla günlük kullanıma yönelik üretimler gerçekleş-tirmektedir. Enstitümüz üretim ve tasarım atöl-yelerinde elli yıllık birikimleriyle oluşturduğu koleksiyonları; yerel ve bölgesel dokumalardan dikilen, modern çizgiler taşıyan ve Geleneksel Türk Giyim Tarzından notalar içeren Osmanlı Kaftanları’ ı Atatürk’e ait giysilerin stilizeleri, sa-natsal tasarımlarımız yurt içinde ve yurt dışın-da çeşitli organizasyonlarda sunmaktadır.

Geçmiş zamanlarda yaşanan yolculukların hi-kayelerinden oluşur ürünlerimiz. Gelenekseli modern yaşamın içerisinde yaşatmak için çalı-şır hünerli eller. Sonrasında toprak su ve ateşle buluşur. İlimizdeki Anadolu Medeniyetlerine ait kimi objeler yeniden üretilir, cam eritilir ve ye-niden hayat bulur yüzlerce yıllık çini desenlerin üzerinde.

Samsun Olgunlaşma Enstitüsü diğer enstitüler gibi bulundukları ilin ve sorumluluk bölgele-rinde bulunan illerin somut kültürel mirasının koruyucuları olarak, geçmişle gelecek arasında bir köprü işlevini büyük bir onurla üstlenmiş-tir. Böyle bir sorumluluk bilinciyle faaliyetlerini yürüten Enstitümüz eğitim ve üretim atölyele-rinde, geçmişine meraklı sanatın ve zanaatın önemine inanan, sürekli gelişim bilincine sahip kursiyerlerimizin ve öğrencilerimizin becerile-rini geliştirmeye ve yaşatılması gereken kültür mirasımıza ait farkındalığın arttırılmasına yö-nelik çalışmalarına devam etmektedir.

Fevzi Çakmak Mah. Aziziye Cad. No: 125Gazi Devlet Hastanesi Karşısı SAMSUNTel: 0362 233 11 46 - Faks: 0362 234 08 07www.samsunolgunlasma.com

KAYNAKÇA(http://www.beyogluolgunlasma.k12.tr/tarihcemiz.html) (Erişim tarihi: 09/07/2012).Milli Eğitim Bakanlığı. (2006). Geçmişten Günümüze Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü. Ankara

48

MA

KALE

Eurovision, EBU (Avrupa Yayın Birliği)’nın bir alt kuruluşudur. 1954 yılında kurulan bu kuruluş, EBU’ya üye ülkelerin televizyon ile ilgili yayınları için haber ve program alış-verişini sağlayan bir kuruluştur. Hemen hemen EBU’ya üye tüm ülke-ler ve üye olmayan diğer birlik üyeleri, örneğin ABU (Asian Broadcasting Union) gibi örgütlerin de üyesi olduğu bir kuruluştur. Günümüzde, ül-kelerin birbirleri ile yaptıkları haber ve program alış-verişleri hep Eurovision ve onun haber ile ilgili alt kuruluşu olan EVN (Eurovision News) ile yapılmaktadır. Eurovision aracılığıyla yılda yak-laşık 400 saatlik haber ve program akışı vardır (Aziz, 1996). TRT önce 1964 yılında EBU’ya, tele-vizyon yayınlarının başlamasından sonra 1973 yılında Eurovision’a üye oldu.

Eurovision Şarkı Yarışması, Eurovision’a üye olan Avrupa ülkelerinin her yıl düzenledi-

ği dünyanın en ünlü ve uzun soluklu şarkı yarışmasıdır.1956’da başlayan Eurovision ma-cerası, San Remo Şarkı Festivali’nde doğdu. 24 Mayıs 1956’da İsviçre’nin Lugano kentindeki Kursaal Theatre’da gerçekleştirilen ilk gecede Hollanda, İsviçre, Belçika, Almanya, Fransa, Lük-semburg ve İtalya iki kez yarıştılar. Gecenin bi-rincisi Lys Assia’nın söylediği “Refrain” şarkısı ile İsviçre oldu. Eurovision Şarkı Yarışması’nın yapıl-masında ana amaç ülke televizyonları arasında ortak canlı yayın yapabilme kabiliyetini gerçek-leştirme ve kaliteyi arttırmaktı.

TRT 1975 yılında Eurovision ile ilişkiler konu-sunda bir adım daha atarak her yıl yapılmakta olan ve tüm katılımcı üye ülkelerden de naklen verilen Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmaya karar verdi. Ülke içinde uzun hazırlıklardan son-ra seçilen Semiha Yankı’nın “Seninle Bir Dakika” adlı bestesi ile Stockholm’de yapılan yarışmaya katıldı. Yarışma ilk kez TRT televizyonlarından naklen verildi. Tüm Ülke’de heyecanla izlenen yarışmada, Türkiye’nin 3 puan alarak sonuncu olması, günlerden beri bu yarışmaya hazırla-nan kamuoyunda üzüntü ile karşılandı. Basında konu günlerce işlendi ve üzerinde uzun tartış-malar yapılarak neden başarısız olduğumuz hu-susu çözümlenmeye çalışıldı. Konu neredeyse ulusal bir onur sorunu durumuna getirildi. Bu durumdan TRT Yönetim Kurulu da etkilendi ve 1976 yılı için yarışmaya katılmama kararını aldı. Ancak, bu karar bir yıl yürürlükte kaldı, 1977 yı-lında karar değiştirilerek, TRT’nin yine ülke için-de açtığı beste ve şarkı yarışmaları sonucunda

Avrupa Televizyon YayıncılığıTarihinde Bir Fenomen:Eurovision Şarkı Yarışması Üzerine Bir DeğerlendirmeBahar GÜDEKOMÜ Müzik Eğitim ABD

49

MA

KALE

seçilecek şarkı ile Eurovision Şarkı Yarışmasına katılmak için karar verildi (Aziz, 1999).

Eurovision’nun ilk ortaya çıktığı yıllar ABD ve SSCB’nin arasında şiddetli bir soğuk savaşın ya-şandığı yıllara denk düşmektedir. Bu yarışmanın geri plandaki amaçlarından birinin de Batı’da “işlerin yolunda gittiğini ve herkesin mutlu olduğunu” Doğu Avrupa bloğu ülkelere gös-termek olduğu söylenebilir. Orta ve üst sınıfa hitap eden bu yarışma, o dönemin şartlarında görsel bir şölen sunuyordu. Aslında yarışmayla bir nevi, Batı’da sadece belli bir kesimin değil, herkesin tüketici olduğu gösterilmeye çalışılır-ken, sosyal ve kültürel yaşantıları ile dünyaya kapalı olan Doğu bloğu ülke insanları kıskan-dırılmaya çalışılıyordu denilebilir. Doğu’nun Batı’daki hayata öykünmesi için yapılan bu gösteriye karşılık Doğu Avrupa da Eurovision’a alternatif olarak 1961’de Polonya’da “Sopot Mü-zik Festivali”ni düzenlemeye başladı. Ancak, bu festival Eurovision’nun popülerliğine yetişeme-miştir. Doğu Avrupa ülkeleri, Eurovision yayını-nın izlenmesini ne kadar engellemeye çalışsa da ülkelerinde Eurovision hayranlığının oluşması-nın önüne geçememişlerdir. Bu yayılıma daya-namayan o zamanın SSCB Başkanı Gorbaçov, glasnost (açıklık) politikasını izlemeye başlamak zorunda kalmış ve sonuç olarak da halkın Euro-vision Şarkı Yarışması’nı izlemesini engelleyecek bir baskı da ortadan kalkmıştır (Bekcan, 2012). Böylece Batı, popüler kültürü ile Doğu’yu etki-lemiş ve bunda da başarılı olmuştur. Eurovision Doğu Avrupa’da ilgi görmüş, Batı’ya, müziğine, popüler kültürüne, yaşam tarzına ilgiyi artırmış-tır. Hatta Doğu bloğunun çözülmesine yardımcı olmuştur.

Peki, Batı’nın SSCB ve Doğu Avrupa’yı etkileme-ye çalıştığı bir popüler kültür ürünü olan Eurovi-sion Şarkı Yarışması, Türkiye’yi nasıl etkilemiştir?

Türkiye bu süreçte, siyasi konumu itibariyle ne bir Doğu bloğu ülkesidir ne de sosyal, ekonomik ve kültürel olarak Batı’yla aynı noktadır. Bu se-beple Eurovision Şarkı Yarışması’nın bu ülkeler üzerinde yaratmış olduğu etki Türkiye’de daha farklı olmuştur.

Modernleşme süreci içinde yönünü her zaman Batı’ya çevirmiş olan Türkiye, Batı’nın yaşam

tarzını, popüler kültürünü Doğu Avrupa ülke-leri gibi gizliden gizliye değil, rahat bir şekilde takip edebilmiştir. Eurovision Şarkı Yarışması, Türkiye’de dans ve kostümlerle birlikte Batı mü-ziğinden örnekler sergilenmesine ve popüler müziğin gelişmesine olumlu katkı sağlamıştır. Aslında Batı’nın Eurovision’la Doğu Avrupa ül-kelerine empoze etmek istediği –Batı tipi veya Batı’ya öykünen müzik ve yaşam tarzı- bir biçim-de Türkiye’yi de etmiştir.

Türkiye’nin 1977 yılında aldığı kararla tekrar katıl-maya başladığı Eurovision Şarkı Yarışması, daha sonraki yıllarda farklı konularda popülerliğini koruyarak, gerek beste ve seslendirecek kişilerin ön seçimleri, gerek jürilerin oluşturulması, ge-rekse yarışma sırası ve sonrası, kamuoyunu ol-dukça meşgul eden bir duruma gelmiştir. Yarış-ma sonuçlarının değerlendirilmesi, Avrupa’nın Türkiye ilişkilerine endekslendi. 1975-1991 yıl-ları arasında alınan en iyi derece 1986’da Halley şarkısıyla Klips ve Onlar grubunun elde ettiği dokuzunculuktu. Başarısız sonuçlar, Türkiye’nin katıldığı şarkılardan ziyade toplumun Türk ve Müslüman kimliğine, Hıristiyan Avrupa’nın dış-layıcı tavrına bağlanmıştı. Buna bir de 1989’da Avrupa Topluluğu’na üyelik başvurusunun red-dedilmesi de eklenince Avrupa’ya karşı duyu-lan soğukluk, yarışmaya küskünlüğü getirmişti. TRT’nin seçtiği şarkıların değerlendirilmesinde, ülkelerin verdikleri puanlar, o ülkenin Türkiye ile olan tüm ekonomik, siyasal ve hatta toplum-

50

MA

KALE

sal ilişkilerine bağlandı. Örneğin, genelde Türk işçilerinin yoğun bulunduğu ülkelerden puan alınırken, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı temsil eden Kıbrıs Cumhuriyet’inden Türk bestelerine puan verilmemiştir. Son zamanlarda ise, bu tür puanlar, ülkelerin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin ya da girmemesinin bir ölçütü olarak da değerlendirilmektedir.

Eurovision 1980’li yıllarda ülkemiz müzik piyasa-sında, özellikle Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği’nde çok önemli bir yere sahipken, daha sonraki se-nelerde çeşitli etkenlerle müziğe yaptığı katkı değerini ve gösterilen ilgiyi giderek yitirmiştir. Ancak değişen Dünya ile beraber bu yarışmaya olan bakış açıları da değişmiştir.

Avrupa Birliği’nden tam üyelik için müzakere tarihi almayı hedefleyen ve Kasım 2002’de ikti-dara gelen AKP, Türkiye’nin Avrupa’daki imajına büyük önem vermiş, Eurovision’u da etkili bir tanıtım platformu olarak görmüştür. Eurovision politikasında değişikliğe giderek, 1992’den beri Türkiye’den amatör şarkıcıların gittiği yarışmaya 2003’te Sertab Erener gibi ünlü ve güçlü bir sesi, ulusal final de yapmadan gönderme kararı al-mıştır. Yarışmada Türkiye, tarihinde ilk kez birinci olunca ülkede Eurovision’a yeniden ilgi duyul-maya başlanmıştı. 1990’lı yıllarda Eurovision’a ilgisiz davranan, zaman kaybı olarak gören şar-kıcılar artık ulusal elemede kaybetme riski olma-dan gelen Türkiye’yi temsil etme teklifini kabul ediyor, yarışmayı kariyerleri için Avrupa’ya açılan bir pencere olarak görüyorlardı. Fakat Türkiye’de Eurovisiona katılan hiçbir şarkıcının Avrupa’ya açılamamış ve kendini tanıtamamış olduğunu da söyleyebiliriz.

Artık tüm katılımcı ülkeler; milliyetçilik ve ulusal kimlik duygularının göstergesi olarak en iyi sa-natçı ve özel hazırlanan eserlerle Eurovision’a ka-tılarak “ mutlak birinciliği hedeflemektedir”. Eski Eurovision Şarkı ve Show Yarışmaları’nda politik oylar olduğu doğrudur. Ama hiçbir ülke politik oylarla kazanamamıştır. Eğer şarkınız belirli bir kalitenin üzerindeyse politik oylara ilaveten di-ğer küçük oyların desteği ile ilk sıralara çıkılabil-mektedir. Eskiden yarışmaya katılan şarkılarda orkestrasyon zorunlu olmakla beraber, yorum-cunun canlı performans olarak sunduğu şarkıyı müzikle ilgili uzman jüri oylamaktaydı. Şimdi

ise orkestrasyon zorunlu değil, daha popüler şarkıların (pop müzik) koreografi, dans ve çeşit-li görsellerle sunulduğu bir yarışma ortamı bu-lunmakta. Ayrıca televote adı verilen bir oylama biçimine geçilerek, bütün katılımcı ülkelerdeki dinleyici oylarına göre şarkılar sıralanmaktadır. Artık kapitalist ruhlu görsel bir şova dönüşen Eurovision Şarkı Yarışması’nda birinci olmanın çeşitli formülleri şöyle sıralanabilir:

1) iyi bir şarkı- melodi

2) sempatik görüntüye sahip sanatçı veya grup

3) orijinal bir show

Eurovision Şarkı Yarışması bugün, Soğuk Savaş yıllarından daha etkili olarak varlığını sürdürme-ye devam etmektedir. Bütün Avrupa ülkeleri ve Rusya da bu yarışmaya katılmaktadır. Eurovision Şarkı Yarışması her şeyden önce kültürel bir kut-lamadır; ülkelerin tamamen dostane bir şekilde birbiriyle rekabet ettikleri uluslararası bir müzik yarışmasıdır. Gücü, başka hiçbir etkinliğin yapa-madığı bir biçimde ulusları ve insanları bir araya getirme kapasitesinden kaynaklanmaktadır Ay-rıca, Avrupa’da ve ötesinde, 100 milyondan fazla seyirci tarafından izlenen ve dünyada halen de-vam eden en uzun soluklu eğlence formatıdır. Başka hiçbir eğlence etkinliğinin yapamadığı biçimde, insanları ve ulusları bir araya getiren dostane bir yarışmadır. 56 yılı aşkındır, 24 ülke-de düzenlenmiştir ve uzun bir geleneğe sahip-tir. Çeşitli politik rejimlere, ekonomik şartlara ve uluslararası statüye sahip ülkeler ev sahipli-ği yapmış, ancak Eurovision Şarkı Yarışması’nın ruhu her zaman aynı kalmıştır. Şimdilerde bu şarkı yarışmasının kitlesel, sınır-aşırı popülerliği, haklarında çok az şey bilenen ev sahibi ülkelere olan uluslararası ilgiyi artırmakta, bu ülkelerin sahip oldukları zenginlikleri milyonlarca izleyici-ye sergilemektedir. KAYNAKÇAAziz, A. (1999). Türkiye’de Televizyon Yayıncılığının 30 Yılı. Ankara: Türkiye Radyo Televizyon Kurumu.Aziz, A. (1996). Elektronik Yayıncılıkta Temel Bilgiler. Ankara: Anka-ra Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları, No: 5. Bekcan, U. (2012). Bir Soğuk Savaş Ürünü Olarak Eurovision Şarkı Yarışması. www.gencbakis.org (Erişim tarihi: 10-06-2012).TRT. (2012). Eurovision Song Contest. www.trteurovision.eu (Eri-şim tarihi: 25-06-2012).

51

MA

KALE

Giyimin Tanımı: Giyim insanın varoluşuyla ön-celikle doğa koşullarından korunmak amacıyla ortaya çıkmış bir olgudur. Toplumların gele-neklerini, göreneklerini, zevklerini ve yaşayış biçimlerini ortaya koyan bir yapıya sahiptir. Geçmişten günümüze çeşitli doğal toplumsal etik değerlerin etkisiyle biçim değişiklikleri gös-tererek, bugüne kadar ulaşmıştır.

Osmanlı’da Giyim-Kuşam: Türklerin giyim ku-şam kültürünü ile ilgili çok detaylı bilgiler bu-lunmamaktadır. Elde edilen bilgiler kazılardan, kurganlardan eldmezar buluntularından elde edilen bilgilerdir. Türklerde giyim tarihi Orta Asya’ya dayanır. Türklerin devlet kurduğu coğ-rafyanın etkisi ile “Bozkır Kültürü” olarak ad-landırılmaktadır. Bozkır Türkleri göçebe hayat sürmeleri giyim eşyalarının koyun, kuzu, sığır, tilki ve av hayvanlarının derisi ile koyun, keçi, deve yününden yaparlardı. Eski Türkler ayrıca bez dokurlar, dokumalar için de kendir yetişti-rirlerdi.

Osmanlı giyim geleneği Orta Asya giyim kül-türünün devamı niteliğindedir. Uzak Doğu gi-yim kuşamıyla akrabalıkları bulunur. Önden açık, boy giysileri entarileri ve kaftanlar Asya kökenli giyim tarzının devamıdır. Osmanlı gi-yiminde kullanılan önden açık, uzun kollu boy entarisinin kesim tekniği ile paralellik gösteren, en eski bilinen örnekler Pazırık Kurganlarında görülmüştür. Bu mezarlar İ.Ö. 5. Yüzyılla ta-rihlendirilmektedir. Kuzey Moğolistan’da İ.Ö. 2. Yüzyıla tarihlenen mezar buluntularında, aynı kesim tekniği ile hazırlanmış ipek kıyafetler bu-lunmuştur.

Türklerin yüzyıllar boyunca batıya yönelişleri giyim geleneklerini batıya taşıdıkları gibi batı-nın da etkilemesine sebep olmuştur. 9. Yüzyıl

Samarra duvar resimlerinde de, Doğu Türkis-tan tipi olarak adlandırılan bol paçaları büzü-lerek bilekte toplanmış şalvar ve entari figürü görülmüştür. Emel Esin Samarra’da bulunan Türk askerlerinin, Araplardan farklı olarak vücu-da oturan üst üste iki tane kaftan giydiklerini bize aktarmaktadır. Birden fazla entari üst üste giyildiği gibi bunların üzerine kaftan, hırka gibi çeşitli üstlerde giyilmekte olup önde açık giy-silerin kullanımı günümüze kadar devam ede-cektir.

1533’de İtalyan Marino Sanuto’ nun günlü-ğünde yer alan bilgilere göre Venediklilerin Preveze’de gördüğü genç Osmanlı Komutanı; Türk üsulu bağdaş kurmuş oturmakta ve göm-leğin üzerine sarı atlas bir entari, onun üstüne de iri desenli brokar bir kaftan ve üstüne bir kaf-tan daha giymiştir.

Selçuklu Kültürü ile Anadolu’ya taşınan bu giy-sileri minyatürlerde de görmekteyiz. Topkapı Sarayı Kütüphanesinde ki 13. Yüz yıla ait ‘Varka ve Gülşah Yazması’ önemli bir kaynaktır. Minya-türde 2 sevgilinin aynı biçimde giyindiği görül-mektedir. Selçuklu kadınları, bol entarilerinin bellerine taktıkları kuşak ya da kemerle, dizka-pağı ile topuk arasına da bir boyda kullanmış-lardır. Türkler önden açık ve yırtmaçlı entarileri zaman zaman uçlarından bele toplayarak giy-mişlerdir. Entarilerin bele toplanması geleneği Selçuklu döneminden itibaren var olduğunu kaynaklardan öğrenmekteyiz. 20. Yüzyıl başına kadar kadın erkek ayrımı olmaksızın bu gelenek devam etmiştir. Osmanlı dönemine ait pek çok kıyafet albümünde eteklerini bele toplamış ka-dın ve erkek resimleri yer almaktadır.

Güney Doğu Avrupa’da Osmanlı etkisi yerleş-meden önce iki ayrı grup vardı. Bu gruplardan

Osmanlı İmparatorluğu’ndaGiyim - Kuşam KültürüBilsen ŞAHİNSamsun Olgunlaşma Enstitüsü Araştırma Bölümü

52

MA

KALE

biri Bizans mirasçısı olan Ortodokslar yani Sır-bistan ve doğusu, diğeri ise Roma Katolik Kili-sesine bağlı olan Kuzey Arnavutluk , Hıristiyan, Macaristan gibi ülkelerdir. Bu ülkelerin giyim kültürü henüz Osmanlı topraklarına dahil ol-madan ticaret yolu üzerinde yer almaları nede-niyle doğu etkisini almıştır. Osmanlı hakimiye-tine geçtikten sonra buraya yerleşen Türkler ve Müslümanların etkisiyle giyim kültürü birleş-miş, buralarda gömlek, şalvar, entari, hırka ve kaftan yüzyıllarca giyilmiştir. Bu bölge zorunlu geçiş yolu olduğu için mecburi güzergahtır. Av-rupalı birçok seyyah ile ressam tarafından giyim kültürü belgelenmiştir. Resimlerde halkın giyi-minin bölgesel özellikler taşıdığı, ancak Osman-lı kültürünün uzantısı olduğu görülür.

Batı ile 16. yüzyıldan itibaren giderek gelişecek olan siyasi ve ticari ilişkiler, birçok Avrupalının Osmanlı topraklarına gelmesine neden oldu. Bunlardan bazıları anılarını yazar ve resimler ekliyorlardı. Resimler Türk insanını Türkiye’yi tanıtmayı amaçlıyordu. 17. yüzyıldan sonra yal-nızca kıyafet resimleri içeren albümlerde hazır-lanmaya başlandı.

Batı dünyasında Türk kıyafetlerini resimleme-ye öncülük den 1549 ‘da Nicolas de Nicolay ile 1555’te Melchior ve 1589’da da Vecellio olmuş-

tur. Bu ressamlar genellikle elçilerle birlikte gel-mişler ve onların günlüklerini belgelemişlerdir. 16. Yüzyılda popüler olan bu albümleri batılılar defalarca kopya yapmışlardır.17. yüzyılın başla-rında Fransız elçisi de la Haye ile gelen ve son-ra Faransız elçisi Marguis de Ferriol ile 1699’da İstanbul’a gelen sanatçılar kitap ve gravürlerini yayınlamışlardır. Daha sonra diğer elçilerle kal-mış ve yağlı boya tablolar yapmıştır. 18. Yüzyıl Osmanlı dünyasına ilişkin bir çok detayı ver-mektedir. 17. Yüzyıldan sonra İstanbul’da ba-tılılar için kıyafet resimleri ve albümler üreten atölyeler açılmış resimlerin altında her dilden açıklamalar yer alan seri üretim albümler hazır-lanmıştır.17. yüzyıldan sonra bu albümler daha büyük boyutlu hale gelmiş ve minyatür üslu-bundan uzaklaşmıştır.

18. yüzyıl Osmanlı nakkaşlarından Levni ve Abdullah Buhari de albüm hazırlamış önemli sanatçılardandır. .Bu dönemin kıyafet ayrıntıla-rını resimlerde görmekteyiz. 18. Yüzyılda ‘Boğa-ziçi ressamları’ diye bilinen yabancı ressamlar faaliyet göstermişlerdir. 20. Yüzyıl başına kadar yerli sanatçılar Avrupalıların götürmeleri için, batılılardan öğrendikleri kıyafet albümü resim-lemeyi , onların meraklarını giderecek şekilde iç mekanı ve Osmanlı yaşamını bilen kişiler ola-rak sürdürmüşlerdir.Dünyanın önemli müze ve kütüphanelerinde albüm olarak yada tek yap-rak olarak bu kıyafet albümlerinden örnekler bulunmaktadır. Osmanlılarda kıyafet saklama adeti olamadığından ve albümlerin kaybolma-sı nedeniyle kıyafet resimlemiş sanatçıların re-simleri sayesinde yürütülmektedir.

Osmanlı döneminde kadın erkek ayrımı olmak-sızın, 19.yüzyılın sonlarına kadar fazla değiş-meden, benzer öğelerle kullanıldığı zamanla kesimlerde küçük değişiklikler olduğu görülür. Bunlar temel olarak; İç gömleği, entari ve şalvar-dan oluşmaktadır. Gömlekler ayak bileklerine kadar uzun şeffaf ipekten olup üzerine entari giyilen entari veya hırka kısa olabilmektedir. Entari üzerine en çok giyilen üstlükler hırka, ce-ket, cepken ve kaftan olarak değişebilmektedir. Türk kıyafetleri kesim özelliği açısından gele-neksel anlayış ile devam etmiştir. 17. Yüzyıldan itibaren batıdan gelen etkilere paralel olarak, işleme teknikleri ve bazı süsleme özellikleri

53

MA

KALE

açısından etkilenmeye başlamıştır. Yüzyıllar bo-yunca dokumaların enleri izin verdiği ölçüde, giysileri vücuda uydurarak biçmek yerine ba-sit kesim tekniği sürdürülmüştür. Kıymetli ku-maşları ziyan etmeden kullanmak esas alınmış, buna rağmen kıyafetler göz oyalayan canlı parlak renkleri ve göze hoş görünen kumaş de-senleri ile ustaca yapılmış işlemeleri ile bir sanat eseri estetiği taşımıştır. Entari ve şalvarın yapı-mında kullanılan bazı kumaşlar; kemha, seraser veya kadife iken, 18. Yüzyıldan itibaren desen kompozisyonları değişen hafif ipekliler kulla-nılmaya başlanmıştır. Canfes, atlas, çitira, sevai, Selimiye gibi ipekliler veya işlendikten sonra biçilen ‘hüseyni ‘ adı verilen kumaşlar, keten ve pamuk karışık ipekliler kullanılmıştır. ‘Hüseyni’ adı verilen entari yapımı için hazırlanan işleme-li kumaşlar 18. Yüzyılda işlenmeye başlanmış ve 19. Yüzyılda kullanımı artmıştır. 19. Yüzyılda el-biselerin işlemeleri, mercan ve inci kullanımı da işin içine girince iyice ağırlaşmıştır. Bu kumaşlar Galata’da veya Tepebaşı’nda işlendiği için Tepe-başı ve Galata İşi olarak adlandırılmıştır.

18. yüzyılın başlarından itibaren Lale Devri adı verilen dönemde elbisenin sıkıca bedene otur-ması veya kol ağzı kesimi gibi ayrıntılarla elbise modellerinde yeni uygulamalar olmuş, şalvar bollaşmıştır. Bu dönemde giysileri, İngiliz Elçisi-nin eşi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Lady Mary Wortley Montagu’’nün mektupların-da son derece etkileyici bir şekilde tanımladığı gibi Levni ve Abdullah Buhari’nin minyatürle-rinde tüm ayrıntıları ile gösterilmiştir. 18.yüzyı-lın ortalarına doğru elbiselerde etek boyu ayak bilekleri üzerine çıkmış, yaka göğüsleri göstere-cek şekilde açık kesilmiş, etekler peşlerle iyice genişletilmiştir.

Layd Montagu 18.yüzyılın önemli bir tanığıdır. Layd Mary’a 1 nisan 1717’de Edirne’den gön-dermiş mektubunda kendisi için hazırlanan kı-yafeti ayrıntısı ile tarif etmiştir. Şalvar, uzun etek, ince gömlek ve uzun entari giymektedir. Göm-leğin kenarları işlemeli, yakası elmas bir düğme ile kapanmaktadır. Entarisi vücuda oturmakta olan bir ceket gibi boyu kısa, ancak kolları uzun-dur. Elmas ve inci düğmeler ile sırma işlemeleri olup yakası oldukça açıktır. Entarisinin üzerinde de kaftanı vardır. Kaftanda vücuda oturmakta,

etekleri topuğa kadar uzanmakta, kaftanın kol-ları oldukça uzundur ve bileklerden sarkmakta-dır. Belinde 4 parmak genişliğinde mücevherli tokası olan bir kemer vardır. Mevsime göre kul-lanılan bol cübbelerden söz etmektedir. Bun-ların ağır brokar kumaşlarla kaplanmış ermin yada samur kürkünden yapıldığını, kollarının ancak omuz altına kadar olduğunu söylemek-tedir. Ayağına ise beyaz keçi derisinden sırma işlemeli terlik giymiştir.

9 yüzyıl başlarında Avrupa kıyafetlerinde görü-len kesim etkisini göstermeye başlamıştır. Ör-neğin üçetek entarilerin uzun etekleri ile uyum-lu olan uzun kolları artık manşetli, düğmelerle iliklenen, bilek hizasında son bulan kısa kollara dönüşmeye başlamıştır.

Avrupa kesimli kıyafetler İstanbullu usta terziler tarafından dikilebilmektedir. Osmanlı giysilerin-de kumaşı ziyan etmeden kullanmak oldukça önemlidir. Avrupa kesim giysilerde ise birçok parça kalıba göre kesilmekte ve vücut ölçüleri-ne uygun olarak birleştirilmektedir. Geleneksel giysilerde, kemerle veya kuşakla bele oturtur-ken, Avrupa kesim kıyafetler ise korseler ve ya balenler yardımıyla vücuda uyumlu dikilmekte-dir.19.yüzyılda Avrupa kumaşların kullanımı da artık iyice yerleşmiştir. Avrupa’nın makinalaşmış tezgahlarından çıkan kumaşların ithali artmış bazı yerli kumaşların desenleri de taklit edilmiş-tir. Avrupa stili kumaşlar ve Avrupa’dan gelen aksesuarlar da iyice rağbet görmüştür. Başlan-gıçta bu giysileri hanımlar düğün gibi vesileler-le giyinmişler, daha sonra ise kullanımı oldukça yaygınlaşmıştır.

Kaynakça:GÖRÜNÜR Lale, Osmanlı İmparatorluğu’nda Son Dönem Kadın GiysileriSadberk Hanım MüzesiARMAĞAN, Dursun Yıldırım, Prof. Dr. 21. Yüzyıla Girerken Geleneksel Türk El SanatlarıSAZ,Leyla.Haremin İç Yüzü, Milliyet Yayınları İstanbul 1974Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültiirü, 4. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbuL, 1986. KOÇU, Reşat Ekrem Türk Giyim Kuşam Ve Süslenme Sözlüğü, Sü-merbank Kültür, Ankara1967 OSMANOĞLU, Ayşe, Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım) An-kara 1986 KARAKIŞLA, Yavuz Selim, Osmanlı Hanımları ve Kadın Terziler-I, İstanbul. 2003TEZCAN, Hülya, Batılılaşma Döneminde Saray Kadının Modası, P Sanat Kültür AntikaDergisi, İstanbul 1998,

54

MA

KALE

Fotoğraf : Mustafa BÜLBÜL

55

MA

KALE

o Musikiye yakın olmak, onunla dinlenmek bir başka güzel, bir başka haz. Yaşantımızda bize uzak olmayan, her geçen gün artan ses kirliliği içinde yakın olduğumuz musiki, bir başka sesin rengi, bir başka güzel sesli dünya, dünyamız.Musiki, insanlık kadar çok önceye ve köklü bir ta-rihe sahiptir.. Musikiyi izah edebilmek için, bir çok tarifler yapılmıştır.Bence en güzeli:’’ Sesleri kulağa hoş gelecek şekilde tertip etmek, bir başka deyiş-lede: ’’Ölçülü sesler vasıtasıyla da estetik bir tesir ve heyecan meydana getirme sanatıdır’’Ses ve ölçü, en önemli vazgeçilmez ikilidir. Kelimelerin kendi sesi ile müzikteki melodi uyumu,müziğin değerini ve güzelliğini bir kat daha artırmaktadır. Musiki ile ilgili birçok yazılar yazılmış, çok sözler söylenmiştir. Dinleyen herke-se, her millete ve bazı toplumlara göre de farklı algılanmış, farklı türde rağbet görmüş, benimsen-miş, farklı renkte, farklı yelpaze içinde icra edilmiş, edilmektedir…Ancak çok çeşitleri, nevileri olsa da esası şudur ki: Müzik, Ulusal dil. Dahası ulusal me-lodik dil. ‘’Musiki ruhun gıdasıdır’’(Konfüçyüs)Eyliyor erbab-ı aşka cezbedar,

Nale-i dilsuz nay-ı Mevlevi‘’Kul hü vallah-ü ahad’’ dır arifeAh-ı mana-ı seda-yi Mevlevi. (Midyat Bahari Bey-tur)Bu gün elime almaz oldum sazımArşa direk, direk oldu avazımDört şey vardır, bir karındaşa lazımBiri İLİM, bir KELAM, bir NEFES , bir SAZ. (Pir Sultan

Abdal)Bestekar, düşünür, araştırmacı Nail KESOVA: ‘’Mu-siki Meselleri’’ adlı kitabının önsözünde ilk satırın-da ne kadar güzel söylüyor: ‘’Güzel sanatların en güzeli olan musiki öyle bir manevi zevk istihsal eder ki bunu ancak Tanrı’nın bu zevki alacak ka-biliyette yarattığı kulları idrak edebilir. Musikiden zevk almayana bu zevki anlatmak, bu zevki tattır-mak çok zor…’’Güzel sanatların hepsine ilgi duyuyor, zaman zaman izliyor, dinliyorum…Türk Halk Müziğine hayranım ama bunlar içinde karar kıldığım, için-de bestelerimle faal bulunduğum Türk Sanat Müziği olmuştur. Güzel bir beste yada bir söz yazmak, oluşturmak bir başka mutlu eder, beni ve sanki bir başka dünyadayımdır, o an. Bir başka dünyaya geçmek, bir başka sesli yaşamın içinde olmak,rengiyle kaynaşmak, bir başka güzel ya-şam, gündemde kalıcık.Ve ben, biten her beste-min sonunda.’’Allah’ım, bana bir şarkı daha yapma fırsatı, ilhamı verdin, sana şükürler olsun,’’ derim.Türk Müziğinin, Musiki içindeki yeri bir başkadır.. Onun, bir başka güzelliği, ayrı bir kalıcılığı vardır. İçindeki o en ince hassa sesler, melodiler, neğme-ler, ezgiler, duygular ve sözler bizi anlatır. Her nağ-mesinde, her birimiz kendimizden bir şey duyar, buluruz…. Çünkü o, bizim özümüz, duygularımız, yaşantımız….Türk Müziğinin, gündemde kalması, yaşaması ve her kesime sevdirilmesi için eski o klasik eserlerin alt yapısını bozmadan yorumlanması ve bunların yanısıra yeni eserlere, konserlerde, tv. yayınların-da, programlarında yer verilmeli ve sunulmalı-dır…. Her güzel sanatlarda yapılması gerekli olanda gü-nümüze, çağımıza uygun çalışmalar içinde olmak ve sunmaktır.Kültür ve Sanat Etkinlikleri yönünde, Samsun İli-mize geçmişte katkıları olmuş ve halende olanları şükranla anıyor, teşekkür ediyorum...Ayrıca, kül-tür ve sanatı yarınlara devam ettirecek, genç ka-biliyetlere bilinçli v e kararlı çalışma dileklerimle başarılar diliyorum....Yarınlar sizindir....

Musikiye Yakın Olmak?Şahin ÇANGAL

56

MA

KALE

Fotoğraf : Tansu TEKİN

57

MA

KALE

Hangi zaman diliminde insanlık bu denli ve sü-rekli “kirlilik” ten bahis açtı? İnsan, “ egosu”nu merkeze aldığı ve bunu ideoloji haline getirdi-ğinden beri kendi cehennemini hazırladı. Do-kunduğu her ne varsa kirlendi. Bütün kavramlar “ kullanıma elverişli” ve “ sağmal” hale getirildi. İnsan türünün başına gelebilecek felaketlerden biri oldu modern travma. Tanrı’ yı göklere hap-seden bir ilah anlayışı, yeryüzünde, çıkarın ve benciliğin şotalarını inşa etti. Ve “ beyaz adam” yani batılı kafa, kendi türü içerisinde eşitler arasında birinci tahtına oturdu. Dünya, onun yaşam standartlarına hizmet etmesi için yeni-den dizayn edildi. Bütün dini, ahlaki ve vicdani değerler bu, “beyaz kafa”nın tanımladığı çerçe-vede kendine yaşam alanı bulabilirdi. Gücün ve servetin her türlü değerden üstün ya da insana ait tüm kutsal değerleri dönüştürebilecek yega-ne unsur olduğunu bu mantalitenin “ bilimsel ve çağcıl” çıkarımlarından öğrendik. Kendinde Tanrı’ nın işlevlerini yeryüzünde yürütebilecek dehada gören bir zihin, elbette dokunulmaz ve itaat edilmesi gereken bir makamı işaret ediyor-du.

Dünya denen eni sonu belli bir mekan, bu ki-bir ve gurur şövalyelerinin kanlı elleriyle yeni-den biçimlendirildiğinde, önümüze kan ve kir yumağından oluşan ağır bir bedel bıraktı. “Be-yaz kafa” nın kendine cennet yaratma hazzını, ağızları sulanarak izleyen diğer halklar, kendileri için de bir oyun alanı ayrıldığını görünce batıya şükür secdelerinde bulundular. Artık onların da önlerine atılmış bir kemik parçası duruyordu; Modernleşme! Anlamlar dünyasını tekdüzeleş-tiren modern paradigma, insana özgü inanç ve değerler sistemini mekanik reflekslerle kilitliyor. Yeryüzü, gittikçe yayılan küresel determinizmin faşist çerçevesine oturtulmaya çalışılıyor. Daha müreffeh ve konforlu yaşam standardı adına, tüketim egosu denilebilecek yeni tarz insan refleksleri geliştiriliyor. Bir dünya cenneti ya-ratma ve bu cennetin tanrısı olma iddiasında-ki modernizm, değerlerden yalıtılmış kütleler

oluşturma gayretinde. İradesi elinden alınmış, kütleleştirilmiş yığınlar, kişiliklerini, egemen standartların uygun gördüğü rollere adapte etmeye çalışmakta. Böyle olunca duyargaları köreltilen insan, yeryüzünü kasıp kavuran, soy-gun, talan ve cinayet şebekelerinin cürümlerini yalnızca “seyretmek”le yetiniyor ve hiçbir şey olmamış gibi itaatinin gerektirdiği ritüellere devam ediyor. Kurgulanmış bir yaşam, ahlak, onur, vefa gibi kavramlara, arkaik ve çağdaşı olarak bakıyor. Modern aklın kibirli saldırganlı-ğına karşı duruşa geçen kim varsa bozguncu ve terörist olarak propaganda edilmekte. Evlerimi-zin en mahrem yerine sokulan medyatik kurgu, çocuklarımızı, geleceğimizi, ince ve sağmal ve-himlerle dönüştürmeye çalışıyor. Kutsallarının içi boşaltılmış, gündelik hayatını polyanna tipi inanç örgüsüyle geçiren bir kişilik için, Irak’ta ve Afganistan’da binlerce insanın vahşice katledil-mesi ve tecavüze uğraması, haber bültenlerin-den gelip geçen birkaç görüntüden ibarettir.

Global piyasanın her gün değişik renk ve yön-temlerle dayattığı, kültürel, düşünsel ve biçim-sel imajları, yaşam biçimlerine entegre etmek-ten başka bir işlevi olmayan yığınların tarihsel düşüşüne şahid oluyoruz. İnsanın nasıl mutlu olması, üzülmesi ya da öfkelenmesi gerektiği, sosyal ve siyasal ilişkilerini neye göre belirleme-si gerektiği, küresel etki merkezlerinde tasarla-narak dünyaya pazarlanıyor. Bu gün demokra-tik ya da kadife devrimler adı verilen Amerikan merkezli yönlendirmelere baktığımızda, deği-şim yaşayan ülkelerdeki kitlelerin Amerika’ya ve değerlerine toplu iman ayinleri düzenledik-lerini görmekteyiz. Liberal- kapitalist sömürge akışkanlığının tıkandığı ya da tıkanma ihtimali olan ülkeler, bu fasit daireye giren ilk ülkeler oluyor. Acınası durumdur ki bu ahlaksız ve kir-li strateji, medyatik ve teknolojik saldırganlık sayesinde gittikçe yayılıyor ve kabul görüyor. Teslim alınmışlık psikoloji içerisinde bir çok halk ya da devlet, kendini modern paradigmaya en-tegre etme uğraşısı içerisinde. Kim daha önce

Sözü Yükseltme VaktiÖmer İdris AKDİN

58

MA

KALE

ve “esaslı” köleleşecek arzusuyla birbirlerini par-çalamaya başladılar. Duruşlarını ve vakarlarını koruyan tüm değerlerden bir an önce sıyrılıp oyunun içine girebilmek için “ kişiliksizleşmele-rine” çağcıl maskeler buldular. Şimdi Global kö-yün kavalcısı, müsvedde haline getirdiği “ ikinci sınıfları” ilahlığını onaylamaya çağırıyor. Dünün vahşi sömürgenleri, geliştirdikleri “milenyum çağına uygun” tezgahlarda “ az gelişmiş ya da gelişmekte olan” deneklerini test ediyor. Stan-dartlara uygun olmayanlar veya bu gidişe itiraz edenlere karşı “ bozguncu- şer odağı” yaftasıyla “topyekün savaş” çığırtkanlığı yapılıyor.

Bu anlamda ülkemiz, yaşanan bilinç kırılmaları-nı hızlı ve iştahlı biçimde içselleştirilmesi bakı-mından tam bir labaratuar. Bulunduğu bölgede öncü. Diğer halklara örnek gösterilen ve kişilik-sizleştirilmenin her tür ve yöntemini uygulama yönünde bir standart. Sıradan bir “dünya insa-nı” olma yolunda katledilen değerlerin başında haksızlığa karşı adaletten yana duruşumuzu törpülemek, başta gelen ödev. Bunun için içi-mizde biriken öfkeyi sahte “hümanizma” nın kollarında sterilize etmekle başladılar. Çevre-mizde olup bitenlere, yanı başımızdaki -ister bi-

reysel ister toplumsal olsun- yıkımlara duyarsız birer menfaat düşkününden başka bir karakter bırakmamak önemli olan. Öfke ve adaletten ya-lıtılmış insan, kutsalını koruyacak, kutsalıyla yü-celecek ya da kutsalını kuşanacak yapı taşlarını parçalamış insandır. Böylesine bir onursuzlaştır-ma ve “değerler”i yüzeyselleştirme operasyonu tarihin hiçbir diliminde bu kadar geniş uygula-ma alanı bulamadı.

Şimdi “söz”ü yükseltmenin zamanı. Beyaz ka-fanın etrafımıza ördüğü duvarlara karşı sözün muhkem kalesini inşa etmek vakti. “ İnsan kal-mak” dahası varlıkların en şereflisi makamını korumak şimdi “söz” e düşüyor. Satılmış ya da kiralık kalemlerden dökülen albenili zehirlere bakmayın. Onlar sadece soysuzlaşmanın ehra-mına taş taşımaktan başka ne yapabilir ki? Yer-yüzünde duyan, gören ve akleden ve mutlaka kalbiyle akleden herkes, bu insan soyuna karşı girişilmiş hain saldırıya karşı en kavi cümleleri-ne sarılmalı. Sözle gelen öfke, adaletin, özgür-lüğün ve erdemli toplumun kapısını açacak mi-henk taşıdır.

Fotoğraf : Hakan ÖZSARAÇ

59

MA

KALEBen hiç kendimi tanıtmadım. Hep tanıtıldım.

Asıl adımı çoğu bilmez. Araştırmacılar, Akade-misyenler tanıtanlarım oldu.Ustamın bana ya-kıştırdığı isimle (MAHLASLA) tanındım.Elimde kopuz denilen can dostum olmadan pek tanınmazdım. ”OZAN” dediler. Sonra “AŞIK”Dediler. Olmadı “SAZ ŞAİRİ” dediler. Durmadan ismimi değiştiriyorlardı. Ama ben aynı kişiydim. Kimileri beni okuma yazma bilmeyen, saz çalıp söz söyleme yeteneği olan kişi olarak tanıttı. Sazım ve sözümle işimi yapmaya gayret ettim. Aslında bulunduğum toplumun kültürü içinde gelenekten gelen biriydim. Bu gelenek denilen şey kendimi yenilememi engelledi. Evrende hemen hemen her konuda yenilik oldu; benim işimde olmadı. Hala geleneğin cenderesinde-yim. İşte benim derdim bu. Halkın içinden ge-len birisi olarak bazan kendimi bile tanımakta güçlük çekiyordum. Beni bana bir bıraksalar…OZANLIK DÖNEMİM.O zaman içerisinde elimde “KOPUZ” dediğim can yoldaşım vardı. Eğlencelerde, cenazelerde beni de ararlardı. Üfürükçülük yapar fal bile ba-kardım. Daha çok halkı yönetenlerin isteklerini karşılardım. Kese içinde bahşiş verirlerdi. Ce-nazelerinde kopuzumla acılarını paylaşırdım. ”AĞIT” söylerdim. Törenlerde devleti yönetenle-re övücü şiirler “MERSİYE” okurdum. Halka öğüt sayılabilecek şiirlerimi taşa yazdılar. Hala o eser-lerim duruyor.Hani kendimi eleştirmem gerekirse, halkın dert-leriyle pek ilgilenmedim. Yöneticilerle, zengin-lerle, ağa ve beylerle Uzun bir zaman geçirdim. Yazılanlara baktığımda yaptıklarımı aynen kay-dettiklerini gördüm. Hatamı şimdi farkediyo-rum. Halkın içinden birisi olarak , onların dışın-da yaşamışım.AŞIKLIK DÖNEMİM.Ortaasya’dan önasyaya doğru ilerledikçe bazı değişiklikler oldu. İslamiyetin etkisi büyüktü.Öyle ki O kültür iş ismimi bile değiştirdi. Sade

ben değil, elimdeki can dostumun şekli, telleri, sesi hatta adı bile değişti. Yeni can dostum kopuzun yerini alan “BAĞLA-MA” oldu.Kopuzda tezene veya mızrap dediği-miz gereci kullanmazdım.Ama bağlamayı çalmam için “TEZENE-MIZRAP” kullanmaya başladım.Gerçi kullanmasam da bağlamam işe yarıyordu.Sadece parmaklarımı tellere dokundurarak veya sürterek bu çalma şekline “ŞELPE” derdik.Önemli olan benim Bağlamamla uyumlu olmam.Ha mızrap ha şel-pe.Ancakşelpenin özelliği ve yeri başka.Eserle-rime ayrı bir ruh katardı.Can dostum bağlamam çok şekil değiştirdi.Tellerin değişik takılması,sayıları bu değişikliğe zemin hazırladı.”DİVAN-CURA-BAĞLAMA-ÇÖĞÜR” yeni can dostlarımdı.

Hepsinin ortak adı “SAZ” oldu.Sazım ve ben….Hani et ve tırnak gibi.Ayrılmaz ikili.Halkın edebiyatının içinde benim de yerim önemliydi.”AŞIK EDEBİYATI” diye yeni bir edebi-yatın yaratıcısı olmuşum.

BenSebahattin DÜLGERAşık ERDEMLİ

60

MA

KALE

Benim haberim yok.Edebi tarihçiler araştır-macıların yaptıkları tasnif.Bir dönem “DİVAN EDEBİYATI”’nın karşı tarafında yeralmışım.Di-vancılar şiirlerinde “ARUZ” ben se “HECE” ölçüsü kullandım.Ben hala hece ölçüsünü kullanıyo-rum.Sazımla anında hece ölçüsü kullanarak ça-lıp okuyordum.Bana “AŞIK” dediler.Artık ozanlı-ğı tarihin arşivine kadırmıştım.Yeni ismimden memnundum.Aşık….Aslı aşk.Allah aşkı,insanaşkı,doğaaşkı,vatan aşkı….. Hepsinin temeli aşk.Yeni ismim hoşuma git-mişti.Halk bu isimle beni daha da sevdi.Bu sevgi beni kendime getirdi.Halk ve ben…..Ağalar,beyler,hakanlar için değil halk için çalıp söyleyen olmuştum.Bu benim için köklü bir de-ğişimdi.Üst kademeye çalıp söyleme geleneği değişime uğramıştı.Halk için çalıp okuma…Kendimi geliştiriken bir yandan da çırak yetişti-riyordum.Çırağım sazımı taşır,şiirlerimiokur,türkülerimi çalar söyler.Diger aşıklarla buluşmalarımızda bizleri izler ,bilgisinigeliştirir.Zamanla yetiştiğine kanaat getirirsem ,becerisine göreO’nun mahlasını belirlerim.Sazını eline verir ,eli-mi öptükten sonra aşıklığın meşakkatli alemi-ne doğru yollarım.Gerisi ona kalmış.Halkımın sevgisi güçlenmeme sebep oluyordu.Acılarında söylediğim ağıtlar dillerde dolaşır oldu.İyi günlerinde de söylediğim türkülerim sevdalıların buluşma noktası olurdu.Halk ile bir arada olmak,onunlayaşamak,onu anlamak asıl benim zenginlik kaynağımdı.Eserlerimin yanın-da aşık oluşumda ki bazı farklılıklar halk arasın-da ilgi topluyor,saygınlığımı arttırıyordu.Badeli olduğum zaman yani.Evimde veya dı-şarıda uyuduğumda olur her şey.Kendimi çok şirin ve bol sulu ırmak kıyısında otururken be-yaz sakallı,beyaz saçlı kişiler arasında bulurum.Yanıma gelirler ve sohbete başlarız.Genellikle söze gelenler başlar.Tas içinden veya avuç-larından bana bade içirirler.Elmanın yarısını yedirirler,parmağıma yüzük takarlar.Hatta yü-züğün içinden karşıya bakmamı isterler.Gördüklerimi anlatmamı isterler.Hoş sohbetin ardından “Sakın bizimle görüştüğünü belli bir süre kimseye anlatma.Hatta kimseyle konuşmaVe çalıp söyleme.” dedikten sonra mahlasımı verirler.Ben o mahlasımı söyleyerek uykudan uyanırdım .Hiç saz çalmasını ve şiir söylemesi-

ni bilmediğim halde o uyku sonucu değişikliği farkederdim.Hey gidi hey ne günler geçirmiş-tim…Birinde derimi yüzdüler.Birinde de darağacı-na çektiler.Bedenimi ortadan kaldırıp benden kurtulacaklarını zannettiler.Canım halkım, beni besleyen ,kanım toprağım herşeyim….Öyle bir sahip çıktı ki efsaneleştim.Öldürmediler ve gönül bahçesinde bana yer ayırıp daha da bü-yümemi sağladılar.Buyaşadıklarım,halkımın ezilmişliğini , sömürüldüğünü gördüğümde söylediklerimin sonucudur.İnanırmısınız insa-nın tek mezarı olurken,benim birden fazla me-zarım vardı.Aynı mezarlıkta değil,yurdun çeşitli yerlerinde.Halkın sevgisi böyle bir şey işte.Birden bire şımardım mı ne….Kendimi ayağa mı düşürdüm…Şimdi ki analatacağım benim ne tarafım onu ben bile anlayamadım.Her halde sahte tara-fım…Zahiri yanım belki..Adını siz koyun bu ha-limin.Sesim çok güzel.Güzel de saz çalyorum.Biraz da iyi denecek kadar şiir yazıyorum.Her söylediğim yerde beğenenlerim oluyordu.Bu durum hoşuma da gidiyordu.Benim de bir mahlasım olmalıydı.Ustam yok tu,badeli olmam zaten mümkün değildi.Ondan kolayı ne var.Kendi mahlasımı kendim belirlerim.Ya soyadı-mın sonuna bir “i” eklerim ya da ismimin önüne aşık eklerim olur biter.Bu halim bana para Kazanmanın yolunu da aralar gibi oldu.Atışma-larda “nallarım-çullarım” ayaklarını kulladığım-da kimilerini epeyce güldürürdüm.Bu aradaÇöplükten yiyecek toplayanlar,haksızlığauğrayanlar,ezilenler hiç dikkatimi çekmiyordu.Dini konulara daldım mı dinleyenlerim i mesteder-dim.Kuvvetlinin yanında olunca kendimi kuvvet-li sayıyordum.Kuvvetin anlamını bilemez hale geldim.Yani ben beni yok ediyordum. İşte ben……Asıldım,yüzüldüm hatta diri diri yakıldım.Bu za-manlarda ben bendim.Şimdiki halimi ben bile beğenmiyorum.Acaba ben toplumun Neresindeyim ? Yoksa kenara mı itildim. Sesimi kendim bile duyamıyorum.Beni bulan insaniyet adına gönül adresime göndersin.Saygılarımla.

61

MA

KALE

Fotoğraf : Abdullah SEZGİN

62

MA

KALE

Şiirsel Manzum Öykü:

TÜRKÇE’YE GÖNÜL VERENLER

Bu kutsal ülkede dirlikteyiz Geçmişten geleceğe birlikteyiz

Çağlardan çağlara gür bir ırmak Türkçe’yle uyanmak, Türkçe ile yaşamak

Korkut Ata, o bilge ozan Alplık yiğitlik öykülerinde Bilge Dede Korkut, değişleriyle Kopuzuyla erdemli özdeyişlerşiyle “ Boy boylamış soy soylamış” Duru arı Türkçe’siyle: “Yüce yüce dağların yıkılmasın Kabalıca ağaçların kesilmesin!”

Yalvarıp yakarmış Tanrı’sına Övgülerin gür sesiyle

“Yücelerden yücesinkimse bilmez nicesin börklü Tanrı!”Yüzyıllarca bu duru kaynakAkar gider öylesine ak öylesine berrakDestanlar yaşanmış Anadolu’daTürkçe geleceğin güvencesi olmuşZaferlerle dalgalanmış bayrak bayrak

Divan-ı Lügat-ı Türk’te Türkçe ulusuyla güçlü Türkçe varoluştaki hak Savlarda, sagularda, destanlarda Tanrı ordusuna adanmış

Bu kutsal toprakKaramanlı Mehmet Bey soy soylamış“Bundan geru mecliste tüm kurumlarda Aile ocağında – yurt bucağındaTürkçe’den başka dil kullanılmayacaktır!”Deyu yol göstermiş buyruk eylemişZamanla unutulmuş bu buyruk daUzakların uydusu olan savruk kafalar Ham ürünü sever olmuş hası ufalarFarsça’ya, Arapça’ya meyletmiş Osmanlı kafasıylaCem meyiyle, acem yarmasıylaDivanlar düzmüş Saray’aÖvgüler, senalar altın paraya…

Ve sonradan sonra Mösyöler, mönşerler, madamlarAlafranga adamlar türemişAvrupa bozuntusuAslı unutmuş da almış tersiSanki soğuk soğuk sözcükGevelenmiş “Bauceup Mersi”Yamuk diliyle dili haşlamış Kendini kendinden dışlamışGele gele başlamış bir büyük sancıYüzbinlerce işyeri aş yeri adı

63

MA

KALE

Sıtkı ÇAĞLAYAN

Sırıtır olmuş uzak yabancı ve yancıIşıklı tanıtım tabelalarındaAna-baba görmez olmuş da yarınlarıGut bye ile uğurlamış Günaydınlı çocukları Oysa bilen bilir Dil ulustur Dil vatandır Dil; Kahramanları Şehitleri, ozanları

Ölümsüz kılanAyakta tutan candırDil kendini tanımaktırDil dünü, bugünüYarını anlamaktır

Uyanır bir bilge- bilgin Aman sakın ha - sakın ha! Beni dinleyin bana bakın ha

Dilimizi düşürmeyinHainlerin karanlık tuzaklarıyla“Gut bye Türkçe!” dedirtmeyin Bu kutsal vatanı yedirtmeyinKamalı haçlı karalılara

Sonra Hakkını Helal etmez sanaAnadolu’da kutsal AnaTopraktaki canlarKızlar- kızanlar Türkü söyleyenler“Ne Mutlu Türküm” diyenlerTürkçe sevdalısı kahramanlar Öztürkçenin başındaki taçDenemeci – eleştirmen Nurullah Ataç

Nice duru Türkçe yazanlar Genç kalemler Öykücüler – Ozanlar

Türkü söyleyen TürkücülerNice duyan duyuran Nice uyanıkNice geçmişe tanık

Ömer Seyfettin , Ali CanipSait Faik AbasıyanıkVe bir yeni sesBir yeni okul“Ben bir Türküm Dinim Cinsim UludurSinem özüm ateş ile doludurİnsan olan vatanının kuludur”Diyen Mehmet Emin YurdakulSonra büyük düşünür büyük alp “Güzel dil Türkçe bize Başka dil gece bize” Diyen Ziya GökalpVe sonra Güneşi içenlerin Türküsünü dinleten“Bir barış türküsü söyleyecek yine”Diyen büyük ozan Nazım HikmetTürk ırkını betimler bir şiir mimarınca

“Alev bilekli süvariler kamçılıyorŞaha kalkan atlarınıBiz topraktan ateşten sudan Demirden doğdukGüneşi emziriyor çocuklarımıza karımızToprak kokuyor bakır sokaklarımız!” Ve bir yanda destanlar yankılanmışDeryalarca – ovalarca- dağlarcaÖzgürlük ozanı Arı Türkçe’siyle O gür sesiyle Göklerde gürlerAtayı anlatır AtalarcaFazıl Hüsnü Dağlarca: “Atılıyorduk kafire Hepimizin bir yanı hilal gibiBir göz vardı üstümüzde göklerdenMustafa Kemal gibi”Düşünürüz, inanırız değişimiz buYaşayacak Dünya durdukça TürklükYaşayacağız bu Ülkede birlikte AtatürkçeGönüllerimizde sevgiYüreğimiz özgürlükYaşayacak bizimle bu güzelim Türkçe

Sıtkı ÇAĞLAYAN

64

MA

KALE

Fotoğraf : Abdullah SEZGİN

65

MA

KALEBirkaç yüzyıl öncesine kadar Karadeniz kıyıla-

rının her köşesinde Türkçe konuşulurdu. Gü-neyinde Bizans yönetimi olmasına karşılık, kuzeyi tamamen Türk soylu kavimlerin ege-menliği altındaydı. îbn Batuta, 14. yüzyıl sonun-da Karadeniz’in kuzeyine de seyahat etmiş ve eserinde egemen dilin Türkçe olduğunu beyan etmiştir. Gerçekten de Karadeniz’in çevresi çe-şitli adlarla anılan sayısız Türk ve/ veya Müslü-man topluluğu tarafından halka halka kuşatıl-mıştı.

Türk olmasa bile Türkçe konuşanlar (Türkleş-miş Moğollar) ve Türkçe konuşmasa da Müs-lüman olanlar, soyca Türk olan Yahudiler (Ha-

zarlar, Karaimler), Karadeniz’i kuşatan nüfusun neredeyse tamamını oluşturuyordu. Bunların yanına, Türk soylu olan, Türk dillerinden birini konuşan ve Hıristiyan olanları da eklemeliyiz (mesela bizim gibi Türkçe konuşan Gagavuzlar). Karadeniz’e veya Hazar denizine dökülen ırmak ağızlan, Türk dillerinden birini konuşan Malile-rin, İtil Bulgarlarının, Çeremişlerin, Suvarların, Burtazların, Tatarların denetimindeydi.1

Ukrayna’nın Odessa İlinden resmi bir heyet Ha-ziran 2012 de ilimizi ziyaret etmişti. Resmi he-yete başkanlık eden Odessa İlinin vali yardım-cısı Samsun Büyük Otelde yaptığı bir konuşma sırasında Odessa’nın geçmişteki adının Hacı

“Çırpınırdın Karadeniz…”Mesut Taner GENÇSamsun Kültür Sanat Platform Derneği Başkanı

66

MA

KALE

Bey olduğunu söylediğinde içimde bir şeyle-rin acıdığını hissetmiştim. Kırım’da, Akmescit ve Bahçesaray’ı Anapa’yı biliyordum, ama Hacı Bey’i ilk kez duymuştum. İçimizde kaç kişi bu bilgiye sahiptir bilinmez ancak Karadeniz ve kıyılarının geçmişte tamamen bir Türk- Müslü-man coğrafyası olduğunun ispatı idi.

Oysa bugün, sözünü ettiğimiz geçmişin izi bile yok. Peki, bütün bu insanlara ne oldu? Katliam-lara, soykırımlara uğratıldılar, sahipsiz kaldıkları için göç ettiler. Kimi Anadolu’ya kimi Sibirya’ya sürgün edildi. Önemli bir kısmı da açlık ve sal-gın hastalık nedeniyle öldüler.

İşte bu yazıda Osmanlı bakiyesi topraklardan nice acılara, zulümlere ve hatta soykırımlara ma-ruz kalarak yaşadıkları yurtlarını terk etmek durumunda ka-lan ve

Türkiye’ye sığınan Türk

ve Müslüman halk-ların başlarına gelen felaketleri ve sür-

gün edilişlerinin öyküsü anlatılmaktadır. Önce bozgun, sonra zulüm ve ardından da sürgünün dramatik hikayesi.

Özellikle Karadeniz ve içinde yaşadığımız şirin Samsun nüfusunun büyükçe bir bölümü Bal-kanlardan, Rumeli’nden Kafkasya’dan zorun-lu olarak göç etmiş bulunan Balkan Türkleri, ve Kafkas kökenli halklardan oluşmaktadır. Bu nedenle öykünün konusu sürgün edilenle-rin dedeleri, nineleri kısaca atalarıdır.

Kimileri konunun geçmişte kaldığını ve bu ko-nuları deşmenin, kaşımanın bir faydası olma-dığını ifade edebilirler. Amacımız kin ve düş-

manlık tohumları serpmek, nefret duygusu uyandırmak da değil. Ancak geçmişini unutan toplumların gelecekleri de olmaz.

Bu günkü refah ve medeniyetlerini, dakikada binlerce mermi atabilen makinalı tüfeklerini, ok ve yaydan başka silahları bulunmayan halkların üzerine çevirip, acımasız katliamlar yaparak, iş-gal ettikleri ülkelerin kaynaklarını gasp ederek elde ettiklerini, ayrıca köleci ve ırkçı geçmişle-rini unutanlar, Türk milletini soy kırımla suç-lamaktadırlar. Haçlı seferlerinden beri batıda var olan Türklerle ilgili olumsuz yargı artarak devam etmiş, 19. ncu yüzyılda Osmanlı halkla-rının uğradığı kıyam ve k at l i a m l a r batının

uy-

gar(!) devletleri tarafından alkışlanıp destek-lenmiştir. İngiltere’nin Darwinist başbakanı William E. Gladstone 1874’te Bulgar isyanları sı-rasında Osmanlı Hükümetini eleştirirken ‘’ Türk-ler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya step-lerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok et-meliyiz’’2 diyordu. Diğer İngiliz siyasetçileri de sürekli olarak Türk Milletini, Avrupalı ileri ırk-lara boyun eğmesi gereken ilkel bir ırk olarak göstermeye çalışmışlardır. Bu propagandanın dayanağı Charles Darwin’di. Darwin’in üstün ırk teorileri Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinin siyasi

67

MA

KALE

ve idelojik felsefesini oluşturmuştu.

Tarihi gerçekler batılılar tarafından sürekli çarp-tırılmaktadır, üstelik kendi halklarını da kandır-maktadırlar. Günümüzde Ermenilerle ilgili ola-rak Türkler hakkında ileri sürülen çarpık iddialar da maksatlıdır.

Tarihin en acı derslerinden biri şudur: Yeterince uzun zamandır aldatılmışsak, ortaya koyan her türlü kanıtı reddederiz. Gerçeği bulmakla ilgilen-meyiz artık. Aldatmaca bizi kafeslemiştir.

Carl Sagan 1999

Osmanlı üzerinde yaşadığı bütün topraklarda halklara çok geniş dil, din ve kültürel serbestlik sağlamıştı. Osmanlının güçlü olduğu dönem-lerde ideal bir toplum görüntüsü veren bu yapı devletin zayıflaması ve kışkırtmalarla birlikte

Osmanlının sırtına inmek üzere kalkan sayı-sız sırt hançerine dönüşmüştür.

Hemen belirt-

mek isterim ki makalede yer alan ifadelerin büyükçe bir bölümü kitaplarını büyük bir takdir ve hayranlıkla oku-duğum müellif İbrahim Okur’un ‘’İkinci Binyılın Hikayesi’’ isimli kitabından yapılmış alıntılardır.

Justin McCarthy, Karadeniz’in söz konusu ger-çeğini incelediği Ölüm ve Sürgün adlı eserinde sözlerine şu cümlelerle başlıyor3

“1800’lerde Anadolu’da, Balkanlarda ve Gü-ney Rusya’da, pek geniş bir Müslüman ülke-si vardı. Bu, sadece Müslümanların egemen bulunduğu bir ülke olmakla kalmıyordu;... Bu ülke, Kırım ile alt bölgelerini, Kafkasya yö-resinin çoğu bölümünü, Anadolu’nun hem

doğusunu hem batısını ve Arnavutluk ile Bosna’dan Karadeniz’e kadar uzanıp, hemen hemen tümü Osmanlı imparatorluğu ülkesi içinde bulunan Güneydoğu Avrupa’yı kapsı-yordu...

1923’te ise Müslüman ülkesi durumunda ka-lan, yalnızca Anadolu, Doğu Trakya ve Güney Kafkasya’nın bir kesiminden ibaretti. Balkan-lardaki Müslümanların çoğu gitmişti; ya öl-müşler, ya da göç etmek zorunda bırakılmış-lardı; kalanlar, Yunanistan’da, Bulgaristan’da ve Yugoslavya’da cep [adacık] durumun-daki yerleşim bölgelerinde yaşıyorlardı. Kırım’ın, Kuzey Kafkasya’nın ve... [bugünkü] Ermenistan’ın Müslümanlarını aynı yazgı hak-lamıştı; onlarda, kısa söyleyişle, gitmişlerdi [yok olmuşlardı]. Çoğu Türk olan milyonlar-ca Müslüman ölmüştü; milyonlar- c a s ı b u g ü n - k ü

T ü r k i y e ’ y i oluşturan ülkeye

sığınmıştı. 1821 ile 1922 arasında, beş milyondan faz-

la Müslüman, ülkelerinden sü-rülüp atılmışlardı. Beş buçuk milyon

Müslüman’ın kimi savaşlarda öldürülmüş, diğerleri sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıktan canını yitirerek ölmüşlerdi “

Günümüzde Karadeniz’i kuşatan devletler, bu-raların eski sakinlerinin acıları ve kanı üzerine inşa edilmiş devletlerdir. Mc Carthy, söz konu-su eserinde, Karadeniz’in tarihini anlatabilmek için katliamları, sürgünleri ve göçleri incelemek gerektiğini söylüyor ve aksi takdirde konunun araştırılmış sayılamayacağını ifade ediyor. Bu-nun yanında, emperyalizmin tarihini yazanla-rın, son 500 yılda Afrika’daki ve Afyon Savaşları sırasında Çin’deki katliamları geniş olarak araş-

68

MA

KALE

tırıp anlatmalarına rağmen, Karadeniz çevre-sinde olup biten vahşeti araştırmadıklarından yakınıyor.

Osmanlı egemenliğinin sona erdiği ilk Türk/Müslüman toprağı Kırım’dır. Karadeniz böl-gesinde çözülme, önce Kırım’da başlamıştır. Kırım’dan Türkiye’ye kitle göçleri, esas olarak 1783’de Kırım Hanlığı’nın ortadan kaldırıla-rak Rusya İmparatorluğu’nun Kırım’ı ilhâkını müteakip gerçekleşmiştir. Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na asıl kitle hicreti dediğimiz ve son derece dramatik neticeleri olan muaz-zam sosyal olgu muhakkak ki Kırım Hanlığı’nın yıkılmasına takaddüm eden yıllarda başlayan bir süreçtir. Kırım’ın kaderine damgasını vuran 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rusya ordusu 1771’de Kırım’a girmeyi başardı.

1770’lerden itibaren Kırım’dan Osmanlı toprak-larına doğru dalgalar halinde başlayan Kırım Tatar göçü 1920’lere kadar tek bir yıl bile dur-madan devam etmiştir. Bir tahmine göre, 1783-1922 yılları arasında Osmanlı ülkelerine göç eden Kırım Tatarlarının sayısı en az 1.800.000 idi. En büyük göç 1853–1856 Kırım Harbi’nin mü-teakip on yıl içinde oldu. 1856’da Müttefiklerce işgal edilmiş bölgelerdeki Kırım Tatarlarından on bin kadarı da, Müttefik orduları Kırım’dan çekilirken onlarla birlikte vatanlarını terk ede-rek Osmanlı topraklarına tahliye ve iskân edildi. Neticede, 1860’da ve onu takip eden bir kaç yıl içinde en az 200.000 Kırım Tatarı sefilâne şartlar altında Türkiye’ye gitmek üzere Kırım’ı terk etti. O zamana kadarki en büyük göç dalgası buydu Rumeli’ne yerleştirilen Kırım Tatarlarından pek çoğu “93 Harbi”ni yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı yaşayarak, daha vatanlarından geleli 20 sene bile olmaksızın artık Bulgaristan yahut Romanya haline gelmiş olan iskân yerlerinde kendilerini tekrar Hristiyan idaresi altında bul-dular. Böylelikle, bu insanların çoğu ikinci bir hicrete, yani Rumeli’nden Anadolu’ya göçe baş-ladı.

Diğer bir ifadeyle, 1878 sonrası Rumeli göçleri dediğimiz muazzam göçlerin içinde Kırım Tatar-ları da vardı. Kasım 1920’de Kırım kesin olarak Bolşevik yani Sovyet hâkimiyeti altına girdi. Asıl büyük felâketler de bundan sonra başladı. Sov-

yet politikalarının doğrudan bir neticesi olarak 1921–1922 yıllarında Sovyet Rusya’da benzeri görülmemiş bir açlık meydana geldi. Bu açlık-ta bütün Sovyet Rusya’da beş milyon civarında insan öldü. Kırım yarımadası da açlığın en feci sahneleriyle yaşandığı yerlerden biriydi. Nite-kim, Sovyet rejiminin bütün engellemelerine rağmen açlıktan mahvolma durumuna gelmiş yaklaşık on bin Kırım Tatarı bulabildikleri deniz araçlarıyla Türkiye’ye iltica etti. Tam o günlerde Türkiye İstiklâl Savaşı vermekteydi. Buna rağ-men, bu mülteciler Türkiye’ye kabul ve iskân edildikleri gibi, tam da Büyük Zafer günlerinde Türkiye’den Kırım’a açlık yardımı bile gitti. 4

O yıllar Samsun şehrinin sahilleri Kırımdan bu-labildikleri ilkel teknelerle Samsun’a gelen Tatar soydaşlarımızla dolup taştığı halen söylenilir.. Önceleri çadırlarda kalarak hayatlarını güç ko-şullarda idame etmeye çalışan bu insanlar son-raları Samsun ilinin yerli ahalisi ile karışmışlardır. İlkadım ilçesinde bulunan Bahçelievler mahal-

lesi ‘’şimdiki DSİ’ nin arkası’’ Tatar mahallesi ola-rak adlandırılırmış. Büyük tarihçilerimizden Halil Prof.Dr.Halil İnalcık, Prof.Dr.İlber Ortaylı ve Prof.Dr.Kemal Karpat da geçmişte Türkiye’ye göç et-miş olan Kırım’ın ünlü Tatar Türklerindendir.

1783 yılında Kırım’ın Rusya İmparatorluğunca ilhakıyla birçok kez Rus devlet adamları tara-fından sürgün kararı konusunda görüşülmüş-tü. İkinci Dünya Savaşı’nın 1941 - 1944 yılları

69

MA

KALE

arasında Nazi işgali altında olan Kırım’da, Kırım Tatarlarının Naziler ile “işbirliği” içinde olduğu gerekçe gösterilerek 1944 yılında Sovyet hükü-meti tarafından (toplu sürgün kararı çıkarıldı.

Sürgün, 18 Mayıs 1944 tarihinde tüm Kırımlı yerleşim yerlerinde başladı. Toplamda 193.865 Kırım Tatarı sürgün edildi. 151.136 kişi Özbekis-tana, 8.597 Mariye, 4.286 Kazakistan’a geriye kalan 29,846 kişi ise Rusya’nın çeşitli oblastları-na sürgün edildi.

Mayıstan 10 Kasım’a kadarki süreç içerisinde Özbekistan’a sürülen Kırım Tatarlarından 10.105 kişi açlıktan ölmüştür. NKVD verilere göre yak-laşık 30.000 (% 20) kişi, bir buçuk yıl içinde sür-günde öldü. Kırım Tatar aktivistlerin verilerine göre ise nüfusun yakla-şık %46’sı bu zaman içe-risinde hayatını kaybetti. Sürgün boyunca toplam nüfusun yaklaşık %45’i açlık, susuzluk ve hastalık nedeniyle ölmüştür. 5

“Kırım Türklerinin üç gün içinde tamamen vatanlarından sürgün edilmesi operasyonunun başarıyla neticelen-mesi şerefine, 19 Temmuz 1944’te bir tören tertip edilmiş ve operasyonda görev alanlar, Sovyet yönetimi tarafından ödüllendirilmiş-lerdi. Ancak tören sırasında gelen bir haber, Arabat adlı bir Türk köyünün unutularak bo-şaltılmadığını gösteriyordu. Azak Denizi ile Sivaş arasında yer alan Arabat köyünün halkı, balıkçılık ve tuz üretimi ile uğraşan köylüler-di. Sürgünlerden sorumlu memur Kobulov adamlarına, iki saat içinde orada tek bir Kı-rım Türkünün kalmaması yönünde emir ver-di. Oysa Kırım Türkleriyle dolu yük katarları çoktan yol almıştı ve onlara yetişme imkânı yoktu. Bunun üzerine Arabat’taki bütün Kırım Türkleri oldukça büyük ve eski bir gemiye bin-dirilerek mahzene kapatıldılar. Gemi denizin derin bir yerine getirilerek ambar kapakları açıldı ve bu gemi, içindeki insanlarla birlikte batırıldı. Yaşanan korkunç olayın sonunda,

Arabat köyünde yaşayan Kırım Türklerinden kurtulan tekbir kişi bile olmamıştır. Arabat Köyü operasyonundan sonra, görevli Kobu-lov da,Kırım’ın artık Türklerden “tamamen” temizlendiğini belirten raporunu yukarıya iletebilmiştir”

Hepsi gittikten sonra, yurtlarından edilmiş bü-tün halkların isimleri sanki orada hiç yaşama-mışlar gibi- resmi kayıtlardan silindi. Ayrıca Kı-rım Özerk Cumhuriyeti de tamamen eritilip yok edildi. Kırım, basitçe bir Sovyet bölgesi hâline geldi. Yerel idareler, özellikle mezarlıkları tahrip

ettiler, kasaba ve köy-lere yeni adlar ver-diler. Buraların eski sakinlerini tarih -ve sanat tarihi- kitapla-rından da tamamen sildiler6

Osmanlı yönetimi, tarihte hiçbir zaman Ruslara veya Slavla-ra ait olmamış olan Kırım’da ortaya çıkan sorunun üstesinden gelmek isterken Yu-

nan İsyanı çıkmış, gerileme süreci daha beter hareketlilik kazanmıştır

Mc Carthy’nin sözünü ettiğimiz eserinde, Mo-ra’daki Türk köylerine yönelik sistemli katliam-lar hakkında, görgü tanıklarına dayanan epey bilgi bulunmaktadır. Bunlardan biri George Finlay’dir. Finlay, 1861’de yazdığı Yunan Ayak-lanmasının Tarihi adlı kitabında söz konusu kat-liamları şöyle anlatmıştır7:

“1821 Nisanında, 20 bin kişi toplamına ya-kın bir Müslüman nüfus Yunanistan’da [Mora demek istiyor] dağınık olarak yaşıyor ve ta-rımda çalışıyordu. [Ayaklanma başlamasının üzerinden] Daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler; adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişman-lık duyulmadan öldürüldüler. [1861 ‘i kaste-derek] Yaşlılar hâlâ, taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘işte şurada Ali Ağa’nın pyrgos’u, kulesi vardı; burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük’, diye an-

70

MA

KALE

latırlar ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üze-rinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabilece-ğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi ve onun vere-ceği sıkıntılar ne olursa olsun, bu sıkıntılar, bir ulusun vicdanında duyulmak gerekir; bu günahı bağışlatacak davranışlar da o ulusça yapılmalıdır.”

Thomas Gordon adlı bir başka yazarın 1832’de

yayınladığı gözlemlerinde de söz konusu katli-amlar geniş yer tutar. Anılan eserde, Patras baş-piskoposu Germanos’un “Hıristiyanlara huzur! ... Türklere Ölüm!” diye bağırarak katliam kışkır-tıcılığı yapması anlatılmaktadır.

Alison Phillips adlı bir yazar, ‘Yunan Bağımsızlık Savaşı, 1821-1833” adlı eserinde şöyle demek-tedir:

“Nisan ayında ayaklanma, genelleşmişti. Her yerde, daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla, kıyımdan geçirmekte idi ‘Hiçbir Türk kalmayacak/Ne Mora’da, ne dünyada!’; ağızdan ağza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilân eden şarkı, böyle diyordu. Mora’da Müslüman nüfusu 25 bin kişi olarak hesaplanmıştı. Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında tek bir Müslü-man bırakılmamıştı.”

George Finlay de kitabında sayılar vermektedir:

“Hıristiyan halk, yarımadanın her bölümünde Müslüman halka saldırdı ve hepsini öldürdü Kalelere sığınanların geri dönüş umudunu yok etmek için Müslümanların evleri yakıldı, mülkleri tahrip edildi Martın 26’ sından Nisa-nın 22’sine düşen Paskalya Pazar’ına kadar, göz kırpmadan 15 bin [Müslüman] kişinin can verdiği ve yaklaşık 3 bin çiftlik evinin ya da [başka] Türk konutunun oturulmaz hâle geti-rildiği sanılmaktadır.”

Yine yukarıda adı geçen Phillips’in eserinde öl-dürmeden önce işkence yapıldığı da şu cümle-lerle anlatılmaktadır:

“Üç gün boyunca zavallı [Türk] yerleşimciler, bir vahşiler güruhunun şehvetine ve zulmüne teslim edildiler. Ne cinsiyet ne de yaş yönün-den bir esirgeme yapıldı. Kadınlarla çocuklar [dahi] öldürülmeden önce işkenceden geçi-rildiler. Kıyım öylesine büyük ölçekteydi ki, [çetelerin serdergesi] Kolokotrones’in kendisi bile, kasabaya girdiğimde yukarı hisar kapı-sından başlayarak atımın ayağı hiç yere değ-medi demektedir. İlerlediği zafer kutlama tö-reni yolu, cesetlerden bir örtüyle döşenmişti İki gün geçince, Müslümanlardan sağ kalabil-miş perişan durumdaki insanlar, her yaştan ve cinsiyetten aşağı yukarı iki bin kişi, çoğunluk-la da kadınlar ve çocuklar, gaddarca toplanıp bitişik dağlardaki bir dere yatağına gömüldü-ler ve orada koyun gibi boğazlandılar.”

Justin Mc Carty eserinde, C. M. Woodhouse ta-rafından 1952’de yayınlanmış bir kitaba daya-narak olayları şöyle değerlendirmektedir8:

“Yunanistan’daki Türklerin telef edilmesi, sa-vaş zamanının olağan telefatı değildi Türk-lerin hepsi kadınlar ve çocuklar da o arada olarak, Yunan çetecilerince alınıp götürülüyor ve öldürülüyorlardı; tek istisna az sayıda ka-dınla çocuğun köleleştirilmesi idi Türkler ba-zen, ayaklanmanın coşkunluğu içinde ve eski efendilerin şimdi alt edildiğini görmenin mut-luluğu ile anında öldürülüyorlardı Ama çoğu kez işlenen cinayetler önceden tasarlanarak ve soğukkanlılıkla işleniyordu. Kasabaların Türk halkının tümü kasabadan toplanıp uy-gun bir yere götürülüyor ve orada kıyımdan geçiriyordu.”

71

MA

KALE

Avrupa devletlerinin Mora ayaklanmasındaki katliamlara seyirci kalması, hatta bu tür katli-amcıları cesaretlendirmesi- daha sonra başka yerlerde de örnek oluşturmuş, katliamların, yapanların yanına kâr kalması, aynı mahiyette eylemlerin tırmandırılmasına zemin hazırla-mıştır. Osmanlı’nın sıra sıra kaybettiği bütün topraklarda, Türk nüfustan arındırma ve soykı-rım politikası yürütülmüştür. Bugünkü adlarıy-la Bulgaristan’da, Romanya’da, Ukrayna’da ve Kafkasya’da sürekli katliam yapılmıştır. Bu işin esas örgütleyicisi Rusya idi.

Bu hal Osmanlının son döneminde Ermenileri de cesaretlendirdi. Onlar da yüzyıllar önce Bi-zans katliamlarından Türkler sayesinde kurtul-duklarını unuttular ve kendi yurtlan saydıkları Doğu Anadolu’yu Hazar denizine kadar Türk’ten temizlemek için harekete geçtiler. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.

Osmanlı’nın bölgeye gereken önemi verme-mesi yüzünden Ruslar Kafkasya’da yalnız baş-larına kalmışlar ve kararlılıkla sürdürdükleri askeri harekâtlarla bölgeyi denetimleri altına almışlar ve neredeyse tamamı Müslüman olan Kafkasya’dan Müslümanları sürmüşlerdir.

Ruslar, İngiltere ve Fransa gibi rakiplerinin ulaşa-mayacağı bir coğrafya olan Kafkasya’da, Türk ve diğer Müslüman toplulukları, katletmişler, Os-manlı topraklarına kaçmak zorunda bırakmışlar veya köleye ihtiyaçları olduğu için Sibirya’ya sürgüne göndermişlerdir. Ne var ki Kafkasya’da bu iş Balkanlardaki kadar kolay olmamıştır.

Askerleri Polonya’dan Astrahan’a, Sibirya’dan Urallara kadar olan geniş bir coğrafyadan te-min ediyorlardı ki, askerlerin neredeyse hiçbiri Rus değildi. Oysa Kafkasya halkları, Ruslara kar-şı sadece öz kaynaklarıyla savaşmak zorunda kalmışlardır. Üstelik içlerinde Ruslarla işbirliği yapanlar da vardı. Ne var ki, olanca eşitsizliklere rağmen, Kafkas Müslümanlarının Ruslara karşı mücadelesi muazzam olmuştur.

Rus istilası karşısında dağınık Kafkas topluluk-larım Sünni İslam anlayışı çerçevesinde birleş-tirmek için Müridizm Hareketi olarak anılan bir mücadele başlatılmıştır. Nakşibendî ve Kadiri Tarikatları önderliğinde başlatılan bu hareket-te öncü olanlar imamlardı. Hareket, 18. yüzyılın sonlarında Çeçen asıllı Şeyh Mansur tarafından başlatılmış ve daha sonra Molla Muhammed, Hamza Bek; Gazi Molla ve Şeyh Şamil tarafından yönetilmiştir.

1834 yılı sonlarında direniş hareketinin başı-na olağanüstü kahramanlıklarıyla ün kazanan Şeyh Şamil geçti. Direnişi 25 yıl boyunca sür-dürdü. Kafkasların Müslüman halkı Rus işgalini hiçbir zaman kabul etmediler.

Ekim 1833 tarihli bir Rus generalinin raporunda, “onlarla dostane ilişkiler kurmak imkânsız bir şeydir... Bu ırkı yok etmek zorundayız”, den-mektedir9.

1836 tarihli yine bir İngiliz raporunda, Kafkasya’nın, Rusya’ya bütün Rus donanmasın-dan çok daha pahalıya mal olduğu ifade edil-mektedir. Rusların “imha savaşı” yaptıklarına dair ifadeler de çoktur.

1839’da, Ruslar bütün bölgeye toplu saldın düzenlediler. Ama gerilla savaşı taktikleriyle savunma yapan Kafkas Kabileleri karşısında hezimete uğradılar ve ağır kayıplar vererek geri çekildiler.

1859 yılında Şeyh Şamilin Ruslara beklenme-

72

MA

KALE

dik biçimde teslim olduğunu görüyoruz. Şeyh Şamil’in teslim olmasından sonra, Kafkasya’da direniş giderek azaldı ve bölge tamamen Ruslar’ın eline geçti. Ruslar, egemenliklerini hiç-bir şekilde kabul etmeyen bu topluluklara kar-şı, bütün geçitleri tutarak aç bırakma politikası başlattı. Buna rağmen Ruslara boyun eğmeyen on binlerce aile Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.

1863 tarihli bir İngiliz konsolosluk raporunda, şunlar yer almaktadır10:

“Kafkasya’daki Rus ordusu çok başarılı oldu. Boyun eğdirilmeyen sadece Vubıhler kaldı. Ekim ayı başında Abzehler, Rusları da sürprize uğratarak mücadeleyi bıraktılar... Ve Şapşığ-lar da 4 Kasımda teslim oldular... Kont Yevdo-kimov, bütün Abzehlerin (150.000) gelecek bahara kadar Türkiye’ye göç etmeleri için emir yayınladı ve Kerç’teki Rus tüccarlarıyla, Çerkezlerin Samsun’a kişi başına beş ruble karşılığında taşınmaları için bir kontrat imza-ladı (Üç ruble Ruslar tarafından ve iki ruble de Çerkezler tarafından ödenecektir).”

Bundan sonra Adigelerin ve diğer Kafkas ka-bilelerinin Türkiye’ye göç etmeye başladığını görüyoruz.1863’te 500 bin Çerkez ve 240 bin Abhaz göçü başlattı. 1864’te Trabzon ve Sam-sun limanlarına gelen mülteci sayısı 750 bini buldu. Sığınmacılar küçük kapasiteli gemilere 1500-2000 kişi doldurularak gönderiliyordu. Eylül 1864 tarihli İngilizlerin Trabzon konso-losluk raporunda 220 bin sığınmacının geldiği ve bunların 100 bin kadarının hastalıktan öl-düğüne dair kayıtla düşülmüş. Bugün için, söz konusu dönemde toplam olarak 500 ilâ 600 bin kişinin göç ettiği tahmin ediliyor11 Yine bazı raporlardan teslim olan bazı köylerin topluca imha edildikleri biliniyor ama sayılar vermek mümkün değil. Ayrıca bu sayıların yanına Rusla-rın toplu halde Sibirya’ya göçe zorladıkları Kaf-kas Halklarını da eklemek gerekir.1865’te göçe zorlanan Çeçenler, Kars’ta top atışlarıyla karşı-landılar. Özellikle Çerkezlerin onda dokuzu bu dönemde Türkiye’ye göç etti. Kafkasya’nın sarp ve yalçın dağlarında ölümsüz bir destan olarak kalmış, kahramanlıklarıyla ölümsüzleşen yiğit insanlar için bu kutsal toprakları terk etmek çok

ızdırap verici olmuştu. Kafkasya’ya Rus kökenli Ortodoks göçmenler getirilerek, bölgenin kolo-nizasyonuna giriştiler.

Bütün bu göçler yüzünden Kafkasya, tamamen Ruslar’ın eline geçti. 1877-78 Osmanlı Rus Sava-şı başladığında Kafkasya’da Türk ve Müslüman nüfusu çok büyük ölçüde kırılmıştı.

Rusların izleye geldikleri tutumu gözlemleyenler, onların kararlılıkla güttükleri amacın işgal ettik-leri illerden Türk nüfusu sürmek ve yerine Slavla-rı yerleştirmek olduğundan kuşku duyamazlar. Rusya’nın fethettiği diğer ülkelerdeki politikası da böyle olmuştur.

Berlin Kongresi (1878), Cullen raporundan12

Plevne’de Osmanlı ordusu 10 bin kayıp verir-ken, Rus ordusu 30 bin kayıp vermiştir. Bunun yanında, Plevne ve çevresinden 43 bin Osmanlı askeri Ruslara esir düştü. Esirler Rusya’ya doğ-ru götürülmekteyken Bükreş’e varıncaya kadar 5 bini açlıktan, hastalıktan veya soğuktan öldü. Rusya’ya sadece 15 bini varabildi. Bunların da sadece 12 bini yaşadıkları topraklara geri döne-bildiler13

Bu savaş Avrupalı savaş muhabirlerinin, yan-larında ressamlarla birlikte gün be gün her iki cepheden izleyebildikleri ve başta Londra olmak üzere Avrupa’daki gazetelere telgrafla günlük haberleri iletebildikleri belki de ilk sa-vaştır. Onlar sayesinde Rusların nasıl katliam yaptıklarını tarafsız kaynaklardan öğrenme imkânı vardır. Söz konusu gazeteciler Rusların giriştiği sivil katliamlarını belgelendirmek için Şumnu’da toplanmışlar ve şöyle bir bildiriyi ka-leme alarak 20 Avrupa gazetesine iletmişlerdir. Söz konusu bildiri şöyledir14:

“Yabancı basın temsilcileri olup aşağıda im-zası bulunan kişiler Şumnu’da bir araya gel-mişlerdir. Bulgaristan’ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı eylemler hakkında kendi gazetelerine gönderdikle-ri haberlerin şimdi kendileri tarafından ya-zılmış bir özetini imzaya bağlamayı, görevleri saymaktadırlar... Aşağıda imzası bulunanlar, kurbanlardan büyük çoğunluğun kadınlarla çocuklar olduğuna tanıklık ederler.”

Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün adlı eserinde

73

MA

KALE

Müslüman ahalinin katillerinin çoğu kez Rus as-kerleri olduğunu ve Rus birliklerinin yaptığı kat-liamların ve yıkımların Rus komutanlığının ver-diği emirle meydana geldiğini belirtiyor. İkinci olarak Hıristiyan Kazaklar15 ve üçüncü olarak da Rus birliklerinin kışkırttığı Bulgar köylüleri-nin katliamlar yaptıklarını anlatıyor.

Rusların katliam yapmakta çeşitli amaçlan var-dı. Bunların birincisi, Türk köylülerine dehşet salarak, Rus ordusuna direniş göstermeden önü sıra kaçmaya zorlamaktı. İkinci amaçlan bölgenin nüfus bünyesini tahrip etmek ve Türk-Müslüman nüfusu ortadan kaldırmak, yerine Slavları yerleştirmekti.

Mc Carthy, Slav Kazakların yaptığı katliamları Hı-dır Bey köyünü örnek vererek şöyle ifade etmiş-tir.16

“Hıdır Bey köyünde, Rus Kazaklar sakin sakin Türklerin elindeki silahlan toplayıp Bulgarlara verdiler. Bulgarlar da köyün 70 erkeğinin 15’i dışında hepsini öldürdüler; o sırada Kazaklar hiç kimsenin kaçmaması için önlem uygula-makta bulunuyordu. Yine de kaçabilen 15 kişi, daha Ruslar görünür görünmez köyden savu-şanlar idi. Büklümlük’de Kazaklar yine Türkle-rin silahlarını alıp Bulgarlara verdiler. Kaçışları önlemek için kasabayı kordon altına aldılar. Bulgarlar bütün erkekleri saman ambarına, ka-dınlarla çocuklan da evlere yerleştirdiler. Sonra samanlıklar ve evler ateşe verildi Binalardan kaçmaya çalışanlara Bulgarlar ateş ettiler. Sal-dırıda pek az kişi kurtulabildi.”

Bulgarlar, Rusların işbirlikçisi idiler. Osmanlı or-dusunun gerisinde beşinci kol faaliyeti yürütü-yorlardı. Ruslar, bir yere giriyor ve denetim altına aldıktan sonra Bulgarlara silah dağıtıp çekiliyor-du. Avrupalı gazeteciler bu gibi olayları gazete-lerine bildiriyordu. Mesela Morning Post, Daily Telegraph ve Times gazetelerinde yer alan bir haberde, gazetecilerin Lagahanlı köyünde 120 Türk’ün cesedini yerde yatarken gördükleri, ka-dınların on gün boyunca ırzına geçildikten sonra diri diri yakıldıkları şeklinde haber yer almıştır.

Katliamlar yanında talan ve yakıp yıkma olay-larının da pek vahşice yürütüldüğü anlaşılıyor. Bunda amaç, savaşın sonunda hangi antlaşma imzalanırsa imzalansın, Türklerin köylerine dön-

melerini mümkün olmaktan çıkarmaktı. Sade-ce köylerde değil, kentlerde Türklere ait binalar yakılmış ve taş taş üstünde kalmayacak şekilde yıkılmıştır. Yine aynı şekilde, “kentlerdeki cami-lerin genel tuvalete dönüştürüldüğü”, “eskiden Türk’ün olan ne varsa Bulgar’ın olduğu”, “ka-pıların ve pencerelerin çerçeveleriyle birlikte sökülüp alındığı”, “talanın haftalar boyunca sürdüğü” (Edirne’nin işgali sırasında) söz konusu gazetelerde gündelik haberlerdi.

Rus ordusu Yeşilköy’e vardığında, önlerinden 200 bin sığınmacı İstanbul’a gelmiş Sultanahmet meydanını doldurmuştu. İçlerinden bazıları ora-dan oraya birkaç - kez göçmek zorunda bırakıl-mış kimselerdi. Ayrıca Şumnu-Varna bölgesinde 230 bin, Burgaz’da 20 bin, Rodop dağlarında 200 bin, Gümülcine’de 50 bin sığınmacı toplanmış-tı17. İstanbul yolu Rus ordusunun denetiminde olduğundan sığınmacılar Gümülcine ve Sela-nik taraflarına doğru kaçmak zorunda kalmıştı. Bütün yollar Türklerle doluydu. Bulgar çeteleri yol boylarında kaçmaya çalışan masum insanla-rı basıyor, öldürüyor ve mallarına el koyuyordu. On binlerce sığınmacı Gümülcine ve Selanik kı-yılarından alınıp deniz yolundan Anadolu’ya, Suriye’ye ve Kıbrıs’a taşındılar.

Justin Mc Carthy, eserinde Bulgaristan’dan kaçan Türk sivillerin göçünü anlatırken, “tarih boyunca görülenler arasında en dehşet verici olanlardan biridir’’18 Bu durumun üç önemli nedeni vardır: Birincisi, savaşı yönetemeyen “şehir paşaları” ba-şından beri sivillere yardım edemedi. Altı yüz yıl-dır yaşadıkları topraklarda kendilerini koruyacak ordu dağılmıştı. İkincisi: Rus, Kazak ve Bulgar çe-teleri yol boyunca kaçmaya çalışanlara saldırdılar ve katliam yaptılar. Üçüncüsü, bu göç kış ayında yapılmak zorunda kalınmış zorunlu bir göçtü.

İngiliz konsolosluğundan bir görevli, raporunda,

74

MA

KALE

60 bin sığınmacının toplandığı Harmanlı’da gör-düklerini şöyle yazmıştır19: “Rus askerleri korku-dan dehşete dürmüş insan yığını üzerine tekrar tekrar at üstünde saldırdılar ve korkunç ölçüde kıyım yaptılar. Herkes ölesiye korkuya kapıldı. Pek çok insan özellikle çocuklar, ırmak geçilir-ken kaybolup gittiler.”

Gazetecilerin haberlerinde ve konsolosluk ra-porlarında, sığınmacıların on binlercesinin çiçek hastalığından, koleradan, tifodan, tifüsten dolayı yollarda öldüğü anlaşılmaktadır. Öldürülmeyen-lerin bir çoğunun elbiseleri Rus, Kazak ve Bulgar çeteciler tarafından gasp edildiği için donarak ölenler de büyük sayılardadır. Nitekim sokaklar-da çırılçıplak kalmış kadınların kaçışmakta oldu-ğuna dair ifadeler de aynı belgelerin birçoğunda yer almaktadır.

McCarthy’nin eserinde, sonucu sayılarla özetle-yebilmemize yarayabilecek bazı tablolar da yer almaktadır. Tablolardan biri savaşın başlangıcın-da Edirne ve Tuna vilayetlerindeki Müslüman nü-fusla ilgilidir. Burada verilen sayılara göre, Edir-ne vilayetinde 432.000 ve Tuna vilayetinde ise 1.069.000 olmak üzere Bulgaristan’da 1.501.000 Müslüman yaşamaktadır. Diğer bir tablo sığın-macıların sayısını 515 bin olarak vermektedir. Yine bir başka tabloda, katliamlarda ve yollarda ölenlerin sayısı 261 bin olarak verilmektedir. Ne var ki Edirne vilayetinin önemli bir kısmı Osman-lı devleti topraklarında kaldığından Bulgaristan topraklarında geri kalan Türklerin sayısını hesap-lamak mümkün değildir. Ancak verdiğimiz sayı-lar, Karadeniz’i kuşatan Türk ve Müslüman çem-berinin nasıl ortadan kaldırıldığım anlamamızı sağlayabilir. Ancak şunu biliyoruz: Sadece tek bir savaşta, Bulgaristan’daki Türk varlığının üçte biri göçe zorlanmış, altıda biri katledilmiş veya ola-ğanüstü hayat şartlan yüzünden göç yollarında ölmüştür.

1877 - 78 Osmanlı - Rus Savaşı’nda Doğu cep-hesinde de Osmanlı kuvvetleri başlangıçta üs-tündü. Savaş ilan edilir edilmez saldıran Ruslar püskürtülmüştü. Fakat Ruslar geriden takviye getirirken, Osmanlı kuvvetleri takviye almadan savaştı. 18 Kasım 1877’de, savaşın başlamasın-dan 7 ay sonra Kars düştü. Büyük kayıplar veren kuvvetler Erzurum yönünde geri çekildiler. 31 Ocak 1878’de Ruslar Erzurum’a da girdi.

Osmanlı ordusu, daha önce Rus saldırıları ve kitle katliamları yüzünden Osmanlı devletine sı-ğınmış olan Kafkasya Müslümanlarından birlik oluşturmuş ve 12 Mayıs 1877’de Sohumkale’den Kafkasya’ya asker çıkarmıştı. Bunun üzerine bu-ralardaki Rus birlikleri kaçmış ve çıkarma sürdü-rülmüştü. Osmanlı ordusunun geldiğini gören Kafkas Müslümanları Ruslara karşı ayaklandılar. Özellikle kıyı bölgelerindeki Müslümanlar Os-manlı kuvvetlerine katıldı. Ne var ki 1860’larda Kafkasya Müslümanlarını büyük oranda göçe zorlayan Rusya, 20 yıl önce yaptıklarının mey-velerini topladı. Çünkü Kafkasya’ da Müslüman nüfus yoğunluğu çok azalmıştı. Bunu hesaplaya-mayan ve herhalde yeterli istihbarat da yapama-mış olan Osmanlı yönetimi, çok ihtiyaç duyduğu yerel desteği bulamadı. Kısa zamanda takviye getiren Ruslar karşı saldırıya geçti, hem Osmanlı kuvvetlerini püskürttü hem de son kalan Müslü-manlara karşı yeni bir kıyım başlattı. Böylece yeni bir göç dalgası ortaya çıktı.

Rusların masum sivillere neler yaptığını Kafkasya cephesinde gözlemci raporlarından yeteri kadar geniş çaplı öğrenme imkânı yoktur. Çünkü bu bölgede sadece üç yerde konsolosluklar vardı. Bunlardan biri Trabzon, diğeri Erzurum ve üçün-cüsü ise Tiflis’te idi. Üstelik savaşı izleyen gazete-ciler de yoktur. Yine de konu, sağlam belgeler-den tamamen yoksun değildir. Mesela, Tiflis’teki İngiliz konsolosluğundan gönderilen gündelik raporlara göre, Ardahan Ruslara direnmeden tes-lim olmuş, buna rağmen katliam yapılmıştır. Ra-porda, kentte bulunan Osmanlı garnizonundaki 300 asker ve bundan daha çok da masum siville-rin katledildiği bilgisi bulunmaktadır. Ayrıca yine aynı raporlardan birinde kent içinde 800 ceset görüldüğü bildi-riyor. Ardahan’ın 12 bin Rus as-keri tarafından talan edildiği de yine aynı rapor-larda yer almaktadır. Ardanuç da aynı akıbete uğramıştır. Kent dışındaki köylerde olup bitenler hakkında bir bilgi yer almıyor ama köylülerin fır-sat bulanlarının Kars yönünde kaçtıkları bildiril-miş.

Rusların Balkanlardaki işgal, talan ve katliamla-rında Bulgarların oynadığı rolü, doğuda Erme-niler üslendi. Erzurum işgal edildiğinde kolluk kuvvetlerinin başına bir Ermeni getirildi. Mc Carthy, söz konusu eserinde şöyle diyor20: “Müs-lümanlara karşı Ermeni eylemleri her gün azıttı...

75

MA

KALE

Erzurum’daki kent içi kolluk kuvvetlerinin başına getirilen adamın bir Ermeni olması, Müslümanla-rın kendi başlarına gelebilecekleri iyi kötü idrak etmesine yol açtı.”

İngiltere konsolosu Lazard ise konu hakkında şöyle diyor:

“Ruslar Erzurum’u işgal edince, Ermenilerin şim-di sırtlarını dayadıkları bu güçten destek alarak Müslüman ahaliye zarar vermeye, kötü davran-maya, hakaret etmeye başladıkları konusunda hiçbir şüphe bulunmadığına göre, onların bu ko-ruyucuları çekip gidince, Müslümanların kendile-rine yapılmış olanların öcünü almaya çalışmaları hiç de doğallık dışı sayılamaz.’’

Mc Carthy, elçinin sözlerine ek olarak, “barış ant-laşmasından sonra kent kendilerine geri verilince Erzurum Müslümanlarının misilleme eylemlerine girişecekleri kanısında bulunmak için her neden vardı’’, diyor21. Kısacası, Rusların işgali sırasında Ermenilerin Ruslar yanında oynadığı rol, daha sonraki saldırılarda oynayacakları rol konusunda epey öğretici olmuştur.

Berlin Konferansı’ndan sonra ve savaş sırasında 60 bin Kaf-kasyalı Osmanlı tarafına, buna karşılık, Rus ordusu çekilirken de bölgede yaşayan 25 bin Ermeni Rusya tarafına geçtiler. İngiliz konsolos-luk raporlarında, savaş başlamadan önce 45 bin Müslüman’ın Osmanlı topraklarına göç ettiklerini bildiriyor. Mc Carthy ise bir takım verileri değer-lendirerek, savaş sırasında ve sonrasında Müslü-man sığınmacıların sayısının 70 binin üzerinde olması gerektiğini söylüyor. Bunların yarımda Ruslar, Osmanlı’nın başarısız kalan çıkarma girişi-minden soma çok fazla sayıda Müslüman’ı katlet-tiler veya Sibirya’ya sürdüler. Bir İngiliz konsolos-luk raporunda katledilenler arasında çocukların ve kadınlarında bulunduğu özellikle belirtilmiş.

Lazların durumuyla ilgili bilgilere de yer verme-liyiz:

Lazlar, Osmanlı topraklarına topyekûn göç eden bir halktır. Anayurtları başlangıçta Osmanlı top-rağıydı ama bu topraklar Rusların eline geçince, yaşadıkları topraklan terk ettiler ve kıyı bölgele-rine inerek gemilerle Osmanlı tarafına göç etti-ler. Kendi meyve bahçelerini Ruslara yaramasın diye kendileri kestiler, evlerini de yakıp yıktılar ve Batum’a kadar dağlarda tek kol halinde yol ala-

rak Batum’da sahile indiler. Kendi istekleriyle Rize yöresini yurt tuttular. Fakat Osmanlı yönetimi, bu bölgenin bu kadar nüfusu taşıyamayacak olması dolayısıyla, epey sayıda bir kısmını Bursa ve İzmit yörelerine yerleştirdi. Tiflis’ teki İngiliz konsolosu bir raporuna şöyle yazmış (1880): “60 bin nüfusa ulaşan ve 10 bin aileden oluştuğu söylenen Müs-lüman ahalinin hemen hemen tümü, Türkiye’ye göç etmeye kararlıdır ve onlara izin belgeniz nerede diye soran, pasaport vermeyi reddeden, çeşit çeşit kahredici işlem yapan ve böylece on-ların parasını, eşyasını tırtıklamaya uğraşan Rus (Ermeni) devlet memurlarının elinde, yerine getirmek zorunda bırakıldıkları azap verici for-maliteler yüzünden oyalanmış bulunmasalardı, bunların çoğu şimdi Rus ülkesini terk etmiş ola-caklardı.’’

Mc Carthy’nin eserinde, 1882’ye kadar 40 bin Laz’ın Osmanlı topraklarına yerleştirildiği kayde-dilmektedir.22

KAYNAKÇA :1- İbrahim OKUR İkinci Binyılın Muhasebesi Okursoy Ki-tapları Ankara 1.Cilt Sayfa 2902- Enver Ziya KARAL, ‘’Osmanlı Tarihi’’ VIII. Cilt, 3, s. 552, An-kara, 19883- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa1,4- Doç. Dr. Hakan KIRIMLI (Bilkent Üniversitesi) Kırım’dan Türkiye’ye Kırım Tatar Göçleri5- Vikipedi, özgür ansiklopedi6- Betül KARAGÖZ, Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, An-kara. Divan Kitap, İkinci Basım, 2011, s. 209 - 260.7- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa 8-9 8- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa 109- N. Lüxembourg, Rusların Kafkasya’yı İşgalinde İngiliz Politikası ve İmam Şamil Sayfa 84 - 85910- N. Lüxembourg, Rusların Kafkasya’yı İşgalinde İngiliz Politikası ve İmam Şamil Sayfa 27011- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün - Sayfa 5912- Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor, Doğan Ki-tap, 1999, Sayfa 17513- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 7014- Adı geçen Kazaklar Slav kökenlidir. Rus Kazakları da denilmektedir. Bugünkü Kazakistan’da Yaşayan Türkler ile bir ilgileri yoktur.15- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 7016- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 8717- Justın Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 8818- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 8919- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 119-12020- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 12021- Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün Sayfa 12022- Akdes Nimet KURAT, Rusya Tarihi

76

MA

KALE

77

MA

KALE

Fotoğraf : Emre BOSTANOĞLU

78

MA

KALE

“Sabıra, umuta, direnmeye ve alınterinin erde-mine inananlaradır bu öykümüz.”

Gece zifir gibi karanlıktı. Çığlık çığlığa acı bir rüz-gar esiyordu karanlık gecenin üzerinde. Gökler kara, kapkara bulutların oynaştığı korku deniz-leri gibiydi. Ay, korkudan tüm ay-dınlıklarını toplayıp, bilinmeyen bir yerlere doğru kaçıp gizlenmişti.

Ağaçlar, çiçekler, ayrık otları, çimenler; kuşlar, yürüyen, sürünen tüm canlılar, hepsi, hepsi bir yana dağılmış, üzerlerine çöreklenen bu korku selinden kurtulabilmenin bilinçsiz uğraşını ve-riyordu.

Rüzgâr acımasızdı. Korkunçtu. Çığlık çığlık, acı-dan bir kırbaç gibi inip kalkıyordu canlı cansız tüm varlıkların üzerine. Zaman, kor gibi yakıcı, buz gibi dondurucuydu. Bitmek bilmeyen acı-larla, ızdıraplarla doluydu. Dur durak bilmiyor, öfkesi bir türlü dinmiyordu.

Yapraklar sökülüp ayrılıyordu dallarından. Türlü meyvalara koşan ağaçlar ayakta kalmanın acı dolu savaşımı içinde umutlarıyla beraber to-humlarını da yitirmekteydiler birer birer.

Ne bir çiçek kalmıştı, ne bir parça ot, bu acıma-sız bir ölümcesine esip savuran rüzgârdan nasi-bini almayan.

Öfkesi dinmedi uzun zaman rüzgârın. Yaktı,yıktı bir uçtan öbür uca yeryüzünü. Doğadaki Tüm canlılar uykuya haram gözleriyle, üzerlerine çö-reklenen bu korku dolu gecenin bitmesini bek-lediler

Gece uzundu. Bitmek bilmedi. Yürekler korkuy-la titreştiler. Kimi ayakta kalabilmenin savaşımı-nı sabaha Kadar sürdürdü. Kimi umutsuzluğa düşüp bilinçsiz bir çırpınışla kendini acımasız rüzgârın kol-larına bıraktı. Sürüklenip gitti bilin-mezliklerin korku dolu dünyalarına doğru. Kimi

direndi ölümüne. Bırakmadı kendini. Sarıldı toprağa sıkı sıkıya. Sökülmedi yerinden,

Ağaçlar, bin bir özenle korudukları yapraklarını kaybettiler. Büyük küçük bütün canlılar bu ce-hennemi karanlıklar içinde, elinde ovucunda ne varsa rüzgâra verdiler; Yapraklarını, dallarını, to-humlarını,,.

Bizim tohumun öyküsü işte böylesine bir gece-nin ortasında yükseldi.

Güçsüz, deneyimsiz ve bilgisizdi. Anne kuca-ğından başka yer bilmezdi. Ormanı tanımazdı, Ağaçları, toprağı ve taşları bilmezdi, Bir güneşi görürdü ışıklı yüzüyle; sıcacık, tatlı ve gülümse-yen... Annesinin özsuyunu yudumlardı neşeyle, kök salmamıştı toprağın derinlerine. Besinleri bilmezdi. Kökleriyle suya değmeyi; tüm ma-densel tuzları suyla birleştirip onun o doyum-suz tadının ayırdına varmayı bilmezdi.

Üzerlerine çöreklenen o karanlık gecede her şe-yini kaybetti birden. Onu sıkı sıkıya saran sıcacık sevecen kollar gevşedi, acı bir çığlıkla param-parça olarak toprağa düştüler.

Gerçeğin acımasız yüzü yemeğindeki tüm umutlan sual götürdü. Ne olduğunu anlaya-madı bir an, Acıyı ve korkuyu bile yasayamadan kendinden geçivermişti. Sürüklendi gitti bilin-mezliklere doğru. Ne görebildi, ne anlayabildi, ne de düşünebildi,

Küçücük, minnacık bir tohumdu nihayet. Ne gücü vardı karşı koyacak, ne de kendini koru-ya-bilecek deneyimi. Uçtu, uçtu saatlerce küçük tohum. Ağaçlara çarparak, yerlerde sürünerek, başını taştan taşa vurarak. Durup ne olup bit-tiğini anlayamadı rüzgârın öfkesi dinene kadar.

Her yanı yara bere içindeydi toprağa düştüğün-de. Artık gelişen olayların farkında bile değildi. Ne annesi vardı elinden tutacak, ne de başını

Tohumun ÖyküsüZekeriya ÇAVUŞOĞLU

79

MA

KALE

koyup sevgiyle uyuyacağı sıcacık bir kucak. Her şey, her şey çok uzaklarda kalmıştı. Bunun bile ayırdına varamadı uzun süre. Kendinden geç-miş baygın bir biçimde, kocaman bir taş dibine çöküp kaldı.

Ne gelen vardı, ne giden. Sessiz çığlıklarla dolu, karanlık bir gece çökmüştü toprağın üzerine. Rüzgâr yapacağını yapmış, alacağını almış, çe-kip gitmişti. Cehennemi bir öfkenin Korkusuyla sinmiş doğa ve tüm canlılar olan biteni anlaya-mamanın şokunu yaşıyordu şimdi. Gün doğ-mak üzereydi ama korkunun verdiği yılgınlık tüm görür gözleri kör etmişti.

Tüm doğa bu suskunluğu yaşadı bir süre. Önce gözler açıldı yavaştan. Olanı biteni çözüm-le-meye çalıştı. Sessizliğin korku dolu yürek çar-pıntılarını dinleyerek, bu cehennemi öfkenin sebebini anlamaya çalıştı beyinler.

Bir taş dibine düşmüştü tohum, Karanlık ıssız ve soğuk. Korku ve kasvet dolu. Dört yanı pranga-lara vurulmuş olarak duyumsadı kendini. Dün-ya durmuş, yaşam devinimini yitirmişti. Ölü-mün soğuk elini üzerinde hissetti, Ne yapsa bu ürkünç soğukluğu silemedi yüreğinden. Umut-suzluğun kol-larında bilinmeyen yitiklere gide-ceğini düşündükçe endişelendi. Her şey, her şey yabancı ve olumsuz görünüyordu gözüne. Bir damla suya neler vermezdi şimdi. Kıraç toprağa bakıp bakıp iç geçirdi. Böylesine çatlamış, kup-kuru bir toprak içinde su ne arardı,..

Kuruyup taş olmak, sonsuza dek bu insaf-sız kara taşın altında, güneşin altın ışıklarını göreme-den, bir ölü gibi sonsuza kadar süren bir uykunun kollarında yitivermek duygusu içi-ni ürpertti. Var olmakla yok olmak arasındaki ince çizginin böylesine birbirine yakın olduğu-nu düşünmemişti hiç.

işte şimdi o çizginin içindeydi. Varlıkla yokluğun arasında, ama yokluğa daha yakın.., içi is-yanla doldu. Telaşlı bir silkinişle etrafındaki duvarları, yıkmak istedi. Yüreği akıldan ve mantıktan ko-parmıştı onu. Ne yapacağını bilemedi. Sustu sonra, Duygusallığından arındı. Aklıyla düşün-meye başladı. Akıl ve mantık devreye girince yüreği korkularından ve umutsuz-luklarından

sıyrılmaya başladı,

Ölümü düşündü sonra. Herkes için var olan, herkes için geçerli olan. Doğumla yaşam ara-sın-daki yaşanası çizgiyi, Zamanı, mutlulukları,.. Ama her şey zamanında idi. Günü geldiğinde doğum; günü geldiğinde yaşam ve günü geldi-ğinde ölümdü. Bu canlıların alınyazgısıydı. De-ğiştirilemezdi bu yazgı. Güzelleştirilip mutlu-lukla süslenirdi ama değiştirilmezdi, Ne bir gün önce, ne bir saat sonra, Her şey yerli yerinceydi.

Günü gelmiş miydi gerçekten ?.,,

Kocaman bir yaşam dilimi daha vardı önünde. Yaşanacak ve mutluluklarla süslenecek, ölüm yargısına inanmadı bu kez. İnanmadı ömrünün bu denli kısa olduğuna.

Ölüm canlılar için normal bir olguydu. Günü gelen istese de, istemese de bu sonla yüz yüze ge-lecekti. Bunu kabullenmemek olası değildi.

Ama ya günü gelmediyse ?

Teslim olmak çare değildi. Savaşmak gerekliy-di. Gücünün son damlasına kadar. Alınteri dö-kerek, ölümüne bir uğraş vererek....

Bu kez etrafına bir başka türlü baktı. Olumsuz-luklar silindi birer birer. Görünmeyen güneşin ışıklarıyla gözleri kamaştı. Yüreği ateşiyle ısın-dı. Dünyası garip bir biçimde aydınlandı. Yollar açıldı önünde yeniden. Vücuduna can geldi Ya-şamın bu yeni tadıyla, güzelliğiyle kendinden geçti. Mutluluğu yeniden görür gibi oldu.

Kök salmalıydı öncelikle toprağa, Derinlerine, derinlerine inmeliydi. Daha derine, daha derine, daha derine...

Su candı, su umuttu. Su mutluluk demekti,

Bu yeni düşüncelerle İçi titredi. Yeniden can gel-di bedenine, güç buldu. Ne yapacağını bile-me-menin telaşlı, korkak dünyasından, kararlı, sava-şıma hazır güçlü bir dünyaya saldı adımlarını.

Ateşli bir yalımla dağlandı yüreği, içini saran çelikten engeller paramparça oldu. Çatlayan ka-buğundan inançlı kökler “merhaba” dediler dünyaya. Bitmez bir güç ve inatçılıkla toprağın derinlikle-rine doğru ilerlemeye başladılar.

80

MA

KALE

Can suyu derinlerdeydi.

Daha derinlere, daha derinlere indi.

Toprak sertti. Acımasızdı, Yol vermezdi zorla-mayınca. Bir damla suya “evet” demezdi alınteri dökmeyince.

İlerledi, ilerledi, ilerledi... Ta ki suya erişene kadar. Aydınlıklara dokunana kadar. Yeniden umut ve can bulana kadar.

Filiz verdi sonra. Sırtındaki kaya hapishane du-varlarından acımasız, demir parmaklarından da-ha aşılmazmış.

İki tek yaprağı varmış, ha açtı açacak. Rengi uçuk yeşil, Güneşe, özgürlüğe özlem içinde. Tüm çabası kendini güçsüz bırakan bu kara ka-yanın altından uzanıp güneşin mutluluk veren ışıklarına ulaşmakmış.

İstemek, ama gönülden istemek ulaşabilmenin yarısı. Ulaşmak; inanmak ve sonuna dek çalış-mak alınteri dökmek demekmiş.

İki tek yaprağı varmış açtı açacak. Uçuk yeşil. So-luk, cansız ama içi yaşama umuduyla dolu. Güç de, güçsüzlük de kişinin özünde değil miydi ? Adımına güvenmeyen yürüyemezdi. Kanadım güçsüz diyen kuş uçamazdı.

Gençti, istekliydi ve güçlüydü. Yüreği arınıktı korkudan ve teslimiyetten. Savaşımdan ya-naydı. Alınterinden ve inançtan yanaydı.

Toprağın yüreğine ince bir hançer gibi inen

köklerini sırtındaki kayaya yöneltti bu kez. Di-şiyle tırnağıyla zorladı.

Yeni tohumlara gebeydi toprak, Savaşının en zorlu yerinde yeni tohumlar el verdiler ona. Çorak kaya dibinin cansız çiçeği, yalnızlığın kol-larında serin bir düşten uyanırcasına gözlerini açtı. Ellerinde binlerce el birleşmişti birden. Se-vinçten deliye döndü. Daha bir güçlendi, daha bir zorlu saldırdı düşmana.

Hepsi bir oldular, Birliğin gücü ile omuzladılar koca kayayı. Uzun ve çetin bir savaştı bu. Emin adımlarla hedefe uzanan acelesiz, inatçı bir sa-vaş...

Küçücük, minik bir parça düştü toprağa. Sonra yeni parçalar. On parça, yirmi parça, yüz... Bin... Milyonlarca parça. Sonsuz bir sabır ve inatçı-lıkla ufalanıyordu kaya, yeni kökler salınıyordu böğrüne, yüreğine, ciğerlerine. Çözülen her parçada küçülüyordu kaya. O küçüldükçe gö-rünmeyen güneş görünür oluyordu. Isıtıyordu gönülleri yeni bir aşkla.

Kaya küçüldükçe yeni filizler boy attı güneşe doğru. Yapraklar açıldı ikişer üçer. Kayadan ufa-lanan toprak üzerinde yeni tohumlar yaprağa ve çiçeğe durdular.

Artık ne hapishane duvarları kalmıştı acımasız, ne de demir parmaklıklar vardı aşılmaz. Her şey mutluluk ve güzellik olmuştu. Yeşili yeşil, alı al, moru mor.

Güneş tatlı ve mutluluk dolu gülümsüyordu.

81

MA

KALEÇiçekler en ince hislerin en güzel terceme-

sidirler. Lalelerden ”Yaprağın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmüş ve alev alan yaprak laleye dönüşmüştür.” diye bahseder mitolojiler. Lalenin bağrındaki karalık, sine-sindeki siyahlık, yıldırımdan arda kalan bir yanığın izleri olduğu bilinir nesiller boyu. O günden beri aşıkların birbirine karşı en ince hislerinin sembolü kırmızı lale, ”Güzelliğinle kalbimi ateşe verdin, aşkınla yanıp kül ol-dum” şeklinde tabir edilir.

Ana yurdu Orta Asya olan lale, zambakgil-ler sülalesinin soğanlı tek köklü, tek saplı, altı yapraklı, kokusuz , kadeh şeklinde tek çiçekli, kısa ömürlü, nazlı, nazenin, utan-gaç, mümtaz ve hayranlık verici, mest edici, hercai envailerinden olup yeryüzünde 120 bin türünün olduğunu dile getirir yazılı me-tinler. Osmanlı Lalesi, İstanbul Lalesi veya Lale-i Rumi olarak bilinen yaprakları hançer biçimli, uçları tığ gibi sivri ve ince olan lale-nin anavatanı İstanbul olup 2000 üzerinde türü vardır. İlk İstanbul lalesini Kanuni Sul-tan Süleyman döneminde, sahib-i tohum Şeyhülislam Ebussuud Efendi ıslah ederek yetiştirmiştir.

Lale, Orta Asya’dan at sırtında bizimle baş-lamıştır yolculuğa, İsfahandan, Şirazdan, Buharadan Semerkanttan, Bağdattan geçe-rek Malazgirt zaferiyle Anadoluya, bilahare İstanbul’a gelmiş otağ kurmuş yeni türler dünyaya getirmiş ve sonra Avrupa’ya aka-binde tüm dünyaya seyre, sefere çıkmıştır. Laleler taşradan geldiler.

Güllerle aşık attılar. Başa güreştiler. Başa geçtiler. Gülü solladılar. Güllere çalım sat-

tılar. Hasbahçelerin, gönüllerin şahı sultanı oldular...

Bağırlarındaki alevlerle gönülleri yakıp yı-kan kasıp kavuran laleler gittiği şehirler-de ülkelerde hiç te rahat durmadılar. Suya düştüler ebru oldular, Çamura bulandılar sırra erdiler ateşe sürüldüler hamdılar, piş-tiler, yandılar çini oldular, Ahşaba.oyuldular, mermere kazındılar, sedefle kakıldılar.

Binlerce yüzbinlerce tokmak vuruşuyla ba-kıra dövüldüler. Demirle büküldüler. Cama üflendiler. Cana üflendiler. Canana üflendi-ler. Vitray vitray kesildiler. Giysilerle giyildi-ler. Nakış nakış nakşedildiler taşa, duvara, ağaca, kubbelere, mezar taşlarına, kağıtla-ra, kitaplara, kumaşlara, kaftanlara, tılsım-lı gömleklere, örtülere, halılara, kilimlere, çadırlara, keçelere, mendillere, minderlere, miğferlere, kılıçlara, mermerlere, kemerlere, sütunlara, saraylara, camilere çeşmelere.....

Atların alınlarına sürülen, kılıçlardan akan kızıl kan rengine büründüler. Nice başlar yediler. Nakkaş Ferhatın da başını yaktılar. Akla hayale gelmedik çılgınlıklar yaptırdılar. Eğlenceler, festivaller tertiplettiler.

İsyanlar kışkırtılar. Uslanmadılar, şairlerin yazarların dilinden bestekarların gönlün-den hiç düşmediler. Şiir, nesir, gazel, kaside, ilahi oldular. Beste oldular şarkı şarkı türkü türkü okundular. Buket buket, deste deste oldular. Ressamlara çılgın pozlar verdiler.

Hattatın kaleminde istifleştiler. Müzehhibin fırçasında motifleştiler. Mendillere mektup-lara rumuz oldular. Nakkaşın elinde nakış oldular nakşoldular. Gönül delen yürek ya-kan bakış oldular. Hava gibi su gibi hayatın

Kültürümüzde LaleHalil İbrahim AlperenAvukat, Hattat, Ebruzen

82

MA

KALE

her yerini kuşattılar. Medeniyetimizin çiçe-ği, Medeniyetimizin figürü oldular. Dersa-adete sembol oldular. İstanbul oldular, İs-lambol oldular. Emare i Türk oldular.

Alevlere verdiler, ateşlere verdiler, yaktılar, yandılar tutuştular ve tutuşturdular.Aşkın ilahi ve insani boyutlarını kriztalize, tevhidi, vahdeti Yaradanın birliğini, vatanın milletin ve devletin, aklın ve gönlün, beden ve ru-hun, dünya ve ahretin, yaşam ve ölümün birliği sembolize ettiler.

Laleyi neden bu kadar çok sevmiş gönül vermiş kalbimize dikmiş yüreklerimize ek-miştik.Lale aşk ve sevgi,din ve devlet,bilgi ve hikmet demekti.Osmanlıca yazıldığın-da Allah ve Hilal kelimeleriyle aynı harflere sahip olan lale,birlik,dirlik,elif,minare, selvi demekti. Ebced hesabı 66 müsenna çifte vav demekti. III. Ahmet lale çiceğini ferma-nında:

“Yoktur ab u tab ne mihr ü ne jalede, İzha-rı kudret eylemiş Allah bu lalede” diyerek “Kudret-i İlahiyeyi nazarı ibret ile temaşa için”yaratıldığını anlatmıştır.Lale İlahi esteti-ğin kainata,insana,hayvanata nebatata özel-de de çiçeğe yansıması demekti.Şairlerden Mehmet Aşki Efendi; “Mazhar ı İsmi Celal olmasa idi lale.Bulamazdı bu kadar rütbe i vala lale”demiştir.Lale, birkaç aylık süren ya-şam öyküsünde hüzünlü tebessüm,matemli gülümseme,kısa ömürlü fani,yaşamı an-lamıyla idrak ederek özetleme demekti.Lale, Neyzen Tevfik’in göğsünün üstünde rika hattıyla yazılı “hiç” demekti.“Mertebe i Hiç”demekti.Arifler,aşıklar,ehli gönül mez-kur mertebeyi çok iyi bilirdi.

Lalenin tarihi Ortaasya’dan Anadolu ve öte-sine bizim tarihimizdi.Beşiğimizden mezar taşlarına kadar laleye “biz” demiştik,laleyi bizden bilmiştik.Sevdiklerimize,ciğer pa-relerimize lale ismini vermiş ,semtleri-mize laleli,gönül erlerine,ermişlerimize laleli baba demiştik.Lalezarinin lale-

zarlarında lalenameler yazmıştık.Bu büyülü,tılsımlı,gizemli,kutsal çiçeği bunun sevmiştik,simgeleştirmiştik.

İlk kez Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerin-de kullandığı,sonra tarihçi Ahmet Refik Altınay’ın “Lale Devri” diye bir kitap neş-rettiği III.Ahmet devrinin saray ve çevre-sinin toplumu rahatsız edecek derecede zevk,eğlence,lüks ve israfa dalmasında,halkı unutmasında devrin isyanla sona ermesin-de, başların kesilmesinde, kılıçlardan kan damlamasında, köşklerin, kasırların yıkıl-masında, bahçelerin tarumar edilmesinde “lalenin hiç suçu yok” demeyeceğim ama lale yüzde doksan dokuz masumdu. Suç iradesi olana, özgür olana aittir. Lale kül-türü, zevki ve merakı hem de üst seviyede devam etmesi masumiyetin göstergesiydi. Resmin bütününü en ince detaylarıyla gö-rerek okumak gerekti. Laleler için kimler ne söylemediler ki; “Saçların çözülsün bulutlar ra’d kılsın naleler Kabrim üzere haşredek yansın yakılsın lale-ler”(Ahi)“Lale oldu bu meclise saki Oldu dilde muhabbet i baki” (Fazli) “Sakiya mey sun ki bir gün lalezar elden gi-derErişir fasl ı hazan bağ u bahar elden gider.” (Fatih Sultan Mehmet)“Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâşâdeGidelim serv-i revanim yürü Sadâbâd’e.” (Nedim)“Ben bir beyaz laleyimVar sana diyeceğimTut beni ellerimdenGidersen öleceğim” (Leman Sam) “Kim bilir daha kaç şair vakt i fecr kollarında can verirKim bilir daha kaç ressam kızıllığında her ak-şam lalelere kan verir. (H.İbrahim Alperen)

83

MA

KALE

Fotoğraf : Ömer Faruk SÖNMEZ

84

MA

KALE

Her ne kadar “Konuşma Sanatı” koysak da yazı-mızın başlığını, Eflatun’a sorarsanız; “Konuşma, aklını kullanma sanatıdır.” Fark ettiniz değil mi, iki türlü de bir sanat var işin içerisinde. O hal-de gelin birlikte başlarımızı öne eğip bu sanat kavramı hakkında… daha doğrusu günümüzde içini iyice boşaltıp tıngırdayan tenekeler haline dönüştürdüğümüz bütün kavramlar hakkında düşünelim biraz.

Bugünlerde ne tarafa dönseniz eliniz, kolunuz bir sanatçıya çarpıyor. Elinizde kumanda, ge-zindiğiniz bütün akcam oluklarında (yıllar önce bir yazarın satırlarında okumuştum “televizyon kanalı” için bulduğu bu sözü. Çok hoşuma gitti. Kızdığım zamanlarda bunu kullanıyorum ben de.) olur olmadık herkesi sanatçı diye yutturma-ya çalışıyorlar sizlere. Bakıyorsunuz, oğlumuz, kızımız topu topu iki şarkı ezberlemiş, onu da hem yanlış ezberlemiş hem de sonuna kadar düzgün perdeden okuyamamış ama ne hikmet-se birden sanatçı oluvermiş.

Müzik, sanatın bir koludur, doğru. Resim de öyle, edebiyat da mimari de tiyatro da… iyi de kardeşim, müzik sanattır diye her şarkı söyleye-ne de sanatçı mı diyeceğiz? Yok, mudur bunun bir ölçüsü?

“TOP 10” listeleri yayınlanıyor her hafta müzik kanallarında. Bu hafta listede olan şarkı en fazla bir dahaki haftaya kadar dayanabiliyor, sonra-sında bayatlıyor, çürüyor, eriyip yok oluyor. Za-ten TOP 10 denme nedenlerinden biri de bu. 10 gün dinledin dinledin… yoksa 10 gün sonra bu sistem yok edecek onu.

Pir Sultan böyle mi? Dadaloğlu, Karacoğlan, Mevlana… Sekiz yüz yıldır Yunus Emre şiirleri okunur bu coğrafyada. Seni on günde tüketen sistem neden bu ozanların kılına bile dokunamı-yor? Bir fark olmalı aranızda… İşte aranızdaki o farka sanat deniyor.

Neler var içinde bu sanat denen şeyin?

Yukarıdaki düşünceden yola çıkarak kalıcı olma-

sından söz edebiliriz elbette sanatın. Bugün var yarın yoksa ona sanat demek çok zor elbette.

Özgünlük var her şeyden önce. Yani eşi benzeri yok. Kendine özgü bir yapısı var.

Yönlendiricidir sanat ama sizi olur olmadık yer-lere de sürüklemez elbette.

Bilgi var içinde. Hem kendisi bir bilginin ürünü, hem de dünyanın bilgisini taşıyor bünyesinde.

Bilgi deyince aklına geliyor insanın, bir de görgü olmalı bu işin içerisinde. Görgüsüz bir sanattan söz edilemez elbette.

Duygu var en temizinden. “Gökgüvercin olay-dım, gergefine konaydım. Avcı çeker vurursa, dizlerinde öleydim.” Diyen ozanla “Pantolonu-nu çok sevdim, çıkar onu bebeğim, haydi bize gidelim.” Diyen -sözüm ona- sanatçı arasında duygu açısından da dağlar kadar fark var bence. Mademki Eflatun bu işe aklını kullanma sanatı demiş, bugünlerde aklımızın nerede olduğu ko-nusunda yeterince bilgi veriyor sanırım bu söz-ler bize.

Daha pek çok şey sıralanabilir elbette. Bunlar bile sanatın ne olduğu ile ilgili bir ipucu verir bize. Ürünlerinin içerisinde bu nitelikleri bulun-durabiliyorsan işte o zaman yaptığın işin sanat olabileceği konusunda biraz yol kat etmişsin demektir.

Gelelim konuşma sanatı kısmına. Demek ki ko-nuşmanızın bir sanat eseri olabilmesi için her şeyden önce içine bu unsurlardan yerleştirme-niz gerekiyormuş.

Her sözünüzün içinde hatırı sayılır bir miktar bil-gi, görgü ve duygu olmalı.

Size özgü olmalı söyledikleriniz. Başkalarının düşüncelerini ve sözlerini elbette çıkış noktası olarak kullanabilir, onlardan esinlenebilirsiniz ama daha çok kendi düşüncelerinizden söz et-melisiniz.

Bilgi yüklü olmalı. İlk aklınıza geleni değil, bilgiy-

Konuşma SanatıMehmet ÇÖMEZ

85

MA

KALE

le doldurduklarınızı söylemelisiniz.

Görgülü olmalı sözleriniz.

Bunları yapabiliyorsanız zaten kalıcı olacaktır sözleriniz. Zaten çoktan yönlendirmiş olacaksı-nız insanları bir yerlere.

Sinoplu Bilge Diyojen konuştuğunda insan-lar “Vay be, ne laf etti ama…” derlermiş. Oysa Jül Sezar’ın ünlü komutanı Markus Antonyus konuşmasını bitirdiğinde insanlar “YÜRÜYÜN ROMA’YA!” demişler.

İşte bizim etkili ve güzel konuşma sanatından anladığımız da budur. Elbette önemlidir siz ko-nuşurken insanların size hayran olması ve on-dan çok daha önemlidir Roma’ya yürütebilmek dinleyenlerinizi.

Bunu başarabilmenin yolu, her şeyden önce in-san beyninin nasıl çalıştığını, nelerden etkilen-diğini iyi bilmekten geçiyor. Öncelikle şunu çok iyi bilmeli. Öyle her aklınıza geleni söyleyerek bunu başaramazsınız. “Çok konuştukça düşün-celer ölür.” Diyor Halil Cibran. Biraz da çenesini tutmasını bilmeli insan.

Konuşarak insanları etkileyip kendi düşünceleri-miz doğrultusunda onları eyleme geçirebilmek için neler yapmak gerekiyor? Şimdi biraz da bu konu üzerinde düşünmeye çalışalım.

Diyor ki uzmanlar; “İnsanlar sözcüklerle düşün-mezler. Simgelerle düşünürler.” Yani; ben anne dediğim zaman sizin zihninizde anne sözcüğü değil, annenizin görüntüsü dolanırmış. Bu ken-di anneniz de olabilir, arkadaşınızın annesi de komşu anne de… bugüne kadar kaç anne gör-

düyseniz o kadar anne görüntüsü varmış belle-ğinizde. Siz düşünmeye başladığınızda beyniniz uygun olan anne görüntüsünü alıp gözünüzde canlandırıyor. Eğer canlandıramazsanız söyleni-lenleri de algılayamazsınız.

Bunun en baştaki nedeni de basit bir fizik ku-ralı: “Işık sesten daha hızlı yayılır.” Yani, önce görüntüler ulaşır gözümüze. Üstüne üstlük bir de içeride hızlandırılır bu veri. Gözden beyne giden sinir hücreleri, kulaktan beyne giden sinir hücrelerinden 25 kat daha hızlıdır. Bu nedenle hem sesten önce ulaşır size görüntüler hem de hiç zaman kaybetmeden beyninize ulaştırılırlar. Böylece önce görme merkeziniz uyarılır. Ses çok sonraki iştir beyin için.

Yapılan bir araştırma sonucunda şu sonuca ulaş-mış uzmanlar: “İnsanlar çevrelerini (bir sorun yoksa) %95 gözleriyle algılarlar.” Başka bir araş-tırma da şöyle diyor: “Bir iletişimde beden dili %60, ses tonu %35 ve sözcükler %5’lik bir paya sahiptir.”

E hani; hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar da konuşa konuşa anlaşıyorlardı? Konuşurken ku-lağımızı değil, gözümüzü kullanıyormuşuz. O halde yapılması gereken şey insanların kulağına değil, gözüne konuşmakmış. Bunu başardığınız-da da iyi bir iletişimci, konuşmacı olma yolunda hatırı sayılır bir adım atmış olacaksınız demektir.

Buraya kadar anlattıklarımı TEMA Vakfı’nın bir zamanlar kullandığı güzel bir örnekle özetleye-yim. “Her Yıl 1.400.000.000 Ton Toprak Erozyon-la Yok Oluyor.” Dememişti TEMA Vakfı. Çünkü 1.400.000.000 ton toprağın zihnimizde her han-gi bir karşılığı yoktur. Bu yüzden sözün anlatmak istediğini algılamak neredeyse olanaksızdır. Oysa Onlar ne demişti? “HER YIL KIBRIS ADA-SI KADAR TOPRAK EROZYONLA YOK OLUYOR!” Şimdi gözünüzde bir büyüklük oluştu değil mi? Kıbrıs haritası gözünüzde canlanınca gerçek veya gerçeğe yakın bir büyüklüğü de kavramış oluyorsunuz. İşte insanın gözüne konuşmak aşağı yukarı böyle bir şey.

Şimdi sıra geldi bunu günlük konuşmamıza uyarlamaya. Peki ya konuştuğunuz dil bunu destekleyebiliyor mu? Sahi Türkçe iletişim açı-sından nasıl bir dildir hiç düşündünüz mü?

86

MA

KALE Okuma Kültürü

“Okuma Kültürü” okuma ile ilgili amaçların ne kadarını elde etiğimizi temsil eder. Burada an-latılmak istenen “Okuma” , ders kitapları dışında kalan kitaplarla yapılan çalışmalardır. Ülkemiz bu konuda istenen seviyenin oldukça altında-dır.

Okuma Kültürü’nün gelişmesini etkileyen pek çok faktör vardır. Bunlardan en önemlisi kitaba verilen değerdir. Maalesef insanlarımız henüz kitapla ilgili ciddi bir yaklaşım sergileyecek du-rumda değildir. Yayın evi sayısının azlığı, kitaba ayrılan paranın kısıtlı olması, basılan kitap sa-yısının düşük olması ve yeni yetişen yazarların azlığı kitaba verilen değerle ilgili delilleri önü-müze sermektedir. Nitekim Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’na göre okuma oranla-rında Türkiye 86. sıradadır.Kitapla iletişimin zayıf olması da Okuma Kültürü’nü etkileyen nedenlerden birisidir. Öğ-rencilik hayatında okullarında kitapla rahatça buluşan insanlarımız öğrencilik bittikten sonra

bu kanalı kaybetmektedirler. Kitap evlerinin az olması, kütüphanelerin az olması veya kü-tüphanelerdeki kitapların güncel olmaması ve kitap fiyatlarının pahalı olması da okuma oran-larının düşmesinde ciddi etkenlerdir.Televizyon izleme, bilgisayarla uğraşma, özellik-le internette gezinme ve akıllı cep telefonları ile vakit geçirme alışkanlıklarımız da kitap ile bizim aramızda önemli bir set oluşturmaktadır. Tele-vizyon ve bilgisayarda çok hızlı değişen ekranla oynayan çocuk ekranı çok yavaş değişen kitabı okumak istememektedir.Aile yaklaşımları da okumaya karşı ciddi bir uzak duruş sergilemektedir. Bebeklikten itiba-ren televizyon ve bilgisayarla oyalanan çocuk büyüdüğünde de ilgi alanını aynı şekilde de-vam ettirmektedir. Evde kitap okuyan bir anne baba model görmeyen çocuk da kitap okuma-da yoluna devam etmektedir.Okuma Kültürü’nü çocuklara aşılamanın en gü-zel yolu, onların, ilgisini çekebilecek kitapların bulunduğu kitap evlerine ya da kütüphanelere ulaşmasını sağlamaktır.Kitap okumayı seven; ama farklı nedenlerle ki-taba ulaşmakta sıkıntı yaşayan kişilere gezici kütüphane gibi çözümlerle kitabı ulaştırmak gerekir.Gelişen teknoloji ekran okumalarını öne çıkar-maktadır. Ekran okumada verimliliği sağlayı-cı önlemler almak ve e-kitap okuyuculuğunu özendirmek gerekir.Kitaba bütçe ayırmak ve kitap hediye etme ge-leneği oluşturmak okumaya ilgiyi artıracaktır.Kitap okuma yarışmaları ile bu işe biraz daha heyecan katılabilir.Okuma Kültürü’nü toplumda oturtmak zor bir yolculuktur. Bu yolculukta bütün kurum ve ku-ruluşların birlikte hareket etmesi ve yeni eylem planları geliştirmesi geleceğin toplumuna ha-zırlık noktasında bir alt yapı oluşturacaktır.

Okuma KültürüMehmet ÇAMLIBELSAMSUN EĞİTİM DERNEĞİ Yön. Krl. Üyesi

87

MA

KALEDüşünüyorum:

Acaba Samsun’da bir kültür ve sanat dergisi çı-karabilir miyiz?

Kiminle sohbet etsem herkes bu boşluktan şi-kayetçi. Hatta kırgın ve öfkeli. Ortak bir arzuyu dile getirememenin sancısı içinde. İşi becere-memenin üzüntüsü içinde.

Neden olmasın, diyorum. “Bir işe başlamak yarı yarıya bitirmektir.” Kaybedecek ne var? Haydi öyleyse!

……

Dergimizde genç kuşaklara yer vermeye ça-lışacağız. Onlara okul olmak istiyoruz. Büyük ustaların, şair ve yazarların yolundan yürüyerek ülkemizin kültür ve sanat denizine bir damla da biz katkıda bulunacağız. Demokratik, laik, çağ-daş görüşlere ve her türlü yeniliğe açık olacağız.

Bu ifadeler Kuzeysu Kültür ve Sanat Dergisi’nin Mayıs 1990’da yayınlanan ilk sayısında yazı işle-ri müdürü Metin Kökten’in “Kuzeysu Çıkarken” başlıklı yazısında yer alır.

Dergi Türk ulusu ve Samsun için önemli bir ayda, Mayıs ayında filizlenir. Bu rastlantı değildir. Oku-yan, yazan gençlere onlara armağan edilmiş bir bayramın olduğu ayda ulaşmak, onların ürün-lerine sayfalarda yer açmak hedeflenmektedir.

Mayıs 1990’da okurla buluşan Kuzeysu, gele-nekselleşen 19 Mayıs Etkinlikleri’nde bu satırla-rın yazarının da aralarında bulunduğu kurucu-lar tarafından halka dağıtıldı.Alınan olumlu ve coşku dolu tepkiler dört yıl sürecek kültür ve sanat serüvenine hız kazandırdı.

Derginin ilk sayısındaki yazısında Metin Kök-ten, derginin amacı ve ilkelerinin yanı sıra Sam-sun’daki dergicilikten söz eder. Kentin ilk kültür-sanat dergisi olan Çaltı’yı anlatır.

Burada üzerinde durulması gereken en önemli

ayrıntılardan birisi de Samsun’da bir kültür ve sanat dergisi boşluğunun oluşudur. Yaptığı-mız incelemede gördük ki, bundan 25 yıl önce -1965’lerde- eczacı Oğuz Bey, öğretmen yazar Hasan Kıyafet v.d. daha çok siyasi ağırlıklı Çaltı isminde bir dergi çıkarmışlardır. Çaltı’yı saymaz-sak Samsun’da Cumhuriyet tarihinde bağımsız bir kültür ve sanat dergisi çıkmamıştır. Bu alan-da ilk olmanın onurunu taşımak, ne büyük mut-luluk!

Samsun, Karadeniz’in hem nüfus yoğunluğu hem de kentleşme açısından en büyük kentidir. Orta Karadeniz’de bereketli iki ova - Bafra ve Çarşamba- arasında yer almanın yanı sıra Doğu Karadeniz kentlerini Orta Anadolu’ya Ankara’ya ve Marmara Bölgesi’ne İstanbul’a bağlayan tek geçiş yoludur.

Türkiye’nin kuzeyindeki bu kent, en önemli ta-rihi özelliğini Atatürk’ün Kurtuluş hareketine buradan başlamasından alır. Cumhuriyet ön-cesi küçük bir sahil kenti olan Samsun, Cum-huriyet ile birlikte büyük ve kozmopolit yapıya bürünür. Değişik etnik kimliklerin göçlerle yer-leştiği Samsun, bir Samsun kültürü gösteremez. Belki de bu nedenle rahmetli Metin Kökten’in yazısında belirttiği gibi 1965’lerde çıkan Çaltı dışında Samsun’da 1990’lara kadar bir kültür ve sanat dergisi çıkmamıştır.

Metin Kökten “Kuzeysu Çıkarken” başlıklı yazı-sında Kuzeysu adının nasıl konduğunun neden dergiye Kuzeysu dendiğinin üzerinde durmaz. Gazete ve dergilerin ilk sayılarında genellikle adla ilgili açıklamalar yapılagelse de Metin Kök-ten ya unuttuğu için ya da derginin adından çok içeriğinden söz etmek amacıyla derginin adıyla ilgili bilgi vermez.

Kuzeysu adı, Metin Kökten ve dergi kurucuları-nın yaptığı toplantılarda oluşmuştur. Samsun’u Türkiye’nin kuzeyinde olması nedeniyle kuzey sözcüğü; Karadeniz’i de su sözcüğü simgele-

Samsun’da Bir Soluktu : KuzeysuAkın ERSÖZTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

88

MA

KALE

miştir. Böylece “Kuzeysu,, bileşik sözcüğü dergi-ye ad olmuştur.

Aynı tarihlerde Hatay’da yayımlanan “Güney-su,, adlı kültür ve sanat dergisi, çok sonra Metin Kökten ve kurucular tarafından - benim getir-diğim Güneysu Dergisi’nden - öğrenildiği için, derginin adının bu çağrışımla oluşması olası değildir.

Her türlü ürünün geniş halk kitlelerine ulaşma-sı ya reklam yoluyla ya da o ürünle daha önce tanışan insanların önerileriyle mümkün olur. Bu ürün, bir kitle iletişim aracı olan dergi olunca ikinci yol geçerlidir. Çünkü kültür ve sanat çaba-ları yeterince desteklenmediği için reklamdan çok tanıtım yazılarının önemi ortaya çıkmakta-dır.

Kuzeysu dört yıl süren yayın hayatı boyunca reklam almamıştır. Yazı işleri müdürü Metin Kökten’in, birkaç kurucu üyenin ve okurlarının katkılarıyla ayakta kalmıştır.

Derginin yayınlanacağı ilk kez 12 Nisan 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde haber olarak verilir.

“ Samsun’da “Kuzeysu” adı altında sanat ve ede-biyat ağırlıklı bir dergi aylık olarak Mayıs ayında yayın hayatına atılacak.

Şair Ahmet Özer’in Mayıs 1990 tarihin-de Trabzon’da yayımlanan Kuzey Haber Gazetesi’nde çıkan yazısı da bir Kuzeysu yazı-sıdır. Samsun’da kültür ve sanat dergisi çıkma-sının mutluluğunu dile getiren Ahmet Özer, ilk sayıyı da kapsamlı bir biçimde inceler.

Samsun’un yıllardır bir kültür ve sanat der-gisinden yoksun oluşundan söz eden yazar, Kuzeysu’nun bu boşluğu dolduracağına inan-dığını söyler. Ayrıca dergi çıkarmanın cesaret işi olduğunu ve bu işe soyunanların desteklenme-si gerektiğini belirtir.

Trabzon, Kıyı Kültür ve Sanat Dergisi ile yerel ga-zeteleriyle, önemli bir kültür ve sanat kentidir. Şair Ahmet Özer’in yazısı ve derginin adresinin duyurulması Kuzeysu için önemli bir katkı ol-muştur. Hem yeni abonelerle dergiye ekonomik girdi sağlanırken, hem de yazan, üreten genç-ler gönderdikleri öyküleriyle, şiirleriyle dergiyi edebi anlamda beslemiştir.

Anadolu’da yayınlanan dergilerin İstanbul gazetelerine ve dergilerine seslerini duyur-maları güçtür. Bu güçlüğü dile getirmek için Kuzeysu’nun adını vermeden bu alandaki en eski ve en önemli kitap eki, Cumhuriyet Kitap’a bir mektup yazdım. 5 Ekim 1990 tarihli sayıda yayımlandı.

Kültür-sanat dergilerinin, özellikle taşradaki amatör dergilerinin yaşaması Cumhuriyet gibi okumaya yazmaya değer veren yayın organla-rının katkılarıyla mümkün oluyor. Çeşitli neden-lerle ürünlerini kitaplaştıramayan nice insan, taşra dergilerinden seslerini duyurmaya çalışır-ken suskun kalmamanız gerekiyor.

Her ne kadar “Kültür Servisi,, kaynaklı haberler çıksa da Cumhuriyet Kitap’in bu görevi üstlen-mesi daha çok ses getirecektir. Büyük sermaye gruplarının çıkardığı kültür sanat dergilerinin bile yaşamakta güçlük çektiği bir ortamda ama-tör taşra dergilerinin yaşaması sizlerin elinde.

89

MA

KALE

Yaklaşık beş on gün sonra yazımın altında çıkan adresime onlarca mektup geldi. Amatör şair ve yazarlar hem dergiye abone olmak hem de ürünlerini yayınlatmak istiyorlardı. Yazıda bir dergi adı vermememe karşın nice ürünün gön-derilmesine kurucu arkadaşlarla çok şaşırdık. Göndericilerin büyük bir kısmının İstanbul, An-kara, İzmir gibi kentlerden oluşu da düşündü-rücüydü. Bugün çalışmalarını kitaplaştıran nice şairin ve yazarın, o zaman Kuzeysu’ya ürünlerini göndermiş olmaları bile derginin işlevini yete-rince yerine getirdiğini ortaya koyuyor.

Amatör dergiler, genellikle İstanbul dergile-rinde ürünlerini yayınlayamayan kişilerin sesi olmak için yola çıkar. Bu düşünce nice şair ve yazar adayının ilgisini çekecek bir özelliktir. Çünkü İstanbul’da çıkan büyük medya kuruluş-larının dergilerinde aynı imzalan aynı sütunlarla hemen her sayı görürüz. İster istemez Kuzeysu gibi taşra dergileri de amatörlerin çekim nokta-sı olmaktadır.

Kuzeysu, farklı imzalara sayfalarında yer verme-yi büyük oranda başarmıştır. Edebiyata, sanata ilgili amatörlerin gençlerin yanı sıra edebiyatın, sanatın bilimsel boyutu da dergilerde yer bul-muştur. Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’ndeki akademik çevre, değişik bölümlerdeki öğretim görevlileriyle Kuzeysu’da çalışmalannı yayınla-mıştır. O zaman Eğitim Fakültesi bünyesinde yer alan Türk Dili ve Edebiyatı, Resim, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümleri öğretim gö-revlilerinin yazılarıyla katkıları Kuzeysu’nun aka-demik çevrede de kabul gördüğünü gösterir.

“Abone olduğum dergilerin bir-iki sayı sonra kapanmasından ya da sürekli gecikmesinden bıktım. Kuzeysu, her ayın ilk haftası okuruyla buluşacak.” diyen Metin Kökten’i hiç yanıltmadı Kuzeysu. Okurlar dört yıl, boyunca her ayın ilk günlerinde Kuzeysu’yu posta kutularından al-dılar. Kırk sekiz sayı aksamadan okuruna ulaştı.

“Sevgili Okurlarımız,

Dergimiz Kuzeysu dört yılı ve 48. sayıyı geride bıraktı. Bu zaman zarfında karşılaştığımız tüm sorunları sizlere saygımız icabı göğüsledik ve yendik. Ama dört yıl sonra da olsa artık bu işi götüremeyeceğimizi anladık. Çünkü okuyan

bir toplum değiliz. Bırakın sokaktaki insanı, ay-dın geçinen insanlar bile okumuyor; yazmıyor; üretmiyor. Herkes maddi sorunlar içinde kay-bolup gitmiş. Birkaç özverili insanın nefesi de buraya kadar yetiyor.

İnanın şu an çok mutsuzum. Çünkü Kuzeysu’yu kapatmakla, evladını yitiren bir babanın acısı içindeyim. Ama ne yapayım? Yapabileceğim bir şey yok. ,

Görevini yapmış insanın mutluluğu içindeyim. Hiç olmazsa Türk Edebiyatı’na birkaç şair ve öy-kücü kazandırdık. Bu da bize yeter. Emeği ge-çenlere teşekkür ederim.

Kuzeysu Dergisi, dolu dolu süren dört yıllık kül-tür ve sanat serüveninde önemli bir işlev ya-par Samsun kentinde. Kuzeysu’nun ardından Samsun Sanat, Prometheus, Yolcu gibi dergiler “Merhaba!” der Samsun kültür yaşamına. Kimi-leri Kuzeysu’nunkine benzer nedenlerle kapa-nırken, kimileri bugün soluk alıp vermektedir.

Kuzeysu bünyesinde ilk yazılarını yayınlama olanağı elde eden kimi şairler ve yazarlar daha sonra ilk kitaplarını yayımladılar.

Bugün Samsun 19 Mayıs Etkinliklerinde kitap-larını imzalayan, okurlarla buluşan yazarların arasında Kuzeysu’nun günışığına çıkarttıklarını görmemiz mümkündür.

Sonuç olarak Mayıs 1990’dan Mayıs 1994’e uza-nan bir süreçte Samsun’da ve Türk Edebiyatı’nda bir soluktu Kuzeysu. Şimdilerde yazarlarının, okurlarının kitaplıklarında; Samsun 19 Mayıs Kütüphanesi ve Ankara Milli Kütüphane rafla-rında yer alsa da...

90

MA

KALE

Arjantin tango denildiğinde aşkı, ihtirası ve tutkuyu çağırır beynimiz... İzlediğimiz görsel-ler hep bu yöndedir ki öyledir de zaten... Fakat daha çok tangoyu deneyimlemekle elde edile-bilecek başka türlü anlamlar da vardır... Kapıyı aralayanlar bilirler; tango empatidir, iki iken bir olmaktır, içe dönüştür, derin bir soluk alıp ver-mektir, her seferinde kendini yeniden var et-mektir; tango hayatın kendisidir...Tüm bunların yanında tango, kültürel ve sosyal bir olgu olarak UNESCO’nun kültür mirası liste-sinde yer almış ve tüm dünyanın bir değeri ola-rak kabul edilmiş bir danstır.Bizler de Samsun’da Arjantin tangosunu Sam-sun insanının bakış açısına, duruşuna, eğlence hayatına katmak niyetiyle yola çıktık… Bunun için yaklaşık 3 senedir, dersler, pratikler, tango geceleri, şehirlerarası organizasyonlarla ve eği-timlerle Samsunluların tangoyla buluşmasını sağlıyoruz.TaNGoSAM ailesi olarak eğitmenlerimiz Ezgi Turmuş, Uğur Can Turmuş ve asistanlarımız Derya Kılıç, Gürkan Binici ve Merve Çolak ile derslerimizi ve tüm diğer organizasyonları-

mızı Marin Otel’de gerçekleştiriyoruz… Hafta sonları ve isteğe göre hafta içi derslerimizle, haftada bir gerçekleşen ve herkesin katılımına açık pratik vakitlerimizle Arjantin Tangosuna dair çalışmalar yapıyoruz. Bunların dışında her pazartesi saat 21.00’de Marin Otel’de gerçekle-şen tango gecelerimizde, tango müzikleri eşli-ğinde Samsun’da şimdi çok geride kalmış olan ama herkesin özlediği nostaljiyi yaşatıyoruz. Türkiye’de ancak büyük şehirlerde ve sayılı me-kanda gerçekleşen canlı tango müziği keyfini de Samsun’da var etmeyi başardık. Ayda bir kez ve her ayın son haftası, “El Guapo” Trio ile canlı tango müzikleri eşliğinde, bu şehirde eşine az rastlanan geceler organize ediyoruz. Kemanda Sonat Coşkuner, piyanoda Özgün Coşkuner, kontrbasta Özgür Akkor “El Guapo” Trio’nun de-ğerli müzisyenleri. Tüm bu etkinliklerin destek-çisi olan Marin Otel sahipleri Mashar Başoğlu’na ve Gisela Başoğlu’na, sanatın ve kültürün bu şehirde gelişmesine karşılıksız destek verdikle-ri için TaNGoSAM eğitmen ve öğrencileri adına ayrıca tüm Samsunlular adına çok teşekkür edi-yoruz.

Arjantin TangoEzgi TURMUŞArjantin Tango Eğitmeni

91

MA

KALE

Osmanlı Devleti’nde Türk Yayı yapımına Kavsilik adı verilmektedir. Kemankeş ise tecrübeli okçu-lara verilen bir isimdi. Şövalye nedir diye bazen öğrencilerime sorarım genelde herkes cevabını bilmektedir. Ama Kemankeşlik nedir dediğimde ise hiçbir cevap alamıyorum. Bu şunu gösteriyor; bizim tarihimiz o kadar şanlı ve büyük ancak bi-zim haberimiz yok. Kemankeşlik ayrıca bir unvan olmuştur. Bazı sadrazamlar Kemankeş olarak anılmaktadır.

Türklerde okçuluğun M.Ö. 5000 yıllarında başla-dığı ve okçuluk ile ilgili ilk kuralların Oğuzlar ile gerçekleştiği görülür. Orhun anıtlarında, “Onok bodunı” deyimi, Oğuzlar’ın ok ile ilişkisinin en eski bir belgesidir. Türk sultanlarının hâkimiyet sembolleri arasında yay ve ok’ta vardır. Ok, Ha-kan tarafından kendisine bağlı sultanlara, aşi-ret beylerine ve emirlere askeriyle katılması için çağrı aracı olarak gönderilmektedir. Bu gün Anadolu’nun pek çok köyünde düğüne çağır-mak kelimesi yerine “okumak” kelimesi kulla-nılmaktadır. Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, paralar üzerine yay resmi koydurmuştur. Padi-şahların imzaları olan tuğralar incelendiğinde, ok ve yayın temel alınarak oluşturulanları da görülecektir. Türk hakanları, komşu uluslara yaz-dıkları mektupların yukarısına yay ve ok resmi koymaktaydılar. Oğuz soyundan gelen sultanlar yay ve ok’u hükümdarlık sembolü olarak, hiçbir zaman yanlarından ayırmazlardı. Ok ve yay üze-rine edilen yeminler özel bir anlam taşımaktaydı. Oğuzlar’ın Müslümanlığı kabulünden sonra ise daha da gelişen okçuluk, en parlak devrine Os-manlılar ile ulaşır.

Osmanlılar döneminde, okçuluğu ciddi kurallara bağlayarak yarışma esası içine alan ve tesis kuran hükümdar Fatih Sultan Mehmet’tir. Her ne kadar Fatih’ten önceki bazı hükümdarların dönem-lerinde çeşitli okçuluk yarışmaları yapılmış ise de, saha ve tesislerin oluşturulması Fatih Sultan Mehmet’in emri ile başlar. İstanbul’un fethinden

hemen sonra, Kasımpaşa semtinde kurulan ve bugün ancak çok az bir bölümü korunabilmiş olan Ok Meydanı, Fatih’in bu spora verdiği bü-yük önemin bir göstergesidir. Fatih’ten sonraki hükümdarların hemen tümü bu sahayı geniş-letip ilave tesisler yapmışlar, diğer kentlerde de sahalar kurmuşlardır. Sultan II. Bayezid dönemin-de bununla da yetinilmemiş, okçular özel olarak himaye edilmiş, okçuluk malzemeleri imalatı ile uğraşan sanatkârlar bir araya toplanarak, ken-dilerine her türlü imkan sağlanmıştır. Hatta bu amaçla, sanatkârların neredeyse tümü İstanbul’a getirilmiş ve Bayezid Camii’nin arkasına inşa edi-len Okçular Çarşısı’na yerleştirilmişlerdir. 15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul’da sayıları 500’ü bulan ok ve yay imal eden atölye ile özel olarak okçu-luk eğitimi yapılan okulların bulunduğu gerçeği dikkate alınacak olursa, bu spor dalında ne denli zengin bir geçmişe sahip olduğumuz kolayca an-laşılacaktır.

Okçuluk tarihimize dikkatle göz atıldığında, Fatih Sultan Mehmet’ten II. Bayezit’a uzanan döne-min ciddi bir “Planlama Dönemi”, II. Bayezit’ten II. Selim’in ölümüne değin geçen sürenin ise “Gelişme Devri” olarak değerlendirildiği görülür. Daha sonraki hükümdarlar da okçuluk ile ilgilen-mişler, ancak III. Selim’in tahta geçmesinden II. Mahmut’un ölümüne kadar geçen süre “Yeniden Yükselme Devri” olarak tarihe geçmiştir. Daha sonra II. Abdülhamid’ten V. Mehmet’in ölümü-ne kadar geçen süre ise okçuluğun “Duraklama ve Gerileme Devri” olmuştur, Osmanlı’nın son döneminde ise okçuluk sanatkârları artık ellerin-deki sanatı bırakarak başka işlere yönelmişler, bu işi yürüten kişi sayısı 3-5 kişiyle sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte, 1923-1937 yıl-ları arasında, eski Türk okçularının ailelerinden gelen üç beş kişi, aralarına hevesli gençleri de alarak, İstanbul’un çeşitli semtlerinde ok atışları yapmışlar ve geleneksel sporumuzu yürütmeye çalışmışlardır.

Unutulan Bir Geçmiş;Kavsilik ve KemankeşlikCivan ÇELİK

92

MA

KALE

Türk okçuluk tarihinin efsanevi ismi Tozkoparan’ın, ikinci kuşak torunları olan İbra-him ve Bekir Özok ile, Türk okçuluğuna ilk kitabı armağan eden Mustafa Kani’nin torunu Vakkas Okatan, bu spora yakın ilgi duyan Prof. Necmet-tin Okyay, Hafız Kemal Gürses ve yine o devrin Beyoğlu Vakıflar Müdürü ve Milli Sporlar Fede-rasyonu Başkanı Baki Kunter’in girişimleri sonucu kurulan Okspor Kurumu adındaki kulüp, Cumhu-riyet dönemimizin ilk ciddi adımı olmuştur. İstan-bul Beyoğlu Halkevi’nde, Ulu Önder Atatürk’ün direktifleri ile, milli sporumuz okçuluğu yeniden canlandırmak amacıyla 1937 yılında kurulan bu kulüp, Atatürk’ün ölümünden sonra himayesiz kalarak dağılmıştır. Böylece günümüze kadar da tamamen unutulmuştur. Oysa şu hikaye Türk Ok-çularının maharetini ve geçmişimizi açıkça gös-termektedir.

İmparator Charles Quint’in Muhteşem Süleyman’a gönderdiği meşhûr büyükelçi Ogier Ghiselin de Busbecq, Osmanlı kemankeşleri hak-kında şu enteresan bilgileri verir:

“Türkler yedi sekiz yaşında iken ok atmaya baş-lıyorlar. On, on iki sene devamlı surette talim ya-pıyorlar. Bunun neticesinde kolları gayet kuvvetli oluyor. Sonunda o kadar maharet kesbediyorlar ki, hedef ne kadar küçük olsa yine isabet temin eyliyorlar. Kullandıkları yay genellikle bizimkin-

den çok sağlamdır. Hem kısa olduğu için kulla-nılması kolaydır. Yaylar tek bir ağaç parçasından yapılmıştır. Birbirlerine güzelce yapıştırılmış ve tutturulmuş sırımla öküz boynuzundan yapıl-mıştır. Bir Türk uzun antrenmanlardan sonra en sağlam okla kirişi kulağının arkasına kadar ge-rebilir. Bu türlü bir yaya alışmamış bir adam ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yayla kiriş ara-sındaki işaretli noktaya kadar geremez. Talimle-re mahsus okullarda (tâlimhanelerde) Türklerin o kadar maharetle ok attıklarını görürsünüz ki kalkan üzerindeki bir beyaz dairenin etrafını okla çevirebilirler. Bu beyaz daire ‘taler’den küçüktür. Beş altı ok beyaz noktanın içine girmediği gibi birbirleriyle çarpışmadan beyaz noktanın kenar-larına dizilirler. Umumiyetle kalkandan otuz ayak (kadem) uzakta durup nişan alırlar. “ demektedir.

Türk Yayı, Okları ve Geleneksel Türk Okçuluk tec-rübesi, tarih boyunca pek çok tecrübe ve dene-meler sonucu çeşitli aşamalardan geçerek ortaya çıkmıştır. Fakat son yüz yıldır tamamen unutul-muş ve hiçbir yaşayan unsuru kalmamıştır. Bu-gün Macaristan’ da Türk yayı yapan ve dünyaya satan atölyeler varken, bizim ülkemizde bu sanat ve gelenek tamamen unutulmuştur. Unutulan Geleneksel Türk Okçuluğunu ve Yay-ok yapım tecrübesini tekrar gün yüzüne çıkarmak ama-cıyla faaliyet göstermekteyiz. Bu amaçla gruplar

93

MA

KALE

kurduk. Bölgenin Osmanlı dönemindeki ismi olan Canik ismini grup adı olarak kullandık. Grup olarak 2009 yılından bu yana ülkemizde düzen-lenen Geleneksel Okçuluk Yarışma ve festivalle-rine katılmaktayız. 29 Mayıs 2011’de İstanbul’un Fethi’nin yıldönümü anısına düzenlenen Gümüş-hacıköy Geleneksel Okçuluk Yarışmasında, 1-2 Ekim 2011’de Biga Sancak Beyi Osman Bey anısın düzenlenen Biga Geleneksel Okçuluk Yarışma-sında, 22-24 Haziran 2012 tarihinde Gümüşyay Uluslar arası Okçuluk Festivaline grup olarak ka-tıldık. 1-2 Eylül 2012 tarihinde Biga/Çanakkale’de yapılacak olan yarışmaya ise hazırlanmaktayız.

Amaçlarımız şunlardır;- Türk yay yapım sanatı olan Kavsiliği tekrar can-landırmak.- Yay yapım teknik ve şekillerini yeniden ortaya çıkarmak.- Türk yayı ile ilgilenen ve bu sanatı araştıranlara yol göstermek- Devlet büyüklerimizin ve idarecilerimizin de dikkatini çekerek bu sanatın yaşatılması için des-tek bulmak.- Gençler arasında farkındalık oluşturarak, genç nesillerin unutulan Kavsilik sanatına Kemankeşli-ğe ve Geleneksel Türk Okçuluğuna ilgisini arttır-mak ve Bahadırlık ruhunu tekrar canlandırmak.- Samsun’da da bir Geleneksel Okçuluk Festivali ve Yarışması düzenlemek.Samsun Bilim ve Sanat Merkezi Geleneksel Türk Okçu Ekibi Gümüşyay Uluslar arası Okçuluk Fes-tivali

Osmanlıda en uzağa ok atan padişah II. Mahmu’tur ve menzil mesfesi 810,48 m dir. En uzağa ok atan okçu ise Tozkoparan İskender’dir. Menzil mesafesi 845,79 m dir. Bu atışlara menzil atışları denilmekte idi. Tekke Sicil Defterine bu kayıtlar işlenir ve en uzağa düşen okun yerine bir menzil taşı dikilirdi. Rekor bir atış, ancak o atışa dört kişi tanıklık ederse geçerliydi.

Bu taş “Tozkoparan” İskender’ in muhteşem Sultan II. Mahmud’ a ait bir Menzil Taşı. Fotoğ-raf 19. yüzyılda rekorunun menzil taşıdır. Mesa-fe 845,5 m dir. Çekilmiştir 1795 te, İngiltere’nin Türk konsolosu Mahmud Efendi, Toxophilite Derneği’nin misafiri olarak bulunduğu bir or-tamda üç tane menzil atışı yapmıştır. Mesafeler dikkatle ölçülmüş ve en uzununun 440 m civa-rı olduğu tespit edilmiştir. Bu mesafe bir İngiliz

Uzun Yayı ile ulaşılmış en uzun mesafeden ortala-ma 100 m daha fazla olduğundan, büyük şaşkın-lığa yol açmıştır. Bunun yanı sıra, Mahmud Efendi kendisinin antrenmansız, yayının timarsız (yayın atış öncesi hazırlanması) ve kendisinin de aslında bir amatör olduğunu söylemiştir.

Avrupalı ve Amerikalı araştırmacılar, Türk yayla-rı üzerine gayretli bir çalışma içine girmişlerdir. Amerikalı fizik profesörü Paul Klopsteg, 1929 yı-lında Türk okçuluğu ile ilgilenmeye başlamış ve araştırmalarını 1934 yılında Türk Okçuluğu ve Bileşik Yay adlı kitabında yayınlamıştı. Eski yay ve okları toplamak, müzeler ve koleksiyonlarda bulunan örneklerini ve tarihî kaynakları incele-mekten başka, Klopsteg, geleneksel teknikler kullanarak kendisi Türk tipi yaylar, oklar ve okçu yüzüğü (zihgir) yapıp deneyler yaptı. Kitabında Türk yayının sırtına yapıştırılan sinirler ve karnına yapıştırılan ince boynuzuyla hem dayanıklı, hem de kompresyon gücünün ve esnekliğinin yüksek olduğunu anlatıyor. Bilimsel açıdan incelediği Türk yayları ve oklarının malzemeleri, yapımı ve tasarımlarıyla ilgilenen Klopsteg sonra öğrendik-lerini yeni tip ok ve yay tasarımlarına uyguladı.

Resimdeki Beşir Ağa’ nın 630 m lik atışı anısı-na dikilmiş olan menzil taşıdır. Bu resmi daha da önemli kılan sağdaki kişinin Dr. Paul Ernest Klopsteg olmasıdır. 1930’daki İstanbul ziyareti esnasında çekilmiştir .

Dünyada pek çok insan Türk Yayının performansı-na hayret ederken biz bunun farkında değiliz. Bu nedenlerle son 5-6 yıldır bu sanat ve sporun can-lanması için faaliyet göstermekteyiz. Samsun’da da Geleneksel Okçuluk Festivali düzenlenmesi çabamıza sponsor ve destek olabilecek devlet büyüklerimizin katkılarını beklerken, bize katıl-mak isteyen her yaştaki Kavsi ve Kemankeş aday-larına kapımız açıktır. Ok gibi doğru olsamYayla atarlar beni,Yay gibi eğri olsamElde tutarlar beni…

Doğruda aç görmedimEğride asla bir tok,Eğri yay elde kalırMenzil alır doğru ok… Hz. Mevlana

94

MA

KALE

Koşar telden tele dökülür sazaBen beni söylerim türkülerimleÖzlem çağıl, çağıl aşk yığın, yığınBen beni söylerim türkülerimle

Gâh Emrah olurum dert ile dolanGâh bir Köroğlu’yum dağlarda kalanSeyrani, Sümmani, KaracaoğlanBen beni söylerim türkülerimle (Halil SOYUER)

Biliyorsunuz ki kültür; milletleri millet ana öğe-lerden biridir. Türkülerimiz de onun şah dama-rıdır. Onun için de milletimiz sevdasını, aşkını gurbetini hatta sevgisiyle sitemini dahi türkü-

lerde dile getirmiştir. Kısaca bir sevdadır türkü-ler. Burcu, burcu toprak kokar, kır çiçeği kokar. Kızılırmak’ın çağlayaşı, aşılmaz dağların esrarı gizlidir onlarda. Ana kucağının sıcaklığı vardır. Sevdanın dumanı yükselir. Kavuşamayanla-rın sevdası siyi, siyim gözyaşı olur türkülerde. Türkülerimiz bazen Kütahya’nın Pınarları gibi akıştır. Bazen de Mert dayanır namert kaçar Meydan gümbür, gümbürlenir diye heykirir. Bu heykiriş Ege’ de Zeybek Orta Anadolu’da Bozlak Gaziantep’te Barak Erzurum’da “ Yandı canım tende ey ruh-i revanım bir su ver” ya da “Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş” diyerek yâr hanesinde yastık yerine taşa konulan bir

Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği KorosuYavuz ÖZKARANSamsunlu Sanatçılar Deneği Türk Halk Müziği Korosu Şefi

95

MA

KALE

başın ifade ettiği mistik bir derinlikte nağmele-şir. Onun için biz de hep kendimizi söylemişiz türkülerde. Türküye yatmış kalkmış onunla yun-muş arınmışız.Samsunlu Sanatçılar Derneği olarak geçmişten geleceğe birer köprü konumundaki türküleri-mizi Samsun’da gelecek nesillere sağlıklı bir bi-çimde aktarma misyonumuzu yerine getirerek 2010 yılı Ocak ayında Samsunlu Sanatçılar Der-neği Türk Halk Müziği Korosu’nu Şef Yavuz ÖZ-KARAN yönetiminde oluşturduk. Koromuzun kuruluş çalışmalarında Samsun’da Halk Müziği’ mizin iki değerli üstadı Nizamettin DİZDAR ve Murat CAMADAN’ nında katkıları büyüktürSamsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu ilk konserini 10 Nisan 2010 tarihinde Atatürk Kültür Merkezi’de vermiştir. Konsere Konuk Sanatçı olarak Samsunlu Türk Halk Müzi-

ği Sanatçılarımız Ümit BEKİZAĞA ( T.R.T. Ankara Radyosu Türk Halk Müziği Korosu Şefi ) Neslinay ÇINAR ( Türk Halk Müziği Sanatçısı )23 Ocak 2011 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu ve Samsun-lu Sanatçılar Derneği Türk Sanat Müziği Koro-su birlikte bir çalışmaya imza atarak Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Müziği Korosu olarak Atatürk Kültür Merkezi’nde Konuk Sanatçı Ayşe TAŞ’ın katılımıyla bir konser verdi.16 Nisan 2011 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu Samsunlu Sanatçımız Celal BAKAR’ ın (T.R.T. İstanbul Rad-yosu Türk Halk Müziği Ses Sanatçısı ) katılımıyla Atatürk Merkezi’nde vermiştir.23 Ocak 2012 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu “Ozanlarımız ve Deyişlerimiz” konulu olan konserini Canik Kültür Merkezi’nde vermiştir.11 Haziran 2012 tarihinde Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Halk Müziği Korosu ve Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Sanat Müziği Korosu daha önce de yapmış olduğu çalışmayı tekrar-layarak Samsunlu Sanatçılar Derneği Türk Mü-ziği Korosu olarak Atatürk Kültür Merkezi’nde Konuk Sanatçı Bekir ÜNLÜATAER’ in katılımıyla bir konser verdi.Hâlen Şefliğini yürüttüğüm Samsunlu Sanatçı-lar Derneği Türk Halk Müziği Korosu 60 kişiden oluşmaktadır.

96

MA

KALE

Bir kez gelmeniz yeter bu şehre, sizde vazge-çemez düşüremezsiniz adını dilinizden, turist olmanın mutluluğunu yaşar, aklınıza, ruhunuza ve bedeninize sağlık sunacak oksijeni, masmavi denizi, bin bir çiçek kokusu ile bezeli dağı, yay-layı, yamacı, sıcağı, sıcaklığı yaşayabilir geçmişi soluyarak geleceğe daha güçlü bakabilirsiniz. Yakakent ilçesi, coğrafi yapısı, tarihi geçmişi, kültürel değerleri, doğal güzellikleri, turistik zenginlikleri, en önemlisi Yakakent’i seven gö-nülden bağlı halkı ile gelişmeyi ve kalkınmayı hak eden bir kenttir.İlçenin kuruluşu, M.Ö. 2. Yüzyıla rastlar. Çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan Yakakent ilçe-sinin önceki ismi de Gümenez’dir. Bugün ki ilçe 1800 lü yıllarda, Gerze’den gelen balıkçı aileler tarafından kurulmuştur. Yine Selanik’ten de ge-len göçmenlerle Yakakent büyümüştür. 1 Mart 1963 yılında belediye kurulan ilçede aynı yıl “Gümenez” olan ismi kıyı şehri anlamına gelen

Yakakent olarak değiştirilmiştir.Yakakent, Samsun iline bağlı Karadeniz kıyısın-da batı Karadeniz’de Sinop ili sınırları ile orta Karadeniz’de Samsun ili sınırı arasında geçit noktasındadır. Doğusunda Alaçam, batısın-da Gerze, güneyinde Canik dağları, kuzeyinde Karadeniz yer almaktadır. 76 km. Olan sınırının 8 km. Sini sahil şeridi kaplamaktadır. İlçenin ekonomisi tarımsal karaktere sahip olmakla beraber balıkçılık ekonominin can damarıdır. Karadeniz’de avlanan her tür balığı bu terte-miz sularda avlamak mümkündür. Kısacası Yakakent’in balığı Türkiye genelinde çok meş-hurdur. Deniz ürünlerini değerlendirmek ama-cıyla balık kooperatifi balık unu ve yağı soğuk hava tesisi özel sektörlere ait fabrikalar deniz ürünlerini değerlendirmek için hizmet vermek-tedir.İlçenin turizm için sunduğu o kadar çok de-ğeri var ki Samsun’un en önemli turizm mer-

En Huzurlu Liman Yakakent...Atilla ÖZERDetay Medya Ajans

97

MA

KALE

kezi olma yolunda kararlılıkla ilerlemektedir. Yakakent, balıkçı limanında yılın her mevsimi taze deniz balıklarını, tertemiz deniz manzara-sı eşliğinde yiyebilir, unutamayacağınız anları da yaşayabilirsiniz. Coğrafi yapı ve güzelliği ile Yakakent denizin ormanla kucaklaştığı ender köşelerden biridir. Sıcak kanlı ve sosyal yöre in-sanlarının turizmin niğmetlerinden yararlanma çabası yörede otel ve pansiyonculuğun geliş-mesini de sağlamıştır. Ucuz ve güzel bir tatil ge-çirmek isteyen her gelir seviyesinden insanlar için Yakakent bulunmaz bir fırsattır.Her yıl temmuz ayında ilçe belediyesinin düzen-lediği deniz oyunları ve yaz şenlikleri akşamları da ulusal ve yerel sanatçıların katılımı ile yapı-lan konserler ile Yakakent ’liler ve tatilciler unu-tulmaz anlar yaşamaktadır.Huzuru arayanlar için Yakakent’in kapısı her za-man açıktır. Dinlenmek, su sporu yapmak, gü-rültüden kurtulmak isteyenler için bulunmaz bir köşedir. Çam gölünde çam ormanları ile deniz kucak kucağadır kıyılara sevdalı gibi yedi koldan koşan dalgalar Yakakent’te başka güzel-dir. Ayna gibi olan denize haziran ayından eylül yarısına kadar girebilir, bronzlaşabilirsiniz. Çam gölü ormanları mesire yeri ile kamp deniz kara avcılığı bakımın dan ayrı değer taşır.Kozköy mahallesi, sahil kısmı ise tabi bir plaj görünümündedir. Yakakent aşkın, özgürlüğün, tarihin şehridir. İlçeyi hiç görmeseniz de geldi-ğinizde yabancılık çekmezsiniz.Yakakent ilçesi aynı zamanda bir Japon şehri olan Kuşhimoto ’nun da kardeş kentidir. Yaka-kent Kuşhimoto kardeşliği 1890 yılında padişah Abdülhamit Japon imparatorunun amcasını bir savaş gemisiyle İstanbul ’a yaptığı bir dost-luk ziyaretine karşılık vermek üzere Ertuğrul Fırkateyni’ni Japonya’ya göndermiştir. Osman paşanın kumandasındaki gemi Yokohama lima-nına demirlemiş kumandan Japon halkı tarafın-dan sevgi gösterileriyle karşılanmıştır.Ertuğrul, yurda dönmek üzere yola çıktıktan sonra Furakara kıyılarında korkunç bir tayfuna tutulmuştur. Azgın dalgalara dayanamayan yelkenli savaş gemisi kayalara çarparak parça-lanmıştır.Olay Kaşino adasının, pasifik okyanusu sahi-linde meydana gelmiş kaza geç saatlerde ol-duğundan denizcilerin çoğu sulara gömülmüş

581 şehit verilmiştir. Adanın tepesindeki fener-den kazayı gören fenerci ada halkını yardıma çağırmış büyük çaba gösteren Japonlar 69 kişiyi kurtarmışlardır.Tarihte bu acı olay dünyanın iki ucunda bulu-nan iyi niyet dostluk ve sevgi hisleri ile yaşayan iki beldeyi birbirine bağlamaktadır.1963 yılında giden Türk Japon parlementerler arası dostluk gurubu başkanı Manisa senatörü Ferit Alp İskender ile Samsun senatörü Doktor Ferit Tevetoğlu Küşhimoto ’da bulunan Ertuğrul şehitliğini ziyaret etmişlerdir. Doktor Ferit Te-vetoğlu Kuşhimoto’nun balıkçı köyü Kaşihu’yu Yakakent’e benzetmiştir. Türkiye’ye dönen parlementerlerimiz aynı yıl iki balıkçı köyünü kardeş köy olması yolunda girişimlerde bulun-muşlardır. 12 Aralık 1963 yılında Japonya ve Türkiye’nin iki balıkçı köyü törenle kardeş köy ilkokullar arası kardeşlik ilan edilmiş olup 14 mayıs 1997 tarihinde ise her iki belde arasında kardeşlik bildirgesi imzalanarak resmiyete ka-vuşmuştur.Yakakent düzenli yapılaşması muhlis insan-ları ile sizin şehrinizdir, huzurun şehridir. Ha-yattan yorulduğunuzda en huzurlu limandır. Türkiye’nin kaptan köşkü arayışlarınızda size rehberlik eder, geçmişten, aşktan ve özgürlük-ten yorulduğunuzda sığınacağınız en huzurlu limandır.Eşsiz güzellikteki sahiliyle şirin kıyı kasabasıyla Yakakent’te ise gün batımı mutlaka görülme-lidir. Güneşin adeta denize söndüğü manzara adeta görenleri büyüleyecektir.Ülkemiz haritasına gönül teleskopu ile bakarsa-nız bir nazar boncuğu gibi karşınıza çıkar Yaka-kent. Yakakent ilçesi için gelmek görmek o ruhu bizzat yaşamak gerekir evet bu davet size….

98

MA

KALE

İllüzyon insanlık tarihiyle eşdeğer bir sanat da-lıdır. İllüzyon temelde göz yanılması, göz al-danmasıdır. Yanılsama ya da illüzyon insanların nesne ya da uyaranları hatalı bir şekilde algıla-masıdır. Hatalı algılanmasını sağlamak da illüz-yonistin elindedir. İllüzyon oyunları bu yüzden çözülemediği sürece zevk verir ve hoşa gider. İllüzyon gözlere, düşünceye, beyine sunulan bir bilmecedir. Amacı insanları kandırmak de-ğil, gördüklerinin gerçekliğine inandırmaktır, bu da illüzyonları sunan illüzyonistin el becerisi ve bunları sunma yeteneğiyle ilgili bir konudur. İl-lüzyon başlı başına bir sanat dalıdır ve dünyada hakettiği değeri diğer sanat dallarında olduğu gibi bulmuştur. İllüzyon sanatı, tüm sanat dalla-rıyla yüksek seviyede ilişki içindedir. İllüzyonda amaç düşünce ve hayal sınırlarını zorlamak hatta onları aşmak ve belki de en zor olanı bu görevi her geçen gün değişik şekillerde ve oluşumlarda

yerinde getirmektir.

Günümüzde tüm çabalara rağmen sihir ve si-hirbazlık dendiğinde insan zihninde çok kolay çağrışımlar yapan illüzyon sanatı; illüzyon ve il-lüzyonistlik kelimeleri kullanıldığında hala soru işaretleriyle karşılaşıyor. Oysa ki sihirbazlık halk diline daha kolay gelen yaygın bir söyleniş biçi-minden başka bir şey ifade etmez. Bu iki kelime eşanlamlıdır, yalnızca illüzyon uluslararası bir te-rim olma özelliğine sahiptir. İllüzyonda, illüzyo-nist için tam anlamıyla sahne hakimiyeti kurmak gereklidir. Söz konusu olan hakimiyet de tiyatral çalışmalarla, pandomimle, muhakkak diyalog-la ve de monologla kurulur. Müzikle bedenin ahenkli uyumu sahnede görsel açıdan çok önem taşır. Beden dilini iyi bilmek ve bu konuda kendi-ni iyi tanımak, hem izleyenlerin görsel anlamda aldığı hazzı arttırmak hem de ilgi ve dikkatlerini canlı yutmak adına büyük öneme sahiptir. Sahne

Bir Sanat Olarak İllüzyonErkin SEZGİNİLLÜZYON

99

MA

KALE

performansı ve yapılan şov tabiki kişiye özeldir, ancak bunları geliştirmek için çalışmakta yine ki-şiye özgüdür. İllüzyonda zıtlıklar söz konusudur; büyük boyutlarda nesnelerin aniden kaybolma-sı, yine küçük boyutlarda kutuların içinden çok büyük nesnelerin meydana gelmesi bundan kaynaklanır. Burada dikkate değer bir konuda kamufleyi sanat haline getirebilmek ve izleyen-lere keyifli anlar yaşatabilmektir. İllüzyon sanatı eğlence sektörünün geçmişi en eskiye dayanan sanat dallarından biridir, televizyonun daha evlere girmediği ve eğlence anlayışının boyut değiştirmediği dönemlerde gösterilen ilgiyle, eğlencenin farklı boyutlar kazanarak çok çeşit-lendiği ve görsel iletişimin, teknolojinin hayatı-mızın büyük bölümünü neredeyse ele geçirdiği günümüz anlayışının gösterdiği ilgi arasında fark alması kabul edilebilir bir gerçektir.

İllüzyonla uğraşmak için engin bir sevgiye, son-suz bir sabıra ve de bitmeyen bir meraka sahip olmak gereklidir, bunun yanı sıra üstün bir ye-teneği, süratli bir algılama gücünü uzun yıllara dayanan deneyimi şart koşan şaşırtıcı bir sanat dalıdır. Ayrıca insanın böyle bir meraka ve yete-neğe sahip olduğunu anlayarak bu konuda yo-ğunlaşması ve faaliyet alanları yaratması da bir sürece tabiidir.

İllüzyon sanatını seyreden seyirci için hayal dün-yasında yaşattıkları ve kendilerince makul olan

fikirleri çok önemlidir, o yüzden de bu sanatın hataya tahammülü yoktur; bir şarkıcı mikrofonu bozulursa çıplak sesiyle şarkıya devam edebilir ama illüzyonda geri dönüşler pek mümkün de-ğildir. Orta ve uzun vadeye dayanan deneyim ve sahne alışkanlığı ancak bu geri dönüşleri müm-kün kılabilir. Bu yüzden de kamufle konusunda yüksek beceriye sahip olmak ve illüzyon sırlarını hiçbir şekilde açıklamamak illüzyon sanatının olmazsa olmaz şartlarıdır. Ancak sırların açık-lanması konusunda şartın esnediği bazı nokta-lar söz konusudur ki bu da yeni yetişen insanlar arasında bilgi, birikim ve deneyim paylaşımını sağlamak adınadır. İllüzyon bir sır sanatıdır, do-layısıyla sırrı bilinen oyunların izleyici açısından hiçbir değeri kalmaz bu yüzden de illüzyon sa-natı için sürekli bir merakı ayakta tutmak adına illüzyonistlerin hem sunuş hem de diğer husus-larda çok dikkatli olmaları gerekir. Sergilenen oyunlar ne şekilde olursa olsun seyirci açısından çözüme gidiş aşaması zor olmalı. Çözüme gittiği oyunlara, seyirci sadece bakar, çözüme gideme-diği bütün oyunlarıysa beğeniyle seyreder ve dikkatini, heyecanını, alkışını canlı tutar.

Günümüzde illüzyon sanatında teknolojinin getirdiği tüm imkanlardan yararlanılıyor. Ancak salt teknoloji asla sanatın devamlılığı açısından yeterli olmaz.

100

MA

KALE

“Mesut Bey”im öncü olmuş ne güzel; “Samsun” adı “Kültür-Sanat” el ele; Bunca “şâir”, bunca “yazar” verdi el; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; Güzel işten, “hoşnut olur” Lemyezel…

“Yediyıldız”, “Ortaylı”dan “destek” var; Onca “vakıf ”, “dernekler”den “istek” var; “Şahin Hoca”m, Mart der hep “Nevruz” yazar;

Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Yüksel Ünal”, “Turizm”e “kültür” dile…

“Mehmet Aydın”, “Eğitim”ce tanınır; “Osman Kara”, “milliyetçi” anılır; “Amazon”dan, bizim gibi sakınır; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Hayra niyet”, çekildi bak “besmele”..

“Uğur Dede”; “Şâir-Yazar”, “Yönetmen”;“Üstâd” isim, “röportaj”lara gitmen;“Kukul Hoca”m, “Gel” deyince “seğirtmen”; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Madde” için “mânâ”, gitmesin sele…

“Ahmet Seven”, “Say-Der”imiz “sesi”dir; “Alperen Bey”, “hat sanat yücesi”dir; “Recep Yazgan”, “Sagem” için “Yesi”dir; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Aşk’a âşık Tulûat”çı bir “mele”…

“Bahar Güdek”, “ağıtlar”da ağlatır; “Cemalettin”, “masal” deyip kaynatır; “Karahan Bey”, “Gurkin” der hatırlatır; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Adige”ler, “hasret-Kafkas” güzele…

“Atafem”in, “halk oyunu” sahası; “Aydınlar”dan, “konferanslar” en hası; “Altuntaş”ın, “Balkanlar”a duâsı;

Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Tuna boyu”, “Türk kardeş”le hep bile…

“Kayder” başka, “Samekder” var yarışta; “Samsun Samfed”, “Tema” ile en başta; “Sasad-Taşan”, örnektir bu uğraşta; Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; “Türk Ocağı”, “asırlık” büyük çile…

“Tiyatro” var, “Yerel Tarih”, “Şenlik”ler; “Kültür-Sanat”, aylar-gün, “Etkinlik”ler; “Üst Kurul” var, “Temsilci” şahsen kimler? Bu “ilk sayı”, devamını gör hele; KAYIKÇI der, “Hep iyiye-güzele…”

Şairimize şükranlarımızı sunuyoruz, Kendiler-ine selamlarımızı sunuyoruz. Ayrıca Genel Yayın Yönetmenimizin iki mısralık notunu da bütün okuyucularımızın engin hoşgörülerinize sığınarak paylaşmak isteriz.Madde için mana gitseydi seleCep gezer, can gezmezdik el ele… (U.DD)

ALİ KAYIKÇININ KALEMİNDEN

101

MA

KALE

Fotoğraf : Metin İŞLER

102

MA

KALE

Roma imparatorluğu öncesinde Avrupa’da da hakim olan Federatif Çerkesya Halkları, Roma imparatorluğunun güçlenmesi ile birlikte Av-rupa’daki hakimiyetlerini kaybedip, varlıklarını Kafkasya’da sürdürmeye devam etmişlerdi.

Bununla birlikte bulundukları coğrafi konum gereği Kafkasya’da da birçok kavmin saldırısına maruz kalmaya devam etmişlerdi. Bunların en sonuncusu ve yıpratıcısı Rus İmparatorluğunun Çerkes topraklarını istila etmek için Kafkasya’ya saldırmasıdır.

Yaklaşık 300 yıl süren saldırılar sonucunda Çer-kesleri büyük felaketler beklemekteydi. 1864 Mayısında Çarın fermanı gereği anavatanını terk etmeyen küçük bir kısım halk, toplama kamplarında esarete razı gelirken çok büyük çoğunluğu yeni inançları islamiyetin lideri Os-manlı padişahı halifeninde daveti üzerine Kara-deniz limanlarına çıkmaya razı geldiler. Aslında göçmenlerin tamamı istanbula gitmek için yola çıkmışlardı. Fakat daha sürecin başında ortaya çıkan salgın hastalıklar nedeni ile göçmenlerin istanbula girişi önlendi. Önemli bir gurup Varna limanı üzerinden balkanlara gitti. Diğer büyük iki gurup samsun ve Trabzon limanlarına geldi. Geldi ama bir kısım gemiler battığı için içindeki-ler hiç ulaşamadı. Ulaşmayı başaran gemilerde ise. Salgın hastalık nedeni ile ciddi bir kayıp var-dı ve gemi personeli tarafından denize atılmıştı. Sahile ulaşmayı başaranların çilesi bitmemişti. 40.000 kişi için davet hazırlayan Osmanlı devleti çok kısa sürede 2 milyona yakın insanın gelme-siyle hazırlıksız yakalanmış ve göçmenler salgın ve açlıktan hızla kırılmaya başlamıştı. Trabzona inen mültecilerin büyük çoğunluğu kısa za-manda yok oldu.

Samsunda sahilde hayatta kalmayı başaran-ları başka bir dram bekliyordu. Asayiş sorunu bahanesiyle zorunlu ikametler başlamış zaten gemilere bindirilirken kısmen dağılan aileler tamamen parçalanmıştı. Kardeşler anne-baba

ve çocuklar hepsi başka bir yöne doğru gönde-rilmişti. Tabii trajedi buradada bitmedi, Osman-lıda başlayan iç isyanlara önlem olarak zorunlu çerkes yerleşimleri için genellikle rus, ermeni ve bulgar ahalinin bulunduğu bölgelerin sınır-ları seçilmiş. Ve ardından eli silah tutanlar dilini bilmedikleri bu ülkeyi savunmak üzere çepheye gitmişlerdi. Hamidiye alaylarına alınan binlerce çerkes genci ermeni ayaklanmaları kürt aşiret isyanları ve rus saldırılarında halife adına şehit olurken kayseriden Sarıkamış birliklerine katılan onbinlerce çerkes genci düşmanı bile göreme-den donarak öldüler. Bu arada balkanlara yer-leştirilen çerkesler Osman paşanın plevneden cekilmesinden sonra bölgeden ayrılmamışlar ve halife adına Bulgar köylerini yakıp yıkmaya isyan bastırma hareketine devam etmekteydi. Dönemin Osmanlı rus savaşının ardından Ber-lin anlaşmasının en önemli maddesi bölgeye

Çerkez Sürgünü - Kültürü ve SanatıABDULKADİR ÖZYILMAZ

103

MA

KALE

yerleşen ve Bulgarlara kan kusturan çerkeslerin balkanlardan alınmalarıydı. Bu nedenle balkan çerkeslerine yine yol göründü ve bir kısmı Orta-doğu Kıbrıs ve kuzey afrikaya giderken önemli bir kısmıda ege ve Marmara bölgesine yerleş-tirildi.buraya yerleşen çerkeslerin yine yüzü gülmeyecekti. Kurtuluş savaşının başlamasıyla birlikte padişah adına ülkeyi savunmaya çalışan çerkes aznavur birlikleri, düzce çerkesleri Yozgat çerkesleri Ankara hükümetine karşı ayaklanmış, yeni hükümette bu ayaklanmayı bastıracak tek güç çerkes ethem birlikleri olduğu için ayak-lanmaları bastırmaya çerkes ethem ve emrin-deki çerkes göçmenleri gönderilmiş, çerkesler arasında çok çetin çarpışmalar geçmiş yüzlerce çerkes köyü yakılıp yıkılmıştı. Tabii bilindiği üze-re galip gelen ve Ankara çerkesleri adına çarpı-şan çerkes ethemde Ankara hükümeti tarafın-dan ayrıca hain ilan edilmişti. Trajedi bununla da bitmemişti; atatürkün ölümünün ardından iktidara gelen milli şef ege ve Marmara bölgesi çerkeslerinin düşmanla işbirliği yapabilecekleri bahanesiyle balkanlar-dan sürgün gelen 40 ka-dar çerkes köyünün do-ğuya kaydırılmaları için sürgün kararı vermiş an-cak yola çıkan çerkesle-rin sadece birkaç tanesi sürgünde iken meclisin aldığı bir kararla sürgün durdurulmuştu. Ama bu arada hala anavatan çerkesya ile ilişki kurulabiliyor ve geriye dönme hayalleri devam ediyordu. Ortadoğuya gidenle-rin durumu anadoludan hiçde farklı değildi.

Ürdün krallığı adına arap katliamı yapan çerkes-ler krallığın gözdesi olmuşlardı ama Araplarla da aralarında mesafe oluşmuştı. epey zaman sonrada arap - israil savaşında golan tepelerini yeşerten çerkesler buradan sürülmüş. Bir kısmı israilde bir kısmı suriyede yaşamak zorunda bırakılmış ve yıllarca tekrar tekrar parçalanan aileler bir araya gelememişti Şimdi siz şunu düşünebilirsiniz. Anavatanları çerkesyadan ay-rılmayıp toplama kamplarında kalanlar daha

şanslıydılar. Maalesef öyle olmadı. Bolşevik dev-riminde iki ateş arasında kalan çerkesler hem birbirleriyle çatışmış hemde ikiye ayrılan rus ordusunun saldırılarına maruz kalmıştı. Bu da yetmemiş 1. Dünya savaşında cepheye sürülen çerkeslerin çoğu geriye dönmemiş cepheye gitmemiş ve bağımsızlık için ayaklananlarda ya öldürülmüş yada anavatanını terk etmek du-rumunda kalmıştı. Rus zulmü yetmemiş gibi 2. Dünya savaşında çerkesyaya giren alman ordu-ları çerkes köylerinde taş taş üstünde koyma-mış. Cerkes köylerini yakıp yıktıkları gibi verinli buldukları ova topraklarını vagonlarla almanya-ya taşımaya başlamışlardı. Almanların yenilme-sinin ardından Almanlara esir düşen çerkesler düşmanla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle müt-tefiklerden iade alınmış Ruslara teslim edilenler idam edilmiş şanslı olanlar sibiryaya sürgüne gitmiş kaçabilenlerde Türkiye ve avrupanın bazı ülkelerine sığınmışlardı.

Evet bu anlattığımız çerkeslerin başına gelen olayların tamamı birkaç asırda ortaya çıkan olay-lar değil sadece 50-60 yılın derlemedir. Yeni Türkiye sınırları içindeki çerkeslerin çilesi bu ara-da devam etmekteydi. Soyadı kanunuyla birlik-te kendilerinin yüzlerce binlerce yıldır kullandık-ları soyadlarının veril-meyip boşka soyisimler verilmesi parçalanan

ailelerin tescillenmesi anlamına gelmişti. Bu arada başlayan soğuk savaşla sınırların kapa-tılmasıda anavatana dönüş hayallerini tümüyle yıkmıştı. Artık “Türkiye çerkesleri olarak onların yeni bir vatanları ve yeni gelecekleri vardı.

Dilini bilmeden savundukları bu topraklarda kültür ve sanatlarını yeniden inşa etmeye ve durumlarını iyileştirmeye başladılar. Önceleri spor dans müzik ve tiyatro alanlarında başlayan öncülük sonra hayatın her alanına yayıldı. Da-ğılan aileler kısmende olsa birbirlerini bulmaya başladı. Önceleri Osmanlı döneminde hanım-ların spor yapmaları için Beşiktaş Jimnastik ku-

104

MA

KALE

lübünü kurdular. başlarına gelmeyen kalmadı.Kulüp kapatıldı ve yöneticileri zindana atıldı.

Saraydaki nüfuzlu çerkesler aracılığıyla affedi-len kurucular zindandan çıkınca futbol oyna-madıkları gerkçesiyle tekrar kulübü açma izni aldılar. Sonra Müslüman bir tiyatroyu kurdular yine başlarına gelmeyen kalmadı. Bu arada kla-sik türk müziğinde yesari asım arsoy gibi beste-karlar yetişti, Ardından kız ve erkek çocukların bir arada okutulduğu ilk modern Müslüman mektebini kurmuşlardı. yeni Türkiye cumhuri-yeti tarafından bu mekteb kapatılarak yönetici-

lerini istiklal mahkemelerinde yargılamıştı. dün-ya güzellik yarışmasına Türkiye adına katılan ilk çerkes kızının dünya güzeli seçilmesi bir başka dalda kadın öncülüğü oluşturdu. Genç türk si-nemasında yer alan ediz hun, göksel arsoy, Tür-kan şoray ve daha niceleri. Çerkeslerin bu ülke-ye ne kadar çabuk adapte olduklarını ve neleri başardıklarını gösterdiler. Geldikleri günden bugüne kadar yüzlerce rütbeli asker politikacı sanatçı ve edebiyatçı yetiştirerek ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik varlığına katkı koyup gü-venliğinden sorumlu oldular. Yerleşilen illerin içinde en yoğun nüfus samsundaydı.

Samsuna gelen göçmenler kendileri gibi dışa-rıdan gelen diğer göçmen toplululuklardan; tatarlar, Nogaylar gürcüler, balkan göçmenleri ve Arnavutlar ile kısa zamanda birlikteliklerini geliştirip uyum sağladılar. Tarım hayvancılık si-lah ve deri sanayinde başarılar oluşturup ülkeye katkı sağladılar. Kurtuluş savaşında öncü olarak hem samsun bölgesinde hemde ülke genelin-de savaşıp şehit verdiler. Samsundaki Çerkesler samsunda kurdukları başta Adige kültür derne-ği olmak üzere dernekleri vasıtasıyla kültürle-rini korumaya derlemeye ve gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyorlar.

105

MA

KALE

Fotoğraf : Abdullah SEZGİNFotoğraf : Metin İŞLER

106

MA

KALE

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Vakfı Samsun’da eği-timin çıtasını bir üst seviyeye taşımak için kur-duğu OMÜ Özel İlköğretim Okulu iki yaşında. Deneyimli öğretici kadrosu, sosyal mekan ve fa-aliyetleri ile üniversite kampusü içinde donanımlı yapısıyla OMÜ Özel İlköğretim Okulu ikinci yılın-da Samsun’da eğitimin gözdesi oldu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ne yaptığı bağışlar ve yatırımlar, OMÜ öğrencilerine verdiği burslar, yurtdışı akademik bilimsel yayınlara verdiği ödül-ler ve Samsun’un önemli sosyal projelerine sağla-dığı katkılarla dikkat çeken Ondokuz Mayıs Üni-versitesi Vakfı’nm kurduğu Özel İlköğretim Okulu daha ikinci yılında Samsun’un gözdesi oldu.Samsun’da Eğitimin Gözdesi: Omü Vakfı İköğre-tim OkuluOMÜ Vakfı 35 Yıldır Samsun Eğitimine Katkı Veri-yor 1976 yılında kurulan ve Türkiye eğitim sisteminde belirli bir yer edinen Ondokuz Mayıs Üniversite-si Vakfı, sosyal sorumluluk bilinciyle Türkiye’nin ve Samsun’un eğitim çıtasını bir üst seviyeye taşımak amacıyla OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu’nu kurdu.OMÜ Özel ilköğretim Okulu En İyi Olma Yolunda Hızla ilerliyor

OMÜ Kurupelit Kampüsü içerisinde, Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden mezun, tecrübeli ve uz-man eğitimci kadrosuyla, okul öncesi ve ilköğre-tim bölümlerinden oluşan binasıyla “en iyi” olmak için yola çıkan OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu hızlı ilerliyor.

Şehrin Kalabalığın Uzak Donanımlı Yapısıyla Mo-dern Bir Okul OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu, Ondokuz Ma-yıs Üniversitesi Kurupelit Kampüsü içerisinde; Diş Hekimliği Fakültesi’nin karşısında öğrencilerine eğitim-öğretim vermeyi sürdürüyor. Şehrin kala-balığından ve gürültüsünden uzak, doğayla baş-başa, yemyeşil ağaçlık bir alan içerisinde bulunan okul; sınıfları, fen ve teknoloji ile bilgisayar labo-ratuarları, görsel sanatlar ve teknoloji-tasarım derslikleri, beden eğitimi ve müzik salonları, idari ofisleri, öğretmen odaları, dinlenme salonları ve yemekhanesi ile son derece modern bir görünü-me sahip.OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu’nun Temel Amacı İyi İnsan Yetiştirmek Vakıf yönetimi ile OMÜ’den sağlanan akademis-yenlerden oluşturulan beş kişilik bir komisyon tarafından seçilen güçlü ve deneyimli bir eğitim kadrosuna sahip, Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Vakfı Özel İlköğretim Okulu yeni kurulma-sına rağmen kaliteli eğitimiyle dikkat çeken 20 kişilik sınıflarından taviz vermeyen ve ekonomik kaygısı olmayan bir okul. Veli-öğrenci memnu-niyetini ön planda tutan OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu’nun hedefi ise, iyi insan yetiştirmek ve di-siplinli bir eğitim sunan güvenilir bir eğitim an-layışı.İlkokul Öğrencilerine Fakültede Uygula-malı Eği-tim OMÜ Vakfı İlköğretim Okulu yönetimi tarafından, öğrencilerin bireysel istek ve ihtiyaçlarının dikka-te alındığı, fiziksel, sosyal ve duygusal gelişmele-rinin desteklendiği çocukları kucaklayan ve huzur dolu bir eğitim - öğretim ortamını sunma arzusu sahip.Uzman eğitimci kadrosuyla geleceğin Türkiye’si-ne nitelikli ve başarılı bir insan yetiştirmeyi ilke edinen OMÜ Vakfı Özel ilköğretim Okulu’nda Zi-raat Mühendisliği ile Veterinerlik Fakültelerinde arazide uygulamalı eğitim de görüyor. Öğrencile-re bitki ve hayvanları daha yakından tanıma şansı sunuluyor.

OMÜ Vakfı İlköğretim Okuluİle Eğitimin Çıtası Bir Üst Seviyeye Çıkıyor

107

MA

KALE

OMÜ VAKFI ÖZEL İLKÖĞRETİM OKULU FARKLI-LIKLARIYLA DİKKAT ÇEKİYORHer Öğrenci Ayrıcalıklı OMÛ Vakfı İlköğretim Okulu Müdürü Kamuran Erdem ve deneyimli eğitim kadrosu ile OMÜ Vak-fı Özel İlköğretim Okulu, öğrencilerine ayrıcalıklı olduklarını hissettirmenin, kısa zamanda çok iş başarmanın ve OMÜ Koleji’ni Samsun’un gözde ve tercih edilen okulu haline sokmanın ve her in-sanın değerli ve önemli olduğu duygusunu ver-menin haklı gururunu yaşıyor.Öğrenciler Üniversitenin Tüm İmkanlarından Ya-rarlanıyor OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu’nda öğrenci-ler, Üniversitenin tüm imkanlarından yararlanma hakkına sahip. Yüzme havuzunu kullanabilen öğ-renciler; tenis, dağcılık gibi sporların yanında pi-yano dersi de alabiliyor. Yüzme sporu uygulamalı ders olarak okutuluyor ve okulda yüzme bilme-yen tüm öğrencilere amatörce yüzme öğretiliyor.Yemekler Beslenme Kurallarına Göre BelirleniyorÖğrenciler aynı zamanda üniversitenin sağlık hiz-metinden de yararlanırken, öğretim yılı içerisinde her öğrenci iki kez sağlık kontrolünden geçirili-yor. Öğrencilerin yemekleri gıda mühendislerinin kontrolünde yapılıyor ve yemeklerin kalorisi bes-lenme kurallarına uygun olarak uygulanıyor.Sosyal İmkan Ve Faaliyetle Üst DüzeydeOMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu öğrencileri ve velileri oldukça şanslı. Çünkü okul tarafından Ça-nakkale, Ilgaz, Akdağ ve Kapadokya gibi tarihi ve turistik yerlere geziler düzenleniyor ve bu gezile-rin yanında diğer sosyal etkinlikler de üst düzey-de yapılıyor. Beceri ve yetenek salonları öğren-cilerin hizmetine sunuluyor ve OMÜ Koleji’nde öğrencilerin boş zamanlarında etüt odalarında bire bir eğitim de verilerek değerlendiriliyor. Di-

ğer okullarda bulunmayan bir ayrıntı da, cumar-tesi günleri öğrencilere ücretsiz sosyal çalışma ve Seviye Belirleme Sınavı (SBS)’na hazırlık kursları veriliyor.Vizyonumuz Lider İlköğretim Okulu OlmakOMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu Müdürü Kamu-ran Erdem okulun vizyonunu ve misyonunu şu şekilde dile getiriyor; “Çalışanların görevlerini iyi yapmanın huzurunu duyduğu, hem hizmeti alan öğrencilerin, hem de diğer toplumsal çevrenin saygınlığını kazanmış, çalışma ortamı ve öğrenci davranış ve başarılan ile çevresinde örnek teşkil eden, Atatürk ilke ve inkılapları ışığında, toplu-ma lider ve model olabilecek, kurumsal kültürü ve kimliği güçlü, eğitimdeki tüm yeniliklere açık, yeni modeller üreterek öncülük eden lider bir il-köğretim okulu olmak okulumuzun vizyonunu oluşturuyor.Misyonumuz Örnek İnsan YetiştirmekYüksek teknoloji ve çağdaş eğitimin tabiatla iç içe bir ortamda verildiği, Türk Milli Eğitiminin temel amaçları ve temel ilkeleri doğrultusunda misyo-numuz; vatanını, milletini, bayrağını seven ve ma-nevi değerlere bağlı, milletine ve ailesine yararlı, değişimlere kolay uyum sağlayabilen, milli ve evrensel değerlere açık, kendine güvenen, hoş-görülü, sorumluluk sahibi, yeteneklerini ve bir-den fazla yabancı dili en iyi şekilde kullanabilen, bilimi, sanatı, kültürü ve sporu yaşamının bir par-çası olarak benimseyen, pozitif düşünceye sahip, etkili iletişim kuran ve örnek insanlar, araştırmacı ve bilimsel düşünceye açık bireyler yetiştirmektir.” diyor.OMÜ Vakfı Özel İlköğretim Okulu Müdürlüğü, Samsun kamuoyunu okullarını görmeye ve bir kahvelerini içmeye davet ediyor.

108

MA

KALE

Fotoğraf : Abdullah SEZGİN

109

MA

KALE

Kültürel ve Sanatsal Etkinlikler

110

MA

KALE

TEMMUZ 2012

Etkinliğin adı : Bengü Karakucak güreşleriYeri : Bengü köyü BafraTarih ve saati : 10 Temmuz 2012 TEL : (362) 544 56 74 - (362) 544 56 74

Etkinliğin adı : GELENEKSEL KAPAKLIEŞME YAYLA ŞENLİKLERİ VE KÜLTÜR FESTİVALİYeri : Vezirköprü ilçesiTarih ve saati : 10-11 Temmuz 2012Etkinliği Yapan : Trabzonlular Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Der.TEL : (362) 647 41 41 - (362) 647 41 41

Etkinliğin adı : HAVACILIK PANAYIRI VE ŞENLİKLERİYeri : Ondokuzmayıs - Tarih ve saati : Temmuz 2.HaftasıEtkinliği Yapan : Samsun Sportif Havacılık KulübüTEL : (362) 431 76 76 (362) 431 76 76 FAKS : 437 92 62

Etkinliğin adı : ELALDI KÖYÜ YAYLA ŞENLİKLERİ VE KÜLTÜR FESTİVALİ Yeri : VezirköprüTarih ve saati : 17-18 Temmuz 2012 Etkinliği Yapan : Elaldı Köyü MuhtarlığıTEL : (362) 646 10 26 (362) 646 10 26

Etkinliğin adı : CANİK KÜLTÜR – SANAT ŞENLİKLERİYeri : Canik merkez ilçesiTarih ve saati : 17-24 Temmuz 2012Etkinliği Yapan : Canik BelediyesiTEL : (362) 228 35 50 (362) 228 35 50 FAKS : 238 84 30

Etkinliğin adı : Uluslararası Halk Dansları FestivaliYeri : Gazi sahnesiTarih ve saati : 17-27 Temmuz 2012 Etkinliği Yapan : Samsun BüyükŞehir BelediyesiTEL : (362) 431 60 90 (362) 431 60 90 FAKS : 435 91 37

Etkinliğin adı : AKDAĞ YAYLA ŞENLİKLERİYeri : Ladik ilçesiTarih ve saati : 13-14-15 TemmuzEtkinliği Yapan :Ladik BelediyesiTEL : (362) 771 30 21 – 771 30 30 FAKS : 771 22 11

Etkinliğin adı : YAKAKENT ŞENLİKLERİYeri : Yakakent ilçesiTarih ve saati : 13-14-15 TemmuzEtkinliği Yapan : Yakakent BelediyesiTEL : (362) 611 21 04 – 611 20 05 FAKS : 611 24 54

111

MA

KALE

Etkinliğin adı : Deniz Oyunları Festivali Yeri : Yakakent ilçesiTarih ve saati : 22-23 Temmuz 2012Etkinliği Yapan : Yakakent BelediyesiTEL : (362) 611 21 04 – 611 20 05 FAKS : 611 24 54

Etkinliğin adı : 19 MAYIS BELEDİYESİ KÜLTÜR SANAT VE TURİZM FESTİVALİ YERİ VE TARİHİ : 13-14-15 TemmuzEtkinliği Yapan : Ondokuz Mayıs Belediye BaşkanlığıTEL : (362) 511 44 88 – 511 48 04 – 511 48 05 FAKS : 511 31 60

Etkinliğin adı : GÖL BELDE BELEDİYESİ KUNDUZ YAYLA ŞENLİKLERİ VE YAĞLI GÜREŞLERİYERİ VE TARİHİ : Vezirköprü - 24-25 TemmuzEtkinliği Yapan : Göl Belde Belediye Başkanlığı TEL : (362) 686 70 10 – 686 70 11 FAKS : 686 70 12

Etkinliğin adı : AMAZON FESTİVALİYERİ VE TARİHİ : Terme - 29-31 Temmuz Etkinliği Yapan : Gölyazı Belediye Başkanlığı TEL : (362) 872 10 05 – 872 10 20 FAKS : 872 10 05

AĞUSTOS 2012

Etkinliğin adı : RAMAZAN ŞENLİKLERİYeri : Ramazan ayı içindeEtkinliği Yapan : İlkadım Belediyesi

Etkinliğin adı : RAMAZAN ŞENLİKLERİYERİ : Atakum Yeşilyurt A..M.Yeri : Ramazan ayı içindeDÜZENLEYEN : Atakum Belediyesi-Yeşilyurt AVM.

Etkinliğin adı : RAMAZAN ŞENLİKLERİYERİ : Canik Kültür MerkeziYeri : Ramazan ayı içindeDÜZENLEYEN : Canik Belediyesi

Etkinliğin adı : KARLI KÖYÜ GELENEKSEL KÜLTÜR FESTİVALİYeri : Alaçam-KarlıköyüTarih ve saati : 27-28-29 Ağustos 2012Etkinliği Yapan : Karlıköyü Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Der.TEL : (0 546 642 11 92)

Etkinliğin adı : GELENEKSEL YAĞLI GÜREŞLER KÜLTÜR TURİZM FESTİVALİ Yeri : VezirköprüTarih ve saati : 31 Ağustos 02 Eylül 2012 Etkinliği Yapan : Vezirköprü Belediye BaşkanlığıTEL : 362 647 1731-32 FAKS: 362 647 12 74

112

MA

KALE

Etkinliğin adı : GELENEKSEL YAĞLI GÜREŞLER KÜLTÜR TURİZM FESTİVALİ Yeri : Asarcık Güreş AlanıTarih ve saati : 31 Ağustos 02 Eylül 2012 Etkinliği Yapan : Asarcık Belediye BaşkanlığıTEL : (362) 791 22 50 Faks: (362) 791 22 37

Etkinliğin adı : Karpuz festivaliYeri : BafraTarih ve saati : 27-31 Ağustos Etkinliği Yapan : Bafra Belediyesi

EYLÜL 2012

Etkinliğin adı : GELENEKSEL YAĞLI GÜREŞLER KÜLTÜR TURİZM FESTİVALİ Yeri : VezirköprüTarih ve saati : 31 Ağustos 02 Eylül 2012 Etkinliği Yapan : Vezirköprü Belediye BaşkanlığıTEL : 362 647 1731-32 FAKS: 362 647 12 74

Etkinliğin adı : Altın Fındık Yağlı pehlivan güreşleri Yeri : Terme Köybucağı köyüTarih ve saati : 09 Eylül 2012 Etkinliğin adı : Yaşar Doğu ŞenlikleriYeri : Kavak ilçesiTarih ve saati : Eylül ayıEtkinliği Yapan : Kavak BelediyesiTEL : (362) 791 22 50 (362) 791 22 50 FAKS : 791 22 37

Etkinliğin adı : Göller Bölgesi GüreşleriYeri : AyvacıkTarih ve saati : Eylül ayıEtkinliği Yapan : Ayvacık Belediyesi

Etkinliğin adı : Köprülü Mehmet Paşa Kültür Sanat ve Spor FestivaliYeri : Vezirköprü ilçesiTarih ve saati : Eylül AyıEtkinliği Yapan : Vezirköprü Belediyesi

Etkinliğin adı : LADİK YAĞLI GÜREŞLERİYERİ VE TARİHİ : Ladik - Eylül 2.HaftasıEtkinliği Yapan : Ladik Belediye BaşkanlığıTEL : (362) 771 30 30 – 771 30 21FAKS : 771 22 11

Samsun Kültür Sanat Haberleri

114

MA

KALE

Samsun Kültür Sanat Platformu Derneğimiz 2. Olağan Genel Kurulunu Gerçekleştirdi.

Samsunda 21 kadar vakıf ve derneğin biraraya gelerek kurduğu Samsun Kültür Sanat Platfor-mu olağan kongresini gerçekleştirdi.

Samsunda 21 kadar vakıf ve derneğin biraraya gelerek kurduğu Samsun Kültür Sanat Platfor-mu 2. Olağan Genel Kurulunu 23 Haziran 2012 Cumartesi günü saat 16:00’da İlkadım Kayma-kamlığı Konferans Salonunda gerçekleştirdi. Yoğun katılımla gerçekleşen Genel Kurulda ya-pılan seçim sonucunda Yeni Yönetim ve Dene-tim Kurulları şöyle şekillendi.

YÖNETİM KURULU (ASIL )

1.Mesut Taner GENÇ2. Uğur DEDE3. Prof. Dr. Metin EKER4.Emin KIRBIYIK5.Av.Nadi MACİT6. Prof. Dr. Kaya Tuncer ÇAĞLAYAN7. Kazım MEMİÇ8.Ömer UMUTLU9. İbrahim TÖKEL10.Yrd. Doç. Dr. Bahar GÜDEK11.Prof. Dr. Mehmet AYDIN

YÖNETİM KURULU (YEDEK)

12-Mehmet YILMAZ13-Yılmaz ÖZYAVUZ14-Zekeriya ÇAVUŞOĞLU15-Recep YAZGAN16-Ömer KABAŞ17-Cavit ERSOY18-Abdulkadir ÖZYILMAZ19-Sedat ERDİŞ20-Füsun YALÇIN21-Şahin ÇANGAL22-Kaan Uğur YÜCEKNT

DENETİM KURULU (ASIL) 1.Emin Kazım ŞEN2.Hikmet GÜRCAN3.Mustafa KOLDERE

DENETİM KURULU (YEDEK)

4-Emre BOSTANOĞLU5- Yavuz ÖZKARAN6- Nurten YÜCEKENT

Samsun Kültür Sanat Platformu Derneği2. Olağan Genel Kurulu

115

MA

KALE

Samsun Kültür Sanat Platformu olarak, Ilka-dım Ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve Samsun Yazarlar Derneği işbirliğinde Türkiye Okuyor Kampanyası’na destek olmak amacıyla Sam-sunlu yazar ve şairlerin halkla buluşması etkin-liği düzenledik.

5–6 Haziran 2012 tarihleri arasında il özel idare-si kültür ve sanat galerisi’nde yapılan etkinliğe Derneğimiz Başkanı Mesut Taner Genç, İlkadım Belediye Başkanı Necattin Demirtaş, İl Özel İda-resi Genel Sekreter Yardımcısı Muzaffer Kayaoğ-lu, İlkadım İlçe Milli Eğitim Müdürü Davut Nu-manoğlu ve Samsunlu yazarlar ve şairler katıldı.

Türkiye’nin okuma yazma istatistiklerini ve-ren Derneğimiz Başkanı Mesut Taner Genç, “Türkiye’nin nüfusu 72 milyon 500 bin. Bunun içinde 56 milyon 793 kişi okuma biliyor. 15 mil-yon 707 kişi okuma-yazma bilmiyor. bunun 6 milyon küsuru 0-6 yaş çağında. Ülke genelinde 9 milyon 624 bin 250 kişi okuma-yazma bilmi-

yor. Okuryazar olmayan nüfusun 7 milyon 730 bini maalesef kadınlardan oluşuyor. Ergin çağda 9 milyon 624 bin 250 bin kara cahil var. BM İn-sanı Gelişim Raporu’nda kitap okuma oranında Türkiye 173 ülke arasında 86. sırada yer alıyor. Araştırmaya göre televizyon izleme oranı yüzde 94’e çıkarken, kitap okuma oranı ise yüzde 4.5’a geriledi. Türkiye’de her bin kişiden sadece 1 kişi kitap okuyor. Gençlerin yüzde 70’i kitabın kapa-ğını dahi aralamıyor” dedi.

Etkinlikte Başkanımız Mesut Taner Genç ile samsun şair ve yazarlar kitaplarını imzaladı.

Kültürel ve sanatsal etkinliklere katkıları gün geçtikçe artan İlkadım İlçe Milli Eğitim Müdür-lüğü ARGE Birimine gösterdikleri çabadan do-layı teşekkür ediyoruz. Yazarlarla Halk Buluş-masındaki emeklerinden dolayı Şube Müdürü Seyit Ahmet Sulube şahsında, Ar-ge de ki uz-man öğretmenlerimiz Leman Özay, Ali Fuat Ha-tip ve Özlem Boyar’a şükranlarımızı sunuyoruz.

Yazarlar Buluşmasını Gerçekleştirdik

116

MA

KALE

Samsun Mübadele Derneği ve Türk Hava Yolları Genel Müdürlüğü’nün birlikte organize ettiği, Karadeniz bölgesinde gezi, inceleme, kültür, tu-rizm alanında pazar araştırma ve tanıtım yapan Selanik’ten gelen 15 kişilik heyet Samsun’dan ayrıldı. Çok olumlu görüşmelere imza attıklarını dile getiren heyet, bu zemini hazırlayan Samsun Mübadele Derneği yönetimine teşekkür etti.

Selanikli heyeti Samsun Çarşamba Havaalanın-dan uğurlamak için gelen Samsun Mübadele Derneği Başkanı Salih Meriç, Başkan Yardımcısı Ersin Kasap ve Samsun Ticaret ve Sanayi oda-sı yönetim kurulu üyesi –Tria Turizm Başkanı Oğuzhan Serinkaya misafirlere çeşitli hediye-lerde bulundu.

Selanik’e giden Yunanlı misafirlere Samsunspor forması hediye eden SERİNKAYA, yapılan bu zi-yaretlerin ve anlaşmaların olumlu sonuçları ya-kın zamanda alınacağını da sözlerine ekledi.

Samsun Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araş-tırmaları Derneği Başkanı Salih MERİÇ ve Baş-kan Yardımcısı Ersin KASAP’ta Türk Hava Yolları Selanik Müdürü Utku YAZAN tarafından takdim edilen sertifikayı aldı.

Tria Turizm başkanı Oğuzhan SERİNKAYA’ya da 5 gün süresince heyetin tüm ulaşımlarını sağ-layarak gezinin mükemmel olmasını sağlama-sından ötürü kendisine THY sertifikası takdim edildi.

Samsun Mübadele Derneği ile THY’nin ortakla-şa düzenledikleri,”Selanik-Karadeniz Kültür ve Turizm” konulu geziye katılan 15 kişilik ekip 30 Mayıs-3 Haziran tarihleri arasında Samsun-Or-du ve Sinop illerinde Pazar araştırmaları ve tanı-tım turunun kendileri için çok olumlu geçtiğini söylediler.

Gezi sırasında çeşitli kamu kurum ve kuruluşları da ziyaret eden ve aralarında Selanik Belediyesi Kültür ve Turizm’den Sorumlu Başkan Yardımcı-sı Spyriden Pengas, Selanik Seyahat Acenteleri Birliği Başkan Yardımcısı Stefanos Hatzimanolis, Selanik Turizm Organizasyon Başkanı Nikola-os Sapountzis, Türk Haya Yolları (THY) Selanik Müdürü Utku YAZAN’a bu gezide Samsun Mü-badele Derneği Başkanı Salih MERİÇ ve Başkan Yardımcısı Ersin KASAP eşlik etti.

Kendilerinin böyle bir geziye katılmanın mut-luluğu içinde olduklarını söyleyen ekip, Biz iki komşu ülke olan Yunanistan ve Türkiye ara-sındaki ilişkilerin daha üst seviyelere çıkmasını istiyoruz ve bu yönde çalışmalarımızı büyük bir gayret içerisinde sürdüreceğiz. Yaptığımız görüşmelerdeki yetkilileri Selanik’e davet ettik. Umarız güzel çalışmalara hep birlikte imza ata-rız dediler.

Karadeniz’i çok özleyeceklerini de dile getiren Selanikli heyet kendilerini uğurlamaya gelenler tarafından uğurlandılar.

Samsun Mübadele Derneği’nin Büyük Başarısı

117

MA

KALE

Samsun Mübadele Derneğinin Organize Et-tiği Yunanistan Gezisine Katılan Mübadiller, Ata Yadigarı Topraklarda Hem Sevinç, Hem Hüznü Birlikte Yaşadılar.

30 OCAK 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunanistan Hü-kümeti arasında yapılan Nüfus Mübade-lesi Sözleşmesi ve ardından imzalanan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile Yunanistan’dan göçüp Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabalarına yerleştirilen Türk Mü-badillerin çocukları ve torunları ata yadigarı topraklarda hem sevinci, hem de hüznü bir-likte yaşadılar.

İstanbul Lozan Mübadilleri Vakfı tarafın-dan düzenlenen Kuzey Yunanistan gezisine Samsun’dan 25 mübadil yakını katıldı. Üç gece, dört gündüz süren gezide mübadil to-runları çıktıkları bu gezide köy, köy, kasaba, kasaba, şehir şehir gezerek yakınlarının ya-şadıkları bu topraklarda anne - babalarının, dedelerinin, ninelerin izlerini aradılar. Gezi kapsamında Gümülcine, İskeçe, Sarışaban, Kavala, Drama, Serez, Selanik ve Karaferya başta olmak üzere Yunanistan’da birçok köy ve kasaba gezildi. Gezilen her şehirde her kasabada, her köyde mübadil çocuk-ları gördükleri her Osmanlı eserleri önün-de durarak atalarının yarattığı medeniye-

tin mirasçıları olarak gururlandılar. Geziye katılanların en çok görmeyi arzuladıkları yerlerin başında şüphesiz kendi atalarının yaşadıkları köyler kasabalar geliyordu. Bu-nun dışında hemen hemen hepsinin en çok görmeyi arzu ettikleri yerlerin başında Sela-nik ve Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu ev geliyordu. Son yıllarda Türkiye - Yunanistan arasında başlayan bahar havasının da katkı-sıyla artmaya başlayan Yunanistan gezileri kapsamında Selanik’e gelen Türk turistle-rin ilk uğrak yeri olan Atatürk’ün evi adeta dolup taşıyor. Ekomomik sıkıntıları içinde bunalan Yunanistan ümidini turizme, özel-likle Türk turistlerin ziyaretlerine bağlamış gibi. Selanik Konsolosluğumuzun verdiği bilgilere göre her gün bu toprakları gör-mek üzere otobüsler dolusu Türk akın akın Yunanistan’a gidiyor.

ATATÜRK’ÜN EVİ GURURLA GEZİLDİ

Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ve çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği evini gezerken tüm kafilenin büyük heye-can duyduğu gözlerden kaçmadı. Selanik Başkonsolosu ziyaretçilerle bizzat ilgilenip Atatürk’ün evi hakkında ayrıntılı bilgiler verdi.

Yunanistan gezine Samsunlu Mübadiller torunları; Hadi UYAR, Mehmet İŞLEYEN, Elif İŞLEYEN, Serap İŞLEYEN, Necat AKÇAM, Nebahat AKÇAM, Şaban ERGÜN, Seher ER-GÜN, Hasan Mümin DİNÇ, Muhterem DİNÇ, Fatma ÖMÜR, Duygu GEZİCİ, Bedri ERKOL, Recep ÖZTÜRK, Muhittin KOZALI ve eşi, Şükriye KÖY, Hasan ERSOY, Havva ERSOY, Erhan ÖNCÜ, Sabiha ÖNCÜ, Ünal BOZDU-MAN, Ümran BOZDUMAN , Nesrin AKINCI ve Nizamettin ARSLAN katıldı.

Mübadillerin Torunları Ata Topraklarını Ziyaret Etti

118

MA

KALE

Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif Samsun’da ziyaretlerde bulunuyor.Şerif 24.05.2012 Per-şembe günü saat 16.00’da Samsun Valisi Sayın Hüseyin Aksoy’u makamında ziyaret etti.

Ziyarette bir konuşma yapan Gümülcine Müftü-sü İbrahim Şerif, “Samsun çok güzel ve gelişmiş bir şehir. Öncelikle bizleri kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Şu an Türkiye bal-kanları araştırıp orada geçmişin izlerini sürüyor. Bizler bundan çok büyük bir gurur ve heyecan duyuyoruz.

Son yıllarda kafileler halinde ilim, bilim, siyaset adına Türkiye’den bir çok insan balkanlara ge-liyor. Oralarda izlerini arıyorlar. Ben Samsun’da gezdiğim zaman Batı Trakya kültürü ile burada-ki kültürün aynı olduğunu gördüm. İnsanların sahip olduğu kültür kolay kolay değişmiyor. Şu an balkanlarda yüzü Türkiye ye dönük, gönlü Türkeye için çarpan on milyon insanımız var.” dedi.

Vali Sayın Hüseyin Aksoy ziyarette yaptığı ko-nuşmasında; “Öncelikle Samsun’a hoş geldiniz diyorum. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, “Mu-hacirler kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıra-larıdır” demiştir. Geçmişten gelen kültürümüzü canlı tutmak adına yapılan çalışmaların güzel bir örneğini teşkil eden, Türkiye’nin ilk mübade-le müzesi İl Özel İdaremizin katkıları ile Alaçam ilçemizde hizmeti açılmıştır. Batı Trakya’daki

soydaşlarımızın milli ve manevi değerleri ile örf adet, gelenek ve göreneklerinin yaşatılması adına orada yapmış olduğunuz çalışmalar için sizlere çok teşekkür ediyorum.” dedi.

Konuşmaların ardından Vali Sayın Hüseyin Ak-soy, Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif’e Sam-sun Ahşap Camileri kitabı ve camileri tanıtıcı cd hediye etti.

Ziyarette Samsun Mübadele Derneği Başkanı Salih MERİÇ ve yönetim kurulu üyeleri de hazır bulundu.

MÜFTÜ İBRAHİM ŞERİF ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ HÜSEYİN AKAN’I MAKAMINDA ZİYARET ETTİ.

Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörü Hüseyin Akan’ı ma-kamında ziyaret etti.

Samsun Mübadele Derneği tarafından düzenle-nen organizasyon kapsamında Samsun idareci-lerini ziyaret eden Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif’e ziyaretlerinde, Samsun Mübadele Der-neği Başkanı Salih Meriç, Dernek Yönetim Kuru-lu Üyeleri Ersin Kasap, Akın Üner, Nusret Özel, Hamdi Kurubaş’da eşlik etti.

Gümülcine S. Müftüsü İbrahim Şerif Samsun’da

119

MA

KALE

Samsun Mübade Derneği’nin organize ettiği ‘Balkan ve Rumeli Türküleri’ adlı konser muhte-şem geçti. Konserde birbirinden güzel eserler sanatçıla-rın sesleriyle yeniden hayat bulurken izleyiciler dinledikleri türkülerle mest oldular. Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen ‘Bal-kan ve Rumeli Türküleri’ öncesi konuşma yapan Samsun Mübade Derneği Başkanı Salih Meriç, “1912-13 yılları arasında yaşanan balkan harbi, Türk Milletinin tarihteki en acı olaylardan biri-sidir.

Yüz binlerce askerimizin şehit olduğu, milyon-larca insanımızın göç yollarında sefil düştüğü bu büyük felaketin neticesinde Rumeli Türki-ye’sini kaybettik. Selanik, Kavala, Üsküp, Prişti-ne ve Kırcali gibi aziz vatan topraklarını yitirir-ken altı yüzyıldır balkanları yurt edinen Rumeli Türkleri korkunç bir katliama uğradılar.1915 olaylarını büyük bir soykırımmış gibi bü-tün dünyaya anlatan ermenilerin aksine biz Ru-meli Türkleri bu acı kaderi kendi torunlarımıza bile anlatmayı tam anlamıyla başaramadık.Bu büyük soykırımın yüzüncü senesini yaşar-ken, senenin ortasına geldiğimiz halde henüz Türkiye genelinde bu konuyu layıkıyla anacak hemen hiç bir etkinlik göremiyoruz. Samsun Mübade Derneği olarak bizler, bu acıyı yıldö-nümünde büyük çaplı anma etkinlikleri tertip-ledik. İlk etkinliğimiz 11 ilçemizdeki 41 camide önce-

ki gece okutulan mevlidi şerifler oldu. TRT ek-ranlarından canlı yayınlanan ve onbinden fazla kişinin ecdat için dua ettiği bu etkinlik Regaip Kandili vesilesiyle bizleri bir araya getirdi. Bu gecede Kültür Bakanlığımızın katkılarıyla ecdat türküleri dinleyeceğiz. Yıl sonunda aralık ayında balkan harbinin 100. yılı anısına ulusla-rarası bir akademik kongre planlıyoruz.Bizleri bu etkinliklerimizde yanlız bırakmayan Kültür Bakanlığı’na, değerli sanatçılarımıza, sa-yın protokolümüze, Gümülcine Müftümüze ve siz izliyecilerimize teşekkür ediyoruz.Balkan Savaşında şehit düşenler, göç yollarında vefat edenler ve balkan acılarını yaşayan bü-yüklerimizin ruhları önünde saygıla eğiliyoruz” dedi.

MÜFTÜ KATILIMCILARI GÖZYAŞLARINA BOĞDUDaha sonra düzenlenen etkinliğe destek ve-renlere çiçek takdim edilirken konuşma yapan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif, Türklüğü ve Türk insanına vurgu yaparak bir anısını paylaştı. Evde namaz kılan Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif’e oğlu sorar “baba neden namaz kılar-ken Türkiye’ye dönüyorsunuz diye” kendisi ce-vap veriyor, biz Türkiye’ye dönmüyoruz fakat Kıble’nin yolu Türkiye’den geçiyor evladım de-mesi üzerine salonda alkış tufanı koptu. Bazı iz-leyenler gözyaşlarına hakim olamadı. Konuşmanın ardından başlayan konserde, Şef Ahmet Sedat Mete eşliğinde, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Samsun Devlet Klasik Türk Müziği korosu sa-natçıları birbirinden güzel Balkan ve Rumeli Türküleri seslendirirken, Atafem Halk Oyunları Kulübü oyuncuları da söylenen türkülerde fi-gürlerini sergilediler. Konsere, Samsun Baro Başkanı Necat Anıl, Me-dical Park Samsun Hastanesi Genel Müdürü Hikmet Çavuş, Samsun Mübade Derneği Başka-nı Salih Meriç, Başkan Yardımcısı Ersin Kasap ve çok sayıda davetli katıldı.

Samsun Mübadele Derneği’nden Muhteşem Konser

120

MA

KALE

Samsun’un yakından tanıdığı Gazeteci-Araştır-macı Yazar Hakan DİLEK, sahnede anlattığı öy-külerini ve Şair Sunay AKIN’ını tuvale aktardı.

8-22 Mayıs Tarihleri arası bir şair ile bir ressa-mı buluşturan sergi, Teksin Sanat Galerisi’nde sergilendi. Gazeteci-araştırmacı-yazar Hakan Dilek, şair ve yazar Sunay Akın’ın söz ustalığını, sahnede anlattığı öyküleri tuvallere aktardığı sergi, yoğun ilgi gördü.

Çağımızın “söz ustası” Sunay Akın’ın öyküleri, bir anlamda ilk defa bu biçimde renkler ve fırçayla tuvallere aktarılıyor. Resimlerinde Sunay Akın’ın anlatım heyecanını, öyküselliğini yakalamak is-tediğini belirten Hakan Dilek; deyim yerindeyse Teksin Sanat Galerisi’nin duvarlarında “söz’ü bo-yayarak, sanatseverleri oldukça renkli bir gezin-tiye çıkardı.

Hakan Dilek, Teksin Sanat Galerisi’ndeki sergi-sinde “Kız Kulesi ve Kızılderili”, “Karagöz ve Haci-vat”, “Ay Çöreği ve Deniz Yıldızı”, “Müjdat Gezen ve Nazım Çınar’ı”, “Sunay Akın ve Nazım Hikmet”, “Üç Tekerli Oyuncak At”, “Sunay Akın ve Neptün Gemisi”, “Tuncay Terzihanesi” diye adlandırdığı akrilik/yağlıboya çalışmalarını sergiledi.

BAŞLIKSIZ...

121

MA

KALE

Bu yıl SAMFAD 10 yaşında. Bu nedenle özel bir önemi var 2012 nin SAMFAD için. Samsun’da fotoğraf sanatının geliştirilmesi sevdirilmesi, Samsun’un ve Türkiye’nin doğal güzellikler-inin kültürel varlıklarının ortaya çıkarılması gibi önemli görevleri tüzüğünde kendisine görev edinmiş olan SAMFAD 10 yılında birçok fotoğraf etkinliğini düzenledi.

10. yılında SAMFAD 6. olağan genel kurulunu yaptı. Bu genel kurulda 10 yıldır başkanlığı yürüten kurucu başkanımız sayın Abdul-lah SEZGİN bir kez daha tüm üyelerin oyu ile başkanlığa geldi. Yeni yönetim kurulu ile fotoğraf etkinlikleri ilk günkü heyecanı ile de-vam ediyor.

10 yılında SAMFAD ayakları üzerinde durabil-menin verdiği güvenle dernek binasını daha nezih bir ortama taşıdı. İstiklal caddesindeki yeni bürosuna taşınan SAMFAD burada daha geniş katılımlı fotoğraf çalışmalarına devam ediyor.

10 yılında SAMFAD üye sayısını artan bir grafikle yükseltti. 50 yi bulan üye sayımız ve bekleyen yeni başvurular, tüzükteki amacımızın 10. yılda gerçekleştiği verisini bize sunuyor.

10 .yılında SAMFAD fotoğraf seminerlerini gerçekleştirmeye devam etti. Ancak bu yılki seminerimizin bizim için özel bir anlamı vardı. Bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında Samsun Rotary kulüp ile yaptığımız işbirliği ile

ortopedik engelli katılımcıların da yer aldığı seminerimizde katılımcılarımız, kendilerine temin edilen fotoğraf makineleri ile fotoğrafla buluştular ve eğitimlerini aldılar.

10.yılında SAMFAD fotoğraf çekim etkin-liklerine devam etti gerek günübirlik ger-ekse konaklamalı il içi ve il dışı çekim etkin-likleri düzenlendi. Bunlarda bazılarını sizlerle paylaşacak olursak Ayvalık, Kayseri, Doğu Ka-radeniz, Yakakent, Ünye, Amasya etkinliklerini sayabiliriz.

10 yılında SAMFAD gelenekselleşen Doğu Ka-radeniz fotoğraf çekim etkinliğini bu yıl Art-vin Yusufeli Barhal bölgesindeki yaylalarda gerçekleştirdi. Bölgenin doğal güzellikleri yanında kelebek kuş ve insan dokusuna yönelik çekimler gerçekleştirildi.

10.yılında SAMFAD Samsun fotoğraflarından oluşan fotoğraf sergisini İl Kültür ve Turizm müdürlüğü bahçesinde açtı.

10.yılında SAMFAD üyeleri Samsun’da ilk kez düzenlenen ‘4 mevsim Samsun’ konulu fotoğraf yarışmasında kış ve ilkbahar kategorilerinde derece sergileme aldılar.

10 .yılında SAMFAD, üyesi olduğu TFSF nin toplantısına katılarak derneklerde kalite yöneti-mi konusunda bilgilendi bu yıl dernek bünyes-inde kalite çalışmalarını başlatıyor.

10 yılında SAMFAD fotoğrafla insanlarımızı buluşturmak için sanal ortamda yerini aldı. www.samfad.org.tr adlı web sitesi ayrıca facebook sosyal paylaşım sitesindeki sam-fad isimli sayfamızda fotoğraf paylaşımlarını gerçekleştiriyor.

10 .yılında SAMFAD, ‘HAYAT ÇEKMEYE DEĞER’ sloganı ile nice 10. yıllara fotoğraf heyecanını sürdürmek arzusu ile gelecek kuşaklara bu günlerin kültür doğa ve insan dokusunu bel-geleyerek aktarmanın mutluluğunu yaşatmaya devam edecek.

SAMFAD 10 Yaşında

122

MA

KALE

Güzel sanatların neredeyse bütün bölümlerini içeren 7 katlı 54 odalı konser tiyatro ve bale sa-lonlarına sahip çok büyük bir kompleks, Şubat 2012 ‘den bu yana Samsunumuzda çalışma-larına başladı.İlkadım Sanat Merkezi sanatsal anlamda idealist kadrosu ve eğitmenleri ile haf-tanın 7 günü non-stop sanatsever samsun hal-kına hizmet veriyor.

Sanat yönetmenliğini Opera Sanatçısı Mehmet ORTAÇ‘ ın İdari Müdürlüğünü Mukaddes KAP-TANER’ in yaptığı kurumda senfonik müzikten, Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziğine tüm müziklerin enstürman eğitimleri, sazlarının Samsundaki en değerli üstadları tarafından ve-riliyor.Ayrıca şan dersleri ilgiyle takip edilirken İlkadım Sanat Merkezi dünyaca ünlü orkestra şefi, besteci ve piyanist İtalyan Paolo SAVİO’ yu Samsuna getirdi.Ünlü hoca piyano, kompozis-yon, koropetisyon derslerinin yanı sıra merkez

bünyesinde kurulan ve periyodik konserlerine eylül ayında başlayacak İlkadım Sanat Merkezi Filarmoni Orkestrasını çalıştırıp, yönetiyor.

İlkadım Sanat Merkezinde ayrıca Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği korolarıda faaliyet-lerini sürdürüyor.Çeşitli yaş gruplarından olu-şan bale bölümlerinin yanı sıra tiyatro, drama, bölümleride faaliyette olan merkezde resim ve heykel bölümüde 7 gün 24 saat çalışmalarını sürdürüyor.

Ayrıca müzik sanatında önemli bir ülke olan İtalya ile ilerde genç sanatçıların entegrasyon sağlayabilmesi amacıyla isteyen öğrenciler merkezde İtalyanca dersleride alabiliyorlar.

Yetişkin sanat severlerinde unutulmadığı İl-kadım Sanat Merkezinde tango, halk oyunları, perküsyon, drama, bölümlerinde katılımlar sür-mekte…

İlkadım Sanat Merkezi

123

MA

KALE

Fotoğraf ve Kültür Sanat Derneği’nin 23 üye-sinin toplam 67 eserinden oluşan Siyah Beyaz temalı 2. Karma fotoğraf sergisi 28 Mart 2012 Çarşamba günü Samsun İl Özel İdaresi Kültür ve Sanat Galerisi’nde açıldı.Karma fotoğraf sergisinin açılışını Samsun Vali Yardımcısı Mesut Taner Genç, Fotoğraf ve Kültür Sanat Derneği (FOKUS) Başkanı Mustafa Bülbül ve dernek üyelerinin yanı sıra 150’ye yakın Sam-sunlu sanatsever katıldı.Çoğunlukla dernek faaliyetlerinde çekilmiş olan 23 farklı dernek üyesinin çektiği siyah-be-yaz temalı toplam 67 fotoğrafın sergilendiği sergimizin açılışında FOKUS Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Bülbül, Türkiye standartlarının çok üzerinde fotoğrafların sergilendiğini ifade ederek “Sergimizde bulunan fotoğrafların bü-yük bölümü düzenlediğimiz gezilerde çekilen fotoğraflar. Gezilerimiz ve ücretsiz verdiğimiz fotoğraf eğitimlerimiz Samsun’da fotoğraf sa-

natının yaygınlaştırılması ve kalitesinin arttırıl-masına katkı sağlamaktadır” dedi.Sergi açılışında konuşan Vali Yardımcısı Mesut Taner Genç, “Herkesin sanatçı olamayacağını. Sanat bir aşk olduğunu ve fotoğraf sanatına tutkulu olanların böyle başarılı eserler sunabi-leceğini belirtti.

FOKUS Siyah Beyaz Konulu Foroğraf Sergisini Rengarenk Açtı

124

MA

KALE

Grup Ezgi’nin kuruluşunun otuz yıllık bir geçmişi olduğunu düşünürsek sanat alanında bir MAR-KA demek isabetli bir tanımlama olacaktır.

Grup üyeleri Şeref AYDIN, Cihangir DÜLGER,Akın SARAL ve Özgür TÜREMEN’dir.

Diğer bir söyleyişle hocalar (ustalar) grubu…

Neden ustalar grubu dedik?Çünkü grup üyele-ri, neredeyse bütün enstrümanları(nefesli,telli,klavyeli ve vurmalı çalgıları çalabiliyorlar..Ayrıca ses(şan) olarak. İki üç sesli olarak parçaları ses-lendirerek müzikte farklı bir tat ve ustalık ortaya koymaktadırlar..Grup EZGİ, şimdiye çok sayıda konser ve dinleti gerçekleştirmiş olup yurt için-den ve yurt dışından davet almışlardır..Grup üye-lerinin ayrıca kendi besteleri de var olup yakın bir tarihte bu besteleri album halinde sunmak için çalışmaları devam etmektedir.

Grup Üyelerini tanıyalım:çünkü grup üyeleri on parmağında on marifet misali çok yönlü ve sanat ve kültür alanı dışında da faal bir yaşamları oldu-ğunu gördük…

Grubun kurucularından Şeref AYDIN,aslen Ordu’lu olup,İstanbul Marmara Üniversitesi

Güzel Sanatlar Grafik Tasarım Bölümü mezunudur.,Samsun Konservatuvarında Halkdansları Bölümü ile Resim Bölümü’nün kurucusudur.,Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Mil-

li Eğitim Bakanlığı halkoyunları seçici kurul üyeliği,Danışma Kurulu Üyeliği ve Seminerler öğretim görevliliği yaptı.

Bir çok üniversitede seminer ve panellere de ka-tılan Aydın,daha sonraki yıllarda Atakum Beledi-yesi Özel Kalem Müdürlüğü ve sanat danışman-lığı görevi ile Samsun Büyükşehir Belediyesinde Konservatuvar Müdürlüğü görevinde bulundu.Samsun Yerel Tarih Grubu’nun da üyesi olan Şe-ref AYDIN, Tekkeköy Belediyesi Başkan yardımcı-lığı yanında halen Kültür müdürü ve kent konse-yi genel sekreterliği görevlerini yürütmektedir.

Samsun’da ilk kez Samsun Sanat & Kültür Platformu fikrini ortaya atıp girişimi başlatan Aydın;önümüzdeki yıllar için de bir çok proje hazırlamaktadır.

19 MAYIS ULUSAL FİLM FESTİVALİ ve ALTIN GÜ-NEŞ ULUSAL FİLM YARIŞMASI,

KARADENİZ ÜLKELERİ MÜZİK FESTİVALİ –SAM-SUN MÜZİKFEST ve DÜNYA ROMANLAR FESTİ-VALİ bunlardan bazılarıdır.

Grubun kaptanı olan Cihangir DÜLGER namı diğer Cihangir hoca ise,Kars Posof doğumlu olup,Samsun’da uzun yıllar öğretmenlik ve okul idareciliği yapıp emekli olmuştur.

Öğretmen Okulu ve Eğitim Fakültesi mezunu olan Dülger,Konservatuvarın ilk kuruluş yılların-da Tiyatro ve Türk Sanat Müziği bölüme devam etti. Daha sonra ki yıllarda bir çok tiyatro oyu-nunda oyuncu,müzisyen ve yönetmen olarak görev yaptı.Ailesinde ki Aşıklık geleneği Türk Halk Müziğinde daha çok yer almasını sağladı..Babası Aşık İNANİ ve Ağabeyi Aşık ERDEMLİ’dir.Faal olarak 15 yıl futbol hakemliğide yapan Dülger,futbol gözlemciliğini de yürütmektedir.Lader (Ladik Öğretmen Okulu Mezunları Derne-ği Yön.Kur.Üyesi de olan Cihangir Dülger halen TED Koleji’nde Drama Öğretmenliği yapmakta-dır.

Grubun en ilginç ve en teknik üyesi ise Akın SARAL’dır.

Grup Ezgi

125

MA

KALE

Akın Saral,neredeyse grubun maestrosu gi-bidir.Futbolculuktan,müzisyenliğe,bağlama yapımından,tekne yapımına,Samsun ilk kafesi-ni açarken akvaryumlu sehpalara kadar ayrıca kendi icat ettiği müzik alanında devrim sayı-lacak aparatlara kadar kendisini tanıyanları şa-şırtmaya devam etmektedir.Orhan Gencebay’a bağlama yapıp ve birlikte çalan Saral,Ulusal bir Tv kanalında yayınlanan bir proğramda Andy ve Pool’un konuğu olmuş Türk Halk Müziği yanında Bağlama ile ile çaldığı batı saundlu müziklerle herkesin beğenisini kazanarak Samsun’u başarı ile temsil etmiştir.Müzikle uğraşan bir aile olarak eşide Devlet Türk Müziği Korosu üyesi ve solisti olan Akın Saral tam bir müzik adamıdır

Grubun en genç ve en yeni üyesi olan Özgür TÜREMEN ise,.St.Petersburg Devlet Sanat Aka-demisi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi Mü-zik Bölümünden mezun oldu.Ayrıca İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik Akademisinde Şan eğitimi aldı.Halen müzik öğretmenliği yapan Türemen,hem sesi hemde nefesli çalgıları icra etme özelliği ile dinleyenleri adeta büyülemek-tedir.Grup içinde de büyülü ses diye anılan Öz-gür Türemen,Grup EZGİ için:

Yeni katıldım ama kırk yıldır buradaymış gibi hissediyorum..Özellikle Türk Halk Müziği ve özgün parçaları icra ederken,işi seven,ciddiye alan,değer veren bir grup içindeyim..Kısaca Tür-

kü Sevdalıları ile birlikteyim.. diyerek grubun ni-teliğini de vurgulamış oldu.

Son beş yıla 12 konser,7 dinleti,2 TV proğramı sığdıran Grup EZGİ,yurt içinden ve yurt dışından ayrıca bir çok Festivalden davet almaya devam ediyor.Bu yıl Ağustos ayında Macaristan Ulus-lararası halk müzikleri Festivaline davet edilen Grup EZGİ hazırlıklarını sürdürmektedir.İş ko-şulları nedeniyle bir çok etkinliğe katılamayan grup,önümüzde ki günlerde Ülkemizin yetiştir-diği ünlü Müzik ,İnsanlarını unutturmamak,ahde vefa duygusuyla anmak adına etkinlik yapmaya hazırlanıyor.

Örneğin AŞIK VEYSEL’i ANMA ve VEYSEL TÜRKÜ-LERİ GECESİ gibi..

Grup aynı zamanda ciddi bir Halk Müziği reper-tuarına sahip..Ayrıca Balkan ülkelerinden bir çok ülkenin halk müziğinide seslendirebilen grup EZGİ,üyelerininde kendi bestelerinden oluşan bir albüm hazırlığı yapmaktadır.

Daha uzun yıllar Sanat ve Kültür Alanında,müzik alanında Samsunda ve Ülkemizde var olmaya ,başarılı üretim ve etkinliklere devam etmesini diliyoruz…

Samsun’un Markalarından biri olan GRUP EZGİ ‘ye Samsun Sanat Kültür Platformu olarak kutlu-yoruz …

126

MA

KALE

Endülüs Kültür Merkezi, yirmi yılı aşkın bir sü-redir Samsun’da kültür üzerine faaliyet göste-ren bir kitap ve okuma merkezidir. Daha önce birçok kültürel faaliyetler yapan kitapevi bu bağlamda sadece ticareti değil, kültüre katkıyı merkeze alan bir anlayışla hizmet vermektedir.

Samsun’un en eski kitapevlerinden biri olan Endülüs Kültür Merkezi, yirmi yılda Samsun’un kültürel hayatına ciddi katkılar yapmıştır. Eski şubesinde okurlarını Rasim Özdenören, Musta-fa Kutlu gibi önemli öykücülerle buluşturan En-dülüs, faal şubesinde daha geniş bir mekanda okurlara hizmet vermekte, ayrıca bir takım et-kinliklerle de üstlendiği “Kültür Merkezi” misyo-nunu sürdürmektedir.

Endülüs Kültür Merkezi’nin faal şubesine taşın-masıyla Samsun’da ciddi bir harekete kavuşan şehrin kültür hayatı, geçtiğimiz eğitim - öğretim yılında en verimli dönemlerinden birini yaşadı. Endülüs Cumartesi Buluşmaları ve Okur Buluş-maları adı altında iki önemli etkinlik programı belirleyen Endülüs Kültür Merkezi; bu iki prog-ramla şehrin kültür hayatına ciddi katkılar sağ-

ladı.

Endülüs Kültür Merkezi’nin yaz döneminde ge-rek Samsun’daki, gerek şehir dışındaki okurla-rını bir araya toplamasına imkân verecek yeni etkinlik programı da Haziran ayından itibaren başlamıştır.

Kitapevinin üç temel etkinlik başlığı vardır :

Okur - Yazar Buluşmaları ( Bu etkinlik bağlamın-da daha önce öykücü Özcan Karabulut, felse-feci ve romancı Mehmed Niyazi, romancı Okay Tiryakioğlu, Yazar Ahmet Mercan, uzun süre Suriye’de esir kalan gazetecilerimizden Milat gazetesi yazarı ve Gerçek Hayat Dergisi Orta-doğu Temsilcisi Adem Özköse, romancı Sinan Yağmur, şair ve “Varlık” Dergisi Genel Yayın Yö-netmeni Enver Ercan, felsefeci ve şair Hilmi Ya-vuz Endülüs Kitapevi’nin ve şehrimizin konuğu olmuştur.)

Endülüs Kültür, Sanat ve Edebiyat Buluşmaları ( Bu etkinlik, haftada iki gün gerçekleşmek-tedir. Sadece yaz dönemi gerçekleşen kap-samında Çarşamba günleri önceden duyu-rulup hafta içinde herkes tarafından izlenmiş

Cumartesi Buluşması ve Endülüs Kültür Merkezi

127

MA

KALE

olan bir sinema filmi değerlendirilmektedir. Aynı etkinlik kapsamında Cumartesi günleri “Postmodernizm ve Ulus Devlet” konulu otu-rumlar gerçekleşmektedir. Bu bağlamda Gazi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı kitapevinde konuk olmuş ve ‘Kutsallık ve Mo-dernite Bağlamında Dindarlığın Dönüşümü’ başlıklı bir oturum gerçekleşmiştir.

Cumartesi Buluşmaları ( Bu etkinlik eğitim-öğ-retim sezonunda otuz hafta düzenli olarak de-vam etmiş, yaz döneminde tatile girmiştir. Ekim ayı ile birlikte tekrar başlayacak olan bu etkin-liğin belli bir kitlesi vardır. Dinleyicisi 60 ila 200 kişi arasında değişen ve genel itibarla daha ni-telikli olan bir etkinliktir.)

“Cumartesi Buluşmaları” etkinliğimiz tarih alanında verdiği eserlerle bilinen Edebiyatçı Mustafa Armağan’ın da katıldığı, kitlesi üni-versite hocalarımız, üniversite öğrencilerimiz, sosyal bilimler lisesi öğrencilerimiz ve “nitelikli okur”lar olan bir faaliyettir. Bu faaliyet şehrin kültür tarihine bir katkı yapmak amacıyla ortaya koyulmuş çabanın ürünüdür.

Endülüs Kültür Merkezi Yunus Emre Söyleşi Salonu’nda gerçekleşen etkinliklerimiz şunlar-dır:1- “Şiir ve Hikmet” - Mustafa Karaosmanoğlu (Şair, Mi-mar)2- “Bir Sosyal Sorumluluk Olarak Su Kuyusu Projeleri ve Afrika Yardımları” - Ferhat Kalender (Yolcu Dergisi Editörü - Tarih Öğretmeni)3- “Şiir ve Hikmet 2” - Mustafa Karaosmanoğlu (Şair, Mimar)4- “Popüler Kültür” - Prof. Dr. Şaban Sağlık (Yeni Türk Edebiyatı)5- “Van’da Çocuk Olmak & Van Depremi İzlenimleri ve İhtiyaç Belirleme Çalışmaları” - Adnan İpekdal ( Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı İl Müdürü - Edebiyat Öğ-retmeni)6- “Dün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı & Modern Türkiye Tarihi’nin Sosyolojik Okunması Bağlamında Şerif Mardin Perspektifi” - İbrahim Tökel ( Edebiyat Öğretmeni)7- “İttihat ve Terakki’nin Türk Siyasetindeki Yeri” - Doç. Dr. Bünyamin Kocaoğlu ( Siyasi Tarih )8- “Samsun Çevresi, Etnik Yapısı ve Ağızları” - Doç. Dr. Mehmet Dursun Erdem (Yeni Türk Dili)9- “Sosyal Bilimleri Açın” Oturumu - Moderatör: Dr. Cem Gençoğlu (Psikolog, Yönetmen)10- “Modern Rus Edebiyatı ve Rusya” - Ümit Apaydın

(Rusya Federasyonu Kostroma Devlet Teknoloji Üni-versitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Türk Edebiyatı Merkezi Okutmanı - Edebiyat Öğretmeni)11- “Dışarıda Okumak, İçerde Olmak” - Peyami Safa Gülay (Gazi Üniversitesi Felsefe Bölüü Öğrencisi)12- “Delilik Üzerine” Oturumu - Moderatör : Prof. Dr. Şaban Sağlık ( Yeni Türk Edebiyatı )13- “Deliliğe Övgü ve Leyla ile Mecnun’ da Deli Tipi” - Yrd. Doç. Dr. Dursun Ali Tökel ( Divan Edebiyatı )14- “Milliyetçilik : Bir Okuma Denemesi” Oturumu - Moderatör: Dibab Furkan Soyupak ( Ali Fuat Başgil Hukuk Fakültesi Öğrencisi )15- “Türk - İslam Kültür Tarihi’nde Hoca Ahmet Yese-vi ve Geleneksel Eğitim Anlayışımız “ - Doç. Dr. Şahin Köktürk ( Türk Halk Edebiyatı )16- “4 + 4 + 4 ve Yeni Eğitim Sisteminde Öğrenci” - Nejdet Güneysu ( Eğitim-Bir-Sen Samsun Şube Baş-kanı - Din Sosyoloğu)17- “Günümüzde Sanat’cılık’ ve Tiyatro” - Murat Dölek (Oyuncu - Ahşap Sanatçısı)18- “Alternatif Düşünceden Alternatif Tarihe & Edebi-yat ile Tarih Arasında” - Mustafa Armağan ( Edebiyatçı - Yazar)19- “ Edebiyatçı ve Tarihçi İlişkisi Bağlamında Üç 33 Kurşun : Muğlalı & Bingöl & Uludere” - Sıddık Akbayır ( OMÜ Edebiyat Okutmanı - Yazar )20- “Sosyal Bilimlerde Sınır Sorunu : Tarih & Folklor & Edebiyat İlişkisi” - Doç. Dr. Fahri Sakal ( Cumhuriyet Tarihi )21- “Şükrü Erbaş’ın ‘Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?’ Şi-irine Sosyolojik Bir Bakış & Şiirde Kimlik İnşası ve Et-nisite” - Yasemin Yüce TAR (OMÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi )22- “Bir Dil Mühendisliği Projesi Olarak Türk Dil Devri-mi” - Prof. Dr. Mehmet Aydın ( Yeni Türk Dili)23- “Bir 28 Şubat Hikayesi Çınlıyor Kulaklarımızda” - Hüda Kaya ( Aktivist - Yazar )24- “Kapitalizmin İktisadı ve Ahlakı & Sabri Fehmi Ül-gener Örneği” - Moderatörler : Özlem Baran & Mah-mut Gülüce & Arzu Damatoğlu & İdris Soylu ( İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Öğrencileri )25- “Türk Kültüründe Bayram Algısı ve Milli Bayram-lar” - Yrd. Doç. Dr. Mehmet Aydın (İnkılap Tarihçisi)26- “Kadim İslam Kültüründe Bir Gelenek: Hüsn-ü Hat ve Tarihi” - Halil İbrahim Alperen ( Avukat, Hattat ve Ebruzen )27-”Medya ve Manipülasyon”- Prof. Dr. Şaban Sağlık (OMÜ Edebiyat Bölümü & Yeni Türk Edebiyatu)28-”’Bir Film Çıkar Karşımıza: “Zamansız Hayatlar’’ Cem Gençoğlu (Yönetmen) & Mustafa Tökel (Oyuncu)29-”’Vefa ve Veda! & Konuklarının Dilinden Endülüs Buluşmaları’nın Değerlendirilmesi ve Eleştiriler” Mo-deratör: Hüseyin Ayçiçek30-”Hatıralar Geçidi & Endülüs’te Zaman! “ Moderatör : Hayati Şahin

128

MA

KALE

Samsun Valiliği tarafından düzenlenen ‘2012 Dört Mevsim Samsun’ adlı fotoğraf yarışması-nın ‘Samsun’da İlkbahar ve Samsun’da Kış etap sonuçları açıklandı. Kış fotoğrafı DALINDA 1. Mustafa GÜRAL

İlkbahar Fotoğrafı DALINDA 1. M. Hakan ÖZSARAÇ’ın fotoğrafları seçildi.

Eylül ayında “Samsun’da yaz” Aralık ayında ise Samsun’da Sonbahar etapları sonlandırılacak.

Samsun Valiliği tarafından düzenlenen fotoğraf yarışmasına Samsun’da faaliyetlerini sürdüren Samsun Fotoğraf Sanatı Derneği (SAMFAD) ve Fotoğraf ve Kültür Sanat Derneği (FOKUS) da destek veriyor.

Yarışmacılar, Samsun’un doğal güzelliklerini, tarihi, kültürel, sosyal yaşamını anlatacak ve gelecek kuşaklara birer belge niteliğinde ak-taracak fotoğrafik öğeleri fotoğraflıyor. İlk iki etapta fotoğraflar jüri üyeleri tarafından büyük bir titizlikle belirlendi. Valilik toplantı salonunda gerçekleştirilen toplantıda jüri üyeleri tarafın-

dan seçilen fotoğrafları Samsun Valisi Hüseyin Aksoy slâyt gösterisi eşliğinde tek tek tanıtarak; “Samsun’un doğal güzelliklerini, değerlerini ortaya çıkarmak adına bir fotoğraf yarışması öngörmüş ve bu çalışma kapsamında başlattı-ğımız çalışmalarla Samsun’da kış kategorisine 48 kişi 201 fotoğrafla başvurmuştu. Yarışmanın ikinci ayağı olan ilkbahar kategorisine de 49 kişi tarafından 214 fotoğrafla katılım sağlanmıştır.” dedi.

4 Mevsim Samsun Fotoğraf Yarışması Devam Ediyor

129

MA

KALE

İlkadım Belediyesi ve Kültür ve Turizm il Mü-dürlüğü işbirliğinde dünyaca ünlü Uygur Türk-leri Müzik ve Halk Dansları Topluluğu Samsun-lular ile buluşdu.

Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen prog-ramda ünlü Topluluk, birbirinden renkli göste-rilerini sergiledi.

1949 yılında kurulan Uygur Müzik ve Halk Dans-ları Topluluğu, 63 yılda Uygur, Kazak ve diğer Türk soylu halkların kendilerine has danslarını ve şarkılarını gün ışığına kavuşturarak yeniden yorumladılar.

Uygur, Kazak, Han, Hui, Kırgız, Özbek, Moğol, Tacik, Xibe ve Mançu ile toplam 11 Türk soylu insanın bir araya gelerek oluşturduğu şarkı ve dansın merkezinin incisi olarak adlandırılan

Uygur Müzik ve Halk Dansları Topluluğu, kendi yöresinin zarif şarkı ve dansları ile otantik Türk müziğini Samsunlular ile buluşturdu.

Dünyaca Ünlü Uygur Türkleri Müzik ve Dans Toplu-luğu, Samsunlular ile Buluştu

130

MA

KALE

Sözlerini Yazı İşleri Müdürümüz Şair-Yazar Ka-zım Memiç’in yazdığı, Bestesini Cavit Ersoy’un yaptığı, Avni Ragop’un sahnelediği “Işık Atatürk Oratoryosu” ayakta alkışlandı.

17 Mayıs 2012 Akşamı AKM’de sahnelenen Işık Atatürk Oratoryosu’na KTTC Bayındırlık ve Ulaş-tırma Bakanı Hamza Ersan Soner, Kosova Millet-vekilleri Srbica Şınık ve Fikrim Damka, Samsun Valisi Hüseyin Aksoy ve Eşi Hülya Aksoy, Vali Yar-dımları Osman Nuri Çolakoğlu ve Mesut Taner Genç , Garnizon Komutanu Tuğgeneral Meh-met Göktan, Samsun Büyükşehir Belediye Baş-kanı Yusuf Ziya Yılmaz, Deniz Astsubay Meslek Yüksekokulu ( DAMYO) öğrenci kalite komutanı Deniz Kıdemli Kurbay Albay Serda Ahmet Gün-doğdu, İl Emniyet Müdürü Hulusi Çelik, Siyasi Parti BaşkanlarI, Sivil Toplum Kuruluşları ve çok sayıda seçkin davetli katıldı.

Bir takım incelemelerde bulunmak için Samsun’a geldiklerini belirten KKTC Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanı Hamza Ertan Soner:

“Bir Türk Çocuğu olarak 19 Mayıs’ı Samsun’da

yaşamak hayatımdaki en mutlu günlerimden birtanesi olarak hep hafızamda kalacak bizler, Anavatan – Yavruvatan bir bütünüz ve ırkımızın Akdeniz’de devamı olan KKTC’den geliyoruz. Hepimiz biriz. Bütün tarih boyunca acımız or-tak acımızdı. Sevinçlerimiz ortak sevinçlerimiz oldu. Ama hep bizler okuduğumuz dönemler-de, yaşadığımız ülkemizde birliğimiz tek bir li-derimiz vardı; O da Mustafa Kemal Atatürk’dü. 19 Mayıs’ta burada sizlerle birlikte bulunmak-tan mutluluk duyuyorum,” diye konuştu.

Işık Atatürk OratoryosuKazım MEMİÇ

131

MA

KALE

Gülümseyen çocuk yüzleri biriktirmeye devam ediyor...

22 Mart “Dünya Su Günü” kutlamaları için Amasya’da yaşayan çocuklarla buluştu.Dünya-daki tüm canlıların ortak yaşam kaynağı olan ‘SU’yun önemini anlatan ‘SU DAMLASI’ adlı oyunuyla çocukları etkileyen Tiyatro Küçükeller kostümleriyle oyunlarını sahnelerken, susuz-luktan kuruyan fidanlara su vermek isteyen ço-cuklar ilginç görüntüler yarattı.Oktay Şenol’un

yazdığı, Fatoş İpekdal Özbenli’nin yönettiği “Su Damlası” adlı oyun Çocukları eğlendirirken aynı zamanda suyun önemini yeniden hatırlamala-rını sağladı ve uzun süren alkışlarla uğurlandı.

TİYATRO KÜÇÜKELLER... 27 Mart “Dünya Ti-yatrolar Günü”nde Canik Belediyesi çocukla-rıyla buluştu.Canik Belediye Başkanı Osman Genç,Kültür müdürü Davut Öz çocuklarla bir-likteydi.Bu anlamlı günde Berceste Akgün’ün yazdığı Tiyatro Küçükeller’in “Açıl Sandık Açıl” adlı oyunuyla çocuklar hem eğlendiler hem de yüzyüze iletişimin önemini kavradılar.

27 Mart “Dünya Tiyatrolar Günü”nde Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü Süleyman Yançatoral Çocuk Yuvasındaki çocuklarla birlikte kutladı.Sosyal hizmetler İl Müdürü Adnan İpekdal’ın da katıldığı akşamda, Çocukların “ bitmeseydi keşke “sözü ve gülümseyen yüzleri belleklerde uzun süre kalacağa benziyor...

Tiyatro Küçükeller...5 Haziran Dünya Çevre Günü Programı Kapsamında, Çevre ve Şehirci-lik İl Müdürlüğü Tarafından Çocuklara armağan edilen “ Cecü’nün Yer Cüceleri” adlı oyun büyük alkış aldı.Umberto Echo’nun Yazdığı Fatoş İpek-dal Özbenli’nin oyunlaştırdığı ,Nedim Yıldız’ın Müziklerini yaptığı,Temiz Çevre ve sağlıklı ya-şamı konu alan oyunda Çevre ve Şehircilik il Müdürü de çocuklarla birlikte oyunu izleyerek Dünya Çevre Gününü kutladı.

Tiyatro Küçükeller

132

MA

KALE

1997 yılında Samsun Gazi Belediyesi bünyesin-de kurulan koromuz, Türk Halk Müziğini yaşa-mak, yaşatmak ve kendi öz kültürümüzü gele-ceğe aktarmak amacını ilke edinmiştir. Koromuz 1997 yılından bugüne kadar sayısız konserler vererek, gerek samsun’da gerekse il dışındaki faaliyetlerde koro türkülerinin ağırlıkta olduğu repertuarlar ile izleyici ile bütünleşmiştir. Türkü-lerin otantik yapısını bozmadan, gerek çoksesli koro türküleri, gerekse batı destekli enstrüman-lar ile ezgileri renklendirerek müzikal zenginli-ği ön plana çıkarmış, bu sayede türkülerimizin gençlere daha hızlı ulaşmasını sağlayarak, koro bünyesine katılımların artmasını sağlamıştır. 2009 yerel Belediye seçimlerinden sonra, iki be-lediyenin birleşmesiyle ilkadım belediyesi adı altında çalışmalarına aralıksız devam eden Türk Halk Müziği Koromuz; konserlerinde izleyiciye farklı projeler ile çıkmak için birçok yenilikçi ça-lışmalara imza atmıştır. Amatör Korolar bünye-sinde, Türkiye’de ilk kez olmak üzere; ikibuçuk yıl süren Bölge türküleri (Karadeniz türküleri, doğu türküleri, ege, Akdeniz türküleri, iç Ana-dolu türküleri, Trakya, Marmara Türküleri) kon-serleri, 101 kişilik kadro ile Karadenizde ilk olan Otantikten Çok sesliliğe Konseri, koro bazında

olmak üzere yine Türkiye!de ilk kez yapılan batı sazları eşliğinde, merhum Yıldıray Çınar’ın derle-miş olduğu eserlerden oluşan Yıldıray Çınar özel konseri, Trt Ankara Radyosu Amatör Korolar Programı, il dışında yapılan birçok festivaller ve sürekli yenilenen repertuarı ile, halkımızın tak-tirini kazanmış usta ses ve saz saz sanatçılarının da konuk sanatçı olarak katılmış olduğu birçok konserler ile türkü severlerle buluşmuştur.

Bir toplumun en değerli hazinesi kendi öz kül-türüdür. Sanat; bir toplumun geçmişini yansıtan ve geleceğe ışık tutan bir olgudur. Geçmişten gelen mirası geleceğe taşımasa bizim en önem-li sorumluluğumuzdur. Türkülerimiz ise bizi biz yapan değerlerdir. Koromuz; içindeki amatör ruh ve ilk günkü heyecan ile, Türk Halk Müziği-mizi gelecek nesillere aktarmak ve gençlerin bu bilinç içerisinde yetişmelerini sağlamak amacıy-la; saz ve ses sanatçılarından oluşan 65 kişilik kadrosuyla çalışmalarını sürdürmektedir.

Bunca eller evliyalar,Türkü sever ,türkü söyler…Kömür gözlü enbiyalar,Türkü sever ,türkü söyler….

İlkadım Belediyesi Türk Halk Müziği KorosuHızır AYDINİlkadım Belediyesi Türk Halk Müziği Koro Şefi

133

MA

KALE

19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bay-ramı kutlamaları kapsamında ilk olarak 18 Ma-yıs günü Atakum Belediyesi Deniz Kafe önün-de kadın üyelerin desteği ile iki günlük panayır gerçekleştirildi.

Aynı tarihte aynı yerde şehir dışından gelen 120 gencin katıldığı 2 günlük Gençlik Kampı, 18 Mayıs akşamı Tütün İskelesinden başlayan Çiftlik Caddesi ve Gazi Caddesi’nden geçilerek Anıt önünde Gençliğe Hitabe ve İstiklal Marşı-nın okunması ile sonlanan Samsun halkının da yoğun ilgi gösterdiği Fener Alayı düzenlendi.

19 Mayıs Günü bütün üyelerin katılımı ile Tütün İskelesi’ndeki Valiliğin düzenlediği Ata’mızın Samsun’a çıkışının canlandırıldığı programın ardından stadyuma geçildi. Stadyum tören-lerinin bitiminden sonra Bandırma Vapuru’na kadar Gençlik yürüyüşü gerçekleştirildi, Ban-dırma Vapuru gezildi. Geziden sonra Atakum’a geçilerek Atakum Belediyesi Eğitim ve Eğlence Merkezi’nde Genel Başkanımız Tansel Çölaşan

ve Ankara Baro Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı 19 Mayıs ve günü-müz konulu panel gerçekleştirildi.

Panele katılanlarla birlikte panel alanından Ye-şilyurt AVM önüne kadar halk yürüyüşü ve ar-dından yoğun katılımla Edip Akbayram konseri gerçekleştirildi. 20 Mayıs günü kampa katılan gençlerden son güne kalanlarla birlikte Tekke-köy Atatürk evi, Bandırma Vapuru, Tütün İske-lesi ve Gazi Müzesi ziyaretinden sonra her 19 Mayıs Samsun’dayız diyerek 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları kap-samındaki program sonlandırıldı.

Ayrıca Samsun ili Lise ve Dengi Okul Öğrencileri arasında “19 Mayıs’ın Anlam ve Önemi Konulu” kompoziyon yarışması düzenledi. Yarışma Bi-rincisi 100. Yıl Ahmet Sarı Lisesi’nden Nurullah Ersoy, İkincisi Sosyal Bilimler Lisesi’nden Feyza Ünal, Üçüncüsü Çarşamba Lisesi’nden Kader İbatsalı oldu.

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Samsun Etkinliği

134

MA

KALE

İstiklal Marşı´nın yazarı Mehmet Akif Ersoy´un gelecek nesillerce daha iyi tanınması için Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç´ın desteğiyle Türkiye´de ilk kez Samsun İl Gençlik Kolları tara-fından düzenlenen etkinlikte köylerde kurulan dev çadırda Mehmet Akif Ersoy´un hayatı tiyat-royla çocuklara anlatıldı.

“Dersimiz Mehmet Akif Ersoy” isimli çadır tiyat-rosu oyunu ile 17 İlçe de 20 köy dolaşıldı. ABS Sanat oyuncularının sahnelediği oyunu, hayat-larında ilk kez bir tiyatro oyunu izleyen köylü çocuklar izledi. Çocuklara çeşitli hediyeler ar-mağan edildi.

Köylülerin ilgisinden oldukça memnun olan ABS Sanat Çadır Tiyatrosunun Genel Sanat Yö-netmeni Altan YÜCEBAŞ “ Samsun köylülerinin duyarlılığına ve misafirperverliğine minnettar

olduklarını” belirtti.

Yapımcılığını Cemal ŞENKAL, Genel Sanat Yönetmenliğini Tiyatronun ismi Cihangir DÜLGER’in yaptığı oyunu, usta yönetmen Cumhur KOCAOĞLU yönetti.

Samsun’un tanınmış oyuncularının yer aldığı oyunda Murat GÜLEÇ, Arslan ÇEVİK, Melisa DÜLGER, Ümit EREN, Esma DOĞAN ve Cihangir DÜLGER rol aldı.

Mafya babasının sevgilisi olan dansçı kız Mandy, sabah uyandığında geceyi birlikte geçirdiği yeni tanıştığı Gerry’yi hala koynunda bulunca paniğe kapılır. Çünkü mafya babası haftanın hâsılatlarını almak için eve gelmek üzeredir ve kızın bir başkasıyla ilişkisi olduğunu öğrenirse bu ikisi için de pek hayırlı olmayacaktır. Bu sıra-da eve gelen komşusu Tania, çalıştığı restauran-tın hasılatının bir kısmını kumarda kaybettikten sonra kalanını getiren Terry ve üstüne gelen mafya babası Koca Mack ile koruması Dozer olayların içinden çıkılmayacak kadar karışması-na neden olur. Çılgın bir mafya komedisi.

ABS Sanat Çadır Tiyatrosu Köy Köy Dolaştı

Tiyatro Amisos Samsun’un Yüzünü Güldürdü

135

MA

KALE

Sanat sever dost ve arkadaşlarının kendi adına açtığı Fikret Damar Halk Müziği Ve Kültür Sanat Derneği, Şef Fikret Damar yönetiminde ilk kon-serini 28 Mayıs Pazartesi akşamı Atatürk Kültür Merkezinde verdi. Vali Yardımcısı Osman Nuri ÇOBANOĞLU başta olmak üzere birçok üst dü-zey yöneticinin onurlandırdığı konser, halkın yoğun ilgisiyle karşılandı.

Kültür Bakanlığı, Samsun İl Kültür Müdürlüğü

Türk Halk Müziği Korosunda başladığı sanat ha-yatına önce ses ve saz sanatçısı, Şef Yardımcısı olarak devam eden, akabinde İl Sağlık Müdür-lüğü Türk Halk Müziği Koro Şefliği başta olmak üzere bir çok resmi ve sivil kurumun halk mü-ziği korolarını çalıştıran Fikret Damar, çalışma-larını bir çok ünlü ismin yer aldığı 55 Korist ve saz sanatçısı arkadaşlarıyla kendi adına açılan dernekte devam ettirmektedir.

Fikret DAMAR Halk Müziği ve Kültür Sanat Derneği, Türk Halk Müziği Konseri

136

MA

KALE

DSİ 7.Bölge Bölge Müdürlüğü Türk Müziği Top-luluğu, Türk Musikisinin gelişmesini ve yaygın-laşmasını sağlamak , ana karakterlerini yersiz değişikliklerden korumak, Türk Müziği zevkini aşılamak ve bu çizgide hizmette bulunmak amacıyla DSİ 7.Bölge Müdürlüğü personeli ve yakınlarının katılımıyla kuruldu.

Topluluk , zengin kültür mirasımızın en değerli hazinelerinden biri olan Türk Musikisini ,geç-mişten günümüze atalarımızın o zarif ve hassas duygu dünyasını bize ulaştıran,öz değerlerimiz-le buluşturan güzel bir vasıta olmuştur.

Çalışmalarını mesai saatleri dışında haftada 2 gün DSİ toplantı salonunda sürdüren toplulu-ğumuz yılda 2 konser vermektedir.

Bu güne kadar gerçekleşen 21 konserimizin ta-mamı; Kamu Yararına Çalışan Dernekler ile Okul Aile Birlikleri yararına verilmiştir.

Bu konserlerimiz sırası ile ;

Lösemili ve Kan Hastalıklı Çocuklar Derneği Samsun Şubesi - Eğitim Gönüllüleri Samsun Eğitim Parkı - Çalışan Çocukları Koruma Derneği

Samsun Şubesi - Türkiye Sakatlar Derneği Sam-sun Şubesi - Samsun Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi Okul Aile Birliği - Diyabetle Yaşam Der-neği Samsun Şubesi - Altı Nokta Körler Derneği Samsun Şubesi - Samsun İlkışık Eğitim ve Uy-gulama Okulu (Zihinsel Engelli Öğrenciler için) Okul Aile Birliği - Samsun Atatürk İlköğretim Okulu Okul Aile Birliği ve Kardeş Okulu - Türkiye Alzheimer Derneği Samsun Şubesi - Samsun 19 Mayıs Lisesi Okul Aile Birliği (Asarcık Acısu Şe-hit Muharrem Konu İlköğretim Okulu) - Samsun Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi Okul Aile Birliği - Çarşamba Bedensel Engelliler Derneği - Tür-kiye Muharip Gaziler Samsun Şubesi - Atatürk İlköğretim Okulu Kardeş Okulu Çatkaya İlköğ-retim Okulu Okul Aile Birliği - Terme Güvenlik Hizmetleri Destekleme Derneği - Diyabetle Ya-şam Derneği Samsun Şubesi - Lösemili ve Kan Hastalıklı Çocuklar Derneği Samsun Şubesi - Zi-hinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı Samsun Şubesi - Terme Yardım Sevenler Derneği - Ayrıca Sinop Ayancık ve Samsun Tek-keköy İlçelerinde iki özel Konser vermiştir.

Kuruluş aşamasındaki çalışmalarımıza ve kon-serlerimize büyük destek veren Devlet Klasik Türk Müziği Koro Müdürü Bestekar Sayın Cen-giz CERMEN’e katkılarından dolayı teşekkür edi-yoruz.Ayrıca kuruluşumuzdan vefatına kadar Topluluğumuzda kemanı ile bize yön veren yıl-larca sanat danışmanlığımızı yapan ve bize çok emeği geçen Bestekar Sayın Erol ÖZBAYRAM ‘ı da saygı ve rahmetle anıyoruz.

DSİ Türk Müziği TopluluğuH. Sevtap BAYRAKTARDSİ TMT Koro Şefi

137

MA

KALE

Basında Biz

138

MA

KALE

139

MA

KALE

140

MA

KALE