32
I. ALEVİ KONFERANSI Konferans Açılış Konuşmaları Konukların Konuşmalarından Bir Seçki Örgüt Yöneticilerinin Konuşmalarından Bir Seçki ESAT KORKMAZ Konferans Sunulan Tebliğ: Alevilerin Örgütlenme Sorunu FİKRET OTYAM Esselam-ü Aleyküm Ey Nur-u Hakikat Erenleri İSMAİL KAYGUSUZ İmam Cafer-i Sadık - Bölüm II HASAN HARMANCI Zamanı Yenen Ritüel: Nevruz MEHMET TURAN Dar Hizmeti, Dar’dan Alma ... ALİ ERSIN KELLECİ Bir Olalım, İri Olalım ... AYHAN AYDIN Prof. Dr. Irênê Melikoff ile Söyleşi HÜSEYİN AKIN Serçeşme’nin Kaynağı - Bölüm II LÜTFİ KALELİ Alevilerin Kimlik Sorunu ve Diyanet ABİDİN ÖZGÜNAY HAKKA YÜRÜDÜ SELMAN ZEBİL Norveç, Drammen İzlenimleri AHMET KOÇAK Muharrem Sohbetleri ve Birlik Cemi DERTLİ DİVANİ Hasbıhâl ESEN USLU Sokak Çocuklarının Musahibi Alevil- erdir Fyati: tl / / Nİsan Sayi: S ERÇEÞM E BİLİMLE GİDİLMEYEN Y OLUN SONU KARANLIKTIR 9 Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: [email protected] Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli Aylık Derg Bu Sayida (Devamı 2. Sayfada) KENDİMİZİ KENDİMİZ TANIMAZSAK BAŞKALARI HİÇ TANIMAZ Yazgımız öne geçerse, onu belirlemekte zorlanırız. Alevili ği Doğru Anlamak Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni “Geriye dönüş tapımı gereği Anadolu Aleviliği, kendini yaratan kaynaklardan biri ya da birkaçının izini sürerek kendini geçmişe taşımıştır. Anadolu Aleviliğinde geçmişe taşınma, heterodoksi bir zeminde Ali Yandaşları Hareketi geriye doğru izlenerek gerçekleştirilmiş- tir. Böylece son tektanrıcı din olan İslamın şeriatına ve şeriatçı kimliklerine, bu dinin doğuş koşullarında değişim-dönüşüm kazandırılarak, şeriatçı İslamın karşısında, değişim-dönü- şüme koşut biçimde gelişen ve vahiy ile aklı barıştırma” gibi bir işlevi yerine getirmeye çalışan “ dinsel felsefe”nin sınırları aşılarak bir “felsedin/öğreti” yaratılmıştır. Ancak bu yaklaşım geleneksel anlatım dilinde “tapım” izlerini yitirir; nesnelliğin tarihin geçmişine taşındığı bir “sanı” yaratır. Başlangıçta bütünüyle dinsel-siyasal nitelikte olan Hz. Ali Yandaşları Hareketi; Şia- i Ali, Şia, Şiilik, Aleviye ve Alevilik adları altında yayılıp güçlendi; buna koşut olarak, Kuran’daki ayetlerin anlamlarının altında gizli anlamlar olduğu ve bunları ancak ima- mın bilebileceği”, biçiminde tanımlanan bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut / vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesiyle bütünleşti; yayıldığı bölgenin uygarlık düzeyine, yerleşik inan, gelenek ve göreneklerine göre değişik kollara ayrılarak günümüze değin geldi. Bu karmaşıklık nedeniyle Alevilik hiçbir zaman kendi içinde bütünlük gösteren düşünsel bir akım durumuna gelemedi; tam tersine içinden birçok dal doğdu ve gelişti. İnsanlık durumu bakımından daha geride olan ve dışa kapalı bir yaşam tarzı içinde daha eşitlikçi bir yapı sergileyen göçmenler arasında Alevilik, hızla yayıldı. Bu kapsamda, Orta Asya’dan batıya ve güneybatıya göç eden Türkler, İslamiyeti kabul etmekte gecikme- di: Ancak, Türklerin benimsediği İslamiyet, katı ve cansız bir ortodoksluk değildi; arkaik- Şamanist unsurlarla yoğrularak kendi sosyal sistemlerine uyumlu duruma getirilmiş, hoş- görü temeline dayalı, zengin, canlı ve esnek bir dervişlikti. Eşitlik temeline dayalı sınıfsız ya da sınıfların yeterince şekillenemediği toplum insanlarını kucaklayacak biçimde, ibadet biçimleri ve şeriat yeniden yorumlandı; bu görevi Anadolu’da Bektaşilik yerine getirdi; ortaya çıkan Anadolu Aleviliği, Anadolu ve Balkanlar dışında kalan şeriatçı Şiilerden kesin bir biçimde ayrıldı. Özkaynaklarından sentezlenen Alevi felsefesi ve onun insan, evren ve Tanrı tasarımı ikirciksiz” gün yüzüne çıkarılamadığı için, bir Alevi kendi çağdaşlığını, aydınlanmacılığı- nı, demokratlığını, ilericili ğini ya da ahlaklılığını, iyili ğini, güzelli ğini sorgulayacak ”, dünya görü şüne uygun biçimde “ ayakları üzerine dikecek ” ölçütten de yoksun kalıyor. Bu durum bilgisiz kalmanın, kendi kökeniyle ileti şimi kesmenin ötesinde, yo ğun bir yabancı- laşmayı da beraberinde getiriyor. Süreç içinde; Alevi felsefesinin Do ğatanrıcılık yanının, “Tanrı-evren-insan” üçlemesi biçiminde dı- şa vuran do ğasal diyalekti ği; toplumsal diyalekti ği yansıtması gerekirken bu diyalekti ği gizleyen İnsantanrıcılık anlayışı Hak-Muhammet-Ali” üçlemesi biçiminde öne çıkarılarak perdeleniyor”. Hak-Muhammet-Ali” üçlemesinin özündeki diyalektik kavranamadığı için, evren, in- san ve toplum sorunları akıl alanından inanç alanına, felsefe alanından tanrıbilim alanına ta şınıyor; Alevi felsefesi tanrıbilim olup çıkıyor. Sonunda olan hem Alevilere, hem de Alevili ğe oluyor: İnancını aklına indirgemek, ide- alizmini materyalizmine dönüştürmek için nesnel-toplumsal bir evren görü şü (Dört Kapı Kırk Makam), insanlığı kurtulu şa ta şıyacak bir toplumsal proje (kâmil toplum) yaratan dü-

Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Serçeşme Dergisi, Sayı 9, Nisan 2005

Citation preview

Page 1: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

I. ALEVİ KONFERANSIKonferans Açılış KonuşmalarıKonukların Konuşmalarından Bir SeçkiÖrgüt Yöneticilerinin Konuşmalarından Bir Seçki

ESAT KORKMAZ Konferans Sunulan Tebliğ:Alevilerin Örgütlenme Sorunu

FİKRET OTYAM Esselam-ü Aleyküm Ey Nur-u Hakikat ErenleriİSMAİL KAYGUSUZ İmam Cafer-i Sadık - Bölüm IIHASAN HARMANCI Zamanı Yenen Ritüel: NevruzMEHMET TURAN Dar Hizmeti, Dar’dan Alma ...ALİ ERSIN KELLECİ Bir Olalım, İri Olalım ...AYHAN AYDIN Prof. Dr. Irênê Melikoff ile SöyleşiHÜSEYİN AKIN Serçeşme’nin Kaynağı - Bölüm IILÜTFİ KALELİ Alevilerin Kimlik Sorunu ve DiyanetABİDİN ÖZGÜNAY HAKKA YÜRÜDÜ

SELMAN ZEBİL Norveç, Drammen İzlenimleriAHMET KOÇAK Muharrem Sohbetleri ve Birlik CemiDERTLİ DİVANİ HasbıhâlESEN USLU Sokak Çocuklarının Musahibi Alevil-erdir

Fyati: tl / / Nİsan Sayi:

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

9

Genel Yayın Yönetmeni: Esat KorkmazSahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti adına Ahmet KoçakSorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet KoçakYönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbulTel/Faks: +90.(0)212.519 56 35E-posta: [email protected]ı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 NurtepeKağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00Yayın Türü: Yerel - Süreli

Aylık Derg

Bu Sayida

(Devamı 2. Sayfada)

KENDİMİZİ KENDİMİZ TANIMAZSAK BAŞKALARI HİÇ TANIMAZ

Yazgımız öne geçerse, onu belirlemekte zorlanırız.

Aleviliği Doğru AnlamakEsat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

“Geriye dönüş tapımı” gereği Anadolu Aleviliği, kendini yaratan kaynaklardan biri ya da birkaçının izini sürerek kendini geçmişe taşımıştır. Anadolu Aleviliğinde geçmişe taşınma, heterodoksi bir zeminde Ali Yandaşları Hareketi geriye doğru izlenerek gerçekleştirilmiş-tir. Böylece son tektanrıcı din olan İslamın şeriatına ve şeriatçı kimliklerine, bu dinin doğuş koşullarında değişim-dönüşüm kazandırılarak, şeriatçı İslamın karşısında, değişim-dönü-şüme koşut biçimde gelişen ve vahiy ile aklı “barıştırma” gibi bir işlevi yerine getirmeye çalışan “dinsel felsefe”nin sınırları aşılarak bir “felsefi din/öğreti” yaratılmıştır. Ancak bu yaklaşım geleneksel anlatım dilinde “tapım” izlerini yitirir; nesnelliğin tarihin geçmişine taşındığı bir “sanı” yaratır.

Başlangıçta bütünüyle dinsel-siyasal nitelikte olan Hz. Ali Yandaşları Hareketi; Şia-i Ali, Şia, Şiilik, Aleviye ve Alevilik adları altında yayılıp güçlendi; buna koşut olarak, “Kuran’daki ayetlerin anlamlarının altında gizli anlamlar olduğu ve bunları ancak ima-mın bilebileceği”, biçiminde tanımlanan bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut / vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesiyle bütünleşti; yayıldığı bölgenin uygarlık düzeyine, yerleşik inan, gelenek ve göreneklerine göre değişik kollara ayrılarak günümüze değin geldi. Bu karmaşıklık nedeniyle Alevilik hiçbir zaman kendi içinde bütünlük gösteren düşünsel bir akım durumuna gelemedi; tam tersine içinden birçok dal doğdu ve gelişti.

İnsanlık durumu bakımından daha geride olan ve dışa kapalı bir yaşam tarzı içinde daha eşitlikçi bir yapı sergileyen göçmenler arasında Alevilik, hızla yayıldı. Bu kapsamda, Orta Asya’dan batıya ve güneybatıya göç eden Türkler, İslamiyeti kabul etmekte gecikme-di: Ancak, Türklerin benimsediği İslamiyet, katı ve cansız bir ortodoksluk değildi; arkaik-Şamanist unsurlarla yoğrularak kendi sosyal sistemlerine uyumlu duruma getirilmiş, hoş-görü temeline dayalı, zengin, canlı ve esnek bir dervişlikti. Eşitlik temeline dayalı sınıfsız ya da sınıfl arın yeterince şekillenemediği toplum insanlarını kucaklayacak biçimde, ibadet biçimleri ve şeriat yeniden yorumlandı; bu görevi Anadolu’da Bektaşilik yerine getirdi; ortaya çıkan Anadolu Aleviliği, Anadolu ve Balkanlar dışında kalan şeriatçı Şiilerden kesin bir biçimde ayrıldı.

Öz kay nak la rın dan sen tez le nen Ale vi fel se fe si ve onun in san, ev ren ve Tan rı ta sa rı mı” ikir cik siz” gün yü zü ne çı ka rı la ma dı ğı için, bir Ale vi ken di çağ daş lı ğı nı, ay dın lan ma cı lı ğı-nı, de mok rat lı ğı nı, ile ri ci li ği ni ya da ah lak lı lı ğı nı, iyi li ği ni, gü zel li ği ni “sor gu la ya cak”, dün ya gö rü şü ne uy gun bi çim de “ayak la rı üze ri ne di ke cek” öl çüt ten de yok sun ka lı yor. Bu du rum bil gi siz kal ma nın, ken di kö ke niy le ile ti şi mi kes me nin öte sin de, yo ğun bir ya ban cı-laş ma yı da be ra be rin de ge ti ri yor. Sü reç için de; Ale vi fel se fe si nin Do ğa tan rı cı lık ya nı nın, “Tan rı-ev ren-in san” üç le me si bi çi min de dı-

şa vu ran do ğa sal di ya lek ti ği; top lum sal di ya lek ti ği yan sıt ma sı ge re kir ken bu di ya lek ti ği giz le yen İn santan rı cı lık an la yı şı “Hak-Mu ham met-Ali” üç le me si bi çi min de öne çıka rı la rak “per de le ni yor”. “Hak-Mu ham met-Ali” üç le me si nin özün de ki di ya lek tik kav ra na ma dı ğı için, ev ren, in-

san ve top lum so run la rı akıl ala nın dan inanç ala nı na, fel se fe ala nın dan tan rı bi lim ala nı na ta şı nı yor; Ale vi felse fe si tan rı bi lim olup çı kı yor. So nun da olan hem Ale vi le re, hem de Ale vi li ğe olu yor: İnan cı nı ak lı na indir ge mek, ide-

aliz mi ni ma ter ya liz mi ne dö nüş türmek için nes nel-top lum sal bir ev ren gö rü şü (Dört Ka pı Kırk Ma kam), in san lı ğı kur tu lu şa ta şı ya cak bir top lum sal pro je (kâ mil top lum) yara tan dü-

Page 2: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

2 Sayı 9

SERÇEÞME

nün Ale vi li ği bu gün; ak lı nı inan cı na ta şı mak, ma ter ya liz mi ni ide aliz mi ne dö nüş tür mek is-te yen ki mi Ale vi ler ce ege men sı nıfl ara “al tın tep si”de su nu lu yor. “Anı sız” ve “ge le ceksiz” bir Ale vi lik, Or ta çağ’ın “gü nü müz kı lık lı” sö mü-rü cü le ri nin elin de, “iç kim lik buna lı mı nı şi fa sa yan” bir “di ne” dö nü şü yor; çağ daş top lu mun “kar nına”, sin di ril me si zor bir lok ma ola rak “bal yoz” gi bi ini yor.

Cum hu ri yet’ten bu gü ne ge li nen sü reç te, top lum sal al tüst olu şa ko şut ola rak sı nıfl ar ko-num lan ma sın da önem le ri ve du rum la rı deği-şen sı nıf iliş ki le ri “can gı lın da” yer le ri ni bir tür-lü bu la ma dı Alevi ler. Ge nel de, ken di ni ya ra tan ezi len sı nı fın, ya ni dü nün köy lü sını fı nın, bu gü-nün köy lü ta ba ka la rı nın nes nel ola rak yas lan dı-ğı Or ta çağ top rak de ğer le ri ni, özel de Cum hu-ri yet’le bir lik te edin dik le ri bur ju va de ğer le ri (ulu sal bur ju va zi nin ön der yar gı sıy la kut san-mış dü nün ile ri ci,bu gü nün ge ri ci de ğer le rini) ağır lık lı ola rak ter ke de me diler. Nes nel açı dan geç miş ta rih ten ge len, ni ce lik çe ve ni te lik çe azal ma sü re ci ni ya şa yan top lum sal ta ba ka la ra, ya ni köy lü lü ğe, kü çük mül ki ye te; ide olo jik açı-dan ise mo dern gü dü mün ürü nü olan “kü çük-bur ju va” ay dın la ra bağ la nıp kal dı lar.

Top lum sal ze min de köy lü lük le ka der or-tak lı ğı ya par ken, kü çük mül ki ye tin sığ uf ku için de si ya set yap ma ya so yun du lar. Ye ri gel di; top lum sal/ bi rey sel ak lıy la çe li şen “uç la ra” ta şı dı lar ken di le ri ni. Ye ri gel di; bur ju va gi bi dav ran dı lar; dav ran mak la kal ma yıp bu yol da bur ju va laş tı lar da.

Bu ge liş me ler ne de niy le “geç miş te” bu lu şu-lan “or tak pay da”nın sı nır la rı zor lan dı. Açı lan “ge dik ten” Ale vi kim li ği ken di ni yad sı yarak, ken di ni ya ra tan top lumsal te me le sırt çe vi re-rek sağ si ya set teme li ne; inanç la kut san mış bir ze min de inan cın dan “ye di le rek” dev let ka tı na ta şın mak is ten di.

Ale vi ler eğer bu oyu nu boz mak is ti yor lar sa, ken di öğ re ti le ri ni bilim sel ola rak ta nım la mak ve yer li ye ri ne oturt mak zo run da dır lar. An cak o za man halk mem nu ni yet siz li ği nin ta şı yı cı la rı ola rak aşa ğı dan yu ka rı ya bir bas kı un su ru ola-bi lir ler. Res mi dün ya ya on la ra rağ men gir dik-le rin de, o ya pı la rı halk ya ra rı na” dö nü şü me-de-ği şi me” uğ ra ta bi lir ler. Or to doks (dogma) di ni ve onun her tür lü ku rum ve de ğe ri ni fel sefe leş ti-re bi lir ler. Bu yol la şe ri at tan ba ğım sız laş ma ze-mi nin de, in sa nı ve do ğa yı öz gür leş ti re bi lir ler; la ik li ğin dü şün sel ya pı sı nı ve kit le teme li ni ya-ra ta bi lir ler.

AleviliğiDoğru Anlamak

(Baştarafı 1. sayfada)

DuyuruSerçeşme’nin Yazı İşleri Müdürü

Ahmet Koçak’ıÇarşamba günlerisaat 15:30 - 17:00

arasındaMarmara bölgesinde ve internetteANADOLU’NUN SESİ RADYOSU’nda

(92.9 FM)“Gezgin” programında

dinleyebilirsiniz.

Esselam-ü Aleyküm Ey Nur-u Şeriat Erenleri,Esselam-ü Aleyküm Ey Pir-i Trikat Erenleri

Esselam-ü Aleyküm Ey Nur-u Marifet ErenleriEsselam-ü Aleyküm Ey Nur-u Hakikat Erenleri

Fikret OtyamALEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU’nundan faks geçtiler 12 Mart 2005 saat on sularında. Turgut Öker, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Başkanı ve Ali Doğan Alevi Bektaşi Fede-rasyonu Genel Başkanı imzalı çağrı faksı şöyleydi:

“Siyasi iktidarların yasaklamalarına ve onun temsilcisi ‘Diyanet’in yok sayılmasına rağmen uzun yıllara yayılan mücadelemizin bir sonucu olarak gerek Alevi hareketinin bünyesinde, gerekse Demokratik kamuoyunda Alevilerin haklı ve açık taleplerine yönelik ciddi bir tartışma süreci yaşanıyor.

Alevi Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu olarak 26-27 Mart 2005 tarihinde Ankara’da ülkemizin demokratikleşmesi açısından Alevilerin ve Alevi hareketinin sorunlarını tartışmak, önümüzdeki döneme yönelik ortak hareket nokta mızı tespit etmek, de-mokratik güçlerle eşitlik, demokrasi ve laiklik ekseninde bir araya gelebilme koşullarımızı değer lendirmek için ilk kez bir ‘Alevi Konferansı’ düzenliyoruz.

Alevi Konferansının birinci günü Demokratik Kitle Örgütleri, Sendikalar, Akademisyenler, Araştırmacı/Yazarlar, Sanatçı ve Gazetecilerle, çağdaş ve demokratik bir ülke yaratmak için Alevilerin sorunlarını ve önerilerini birlikte paylaşmak istiyoruz.

Bu çerçevede sizi de aşağıdaki tarih, yer ve saatte “Alevi Konferansına” davet ediyoruz.

Toplantımızı bir tebliğle katılmanızı diler, saygılarımızı sunarız.”

Şu sıralar 79,5 yaşında olan ve eski kafa kağıdında Dini: İslam, Mezhebi: Hanefi yazılı (eğer bana soran olduysa namert oğlu namerdin) birisiyim. Bundan aşağı-yukarı yetmiş iki yıl önce bir Çarşamba günü, çok yaramaz olduğumdan dolayı beni sık döven ve döverken de “seni yezid seni” diyen babamın buyruğu üzerine eczanemizin karşısında kurulan pazardan bir cingil yağ almak-taydım. Başı kasketli, üstü başı yırtık, ama tertemiz, keza cingili pırıl pırıl, üzerindeki o akı ak bezi kaldırıp bakıyordum, taaa o yaşlarda iyi yağı bi bakışta anlayan olarak tam alacağım sırada bir el omzuma yapıtı, sürüklemeye başladı! Bu, müezzin İbrahim Bey Amca idi, “nörüyon yeğe-nim” demişti, “Babam yağ al dedi, İbrahim amca” deyince “Lan yeğenin” demişti, “bunlardan yağ-mağ alınmaz, bunlar Kızılbaş... Kestikleri yenmez, suları içilmez, zira mekruhtur, yürü ben alırım yağı.”

Beraber yürüdük o yollardan vardık eczaneye, İbrahim bey amcalara ne halt etmek üzere oldu-ğumu ve nasıl önlediğini övünerek anlatmıştı!

Babam, neden “Seni yezit seni” diye döverdi, İbram bey amcanın dediği “Kızılbaş” “mekruh” neydi?. Neden onların kestikleri yenmezdi, suları neden neden içilmezdi?

Tüm bunlar çakıldı mı kafama ve çıkmamak üzere takıldı mı bir güzel? Bunları bin kere an-lattım, bin kere de yazdım, orada burada okudum yazdıklarımı, yani, “hemi yazdım hem okudum” bıkmadan usanmadan, alın size burada da yazıyorum, inadım inat!

Bu, kestikleri yenmeyen/suları içilmeyen yani bunları “mekruh” olan kızılbaşlar, çok sevdi-ğim, doğduğum Aksaray’ın simgesi Hasandağı doruklarındaki köylerinde yaşarlar. Kimileri bun-lara “abdallar” da derdi ne demekse bu da, tıpkı kızılbaş/mekruh/kestikleri yenmez/suları içilmez gibi, ne bileyim yahu, çocuğum çocuk!..

Bu Kızılbaşlar varya bu Kızılbaşlar, kimilerine göre abdallar,onları nedense ne jandarma ka-rakolunda, ne polis karakolunda ne de adliyede kimse göremezdi, Salı gününden sessiz sedasız inerlerdi Aksaray pazarsına, pazar Çarşamba günüdür, satacaklarını satarlar ki penirdi, yağdı, tavuktu, mısırdı, soğandı gibilerine. Aldıkları çaput bezi, gazyağı, lamba fi tili, ilaç falan neyim ve geldikleri gibi sessizce yola koyulurlardı Hasandağı’na doğru. Bi “kuyucu”dan kaçıp gelmişler.

Neydi mekruh/kızılbaş, neydi babamın yezid’i?Kediyi merak, beni de bunlar öldürecekti, öldürtmedim kendimi; öğrenmeye çalıştım ve evet

79,5 yaşındayım, hâla öğrenmeye çalışıyorum ayıp değil yazması! Merak bu ya, vardım gittim Horasan ellerine!.. Vardım gittim Kerbela’ya, gittim Necef’e!.. Vardım gittim İran topraklarına eller sürdüm İmam Rıza’ya!. O kerbela ki, Hazreti Hüseyin makamıdır, sanırım içeri girip süpa-8 rekli fi lm çeken ve dahi fotoğraf ve dahi sesler alan sayılılardan biriyim... Aşağı yukarı atmış yıl içinde o kızılbaş/Bektaşi dedelerden nice anlatımsız güzel dostlar edinip zenginleştim, hele hele o “Telli kur’an” dedikleri şeylerle çalıp söyleyenlerden... Elimde makine, yılar içinde derlediğim Alevi Bektaşi deyişleri, nefesleri,semahları neyim yüz saati geçkin! Bi de güzel adamlar ki, eski kafa kağıdında mezhebi Hanefi yazan bu garibe öldüler verip durdular, başta

“Üçüncü Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış ödülü / Sayın Fikret Otyam’aIII. Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış ödülünü almanız dolayısı ile sizi kutlar, bu onuru bi zim le paylaştığınız için en içten sevgilerimizi sunarız. 16-18 1996, Anma Komitesi”

“Sayın Fikret Otyam’a Pir Sultanca duruşunuz nedeniyle teşekkürler ederiz. P.S.A.K.D. Genel Merkezi / P.S.A.K.D. Kadıköy Şubesi”

“Sayın Fikret Otyam 38. Ulusal, XII Uluslararası Hacıbektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat etkinliklerine katılmanızdan dolayı şükran duygularımla. 16 Ağustos 2001, Mustafa Özcivan-İnş.Müh. Anma Komitesi Başkanı, Belediye Başkanı”

“Darmstardt ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi, Derneğimize gösterdiğiniz ilgiden dolayı te-şekkür ederiz.”

Page 3: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

Nisan 2005 3

SERÇEÞME

“PirSultan Abdal Derneği Ankara Şubesi / Aynı Bahçenin Gülleri Feyzullah Çınar - Mehmet Ali Karababa Anısına / Sayın Fikret Otyam Etkinliğimizde vermiş olduğunuz katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. 23.04.2002, Kamber Çakır, Başkan.”

İşte haller bööle böle..

Gelin Canlar Bir OlalımKadim dostum, Alevi Birlikleri Federayonu Genel Sekreteri Atila Erden de sarılmış telefona Ankara’dan, “illa gel” diyon, “dilediğin gibi konuş!” Dedim kendi kendime; “Ulan Otyam”(Kendime ulan demeye bayılıyorum).

“Ulan Otyam, nasıl olsa şu 1 Nisan 2005 tarihinden itibaren yazamayacaksın, nasıl olsa konu-şamayacaksın var git be Ankara yollarında dök içini bi güzel!.”

* * * “Rakı Şehidi” olmamak için, öldürmeyen cinsinden üç beş şişe Alileri attım bavula, arabayı Afyonkarahisar’a kadar bu can kullandı, ondan ötesini bu canın kaşık düşmanı Filiz Otyam. Biraz kırmızı turp, biraz peynir, iki üç dal roka, iki üç dal tere, Filiz’in tatlandırdığı Geyikbayırı zeytin-lerinden sekiz on tane, termosta buzlar buzu su ve soda! Dembudemdir dembudemdir dembudem!. deyip Nevruz güzellikleri içindeyim. Kafamda uluların ulusu, ulu ozan Pir Sultan Abdal dönüyor:

“Onlar birdir, bir olupturHak içinde sır olupturTecelide nur olupturAllâh bir Muhammet Ali”

Baktım, Şah Hatayi yanımda:

“Şahı Merdan kullarıyızBiz biriz birkaç değilizKanaat ile yürürüzİlla tokuz aç değiliz”

Bu minval üzre Türkiye’nin kalbi Ankara’ya vasıl olduk! Ohooo yedi iklim dört köşeden Kı-zılbaşlar ve dahi Bektaşi canlar ve dahi bu can gibi üç beş “yezid” de orada! Sarıldık o yedi iklim dört köşeden gelmişlere, özlem giderdik..Teslim Abdal sarıldı boynuma, “çok özledim” buyurdu. Bilir en çok sevdiğimi, aldı bakalım ne mi dedi:

“Müsahipsiz yedi adım atılmazİrfan Olmayınca ağu yutulmazYularsız develer katara gelmezHakkın ikrarını kime verdin sen”Yandılar, dertlere çare buldular. Kavgalar oldu en hasından, lafl arın vuruldu vuruldu gözüne!

Yahu kendi kendime, bunlar “Gelin canlar bir olalım”mı diyor, “Gelin canlar bir olmayalım” mı? Şaştım kaldım. Şeyh-ül İslam Ebussuud efendi hazretleri’nin ardılı Diyanet İşleri başkanı bile yaptığı konuşmada; “Ey erenler, Hacıbektaş köçekleri, bilerek size çok ettik, ya Allah Ya Muham-med Ya Ali, Hünkar Hacı Bektaş Veli kusurlarımızı affede, bundan böyle bu can da ‘Ben Aliyim, Ali Benim, bilmeyenler bilsin bunu’! diyorum” dedi. Vay be yer gök inim inim inledi! O öyle dedi, peki bu can ne mi dedi? Hep söyler hem yazarım Kızılbaş taifeleri var ya bunlar, bi güzel yanlış anlamışlar:

“Gelin canlar bir olalım”ı anlamışlar ki “Gelin canlar bir olmayalım, münkir de bu yüzden kılıcı bize çakı çakıversin!” Almış başını birileri Avrupa’dan, bazı hatun kişiler Köln’den hatun ermiş yolunda, Gazi Üniversitesi Kızılbaşları bir yandan, kimileri de kendi kendine “Cem” olmuş! Fermani buyurmuş kimisi der Alevilik İslam dışıdır, kimisi der bunu diyen haindir biz İslam’ın göbeğinin ortasındayız bre kâfi rler! Haydaaa, kimisi der Hacca gitmemişiz, caminin önünden geç-meyiz, abdestimiz alınmış, namazımız kılınmış!. Dedim, vaktim olsa, Aleviliğin nasıl İslam dışı olduğunu bin örnekle anlatırım; gelin canlar dedim, birliğe gelin, dirliğe gelin, vazgelin bölüm bölüm olmaktan!. Ne olduysa birlikten uzak kalınca gelmedi mi başlara eza/cefa? Gelin canlar bir olalım buyruğundan kim ayrı kala, kim ayrı düşe hali dumandır, kurtuluşu yoktur!. Bırakın şu sen-liği ve dahi benliği!. Ama hayır, kimse vazgeçmiyor benlikten, tüm boşadır bu çabalar! Ebussudlar aranızda! Şeyh-ül İslam’ın mihmanı olarak içinizden biri varıp gitmedi mi Mekke’ye? Her kim ki “Hararet nardadır sacda değildir/Keramet hırkada tacda değildir/Her ne arar isen, kendinde ara,/Küdüs’te Mekke’de Hac’da değildir” buyruğunu bırakan, tıpkı “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlık”ta olduğu gibi karanlığın en karanlığına düşüp yok olur, yok ederler! Devşirin aklınızı ba-şınıza.” Tabii bağırıp çağıran neyim oldu, velhasılı kelam bu “Alevilerin ve Alevi hareketinin sorun-larını tartışmak, önümüzdeki döneme yönelik ortak hareket noktalarını saptamak ve en önemlisi Bir Araya Gelebilme Koşullarını Değerlendirmek cem’i”, acımdır kemale ermedi/eremediler:

O gece özlediğim canlarla/kadim dostlarla, bacılarla Ali sofrasındaydık. Fatma ana bardağı aldı eline eyitti:

Resul Muhammet MustafaSaki Kevser Aliyel MurtazaMey-i Huna KarıştırıpDestur Eyvallah Ya Hüdaaaa!Cancana yapılan bardaklar boşaldı tam, saki yeni dem koyarken... Kaşık düşmanı, sultanım Filiz dürtükledi! “Hadi uyan, Esat Korkmaz cana söz verdin, önümüzdeki sayının yazısını öğlene kalmaz faks-larım demiştin!..”Fırladım yataktan... Rüyalar, ah rüyalar! Hayırlara vesile olur inşallah!Elbette, Gerçeğe Hüüüü!...

Antalya - 24 Mart 2005

Üç Yiğit

Tarih bin dokuz yüz yetmiş ikideÜç yiğit can verdi daracağındaGemerek, Şarkışla, Kızıldere’de

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Deniz, Yusuf, İnan çekildi dâr’aAnalar başına bağladı karaHalkın yüreğinde açıldı yara

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Nice devrimciler işkence gördüHalk hürriyeti onların derdiKaypakkaya sır vermedi ser verdi

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Kan gölüne döndü oy KızıldereGencecik fi danlar döşendi yereİdam sehpasında can vere vere

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Düzen baştan bozuk zihniyet hastaDuygular hüzünlü gönüller yastaMaraş’ta Çorum’da kanlı Sivas’ta

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Özgürlüğe giden yollar yıkıldıVatan sevenlere kurşun sıkıldıSuçsuz gençler zindanlara tıkıldı

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Aslan yatağına çakallar dolduVatanı milleti sevmek suç olduGönül bahçesinin çiçeği soldu

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Kutsaldır vatanın toprağı taşıÖzgürlük uğruna verdiler başıAnalar bacılar döktü gözyaşı

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

Sadistlik var faşizmin özündeÖzgürlük eşitlik halkın özündeDünya zindan Salih’inin gözünde

Üç yiğit can verdi darağacında Çok yiğit can verdi darağacında

SALİH ARSLAN

Page 4: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

4 Sayı 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

Avrupa’da Belirlenen Gündemi Türkiye Örgütleri de Kabul Etti

Ahmet Koçak – Esen Uslu

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ile Alevi Bektaşi Federasyo-nu’nun ortaklaşa düzenledikleri 1. Alevi Konferansı, 26-27 Mart tari-hinde Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın Ankara’daki toplantı salonunda yapıldı. Birlikte yapılan ilk toplantı olarak bir dizi aksaklıkları ve temelde yatan sorunlara karşın, başarılı bir çalışma oldu.

Konferansa Avrupa’nın dokuz ülkesinden gelen otuz beşe yakın ör-güt yöneticisi ile Türkiyeli örgütlerin yöneticileri katıldı. Konferansın birinci günü konukların konuşmalarına, ikinci gün ise ortak hedefl erin ve eylem planının belirlenmesine ayrılmıştı.

Konferansı kısa bir konuşmayla ABF Genel Başkanı Ali Doğan açtı. Ardından toplantıyı düzenleyen örgütler adına, AABK Genel Başkanı Turgut Öker ile ABF Genel Sekreteri Atilla Erden birer konuşma yaptı. Bunun ardından toplantı örgüt yöneticileri arasından dönüşümlü olarak görev alan divan heyetleri tarafından yönetildi.

İlk gün söz alan konukların arasında DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, KESK Genel Başkanı Sami Evren, Eğitim Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen, İnsan Hakları Derneği yöneticilerinden Yüksel Mutlu, Sendikacı-Yazar Yaşar Seyman, İnsan Hakları Danışma Kurulu üyeleri Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ve Prof Dr Baskın Oran, öğretim üyeleri Prof. Dr. Cengiz Güleç ve Yrd. Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya, Fransa’dan Kasım Yeşilgül, CHP Milletvekilleri Mustafa Gazalcı, Ali Rıza Gülçiçek ve Erol Tınaztepe; yazarlar Esat Korkmaz, Musa Ağacık, Yüksel Işık, Ali Balkız, Erdoğan Çınar, Necdet Saraç, Ali Yıldırım, İlhan Cem Erseven; hukukçular Hıdır Özcan, Kamil Ateşoğulları ve sanatçılar Musa Eroğlu ile Gülşen Altun ilk akla gelen isimlerdi.

İkinci gün konferansta konuşulan konuları bir sonuç bildirisinde to-parlamak üzere dokuz kişilik bir komisyon kuruldu. Konferans sonun-da çıkan bu metin daha sonra bir basın toplantısıyla duyuruldu.

Gündemi Avrupa BelirlediKonferans öncesinde, Avrupa Konfederasyonu yöneticilerinin yürütme ye başladıkları kampanya çerçevesinde,“Avrupa Birliği karşısında Alevi lerin birlik olduğunu göstermek gerek” anlayışı ile Cem Vakfı yöneticileri ile görüşmelerde bulunduğu biliniyordu. Bu tutum diğer Türkiyeli Alevi ör-gütlerin üst yönetimlerince hayret ve eleştiri ile karşılanmıştı.

Örneğin, Atilla Erden, Serçeşme’nin bir önceki sayısında yayımlanan röportajında, “AABK’na gelince, onlar birden bire işte hep beraber, her şeyi yaparız diye harekete giriştiler. Ama biz bundan sakındık. Çünkü fi kren birleşilmeyen bir yerde eylemsel olarak birleşmenin mümkün olma-dığına inanıyoruz” diyordu. Mart ayı içinde yapılacak bir örgüt toplan-tısına Avrupa örgütlerinden temsilcilerin de çağrılacağı belirtiliyor, “bir yanlışlık, bir kopukluk olabilir … gene de birçok şeyi birlikte yürütmek zorundayız” diyordu. Konferans bu kopuklukların giderilmesi ve fi kir birliğine varılmasında yol alındığını gösterdi.

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın 2-3 Nisan tarihinde Ankara’da aynı salonda yapacağı Sempozyum’un yoğun çaba gerektiren hazırlığı sürerken, ABF’nun aynı mekânda yine hazırlanması çok emek gerektiren böyle bir konferansı iki hafta içinde yapmaya kalkışmasının arkasında, Avrupa ve Türkiye örgütleri arasında yaşanmakta olan bu ayrım ve çatlakları giderme çabası yatmaktaydı.

Bu ayrımlar konuşmalara da yansıdı. Örneğin Turgut Öker açış konuş-masında, Avrupa Birliği çerçevesinde yaptıkları çalışmaları eleştirenleri, Alevilerin AB gündemine hapsedildiğini öne sürenleri, kendi çabalarını yanlış anlamak ve yanlış yansıtmakla suçladı. AB’ni Avrupa halkı ile öz-deş görmediklerini, AB’ndeki dayatmacı, çıkarcı yaklaşımların farkında olduklarını ve bunlara karşı AB kurumlarında demokrat ve sol güçlerle işbirliği yaptıklarını söyledi.

Buna karşın HBVAKV Genel Saymanı Ercan Geçmez’in konuşma-sında ise Avrupa örgütleri yöneticileri sert bir dille eleştirildi.

Türkiye’deki Alevi örgütlerinin, Avrupa’daki Alevi örgütlerinin gün-demine yabancı kalması, bir yanıyla örgütlülük ve perspektif yetersizli-ğinden kaynaklanmaktaydı. Bu eksiklikler, konferansın düzenlenmesin-deki ve yürütülmesindeki bir dizi eksikle kendini gösterdi.

Ancak, Türkiye örgütlerinin önde gelen yöneticilerinin Aleviliğin gündemine bakışları ile yönetimi paylaştıkları arkadaşlarının bazıları arasında da farklılıklar olduğu görüldü. Konferans, Türkiye örgütlerinin bazılarının, örneğin PSAKD’nin de Avrupa örgütleri ile aynı ya da ben-zer düşündüğünü gösterdi.

Her şeye karşın Konferans çağrısında belirtilen gündem, Avrupa’da hakim olan eğilimin Türkiye’de de ağır bastığını, Avrupa’nın gündemi-nin Türkiye’deki örgütlerce kabul edildiğini gösteriyordu. Bu çağrıya göre konferansın gündemi üç konu üzerinde yoğunlaşacaktı: Diyanet İş-leri Başkanlığı’nın Konumu ve Uygulamaları; Zorunlu Din Dersleri ve Cemevlerinin yasal statüsü.

Cemevlerinin yasal statü kazanması ve zorunlu din derslerinin kaldı-rılması konularının, Avrupa’daki Alevi kuruluşları tarafından Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik görüşmelerine başlayacağı Ekim ayına kadar ge-çen sürede kazanılabilecek hedefl er olarak görüldüğü bilinmekteydi. Bu konuda Avrupa’da başlattıkları kampanyanın paralelinde kampanyaların Türkiye’de de yürütülmesini istiyorlardı. Onlar açısından konferansın ya-pılması ve konferanstan bu sonucun çıkması önemliydi.

Aydınların UyarılarıBu nedenle Avrupa örgütleri konferansa deyim yerindeyse, “çıkartma” yapmışlardı. Gündemi ve divandaki konumlarını bu amaçla kullanmaya kararlıydılar. Bu nedenle konuk olarak davet edilmiş bilim adamlarının uyarıları dikkate bile alınmadı.

Zorunlu din derslerinin kaldırılması sloganına karşı, laik bir ülkede devlet eğitiminde, gönüllü bile olsa din eğitiminin yer almaması gerekti-ği görüşü dikkate alınmadı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet yapısında yer almasına karşı çı-kan, laik bir devlette böyle bir kurumun yeri olmadığını belirten öneri-ler de dikkate alınmadı.

Azınlık konusunda Prof. Baskın Oran’ın değindiği, Alevilerin Kürt ler gibi azınlık tartışmasında bir tuzağa düştüğünü belirtmesi dikkate bile alınmadı. Aslında Baskın Hoca’nın dile getirdiği konferansa katılanların çoğunun hatırlayacağı bir belgiyi gündeme getiriyordu: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz.” Ama diğer azınlıkların çıkar-larını da gözeten bir yaklaşım üzerinde görüşülmedi.

Avrupalı yöneticiler ile aynı yöne bakmayan, insan hakları sorununu evrensel olarak ele alan ve Aleviliğin rolüne bu çerçeveden bakan Genel

Page 5: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

Nisan 2005 5

SERÇEÞME

Yayın Yönetmenimiz Esat Korkmaz’ın konuşması rahatsızlık yarattı. Bu konuşmanın ardından divandan ve salondan gelen tepkiler ise üzücüydü.

İnanç Önderleri Davetli DeğildiAlevi Bektaşi halkın demokratik istemlerini savunmak için kurulmuş olan Avrupalı ve Türkiyeli derneklerin Türkiye’de yürütmek istedikleri bir kampanyada belli ki geleneksel inanç kurumlarına gereksinim yoktu. Bu nedenle Konferansa inanç önderleri davetli değildi.

Bu konuyu gündeme getiren ve “gündem dışına çıkan” çatlak seslere karşı tepki gösterdiler. Örneğin, Konferansın ikinci günü, Alevilerin de-mokratik haklarının savunulması konusunu gündeme getiren; inanç ön-derlerinin, dedelerin, Hacı Bektaş Dergâhı’nın dışlanmaması uyarısında bulunan Ergün Şanlı dedenin konuşması, salondan, divandan ve ardından söz alan konuşmacılardan tepki gördü. Konferansın gündeminin kararlı bir şekilde uygulanacağı ve gündem dışı görüşlere hoşgörü gösterilmeye-ceği açıkta ortaya kondu.

Buna karşın Musa Eroğlu da konuşmasında Aleviliğin inanç önder-lerinin, âşıkların önemini vurguladı. Pek ağza alınmayan bir sözcük ol-duğunu belirttiği “çözüm” sözcüğü ağza alındığı zaman, örgütlenmeden ve direnişten konuşulması gerektiğini, bu durumda inanç önderlerinin öneminin ortaya çıktığına değinerek geçmişten bir örnek verdi:

“Devrimciler, dedeleri bir kenara attılar. Halbuki ‘Aleviler devrimin fi danlığıdır’ denildiği zaman alkışlıyorduk. Şimdi vaz mı geçtik? Fi-danlık kurudu mu? Fidanlık kurumadı, yalnız fi danlığı sulayan yok. Kim suluyordu geçmişte? O beğenmediğimiz dedeler suluyordu. Biz beğenmiyorduk ama onlar bilgileri ölçüsünde suluyorlardı.”

Belli ki 1. Alevi Konferansı’nı düzenleyen demokratik örgütler, eşit haklar ve ayrımcılığın sona erdirilmesi mücadelesinde; açılacak kam-panyanın yaşama geçirilmesinde geleneksel inanç önderlerinin görüşünü almaya, onların en geniş katılımını sağlamak için en içten çabayı göster-meye gerek duymuyorlar. Bu yaklaşımın eksik ve hatalı yönü, önümüzde-ki günlerde Konferans’ta alınan kararların yaşama geçirilmesi sırasında daha iyi görülecektir.

Komisyon ve Sonuç Bildirgesiİkinci günün ilk oturumunda Konferansta dile getirilen görüşleri topar-layarak “Konferans sonuç bildirgesini hazırlamak üzere” dokuz kişilik bir komisyon, salona oylattırılarak seçildi. Bu girişim, karar alıcı yapısı ve yetkisi olmayan bir Konferans’tan, istenen bir kararı çıkartmanın yolu olarak görüldüğü açıktı.. Bu öneri oylandıktan sonra, salondan söz alan-lar ile divan arasında yapılan konuşmada söylenen ve divanı bile utandı-ran kahkahalarla karşılanan “bu iş bitti” sözleri bu tutumu yansıttı.

İki gün süren bir konferansta, neler konuşulduğunu ses kayıtlarından ve tutanaklardan inceleyerek bir sonuç bildirgesi çıkartmanın kısa bir süre içinde dokuz kişilik bir komisyonla yapılamayacağı açıktır. Konfe-rans biterken sonuç bildirisinin hazır olduğunun açıklanması da “cepte hazır olan” görüşlerin, “konferansı temsil eden” komisyonun bildirisine dönüştüğünü gösterdi.

Buna çok şaşmamak gerekir. Bu sol örgütlerde ve Avrupa’nın demok-ratik kuruluşlarında sık rastlanan bir çalışma tarzının yansımasıdır. Bu yola başvurulması, Avrupa Alevi örgütlerinde demokratik, katılımcı ve paylaşımcı çalışma anlayışının henüz yeterince yerleşmediğini gösterir. Sonuç alıcı olmak adına, “artık daha fazla geçikmeye tahammülümüz yok” söyleminin ardında, dar, sığ ve dayatmacı bir anlayışın Alevi örgüt-lerinin çalışmasına yansıdığını ortaya koymuştur.

Avrupa Alevi örgütlerinden gelen başka bir katkı, önümüzdeki dö-nemde çalışmalara ve kampanyalara sol sendikaları, insan hakları kuru-luşlarını katmak gerektiği yaklaşımıydı. Bu nedenle bu toplantının davet-lileri arasında ilk kez DİSK, KESK ve Eğitim-Sen yer alıyordu.

Bir zamanlar “İşçi Sınıfı Alevilerin Musahibidir” diyen anlayışı şid-detle reddedenlerin, dönüp-dolaşıp buna yakın bir anlayışa gelmesi olumludur. Alevi hareketini ülkedeki demokrasi güçlerinden tecrit etme eğiliminin geriletilmesi yolunda olumlu bir adım atılmıştır. Ancak, bu adımla gösterilen iyi niyetin sözde kalmaması, yaşama geçmesi gerek-lidir. Ayrıca Türkiye’de insan hakları ve eşitlik kavgasında kazanılmış birlikte çalışma deneyiminin de değerlendirilmesi gerekli.

Sonraki sayfalarda Konferansta yapılan konuşmalardan bir seçki su-nuyoruz. Zaman sınırlılığı nedeniyle konuşmaların bant çözümleri son düzeltmelerini yapmak üzere konuşmacılara sunulamamıştır. Konuşma-cıların ve okuyucuların anlayışına sığınıyoruz.

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

Konferans Açılış Konuşmaları

Alevi Bektaşi FederasyonuGenel Başkanı Ali Doğan’ın Konuşmasından

Alevi kimliğinin tanınması ve yurttaşlık tutumunun demokratikleşmesi için

Alevilerin ve Alevi hareketinin sorunlarının tartışılmasını Geleceğe yönelik hedefl erin oluşturmasını Ortak hareket noktalarının belirlenmesini Eylemlerimi ülkemizin diğer demokrasi güçleriyle birlikte gerçek-

leştirmeyi Çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir demokratik yeniden yapılanma-

nın sağlanmasını İrademizin ortak olarak kamuoyuna duyurulmasının sağlanmasını

amaçlamış bulunmaktayız.

Avrupa Alevi Birlikleri KonfederasyonuGenel Başkanı

Turgut Öker’in Konuşmasındanİlk kez bir “Alevi Konferansı” düzenliyoruz. Bu ülkenin asli unsuru olan, yirmi milyondan fazla potansiyelin, seksen yıl sonra “Birinci Alevi kon-feransı” yapıyor olması düşündürücü olsa gerek.

Bu konferansın bir başka özelliği de ilk kez sendikal hareketin, sivil toplum örgütlerinin ve siyasi parti temsilcilerinin katılmış olmasıdır. … Bugüne kadar Aleviler olarak kendi sorunlarımızı, istemlerimizi, nasıl bir Türkiye istediğimizi biz konuştuk, biz dinledik. Bugün bunun dışına çıkıyor olmak bizi mutlu kılmakta.

Avrupa’dan otuz beşe yakın arkadaşlarımızın gelmesi de büyük bir mutluluk. Avrupa’nın dokuz ülkesinde faaliyetlerini sürdüren konfede-rasyonumuzun yöneticileri ile Avrupa Alevi örgütlenmesinde katkıları olan arkadaşlarımızın aramızda.olması bu konferansın önemini vurgula-makta.

Bugün ülkemizde varlığı yasal düzeyde onaylanmayan, anayasal güvencesi olmayan, inancını özgürce yerine getiremeyen bir toplum durumundayız. Bu nedenle Alevilerin tarih sahnesine çıkması, örgütlen-mesi daha çok Avrupa merkezli gelişti.

Avrupa’da büyüklerimizin kırk yıldır yamasına rağmen, örgütlen-me kültürüne, deneyimine sahip olmamamız nedeniyle, son on yedi-on sekiz yıldır Avrupa’da örgütlüyüz.

Avrupa’da Alevilerin “Alevi” kimliğiyle örgütlenmesi 1988’den son-ra başlar. Almanya merkezli Avrupa örgütlenmesi 1991 yılında “Fede-rasyon” kimliğine kavuşur. Arkasından diğer ülkelerde yaşayan Alevi-lerin de kendi örgütlerini kurmasıyla birlikte 1998 yılında Avrupa Alevi örgütlenmesi federasyonlaşır. 2002 yılında Avrupa’nın dokuz ülkesinden bileşim Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’nda “Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu”nu kurar.

Bugün Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu bünyesinde 186 tane Alevi kültür merkezi var. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da var-

Devamı 6. sayfada

Page 6: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

6 Sayı 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

lığımız onaylanmadığı için sayımız da bilinmemektedir. Biz Avrupa’da üç milyona yakın vatandaşımızın yaşadığını ve bunun üçte birinin, bir milyona yakınının Alevi olduğunu düşünüyoruz. Bu resmi bir sayı değildir. Bu bir milyon Alevinin bugün ancak onda biri örgütlü. …

Konfederasyonumuzun bünyesinde bağımsız Alevi gençlik ve kadın örgütlenmeleri bulunduğu gibi, Dedelerimiz de Alevi örgütlenmesi içeri-sinde kendi kurumlarını yaratmış durumdalar.

Bugün Avrupa’da Alevilerin bir çatı altında örgütlenme süreci bir anlamda olumlu bir şekilde tamamlamıştır. Son birkaç yıldır hedefi miz, Avrupa kamuoyuna Alevi gerçekliğini, Alevilerin varlığını, inancını, kültürünü tanıtmaktır. ...

Bundan üç yıl önce Berlin’de başlayan, okullarda Alevilik dersleri, daha sonra Hamburg eyaletinde devam etti. Bu sürede Alman hüküme-tinin iki bilim adamına vermiş olduğu görev sonrasında, Konfederasyo-numuza bağlı “Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu”nun Almanya’da yaşayan Alevileri temsil eden bir inanç kurumu olduğu onaylandı. Bu hakla birlikte, Alman okullarda önümüzde ki eğitim döneminden itibaren normal ders saatleri içerisinde Alevilik ders olarak Alevi çocuklarına öğretilecek. Tabii ki, gönüllülük temelinde. Bu ülkede alıştığımız gibi zoraki değil.

Bu dersi federasyonumuzun belirlediği öğretmenler verecek. Bugün Türkiye’de olduğu gibi değil. Yani Mili Eğitim Bakanlığı’nın … sadece zorunlu din derslerini yaşatmak amacıyla Aleviliği zorunlu din dersleri-ne yama etmesi gibi değil. İçeriğinden tamamıyla federasyonumuz so-rumlu. Öğretmenleri federasyonumuz belirliyor ve öğretilecek Alevi-lik derslerini içeriği ile müfredat programını da federasyonumuzun eğitim komisyonu belirlemekte.

Biz bunu tarihi bir kazanım olarak görüyoruz. Bunun Almanya ile sınırlı kalmayacağını biliyoruz. Bildiğiniz gibi Avrupa Birliği süreci içe-risinde Avrupa’nın bir ülkesindeki bir kazanımın otomatik olarak diğer ülkelere de yansımakta. Bu süreç içerisinde Danimarka’da, Hollanda’da ve diğer ülkelerdeki arkadaşlarımız da okullarda Alevi öğretisine yer ve-rilmesi doğrultusunda girişimlerde bulunmaktalar. Bunu bugüne kadar yazılı varlığı olmayan, kendisini çok zor koşullarda bugüne taşımış olan bir potansiyelin bireyleri olarak, olumlu bir gelişme olarak görüyoruz.

Okullarda Alevilik dersi, önümüzdeki yıllarda otomatikman üniver-sitelerde Alevilik kürsülerinin açılmasına da ön ayak olacaktır. Açılan Alevilik kürsülerinde, okullarda Alevilik dersi veren öğretmenler yetiş-tirilecektir. Bu, bilim dünyasında da Alevilikle ilgili araştırmaları bera-berinde getirecektir.

Bu gelişmeleri aktarırken -bu tür toplantılarda sık sık duyuyoruz- Av-rupa’dan esen her rüzgarın arkasında, altında bir takım hesaplar aranma-kta. Tabii ki biz de biliyoruz, Avrupalılar nereye el atarlarsa, kendi çı kar-larını oraya aktarırlar. Fakat … Türkiye’yi yönetenlerle Türkiye halkını özdeşleştirmek ne kadar yanlış ise, Avrupa’yı yönetenlerle, siyasi erki elinde bulunduranlarla, Avrupa halkını özdeşleştirmek de o kadar yan-lıştır. …

Biz, Avrupa’da yaşayan Aleviler, kimliğimizin, inancımızın, var-lığımızın onaylanması, kabul görmesi ve kurumsallaşması hedefi nde görmüş olduğumuz desteği, insani destekler olarak görüyoruz. … Alevi kimliğinin Türkiye’de yasal olarak benimsenmesi, varlığımızın Anayasal güvenceye kavuşması, zorunlu din derslerinin kalkması, cemevlerinin inanç merkezleri olarak kabul edilmesi istemlerimizin Avrupa Parlamentosu’nca … onaylanması, sadece iktidarda bulunan güçlerin ter-cih belirlemesiyle olmadı. Bizler istemlerimizi bu tür plat formlarda sos-yal demokratların, liberallerin, sosyalistlerin, komünist lerin, yeşillerin ve diğer siyasi partilerin, inanç özgürlüğüne, fi kir özgürlüğüne sonuna kadar bağlı güçlerin desteği ile kabul ettirebildik.

Avrupa’da yaşayan Alevilerin sorunlarıyla ilgili medyada gündeme gelen tartışmaları siz de izliyorsunuzdur. Muhafazakar, ırkçı, bu ülke-yi bugüne getirmekten sorumlu güçler, demokratikleşme perspektifi nde atılacak adımlara öncülük edebilecek Avrupa’daki kazanımları bir takım çarpıtmalarla, gerçek dışı yorumlarla Türkiye kamuoyuna aktarmakta-dırlar. ... İnsanların düşünsel, fi kirsel, sosyal alanda eşitliğe sahip olma istemlerinin, bu tür iftiralarla karşılandığını … biliyoruz.

Bu toplantının üç ana hedefi vardı. Bu üç ana hedef, kendiliğinden oluşmadı. Özellikle geçtiğimiz yıl sonuna doğru bu salonda yaptığımız bir toplantıda cemevlerinin inanç merkezi olarak kabul edilmesini, cami-ler, sinagoglar, kiliseler gibi cemevelerinin de bir inanç merkezi olarak onaylanması istemimizi bir kampanyaya dönüştürmüştük. Bu kampanya Türkiye’de zor koşullarda yürütülmesine rağmen, kısa sürede sonuçlan-masına rağmen olumlu bir yankı uyandırdı. Avrupa’da 120 bine yakın imza toplandı ve bu imzalar Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü’ne bir basın toplantısı ile teslim edildi.

Gördük ki, Avrupa’da bugüne kadar Alevilerin sorunlarını sadece siyasetçilerle, diplomatlarla ve yerel yöneticilerle sınırlı ilişkilerimizi, halka taşıdığımızda, geniş bir kesimin Alevilerin bu haklı istemlerini desteklediğini görüyoruz.

Türkiye’de yasal düzeyde bir takım açınımlar sunulmuş olmasına rağmen bugün mevcut varlığımızın yasal güvenceye kavuşması doğrul-tusunda en küçük bir adım atılmamakta. Ülkeyi yöneten AKP zih-niyetinin çifte standartlı bir politika izlediğini görüyoruz. Avrupa’ya geldiklerinde ısrarla bizlerle görüşme istediklerini biliyoruz, görüyo-ruz, yaşıyoruz. Fakat Türkiye’de göreve geldiklerinden bu yana, Ale-vi Bektaşi Kuruluşlar Birliği’nin, Federasyon’umuzun, sorunlarımızı kendilerine iletmek amacıyla talep ettikleri randevuya bugüne kadar yanıt verilmemiştir.

Bu hükümeti Avrupa’da demokrat, Türkiye’de asimilasyoncu ve bi-zim varlığımızı inkar eden bir zihniyet izlediğini görüyoruz. Bu koşul-larda Avrupa ve Türkiye’de örgütlü Alevi mücadelesi içindeki arkadaşlar olarak bu duruma son vermek açısından, bu yürüttüğümüz mücadelenin yeni taleplerle de bütünleşerek ve ilk kampanyada ulaşamadığımız Alevi toplumuna ve Alevi toplumunun haklı istemlerini destekleyen dostlarına haklı istemlerimizi aktarabilmek amacıyla, bugün ve yarın yapacağımız değerlendirmelerle yeni kararlar alacağız.

Bu durumla ilk defa karşılaşıyoruz, biraz da bu noktada sitemimiz var. Türkiye’nin bu noktada olmasında varlığımız, mücadelemiz ve bu güne kadar ödediğimiz bedeller inkar edilmemiş olmasına rağmen, son on-on beş yıldır Türkiye’de yürüttüğümüz mücadelede, ne yazık ki, Türkiye’nin çağdaş, demokratik, inanç özgürlüğüne saygı duyan, Türkiye’nin çok kimlikli yapısına saygı duyan sivil toplum örgütlerin-den, siyasi partilerden, sendikal hareketlerden ciddi destek görmedik. Bunu da açıklıkla ifade etmek isterim, çünkü bugün bu dost larımızdan bir kısmı aramızda.

Bugün Türkiye’de laikliğin tam anlamıyla oturmasını isteyen güçler açısından, Alevilerin varlığının inkâr edilmesi görmezlikten gelinemez.

Bugün Türkiye’de tek inanç hakimiyeti, kendisi dışındaki bütün inanç guruplarını asimile etmeye çalışırken, Sünnileştirmeye çalışırken, ken-disine demokratım, laiğim, özgürlükçüyüm diyen güçlerin bu ülkede Alevilerin asimile edildiği duruma seyirci kalamaz. Alevi çocuklarının okullarda Sünnileştirilmesine seyirci kalamaz

Saygı duyduğumuz inanç merkezlerine, “inanç merkezi” olarak yak-laşırken, devlet orayı inanç merkezi olarak kabul edip, kendi yükümlü-lüklerini yerine getirirken, bizim inanç merkezimizin, yani cemevleri-mizin inanç merkezi olmadığı iddiası karşısında suskun kalınamaz. O anlamda da bu bileşimi, bugüne kadar Aleviler olarak yaşadığımız sı-kıntıların, Aleviler dışındaki Türkiye’nin gerçek anlamda yaşanacak bir ülke olması özlemiyle kendi alanlarında mücadele yürüten sivil toplum örgütlerinin, sendikaların, siyasi partilerin ve Alevi dostlarının bundan sonraki süreçte de yanımızda olmasını istiyoruz. Biz onlarla birlikte olmak istiyoruz.

Baştarafı 5. sayfada

Page 7: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

Nisan 2005 7

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

Alevi Bektaşi FederasyonuGenel SekreteriAtilla Erden’in

Konuşmasından

Bu toplantının ana amaçlarından birisi, Alevi sorunlarını uzmanlardan dinleyerek, birbirimizi bilgilendirmek ve illegal değil, her şeyi legal ola-rak yaptığımızı açıklamak.

Bugünkü iktidar köşe başlarında kimi ne olduğu belli olmayan bir iki kişiyi yakalıyor, “Alevi kitabı” yazdırmaya kalkıyor. Aleviler adı-na ne olduğu belirsiz kişiler çıkararak ve acayip de sıfatlar ekleyerek -bir tanesin söylemek zorundayım, çünkü belki çoğunuz izlediniz tele-vizyonda kapıştık- “Dünya Ehlibeyt Vakfı”. Biz “Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu” deyince, dediler ki, “Bakanlıktan izniniz yok, ‘Türkiye’yi kullanamazsınız.” Ama üç kişi çıkıyor, ne olduğu belli değil, “Dünya Ehlibeyt Vakfı” diye isim alıyorlar ve televizyonlarda, yazılı basında günlerce “Aleviler bunları, bunları istiyor” diye yaygara yapabiliyorlar.

Bunun temelinde iktidar erki kendi hayalinde kurmak istediği teok-ratik devletin temelini atmak için, Alevi gücünü yok etmek için bun ları ileri sürüyor. Maalesef Atatürk’ünde 1919’da dediği gibi bu ülkenin bu-gün, “Kalelerimiz zapt edilmiş, limanları zapt edil miş, ordusu zapt edil-miş.” Ama şimdi daha büyük bir tehlike var: Beyinlerimiz işgal edildi. Toplumun yarısın beyni işgale uğradı. Bu işgale karşı çıkmak için bu büyük toplantıyı hepinizin el birliği ile yapıyoruz. Katıldığınız için içten-likle teşekkür ediyorum.

Maalesef şimdiye kadar demokratik kitle örgütleri ile fazla birlikte-lik kuramadık. Bunun ana nedenlerinden birsi kendimizi tanıtamadığı-mız gibi iktidarlarında bizi yanlış tanımlamasıydı. Hep bizi “Dinsel ve mezhepsel bir kavgacı” olarak tanıttılar. Oysa bizim temel görevimiz, “Çağdaş, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyetini kurmak ve onun için-de de Alevi kimliğimizi sahiplenmek.”

Ama Alevi kimliği içindeki ilerici, Batıl’a karşı olan, demokrasiye, laikliğe yakın olan o yapıyı yok etmek için iktidarlar elinden geleni yıllar-dır yapıyorlar. Bu günde bu baskı umduğumuzdan daha fazla çoğaldı.

Fakat bu baskı bizleri yıldıramayacaktır, çünkü genç bir nesil yetişmiştir. Neyin, ne olduğunu bilen gruplar oluşmaya başlamıştır. Kimliğini isteyenler artık ortaya çıkmıştır. Bu ülkeyi dış güçlere, em-peryalist-kapitalist güçlere, çıkarcı Batı’ya teslim etmeyecek yiğit bir kitlesi oluşmuştur. Bununla iftihar edebiliriz. Başka da umut yok. Bize bizden başka dost da yok.

İşte bu yapıyı demokratik kitle örgütlerine aktardığımız zaman son bir yıldır büyük bir yakınlaşma oldu. Sayın DİSK Başkanı’na da teşekkür ederim, bizimle birlikte bir yakınlaşma girişiminde olduğu için. Çünkü biz bir mezhep kavgası değil, dinsel kavgayı değil, demokrat, laik, ge-leceğin aydın ve herkesin dik başıyla yürüyebileceği sosyal bir devleti oluşturmak zorundayız...

Konukların Konuşmalarından Bir Seçki

DİSK Genel BaşkanıSüleyman Çelebi’nin

Konuşmasından

Türkiye’de Alevi kimliği üzerindeki baskıları en yakından izleyen bir örgütüz. Bizim toplumumuz biraz unutkan olduğu için söylüyorum, yıl-larca yapılan baskı ve zulümden, binlerce şehit vermiş bir topluluktan söz ediyoruz. …

Bütün iktidarlar siyasal alana ilk çıktıklarında Alevilerle buluşma, Alevi kimliği üzerindeki sorunları giderme vaatlerinde bulunurlar. Ama iktidara geldiklerinde kendi yapılarına uygun politika sürdürürdüler. Egemen yapıları muhafaza eden bir sistemi daha da yaygın, daha baskıcı hale getirirler.

Sizle biz sivil toplum örgütleri, sendikalar, bu süreçte pek yan yana gelemedik. Bunun bizden kaynaklanan nedenleri olduğu gibi, sizden de kaynaklanan nedenleri vardır. Hayatın tüm alanlarında ortak mücadele yanlarımızın olduğunu, ortak mücadele hedefl erinin bir çoğunda buluş-tuğumuzu ifade etmek isterim. Alevi kimliği, laiklik, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri konusunda öne çıkan kültürdür.... Böyle bir kimlikle buluşma ancak örgütlü ilişkilerle olur. Örgütlü ilişkiniz yoksa, söyledik-leriniz, kararlarınız süreçlere dahil olmuyorsa, işbirliğine dönüşmüyorsa, o zaman orada sorunlar büyür.

DİSK’in ilkelerde buluşan bir anlayışı vardır. “Gelene ağam, gidene paşam” demeyen bir örgütüz. … Bir çok yapı, siyasi iktidar değiştikçe, onun eteğine tutunurlar. Biz, hedefi mizi ortaya koyan bir örgütüz. Soldan baktığımızı, sosyal demokrat, sosyalist yapılarla bir buluşma hedefi nde olduğumuzu, tabii ki kendimizi parti yerine koymadan, ama emekçi sınıfın çıkarlarının nerede olduğunu çok açık deklere eden bir örgütüz. Laiklik konusunda teminatın hangi siyasal anlayışta olduğunu bilen bir örgütüz. Onun için “gelene ağam, gidene paşam” demiyoruz. Her gelen iktidarın eteğine tutuşmuyoruz. …

Yeni dönemde dertlerimiz çok, sorunlarımız ağır. Diyanet İşleri’ne ayrılan bütçe ortada, bu bütçeye karşı eğitime, sağlığa ayrılan bütçeler de ortada. Kazanılmış haklara karşı saldırılar da ortada. O zaman bizi ortak eden, ortak paydada birleştiren birçok ortak noktamız var. Anlayışta, ideolojik duruşumuzda da beraberliğimiz var. İnsan hakları, demokrasi, laiklik ve bu ülkenin gerçek değerlerine saygı duyan örgütlü toplumun yaratılmasında bu temelde işbirliği yapan bir anlayışım olduğunu bu kürsüden ifade etmek istiyorum.

Page 8: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

8 Sayı 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

KESK Genel BaşkanıSami Evren’in

KonuşmasındanAslında konuşulan mevzu devletin yapısıyla ilgili. Devletin toplumla de-mokratik ilişkisini düzenleyen Anayasa’nın kapsamı, toplumun ihtiyaç-larına göre, bizzat toplumun kendi kurduğu ilişkiler üzerinde mişekil-lenmiş yoksa Cumhuriyet tarihinin geleneksel yapısı içerisinde, sürekli militarist bir yapının vesayeti, denetimi altında mı oluşmuş?

Bu mekanizmalarla kurgulanan, toplumu “zapt-ı rapt” altına alan; bütün yurttaş inisiyatifl erini devre dışı bırakan; misak-ı milli sınırları içinde yaşayan yetmiş milyon insanı yukardan denetleyen; onların düşünce, din ve vicdan özgürlüğünü, demokratik taleplerini, rahatsız eden bütün sesleri kısan bir “biat etme” rejimi olarak tanımlanabilecek otoriter baskıcı bir yapıyı oluşturursanız, toplumun taleplerini ne anayasa, ne de devletin kendi hiyerarşik ilişkisi karşılayamaz.

Türkiye’de 12 Eylül’e kadar olan süreçte her on yılda bir askeri darbe beklentisi süregelmiştir. Var olmayan demokrasi, bir başka güç tarafın-dan zaman zaman askıya alınmıştır. Her askıya alınma sürecinde de ye-niden bütün demokratik açılımlar önü tıkanmıştır. ...

Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaattin Dinçer’inKonuşmasından

Biz, buradan başlatılacak olan kampanyanıni özellikle din derslerinin zo-runlu olmaktan çıkarılması ile ilgili bir kampanyanın her yerde, her alan-da destekçisi olacağız. Hatta bu konuyu kendi kurullarımızda karar altına alıp, bu kampanyayı beraber yürütebiliriz. Talep, bizim de talebimizdir.

Prof. Dr Baskın Oran’ın Konuşmasından

1980’lere, hatta 80’lerin ortasına kadar gündemde “Alevilik” diye bir ko nu yoktu. Tabii, vardı, vardı ama, katliamlar biçiminde vardı. Ama gündemde de “Alevilik nedir” diye bir konu yoktu. Bu konu, 1950’lerde başlayan, fakat 1980’lerden sonra ciddi biçimde yoğunlaşan kentleşme olayı sonucu gündeme geldi. Çünkü kırsal alanda geçerli olan birtakım kurumlar, dedelik gibi, artık kentlerde işlevini yitirmeye başlamıştı. Buna karşılık kırsal alanda olmayan bir takım kurumlar, kentsel alanda bir ihtiyaç olarak belirmeye başlamıştı, mesela cemevi gibi.

Böyle bir ortamda, böyle bir arayış ortamında, böyle bir kaybolma ortamında çeşitli tanımlar ortaya çıkıyor. Devletin tanımı, sol çevrelerin tanımı ve özellikle bir de Alevilerin kendi tanımı, kendileri hakkındaki tanımları.

Devlet, dışa karşı başka bir şey söyledi, içe karşı başka bir şey söy-ledi. Dışa karşı dedi ki, “Bizi AB’ye alın. Korkmadan alın, çünkü bizde şeriatçılık olmaz, çünkü bizde Aleviler vardır.” İçe karşı döndü, “Alevilik diye bir mezhep yoktur. Yani Alevilik Sünnileştirilebilir bir yorumdur” dedi. Sol çevreler, Aleviliğin inanç boyutunu göz ardı ederek, onları bir toplumsal muhalefet militanı olarak tanımladılar.

Alevilerin kendilerini tanımlamalarına gelince, bu çok daha ciddi so-runlar içerdi. “Biz neyiz Aleviler olarak” sorusuna, Aleviler en azından beş tane tanım getirdiler. Tabii, bu beş tanımın alt dallarına gittiğiniz taktirde bu daha da çoğalıyor. Dediler ki, “Alevilik asıl İslam’dır”; dediler, “Alevilik Şiilik gibidir”; dediler, “Alevilik İslam’da bir mezheptir”; dediler “Alevilik çeşitli dinlerin ve inançların sentezidir”; dediler, “Alevilik din değildir, bir dünya görüşüdür.”

Bu durumda anlaşılıyor ki, bir tek Alevilik yoktur. Çok sayıda kör insanın bir fi li tanımlaması gibi, neresini tutarsa, bacağını, kulağını, hor-tumunu fi li çeşitli biçimlerde tanımlamak mümkündür. Aleviliği çeşitli biçimlerde tanımlamak mümkündür.

Kimlik arayışı, hatta -açıkça söylemekten çekinmeyelim- kimlik bu-nalımı ortamında, Aleviler yerleşik düzenin oyununa gelerek çok ciddi bir hata yaptılar. Sadece Aleviler yapmadı, aynı zamanda Kürtler de aynı oyu-na düştüler. Dediler deki; “Biz bu memlekette kurucu ve aslî unsuruz.”

Olay neydi? Kısaca hatırlatmama izin verirseniz olay şuydu: Avrupa Birliği’nde ve bütün dünyada geçen bir “azınlık” tanımı vardı. AB azın-lığı, ülkedeki vatandaş nüfusunun tümüne oranla daha az sayıda olan, hakim olmayan ve farklı olan, bunun yanı sıra bu farklılığı da kimliğinin vazgeçilmez unsuru sayan gurup olarak tanımlıyordu aslında.

Oysa Türkiye’de azınlık deşince bu söylediğim tanımla hiç ama hiç il-gisi olamayan bir şey anlaşılıyordu. Hatta iki şey anlaşılıyordu. Birincisi, ikinci sınıf vatandaş, hatta rezil vatandaş anlaşılıyordu. İkincisi de bölücü vatandaş anlaşılıyordu.

Nerden geliyordu bu aşağılayıcı tanımlı azınlık terimi? Hakim üst kimliğin yapısından geliyordu. Biz bugüne kadar Türkiye’de hakim üst kimliğin Türk olduğunu düşüne geldik. Halbuki biraz düşünürseniz, Türkiye’de üst kimlik Türk değildir, “LâHaSüMüt”tür: Laik, Hanefi , Sünni, Müslüman, Türk. Eğer siz bu beş unsurdan bir tanesine uymuyor idiyseniz, o zaman üst kimlik sizi dışlıyordu.

Bu durumda, tarihi bir takım çökellerin altında kaldığımızı anla-dık. Çünkü İstanbul’un fethinin ertesi yıl, 1454 yılında kurulan “Millet Siste mi”nin hala bugün devam ettiğini anladık. “Millet Sistemi” Osmanlı

Page 9: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

Nisan 2005 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

tebaalarını ikiye ayırıyordu: “Millet-i Hakime”, yani Müslümanlar ve bunun karşıt mevhumu olan, “Millet-i Mahkûme”, gayri Müslimler. ... Malum, ... “Hakim”, hüküm veren “mahkum” da kendisi hakkında hü-küm verilen, ikinci sınıf demektir.

Gerçi bu ikiye ayıran “Millet Sistemi” 1839’da Tanzimat Fermanı’yla resmen kaldırıldı. Ama, biz şimdi farkına varıyoruz, varlığı bugün de devam ediyor. Biz bugün farkına varıyoruz, Lozan’ın 37 ila 44. madde-leri “Millet Sistemi”ni tekrarlamaktan, kağıda geçirmekten başka bir şey yapmamış. Zihinlerimize, taşa oyar gibi nakş edilmiş bir “Millet Sistemi” etkisi altındayız.

Bunun sonucu olarak, gerek Aleviler, gerek Kürtler, AB’nin kendile-rinden “azınlık” olarak bahsetmesi üzerine ayağa fırladılar ve, “biz azın-lık değiliz, biz aslî unsuruz, biz kurucu unsuruz” dediler.

Hakim düzenin etkisi altında oldukları için hiç akıllarına getirmediler ki, bu iki terimin, “mevhum-u muhalifi ”, yani karşıt kavramı, “kurucu olmayan ve talî unsurudur.” Aleviler ve Kürtler aynen “LâHaSüMüT”ler gibi, “Biz kurucuyuz, biz aslî unsuruz” deyince, kendileri dışındaki bütün unsurları, kurucu olmayan, talî unsur haline getirdiler. Aleviler hiç farkında olmadan kurulu düzenin büyük bir tuzağına düştüler.

Peki, benim adımın kürsüye gelmem için başkanlık divanı tarafın-dan telaffuz edilmesinden önce kalkıp, iki kelimeyle içini döken hanıme-fendinin sorusu ne olacak? O hanımefendinin sorusu ancak, Türkiye’de gerek Alevilerin, gerek Aleviler dışındaki vatandaşların, temelini ifade özgürlüğünün teşkil ettiği insan haklarını müdafaa etmesi sonucu oluşa-bilecek bir ortamda tartışılabilecek. ...

Ancak, ifade özgürlüğünü sınırsız olarak getirebilecek bir insan hak-ları ortamı oluştuktan sonra yapılacak tartışmalar ... tatmin edebilecek bir tanıma yol açacaktır. Yoksa, Gökkafes’i yapan da Alevi, yıkmak için soyunan da Alevi. Alevilerin artık çok şapkaları var. Aslında bu kaçı-nılmaz. Bu ancak ifade özgürlüğü ortamı geldiği zaman olacak. O ifade öz gürlüğü ortamı da Alevilerin de, bütün Türkiye’de yaşayanların da, hiçbir alt kimliği ötekilerin üzerine çıkartmayacak Türkiyeli üst kimliği altında ifade özgürlüğünü sınırsız olarak getirmeye soyunmaları sayesin-de olacak.

Türk-İş Genişletilmiş Başkanlar KuruluÜye Sendikacı - Gazeteci

Yaşar Seyman’ın KonuşmasındanAlevi örgütleri artık yalnız inanç örgütleri değil, aynı zamanda demokratik örgütleridir. Bunu görmeyenler, bence görseler çok iyi olur. Çünkü sadece inanç bazında görürlerse Alevi örgütlerini, o zaman “on-lar kendi örgütlerini kurmuşlar, kendi sorunları kendileri tartışsınlar, kendileri çözsünler” diyeceklerdir. Oysa gerek Avrupa’da, gerek Türki-ye’de Alevi örgütlerinin küreselleşmeye, iletişim devrimine, çevre soru-nuna, kadın sorununa, Kürt sorununa, emek dünyasına yönelik çok önemli düşünceleri ve görüşleri vardır. Bunlar çok kısa sürede gün ışığı-na yapıt olarak çıkacaktır. Ve o zaman siyasi partiler ve ülkedeki emek örgütleri ve diğer sivil toplum örgütleri Alevilerle kurumsal ilişkiye gir-menin yollarını arayacaklardır.

Son yılarda üç dinamik göz önündedir. Birisi İslam dinamiğidir, bu-gün iktidardadır ve Aleviliği görmezden gelmektedir. Birisi, önemli bir

dinamik, Kürt dinamiğidir. Bugün çıkmaz bir sokaktadır. Türkülerin diliyle söylersek; “Gide gide bir söğüde dayanmışlar”dır. Üçüncü dina-mik, Alevi dinamiğidir. Aleviler kendilerinin kuşatılmışlıklarının farkın-dadırlar, öğretilerinin güzelliğinin, eksiklerinin farkındadırlar. Bunları bireysel aşmanın yollarını bırakıp, sorunlarının çözümünde örgütlerle yol alacaklardır.

Ben burada bir yurttaş, bir kadın hakları savunucusu, bir yazar, tabii ki bir sendikacı, bir siyasetçi, ama bir Alevi kadın kimliğimle de varım. Kadınlar Alevilerde önemlidir, daha dünyada kota yokken Aleviler kırk-lar cemine on yedi kadın almıştır. Bunu kim biliyor, hangi aydın biliyor, söyler misiniz? … Anadolu’da cumhuriyetin kuruluş harcına katılan Aleviler, aydınlama devrimine de çok büyük katkılar koymuşlardır. Kız çocuklarını Aleviler Anadolu’da okula göndermişlerdir, çünkü Aleviler kız ve erkek çocuğu diye ayırmazlar ki! …

Şunu önerebilirim: Örgütlerimizin kurumsal kimliklerini sağlamlaştı-ralım. Siyasi partilerle ve diğer sicil toplum örgütleriyle kurumsal ilişki içinde olalım. “A” Partisinin genel başkanına yakın görünmenin bize ya rarı yok. Bireysel çıkarlarımız için oralarda varolmanın yararı yok. Öğretimize yararı yok. Hacıbektaş’a gidin bugün, inanç merkezidir. Sek-sen yıllık cumhuriyet tarihinde kocaman bir köydür. İşte Cumhuriyet’in, ülkeyi yönetenlerinin Alevilere bakışı çok açıktır, nettir. Alevi örgütleri bu ülkedeki hoşgörünün okullarıdır. O nedenle kendi değerlerimize de sahip çıkalım. …

Musa Eroğlu’nun KonuşmasındanSizlere kitaplarla, yazılarla seslenemiyorum. Ancak geriye doğru dönüp baktığımızda kabullenebileceğimiz köşe taşlarımız var: Edip Harabi’ler, Turabi’ler, Pir Sultan’lar, Şeyh Cüneyt’ler, Seyit Nesimi’ler. Bu insanlar savaş vermişler … Biz ise edebiyatı yapıyoruz. Direnişte yokuz. …

Herkes bir Alevi öğretisinden bahsediyor. Burada konuşan bir dos-tumuz altı, yedi çeşit Alevilik var derdi. Bence eksik söyledi, ben ona elli fi lan diyorum. Çünkü … Alevilikte ölçüt köydeki nenemin, şehirdeki okuyup yazma bilmeyen babamın anlayışı olduğunu düşündüğümüz sü-rece hiçbir yere gidemeyiz … Bunun için bir Alevilik özeti de ben yap-mak istiyorum:

Dost yüzü gördükçe eyvallah demekTa ezelden beri bu adetimdir.Aşkın Kâbe’sinde imama uymak Dostumun cemali ziyaretimdir

Gerçek isen gönlüm aynadır HakkaKâbe bir gönüldür, değildir MekkeNe mescit isterim, ne dahi tekkeİnsanlığa hizmet ibadetimdir

Dostumun zülfüne olmuşum berdarBudur benim için büyük iftiharNe cüppe giyerim, ne külahım var. İnsanlık kisvesi kıyafetimdir

İbreti’yim değiştirmem niyetiBatıl hurafeye etmem biyatıİbadet sayarım dosta hizmetiBu da göze çarpan kabahatimdir

Page 10: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

10 Sayı 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

Gazeteci - Yazar Musa Ağacık’ın Konuşmasından

Bu toplantıda ... mevcut yasalar karşısında hak ve özgürlüklerimizi nasıl savunacağız; nasıl kendi zaafl arımızı aşabileceğiz; örgütler arasındaki diyalog eksikliğimizi nasıl gidereceğiz bunları tartış-mamız gerekiyor. ...

Diyalog eksikliği Alevi örgütleri arasında ciddi bir sorun. Kimse kimseyi beğenmemekte. Birine kızıyoruz, hemen gidiyoruz bir dernek kuruyoruz. Bu, kültürümüz açısından doğru değil, ahlaki de değil. Sorunlarımızı aramızda çözmeliyiz. Alınganlıklara gerek yoktur. Kişisel sürtüş-meler ya da örgütsel dargınlıklar olabilir. Ama Alevilik konusunda yazı yazan arkadaşlarımızla -kim olursa olsun- bir arada durma erdemini gösterelim. Gönül isterdi ki, İsmail Engin, Rıza Zelyut, Reha Çamuroğlu, Cemal Şener, Murtaza Demir de olsun. Alevilikle ilgili kimin elinde eteğinde taşları varsa, gelip bu er meydanında döksün. Bu canlar meydanında yüzleşerek, anlatarak yol bulabiliriz, sorunlarımızı çözebiliriz. Kendi aramızdaki düşmanlıklara, kişisel sürtüşmelere ya da bir takım menfaat ilişkileriyle birbirimize düşersek, düşmana gerek kalmaz.

Bir başka nokta, iç sorunlarımızda çift başlılık var gibi görünmektedir. Bu doğru bir şey değildir. Almanya Alevi örgütlenmesi ile yurtiçi Alevi örgütlenmesi çift başlı bir görüntü arz etmektedir. Bu, bizim yararımıza değildir. Tecrübesizlikten kaynaklanan bir durumdur. Bunun giderilmesi hepimizin yararındır. Burada birlikte bulunulması, bu konferansta her iki değerli ör-gütümüzün isimlerini birlikte zikretmeleri, Alevi örgütlenmesine bir genel moral aşısı yapacak-tır. ...

Tartışma kültürü eksikliğimiz var. TV’lerdeki tartışmalarda bunu açık ve net olarak görüyoruz. Kamuoyu önünde tartışırken, “Tanrı’ya inanıyor, inanmıyor; Müslümanlık içidir, dışıdır” türü tartışmalara girmeyelim. Bunlar doğru tartışmalar değildir. Teolojik yapılanmamızı felsefi derin-liğiyle zaman içinde kendi aramızda tartışabiliriz. ... Alevilik şudur, budur demek yerine, kısaca insan olmak, insana saygı duymak, ırk, din, dil ayrımı yapmamaktır deyip keselim. Ama, “biz Aleviler olarak varız; yasal zeminde haklarımızı vardır” diyebilmeliyiz. “Biz haklarımız için bura-dayız”, diyebilmeliyiz. ...

Yurtiçinde ve yurtdışında yayınlanmakta olan haftalık, aylık dergilerin tek merkezde top-lanması bilincini edinmeliyiz. O zaman bizim sesimiz gür çıkmaya başlar. ... Bir merkezi yayın organımız olmalıdır, bu haftalık bir gazeteye dönüştürülebilir. Bir de aylık çok nitelikli bilimsel bir dergimiz olmalıdır. Bu dergide Alevi toplumunun yetiştirdiği insanlar olabilir, hem de bizim dışımızda gerçekten bilimsel kuşkuları olan, emek veren, yaratıcılık yeteneği olan insanların buralarda yazı yazması gerekir. Bu yapılmadığı taktirde, basın çalışması ... Malatya ağzıyla, “sen sene pişir, sen sene ye” dedikleri gibi olur. Bir yere gidemeyiz. Basın işini ciddiye alalım. ...

Demokratik kitle dernek ve kurumların Alevi toplumundan, örgütlerinden uzak durma eğilimi var. Biraz önce konuşan KESK Başkanı ve Eğitim-Sen Başkanı canlara cemevlerinin yasallaşması konusunda imza verip, vermediklerini sordum. İkisi de itiraz ettiler, “Biz cemevinden yana değiliz” dediler. ... Bu anlamda Türkiye’de bir Sünni damar var. Yani, Sünni damar salt devlette değil, demokratik kitle derneklerinde de var. ....

Cemevlerimizin bazılarında Kuran kursu var. Bu talihsiz ve utanç verici bir şeydir. Kabulle-nilebilecek, savunulacak bir şey değildir. ... Kuran kursları ve cemevlerine gelen bacılarımızın, anmalarımızın başlarını örtünmeye zorlanmaları toplumumuzun nasıl bir gerici etkileşimle karşı karşıya bulunduğunun somut göstergeleridir. ...

Örgütlerimizde, mesela burada kadın ve gençlik yok. Nerede gençlik?... Biz burada geleceği-mizi tartışıyoruz, ama salonda gençlerimiz yok. Gençlerimizi bu merkezlere getirecek projeleri-miz olmalı. Alevi kadınlarının yaşadığı sorunların da bu kürsüden dile getirilmesi gerekiyor. ....

Derneklerdeki kitaplıklar birer süs köşesi olmaktan öteye geçemiyor. Bu TV tartışmalarında da kendini gösteriyor. Örgütlerimizin yöneticileri gereği gibi okumuyor, araştırmıyor. Kendi kim-liğimizi kamuoyu nezdinde ifade edebilecek birikime sahip değiller. ... Bu anlamda dernekleri-mizdeki ve vakıfl arımızdaki kütüphanelerden gerçekten yararlanalım. ...

HÜSEYİN GAZİ METİN DEDE

Hüseyin Gazi Metin Dede’nin Konferansın bi-rinci günü okuduğu deyişi

Anadolu’muzun Alevisiyim

En-el hak deyip de geri dönmeyenAnadolu’muzun AlevisiyimHuri, Gılman, cennet ile kanmayanAnadolu’muzun Alevisiyim

Sevgidir dilimiz, Kabe’miz insanKırkların Cemi’nde eşittir her canBizim için birdir gavur, MüslümanAnadolu’muzun Alevisiyim

Allah ile insanları korkutmamCennet ile cahilleri avutmamKıl köprüsü, hayal, hurafa yutmamAnadolu’muzun Alevisiyim

Vahye aldanmam, bilimde varımAkılla, mantıkla yaparım yorumÇağı yakalamak amacım, zorumAnadolu’muzun Alevisiyim

Ele, bele, dile sahibizdir bizCan evinde uyanmıştır gözümüzKanundur, senettir bizim sözümüzAnadolu’muzun Alevisiyim

Mum söndü, iftira, kuyu kazdığınAsıp, kesip, zindanlarda ezdiğinKafi r diye derisini yüzdüğünAnadolu’muzun Alevisiyim

Kuyucu Hasan’lar, Yavuz Selim’lerToplu katliamlar yaptı zalimlerZalimin zulmünden korkmaz alimlerAnadolu’muzun Alevisiyim

Bizim için yapılmıştı zindanlarYalnız idim fazla garip insanlarDört yüz yıl uğruna çok verdik canlarAnadolu’muzun Alevisiyim

Kızılbaşlık şöhretimiz, tacımızGelin bir olalım, bitsin acımızBir ölür, bin doğar bizim gücümüz Anadolu’muzun Alevisiyim

Ezilen halk dostum, ezen düşmanımSivas’ta yaktınız otuz beş canımVursan, bombalasan değişmem yönümAnadolu’muzun Alevisiyim

Diyaneti, din dersini kaldırınÖrümcek kafaya bilim doldurunKimliğimizi tüm dünyaya bildirinAnadolu’muzun Alevisiyim

Beş vakit camide yatıramadınAsimile edip, bitiremedinŞeytan taşlamaya götüremedinAnadolu’muzun Alevisiyim

...

Gazi Metin, silahım yok, sazım varHorasan’dan Çamçıkan’a dizim varBoyun eğmez başkaldıran özüm varAnadolu’muzun Kızılbaşıyım

Page 11: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

Nisan 2005 11

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

İnsan Hakları Derneği Yöneticisi Yüksel Mutlu’nun Konuşmasından

Öncelikle bir tespit yapmak istiyorum. Ben burada daha çok kadın, daha çok kadın konuşmacı görmek isterdim. Bunu bir serzeniş olarak kabul ederseniz sevinirim. ...

İnsan hakları bütün insanlar için evrenseldir ve bütündür. Ülkelerin kendi iç hukukuna göre şekillendirilemez. Başta yaşam hakkı olmak üzere; işkence görmeme yasağı, kişi güvenliği hakkı, tarafsız ve ba-ğımsız mahkemelerde yargılanma hakkı, ifade özgürlü hakkı, özel ya-şamım korunması hakkı gibi temel insan haklarından biri de inanç ve vicdan özgürlüğü hakkıdır. ... İnsan hakları açısından inanç ve vicdan özgür lüğü, birey veya grupların inançlarını özgürce belirlemeleri ve yine inançlarının gereklerini özgürce yerine getirebilmeleri hakkıdır. ...

Kişi ve gurupların inançlarını ve inançlarının gereklerini özgürce yaşayabilmeleri ancak laik bir hukuk devletinde olanaklıdır. Bir devletin laik olması laikliğin temel değerleri olan din ve vicdan özgürlüğünün, dini tercihlerin hukuki eşitliğinin ve devletin tarafsız olması ilkelerinin yaşam bulmasına bağlıdır.

İnanç ve vicdan özgürlüğü laik devletin, bireyin inancını ve bunun gerektirdiği ibadetini uygulamada tamamen özgür olması ve bunun hukuksal alt yapısının sağlanmasını gerektirir. Bireyin, dilediği dini ve dilediği mezhebi seçme özgürlüğüne sahip olma hakkının yanında inan-mama özgürlüğüne de sahip olmasını içerir. İnanç ve vicdan özgürlü-ğü devlete, dinler, mezhepler ve dinlere karşıt olan inançlar karşısında ayrım yapmama; her bireyin inancını özgürce seçebilme koşullarının hazırlanması görevini yükler. Bireyin ya da inanç gruplarının, inançların-dan dolayı uğrayabileceği her türlü ayrımcı uygulamalara karşı hukuksal koruma mekanizmalarının yaratılması da devletin görevidir. ... Devlet, bir inancı topluma kabul ettirmek ya da diğer bir inançlar karşısında avantajlı kılmak için psikolojik ya da maddi destek sağlayamaz. ...

Seksen yıllık Cumhuriyet tarihinde sivil iradenin yaptığı bir anayasa yani toplumsal sözleşme, ne yazık ki, hâlâ yok. Hep darbe yasalarıyla yönetildik. Ve hâlâ yönetiliyoruz. Darbeler kendi kurallarını topluma dayatmak için gelirler. Darbe yasalarıyla yönetilen ülkelerde temel hak ve özgürlüklerin yaşam bulması mümkün değildir. Türkiye’de bu güne ka-dar yapılan tüm anayasalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik, laik bir hukuk devleti” olduğunu yazdı ve söyledi. Oysa böyle mi? ...

Demokratik olmayan bir devletin, laik olması düşünülemez. Diyanet İşleri Başkanı’ndan cami imamına kadar herkesin devlet memuru olduğu devlet, laik olabilir mi?

Aleviler, cemevi-cami karşıtlığına düşülmemelidir. Aleviler, devletin dinden elini çekmesini ve gerçek anlamıyla laik olmasını, demokratik-leşmesini savunmalıdır. Ancak bir inancın “iki can, bir cem” ise de, kendi kurallarının bir sonraki kuşakta yaşam bulması için bir mekana ihtiyaçları vardır. Bu da cemevidir. Bu mekân kendi özgür koşulları içe-risinde, oluşturulmalıdır. Aksi halde, resmileştiği oranda kendi özünden uzaklaşır diye düşünüyoruz. ...

Türkiye İnsan Hakları Vakfı Genel Başkanı Yavuz Önen’in Konuşmasından

Son zamanlarda insan hakları ortamında ve Avrupa resmi ortamlarında çok önemli bazı kavramlarla karşılaşmaya başladık: “Müslüman Türki-ye” söylemi. Avrupa Parlamentosu Başkanından, Başkan Yardımcısı’n-dan, tek tek AB ülkesi resmi temsilcilerinden bunu çok sık duymaya başladık. Strasbourg’da ilk duyduğumda bunu başkanın konuşmasına müdahale ettim:

“Sayın Başkan siz, ‘Müslüman Türkiye’ imajını ve söylemini ‘Hıris-tiyan Türkiye’yi hatırlatmak için mi söylüyorsunuz? Sizin AB süre-cinde Türkiye’nin önüne koyduğunuz Kopenhag kriterleri içinde dini inanç bir ölçü olarak mı geçiyor? Avrupa’da Hıristiyanlık dışında başka inançlara sahip insanlar yok mu? Türkiye’de Müslüman olma-yan yurttaşlar yok mu?”

Bütün bunların altına çizgiyi çekip, şöyle duruma baktığımızda, bu söylediğinizin bir dayatma ve bir zorlama olduğu görülüyor. Aynı durum, geçen hafta Paris’te parlamento binasında yaptığımız bir insan hakları söyleyişinde ortaya sürüldü.

Şöyle bir süreç işliyor sanıyorum. Tıpkı Mona Lisa’nın başına türban bağladıkları gibi, demokratik değerlere de türban bağlamak istiyorlar. Çünkü “Müslüman Türkiye”nin hemen sonrasında “Demokratik İslam”, “Cumhuriyetçi İslam” gibi kavramlarda gelmeye başlar. Hatta bazı bilim adamlarımızca AKP hükümetinin bu kavramların temsilcisi olarak, Mus-tafa Kemal devrimlerinin çağımızdaki uygulayıcıları olarak nitelenmeye başlandı. Bu çok ciddi tehlike ve tuzaktır.

SBF Öğretim Üyesi Ayhan Yalçınkaya’nın Konuşmasından

Bir arkadaşımız “İnsanlar dini inançlarını sonuna kadar yaşasınlar, buna karışmayız” dedi. Biz bunu savunuyor muyuz gerçekten? ... Ben buna ke-sinlikle karşıyım. Tabii ki, devlet müdahale edecek: Biz istesek de iste-mesek de. Düşünün ki, Sünniler Sünniliği sonuna kadar yaşamak istiyor.

Devamı 12. sayfada

Page 12: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

12 Sayı 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

Zaten istedikleri bu ve zaten sizin şikayet ettiğiniz bu. Onların bu sonuna kadar yaşama isteği, Alevilerin ölüm fermanından başka bir şey değil.

Öbür yandan Sünnilerin de devletle sorunu var. ... Aramızdaki farkı nerede, nasıl inşa edeceğiz? Örneğin türbanlı kızlara içiniz acımıyor mu? Ben üniversite öğretim üyesiyim ve acıyorum, çünkü kadın oldukları için cezalandırılıyorlar. Siz hiç sakallı Sünni Ortodoks birini üniversiteye alınmadığını gördünüz mü? Görmediniz. Ama söz konusu olan dinsel simge kadınlarda tezahür edilince cezalandırılıveriyorlar. Bu çocuklara yazık değil mi? Bu çocukların da devletle bir derdi var.

O zaman farkı nerde bulacağız? Dolayısıyla en temel sorudan başla-malıyız. Devlet din dersine niçin ihtiyaç duyar? Bunu arkasındaki soru şudur: Din nasıl olur da gündelik toplumsal hayatımızda, ortak yaşanan deneyimlerde bir pratik olmaktan çıkar? Din nasıl olur da sadece ve sadece bir eğitim konusu haline gelir? Bir dinin gerçekte vermek istediği şey nedir? Kendi iddialarına göre, din eğitimi neyi amaçlamaktadır? Doğruluğu, güzelliği, ahlakı, iyiliği, vermeyi... Bunun anlamı nedir? Siz dindarlığı, adilliği, güzelliği gündelik toplumsal yaşamınızda ço-cuklarınıza kazandıramıyorsunuz demektir. Bir toplumu bütünüyle din-sel eğitimden geçirme iddiasındaysanız, toplumsal yaşamınızda bunlar yok demektir. Bunun anlamı şudur: Din eğitimi gerçekte dinsizliğin iti-rafıdır.

Madem bugün dinsel eğitimle kazandırmayı iddia ettiğiniz şeyler gerçek hayatta yoktur; madem din dediğiniz şey dinsizliğe dönüşmüş-tür, o halde öğreteceğinizi iddia ettiğiniz dinin bilgisini nereden ve nasıl elde edilmiştir? Kendisi dinsizliğe batmış olan bir öğretmenler topluluğu, nasıl olur da, din eğitimini, öğretimini verilebilir?

Aynı şeyi bu kez tersinden Aleviler için de soruyorum. Almanya’da “Alevi din eğitimi dersi” verilmeye başlandı. Bunun anlamı da tıpkı Sün-nilik için söylediğimiz şeydir. Bir yerde Alevi’ye din eğitimi verme ihti-yacı duyuluyorsa, Aleviliği kolektif, ortak yaşanan, bir davranış tarzı, bir öğreti tarzı olarak göremiyorsanız, açıkça Alevi eğitiminin dillendirildi-ği yerde Aleviliğin öldüğünün itirafı vardır.

Almanya’da çocuklarımız “Aleviliği öğrensin” sözünün arkasından gelen şikayet şudur: “Çocuklarımız Aleviliği öğrensin, çünkü Almanya çocuklarımı-zı baştan çıkarıyor suç oranı bunların arasında çok yüksek.” … Zaptedemedi-ğiniz, gündelik hayatının neye, nereye doğru dönüştüğünü bilmediğiniz, zaptedemediğiniz enerjiyi, gençliğin enerjisini din yolu ile zaptetmeye çalışıyorsunuz. Derdiniz Alevilik değil. …

İkincisi, çok pratik bir nedeni var. Bize hemen şunu söyleyecekler: “Çocuklarımız öğrensin, en azından cenazelerimizi kaldıracak biri ol-sun.” Ama ben onlara şunu soracağım: “Sizin dedeleriniz, atalarınız Selçuklu’nun, Osmanlı’nın, daha düne kadar Cumhuriyet’in dağlarında, bunların yeniçerileriyle, askerleriyle, jandarmayla köşe kapmaca oynar-ken siz, ölülerimizi kaldırmak için dede mi çağırıyordunuz?

Alevilikle mesafemiz önemli bir şekilde açılmış. Ve bunun nedeni iki cami arasında beynamaz kalmamızdan. Birinci cami, Ortodoks İslam. Sünnilik, bize yukarıyı, görünmeyen bir tanrıyı işaret ediyor. İkinci cami devletin ta kendisi. Bize ulusu işaret ediyor. ... Ve biz bu ikisinin arasında, ne yazık ki Cumhuriyet tarihiyle birlikte ağır bedelleri olan bir seçim yaptık. Devleti seçtik. Bunun bizi koruyabileceğine inandık. ...

Ali Balkız’ın KonuşmasındanNe den se bu zo run lu din ders le ri ko nu su nu, di ğer bir çok ko nu da ol du ğu gi bi yo ğun luk la biz Ale vi ler ko nu şu yo ruz. Ko nuş mak, tar tış mak el bet te hak kı mız, hat ta işi miz, ama keşke toplumun diğer kesimleri de bizler ka-dar du yar lı ol sa lar. Ama ne ya zık ki, baş ta si ya si par ti ler ol mak üze re, De mok ra tik Kit le Ör güt le ri, sen di ka lar, mes lek ku ru luş la rı, tek tek ay-dın lar, ya zar lar, ye ri gel dik çe ko nu ya iliş kin bir kaç söz et me nin öte sin de pek faz la bir şey yap mı yor lar, po li ti ka üret mi yor ve mü ca de le et mi yor lar. Do la yı sıy la iş ba şa dü şü yor.

Gel di ği miz nok ta açık... AB Tür ki ye’nin önüne bu konuyu “ev öde vi” olarak koydu... Milli Eği tim Ba ka nı Hü se yin Çe lik de bu öde vi ni ila hi yat-çı la ra ha va le et ti. Önü müz de ki öğ re tim yı lın da “Din Kül tü rü ve Ah lâk Bil gi si” ders le ri kap sa mın da Ale vi lik de oku tu la cak mış. Ale vi li ği na sıl ta nım la ya cak lar, ne si ni, na sıl öğ re te cek ler he nüz bil mi yo ruz (as lın da bi li-yo ruz) ama, il gi li prog ra mı ila hi yat çı lar ha zır la ya cak mış. “Ne den?” di ye so rul du da Ba kan’a; “Bu uz man lık işi dir” di ye ya nıt la dı....

Din Kül tü rü ve Ah lâk Bil gi si öğ re ti mi nin Ge nel İl ke le ri Bö lü mü’nün da ha bi rin ci mad de sin de şöy le bir il ke be lir le miş ler: “Dev le ti mi zin la ik-lik il ke si da ima gö zö nün de bu lun du ru la cak, bu il ke her za man ti tiz lik le ko ru na cak tır. Hiç bir za man vic dan ve dü şün ce öz gür lü ğü ze de len me ye-cek tir. Kim se di ni uy gu la ma la ra zor lan ma ya cak tır.”

İn sa nın; “Bu ne per hiz, bu ne la ha na tur şu su” di ye si ge li yor. …Bu der sin, 12 Ey lül As ke ri Dik ta tör lü ğü ’nün bir ese ri ol du ğu nu

anım sar sak, bu iliş ki len dir me yi ko lay ca an la ya bi li riz. O gün ler de “Ben ho ca ço cu ğu yum” di ye rek elin de Ku ran’la hal ka ses le nen Ge ne ra li, gö-zü mü zün önü ne ge ti rir sek, çok da ha iyi an la rız bu du ru mu. “La ik lik de La ik lik” di ye di ye, “Ata türk çü lük de Ata türk çü lük” di ye di ye bu iki kav-ra mın na sıl içi ni bo şalt tık la rı nı, ters yüz et tik le ri ni o gün le ri ya şa yan lar bi li yor. …

Ay nı ka fa ya men sup Kon ya Sel çuk Üni ver si te si Hu kuk Fa kül te si nde, “Hu kuk Ta ri hi ve İs lam Hu ku ku Do çen ti” Bay Ah met Ak gün düz; “İs-lam’da İn san Hak la rı Be yan nâ me si” ad lı ki ta bın da bakın neler di yor:

“Av ru pa lı la rın has ta adam ve ölü dev let de dik le ri Os man lı Dev le ti ne yap tı ra ma dık la rı nı Tür ki ye Cum hu ri ye ti ne yap tır mış lar dır. … hem la ik lik pren si bi ka bul et tir miş ler hem de bu nu din siz lik ma na sın da 40-50 se ne tat bik et tir miş ler dir.” (s. 60 - Türkçe hataları yazara ait)

Dü şü nü nüz bu zat; Tür ki ye Cum hu ri ye ti’nin bir üni ver si te sin de ho -ca, do çent. Bel ki şim di pro fe sör bile ol muş tur. … Müs lü man ül ke sin de kim ler ya şar? Onu da ya nıt lı yor.

“… bü tün İs lâm hu kuk çu la rı, mür ted’in ya ni İs lâm’ı ter ke den ate ist-le rin İs lâm ül ke sin de ha yat hak la rı bu lun ma dı ğı nı, zi ra İs lâm’ı ter ke-den bir in sa nın an cak ana rşist ya ni iç ti mâî ha ya tı öl dü ren bir ze hür hük mü ne ge le ce ği it ti fak la ka bul edil mek te dir. Ku rân’ın ‘Ya on lar la sa va şır sı nız ya da müs lü man olur lar’ şek lin de ki ifa de si nin mür ted ler hak kın da nâ zil ol du ğu be lir til mek te dir. …

İs lâm hu ku ku, mür te de ha yat hak kı ta nı ma dı ğı için, bü tün İs lâm dev-let le ri, de ğil mür ted le re ya ni, İs lâm’dan dö nen ate ist le re fi kir hür ri-ye ti ta nı mak, İs lâm ül ke sin de ha yat hak kı bi le ta nı ma mış dır.” (s. 38 - Türkçe hataları yazara ait)

Pe ki kim dir bu ha yat hak kı ta nın ma yan “Mür ted ler”?.. Bu so ru yu da Ta raf der gi si 37. sa yı sın da ya nıt lı yor.

“Mür ted de yin ce pek ço ğu muz ale vi le ri an lı yo ruz. Hal bu ki en acil mür ted ler ke ma list ler dir. Ke ma list le rin af fı yok tur; on la rın Baş yü ce-lik Dev le ti’nde ye ri de yok tur. Za ten sü re ge len akın, on la rın üs tün de adım adım şe ri atı tat bi ke ve si le ola cak tır. Bu nun ya nın da bir de ‘ale vi me se le si’ var dır ki, on lar da baş tan be ri ke ma lizm le içi çe İs la ma

Bu kafalar, bu din dersi tedrisatı ile yetiştirildiler... Şimdi buradan hareketle Madımak Oteli’nin önünde toplananların kimler olduklarını ve nasıl yetiştirildiklerini kolayca anlayabilirsiniz. ...

Bu nedenle bütün örgütlü gücümüzü bu konuya yoğunlaştırılmalı, müfredat programında Aleviliğin nasıl okutulacağını biz belirlemeliyiz ve mutlaka bu dersin “seçmeli ders” statüsünde olmasını temin etmeliyiz. Göz boyamaya izin vermemeliyiz. ...

Bakınız, Ekim 1992’de Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisi’nin 3. sayısında, neler yazmışız:

“12 Ey lül’de, si lah la rın göl ge sin de, post al ses le ri ara sın da da ya tı lan Ana ya sa ile zo run lu ha le ge ti ri len bu uy gu la ma so na er di ril me li dir.

So na er di ril me li dir, çün kü:- Din Der si Prog ra mı, Ha ne fi Mez he bi nin prog ra mı dır. …

- Din Der si Prog ra mı, adı ve içe ri ği ge re ği me ta fi zik tir. … Or ta okul ve li se le ri mi ze ‘Zo run lu Din Der si’ koy mak, 12 Ey lül ge ne ral le ri nin Ana ya sa oy la ma sı na ‘Evet’ de dir te bil mek için baş vur duk la rı bir yön-tem di. 12 Ey lül, öte ki bü tün kö tü lük le ri ile bir likte bu yö nüy le de or-ta dan kal dı rıl ma lı dır.

- Din Der si Prog ra mı, öğ ren ci le rin ka fa sı nı ka rış tı ran, on la rı çe liş ki le-re sev ke den bir prog ram dır. …

- Zo run lu Din Der si uy gu la ma sı, la ik dü şün ce ye, dev le tin la ik ol ma sı ge rek ti ği il ke si ne de ay kı rı dır. ...

- Zo run lu Din Der si uy gu la ma sı, ‘Ge nel Amaç’ bö lü mün de ya zı lı olan ‘Mil li Bir lik ve Be ra ber li ği sağ la mak’ kay gı sı nın ak si ne, bö lü cü-dür. Ale vi-Sün ni ça tış ma sı na ze min ha zır la mak ta dır.

- Öğ ren ci le ri, inan ma dık la rı şey le re inan ma ya zor la mak … en azın-dan bir in san hak la rı ih la li de ğil mi dir?”

On üç yıl ön ce yaz dık la rı mız bun lar. Her sa tı rı hâ lâ ta ze ve ge çer li. …

Baştarafı 11. sayfada

Page 13: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇEÞME

Nisan 2005 13

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

Örgüt YöneticilerininKonuşmalarından

Bir Seçki

ABF Yönetim Kurulu Üyesi,PSAKD Genel Başkanı

Kazım Genç’in Konuşmasından

Biz birçok şey söylüyoruz, konuşuyoruz, ama uygulamada yapılması gereken, atılması gere-ken adımları atmakta geciktiğimiz için veya kendi iç sorunlarımızla daha çok uğraştığımız için kararlarımız ortada kalıyor ve işleri çözümlemekte gecikiyoruz. ...

Din dersinin bir asimilasyon aracı olduğu-nu, temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu sadece Alevilere ilgili değil, tüm Türkiye ile ilgili olarak zorunlu din derslerinin kaldırıl-ması gerektiğini ifade ederiz.

2002 yılında bir yurttaşımız Alevi olduğunu, çocuğuna zorunlu din dersi okutul-maması gerektiği nedeniyle devlete başvurdu. Red cevabı aldı. 2003 yılında da bu bilgileri bize ulaştırdı. Pir Sultan Abdal derneği 2003 yılında aldığı bir kararla, zorunlu din ders-lerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmasını ve bu davaya sahip çıkılmasına karar aldı.

2 Ocak 2004 tarihinde Anayasamızın 24, maddesinde yer alan zorunlu din derslerinin, Avrupa İnsan Haklarının Sözleşmesi’nin 9. Maddesine ve Ek 2. Protokol’ün 2. madde-sindeki eğitim hakkına aykırı olduğu gerekçe-siyle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dava açtık...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ... bu davanın öncelikli olarak görüşülmesi kararını aldı. Ve hükümete dava gerekçesini tebliğ etti. Dava gerekçesine yanıt vermesi için hüküme-te verilen son tarih 16 Mart 2005’ti. Hükümet cevap verdiyse ki, kuvvetli ihtimalle de ver-miştir, önümüzdeki gün hükümetin cevabı bize gelecektir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, hükü-mete dava dilekçesini tebliğ edip cevap istedi-ğinde ... üç talepte bulundu:

“1. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders-lerinde Alevilerin kültür ve gelenekleri de öğretilmekte midir?

2. Vatandaşın çocuğunun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Derslerine girmemesi isteğinin idare tarafından reddedilmesini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesiyle uyumlu görüyor musunuz?

3. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi-nin zorunlu karakteri sözleşmenin 9. mad-desinin yükümlülüklerine uygun düşmekte midir?”

Bakalım hükümet buna ne cevap verecek? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açılmış olan bu davaya destek olmamız, tüm Alevi toplumu olarak bu davanın arkasında olduğu-muzu göstermemiz gerekiyor....

AABF Genel Sekreteri Hasan Örgütçü’nün Konuşmasından

Alevi toplumu ve kuruluşlarının iki önemle konuyla karşı karşıya olduğunu düşünmekte-yim. Ne Balkanlar’da, ne Anadolu’da işlevleri ni sürdüren ocaklarımızın, dergahlarımızın, eği-tim merkezlerimizin olmadığı; Aleviler arasın-daki eski ikili ilişkilerin zayıfl adığı bir dönem-de, şehirlerde yerleşmemizin sonucu dernekler, vakıfl ar ve federasyonlar düzeyinde örgütleni-yoruz. Bin yılı aşkın süredir Anadolu’yu karış karış dolaşan Alevi dedelerimizin, ozanları-mızın, dergâhlarımızın işlevini yerine getirecek kurum ve kuruluşları yaratma süreci içerisinde olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.

Yirmi birinci yüzyılda ... Alevilerin tarihi geçmişine uygun, geçmişle bugünü özümleyen bir yapıyı nasıl oluşturabiliriz? İşte bu soruya cevap vermek zorundayız. Bu soru günlük çalışmalar içerisinde erirse, çok güçlü kurum-ları, kadroları, maddi olanakları olan kesim karşısında Alevileri yirmi birinci yüzyıla taşı-mamız zor olacaktır. Anadolu’nun bir çok ye -rinde Alevi köylerin Sünnileştiğini, asimilas-yon politikasının Cumhuriyet döneminin baş langıcından bugüne kadar tüm kurumlara işle miş şekilde sürdüğü bir dönemde, bizlerin buna karşı çok güçlü kurum ve kuruluşlar yarat-mamız gerekiyor.

Bu anlamda Alevi Bektaşi Federasyo-nu’nun kurulması, yasallaşması ve bugüne kadar gelmesi çok önemli bir başarıdır. Bu konuda emeği geçen bütün canlarımı, bütün büyüklerime buradan saygılar sunuyorum. Türkiye’de bu iş kolay olmamıştır. Bugün burada konuşuyorsak, bunun için gerçekten büyük bedeller ödenmiştir.

Ama şunu da görüyoruz: Bu kurumumuz bugünkü yapısıyla Türkiye’deki Alevi toplu-munun ihtiyaçlarına ne ölçüde cevap verebilir sorusunu sorduğumuzda, bir çok alanda yeter-siz kaldığımızı da gözlemliyoruz. Bunu dostça ve kendi eksikliğimiz olarak görüyoruz. Neler yapabiliriz? Neler yapmalıyız? Bu kurumun içerisinde tartışmalıyız.

Bana göre ABF’nin, Türkiye’nin AB süre-cinde kesinlikle güçlenmesi, güçlendirilmesi gerekiyor. Kesinlikle bu kuruluşun büyüye-bilmesi için bir çok kurumumuzun o anlamda küçülmesi gerekir. Niye böyle? Elinizdeki kadro ile Ankara’nın sekiz bölgesinde, sekiz merkez oluşturmanız farklı bir izlenim yaratır. Aynı kadro ile bir merkezde daha nitelikli, da-ha iyi işler yapabileceğimizi yine gözden kaçır-mamamız lazım. …

Yurtdışı boyutunda, geçen dönemde Konfe-derasyonumuz, Türkiye ABF ile Türkiye’nin

AB sürecinde Alevileri gündem maddesi yapma konusunda ciddi bir çalışma içerisi-ne girdi. Bu ciddi çalışma içerisinde de ciddi sonuçlar alındı.

Türkiye ve Avrupa kanadı olarak yönümü-zü aynı tarafa çevirdiğimizde aldığımız so-nuçlar da çok daha iyi olur. Bugün 17 Ara-lık’tan, yani Türkiye’ye müzakerelere başlana-cağının bildirilmesinden sonra, dört ay gibi bir süre geçti. Bu süre içerisinde AB İlerleme Ko-misyonu’nun Türkiye’de Alevilerle ilgili istek-lerinin Avrupa Parlamentosundan geçmesine rağmen, yani taleplerimizin Avrupa Parlamen-tosu tarafından onaylanmasına rağmen hükü-met, Türkiye Cumhuriyeti kurumları Alevi kuruluşlarının mektuplarına cevap dahi vermi-yorlar. O halde bizim istemlerimizi bu yıl içeri-sinde çok daha güçlü bir şekilde ifade etmemiz gerekiyor. …

AB’nin 25 ülkeden oluşmasına rağmen Türkiye konusunda belirleyici üç ülkeden biri Almanya. Bizim Almanya’da Türkiye Cumhu-riyeti hükümeti tarafından Alevilerin sorun-larının ciddiye alınması doğrultusunda bir çalışma içerisine girmemiz lazım. …

Türkiye, Avrupa Birliğine girmek için mü-zakereye başlandığında hükümeti, Alevilerle de ilgili ciddi bir tavır takınma, bugüne kadar-ki tavrını terk etme çizgisini vardırmamız gerekiyor. Bu sağlanırsa toplum olarak, kurum olarak isteklerimize birazcık daha ulaşmış ola-cağımız düşüncesindeyim.

Bütün bunların olabilmesi için Alevilerin güçlü kurumlara ihtiyacı olduğunu, demok-rasiye ihtiyacı olduğunu, birbirlerine saygıya ve sevgiye ihtiyacı olduğunu unutmazsak, bu çalışmamızın geçmiş geleneğimize uygun bir şekilde sürdürürsek, gelecekteki gençlerimize de iyi örnekler olacağı düşüncesindeyim...

Sarıgazi HBVKD Başkanı Ergül Şanlı Dede’nin Konuşmasından

Diyanet ülkemiz için bir kamburdur. Buraya ayrılan katrilyonlar ülkemizin sağlık hizmet-lerine, eğitim hizmetlerine ayrılsın! Din ders-leri mecburi olmaktan çıkarılsın! Cemevleri de açılsın!

Ama bir başka sorun var. Bizim diğer inançlardan ayrı olan bazı yorumlarımız var. Hülle, boşlanma-evlenme gibi olaylarda karşı mızdaki inançlardan tamamen farklı bir algıla mamız var. Kesinlikle örtünmeye karşı-yız. Çok eşlilik, karşıyız! Ramazan bayramı, karşıyız! Namaz, oruç, hac, abdest, cenabetlik, şeriat, recm, kısas, iki kadının şahitliği, kadı-nın dö vülmesi, bunların karşısındayız. Bizim Kâbe’miz gönül Kâbe’si. Bizim niyazımız, dost yüzü. ...

Devamı 14. sayfada

Page 14: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

14 Sayı 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

En sonunda, ne yaparsak yapalım, insanları dedelerimize teslim edeceğiz. Bu kurumunda delerle ilgili, işin inanç boyutuyla ilgili çalış-ması yoksa ayakları havada kalır. İki türlü ör-gütlenmeyi kavramamız gerekir. İnanç örgüt-lenmesi ile vakıf, dernek, kurum örgütlenmesi. Eğer inanç örgütleri ile kurum örgütleri paralel hale gelirlerse bu iş çözülmüş olur. ...

Fransa Alevi Bektaşi BirlikleriFederasyonu Genel Başkanı

Servet Demir’in Konuşmasından

Bugün yeni bir döneme başlıyoruz. Avrupa Birliği sürecinde Alevilerin davasını işleyen bir zihniyetle hareket ediyoruz. Onun için dün, bunun hukuki zeminini, siyasal zeminini, inançsal zeminini konularında ciddi ipuçları verildi. Alevi hareketinin önünde ... kendisini hazırlaması, rotaya koyması konusunda ciddi argümanlar aldık, ciddi uyarılar aldık. O zaman bu uyarı ları dikkate alan ve Alevi toplumunun hepsini sadece kendi dinamiğini değil, örgütün yol gösterdiği rotada, Alevi toplumu ve Alevi top lumu musahipleri ile somut hedef program-larıyla çıkmamız lazım, gelecek arkadaşların-da bu yönde önerilerini de sunmaları lazım. Bu yapacağımız etkinlikleri somut konuşmamız lazım.

Bir. Cemevleri Alevilerin ibadet yeridir talebimiz halen günceliğini koruyor mu? Koruyor. Yüz tane cemevinin yasal statüye kavuşturulması için Türkiye çapında ortak davalar açılması zorunluluğu var mı? Cemev-lerinin ibadet yeri olması için Türkiye’de yüz tane davanın başlaması lazım. Bunu da başlata-cak bizim Federasyonumuzdur. Sadece tek tek Pir Sultan, Hacı Bektaş Dernekleri değil, Ale-vilerin ortak davasına dönüşmesi lazım. Dina-miklerin yan yana geldiği ve dinamiklerin giderekte büyüdüğü bir zihniyetle hareket etmemiz lazım. Örgüt şovenizmi gibi yakla-şımlar bizim yaklaşımlarımız değil. …

İkinci hedef, zorunlu din derslerinin kaldı-rılması. İçerik konusunda … arkadaşımızın söylediği doğru. “seçmeli olsun, biraz kenarın-da olsun ya da biz içinde kalalım” meselesi de-ğil. Bunu kalkması lazım.

Hem diyorsunuz ki, biz asimilasyona uğru-yoruz, giderekte Sünnileşiyoruz; zorunlu din dersleri bunun en büyük odağıdır ve İslami hareketin bize çöktüğü bir davadır. O zaman da bunun anlaşılması lazım: Laik cumhuriyetin çerçevesi içerisinde dinin toplumdaki yerinin sınırlanması gerekir. O zaman da “Zorunlu din derslerinin kalkması” kampanyası başlaması gerek.

Üçüncü hedef kampanyamız. Hukukçu arkadaşımız … dedi ki, “Diyanet bugün Ana-yasal bir kurum halindedir.” O zaman Aleviler diyaneti dava etmeliler. 3 Ekim’e kadar, 3 Ekim’de AB ile Türkiye’nin yeniden masaya oturmasına kadar bu üç davanın etrafında Ale vi toplumu ve de Alevi toplumuna destek ve re cek güçlerle hareket etmemiz lazım. …

Çamşıh Hüseyin Abdal Derneğiadına Hüseyin Gazi Metin Dede’nin Konuşmasından

Bizim isteklerimizi sağır sultan duydu. Ama bizi yönetenler hâlâ duymadılar.

1-Zorunlu din derslerinin kesinlikle kaldı-rılması.

2-Alevilik adına hiçbir devlet kurumundan “Bizim de dimimiz imanımız öğretilsin” keli-mesinin kullanılmaması. Böyle bir şey istemi-yoruz. Laik bir devletin din dersi vermeye hak-kı yok. Eğer laikse! Laik değil, bunu da biliyo-ruz.

Alevi dedeler olarak bizim adımıza kimse-nin devletten maaş dilenmesini de doğru bul-muyoruz. Bizim amacımız tarihten beri bir tek maaş mıydı? Niye bizi bu kadar üzüyorlar? Pir Sultan’ın derdi maaş mıydı? Nesimi’nin derdi maaş mıydı? İmam Hüseyin diyorsunuz, derdi maaş mıydı? Eğer bizi bir maaşa küçültecek kadar emeğimizi ayağınızın altına alıyorsanız, yazıklar olsun size ve bunu düşünenlere. “Aç kalsan da alçalma!” Ben bu kurum ile geldim. Aç kalır da alçalmam. Ben dinim adına, Alevi-liğim adına, dedeliğim adına hiç kimseden bir kuruş talep etmiyorum. Talep edenleri de doğ-ru bulmuyorum.

Diyanetin kaldırılması! Kesinlikle önerimiz bu. Ayrıca bir Alevi diyaneti kurulmasına da gerek yoktur. Diyanetin kaldırılması! ...

Kimsenin inancına dil uzatmak istemiyo-rum. Ama beni inciteni incitirim. Hz. Hün kâr’ın şu sözüne hiç katılmıyorum - diğer söz lerinin hepsi başım üstüne: “İncinsen de, incitme.” İncindim mi, incitirim! Kim olursan ol. … Bir inanç ki, tarihten beri Şeyhülislam fetva larıyla bu toplumu katletmiş. Aydınları, yazarları yok etmiş. Günümüzde de devam ediyor. Maraş’ta tekbir getirmiş insanları yok etmişler, Sivas’ta sekiz saat insanları yakmışlar, tekbir getir-mişler. Çorum’da, Maraş’ta da, Malatya’da, Erzincan’da, Tokat’ta, Tunceli’de dağların ba-şında tekbir getirerek beni yok edeceksin, ben de sana dokunmayacağım. Olur mu böyle şey? Bana saygı duyana, ben de saygı duyardım. Bana derken Alevilere diyorum. …

Avrupa’daydım, radyoda dinledim, “Sivas’ta Ba rışık Cemi!” Alevi diyaneti kuranların biri radyoda konuşuyor. Konya’da yapıyor, barışık cemi değil. İstanbul’da yapıyor, barışık cemi değil. Dünyanın her yerinde yapıyorlar, barışık cemi değil. Sivas’a geldiğinde “Barışık Cemi!” Kim ile barışıyorsunuz? Bizi yakanlar, bizden özür diledi mi yaptıklarından dolayı ki, sen ‘Ba-rışık Cemi’ yapıyorsun? Tarihten beri yaptıkla-rından dolayı bu toplumdan özür dilemedikten sonra, hiçbir dedenin-ebenin Barışık Cemi yap-ma salahiyeti yoktur.

Dinin kabuğunu kaldırdığınız zaman, altın-da bir sınıfın kavgası yatıyor. Alevilik Anado-lu’da sınıf kavgasıdır, sınıf. Dine de bürünse, imana da bürünse, neye bürünürse bürüsün, ezilenlerin kavgasını veren bir kurumdur. …

Antalya’da bayram dolayısıyla iki üç yıldır milleti başıma topluyorum, gücüm oranında bir şeyler vermeye çalışıyorum. Biri dedi ki, “Dedem, falanca dedeye bak, ne güzel adam yahu, bayram namazına gidiyor mübarek.” Hay orada kalaydı da bir daha Alevilerin içine dönmeyeydi yahu! Şu iki yüzlülükten vazgeçe-lim. Tarihten beri iki yüzlü adamların elinden biz çok çektik. Ya erkekçe camici olun ya da gerçekten cemci olun, Alevi olun! …

Bugünlerde bir de bayrak yarışı var. ... Yeri göğü yıkıyorlar. Ne imiş? Cumhuriyetin sem-bolü. Çok güzel. Cumhuriyeti kim kurdu? Biz-ler kurduk. Önderimiz kim idi? Mustafa Kemal idi. Sivas’ta Mustafa Kemal’in büstünü taşa çaldılar. Niye bir yürüyüş yapan olmadı? Nere deler bu milliyetçiler? Sesleri çıkmadı! ... Tekrar ediyorum, Sivas’ta Pir Sultan’ın büstü-nü kırdılar, Mustafa Kemal’in büstünü kırdılar, “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkı-lacak” dediler, Atatürk’ün büstünü taştan taşa çaldılar. Böyle bir yaygara yapan olmadı. …

Örgütlülük olarak birbirimizi dövelim, kı-yasıya dövelim, ama bir başkasına sakın öptür-meyelim. ... Ocaklara, Dedelere, Aleviliği ta-rihten bugüne getirenlere büyük saygım var. Türbelere baktığımız zaman, o ulu kişilerin hiç biri “Hû” çekerek ölmemişler. Baş kaldırarak ölmüşler. Bir Şah Kulu, nasıl Şah Kulu olmuş? Antalya’dan Bursa’ya kadar Osmanlıya karşı koymuş, savaşmış, ezilen toplumun hakkını aramış, öne düşmüş de Şah Kulu olmuş! … Sağ iken önderlerinize, öncülerinize, sizi geri ye götürenlere değil, ileriye götürenlere mutla ka sahip çıkın.

Ocak! Çok güzel, ocağa saygım var. Ocağın ateşi yanmıyorsa, ocağın dumanı tütmüyorsa, ocak ısı vermiyorsa, ocak şavkı parlamıyor sa, ocak etrafını aydınlatmıyorsa, sadece ocaksa, ne yapayım öyle ocağı?

Aleviliğin cemine veya cemiyetine soyunan dedelere, arkadaşlara ricam var: Öyle “yapam bir cem de olsun bitsin” değil. Çağımızın adamı bir lokmanın, bir hırkanın adamı değil. Çocuklarımız okumuşlar, iftihar ederiz. … Bu çocuklara böyle ufak tefek yuvarlak sözler-le haber anlatmanız mümkün değil. Birazcık olsun görevlerinize sahip çıkın, kendinizi bi-lin, ocak kavgasına düşmeyin, “Benim ocağım daha ilerde, falanın ocağı daha geride”, “O benim zamanımda talibim idi, ben onun mür-şidiydim.” Hayır efendim! Kimin kafası güzel çalışıyorsa mürşit de odur, dede de odur, post-ta da o oturur. ...

Baştarafı 13. sayfada

Page 15: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 15

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

HBVAKV Genel SaymanıErcan Geçmez’in Konuşmasından

Türkiye’deki Alevi ve Bektaşi örgütleri, devle-tin kuşatma ve dayatmalarına, bizleri yok say-masına, yasaklar koymasına karşı mücadele-mizi sürdürürken, diğer taraftan da içimizdeki işbirlikçilerin toplumumuza ve örgütlerimize taktığı çelmeler ve yaşadığımız ekonomik sıkıntılarla boğuşarak bu sürece geldik. Ve Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonunu kurduk.

Dün konuşma yapan arkadaşlarımız Avrupa örgütü olarak tarihsel sorumluluklarını yerinde getirdiklerini ve içlerinin rahat olduğunu dilde getirdiler. Alevi örgütlerinin, örgüt yol ve inanç önderlerinin tarihsel misyonu hiçbir zaman bit-mez. Böyle düşünen arkadaşlarımız Alevi öğre-tisindeki “kâmil insan” öğretisine aykırı düş-mektedirler. Tarihe karşı sorumluluğumuz, ör-gütlerimizin isimlerini bir arada tutmak değil, örgütlerin içlerini doldurmaktan geçer.

Günümüzde bir yandan Aleviliğin içinde yer alan gerici ve işbirlikçi unsurlara karşı, öte yandan birlikte Türkiye’de demokrasi mücade-lesinin zorlukları göz önüne alındığında, Türki-ye Alevi Bektaşi Federasyonu’nun hiç de hafi fe alınmayacak bir mücadele verdiği görülmek-tedir. Örneğin vakfımızın İmranlı Şubesi’nin, cemevlerinin Alevilerin inanç merkezi sayılma-sına için topladığı imzalara, jandarma tarafın-dan demokratik haklara, teamüllere aykırı ola-rak el konulmuştur. Bu örnek, Türkiye’de de-mokratik mücadeleyi sürdürmenin ne kadar zor olduğunun, dışardan görüldüğü gibi kolay bir mücadele olmadığının küçük bir göstergesidir.

Berlin’de bir derneğimizin 25. kuruluş yıl-dönümü kutlaması, Türkiye’deki Birinci Alevi Konferansının düzenlemesiyle kıyaslanamaz bir durumdur. Sayın Genel Başkanımız Ali Doğan’ın ve arkadaşlarının 1960’lardan beri yürüttüğü mücadele bugün kırkıncı küsur yılındadır.

Bu mücadele, yasal engellere ve baskılara rağmen Alevi Bektaşi Federasyonu ile taç-landırılmıştır. İki yıldır kurulu olan Alevi Bektaşi Federasyonu’nu belki ismen birinci konferansını yapmaktadır, ama aslında yıl-lardır buna benzer onlarca konferans yapmıştır. Bunları görmezden gelmenin emeğe yapılan bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum.

Farkı coğrafyalarda ve farklı ülkelerde yaşasalar da “yol kardeşliği” ilkesi ile hareket ettiğimiz arkadaşlarımızın bunu göz önüne alma-ması ve özellikle bizim kurumlarımız içerisin-de, ince bir üslupla mücadelemizi ve emeğimizi küçümseyerek konuşmalar yapılması, mesaj verilmesi rahatsız edicidir ve birlikteliğimize zarar vermektedir. Bu üslup, dil sürçmesi değilse, daha da tehlikelidir. …

Türkiye’den ve Avrupa’dan yaklaşık 450 Alevi-Bektaşi kurumunun tem-sil edildiği DİSK, KESK, İHD, İnsan Hakları Vakfı, Eğitim-Sen gibi ku-ruluşların yanı sıra çok sayıda milletvekili, araştırmacı, yazar ve sanatçı katıldığı 1. Alevi Konferansı başarıyla sonuçlandı.

İlk kez yapılan Alevi Konferansı, demokrasi güçlerinin bir araya gel-diği, eşitlikçi ve özgürlükçü bir platform olmasının yanı sıra, hem ele aldığı konular, hem de tartışma düzeyi olarak Alevi hareketinin gücünü de göstermiştir.

Alevi Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederas-yonu tarafından 26-27 Mart 2005 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen 1. Alevi Konferansı’nda alınan kararları kamuoyuna sunuyoruz:

Türkiye’nin Barışa ve Kardeşliğe İhtiyacı Var!Farklı inançların, farklı kültürlerin bir arada yaşadığı ülkemizde Newroz kutlamaları sırasında, Mersin’de bayrağımıza yönelik yaşanan olay pro-vakatif bir olaydır. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, kökeni ne olursa olsun herkes tarafından kınanan bu olayın, buna rağmen, bütün ülkemizde bilinçli ola-rak gündeme oturtulması, milliyetçiliğin ve ırkçılığın öne çıkartılması, toplumsal barışı ve kardeşliği tehdit etmektedir.

Çatışmadan, gerilimden, demokrasi dışı uygulamalardan çok çeken ülkemizin, bugün daha çok barışa, demokrasiye ve özgürlüğü ihtiyacı vardır. Farklı kültürlerin ve inançların, kardeşçe ve özgürce birarada ya-şamasını isteyen, buna inanan bizler, yaratılmak istenen bu düşmanlık havasının bir an önce ortadan kaldırılmasını ve coğrafyamızda kalıcı ba-rışın ve demokrasinin hakim olmasını zorunlu görüyoruz.

Barış ve Demokrasi İsteyen Güçler Birlikte Hareket Etmelidir!

Ülkemizde, kalıcı bir barışın ve demokrasinin hakim olmasını isteyen, farklı inançların ve farklı kültürlerin, farklılıklarıyla birlikte, kardeşçe, eşit ve özgür koşullarda birarada yaşamasını isteyen laik, demokratik, ilerici güçlerin ortak hareket etmesi kaçınılmazdır.

Mevcut siyasal iktidardan, demokrasi, özgürlük ve ekonomik hak talebinde bulunan, farklı toplumsal kesimlerin, bu taleplerinin ortak bir platform etrafında birleştirilmesi gücünü arttıracak, sonuç almasını hız-landıracaktır. 1. Alevi Konferansı, sorunlarımızın çözümü için demok-rasi güçleri arasında yeni bir dayanışma ve güçbirliğinin başlangıcı ol-muştur.

Zorunlu Din Dersleri Kaldırılmalıdır!12 Eylül Anayasası’nın anti-laiklik ve anti-demokratik anlayışının sonu-cu olarak uygulamaya konulmuş olan zorunlu din dersleri derhal kaldı-rılmalıdır.

Zorunlu din dersleri uygulaması, Türkiye’nin evrensel ilkelere dayalı bilimsel, laik, demokratik eğitimden uzaklaşıldığının ve eğitimin dinsel-leştirildiğinin en önemli göstergelerinden birisidir.

Din ve inanç özgürlüğünü hiçe sayan zorunlu din dersleri, bir yan-dan Alevi çocuklar üzerinde baskı ve asimilasyon aracına dönüşmüşken, diğer yandan da toplumun bütün kesimlerini tek yanlı bir din eğitimine tabi kılarak, Türkiye toplumunun tümünü dinsel esaslara göre yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır.

Cemevleri Alevilerin İnanç MerkezidirEvrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ne göre, din ve inanç özgürlüğü, hiçbir kişiye, kuruma ve devlete, bir inancın kapsamını, içeriğini ve inanç mer-kezini belirleme yetkisi vermez. İnanç ve inancın nasıl uygulanacağı, o inancı oluşturan topluluklara aittir.

Alevilerin inanç merkezi Cemevleri’ni tanımayan, AKP hükümeti ve Diyanet İşleri Başkanlığı, bu yaklaşımlarıyla, inanç özgürlüğünü ihlal et-mekte ve milyonlarca Alevi’yi yok saymaktadır.Alevilerin inanç merkezi Cemevleri’nin, yasal ve kurumsal güvenceye kavuşturulması, laiklik, demokrasi ve inanç özgürlüğünün olmazsa olmaz koşuludur.

“Zorunlu Din Dersleri Kaldırılsın” Kampanyası Başlatıyoruz!

Zorunlu din dersleri uygulamasını, Cemevleri’nin inanç merkezi olarak yasalaşması ve Diyanet İşleri Başkanlığı konumunu tartışan, 1. Alevi Konferansı, zorunlu din derslerinin kaldırılmasına yönelik olarak, ken-di dışındaki demokrasi güçlerinin de katılacağı bir kampanya başlatma kararı almıştır.

12 Eylül Anayasası’nın Ürünü 12 Eylül’de Kalksın!20 Nisan 2005 tarihinde başlayacak ve 12 Eylül 2005’te bitecek “Zorun-lu Din Dersleri Kaldırılsın” kampanyası, imza kampanyası başta olmak üzere, ulusal ve uluslararası konferanslar gibi bir dizi etkinlikle kamuo-yunun gündemine taşınacaktır.

Yalnızca Türkiye’de değil, Avrupa, Avustralya ve Amerika kıtaların-da da yürütülecek “Zorunlu Din Dersleri Kaldırılsın” kampanyasının ba-şarılı olması ve sembolik bir değeri olan 12 Eylül 2005 günü kaldırılması için yalnızca Alevilere, Alevi kurumlarına görev düşmüyor.

Bu anlamıyla, zorunlu din derslerinin kaldırılması mücadelesi, terci-hini laiklikten, demokrasiden ve özgürlükten yana yapan bütün güçlerin ortak görevidir!

Alevi Bektaşi Federasyonu - Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu

ABF VE AABK GENEL BAŞKANLARININ BASIN AÇIKLAMASIYLA DUYURULAN I. ALEVİ KONFERANSI’NIN SONUÇ BİLDİRGESİ

“Zorunlu Din Dersi Kaldırılmalıdır” Kampanyası Başlatıyoruz!Ankara, 29 Mart 2005

Page 16: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

16 Sayı 9

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

ANKARA BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI’NA SUNULAN TEBLİĞ

Alevilerin Örgütlenme Sorunu

Esat Korkmaz

Aleviler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çatısı altında yer almak istemiyorlar. Çünkü, devlet yapısında böylesi bir

örgütün bulunmasını laiklikle bağdaştıramı-yorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Atatürk döneminde, devrimlere karşı köktendinci Sünni kesimden gelmesi olası tehlikelere kar-şı kurulmuştu. Varlık nedeni olan bu tehlike-lerin ortadan kalkmasıyla örgüt varlığının da sonlandırılması amaçlanıyordu. Ne var ki gelişmeler amaçlandığı gibi olmadı. Diyanet gittikçe güçlendi; devlet, “Sünni Devlet” tercihinde bulununca Hanefi İslam anlayışı ve bu anlayı-şın ilahi tasarımı devletle bütünleşti. Ve Diyanet’in kendisi laik-cumhuri-yet için çok büyük bir “tehlike” durumuna geldi.

Laik bir toplumda devlet, “ne dinlidir ne de dinsiz”. Devletin “inanç özgürlüğünü sağlamakla” yükümlü olması, bireyin “inançlı ya da inanç-sız” olabileceğinin; buna karşın, devletin bir inancının “olamayacağı-nın” önkoşul olarak kabul edilmesi demektir. Bu nedenle Aleviler laiklik gereği devletin,

a) Hiçbir dinin, dinsel anlayışın, devlet ve toplum düzenini biçimlen-dirip yönlendirmesine olanak tanımaz;

b) Tüm inançlara özgürlük verir; farklı inançta olanların özgürlüğü-nü engellemek isteyenlere müdahale eder, anlayışını yaşama geçirmek isti yorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “kendi varlık nedenlerini ortadan kaldıracak” bir “kanala” sokulmasını ya da “kapatılmasını”; amacın gerçekleşme sürecinde, kendilerinden alınan ve Diyanet’e ayrılan vergi-lerin “genel bütçe”den kendilerine aktarılmasını talep ediyorlar.

“Zorla din eğitimi verme, Alevi yerleşim birimlerine cami yaptırma ve imam atama, iş ve bürokrasi alanlarından Alevileri dışlama” uygula-malarının, Osmanlı’nın şiddete dayalı “asimile” yönteminin Cumhuriyet dönemindeki devamı olduğuna inanıyorlar ve bu uygulamaların sona er-dirilmesini istiyorlar.

Camileri “ortak ibadet yeri” olarak görmüyorlar; kendi inançlarının gereklerini, kendi ibadet yerlerinde, yani “cemevleri”nde özgürce yerine getirmek istiyorlar. Çocuklarına, “devlet zoruyla din dersi verilmesini” bir “zulüm” olarak algılıyorlar ve bu uygulamanın en azından Türkiye’nin de imzaladığı “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ne aykırı olduğunu bıkmadan usanmadan yineliyorlar.

Bu toprağın yurttaşları, aydınlanma yaratıcıları olarak “kıyıma” uğ-ramak istemiyorlar artık. Bu isteğin bir kanıtı anlamında onlarca insanın diri diri yakıldığı Sivas/Madımak Oteli’nin, “Sivas Utanç Müzesi” olarak düzenlenmesini talep ediyorlar.

Kavganın Taşıyıcıları

Alevi-Bektaşi düşüncesinde pirler/mürşitler; Alevi-Bektaşi gele-nekselliğini kucaklayan, o temelden beslenerek sürekli güncelle-şip günümüze uzanan çağdaş bir tavrın, toplumsal boyutta halk

çıkarına-yararına dayalı bir kavganın taşıyıcısı olarak bilince çikar. Bu nedenle pirlerin/mürşitlerin bilinciyle-inancıyla yoğrulmak, onların kav-gasını yaşama geçirmek; genelde “insan” görüntüsü altinda ezilen-sömü-rülen bireye, özelde “insanlık” görüntüsü altinda egemene karşı ortak bir iradeyi dışa vuran halka-yaratana yönelik bir “tapınmaya” katılmak demektir.

Doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru iş yapmak için kay-naklarımıza ulaşmak, onları yorumlamak; onlar üzerinde gezinmek; özverili bir çabayla sesimizi, görüşümüzü ve davranışımızı saptamak; incelemek, irdelemek ve güncelleştirip yaşamımızın hizmetine vermek gerekir. Bu da ilahi ideolojilerin “afyonu”, insan soyunun en büyük “yabancılaşması” şeriatçı dinlerin başat inanç kaynağı “yaradılış” tasa-rımına karşı, Alevi-Bektaşi felsefesinin “varoluş” tasarımını “canlandır-mak” anlamına gelir.

“Amaçsız amaca uygunluk” Aleviliğin-Bektaşiliğin ilkesi olamaz: kalkar da kendi “ben “imiz ya da “örgütümüz” hakkında ulusal ve ulus-lararası “piyasa koşulları” na göre karar verirsek “ne olduğumuzu, neyi temsil ettiğimizi ve kime karşı olduğumuzu” çok geçmeden “küresel sis-temin” başımıza ördüğü belalardan öğrenebiliriz. Eğer böyle giderse

yakın gelecekte, kürsel sistemin “armağanı” kendi “amacini” izlemekten başka “duruş” bilmeyen bir örgüt kimliği durumuna geliriz. Bu nedenle açıklanan “anlamsızlığın” “tersi-ne” çevrilmesi bir zorunluluktur.

Alevi örgütlülüğü, Aleviliğin-Bektaşiliğin “geçmişini”, geleceğe “uzatmak” üzere “bü-yüten” bir “örgüt-anne” dir. Bizler, bu örgüt-lülüğün, bu “Yol” da büyüyen “üyeleriyiz”. Örgüt “ağaç” ise bizler, ağaç olma “amacını”

içinde taşıyan “tohumlarız”. Alevi-Bektaşi düşüncesini “özümseye-bilirsek” eğer O’nun örgüt “don”una “don” olabiliriz. Çünkü, “örgüt” ün “saklamış” olduğu şey “üyelerde” ortaya çikar; kimi kez “üyeler”, örgütün açığa çıkmış “sırları” dır.

Alevi-Bektaşi dünyasının geleceğe uzanan açılımında “düşüncede görerek” inancımızdan aklımıza “atlamak” ve kendimizi “özgürleştir-mek”; bir bütün olarak “yeryüzüne” ve toplumsal iş sürecine, yani eme-ğe “yapışmak”, bu yolla toplumu ve doğayı “özgürleştirmek” değil mi amacımız? Öyleyse sözel “bellek” körelmeden, Alevi-Bektaşi zemindeki “yabancılaşmadan” ve “kirlenmeden” kaynağını alan, Aleviliğin-Bekta-şiliğin evren görüşüne, kültürel birikimine ve yaşama biçimine çörekle-nen “dışlayıcı”, “denetleyici” hemen her türden “tortuyu” yok ederek can-larımızla buluşmak temel görevimiz-yükümlülüğümüz olmalıdır.

Sonuçta her birimiz örgüt “don” una dökülmüş kendi örgüt bilinci-mizin içinde yaşarız; olağan “koşullarda” görünmez gibi olan bu duru-mu baskı dönemlerinde acı biçimde hissederiz. İçine giremeyeceğimiz- sığamayacağımız denli küçük bir “örgüt dünyamız” varsa “yandık” de-mektir. Alevi-Bektaşi düşüncesini kılavuz edinerek yorumda bulunmak, “bizim” de birlikte olacağımız bir sonuç üretir; açıkçası “yansız “ iken artık “yanlı” oluruz; “yansız” çoğu kez “cansız”ı belirtir. “Cansız” kalır-sak iş yapamayız; yapılmayan her şey “düş” olur.

Doğrudan Demokrasi

Alevilik-Bektaşilik, insanlığı ve doğayı “Tanrı” ile özdeşleştiren, canlı ve cansız dünyayı pratik eylemler alanı durumuna dönüş-türen; “doğrudan demokrasi” zemininde “halkın demokrasisini”

politikanın mutlak biçimi olarak algılayan devrimci hümanizmin harika bir felsefesini yarattı. Egemenin, ötesinde küresel egemenin, özgürlük mücadelesi karşısında bir “silah” olarak taşıdığı “ölümü”, düşünce öz-gürlüğüne “şantaj” yapmak için kullanılan bir “rehine” olarak algıladı ve onu felsefesinden çekip çıkardı. Özgür bir insan “ölüm” den başka her şeyi düşünür ve bilgisi “ölüm” üzerine değil, “yaşam” üzerinedir, yargı-sını öne alarak “ölümü ölümsüzleştirdi”. Yaşama “enerjisi” olarak tanım-ladığı sevgiyi-aşkı, özgürlüğün tek olası temeli ve toplumsal yaşamın tek etik harcı olarak algıladı; sevginin-aşkın “taşıyıcı” kimliği olarak öne çı-kardığı “benliği” ve ona duyulan etik ilgiyi, kendini yaratmanın bir aracı durumuna getirdi.

Çağdaş sınıfl ı toplumlarda iki türlü örgütlenme gözlenir: 1) Geleneksellik zemininde “inanç” öğelerinin ya da “doğal”, “yüz yü-

ze” ve “kendiliğinden” ilişkilerin şekillendirdiği topluluk örgütlenmeleri; 2) Çağdaşlık zemininde ussal iradeye bağlı olarak şekillenen ve “top-

luluk” çıkarlarına, “toplumsal” çıkarlara dayalı düşüncelerin uzlaşması-nın bir ürünü biçiminde beliren “toplum” örgütlenmeleri.

Gerçek yaşamın gereksinimlerini karşılamaya yönelik olan ve “yüz yüze” ilişkilere, “doğrudan demokrasi”ye dayanan topluluk örgütlenme-leri ya “kan-soy”, ya “yer” ya da “inanç” bağı toplulukları olarak yapı-lanır. Ne var ki çağdaş toplum, “sınıf ideolojilerinin” yönlendirdiği “çıkara” dayalı bir toplumsal sistemi yerleştirince, topluluk örgütlen-melerinin varlık nedeni olan “yüz yüze” ilişkiler, “kan-soy” bağları ve “ilahi ideolojinin” biçimlendirdiği inanç dayanışması önemli ölçüde çözüldü. En azından belirleyici olmaktan çıktı. Artık topluluk örgütlen-meleri, “emeğe-halkın çıkarına yararına” dayalı düşüncelerin uzlaş-masının bir ürünü olarak yaratılan toplum örgütlenmelerini “besleyen”, “yüz yüze ilişkileri” ve “doğrudan demokrasi”yi canlı tutan, inanca bağ-lı değerleri “yeryüzüne” indiren bir geleneksel kanal biçiminde varlığını

“Sorumluluğumuz suçluluğadönüşmeden,

“bilimsel olma kaygısı”nı öne alarakAleviliği bütün boyutuyla

tartışalım.

Page 17: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 17

SERÇEÞME

BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005 - BİRİNCİ ALEVİ KONFERANSI / ANKARA / 26-27 MART 2005

sürdürmelidir. Kendini güncelleştirerek kucakladığı tabanın zenginliği-ni toplum örgütlenmelerine taşıyan, sorunlarını aktaran bir örgütsellik olarak var olmalıdır.

Devrimci Örgütlenme

Konfederasyon, federasyon ve alt birimleri, çağdaş koşullarda yaratılmış bir toplum örgütlenmesidir, yani demokratik bir kitle örgütüdür. Böylesi bir örgüt öncelikle devrimci bir örgütlenme

olmalıdır ve Alevi-Bektaşi kesimin ağırlıkla içinde yer aldığı halk yığın-larının çıkarını-yararını savunmalıdır. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, Ale-vi-Bektaşi topluluk örgütlenmelerinin “özel konumu” nedeniyle oynadığı toplumsal rolde olduğu gibi, yalnızca Alevilerin-Bektaşilerin değil, çı-karları bir ve aynı olan diğer halk kesimlerinin demokratik istemlerinin kucaklamalı, demokrasi ve laiklik mücadelesine omuz vermeli, gerekti-ğinde bu mücadelenin öznesi olabilmelidir.

Açıktır ki Alevi-Bektaşi örgütlülüğü bir “sivil toplum” örgütlenmesi değildir. Devrimci sorumluluğumuz bizi “edepli” bir söyleme ve eyleme zorlaması gerekir. Toplumsal muhalefetin konumlanışını sivil toplumla, bileşimini yurttaşlarla, karşıtını devletle ve hedefi ni burjuva demokrasi-siyle sınırlandırmak ve sınırladığı alana çekilmek değil Alevi-Bektaşi ör-gütlülüğünün asıl görevi. Asıl görevi, hakların eşitsiz dağıtımını yaratan “vatandaş” ya da “yurttaş” temelli hak dağıtımına “duruş” alarak “eşit hak dağıtımı” üreten hakların eşitsiz dağıtımını yaşama geçirerek sivil toplumda ayrı ayrı sınıfsal, inançsal konumlanışlar tarafından belirlenen, yani günlük yaşamda sürdürülen toplumsal ilişkiler alanında çalışmaktır. Yurttaş-vatandaş temelli çalışmalar, asıl çalışmayı tamamlayıcı-bütünle-yici nitelikte algılanmalıdır. Kaldı ki tanımlanan sivil toplum alanı bugün uygar yurttaş ilişkilerinin değil, saldırgan köktenciliğin, özgür rekabetin değil tekelleşmenin, üretimin değil rantın, özgür iletişimin değil medya yönlendirmelerinin, özgür söz ve karar aygıtlarının değil sendika-dernek bürokrasisinin egemen olduğu bir alandır. Çalışmaların tümüyle bu alana kaydırılması ezilenlerin-horlananların mücadelesini omuzlayan örgütle-rin tarihini “siler”.

Alevi İnancı “İşlevsizse” Tehlikelidir

Alevi-Bektaşi örgütlülüğü diğer yandan Alevilik-Bektaşilik sorun-larıyla “sınırlı” topluluk örgütlenmelerini kucaklamalıdır. Kendi-ni besleyen ana damardan yoksun olan ya da bu damarı dışta

bıra kan, görmezlikten gelen, küçümseyen bir toplum örgütlenmesi “şey” de ğil, “hiçbir şey” dir. Geleneksellik zemininde ve Alevi-Bektaşi inancı-nın- kültürünün yönlendiriciliğinde canlandırılan ya da canlandırılacak olan bu örgütlenmeler aracılığıyla Alevi-Bektaşi kimliği yeniden yapılan-dırılmalı, inancın ve kültürün gerekleri yaşama geçirilmelidir. Unutma-yalım ki bugün Alevi-Bektaşi inancı ağırlıklı olarak işlevsizdir; daha doğrusu, yaşama “sızma-katılma” yeteneğini önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. Bu “tehlikeli” durumun çözümlenmesi zorunluluktur. Çün-kü, tüm ortodoks dinlerde bu arada Sünnilik’te inanç, “işlevsizse” tehli-kesizdir; bu nedenle laiklik ilkesi gereği dünya işleriyle ve toplumsal yaşamla bağı “kopartılarak” vicdanlara sıkıştırılır; ancak ahlak ve öte- dünya öğretisi olarak yaşamasına izin verilir. Alevilik-Bektaşilikte ise bunun “tersi” doğrudur: “İşlevsizse” tehlikelidir; yaşamın “sorgulama-sı” dışında kalarak “kemikleşen” Alevi-Bektaşi inancı, Alevilerin-Bek-taşilerin taşıyamayacağı bir inanç-yaşam karşıtlığı yaratır. Bunun önüne geçebilmek için yaşama sunulması, yaşam tarafından sorgulanmasının sağlanması gerekir. Ancak böylesi bir gelişme sürecinde inanca “deği-şim-dönüşüm” kazandırılabilir, “geri dönüşümlü” duruma getirilebi-lir. Başka türlü bir Alevinin-Bektaşinin inancıyla “kucaklaşması” ola-naksızdır.

Diğer yandan Alevilik-Bektaşilik bugün, sözel kültürden yazılı kültür durumuna dönüşme aşamasını yaşadığı için bir bakıma “kendine başkal-dırı” içindedir. Anonim yanı egemen olan bu felsefe/öğreti büyük ağırlık-la sözeldir. Yazılı yanı kimi özgün yapıtların sayfalarında gizil durumda saklıdır ve ancak “aydın katkısıyla” açığa çıkarılabilir. Bunu gerçekleş-tiremezsek şeriatçı dinler karşısında Alevi-Bektaşi felsefesi “yalnız”

bırakılmış olur. Köktendincilik “lehine” bu felsefe “kurban” edilir. “Ya-şarken yeniden dirilmek” temel diyalektiğiyle yaşama geçecek olan bu felsefe, yaşama olanağı verilmeden “boğulur”. Alevi-Bektaşi felsefesinin “ölmeden evvel ölmek” tasarımı şeriatçı inancın “öldükten sonra diril mek” biçiminde kemikleştirilen “mahşer” tasarımına dönüştürülmüş olur.

Şimdi bu sözlü gelenek yazılı bir iletişim durumuna dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu bir altüst oluş getirecektir. Sözlü geleneğin dünden gelen saygın kimlikleri ya da kurumları ile yer yer çelişik yaşanacaktır. Bunu bir ölçüde doğal karşılamak gerekir. Çünkü, bu da kendi içinde bir “baş-kaldırı” dır. Toplumsal tarihte her başkaldırının bir “bedeli” vardır. Demek ki bu altüst oluş da bir “bedel” ister. Bugün yaşıyoruz ve “yazılı kültür”e geçmenin gerekliliğine tanık oluyoruz. Görüyoruz ki sözel gele-neğin taşıyıcısı durumundaki “bellekler” Hakk’a yürümelerle sayıca aza lıyor; sözel kültür geleneğinin yaşam alanı her geçen gün biraz daha daralıyor. Öyleyse yapılması gereken nedir?

Yapılması gereken; sözel geleneğin taşıyıcısı olan “bellek” körelme-den aydın katkısıyla Anadolu Aleviliği olarak adlandırdığımız felsefı dini ya da bilgelik öğretisini, sözel malzemed’en süzüp yazılı malzeme duru-muna getirmektir. Bu görev öncelikle Alevi-Bektaşi örgütlülüğünündür.

Eğitin etkinlikleri örgütlenirken geleneksel örgütlerde ya da çağdaş örgütün yapısında canlandırılan cemevi vb. birimlerde, daha açık bir anlatımla “doğrudan demokrasi” kurumlarında “yüz yüze” eğitim temel alınmalıdır. Çünkü, sözel kültürün sözel yolla taşındığı kurumlarda yazı-lı kültüre alışkanlık ya da yatkınlık yoktur, varsa bile sınırlıdır. Aşabil-mek için uzunca bir zamana gereksinmesi vardır. Buna karşın çağdaş demokratik örgütlenmelerde ise eğitim etkinlikleri hem yazılı ürünü ulaştırma, okuma alışkanlığını geliştirme biçiminde hem de “doğrudan” yani “yüz yüze” eğitim karma olarak gerçekleştirilmelidir.

Özetlersek Alevi-Bektaşi örgütlülüğü, geleneksel temelde Alevilerin-Bektaşilerin “tümünü” kucaklayan, Alevi-Bektaşi olmaktan kaynaklanan sorunların çözümüyle uğraşan topluluk örgütleriyle beslenen, ancak belirle-yici-güdücü-yönlendirici öğesi Alevilerin-Bektaşilerin ezici çoğunluğunun da içinde bulunduğu geniş halk yığınlarının çıkarına dayanan, bu çıkarın gereği olarak demokrasi-laiklik mücadelesine omuz veren, bu yolla ülke in-sanının gelecek alınyazısının belirlenmesine “katkı veren” örgütlerdir.

Page 18: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

18 Sayı 9

SERÇEÞME

İMAM CAFER SADIK VE TAKİYE VE BÂTINİLİK -BÖLÜM II-

İsmail Kaygusuz

Cafer’i Sadık ve Takiye Öğretisi

Takiye öğretisinin Şiiliğe sokulması ve ilk uygulamalar İmam Bakır (677-733/4) zamanındadır. Öğretinin ilkeleri ya da ilk adımları ona atfedilmekte. Ancak zamana uygun son biçimi-ni vermek ve onu inancın kesin koşullarından biri durumuna getirmek oğlu İmam Cafer Sadık’a kalmıştır.1

Arap toplumundaki kökten değişen, arkasından yaygınlaşan koşulla-ra bakınca, İmam Cafer Sadık tarafından yandaşları için takiye öğretisi-nin (önlem almak için, yani tedbir olarak ikiyüzlülük etme; başka türlü görünme) ortaya atılması akıllıca bir hareketti ve o gizli Şiilik inancı-nın zorunlu maddesi yapıldı. Cafer Sadık’ın “takiye benim ve atalarımın dinidir. Takiye ile korunmayan bir kimsenin dini olmaz” dediği bildiril-mektedir. Bir başka fırsat üzerine onun “dininiz için korkun ve onu taki-ye ile koruyunuz” dediğine inanılır. Daha sonraları da, “bizim takiyeye ilişkin düşüncemiz, onun zorunlu (farz) olduğudur ve ondan vazgeçen, tapınmayı bırakan kimseyle aynı durumdadır” demiş olduğu söylenir.

Aslında Cafer Sadık, İsmaili çizgisindeki batınilik üzerinde temel-lendirilmiş bir açık davet’in Abbasi rejiminin iktidarında kesin bir yok olma anlamına geleceğinden (dolayı) bu çözümü bulmuştu. Kuşkusuz, İmamlar ve onlara inanan yandaşları için, kendi azınlık inançlarının açık açık propagandasını yapmak tehlikeliydi. Bu yüzden, daha sonra ileride, pek çok kovuşturmadan da korumuş olan takiye yardımıyla gizli dava (misyon) sistemi ortaya çıktı.

Farhad Daftary, şöyle yazmaktadır:“Takiye uygulaması uygun bir biçimde Şiileri, özellikle İsmailileri kovuşturmaya uğramaktan korudu ve onların düşman çevreler altın-daki mezhepsel varlığının korunmasına hizmet etti”2

Takiya sözcüğü, “gizleme” ya da “saklama” anlamına gelen Arapça tukat kökünden çekilir. Ayrıca “birinden koruma ya da saklama” an-lamları içeren vakka’dan geldiğini ileri sürenler de vardır. Bir Kuran de yimi olan taukkat da takiye anlamında kullanılır ki, o ileride fi kir ayrılık larına ya da sapmalarına dönüştürülmüştür. Baidawi (ö.1286) “Anwar al- Tanzil”de, “İmam Yakup’un(ö. 820) Girah’kitabında tauk-kat yerine taki ye sözcüğü geçtiğini” yazar. Aynı sözcüğün Bukhari’de takiye anlamına gelen izler bulunmaktadır.3 İbn Hacar (ö.1449) da ta-ukkat ve takiye sözcüğünün anlamdaş olduğunu kabul eder. Zamahşari (ö. 1144) “Tefsir-ül Keşşaf”4, Ragıb İsfahani (s.1108) “Tefsir-ül Garaib-ül Kuran”da,5 Baidav (ö. 1286) “Enva-ül Tenzil”de6 ve Fahruddin Razi’nin (ö.1209) “Tefsir-ül Kebir”7 kitabında, İslam’da takiye öğretisinin ya da kuramının hoş görülebilirliği-caiz olduğu üzerinde Kuran’daki (3, 28), ayetinin ışığında bir uyuşum söz konusudur:

“Müminler, inananlar dururken ya da onlardan daha çok inanmayan-larla dostluk kurmasınlar; bunu yapan herkim olursa olsun Tanrı’dan hiçbir şey beklememeli. Ancak korku dolayısıyla onlara karşı kendi-nizi korumak zorunda kaldığınız durumlar istisnadır…”8

Arapça bir başka sözcük, kitman da takiye yerine kullanılır. Arapça sözcükler takiyenin anlamını “korunma için bir düzenleme yapmak” ola-rak vermektedir. Özetle takiye, İslam hukukunda (fıkıh) hoş görülebilir ya da caiz olan bir eylemdir. O, tehlikeli-baskıcı dönemlerde farklı inanç-takilerin kendi inançlarını gizlemesine izin veren bir öğretidir. Bir başka kaynağa göre, “Sünni yönetimlerde bazı konularda Şiilerden kuşkulanı-lır, bunun için onlar arasında takiye öğretisi özel bir önemle uygulanır.”9

İmam Cafer Sadık’tan İlginç Bir Genel Takiye Örneği

Musa b.Eşyem rivayet etmiştir: “Ebu Abdullah’ın yanındaydım. Bir adam Kuranı Kerim’den bir ayeti sordu. İmam ona gerekli açıklamayı yaptı. Sonra bir başka adam geldi ve aynı ayeti sordu. Ona da öncekinden farklı bir açıkla-ma yaptı. İmamın aynı ayetle ilgili birbiriyle çelişen açıklamaları karşısında, içimde Tanrı’nın dilediği düşünceler uyansı; sanki kalbi-mi bıçaklarla doğuyorlardı. Kendi kendime şöyle düşündüm: ‘Ebu Katade gibi vav harfi nde bile yanılmayan birini Şam’da bıraktım, bunca hataları yapan şu adama geldim.’ Ben bunları düşünürken, yanına bir başka adam geldi ve aynı ayeti soran ona da bana ve

diğer iki arkadaşa verdiği yanıtlardan daha farklı karşılık ver-di. Birden içim rahatladı ve İmam’ın bu davranışının takıyeden kaynaklandığını anladım. Sonra İmam bana döndü ve dedi: ‘Ey İbn Eşyem! Allah Davut oğlu Süleyman’a yetki verdi ve buyurdu ki: İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, ister elinde tut, hesapsız-dır (Sad Suresi, 39). Peygamberimize de yetki verdi ve buyurdu ki: Resul size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının (Nisa, 80). Allah Peygamberine hangi yetkiyi vermişse bize de aynı yetkiyi İmam olarak vermiştir’”10

İmam Cafer Sadık’ın ayrıca da, ketum ve sıkı bir düğümlenmeyle, Arap toplumunda ortaya çıkan meydan okuyuşlara ve asıl yönetim bas-kısına karşı gizli bir örgütün anlamını keşfetmiş ve gerekliliğini kav-ramış olduğu görülür. O, bu amaç için, geniş bir yeraltı misyonu-dava ağı örgütleme ustalığına sahip Maymun al-Kaddah adındaki İranlı azatlı kölesini görevli kıldı. Belirtmek gerekir ki Araplar, geleneksel olarak ve huyca gizli ve yeraltı görevler için uygun değildirler. Onlar daima, siya-sal entrikalar ve devlet donanımı olmayan çölde açık ve özgür bir toplum içinde yaşamaktaydı.

Eğer karşılaştırılırsa, aynı zamanda Abbasi İmparatorluğunun karak-teri, Emevilerinkinden de farklıydı. Öyle çok farklıydı ki Abbasi İmpara-torluğu, sadece bir kısmı Arap olan bir yeni Müslümanlar imparatorlu-ğuydu. Aslında Abbasiler, imparatorluklarını kurma başarılarını Arap olmayan Fars ve diğer halkların stratejisi ve desteğine borçluydu. Bilin-diği gibi onlar Horasanlı Ebu Müslim tarafından iktidara getirilmişti.

İmam Cafer Sadık ve Ebul Hattab Takiyesi

Ebul Hattab adıyla tanınan, Muhammad bin Abi Zeyneb Maklas-ül Asadi-ül Kûfi (ö. 783), İmam Cafer Sadık’ın çok seçkin bir müridiydi. O ilk önceleri, batıni yorumla renklen-miş Şii öğretilerini va’z etmekteydi. Uzun zaman boyunca İmam Cafer Sadık’ın yakın dostuydu ve İmam onu kendi baş

dai’si olarak Kufe’ye atamıştı. Kashi’nin anlattığına göre, bir keresinde İmam elini onun göğsü üzerine koyarak “sen gayb alemini, benim sır-larımı biliyorsun” demiştir. Bu, Navbahti’nin, İmam’ın sadece ona ism- i azam’ı (mutlak söz, yüce isim) açıkladığı ve onu “halkımızın yaşam ve ölümü emanet (teslim) edilen kişi, sırrımızın emanet yeri, bilgimizin tepeliği” diye çağırdığını yazmasıyla da bağlanabilir. Böylece herhangi bir insan bile, Ebul Hattab’ın İmam Cafer’in yanındaki saygıdeğer yeri, yani gerçek statüsü hakkında kolayca bir yargıya varabilir.

Öbür yandan denilmektedir ki, Cafer Sadık sözde onun, kendisinden dinlediği bir hadisi farklılaştırarak ya da eksik olarak nakletmesi huyun-dan hoşlanmadı. Böylece İmam ile ilişkisinin lekelenmesine neden oldu-ğu için Ebul Hattab 755 civarında cemaatten uzaklaştırıldı, yani bir çeşit aforoz edildi.

Belki de bununla İmam Cafer Sadık döneminde, İmam ile onun ara-sında ilişkinin koptuğunu -ki bunu bazı tarihçiler yanlış fi kre bağladılar ve onun çevresinde sahte hikayeler düzdüler-uydurdular. Oysa bu açık olarak göze çarpan en eski takiye örneğidir.Bu çeşit bir takiye, Şiilerin kendilerini Ebul Hattab’dan ayrı tutmaya niyetli olduğunu gösterirken, Abbasilerin zihinlerinde Ebul Hattab ve İmam Cafer arasında ilişki olmadığına dair bir düşünce oluştuğu görülüyor. Ama Ebul Hattab’ın inancı öyle derin köklüydü ki, bir an için bile sarsıntıya uğramadı.

Bir söylentiye göre, İmam İsmail bin Cafer Irak’ta bulunduğu zaman, büyük olasılıkla 769’dan sonra, takiye uygulaması olarak, Ebul Hattab sıfatını takma ad olarak benimsedi. Ebul Hattab’ın Cafer Sadık’ın gizli yandaşı, onun izleyicisi olmadığı, topluluktan uzaklaştırılmış olduğu doğruysa, neden daha sonra İsmail onun adını kullandı? Ebul Hattab ken-di kimliğini gizlerken, İsmail o andan itibaren Küfe’de küçük bir grubun arasında Ebul Hattab olarak tanınmış oldu.

Nevbahti “Kitab Firak-ül Şia”11 da ve el-Kummi (ö. 300/912) “Ki-tab-ül Makalat vel-Firak” kitabında,12 Ebul Hattab’ın (yani İsmail’in) yandaşlarının Hattabiyye (Hattabiler) olarak tanındığı ve “tanrısal nu run İmam Cafer’den Ebul Hattab’a ve onun ölümünden sonra da Muham med bin İsmail’e geçtiğine” inandıklarını yazmaktadır.

Buradaki Ebul Hattab adı gerçekte İmam İsmail’in lakabıydı. Orta Asya’da İsmaililer arasında saklanıp korunmuş olan “Ummu’l-Kitab” risalesinde, Hattabilerin İsmaliliğin kurucuları olduğu yazılı ve “İsmail-

Page 19: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 19

SERÇEÞME

lik, İsmail için hayatlarını veren Ebul Hattab’ın çocukları tarafından kuruldu” açıklaması yapılmaktadır.

Ebul Hattab’ın yetmiş yandaşının Küfe’de bir camide toplatılıp, vali-nin emriyle öldürüldükleri anlatılmaktadır. Ebul Hattab da yakalanıp darağacında idam edilmiştir. Ancak onun ölümünün 755 ya da 762’de gerçekleştirildiğine dair tarihçiler tarafından geliştirilmiş fi kre inanmak olanaksızdır. Ebul Hattab çok büyük olasılıkla 783 yılında öldürüldü.

Şehristani’de Hattabiler

İmam Cafer ve Ebul Hattab ilişkisi, Hattabiler üzerinde İsmaili web sitesinden son bilgileri özetledikten sonra,13 daha önce çeşitli dergi ve web sitelerinde yayınlamış olduğumuz 12.yüzyıl Sünni-Şafi i yazar Şehristani’nin (1076-1153) verdiği bilgileri ve 20. yüzyıl Fransız bilgini Henry Corbin’in (ö.1977) görüşlerini de kısaca

geçmek yerinde olacaktır.Hattabiler, Ebi Zeynep-ül Esadi-al Acda oğlu Ebul Hattab Muham-

med’den gelirler. Şehristani’ye göre Ebul Hattab, Cafer Sadık’ın çok ya-kın dostuydu. Ancak, Cafer onun aşırı düşünce ve inançlarını öğrendi-ği zaman, ondan desteğini çekti. Hatta onu lanetledi. Ebul Hattab Muhammed’in yandaşlarına da uzaklaşmalarını söyleyerek, onunla iliş-kisini kesti. Bunun üzerine, o da kendi imamlığını ilan etti.

Ebul Hattab, imamların yalnız peygamberler değil, ayni zamanda tanrılar mertebesinde olduğunu söylüyordu. Kendisinden önce, Pey-gamber ailesinden diğer atalarının bu sıfata sahip olduğu gibi, bizzat İmam Cafer Sadık da ona göre Tanrıydı. Onun için, bu imamlar Tanrının çocukları ve en çok sevdikleriydi. Yani, Kuran’daki (V,18) Yahudilerin “Biz Tanrının oğulları ve sevgilileriyiz” iddialarıyla eşleştiriliyordu

Ebul Hattab için, Peygamberliğin seçildiği tanrısallık ışığı, aynı zamanda İmamlığın da seçildiği ışıktır. Ona göre, yeryüzü eğer ışıktan (nurdan) varlıkların oluşturduğu yukarıdaki dünyanın yansımalarından yoksun kalırsa, yaşanacak yer olamaz. Ebul Hattab İmam Cafer’i, zama-nın Tanrısı olarak tanıyor. Ancak, gözlerimizin görebildiği ve duyuları-mızın algılamak zorunda kaldığı varlığı, bu isimle göstermek istemiyor-du. Tersine, bu aşağı dünyaya, yani yeryüzüne düşme anında Cafer’in, insanların tanıyacağı biçime dönüşmüş olduğuna inanıyordu. Halife al-Mansur’un valisi İsa b. Musa, Ebul Hattab’ın yaydığı düşünce ve öğüt-lerdeki kendileri için tehlikeli olacak önermelerin farkına varınca, Küfe yakınındaki tuzlalarda onu yakalatıp öldürttü. Başkanlarının öldürülme-sinden sonra Hattabiler birçok kollara ayrıldılar.14

Hattabilik Üzerinde Henry Corbin’in Görüş ve Yorumları

Henry Corbin’e göre, Ebul Hattab ilk kez olarak, batini tipte hareketi tasarlayan ve örgütleyen bir kişi olarak 8. yüzyıl-da ortaya çıktı. Kendisi, reddedildiği noktaya kadar, imam Bakır ve İmam Cafer Sadık’ın çok yakın arkadaşıydı. Aralarında geçtiği anlatılan bir olay, bu arkadaşlığın yakın-

lığını belirlemektedir. İmam Cafer Ebul Hattab’ın göğsüne elini koyarak ona şunları söylüyor:

“İyi hatırla ve asla unutma: Sen gizli olan şeyi biliyorsun. Sırrımın yüklendiği yer olan bilgimin tepeliğisin sen. Sana hayatımızı ve ölümümüzü emanet ettim.”

Hattabi öğretisinin büyük bölümü, “İmamın bilgisinin tepeliği” ilan edilmiş olan Ebul Hattab’a aittir ve İsmaililiğin temel düşüncesiyle yakından ilişkilidir. Ayrıca Şii Gnostizminin aşırıları tarafından inanılan görüşler ve bunlara uyum gösteren diğer öğretiler de Ebul Hattab’a atfe-dilir. Örneğin, Alamut reformuna ait son yazmalarda ortaya çıkanlar, bu öğretilerin izleridir. Ayrıca Sufi terminolojisine de girmiştir.

Ebul Hattab’ın imam Cafer’in oğlu İsmail’in “manevi yol babası” olduğu, bunun da Muhammed’in Salman al-Farisi için “Sen benim ev halkımdansın” dediği hadise dayandırdığı söylenmektedir. Adı da Ebul İsmail (İsmail’in babası) olarak geçmektedir metinlerde. Hattabilerin verdikleri kurbanlar ve onların coşkulu ruhlarının verdiği esinler, genç İsmail’i onları desteklemeye götürdü. Hattabilerle ilişkilerinden ötürü Cafer’i, oğlu İsmail’i yadsıma noktasına götürmesi, dehşeti daha da yük-

seltti. Küfedeki camide toplanmış 70 kadar Ebul Hattab yandaşı valinin emriyle orada öldürüldü. 762’de Ebul Hattab’ın kendisi yakalanıp idam edildi. Hayatta kalanlar İsmail’e katıldılar ve Hattabiler İsmaililerle ay-nılaştılar. Kaynakların bildirdiğine göre, yakınlarıyla bir konuşmasında Cafer, Ebul Hattab için gözyaşı dökerek aralarında geçenleri anlatmış. Ama bu sır dramının ne olduğunu bilen yoktur.

Oysa bizce bu sır dramının (sırrı), yine Henry Corbin’in bir başka yapıtında anlattığı başka bir olayda saklıdır. Cafer’in Ebul Hattab’a ema-net ettiği, hem ölümünün hem de yaşamının bağlı olduğu sır, Ehlibeyt soyunun ve bizzat kendisinin tanrısallığını kabul etmesi; Tanrıyı gök-yüzünden indirip insanlaştırmış olmasıdır. Aslında yukarıda adlarını ver diğimiz Ortodoks İslama aykırı aşırı inançların yaratıcılarının İmam Ba kır ve Cafer’in çevresinde yetişmiş olması çok şeyi açıklamaktadır. Yetiştiriyor, sırlarını veriyor. Ancak açıklamalarını istemiyorlar. Baba ve oğul, kendi yarattıkları ‘Takıye’ ilkesine sığınmayı tercih ediyorlar-dı. Yukarıda verdiğimiz Cafer’in Tanrı anlayışına bir örnek olarak ver-diğimiz, H. Corbin’in, Şihabeddin Şah Hoseyni’nin ‘Risale dar Hakikati Din’ kitabından aktardığı İmam Cafer Sadık’la ilgili bir anekdot, bunu açıkça gösteriyor:

“İmam Cafer Sadık kendisine, ‘Kıyamet gününde Tanrının herkese görüneceği doğru mu?’diye soran adama şöyle yanıt verir: ‘Tanrı, ben sizin Tanrınız değil miyim? (Kuran VII, 172) diye sorduğundan beri, Kıyametten önce de görünmektedir. Gerçek inananlar onu bu dünyada bile gördü. Sen onu görmüyor musun?’ Adam yanıt ola-rak: ‘Ey yüce Tanrım, işte seni görüyorum. İzin ver başkalarına da bunu bildireyim.’ İmam: ‘Hayır’,dedi, ‘hiç kimseye bir şey söylemeye-ceksin. Çünkü onlar kara cahil ve anlayışsız insanlardır. İnanmazlar ve seni lanetlerler’.”15

Ebul Hattab’ın öğretileri ve Hattabilik ekolü, birçok proto-Alevi gruplarda yaşadığı gibi, Umum-ul Kitab ile zamanımıza kadar korun-muştur. O kitapta, İsmaili Aleviliğinin, İmam Cafer oğlu İmam İsmail için canlarını veren Ebul Hattab’ın çocukları, yani onu izleyen yetiştirdi-ği çömezleri tarafından kurulduğu özellikle ifade edilmektedir.16

KAYNAKÇA

1 Çok büyük olasılıkla takiye öğretisi, Kuzey Suriye ve Doğu Anadolu’da yaygın Hıristiyan heterodoksluğu ya da sapkınlığı olarak kabul edilen Polikyen inançlıların, kendilerini gizleyip Ortodokslar gibi görünme uygulamaları olarak, onlarla ilişkileri oldukları varsayılan Eul Hattab ya da Maymun al Kaddah tarafından baba-oğul İmamlara önerilmiştir, diye düşünmekteyiz. Bu ilişkiye, henüz yayınlanmamış “Anadolu’dan Batı Avrupa’ya Karşıt İnanç ve Düşünce Geleneği” yazımızda genişçe değinmiş bulunuyoruz.

2 “The Ismailis: their History and Doctrines”, London, 1990, s. 85.3 Kitab al-İkrah 28: 50.4 Cairo, 1953, 2nd vol., s. 16.5 Cairo, 1894, 1st vol., s. 313.6 Beirut, 1958, 1st vol., s. 153.7 Cairo, 1890, 2nd vol., s. 646.8 Kuran, 3: 28.9 Urdu Encyclopaedia of Islam, 6th vol., s. 581.10 Usul u Kafi , s.372, 3-688.11 Yayım. Ritter, İstanbul, 1931, s. 60-61.12 M.J Mashkur yayımı, Tehran, 1963, s. 83.13 Bkz: www.ismaili.net.14 Al-Shahristani, al-Milal, s.297-298.15 H. Corbin, Temps Cyclique et Gnose İsmaélienne, Paris, 1982, s.144.16 Henry Corbin, “Nasir-i Khusrav and Iranian Ismailism” The Cambridge

History of İran IV, Cambridge University Press, 1975, s.526-528; Histoire de la Philosophie Islamique, Paris, 1974, s.116; M.Momen, Agy. s.52-53; F.Daftary, Agy.s.111-112.

Page 20: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

20 Sayı 9

SERÇEÞME

Zamanı Yenen Ritüel; Nevruz

Hasan Harmancı

Ortadoğu’da gelişen sanayinin madenlerin daha iyi işlen mesiyle önemli bir sektöre dönüşmesi Cilalı Taş Devri’nden sonraya rastlar. Madenin kullanımı derken özellikle de demir madeninin kullanılmasını aklımıza getirmeliyiz. Demirin kullanılması sanayi devrimi

niteliğinde ve yeni uğraş alanlarının ortaya çıkması olarak değerlen-dirilmelidir. Binlerce yıl yüzeyde bulunan madenleri kullanırken insan, ‘toprağın rahmini’ kazmaya ve oradaki maden lere ulaşmaya başladı. Toprağı zaten kutsal gören insanoğlu, bir kat daha bu mucize-vi tan rıçasının ürettiklerine kavuştu. O güne kadar sadece göktaşla-rıyla bera ber yeryüzüne inen demiri taş gibi işlerken, onun kullanışlı bir alete dönüşünü daha keşfedememişti. Toprağın üstünde bulunan bu maden gökyüzünden yağan göktaşlarının armağanı, bir bakıma gök tanrının armağanı olarak düşünülmekteydi. Bu düşünce Azteklerde, Mısırlılarda, Sümerlerde ve Hititlerde de aynıydı. Sümercede demiri anlatan sözcük An.Bar, ‘ateş, gökyüzü’, ‘göksel maden-yıldız’ işare-tiyle belirtiliyordu. MÖ. XIV. Yüzyıla ait bir Hitit metininde kralların “gökyüzünün siyah demiri” ni silah yapımında kullandıkları yazmak-tadır.

Maden fi lizlerinin eritilerek kullanılması devrim yaratmıştır. Bakır ve Tunç’u işleyen Ortadoğu halkları demiri ‘toprak ananın rahminden’ çıkarıp eriterek işlemeye başlayınca, kimin topraklarında daha fazla keş-fedilmiş demir yatakları varsa, ekonomisi, sanayisi de o oranda güçlen-miştir. Demirin akkor haline getirilerek sertleştirilmesi bir bütün olarak yeni bir sanayi doğurdu. Bu sanayinin yönetimler tarafından örgütlen-mesi ise uzun zaman almadı. Günlük kullanıma ve savaşa ait üretim demirin varlığını daha da anlamlandırdı ve savaş gerekçesi oldu, tüm değerli madenler gibi.

Ateşin Efendisi Demirci’nin DevrimiMadenin yeraltından çıkarılması sonrasında insanoğluna tanrının bu bağışı doğal olarak inançları da etkiledi ve toprağın sunduklarına insan daha çok inanır oldu. M. Eliada’nın deyişiyle;

“Dünyanın her yerinde madenciler arınmayı, orucu, murakabeyi(*), duaları ve ibadet davranışlarını içeren ritüeller yapar.”

Eliada’nın bu sözlerine bir başka katkısı da, “Bütün maden ve dağ mitolojileri, sayısız peri, cin, hava perisi, haya-let ve ruh; hayat’ın jeolojik katmanlarına girdikçe karşılaşılan kutsal varlığın çok sayıda tezahürü olduğudur.”

Buna eklenebilecek olan söz madenlerin fırınlarda bir mucize gibi yeniden işlevsel hale dönüşmesinin insanın kafasında yarattığı harikula-deliktir. Maden fırınlarında bu nedenle değer arttırıcı ritüeller uygulanır, madenciler tarafından.

Madenci, madene ihtiyaç duyan insanlar için, ateş ve demirle yaşaya-rak her ikisini de kontrol eden olduğu için “ateşin efendisi”dir.(**) Son dö-nem Amerikan fi lmlerinde gelecek tasarımında maden ocakları1 şiddet, korku, ürperti ve kahinlik işlerinin sunulduğu tasarımlarla sunulmak-tadır. Birçok fi lmin adı yine bu efsane ve ritüeller topluluğundan ilham almaktadır. Madencilerin bu demiri işleme güçleri kahinlik şamanlık, büyücülük, ozanlık, şifacılık ve hekimlikle iç içe geçmiş bir bütünlük oluşturur. Buradaki yeni oluşan maden işleme kültürü işleyenleri de hal-kı da yeni inanış ve ritüellere doğru taşımıştır.

Her şeyin paylaşıldığı ve anlatıldığı mitolojilerde demircilere de önemli görevler düşer. Çoğu mitolojide demirci tanrısal görevler de üstlenir. Tanrılar onların yaptığı silahlarla zaferler kazanırlar. Kenan mitinde Koşar ve Hasis, Baal için yeraltı denizleri ve sularının efendisi Yam’ı öldüreceği iki demir çubuğu örste döver. Mitin Mısır versiyonun da Horus’un Seth’i yenmesini sağlayan silahları Ptah Çömlekçi Tanrı(***) yapar. Aynı şekilde Vrtra’yla kavgasında İndra’nın silahlarını tanrısal demirci Tvastr yapar; Zeus’un Typon’a karşı zafer kazanmasını sağlayan yıldırımı Hephaistos döver.2 Bu mitolojik anlatımların döngüsünün bu güne kadar nasıl değişerek geldiğini tam olarak görebilmek mümkün olmasa da Demir Çağı’nın bilinçlere kazınmış ‘devrim’ini özellikle köy toplumlarının bazı ritüel ve uygulamalarında izlerinin sürdüğünü gör-mek mümkündür. Örneğin,

“Güney Cebeles’te bir kadın yatağa düştüğünde, doktoru ya da ebe-yi getirmeye giden erkek yanında bir demir parçası taşır hep, bunu doktora verecektir. Doktorun loğusalık bitinceye kadar bunu evinde

saklaması gerekir, onu geriye verdiğinde bu hizmetinden dolayı para alır. Demir parçası kadının ruhunu temsil eder, böyle tehlikeli bir anda bedeninin dışında olmasının içinde olmasından daha güvenli olduğuna inanılır. Bunun için de doktorun bu demir parçasını dik-katle saklaması gerekir; çünkü kaybolacak olursa kadının ruhunun da onunla birlikte mutlaka kaybolacağına inanılır.”3

Toprağın Efendisi İnsanın Doğaya YakarışıKeltler de yargılanmış ve suçlu bulunmuş olanlar beş yılda bir yapılan törenlerle yakılırdı. Bu törenler yazdönümü törenleri olarak adlandırı-lırdı ve her yıl yapılan daha küçük törenlerde bulunulurdu. Beş yılda bir yapılan bu kurban törenlerinde yeterli sayı suçlu yoksa esirler de yakılır-dı. Rahiplerin de katıldığı törenler, kimi yakılmadan önce de öldürülen kurbanların yanına horoz, kedi, tilki ve sığır gibi hayvanlar-kimi yer-lerde yılanlar- yanında sepetlik sazlardan veya odunlardan hazırlanmış dev insan fi gürleri yakılırdı. Kurban sayısı ne kadar çok olursa ‘toprağın veriminin’ o kadar iyi olacağı düşünülürdü. “Yazdönümü ateşlerinde, bir kasket, bir varil ya da içine canlı kediler doldurulmuş bir çuval yakmak, bir töreydi. İnsanlar ateşin küllerini ve közlerini toplar evlerine götürür-dü, bunların şans getirdiğine inanılırdı”4

Bütün toplumlarda bu tür ritüellerin olduğu görülebilir. Uzun uzun örneklemek yerine ritüellerin ortak yönlerini sıralamak daha uygun ola-cak. Birçok toplumda ateş yakma ilkbahar ve yaz başlarına denk gelir. Bu ateş yakma ritüelleri Cadılar Bayramı, Noel gibi kutlamalarda da uygulanır. Uygulamaların çoğunun altında yatan unsur güneşin par-lamasını ve ürünlerin büyümesini sağlamak için yapılan büyüdür. Bu günde toplanan otların, tohumların, yakılan ağaçların sihirli özellikleri, kutsallıkları söz konusudur. Yaban kekiği, adaçayı fi lizi gibi otsu, meşe gibi odunsu bitkiler ahırların tavanlarına konur, zararlardan korudukla-rına inanıldığından. Bu ateşlerin insanları ve hayvanları arındırdığına ve bitkileri zararlı böceklerden koruduğuna-özellikle dumanın yılanları ka-çırdığına ve küllerin de böcekleri uzaklaştırdığına- inanılmaktadır. Bazı Müslüman toplumlarda (Fas, Cezayir gibi) bu şenlik ateşine günnük ve baharat atarak meyve ağaçlarının üzerindeki kutsal gücü uyandırmaya çalışırlar. Ateşin yanması işinde görevli olanların herhangi bir suç iş-lememiş, hırsızlık, zina gibi kuraldışı -bazı toplumlarda ‘çirkin’- işler yapmamış olmaları gerekir. Onlar topluluğa göre ‘erdemli’ kişiler olma-lıdırlar. Yoksa ateş yanmayabilir veya kötülükleri ürünlerine, çıkarlarına dokunabilir.

Ateşler yüksek yerlerde veya meydanlarda yakılır. Bu ateşler bazı yerlerde çakmaktaşı, çelik veya büyüteçle yakılır. Ateşler çok uzak-tan görülecek biçimde yakılır. Ateşin etrafında güneşin dönüş yönüne göre yürünür veya dans edilir. Bu ritüelin amacı daha çok bitki ve iklim üzerinde güneşin -ısının ve ışığın kaynağının- etkisinin arttırılmasıdır. Hintliler yanan bu ateş sayesinde Güneş-Tanrı Surya’yı uyandırdıklarına inanırlar. Günün kararmaya başlamasıyla yakılan ateş çoğunlukla sabah-leyin güneşin doğuşuna kadar diri tutulur. Bazı uygulamalarda çocuklar yakılacak ortak kutlama ateşi için evlerden yakacak toplarlar. Kimi ritü-elde ise (Würtemberg ve Rottenburg’da olduğu gibi) Melek-Adam adını verdikleri tasvirin ateşe verilmesinden sonra çocuklar yanan figürü kı-lıçlarla parçalarlar. Ardından da üzerinden atlarlar veya etrafında dans ederler.

Gençler hazırladıkları kale veya kulübenin etrafında meşaleler el-lerinde yürürler; kiminde şiirler okunur, kiminde dualar, ilahiler, halk şarkıları, destanlar okunur. Kulübenin içinde ottan insan yakılır bazı uygulamalarda. Dumanın estiği yöne önem verilir. Tarlalara doğru gidi-yorsa bolluk ve berekettir. İnsan tasvirinin yakılmasının bir kaç nedeni bulunmaktadır. Bu kurban sayesinde günahları azaltmak, ölümü toplu-luktan kovmak, kötü ruhlu cadı veya insan tasvirlerini yakarak güçlerini ellerinden almak gibi. Çeşitli bitki sap ve samanlarından ve çalılardan yapılan insan tasvirleri yakılarak ‘ölümü gömmek’ amaçlanmaktadır. Tarlalarda meşalelerle dolaşmak ise ateşin ve güneşin etkisini artırmak ve yaymaktır. Ateş yakılması günahların arkada bırakılması olarak da görülebilinir. Yaşlılar genellikle ateşin etrafında oturmayı tercih ederler ve önlerindeki yılla, gelecekle ilgili umutları genç kız ve erkeklere bıra-kırlar. Gençler başlarına çiçeklerden taçlar takarlar.

Bazı uygulamalarda ise kutsal şenlik ateşinden birer parça alınarak evlere götürülür ve evdeki ocak tutuşturulur. Yukarıdaki gerekçeler ya-nında ürünlerini bollaştırmak, dondan korumak ve kendilerini korumak

Page 21: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 21

SERÇEÞME

için dualar okunur bu ocağın başında. Bu ateşin külleri ekilecek tohum-lara karıştırılır veya akarsuya atılır. Bu ateşlerin tarlalarda da yakıldığı olur.

Bu uygulamaların çok azı dinsel içeriklidir. Ancak şenliklerde kur-ban amaçlı insanların veya tanrı tasvirlerinin yakılması dinsel ritüelleri hatırlatır. Özellikle birçok toplumda meşe ağacının yakılması ona ta-pınmanın bilinçaltında sürdürülmesidir. Hıristiyanlığın ve İslamiyet’in yasaklamalarına rağmen gençlerin bu dönemlerde bir araya gelmesi, tanışması ise ritüelin başka boyutlarda devamlılığıdır. Bu gençlerin ta-nışması için fırsattır. Kimi yerlerde yaşlılar, evliler ateş yakıldığında ev-lerine çekilirler, gençler korulara dağlara doğru giderler. Bazı yerlerde ise tersi uygulanır. Yaşlılar köyün dışına çıkarlar. Kafkaslar başta olmak üzere birçok kutlamada gençler gece boyu kızlı erkekli yalnız kalırlar. Bu gecede ritüelin kuralları geçerlidir. İçki ve cinsellik gençler için ser-bestleşir.

Nevruz Kavramının EtimolojisiAteş ve demirle ilgili farklı ritüellere baktıktan sonra kendi bölge-

mizde tartışmayı sonlandıramadığımız propaganda ve anti-propaganda çerçevesinde kutladığımız Nevruz’a dönebiliriz. Nevruz kavramı eti-molojik olarak yenigün anlamındadır. bazı ağız farklılıklarıyla Türki Devletlerde novruz, navruz, noruz, naras nauras (Tatarca mart ayı an-lamında) olarak söylenir. Farsça-Türkçe5 sözlükte nevruz biçiminde kul-lanılmıştır. Tori’nin hazırladığı “Kürtçe-Türkçe” sözlükte sersal yılbaşı, newroz; 21 Mart’a rastlayan yılbaşı ve Kürt Ulusal Bayramı olarak ye-ralmıştır. Malmisanıj’ın Zazaca-Türkçe sözlüğünde ise sere yıllık, baş, new dokuz, roz gün, güneş anlamında kullanılmaktadır. Yezidiler’de ise sarisal-ida sersale yeniyıl bayramı olup, Nisan’ın ilk Çarşamba günü kut-lanır. A. Yeğin’in hazırladığı Türkçe sözlükte nevruz şöyle tanımlanmış-tır: “Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (oğlak) burcuna girdiği 22 Mart’a rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsavi(eşit) olur. İranlıların yılbaşısıdır”. Meydan Larousse’un nevruz maddesi ise: “Eski İran takvimine göre yeni yılın ve ilkbaharın başlangıç günü... Nevruz günü kırlara çıkılarak yapılan bayram”dır ifadesine yer verilir.

Kürtlerde Nevruz KültürüF. Köprülü, III. Ahmet döneminde (1709-1736) Dürri Efendi’nin Safevi sarayına elçi olarak gittiğini ve Dürri’nin III. Ahmet’e sunduğu nevruz adetleri hakkındaki bilgileri şöyle aktarır:

“Birkaç günden sonra nevruz-ı sultani hulül edüp onlar nevruza ga-yet itikar ve ibdü-kebirdir deyu tesmiye edüp ıyd-ı Ramazan ve ıyd-ı azhadan haşa mükerrem ve eşref olmak üzre itibar ederlermiş. Kangı ayda vakı olsa ol ayın nihayetine dek bir işe el vumayıp taze cedid libas kendülerin donadup gece gündüz zevk ve sevkle ala ve edna ve zükür ve enas ve nisvan ve sıbyan sürür ve şadmani ederler... kulunu-zu tahvil gecesi davet ettiler itizar edip gitmedim”.

Nevruz’un bir “Kürt” bayramı olduğunu ifade edenlerin temel daya-nağı Firdevsi’nin Şahname adli eserinin birinci cildindeki ifadeler oluş-turmaktadır. Xemgin’de;

“Kürdistan halkının en önemli mitolojilerinden bir tanesi şüphesiz Nevroz mitolojisidir. Bu mitolojide kötülük ve haksızlığı sembolize eden zalim kral Dehak ile ona karşı iyilik ve haklılığı sembolize eden Demirci Kawa’nın mücadelesi anlatılmaktadır.”6

Ortak anlatımların yeni versiyonlarında ise daha çok şu biçimde yer alır;

Dehak adında, çok zalim Asurlu bir kral varmış. Bu kralın omuzla-rında bir türlü iyileşmeyen yaralar çıkar. Birçok hekim bu yaraları tedavi etmeye çalışır, ancak bir türlü iyileştiremezler. Sonunda bir hekim, kralı muayene eder ve ona, her gün iki Kürt gencinin beynini çıkarıp yaralarının üzerine sürerse yaraların iyileşebileceğini söyler. Kral Dehak hekimin sözünü yerine getirmeye kara verir.. Böylece her gün iki Kürt genci öldürülerek beyinleri Dehak’ın omuzlarındaki yaralara sürülmeye başlanır. Uzunca bir süre böyle devam eder. Bazı gençler öldürülmemek için kentten kaçarak dağlara sığınır. Bir gün sıra Kawa adında bir demircinin oğluna gelir. Demirci Kawa yiğit, cesur ve iyi yürekli biridir. Oğlunun ve halkının böyle katledilmesini engellemek ister. Çevresindeki insanlarla konuşur ve onlara Dehak’ın

zulmünden kurtulmanın tek yolunun onu öldürmek olduğunu anla-tır. Dehak’ın sarayına giderek Dehhak’ı öldürür. Dağda yaşayanlara haber vermek için sarayın avlusunda görebilecekleri bir ateş yakar. Bu ateşi görenler dağdan evlerine geri dönerler. Bu nedenle her yıl, 21 Martta her taraftan görülebilecek büyük şenlik ateşleri yakarak, özgürlüklerini kutlarlar.

Nevruz’un Kürt mitolojisindeki yerini sağlamlaştıran bilgi Firdevsi’nin Şehname adlı eserinde Dehak ile Demirci Kawa arasında geçen mücadeledir. Kürt halkına ‘özgürlük ateşi’ yaktırmaya devam eden olay şöyledir;

“Cemşid’in günü de karardı. Bir vakitler bütün yeryüzünü aydın-latan büyüklüğü, gittikçe azaldı... O zamanlar mızraklı süvarilerin yaşadıkları çölde yetişmiş bir yiğit vardı. Bu hem bir padişah, hem de fazilet sahibi bir adamdı. Tanrı korkusundan daima titredi... Bu dini temiz adamın pek ziyade sevdiği bir oğlu vardı. Şöhrete tapan bu Dehak adlı çocuk çok cesur ve çevikti. Fakat çok kötü huylu idi. Onu Pehlev dilinden olan Biyares adı ile çağırırlardı... Zalim ve alçak Dehak, böyle bir çare ile babasının tahtını elde etti...”“O parlak günler kara günler oldu. Herkes Cemşid’e itaatten vazgeç-ti... Her taraftan bir padişah, her yerden ileri gelen bir adam çıktı ve asker toplayıp savaşa hazırlanarak, Cemşid’e karşı düşmanlık gös-terdi. Askerler birer birer İran’dan çıktılar ve Arapların memleketine doğru yol almaya başladılar. Orada, ejderha yapılı büyük bir padi-şah olduğunu haber almışlardı. Kendilerine bir padişah arayan bütün İran süvarileri hep birden Dehak’a gittiler. Onu padişahlıkla övdü-ler ve İran’a padişah olarak kabul ettiler. Bunun üzerine bu ejderha yapılı padişah rüzgar suretiyle geldi. İran’da saltanat tacını başına koydu... Dehak, saltanat tahtına oturduktan sonra, bin yıl padişahlık etti. Bütün dünya onun idaresi atına girdi... Her gece ister halktan veya isterse yiğitler soyundan olsun iki delikanlıyı aşçı, padişahın sarayına götürür ve bunlarla onun derdine derman bulmak isterdi. Bunları öldürür, beyinlerini çıkarır, yılanlara yiyecek yapardı. Padi-şahın soyundan-memleketinden olan iki insan en azından iki insan-dan birini kurtarmak amacıyla saraya aşçı olarak girerler ve ... Bir koyunun beynini çıkarıp, öldürdükleri gencin beyni ile karıştırırlar. Ötekinin canını bağışlayarak ona, ‘git, bir yerde gizlen, canını kur-tar. Mamur şehirlerde yaşama. Bundan sonra senin yaşayacağın yer, dağlar ve ovalardır’ dediler... Bu suretle, her ay otuz gencin canını kurtarıyorlardı. … Bir gün Dehak halkı toplayarak kendisinin ada-let hususunda kusur etmediğini halka anlatarak onların da kendisini onaylamasını ister, bu esnada halk arasından biri; ‘Padişahım ben adalet isteyen Gave’yim!... Benim dünyada on sekiz oğlum vardı. Bu on sekizinden şimdi ancak bir teki kaldı’ diyerek padişahtan adalet ister ve padişahtan korkusunun olmadığını ve adalet anlayışını onay-lamadığını söyleyerek kızgın şekilde huzurundan ayrılır bu esnada halk etrafını sarar o da önündeki demirci önlüğünü -mor, kırmızı, sarı- mızrağına geçirerek halkı Ferudun etrafında toplanmaya çağı-rır. Ferudun, iki kardeşi ve Gave ordunun önünde ve yüreği Dehak’a karşı kinle dolu olarak Gave o şahlara yaraşan bayrağını açıp yola çıkar. Taç peşine düşen bir kimse gibi yürüyerek, Dicle ırmağına ve Bağdat şehrine gelir. … Dicle ırmağını Dehak’ın askerleri savun-dukları için Ferudun’un askerlerine izin vermezler bunun üzerine Ferudun da atını suda yüzdürerek karşıya geçer, diğer askerler de onu izlerler. Nihayet başları savaş duygularıyla dolu olarak, kızgın-lıkla karaya çıkarlar ve Beytülmukaddes’in (Kudüs) yolunu tutarlar. … Ferudun, Dehak’ın sarayına girerek onun tahtını ele geçirir fakat bir türlü Dehak’ı bulamaz, ancak sonra Dehak saklandığı yerden çı-karak sarayın damından kendini aşağıya bırakır. Ayağı yere basar basmaz, Ferudun rüzgar gibi hemen koşup yanına gelir. Öküz kafası biçimindeki gürzü kaptığı gibi, başına indirir. Bu sırada, mübarek nefesli melek gelir, yetişir ve Ferudun’a ‘Onu öldürme! Daha zaman gelmedi. Şimdi o bitkin bir halde. Onu taş gibi sağlamca bağla ve iki dağın darlaştığı yere kadar götür’. Bunun üzerine Ferudun onu iyice bir devenin üzerine bağlayarak böylece Şirhan’a kadar gittiler... Şirhan’a varınca onu dağların içerisine doğru götürür ve kafasını kesmek ister. Fakat melek tekrar görünerek onu Demavend dağına götürmesini ister. Bunun üzerine Ferudun o dağ daki bir mağaraya

Devamı 22. sayfada

Page 22: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

22 Sayı 9

SERÇEÞME

onu kapatır. Ağır iri çiviler getirtir ve on-ları, beynine değmeyecek şekilde Dehak’ın kafasına çakar. Sonuna kadar eziyette kal-ması için de, ellerinden onu tekrar bağlar. Dehak böylece, orada asılı kalır, yüreğinin kanları toprağa karışır. … Sonra Ferudun Padişahlık töresince Mihr-ü mah’ın birinci mübarek gününde şahlara yaraşan tacını başına koyar.”

Devamında;“Güneş koç burcuna girince, dünya bir gü-zellik ve tazelik kazandı... Cihan padişahı, akıllı ve adaletli olan Huşeng, saltanat ta-cını başına koydu, büyük babasının yerine geçti... Araplar taşı kendilerine nasıl mih-rap edindilerse, onlar da güzel renkli ateşe karşı tapınırlardı. Taşın içindeki ateş onun sayesinde meydana çıkarak, bütün yeryü-zünü aydınlattı. Bundan sonra Huşeng, ate-şi kıble yaptı! Kendi kendine, ‘Bu Tanrı’nın bir nurudur. Aklın varsa buna tapmalısın’ dedi. … Saltanatın büyüklüğüne uygun bir taht yaptırdı, onu birçok mücevherler-le süsledi... Buyruk sahibi padişah o tahtın üzerinde, havanın ortasında parlayan bir güneş gibi otururdu... Cemşid’in üzerine mücevherler saçtılar ve bugüne Nevruz adı verdiler. Yeni yılın ilk günü olan Fervar-din ayının birinci gününde insanın vücudu zahmet ve kinden kurtulup ileri gelenler; bu günü sevinçle kutIamak için şarap ve çalgı getirttiler, çalgıcılar topladılar. İşte Nevruz denilen bu mesut gün o zamandan, o padişahtan yadigar kalmıştır”

Burada birbirinden bağımsız iki ayrı ko-nunun anlatılması bir yana konuların birisinin anlatıldığı Dehak dönemi İslam sonrasında, Cemşid’in anlatıldığı dönem ise İslam öncesin-de geçmektedir.

Nevruz bayramı, Zerdüşt7 inancındaki tanrı Ahura-Mazda (Hürmüz) ile tanrı Ehrimen’nin mücadelesinde Hürmüz’ün savaşı kazanması konusu işlenir. Mutlu sonla güneş toprağı ısıtır, tabiat yeşillenir ve bereketli günler başlar.

Alevilerde NevruzNevruz gecesinde Aleviler-Bektaşiler Nev-ruz Cemi düzenlerler. Aleviler, Nevruz’u Hz. Ali’nin doğum günü olarak kutlarken, bazı yerlerde de Hz. Hüseyin’in doğum günü ola-rak kabul edilir. İnançların karışması nede-niyle Hz. Adem’in yaratıldığı gün olarak ifa-de edildiği gibi, Hz. Nuh’un gemisinin ‘Cudi Dağı’na oturduğu gün olarak da kabul görür. Daha ayrıntılı olarak Hz. Ali’nin Halife olduğu gün, Hz. Ali’nin Hz. Fatma ile evlendiği günü de ekleyenler bulunmaktadır. Kimi yerlerde üç gün nevruz orucu tutulmaktadır. İzmir Nal-döken Tahtacıları bu bayramda mezarlıkları ziyaret ederek atalarının ruhlarını yadederler. Ayrıca pişirilen yumurtalar bayram kutlaması için gelen misafi rlere ikram edilir. Yine birçok anlamı içinde barındıran ve konu edinen şiirle Pir Sultan Abdal Nevruz’u şöyle anlatır;

Sultan nevruz günü cemdir erenlerGönüller şaz oldu ehl-i imanın Cemâl yâri görüp doğru bilenlerHimmeti evince Nevruz Sultan’ın

Cümle eşya bu gün destur aldılarAşk ile didara karşı yandılarErenler ceminde bâde sundularHimmeti erince Nevruz Sultan’ın

Erenler dergaha ruşen bu gündeDoldurmuş badeyi, sunar elindeSusuz olan kanar kendi gölündeHimmeti erince Nevruz Sultan’ın

Sultan Nevruz günü canlar uyanırHal ehli olanlar nura boyanırMuhip olan bu gün ceme dolanırHimmeti erince Nevruz Sultan’ın

Pir himmet eyledi bu gün kulunaCümle muhip bu gün cemde bulanaCümle eşya konar kudret bulanaHimmete erince Nevruz Sultan’ın

Âşık olan canlar bu gün gelürlerSultanı Nevruz günü birlik olurlarHallak-ı cihandan ziya olurlarHimmeti erince Nevruz Sultan’ın

Pir Sultan’ın eydür, erenler cemdeAkar çeşmim yaşı her dem bu demdeMuhabbet ateşi yanar sinemdeHimmeti erince Nevruz Sultan’ın

Çin kaynaklarından Kutadgu Bilig’e, Kaşgarlı Mahmud’dan Biruni’ye, Nizamü’l Mülk’ün Siyasetname’sinden Melikşah’ın tak-vimine kadar, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey’in kanunlarına kadar gelen bir çizgide Nevruz ile ilgili kayıtlar bulunur. Öte yandan Şah İsmail’de, I. Ahmet ve IV. Murat gibi padişah-larda ve Kuloğlu, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Şükrü Baba, Hüsnü Baba, Fuzuli, Nev’i Efendi, Nef’i, Nedim, Namık Kemal gibi şair-lerde şiirlerinde Nevruz’a yer vermişlerdir.

Nevruz farklı kültür çevrelerinde, farklı topluluklarda farklı bir anlama sahip olmuştur. Kültürler arasındaki iletişim sonucunda kolay-ca iç içe geçmiş ve değişerek benimsenmiştir. Ortak oluşan değerler olarak Yeniyıl’ın başlan-gıcı, yenilik, coşku, baharın canlanması, doğa-nın yenilenmesi, ürünlerin bollaşması, ateşin gücüyle arınma, güneşin etkisinin arttırılması gibi nitelikler neredeyse hiç değişmeden günü-müze kadar yaşamaya devam etmektedir.

NOTLAR:(*) Tasavvufta Tanrı’ya bağlanarak çile doldurma.(**) Çömlekçiler çömleğin kutsallık taşıdığı

zamanlarda Demircilerle aynı özelliklere sahipti.

(***) Zerdüştçülük kozmolojisinde dünya her biri üç bin yıl süren dört dönemden oluşur. Ezeli, öncesiz zamanda, aydınlıkta duran Hürmüz(Yaratıcı) ile onun altında karanlıkta duran Ehrimen vardır. İlk üç bin yılın sonunda, Ehrimen, kendisini Hürmüz’den ayıran Boşluk’u geçerek ona saldırır. İkinci üç binin sonunda Ehrimen, İlk Kadın olan Fahişe’nin

kışkırtmasıyla gökyüzüne saldırıp Hürmüz’ün yarattığı dünyaya kötülüğü yayar. Onun öldürdüğü Gayomart’ın cesedinden insan soyu ile ilk metaller, İlk Öküz’ün cesedinden de hayvanlarla bitkiler türer. Üçüncü dönemde Ehrimen, maddî dünyaya egemen olursa da, ondan kaçmayı başaramaz. Onu bu tuzağa düşüren Hürmüz’dür ve Ehrimen, kendi felaketini kendi eliyle hazırlamıştır. Son üç bin yıllık dönem, yeryüzüne dinin gelişiyle, yani Zerdüşt’ün doğumuyla başlar. Bu dönemi oluşturan her bin yılın sonunda Zerdüşt’ün ölümünden sonra doğan oğullarından biri onun halifesi olarak ortaya çıkacak ve dünyayı kurtarma görevini üstlenecektir. Üçüncü ve son kurtarıcı Saoşyans, son yargıyı gerçekleştirecek, ölümsüzlük içkisini dağıtacak ve yeni dünyanın yolunu gösterecektir. Saoşyans, Kansava Gölünde yıkanan bir bakirenin, o gölde bulunan Zerdüşt’ün tohumuyla gebe kalması sonucu doğacaktır. Böylece ölülerin dirilmesi başlayacaktır. İlk İnsan Gayomart’ın kemikleri hayat kazanacak, bütün ölüler tekrar vücutlarına kavuşacak ve bir yerde toplanacaklardır. İyilerle kötüler ayrılacak, iyiler Cennet’e, kötüler Cehennem’e gidecektir. Üç gün kalındıktan sonra bütün yaratıkları Ateş Irmağı’ndan geçecek, ateş kötüleri temizleyecek, şeytanlarla bütünleşenler dışında herkes Ahura Mazda’nın ülkesine geçecektir. Böylece sonlu zaman, 12 bin yıllık aradan sonra, içinden koptuğu ezeli, öncesiz zamanla yeniden birleşecektir.

KAYNAKÇA:1 J.K. Rowling’in kitaplardan seri olarak

hazırlanan Harry Potter fi lm serisinde bu ritüeller çokça işlenmiştir. Aynı biçimde olmasa da geleceği işleyen bir fi lm olan Star War fi lminde demir madeninin işlenmesi konular arasında geçmektedir. İyilerin ve kötülerin yüz yüze geldiği ve kazananın kaybedenin kim olacağına dair sahne olarak seçilen maden tünellerinin gizemi ve sihri öne çıkarılmıştır. Nevroz’un Kürt mitolojisinde anlatılışına benzer başka bir mitolojik yakınlıkta İndiana Johns; Kamçılı Adam fi lminde anlatılan Hint Şeyma mitolojisinde köylü çocukların kaçırılarak madende çalıştırılması ve kutsal gücün isteği üzerine her gün bir çocuğun yüreğinin canlı olarak çıkartılıp sunulması ve ardından da canlı olarak yakılarak kurban edilmesi anlatılmaktadır. Mitoloji çocukların bir kahraman tarafından kurtarılması, çocukların köylerine dönmesi ve madendeki büyünün sona ermesiyle kuruyan-çekilen- su kaynaklarının yeniden akması, halkın kuraklık ve açlıktan kurtulması işlenir.

2 Daha çok İskoçlar başta olmak üzere Avrupalı topluluklarda gerçekleştirilen bir ritüeldir.

3 Mircea Eliade Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi. Kabalcı Yayınevi.2003.

4 J.G. Frazer Altın Dal ‘Dinin ve Folklorun Kökleri. Cilt II. Payel Yay.1992. (B.F. Matthes, Bijdragen tot de Ethnologie van Zuid-Celebes adlı kaynaktan aktarma.)

5 J.G. Frazer Altın Dal ‘Dinin ve Folklorun Kökleri. Cilt II. Payel Yay.1992. (Wolf, Beitrage zur deutschen Mythologie.

6 İ. Olgun. Farsça-Türkçe Sözlük. C.1, Ankara.1966.

7 E. Xengim, Kürdistan’da Dini İnançlar ve Etkileri, 1992

Baştarafı 21. sayfada

Page 23: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 23

SERÇEÞMESERÇEÞME

Çağımızın en acı sorunlarından biri olan ‘ ’savaş’’ olgusu, yeryüzünü kanlı pençesine almıştır; işgallerin, yağma ve talanın pervasız-ca emperyalist emelleri yerine getirmek için uygulandığı aleni olan bir gerçektir.

Savaşlardan, yıkımlardan biz halka kalan sadece gözyaşı ve yılların eskitemeyeceği de-rin acılardır. Varlıklarını, sadece savaşa, kao-sa ve ölüme endekslemiş olan savaş tüccarları, gözlerini bürüyen amansız nefretin ışığında dünya halklarına karşı pervasız bir saldırıya girişmiştir. Bu saldırıda yok olan her canla bir-likte, biz de yüreğimizin bir yerinde derin bir acı hissediyoruz. Acımız, belki de zulme duy-duğumuz isyanımızdandır.

Bu yüzdendir ki biz insanız. Dünyanın ne resinde olursa olsun zulme başkaldıran halk ların safındayız. Siyasi iktidarın demagojileri, medya şovları ve asi-mi lasyon politikaları birliğimizi parçalamak ve beyinleri bulandırmak içindir. Bu tehdite karşı kararlı bir duruş sergilemek için haklılığımızdan aldığımız güçle “buradayız” diyor ve her türlü yozlaştırma ve duyarsız-laştırma amaçlı girişimlere prim vermeyeceğimizi belirtiyoruz. Siyasi iktidar, her sorunda olduğu gibi, Alevi inancı ile ilgili olarak da tüm bil-gisizliğini ve geçmişten aldığı nefreti ortaya koymaktadır. Sevginin oldu-ğu her yerde boy veren Alevilik, halen egemen güçlerin yok sayma poli-tikalarından dolayı resmi anlamda tanınmamaktadır. İnkâra ve imhaya dayalı asimilasyon bu noktada varlığını daha çok hissettirmektedir.

Bin yılın getirdiği cehalet ve Ortaçağ karanlığının izinde soruna ka-baca ve ortodoks bir zihniyetle yaklaşan gerici kesimler, Aleviliği sözde kendi çaplarında mahkum etmeye çalışmaktadırlar.

Bu süreçte, özellikle 80’li yıllardan sonra ülkemizde yaşanan darbe süreci ile birlikte hayata geçirilen apolitikleşme manevraları, genç ke-simleri bir bakıma zapturapt altında tutmuştur. Bu yıllardan sonra başa gelen her siyasi parti, Alevileri hem kullanmaya, kendilerine yedekleme-ye çalışmış, hem de yok etmeye çaba sarfetmişlerdir. Bunun en yalın ifa-desi şudur; Aleviliğin tarihsel anlamda zulme, baskıya, haksızlığa karşı olması egemenler açısından potansiyel bir tehdit olarak görülmektedir. Bu tehdidin (!) önüne geçebilmek için öncelikle beyinleri dumura uğrat-maya çalışmışlardır. Geçmişte, Aleviliğin dinsizlik olduğunu, Alevilerin katli vacip olduğunu dile getirerek düşmanlık ortamı yaratmaya çalışmış olan ve bir yönüyle bunu başarmış gözüken egemen güçler sahip olduk-ları medya desteği ile de gençleri yozlaştırmak ve kendi gerçekliklerin-den, sorunlarından uzaklaştırmak için kültürel saldırıya girişmiştir.

Bu duruma köyden-kente göç olgusu ile birlikte yaşanan sosyal ve kültürel çatışmayı da katarsak, yoğun bir kimlik bunalımı içerisinde ka-lan gençliğin, değerlerinden bir yönüyle kopma yaşadığını rahatlıkla gö-rebiliriz. Yıllar sonra, 1993 yılında yaşanan ‘’Sivas katliamı’’ ile, belki acı bir gerçek ama, dernekleşme anlamında atağa geçen Aleviler, bu kül-türel saldırının dozunun bir nebze de olsa azaltılmasında önemli bir etki-de bulunmuştur.

Geçmiş üzerinden yapılacak olan her değerlendirme ve bakış açısı, aslında geçen yılların Alevi halkı ve sorunu açısından, bir kat daha ciddi adımlar atıldığının göstergesidir. Ama bu adımlar hep karşılıksız bırakıl-mıştır. Yeri geldiğinde Alevileri yere göğe sığdıramayan, baş tacı eden zihniyet -ki bunlar hiçbir zaman samimiyetle yapılan davranışlar değil-dir- sorunun çözüm aşamasında ne yazık ki bu kadar cüretli davranama-maktadır. Bunun sadece bir oyalama politikası olduğu reddedilemeyecek derecede açıktır.

Halen inkâra dayalı olarak, Alevilerin ibadet yeri olan cemevleri ya-sal anlamda tanınmamaktadır. Alevi köylerine camii yapma gibi asimilas-yoncu bir tavır sergilemiş olan anlayış hâlâ bu yaptıklarının özeleştirisini vermiş değil. Okullarda öğretilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersle-rinde tek tarafl ı bir din eğitimi verilmekte, egemen sistemin resmi din ideolojisi anlatılarak, diğer din ve inanç kurumlarına mensup öğrenciler bir bakıma asimile edilmektedir. Bütün bunları münferit olaylar diyerek açıklayamayız. Bu, hoşgörüden uzak bir bakış açısının sistematik tavrı-dır. Sorunumuz sadece Alevilik değil, üzerinde yaşadığımız dünyanın ik-tisadi, politik her türden sorunudur. Filistin’de bizim sorunumuz, Irak’ta. Pir Sultanca, onurumuzla yaşamak, zalimin zulmüne biat etmemek temel

prensibimizdir. Bu tarihsel görevin ve sorum-luluğun ışığında, üstlendiğimiz misyonla tüm Alevi-Bektaşi gençliğini Anadolu sıcaklığıyla selamlıyoruz:

Bir olalım, iri olalım, diri olalım…

AB Ekseninde AlevilikAB’ye giriş sürecinde, AB’cilik rüzgârının da hızlanmasıyla sanki bir yerlerden düğmeye basılmışçasına burjuva basında, Alevi kesim-lerde ve hatta geçmişte Aleviliği inkâr eden kimi muhafazakâr kesimler de dahil olmak üzere bir Alevilik tartışması tüm sıcaklığı ile başlamış ve bu tartışmalar zemininde, Alevili-ği bir olguya oturtmaya, zorlama tanımlar ya-pılmaya çalışılmıştır.

Bugüne değin, Aleviliğe inkâr temelinde yaklaşan ve Alevileri asimi le etme politikalarına hizmet eden gerici kesimler, bilinmeyen bir zorla ma ile Aleviliği yeni keşfetmiş olacak ki kendi yayın organların-da ger çekleştirdikleri tartışmalarla Aleviliği, Alevilere rağmen zorlama bir tanıma ve dar bir alana mahkum etmeye çalışmışlardır. Bu yayın organ larında gerçekleştirilen tartışmalar, Alevilerin sorunlarını inançsal ve kültürel anlamda çözecek ya da en azından hafi fl etecek bir rol oyna-yamamaktadır.Çünkü, bu tartışmalar istenerek yapılan ya da bir başka deyişle Aleviliğe duyarlılıkla, sorunu çözüm temelinde ve hoşgörü ile yaklaşan bir tartışma değildir.

Alevilik ile ilgili bu tartışmalar son iki gündür AB’nin ilerleme rapo-ru ile birlikte doruk noktasına çıkmıştır. Bu raporda belirtildiği üzere, Alevi toplumu “Müslüman azınlık” olarak görülmekte, bir yönüyle Ale-viliği inkâr politikası halen devam ettirilmektedir. Yani, resmi düzeyde-ki geleneksel inkâr anlayışı da değişmemiştir.

İnkâr anlayışının bir sonucu olarak, asimilasyon politikaları halen devam etmekte, gerek Tayyip Erdoğan’ın Alevilik ile ilgili yaptığı açık-lamalar, gerekse ilerleme raporunda belirtilen tanımlamalar, Alevileri asimile etme amaçlı bu politikaların devamı niteliğindedir.

Alevilerin ibadet merkezi olan cemevlerini, “cümbüş yeri’’ olarak gö-ren anlayış, bugün Alevilik ile ilgili yaptığı açıklamalarda, ‘’Ben bunlar-dan daha fazla Aleviyim’’ gibi geçmişiyle hiç bağdaşmayan samimiyet dışı sözleri ile hiçbir inandırıcılık kazanamamaktadır.

Alevilerin inançsal ve kültürel haklarının tanınması yolunda en ufak bir gayret göstermeyen bu türden inkârcı yaklaşımlar, sorunun daha fazla derinleşmesine sebep olmaktadır.

Bu gerçeklerin üzerini örtmek isteyen Tayyip Erdoğan, yaptığı açık-lamalarda, Alevilere karşı hoşgörü ile yaklaştığını ve bu konuda samimi olduğunu dile getiren sözler kullanmakta fakat geçmişte bu zihniyetin bir cemevini yıkacak kadar tahammülsüz olduğunu düşününce bunun sadece bir aldatma olduğunu anlayabiliyoruz.

Bu geleneksel inkâr anlayışının varlığını koruduğu günümüzde, Ale-viliği bir kaba sığdırma amaçlı, AB eksenli tartışmaların sorunun çözü-mü doğrultusunda pek bir şey ifade etmediğini belirtmek bu konuda doğ-ru bir tanımlama olacaktır. l

Alevilik ile ilgili bu tartışmalarson günlerde Ab’nin ilerleme raporu ile

birlikte doruk noktasına çıkmıştır.Bu raporda belirtildiği üzere,

Alevi toplumu“Müslüman azınlık” olarak görülmekte,

bir yönüyle Aleviliği inkâr politikasıhalen devam ettirilmektedir.

Yani, resmi düzeydekigeleneksel inkâr anlayışı da

değişmiştir.

Bir Olalim İri Olalım Diri Olalım.

Ali Ersin Kelleci*

* Ali Ersin Kelleci, Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, Gençlik Komisyonu Başkanı; Avrupa Genç Aleviler Hareketi İstanbul Temsilcisi; İstanbul Alevi-Bektaşi Gençlik Platformu Temsilciler Kurulu Üyesidir.

Page 24: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

24 Sayı 9

SERÇEÞME

İkrar ile başlayan yol, görgü ile hizmet ile sürer gider, taa ki Hakk’a yürüyene değin. Dâr hizmeti; ikrara bağlanan yol muhiplerinin/taliplerin, yolunu sürdürerek, görgüden geçerek ölmeden evvel ölme düsturunu uygulayıp, dirimlerinde, sorgularını ayin-i cemde sordurmuşların , Hakk’a yürü-dükten sonra, eş dost akraba ve yol kardeşlerinin onların manevi varlıkları adına yaptıkları son hiz -mettir. Adının dâr hizmeti olması nedeniyle, buradaki dâr’ın cem içi huzurda duruşu anlatan dâr ile karıştırılmaması gerekir. Mansur Dâr’ı, Nesimi Dâr’ı, Fatıma Dâr’ı, Fazlı Dâr’ı diye de adlan dırılan bu dâr, ayin-i cem huzurunda, pir divanında duruşun adıdır. Dâr hizmeti tamlaması ise ikrar hizme-ti, görgü hizmeti gibi Hakk’a yürüyen can için yerine getirilen bir hizmetin adıdır. Ve bu hiz metin yapılacağı ceme dâr’dan indirme/dâr’dan alma cemi denir. Çünkü; ikrar ile yola bağlanan ve görgü ile yolunu sürdüren tüm canların özü, ikrar verdiği andan Hakk’a yürüyene değin Hak huzurunda, Pir divanındadır. Yani öz, ikrarlı yaşam boyunca dâr’dadır. Bu hizmetin yerine getiril mesi, Hakk’a yürüyen canın geride kalan eşi, çocukları, akrabalarının isteği ve daveti üzerine ya pıldığı gibi, bu hizmetini yerine getirecek kimsesi olmayan canların da, bağlı bulundukları ocak dedelerinin ve yol kardeşi ayin-i cem canlarının birlikte düzenlemeleriyle de yerine getirilmekte dir. Bütün cemlerin açılışında olduğu gibi, bu cemde de on iki hizmet sahipleri, ayin-i cem canları toplanıp yerleri-ni alırlar. Gönüllerin birlenmesi gerekliliği dede tarafından söylenir ve sorulur: “Gönüller bir mi erenler?” Tüm canlar niyaz edip nişan göstererek, gönüllerin birliğini, canlar ara sında küs, dargın kimse bulunmadığını onaylamış olurlar. Zâkir, oniki hizmet sahiplerini çağıran deyişi söylemeye başlar ve adı geçen hizmet sahipleri meydanda yerlerini alır, dizilir, dâr’a durur lar. Dede tüm gö-revlilere, yapacakları hizmette kolaylık dileyen ve onları hizmet pirlerinin himme ti ile kutsayan gülbangını söyler ve görevliler yere çöküp niyazlarını eder, yerlerine geçerler. Her can görevinin başındadır ve görev sırasını bilmektedir/bilmelidir. Hakk’a yürüyen can hizmeti için hazırlanan kurban meydana getirilir. Ön sorgulaması yapılıp, ayin-i cemden rızalığı alınıp, kurban nefesleri ve dua ile kutsanarak, kurbancıya da gülbangı verilip teslim edilir. Delilci/çerağcı, delil’i yakacak/çerağ’ı uyandıracaktır. Tüm canlar edep erkân oturmaya davet edilirler. Ve yine topluca, eksiklerin noksanların tamamı için erenler himmetine niyaz verilmesinin ardından, çerağ tercema nı ile delil-ci, delili/çerağı uyandırır. Dede çerağ gülbangını verir, çerağcı çerağı kaldırıp meydana dikilir ve hizmetinin gülbangını aldıktan sonra, çerağı yerine (çerağ tahtına) koyar. Çerağ tahtı, cemevinin genellikle ocak makamı üzerinde veya sağ/sol üst köşede, herkesin görebileceği bir şe kilde, çera-ğın konulması için hazırlanan yerdir. Meydanın hizmet postu, post görevlisi/hizmetlisi tarafından getirilir. Dedenin bulunduğu ocak makamı önüne tercemanı okunarak serilir. Görgü hiz metinde de anlattığımız gibi, dört köşesi ve ortası Ali adıyla kutsanır. Dâr hizmetinin yapılması na(dârdan indirmeye) başlanır. Hizmeti görülecek, dâr’ı alınacak canın, vekil olarak dâr’ına dura cak eşi, ço-cukları, gelinleri damatları, torunları, kardeşleri vb., kimleri varsa meydana gelirler. Ar zu eden diğer akraba ve canlar da dede tarafından davet edilir. Hep birlikte meydana niyaz ederler ve post gerisinde dâr’a dikilirler. Eğer, hane/hizmet sahiplerinden görgüden geçmek(yol hizmeti görmek) isteğinde olanlar var ise, önce bu canların görgü hizmeti yapılır, bu canlar sitemden (pen çe/tarik sırtlarına sıvazlanarak) geçirilir, ayin-i cem huzurunda özlerini aklamış olurlar. (Bu hiz meti yol hizmeti/görgüden geçme olarak önceki yazımızda anlatmıştık) Daha sonra Hakk’a yürü yen canın vekili olarak dâr’da duracak en yakını, diğer akrabalarının gönül birliği ile belirlenir. Bu can önde olmak üzere diğer canlar arkada ve ikrarlı olanlar post üzerinde, diğerleri postun dışın da ve gerisin-de olmak üzere, niyaz verir dâra dururlar.

Dede önce dâr’ı alınacak canın vâris yakınlarına, ayin-i cem huzurunda, Hakk’a yürüyen canın her türlü eksiğine noksanına kefi l olup olmadıklarını sorar. Yakınları her bir şeye kefi l olduklarını, “eyvallah erenler kefi liz” diyerek onaylarlar. Dede cemde bulunanlara; “Ayin-i cem kardeşler, can-lar, bedeni aramızdan ayrılmış, özü Hakk’a yürümüş canın kefi lleri, özlerini dâr’a çektiler. O can için dâr’dalar. Hakk’a yürüyen can kardeşimizden, alacağı vereceği olan, ağrınan, incinen, dar-gınlığı kırgınlığı olan canlar var ise dile gelsin, bile gelsin, özünü meydana sersin, hakkını Hakk’-tan talep eylesin. Vekil olan canlar, eksiği varsa doldurmaya, ağlattığı varsa güldürmeye, borcu varsa ödemeye kefi l olduklarını söylediler. O can hakkında söyleyecek sözü olan varsa söylesin” der ve canların bir sözü var ise söylemeleri için bekler. Herhangi bir söz isteminde bulunan yok ise, canlara tekrar sorar “Canlar; Hakk’a yürüyen can kardeşimizden hoşnut muydunuz?” Ayin-i cem hep bir ağızdan “eyvallah erenler” diye onaylarlar. Aynı soru tekrarlanır, yine aynı onaylama-dan sonra dede, canlara; “Canlar Hakk’a yürüyen canımızla, yaşamında beraberken, lokma ye-dik yedirdik, gönül muhabbeti eyledik, pek çok şeyi birlikte paylaştık. Artık eksik hakkınızı helal ettiniz mi?” diye sorar. Canlar yine, helalliklerini, rızalıklarını hep bir ağızdan, “Helal olsun, hak hoşnut olsun” diye belirtirler. Dede “Âşığa nişan, davaya bürhan (kanıt) isterler” diye niyaz verip nişan göstermelerini, gönül rızalarını onaylamalarını ister. Canlar da oturdukları yerde önlerine eğilerek yere ya da sağlarında sollarında bulunan canların omuzlarına niyaz vererek nişan göste-rirler. (Tüm sorgulamalarda, rızalık vermede, söz hakkı ve onaylama yetkisi, ayin-i cem içerisinde bulunan ikrarlı canlara aittir. İkrar vermemiş, yola bağlanmamış olanların bu sorgulamalarda söz ve rıza verme hakları yoktur. Söz alma ve aklama, yol kardeşine aittir.) Ayin-i cem rızalığından sonra, Dede dâr’da duran canlara döner ve “Canlar, özünüzü beyan ile Hakk’a yürüyen canımızın dâr’ın dasınız. Ayin-i cem canları, o kardeşimizden hoşnut olduklarını söyleyip haklarını helal et-tiler, ni şan gösterdiler. Hak cümlesinden razı ola. Sizler de o can adına, cem canlarına hakkınızı helal ettiniz mi?” diye sorar. Dâr’daki söz sahibi can yakınları da “Eyvallah helal olsun” diye

ŞAH HATAYİ

Dâr’ına DurmayaBir nefescik söyleyeyim Dinlemezsen neyleyeyim Aşk deryasın boylayayım Ummana dalmaya geldim.

Işık harmanında savruldum Hem elendim hem yoğruldum Kazana girdim kavruldum Meydana yenmeye geldim.

Ben Hakk’la oldum aşina Gönlüm sevgine teş(i)ne Pervaneyim ateşine Şem’ine yanmaya geldim

Şah Hatayi bir ezimde Hiç hilaf yoktur sözümde Eksiklik kendi özümde Darına durmaya geldim.

Hû DiyelimHû diyelim gerçeklerin demine Gerçeklerin demi nurdan sayılır On iki İmam’ın giren bezmine Muhammed Ali’ye yardan sayılır

Üç gün imiş şu dünyanın safası Safasından artık imiş cefası Gerçek Erenlerin nutku nefesi Biri kırktır kırkı birdensayılır

Gerçek âşık menzilinde durursa Çerağ gibi yanıp şem’i erirse Eksikliğin kendözünde bilirse Ol aciz olsa da erden sayılır

Şah Hatayi eder Bağdat’tır vatan İkilikten geçip birliğe yeten Erenler yoluna kıylükal katan Yolu dikenlidir hardansayılır.

Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz

Sufi mezhebimin nesin sorarsınBiz Muhammed Ali diyenlerdenizGözlüye gizli yok ya sen ne dersinBiz Muhammed Ali diyenlerdeniz

Eğnimize kırmızılar giyerizHalimizce her manadan duyarızKatarda İmam Cafer’e uyarızBiz Muhammed Ali diyenlerdeniz

***

Muhammed Ali’dir Kırkların başıUralım Yezid’e laneti taşıHünkâr Hacı Bektaş Veli’dir eşiBiz Muhammed Ali diyenlerdeniz

Baharda açılır gonca gülümüzOl Dergâh’a doğru gider yolumuzOn İki İmam ismin okur dilimizBiz Muhammed Ali diyenlerdeniz

Şah Hatayi’m eydür Muhammed AliOnlardan öğrendik erkânı yoluAli Muhammed’dir Muhammed AliBiz Muhammed Ali diyenlerdeniz

SERÇEŞME’NIN BIR ABDALI

Dâr Hizmeti, Dâr’dan alma, Dâr’dan indirme

Mehmet Turan

Page 25: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 25

SERÇEÞME

vekaleten rızalık gösterirler. Dede bu sefer; “Burada bulunamayan ikrarlı kardeş canlardan da herhangi bir eksik noksan istemi olur ise, o canımızın maddi manevi eksiğini gidermeye, Hak ile canlar huzurunda söz verir misiniz?” diye sorar. Canlar da “Eyvallah” diye rızalık gösterirler. Dede tekrar dâr’da bulunan can yakınlarına; “Sizler de o cana hakkınızı helal ettiniz mi? Hak Muhammet Ali birliği, pir varlığı huzurunda birbirinizin rızalığını aldınız mı? Geriye kalan var-lığını ve var ise borcunu hak geçirmeden, birbirinizi kırmadan, paylaşacağınıza/ödeyeceğinize ahd-ı peyman eyler misiniz? (söz verir misiniz?)” diye sorgular canları. Canlar da; paylaşımı bu hizmetten önce yapmışlarsa bölüşümü(miras paylaşımını) gönül rızalığı ile yaptıklarını belirtir, yapmadılarsa, yolun erkânına göre, rızalıkla bunu yapacaklarına meydanda söz verir, niyaz eder nişan gösterirler. Karşılıklı rızalıklar alındıktan, tüm gönüller merhum can için birlendikten sonra dârdan indirmeye (dâr kutsamasına) geçilir. Çerağcı (delilci), çerağı bulunduğu yerden alır, ikrarlı canların üzerinde dâr’da durdukları postun, dedenin önündeki postun sağ köşesi üzerine koyar. (Böyle yapılamakla delil de Hakk’a yürüyen canın manevi varlığının yanına inmiş olur.) Tüm canlar edep erkân ile oturur. Dizüstü oturabilenler dizüstü, mazereti olanlar, zorluk çekenler de derli toplu, bağdaşi oturuş duruşu alır. Zâkir/ler üç düvaz-ı imam söylerler. (Düvaz; içerisinde on iki imamların adlarının geçtiği nefeslerdir.) Her düvaz bitiminde dâr’da bulunanların hepsi birlikte oldukları yere diz çöküp niyaz eder ve tekrar dâr’a dikilirler. Ayin-i cem canları da oturdukları yer-de önlerine eğilir niyaz ederler. Üçüncü düvazın bitiminden sonra verilen niyazın ardından, dâr’da bulunanlar niyaza inip tekrar dâr’a dururlar. Hakk’a yürüyen can adına önde duran can yakını dedenin önüne eğilip elinden yapışır, üzeri geniş bez ile örtülüp dede tarafından dua ile kutsanır ve dede Hakk’a yürüyen can vekili olarak o canı sitemden geçirir. O da ayağa kalkıp dâr’a durur, hep birlikte gülbanklarını alırlar. Canlar tekrar ocak makamına ve bir sağa, bir sola cem canlarına cümleden cümleye diyerek özür niyazı verirler, tekrar dâr’a dururlar, dedenin özür niyaz gülban-gını alır, tekrar topluca niyaz ettikten sonra yerlerine geçerler. Çerağcı/delilci, delili post üzerinden alır, dikilir, hizmet gülbangını alıp çerağı yerine, çerağ makamına koyar. Post hizmetlisi postu dört köşesinden kutsama ile toplar, dikilir, postu üç kez, “ya Allah, ya Muhammet, ya Ali” diyerek ocak makamına, dedenin önüne doğru silkeler, gülbangını alıp çekilir, postu yerine koyar. Silke-leme; post üzerinde hizmeti görülen veya dâr’ı alınan canın, eksiği noksanı var ise dede önüne, ocak makamına dökülmesi anlamında yapılmaktadır. Süpürgeci/Ferraş, destur ile meydana gelir, niyaz verip tercemanını okur, meydan postunun yerini, “ya Allah, ya Muhammet, ya Ali” diye üç kez süpürür, süpürme işi, dedenin oturduğu postun/minderin önü hafi fçe kaldırılarak postun altına doğru yapılır ve dede süpürgesini sol koltuğuna kıstırıp dâr’a duran süpürgeciye hizmet gülbangı-nı okur. Bu süpürme şekli ile; meydan postundan silkelenen eksik noksan var ise eksikler tamama, noksanlar imana diyerek, erenlerden himmet dilenmiş ve dede postunun altına sır edilmiş olduğu kabul edilir. Böylece dâr’dan indirme hizmeti(son görgü) tamamlanmış olur. Dede dâr’da duran-lara ve dizüstü oturanlara safa gülbangı ile safa verir, rahat oturma ortamına geçilir. Cem diğer hizmetlerle devam eder. Yörelere göre farklı uygulamaların yapıldığı bu bölümlerde, miraçlama, tevhit ve mersiyeler söylenir, miraçlama arasında yeri geldiğinde, hep birlikte el ele tutma,(el ele, el Hakk’a ifadesi) hep birlikte ayağa kalkma, tekrar oturma davranışları ve semah yapılır, mer-siyelerin okunmasının arkasından Kerbelâ şehitleri ve İmam Hüseyin aşkına saka suyu dağıtılır. Bazı yöre cemlerinde de, dâr’dan alma hizmetinin arkasından, küçük lokma serilir, dem üçlemesi yapılır. Saki cem canlarına üçer dolu sunar, doluların dağıtılması aralarında geniş anlatı evreleri, muhabbet yer alır. Dede, yol ile, erkân ile felsefemiz ile ilgili muhabbet eder. Zâkirler nefesler, dü-vazlar söyler. Daha sonra dem birlenir, lokma kaldırılır ve bundan sonra semah bölümüne geçilir. Saka suyunun saka tarafından tercemanının okunup, cem canlarının hep bir ağızdan söyledikleri mersiyeler eşliğinde dağıtılması da, semahtan sonra yapılır. Ve genellikle de bu hizmetler tamam-

landıktan sonra, kurban lokmaları, pilavla birlikte desturu verilip dağıtılır, yenir. On iki hizmet sahiplerinin yaptıkları hizmet gülbanklarını almaları,(bazı yörelerde de-lilin sır edilmesi) ve oturan duran duasıyla cem tamamlanmış olur.

Hû gerçeğe gerçeklerin demine, Aşkı muhabbetle

Alevîliği Ne Yapmalı?Erdoğan Aydın’ın 1995 ile 2005 yılı arasında yazılmış ve çeşitli yayın organlarında yayım-lanmış on altı yazısını bir araya getiren bu der leme adını, geçen yıl Radikal gazetesinde ya yınlanmış olan makaleden alıyor. Aydın ki-tabın önsözünde şöyle yazıyor:

“Kitaba seçtiğim isim, kuşkusuz oldukça ironik. Bu isimle öncelikle, tarih boyunca Aleviliği bir ‘sorun’ olarak görmüş olan egemenlerin tavrını mercek altına sokma-yı amaçladım. ... Alevîlik, devlet ve onun koruduğu düzen adına hep yok edilmesi gereken bir ‘sorun’ olarak görüldü. Dola-yısıyla bu anti demokratik ve tahakkümcü iktidar geleneğiyle yüzleşmek, onu teşhir etmek için bu ironik ismi özellikle tercih ettim. Alevî camiasının bir kesiminde de, egemenlerin kabullenebileceği yeni bir ‘Alevîlik’ inşa çabaları da, bu ironik ismi seçmemde ek bir işlev gördü.”

Kitap, günümüzde en çok tartışılan bir konu olan, “Alevilik İslam içinde midir yoksa İslam dışında mıdır?” üzerine odaklanmaktadır. “Alevîlik ile İslâmiyet İlişkisi” başlıklı ilk ve en uzun makalesi bu konuya yoğunlaşmaktadır.

Aydın “Aleviliği, Halifeliğin kimin haklı hakkı olduğu sorunu üzerinden şekillendirme-ye çalışmanın” bir sorun olduğunu, “sadece İslâmiyet’ten değil, Hıristiyan ve Musevilikten de apayrı bir teolojiye sahip, özgün bir inanç olan Alevîliği hiç anlamamak”tır demektedir.

Aleviliğin mitolojik temelleri ile İslam iliş-kisini inceleyen Aydın, bu makalesinin sonuç bölümünde şöyle demektedir:

“Özetle İslam görüntüsü ve İslâm’la pay-laştığı kimi kavramsal öğeler altında öz-gün bir inanç ile karşı karşıyayız. Durum buyken Aleviliğin İslam içinde heterodoks anlamı da tarihsel koşulların gereği son-radan gerçekleşen bir farklılaşma değil, ayrı bir inanç olarak kendini yaşaması ola-nağı elinden alınan bir inancın, mecburen İslamiyet’in içine girip onun heterodoks bir kolu haline gelmesidir.

Ol hikâye bundan ibarettir ve ötesi lâf-ü güzaftır!”

Ama belli ki, “ol hikayet bundan ibaret” değildir ve bu konudaki tartışma sürecektir.

Alevilik konusunu öğrenmeye çalışan, ça-lışma yapan her canın bu kitabı dikkatle oku-ması ve Aydın’ın çalışmaları ve vardığı sonuç-ları özümsemesi zorunludur.

Esen Uslu

BİR KİTAP

Aleviliği NeYapmalı?

Erdoğan Aydın

ISBN975-8823-72-813,5 x 21 cm,338 sayfa,Nokta KitapŞubat 2005

Birlik Cemine katılmak üzere Şahkulu Sultan Dergâhı’na Tokat yöresinin otantik giysileriyle gelen bacılar.

Page 26: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

26 Sayı 9

SERÇEÞME

Prof. Dr. İrèné Melikoff ile Söyleşi

Ayhan Aydın

Alevi-Bektaşi araştırmacılığının öncülerinden İrèné Melikoff’la daha önce de söyleşiler yapmıştım. Fakat yaşamını sürdürdüğü Strasburg’taki evinde onunla s ohbet etmek gerçekten benim için de çok değerli bir anıdır.

Kent merkezindeki evini elimizdeki adresle ve tarif üzerine buluyoruz. Beni dolaştıran Şahin Bal olmasa bu söyleşiyi yapamayacaktım.

Evinin odaları, salonu, hatta yatak odası da kitap dolu olan Melikoff, ilerleyen yaşına rağmen güzelliğin den, zarafetinden hiçbir şey kaybetmeyen bir pırlanta gibi bir insan. Duvarlar yağlı boya ve karakalem resimlerle dolu. Büyük bir yağlıboya tablodan bize bakan son derece güzel hanım annesiy-miş. “Babam Kafkas” diyen Melikoff’un atalarına ilgisi duvarlardaki bol Kafkas resimlerinden anlaşılıyor.

Ömer Lütfi Barkan’dan sevgiyle bahsediyor. Onun da bir resmi var odasında. Binlerce kitap içinde çok önem verdiği ve kapalı bir dolap-ta muhafaza ettiği eserler ise Aleviliğe-Bektaşiliğe ait olanlar. “Eğiti-mimden dolayı zaten Arapça, Farsça, Türkçe’yi okulda öğrendim” diyen Melikoff’un kütüphanesinde çok sayıda eski yazma eser var.

Odalarla birlikte hol de kitaplarla dolu. Şimdi ise çalışmalarını ya-tak odasında sürdürüyor. Burada da oldukça çok kitap olmakla birlikte, çok güzel tablolar, desenler dikkat çekiyor. Fikret Otyam’ın bir çalışma-sını baş köşeye koyan Melikoff, onu çok sevdiğini söylüyor. Alevilikle ilgili resimler içinde en sevdiğinin deve üzerinde kendi taputunu götü-ren Hz. Ali fi gürü olduğunu söyleyen İrèné Melikoff’un yanından ayrıl-mayan bir de İran kedisi var. Çiçekler, tablolar, kitaplar, biblolarla Meli-koff’un evi bir müzeyi andırıyor.

Romatizma tedavisi gören İrèné Melikoff buna rağmen bizi kabul edip, sorularımızı yanıtlıyor. Kısaltarak bu sohbeti sizlerle paylaşmak istedim. Siz yüz akımız, büyük bilim adamımızsınız. Sizi çok seviyoruz.

Benim işim araştırmak, öğrenmeye çalışmaktır. Bu demek değildir ki, ben her şeyi biliyorum. Bazen alimler de yanlışlık yapıyorlar. Belki ben de yanlışlar yapmışımdır ama ben de araştırmaya devam ediyorum. Siz emekli oldunuz ama çalışmayı hiç bırakmadınız?

Bırakmadım. Şu anda Harabi’yi Fransızca’ya tercüme ediyorum. O ka-dar zevk alıyorum. Harabi’yi çok seviyorum. O bambaşka. Ama biliyor musunuz, daha çok yapacak iş var. Türkiye’de “Uyur İdik Uyardılar”, “Gerçekten Efsaneye Hacı

Bektaş Gerçeği”, isimli kitaplarınız yayınlandı. Şu anda yayına hazır bir kitabınız var mı?

“Kırklar Sohbeti (Cemi) diye bir eserim, Türkçe tercümesi yapılıyor. Ama tercüme bitmedi. Destanlarla ilgili çok çalışmanız olduğunu biliyoruz. Ama

sanırım Türkçe’ye çevrilmedi bu çalışmalar.

Maalesef Türkçe’ye çevrilmedi. “Eba Müslüm” kitabını Türkçe’ye çevir-mek isterdim. Fransızca yayınlanmış örneği var. Sizin ne kadar çalışmanız var?

Benim eserim yüzden fazla. Kitaplarım arasında “Umur Paşa Destanı”, “Melik Danişment Destanı”, “Eba Müslüm Horasani” var. Tabii maka-lelerim çok fazla. Harabi’ye ilginiz nasıl başladı?

Hurufi lik çok mühim. Hurufi ğin Bektaşilik üzerinde etkileri var. Çok etkisi var. “Cavidanname” türcüme edilmemiş. “Cavidanname” zaten Farsça değil. “Cavidanname”yi tercüme etmeden biz Hurufi liği tam bile-meyeceğiz. Ama İmameddin Nesimi gibi, Virani, Kul Himmet gibi bir çok şair Hurufi liğin tesiri altında kalmışlar. Hilmi Dedebaba, Harabi de Hurufi tesiri altında kalmış şairler.

İş tabii Harabi’yle bitmiyor. Bu meseleyi Astrarabıtı Fazlulluh’a kadar bu meseleyi götürmek gerekir. Hatta Mansur El Hallac’a ulaşmak gere-kir. Ama ben ona yaklaşmaktan korkuyorum. Massinyon otuz yıl çalıştı,

Hallacı Mansur üzerinde. O yüzden Hallac’a dokuna-mıyorum. Mansur Hallac “Enel Hakk” diyor. Aslında o bu sözlerle ben Allah’ımdemek istemiyordu. O bu sözle, ben Hakikatim diyordu. Aleviler arasında Mevlana’yı bile yanlış

bilenler, anlamayanlar var. Sanırım, siz Mevlana’yı çok seviyorsunuz?

Efendim, onu yanlış anlamak, kötü bilmek cahilliktir. Mevlana, Mevlana’dır. Bektaşilik daha çok halka yakın, Mevlevilik daha çok kentli, kültürlü insanlara yakın. Mevlana çok kültürlü bir insandır. Mevlana’yı ve Mev-

leviliği zaten ben çok seviyorum. Yaşamınız nasıl geçiyor, neler yapıyorsunuz?

Sıhhatim ile uğraşıyorum, ihtiyarlığa karşı savaş veriyorum. Seksen altı yaşındayım. Göz ameliyatı oldum, şimdi daha iyi görüyorum. Romatiz-maya karşı tedavi yapıyorum. Şu anda Harabi’yle uğraşıyorum. Sadece bunla kalmayacak herhalde. Hurufi lik ile Bektaşilik arasındaki münase-betleri inceleyeceğim. Biliyorsunuz İngiliz alim Hasluck var. Onun Türkçe’si iyi değildi. Bir tercüme kullanıyordu. İşin derinine giremedi. Fakat,onda çok güçlü sezgi vardı. O iki şey sezdi ama içine giremediği için ispat edemedi. Birincisi, Hacı Bektaş’ın ehemmiyeti. İkincisi, Huru-fi liğin Bektaşilik üzerindeki etkisi. Hacı Bektaş’ın popüler olması, Os-manlı üzerinde etkisi de çok mühim ama ben ikincisini de çok önem-siyorum. Bu çok mühim. Bir çok öğrenci yetiştirdiniz. Biz Ahmet Yaşar Ocak’ı tanıyoruz.

Başka ünlü öğrenciniz var mı?

Benden çok yetişen öğrenci oldu. Ama Ahmet Yaşar Ocak en çok faydalı olan, faydalanılan oldu. En mühim o. Evvela o Sünni. O Alevi değil. Bel-ki ilk başta bu fi kirlere uzaktı. Ama içine girdi, sezdi. Ne kadar mühim olduğunu anladı. Şimdi o çok benimsedi. Çok eser yazdı. Siz başka kimleri seviyorsunuz?

İlber Ortay’lı var. Onu seviyorum. Ama Türkiye’de alim yok. Alevi ol-mak, Bektaşi olmak başka. Alim olmak başka. Bektaşilik’te bir tarikat kültürü vardır. Alevi olmak, Bektaşi olmak kafi değildir. Aleviler kendi inançlarını bile anlamıyorlar. Sizinle daha önce yaptığım söyleşilerde, Alevilik konusundaki

araştırmalara biraz da dedelerin, âşıkların sevgisi nedeniyle girdiğinizi söylemiştiniz. Mesela Feyzullah Çınar’a hayrandınız?

Evet. Onun ne kadar güzel sesi vardı. Ben onu Fransa’ya getirdim. Bura-da konserler verdi. Büyük bir istikbali de olacaktı hatta. Venedik’te halk müziği üzerinde bir enstitü kurulmak isteniyordu. Burada Feyzullah’ın da olması istendi. Ama sahneye çıkması, halk konserlerine gitmemesi şartı kondu. Çünkü sesi bozulacak dendi. Sesinin kalitesi bozulacak den-di. Ama maalesef Feyzullah bunu kabul etmedi. Biz size çok teşekkür ediyoruz. Tekrar buluşmak dileğiyle.

Ben sizi gördüm, sıhhat buldum. Çok sağ olun. 1 Aralık 2003, Strasburg, Fransa

Hz. ALi’nin Kılıcı (üzerinde Kur’an’dan Ayetler yazılı)Robert Anhegger / Mualla Eyüboğlu Anhegger Koleksiyonu,

Cam Altında Yirmi Bin Fersah, Yapı Kredi Sanat, s. 50

Page 27: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 27

SERÇEÞMESERÇEÞMESERÇEÞME

Serçeşme’nin kaynağı Anadolu’da doğmuş. Daha sonra gelmiş doğa ve insan sevgisini özümseyen kültürlerin kaynaşarak bir pota içe-risinde birleşmesidir. Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin Horasan’dan

gelmesinden hareket ederek Alevi-Bektaşi inanç öğelerini Anadolu dışındaki merkezlere bağlamanın geçerliliği nedir? Bir toplum inancının kurucularının, geldikleri yerde kurdukları inancı, bir bütün olarak var-dıkları yere getirdiklerini düşünmek, olanaklı mıdır?

Bütün Anadolu uygarlıklarını bir yana iterek, Anadolu’nun tarihini Türklerle, 1071’de başlatanların neye hizmet ettiklerini bilmeyen yoktur. Bu tarihi inkâr etmek, Anadolu’ya özgü inançları, uygarlıkları kabullen-memek demektir. Bu düşünceyi taşıyanlara bakarsanız, Ayasofya Yuna-nistan’dan, Selimiye Orta Asya’dan, Galata Kulesi Babil’den, Hitit kaya kabartması Kafkasya’dan gelmiştir! Bu anlayışına göre, yerli toplumların yaratıcı ürünü olan bir nesne yoktur. Bütün başarılar, sonradan gelip yer-leşen göçebelerindir. Bu düşünce doğrultusunda hareket edenlerin Ana-dolu Alevi-Bektaşi inancını tanımaları, Hünkarın felsefesini kavramaları olanaklı değildir.

Toplumuna Yabancılaşmayı Önlemek

Anadolu Alevi-Bektaşi inancının, özünde insan ve evren sevgisi olduğunu, Hünkar’ın felsefesinden ve âşıkların, ozanların dizele-rinden kavramaktayız. Yanda sunduğumuz Hüdai babanın dize-

leri de bunu vurgulamaktadır.Çoktanrılı uygarlık döneminin, Anadolu’daki felsefesine değindim.

Anadolu’da etkili olan Mezopotamya dinlerine de hatırlamak gerektiğine inanıyorum. Bunların Serçeşme’nin kaynaklarına varmamız acısından önemli olduğunu düşünmekteyim. Günümüzden dört bin yıl önce Ba-billiler ve Asurlular, tanrılar tanrısı Anu’ya tapmışlardır. Anu, Mezopo-tamya insanının taptığı, yüceliğini karşısında güçsüzlüğünü hissettiği, son suzluğun, değişmezliğin ve sürekliliğin simgesi saydığı Göktanrı’dır. Babilli din adamları yıldızlara dinsel anlam yüklemek üzere onları ye inceleyerek ilk yıldız biliminin doğmasına ön ayak olmuşlardır. Babil-ler, gök cisimlerini hareket ettiren, onlar arasında denge sağlayan, yö-rüngelerinden çıkmalarını ve evrenin kaosa dönüşmesini engelleyen bir güç olduğunu varsaymışlardır. Yıldızları, tanrıların insanlara görünüp, güçlerini duyurdukları biçim olarak düşünmüşlerdir. Babil Yaradılış Destanı’nda, “yıldızlar tanrıların suretleridir” denmesinin nedeni budur. Yıldızlara önem vermeleri, Mezopotamya dinlerine özel bir görünüm ka-zandırmıştır.

“Tanrılar Kapısı” sayılan Babil’in tanrılarının sayısı inanılmaz dere-cede çoktur. Asurbanipal kütüphanesinde bulunmuş olan “büyük liste” de 2.500’den çok tanrı adı yer almaktadır. Tanrılar grubunun baş tan-rısı, gökyüzü tanrısıydı. Gökyüzü tanrısının yanı sıra Güneşe de saygı gösterilirdi. Mezopotamyalılara göre evren bir krallıktır. Bu krallığın hakimi ve sorumlusu Gökyüzü’ydü. Bütün doğa olayları, Gökyüzü’nün buy-ruğundadır. Doğadaki denge, evrendeki yapıcı ve yıkıcı güçlerin çatışmasından doğardı.

Asur-Babil din adamları, sayıları çok fazla olan tan-rılarını, üç tanrı topluluğunda birleştirmişlerdir. Bu, tan-rılar aşamasının en üstüne yerleştirilmiş Anu-Enlil-Ea üçlemesidir. Bu üçlemeyi oluşturan fi gürler gökyüzü, yeryüzü ve okyanustur. Anu gökyüzüne, Enlil yeryüzüne, Ea sulara ve yeraltı dünyasına egemendir.

Su, ruhu arındıracak, günahkar ve kötü ruhlu şeytan-ları altedecek, hastalıkları iyileştirecek güç olarak görülürdü. Mezopotamyalılar dinsel törenler sırasında su kullanırlardı. Su gibi temiz, el ve ağzının beyaz olduğuna inandıkları tanrı Ea’ya adak olarak balık sunarlardı. Son derece akıllı, bilge bir tanrı saydıkları için ona, “Bilgeliğin Efendisi” demişler, sanat ve zanaatların, özellikle akla ve ustalığa dayanan uğraşların koruyucusu saymışlardır. İnsan türünün yaratıcısı sayıp, insanları sürekli koruduğu-na inanmışlardır.

Bu inançların, Alevi-Bektaşi inancı içerisinde öz olarak durması, Aleviliğin insanlığın doğuşuyla birlik-te başladığını öne sürmek anlamına gelmez. Her toplum kendi tarihini yaptıktan sonra yerini yeni toplumlara ve tarihe bırakır. Her yeni çağ, daha önce yaşanmış tarihin

çocuğu olduğu için, Serçeşme’yi kavrayabilmenin yolunun, Anadolu’da yaşamış toplulukların inançlarını kavramaktan geçtiğine inanmakta-yım. Anadolu’da Hititlerden önce yaşamış ve Hitit kaynaklarında “Hat-tiler” diye adlandırılan toplulukların dinleriyle Hititlerle başlayan din ilişki lidir. Her iki dönemde de çok tanrılı doğa dinlerinde Gök, Su, Yer (Toprak) üçlemesi yerini korumuştur. Birinci derecedeki Göktanrı’nın, işleri ni buyruğu altındaki tanrılar aracılığıyla yürüttüğüne inanılırdı Güneş, Ay ve Yıldızlar, Göktanrı’nın yönetimi altındaki tanrılardı ve gökyüzün de görülen bütün olaylar tanrıların çeşitli davranışlarını gös-terirdi. Yeryüzündeki bolluk ve mutluluk gibi, kıtlık ve yıkımların da gökten geldiğine inanılırdı.

İkinci derecedeki Yer tanrıları, toprakla ilgili bütün olayları denetler-di. Yertanrılarının yüksek dağlarda, sık ormanlarda, büyük kayalarda yaşadıklarına inanılırdı. Bu yerler kutsal sayılır, adaklar orada sunulur, törenler orada düzenlenirdi. Üçüncü derecedeki Su tanrılarının ırmaklar, göller, pınarlar, denizler gibi doğa varlıklarını yönettiklerine inanılırdı. Bu yüzden sular da kutsal sayılırdı.

Hattiler tanrılarının gördükleri işlev bakımından da ikiye ayırırdı: İnsanları mutlu kılan, sevindiren, bolluk veren, barış sağlayan iyilik tan-rıları ile insanların başına hastalıkları, kıtlıkları, selleri, fırtınaları, yıkım ve mutsuzluklar getiren kötülük tanrıları. İyilik ve kötülük tanrılarının birbiriyle sürekli savaştıklarına, aydınlığın iyilik tanrılarının, karanlı-ğın kötülük tanrılarının işi olduğuna inanılırdı. Ruhların ölümden son-ra yaşadıklarına, kutsal yerlerde insanlarla ilişkilerini sürdürdüklerine inanırlar, onlara saygı duyar ve adak sunarlardı.

Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan mezarları, bu dönemde ölüleri gömerken yanlarına kutsal eşyalar konulduğunu gösterdi. En büyük din-sel törenin Güneş için düzenlendiği de bilinmekte. Bu dönemde hayvan kurban edildiğini gösteren belirtiler de bulunmaktadır. Bu dönemin din-lerinin kalıntıları da, birer inanç varlığı olarak, Anadolu’da sürmüş ve sonradan gelen topluluklar tarafından benimsenmiştir.

Anadolu Dinleri

Anadolu’da Hattilerden sonra yaşamış olan Hititler, Luviler ve Urartular da, daha sonra ortaya çıkan bütün dinlerde de aynı üçleme yer alır. İnanç yapısının üçlü çatısını kuran Gök,

Yer ve Su, eski Anadolu dinlerinin içinde yoğunlaşmış, halkların, geleneklerine yaşama koşullarında yer etmiş düşüncelerdir. Hititler, Luviler ve Urartuların inanç yapılarını kısaca özetleyerek anlatmaya çalışaca ğım: İlk dönem Anadolu dinlerinde ‘tanrı’ ile insan eylemi ara-sında önemli bir ayrılık yoktur. Daha sonra insana özgü davranışlar, eylemler insanlaştırılmıştır. İnandıkları tanrıyı kendileri gibi düşün-

meye, tasarla maya başlamışlar, tanrı ile insan arasındaki biçim ayrılığı ortadan kalkmıştır.

Tanrılar, insan gibi düşünen, konuşan, seven, sevilen, kızan, öfkelenen, savaşan, kıtlık yada bolluk bağışlayan, kısacası, insan varlığında dile gelen bütün eylemleri, tutumları, davranışları özlerinde gerçekleştiren kutsal varlıklardır. Her doğa olayı bir tanrının kişiliğinde dile gelir, gerçekleşir.

Hititlerde hayvanlar kutsal sayılırdı. Kutsal hayvan-ların en korkulanı olan ejderin, engin sularda yaşayan, kötü, yıkım getirici bir varlık olduğuna ve onunla yal-nız kartalın savaşabileceğine inanılırdı. Bazı bitkiler de kutsal sayılırdı. Bunların başında üzüm ve buğday gelir-di. Buğ day bolluk ve bereket tanrısının insanlara bağış-ladığı be sin olarak kutsal sayılırdı. Bazı ağaçları ile ilaç yapımında kullanılan bazı otların özünde tanrısal nitelik bulun duğuna inanılırdı. Ateş kutsal sayılırdı, özel bir tanrısı vardı. Ateşin yakıcı, yok edici özünde tanrısal bir gücün gizli olduğuna inanılırdı. Ateş’in yakıldığı ocak da kutsal sayılırdı.

Bu inanışların, kutsal sayılan şeylerin, Alevi-Bektaşi inancı bütünlüğü içerisinde görülmesi, çağların içinden akıp gelen bir inanç geleneğini gösterir. Alevi-Bektaşi inancında kutsal sayılan “Teslim Taşı” da bu eski dinle-rinden kalmadır.

Serçeşme’nin Kaynağı - Bölüm II

Hüseyin Akın

Aşıkların DiniDost ile dost yanmışızServet ile övünmeyizHak deyip Hakk’a dönmüşüzCennet için dövünmeyiz

Bütün evren semah dönerAşkından güneşler yanarAslına ermektir hünerBeş vakitle avunmayız

Cananımız canımızdırTeni kendi tenimizdirSevgi bizim dinimizdirBaşka dine inanmayız

Hakir görmeyiz insanıCümlemizin birdir canıŞiir müzik Halk lisanıÇalar söyler usanmayız

Hüdai’yim Hüda’mız varPir elinden bademiz varMuhabbetten gıdamız varÖlüm ölür biz ölmeyiz. Bu yazının birinci bölümünü Serçeşme’nin

Kasım 2004 tarihli 4. sayısında yayınlanmıştır.

Page 28: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

28 Sayı 9

SERÇEÞME

Alevilerin Kimlik Sorunu ve Diyanet

Lütfi Kaleli

Daha Hz. Muhammed’in Hakk’a yürüdüğü 632’ de, kızı Fatima-i Zehra; baba mirası Fedek Hurmalığının elinden alınmasına direndiği için, bizzat Ömer tarafından darp edi-lerek karnındaki çocuğu ve aynı yıl ölümüne neden olmuş-tur. İlk aşamada Hz. Ali’nin halifeliği önlenmiş, halife olun-

ca Mülcem denilen bir melun tarafından zehirli hançerle şehit edilmiştir. İmam Hasan, Muavine tarafından zehirlettirilmiş İmam Hüseyin ise Yezit tarafından 72 sahabesiyle beraber 680’de Kerbelâ çölünde şehit edilmiş-tir... 661’de başlayan Emevilerin 89 yıllık hükümranlık döneminde Hz. Ali’ye camilerden küfürler yağdırılmış, On İki İmamlar’a türlü işkenceler yapılarak zehirle şehit edilmeleri sağlanmış ve taraftarlarına ise akıl al-maz zulümler iyle kırımlar uygulanmıştır.

Bu zulüm ve kırımlar, kan ve kin üzerine kurulan Emevi hanedanlığın-dan sonra Halifelik erkiyle 750’de iktidar olan Abbasiler döneminde de devam etmiştir.Anadolu Selçuklu Devleti’nden, 1299’da kurulan Osman-lı Devleti’ne gelindiğinde de olumlu bir değişme olmadı. Hatta Osmanlı döneminde en büyük toplu kıyımlara uğradı. Ali yandaşı Aleviler 1517 yı lında halifelik erkini de alan Yavuz Selim, Anadolu’da köy-köy, kasa-ba-kasaba tespit ettirdiği Alevilerden 40 bin kişiyi kılıçtan geçirtti. Ku-yucu Murat ta bir o kadar masum Alevi’yi diri-diri kuyulara gömerek katlettirdi.

1919’da başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda ve 1923’te Cumhuri-yet’in kurulmasında canlarını ve kanlarını vererek yer alan Aleviler, maalesef 1950’den sonra başlayan ihanet politikasıyla yine horlanma-ya, karalanmaya, kırılmalara maruz kaldılar. Devlet erkini ele geçiren faşist ve radikal İslâmcılar, 1978’de Kahramanmaraş ve Sivas’ta, 1980’de Çorum’da çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı, genç, hasta, gebe demeden yüzlerce masum Alevileri katlettiler. 2-Temmuz-1993 günü Sivas’ta bir araya gelen Büyük Birlik Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Refah Partisi ve Aczmendi, İBDA-C, Hizbullah gibi Kürt-Türk karması ırkçı, faşist İslâmcılar, Madımak Oteli’ni ateşe verip Alevi-Sunni inançlı, Türk-Kürt etnik kimlikli 35 aydını “Allah-u Ekber” çığlıkları atarak cayır-cayır yaktılar... I995’te İstanbul Gazi Mahallesi ve Ümraniye’de 22 kişiyi ise, bizzat devletin polisleri sokaklarda kurşunladılar..

A’dan Z’ye yönetenlerin hepsi seçimlerde oy almak için Alevileri tanıyıp onlara övgüler yağdırdılar, ama seçildikten sonra Alevilerin kim-liğini yasal zemininde tanıyıcı olmadılar.

6-Ekim-2004 günü açıklanan AB İlerleme raporu’nda Aleviler “azın-lık” olarak tanımlanıp yer alınca toplumda bir şaşkınlık yaşandı. Aleviler, inançları itibariyle mi bir “azınlık’’tır? yoksa etnik kimlikleriyle mi bir “azınlık”tır? Aleviler, “Türk” ve “Kürt” etnik kimlikleriyle kendilerini bir azınlık görmedikleri gibi inançları itibariyle de bir “azınlık” değillerdir. Aleviler, ne Türk etnik kimlikleriyle, ne de Kürt etnik kimliğiyle tanım-lanabilirler. Aleviler, Türk ve Kürt etnik kimlikli olabilirler; ama inanç bakımından bu etnik kimliklerden sıyrıldıkları; salt Alevi oldukları ve de din, dil, mezhep ve cinsiyet ayrımı yapmadan tüm insanları kucakladık-ları için egemen olan kısır dünya görüşlü hem Türk, hem de Kürt etnik kimlikler tarafından horlanırlar, hakarete uğrarlar ve dahi katledilirler.

Alevi “azınlık” olarak tanımlamak doğru değildir. Gerçekten laik, demokratik, Cumhuriyet ilkeleri ödünsüz olarak uygulanırsa eğer, Ale-vi- Sünni, Türk-Kürt, Çerkez-Laz, Ermeni-Rum, Süryani-Yahudi ve de Hıristiyan-Müslüman ayrımı yapılmadan bu ülkede her etnik grup ve her inanç sahibi eşit koşullarda özgür yaşama hakkını kullanacaktır. O zaman devlet herkese eşit mesafede duracak, birisinin inancına katrilyon-lar akıtıp beselerken, diğerine üvey evlat muamelesi yapmayacak, hata o üvey evlatlara hakaret edip onları yok saymayacaktır...

Aleviler, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak, yurttaşlık görevle-rini eksiksiz yerine getirdikleri halde haklarını alamamaktadırlar. Örne-ğin, ibadethaneleri olan Cemevleri, Cami gibi kilise, havra ve Sinagog gibi ibadet, yerilinden sayılmamaktadır. Hatta Diyanet işleri eski Başka-nı Mehmet Nuri Yılmaz, “Müslüman’ın tek mabedi vardır, o da cami’dir. Cemevleri bölücülüktür.!” derken; Diyanet İşleri eski Başkan yardımcısı Tayyar Taş, “Cem evleri cümbüş yeridir.” diyor. Diyanet İşleri eski Baş-müfettişi Abdulkadir Sezgin de, “Aleviler PKK’dan sonra en büyük bö-lücü tehdit unsurudur” demek suretiyle Alevileri suçlayıp, Cemevlerini aşağılamışlardır.

Bugün laik devlet yapısında yer almaması gereken Diyanet İşle-ri Başkanlığı, genel bütçeden aldığı katrilyonluk bütçesiyle salt Sünni inancına hizmet vererek büyük bir adaletsizlikle hak gaspı yapmak-tadır. O Diyanet ki, 80 bin dolayında camiye, 100 bin dolayında cami görevlisi ne sahip olup devlet içinde etkinliği olan devasa bir kuruluştur. Devlet bütçesinden aldığı yıllık pay oranı on bakanlık bütçesine denk-

tir. 1940 yılında Diyanete ayrılan pay, on binde 25 iken, 1990’da bu pay oranı on binde I28’e yükseltilmiştir. Rakamsal olarak bakarsak, 1990’da 788.4 milyar TL. olan Diyanet Bütçesi, 2000’de 237.3milyar TL. olmuş; 2004 yılında ise bu miktar yaklaşık dörde katlanarak bir katrilyon liraya ulaşmıştır.

Demokratik Avrupa ilkelerinin hiç birinde devlet bütçesinden kilise-lere para akışı yapılmamaktadır. İnanç sahipleri Katolik ise Katolik kili-sesine, Protestan ise Protestan kilisesine, Ortodoks ise Ortodoks kilisesi-ne kendi rızasıyla katkı sunmaktadırlar. Katkı sunmayanlara da baskı yapılmamaktadır. inanç, bireyin kendi tercihidir; inanmayabilir de...

Ama Türkiye’de Alevilerin ve gayrimüslimlerin rızası alınmadan ödediği vergilerden oluşan bütçeden Sünnilerin camilerine para akışı yapılmaktadır. AB üyeliği için çırpınan Türkiye’de de Avrupai uygula ma mutlaka yapılmalıdır. Bu uygulama yapılırsa, inançlar arasında çatış ma da çıkmaz, haksız yere hak gaspı da yapılmaz.

Kuran’ın Kalem Suresinin on ikinci ve on üçüncü ayetlerinde diyor ki Tanrı:

“Hak gaspı yapanlarla sınır tanımaz saldırganlara ve günaha buluşanlara; halka karşı kaba davrananlara ve kötülüklerle damgalı soyu bozuklara asla boyun eğme”

Çalışmasını ağırlıklı olarak salt Sünni/Hanefi inanç sistemine odak-layan Diyanet, kendi gibi inanmayan ve ibadet yapmayan Alevilere ‘asi-milasyoncu’ bir mantıkla yaklaşıyor;

“İslam’da Cemevi diye bir mabet yoktur. Diyanet, İslam’ı bir bütün olarak kabul eder, hiçbir mezhebe ve tarikata ayrıcalık tanımamaz. Aleviler, eğer kendilerini İslam içinde görüyorlarsa, buyursunlar ca-miye gelsinler.” diyor.

Devlet, insanların inancına karışamaz, hele zorlama hiç yapamaz. Ba-kara Suresinin 256’ ıncı ayetinde diyor ki Tanrı:

“Dinde baskı zorlama/tiksindirme yoktur. Doğru ve güzel olan, çir-kinlikle sapıklıktan ayrıdır.”

Tanrı böyle demesine rağmen devlet, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşla-rı olan Alevilere, Rumlara, Ermenilere, Süryanilere, Musevilere haksız-lık yapmakta ve onların rızalıkları alınmadan ödedikleri vergilerinden sadece Sünnilere para akışı yapmaktadır.

Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Diyanet İşleri Başkanlı-ğı’nı devletin resmi kurumu olmaktan çıkartıp özerk hale getirmelidir. Bu görüşe karşı çıkanlar, “Efendim, o zaman Diyanet bildiğini okur” diyorlar. Şimdi bildiğini okumuyor mu? Hatta Hizbullah gibi İslâmcı te-rör örgütlerinin camilerde karargâh kurduklarına, camide pusu kurup Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okhan ile beş yardımcısın öldür-düklerine; camiden çıkıp Madımak Oteli’ni ateşleyerek 35 aydını yaktık-larına tanık olmadık mı? Yine laik Cumhuriyet düzenini yakıp yerine şe-riat düzeni kurmak isteyenlerin vaazlarını gazetelerden okumadık mı?.

Atatürk, dini kullanarak çıkar sağlayan ve iktidarları etki-leyen din bezirgânların hakim kıldığı Osmanlı mantığını disiplin altına almak için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kur-muş ve devlet içinde kurumlaştırmıştır. 1932’de ibadet di-lini, hutbeyi, ezanı Türkçeleştirmiş; Kuran anlaşılsın diye,

din bilgini Elmalı Hamdi Efendi’ye çevirtilmiştir. Yani Diyanet, o yıllar devletin kontrolü altında halka olumlu hizmetler vermiştir. 1950’den sonra ihanet politikası başlamış, din siyasallaştırılarak laik Diyanet amacıdan saptırılmıştır.

Şimdi biz diyoruz ki, Diyanet özerkleştirilmeli ve diğer özerk kurum-larda olduğu gibi Diyanet de kendi olanaklarıyla yaşamalı; devlet ise burada denetleme hakkını ciddi biçimde kullanmalıdır... Diyanette yer al mak, pay almak isteyen kimi Aleviler vardır. Bunlar, Alevilere ihanet et-tikleri gibi, laiklik ilkesine de ters düşmektedirler. 80 bin camisi, 100 bin cami personeli olan Diyanet içinde. üç-beş kişi veya üçyüz-beşyüz kişiy-le yer almak isteyen basiretsiz Aleviler, para hırsıyla Diyanet’in haksız-lığını meşrulaştırmak; ve de haklı olan muhalefetin sesini keserek Alevi asimilasyonuna katkı sunup, olumsuzluklara çanak tutanaktadırlar.

Biz, sağduyu sahibi olan Alevilerin, bu menfaat grubunun isteklerine itibar etmeyeceklerine ve Diyanet’te yer almak gibi bir akılsızlığa sapmaya-caklarına ve de kendilerini bir azanlık gibi görmeyip gerçekten laik devlet yapısını tesis ederek inançlarını özgürce yaşayacaklarına inanıyoruz.

Çağdaş hukuk sistemiyle temel insan haklarına ve inanç özgürlüğüne saygılı olan Aleviler, devleti yönetenlerden de hukuka, insan haklarına ve inanç özgürlüğüne saygılı olmalarını istemektedirler.

Page 29: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

Nisan 2005 29

SERÇEÞME

Adı

Soyadı

KuruluşTelefon - İşTelefon - EvTelefon - CepFaksE-PostaPosta AdresiSokak NoSemt- İlçePosta Kodu

Şehir - İl/Eyalet

Ülke

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,abone bedelini aşağıdaki adrese

yollayabilirler:Avrupa Baş TemsilciliğiTel: +49.179.107.88.56

Hüseyin AkınPostbank

Kontonummer: 826 857 303Bankleitzahl: 25 01 00 30

Abone bedelini Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti adına Posta Çeki

Hesabına (No 1629127) yollayın.Lütfen yukarıdaki formu okunaklı doldurun ve

dekont ile birlikte bize faks ile iletin:+90.(0)212. 519 5635

SerçeşmeYıllık Abone Bedeli

Türkiye 40 TL - Avrupa Birliği 50 Euroİngiltere 40 Sterlin

NORVEÇ, DRAMMEN’DE

Alevi-Bektaşi Toplumdan İzlenimlerSelman Zeki

Otuz yıldir ülke sınırlarıni aşıp, kutuplarin kıyısında şirin fakat soğuk, dört milyon nüfusluk bir ülke Norveç’in Drammen kentinde canlarla yaşadığım anlar benim en mutlu olduğum günlerdi.Beyşehir Şamlar Köyü’nden yurtdışı işçi göçü sonucu Norveç’e yerleşen köymün insanları 30 yıldır bu ülkede çalışmakta. Bırakıp geldikleri ülkenin atalarından gördükleri töreleri yanında, Alevi-Bektaşiliklerini de unutmamışlar. Bu canlar, hem geldikleri ülkelerine bağlılıkları, hem de bulundukları ülkede resmi ve özel kişiler arasında saygın bir yer edinmişler.

Atalarından gördüklerinin inkârına kaçmadan Aievi-Bektaşi kimlikierini yaşamaları beni mutlu kıldı. Anadolu’nun zenginliği olan Alevlleri, Sünnileştirme uğraşıları Beyşehir Şamlar Köyü Alevilerinide etkilemiş. Uzun zaman Alevilik-Sunnilik arası bocalama dönemi geçiren köy-lülerde öz kûltüre dönme çabaları ağırlık kazanmış. Norveç’te canlar, Derviş Necati Sankaya’nın çabalarıyla, Ankara-Sincan’dan Hasan Baba’nın rehberliğinde “görgü cemi” yaparak “ikrar” veri-yarlar... Yirmi yıl sonra başlamış olan öz kültüre dönüşleri onların örgütlenerek çoğalmasını sağ-lamış. Sekiz yıldır “cem” törenleri sürdürülmektedir. Salt Alevi-Bektaşi inançlarını yaşatmanın, zor olanı başarmanın mutluluğu bütün canların yüzüne yansımış. Birinci ve ikinci kuşak maddi birikimlerini de bir araya getirerek kendi binalarını da satın almışlar; üç kat ve birde çatı katı ol-mak üzere bir binaya sahip olmuşlar.

Büyük bir kaıtılim var cemlerine... Canlarla Muharem’in 10 yas-ı matemlerine katıldtm. Topar-lanmaya başladıkları zaman ilk cem ayinleri evlerde uygulanırken, yedi yılda ne kadar yol aldıkla-rını gördüm. Satın aldıkları “Cemevi” binasına geldiğimde daha yeni gelmeye başlayan canlardan Mehmet Azman ağabey karşıladı beni. Kısa sohbetten sonra Cemevini gezdirdi. Binayı gezdikçe, hayranlığım, sevgim ve saygım bir kat daha arttı. Mülkiyeti kendilerinde olan Cemevi’nin bir bö-lümünü kiralamışlar.Kira aylık masrafl arını karşılıyormuş.

Arka bölümü çalışma odası ve kiler yapmışlar.Toptan aldıkları tüketim mallarını bu oda da depolamışlar. İhtiyacı olan canlar kâr amacı güdülmeksizin yiyecek içecek ihtiyaçlarını buradan karşılıyorlar. Bu sosyal dayanışma biçimleri beni çok etkiledi. Geniş bir salonun çevresi koltuklar-la donatılmış; taban, duvardan duvara halı döşeli, duvarlar ağaç kaplama.Bu salon, toplantı amaçlı kullanılıyor. Yukarı çıktık. Yerlerde oyuncaklar, taban halı, temiz bir oda. “Burası çocuklar için tasarladığımız oda” dedi Mehmet Ağabey. Mutfakta bacılar, aşure yapıyorlardı.

Biz binayı gezerken, içerisi cem erenleriyle dolmuş; Derviş Necati Sarıkaya postun yanında oturmakta. Mehmet Ağabey önde ben arkasında niyaz edip oturduk boş bir yere. Oldukca büyük bir salon. Bacılar ve cem erenleri ahenk içindeler. Derviş Necati cem’i bir ahenk içinde yönetti. Muharrem’in 10. günü “yas-ı matemi” tamamlayarak saat on da Balım Sultan sohbetiyle doyum-suz cem ayininden sonra dağıldık.

Bu güzel binanın çatı katını iyi değerlendirmişler. Yatakhaneler yapmışlar. Uzak yerden gelen misafi rleri ağırlamakta kullandıklarını söylediler. Yani erişilmezi başarmışlar.

Beyşehir Şamlar Köyü Norveç-Drammen kentinde cemlerine katıldığım, sohbetlerine doya-madığım, başta Derviş Necati Sarıkaya, mihmandarım Mehmet Azman ve Ali Gözet Ağabey, Muhsin Cenar, Mesut Cenar, Cihan Karabulut, Aytekin Aksu, Turan Gözet, Hasan Bulut ve nice adlarını bilemediğim diğer canlar ve bacılarım Serçeşme Beyşehir temsilcisi olarak aşkı niyaz ederim.Kutluyorum onları.

ÂBİDİN ÖZGÜNAY

1934 - 2005

Cem Dergisinin kurucusu ve Alevi- Bektaşi inancının aydınlarından olan Âbidin Özgünay’ı tedavi gördüğü Cer-

rahpaşa Tıp Fakültesi’nde 15 Mart 2005 tarihin-de kaybettik.

Âbidin Özgünay, Aleviliğin sorunlarının dile getirilip, bu konuda gündem oluşturulma-sına öncülük eden isimlerden olmuştur. Son dö-nemlerde Şahkulu Sultan Dergâhı’nda Alevilik derslerinin genel koordinatörlüğünü ve derga-hın kültür danışmanlığını yapmıştır.

Bir dönem Barış Partisi genel başkanlığı görevinde de bulunan Özgünay’ın yayınlanmış bir çok makalesi ve kitapları bulunuyor.

Âbidin Özgünay için Şahkulu Sultan Der-gâhı’nda bir tören yapıldı. Törene eski millet-vekillerinden Seyfi Oktay, Mustafa Timisi ya zarlardan Lütfi Kaleli, Adil Ali Atalay, Esat Korkmaz, Rıza Zelyut sanatçılardan Ali Ekber Çiçek, Yavuz Top, Mahmut Erdal katılanlardı. Hacı Bektaş Veli Kültür Vakfı Başkanı Ali Do-ğan ve birçok dernek yöneticileri de törende ha-zır bulundular. Törene katılım geniş oldu.

Şahkulu Sultan Dergâhı yöneticisi Mehmet Çamur, Âbidin Özgünay’ın Alevilik konusun-daki görüşlerini dile getirdiği kısa bir konuşma yaptı. Özgünay’ın “Laik cumhuriyetin yılmaz savunuculuğunu” yaptığını söyledi.

Mehmet Çamur’dan sonra yazar Rıza Zel-yut da bir konuşma yaptı:

“Âbidin Özgünay atasından, dedesinden gördüğünü bilimsel bir bakış açısıyla har-manlayıp ve insanlara yeni, çağdaş kılıfl ar içerisinde sunan bir aydındı. Geleneksel Aleviliğin temsilcisiydi. Âbidin Özgünay’ı anlamak onun fi kirlerini devam ettirmekle mümkündür. O sonsuza kadar bizim ara-mızda olacak”.

Şahkulu Sultan Dergâhı’ndaki törende Veli Dede’nin gülbank vermesinden sonra, son yol-culuğuna uğurlamak için Karacaahmet Sultan Dergâhı’na hareket edildi.

Karacaahmet Sultan Dergâhında yapılan törende helallık verilip-alındıktan sonra Kara-caahmet Mezarlığı’na defnedildi.

Page 30: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

30 Sayı 9

SERÇEÞME

Muharrem Sohbetleri ve Birlik CemiAhmet Koçak

lmanya’da kurulma aşamasında olan Umut TV ve Türkiye’de yayın yapan Kanal Türk televizyonları Şubat ayı içinde ortak bir yapı-ma imza attı: “Muharrem Sohbetleri” adı al-tında yayınlanan bu ortak yapım, yurtiçinde ve yurtdışında geniş kitlelerce izlendi.

Bu programın en önemli özelliği, Alevi-Bektaşilerin ilk kez Türk televizyon kanallarından kendilerine ve topluma seslenmiş olmasıdır. İnancı, felsefesi yüzyıllarca ülkeyi yönetenler tarafından yok sayılan, Alevi-Bektaşiler kendilerine yönelik yapılan bu programı, ilgiyle takip etti. Alevi-Bektaşilik hakkında çok şey duyan, ama onların kendilerinin verdiği bilgiyle karşılaşmamış olan çok kişi de yayını merakla izledi.

Biliyoruz ki bütün ilkler, içinde doğruların yanı sıra yanlışları ve ek-siklikleri de barındırır. Bunların olması doğaldır da. Hiçbir şey yapma-yan değil, iş yapan “yanlış” yapar. Yeter ki niyetler iyi olsun. O zaman yapılan yanlışların giderilmesi olanaklıdır.

Yayınlanmış olan bu programın bir ilk olması nedeniyle eleştirileri-mizi, daha çok ileride yapılacak bu tarz çalışmalara ışık tutması niyetiyle yapacağız.

Programda ne yazık ki, konular ve içerik yeterince düzenli bir şekilde işlenemedi. Bu da bir karmaşanın ve kafa karışıklığının çıkmasına neden oldu. Belirlenen konular, tarihsel akışına ve güncelliğine göre düzenlene-bilir ve daha düzenli bir yapı içinde anlatılabilirdi. Konular, kısa soru ve yanıtlarla daha anlaşılır bir biçimde işlenebilirdi.

Gelen konukların birbirinden farklı yapıları yansıtmalarına, örneğin demokratik örgütlerin yöneticiler, geleneksel fi kir önderleri ve araştırma-

cı aydınlar gibi benzeşmeyenlerin bir araya getirilmesine dikkat edilme-liydi. Konukların yapı ve konumları birbirine yakın olmasından dolayı, aynı konular gereksiz yere birkaç defa tekrarlandı.

Konuk sanatçılar atıl kaldılar. Oysa Alevi-Bektaşi inancı-felsefesi sö-zel ve müziksel (bağlama) geleneğe dayalıdır. Bunu, programın yapımcısı olan canların da yeterince bildiklerini biliyoruz. Ama ne yazık ki, ge-len sanatçılar konu mankeni olmaktan öteye gidemediler. Alevi-Bektaşi inancının-felsefesinin ana kaynakları olan deyiş, semah, düvaz ve nefes-lerden daha çok örnek verilerek gereksiz ayrıntılardan kaçınılabilinirdi.

Sıraladığımız bu tespitleri daha da çoğaltabiliriz. Özellikle ele alınan konuların işlenmesine, anlatılmasına dair söyleyeceğimiz çok şey var. Ancak işlenen her konu ve bu konulara yaklaşımı değerlendirmek bu ya-zının amacını aşıyor. Program yapımcısı canlara önerimiz, ileride bu tarz programlar yapılacaksa, gündeme alınacak konuları bilen ve sorunlara hâkim insanları bir araya getirmek; yelpazeyi olabildiğince geniş tutmak olacaktır. Böylece konuların zenginliği yakalanabilir ve katılan konuklar da kısır döngüden kurtulur kanısındayım.

“Birlik” CemiMuharrem Sohbetleri programı Dertli Divani dedenin yürüttüğü “Birlik Cemi” ile sona erdi. Bir buçuk saat süren “Birlik Cemi”, Alevi-Bektaşi inancında ibadetin nasıl yapıldığını gözler önüne bir kez daha getirmesi bakımından önemli bir hizmet olmuştur.

Hacı Bektaş Dergâhının vekil dedelerinden olan Divani’nin, bu hiz-meti yapması için çağrılmış olması yerinde bir karar olmuştur. Halen birçok bölgenin “Görgü Hizmetini” yapmakta olan Divani, Serçeşme Pir Hacı Bektaş Veli süreğini kesintisiz sürdüren yapı içinde yetişmiştir. Genç yaşına rağmen geleneğin güçlü ozanının, konulara hâkimiyeti ve cemin olmazsa olmazı on iki hizmeti yürütme yeteneği de buradan kay-naklanmaktadır..

Dergimizin yedi ve sekizinci sayılarında yayınlanan, Hacı Bektaş Veli Dergâhının postnişini Sayın Veliyyettin Ulusoy’un kaleme aldığı “Görgü Cemi”, dergâha bağlı dedeler tarafından birebir uygulanmakta-dır. Dergâhın icazetli dedesi Dertli Divani’nin TV programın için yönet-tiği-yürüttüğü “Birlik Cemi”, dergimizde yayınlanan “Görgü Cemi”nin (birkaç hizmet dışında) uygulanmış halidir.

Alevi-Bektaşiler arasında söylenen “el ele, el hakka” deyimi işte bu-dur. Birliğin, dirliğin, bir olmanın anlamı da bu düşüncede, bu felsefede yatmaktadır. Bu nedenledir ki, TV’de yayınlanan “Birlik Cemi” hizmeti-ni yapması için, Dertli Divani’nin çağrılması isabetli bir karar olmuştur.

Umarız gelecekte yapılan bu tür hizmetler daha derli-toplu, daha ve-rimli olur.

Yurtdışı - Almanya: Berlin Zeki Konuk +49.172.305 92 29; Bremen Adnan Kılıç +49.174.448 49 59; Darmstad Hüseyin Akın +49.179.107 88 56; Frankfurt Sedat Bican +49.170.751 25 35; Gladbach Behcet Soguksu; Hamburg A. Varol +49.172.453 14 62; Hanau Kemal Nayman +49.173.667 72 91; Kassel Hüseyin Öztürk +49.162.153.33 20; Oberhausen Mehmet Kaz +49.173.612 01 95; Stuttgart Kılavuz Bakır +49.162.909 70 70; Avusturya: Tirol Hüseyin Polat +43.650 841 55 99; Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan +32.473 49 37 12; Danimarka: Aarhus Yücel Tanrıverdi +45.5124 0283; Fransa: Paris Ahmet Kesik +33.6.8207 6716; Hollanda: Gelderland Ali Rıza Ağören +31.651 25 63 19; İsviçre: Basel İbrahim Bakır +41.78 808 40 07; Kanada: Toronto Ahmet Akkuş +1.416.652 98 54; Nor-veç: Oslo Hasan Bulut +47.9803 7761. Yurtiçi - Adıyaman: Gölbaşı Kenan Tezerdi 0535.949 43 13; Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu 0535.644 27 25; Gümüşhacıköy Feruz Oruç 0542.664 35 14; Ankara: Sıhhiye Timur Özmen 0312.230 21 83; Merkez İsmail Metin 0532.644 95 37; An-talya: Merkez İlyas Şimşek 0544.578 22 99; Burdur: Merkez Mehmet Turan 0248.234 37 17; Çanakkale Merkez Metin Mutlu 0263 213 02 52 Denizli: Merkez Tekin Özdil 0546.237 32 96; Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer 0535.872 63 03;

Eskişehir: Odunpazarı Cafer Karataş 0533.719 36 54; Gaziantep: Merkez Hü-seyin Keskin 0537 242 3842; İstanbul: 4. Levent Hüseyin Düzenli 0555.204 73 79; Acıbadem Koray Berktaş 0533.24461 25; Alibeyköy Veysel Köse 0544.30539 23; Avcılar Mustafa Kılçık 0536.552 68 75; Bahariye Zehra Ünder 0533.722 03 91; Beyazıt Bekir Delibaş 0212.516 23 14; Çağlayan Ali Ulvi Öztürk 0212.224 2242; Fatih Rukiye Delibaş 0536.396 83 56; İçerenköy Yılmaz Gürbüz 0535.524 49 12; Kadıköy Kazım Erol 0216.347 14 41; Kağıthane Aydın Deniz 0212.320 18 18; Kayışdağ Veli Göynüsü 0532.687 31 09; Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı 0532.410 51 79; Soğanlık Hasan Harabati 0532.787 7098; Sultanbeyli Sadegül Ça-vuş 0535.491 07 58; Ümraniye İsa Polat 0536.968 99 75; Üsküdar Sabri Karaman 0533.263 0243; Yenidoğan Salih Arslan 0535.941 15 09; Izmir: Merkez, Hüsniye Çınar 0532.512 59 62; Konya: Beyşehir Hüseyin Kutlu 0535.522 75 11; Beyşehir Salman Zebil 0542.431 56 91; Maraş: Elbistan Ali Kaya 0535.466 38 43; Nur-hak Hasan Çadır 0535.511 12 99; Nevşehir: Hacıbektaş Erhan Çetin 0536.42694 33; Samsun: Merkez Cem Sultan Ermiş 0532.700 49 61; Terme Emrah Çolak 0542.341 33 03; Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan 0282.263 05 79; Urfa: Kısas Ahmet Aykut 0536.777 63 47; Sırrın Sadık Besuf 0537.392 6375.

Serçeşme’nin arkasında medya ve işadamları yoktur. Gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme okuyu-cusunun özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenerek ve zor-lukları birlikte çalışmayla aşma gücüne dayanarak yola çıkıyor.

Eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, yazılar ile nefeslerinizi, deyişlerinizi bekliyoruz. Tüm canları, Serçeşme’ye abone olmaya, abone yapmaya, temsilcilik görevini üstlenmeye, bulundukları yöreye derginin toplu getirilmesini, elden dağıtılmasına el vermeye çağırıyoruz.

Serçeşme Sizlerin Katkısıyla Çıkıyor ve Dağıtılıyor

BUGÜNE DEK TEMSİLCİLİK GÖREVİNİ ÜSTLENEN CANLAR

A

Page 31: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇESME

Nisan 2005 31

SERÇEÞMESERÇEÞMESERÇEÞMESERÇEÞME

Alevilik Dizisi

Alevilik, Diyanet, Siyaset - İsmail KaygusuzYENİ ÇIKTI

Musahiplik - İsmail Kaygusuz 2. BASKISivas Katliamının Onuncu YılındaOnlar Işık Oldular - Ahmet Koçak

Okunacak En Büyük Kitap İnsandır - R. Yürükoğlu

Hünkâr Hacı Bektaşı Veli - İsmail KaygusuzAlevilikte İnanç Kültür Siyaset

Tarihi ve Uluları - İsmail Kaygusuz

ÖyküDünden Bugüne Alevi Olmanın

Bedeli - İsmail Kaygusuz

Siyaset Dizisi

Kafa Tutan Günler - Esat KorkmazYa Sosyalizm Ya Barbarlık - Y. Zamir

TKP. Doğuşu, Kuruluşu, Gelişme Yolları - S. Üsüngel

İrtica ve ABD Kıskacında Türkiye - Lütfi Kaleli 2. BASKI

Küreselleşmeyi Anlaak - Yusuf ZamirSosyalizm - R. Yürükoğlu1. Cilt: Sosyalizm Nedir

2. Cilt: Ütopik ve Bilim-Dışı Sosyalizm3.Cilt Günümüz ve Türkiye

Kerbelâ Destanı(Maktel-i İmam Hüseyin)

300 Yıllık Bir Elyazmasından Çevrilen Destan

ÇIKTI

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ

Divanyolu Cad. No: 54, Erçevikİşhanı 102,

34110 Eminönü-İstanbulTel/Faks: +90.(0)212.519 5635

www.alevyayinlari.comTOPLU SİPARİŞLERDE %40 İNDİRİM

Dertli Divani (Veli Aykut) 1962’de Urfa-Kısas’da doğdu. 1990 yılın-da Hakk’a yürüyen Kemteri ve Büryani mahlasını kullanan, halk ozanı Hamdullah Aykut’un oğlu-

dur. Tüm çocukluğu Adıyaman, Urfa-Kısas, K. Maraş gibi pek çok yörede cemlerde, Dedelik (Baba) hizmetini yapan babasının yanında geçti. Dertli Divani mahlasını, 16 yaşında iken, Hacı Bektaşi Veli evladı Bektaş Ulusoy’dan aldı. O günden sonra Dertli Divani, bir yandan cem’lerde zâkirlik yaparken, diğer yandan Di-vani mahlaslı şiirlerini yazdı. 1989 yılında ilk albümü “Divane Gönül”, 1992’de “Diktiğimiz Fidanlar”, 1996’da “Düvaz-ı İmam” ve 2000 yılında “Serçeşme” adlı albümleri yayınlandı.

Albümlerinde, bir yandan söz ve müziğini kendisinin yazdığı deyişleri, diğer yandan Kı-sas, Nurhak cemleri ve muhabbetlerinde söyle-nen semah ve deyişleri seslendirdi. Türkü, de-yiş ve derlemeleri, başta Arif Sağ olmak üzere, Zülfü Livaneli, Belkıs Akkale, Musa Eroğlu, Sabahat Akkiraz, İlyas Salman, Güler Duman, Haluk Özkan, Gülcihan Koç, Erdal Erzincan, Deste Günaydın, Murat Göğebakan gibi birçok halk müziği sanatçısı tarafından seslendirildi.Geleneksel müziğimizin, ozanlık geleneğinin günümüz temsilcilerinden olan Divani, eserle-rinde Alevi-Bektaşi inancını-felsefesini işle-mesinin yanında, toplumsal içerikli konuları da irdelemektedir:

Geçtiğimiz ay içinde Hasbıhal adıyla Ka-lan Müzik tarafından yayınlanan albüm, Diva-ni’nin beşinci solo albümüdür. Divani bu albü-münde adı, sanı “pek bilinmeyen” sanatçılarla, (albümde bir esere eşlik eden Erkan Oğur’u saymazsak) çok genç bir kadroyla çalışmış. Yıllardır profesyonel sanatçılarla (Arif Sağ gibi) çalışan bir sanatçı için aslında bu durum, büyük bir risktir. Böylesi bir riski göz önüne alıp işe başlamak gerçekten cesaret ister. Divani bu işe girerken, mutlaka bu riskin de bilincindeydi. Genç sanatçılara güvenerek bu riski alan Diva-ni, cesareti, deneyimi ve biriki miyle bu işte de başarılı olmuş.

Albümde kendisine ait olmayan eserlerin seçiminin de rasgele olmadığını söylememiz abartı olmayacaktır. Beşinci solo albümü “Hasbıhâl” ozan tarafından yazılmış deyişlerin yanı sıra, Alevi-Bektaşi geleneğinin yedi ulu ozanlarından Yeminî ve Pir Sultan Abdal, Ken disinin de beslendiği ana kaynak olan Serçeş me’nin önemli ardıllarından Şah Ka-lender Çelebi, Güzide Ana, Feyzullah Çelebi; bilge ozanlarımızdan Âşık Sıtkı ve Seyrani; günümüz ozanlarından Âşık Mahrumi, yazar İsmail Kaygusuz ve Dertli Divani’nin babası Ozan Büryani’nin eserlerinden oluşmuş. Dertli Divani diğer albümlerinde olduğu gibi, bu al-bümünde de pek çok deyişi ilk kez seslendiri-yor. Divani albümün sunuş yazısında duygu ve düşüncelerini şöyle özetlemiş:

“Sevgili dostlar, halaylar, türküler, deyişler, semahlar ve düvazlar bize hayat veren, gö-nülleri arıtan kültürel değerlerimizdir. Bu değerler, bilge âşık ve sadıkların can gözü ve can kulağıyla gördüklerinin, duydukları-nın, hissettiklerinin halkın özünde yoğrulup süzüldükten sonra bizlere ulaşan ölümsüz eserlerdir.Bu çalışmada, Ulu Pir Hacı Bektaş Veli so-yundan Şah Kalender Çelebi, Güzide Ana, Feyzullah Çelebi; yedi ulu ozanlarımızdan Yeminî ve Pir Sultan Abdal; bilge ozanla-rımızdan Âşık Sıtkı ve Seyrani; varlığımı borçlu olduğum ustam, babam Büryani; gü-nümüz ozanlarından Âşık Mahrumi ve ya-zar İsmail Kaygusuz’dan birer eser, derya-nın yanında belki bir damla olabilecek bana ait beş eserle Hasbıhâl eyledik”.

Albüme emeği geçen genç kadroya ge lince: Albümün altyapısını (müziklerini) abar tıdan uzak, olabildiğince sade yapmışlar. Albümde bağlama ailesi, bütün renkleriyle ustaca kulla-nılmış. Albümün tanıtım yazısında ki şu cümle dikkat çekiyor.

“Farklı bağlama tınılarının hakim olduğu, oldukça sade bir düzenlemeyle hazırlanan

albüm,özellikle genç kuşaklar için önemli bir örnek çalışma”.

Kalan Müzik, Hasan Saltık tarafından yapı mı üstlenilen albümü, Ulaş Özdemir ya-yına hazırlamış. Düzenlemeleri Hüseyin Albayrak, Ali Rıza Albayrak, Emre Gültekin, Ulaş Özdemir, Mustafa Kılçık ve Erkan Oğur tarafından yapılmış. Emeklerine sağlık. Ahmet Koçak

HALK OZANI DERTLİ DİVANİ’NİN BEKLENEN ALBÜMÜ ÇIKTI

Hasbıhâl

HasbıhâlDertli Divani

Kalan Müzik

ÂŞIK BÜRYANİ (1928-1990)Kısas/ŞanlıurfaDerleyen : Dertli Divani

Yol Nerde KaldıGayrı harap oldu bozuldu cihanEski gidişatla yol nerde kaldıBozuldu bağ bahçe gitti bahçıvanBülbülün konduğu gül nerden kaldı

Eski günlerimiz bahar yaz idiBahçemize konan şahin baz idiHer günümüz muhabbetle saz idiHoş avazla öten tel nerde kaldı

Şimdi bir huyumuz gitmiyor hoşaKimi ağa oldu kimisi paşaAtlas libas giyen geçiyor başaHani aba, hırka, şal nerde kaldı

Kime ne diyem de ben kime küsemYağmur gibi yağam yel gibi esemBüryani hasbıhal olayım desemMüşkül danışacak kul nerde kaldı

Page 32: Sercesme Sayı 09 Nisan 2005

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Basında son haftalarda insanlık düşma-nı bir kampanya yoğunlaşarak yürüyor. Yaşanan derin toplumsal krizin sonucu olarak yaşamlarını sokakta sürdürmeye zorlanmış gençler ve çocuklar, büyük kentlerde hızla artan kapkaç, hırsız-lık, kundaklama ve cinsel saldırı olaylarının sebebi ve faili olarak gös-teriliyor.

Bu çocuklar ve gençler, cebinde üç-beş kuruş parası ya da birkaç par-ça mal varlığı olan herkesin düşmanı ilan ediliyor. Gazete, televizyon ha-berlerinde, halkta suçun korkunç boyutlara eriştiği ürküntüsün yaratmak üzere suç olayları abartılmaktadır. Basın ve televizyonların bu kampan-yasının ardından neler gelecektir?

Ardından Neler Gelecek?Medyanın böyle bir ağızdan kampanya yürütmeye başlaması “hayra alamet değil”dir. Saptırmalar ve abartmalarla çarpık bilinç yaratarak halkı, kendi çocuklarına düşman etmeyi amaçlamaktadır. Bunun ardın-dan “halkımızın koruyucusu-demokrasimizin kollayıcısı” silahlı adamla-rıyla koca devletimizin “güvenlik önlemleri” gelecektir.

Son yıllarda hükümetler, AB zoru ile bir dizi reform yasası çıkarmış-tır. Bir yasa çıkartması yıllar alan Meclis, son dönemde maraton oturum-larla bir yasa fabrikası gibi çalışmaktadır. Bunlardan Türk Ceza Yasası kısa süre sonra yürürlüğe girecektir.

Yasanın yürürlüğe gireceği tarih yaklaştıkça, yasayı uygulayacak kolluk kuvvetleri “bu yasa suçlulara karşı bizim elimizi kolumuzu bağ-lıyor” diye feryadı basmıştır. Nefes alan ve düşünen her gencin potansi-yel bir suçlu gibi görüldüğü ülkemizde, eski usulü savunanların, suçların çok arttığı, bu yasa uygulamaya girerse bir suç patlaması yaşanacağını öne sürmesi şaşırtıcı değildir. Bu girişim sonuç vermiştir. Meclis, yeni Ceza Yasası’nı kolluk kuvvetlerinin ve istihbaratın istediği şekilde değiş-tirme çalışmaları başlamıştır.

Eski yetkilerin ne kadar faydalı olduğunu dosta düşmana göstermek için 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde sokağa çıkanlara polis dayağı atıl-mıştır. Kolluk kuvvetlerimizin, “tutuklayıp ne yapacaksın, sokakta döve-rek cezalandır” anlayışının televizyon kameraları önünde sergilenmesi, Avrupa’dan eleştiri çekmiştir. Eleştirilere karşı hükümetin ve muhalefe-tin kolluk kuvvetlerini desteklemesi, halkımızın güvenliğinden kimin ne anladığını sergilemiştir.

İş devletlilerin tepkileriyle kalmamaktadır. Bir CHP milletvekili, hem de keskin nişancılığıyla ünlü bir kadın milletvekili, eve giren hırsı-zın ateşli silahla vurulmasını kolaylaştıracak bir yasa değişikliği önerge-si vermiştir. Bir kadından, sorumlu bir muhalefet milletvekilinden bek-lenmeyecek şekilde, televizyonda cebinden-çantasından çıkardığı türlü-çeşitli silahları sergileyerek, cana kast eden açıklamalar yapmıştır. Bu gösteri ile siyasi çıkar sağlamaya çalışırken, idam cezasını kaldırmış ülkemizde, kafası kızanın adam öldürmesini teşvik etmektedir.

Parti yönetimi, “suça karşı sıkı duruyor görüntümüz bozulmasın” di ye bu sorumsuz davranışa ses çıkarmamıştır. Ülkemizde muhalefetin yapması gereken uyarı ve eleştirilerin yurtdışından gelmesine alışılmış-tır. Umarız AB üyesi ülkelerin Sosyal Demokrat partileri, anlı-şanlı Sos-yalist Enternasyonal bu partiye ve sorumsuz milletvekiline bir çift uyarı yapar.

“Sokak çocuklarının suç patlaması” vaveylasının ardından uygulama başlamıştır. İstanbul’un çeşitli yerlerine, bir kaç yüz adet uzaktan kuman-

dalı televizyon kamerası kurulmaktadır. Sokak çocuklarının işlediği suçlara karşı halkımızın can ve mal güvenliğini sağla-mak için yapıldığı öne sürülen bu yığınsal izlemenin, kimi hedef alacağı ve kapsamı-nın ne kadar yaygın olacağını zaman

gösterecektir. Ama bir şey açıktır, bunlar sokak çocuklarının sorunlarına eğilmek üzere düşünülmüş önlemler değildir.

Sokak Çocukları Bizim ÇocuklarımızdırTürkiye’de çok sayıda genç ailesinden uzakta, sokaklarda yaşamaktadır. Ailesi ile birlikte yaşayan çok sayıda çocuk da sokaklarda yaşam kav-gasına katılmaktadır. Bu gençlerin ve çocukların bir bölümü suçla içli dışlı bir yaşam sürmeye zorlanmıştır.

Ancak bu çocukların hiçbiri isteyerek ya da “özgür” iradeleriyle sokakta yaşamayı seçmemişlerdir. Onların büyük çoğunluğu Türkiye işçi, emekçi sınıfının en alt tabakasını oluşturan ailelerin, yerinden-yur-dundan edilmiş göçmen ailelerin çocuklarıdır.

Türkiye’de son yıllarda yerinden-yurdundan edilmiş, iç göçe zorlan-mış ailelerin ezici çoğunluğu Kürt ailelerdir. Bu nedenle, İstanbul’da ve diğer büyük kentlerde sokak çocuklarına karşı giderek yükselen kam-panyanın bir de böyle ırkçı ve ayrımcı, ulusal baskıcı boyutu vardır.

Avrupa Birliği’ne aday ülkemizde ailesi parçalanmış, baskılar ve taciz nedeniyle ya da bir başka nedenle ailesinden kopmuş gençlerin ve çocukların bakımı ve eğitimi için olanak sağlanmamaktadır. Bunları sağ-layamayan düzenin çocuk mahkemeleri ve ıslah evleri hiçbir yararlı işlev görmemektedir.

Uyuşturucu bağımlısı çocukların ve gençlerin bundan kurtulmasını sağlamaya yönelik hiçbir toplumsal yapı işlememektedir. Çocukların ve gençlerin fuhşa itilmesini önlemek bir yana, yetimlerin barınması için kurulmuş bakımevlerinde devlet görevlileri ırz ve namus düşmanlığı yapmaktadır. Hapishanelerde sübyan koğuşları aynı işlevi görmektedir.

Bugünkü düzen, okul çağındaki çocukların okula gitmesini sağlaya-mamaktadır. Her ailenin asgari geçime yetecek iş olanağı yaratamamak-tadır. Çalışan çocuk ve gençlerin ağır işte aşırı çalışmadan korunmasını ve eğitim-öğretim görmesini sağlayamamaktadır. İşsiz ve dar gelirli aile-lere asgari geçime yetecek mali destek ve barınacak konut sağlayama-maktadır.

Ondokuzuncu yüz yılda Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inde “Milyonla çalan mesned-i izzete serefraz, Birkaç kuruşu mürtekibin cay-i kürek-tir” diyen tanımladığı düzen sürmektedir. Yakın tarihte tasarruf bonosu, enfl asyon-devalüasyon, bankerler skandalı, batık krediler, bitmez devlet inşaatları, keyfe göre dağıtılan devlet ihaleleri, banka hortumlama, özel-leştirme gibi büyük çaplı soygunların yaşandığı, bu soyguncuların ceza görmek bir yana “medyatik” olduğu ülkemizde, “soyguncu” diye evsiz-barksız sokak çocuklarını hedef göstermek kadar büyük bir sahtekarlık olamaz.

Aleviler bu tuzağa düşmeyecektir. Aleviler, ülkemizdeki tüm sokak çocuklarının musahibidirler. Yüzyıllardır ezilen ve horlanan bir topluluk olarak Aleviler, o çocukların dertlerini ilklerinde-kemiklerinde hisset-mektedirler.

Aleviler bu çocukların, birkaç yıl önce Rio Çevre Zirvesi öncesinde, “kent dünya liderlerine kötü görünmesin” diye sokak çocuklarından temiz-lemek üzere gizli-resmi ölüm mangaları eliyle beşer onar katledilen Brezil-yalı sokak çocukları gibi “itlaf” edilmelerine izin vermeyeceklerdir.

“Milyonla çalan mesned-i izzete serefaz,Birkaç kuruşu mürtekibin cay-i kürektir”

Ziya Paşa

Sokak Çocuklarının Musahibi AlevilerdirEsen Uslu