Upload
trinhtuong
View
223
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
OSMANLIYÖNET~E ORTADOGU ARAP EY ALETLERİ (OSMANLI-ARAP İLİŞKİLERİ)
Prof. Dr. Münir Atalar"
Yazımızda, Osmanlı Devletinin Orta Doğu'yu, Hicaz'ı yönetim şeklini ele alacak ve bu çerçevede Osmanlı-Arap ilişkilerine değineceğiz.
l<ilam dünyası, Atlas okyanusu kıyısındaki Fas'dan Pasifik Okyanusu'ndaki Endonezya takımadalarına, kuzeydeki Sibirya bölgesinden güneydeki Afrika kıtasının derinliklerine kadar uzanan geniş bir bölgeyi içine alır. Yaklaşık dünya kara parçasının dörtte birine yakın genişlikteki bu alanda çok sayıda İslam ülkesi bulunmaktadır. Bugün Birleşmiş Milletler Teşkilatma üye devletlerin dörtte birinden fazlao:;ı İslam ülkesidir. Hrıstiyanlık'tan sonra İslamiyet dünyanın ikinci büyük dinidir ve bugünkü İslam ülkeleri, yaklaşık 1 milyarın üzerinde bir Müslüman nüfus yoğunluğuna sahiptirler. İslam ülkelerinin çoğu, 'Eski Dünya' adı verilen Asya ve Afrika kıtalannda bulunmaktadır. Bununla birlikte Asya, Avrupa ve Amerika kıtalanndaki ülkelerde de önemli oranda Müslüman nüfus azınlık olarak yaşamaktadır 1 •
islam ülkelerinin bulunduklan coğrafyayı ve onların yakın tarihlerini, kültürlerini, dini durumlarını ve siyasi yapılarını tanımak ve bilmek, Müslüman Türk toplumunu oluşturan bizler için önemli olsa gerektir. Bazı çeviriler dışında Türkçede İslam ülkelerinin yakın tarihini veya İslam tarihinin yakın dönemini konu edinen derli toplu bir telif çalışma bulunmamaktadır2.
Günümüz. Islam ülkeleri Asya, Afi'ika \'e A l'rıtpa kıtalarından meydana gelen ve 'eski dünya' denilen topraklar üzerinde yer almaktadır. Batıda Atlas Okyamı-
··· Gaziosıııanpa~a Üniveı;;itesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ba~kanı. 1 !smail Hakkı Giiksoy, Çaf{daş Islam Ülkeleri Tarihi. Isparta, 19\17, 'Önsiiz', s. 1. 2 a.g.e., aynı yer.
5
DIYANET ILMI DERGI • ClLT: 35 • SAYI: 4 • EKIM-KASIM-ARALIK llJlJLJ
su' ndaki Senegal' den doğudaki Endonezya' nın İriru1 Cu ya bölgesine kadar uzanan yaklaşık 20.000 kilometrelik bir alana yayılır. Kuzeydeki Ural-Altay dağlanndan, güneydeki Mozrunbik'e kadar uzantısı da 2.000 km. den fazladır. Bu sebeple İslmn dünyası, dünyanın önemli deniz yollannın, su kaynaklannın ve yeraltı zenginliklerinin bulunduğu önemli bir bölgede bulunmaktadır. İslam ülkeleri dünyanın buluşma noktalan üzerinde kurulmuşlardır. Hava, deniz ve kara ulaşımlannın yapıldığı ana merkezler İslam ülkelerinin topraklan üzerinden geçmektedir. Bu bakımdan İslmn ülkeleri, bulunduklan coğrafi konum itibariyle stratejik önemi olan bir bölgede yer almaktadır. Bu durum, çeşitli dünya devletlerinin tesir i cra etmek istedikleri bir çatışma bölgesi haline gelmesine sebep olmaktadır3 .
Akdeniz, tarihi ve ticari bakımlardan büyük öneme sahiptir. İslmn topraklan, bu denizin güney kesimlerinin tmnarnını işgal etmektedir. Aynı denizin kuzey doğu bölgelerinde de öneli oranda Müslüman nüfus yaşmnaktadır. Ortaçağlarda bu deniz, Müslümaniann hakim.olduğu bir İslmn gölü haline gelmişti. Yakın dönemlerde de Süveyş Kanalı'mn açılması ile önemi giderek arttı ve uluslararası deniz taşımacılığında önemli bir havza haline geldi. Bu kanalın açılmasıyla, Kızıl Deniz de dünyanın en önemli bir geçiş güzergahı oldu. Kızıl deniz, Süveyş Kanalı ve Babü'l-Mendeb Bağazı ile Akdeniz'in Hint Okyanusu'na açılmasını sağlayarak, gerek petrol taşımacılığı, gerekse temel ticari mailann ve askeri kuvvetlerin nakli açısından anahtar bir rol oynrunaya başlarnıştır4.
Hünnüz Böğazı vasıtasıyla Hint Okyanusu'na açılan Basra Körfezi de İran, Irak ve Körfez Arap ülkelerinin sahillerinin bulunduğu bir denizdir. Burası, bölgedeki İslmn ülkelerinin dışa açılmasında önemli bir kapı rolü üstlemniştir.
Cebeli Tank, Çanakkale, İstanbul, Hürmüz, Malaka, Singapur Boğazlan ve Aden, Dmınan Körfezleri İslam dünyasının elindeki dünyanın en stratejik yerlendir.
İslmn ülkelerinin sahip olduğu tüm bu boğazlar ve denizler İslmn dünyasına stratejik ve askeri önem kazandırmaktadır. Bu önem dolayısıyladır ki günümüz İslmn ülkelerinin bulunduğu bu coğrafi bölge, öteden beri Avrupalı sömürgeci devletlerin dikkatini çekmiş ve İslmn ülkeleri üzerinde üstünlük sahibi olan devletler arasında bile çeşitli anlaşmazlıklann çıkmasına sebep olınuştur5.
Sonuçta, strateji uzmanlanna göre Anadolu, bölge olarak istila tehlikesinin daima var olduğu bir kara parçasıdır. Anadolumuz, üç kıtaya bağlantısı ve Orta
3 a.g.e., "Giıiş', s. 1. 4 a.g.e., aynı yer. 5 a.g.e., s. 2.
6
OSMANLI YÖNETIMINDE ORTADOÖU ARAP EY ALETLERI (OSMANLI-ARAP ILIŞKILERI)
Doğu gibi devamlı huzursuzluk kaynağı olan bölgeye bağlantı yüzünden merkez! bir bölge olagelmiştir. Topraklarının her türlü zenginliğe sahip olması, iklim şartları ve Avrupalıların bu toprakları, Hristiyanlığın geliştiği bölge olarak görmeleri, Anadolumuzun önemini artırmıştır. Bu yüzden Anadolu Selçuklu Devleti peş peşe gelen Haçlı taarruzları yüzünden uzun ömürlü bir devlet olamamıştır.
Ekonomik açıdan da İslam ülkelerinin, diğer ülkelere nazaran önemli avantajları vardır. Zirai zenginlikler bakımından geniş tarım alanlarına ve büyük nchirIere sahiptirler. İklim, çeşitli ürün yetiştirmeye uygundur. Deniz ürünleri için de aynı. Tabii kaynaklar bakımından ise oldukça zengindir. Petrol ve tabii gaz açısından tüm dünya rezervlerinin% 70'in üzerindeki bir miktara sahip olan en bol ve en güzel petrol üretim alanları vardır.
Yakm dönemin genel bir değerlendirmesini yaptığımızda, şu durumları tesbit ediyoruz: XVIIT. Yüzyılda İslam ülkeleri, genellikle benzer siyasi sistemlere, ortak kültürel ve sosyal değerlere sahiptirler. Ancak bundan sonraki yüzyıllarda gerçekleşen Avrupa yayılmacılığı ve müdahalesi, bu ülkelerdeki toplumların gelişmesinde çeşitli farklılıklar meydana getirdi. Esasen çağdaş İslam dünyası, Avrupa ile karşılıklı etkileşimin neticesinde oluşmuştu. Çünkü, Avrupa'nın endüstriyel ekonomilerine ham madde ve Pazar bulma ihtiyacı başta İngiltere, Fransa ve Hollanda olınak üzere çoğu Avrupalı sömürgeci devletleri, XIX. ve XX. yüzyıllarda Asya ve Afrika kıtalarında dünya çapında imparatorluklar kurmaya yöneltti. XVII. yüzyılın sonlarında Ruslar, Kafkaslar ve Orta Asya bölgesinde; İngilizler, Hindistan alt kıtası, Malezya, Ortadoğu, Doğu ve Batı Afrika'da Hollandalılar, Endonezya' da geniş sırurlara sahip egemenlikler kurdular. Fransızlar da kuzey ve Batı Afrika' mn çoğunu, Orta Doğu'nun bazı kısımlarını ve diğer bazı yerleri ele geçirdiler. Sömürgeoilik faaliyetlerine geç başlayan İtalya ve Alınanya bile, Afrika'da küçük kolaniler oluşturdular. XX. Yüzyılın başlarında Avrupalı sömürgeci güçler, hemen hemen tüm İslam dünyasını doğrudan veya dolaylı yönetimleri altına aldılar6.
Avrupa etkisi yalnız Müslüman toplumlar için değil, dünyadaki tüm toplumlara ulaşarak onlar üzerinde derin tesirler İcra etti ve onları modem çağın içine itti. Çünkü Avrupa, Ortaçağ'ın karanlık ve ilkel tecrübesinden sıyrılarak hem mahiyet, hem de şekil itibariyle değişik olan yeni bir medeniyet ortaya koymuştu. Yeni bir şeyler ortaya koyma, ferdiyetçi, dünyevi faaliyetlere ve teknik deneylere ağırlık veren saldırgan bir üstünlük psikolojisine sahip bir mantalite, Avrupa'ya dünya çapında askeri ve ticari üstünlük sağlayan gelişmeler kazandırdı.
(i a.g.e., s. 3.
7
DIYANET ILMI DERGI • ClLT: 35 • SAYI: 4 • EKIM-KASIM-ARALIK llJlJlJ
A ıırupa 'nın İslam ülkelerindeki ekonomik üstünlü.{fü, ham madde üretiminin artmasını ve dış dünya ile daha sık sömürge ticaretinin gelişmesini sağlarken, yerel endüstrilerin gerilemesine ve üreticinin aleyhine olan ve sömürüye dayalı bir ekonomik sistemin doğmasına sebep oldu7.
A \' rupalt güçler, sömürge yönetimi altına aldıklan yerlerde Batı tipinde modern okullar açarak ve Hristiyan misyoner teşkilatlannın faaliyetlerine çeşitli ko
laylıklar sağlayarak Batı medeniyetinin değerlerini Müslüman toplumlar arasında mümkün olan en iyi şekilde yerli kültürlerle mezcedilmiş olarak yerleşmesine
ve Batı medeniyetinin temel özelliklerinin benimsenmesine zorladılar. Neticede, Avrupa sömürgeciliği İslam ülkelerinde yeni idari ve ekonomik yapılar ile Batı eğitimi görmüş yeni bir aydın tabakasını ortaya çıkardı. Yeni tip aydınlar, içinde
bulunduklan Müslüman toplumlarda milli kimliğin oluşturulmasında, toplumu modernleştirmeye yönlendirmede ve sömürge rejiminin acımasız baskısına başkaldırmada öncü oldular. Avrupa! tarzlar, İslam ülkelerinin modernleşmesi için, takip edilmesi gereken hedefler haline geldig.
Bugün Osmanlı Devleti'nden kopan ve müstakil birer devlet halini alan milletler ile Türkiye Cumhuriyeti'nin coğrafi yakınlığına rağmen, aralannda oldukça büyük psikolojik uzaklık bulunmaktadır. Bunun sebebi, şüphesiz geçmişe dayanır. Gerek Türkiye' nin, gerekse Osmanlı Devleti'nden doğan diğer devletlerin, özellikle kuruluş yıllarında, aralannda meydana gelen diyalog yetersizliğinin yanı sıra, tarihlerinin de dış güçler tarafından maksatlı bir biçimde yazılıp kendilerine empoze edilmesi, ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Gerçi bu ifadeler bugün için bir mazeret olmaktan çok uzaktadır. Ancak üzülerek belirtmek gere
kir ki, hala Türk ve Arap toplumlan yabancılann empoze ettikleri tarih bilincinden kurtulamarnışlardır. Hatta değil güdümlü tarih bilinci, yanlış tarihi bilgilerin bile hala etkisindedirler. Bunu en popüler yazarlanmızın yazılannda bile fark et
mek mümkündür. Aynı şekilde benzer yanlışları, Arap araştırmacılannda da görmekteyiz.
Osmanlı/ar, Ortadoifu Arap eyaletlerini, hirhirinden ayn L({ak eyalerler şek
linde yihıetmişlerdi. Şam, Halep, Musul ve Bağdat gibi şehirler belli başlı yönetim merkezleri idiler. Bu durum. Osmanlı Devleti'nin bölgeden çekildiği. Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar sürdii. Araplar, daha savaş devam ederken, Osmanlı Devletine karşı ayaklanmakla, hata yapıp-yapmadıkları konusunda tered-
7 a.g.e., s. 4.
X a.g.e., !-1. 5.
OSMANLI YÖNETIMINDE ORTADOGU ARAPEYALETLERI (OSMANLI-ARAP 1 LEI{i l
düde düşmüşlerdir. Savaş sonrasında bölge, İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edilerek, Suriye ve Lübnan'da Fransız; Irak, Ürdün ve Filistin'de de İngiliz manda yönetimleri kuruldu. İkinci Dünya savaşı sonrasında da bu manda rejimleri birer bağımsız devlet haline geldiler.
Osmanlı yönetimindeki Araplar· ı ele aldığımız zaman durum şöyledir: Kuruluşundan kısa bir süre sonra, pek çok etnik gruplan hakimiyetine alan Osmanlı Devleti, bu farklı yapıdaki cemaatleri, mensup olduklan diniere ve ınezheplere göre gruplandırmış ve kendisine has bir sistem kurmuştur. Klasik dönemde, kendi içinde, oldukça tutarlı olan bu sisteme millet sistemi denmektedir.
Millet sistemi, Osmanlı toplumunun dini ceınaatlere göre bölünmesine ve milletin ya da dini cemaatin dışında, ceınaatlerin kesinlikle yok sayılmasına dayanıyordu. Dolayısıyle Müslümanlar da ırk farklılıklan göz önüne alınmadan tek bir millet kabul ediliyordu ve imparatorluğun en geniş ve önemli unsurunu teşkil ediyorlardı. Millet sistemine göre, gayr-ı ınüsliın teb'anın her birine dini özelliklerine göre haklar verilmişti. Hepsi dini ve kültürel özerkliğe sahiptiler. Evlenıne, boşanına, miras gibi şahsi hukuka ait meselelerde kendi ruhani reisierinin idaresinde idiler. Osmanlı Devleti'nde XVIII. Yüzyıla kadar başarılı bir şekilde uygulanan bu sistem de çökmeye başladı. Millet kavramının, din ile eşdeğerde kabul edilmesi, Osmanlı topraklannda gözü olan Fransa, Rusya gibi büyük devletlerin dindaşlan olarak kabul ettikleri ve kendi çıkarlarını Osmanlı Devleti'nin içinde savunacak gruplannın hamiliğini yapınayı ve bu gruplan kendi vekilieri olarak görmeleri sonucunu doğurmuştur. Mesela, 1774 Küçük Kaynarca Antiaşması Rusya'nın Rum milleti üzerinde koruyucu rolünü oynamasına vesile oldu. Aynı şekilde Fransa da, imparatorluğun Katalik unsurlan üzerinde hak iddia etmeye başladı. XIX. yüzyılın somına gelindiğinde hemen hemen bütün gayr-i müslim milletler, kendilerine bir koruyucu bulmuşlardı.
Osmanlılar, XVI. yüzyılda birçok İslam ülkesinin, dolayısıyla Arapların da yegane hakimi oldular. Ancak Araplar, Osmanlı hakimiyetine girdikleri sırada, siyasi bütünlükten uzak idiler. Cezayir 15 16, Mısır ve Suriye 1516-1517, Trablusgarb 1555'de, Tunus 1574'de Osmanlı hakimiyetine girdi. 1639 da Irak'a hakim olan Osmanlılar, Basra Körfezi'ne kadar hakimiyetlerini uzattılar. Bu arada Yemen, 1580'den beri Osmanlı vilayeti olmuş, Hicaz ise, Mısır'ın fethinden hemen sonra Osmanlıya tabiiyerini bildinnişti.
Arap dünyasındaki dört yüz yıllık Osmanlı idaresi, zaman ve bölgelere göre değişiklik göstererek gelişmiştir. Mesela Kuzey Afrika· da, Mısır hariç, hiç bir zaman istikrarlı bir idare kurulamamıştır. XVI. Yüzyılın sonlannda Cezayir, Tunus ve Trablusgarh' da idare, padişahın elinden ziyade, bölgedeki askeri ko mu-
9
DIYANET ILMI DERGI • ClLT: 35 • SAYI: 4 • EKIM-KASIM-ARALIK 1999
tanlann, bazen de güçlü korsanıann eline geçmiştir. Kuzey Afrika'da Arap bölgelerinden en çok kontrol altında tutulan Mısır olmuştur. Ancak, merkezi idare hükmünün en çok icra edilebildiği yerler ise, Irak ve Suriye olmuştur. Birinci Dünya Savaşı'na kadar bu bölgelerde merkezi idare sürdürülebilmiştir9•
Osmanlı Devleti, genellikle hakimiyetine giren Arap bölgelerindeki eski sistemi muhafazaya çalışmış veya yeni sistem kurarken, bölgenin özelliklerini nazar-ı dikkate almıştır. Ancak, devlet geniş alanlara hükmetıneye başladığı XVI. yüzyılda, eyalet sistemini ihdas etmiş ve zaman zaman bazı değişikliklerle bu sistem, XIX. yüzyıla kadar muhafaza edilmiştir. İdari taksimat, bölgelerin ihtiyaçlanna göre yapılmakta ve buralar Paşa, ya daVezir rütbesi bulunan valiler aracılığı ile idare edilmekte idi. Buna göre zaman zaman değişikliklere uğramasına rağmen, genel olarak Osmanlı Devleti'nin Arap bölgelerindeki idari taksimatı şöyle idi:
Bilad-ı Şam olarak isimlendirilen Suriye bölgesi dört idari bölgeden meydana gelmektey di:
1- Şam veya Dimaşk Valiliği
2- Kuzeyde Halep Valiliği
3- Trablus Sahil bölgeleri ve Cebel-i Lübnan, Trablus'a bağlı idi.
4- Sayda Vilayeti. (Bu vilayet 1660 yılında ihdas edildi. Daha sonra burası Akka vilayeti oldu).
Suriye ve Lübnan halkı, hem etııik hem de dini bakırnlardan homojen bir yapıya sahip değildir. Sünni ve Şii halkın yanı sıra Hz. Ali'ye Allah'ın duhul ettiği inancını kabul eden Nusayriler gibi, aşın Şii gruplar, Yahudiler, Dürzller, Katolik mezhebine yakın olan Hristiyan Manıniler, Rum-Ortodokslar ve diğer Hnstiyan gruplar vardır.
Osmanlı döneminde Lübnan, Müslüman, Hnstiyan ve Dürzi Feodal Beyler tarafından yönetilınişti. Bu beyler vergilerini düzenli bir şekilde ödedikleri ve merkezi otoriteye bağlılıklannı sürdürdükleri müddetçe kendi bölgelerinde özerk kaldılar. Ancak, toplumlararası anlaşmazlıklar ve çatışmalar öteden beri devam ede geldi. Maruniler, nüfus ve refah seviyelerinin artmasıyla birlikte, özellikle Dürzilerle çatışmaya girdi. 1841 'de baş gösteren Deyrü'l-Kamer Dürzi ayaklanmasından sonra, Osmanlı hükümeti, Lübnan'ı iki idari birime bölerek ve kuzeye bir Manınİ vali, güneye bir Dürzi vali alayarak sorunu çözmeye çalıştıysa da, çatışmalar ve isyanlar daha sonraki yıllarda da devam etti.
9 Zekeriya Ku~uıı, Yol Ayrwwıda Türk-Arap Ilişkileri. Istanbul, 1992, s. 17-1 Y.
lO
OSMANLI YÖNETIMINDE ORTADOGU ARAP EY ALETLERI (OSMANLI-ARAP ILIŞKILERi!
Memluk Sultanı Gavri'nin şer-i şeıife aykın davrandığı müHihazasıyla, Mısırlılar "Osmanlılarm Mısır'ı fethermesini" istiyorlar ve bekliyorlar. Aynı şekilde, Suriye de Mısır'dan farklı değildir: Mısır'dan Şam'a, oradan Haleh'e varan Kansu Gavri'nin, Haleh girişinde, halkın ve gençlerin: "Yüce Allah sana yardım eylesin, Ey Sultan Selim", sesleriyle şaşkına döndüğünü tarihçeler kaydeder (Abdullah b. Rıdvan, Tarih-i Mısır). Yine: "Sultan Selim Memluklu saltanatma son vermek isterse Suriye halkı, kendisine "hoş geldiniz" demeye hazırdır. Kendisini karşılamak üzere, Anteb'e kadar geleceklerdir" denmektedir. Ortadoğu'daki Araplar tıpkı Mağrihliler (Fas, Tunus, Cezayir) gibi, Osmanlı Devletini, kendilerini MemlGklü Devleti'nin zulmünden kurtaran bir kurtancı olarak görmüşlerdir.
Suriye'de ise, daha önceki Osmanlı sistemi devam etti. Ancak, Osmanlı valileri bölgenin idari mekanizmasını merkezileştirmeye, halkın sosyo-ekonomik durumunu d üzeltıneye ve Hristiyanlar' a bazı haklar vererek reformlar yapmaya başladılar. 1877-78 yılları arasında Suriye' de valilik yapan Mithat Paşa, reformcu valilerin en önde gelenlerdendi. Reformlardan çıkarlannın zedeleneceğini düşünen mahalli reisler, onun1a işbirliğine yanaşmadılar. Osmanlı valilerinin de yetkilerinin azlığı nedeniyle, reformlar başanya ulaşamadı. Aynca, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nda mahalli halktan asker toplanması, Osman1ıya karşı hoşnutsuzluğu teşvik etmişti. Bundan başka aynı dönemlerde Hristiyan aydıruar arasında bir 'vatan' ve 'millet' kavrarn1annı işleyen milliyetçi akımlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu akımlar Lübnan ve Suriye için otonomi ve bağımsızlık isteklerini artınrlarken, Avrupa ile de yakın bağlann kurulmasını istiyorlardı !O.
Irak ise, dört merkezden idare edilmekteydi:
1- Bağdat
2- Musul
3- Şehrizor (Kerkük)
4- Basra
Irak lıalk1 da tıpkı Suriye ve Lübnan halkı gibi homojen değildi. Burada da başta Araplar, Kürtler ve Türkmenler olmak üzere Asuriler, Sünniler, Şiiler, Yezidiler, göçebe ve kentli insanlar vardı. Osmanlı Devleti bu unsurlan kendi reisIerinin yerel-yönetimleri altında serbest bırakarak bir arada tutmaya çalışmıştı. Ancak, Osmanlı Devleti için, İran' a karşı önemli bir stratejik konuma sahipti. Hz.
·Hüseyin' nin şehit edildiği Kerbela ile Hz. Ali' nin türbesinin bulunduğu Necef şehirleri Şiilerce kutsal sayılan yerlerdi. Dolayısıyla bu bölgeler Osmanlılar ile Sa-
10 1. H. Giiksoy, Ça,ifdaş Islam Ülkeleri Tarihi. s. 63-64.
1 ı
DIYANET ILivii DERGI • ClLT· 35 • SAYI: 4 • EKit-.'1-KASIM-ARALIK IYlJlJ
fcviler arasında zaman zaman çatışma bölgeleri haline gelmişti. Bağdat, Musul ve Basra gibi şehirlerde Osmanlı valileri bulunmasına rağmen, yönetim daha çok mahalli ailelerin veya aşiretlerin elinde idi.
Meşnıtiyetçi fikirleri ilc ün kazanan Mithat Paşa, 1869-1872 yıllan arasında Bağdat'da bulunmuş ve Irak'ı yeniden sancak ve ilçelere bölerek bazi idari reformlara girişmişti. Yerelliderlerden oluşan bir idari meclis, mali konularla ilgili genel bir meclis kurdu. Diğer Osmanlı eyaletlerinde uygulanan ve kişilere toprak mülkiyeti sağlayan toprak reformu da yaptı. Ancak bu özel mülkiyet sistemi, aşiretler için uygun bir sistem olmadığından pek başanya ulaşamadı. Çünkü aşiret reisleri, topraklan tüm aşiretin ortak mülkü sayan aşiret geleneğine aykırı görüyorlardı.
Irak'la ilgili olarak Osmanlılar üzerindeki Avrupa baskısı, Lübnan ve Suriye ile karşılaştmldığı zaman daha azdı. İngilizler'in Irak' a karşı olan ilgisi, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin bir temsilcisini 1798'de Bağdat'a ve 1861 'de de gemi taşımacılığı maksadı ile bir İngiliz ticaret adamını bölgeye göndermesi ile başlar. İngilizler Irak'ı başlangıçta Hindistan' a gidecek altarnatif bir karayolu olarak görmüşlerdi. Ancak Süveyş Kanalı'nın açılması ile bu fikir önemini kaybetti. Aynca İngilizler I 861 'de İstanbul-Bağdat arasında Almanlar tarafından bir demiryolu yapımını engellemeye çalıştılar. Çünkü İngilizler bunu, başlangıçta bölgedeki kendi çıkarlan açısından tehlikeli bulmaktaydılar. Neticede bir uzlaşma sağlanmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine Bağdal demiryolu projesi yanda kaldı. Bölgede petrolün bulunması da, İngitere'nin Irak'a ilgisini iyice artırdı ve savaş sonrasında Irak, İngiliz egemenliği altına girdi ı ı.
Arahistan diye isimlendirdiğimiz hij[ge ise Hicaz \'e Yemen 'den müteşekkil
hölgelerdi.
Osmanlılar, Hicaz bölgesini Memluklular zamanındaki şekli ile muhafaza ettiler. Hicaz bölgesinin (Mekke-Medine) idaresini Şeriflere bıraktılar. Ancak bölgede kontrolü sağlamak için Cidde vilayetini tesis ederek, burayı Osmanlı idaresinin bölgedeki merkezi yaptılar.
Osmanlı İmparatorluğu, bir imparatorluk olmakla beı;aber, hiç bir zaman emperyalist de olmamış, işgal ettiği veya gittiği yerleri sömürmeyi düşünmeıniştir. Aksine bunlara, kendisinde olan her şeyi vermiş, kendi Anayurdu, çekirdeği olan Anadolu'yu ihmal hahasına aralan imara çalışmıştır. Bunun da sebebi, ele geçirilen Hristiyan veya İslam ülkelerini birer vatan olarak benimsemeleri, oraları hi-
Il a.g.c.~ s. 05.
12
OSiviANLI YÖNETIMINDE ORTADOÖU ARAP EY ALETLERI (OSI'viANLI-ARAI' ILIŞKILERI!
rer kolani olarak görmemeleri, buralarda yaşayan halka adalet, düzen götürmek istemeleri dir. Çünkü İslam hükümdarlan Allah' a karşı sorumludurlar. Halka sulh, sükun ve adalet götürmek de Allah'ın emridir.
Anadolu ve Rumeli kıtalarının haricinde, genel yönetim hükümlerinin dışında tutulan vilayetler şunlardır: Sayda, Halep, Bağdat, Basra, Musul, Trablusgarb, Bingazi, Hicaz ve Yemen. Bu vilayetlerden Hicaz ile Basra'nın arazisi, arazi-i öşriyyeden ve diğerlerinin arazisi, arazi-i haraciyyedendir. Bunlar feth olunup da Memalik-i Osmaniyye'ye katıldığı zaman, timar ve zeaınet usulüne tabi tutulınaınış ve işlerine ınerkezce müdahale edilmemiştir. Binaenaleyh halkı eskiden beri ne gibi tekalif ile mükellef ise, hazine için de o alınmış ve arazisi hakkında önceleri ne işlem yürürlükte ise haliyle geçerli bırakılımştır.
Bunun birçok sebebi vardır: Başta geleni, halkının aşiretler ve Urban'dan müteşekkil veya muhtelif diniere ve mezheplere mensup bulunması ve bölgelerinin siyaseten ınühim ve nazik olması gibi dururnlardır.
Hicaz bir vilayet, Mekke de bir emirlik idi. Vilayetin, mülkiye teşkilatının ve orada bulundurulan askeri birliklerin masraflarını, kendi bölgelerinin gelirlerinden temin etmesi ve emirliğin de, bağlı bulunduğu hükümete belirli bir vergiyi ödemesi, akla en evvel gelecek icabat-ı tabiiyyeden olmasına rağmen, bunun aksine, hükümet Hicaz vilayetinin masraflarını tamamıyla kendi üzerine aldığı gibi, emirliğe de her yıl önemli miktarda para ve hediyeler göndermek an' anesine tabi bulunurdu. İşte bu para, Surre-i Hüınayun adı ile bilinirdi IZ.
Sosyal, ekonomik ve siyasi yönleri ile surre, Osmanlı toplumu içinde son derece ilgi çekici canlı bir kurum olma niteliğini taşımaktadır. Türk-Arap ilişkilerini kapsar. Bu ikili ilişkilerin şimdiye değin istenilen şekilde gelişmemesinin asıl sebebi, yanlış bir kültür anlayışından ve temelsiz tarih bilgisinden kaynaklanmaktadır.
İşte, surre konusundan da anlaşılınaktadır ki, Osmanlılar, Arap ülkelerini sömürıne ve kolani haline getirme gibi, herhangi bir emperyalist düşünce ve teşebbüse asla sahip olınamışlardır. Esasen, Osmanlı Devletinin devamlı olarak güttüğü politika, yönetimi altında bulunan değişik din, mezhep ve ırklara mensup insanları sömürınek değil, aksine onlara hizmet ctınekti. Nitekim, doğu ve batıdaki
12 fVlünir Atalar. Osman!t l>evletinde Surre-i Hiinwywı ve Surre Alay/an. Diyanel !~leri Başkanlığı
Yayını, Ankara I':J':JY, ·öıısi\z', s. V. Daha fazla bilgi için bkz.: Kemal Karpal, "Türk-Arap lli~kilerine
Toplu Bir Bakı~··, Tiirk Amp l!i,,kileri: Geçmişte. Hugün ve Gelecekk (/. Uluslaramsı Konf"erwısı Hildirileri). (Hacettepe Ünivcrsitt:si. IX-22 Haziran IY7Y), Ankara, ss. 3-15; Haıııdi Erıuna, Tiirk-i\mp Ilişkileri. Gen. Kur. Bsmv., Ankara, 1 ':176.
13
DIYANET ILMI DERGI• ClLT: 35 • SAYI: 4 • EKIM-KASIM-ARALIK llJlJlJ
günümüze ulaşan, Osmanlı Devri tarihi eserler, bu fikrimizi desteklemektedir. Türk-Arap ilişkilerini, ortak din ve kültürün toplayıcı ve birleştirici etkisi altında, tek bir vucut imişçesine, kardeşçe, eşit düzeyde ortak bir yaşam, hatta özveri simgelemiş tir. İçinde bulunduğumuz XX. yüzyılda bile, uluslararası ilişkilerde böylesine bir hoşgörü ve özveri düzenine rastlamak güçdür.
Türk-Arap yakınlığımn kökenierini ortak kültürde, benzer aile yapısında ve ortak paylaştığımız birçok sosyal değerlerde bulmak mümkündür. Biz, hepimiz, ortak değerleri olan bir medeniyeti oluşturmaktayız. Bu medeniyet, İslam medeniyetidir ve Türklerle Araplar arasında mevcut en kuvvetli bağdır.
Türkler, Araplar ve diğer Müslümanlar, tarihimizi, toplumlarımızın görgü ve yaşayışım, başkalarının, yani Batılıların gözü ile görmekten vazgeçerek, kendi ölçülerimiz ve değerlerimiz açısından da ele alarak, o şekilde incelememiz ve anlamamız gerekmektedir. Bunun zamanı, çoktan gelmiş ve geçmektedir. Aksi takdirde oryantalistler kalkıp da: '-Osmanlılar eski Arap ülkelerini sömürge yaptılar, sömürdüler' dedikleri zaman, buna kimi bilim adamları bile inanabilmektedir. Hiçbiri kalkıp da: 'O devirdesözü edilen ülkelerde sömürülecek ne vardı? Hangi servet kaynakları mevcuttu da sömürüldü? Petrol mu?' Diyemiyor. Hiç kimse: '-Osmanlılar almadılar, üstüne üstelik asırlarca hep verdiler' diyemiyor. '-Hangi sömürgeci devletin parlamentosunda sömürge milletvekilleri bulunur? A vam kamarasında Hindistan mebusları var mıydı? Fransa Millet Meclisi'nde Çin Hindi temsil ediliyor muydu? Ama açın bakın, Osmanlıların Mebusan Meclisleri'nin listelerini! .. Sömürge olduğu iddia edilen tüm bu Arap ülkeler, her sancağı ile Anavatan gibi kendi milletvekilleri tarafından temsil edilmişlerdir' demiyor. Osmanlı bütçelerine, 'sömürge' denilen eyaletlerin gelirlerinden, -onlar için-üçer, dörder kat fazla ödenekler konulmuştur.
Ne zaman, Türk-Arap ilişkileri gündeme gelse, birçoğumuz ve özellikle yetkililerimiz hemen tarihi bağlardan söz etmektedirler. Bunun anlamı: Arapların yüzyıllar boyu Osmanlı hakimiyetinde yaşamalandır. Bir çok Arap aydın ve milliyetçisinin, bu tarihi bağlan artık anımsamak istemediğini unutmamalıyız. Daha önce de değindiğimiz gibi, ilişkilerimizde, manevi ve kültürel bağlar unsuru, her halde tarihi bağlardan çok daha yakınlaştıncı olabilir.
Osmanlı Devleti'nin, idari işlerde kullandığı dilin Türkçe olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak, Arap ülkelerinde geniş çapta Arapça kullamlmış ve böylece Arapça'nın gelişmesi sağlanmıştır. Başbakanlık Arşivi'ndeki Name Defterleri, Arapça 'Name-i Hümayfin' örnekleri ile doludur. Dört yüz yıllık bir süre ile, Türkler ve Araplar öz dillerini ve millet olarak ayrı benliklerini korumakla bera-
14
OSMANLI YÖNETIMINDE ORTADOGU ARAP EY ALETLERI (OSMANLI-ARAP ILIŞKILERI)
ber, tek bir devlet içinde birleşerek siyasal bir bütün, bir vahdet içinde yaşamayı başarmışlardır. Bu durum, inkar edilemez bir gerçektir13.
Yemen, Sinan Paşa'nın San'a'yı 1580'de fethinden sonra vilayet olmuştu. Ancak b uranın idaresi 1635 'de Zeydi imarnlara terk edilmişti. XIX. Yüzyılın son
çeyreğinde ise burada yeniden hakimiyet tesis edildi.
Kuzey Afi"ika 'da ise şu eyafetler bulunmaktaydı:
1- Mısır: Mehmed Ali Paşa'ya kadar diğer eyaJetler gibi idare edilmişti. Ancak bundan sonra özel bir statüye kavuşturuldu.
2- Cezayir ve Tunus' dan oluşan Mağrib bölgesi. Hıristiyan istilasına uğramış tımarlı sipahi çocuklan olan Oruç Reis ve Hızır Reis (Bahadır Kardeşler) için,
Cezayirliler: "Biz Osmanlı Devleti'ne tabi olmayı ve Osmanlının bir vilayeti olarak kalmayı istiyoruz. Mümkünse Hızır Reis'i bize Beylerbeyi (vali) olarak tayin ediniz" diye istekte bulunmuşlardır. Konu ile ilgili olarak Mısır'lı bilim adamı Prof. Dr. Muhammed Harb'in ve Tunus'lu tarihci Prof. Dr. Abdü'l-Celil ,
Temfmf'nin yayınlanna bakmak yeterlidir.
3- Trablusgarb (Bu bölge de zaman zaman yerli ailelerce idare edilmişti).
Bu vilayetlere vali, başkumandan ve kadı, İstanbul' dan tayin edilmektey di. Bunun yanı sıra yerli liderler ve eşrafdan bazılan merkezden gelen idarecilere yardımcı olarak tayin ediliyorlardı. Bölgenin valisi merkeze karşı yegane sorumlu kişi idi. Osmanlı Devleti merkezi kontrolünü kaybettiği dönemlerde buralarda keyfi idareler çağalmış ve zaman zaman halkla idare karşı karşıya gelmiştir. Bu kanşıklıklardan yararlanan bölgedeki bazı nüfuzlu aileler bölge idaresini ele geçirebilmekteydiler.
Büyük Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'ni, iktisadi ve siyasi nüfuz ve hükmü altına almak veya sebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde yaşayan muhtelif milletierin istiklallerini temin etmek istemelerinden doğan
tarihi Şark Meselesi'nin ortaya çıkmasından sonra, Arap dünyasının Osmanlı idaresi ile olan bağlan giderek çözülmeye başladı.
Avrupa Devletleri, Osmanlı topraklannda, özellikle Türk dışı unsurlann yaşadığı bölgeleri faaliyet sahası seçmişlerdir. Bir yandan azınlıklan harekete geçirirken diğer yandan Osmanlı yönetimine müdahele etmeye başladılar. XIX. yüzyılda bu müdahaleler oldukça arttı. Bu manada batılı büyük devletlerin Arap vilayetlerindeki ilk müdahaleleri buralarda yaşayan gayr-i müslim cemaatlerin hak-
13 M. Atalar, Sun·e, ·sonuç', s. 247-248.
15
DIYANET ILMI DERGI • ClLT: 35 • SAYI: 4 • EKIJ'vi-KASIIvi-ARALIK ll)LJl)
larını korumak bahanesi ilc başladı. B una en açık örnek 1840 ve 1860 Lübnan olaylarıdır. Bu olaylarda gerek Fransa, gerekse İngiltere müdahale etmişlerdir. Her iki devlet burada çıkar çekişmelerine ve nüfuz teminine çalışmışlardır.
Osmanlı topraklarında meydana gelen her olay büyütülüyor ve gerçek dışı yansıtılıyordu. Suriye valisi Ahmed Hamdi Bey'in 26 Eylül 1879'da padişaha gönderdiği bir arizada : 'A vrupalılann, -özellikle İngiltere ve Fransa-, Suriye üzerindeki çekişmelerinden, politik emrikalanndan bahseder'.
Özellikle Suriye'de ve diğer Arap bölgelerinde bu fesat faaliyetlerinin yanı sıra, Avrupa devletlerinin bu bölgelerde çeşitli imar, eğitim ve misyonerlik faaliyetlerine girişmelen bölgede nüfuzlannın daha da artmasına vesile oldu. XIX. yüzyılda Fransızların Katolikler; Amerikalıların Protestanlar arasında başlattıkları faaliyetler, İngilizler'in Osmanlı Devleti yerini tutacak ve merkezinin kutsal bölgelerin (Mekke-Medine) olması tasarlanan Siyasi İslam Birliği kurma teşebbüsleri ile bölge artık bir fesat ocağı haline dönüştürüldü.
Bütün bunlara ilaveten XX. yüzyılın başlannda Asya 'da petrolün keşfedilmesi, büyük devletlerin bölge üzerindeki ihtiraslanm daha da artırmıştır. 1900'lü yılların başmda İran ve Mezopotamya'da yapılan müteaddit sondajlar, büyük bir petrol tabakasımn Van Gölü'nden itibaren Basra Körfezi'nin kuzey sahillerine kadar Asya kıtası altında akmakta olduğunu meydana çıkardı. Harp dananınalannda bundan böyle mazotun kullanılmaya başlanması üzerine bu keşfin önemi artmıştır. İşte bölgede petrol keşfedilir edilmez, İngiltere ve Almanya'nın İlıtirasları harekete geçti.
Bu rakip devletler bölgedeki şirketlerin senetlerini elde etme yanşma giriştiler. İngiltere gözlerini İran'a dikıniş, Almanya ise Mezopotaınya üzerinde chem
rniyetle duruyordu. 5 Mart 1903 'de Bağdat şimendiferinin imtiyazı, Alman şirketine, yolun her iki taı·afmda 20 kınJik mesafedeki mfidenlerin işletilmesi hakkını
da verdi. 1904'de şirket, Bağdat ve Musul vilayetlerinin her tarafında petrol yataklannın keşfi için iki yıl ruhsat aldı. Bu bölgelerde yapılan araştırmalar, zengin petrol damarlannı ortaya çıkardı. Almanya'nın İngiltere'ye karşı bir rakip olarak ortaya çıkması, bu dönemde gayet iyi olan Osmanlı-Alman münasebetleri yüzünden İngiltere, Arap yarımadasındaki şeyhlcrle anlaşmalar yapmaya, onları kendi lehine kullanınaya başladı ı .ı.
Osmanlı Devleti'nin içinde barındırdığı değişik unsurlar, bir milletler moz.a
yiifini oluşturmaktaydı. Asırlar boyunca, özellikle devletin her yönü ile güçlü ol-
14 Z. Ku~uıı, Tiirk-Arap Ilişkileri. Istanbul, llJlJ2. s. JlJ-22.
16
OSMANLI YÖNETIMINDE ORTADOÖU ARAP EY ALETLERI (OSMANLI-ARAP ILIŞKILERI ı
duğu dönemlerde, bütün bu unsurlar birbirleri ile tam bir dayanışma içinde yaşamışlardı. Aralannda her milletin kendi dini yapısından gelen farklılık dışında hiç bir ayının yapılmadan hepsi Osmanlı vatandaşı kimliği ile yaşıyorlardı. Ancak, devlet güç kaybetmeye başladığı, Batı devletlerinin müdahaleleri arttığı XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bu unsurlar arasındaki tabii denge bozulmuş ve her biri çeşitli imtiyazlar elde etme sevdasına düşmüşlerdi.
Aynca Batıda, Fransız ihtilalinden sonra yayılan milliyetçilik düşüncesi, yavaş yavaş Osmanlı Devleti'nde yaşayan unsurlar üzerinde de tesirini göstermeye başlamıştı. Batılı devletler bunu fırsat bilerek asırlardır kendilerini tehdit eden
Osmanlı Devleti'ni yıkmak için bu farklı unsurlan harekete geçirdiler. İngilizler, değişik zamanlarda Dürziler, Bulgarlar, Ermeniler, Araplar arasında; Rusya Slavlar, Enneniler, Yunanlılar arasında faaliyet gösterirken; Fransa da Türkler, Katolik mezhebine bağlı Hıristiyan olanlar, Suriyeliler ve Cebel-i Lübnan'daki Dürziler arasında faaliyet göstennişlerdir.
XIX. yüzyılın ikinci yansında harekete geçen bu unsurlar, XX. yüzyılın başında teşkilatlanmalannı tamamlayarak devletten kopmak için pek çok faaliyetlerde bulunınuşlardırl5.
I. Dünya Savaşı devam ederken, Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmakla, ha
ta yapıp yapmadıkları konusunda tereddüde düşen Araplar, şimdi kw~çılarında,
Osmanlı yönetiminden çokfarklı bir cephe buldular.
Türkler ve Araplar, ortak tarihlerini bizzat kendi araştırmalanndan öğrendikleri ölçüde, karşılıklı olumsuz duygulann en azından yumuşayacağı tabiidir. Bu
araştırmalar yapıldıkça, Araplar, Osmanlı yönetiminin kendilerinin de ortak olduğu değişik bir yapı taşıdığını; belirli bir süre yakından tanıdıklan Avrupa sömürgeciliğinden farklılığını daha iyi göreceklerdir.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki 0!1{ı Doğu gelişmeleri içinde, Türkiye ve
Arap ülkelerinin birbirlerine karşı tutumlannda yine bu etkenin rolü olmuştur. Türkiye'nin; Halifeliği kaldırmasında, laikliğe yönelmesinde, kendi milli kurtuluşuna ve kalkınmasına ağırlık vererek, öteki İslam ülkelerinin kurtuluş savaşıanna aktif bir şekilde kanşmaktan uzak d urmasında, Birinci Dünya Savaşı' mn izlerini de bulmak mümkündür.
Türkiye'nin 1945'den sonra, Avnıpa kıtasında toprağı bulunan tek İslam ülkesi olarak -komşu Sovyetler Birliğinden gelen baskı sonucu- Batı ile artan bir
15 a.g.e., 'Sonuç', s. 145.
17
DIYANET ILMI DERGI• ClLT: 35 • SAYI: 4 • EKIM-KASIM-ARALIK IYYY
yalanlığa yönelmesi, o sırada Batıyla ihtilallan büyüyen Arap ülkelerinde yeni olumsuz etkiler yaratmıştır. Türkiye'nin kendi şartlan gereği Batı ile giriştiği bu yalanlığın da tabii bir sonucu olarak, İsrail'i 28 Mart 1949'da tanıması, Araplann duyduğu oluınsuzluğu daha da artırdı16.
XIX. yüzyılın ortalanndan itibaren Türkler ve Araplar, kendi milliyetçilikleri
ne hız vermişlerdir. Bu ters yöndeki iki gelişme, nihayet savaş içinde Arap ayak
lanınalan ile kopma noktasına ulaşmıştır. Bu durum ise, milliyetçiliklerine hız vermesine etkide bulunmuştur. B u durum kaçınılınazdı ve karşılıklı etkileşim içinde oluşınuştu.
Araplar da Osmanlı Devleti'nin, kendisine has hir yapısı olduğunu ve 'eski
sömürgeci devlet' sayılamayacağmı; hatta asıl onun ortadan kalmasmm Orta Doğu' da sömürgeciliği ortaya çıkardığını anlamışlardır.
Bu 'birbirini daha iyi anlama geliştikçe, Türkler ve Araplar'ın, kendilerini karşı karşıya getiren devletlere özel bir düşınanlık duyrnalarına da gerek yoktur. Çünkü o devletler, Orta Doğu'yu 'bölüp-yönetmek' isterken, kendi milli çıkarla
nnın gereğini -hem de başanlı bir şekilde- yerine getirmişlerdir. Türkler ve Araplar'a düşen ise, kendilerinin de kendi milli menfaatlerinin gereğini yapmalandır. Gerçekten de, Türklerin de, Araplann da, hem birbirleriyle hem de onlan karşı karşıya getirmiş devletlerle ilişkiye -bu ilişkilerden birini diğerine feda etmedenihtiyaçlannın olması tabiidir. Bunun için de, Türk-Arap ayıncı etkenlerinin gereksiz bir olumsuz unsuru olmaktan çıkanlması ve bu yakınlaşmanın büyük devletlere mutlaka düşmanlık demek olmayacağını göstermek, gerekli ve yeterli olacaktırl7.
Yeni harfleri kabul edişimiz, laiklik prensibimiz, Batı Bloku'na dahil oluşumuz, Filistin-İsrail sorunundaki yanlış değerlendirilen görüşümüz ile Kıbns konusunda Araplann Türkiye'ye destek vermeyişleri, Türk-Arap dostluğunu incitıneıneli ve ilişkilerimize engel olmamalıdır.
16 Ömer Kürkçünğlu, Osmanlı /)ev/eti'ne Karşı Arap HaifmısJZiık HarekeTleri (1908-JIJ//1,), Ankara,
lYl\2, 'Sonuç' s. 24X-251. 17 a.g.e., s. 252-3.
ıs