48

Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Gölge e-Dergi Eylül 2013 Sayı 72

Citation preview

Page 1: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72
Page 2: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Wuthering Heights (1992)

Merhaba

Yeni bir sayı,yeni bir ay,yeni bir mevsimOh, çok şükür yaz bitti bunaltan sıcaklar gitti.Bizler bunaltan sıcaklara rağmen yazdık,çizdik, boyadık sizlere bu sayıyı hazırladık.

Gölge e-Dergi sayı 72 ile 6’cı yılımızı doldurmuş oluyor, sayı 73 ile 7’ci yayın yılımıza başlıyoruz.

Dile kolay tam 6 senedir birlikteyiz,bıkmadan usanmadan,sıcak demeden,soğuk demeden ürettik ve her ayın 1 inde söz verdiğimiz üzere masa üstünüzde olduk.”ilk okuyan siz olun”dedik.Tamam birkaç kere verdiğimiz sözü tutamadık ama sorun tamamen teknik nedenlerden kaynaklandı.

Gelecek ay yedinci yılımızın başlangıcında,yeni sayıda görüşmek dileğiyle.

Hepinize iyi okumalar.

Gökge e-Dergi EditörüMehmet Kaan SEVİN Ç

3

72. Sayı ile tekrar birlikteyiz.

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com

Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ [email protected]

Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ,

Gülhan D SEVİNÇ, Zeynep BAYRAKTAR, Mehmet Berk YALTIRIK, Fatih YÜRÜR.

Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇRedaksiyon: Ceren ÇALICI

Kapak: Rıza TÜRKERPinup: Erdinç KALAFAT

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve

özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.

http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/GolgeDergi

http://golgedergi/deviantart.com

İÇİNDEKİLER 04-05 Haberler-Japonya 40 yıllık Çizgi

Roman'ı yasakladı. 06 Öykü- Son Sefer 07-08 Çizgi Roman - En İyi Yaşayan Bilir... 09-11 Çizgi Roman Uyarlamalar -Dost

Canlısı Komşunuz Örümcek Adam. 12-13 Öykü - Sanrı 14-15 Çizgi Roman Uyarlamalar - Game of

the Thrones Taht Oyunları Devam ediyor.

16-18 Öykü - Tanrıça Medusa 19-21 Sinema- Kafa Karıştırıcı 10 Film 22-26 Öykü - Yabancı 27-39 Röportaj- Devrim KUNTER 40-44 Film Kritik- Lanetliler Dağı 45 Öykü -İltibas 46-49 Çizgi Roman İncelemesi- Thor

Essential Basıldı Ama Öncesinde Ne Olmuştu Acaba?

50-51 Öykü- Kadın Üzerine Öykünümsel Bir Tasarı

52-59 Yeni Çıkan Yayınlar-Şafak Ayazı- Genel Tanıtım

60-63 Öykü- Düş Kurucu 64-65 Yazarın Kaleminden-Sadık

Yemni’nin ‘Çözücü’sü ve Stephen King’in ‘Kubbe’nin Altında’sına birlikte bakış.

66-69 Çizgi Roman - Bulut 70-76 Manga İncelemesi- Monster Anime

İncelemesi 77-80 Öykü- Kabir Kaçgını Beygir 81-89 Sinema-2012-2012 Sezonu

Değerlendirmesi 90-94 Öykü-Bob Thurman 95 Pinup

Page 3: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Haberler

-Japonya'da 1973 yılında kendisi de Hiroşima'daki atom bombasıpatlamasından kurtulan Keiji Nakazawa'nın yazdığı ve atom bombasıpatladıktan sonra hayatta kalanların hikayelerinin anlatıldığı dünyaca ünlü çizgi roman Yalınayak Gen yasaklandı.

40 yıl önce çizilen ve başta ABD olmak üzere neredeyse dünyanın her ülkesinde yerel dillere çevrilip basılan Yalınayak Gen, Türkiye'de de yayınlanmış ve okurun ilgisini çekmişti.

ÇOCUKLAR İÇİN ÇOK FAZLA KORKUTUCUThe Telegraph'tan Julian Ryall'ın haberine göre

Japonya'nın Güneybatısında Matsue kentinde Bölgesel Eğitim Kurulu, atom bombasının patlama anı ve sonrasına dair çizgi romandaki görüntülerin çok fazla korkutucu olduğu gerekçesiyle çocuklar içinuygun olup olmadığı tartışmasının ardından çizgi romana erişimin kısıtlanması konusunda ilk ve orta okullara açıklama yapıldı.

Habere göre Japon öğretmenler birçok kitabın savaşın dehşetini hakkında çocukların eğitiminde değerli biryardımcı olduğunu, yasağın ise gereksiz olduğunu söylüyor.

TÜM DÜNYANIN BİLDİĞİ JAPON MANGASIJaponya'da yayınlanan çizgi romanlara Manga ismi veriliyor. Tüm dünyanın bu popüler kültür

ürünleriyle tanışması Keiji Nakazawa'nın Yalınayak Gen isimli mangası sayesinde oldu.İkinci Dünya Savaşını sona erdiren ve milyonlarca sivil Japon'un ölümüne neden olan Hiroşima'ya

atılan bombanın ardından yaşananları anlatan çizgi romanda, sivillerin yanıp yıkılan şehrin külleri arasında hayatta kalma mücadelesini, yaşanan cinayet, cinsel saldırı gibi ayrıntıları ile ele alınıyor.

KENDİ BOMBA DENEYİMLERİNİ YAZDIHiroşima'da babası ve kardeşinin ölümüne şahit olan Nakazawa, mangayı kendi hayat hikayesinden

ve deneyimlerinden yararlanarak yazmış, 2012 yılında ise kanserden ölmüştü.

DÖRT KEZ FİLMİ YAPILDI1973'de yayınlanmaya başlayan ve 1985 yılına kadar devam eden, ardından iki sinema filmi, bir

televizyon filmi ve bir de uzun metrajlı animasyonu yapılan çizgi roman önce bombayı atarak sivillerin ölümüne neden olan ABD, ardından İngiltere, Fransa gibi batılı ülkelerde çevrildi.

Japonya 40 yıllık çizgi romanı yasakladı!

Haberler

Hiroşima'daki atom bombası patlamasından kurtulan Keiji Nakazawa'nın yazdığı ve atom bombası patladıktan sonra hayatta kalanların hikayelerinin

anlatıldığı dünyaca ünlü çizgi roman Yalınayak Gen yasaklandı.

4 5

Page 4: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

1800'lü yılların ortasında Amerika'da katolik bir ailenin oğlu olan Gabriel Mason ölmek üzereyken annesinin atalarından miras gelen Voodoo güçlerinin farkına varır ve Voodoo Child olur. Daha doğrusu 2005 yılında uyanır. New Orleans'da kaybolan genç kızları araştıran Dedektif Robert Julien'ın yolu bu Voodoo rahibiyle kesişecektir.

Nicholas Cage ile oğlu Weston Coppola Cage'in yaratısı olan Voodoo Child 2007 yılında Virgin Comics tarafından yayınlanan 6 sayılık kısa bir çizgi romandır. Dizinin ilk kapağını Ben Templesmith çizmiş, Mike Carey yazmış, Dean Hyrapiet çizmiş.

Baba oğul Cage'ler baş başa vererek beyin fırtınası gerçekleştirmiş, ortaya bu çizgi roman fikrini çıkarmışlar. Hikaye Katrina Hortumunun New Orleans'ı vurmasının ardından başlar. Irkçılar tarafından öldürülen melez Gabriel ölmek üzereyken bir Voodoo laneti okur ve kendini 2005 yılında hortum sonrasında bir polisiye vakasının içinde bulur.

Kaynak-Çrop

Nicholas Cage ve Oğlu Çizgi Roman Yaratmış

Haberler

6 7

Page 5: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Dost Canlısı Komşunuz Örümcek Adam

ÇizgiRomanUyarlamalar

Gencinden yaşlısına en bilinen süper kahramanlar arasında kuşkusuz Spider Man (Örümcek Adam) Batman ve Superman ile ilk sıraları paylaşır. Çocukluğumda çok fazla bilinmese de özellikle 2002 yılındaki filminden sonra epey bir hayran kitlesi kazanan Spider Man, her ne kadar bu filmler ve yan ürünleri ile popüler kültüre uyum sağlasa da aslında eski ve bir o kadar da ağırbaşlı bir karakter olma özelliğini taşıyor.

Geçtiğimiz Ağustos ayının 15’inde, Spider Man yayın hayatında tam 51. yılı doldurdu. İlk ortaya çıktığı 15 Ağustos 1962 tarihli “Amazing Fantasy” adlı derginin 15. sayısının, e-bay gibi sitelerde yaklaşık 10 bin dolara satıldığı şu günlerde, git gide daha büyük kitlelere ulaşıyor Spider Man…

İnsan ister istemez düşünüyor, kurgusal bir karakter nasıl kendine bu kadar geniş hayran kitleleri sağlayabiliyor. Çocukların çoraplarından kitapçıların duvarlarına kadar her yerde görmeye alıştığımız Spider Man bunca yıldır nasıl en çok ilgi gören dokuzuncu sanat ürünlerinden biri olmayı başarıyor? Kuşkusuz

8 9

Page 6: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

ona “büyük güç beraberinde büyük sorumluluk getirir” anlamına gelen efsanevi cümlesi dile getiriyor “great power comes great responsibility!”

İşte bu büyük sorumluluğun bilincinde olmayan Peter Parker’in elinde olduğu halde durdurmadığı hırsız, kendi evlerine gelip amcasının hayatına son veriyor. İntikam duygularıyla hırsızın peşine düşen Peter Parker onu yakalıyor fakat amcasının ne demek istediğini o zaman anlıyor.

Sonrası bildiğimiz hikaye, kostum, ekipman ve The Amazing Spider Man!Spidey’in kullandığı ekipmanlar çok fazla olmamasına rağmen karakterinin oluşmasında büyük önem

taşıyor. Kendi yaptığı ağ fırlatıcı mekanizması ve yapay ağ maddesi ile ellerinin altındaki sistem ağ fırlatıyor, kemerine yerleştirdiği örümcek ışığı ile baskınlarda önce ışığı yakıp düşmanları üzerinde kısa süreli bir şaşkınlık yaratıyor. En önemlisi ise Spider Tracer, yani Örümcek Vericisi. Bu küçük vericiyi düşmanlarını takip etmek için kullanıyor. Yani hiçbir şeyi yarım bırakmıyor, büyük sorumluluğun getirisi olarak, mücadelesini devam ettirmek ve noktalandırmak için düşmanlarının peşinden gidiyor.

Spider Man’i birkaç hikaye dışında hiç saldırgan görmüyoruz. Düşmanlarını adalete teslim etmeyi, onların canını yakmaya yeğleyen bir karakter duruyor karşımızda. Gündelik sıkıntıları olan, bir yandan para kazanmaya çalışırken diğer yandan ailesi ile ilgilenmek zorunda olan tüm bunların yanında şehri ve kimi zaman dünyayı kurtarmak sorunda olan bir karekter.

Beşinci sinema filmi yolda olan Spider Man’in ilk filminden önce, daha çok televizyonlarda yayınlanan çizg filmleri ve az da olsa dergileri ile tanıyorduk. 2002 yılındaki ilk filmin ardından büyük bir pazarlama hamlesiyle popülerleşen Spider Man’in sayısız yan ürünü ortaya çıktı. Oyuncaklar, giyim ürünleri, kırtasiye malzemeleri, bilgisayar oyunları ve daha bir çok ürün ile her yerde ve herkesçe bilinen bir karakter haline gelen Spidey, popüler kültüre yoğun bir malzeme verdi. Fakat bu malzemelerle geçici değil, kalıcı olduğunu görmek de benim gibi bir Spider Man “fan”ı için güzel bir duygu.

Spidey’e baktığımızda yalnız ve karanlık bir karakter değil bir çok dostu, düşmanıyla çeşitli kaygıları ve amaçlarıyla, adeta modern şehir insanının fantastik ögelerle donatılmış bir halini görüyoruz. Bu da okur ve karakter arasındaki özdeşleşmeyi sağlayan en önemli nokta olarak karşımıza çıkıyor. Bu çizgide devam ederse, Spider Man daha uzun yıllar popüleritesini koruyacak gibi.

Mustafa Emre Ö[email protected]

ÇizgiRomanUyarlamalar

ÇizgiRomanUyarlamalar

bunun en büyük nedeni, okuyucuların ve takipçilerin karakterlerde kendilerinden bir parça bulmasından olsa gerek. Spidey koşturuyor, çalışıyor, para kazanmak için mücadele ediyor, evleniyor, boşanıyor, insanları kurtarıyor, dayak yiyor, gömülüyor, kurtuluyor, belki tek bir insanın değil ama, günlük hayatta çoğumuzun başına gelebilecek şeyleri yaşayabiliyor (tamam, Kraven tarafından gömülüp sonra kurtulmak hariç).

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Amazing Fantasy adlı derginin 15. Sayısında görünen Spider Man, çizgi romanın dünyada gezen tanrısı olarak adlandırabileceğimiz Stan Lee ve Marvel Comics ekibinin ağır toplarından Steve Ditko taraından ortaya çıkarılmış. İlk karelerde gözlüklü, gömleğin üzerine giydiği hırkası ve taralı saçları ile sosyal hayatta başarısız, ikili ilişkilerde uyumsuz, yetim ve öksüz, Ben mcası ve May Yengesi ile yaşayan ortalama bir genç görüntüsü sunan Peter Parker’ın hayatı, hepimizin bildiği üzere bi deney sırasında değişiyor.

Ziyaretçi olarak katıldığı deneyde radyasyona maruz kalmış örümcek tarafından ısırılan Peter Parker, bir süre sonra kendinde ilginç değişimler olduğunu farkediyor. Sünepe olarak tanımlanabilecek Peter, hislerinin geliştiğini, yükseğe zıplayabilmek gibi yetiler kazandığını ve duvarlara tırmanabildiğini farkediyor.

Böyle bir şey benim başıma gelse neler hissederdim bilemiyorum ama Peter güçlerini para kazanmak için kullanmaya karar veriyor. Kendine ucuz bir kostum hazırlayıp güreş turnuvalarına katılıyor. Bu dönemde ailesinden uzaklaşan Peter, Ben Amca’sının dikkatini çekiyor. Aralarında geçen bir konuşmada Ben Parker

10 11

Page 7: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Öykü

Asılma bana öyle, Ya ne yapacağım, bir sen varsın kafadar şu bir göz oda evde. Beni de öldürecek ama bu asılmaların, çekiştirmelerin, Ya tamam haklısın durduk yere tepene asılıyor olabilirim, tamam bazen sırf eğlence olsun diye sağ elimden sol elime, sol elimden sağ elime seni itip tutup oynuyor da olabilirim, kolunu çıkaracak kadar hızlı çekiyor olabilirim ama hepsi yalnızlığımdan, inan bak, tek dostum sensin. Git başka dost edin Allah Allah ya, bu dostluk bana zarar vermeye başladı, Senden başka dostum yok ki,

Sanrıkimse istemiyor beni arkadaş olarak, bak cezve ve çaydanlık onları ateşte unutmamı sistematik işkence sayıp konuşmayı kestiler, bardaklar elimden düştü lavaboya yıkarken kasten adam öldürme dedi onlar da kesti muhabbeti, dış kapı bile şiddetli geçimsizlik var diye zor açılıyor, tamamen elinde olsa almayacak beni içeri ki muhabbeti de ilk o kesmişti. Deli etme beni be adam, tamam yalnızsın, sakarsın biliyorum o saydıklarında hakikaten art niyet olmadığını da seni uyarıyorum bak beni de kıracaksın, menteşem zorlanıyor be adam, senin eğlencen bana eşek şakası gibi geliyor artık, sen bu eve taşınalı iki yıl olmadı daha, ben bina yapıldığından beri buradayım, eski ve yaşlı, yorgun ve kırılgan bir banyo kapısıyım, hem kötü mü diyorum sana git arkadaş edin kendi cinsinden derken, insan tanı biraz, bazen gelin burada takılın, dışarıda vakit geçirin, o kadar entelektüel birikimin var insanlarla sohbetlerinde bunu şenlendirebilirsin. Şimdiye kadarki hayatım boyunca senin kadar entelektüel birini görmedim, gerçi biri seni tasvir etmiyor, senden önce hiç bir kapıyla laflamamıştım, cansız dediğimiz nesne gurubunun da konuşabildiğini bilmiyordum bu eve taşınana kadar, Zevzeklik yapma, bak çık dışarı arkadaş edin, ne kadar garip olsan da severler seni, hiç olmadı şu espri yeteneğin az gelişir, modayı yakalarsın. Seninle yapmıyor muyuz entelektüel muhabbetler, o bana yetiyor işte, hem senden alasını mı bulacağım o konuda, Gogol'den Tolstoy'a Rus edebiyatına hakimsin, Hemingway'den Dickens'a Batı edebiyatına, şiir falan da biliyorsun, hadi geçtim bunları seninle siyaset, politika ve din felsefesi bile konuşabiliyorum, bazen fizik dahi konuşuyoruz ya tadından yenmiyor, bunları hangi insanla yapabilirim ki, Tamam haklısın bunları bir insanla yapamazsın sonuçta yılların öğrenci evinin banyo kapısıyım, belli bir birikimim oldu tabi o konuda ama bunları, farklı konularda uzman pek çok arkadaşınla sinerjik olarak konuşabilirsin, insanlar genelde öyle yapıyorlar, kafanı kaldırıp bir bakarsan göreceksin. Bırak ya, insanlar neyi öyle yapıyor varsa yoksa futbol, az entelektüeli ki ne entelektüel basketbol konuşuyor, yok araba, kadın, yok alışveriş, erkek, sen de dışarıyı sadece televizyondan gördüğünü unutma, insanlar kitap okumuyor artık, geçtim kitabı gazeteleri sağdan sola okuyorlar sanki spor haberleri günün Fatiha'sı gazeteler de Arapça çıkıyor gibi, ben halimden memnunum ilişme bana, Sen de bana asılma, ilişme o zaman seviyeli birlikteliğimize devam edelim diyeceğim de aklıma geldi senin hiç sevgilin oldu mu, ergenliğin geçeli epey oluyor, akademik eğitimin devam ettiğine göre lisanstan sonra epey de bir olgunlaşmış olman lazım, soru çok net, senin hiç sevgilin oldu mu, bak cinsiyetçilik yapmıyorum da, Ay aman ne komik, senin entelektüel esprilerine de hastayım, ben kendimle mutluyum, egom ve narsizmim birleşince kendimi seviyorum, hem bilim adamlarının tanımladığı yeni bir cinsel kimlik var otoseksüel diye, sana ne benim sevgilimden ya, Sen oto-seksüel misin, ben de seni hiç mastürbasyon da yapmıyor sanıyordum, Ne, Evet hiç gözüme ilişmedi açıkçası, Dostum dediğim kapı sapık çıktı, gözünün önünde mi yapmamı istersin, Bundan önce bu evde kalan öğrencilerin çoğu banyoda yapardı, kimi de bilgisayar karşısında da, alıştım yani ondan sordum, Merak ettiği şeye bak ya, hem bundan öncekilerle sen muhabbet ediyor muydun ki, Hayır, E daha ne o zaman, Anladım demek istediğini, sen şimdi kız arkadaşın olsa buraya da getirmezsin, Yuh, tabi ki getirmem, hele şu son sözlerinden sonra sana film mi çevireceğim burada, imkanı yok getirmem. Bundan önce.., Ya sus be arkadaş tamam bundan önce nasıl bir hayatın vardı burada anlamak istemiyorum, entelektüel bilgiler, birikimler, röntgenler, ben gelince sen de düzene girmişsindir, hatta mutlu oldun ki benle konuştun diye varsayıyorum, Acıdım ben sana be, kapıya baksana, Baktım yerinde duruyor, Zil çalıyor zil, espri yapma evladım ya ciddiyim o konuda, Ha, dalmışım ben, Fark ettim, kimse beş dakikadır çalıyor bu yedinci basışı zile, Dur ben kapıyı açayım, Önce delikten bak, Bakamam, O niye, Ya birisi ben bakarken oradan demir bir çubuğu gözüme saplarsa diye korkarım küçüklüğümden beri, Oha be. Gündüz gelmiş, İyi tamam yarın gece görüşürüz, erken yat da sohbetimiz bol olsun.

Öykü: Sait Gülsoy İllüstrasyon: İlker Yatı

Öykü

12 13

Page 8: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Game Of ThronesTaht Oyunları Devam Ediyor

ÇizgiRomanİnceleme

Son yılların en önemli popüler kültür hadiselerinden biri olma yolunda oldukça sıkı yol kat eden Buz ve Ateş’in Şarkısı serisi, nihayet çizgi roman mecrasında da karşımıza çıktı.

The Walking Dead ile birlikte, komplike bir tür evliliğine dönüşen Buz ve Ateş’in Şarkısı Serisi, ülkemizde de özellikle televizyon dizisinin popülaritesinin de etkisiyle, azımsanamayacak sayıda bir takipçi edinmeyi başardı. HBO’nun en pahalı projelerinden biri olan The Game Of Thrones serisinin ilk kitabı, iki parça halinde 2005 ve 2007 yılları arasında Arkabahçe etiketi ile piyasaya sürülmüştü. Kitabın çevirisini başarısız bulan okur sayısı, dizi tuttuktan sonra daha da arttı ve nihayet Epsilon yayın evi duruma el koyarak, serinin itibarını iade etti! Şu sıralar serinin son kitabını yazmakta olan George R.R. Martin’in ayak izlerini yakalamak üzere olan Epsilon Yayınevi, geçtiğimiz aylarda serinin 5. Kitabı olan Ejderhaların Dansı’nı da iki kısım halinde raflarda görücüye çıkardı.

Eh! Malum, seri alıp başını yürümüş vaziyetteyken, çizgi romanının bu kadar geç piyasaya sürülmüş olmasını bir çeşit dezavantaj olarak nitelendirebiliriz. Tabi diğer taraftan çok karakterli ve hızlı gelişen hikayeleri düşündüğümüzde Taht Oyunları’nın çizgi roman mecrasındaki eklemesi, bir çeşit hafıza tazeleyici görevi de üstleniyor.

Taht Oyunları, ülkemizde yayınlanan ilk R.R. Martin çizgi romanı değil! Buz ve Ateş’in Şarkısı serisini yaşayan bir evrene eklemlemeyi başarmış olan usta yazar, daha önce de Phoenix Yayınevi’nden raflara çıkmış olan ve Yedi Krallık topraklarında geçen The Hedge Knight / Gezgin Şövalye öyküsüyle de ülkemiz okuyucusuyla buluşmuştu. Editörlüğünü Robert Silverberg’in yaptığı The Legends / Efsaneler adlı kitabının son öyküsü olan Gezgin Şövalye, Taht Oyunları’ndaki hikâyelerin yüz yıl öncesinde vuku bulan bir öykü sunuyordu okuyucuya.

Gezin Şövalye, ülkemizde Erimer Bilişim tarafından basılmıştı. Ülkemizde basılan versiyonu, kelimenin

tam anlamıyla tutanın yer yer elinde kalan Gezgin Şövalye, Martin2in fantastik dünyası için bir nevi giriş kapısı görevi üstleniyordu.

Sir Arlan’ın, silahtarı olan genç Duncan, efendisinin hayata gözlerini yummasının artından da artık hayatına nasıl devam edeceğine karar vermek zorunda kalır. Bu durum önüne iki tercih hakkı çıkaracaktır: Ya başka bir şövalyenin emri altında silahtarlık yapamaya devam edecek ya da özgür bir şövalye olarak ayaklarının üzerinde durmasını öğrenecektir. Duncan, zor olan yolu seçer ve şövalyelik hayallerinin peşinden gitmeye karar verir. Adını da, gelecekte namına yakışacağını düşündüğü biçimiyle Sir Uzun Duncan olarak değiştirmeye karar verir. Tabi kaçınılmaz olarak kendini yedi diyarın lordlarına ve leydilerine kanıtlamak için Ashford çayırında yapılacak turnuvalara katılması gerekecektir.

Aslında Martin’in Gezgin Şövalye öyküsünde, bir şövalyenin macerası anlatılmaz. Bu çizgi roman genel anlamda, şövalyelik kavramı üzerine inşa edilmiştir bir nevi. Unvanların, nişanların çoğunlukla gösteriş amacıyla verildiği ve yapay bir saygı sembolü olarak kullanıldığı günlere bir saygı duruşu belki de bir çeşit özlem niteliği taşımaktadır.

Biz Taht Oyunları’na dönecek olursak eğer; yukarıda da belirttiğim gibi çizgi seri, The Hedge Knight gibi herhangi bir ara hikaye barındırmıyor. Olduğu gibi Martin’in kitaplarını kaynak alıyor. Serinin çizgi roman adaptasyonun arkasındaki isim ise, fantastik edebiyat takipçilerinin bir kısmının yakından tanıdığı Daniel Abraham… Abraham için, çizgi roman dünyasının David S. Goyer’i diyebilmemiz mümkün!

The Long Price Quarted ve The Dagger and The Coin gibi kitapları ile nam salan usta yazar Hanover mahlasıyla da The Black Sun’s Daugter gibi bilinen kitaplarıona imza attı! Modern fantezinin sevilen isimleri arasında yer alan Abrams’ın çizgi romana adapte ettiği öyküyü ete kemiğe büründüren isim ise, saklı yetenekler arasında sayabileceğimiz Tommy Patterson! Patterson, özellikle karakterlerin fiziki yaratım sürecinde, detaylı bir çalışmaya imza atmış. Bu zamana kadar Martin’in karakterlerini, doğal olarak dizidekiler ile özdeşleştirmiş olan ülkemiz takipçilerinin bile aşinalıklarını ezip geçebilecek derecede boyutlandırmış Abrahams ve Patterson ikilisi…

Akılçelen Kitaplar, çizgi roman, özellikle de manga takipçilerinin pek de uzak olduğu bir isim değil. Death Note ve Full Metal Alchemist ile tanınan yayınevinin, çizgi roman sektörüne bir diğer katkısı da malumunuz Taht Oyunları. Özellikle de orijinal formata olan yakınlığı sebebi ile, yayınevinin Taht Oyunları’nın meşakkatli basım sürecinin altından kalktığını söyleyebilmemiz mümkün. Üstelik ilk iki ciltin basımı arasında da öyle aman aman bir boşluk olmaması da, çizgi serinin, dizinin hızına erişebileceği konusunda umutlanmamızı sağlıyor.

Her halükarda Taht Oyunları, hem türün hem de dizinin gerçekten de sıkı hayranları için bir çeşit ödül niteliğinde. Hem edebiyat mecrasından hem de televizyon dizisinden öyküyü takip edenlerin büyük bir kısmı, Buz ve Ateş’in Şarkısı destanına bir de çizgi roman mecrasında ne kadar şans tanır orası şaibeli! Fakat serinin kronik fanatikleri ve sıkı çizgi roman takipçileri için, kendi türünün en detaylı örneği dersek, abartıya kaçmış olmayız!

İkinci ciltte, kitabın bir bölümünün orijinal metinden alınarak resimli sayfalara aktarılma sürecini tüm detayları ile

Yazan: Fatih YÜRÜR

ÇizgiRomanİnceleme

14 15

Page 9: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Öykü

Korkuyoruz...Ve sürekli kaçıyoruz...Ve bunun sonsuza dek kaçmakla biteceğini sanmıyoruz...Onu öldürebileceğimiz kesinlikle saçmalıktı,bunu tarikatımızın bütün müritleri biliyordu...Ve sonsuza dek kurtula bilmek için son defa kaçıyorum...Tanre şehrinin sokaklarında korku içinde yürüyorum.iki yıldır bu şehir bana korku pompalıyordu.ve

ölümümün yaklaştığını fark ettikçe daha çok korkuyor daha paranoyaklaşıyordum.sokakları ürkütüyordu beni bu şehrin, insanlar mutlu ve mesut bir şekilde bu şehrin keyfini sürerken ben müridi olduğum tarikatın yarısından çoğunu katleden katili düşünüyordum."ya şimdi çıkarsa karşıma, ya benim peşimdeyse."diye.bazı insanlar tanımıştım, ölümden kormayan.onlar gibi olmayı ne kadar çok istediğimi tanrıçamıza mabede her gittiğim gün anlatmıştım.ama tanrıçamız duymamıştı bile beni.hristiyanlar İsa'ya yalvarırken İsa da duymuyordu.yada yahudiler, onları da ne tanrıları nede Musa duyuyordu.bizim tanrıçamızda onların tanrıları ve peygamberleri gibi vurdumduymazdı.ama ona inanmamakta hiç geri adım atmadım.çünkü bizim tanrıçamız acı dolu bir hayat yaşamıştı daha doğarken tanrıçamızın babası Phoreys üç kız kardeş içinde sadece onu ölümlü bırakmıştı.ama ona tüm evrenin en güzel kadını olmasını bahşetmişti.ta ki Athena onun dillere destan güzelliğini kıskanana dek.ve acı dolu hayatına denizler tanrısı Posedion'un zorla tecavüzü de eklenmişti.Athena ilk önce onun güzel saçlarını zehirli lanet yılanlara çevirdi ama hala güzel ve ihtişamlıydı, harikulade gözleri bir erkeği cezbetmeye yetiyor da artıyordu.daha sonra büyü ile gözlerine bakan herkesi taşa çeviren bir yaratığa dönüştürdü.tanrıçamız bu laneti bir güce çevirmişti.Athena onu öldürmesi için Perseus'u görevlendirmişti.acı dolu bir hayatı olan tanrıçamız yanımız da olduğunu hep bize hissettirmişti.biz yalnız değildik o hep yanımızdaydı.

O adamı bizim tarikata kabul etmemeliydik.Ama bize çok iyi biri gibi görünmüştü ve tarikatın bütün kurallarını yerine getirmeye söz vermiş

koyu bir inançlı olmuştu.tarikatta üst seviyelere yükselmeye başlamış ve her ay tarikatımıza yardım olarak yüksek meblağlarda paralar ödüyor, yeni müritler katıyordu.tarikata girdikten beş ay sonra tarikatımızın en eski müritlerinden biri olan Tanre şehrinde üst düzeylere yükselmiş zengin banka yöneticisi bir bayanı öldürdüğü ortaya çıkmıştı ama polisler yakalamak için hiç uğraşmadı. Ardından tarikattan bir müridimizi daha öldürdü. Şüpheli durumunda olmasına rağmen polisler hala bulamıyordu.sanki yer yarılmıştı yerin dibine girmişti.cinayetler ardın sıra gelmeye başladı.en son öldürdüğü bir kadın müridimizin yanına bir not bırakmıştı.not da" beni bulamazsınız sadece ben istersem görebilirsiniz, işlediğim altı cinayet bir başlangıç,ben Perseus'un reenkarnasyonuyum.beni bu görevi yerine getirmem için Athena gönderdi.sonunuz yakın tıpkı tanrıçanız gibi sizin de kafanızı gövdenizden ayıracağım."yazıyordu...

Bu not tarikat içinde kopmalara neden olmuştu.bütün müritler hayatları tehlikeye girmesin diye ayrılmaya başlamışlardı.ve ayrılmalarına rağmen Perseus peşlerini bırakmamıştı.ayrılan ilk gruptan iki kişi aynı gün öldürülmüştü.ölümden kaçış yoktu ve Perseus Tanre şehrinde tarikatımızın müritlerini öldürmeye devam etmekteydi.

Sonunda gelmiştim.büyük bir inançla ve mutlulukla yaptığımız ilk kutsal mabedimiz tüm heybeti ile karşımda duruyordu.ve bu mabet ayakta kaldıkça tanrıçamızın bizi koruyup kollayacağından emindim..herşey iyi gidecekti.devlet bile hiç kimsenin inancına karışmazken Tanre şehrinde saplantıları olan kendini Perseus'un reenkarnasyonu olduğunu düşünen bir psikopatın bir tarikatın sonuna neden olacağı kimsenin aklına gelmezdi.düşünmek bile saçmalıktı böyle bir şey.burası Tanre şehriydi.saplantılı, katil, psikopat,otçu,fahişe, paranoyak insanları, polis teşkilatının sorumluklarını yerine getirmemesi ve derin

Tanrıça Medusa

16 17

Page 10: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Kafa Karıştırıcı 10 film

Bazı filmler vardır ne kadar çok sevseniz de aslında filmde ne olduğuna dair herhangi bir fikriniz yoktur. Kimseye bu konuda doğruyu söylemeyi de göze alamaz sanki anlıyormuş gibi yaparsınız.

Özellikle Modern sinema dili olarak adlandırılan hikayenin belirsiz bırakılması sendromu benim gibi “Parasını verdiysem her şeyi görmeliyim” insanlarını rahatsız eder.

Geçtim modern sinemayı bazen en büyük Hollywood filmlerinde bile belirsizlikle karşılaşırız. “Yönetmen seyirci ile adeta oynamış” diyerek anlamadığımız filmi çaktırmamaya çalışırız.

İşte size kafalarımızı her daim kurcalayan, başında-sonunda ne olduğunu pek de anlamadığımız ama yine de bir sevgi nefret ilişkisi içinde olduğumuz filmlerden bir demet.

1.2001: A Space Odyssey (1968)Stanley Kubrick’in en anlaşılmaz filmlerinden olan 2001 bir uzay

macerası bir bilim kurgu klasiği olarak haklı statüsüne ulaşmış olsa da anlamsız uzun diyalogsuz sahneleri, garip ve kafa karıştırıcı sonu ile ne seyrettiğini bilmeyen seyirciyi avucunun içine almıştır. Bunda tabii zamanının ötesindeki efektlerin etkisi büyüktür. 30 yaşın üstünde iseniz seyretmemeniz ruh sağlığınız açısından iyi olacaktır.

2. Donnie Darko (2001)Tabii ki Donnie Darko’nun hastasıyız. Her zaman yolculuğu filmi

gibi anlaşılmaz olacakken daha da anlaşılmaz olmayı tercih etmiş bir filmdir. Neyse ki Director’s cut versiyonu ile biraz daha klasik anlatı dediğimiz giriş gelişme sonuca uygun bir şekilde izleyebilmiş olsak da yine de film bir çok gizemi hala içinde barındırmaktadır.

3. Memento (2000)Christopher Nolan’ın Batman yönetmeni olmasından yıllar önce

çektiği ve Guy Pearce’in kısa süreli hafıza kayıplarından dolayı vücuduna yaptırdığı dövmeler ve notlarla neler yaşadığını hatırlamaya çalışan Leonard Shelby’i canlandırdığı film zaten ilginç bir konusu yokmuş gibi bir de kronolojik sırayı yok sayarak iyice kafa karıştırıcı olmayı başarıyor.

Sinema

devlet ile çatışmaları Marksist örgütler ile mücadelesi şehirde güvenlik zafiyetinin oluşmasına neden olmuştu.ve günler aylar geçtikçe nüfus daha da çoğalıyor, yeni saplantılı adamlar şehirde peydah oluyordu.

Kapıyı açıp kutsal mabetten içeri adımımı attım.içeride sadece altı kişi vardı ve benimle birlikte yedi kişi olmuştuk. Herkes boydan dize kadar inen beyaz bir elbise giymişlerdi.ve yere çizdikleri yuvarlak çizginin etrafına toplanmış tanrıça ve kendileri için dua okuyorlardı.kaçış burada sona ermişti.bende üzerime boydan beyaz ayin elbiselerini giydim toplandıkları yuvarlağın etrafında bana da yer açmışlardı.şimdi onlarla beraber dualar okuyor, tanrıçamızca yakarıyordum.dualar,ilahiler, yakarışlar ve af dilemeler arasında başka şeylerde düşünüyordum."elbet bir gün gelecekti ölüm denilen sonsuz huzur, ölümden kaçmanın en iyi yolu ölmekti." beyninin içindeki dürtüleri tetikliyordu bu düşünceyi.artık toplu intiharın zamanı gelmişti, biz öldükten sonra bu tarikat hala yaşadıkça ve tabi ki Perseus'lar da katletmeye devam edecekti...

Herkes ellerindeki silahları kafalarına doğru yaklaştırıp namluyu alınlarına dayadılar ve tetiğe bastılar.yedisinde aynı anda yere yığıldı...mabedin içinde duran nerdeyse üç metre boyundaki tanrıça Medusa'nın bir yaratığa dönüşmeden önceki hali duruyordu heykelde.elinde ok ve yay vardı.

Tanrıçaları onlara yardım etmemişti ve saplantılı bir tarikat saplantılı bir psikopat yüzünden yok olmuştu Tanre şehrinde...

Tanregunceleri

Yazan: Taner Paldar İllüstrasyon: Enver Gökhan Altun

Öykü

18 19

Page 11: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

9. Akira (1988)Gelmiş geçmiş en iyi animelerden biri olan Akira ne anlattığı ve ne

anladığımız konusunda bir bilinmezler yumağı olmayı sürdürmektedir. Filmi seyrettikten sonra internette tartışmaları, forumları okumazsanız muhtemelen pek bir şey anlamazsınız. Evet ben neo-Tokyo tarzını sevdim, başka da bir şey anlamadım.

10. Naked Lunch (1991)Listede bir Cronenberg filmi olmazsa eksik kalırdı diyerek Naked

Lunch’a da iade-i itibar yapayım. Çılgın Cronenberg filmlerinden biri olan Naked Lunch böceklerle konuşmalar, cinayetler, garip kostümler ile seyirciyi kafayı kırma noktasına taşıyor. Neyse ki bir yerden sonra kendimizi filmin akışına bırakıp anlamaktan çok zevk almaya bakıyoruz.

Masis ÜŞENMEZ

Sinema

4. Antichrist (2009)Lars Von Trier ‘i az çok tanıyoruz artık. Filmlerinde anlam aramayı

çok önceden bırakmış olabiliriz. Ancak Antichrist’ın basit bir konuyu tepe taklak etmesindeki başarısı kafa karışıklığımızı arttırıyor. Sevişirken çocukları ölen bir çift söz konusu, buraya kadar her şey normal. E sonra..??! Sonrası garip diyaloglar, şifresi bol sahneler. Sinema yazarlarının deyimi ile farklı okumalara açık bir film. Arkadaş o kan fışkıran penisi unutmadık!!

5. Mulholland Drive (2001)David Lynch dünyaya kafa karıştırmak için geldi! Hangi filmini

koysak zaten bu listeye girer. İkiz Tepeler’den beri Lynch filmlerinden bir şey anlayan varsa beri gelsin. Ama Mulholland Drive’ı ayrı tutmamın sebebi Lynch filmografisinin özeti gibi olması. Cüceler, rüyalar, tiyatral garip diyaloglar, seks ne ararsan var. Gel vatandaş gel. Tamam, Eraserhead ile de kafa kafaya tokuşur ama yine de listeye Lynch’den Mulholland Drive girsin istedim.

6. Primer (2004)Yine bir zaman yolculuğu hikayesi olan düşük bütçeli kült Primer

zaman yolculuğunu bulup bundan para kazanmak isteyen gençlerin başlarından geçenleri anlatıyor. Ancak konu tabi ki bu kadar basit geçilmemeli. Yine bir kez seyretmekle asla anlaşılmayacak gariplikte bir senaryo ile karşı karşıyayız. Filmin yönetmeni, oyuncusu, senaristi olan Shane Carruth matematik okuduğunu kafamıza sokmak için var gücüyle anlamadığımız formüller ile saldırıya geçiyor. Filmin sonunda Öklit’e, Pisagor’a küfür etmeyen bizden değildir.

7. Pi (1998)Darren Aaranofsky’nin adını duymamızı sağlayan Pi takip etmesi

zor bir film. Hatta filmin sonunda matematik kitabı yüklü bir yük kamyonu çarpmış gibi hissedebilirsiniz. Bir matematikçinin doğayı sayılarla çözebileceğini anlamasını temel alan film halüsinasyonlar ve paranoyalar ile evrilerek seyirciyi bir anlaşılmazlar girdabına sokuyor.

8. Matrix üçlemesi (1999-2003)İlk film başı sonu belli bir kültken giderek tükenen seri, ikinci ve

üçüncü film sonrası, başta yaratılan mükemmel hikaye büyük yara verdi. Ancak ilk filmin sonunda birçok cevap bulmuşken konu öyle garipleşti ki üçüncü filmin sonunda ne olduğunu hiç anlamaz olduk. Neo şimdi neyi başardı? Öldü mü? Matrix’e mi karıştı? İnsan bilgisayar savaşı sona erdi mi? Yoksa her şey yeni mi başladı? Keşke son iki film hiç olmasaydı da Matrix, Matrix olarak kalsaydı.

Sinema

20 21

Page 12: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Öykü

Buca, İzmir’in yükseklerine çıkarken yol kenarına tutturulmuş büyük, kara ve anlamsız bir toprak parçası gibi akşamüstü karanlığında yükseliyordu. Bu ilçenin üzerine asla gülmemekte kararlı olan güneş, milyonlarca yıldır yanmanın getirdiği yorgunluğu Buca’nın üstüne tükürürcesine soluyor ve yerini depresif gece göğüne bırakıyordu. Devasa belediye sarayının mavi camlarından binaların, arabaların ve onların aralarında sıkışmış insan denen evrimi yarıda kalmış hayvanların aciz görüntüsü yansıyordu. O ölüm kadar düz mavi camlar olanca hüznü emip Buca’nın gri sokaklarına geri kusmaktan hunharca zevk alıyor gibiydi. Yıllardır taşınacağı söylenen ama tek bir taşının bile kıpırdamadığı cezaevinin kapısındaki nöbetçi asker dalgın bakışlarla; koşturan, ne için ve nereye gittiği belli olmayan sürü kalabalığını inceliyordu. Arabalar vızır vızır akıyordu Menderes Caddesi’nden yukarı doğru. Asfaltın, lastiklerin altında tecavüze uğrarken çıkardığı inleme sesleri bu huzursuz ilçenin vazgeçilmez şarkısıydı. Bunaltıcı yaz akşamına girerken arabaların ve yayaların sesleri acı içindeki ruhlara belki kısa süreliğine bir oyalanma imkânı sağlayabilirdi, ancak Migros’tan sapıp da ara sokaklara dalınca her şey iğrenç bir karanlığa gömülürdü.

Düzenli aralıklarla birbirinden ayrılan uzun mahallelerde ve onları bağlayan yan girişlerde kaybolmuş ve unutulmuş bir ruh dolaşıyordu. Hiçbir sokak lambası onun içindeki dipsiz karanlığı aydınlatamaz, hiçbir ses kulaklarına inen çığlıklarla dolu perdeyi delemez ve hiçbir gülümseme nefretle harlanıp zehirlenen yüreğini iyileştiremezdi. O bulanık, tekinsiz ve içinden kulağına binbir türlü kederin, şehvetin ve günahın fısıldandığı Buca’nın lanetli alacakaranlığı çökmüştü yine.

Palyaço gibi uçları hafifçe yukarı kalkıp ayakkabılarıyla amaçsızca yürüyor ve mantıksız daireler çizerek aynı yerlerden defalarca geçiyordu. Bu aptal yerde geçirdiği boşa geçen onca yılın kaybettirdiklerini haykırarak geliyordu akşam rüzgarı. Kumral saçlarını ve siyah t-shirtünü dalgalandırıyor, bir yandan da ağzındaki sigaraya götürdüğü çakmağının alev almasını zorlaştırıyordu. Birkaç küfür edip çakmağın üzerini eliyle iyice kapadı ve yakmayı başarabildi. Kent Switch’in ciğerlerini yıkayan naneli zehri bir kez daha o geçici rahatlamayı getirdi duyularına. Üzerine üzerine gelen apartmanlara karşı kaçacak hayali bir sığınak gibiydi dumanın getirdiği hafif baş dönmesi. Beyninin kıvrımlarını yakarak ilerleyen aşırı değişken düşünce atakları şakaklarında keskin bir ağrı oluşturuyordu. Bir an nefret ettiği birinin- ki bu gerçekten herhangi biri olabilirdi, nefret etmek kendini en az kısıtladığı alandı- suratında yumruğunu patlatırken hayal ediyor, ardından bir tekelciden bütün biraları çaldığını ve yakalandığında da dükkan sahibinin kafasında birkaç şişe kırdığını canlandırıyordu. Belki de hep tutkuyla baktığı ama yüz görmediği kızın üzerine atlayıp bacak arasını mükemmel inlemeleriyle tatmin edişinin görüntüsüydü yüreğini hızlandıran, belki de koca bir binayı sütunlarına bağladığı C4 patlayıcılarıyla havaya uçururken kulağında işittiği insan haykırışlarıydı.

Öyle ya da böyle, her şekilde kalbini kaburgalarından çıkartacak gibi hızlandıran ya da başındaki mor damarların şişip belirginleşmesini sağlayan manik depresif atakları hiçbir zaman eksik olmazdı beyninden. Şehitler Parkı’nda oturuyordu bir bankta. Korkunç yalnızlığını görmesi için çift kişilik bankta yanındaki boşluğa bakmasına gerek yoktu. O her zaman yüreğine basılan kordan bir damgaydı. Zehirli boşluklarını sigarasının dumanıyla doldurarak acısını bir de kendi elleriyle karatıyordu.

Birkaç tane çocuk ve genç kız geçti karşısından. Ardından bir tane yaşlı teyzeyle adam… Acizliklerine tüküresi geldi hepsinin. Yaşlı ve hasta bir şekilde ölmeyi beklemek ha? Öylesine aşağılık bir son yerine genç yaşında kanlı bir kavgada geberip gitmeyi tercih ederdi. Hiç olmazsa cenazesi kaldırılmadan önce yatalakların altına takılan b.klu bezleri atmaları gerekmezdi ölü yıkayıcılarının. Hiç olmazsa cesedini tabuta koyacak kişi kırışık ve bunamış bir surat yerine öfkeyle dirileşmiş bir yüz görürdü.

Ayağa kalktı nefret dolu yabancı. Artık tamamen çöken, binlerce yıldızın göz kırptığı bomboş gökyüzüne baktı. Genç yaşında düşündüğü onca şeyin orta yaşlı sistem ahmaklarının aklına bile

Yabancı

22 23

Page 13: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

sakin bile denebilirdi. Önce adamın işini bitirmesini bekleyip beklememekte kararsız kaldı. Testislerindeki en son spermi boşalttıktan sonra güçten düşer ve kendini onun altına serecek kadar umutsuz ve ahmak kadının yanına inleyerek yığılırdı. Sonra hayır dedi kendi kendine. Onu en çok zevk aldığı işi yaparken yakalamalıyım. O serseri kendini her gün s.ken hayattan bir kızı s.kerek acısını çıkarmaya çalışırken, o kısa, belki birkaç saniyeliğine umutsuzluğunu ve varoluşun acısını mucizevi şekilde unuttuğu orgazmı sırasında üstüne atlayacak ve olabilecek tek kaçışının da önünü kapatacaktı. Gerçeklikten tek ve yegane kaçış, seksin doruğu, serseri için aşağılıkça nefes alma sebebiydi ama davetsiz gelen için vahşete olan susuzluğunu gidereceği muhteşem bir zayıflık anıydı.

Kısa süre sonra adamın darbeleri hızlandı ve kızın tiksinç inlemelerinin sesi arttı. Zamanı gelmişti. Yabancı, doğrulup penceresiz açıklıktan çevikçe içeri atladı. Burnuna hemen çok sert bir bali kokusu geldi. Tam beklediği o iğrenç manzara karşısındaydı. Kendinden geçmiş, ağzından salyalar akmış yarı baygın kızın üstünde hayvan gibi tepinen herif önce ne olduğunu anlayamadı ve garip şaşkınlık sesleri çıkardı. Burnundan akmış sümüğe ve kırmızı damarlarla çatlayacak gibi duran kayık gözlerine baktığında en az onun da altındaki o..spu kadar kafayı çekmiş olduğunu anladı yabancı.

Ah, kimsenin umursamadığı iki kaybolmuş mahluk, nasıl da mükemmel bir av! Nasıl da muhteşem bir eğlence kaynağı, nefret dolu karanlıklarda yuvasını arayanlar için!

Yabancı sakin gözlerle bir saniye adama baktı, ardından onun kalkmasına fırsat vermeden- kalkacak hali de pek yoktu zaten- önüne gelip suratında bir tekme patlattı. Burnu dümdüz olan serseri boğuk bir haykırışla kızın yanına yuvarlandı. Yabancı adamın çıplak vücudunu inceledi. Sefil erkekliğinin kılcalları yarım kalmış boşalmanın acısıyla şişip iniyordu. Kısık sesle inleyerek kanlar akan burnunu tutuyor ve kıvranıyordu. Hemen ötesinde içinde bali olan poşetleri gördü, koku onlardan geliyordu. Yabancı, adamın yarı kalkık organının altından görünen testislerine üst üste tekmeler attı. Adamın çığlıkları yükseldikçe yükseldi. Bir ara gözü yerdeki sivri bir taşa takıldı yabancının ama yükselen coşkusunu bastırdı, adamı öldürmeyecekti, kendini tutacaktı. Böylesi daha zevkliydi, ölüm neydi ki, ölüm zayıfların acısının sona ermesi demekti ve bu onların sefil varoluşlarına verilen ahmakça bir ödüldü sadece. Hayır onlar ölümü hak etmiyordu. Bunun gibiler ölüm getirmeyen dayanılmaz acıları hak ediyordu. Adamın genital bölgesinden gelen mide bulandırıcı çatlama ve ezilme sesleriyle serserinin çığlıkları gittikçe tizleşiyordu. Yabancı, bir daha üreme organını uzun süre, belki de hiçbir zaman, kullanamayacağından emindi. Tekme atmayı bıraktı, dışarıdan birilerinin çığlıkları duyup gelmesi onu sadece daha da öfkelendirirdi. Bu sürede ölü gibi duran kız da biraz ayılmış ve zar zor konuşarak “N’oluyo ya? Aşkım iyi misin, neredesin?” gibi sıradan bir ölümlünün partnerine kuracağı cümleleri sıralıyordu.

Yabancı, gece kadar kara, ölüm kadar düz bir sesle “Buradayım aşkım merak etme, bir şey yok.” dedi. Tahmin ettiği gibi kafası yükseklerdeki kız o olmadığını anlamadı bile. “Ya ben bir sesler duydum sanki bağırıyordu birisi falan-“ Yabancı salyalar çıkaran ve gözlerini açamayan kızın görüntüsüne tahammül etmekte gerçekten zorlanıyordu. Elini dudağına götürdü. “Şşş, sakin ol, ben buradayım, bir sorun yok. Hadi, bana bırak kendini.”

İşte bu, işte buydu tüm insanlığın duymak istediği… Tüm acılı ruhların uğruna senelerini harcadığı bu söz… Kendini bana bırak. Izdırapları unutturacak birinin varlığıydı bu sevişmelerin, bu kara sevdaların sebebi, ve bir o kadar da tutku cinayetlerinin tahrik unsuruydu o kişilerin yokluğu, ya da olanların cevap vermemesi. Buydu tüm bu aşk denen alevin nefretle kolayca karışabilmesinin sebebi; kötü olan, kimsenin olmaması, daha kötüsü olanların imdat çağrılarını cevapsız bırakmasıydı.

Şimdi, işte bu karşısındaki zayıf ölümlü de tadacaktı bu acıyı bir kez daha, tıpkı kendisi gibi. Tıpkı yıllardır hakiki olarak hayal gören şizofrenlere taş çıkartacak şekilde evrendeki tarifi imkansız yalnızlığına merhem olacak birilerini düşünmüştü hep yabancı adam, orada olmayan karşı cinsi düşünüp onunla gülmüş, şakalaşmış ve orada olmayan dudaklarını hayal ederek havayla öpüşmüştü yıllarca. Gözyaşları havaya karışmış buhar olup uçmuştu, tıpkı evrenin hüzünlü boşluğunda yitirdiği geleceğe dair umudu

Öykü

getirmediğine emindi. Çektiği onca ızdırabın sebebini bile anlayamayacaklarını, içinde yükselen medeniyet karşıtı vahşi ve kanlı özgürlük tutkusuna karşı sürü tepkisiyle karşı çıkacaklarını biliyordu. Kime anlatabilirdi ki bunca yıldır inandıklarının onlara enjekte edilen medeniyetin sürüleştirme politikaları olduğunu, kim kavrayabilirdi hiçbir zaman kendileri olamadığını, yerine başkalarının düşündüğünü… Ya da kaç kişi idrak edebilirdi o hep özlemini çektiği mutlu aile kavramının devlet kontrolünde robotlaştırılmış kanserli bir kurumdan ibaret olduğunu. Ah, aile denen illetten nasıl da nefret ediyordu! O iki tane ahmağın bir araya gelip de yaptıkları zevk dolu sıvı alışverişinden sonra doğan talihsiz canlının üzerinde hak iddia etmesi yok mu? Hele kendine sorulmadan doğurulan, daha nasıl bir cehenneme geldiğinin farkında olmayan o kırılgan yavruya yıllarca uygulanacak olan ego tatminiyle parlayan iğrenç bakışları… Yaptıklarından kendilerine hesap vermesi gerektiği gibi aşağılık bir iddiaya sahip olmaları… Ve bunu yalnızca bir anlık zevk dolu inlemelerinin sonucu olarak iğrenç bir otorite düzenine dönüştürmeleri… Evet, her şeyden öne aile denen kanser yok edilmeli, kangren gibi bireyin özgürlüğünü kuşatan ebeveynler hayattan kesilip atılmalı ve “Aile toplumun temelidir.” Sözünün geçtiği heryer ve herkes yok edilmeliydi.

Ancak belki o zaman, diye düşündü yabancı, medeniyetin kurtuluşu olan çöküş sürecinin ilk aşaması başlayabilirdi. Etrafına bir kez daha baktı. İnsanın yaşam enerjisini sülük gibi emen, bütün varlığının üstüne sümük gibi yapışan o iğrenç Buca göğüne, karanlık bir koruluktan ibaret olan ve geceleri balicilerin uğrak mekanı olan tiksinç SSK Hastanesi’nin bahçesine, Evka yokuşunun yukarısında mutsuzluğun tescili olarak heyula gibi yükselen sivri minareye, cezaevinin dikenli tellerine ve nöbetçi kulübelerinin tepesinde gevşekçe dolanan askerlerin ellerindeki öldürmeye hazır tüfeklere… Ah, o silahlardan birini kapıp da etrafa rastgele ateş etmeyi nasıl da isterdi. Düşüncesi bile kalbinde hızlı bir çarpıntıya ve yüzünde hafif bir tebessüme sebep olmuştu. Sadece hayalinde bile bu kadar hızlı bir zevk patlaması yaşayabiliyorsa, eğer eyleme dökerse nasıl olurdu?

Bu düşünceyle binlerce iblisin kahkahası yankılandı azap içindeki beyninde. Her bir kahkahayla kanadı yaraları yeniden. Adımlarını hızlandırdı, karanlığın içine, az önce baktığı SSK bahçesine. Yaz, gece ve hava hafif esiyor, içmek ve çekmek için mükemmel bir zaman olmalı o ucubelere. Kimsesizler, sokak çocukları, arkasından hiç kimsenin endişe etmediği başıboşlar, serseriler. Gözünde muhteşem bir ışık parladı genç adamın. Şehitler Parkı’nın arkasından çıkıp bahçenin yüksek demirlerine geldi. Her nasılsa o yüksek dikenli teller davetsiz misafirlerin girmesini engelleyemiyordu hiçbir şekilde. Buca gençliği, o apaçi denen y.vşak yaşam tarzıyla biçimlenmiş, mikroptan başka bir şey olmayan serserilerin tecavüz etmediği hane, bulaşmadığı kadın ve dalga geçmediği fikir yoktu. Sıradan bir bahçeye mi giremeyeceklerdi?

Nitekim tellerin tahrip edilen bölümünü bulması çok gecikmedi. Küçük boşluktan sıkışarak geçerken o serserilerin aralarındaki şakalaşmalarını, küfürleşmelerini, olmayan dünya görüşlerini ama her şeye karşı gösterdikleri inanılmaz rahatlıklarını ve hiçbir şeyi umursamayışları aklına geldi. Dikkati dağıldı ve birkaç diken t-shirt ünde çizikler açtı. Oralı olmadı ve düşünmeye devam etti, en çok da o kendinde olmayan ve deli gibi kıskandığı o y.vşak rahatlıkları, belki de onları düşünürken aslında kendine duyduğu nefreti…

Derin bir nefes aldı nefret dolu adam, kirlenmiş kanını temizlemek yerine daha da bulandıran bir soluktu onu yine uğursuzluklara iten. Adımları sakindi. Kendinden emindi. Bakışları trajedinin içinde kaybolmuş bir iblis gibi hedefine sabitlenmişti. Siyah gözleri yıldızların ışığında garipçe parlıyordu. O meşhur kulübeyi, hastanenin bahçesinde futbol sahalarının yakınındaki, hakkında tonla cinayet ve tecavüz olayları anlatılan izbe kulübeyi kesin bir şekilde görüyordu. Karanlığın içinde yeni kurbanına hoş geldin der gibi fısıldıyordu kirli ve çatlamış duvarları. Çalıların ve ağaçların arasından gölgelerle bir oldu. Parmak uçlarının üzerinde karanlığın uğursuz mekanına geldi ve yavaşça yere sindi yabancı. Camsız pencerenin altında diz çöktü ve içeriyi dinledi. Hızlı ve kesik kesik soluklar kulağına geldi.

Bir inleme vardı, bir kadın inlemesi. Yapışkan ve ritmik bir sesle birlikte yükselip alçalıyordu. Ara ara bir erkekten çıktığı belli olan bir hırıltı duyuluyordu. Davetsiz gelen, gözünde sahneyi canlandırdı. Bir erkekle bir kadın, muhtemelen malı çekmiş ve sevişiyorlardı. İzbe kulübenin sıradan bir gecesiydi, hatta

Öykü

24 25

Page 14: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

gibi… Umudu balide ve orgazmda arayan zavallının varoluş nedenini tatmin etti yabancı. Korunmasını alıp onunla bir daha ve bir daha birleşti. Onun attığı her zevk dolu inleme yüreğindeki acıyı bir kez daha dağladı. Kafası bir geceliğine de olsa dertlerinden uzakta ve yükseklerde olan kız, bedenine girenin kim olduğuna aldırmadan geçici hazların tadını çıkarıyordu. Yabancı için durum çok daha farklı ve kederliydi. O, boşalırken bile sinir hücrelerinden iletilerek beynine zevk olarak ulaşan fiziksel hazzın dışında en ufak bir manevi tatmin hissetmemişti. İki kişi sevişirken birbirine ancak bu kadar uzak olabilirdi. O da hayata ve insanlara bu kadar yabancı birinin sevişmesi olabilirdi. Yabancı işini bitirip ayağa kalktı. Serseri yarı baygın şekilde mahrem bölgesini tutarak inliyor, kısık seslerle soluyordu.

“Yanlış bir şey yapmadık değil mi aşkım? Çok mutluyum artık bak, takmıyorum hiçbir şeyi, her şey düzelecek seninle, seninleyken-“ Yabancı, duymaya tahammül edemediği sözlerin kesilmesi için sakince konuştu.

“Hiçbir şey düzelmeyecek, sadece sevişmeye devam edeceksin, ama ayıldığında acıların kaldığı yerden devam edecek.”

Soğuk bir bıçak gibi bulanık fantezileri yırtıp atan sözleri, kızın kısmen ayılmasına neden olmuştu. Karanlıkta zorlukla seçtiği, sözleri kadar bakışlara sahip yabancıyı gördüğünde ağzının hafifçe açılmasına sebep oldu.

“Sen kimsin?”Yabancı tek kelime etmedi. Başka söze gerek yoktu. Izdırap içinde kendini maddeye kaptıranların

görüntüsü onu hiçbir şekilde var olan durumuna razı olmak gibi bir ahmaklığa itmemişti. Sadece bir kez daha ikna olmuştu yabancı, dünyanın ne kadar iğrenç ve insanların ne kadar aciz olabileceğine. Şu iki madde bağımlısı umutsuzluğun denizinde yüzerken, tutunacakları tek şeyin hayvancasına çiftleşmek olduğuna inandırmışken kendilerini, gecenin huzuru, dünyanın mutluluğu, insanlık ve kardeşlik, ne kadar da boş laflardı. Birkaç yüz metre ilerideki apartmanlarda yaşlanmadan bunaklaşmış ebeveynler çocuklarını masallarla uyutur ve dünyanın onların emeğiyle daha iyi bir yer olacağını fısıldarken, bu umutsuzluğun bali kokulu manzarasıyla geleceğe dair tüm ümitler nasıl da soluyordu. Her sabah belki bu gün mutlu olurum diye uyanan milyarlarca insanın varlığı, bu acımasız gerçeklik karşısında nasıl da sahteydi. Yokluk hiç bu kadar var olmamıştı. Nihilizm hiç bu kadar yokluktan belirip yine yokluğu olumlamamıştı. Belki de görkemli amfilerde uzun ve sıkıcı tartışmalara gerek yoktu bunu anlamak için. Ahlakın, mutluluğun, ilkelerin, değerlerin ve umutların anlamsızlığını kavramak için izbe kulübeye bir geceliğine göz atmak yeterliydi.

Nihil… Hiç…Yabancı, kulübeden sessizce ayrıldı. Berrak gökyüzünde salınan sakin rüzgarı dinledi. Hiç birşey

fısıldamıyordu esinti. Gece yaratıklarının sesleri aslında ahenksiz bir orkestradan ibaretti. Yüreğinin kaburgalarındaki ritmik yankısı bile monotonluğuyla bu ifadesiz sessizliğe destek oluyordu.

Yabancı, ulaştığı anlamsızlık kaosunun mutlak sakinliğiyle gecenin içine karıştı.

Öykü: Can ÇELİKEL İllüstrasyon: Zeynep ZEZE

Öykü

Gölge e-Dergi Temmuz 2011 sayısında sevgili Devrim Kunter ile çizgi kahramanı Seyfettin Efendi üzerine geniş bir röportaj yapmıştık, Yeditepe canavarı albümünün editörlüğünü üstlenen İlke Keskin de ayrıntılı bir inceleme yazmıştı. O zamandan bu zamana çok şey değişti ve Seyfettin Efendi ilk albümü Yeditepe Canavarı ile kitabevlerinin ve çizgi roman dükkânlarının raflarını süslemeye başladı bile. Biz de Gölge hatunumuzla macera bile yaşayan (ocak 2012 sayı 52) Seyfettin Efendi’yi hâlâ tanımayan varsa bir zahmet tanısın, duyan duymayana anlatsın diye Gölge’ye her zaman gerek çizgi romanları gerekse kapakları ile destek veren Devrim Kunter ile hem Seyfettin Efendi’nin maceralarını hem de bağımsız çizgi romancılığı konuşalım istedik.

Devrim, Seyfettin Efendi için kimileri Ömer Seyfettin’den esinlendi diyor, kimileri Edgar Allan Poe’yu çizdi diyor (Seyfettin Efendi dalgalı saçları ile de Büyülü Rüzgâr çizgi romanındaki Poe karakterine çok benziyor.) Seyfettin Efendi nasıl çıktı ortaya? “Şuna benzesin” diye bir tip belirledin mi yoksa “hikâyeye en uygun tip bu” mu dedin?

Tipi aslında zaman içinde biraz değişti. Zeki bir karakter olduğu için geniş alınlıydı baştan beri, biraz asi bir tip olduğu için saçları birazcık uzadı. Bu tasvir Edgar Allen Poe’ya da benziyor (ve Büyülü Rüzgâr’daki Poe’ya tabii) ister istemez ama karakterin başlangıç noktası Ömer Seyfettin tabii ki.

Biz kısa hikâyelerle tanıştık, bildiğim kadarı ile de yayınlanmayan birçok kısa hikâyesi var Seyfettin Efendi’nin. Kısa hikâyelerde yan karakterlerin maceralarını da okumuştuk, bu kısa öyküler de albüm olacak mı?

Evet, aslında önce kısa maceraları yayınlamayı düşünüyordum o biteli bir yıl oldu neredeyse. Yayınevi ile görüşmemizde uzun ve tek macerayla çıkış yapmanın daha mantıklı olacağını düşündük. Ben de hâlihazırda başlamış olduğum Yeditepe canavarı üzerinde çalışmaya başladım. Farklı yazar ve çizerlerin katılımıyla yapılan kısa maceralar da yayınlanacak.

Albüm’e önsözü de yazan Giovanni Scognamillo’da bir şekilde albüme dâhil olmuş. Konusu ile ilgili epeyce bilgi vermiş. Hikâye yazımı için araştırma safhası ne kadar sürüyor? Hem yazan hem de çizen olmanın üretime olumlu ya da olumsuz bir katkısı var mı?

Aslında senaryoyu tam olarak yazıp sonradan çizmeye başlamıyorum. Yani prensip olarak o şekilde başlasam bile üretim aşamasında hem yazı hem sahneleri değiştirdiğim çok oluyor. Üretime olumlu katkısı bu diyebilirim. Düşünürseniz çizimlerinizi sürekli değiştirmenizi söyleyen bir yazar ya da yazarın tasvirlerini değiştiren bir çizer hoş değil. Aslında kısa maceralardaki ortak çalışmalarda yazarlara bayağı zulmettim bu konuda, buradan da özür dilemiş olayım.

Pek çok konuda bilgi de veriyor Seyfettin Efendi. Öyküleri yazarken hangi kaynaklardan besleniyorsun?

Her tür kaynak makbuldür. Kitap, müzik, film, çizgi film, çizgi roman, eski gazete haberleri, arkadaş ortamında duyduğunuz bir sohbet. Alıp işleyebildikten sonra (ya da uygun şekilde hikâyeye yedirebildikten

Devrim KUNTERSeyfettin Efendi

Röportaj

26 27

Page 15: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Albümler için belli bir yayın periyodu düşünüyor musun yoksa ‘bakalım görelim’ gibi bir taktik mi uygulayacaksın?

Aslında kafamda yatan yılda bir uzun macera bir de kısa maceralardan oluşan iki albüm çıkartmak. Fakat ‘bakalım görelim’ kısmı da geçerli tabii. Satışların durumuna göre bu periyod daha yavaş gidebilir

Sizin çizdiğiniz Kahraman Korkmaz’ın yayınlandığı Hipnoz gibi dergiler de bağımsız olarak düzenli yayınlanamıyor, Harakiri gibi çizgi roman yayıncılığı için iddialı bir dergi yayın hayatını sürdüremiyor, düzensiz birkaç fanzin dışında yeni çizgi romanlara yer kalmadı. Türkiye’de çizgi roman piyasasının geleceğini nasıl görüyorsun?

İşin doğrusu kimsenin bu konuda isabetli bir tahmin yapabilmesini mümkün görmüyorum. Farklı girişimler var aslında şu an. Albüm olarak (Şafak Ayazı), kısa maceralar - hikâyeler (Deli Gücük, Dumankara), dergi (Dalgın Sular), online (Oyunbozan), fanzin (Zahiri) yayınlanan çizgi romanlar var. Bunlardan biri tutar ve yeni gelenlere yol açar umarım.

Gölge’de Seyfettin Efendi’nin yeni kısa maceralarını görme ihtimalimiz var mı?Tabii, niyetim var ama bu aralar hiç zaman ayıramadım kısa maceralar üzerinde çalışmaya.

Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederim. Senin nezdinde Seyfettin Efendi’ye her zaman destek olan sana ve Gölge ailesine ben teşekkür ederim.

Son bir söz olarak bu satırı okuyanlara şunu söylemek istiyorum; en iyi hediye kitaptır. Bu yazıyı okuyup Seyfettin Efendi’ye bir şekilde ulaşan arkadaşlarımızın fantastik sever, polisiyeden hoşlanan vampirler diyarını merak eden arkadaşları için de bir kitap alıp arkadaşlarına hediye etmelerini tavsiye ediyorum. Türkiye’de bağımsız yayıncılığı, yerli üretimi, çizgi romanı destekleyelim.

Röportaj: Ahmet YÜKSEL

Röportaj

sonra diyelim) sizin üretiminizi zenginleştiren parçalar oluyor bunlar. Tabii her ne kadar tarihsel bir hikâye olmasa da tarihsel döneme de uygun olmasına çalıştığım için kaynak kontrolü yapıyorum.

Bu noktada Jim Jarmush’un hem de Goddard’dan alıntı yaparak söylediğini aktarayım:

“Hiçbir şey orijinal değildir. Hayalgücünüzü gazlayan, sizi ilhamla titreştiren her yerden çalın. Eski filmlerden, yeni filmlerden, müzikten, kitaplardan, resimlerden, fotoğraflardan, şiirlerden, rüyalardan, rastgele sohbetlerden, mimariden, köprülerden, tabelalardan, ağaçlardan, bulutlardan, sulak havzalardan, ışık ve gölgelerden beslenin. Sadece ve sadece ruhunuza seslenen şeyleri malzeme alın.

Bunu yaparsanız işiniz (ve hırsızlığınız) özgün olur. Özgünlük paha biçilmez, orijinallik safsatadır. Bunları yaptıktan sonra da hırsızlığınızı saklamakla uğraşmayın, tam tersine değerini bilin. Jean-Luc Godard’ın ‘Nereden aldığınız değil, nereye götürdüğünüz önemlidir’ sözünü hep aklınızda tutun.”

İfşa-i Sır teşkilatı hakkında da bir iki söz söyleyecek olursak, kaç kişilik bir ekip bu? Fragmanlarda gördüğümüz 5 kişi mi yoksa dahası var mı, bize biraz İfşa-i Sır’dan bahseder misin?

Şimdilik beş kişilik bir ekip ileride farklı karakterlerin gireceğini söyleyebilirim. Bildiğiniz gibi o yıllarda Teşkilat-ı Mahsusa’da kuruluyor. İfşa-i Sırr teşkilatını Teşkilat-ı Mahsusa’nın gizemli konulara bakan kolu gibi düşünebiliriz.

Yeditepe canavarı albümünü yayınevlerinden bağımsız olarak basmaya nasıl karar verdin?Aslında çok detaylı bir konu değil, Seyfettin Efendi’nin bağımsız olmasının kafamı daha rahat ettireceğinin

farkına vardım ve girişimlere başladım.

Türkiye’de çizgi roman yayıncılığını nasıl görüyorsun, okurların üretime bir teşviki, yayıncının yerli üretime bir teşviki var mı?

Okurların benim üretimime teşvikinin çok olduğunu söyleyebilirim. Geçen süre zarfında çizgi roman üretmek isteyen yayıncılarla da tanıştım. Fakat bu iş o kadar kısır bir alana düşmüş ki yatırım yapmadan bu alanı genişletmek çok zor. Yatırım yapmak da bildiğiniz gibi risk. Piyasa kapasitesinin tam olarak ne olduğunun kavranamaması (ya da daha kötüsü kavranmış olması) yayıncıların yatırım yapmasını engelliyor.

Bilmem kendine soruyor musun ‘Neden Bonelli yayınlarının en dandik kitapları bile koleksiyonerlere satma kaygısı ile 500 tane bile olsa “sınırlı sayıda özel baskı” gibi satış pazarlama taktikleri ile basılırken yerli üretime destek olmayan Karaoğlan, Tarkan, Volkan gibi yayınlana yayınlana suyu çıkmış kalubeladan kalma kitapların baskıları tekrar edilirken yayıncılar yeni çizerlere, yeni kahramanlara, yeni çizgi romanlara neden yer vermiyor’ diye?

Ekonomik. Bahsettiğiniz çizgi romanlara verilen telif ödemeleriyle yeni bir çizgi roman üretmek için yapılacak ödeme arasında çok büyük fark var.

Dağıtım olayını nasıl aşacaksın, malum Türkiye’de ulaşılabilecek iki elin parmaklarını geçmeyen sayıda çizgi roman satış noktası var, tüm dağıtımcılar teminat istiyor, büyük kitabevleri sadece belli yayınevlerinin kitaplarını satış için kabul ediyor. Bunun için bir stratejin var mı?

Çizgi roman satış noktalarına bireysel olarak ulaşıyorum, ayrıca iki büyük kitabevine girmemiz mümkün olacak gibi gözüküyor. Tabii bunlar yeterli olmayacağı için seyfettinefendi.com adresinden online satış yapacağız. İlk etapta dağıtım sorunu yaşayacağımız kesin, biraz ağır gidecek artık.

Röportaj

28 29

Page 16: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

30 31

Page 17: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

32 33

Page 18: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

34 35

Page 19: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

36 37

Page 20: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

38 39

Page 21: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Filmin Orijinal Adı: La Montagna del dio CannibaleFilmin Bilinen Diğer Adı: Mountaine of the Cannibal GodFilmin Türkiye’de Bilinen Diğer Adı: Cannibal Tanrı Dağı ya da Lanetliler DağıYönetmen: Sergio MartinoGörüntü Yönetmeni: Giancarlo FerrandoSenaryo: Cesare Frugoni, Sergio MartinoMüzik: Guido de Angelis, Maurizio de AngelisYapımcı: Luciano MartinoÜlke: İtalya, Dil: İngilizce, Tür: Macera, korkuYapım Yılı: 10 Ağustos 1978, Süre: 99 dakika, Renk: Renkliİmdb Puanı: 5.1/10Oyuncular:Ursula Andress - Susan Stevenson, Claudio Casinelli-Manolo, Stacy Keach- Profesör Edward Forster,

Antonio Marsina- Arthur Weisser, Franco Fantasia-Rahip Moses, Lanfranco Spinola-Konsül Burns, Carlo Longhi-Pilot Phil, Luigina Rocci-Sura

Konusu: Bu film de, Cannibal Holocaust gibi okuyucuya biraz daha ayrıntılı olarak tanıtacağımız filmlerden biridir. Başrol oyuncuları olan Ursula Andress ve Stacy Keach’in sergiledikleri kaliteli performans bir yana; filmi izlediğimiz zaman gerek Ruggero Deodato’nun gerekse Umberto Lenzi’nin yönetmen Sergio Martino’dan oldukça esinlendiğini görürüz.

Lanetliler Dağı

FilmKritik

Bu filmi ilk izlediğim zaman çocukluktan yeni yetmeliğe daha yeni adım atıyordum. O yaz Giresun’da şehir sinemasında filmi seyrettiğim zaman Ursula Andress’in muhteşem güzelliğine hayran olmuştum, bir de filmde oynayan cüceye! 1980’lerin ortalarındaki video furyasında Lanetliler Dağı adı ile çıktığında (sanırım fonovizyon’dan çıkmıştı. ) bir kez daha seyrettiğimde yine Ursula Andress’in güzelliğine hayran olmakla birlikte bu kez filmi de çok sevmiştim. Filmin izlediğim her iki kopyasının da kesik olması bir yana görüntü kaliteleri de oldukça düşüktü. Bu kitabın yazımı için hafızamı tazelemek amacıyla, filmi DVD olarak yeniden izlediğimde bazı sahnelerin hem sinemada hem de videoda kesilmiş olduğunu gördüğüm zaman, bunu seyirciye yapılmış bir saygısızlık olarak gördüğümden üzüldüm.

Lanetliler Dağı, cannibal filmleri furyasının ortalarına doğru, Ruggero Deodato’nun Cannibal Holocaust (1980 ) filminden iki sene önce çekilmiş bir film. Cannibal Holocaust kadar isim yapmış olmasa da, pek çok açıdan Deodato’nun filmine göre basit ama düzgün ve oturmuş bir senaryosu olan film seyirciyi çok daha fazla tatmin ediyor. Bunda biraz da bir cannibal filmi için göreceli olarak düşük bir bütçeye sahip olmasına rağmen; isim yapmış, belli bir oyunculuk kariyeri olan kişilerin filmde yer almış olmasının payı büyüktür. Bu gerçeği, yönetmen Sergio Martino’nun 2001 senesinde Anchorbay firması tarafından (Anchorbay Entertaintment İnc. ) piyasaya sürülen DVD’sinde yaptığı söyleşide dile getirdiği yorumundan da anlıyoruz.

Sergio Martino- “Bu filmi niye mi yaptık? Daha önce çeşitli türlerde başarılı olmuş filmler yapmıştım. Uluslararası alanda başarılı olmuş (Man from Deep River ve Mondo Cannibale filmlerinden bahsediyor ) cannibal filmlerinin yolundan giden başarılı bir film çekmek istedik. Egzotik bir üçleme olarak düşündüğümüz serinin birinci filmi Mountaine of the Cannibal God, ikincisi Island of the Fishman (Balık Adamların Adası ), üçüncüsü ise Which was Colled Great Alligator River’dır”. Sergio Martino, daha başından işi sıkı tutma yolunu seçmiştir, bu nedenle uluslar arası ün kazanmış oyunculara filminde yer vermiştir.

Film, Susan ve kardeşi Arthur’un Papua Yeni Gine’de bir havaalanına inişleri ve gazetecilerin Onları karşılamaları ile başlar. Susan’ın bir araştırmacı olan kocası Gine ormanlarının bilinmeyen bir yerinde kaybolmuştur. Susan ve kardeşi elçilikte bir yetkili ile konuşarak kocasının kayboluşu hakkında bilgi alır. Kocasını aramak için geldiğini belirtir ama elçilik böyle bir girişimde bulunulmasını istememektedir. Hatta konuştukları yetkili yasaklar ve engellemekle tehdit eder. Buna gerekçe olarak da kocasının kaybolduğu bölgenin tekin bir yer olmamasını öne sürer. Susan, aradığı yanıtları elçilikten alamayınca kocasının eski bir arkadaşı olan Profesör Edward Forster’ın yanına gider. Profesör, Susan ve kardeşine, Susan’ın kocasının kaybolduğu yer hakkında detaylı bilgiler verir. Kendisi de bu bölgeye seneler önce gitmiştir ve orada yaşadığı deneyimleri anlatırken, Forster’ın yüz ifadesi söylediklerinden fazlasını anlatmaktadır. Profesör

FilmKritik

40 41

Page 22: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Susan’a kocasının yola çıkmadan önce yanına geldiğini, O’na deneyimlerini aktardığını ve kendisiyle beraber yola çıkmayı düşündüğünü ama kocasını aniden, bir haber bile vermeden yola çıktığını, söyler. Profesör’e göre bu, basit bir araştırma gezisinden daha fazla sırlar barındıran bir yolculuktur. Profesör’ün evinde genç bir yerlinin Susan’ı gizemli bir şekilde süzmesi dikkat çeker. Bu yerli, Profesör’ün Lanetliler Dağı’ndan kaçarken beraberinde getirdiği kişidir.

Profesör ve Susan, Susan’ın kocasının kaybolduğu yere birlikte gitmeye karar verirler. Aslında filmin tüm konusu bu kadarla kalsa, seyirci için sıradan bir macera filmi olmaktan öteye geçmez. Ama grubun helikopterden inerek ormana ayak basmasıyla birlikte film, istismar sinemasının ve cannibal filmlerinin tüm gereklerini yerine getirmeye başlar. Grup ormanda yürürken Susan’ı öldürmek üzere olan zehirli bir örümcek Profesör tarafından öldürülür. Daha sonra gruptaki yerliler örümcek öldürmenin uğursuzluk getireceğine inandıkları için, bir kertenkeleyi canlı canlı karnını yararak kurban ederler ve tabii ki etini ziyan etmezler( Film boyunca tüm yerliler beyaz adama sert ve hain bakışlar atar, sanki aralarında adı konmamış bir düşmanlık vardır). Filmde bu tip sahneler türün gereği olarak sürekli tekrarlanır. Bu sahnelerin en etkileyici olanlarından biri de bir piton yılanının bir maymunu yeme sahnesidir ki; yönetmen Sergio Martino, bu sahne ve benzeri diğer sahnelerin bir belgesel doğallığı ile görüntülendiğini söylese de filmin DVD’sinde verilen röportajda pitonun maymunu yediği sahne için özel bir düzen hazırlandığı belirtilmiştir. Yine de, bu bilgi, seyircinin gözünde sahnenin etkileyiciliğini zedelemez. Ama aynı inandırıcılığı bir başka yılanın Susan’a saldırdığı sahne için söyleyemeyiz.

Filmin en önemli dönüm noktalarından biri, Profesörle beraber Lanetliler Dağı’ndan kaçan yerlinin, kendi kabilesine mensup Puka adı verilen yerlilerce kaçırılmasıdır. Diğer bir dönüm noktası da Susan’ın başka bir Puka yerlisi tarafından öldürülmek üzereyken Manola tarafından hayatını kurtarılmasıdır. Manola, Susan’ı kurtardıktan sonra grubu Peder Moses’in misyonerlik yaptığı köye getirir. Böylelikle cannibal filmlerinin bir klişesinin daha izleyiciye gösterilmesi için gereken zemin hazırlanır: Bize köy halkının kendine özgün günlük hayatı gösterilir. Yerli kadınların ağızlarında çiğneyip tükürerek içki hazırladığı sahne gerçekten mide kaldırır bir görüntü değildir. Benzer bir sahne Cannibal Holocaust filminde de vardır.

Peder Moses’in barış ve huzur dolu olan köyü, bir müddet sonra kan ve ölüm dolu bir yere dönüşecektir. Genç bir yerli kadın, Susan’ın kardeşi Arthur’un yatağına gelir; kadının yaşlı kocasının kendilerini izlediğinden habersiz olarak ateşli bir şekilde sevişmeye başlarlar. Yaşlı adam sessizce oradan ayrıldıktan sonra bir Puka yerlisi gelir ve kadını sırtından mızrakla vurarak öldürür ama nedense Arthur’a dokunmaz, kaçar. Tam o sırada kulübelerin çevresinde dolaşmakta olan Manola, yüzündeki garip maskesiyle kaçan Puka yerlisini görür ve peşine düşer. Yerliyi elinden kaçırdığı sırada Profesör’le karşılaşır. Profesör de yerliye görmüştür ve nereden geldiğini bilmektedir. Sekiz sene önce yaşadığı şeyler su yüzüne çıkmaya başlamış, unutmak istediği olayları tekrar hatırlayarak geçmişi ile yüzleşir. Kaçan bir Puka yerlisidir ve bu yerlilerin yanında kaldığı zaman boyunca kendisine zorla insan eti yedirilmiştir ( Stacy Keach ve Claudio Casinelli’nin sergiledikleri performans özellikle bu sahnede dikkat çekici ). Bu açıklamayla, grubu Lanetliler Dağı’nda neler beklediğine dair de bir fikir edinmiş oluruz.

Yerlinin peşine düşen Profesör köprüye benzer bir yere gelir ve öldürülen yerli kadının yaşlı kocasının kendisini bir ağaca asmış olduğunu görür. Daha gördüğü bu manzaranın şaşkınlığını üzerinden

FilmKritik

atamadan, elinden kaçırdığı Puka yerlisi O’na saldırarak bacağından yaralar. Yerliyi öldüren Profesör, yerlinin yüzünden maskeyi çıkardığı zaman asıl şoku yaşar: Öldürdüğü kişi, sekiz sene önce O’nunla beraber kaçan yerlidir. Peder Moses, Profesörü ve yanındakileri köye kötülük ve ölüm getirdikleri gerekçesiyle kovar. Bundan sonrası Puka yerlilerinin bulunduğu yere ulaşana kadar insanın doğayla olan mücadelesidir. Ursula Andress’in ormandaki ve dağa tırmandığı zamanda gösterdiği performans, kendisinden beklenmeyecek kadar iyidir.

Bacağındaki yara yüzünden zorlanan Profesör’le Susan arasında, bir mola esnasında çıkan tartışmadan Susan ve kardeşinin asıl amaçlarının para olduğunu anlarız. Susan, kocası için değil kocasının varlığını keşfettiğini düşündüğü değerli bir madenin yerini bulabilmek için buralara kadar gelmiştir. Bunu öğrenen Profesör çok sinirlenir ve aralarında tartışma çıkar. Yola devam ederler ama kuvvetli akıntı yüzünden kanoları devrilince yaya olarak ilerlemek zorunda kalırlar. Sıra dağa tırmanmaya gelir. Dağın neredeyse zirvesine vardıkları sırada yaralı bacağı yüzünden iyice güçlük çekmeye başlayan Profesör, Arthur’dan yardım ister ama gruptan kimsenin kendilerini görmediğini fark eden Arthur, O’na yardım etmez ve daha fazla dayanamayarak şelaleden aşağı düşüşünü seyreder. Durumu anlayan Manolo geri dönmek ister ama Susan’ın yalvarışları sonucu yola devam eder. Aşağı inip Profesörün cesedini dahi gömmezler, yollarına devam ederler. Mola verdikleri bir sırada Susan su içerken, suyun içerisinde iskeletleşmiş bir kol görür. Arthur’u mola yerinde bırakıp, Manola ile beraber çevreyi araştırmaya başlarlar. Çevrede birçok ayinsel semboller ve iskelet parçaları görürler. Mola yerine geri döndükleri zaman Arthur’un yukarıya doğru tırmanarak gözden kaybolduğunu fark ederler. Ardından Manola’yı beklemeden Susan da kardeşinin peşinden gider.

Manola, Susan ve Arthur’u bir mağaranın içerisinde ellerindeki bir aletle etrafı araştırırken bulur. İki kardeş bulduklarının verdiği büyük heyecanla Manola’yı fark etmezler ve birbirlerine sarılarak zengin olma sevincini paylaşırlar. Artık her şey ortaya çıkmıştır, Onları buraya getiren sebep Susan’ın kayıp kocasını aramak değil; zengin olma hırsıdır. Manola bu durumu yüzlerine vurduğunda, Arthur Manola’yı öldürmek ister. Tam bu esnada Puka yerlileri gelir, Arthur’u öldürür ve grubun kalanını esir alırlar.

Grup, yerliler tarafından yakalanarak köylerine götürülür. Köyün şefi Susan’a hayran bakışlarla yaklaşarak uzun uzun seyreder. Daha sonra giysilerinin arasından bir resim çıkartarak Susan’a gösterir, bu resim Susan ve kocasına aittir. Sonra Susan’ı kolundan sürükleyerek mağaranın derinliklerine götürür ve bir sunağın üzerindeki mumyalaşmaya yüz tutmuş cesedi gösterir. Susan, cesedin parmağındaki yüzükten bu kişinin kocası olduğunu anlar. Daha sonra iki yerli kadın bir direğe bağlanmış olan Susan’ı çamura benzer bir madde ile boyamaya başlarlar. Çırılçıplak olan Susan’ın güzelliği göz alıcıdır ve O’nu elleriyle boyayan yerli kadınlar da bu güzellikten etkilenmiş bir biçimde hareket etmektedirler. Susan da vücudunda gezinen eller kasıklarına ve göğüslerine sürtündükçe, kendisine yapılanlardan cinsel bir haz aldığını göstermekten çekinmez. Yerliler topluca yemek yerken, alenen ifade edilmese de yenen Arthur’un bedenidir. Bu sırada bir

FilmKritik

42 43

Page 23: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

tanrıça gibi giydirilmiş olan Susan yemek yiyen yerlilerin yanına getirilir. Yerlilerin şefi Susan’ın yanına gelerek elindeki kalbi ağzına doğru uzatır. Manolo’nun itiraz eden haykırışlarına rağmen, bir sarhoş gibi kendinden geçmiş olan Susan, uzatılan kalbi ısırır ve lokmasını çiğnemeye başlar. Kamera başka bir tarafa doğru kayar ve iki yerlinin cinsel birleşmesini gösterir, bir başka yerli kadın kendini tatmin etmektedir; kamera kadının cinsel organını göstermekten çekinmez, hatta daha da ileri giderek kadının parmaklarının cinsel organının içinde kaybolmasını ve bu sırada yaşadığı cinsel tatmini de seyirciye açıkça gösterir. İş tamamen çığırından çıkarak diğer bir yerli de başka bir köşede bir domuzla cinsel ilişkiye girmektedir ve bu sahne de tüm detayları ile gösterilir.

Gece herkesin uykuya dalmasıyla yerlilerden biri Susan’ın güzelliğinden etkilenerek O’na tecavüz etmek ister, ikisi boğuşurken diğer yerliler gelir ve Susan’ı kurtarırlar. Köyün şefi, yerliyi tüm köyün gözleri önünde cezalandırır; önce suç aletini keser sonra da karnını yararak öldürüp, kanlı ellerini tüm köy halkına gösterir. Ardından ellerini içinde canlı yılanların ve et parçalarının olduğu bir kazanda yıkayarak kazanın içinden bir parça eti alıp yemeye başlar, devamında bütün köy halkı bu faaliyete katılarak kazandakileri paylaşırlar. Yılanları canlı canlı ısırıp, derilerini soyarak yemeleri oldukça rahatsız edici bir manzaradır.

Susan’ın şefi öldürdüğü sahne, en az Profesör’ün öldüğü sahne kadar zorlamadır. Sırf ölüm sahnesi göstermek amacıyla çekilmiştir. Ayrıca yerlilerin şeflerinin öldürülmelerine tepkisiz kalması da çok anlamsızdır. Bu arada köyde Manolo ile sürekli uğraşan cüce, gece Manolo’nun bağı tutulduğu yere kendisini iple sarkıtarak, elindeki ucu keskin sopa ile O’nu öldürmeye çalışır. Sonuçta Manolo’nun bir tekme darbesiyle kafası kayaya çarparak ölen kendisi olur. Cücenin sopası sayesinde bağlarından kurtulan Manolo, uyuyan yerlilerin arasından sessizce geçerek Susan’ın yanına gelir ve birlikte köyden kaçarlar. Gerek Manolo’nun Susan’ın yanına gelmeye çalıştığı sırada, gerekse kaçışları esnasında arka planda ormanın sesi dâhil hiçbir ses duyulmaması gerilimi arttıran bir unsur olmuş. Susan ve Manolo nehre ulaşıp, tam kaçmak üzere iken Susan buraya asıl geliş nedenleri olan değerli madene ait topladığı örnekleri Manola’ya göstererek nehre atar; sonra da bir kütüğe tutunarak kendilerini akıntıya yani özgürlüğe bırakırlar.

Yönetmen Sergio Martino’nun yaptığı bu film hem senaryonun sağlamlığı, hem oyunculuk kalitesi, hem de çekim kalitesiyle cannibal temalı filmlerin kült film haline gelmiş birer örneği sayılan Cannibal Holocaust’tan da, Cannibal Ferox’dan da çok daha kalitelidir. İstismar sinemasının bütün gereklerini yerine getiren ve bunu seyirciye çıtayı yükselterek sunan yönetmen, bu tarz filmlerden hoşlanan seyirciler için izlemesi keyifli bir çalışmaya imzasını atmıştır.

B.Özcan Yüksel

FilmKritik

Günaydın demeyeceğim hiçbirinize. Anneniz değilim sizin.Aklınızı kuru mama ile besleyin ve her gün düzenli gezmeye çıkartın. Yoksa kafanızın içine pislemeye

devam ediyor.Bu arada, çıktığınız gezilerden eve geri dönmeyi unutmayın. Yok ille de burnumun dikine gideceğim

derseniz ‘İnatçı Keraban’ gibi kendinizi eve gitmek için dünyayı turlarken bulabilirsiniz.Ben turladım. Kendime tavsiyem: Bir dahakine yanıma yürüyüş ayakkabısı alacağım. Kırmızı

stilettolarla dağlardan falan geçmek pek kolay olmadı çünkü.Sıkıntıdan patlamakta olan çöplüklerden, hasretinden eskimiş prangalardan, yanmakta olan metan

gazlarından, köklerine çöp değince ismi ‘organik’ olan anam-babam usulü bostanlardan geçtim.İki düşman ülke arasındaki fındıkkabuğu kadar sığ ama iki insan arasındaki asla geçilemeyecek kadar

derin hendeklerden geçtim. Aşka dair neyi aşikar kılıyorsa yakılmaya, güce dair neyi anlatıyorsa yıkılmaya mahkum duvarlardan geçtim.

Üzerinde bas’mayın’ diye uyarı bile olmayan tarlalardan, dünya kupası oynanmış stadyumlardan, çizme şeklinde denmekten bıkılmamış diyarlardan, adalardan, modalardan ve oralardan gelen ‘yar’lardan vazgeçerek geçtim.

Yazın; geceleri yürüdüm, gündüzleri uyudum. Kışın ekvatoru belime doladım. Baktım, artık güney yarıküredeydim. Yağmur(suz) ormanlarından, tuz(suz) göllerinden, petrol(süz) üreten ülkelerinden geçtim.

Dünyanın evrimleşmemiş tüm maymunlarıyla dans ettim. Bence, maymundan insana evrimleşen bütün maymunlar pişman, dedim. O sırada bütün bunlardan arınmış olan ben; Beatrice ile birlikte gökyüzünde sevgi ile ağırlanmakta idim.

Derken bir gün geldi ‘dünyanın merkezi’ne rastladım. Güncelledim kendimi, sık kullanılanlara ekledim.

Ben sana pervaneyim, dedim. Aynadan baktığında göremediğin tek göz benim. Ayın etrafında döndüğü dünya, dünyanın etrafında döndüğü güneş benim. Yuvarlağın hiç ulaşamadığı merkez noktası, merkezde sonsuz sayıda kesişerek yuvarlağı oluşturan her çap benim.

Pi sayısı kadarım. Sınırsızım, hiçim. Pervaneye yaklaştıkça kopan kelebek, ışığa yaklaştıkça yanan bir böcek, güneşe yaklaştıkça balmumu kanatları eriyen bir denek.

Etrafında dönüp dolaşmak benim harcım, ulaşamamak yapı iskeletim. İhtirasım tuğlalarım, sevincim kiremitim. Hiç bir zaman bitirilmemiş evlerde söylenmiş şiirlerim.

Ölüp gittikten sonra bile hatıralarının çetelesini tuttuğum insan aydınlatır gecelerim.Erimiş şekerden cadı evlerim. Cebimde geceleyin yol gösterecek tapu senetlerim. Minik kırıntılarını

yollara döktüklerim. Dönüp arkama bakmadan yürüdüklerim.Madem ilk dolunayda eve dönmeyecektim. Neden yollarımı aydınlatmak istedim.Maymunlardan biri bana şunu sorunca kendime geldim:So you think you can dance?

B A L I K H A F I Z A http://tugbaturan

İltibas

Öykü

44 45

Page 24: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Başlıkta bir sorunun yer alıyor olmasının sebebini, eminim, Büyülü Çizgi Roman’ın bastığı Thor Klasik 1. Cildi alan herkes biliyordur. İlk cilt Thor’un öykülerini orijinal sıralamasının 167. sayısından itibaren basılmaya başlandı. Bu da okuru; en azından beni, öncesine dair meraklandırdı. Ne oldu da bu oldu şu oldu? İşte bu soruların kısa yanıtı bu yazıda yer alıyor.

Ama belki de kısacık özete geçmeden önce bir Thor tarihçesine bakmak gerekir. Efenim, tarihler 1962’yi gösterdiğinde Stan Lee, senarist Larry Lieber, Jack Kirby ortaklığının yarattığı yığınla kahraman arasına Thor da katılır. Journey in to Mistery dizisiyle başlayan Thor maceraları daha sonra kendi kitabına taşınmasıyla sürmüş, 83. sayıda başlayan birliktelik 126. sayıda (1966) The Mighty Thor ile devam ederek günümüze kadar gelmiştir. Stan Lee bir röportajında “DC Comics’in Wonder Woman’ı vardı, ben de benzer bir mitolojik figürü karşısına koymak için araştırma yaparken Thor’u buldum,” diyordu. Özellikle o yıllarda DC’ye koşut olacak ama içerik olarak aynı alt yapıyı barındırmayacak kahramanlar yaratmaya çabalayan ve başaran Stan Lee Thor’u kesinlikle kendine has özelliklere sahip bir kahraman olarak yaratabilmiştir.

Thor’un öyküsü ise şöyledir: Tanrıların babası Odin, Thor’un mistik çekicini dünyada (Midgard) bir mağaraya saklamış, bunu kaldırmaya layık bir kişi gelene kadar onu kimsenin kaldırmaması yönünde buyrukta bulunmuştur; kaldı ki zaten o çekici sadece bu girişte değil, maceralarda da Thor hariç kimse kaldıramamaktadır. Bu başlangıç hikâyesinde buna vesile olanlar Venüslüler olur. Dünyayı keşfe çıkan bir grup Venüslü insanlara saldırınca Dr. Donald Blake yanlışlıkla mağaraya girer ve çekici bularak Thor’a dönüşür. Elbette Venüslüler yedikleri sıkı dayağın ardından arkalarına bakmadan kaçacaklardır. Yıllar sonra Gerekli Şeyler Yayıncılığın dilimize kazandırdığı muhteşem “Planet Hulk” hikâyesinde Venüslü Korg biraz da pişmanlıkla “O zamanlar bütün insanları aynı güçte sandığımızdan kaçmıştık. Bütün insanları aynı güçte sanıyorduk.” itirafında bulunacaktı bu hikâyeye atıfta bulunarak.

Bu olaydan sonra artık Thor’la bağlantısı bulunan insan bedeni, bu birkaç kez değişecektir, farklı ama ortak yaşamların paylaşımcıları olacaklardır. Bu arada da ölümlü Dr. Jane Foster’la tanrıça Lady Sif arasındaki aşk gidip gelmeleri de kafaları karıştıracaktır. Ve elbette başta Dr. Donald Blake olmak üzere Thor’un bağlantı kurduğu tüm fani bedenler kimliklerini gizlemede ve hayatlarını, işlerini, aşklarını sürdürmekte aynı zorlukları yaşayacaklardır.

Thor Essential Basıldı Ama Öncesinde Ne Olmuştu

Acaba?

ÇizgiRomanİncelemesi

Thor öykülerini sınıflandırmak istesek herhâlde üç gruba ayırabiliriz:

1 – Mitolojik Hikâyeler / Özellikle İskandinav mitolojini unsurlarının kullanıldığı, yer yer Arap, Germen boyları, Mısır, Yunan mitolojilerinin kurgulanmış hâllerinin işe karıştığı öyküler.

2 – Bilimkurgu / Bu hikâyeler ilginç bir şekilde çok geniş bir yer tutmaktadır Thor’da. Farklı gezegenler, kültürler, uygarlıklar, bilim, teknoloji…

3 – Dünyada geçen kahramanlık öyküleri / Basit soygunlardan diğer kategorilerin dünyaya tehdit oluşturan eylemlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Dünyada Avengers grubu, Asgard’da Savaşçı Üçler grubu en yakın silah arkadaşlarıdır. Ancak bunların dışında onlarca dostu ve yardımcısı bulunan Thor’un yardımcıdan çok düşmanı bulunmaktadır. Mitolojik güçler, bilimsel yaratıklar, tanrısal varlıklar ve üstün gücü olan insanlar… Bu kadar karakter ve böyle geniş bir alan Thor maceralarının hareket bölgesi olunca hikâyeler de yoğundur ve iç içe geçmiştir. Her sayı büyük krizleri barındırırken pembe dizi (soap opera) tadında bir arkası yarın kurgusu işler. Her sayının sonu bir heyecanla biter, devam sayısında bu heyecan çözümlenirken yeni olaylar başlar ve bir sonraki sayıya taşınır.

Bu kurgu anlayışı yüzünden sağlıklı ve detaylı bir özet çıkarmak mümkün olmayacağından Büyülü Çizgi Roman’ın bastığı THOR Klasik 1. Cildinin başladığı yerin az gerisinden ele alacağım hikâyeyi daha kolay anlaşılması için.

Yukarıda da belirttiğim gibi bu cilt 167. sayıdan başlıyor. Bu sayıda baştanrı Odin, çekicini “intikam” için kullanan Thor’u azarlamakta, cezalandırmaktadır. Lady Sif, Thor’un kendisi yüzünden cezalandırılmasını istememektedir. Bu arada Loki’yle kraliçe Karnilla Balder’i ele geçirme konusunu konuşmaktadırlar. Thor’un cezası “Odin gemisine” binerek uzaya açılmak, Galactus’u bulmaktır.

165. sayıdan başlamak bence son derece yerinde olacaktır. Zira sadece burada başlayan ve 166’da sona eren hikâye için bile aslında bir araba bilgi yazmam gerekirdi genel olarak.

165’in girişinde bir önceki sayıya bağlantı görülür. Dünyayı ele geçirmek isteyen yer altı tanrısı Pluto ve iblisleri Amerikan ordusuyla Zeus’un desteğini alan Thor tarafından alt edilmiştir. Lady Sif ve Balder’le birlikte

ÇizgiRomanİncelemesi

46 47

Page 25: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

ordunun geçişini izleyen Thor bir önceki sayıda bir kozadan çıkan insanla karşılaşır.

Bu kişinin adı “HIM”dir. Ve bu kişi bugünlerde sinemaya uyarlanan Guardians of the Galaxy’nin elemanı olan Adam Warlock’tur.

Ancak bilimsel bir deneyin ürünü olarak yaratılmış olan HIM o dönemlerde çok büyük tanrısal güçlere sahip olmakla birlikte hayli çocuksu bir beyne sahiptir.

HIM, Lady Sif’i görünce evrensel yalnızlığını hatırlar ve Thor’la gerçekleşen sıkı bir kavganın ardından güzel kadını kaçırır. Thor, intikam yemini ederek peşine düşer. İşte bu intikam yemini Odin tarafından acıyla izlenir.

Bu arada kraliçe Karnilla yardımcısı Haag vasıtasıyla Balder’ı kaçırma hazırlığı yapmaktadır.

166. sayıda Thor, HIM ile çok büyük bir savaşım içine girer. HIM, güçlü çekiç mjolnir’in darbelerine rahatlıkla karşı durabilmekte, Thor’u adeta yerden yere vurmaktadır.

Bütün bunlar olurken araya bir de Haag karışır ama Balder’ı kaçırmaya muvaffak olmaz. Odin ise dev bir uzay gemisi yaptırmaktadır. Bir yandan da oğlunun yoldan çıkmış olmasına içerlemektedir.

Sonunda aşkını kaybetmenin acısıyla gücü katlanan Thor, HIM’i yener. HIM tekrar bir kozanın içine girmeye başlar.

Lady Sif’de saklandığı yerden bir hava kabarcığının içinde çıkagelir. Fakat bu buluşma sevinci Odin’den gelen çağrıyla yarım kalır.

Bu da bizi 167. sayıya bağlar.***Gerisi de Büyülü Çizgi Roman’ın dilimize kazandırdığı

üçüncü çizgi roman dizisi olan THOR Klasik 1. Ciltte yer alıyor. Editörlüğünü İlke Keskin’in, çevirmenliğini ise S. Emre Taşkıran’ın üstlendiği dizi okurların, en başta ben, uzun zamandır beklediği bir kahramanla hasret gidermemizi sağladı desem yeridir.

Ama açıkçası üzülerek söylüyorum çeviride ciddi sorunlar olduğunu görmek bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Marvel Team-Up’ta Örümcek Adam’ın Thor’la yaşadığı hikâyede karşılaştığım çeviri sıkıntısının aynısı burada da gerçekleşmiş.

Thor’un orijinal eski sayılarında yer alan ancak bugün aynı şekilde kullanılmayan dili eskimiş durumda örneğin. 1962-2013… Çeviride ana metne fazlaca sadık kalınması anlaşılması zor cümleler

ÇizgiRomanİncelemesi

okunmasına sebep olmuş. Gönül isterdi ki bu metnin çevirisinde biraz daha günümüz Türkçesine yakın bir çeviri yapılsaymış keşke.

Buna bir de hatalı sözcük seçimleri eklenince “Türkçede bu sözcük orada kullanılmaz muadili gerekiyordu” denebilecek birçok örneğe rastladım.

Bu işaret ettiğim çeviri sorunları beraberinde akmayan, kendini okutmayan, dikkat dağıtan, herhangi bir ses uyumunu barındırmayan bir metin ortaya çıkmasına neden olmuş. Çoğunlukla yayınevlerimiz tarafından göz ardı edilen bazı sözcüklerin koyu renkte basılması bu baskıda gözetilmiş ama orijinaline sadık kalınarak istenilen etkiyi yaratma ve vurgu verme gayreti saydığım sebeplerden dolayı maalesef istenilen hedefe ulaşılmasını engellemiş.

Thor’un 167. sayısından başlanmasına gerekçe olarak eski çizgilerin okurları rahatsız edebileceği, gözümüze sıcak gelecek çizimlerinden başlandığını duymuştum bir yayınevi açıklamasında. İnanıyorum ki İlke Keskin gibi her çevirisinde deneyimini arttıran, daha hayli yolun başında olmakla birlikte hevesli ve çizgi roman sevdalısı olan S. Emre Taşkıran gibi genç bir çevirmen tez zamanda bu eksiklerin üstesinden geleceklerdir. Dilerim çeviride ve dilde de aynı sıcaklık tez zamanda yakalanır, başta Thor olmak üzere bu ekibin işleri daha uzun bir süre okunur.

Ümit Kireççi [email protected]

ÇizgiRomanİncelemesi

48 49

Page 26: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Öykü

Kendini unutulmaz bir şeyin başlangıcında hissetmesine karşın korkuyordu; ya geri dönmek isteyip de dönemeseydi, ya unutmak istediklerinin arasında onu hayata bağlayan bir şeylerin olduğunu farkedip de dönmek isteseydi?

Bir pazar günü, sabahın erken bir saatinde, evdekilerin onu uğurlamasıyla yola çıktı. Bir bavul, iki orta boy çantasıyla öyle geçkalmış ve öyle mutlu görünüyordu ki; kapının önünde park halinde olan taksici onu büyük bir hoşgörüyle selamladı. Taksici güzergahı sorduğunda, "şehir merkezi" dedi, görünmesi gereken birkaç kişi görmek istediği de bir kişi vardı. Şehirde yaşayan bu adamı tesadüfen tanımış, yıllarca onunla hiç görüşmeden mesajlaşmıştı. Taksici, "sizi şöyle bırakayım" dedi ve bir yere yanaşıp durdu, bavul ve çantalar için bagajı açıp hanımefendisine yardımda bulundu, parayı aldı ve teşekkür edip gözden kalboldu.

Şehrin her zaman kalabalık olan caddesi o sıralar bazı esnafların kepenk açma sesiyle boğuluyordu. Kadın, caddenin iç taraflarındaki kafeye gitmekten ziyade arkasında bir fırsatı bırakıp bırakmadığını, kendini başkalaştırabilecek birinden uzaklaşıp uzaklaşmadığını düşünüyordu. Telefonu eline aldı ve bir mesaj yazmaya karar verdi. Mesaj, adama geldiğinde, neye uğradığını şaşırmıştı, ama bu buluşma fikrini öyle bir şeye bağlıyordu ki, bu, geride kalmaması gereken fırsat, umutlar meselesinden daha önemliydi. ne de olsa o bir erkekti. Saat ilerliyordu ve geçmiş zamanın yaşanılması gerekilen olayları gelecek için bugün yaşanılmaya çalışılıyordu.

Dar sokağın insan kalabalığıyla birlikte kasvetli sıcağı işleri zora sokuyor gibi görünse de kadının güne başlarkenki ruh hali bu işi sürdürebilir durumdaydı. Her erkek için geçerli olan, bir kadınla hızlı buluşma sahnesi, bir erkek ve tabii bir kadın için gerçekleşmek üzereydi. Kendini sokağın başından belli ettirmeyen ufak tefek adam aslında sokağın başından gelmek istediği, 15 dakika veya 15 saat kadını olacağı kadına, kadının bulunduğu yere doğru ilerliyordu. Bazı şeyler hiç geçmezmiş gibi görünseler bile geçerlerdi, bu buluşma da öyle oldu.

Kadın, erkeğin histerik cevaplarını masada belli olur şekilde veto etti. Erkek buna katlanabileceğini düşündü ve yaptığı şeyden emin bir şekilde, yaptığı şeye devam etti. Böyle düşünmesinden yirmi dakika sonra ise kendini o kadar mağlup hissetti ki, bir mobilyacıda günün ilk sandalyesinin ilk tek parça odunu olmak istedi. Bu düşünceden kendine geldiğinde, ilk önce kendi masalarındaki ağaçtan yapılmış nesneleri düşündü ve bundan sonra kendini toparlamasının güç olacağını anladı. Orada oturan iki insanın aslında birbirlerine ne kadar yabancı olduğunu biliyordu. Çoktu. Yani yabancılık çoktu. Ama adam, birinin söylediği bir şeye güveniyordu. Sezgisel olarak. "Zıtlık aşkı getirir". Mamafih, o zamana kadar olanlar, o masada, bitmişti. Kadın, "artık kalkmam gerekiyor," dedi, "uçağı kaçırmamalıyım.". Açıkçası adam kadınla sevişmek istiyordu ve kaybetti. Uçağı bildiğiniz kaçırdı. Belki hayatını düzene sokması gereken kadın gibi görünüyordu. Hali, yeni bir şeylere başlar cinsinden olan oydu. Adam ise kurumsal işinde ve kurumsal hayatında tek parça odun olarak hayatını sürdürebilecek biri gibiydi. Zaman doldu ve belki oradaki buluşmadan iki sene sonra kadın bir mail atacaktı.

Kadınlar ilginç şeyleri ikinci plana atıp hoşuna gidebilecek şeyleri ilk plana alırlar. Ve hoşlarına giderse, ki gider, beş sene falan hoşnut kalırlar. Hoşnutluğu geçen kadın, yani beş sene sonra, yeni bir arayış içine girer. Hoşnutluk gibi değil, ilginç bir şeyler gibi. Ve bazı aptal, cahil ve her neyse, nereye doğduğu belli olmayan kadınlarsa, boşverelim onları. Gerçekten.

Öykü-Burak Kılcı

Kadın üzerine öykünümsel bir tasarı

Yazan ve çizen:Cem Özüduru

Kitap serisinin ismi ve bu serideki sıra no: Rodeo Albümler Dizisi No: 9ISSN: 1308-0148Barkod no: 9771308014884Teknik detaylar:22 x 30 cm; 120 sayfa; iç kağıt 80 gr Holmen, kapak 350 gr. kuşeFiyat:15 TL

Şafak Ayazı, biri Ivo Milazzo tarafından yapılmış olan iki kapak alternatifiyle yayınlanmıştır. Barkod numaraları ve içerik tamamen aynıdır; sadece kapak görseli konusunda okura tercih şansı verilmektedir.

İçeriğe dair…Heyecan ve korku unsurlarına dayalı çizgi roman anlayışı, bu kitapta ülkemiz kültürüyle

bütünleşmekte. Şafak Ayazı’nda karşınıza çıkacak karakterler, günümüze uzanan bir Türkiye retrospektifine yerleşiyor. Dünün darbeci generalinden bugünün polisine kadar çok sayıda gerçek korku unsuru, varlığını sürdürmek arayışındaki vahşi, genç ve güzel Şafak’ın öyküsünde yer buluyor.

Yarım kalmış hesaplaşmalar, gölgeleri uzun yıllar sonrasına düşen şiddet… Ve bunların orta yerinde, adeta kadere inat yerşermiş taze hayatlar… Birbirine dolanan sarmaşıklar misali kucaklaşan, iç içe geçen efsaneler…

Siz sayfaları çevirdikçe, İstanbul gecelerinin kargaşasından Marmaris dinginliğine akan sular, umudu ve trajediyi yan yana yüzdürecek. Geçmiş ve gelecek, aynı rüzgâra kapılacak. Bilinmeze doğru açılan yelkenler, öğrenmenin lânetiyle şişecek. Aşk ve nefret, Ege’de bir yerlerde çarpışacak.

Şafak Ayazı’nı Cem Özüduru yazıp çizdi. Zombistan başta olmak üzere çizgi edebiyat alanındaki eserleriyle tanınan genç yetenek, Fransa’nın Angoulême kentindeki Çizgi Roman Müzesi’ne sayfa orijinalleri kabul edilen ilk Türk sanatçı olma vasfı da taşıyor.

Kitabın resmi sitesi Safakayazi.com adresinde; resmi Facebook sayfasi ise Facebook.com/SafakAyaziKapak görselleri ve kitaptan örnek sayfalar jpeg olarak ayrıca ektedir.

ŞAFAK AYAZI Genel Tanıtım

Yeni ÇıkanYayınlar

50 51

Page 27: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

52 53

Page 28: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

54 55

Page 29: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

56 57

Page 30: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

58 59

Page 31: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Öykü

Mesut sokağın ancak caddeye açıldığı yere varınca garipliği farketti. Gündüz olduğu halde dışarısı yeterince kalabalık değildi. Kaldırımlarda yürüyen birkaç kişi ve tek tük geçen arabalar dışında cadde bomboştu. Köşede durup etrafına bakındı. Börekçi, tekel bayi, banka ve Nazlı adlı kafeterya kapalıydı. Evden çıkarken saate bakmamıştı, ama gölgesinin kısalığından öğle saatlerinde olduğu belliydi. Yaz kış bayram pazar bu kafeteryayı hiç bu saatte kapalı görmemişti.

Tam karşıya geçeceği sırada içinden gelen bir hisle durakladı. Soluna baktı. On, on iki yaşlarında dört çocuk kaldırımın üstünde durmuş ona bakıyordu. Biri sarışın bir kızdı. Dördünün de üzerinde beyaz tişört, mor pantolon ve beyaz spor ayakkabılar vardı. En uzunları çikolata tenliydi. Hiçbirini tanımıyordu, ama kalbinde sıcak bir duygu uyanmıştı. Onlara doğru yürüdü.

“Hey merhaba. Ne yapıyorsunuz burada?”“Seni bekliyorduk.” Dedi çikolata tenli olan ve elini uzattı. “Adım Suray. Yakamoz anlamına gelir.”Mesut kendini tanıttı ve diğer çocukların elini sıktı. Walter, Yuri ve Kayli. Tek Türkçe adı olan kendisiydi. “Siz burada turist değilsiniz değil mi?”Suray gülümseyince bembeyaz düzgün dişleri ışıdı. “Burada hiç turist olmaz. Herkes yerlidir.” Hepsi

de aksansız Türkçe konuşmalarına rağmen Mesut bu lafı garip bulmuştu, ama çocuğun devam etmesini bekledi. Suray arkadaşlarına bir göz atarak, “Sen gelince takımımız tamamlandı?” dedi.

“Ne takımı?”“Biz de telefonzedeleriz. Tıpkı senin gibi.” Dedi Kayli. R’leri belli belirsiz Ğ şeklinde telaffuz eden iri

mavi gözlü çok hoş bir kızdı. Mesut dün ağabeyine ait çok pahalı bir telefonu dördüncü kattan yere düşürmüştü. Aşağıda

şaklabanlıklar yapan bir arkadaşının filmini çekerken. Ağabeyinin dokunmasına bile izin vermediği aparat parçalara ayrılıvermişti. Mesut o zamandan bu yana üç kez dayak yemişti. Babası da bir ay boyunca harçlık vermeyeceğini söylemişti. Ağabeysinin öfkesi kolay dineceğe benzemiyordu. Dayak kürlerine devam edecekleri belliydi. Bütün bunları kız nasıl bilebilirdi ki?

“Nerden bildiğimizi merak ediyorsun değil mi?”Mesut başını sallayınca, iri kemikli, kısacık kahverengi saçlı olan Yuri sırıttı. “Bizler de bugünlerde bir

şekilde yakınlarımıza ait bir telefona zarar verdik. Kullanılmaz hale geldi. Çeşitli cezalar gördük.” Yuri beyaz tişörtünü sıyırınca karnında iki adet büyükçe mor iz göründü. “Babam yaptı. Sopayla. Sırtımda da rahat on tane vardır bu izlerden.”

“Hepiniz mi?”Çocuklar başlarıyla onaylayınca Mesut’un içine hoş bir duygu yayıldı. Benzer sorunu başkalarıyla

paylaşmak suçluluk duygusunu hafifletici etki yapıyordu. Mesut etrafına göz gezdirdi. Kapalı kafeteryaya baktı. Gözüne camların ardında bir masada oturan yarı şeffaf iki adam ilişince bir adım atarak arkadaşlarına iyice yaklaştı.

“Burası sandığın yer değil.” Dedi Walter. Simsiyah saçlı, beyaz tenli bir çocuktu. “Nasıl yani?”“Biz de bilmiyorduk. Senden önce geldiğimiz için yavaştan farkettik. Burası neresi?”Mesut çocuğun dalga geçtiğini sanmıyordu, ama cevap vermeden önce durakladı. “İstanbul değil mi?”Mesut başıyla olumladı.

Düş Kurucu

60 61

Page 32: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

“Ben hiç İstanbul’da bulunmadım.” Dedi Walter. “Türkçe de bilmem, ama burada toplandık. Çünkü sen düş kurucusun. Senin yerinde toplandık.”

“Yani siz neredesiniz şu anda?”“Ben Sidney”deyim.” Dedi Kayli. “Suray Bombay’da, Yuri Moskova’da, Walter’da New York’da. Hiçbirimiz

Türkçe bilmiyoruz. Ben Hintçe ve Rusça da bilmiyorum. ”“Nasıl oluyor da..?”“Biz düşlerimizde birbirimize bağlandık sanırım.” Dedi Suray. “Herkes kendi dilini konuşuyor, ama

sorun olmuyor. Düş kurucu olduğun için senin mekânında toplandık.”Mesut etrafına bakındı yine. O yarı şeffaf kimseler boş kafeteryada oturmuş sohbete devam

etmekteydiler. “Ben uykuda mıyım şu anda yani?” dedi. Hepsi birden başlarını salladılar. “Şimdi ne olacak peki?”Mesut’un bu safça sorusu herkesi sırıttırmıştı. “Biz burada senin gelmeni beklerken şu sonuca vardık.”

Dedi Suray. “Biz beşimiz de yakınlarımızın telefonlarına zarar verdik. İstemeden tabii. Bunun için çok ağır ceza gördük. Dayak gibi, hakaret gibi. Hâlâ da görmekteyiz. Buna isyan eden, haksız bulan yanımız bizi birleştirdi. Rüyamızda. Yer olarak İstanbul olması, Mesut’un düş kurucu olmasından. Yani senin sayende birbirimize bağlandık. Yoksa dünyanın başka yerinde toplanırdık şimdi.”

Mesut yakınlardan geçen camları açık kırmızı arabaya ve içinde oturmuş neşeli neşeli konuşan iki delikanlıya baktı. Ardından bakışlarını kafeteryaya çevirdi.

“Bunlarda mı?”“Onlar telefon bozucu değiller sanırım.” Dedi Suray. “Bu düş aleminde gezinenler. Kimbilir onların da

ne hikayeleri vardır.” “Şu kafeteryadakiler?” “Soğuk bir enerji alıyorum o taraftan.” Dedi Kayli. “Tekinsiz bir şeyler olmalı.”Diğerleri de aynı fikirde olmalıydılar. Kızın sözlerine kimse karşı çıkmadı. “Şimdi ne olacak peki?”Çocuklar birbirlerine baktılar. “Bir şey açık. Önümüzdeki saatlerde dayak yemeye, hakaret görmeye

devam edicez. O halde burada buluşmamızın tek bir nedeni olabilir. Buna karşı çıkmak.”Abisinin kaslı ve uzun kollarını, öfkeli bakışlarını düşünen Mesut, “Nasıl yapıcaz bunu?” diye sordu. “Benim bir fikrim var.” Dedi Walter. “Sırayla bize kötü davrananların rüyasına girip bunu yapmamalarını

telkin edeceğiz.” “Yani?”“Senin abini alalım ele.” Dedi Suray. “Kaç yaşında?”“Yirmi.” dedi Mesut. “Çok arkadaşı var mı” “Pek yok. Canı sıkılır hep. Bu yüzden de ekstra dayak yiyorum zaten.” “İyi ya işte. Önce ona rüyasında şu arabadaki neşeli gençlerle falan tanıştırırız. Beraber biraz gezerler

tozarlar. Bu onu yumuşatmazsa, o camın ardındakileri çağırırız. Korku filmi izler mi?”“Hem de nasıl.”“Buralarda daha kimbilir ne kadar tekinsiz misafir vardır. Arabalılar beceremezse diğerleri onu ikna

eder.”Mesut o iki yarı şeffaf adama bakarken sırıttığının farkında değildi. “Sizinkiler peki?”“Burada hepsi için hoş ya da kötücül şeyler bulunabilir. Gerisi onların bileceği iş. Önemli olan bu

Öykü

etkinin kesiksiz olarak, günde 24 saat yapılması. Yoksa korkarım yeterli olmaz.” Dedi Kayli.Kız haklıydı. Bunu onlar da hissediyorlardı. Sessiz kalarak biraz düşündüler. “Biz bir çeşit rüya anteni olacağız değil mi?” dedi Yuri. “Bu kadar farklı yerlerden… Bir dakika… Biz şu

anda hepimiz uykuda olabilir miyiz?”Suray ve Kayli’nin alınları kırışmıştı. Walter işi anlamış gibi eliyle bir işaret yaptı. “Saat farkları. Kayli’nin

olduğu yerde güneş New York’dakinden 15 saat falan daha erken doğuyor. İstanbul’la fark da 6-7saat olmalı. Moskova ve Bombay ile daha da fazla.”

“O zaman ne olacak?” dedi Mesut biraz düşkırıklığıyla.“Aynı anda burada olabildiğimize göre.” Dedi kayli. “Aynı anda uykuda olmamız gerekmiyor. Burası

üssümüz olacak. Gece içimizden uyuyanlar buraya gelip dediğimiz şeyleri yapabilirler. Gelmeye bile gerek yok. Düşününce o bize gelecek.”

“Benim aklım yattı buna.” Dedi Suray. “Bombay’da, New York’da, Moskova’da ve Sidney’de de buluşacağız belki bu sorun tamamen bitene kadar.”

Mesut tam arkadaşlarına bir şey söyleyeceği sırada, kendi üzerinde de mor pantolon ve beyaz tişört olduğunu keşfedince sağ eliyle pantolonun kumaşını yokladı. Bu hareket uyanma cininin hapis bulunduğu şişenin tıpasını açmıştı adeta. Kendini yatağında buluverdi. Sağına soluna baktı. Gerçek yerdi. Odasıydı. Dışarıdan abisinin sesi geliyordu. Eski telefonuyla konuşmaktaydı. Daha da kötüsü Mesut’un mesanelerindeki basınç müthişti.

Mecburen yerinden doğruldu. Üzerinde pijama olarak kullandığı uçuk mavi eşofman takımı vardı. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Hızlı koşabilmek için terliklerini giymemişti. Annesi mutfaktaydı. Küçük televizyonda dizi izleyerek iş yapıyordu. Pazar günleri babası sabah kahvaltısını lise arkadaşlarıyla yapardı. Bu nedenle evde yoktu. Mesut koşar adımlarla tuvalete gitti. Bu arada profilden gördüğü ağabeyi ona şöyle bir bakmıştı. Yüzünde önce hızla kaslarını harekete geçirecek öfkeli bir ifade belirmiş ve sonra bunun yerini daha yumuşak bağışlayıcı bakışlar almıştı.

Mesut sırtına bir yumruk inmeden tuvaletin kapısını örtebildiği için mutluydu. Hassas kulakları ağabeyini dinlemeye devam etmekteydi.

“Ulan bir rüya gördüm. Anlatsam apışır kalırsın. Tam bizim sokağın oradaydı. İki kişi ile tanıştım. Acaipler valla. Sahi gibiydi. Tamam öğleden sonra görüştüğümüzde anlatırım.”

Mesut minnettarca tebessüm etti. Takım olarak iyi bir iş çıkarmışlardı. Ağabeyinin yarı saydam varlıklarla haşır neşir olmasına gerek kalmayacaktı inşallah.

2010 Amsterdam

Öykü: Sadık YEMNİ İllüstratör: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Öykü

62 63

Page 33: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Çözücü

Pera bölgesinde dört kilometrekarelik bir alana sıkışıp kalmış yirmi altı kişi, bir gece sabaha karşı yeni realiteyle burun buruna geldiler. Eşleri, dostları, düşmanları, akrabaları sınırötesi realitesi denen bilinmezde kalmışlardı. Tıpkı mazileri gibi. 

Bu yeni cennette her biri bambaşka kişiliklere bürünecek, sevgiyi ve dostluğu yeniden keşfedecekti. Yalnızca kendilerine ait olan bu yaşam alanında eski dünyadan hatırladıkları tüm endişe ve korkulardan arınmışlardı. Hepsi de mükemmel aşkın doruklarında geziyorlardı. Ama yine de içlerini kemiren merak duygusuyla bugüne kadar sahip oldukları her şeyi yutan o sınırı geçmenin yollarını arayacaklardı.  Yer yer sürükleyici bir polisiyeye dönüşen Çözücü, Sadık Yemni’nin kıvrak diliyle gerçekliğin sınırlarını yırtıp atan bir yapıt.

Everest Yayınları - 2003

Kubbenin Altında  119 Karayolunun aşağısında, Chesters Mill’de kıyamet kopmak üzere... Güzel, güneşli bir günde küçük kasabanın dünyayla olan bütün bağlantısı görünmez bir güç tarafından kesilir. Uçaklar görünmez bir kalkana çarpar, şiddetli bir yağmur önüne geleni yıkıp yerle bir eder. Kubbe yavaş yavaş alçalırken bahçevanın eli kopar. Arabalar infilak eder. Aileler birbirinden kaçar, herkes panik içindedir. Hiç kimse bu kalkanın nedenini, neden, ne zaman geldiğini ve ne zaman ortadan kalkacağını bilemez. Bir Irak savaşı gazisi ve acımasız bir politikacı Kubbenin altındaki gücü ele geçirmeye kararlıdır, ama onların asıl düşmanı Kubbedir, çünkü zaman gittikçe azalmaktadır.

Altın Kitaplar - 2011

Son sözü baştan söylemeli. Stephen King’in Kubbe’nin Altında adlı 1024 sayfalı kitabını okuyunca ünlü

Sadık Yemni’nin ‘Çözücü’sü ve Stephen King’in ‘Kubbe’nin Altında’sına birlikte bakış.

Kitapİnceleme

yazarın yıllar önce benim Çözücü adlı eserimi okuyup çok etkilendiğini düşündüm. Fantezi bu haliyle, ama bana çok hoş bir duygu verdi.

Stephen King, ünlü Bilimkurgu ve Fantezi serisi olan The Outerlimits’i çok beğendiğini söylemişti bir söyleşisinde. Ben de 7 sezonluk diziyi defalarca izlemişimdir. Bu dizinin bölümlerinden birinde bir kentin nezih bir mahallesi birden etrafı geçilemez bir sınırla çevrilir. Bütün komünikasyon araçları devre dışı kalmıştır. Mahalleli ne olduğunu araştırırken aslında uzaylılar tarafından dünya denen gezegenden incelenmek üzere koparılıp alınmış bir numune olduklarını ve ışık yılları uzakta başka bir dünyaya ait bir laboratuvarda bulunduklarını bulgularlar. Nefes alabilmeleri için bir miktar gökyüzü de ambalaja dahil edilmiştir. Episodun adı: Feasibility Study – Fizibilite Çalışması. Yayın tarihi: 11 temmuz 1997.

Ne diyorsunuz?Bu kadarı bile bir ilham fişeği ateşlemeye yeter değil mi? Sonra da her zeka kendi hayal tarlasını sürer. Biraz Çözücü’yü hatırlayalım: Bazıları yabancı turist olan 26 kişi İstanbul-Pera’da bir sabah uyandıklarını

kendilerini yapayalnız bulurlar. Diğer herkes yokolmuştur. Üstlerinde şeffaf ve aşılamaz bir kubbe vardır. Dışarıya çıkılamamakta ve hiçbir şey içeriye girememektedir. Bu 26 kişi hayatta kalmaya gayret ederlerken olan biteni de kavramaya çalışırlar. diğe insanlara ne olmuştur? Bu kubbeyi kim koymuştur üstlerine? Hangi cins bir teknoloji eseridir? Dış dünyayla ilişkileri sıfırlanmıştır. Televizyon, radyo, internet, telsiz yayınları kesiktir. Aralarında acımasız kimseler vardır. Bunlar maddi kazanç ve intikam saikiyle cinayet işlemeye hazırlanmaktadır. Ve bu arada zaman gittikçe azalmaktadır.

Çok ilginç değil mi? Daha da ilginci bu iki kitap hakkında yazanların ortak çizgilere epeyce fazla temas etmeleri. Bunlardan biri çok karakterin mevcudiyeti meselesi:

Bu romanın farklı bir yönü de baskın bir başkaraktere sahip olmaması. Bir kasaba yaratan King’in karakter yoğunluğunun ne boyutta olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bu yüzden olsa gerek romanın başında bir karakter listesi de sunuluyor. Bir başkarakter değilse bile öne çıkan bir isim bulmaya çalışacak olursak bu sefer de bu karakterin kötü kişi –Jim Rennie- olması yüksek ihtimal. Romanın başından sonuna kadar okuru –muhtemelen- çileden çıkaran Koca Jim, King’in kötü niyetli olduğu kadar en kurnaz karakterlerinden biri. İyi tarafa bakacak olursak da karşımıza emekli bir subay olan –Irak görmüş bir subay- Dale Barbara çıkıyor.

Romanda karakter sayısı fazla olduğu için bir olayın farklı kişilerde yarattığı sonuçlar eşzamanlı bölümlerle anlatılıyor. Özellikle yaklaşık ilk iki yüz sayfa boyunca durum böyle. Bu şekilde kasabanın tümüne yavaş yavaş hakim olan o koyu sis tabakasının etkisini daha iyi anlayabiliyoruz, tabii ki karakterlerin travmalarını da. Stephen King “Kubbenin Altında” ne yarattı?

Serdar Yıldız – olumsuzoykuler.com

Kitabın içinde benim de bir karakter listem var. Kendi elyazımla üstelik. Ve dahası; final bir aşağı bir yukarı ikimizin kitabında da aynı. Okuyanlar şaşıracaklar. Bana zaman zaman Türkiye’nin Stephen King’i diyenler çıkar. Under The Dome’den sonra bunu daha sık

duyacağım sanırım.

NOT: Merak edenler Onur Baştürk’ün 15.07.2013 tarihli yazısını da okusunlar lütfen. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23725913.asp

Kitapİnceleme

64 65

Page 34: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Yazan ve Çizen: Hakan TACAL

66 67

Page 35: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

68 69

Page 36: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Selamlar sevgili Gölge e-Dergi takipçileri. Dergideki 2. Anime-Manga incelemem için yine oldukça farklı, gerilim verici ve komplike olay örgüsüyle de düşündürücü, Zaman zaman da dram ve trajedi dozunu tattıran bir seri seçtim. ‘’Monster’’ 1994 senesinde Naoki Urasawa tarafından mangası çizildi ve 108 cilt yayınlandı. Psikolojik-Gerilim-Gizem-Dram türündeki manga 2002 yılındaysa 74 bölümlük bir animeye uyarlandı. Bu inceleme de daha çok anime odaklı olacaktır. Çoğunuzun tahmin edebileceği gibi mangalar, genellikle uyarlama animelerine göre bariz şekilde daha detaylı ve derin diyaloglara sahiptir. Burada her zaman değil de ‘’genellikle’’ dememin sebebiniyse Monster izleyenler kesinlikle anlayacaklardır. Zaman zaman Urasawa’nın diğer eserlerinde de olduğu gibi komplike olay ögrüsü kafanızı epey meşgul ederken bir yandan da kendinizi epik bir anlatım ve göndermelerin içinde bulacaksınız. Neyse konuyu daha fazla uzatmadan bir an önce seriye geçelim.

‘’Denizin kıyısında dikilip durdu. Sonra on boynuzlu...

Yedi başlı bir canavarın denizden çıktığını gördüm.Boynuzlarının üzerinde on taç vardı, başlarınınÜzerinde küfür niteliğinde adlar yazılıydı.İnsanlar canavara yetki veren ejderhaya taptılar.Canavar gibisi var mıOnunla kim savaşabilir?Diyerek canavara da taptılar.Yuhanna’nın Vahiyleri 13:1-4

İşte serimiz, bu alıntıyla başlıyor. Burada yapılan ‘’canavar’’ göndermesi ve o canavarın tasvirlerinde tam olarak ne denmek istediğini seri ilerledikçe taşları yerine oturtarak anlıyorsunuz. Serinin konusuna gelecek olursak: Baş karakterimiz Kenzo Tenma, Almanya’daki bir özel hastanede çalışan geleceği oldukça parlak bir beyin cerrahıdır. Mesleğine ve bir sağlıkçı olarak ideallerine sonuna kadar bağlı biridir. Hipokrat yeminine sadık ve hastalarının hayatlarına konumları ne olursa olsun inanılmaz derecede değer veren biridir. Hastanedeki konumuysa diğer birçok meslektaşını kıskandıracak düzeydedir. Yaptığı hastaneye

Monster (Anime İncelemesi)

AnimeMangaİncelemesi

‘’kar’’ getirecek araştırmalarıyla müdürün gözdesi olmuştur. Aynı şekilde de müdürün kızıyla nişanlıdır. Fakat bir gün hastaneye 2 ağır vaka getirilir. Biri inşaat kazası geçirmiş bir Türk işçi diğeri de hastaneye ve özellikle de Tenma’nın araştırmalarına hatırı sayılır miktarda maddi yardımda bulunan bölge valisinin yakın bir akrabasıdır. Türk işçi, hastaneye daha önce getirilmiş ve durumu daha ağır olmasına rağmen Tenma, kendisinin fikri alınmadan diğer hastanın ameliyatına alınmıştır. Ameliyatlar sorundaysa vali akrabasının hayatı kurtulmuş fakat Türk işçi, ölmüştür. Tenma, hastane koridorlarında işçinin eşi ve çocuğunun acı dolu ağlayışlarını duyduğunda vicdanen yaralanmış ve hayatında ilk kez böyle büyük bir pişmanlık hissetmiştir. O gün bir daha hastalarının konumuna göre seçilmesine izin verilmeyeceğine yemin eder. Müdürün sanki hiçbir hasta kaybedilmemiş gibi Tenma’yı tebrik edişi ve nişanlısının söylediği ‘’umarım herkesin hayatı eşittir saçmalığına inanmıyorsundur’’ sözleri de karakterimizi çileden çıkartmıştır. Bir süre sonra yine aynı anda 2 hasta getirilir. Biri durumu pek de ağır olmayan zengin ve yaşlı bir müzisyen diğeriyse ikiz kız kardeşi tarafından kafasından silahla vurulmuş 12 yaşında bir erkek çocuktur. Tenma, hiç düşünmeden çocuğun ameliyatına girmiş ve hayatını kurtarmıştır. Buna karşılık olarak beklendiğinden daha da acımasız şekilde müdür tarafından bütün araştırmaları elinden alınmış, hastanede sıradan bir pratisyen olması sağlanmıştır. Nişanlısı da aynı şekilde onun yanlış şeyleri seçen bir ‘’aptal’’ olduğunu düşünerek ilişkisini bitirmiştir. Tenma’ysa oldukça öfkelenmiştir. Hayatını kurtardığı çocuğun odasındadır. Çocuk ne kadar komada olsa da derdini ona anlatmaktadır. Ona kararlarından pişmanlık duymadığını ve seçiminin doğru olduğunu söyler. Ardından da öfkesine yenik düşerek onun işlerini elinden alan diğer meslektaşları ve nişanlısı için ‘’keşke hepsi de ölseydi’’ gibi bir cümle kurar. Bu hayatının hatası olacaktır.

NOT: Bu kısımdan sonrası küçük de olsa birkaç spoliler içermektedir

Ardından hastane müdürü de dahil Tenma’nın kariyerinin mahvedilmesinden sorumlu birkaç meslektaşı da bir gece içinde şaibeli şekilde ölü bulunurlar. Ölüm nedeniyse zehirlenmedir. Aradan geçen zaman boyunca Tenma, yeniden eski konumuna döner. Tabii ki bu da onu o ölümlerin baş şüphelisi haline getirir. Özellikle de seneler önceki bu ölümleri araştıran dedektif Lunge, takıntı derecesinde Tenma’dan şüphelenmektir. Bir süre sonraysa yıllar önce hayatını kurtardığı o 12 yaşındaki çocuk ortaya çıkar. Kendini Johan Liebert olarak tanıtır.

Johan Liebert Önceki cinayetlerin sorumlusu olduğunu Tenma’ya itiraf eder. Ardından da hastanedeki bir hastayı

da öldürür. Öldürdüğü hastaysa daha önce suç işlemiş bir akıl hastasıdır. Ölmeden önce Tenma’ya bir ‘’canavar’’ tarafından görevlendirildiğini söylemiştir.

Tenma, kimsenin ona inanmayacağının farkına varmış bir şekilde hem adını aklamak hem de Johan’dan intikam almak daha doğrusu hayata döndürüğü canavar’ı durdurmak için önce eski bir savaş suçlusundan sıkı bir eğitim alır ve yollara düşer. Johan, her gittiği yerde katliamlara sebep olmaktadır. Onunla karşılaşmış ve hayatta kalmış kişiler onun bir canavar, kötülüğün kendisi hatta şeytan olduğunu söylemektedir. Tenma’ysa bunlara anlam veremeden yoluna devam edecektir. Tenma, bir süre sonra Neo-

AnimeMangaİncelemesi

70 71

Page 37: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Nazi örgütleri tarafından yakılmak istenen bir Türk mahallesinde yine oradaki insanların hayatını kurtarmak için uğraşırken peşinde olduğu canavar hakkında da yeni gerçekler öğrenecektir. Neo-Nazi’lerin tapınma derecesine itaat ettiği ve hayranlık duyduğu biri hakkında söylentiler duyacaktır. Ayrıca yolda karşılaştığı her yardımına muhtaç kişiye tıbbi yardım da bulunacak, Türk, Vietnamlı ve eski Çekoslavakya’lı göçmenleri faşist çetelerden koruyacaktır. Ardından Tenma, Johan’ı ararken ele geçirdiği her ipucu onu yıllar önce Batı Almanya’da kurulmuş ve çocuklar üzerinde sadistçe psikolojik deneyler yapılan Kinderheim511 isimli eski bir yetimhaneye yönlendirecektir. Çıkan bir isyan sonucu, önce hastaların birbirlerini katlettiği ve sonra da deliliğin salgın gibi yayılması sonucu doktor ve bakıcıların da birbirlerini öldürdüğü bir yer. Yine anlatılanlara göre olayları 8 yaşında bir çocuk başlatmış ve bu katliamı oturduğu yerden zevkle izlemiştir.

Tenma, bunları araştırdıkça gizli nazi deneyleri, yeni führer yaratma projeleri ve 2.dünya savaşı sonrası soğuk savaşın insanları nasıl etkilediğini. Tüm bunların Johan ile olan bağlantısını da korkunç ve trajedi dolu gerçeklerle öğrenecektir.

‘’Karşılaşmış olan herkesin cehennemden fırlamış bir iblis gibi dehşet verici bir ifadeyle tarif ettiği bu canavar en fazla ne olabilir’’ sorusu Tenma’nın olduğu kadar sizin de uzun süre aklınızı kurcalayacaktır.

Diğer bir önemli karakterimizse Nina isimli bir genç kızdır. 12 yaşındayken yaşadığı travmatik bir olay sonucu hafızasını kaybetmiş ve iyi kalpli üvey ailesiyle birlikte yaşayan zeki ve başarılı bir öğrencidir. Geçmişini hatırlamamakta ve gerçek adını bile bilmemektedir. Bu günlere kadar pek de bunun için sebebi olmamıştır. Fakat üvey ailesinin bir gün korkunç şekilde öldürülmesiyle işler değişecektir. Nina kısa süre sonra çocukluğunun bir dönemini hatırlayacaktır. İkiz kardeşinin yıllar önce başka bir üvey ailelerini öldürüşünü ve olayın ardından onu kafasından vurmak zorunda kaldığı günü ve hatta kardeşinin nereye nişan almasını bile söylediği bir sahneyi.

Nina da kısa süre sonra kendi araştırmasına ve intikam planına koyulacaktır. Onun bulduğu bağlantılar onu Johan’a ve eski korkunç sırlara yaklaştırırken kendi geçmişini de aydınlatacaktır. Nina, daha sonra araştırması sırasında bir kütüphanede ‘’İsimsiz Canavar’’ adlı masal kitabına denk gelecek ve bu kitapta anlatılan hikaye, o ve ikiz kardeşinin korkunç geçmişlerinden bir patlama gibi uzun süre kabuslarından çıkmayacaktır.

(Burada masalın tamamını da aktarmak istiyorum)çok uzun zaman önce uzaklarda bir ülkede,isimsiz bir canavar varmış.

AnimeMangaİncelemesi

canavar çaresizce bir isim istiyormuş.ve günün birinde canavar bir isim bulmak için yolculuğa çıkmaya karar vermiş.ama dünya çok büyük olduğu için bu yolculuğa ikiye bölünerek çıkmak istemiş.bir tanesi batıya giderken diğeri doğuya yol almış.doğu tarafına giden canavar kasabanın birine ulaşmış.

kasabanın girişinde kasabanın demircisini görmüş.“demirci bey, bana lütfen ismini ver” demiş canavar.“ismini öyle kolayca veremezsin” diye cevaplamış demirci.“eğer ismini bana verirsen, senin içine girip sana güç vereceğim.”“gerçekten mi? eğer beni güçlü yaparsan, sana ismimi verebilirim.”canavar kasabanın demircisinin içine girmiş.sonunda canavar, demirci “otto” olmuşdemirci otto zaman içinde kasabanın en güçlüsü haline gelmiş.ama bir gün ağzından şu kelimeler dökülmüş,“bana bakın. bana bakın. içimdeki canavar ne kadar büyüdü.”ham hum! ham hum! şapır şupur! gulp!aç canavar demirci otto’yu içten dışa yemiş.ve yine isimsiz bir canavar haline gelmiş.kasabanın ayakkabacısı hans’ın içine girdiğinde bile…ham hum! ham hum! şapır şupur! gulp!ve yine isimsiz bir canavar haline gelmiş.kasabanın avcısı thomasın içine girdikten sonra...ham hum! ham hum! şapır şupur! gulp!ve yine isimsiz bir canavar haline gelmiş.

canavar yeni bir isim bulma umudu ile gezinirken güzel bir şato görmüş.bu şatoda, hasta bir çocuk varmış.“bana ismini verirsen, sana gücümü veririm.”“eğer bu hastalığı iyileştirip bana gücünü verirsen, sana ismimi veririm.”canavar çocuğun içine girmiş.ve çocuk iyileşmiş.kral çok sevinmiş! “prens iyileşti! prens iyileşti!”canavar çocuğun ismini çok beğenmiş.aynı zamanda şato da yaşamayıda çok sevmiş.ne kadar acıksa da, bu açlığa dayanmış.her gün karnı guruldamış ama yine de dayanmış.fakat, günün birinde pes etmiş ve şöyle demiş,““bana bakın. bana bakın. içimdeki canavar ne kadar büyüdü.”çocuk kralı ve hatta yardımcılarını bile yemişham hum! ham hum! şapır şupur! gulp!

AnimeMangaİncelemesi

72 73

Page 38: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

yine etrafta kimse kalmayınca, çocuk yollara düşmüş.günlerce yürümüş, yürümüş.

günlerden bir gün, çocuk, batı ya seyahat eden diğer canavarla kaşılaşmış.“artık bir ismim var. çokta güzel bir isim.”batıya giden canavar şöyle cevaplamış,“benim isme ihtiyacım yok. böylede çok mutluyum.”şunu kabullenmeliyiz “biz isimsiz canavarlarız”.çocuk batıya giden canavarı tek lokmada yutmuş.

ve canavarın sonunda bir ismi varmış,fakat onu bu isimle çağıracak kimsesi kalmamış.johan ne güzel de bir isimmiş.Bu masal, benim için seriyi anime olarak takip etme nedenlerinden biridir. Masalı orjinal Japonca

dublajında Nina’nın sesiyle okunurken dinlemek izleyicide bir acıma, duygusallık ve ürperme duygularını aynı anda hissettirebiliyor.

Seriye dönersek bu masalın olaylarla ne gibi bir ilgilisi vardır. Masalın yazarı kimdir ve bunu yazmasının herhangi bir masaldan farklı bir amacı mı vardır? Bunları karakterlerle birlikte sizin de uzun süre aklınızı meşgul edebiliyor.

74 Bölüm boyunca cevapları bulabildiğinize pek de sevinemiyor hatta duygusal ve çabuk etkilenen bir seyirciyseniz onlarla birlikte olayların her açığa çıkışında ürperebiliyorsunuz.

Seride spolier konusunda aşırıya kaçmamak için bahsetmediğin epey yan karakter de var. Fakat yan karakter dememe bakmayın. Urasawa’nın diğer serilerindeki gibi her bir karakterin ayrı ayrı hayat hikayeleri, geçmişleri ve farklı kişilikleri var. Özellikle Monster için düşünüldüğünde serideki en silik karakter için bile bir ana hikaye yazılabilir. Aynı şekilde seri boyunca daha birçok göndermeye ve pek de bilinmeyen bazı küçük çaplı tarihi olay anlatımlarını görüyorsunuz. Özellikle de bir hikaye var ki Alman-Fransız sınırındaki bir kasabanın nasıl 4 içinde kasaba halkının toplu cinnet geçirerek yok olduğunu anlatan gerçek bir hikaye. Tam anlamıyla dehşete düşürüyor insanı Seri boyunca epey bu tarz alt hikaye ve göndermeler görüyorsunuz. Fakat tavsiye niteliğindeki bir incelemede bu kadarını anlatmanın yettiğini ve aşırıya kaçmamam gerektiğini düşünüyorum.

Biraz da serideki teknik detaylara gelecek olursak bilen bilir. Madhouse şirketi imzalı bir animeden beklendiği gibi gayet üzerinde çalışılmış ve zamanına göre bile canlı çizimlere sahip. Birçok uyarlama animede olduğu gibi mangasına göre eksiltilen, kesilen yerler yok. Zaten 74 bölüm de mangadaki hikayenin tamamını almak için gayet yeterli olmuş olmalı. Serinin mangasını da bitirmiş olan birçok kişi animenin yer yer daha karamsar bir havada gittiğini ve animedeki bazı ayrıntıların (yapılan göndermeler, alt hikayeler v.s) mangada bu kadar yer almadığını söyler. Zaten animenin açılış müziği de sizi epey bir karamsarlık ve gerilim havasına daha izlemeye başlamadan sokmakadır.

Önceki incelememde de belirttiğim gibi ben çizim ayrıntılarına pek dikkat etmem. Ama serinin animesi için de mangası için de pek olumsuz eleştiri duymadım. Zaten yapıldıkları yılları da göz önünde bulundurulduğunda bir görsel şölen beklemek pek de mantıklı olmaz. Burada bu tarz estetik detaylara önem veren arkadaşlar için anime ve mangadan bazı görseller paylaşacağım.

AnimeMangaİncelemesi

Dr Kenzo Tenma

Dedektif Lunge

Johan & Nina

AnimeMangaİncelemesi

74 75

Page 39: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Gördüğünüz gibi çizildiği ve yayınlandığı zamanı da düşündüğümüzde serinin mangası da animesi de estetik açıdan gayet tatmin edici bir boyutta.

Bu incelemenin de sonuna geldik. Bitirmeden eklemek istediğim birkaç şeyi de ekleyeyim. Bu ay için bunu incelemeye karar verip, yazıya başladığımda bazı arkadaşlar, serinin fazla derin bir hikaye olmasından dolayı ve izleyeli uzun zaman geçtiği için yanlış bir seçim olduğunu söylediler. Ben de silip, seri değiştirmeyi düşündüm. Sonra 2. bir karardan dönmeyle tekrar Monster incelemesine başladım. Fakat serinin spoliler vermeden anlatılamayacak kadar komplike olduğu konusunda da haklılardı. Bu nedenle bazı kısımları atlamak zorunda kaldım. Burada anlattıklarım da çok önemli spolilerler olmamakla birlikte seriye ısınmanızı sağlayacaklarını düşündüklerimdi. Seriyi izlememden bu yana uzun zaman geçmiş olmasından dolayı bazı ufak hatalar yapmış da olabilirim. Şimdiden özür dilerim bu tarz hatalar için.

Finale gelirsek ; eğer kuru aksiyondan, eğlenceli fakat bir hikayeye bile sahip olmayan çerezlik serilerden sıkıldıysanız ve epey kafa yoracak, teori üretecek , duygulanacak ve zaman zaman da gerçek ve ilginç hikayelerden dinletecek bir seri arıyorsanız bir an önce Monster izlemeye veya okumaya başlayın derim. Animesinin Türkçe altyazıları vardır ve kolaylıkla bulunabilmektedir. Şimdiden iyi seyirler veya iyi okumalar dileyerek yazıyı sonlandırıyorum. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere.

Aslan Kızılçay

AnimeMangaİncelemesi

Öykü

(Not: İhsan Oktay Anar’ın “Amat” isimli romanında, ölümsüzlükle ilgili anlatılan bir hikâyeden ilham alınarak yazıldı.)

Sultan Hamid devrinin Edirne’sinde Menzilahır mevkiinde meskûn Romanlara mensup Davulcu

Bekir’in oğulları Abdo ile Süleyman adlı iki kardeş yaşarmış. Bunlar ellerindeki tek beygirin çektiği bir talikayla tüm gün şehri gezer, yük ve eşya taşıyarak geçimlerini sağlarlar, arada da Karaağaç semtinden Abalar Başı’na avamdan kimseleri getirip götürmek için faytonculuk ederlermiş. Yolları ezkaza Rumlarla Bulgarların mahallesine düşerse onlara laf atan kaldırım kurtlarına bıçak çekip dayılanmaktan da eksik kalmazlarmış. Edirne’nin gecelerinde caka satan, Karaağaç kuytularında kumar oynamaya giden külhani kısmıyla, evlere giren hırsız taifesiyle yüz göz olurlar ancak bunların çağrılarına kulak asmazlar, günlük kazanıp günlük yer içerler, şarabı eğlenceyi hayatlarından eksik etmezlermiş. Kavgası cümbüşü eksik olmayan Menzilahır mahallesine, taş yollar üzerinden takır takır seslerle toprak yollarla çevrili mahalleye girerler, çoluk çocuk sesleri, çalgı nağmeleri arasında oturdukları talikada oynaya oynaya tek göz ahırlarına girip çıkarlar, kimseye el açıp minnet etmeden yaşayıp giderlermiş.

Bir gün ahıra her nasılsa öyle bir halde gelmişler ki kapısını bağlamayı dahi unutup kapıya çakılı nazarlığı dahi düşürmüş. Şayet kafaları o denli dumanlı olmasa ziyadesiyle batıl inançlı bu insanlar kapıyı sıkıca bağlayıp atadan dededen nazardan, büyüden koruyucu tekerlemelerini okumayı ihmal etmez, nazarlığı da kapıya geri asarlarmış ki kendilerine ve hayvanlarına dışarıdan, öte âlemlerden gelebilecek kötülükler dokunamasın. Ancak Karaağaçlı Meyhaneci Apostol’un ta Kostantiniyye’den getirttiği afyonlu şarabı fazla kaçırınca talikayı güç bela zapt ederek sallana sallana ahırlarına gelip samandan yatakları üzerinde sızıp kaldıklarından ne kapıya ne nazarlığa dikkat edebilmişler. İşte tüm bunlardan ötürü her türlü fenalığa teşne bir halde sızıp kalmışlar. O muhitin mütevazı kabristanında, Cumartesi günleri haricinde mezarından çıkarak denk getirdiği bebeklerin ciğerini, hayvan kısmının kanını içen gözü kanlı cazu taifesinden bir heyula, yatsı ezanı okunup cinlerin vakti ilan edilince ceset başına üşüşür gulyabanileri kaçırtıp mezarından çıkmış. Kapkara dilini çürümüş sivri dişleri üzerinde dolaştırıp ateş kızılı gözleriyle evlerin ve ahırların kapılarını yoklayarak, çarpık çurpuk kolları ve ayaklarıyla toprak yollar üzerinde yılan misali sürüne sürüne ilerliyor, her kapı önünde ve pencerelerde nazarlıkları, sarımsakları, acayip yazılı tılsımları gördükçe tıslayarak başka bir tarafa seğirtiyormuş.

Burnuna çarpan insan ve hayvan kokularından iştaha gelerek korkunç hırıltılarla, tıslamalarla kâh sürünerek kâh çarpık ayakları üzerinde iki yana sallana sallana yürüyen cazu, kapısı bağlanmamış ve de nazarlığı düşmüş bir ahıra denk gelince büyük bir iştahla içeriye girmiş. Ahırdaki atın huysuzlanmasına, deli gibi tepinmesine karşın ipini çözerek sırtına atlayarak ahırdan dışarıya çıkarmış. Sabaha kadar hayvana eziyet edip sokaklarda koşturmuş, kanını içerek perişan etmiş. Sabah ezanı okunurken de atı ahıra geri bırakıp sallana sallana kabrine geri dönmüş. Gün doğup horozlar öttüğünde, uyanıp da atlarının perişan halini gören Abdo ile Süleyman yorgun halinden ve kan ter içinde kalmasından, boynundaki tuhaf yaralardan korkup, atı mahallenin öbür ucunda izbe bir kulübede yaşayan Kurşuncu Fati’ye götürmüşler. Fati Kadın, atı görür görmez bir cazunun musallat olduğunu anlamış. Cazunun at ölene dek Cumartesi günleri haricinde her gece gelerek kanını emeceğini söyleyerek kapılarını sıkıca örtüp, nazarlık asıp atı da sıkıca bağlayarak zapt etmeleri gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine Abdo ile Süleyman ahırlarına döner dönmez atı ahırın

Kabir Kaçgını Beygir

76 77

Page 40: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

üstüne yapıldığı kadim taş binadan kalma temellere zincirledikten sonra kapılarına yeniden nazarlık ve sarımsak asmışlar. Cazu gelince tedbir olsun diye odun kesmeye yarar nacaklarını Tenekeci Tıbı’ya götürüp keskinleştirdikten sonra geceyi beklemeye koyulmuşlar.

Gün geceye dönüp yatsı okunduğu vakit Abdo ile Süleyman oldukları yerde sızdığında, kabrinden çıkıp gelen cazu bir kere tadını alarak musallat olduğu atın tepesine çıkmak için yine sürüne sürüne ahırın önüne gelmiş. Kapıyı bağlı, tılsımları da asılı görünce ahırın duvarlarına vurarak içeriye girmeye çalışmış. Korkuyla yerlerinden sıçrayan Abdo ile Süleyman oldukları yere sinmiş, arada bir pencereye yapışıp kara tırnaklarını cama sürten kızıl gözlü cazudan korkularından ne yapacaklarını şaşırmışlar. Cazunun geldiğini hisseden at olduğu yerde toynaklarıyla yeri eşeleyerek deli gibi kişnemeye başlamış. Cazu içeriye giremeyince atı dışarıya çağırmış tıpkı önceki kurbanlarına yaptığı gibi. At muazzam bir güçle zincirlerinden kurtularak ahırın kapısını yıkarak dışarıya fırlar fırlamaz cazu atın tepesine binerek boynunu dişlemeye başlamış. Abdo ile Süleyman can havliyle ne yapacaklarını pek de bilemeden dörtnala koşturan beygirin peşine düşmüşler. En son cazu zaten kendine hayrı olmayan beygirin tüm kanını çektiğinde beygir olduğu yere yığılıp kalmış. Cazu beygirden akan son birkaç damla kanı yalamanın derdine düşmüşken Süleyman hırsla arkasından yetişip: “Abe emdin kuruttun beygiri kuruttun!” diye baltayı cazunun kafasına indirivermiş. Cazu kafasından akan siyah kanlarla beygirin üstüne yığılıp hayvanın kafası bu kanlarla simsiyaha dönerken, Abdo yol yordam bilir diye mahalleden aşağıya inerek rica minnet Sen Jorj Kilisesi’nin Bulgar papazını çağırmış. Cazu kendi taraflarına da iner diye korkan papaz, Edirne Bulgar cemaatinden bazı gençleri de ardına takıp atın tepesinde ölüp kalmış cazunun cenazesinin yanına gelmişler. Süleyman’ın balta darbesiyle böyle ölüp kalmasına bir anlam verememişlerse de adettendir diye cazunun kalbini çıkarıp kalbinden bir kavşak kenarına göbeğinden kazıklayarak gömüp ağzına sarımsak doldurdukları kafasını kesip başka bir tarafa gömmüşler.

Beygirlerinin kaybıyla muazzep Abdo ile Süleyman, artık işe yaramaz diye atı kimsecikler görmeden büyük ve geniş bir çadır bezine sardıktan sonra ertesi gün geç vakitte gizli gizli kaçak kesim yapan beygir kasaplarına götürüp satmayı düşünmüşler. Bu yerlerde hayvan namına her türlü şey kesildiğinden bir günlük ölmüş bir beygirin bile etinin kesilip paragöz bir kasaba satılması işten bile değilmiş. Ertesi gün akşama doğru ancak kendilerine gelip çadır bezinin bir ucuna yapışarak ölü beygirlerini kaçak beygir kasaplarından birine götürmüşler. O günkü şarap paralarını ve kayıntılarını çıkartacak bir miktarda anlaştıktan sonra hayvanın leşini kasabın önüne bırakmışlar. Kasap kokmuş hayvan leşlerini kesmeye alıştığından zerre iğrenme emaresi göstermeden sanki hayır bir iş yapıyormuş gibi besmeleyle bıçağını çektiğinde hayvan olduğu yerde debelenmeye başlamış. Kasap, Abdo ve Süleyman’ın şaşkın bakışları arasında kızıl gözleriyle cana gelen, sivri dişlerini göstere göstere kişneyen at kasabı çifteyle yere yıkınca kasap bir yana Abdo ile Süleyman başka yöne doğru kaçmışlar.. Az buçuk gavur, Müslüm dualarıyla ahıra geri dönen Abdo ile Süleyman, yaptıkları iş ortaya çıkar diye kimseye bahsetmemeye ant içmişler. Ancak at peşlerini bırakmamış. Çünkü kafası yarılan cazunun kanları ağzına dökülünce cazu gibi hortladığından bir hortlak misal en önce yakınlarına musallat olmuş. Onların ardından ahırın kapısına dayanan beygir, toynaklarını duvarlara vura vura, pencereden sivri dişlerini gösterip korkunç seslerle kişneye kişneye Abdo ile Süleyman’ı derin korkulara gark etmiş.

En son Süleyman’ın aklına bir çare gelmiş. Hem de öyle bir çare ki insan öyle bir durumda neyi nasıl akıl ettiğine şaşarmış. Süleyman: “Abe Abdo ne üldürelim bunu? Yakalayıp zapt edelim, ortlayan beygir diye er yerde anlatırız! Erkezler panayır gibi gürmeye gelir, sipali verirler. Paşalar gibi zengin uluruz beya!” deyince onun da aklına yatmış. Üzerine sarımsak koçanları bağladıkları bir cins kemendi hazır ettikten sonra

Öykü

78 79

Page 41: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

ahırın kapısını açıp beygiri içeriye çağırmışlar. Kana susamış hortlak beygir korkunç kişnemelerle ahıra girer girmez sarımsaklı kemendi beygirin boynundan geçirdikten sonra karışık dualarla, sarımsak sürdükleri zincirlere dolayarak yine duvara zincirlemişler, ancak bu kez dualı zincir ve iplerle bağlandığından duvardan koparmaya gücü yetmemiş. Camdan pencereden bedava seyreden olur diye çadır bezleriyle ahırın camını kapatıp sabahı beklemeye başlamışlar.

Ertesi gün mahalleye ahırlarında ölümden dönmüş, kimsenin görüp işitmediği tuhaf bir beygir bulunduğunu söyleyince ilk önce kimse sözlerine inanmayarak milletten para cukkalamak için uydurabileceklerini düşünmüşler. Ancak merakına yenik düşen Malu isimli bir kadın, siyah toynaklı, korkunç görünüşlü, sivri dişlerini göstere göstere korkunç seslerle kişneyen ateş kızılı gözlü hortlak beygiri görüp tüm mahallenin dedikoducularına yayınca hortlak beygiri görmek isteyenler evin önünde kuyruk olup Abdo ile Süleyman’a miktarı ölçülemez paralar kazandırmışlar. Hortlak beygirin namı cümle Rumeli’ye ve İstanbul’a dek uzanmış, başka başka semtlerden paşalar, beyzadeler, erkekliğini sınamak isteyen kabadayılar, melankoliden avurtları çökmüş feylesoflar, parası ve zamanı bol bir nice amelsiz kimseler Menzilahırı’ndaki o ahıra gelerek hortlak beygiri görmek istemişler. Osmanlı gazeteleri mevzuyu yazmak istemiş ancak padişahtan ziyade padişahçı sansür kurulunda bulunan bir paşa: “Kalabalığın resmini gösterip memlekette kıtlık var derler, padişahımıza halel getirmek için kullanırlar!” diye haber yapılmasını yasaklamış. Kapitülasyon marifetiyle yasağı delebilen ecnebi gazetecilerden birkaçı da fotoğraflarda bulutlu gibi görünen bu hortlak beygirin hikâyesini Frenk neşriyatında meşhur etmişler.

Günün birinde Frenk illerinden bir mektup gelmiş Abdo ile Süleyman’a. Tahmis Meydanı’na inerek arzühalci Avram Efendi’ye mektubu okuttuklarında bir Frenk soylusunun gelerek atı istedikleri miktarı belirterek satın almak istediği yazıyormuş. Avram Efendi’ye, cevaben bir mektup yazdırarak yüklü bir paraya beygiri satabileceklerini ve ahırın adresini cimine noktasına kadar yazdırıp göndermişler. Öyle ya bu mektubun sahibi hakikaten gelirse bu yüklü parayla hayatları külliyen değişebilirmiş. Fırtınanın ağaçları neredeyse kökünden söktüğü, korkunç uğultularla estiği bir gece ahırın kapısı çalmış. Kapıyı açtıklarında boynu sargılı, soluk benizli, tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş, sol yanında büyükçe bir süvari kılıcının asılı olduğu tuhaf görünüşlü bir Frenkle karşılaşmışlar. Tek cümle konuşmadan Frenk onlara koca bir kesede istedikleri parayı verdikten sonra kendisine kanı ısınmış gibi görünen hortlak beygiri çözdürüp sırtına atlamış. O esnada Abdo ile Süleyman tuhaf şeyler görmüş. Beygirin sırtına atlayan Frenk birden boynundaki sargıyı çıkarmış. Başını omuzlarından sökerek alelade bir kelle gibi elinde taşıyarak kara suretli beygirle birlikte dörtnala ilerlemiş. Elinde kesik kellesini sallayan kesikbaş, sırtına bindiği hortlak beygirin ürkünç kişneme sesleri arasında gözden kaybolup gitmiş…

Öykü: Mehmet Berk Yaltırık

Öykü Sinema

Geçen sayımızda, 2012-2013 sezonunda gösterime giren filmlerle ilgili değerlendirmelerimize başlamıştık. Bu sayımızda Haziran 2012-Mayıs 2013 arasında gösterime giren filmler arasında çeşitli özellikleri ile öne çıkan filmlere göz atmaya devam edelim. Öncelikle yine belli bir türe dâhil edebileceğimiz filmlere bakalım.

Komedi Filmleri:Tıpkı geçen ay değindiğimiz korku filmleri gibi komediler de çok salonlu sinema komplekslerinde her

an, en az bir örneğini bulabileceğimiz türde filmler. Komedilerin önemli bir alt türü ise romantik komediler. Her ne kadar bu türdeki filmlerde neredeyse her zaman ana karakterlerimizin birbirlerine kavuşup mutlu sona ulaşacaklarından emin olsak da o yola giden yolda karakterlere ısınırsak, onların uyumuna ve senaryoya inanırsak güzel bir film izlemiş oluruz.

Ya Aşk Olmasaydı? (The Opposite Of Love), Beni Yargılama (Nessuno Mi Puo Giudicare) gibi filmleri türün standart örnekleri arasında saysak da en azından kadın karakterini öne çıkarmaları ile ufak da olsa bir fark yaratabiliyorlardı. Aşk Yeniden (Hope Springs) ise Meryl Streep ve Tommy Lee Jones gibi oyuncularına rağmen belli bir yaştan sonra aşk bitmez fikrini gayet sıkıcı bir şekilde anlatıyordu. Türün yerli sinemadan gelen örneği olan Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda filmini de türün sıradan örnekleri arasında sayabiliriz. Yakışıklı erkekler ve güzel kadınlar göstermek dışında çok fazla bir özelliği yoktu doğrusu.

Senelerce farklı örneklerini izlediğimiz romantik komedilerin içine bir miktar yenilik katan filmler daha fazla dikkat çekiyor elbette. Örneğin Aramızda Bebek Var (Un Heureux Evénement / A Happy Event) filmi adından da anlaşıldığı gibi bir bebeğin ilişkiyi ne şeklide etkileyebileceğini gösterirken, hamilelik döneminde cinsellik gibi çok fazla irdelenmeyen bir konuya da ancak bir Fransız filminden beklenebilecek cesurlukta yaklaşıyordu. Bu Gece Benimsin (You Instead) filmi ise türün vazgeçilmez klişelerinden biri olan, belli bir nedenden dolayı bir arada kalmak zorunda olan başta birbirinden nefret eden ama sonra âşık olan çift klişesini bir rock festivali ortamına taşıyarak türe bir yenilik, en azından canlılık getiriyordu. Ayrılmakta olsalar da aynı evde yaşamaya devam eden bir çifti anlatan Vazgeçmem Senden (Celeste & Jesse Forever) ise bu kez Amerikan

2012-2013 Sezonu Değerlendirmesi (2)

80 81

Page 42: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Sinema

bağımsız filmlerinin klişelerini kullanıyordu ama o da bir ilişkiye bu tür filmlerin çoğunun tersine başlangıç noktasından değil neredeyse bitiş noktasından yaklaşarak bir özgünlük yaratabiliyordu.

Türün iyi filmlerine geldiğimizde karşımıza ilk önce Paris-Manhattan filmi çıkıyor. Aslında yine tür içinde beklediğimiz hamleleri yapan bir film olsa da başkarakterlerinden birini Woody Allen takıntılı bir kadın yapınca sinemaseverlerin peşin peşin ilgisini çeken bir yapım oluyordu. Barfi: Aşkın Dile İhtiyacı Yoktur sinemalarımızda az sayıda gördüğümüz bir Hint filmi olmanın yanı sıra eski Yeşilçam filmlerini anımsatan havası ve şeytan tüyüne sahip başoyuncusu ile gayet keyifli ama biraz uzun bir romantik komediydi. Yılın muhtemelen en özgün senaryoya sahip romantik komedisi ise Hayalimdeki Aşk (Ruby Sparks) idi. Bir yazarın hayalindeki kadını kana ve cana büründürmesini izlediğimiz film, bir yandan da ideal kadının her zaman her istediğinizi yapan kadın olmadığını da vurguluyordu. Umut Işığım (Silver Linings Playbook) ise türün Oscar yarışında da öne çıkan, hatta Jennifer Lawrence’a bir de Oscar kazandıran bir film olarak öne çıkıyordu. O da özellikle finale doğru fena halde klişelere saplansa da her ikisi de belli travmaları üzerlerinden atmaya çalışırken birbirlerine yaklaşan arızalı karakterleri, bu tip filmlerde az rastladığımız ölçüde iyi yazılmış karakterlerdi.

İşin “romantik” kısmını bir kenara bırakan ve önemli olan “komedi” diyen filmlere geçtiğimizde öncelikle yerli filmler ile ilgili birkaç kelam etmek isterim. İlginç bir şekilde tür filmleri arasında nicelik olarak en fazla sayıda film üretirken nicelik olarak yerlerde süründüğümüz bir tür komedi. N’apcaz Şimdi?, Oğlum Bak Git, Moskova’nın Şifresi: Temel, Van Gölü Canavarı, Laz Vampir: Tiracula, G.D.O. Karakedi, Sabit Kanca gibi filmlerin hangisinin daha kötü olduğu hakkında karar vermek güç. Çakallarla Dans 2: Hastasıyız Dede, Hükümet Kadın, Mutlu Aile Defteri, Muhalif Başkan ve hatta Celal ile Ceren gibi filmlerin biraz daha iyi olduğunu söylemek mümkünse de düşünüce geçtiğimiz sezon boyunca gerçek anlamda iyi bir komedi filmi dediğim bir yerli film olmamış (CM101MMXI Fundamentals’ı sinema filmi kategorisine koymak yanlış olur). Komedi türünde köklü ve başarılı bir geleneği olan bir sinema için gerçekten düşündürücü ve üzücü.

Elbette yabancı filmler arasında da başarılı olmayan komedi filmleri yok değildi. Skor Sıfır (The Inbetweeners Movie), İngiltere’de sevilen bir dizinin sinema uyarlaması olarak 80’lerin ergen komedilerine öykünüyor ama onlar kadar başarılı olamıyordu. Fransa’dan gelen ve önceki yıl Oscar kazanan Jean Dujardin’in varlığı ile dikkat çeken Sadakatsizler (Les Infideles) ise cinsellik içerikli kısa komedi filmlerinden oluşuyordu ama kaba bir komediden pek ileri gidemiyordu. Okyanusun diğer tarafından gelen Çatlak Film (Movie 43) de cinsellik üzerine kurulu kısa filmlerden oluşan bir toplamaydı ama kaba komedi sınırlarını o kadar fazla zorluyordu ki bu yönüyle ilgi çekiyordu (filmden nefret edenler olduğunu da söylemeden geçmeyelim).

Hangover’ın gençler arasında geçen versiyonu olarak nitelenebilecek Çılgın Doğumgünü (21 and Over) ve Hangover’ın kadınlar arasında geçen versiyonu olarak nitelenebilecek olan Nedimeler (Bridesmaids)’in farklı bir versiyonu olan Bekarlığa Veda (Bachelorette) ise açıklamalarından anlaşılabileceği gibi fena halde önceden izlenmişlik hissi veriyordu. Elbette bir de Felekten Bir Gece (The Hangover) serisinin üçüncü filmi vardı ki ikinciden iyi olsa da ilkinin seviyesine ulaşamıyordu.

Sinema

Bu sezon usta yönetmenlerden de komedi filmleri izledik. Woody Allen’ın Avrupa turu Roma’ya Sevgilerle (To Rome With Love) ile devam etti. Doğrusu üstadın Avrupa’da çektiği filmler arasında alt sıralarda yer alan bir filmdi. Bu arada oldukça gecikmeli olsa da Allen’dan Uzun Boylu Esmer Adam (You Will Meet a Tall Dark Stranger) filmini de izledik. O da Allen’ın orta karar filmleri arasında yerini aldı. Ken Loach, Meleklerin Payı (The Angels’ Share) ile her zamanki gibi işçi sınıfından vazgeçmiyor, kendisi için oldukça hafif ama yine de keyifli bir filme imza atıyordu. Bir başka usta olan Pedro Almodóvar da son zamanlarda çektiği son derece ciddi filmlerden sonra belki de bir nefes alma molası veriyor ve neredeyse tümü bir uçakta geçen Aklımı Oynatacağım (Los Amantes Pasajeros) ile son derece keyifli bir filme imza atıyordu.

Yılın en iyi komedisi ise çok fazla beklenmedik bir yerden geliyordu. Family Guy’ın yaratıcısı olarak bildiğimiz ama daha önce hiçbir sinema filmi çekmemiş olan Seth MacFarlane, yazıp yönettiği Ayı Teddy (Ted) ile komedi anlayışını başarıyla sinemaya yansıtıyordu.

Çocuk Filmleri ve Animasyonlar:Çocuk filmi ve animasyonlar sinema sektörü içinde önemli yerleri olan türler. Çocuklarla birlikte

anne ve babalarını sinemaya çekmenin dışında sinemaya giden çocukların büfelerden aldıkları, filmlerin oyuncakları gibi yan ürünler ve ev sinemasında da aynı filmlerin defalarca izlenebilmesi gibi unsurlar bu filmleri sektörün vazgeçilmez bir unsuru yapıyor. Bu sezon Hititya: Madalyon’un Sırrı ve Kral Yolu gibi başarılı olmaları durumunda seri haline dönebilecek filmlerle yerli sinemanın da bu durumun farkına varmakta olduğunu gördük. Ancak doğruyu söylemek gerekirse çocuk filmi kavramını çocukların zekâlarını küçümseyen senaryolarla ilerletmeye çalışırsak çok iyi bir noktaya gitmeyeceğiz gibi gözüküyor.

Animasyon olmayan çocuk filmlerine baktığımızda karşımıza önce bu türün son zamanlardaki iyi örneklerinden Saftirik Greg’in Günlüğü (Diary Of A Wimpy Kid) serisinin üçüncü filmi olan İşte Şimdi Yandık (Dog Days) çıkıyor. Asteriks ve Oburiks Gizli Görevde (Asterix et Obelix: Au Service de Sa Majeste) filmi de sevdiğimiz Galyalı kahramanları İngiltere’ye taşıyarak kültürlerarası bir çatışmadan hoş bir mizah çıkarıyordu. Penguen Kral (The Penguin King) ise temel anlamda bir belgesel sayılsa da bir çocuk belgeseli idi. Geçen sayımızda bahsettiğimiz fantastik filmler arasında saymak mümkünse de bir çocuk filmi olarak da nitelenebilecek olan Muhteşem ve Kudretli Oz (Oz: The Great and Powerful) ise iyi bir yönetmenin türe el attığında sinemasal anlamda da başarılı bir iş çıkarabileceğini bir kez daha gösteriyordu. Üstelik yıllar öncesinin Oz Büyücüsü (The Wizard of Oz) filminin öncesini anlatma işini de başarıyla gerçekleştiriyordu.

Animasyon filmlere geçtiğimizde bunların önemli bir kısmının devam filmleri olduğunu görüyoruz. Madagaskar (Madagascar) ve Buz Devri (Ice Age) gibi başarılı serilerin yeni filmleri artık bu serilerin biraz uzadığını hissettirse de yine de keyifle izlenen yapımlardı. Ancak ilk filmleri de çok başarılı olmayan Max Maceraları (ki bu serinin hem ikinci, hem de üçüncü filmlerini izledik), Tinker Bell, Sammy’nin Maceraları ve

82 83

Page 43: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Cesur Balık gibi serilerin yeni filmleri ise tümüyle gereksiz görünüyordu. Elbette orijinal fikirlere dayanan filmler de vardı. Son yıllarda eski günlerini aratan Pixar’ın ilk kadın

kahramanını barındıran Cesur (Brave) yine de iyi bir animasyondu. Aslında bu yıl kız çocuklarını kahraman olarak seçen animasyonların sayısı oldukça fazlaydı. Crood’lar (The Croods) ve Doğal Kahramanlar (Epic) filmlerini de bu kategoriye dâhil edebiliriz. Animasyonlarda bu yılın bir diğer trendi ise korku unsurlarını da kullanmaları idi. Arka arkaya gösterime giren ParaNorman, Frankenweenie ve Otel Transilvanya (Hotel Transylvania) filmleri vampirler, hayaletler, kurt adamlar gibi klasik korku filmi figürlerini kullanıyorlardı. Bunlar arasında en iyisi Tim Burton’ın yönetmen koltuğunda olmasının etkisi ile adeta tüm bir korku filmi külliyatına göndermeler yapan Frankenweenie idi.

Çok fazla adı duyulmasa da Avrupa’dan gelen başarılı animasyonlar da vardı bu sezon gösterimde. Örneğin bir Fransız yapımı olan Küçük Tatlı Zürafa (Zarafa) bir çocuk ve bir zürafanın dostluğunu anlatırken kölelik gibi meselelere değinmeyi de başaran bir yapımdı. İspanya yapımı Hazine Avcısının Maceraları (Tad The Lost Explorer) ise fena halde Indiana Jones serisinden etkilenen (bunu hiçbir şekilde gizlemediğini söylemek lazım), aksiyon meselesini çok iyi çözmüş, mizahı da tam yerli yerinde kullanan bir filmdi. Hatta Spielberg duymasın ama dördüncü Indiana Jones filminden daha iyi olduğu bile söylenebilir.

Sezonun en özgün animasyonu ise Oyunbozan Ralph (Wreck It Ralph) idi. Tüm hikayeyi bir bilgisayar oyunu salonundaki karakterler arasına taşıyan film küçük çocuklar için sadece eğlenceli bir filmdi belki ama bizim gibi ilk gençliklerinin büyük bir bölümünü “atari salonları”nda geçiren bir kuşak için nostaljik duygular da içeriyordu.

Gerçek Yaşam Öyküleri:Gerçek yaşamdan alınan hikâyelerin her zaman

belli bir çekiciliği vardır. Ne de olsa anlatılan olaylar ne kadar inanılmaz olsa da gerçek olaylardan alınmış denince peşinen bir inandırıcılık kazanır. Aslında çoğu zaman gerçeğe ne kadar uygun olduğu tartışmalıdır. İşte bu tür filmlerden de çeşitli örnekler izledik bu sezon.

Tür içinde yerli sinemamızdan gelen birkaç örnek vardı. Bunlardan Atatürk’ün Fedaisi Topal Osman bir müsamere havasındayken, çok daha iddialı olan Kelebeğin Rüyası pek çok eleştiri alsa da kanımca eksikleri olsa da derdini anlatabilen eli yüzü düzgün bir yapımdı (bu arada bu filmi Yılmaz Erdoğan’ın yeniden kurguladığını ve yakın zamanda bu halini tekrar sinemalarda göreceğimizi hatırlatalım). Çok fazla seyirci toplayamayan Gitme Baba, film olarak epey sorunlu bir yapımdı ama senaryo yazarı ve oyuncu Çiğdem Suyolcu’nun kendi babasını anlatması açısından ilginç bir filmdi. Yine bir aile hikâyesi olan Babamın Sesi için tam anlamıyla bir gerçek yaşam öyküsü demek zor ama film, gerçekten yaşanmış olayların bugüne etkilerini üzerinden gittiği için bu türe almak mümkün. İki Dil Bir

Sinema

Bavul ekibinin yine ülkenin gerçeklerine değindiği bir film olan Babamın Sesi geçen sezon yerli sinemanın iyi örneklerinden biriydi.

Bu türe dâhil edilebilecek olan, vibratörün icadını anlatan Mutlu Et Beni (Hysteria) filminin gerçekle çok ilgisi olmadığı söylense de keyifli bir filmdi. Zaten temel olarak romantik komedi türüne yakın olduğu söylenebilir. Tarihi bir drama olan Yasak Aşk (En Kongelig Affaere / A Royal Affair) de bir gerçek yaşam öyküsüydü. Aşk Seansları (The Sessions) da bir makineye bağlı olarak yaşamak zorunda olan bir adamın cinselliği keşfetme çabasını anlatan cesur bir film olarak dikkat çekiyordu. Hitchcock ise sinema tarihinin belki de en çok tanınan yönetmeninin hayatının sadece belli bir dönemine odaklanıyordu. Özellikle üstadın takıntılarını ve karısı ile olan ilişkilerini bilenler için keyifli olsa da çok doyurucu bir film değildi.

Geçen yıl Oscar yarışında öne çıkan filmlerden üçünün Amerika için önemli kimi dönemleri ve olayları konu alıyor olması basit bir tesadüf değildi herhalde. Osama bin Laden’in yakalanma öyküsünü anlatan Zero Dark Thirty teknik açıdan çok iyi bir film olsa da özellikle işkence meselesine yaklaşımı ile hiç iç açıcı bir yerde durmuyordu. Spielberg’in uzun zamandır üzerinde çalıştığı Lincoln filmi ilk önce başrolde Daniel Day-Lewis’in çok başarılı performansı ile öne çıksa da Tony Kushner’ın son derece başarılı senaryosunu da görmezden gelmemek lazımdı. Ama Oscar’ın galibi bu iki filminden başka bir film oluyordu. Amerika’nın 1980’de İran’da vatandaşlarını kurtarmak için düzenlediği bir operasyonu anlatan Argo en fazla eli yüzü düzgün bir film olarak nitelendirilebilecekken başta Oscar, pek çok ödülü topluyordu.

Aşk, Hüzün, Gözyaşı:Yukarda romantik komedilerden bahsettik ama bir de işin tümüyle aşk tarafına odaklanan filmler

vardı elbette. İlk Aşkım (Ma Premiere Fois / My First Love) ve Aşka Yükseliş (3 Metros Sobre El Cielo) gibi filmler gayet klişe birer ilk aşk öyküsü anlatırken Aşk, Şimdi (Now is Good) gibi işin içine bir de hastalık katarak seyirciyi duygulandırmaya çalışan filmler de vardı. Bunun yanında Pas ve Kemik (De Rouille Et D’os / Rust and Bone) gibi istense duygusallığın dibine vurulabilecek bir hikâye anlatan, ama tam tersine yaşamın güzelliklerine odaklanan filmler de vardı. Pas ve Kemik gibi Mutluluk (Glück / Bliss) de toplumun kıyısında köşesinde kalmış karakterlerin aşklarını anlatan ama bildik bir aşk filminden çok farklı bir finale giden başarılı bir yapımdı. Kamera arkasında Terrence Malick olunca çok şey umut ettiğimiz Aşkın İzleri (To The Wonder) sanki aceleye gelmiş bir filmdi. Esasen çok sevdiğim The Tree of Life’ın yapısını tekrarlamaya çalışsa da başarılı olamıyor, kendisi için çok önemli ve kişisel bir film ortaya çıkardığı belli olsa da seyircinin içine giremediği bir yapım oluyordu. Pek çok farklı özelliği olsa da büyük kısmı takıntılı bir aşk hikâyesi ekseninde dönen Arıza Aşk (Bellflower) ve farklı yapısı ile seyirciyi zorlayan Ruh Eşim (Cafe De Flore) filmlerini de biraz zorlayarak da olsa bu bölüme alabilir ve türün iyilerinden sayabiliriz.

Sinema

84 85

Page 44: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

İşin yerli sinema tarafına baktığımızda ne yazık ki karşımıza iyi örnekler çıkmıyor. Osman Sınav’ın oldukça dokunaklı bir aşk hikâyesi anlatmaya sıvandığı Aşk Kırmızı, yaptığı senaryo hamleleri ve abartılı oyunculukları ile tam tersine seyirciyi güldürüyordu. Bir aşk hikâyesini tarihi bir dönem önüne yerleştiren Mahmut ile Meryem hiç doyurucu olamazken, çok fazla seyirci çekse de bana göre vasat bile olamayan Evim Sensin, klişeler ötesi bir aşk filmiydi.

Aşk filmlerini saydığımızda karşımıza iki roman uyarlaması da çıkıyor. Defalarca beyazperdeye uyarlanan Anna Karenina’yı, bu kez Joe Wright tarafından tiyatro ile sinema arasında kalan ilginç bir reji anlayışı ile beyazperdede izledik. Filmi çok sevenler olduğu kadar biçime fazla yüklenip içeriği es geçtiğini düşünenler de vardı. Doğrusu ben ikici kategoriye giriyorum. Benzer şekilde Günlerin Köpüğü (L’Ecume Des Jours / Mood Indigo) filminde de Michel Gondry’nin kurduğu oyuncaklı yapıya kendini çok fazla kaptırıp filme odaklanılmasını zorlaştırdığını düşünüyorum.

Bir kadının elinden çıktığı çok belli olan Bu Dans Senin (Take This Waltz) kadınlarla erkeklerin ilişkilere ne kadar farklı bakabileceklerini, erkeğin hiçbir sorun yok sanırken kadın açısından işlerin öyle olmayabileceğini çok başarılı bir şekilde gösteriyordu. Yönetmen Sarah Polley ve oyuncu Michelle Williams’ın uyumları gerçekten çok iyiydi.

Sadece bir aşk filmi olarak nitelemek yanlış olur belki ama madem Haneke filminin adına Aşk (Amour / Love) demiş, biz de bu bölümde adını analım. Aşk sadece bu kategorinin değil sezonun en iyi filmlerinden biriydi. Haneke diğer filmlerinin sertliğinden uzak bir şekilde, biri ölüme doğru giden iki yaşlı insanın giderek daha depresif hale gelen günlerini çok başarılı bir sinema ile anlatıyordu. Her izlediğimde daha çok sevdiğim filmlerden biri olduğunu söyleyebilirim.

Geçen yılki yazımızda bu tip filmlerin Türkçe isimlerinde sürekli olarak “aşk” kelimesinin kullanılmasına artık bir son verilsin demişiz ama sesimizi pek fazla duyan olmamış anlaşılan. Geçen yıl verdiğimiz istatistiği bu yıl da verelim. Bu sezon gösterime giren filmlerden 18’inin adında “aşk” kelimesi geçiyor (geçen sezon 16 imiş).

Müzikaller / Belgeseller:Bu iki kategori birbiri ile çok ilgili değil ama

diğer filmler arasında kıyıda köşede kalan türler olduğu için birlikte adlarını anıyoruz. Özellikle müzikaller bir ara canlanmış gibi gözükse de tekrar düşüşe geçmiş görünüyorlar. Tüm sezon boyunca müzikal olarak izlediğimiz tek yapım Sefiller (Les Miserables) idi. Yıllardır

Sinema

tiyatro sahnelerinde sergilenen bir yapımın sinema uyarlaması olarak türün sınıfı geçen bir örneği olduğunu söylemek mümkün.

Belgeseller açısından daha şanslı bir sezon yaşadık. Her ne kadar az sayıda kopyalarla gösterime girseler de meraklısına ulaşmayı bilen başarılı belgeseller izledik. Bob Marley’nin yaşamını anlatan Marley ve ülkesinden uzaklarda şöhret olan ama bundan haberi bile olmayan bir müzisyeni anlatan Bir Şarkının Peşinde (Searching for Sugar Man) müzikle ilgili belgesellerdi. Hayat Avcısı (The Imposter) ise kaçırılan bir çocuğun yıllar sonra ortaya çıkış hikâyesini anlatırken en iddialı gerilim/polisiye filmlerine taş çıkaran bir anlatım tarzı kuruyordu.

Yeni kurmaca filmini epeydir beklediğimiz Fatih Akın, Karadeniz’deki bir çevre soruna dikkat çekmek için çektiği Cennetteki Çöplük (Der Müll im Garten Eden) ile duyarlılığını gösteriyordu. Açlık grevleri ve hayata dönüş operasyonlarının yıllar sonra devam eden etkilerini anlatırken insanın içini acıtan Simurg ve Sabahattin Ali’nin hayatını klasik belgesel kalıplarından ayrılmadan anlatan Sabah Yıldızı da türe ülkemizden gelen katkılardı.

Ve Diğerleri:Tür filmlerinden bahsettik ama her zaman olduğunu gibi sezonun tek bir türe dâhil edemediğimiz

ama belki de bu yüzden başarılı olan kimi filmleri bu son bölüme kaldı. Örneğin polisler içinde çocuk tacizi alanında uzmanlaşmış bir ekibinin yaşadıklarını neredeyse bir belgesel sadeliğinde anlatan Polis (Polisse) filmini polisiyeler arasına alamazdık. Ya da bir çocuğun denizin ortasında bir teknede bir kaplanla tıkılıp kalmasını anlatan Pi’nin Yaşamı (Life of Pi) için bir aksiyon filmi de diyemezdik, çocuk filmi de. Benzer şekilde Scientology tarikatı ile benzerlikler içeren bir öyküsü olan The Master için de gerçek yaşam öyküsü demek mümkün değildi. Zaten bu iddia da filmin ekibi tarafından hiçbir zaman kabul edilmedi.

Kimi önemli edebiyat eserlerinin sinema uyarlamalarına da bu bölümde değinmemiz mümkün. Yıllardır acaba kim sinemaya uyarlayacak denen Jack Kerouac’ın Yolda (On The Road) romanı Walter Salles’in elinde belki kendi başına iyi bir film oluyordu ama romanın yanına yaklaşamıyordu. Pek çok uyarlamasını izlediğimiz Büyük Umutlar (Great Expectations) ise diğerleri yanında öne çıkan bir özelliği olmayan bir film olarak kalıyordu. Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby), Baz Luhrmann’dan alışık olduğumuz üzere görkemli hatta biraz fazla görkemli bir yapımdı. Ancak bu görkem Gatsby’nin yaşam tarzı ile uyumlu olduğu için çok rahatsız etmediği söylenebilir.

Aleksandr Sokurov’u Faust’u da ilginç bir edebiyat uyarlaması örneğiydi. Pek çok eleştirmenin yılın en iyileri arasında saydığı filme kişisel olarak çok ısınamadığımı itiraf etmeliyim ama meraklısı izleyip kendi kararını vermeli. Sezar Ölmeli (Caesar Must Die) filmini de uyarlamalar arasında saymak mümkün. Taviani kardeşlerin Shakespeare’in tiyatro eserini bir hapishanede mahkûmlarla birlikte sahneleme

Sinema

86 87

Page 45: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

çalışmalarını anlatan film bir yanıyla belgesel, bir yanıyla ise bir uyarlamaydı. Özellikle çoğunun hiç oyunculuk deneyimi olmayan mahkûmların performansları gerçekten şaşırtıcıydı. Yukarda saydıklarımız kadar ünlü bir roman olmasa da Cosmopolis de kendi hayranları olan bir romandı ve geçtiğimiz sezon David Cronenberg tarafından sinemaya uyarlandı. Neredeyse tümü bir limuzinin içinde geçen film Robert Pattinson’u sevmeyenlere bile iyi bir oyunculuk kumaşı olduğunu kabul ettirdi. Kapitalist sistem üzerine epey sert cümleler kuran film, seyirci ve eleştirmenlerden farklı tepkiler aldı. Ancak bana göre sezonun iyi filmleri arasındaydı.

Doğrudan edebiyat uyarlaması olmasa da edebiyat üzerine ilginç şeyler söyleyen filmler de vardı bu sezon. Örneğin François Ozon’un Evde (Dans La Maison / In The House) filmi yazma eylemi üzerine çok ilginç bir yapımdı. Sezonun sürprizlerinden biri olan Çalıntı Hayat (The Words) da öykü içinde öykü anlatan yapısı ve intihal meselesi üzerinde söyledikleri ile dikkat çekiyordu.

Yerli filmler arasında kadın yönetmenlerin çektikleri filmler ile güçlü kadın karakterler barındıran filmlerin sayısı oldukça fazlaydı. İstenmeyen gebelikleri konu alan Araf ve Gözetleme Kulesi konuları ve oyunculukları ile olduğu kadar sinemaları ile de güçlü filmlerdi. Geriye Kalan, klasik bir aşk üçgenini kadınların bakış açısı ile anlatan bir filmdi. Zerre ise erkek bir yönetmenin elinden çıkmasına rağmen baştan sona bir kadın karakterin izini süren çok başarılı bir filmdi. Lal Gece de çocuk gelinler sorununa hem kadın hem erkek açısından bakan başarılı bir yapımdı.

Farklı ülkelerden gelen filmlerde de kadın karakterleri ön plana alan örnekler mevcuttu. Örneğin, Peki Şimdi Nereye? (Et Maintenant, On Va Ou? / Where Do We Go Now?) filmi kadınların ipleri ele almaları durumunda savaşlara engel olabileceğini savunuyordu. Hizmetkar Albert Nobbs (Albert Nobbs) filmi çalışabilmek için kendilerini erkek gibi göstermek durumunda kalan kadınlar üzerine ilginç bir yapımdı. Romanya’dan gelen Tepelerin Ardında (Beyond The Hills) biraz aykırı davranışlar içinde olan bir kadına adeta gerçek yaşamda bir şeytan çıkarma seansı uygulanmasını anlatıyordu. Kimse kötü niyeti olmasa da sonuçlar gerçekten insanı ürpertiyordu. Düşler Diyarı (Beasts Of The Southern Wild) ise başrole ufacık ve sevimli bir kız çocuğunu yerleştiren başarılı bir bağımsız filmdi.

Tekrar yerli sinemaya dönersek, çözüm süreci adına tartışmalı olsa da önemli adımların atıldığı bir dönem içinde sinemamızdan ülkede yaşananlar hakkında da filmler çıktı elbette. Dağ, sonlara doğru toparlamaya çalışsa da fena halde taraflı gözüken bir yapımdı. Ülkenin en iyi yönetmenlerinden Reha Erdem’in meseleye bakışını kendi sinemasının özelliklerinden vazgeçmeden anlattığı Jîn, sezonun önemli filmlerinden biriydi. Tepenin Ardı ise görünüşte politik bir yanı olmayan ama bir ailenin tepenin ardında aslında var olduğundan bile emin olmadıkları bir düşmandan korunmaya çalışmalarını ve tüm yaşantılarını buna göre kurmalarını anlatırken çok güçlü bir alegori kuruyordu. Bu yapısı ile sezonun en iyilerinden biri olmayı da başarıyordu.

Sezonun ilk 10’u:Âdet olduğu üzere bu yıl da yazımızı Haziran 2012-Mayıs 2013 döneminde gösterime giren tüm

filmler arasından seçtiğim kişisel ilk 10 listesi ile bitirelim. Gelecek sayıda görüşmek üzere:

1. Aşk (Amour / Love)2. Zincirsiz (Django Unchained)3. Tetikçiler (Looper)4. Cosmopolis

Sinema Sinema

5. Lanetli Kan (Stoker)6. Kibarca Öldürmek (Killing Them Softly)7. Tepenin Ardı8. Bu Dans Senin (Take This Waltz)9. Hayat Avcısı (The Imposter)10. Frankenweenie

Hasan Nadir Derinhttp://sinemamanyaklari.com/

88 89

Page 46: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

Öykü

Kapıyı açıp eve girdi. Paltosunu astıktan sonra yatak odasına yöneldi. Bir inşaat şirketinde mühendis olarak çalışıyordu Victor Morgan. Bugün yoğun iş temposundan dolayı oldukça yorulmuştu. İşten geldiğinde evde onu karşılayacak bir kadının olmaması da iyice sıkıntı yaratıyordu. Aslında Victor evliydi. Akıl hastanesinde psikiyatr olarak çalışan Clarice adında güzel bir eşi vardı. Fakat şiddetli geçimsizlik diye tabir edilen sorunlar onları ayırma noktasına getirmişti. Boşanma davası sonuçlanana kadar ise ayrı yaşama kararı almışlardı.

Victor üzerini değiştirip mutfağa geçti. Bir bardak ılık süt hazırladıktan sonra oturma odasına geçip televizyonun karşısındaki kanepeye oturdu. Elindeki bardağı yanındaki sehpaya koyup kanepeye uzandı. Kumandayı alıp televizyonda zevkine uygun bir proğram aramaya başladı. Bir haber kanalını açıp bir yandan sütünü yudumlarken bir yandan da haberlere bakıyordu. Haberlerde bir yolcu otobüsünün ırmağa uçuşu, cinnet getiren bir adamın kızını ve karısını pompalı tüfekle öldürmesi, yaşlı bir çiftin alkollü bir sürücünün kullandığı arabanın altında can vermesi gibi korkunç ama sıradan haberler vardı. Sıkılmış olsa gerek ki kısa bir süre izledikten sonra televizyonu kapattı.

Elindeki bardağa ağzına götürdüğü sırada kapı çaldı. Hızla yattığı yerden kalkıp kanepenin ucuna oturdu. Çok sinirlenmiş görünüyordu. Çünkü kapıdaki her kimse kapıyı çalmıyor, tekmeliyordu. Victor kapıyı çalanın insan olmadığını düşünmeye başlamıştı. Zil diye bir şey varken kapıyı tekmelediğine göre kapıdaki bir ayı olmalı diye geçirdi içinden. Haksız da sayılmazdı doğrusu.

Yerinden kalkıp kapıya doğru yöneldi. Kapının yanına geldiğinde kafasındaki tüm kötü düşünceleri atıp kapıyı açtı. Kapıda kimse yoktu. ''Neyse ki ayı değilmiş.'' diyerek güldü. Daha sonra kapının eşiğinde duran bir zarf ilişti gözüne. Eğilip zarfı aldıktan sonra sağa sola bakındı. Kimse yoktu apartmanın içerisinde. Bu gizemli zarfta neydi böyle? Kim bırakmıştı bunu gecenin bir yarısı? Bir ayıdan gelmiş olamazdı sanırım.

Victor kapıyı kapatıp içeri geçtikten sonra zarfı sehpanın üzerine bıraktı. Yarım bardak kadar kalan sütünü tepesine dikiverdikten sonra zarfı açtı. İçerisinde küçük bir not vardı. Notun yazılı olduğu kağıdı eline aldı. Notta, ''Karın Clarice seni iş arkadaşın Edward ile aldatıyor. Şu an karına ait dağ evinde geceyi beraber geçiriyorlar. Belki gözlerinle görmek istersin diye düşündüm. Seninle kukla gibi oynamalarına müsade etmemelisin Victor. Bir dost...'' diye yazıyordu. Victor notu bırakıp, ''Bu ne şimdi, kamera şakası filan mı?'' diye sordu kendi kendine. Görünüşe göre notta yazılanlara aldırış etmemişti Victor. Doğru ya, yüzüne söylemek varken kim böyle saçma bir yol tercih ederdi? Hem o kapıyı çalması neydi öyle alacaklı gibi? Daha birkaç saat önce Edward'la beraber çıkmışlardı işten. Hatta Victor, ''Haftasonu ne yapmayı düşünüyorsun Edward?'' diye sormuş, Edward ise, ''Bütün haftasonu uyumayı düşünüyorum.'' diye cevap vermişti gülerek. Victor elindeki notu zarfa koyup bir köşeye attıktan sonra yatak odasına çıktı. Aslında o da Edward gibi bütün haftasonu uyumayı düşünüyordu. Yatağına yatıp gözlerini kapattı.

* * *Aradan geçen yarım saate rağmen hala uyuyamamıştı. Yatağın içinde bir sağa bir sola dönüp

uyumaya çalışırken, bir yandan da kimin gönderdiği belli olmayan nottaki yazılanları düşünüyordu. Yorgun bedeni uyku istiyor, ama şüphe denen kurt içini kemiriyordu. Acaba dağ evine gidip bakmalı mıydı? Aslında fena fikir değildi. Nasıl olsa evin anahtarı kendisinde de vardı. Boşanmadıkları için henüz Clarice'e vermemişti. Eğer notta yazılanlar doğru değilse bile geceyi orada geçirebilirdi. En azından kafası rahat bir

Bob Thurmanşekilde uyurdu.

Yatağından kalkıp etrafa bakındı. Pantolonunu ve gömleğini giyip oturma odasına geçtikten sonra kapıya yöneldi. Sadece bir gece kalacağı için yanına birşey almamıştı. Paltosunu ve arabasının anahtarlarını alıp evden çıktı.

Victor arabasıyla dağ evine doğru yol alırken yine düşünceliydi. Saçma bir notu önce önemsememiş, sonra kafasının içinde dönen girdap onu dağ evine doğru sürüklemeye başlamıştı. Uykusunu dağıtmak için bir şarkı açtı ve mırıldanmaya başladı. Yanından geçen arabaların farları uykulu gözlerini biraz olsun açmıştı. Az yolu kalmıştı zaten. ''Biraz daha dayan Victor.'' dedi kendi kendine.

Nihayet gelebilmişti dağ evine. Arabasını evden biraz uzakta bir yere park edip yürümeye başladı. Evi gördüğünde içinde kötü birşeyler oldu. Çünkü evin üst katındaki odanın ışığı yanıyordu. Biraz durup öylece bakmaya başladı. Kafasında artık daha fazla sorun işareti vardı. Ya o not doğruysa, ya en yakın arkadaşımla karım beni gerçekten aldatıyorsa, yaa...

Kafası iyice sorularla dolan Victor, bu sorulara cevap bulabilmek için eve doğru ilerlemeye başladı. Biraz sonra o kapıdan girecek ve bütün soruların cevabını alacaktı.

Anahtarı kapının deliğine sokup çevirdi. Sessizce içeri girip kapıyı kapattıktan sonra karanlıkta yürümeye başladı. Kalp atışlarının hızlandığını farkediyordu. Salonun ortasına geldiğinde ışıklar yandı. Merdivenlerin başında Clarice vardı. Victor'un arkası dönük olduğu için tanıyamamış olsa ki büyük bir çığlık attı Clarice. Victor arkasını dönüp Clarice'e baktı. O da oldukça korkmuş görünüyordu.

''Victor ne işin var senin burada?''''Şey...''Victor bu soru karşısında söyleyecek bir yalan bulamamıştı. Korkudan rengi solan Clarice ise çok

sinirli görünüyordu. Kısa bir süre sonra merdivenlerin yukarısında yarı çıplak bir şekilde Edward belirdi. Clarice'in çığlığını duyup koşmuştu. Daha ağzını bile açamadan Victor'la göz göze geldi. Victor büyük bir şok yaşıyor olmalıydı. Öylece Edward'a bakıyor, Edward ise şaşırmış bir halde yavaş yavaş merdivenleri iniyordu. Biraz önce korkudan rengi solan Clarice'in yüzü ise öne eğilmişti. Artık her şey ortadaydı.

Victor Clarice'e doğru birkaç adım atıp durdu.''Neden Clarice? Neden...''Victor'un bu sorusuna verecek bir cevabı yoktu Clarice'in. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Edward araya

girmek istedi.''Bak Vict...''''Sen sus aşağılık herif.''Victor konuşmasına izin vermeden lafı ağzına tıkmıştı. Üzerine doğru yürüyüp sol yumruğunu

suratına patlattı. Artık öfkesini kontrol edemiyordu. Yere düşen Edvard ise kanayan burnunu tutuyordu. Clarice araya girip Victor'u sakinleştirmeye çalıştı.

''Hayır Victor lütfen. Yalvarırım...''Clarice bir yandan ağlıyor, bir yandan da Victor'un koluna yapışmış onu tutmaya çalışıyordu. Sinirden

gözü dönen Victor'un ise durmaya niyeti yok gibiydi. Clarice'e bir tokat atıp mutfağa doğru koştu. Clarice tokatın etkisiyle yerde acı içinde kıvranan Edward'ın yanına çöktü. Edward'ın burnu kırılmış olmalıydı.

Victor mutfaktan döndüğünde elinde bir bıçak vardı. Edward'a doğru yürümeye başladığında, Clarice çoktan farketmişti. Bir anda kendini Victor'un önüne atıp ikinci kez sarıldı kollarına. Titreyen sesiyle Edward'a bir şey yapmaması için ağlayarak yalvarıyordu.

''Hayır Victor yapamazsın bunu... Delirdin mi... Bırak şunu elinden...''Yerde yatan Edward ayağa kalkıp salonun köşesine geçmiş, korkulu gözlerle Victor ve Clarice'e

Öykü

90 91

Page 47: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

bakıyordu. Aralarında sadece üç metre kadar mesafe vardı. Eğer Clarice Victor'u bırakırsa Edward için hiç iyi şeyler olmazdı.

Clarice'in artık Victor'u tutacak gücü kalmamıştı. Yalvarmaları Victor'u sakinleştirememişti. Gözü dönen Victor ise bu gece katil olmaya niyetliydi.

Victor bir an için Clarice'ten kurtulup Edward'a doğru birkaç adım atmıştı ki, evin içerisinde bir silah patladı. Edward salonun köşesine yığıldı. Kafasına bir mermi isabet etmişti. Victor şok üstüne şok yaşıyordu.

Arkasını dönüp sesin geldiği yöne baktı. Clarice'te aynı noktaya bakıyordu. Salonun ortasında duran eli silahlı bir adam çekmişti tetiği. Kimdi bu adam? Neden vurmuştu ki Edward'ı?

Victor, şaşkın bir ifadeyle adama bakıyordu. Korktuğu her halinden belliydi. Clarice geriye doğru bir adım atıp, ''Bob Thurman...'' dedi. Adam psikopat bir yüz ifadesiyle Clarice'e güldü.

''Evet Clarice, Bob Thurman...'' dedi.

* * *

Clarice gözlerini açtığında kendisini bir salonun tam ortasında duran bir sandalyeye bağlanmış olarak buldu. Kafasını kaldırıp etrafa bakındı. Karşısında baygın halde yatan Victor'u gördü. Victor'da Clarice gibi bir sandalyeye bağlanmıştı. Gözleri Bob Thurman'ı aradı ama salonun içerisinde kimse yoktu. Sandalyeden kurtulmak için bir sağa bir sola dönmeye başladı. Ağlamaklı bir sesle Victor'a seslendi.

''Victor uyan...''Salonun girişinde Bob Thurman göründü. Clarice'in yanına yaklaştı. Clarice yaşlı gözlerle Bob

Thurman'a bakıyordu.''Demek uyandın Clarice. Nasıl iyi uyuyabildin mi?''''Ne istiyorsun bizden Bob?''''Sen ne istediğimi çok iyi biliyorsun Clarice. Dört duvar arasında geçirdiğim her saniyenin hesabını

istiyorum. Buna hakkım var öyle değil mi?''Clarice'in gözlerinden süzülen yaşlar Bob Thurman'ı güldürmüştü.''Bırak bizi gidelim Bob. Bizi öldürdüğünde yine o dört duvar arasına döneceksin. İstediğin şey bu

mu?''''Öldürmek mi? Sen zaten benim için bir ölüsün. Ben lamba cini değilim Clarice. Bir ölüyü diriltemem.''Bob Thurman, kafası öne eğilmiş bir şekilde sandalyede oturan Victor'a baktı.''Sevgili eşin daha uyanmamış Clarice. O uyanana kadar ben biraz etrafa göz atayım. Sen burda

sessizce beni bekle. Aksi takdirde kafana dokuz milimetrelik bir delik açmak zorunda kalırım.''Bob Thurman pencereden dışarı baktı. Kar iyice etkisini artırmıştı. Montunu alıp dışarı çıktı.Aradan kısa bir zaman geçmişti ki Victor gözlerini açtı. ''Neler oluyor Clarice, o adam da kim?''Clarice'in gözlerinden yine yaşlar süzülüyordu. Hıçkırarak cevap verdi. ''Bilmiyorum Victor, bilmiyorum...''''Nerden tanıyor seni?''''Çalıştığım hastanede yatan bir hasta.'' ''Bir akıl hastası yani öyle mi?'''Evet.'''Bir delinin seninle ne alıp veremediği var Clarice?''''Kes artık soru sormayı Victor, bilmiyorum dedim sana.''

Öykü

Clarice ağlamaktan kıpkırmızı olan gözlerini kapatıp bir şeyler mırıldanmaya başladı. Kurtulmak için dua eder gibi bir hali vardı. İçeri giren Bob Thurman'ı bile farkedememişti. Victor'un Bob Thurman'a bağırmasıyla bir anda irkildi.

''Sen kimsin pislik herif, ne istiyorsun bizden?''Bob Thurman bu ses tonunu hiç beğenmemişti. Belinden silahını çıkarıp Victor'a doğru yürümeye

başladı. Clarice ise ''Lütfen yapma Bob, lütfen...'' diye bağırıyordu. Silahı Victor'un kafasına dayadı. ''Cesaretini anlıyorum Victor, ama ses tonunu ayarlayamazsan belki bir daha hiç konuşamayabilirsin.

Anlıyor musun beni?''Victor cevap vermedi.''Güzel. O halde konumuza gelebiliriz. Şimdi sizinle küçük bir oyun oynayacağız. Oyunu kuralına

göre oynarsanız biriniz sağ kalacak. Eğer oynamazsanız ikinizinde küçük beynini dağıtmak zorunda kalırım. Umarım anlamışsınızdır.''

Bu saçmalığa hala bir anlam veremeyen Victor kısık bir sesle Bob Thurman'a seslendi.''Bir şey isteyebilir miyim senden Bob?''Bob Thurman yine yüzünde psikopat bir gülüşle cevap verdi.''Elbette ki Victor. Öl de öleyim.'' ''Oyuna başlamadan önce bizi neden öldürmek istediğini anlatır mısın? Clarice'le ya da benimle

sorunun ne?''''Sanırım haklısın Victor. Bunu bilmeye hakkın var. Aslında seninle bir sorunum yok, sadece Clarice'in

daha fazla acı çekmesini istiyorum ve o yüzden malesef sende bu oyunun bir parçasısın.''''Peki Clarice'le alıp veremediğin ne?''''Kısaca şöyle anlatayım Victor. Ben daha küçücük bir çocukken babamı kaybettim. Daha sonra

annem başka bir adamla evlendi. Kafayı içkiyle kumarla bozmuş pisliğin biriydi. Yine bir akşam eve sarhoş gelmişti. Annemle kavga etmeye başladır. Adam mutfaktan aldığı bir bıçakla annemin üzerine doğru yürüdü. Annemi defalarca bıçakladı. Ben korkudan koltuğun kenarına sinmiş öylece olup biteni izliyordum. Sonra elindeki bıçağı atıp evden çıktı. Ben de saklandığım yerden çıkıp annemin yanına koştum. Yerde kanlar içinde yatıyordu. Çocuk aklı işte birilerine haber vermek gelmemişti aklıma. O gece sabaha kadar annemin cansız bedeninin yanında oturmuştum. Sabah kapının açık olduğunu gören komşumuz bulmuştu bizi. Annemi öldüren o pisliği hapse tıkmışlardı, beni ise bir yetimhaneye vermişlerdi. O günden sonra hayatım kararmıştı. Sürekli annemin öldüğü anın hayali geliyordu gözümün önüne. Kendimi kaybedip etrafa saldırıyordum. Büyüyüp yetimhaneden ayrıldığımda bir iş bulup çalışmaya başladım. Tek istediğim geçmişi unutup normal bir hayatımın olmasıydı. Ama geçmişim peşimi hiç bırakmadı. Çalıştğım kafeye gelen müşterilerden birini bıçakladım. Bilinçsizce yapmıştım. Adam mezara, ben hapse girmiştim. İçerde de aynı saldırganlığı tekrarlayınca son durağım akıl hastanesi oldu. Clarice'le de orda tanıştık.

''Ne geçti aranızda?''''Hastahanede her hasta grubunun belli bir doktoru vardı. Benimle Clarice ilgileniyordu. Daha

doğrusu o ilgilendiğini sanıyordu. Doktorlar hastalarıyla ilgili belli aralıklarla rapor tutarlardı. Eğer rapor olumlu ise hasta taburcu edilirdi. Clarice'le ilk yüz yüze geldiğimizde bana çocukluğumla ilgili sorular sormuştu. O an yine gözümün önüne annem gelmişti. Clarice'in boğazına yapışıp onu öldürmek istemiştim. Yine ne yaptığımın farkında değildim. Araya giren doktorlar Clarice'i elimden kurtarmıştı. İşte o günden sonra bana karşı hep nefret dolu gözlerle baktı. Aradan uzun zaman geçmişti. Artık o korkunç hayalleri görüp birilerine saldırmıyordum. İyileştiğimi hissediyordum. Clarice'te bunun farkındaydı. Fakat bana

Öykü

92 93

Page 48: Gölge e dergi eylül 2013 sayı 72

olan nefretinden dolayı her defasında hakkımda olumsuz rapor tutup beni tekrar o dört duvar arasına gönderiyordu. Hayatımın ipleri her defasında birilerinin eline geçiyordu sanki. Kimse beni anlamıyordu. Onların gözünde bir deliden başka bir şey değildim.''

''Peki hastaneden nasıl çıktın Bob?'' ''Clarice uzun bir izne ayrılınca yerine geçici olarak başka bir doktor görevlendirildi. Onun sayesinde

kurtuldum o bok çukurundan. Artık ne yeni bir hayat kuracak gücüm kaldı, ne de vaktim. Tek istediğim şey hayatımın içine edenlerden hesap sormak. Bunun vakti geldi sanırım.''

Clarice kafasını kaldırıp Bob Thurman'a baktı. Gözlerindeki yaş hala kurumamıştı. Victor ise tekrar Bob Thurman'a seslendi.

''Evet Bob, sanırım geldi. Şu bahsettiğin oyunu oynamaya da gerek kalmadı. Clarice'e dokunma, beni öldür.''

'Neden Victor?'' ''Çünkü Clarice haklı. Sen hala bir akıl hastasısın.'''Yanılıyorsun Victor. Artık geçmişim geride kaldı.''''Hayır Bob geçmişin hala seninle. Hadi biraz zorla hafızanı. O piç kurusunun anneni nasıl bıçakladığını

hatırla! Annenin kanlar içindeki o halini hatırla Bob! Hadi Bob, hadi...''Odanın içinde silah sesi yankılandı. Victor'un başı, sağ omzunun üzerine düştü. Göğüs kafesine

üç mermi isabet etmişti. Bob Thurman burnundan soluyordu. Clarice ise gözlerini kapatmış çığlık çığlığa ağlıyordu. Artık onun hayatı bir psikopatın ellerindeydi.

Bob Thurman Clarice doğru yaklaşıp arkasına geçti. Eli kolu bağlı bir şekilde sandalyede oturan Clarice, gözleri kapalı dua ediyordu. Bob elindeki silahın kabzasıyla Clarice'in başına vurarak bayılttı. Daha sonra Victor ve Clarice'in iplerini çözüp yere yatırdı. Evin içerisinde kısa süren bir koşuşturmanın ardından kapıya yöneldi. Tam çıkmak üzereyken yerde yatan Clarice'e baktı.

''Oyun bitti Clarice!'' dedi ve oradan uzaklaştı.

* * *

Sabaha doğru kendine gelen Clarice polisi aradı. İfadesinde, Bob Thurman adlı bir şahsın önce Edward'ı, daha sonrada Victor Morgan'ı vurduktan sonra kaçtığını söyledi. Ancak araştırma yapan polis ekipleri, Bob Thurman adlı şahsa ait bir iz bulamazken, olay mahallinde çekmeceye saklanmış bir şekilde bulduğu silahta, Clarice ve Victor'un parmak izine rastladı. Ayrıca çamaşır makinasında bulunan Clarice'in geceliğinde ise Victor'a ait kan izi tespit edildi. Polis ekipleri tarafından savcılığa sevkedilen Clarice, buradaki sorgusunda suçsuz olduğunu söyledi. Eve giren Victor'un, eşiyle beraber yakaladığı Edward'ı öldürdüğünü, daha sonra silahı alan Clarice'in ise Victor'u öldürdüğünü ve ardından delilleri yok etmeye çalıştığını düşünen savcılık, Clarice'i tutuklanma talebiyle mahkemeye sevketti. Çıkarıldığı mahkemede on beş yıl hapsine karar verilerek cezaevine gönderilen Clarice Morgan, cezaevindeki dördüncü gününde intihar ederek öldü. İntikamını alan Bob Thurman ise gecenin karanlığında çoktan kaybolmuştu.

Öykü: Ahmet ŞAHİN

Öykü

94 95

Pin-up