46
1

Farkindalik Dergisi 3. Sayı

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Zamanın kumları aceleci bir hızla akıp giderken beraberinde Yaşar Kemal gibi Türk Edebiyatı’nın çınarını alıp götürdü bizden. İnce Memed öksüz kaldı usta yazarın gidişiyle Zamanın kumları hayatının baharında Üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ı da beraberinde alıp götürdü aniden. Ne demişti Cemal Süreya: “Her ölüm erken ölümdür” Peki kaç ölüm bu denli erken ve bu denli vahşice…

Citation preview

Page 1: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

1

Page 2: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

2

Genel Yayın Yönetmeni

Mehmet GÖKDOĞAN

Editör

Hüseyin YAYLA

Merve ÇETAK

Redaksiyon

Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni

Serdar Serhat ALTAN

Basın Tanıtım Sorumlusu

Şafak OĞUZ Mehmet ARSLANTAŞ

Fotoğraflar

Nazım TETİK

Yazarlarımız

Arzu TOK

Barış ÇELİMLİ

Besna AYDIN

Ceyda CEVHER

Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

Eyüp BAĞ

Gönül KARAARSLAN

Gül Gürdal DURMUŞ

Günsel İSLAMOĞLU

Hilal İNAN

Hüseyin YAYLA

İsmail Can KARAKUŞ

Mehmet ARSLANTAŞ

Mehmet GÖKDOĞAN

Merve ÇETAK

Nurdan OFLAZOĞLU

Pınar ÖZÖNER

Serdar Serhat ALTAN

Sahir ÜZÜMCÜ

Sunay GÜLSOY

Şafak OĞUZ

Yaren ATAY

Yelda KARATAŞ

“FARKINDALIK” yaratmak şiarıyla çıkmış olduğumuz bu

yolda 3. sayımızı çıkarmış bulunmaktayız.

Zamanın kumları aceleci bir hızla akıp giderken beraberinde

Yaşar Kemal gibi Türk Edebiyatı’nın çınarını alıp götürdü bizden.

İnce Memed öksüz kaldı usta yazarın gidişiyle

Zamanın kumları hayatının baharında Üniversite öğrencisi

Özgecan Aslan’ı da beraberinde alıp götürdü aniden.

Ne demişti Cemal Süreya: “Her ölüm erken ölümdür”

Peki kaç ölüm bu denli erken ve bu denli vahşice… Hangi

kelime anlatabilir hissettiklerimizi… Hangi dil daha net ifade edebilir

acımızı… Ölüm aşinadır bizler için elbet… Ve aşikarız ölümü

algılamada… Bu sefer başka… Lal oldu dilimiz… Hissediyoruz

ağzımızın içindeki cam kırıklarını… Susunca canımızı acıtıyor…

Konuşunca kanatıyor… Özgecan’ımıza bunu yapanlara verilecek

hangi ceza acımızı dindirecek… Öfkemizi susturabilir mi verilen en

ağır ceza…

Ne güzel söylemiş Neşet Ertaş:

“Kadın insandır. Biz insanoğlu.”

Özgecan’ımıza bunu yapan hiç şiir kitabı okudu mu acaba?

Peki roman karakterine aşık olmuş mudur? Veyahut gerçek hayatta

birine aşık oldu mu hiç? Sahi Mesnevi’den feyz almış mıdır? Cemal

Süreya okuyup mısralarda hayale dalmış mıdır? Türkü dinlemiş

midir akan nehire bakarak? Sevdiği kadının gözlerine bakıp; içi

titreyerek, bir kez olsun “Seni seviyorum” demiş midir? Anacığına

bunca yıl emek verdiği için teşekkür etmiş midir? Yaradan’ın

verdiklerine bir kez olsun minnet edip şükretmiş midir? Kadınların

bizlere emanet olduğunu biliyor muydu acaba?

Oysa gönüllerin efendisi Hz Muhammed (SAV) Veda

Hutbesi’nde; ''Kadınlar Size Allah'ın Emanetidir.'' Dememiş miydi?

Kadınlarımız bizlere Allah’ın emanetidir vel Ulu önderimiz

Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi kadınlarımız yerde

sürünmeye değil, omuzlar üstünde yüceltilmeye layıktır.

O halde sözü kısa kesmek gerek vesselam…

Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun

Mehmet GÖKDOĞAN

Genel Yayın Yönetmeni

farkindalikdergisi @farkindalik_drg

Page 3: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

3

İçindekiler 15 Mart 2015 Sayı:3

4. Bir İnsanın Hüznüdür – Şiir– Yelda KARATAŞ

5. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ

7. Bismillah – Şiir – Mehmet GÖKDOĞAN

8. Edebiyatta Kadının Görünmeyen Yüzleri – İnceleme - Gönül KARAARSLAN

9. Kar Tanem’e – Şiir – Hüseyin YAYLA

10. Unutma Beni – Sinema>Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ

12. Gülpembeler – Deneme – Sunay GÜLSOY

15. Sappho – İnceleme – Merve ÇETAK

17. Bir Mektubu Var Gitmenin – Deneme – Ceyda CEVHER

20. Merdiven Şiir – Şiir – Barış ÇELİMLİ

21. Aşk – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ

22. Zor Bu Şartlar da Kadın Olmak! – Deneme – Şafak OĞUZ

24. Cennet-i Yâr – Deneme – Serdar Serhat ALTAN

25. “Müzik ruhun gıdasıdır” Gerçekten öyle midir? – Deneme – Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ

33. “Yas’’ta Değil İsyandayız – Deneme – Pınar ÖZÖNER

34. Akıl Ve Vicdan – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

35. Tanzimat’tan Günümüze Türk Romanında Kadın – İnceleme - Nurdan OFLAZOĞLU

39. Kadın Olmak Ana Olmaktı – Şiir – Arzu TOK

40. On Üçtü Yaşım – Şiir - Besna AYDIN

42. Otostopçunun Galaksi Rehberi – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY

43. Kız Kulesi – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal DURMUŞ

Page 4: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

4

Yelda KARATAŞ

Şiir

Bir İnsanın Hüznüdür

Bir İnsanın Hüznüdür

I

Kadınım ben Nasıl kıydınız

Ellerim ayaklarım kadın

Yüzüm dağ tepesinde bir kitap

Sabırsız ovaya şaşarak

Yeni mi Gidip gelmeleriniz

Gidip gidip gelmeleriniz

Gidip Ardında bir yarasa sessizliği

Hep kendinizi yitirdiğiniz

İçimde sevip sevmemeleriniz

-yalan ağzınızla aklımda-

Neler dediniz gülmeyi başardım

Bir salyangozun sıcaklığına

Yürüdünüz dağ sesinizle

II

Kadınım yeşil erikte

Hiç sevemediniz benden çok

Kendinizi bile sevmediniz

Sizden yıllarca büyüktüm

Yetişemediniz

Yüzümden kitap sayfaları

Akardınız

-ne çare aşkı kitaplarda yaşadınız-

Alıp alıp vermeleriniz

Verip verip vermeleriniz

Alıp

-şimdi sevişmek bile istemiyorum-

Bir beyaz ova bir beyaz

İçinde gelincik kızılları

Tek tek kopardınız

-beni tenimden ettiniz-

Dokunmalarınız

Dokunup dokunup çekmeleriniz

-sonra her kadın gibi bir ateş bulup ağladım-

Sıyrıldı ay buluttan çıkan yüzünüz

-ben kendimi kucakladım hiç gitmesin kollarımdan-

Beni boğup

İp ışığında

Bıraktınız

Ne yaptınız!

Page 5: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

5

Sahir ÜZÜMCÜ

Şiir

Kadın ne oldu sana

Kim düşürdü seni.

Uyandırmadılar mı masallarını yazarken

Kurtarmadılar mı seni ejderhalar kaçırırken

Tuzaklarında senin yüreğini mi

kullandılar,

seni yakalamak için.

Söyle kadın,

söylenecek ne varsa söyle;

Altınlarımı aldılar de,

“Beni satın almak için.”

Sen değil miydin saklanan,

seni bulmak için.

Kusan sen değil miydin çalılıklara,

kustukların bedenin.

Ne oldu sana böyle,

ne yaptın söyle,

kadın nerede,

hepsinin cevabı sen değil miydin.

Nerelere gittin,

nerelerde kaldın,

neler gördün de tanımadın.

Şimdi bir saksı çiçeğiyse tenin,

neden ektin, neydi niyetin.

Yıldızlara veren sendin ışığını,

şimdi ayın esiri kim.

Bacaklarını açan kimdi,

tadına bakan,

kimdi dudağında başka dudakları arayan.

Kenetlendiğinde dişlerin,

ve kenetlendiğinde gözlerin,

gördüğün neydi,

neden korktun, neden vazgeçtin.

Page 6: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

6

Neden seslenmedin, çağırmadın,

ağlamadın arkandan kendinin.

El sallayan kimdi, sen kimdin.

Kaderin neydi, nerede pes ettin.

Kanayan yerin neren senin,

Nerede mermi deliğin.

Ağlayan kimdi senin yerine,

kimdi beklettiğin.

Ağlatan kimdi sende,

kime tutsaktı içi gözlerinin.

Vuran kimdi sana,

nerede senin hedefin.

Uzan kadın, geç şöyle,

rahat et bari, sayılı değil mi günlerin.

Düşerken saçların göklerden ve denizlerden,

kadını olduğun kimdi, kadınlığını verdiğin.

Neren kadındı senin,

kadın kimdi,

sen kimdin…

Page 7: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

7

Mehmet GÖKDOĞAN

Deneme

Bismillah

Bismillah

NE güzel kelimedir ‘‘Eyvallah’’

Yar’dan gelen naza da

Ezaya da cefaya da Eyvallah

Ne güzel kelamdır ‘’Evelallah’’

Yar yanımdaysa herşey tastamam

Yoluna ömrümü sererim Evelallah

Ne güzel sözdür ‘’Fesüphanallah’’

Yâr’a kızsak kendimize küseriz

Dilimizden çıkan tek kelimedir Fesüphanallah

Ne güzel tabirdir ‘’İllallah’’

Başka sevdaları gördükçe şükrederiz

Sevdam bir başka,başkası mı İllallah

Ne güzel anlatıdır ‘’Mazallah’’

Onsuz bir dünya tasavvur edemezsin

Vuslatın bitmesini istemezsin dersin Maazallah

Ne güzel düşüncedir ‘’Maşallah’’

Onu her gördüğünde sımsıkı sarılasın gelir

Bakmaya kıyamazsın dilersin Maşallah

Ne güzel bir yakarıştır ‘’İnşallah’’

Ona kavuşmaktır yegâne muradın

Avuçlarını açarsın semaya dersin İnşallah

Ne güzel farkındalıktır ‘’Bismillah’’

Gönlüme düşeni ömrüme yaz Yarabbi’m

Başladığımız bu yolda dilimizde Bismillah

Page 8: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

8

Gönül KARAARSLAN

İnceleme

Edebiyatta Kadının

Görünmeyen Yüzleri

Edebiyatta Kadının Görünmeyen Yüzleri

"Kadın" imgesi ve algısı edebiyatımızın her döneminde

farklı olmuştur. Divan edebiyatında kadın daima soyut bir

varlıktır.Saçları misk kokan, ince belli, servi boylu, nazlı mı nazlı ,

kalem kaşlı, kılıç kirpikli bir afettir kadın.Kadına bu hâli ile gerçek

hayatta olmayan pek çok vasıf yüklenmiştir.Hep düşünülen,

korunmak istenen, çoğu zaman âşığına cefa çektiren bir varlık...

Nitekim Nedim'in Türkiye Türkçesi ile aktardığım alttaki

beyitte bu durum apaçık görünmektedir:

"Güllü elbise giydin ama korkarım ki

Elbisenin güllerinin dikeni seni incitir."

Tanzimat Dönemi'nde aşk ve kadın somutlanmaya

başlanmış; Servetifünun Dönemi'nde hasta bir varlık olarak

işlenmiştir.Zaten kendi başına “Verem Edebiyatı” olan Servetifünun

edebiyatı hem şiirde hem nesirde marazlı kadınları

anlatmıştır.Psikolojik çöküntüye uğramış kadınlar anlamca kapalı

şiirlerin baş tacı edilmiştir.

Millî Mücadele Dönemi'nde Kurtuluş Savaşı'nın

başlamasıyla yazarlar ve şairler güçlü kadın tipleri üzerinde durmuş,

idealize edilmiş kadınlar kahraman olarak gösterilmiştir.

1940'lı yılların başında şiirdeki sıradanlık, kadını da sıradan bir varlık

gibi göstermiş; iyi kötü tüm özellikler ona yüklenmiştir.1950'lerde ise

özellikle İkinci Yeni şiiriyle erotik bir imge olan kadının tam yüzü

60'larda görülmüştür. Kadın artık bir ANNE ve kocasının yanında bir

EŞ’tir. Sosyal, kültürel, ekonomik değişimlere ayak uydurmayı

başarmış veya başaramamış kadınlar sarmıştır dört bir yanı. Bir

yanda okuryazar olamamış, ekonomik bağımsızlığını kazanamamış

kadınlar bir yanda kadın şairler ve yazarlar bir yanda devrimci

kadınlar...

1980 sonrası eserlerinde ayakları üzerinde duran, hayatı

sorgulayan bir kadın imajı görülmüştür. Günümüzdeki kadın sembolü

psikolojik, sosyolojik, siyasi yönden doyuma ulaşmış, annelik

vasıflarını da gerçekleştiren ve gittikçe YALNIZLAŞAN bir olgu hâline

gelmiştir.

Page 9: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

9

Hüseyin YAYLA

Şiir

Kar Tanem’e

Kar Tanem’e

Kar tanesi gibisin kadınım.

Biri, diğerine benzemeyen, eşsiz.

Acun, aczeyler dönmekten

Ellerini tuttuğumda.

Bütün kâinat, bütün mevcudat

Seyreyler, gözlerim çeşm-i fettanına dalınca.

Rüzgâr dahi sükûnete erer

Sesine engel olduğunu sezince.

Bir kediciğin masumiyetiyle bile gözlerin nemlense

Bulutlar cenk eder birbiriyle sana eşlik etmek için.

Muştular getirir şeb-i târîki ak eden gülüşün.

Kar tanesi gibisin sevdiğim,

Biri, diğerine değmeden süzülen, ferîd.

Page 10: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

10

Mehmet ARSLANTAŞ

Sinema – Eleştiri

Unutma Beni

STİLL ALİCE

Unutma Beni

Film de Columbia Üniversitesi’nde dil bilimi profesörü olan

Alice Howland’ın Alzheimer hastalığına yakalanışı ve bu süreçte

yaşadığı olaylar örgüsü işleniyor.

Önemli bir kariyere sahip olan Alice (Julianne Moore)

bulunduğu noktaya büyük emek harcayarak gelmiş 3 çocuk annesi

bir kadındır. Kocası ve ailesi ile birlikte mutlu ve düzenli giden bir

hayata sahiptir. Ta ki koşuya çıktığı bir gün evin yolunu kısa süreli

unutuncaya dek. Bu ve buna benzer belirtilerin artması üzerine

doktora gitmeye karar veren Alice, yapılan testler sonucunda

Alzheimer’in ender görülen bir türüne yakalandığını öğrenir. Bu türün

genetik kodlarla taşındığını öğrendiğinde mutsuzluğu daha da

katlanır. Akademisyen olması sebebi ile zihninin sürekli işler halde

olmasından kaynaklı, bu durumu baskılandığını ve sürecin bundan

sonra daha hızlı ilerleyeceğini öğrenen kahramanımız, hastalığı

yenebilmenin yolları arayacaktır. Fakat hayatında giderek daha fazla

yer tutan, çok sevdiği işini yapmasına engel olan ve günlük rutinlerini

bile zora sokmaya başlayan bu durumun önüne geçemeyeceğini fark

eder. Kocası ve çocukları ile mevcut durumu paylaşır. Özellikle

büyük kızı bu durum sebebi ile annesini içten içe suçlar ve

annesinden giderek uzaklaşır. Küçük kızıya ilişkileri pek de iyi

olmayan Alice, hastalandıktan sonra bu durumu tersine çevirecektir.

Kocasının da kendisinden uzaklaştığını hissedecek ve giderek

zihnindeki boşluğa teslim olacaktır.

Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlanan Still Alice,

aile bağları ve insan ilişkileri üzerine kurgulanmış sağlam bir film.

İnsan hayatının ansızın nasıl değişebileceği, bu değişikliğin

kendisinde ve çevresinde nasıl etki yaratacağını olanca yalınlığı ile

gözler önüne seriyor. Bu denli güçlü ve akıllı bir kadının gözünüzün

önünde çaresizlik içerisinde dönüştüğü şey, içinizi burkuyor.

Oyunculuklar çok sade ve abartıdan uzak. Ciddi performansların

sergilendiği film de, Julianne Moore oyunculuğuyla göz dolduruyor.

52 yaşındaki aktris bu filmle ‘En İyi Kadın Oyuncu’ kategorisinde Altın

Küre, Bafta ve Akademi ödüllerinin sahibi oluyor. Genelde sakin bir

işleyişe sahip filmde sağlam duygusal patlamalar yaşanıyor.

Bunlardan en önemlilisi Alice’in Alzheimer Derneğinin toplantısına

katılımcı olarak çağırıldığı zaman, kürsüde yaptığı konuşma

sırasında meydana geliyor.

Artık zihninin boşluklarında kaybolmaya başlayan Alice, kağıt

üzerinden yerini kaybetmemek için fosforlu kalemle çizerek yaptığı

konuşma sırasında, bütün sayfaları yere düşürüyor. Kısa süreli panik

yaşadıktan sonra durumu şu cümlelerle ifade ediyor. ‘’Ne de olsa bu

yaşananlarıda hatırlamayacağım.’’

Üç çocuk annesi bir kadın yaşadığı olumsuzluğun yanı sıra

gen haritası sebebi ile çocukları tarafından da suçlanmanın acısını

hissediyor. Özellikle büyük kızı bunu hissettirmekten hiç çekinmiyor.

Page 11: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

11

Erkek evlat figürü filmde yeteri kadar işlenmemiş, var ile yok arası, pek nadir gözümüze takılıyor.

Küçük kız (Kristen Stewart) annesi ile anlaşamayan asi bir ruh gibi görünse de, izleyiciye ters bir manevra

yapıyor ve mevcut düzenini değiştirip ailesinin yanına taşınıyor. Aslında birbirine uzak görünen bu iki

insanın ne kadar çok benzediğini bu aşamalarda fark ediyoruz. Baba figürüne gelecek olursak (Alec

Baldwin) ilk zamanlar durumu sahiplense de yaşananlar karşısında çabuk pes ediyor ve karısını işi sebebi

ile yalnız bırakarak vicdanının girdaplarında kayboluyor.

Bu film sizi garip bir şekilde hayatınızı ve çevrenizdeki insanları sorgulamaya yöneltiyor. Ya onun

yerinde ben olsaydım deyip, empati kurmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Julianne Moore’un oyunculuğu ile

devleşen bu karakterin dramına kayıtsız kalmak biz izleyiciler için pek mümkün görünmüyor. Uzun süre etki

altında bırakan bu film, sessizliğin içinde boğulmuş bir kadının, can yakıcı görüntüsü ile son

buluyor.Richard Glatzer ve Wash Westmoreland’ı yönetmen koltuğunda gördüğümüz ‘Still Alice’ izlenmesi

gereken filmler listesine üst sıralardan giriş yapıyor.

Page 12: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

12

Sunay GÜLSOY

Deneme

Gülpembeler

FİLMİN ADI: GÜLPEMBELER

VİZYONA GİRİŞ TARİHİ:

11.02.2015

OYUNCULAR: ÖZGECAN

ASLAN VE CELLADI

YRD. OYUNCULAR:

MÜNEVVER

KARABULUT,

DOKTOR AYŞE,

GÜLDÜNYA,

KÖRPECİK PERİLER

TÜRÜ: KORKU, DRAM

Gülpembeler

Yıl 1995. Sonbahar yapraklarının bulutlarla dans ettiği 22

Ekim günü Songül ve Mehmet’in nazlı kır çiçeği olarak bahar

esintisini getirdim. Ablam Beste`den sonra dünyaya gelişim ikinci kez

anne ve baba olmanın tatlı şurubunu içirdi onlara.Pamuk Prenses ‘in

kötü kalpli Kraliçeden kurtarılışını, Sinderella’nın ona acı çektiren

üvey annesi ve üvey kardeşlerinden nasıl kaçarak mutluluğa

yakalandığını dinleyerek büyüdüm ben. Babamın dediği gibi her

masal “ Bir varmış, bir yokmuş…”la başlardı. Her kötü bir iyiyle yok

olurdu.

20 yaşındaydım…

Düşlerimi gerçekleştirmek için çırpınıştaydım. Hayatın

derinine inmek, yeryüzünün en manidar ve en güzel canlıları

arasındaki ilişki çarkını düzenlemek istiyordum. Bozulmuş saat gibi

dört bir yana savrulan akreple yelkovan misali hayatları uyumla

yeniden düzene sokacaktım. Açık denizlere açılarak en derine kürek

çekerek kendinden uzaklaşmaya çalışanlara, kendilerinin

keşfedilmemiş bir coğrafya olduğunu gösterecektim. Sevgi açlığı

içinde kalan şefkatsizlikten zehirlenerek kıvranan hastalara ilk

panzehir iğnesini ben yapacaktım. Çamur topuna bezenmiş ruhlara

güneşi gösterecektim. Adım yazacaktı her yerde. İşini layığıyla

yapanlar tayfasına katılacaktım. Ödüllerim olacaktı belki de…

11 Şubat günü filmimle ekranlarınıza geldim, o kadar sevdiniz

ki beni yüreklerinizi deldim yokluğumla. Benim filmimde bir mutlu son

olmadı. Bir kötüyü bir iyi yok edemedi.

O gün her geçen günümden daha güzel geçecekti, gelecek

günlere inat. Ben öyle zannediyordum çünkü… Dışarıdaki soğuğa

inat, en kutsal varlığım anneciğimin hazırladığı süt içimi ısıttı.

Dışarıdaydım, arkadaşımlaydım, mutluydum. Çünkü ben 20

yaşında kozasından yeni çıkmış kelebekler gibi kanat çırpıyordum.

Kanatlarımdaki renklerle yeryüzüne ve gökyüzüne ışık saçıyordum.

Şeker tadındaki gün bitiminde kendimi eve dönüş yolunda dolmuşun

içinde buldum. Bir kuşun yuvasına dönüşteki arzusu içinde bende

yuvama ulaşmak istiyordum. Meğerse bindiğim dolmuş tabutum

olacakmış, cellâdımda içindeymiş, bilemezdim ki…

İnsan bazen siyaha boyanmış resimler içinde küçük de olsa

beyaz bir nokta görmek ister. Ne yazık ki gri bile çok görünmüştü

bana…

Gecenin kör kuyu siyahını, celladımla göz göze geldiğimde

hissettim o puslu, tuzaklı yolda… Celladımın şehvetli bakışları

karşısında yolunu şaşırmış çaresiz balıklar gibiydim. Avını

parçalamak isteyen aslanın hamlesi bile durgun su gibidir.

Korkutmamak için avına önce yavaş yavaş yaklaşır. Ben candım,

insandım, avdım ve celladım da yavaş değildi. Gözlerindeki şehvet

ruhundaki temizliği, beyazlığı kusturuyordu.

Page 13: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

13

Bakışlarıyla kaynattığı şehvet çorbasının sıcaklığı bedenimi yakamasın diye acıyı sıktım gözlerine.

Bir daha böyle bakamasın diye sıktım, sıktım…

Canı yandı yanmasına da benimki gibi kimsenin yanmadı. Köpekten koşturarak kaçan, ağacın tepesine

çıkmak isteyen kediler gibi tırmaladım defalarca hayasız yüzünü.

Nihayetinde, kötü namını yükselten benim tırnaklarımın izi olacaktı. Güçlülüğü karşısında defalarca

darbelenen kesilen bedenim ölüm labirentinin dört bir köşesine çarpıyordu. Her çarpmada zihnim daha da

karmaşık bir hal alıyor, çıkışa bir türlü ulaşamıyordu. Çığlıklarım, cama vuruyor oradan da bana geri

dönüyordu.

Kimsesizdim, bir başımaydım, hayatımı kurtaracak kahramana duyuramamıştım sesimi. Kendi

fısıldaşmamla beraberken başıma aldığım her darbeyle ölüm yatağına uzanmaya başladığımı fark ettim. Bir

kan kokusu solumaya başladım. Kana susayan vampirin ta kendisiydi karşımdaki. Yetmedi. Bana can

veren damarlarımı gördüğüm bileklerimi de yok etti. Ruhum bedenimle Araf arasındaki son bir sahneyi

bekliyordu sanki. Ne doyumsuz bir cellattı. Ne kanım ne de canım ona yetebilmişti. Ölüm gömleğim

üzerimde, bedenim ateşler içinde yanıp tutuşurken celladımın ve ekibinin zafer kahkahaları duyduğum son

sesti.

14 Şubat …”Sevgi” günü olarak ilan edilen bugün benim ölüm yıldönümüm diye anılacak…

Terk-i diyar zamanı şimdi. Annem ve babamın feryatları ortalığı figanlı, hüsranlı toz dumanına dönüştürdü.

Benden kalan cansız bedenim kadınların omzunda…

Ne demişti yeryüzünün en şereflisi “Kadınlar size Allah`ın emaneti” İşte gidiyor bakın “Emanet edilenin

cesedi”.

Anneciğim dediğin gibi olmadı kurşunla öldürmediler beni. Her hücreme insanlığı parçalayan

kurşunlar girdi. Anneciğim ağlama, ben yeterince ağladım kanlı gözyaşlarımla sana da bana da… Adaletten

daha keskin bir adalet bekliyor, kirli zafer sancağını tutanları İlahi adalet, bu filmin kötü karakterli baş

kahramanlarının boyunlarına takacak yağlı urganları.

Yalnız değilim ben ne bu toprak altında ne de Araf`ta…

Önce güzel yüzüne kezzap dökülüp güzelliği yok alan, sonra da tek kurşunla canı alınan Bergen Abla da

benimle toprak altında…

Ya Araf’ta, yeni katıldım aralarına.. Münevver Karabulutlar, Güldünyalar, Doktor Ayşeler, Küçük periler de

burada. Her geçen gün, dakika, saniye yeni birileri katılıyor bu kervana. Sığar mıyız bilemiyorum buraya?

Babacığım “Bir varmış, bir yok muşla başlayan masal, “Bir Özgecan varmış, bir Özgecan yokmuş”la

bitiyormuş. Anladım ki her masalın sonu güzel bitmiyormuş.

Page 14: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

14

Elveda,

Yaşayamadığım gençliğim,

Yürüyemediğim yollar,

Koklayamadığım çiçekler,

Üzerine basamadığım topraklar,

Islanamadığım yağmurlar,

Dokunamadığım böcekler,

Keşfedemediğim yeni yerler,

Göremediğim mezuniyet törenim,

İş yerime asamadığım tabelam,

Elveda,

Tanıma fırsatını bulamadığım ilk aşkım, eşim, bebeğim,

Anneciğim, babacığım, ablacığım, ülkem…

Ben hafızalarınızda hayali karakter olma yolunda,

Yapılacak ne varsa yapılsın artık bu uğurda,

Kazınsın zihinlere, düşüncelere bu mısra…

“Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutma”

NİHAYETİNDE BİR CAN VERENDE KADIN SANA!

Bu deneme bir annenin kınalı kuzusu ÖZGECAN için yazıldı. Bir annenin evladından ayrılışının çığlığını bir

daha duymamak, her iyinin her kötülüğü yok etmesi ümidiyle…

Seni ve diğerlerini hatırlatacak bir melodi kulağımda çınlıyor ÖZGECAN, hem de BARIŞ MANÇO`dan

“Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin

İnanamadık Gülpembe,

Bizim iller sessiz,

Bizim iller sensiz,

Olamadı GÜLPEMBE”

“ARAFTAKİ GÜLPEMBELER” Ruhunuz şad, mekanınız cennet olsun….

Page 15: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

15

Merve ÇETAK

Arkeoloji

Sappho

Sadece

Hava

da olsa

Ölümsüzdür

Dilimdeki sözcükler…

Sappho

Bir önceki yazımda ilham perileri 9 Musalardan bahsetmiştim. Bu

yazımda da Platon’un 10. Musa olarak adlandırdığı,Antik dönemin kadın

ozanı Sappho’yu sizlerle paylaşacağım. İÖ. 610-580 yılları arasında

yaşamını sürdürdüğü düşünülen Sappho, tam bir aşk kadınıydı.

Düğünlerde, şölenlerde hep başroldeydi: “Nedir gene deli gönlünü

çelen?” İşte böyle söylerdi Sappho, yüreği yanmışlara…

Yaşadığı dönemin tabularına aldırmamış ezilen kadın olmaktan

çok, bir birey olabilmenin savaşını vermiştir Sappho. Aşkı en dibine

kadar yaşayarak ulu orta sözcükler dizmiştir insanlara.

Dünya var olduğundan bu yana kadına dair hiçbir şey

önemsenmemiş ve bu durumdan Sappho da nasibini almıştır. Şiirleri

birer birer yok edilmeye çalışılmıştır. Ama o inancını asla kaybetmemiş,

söylediklerinin ölümsüz kalacağını umut etmiş ve haklı da çıkmıştır.

Kadın olmak; her zaman zor zanaat. Kendi hakkını, ezilenlerin ve

haksızlığa uğrayanların haklarını savundu Sappho, korkmadı çünkü

susmak en büyük kaçış yoluydu. Bunun farkında olabildiği için binlerce

yıl sesini duyabildik Sappho’nun, Sapphoların…

Page 16: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

16

Yüzyıllardır anaerkil bir toplum karşımıza çıkmakta, kadın her zaman ikinci plana atılmaktadır. İşte

Sappho gibi gözü kara kadınlar sayesinde toplumda kadına da yer olduğunu bilmekteyiz. Sözü fazla

uzatmadan cümleleri Sappho’ya bırakıyorum…

Bir yiğitten daha üstün o erkek

Tanrılarla eş benim gözümde

O erkek ki yanında oturabiliyor

Sesinin tatlı yankısını

Yüreğimi hızlandıran

Can alıcı gülüşünü

Yakından duyabiliyor.

Birden karşıma çıksan

Soluğum kesilir

Dilim tutulur.

İnce bir alev dolanır

Derimin altında

Gözlerim kararır.

Yalnız kendi uğultusunu

Duyar kulaklarım, ter dökerim

Ürpertiyle sarsılır her yanım

Kurumuş ot gibi solar rengim

Nerdeyse ölümle yüz yüzeyimdir

Ama yoksulum, katlanmaktan başka

Elden ne gelir.

Page 17: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

17

Ceyda CEVHER

Deneme

Bir Mektubu Var Gitmenin

Bir Mektubu Var Gitmenin

Bu bir elveda mektubu değil; Aylin'im, sevdiğim...

Aslında adın bile bende Aylin değil. Sana hiçbir adı yüklemek

istemedim; senden bir resim almak, yüreğimdeki albüme eklemek

her zaman daha gerçekçi geldi bana.

Sağ elimi yazarken kullanmak daha kolay geliyor şu an.

Giderayak sağ elimin ne işe yaradığını idrak etmiş bulunuyorum.

Kendimi bildim bileli gerçek bir kalem tutmayı reddedip sol elim ile

hayal dünyamı tuvallere yazmakta kullandığım fırçalarımı tuttum.

Hâlbuki sol elim yanıp atölyede yaptığım tüm resimler de

yanınca içim de yanmıştı. Yanmanın üç hali varmış her cisim gibi

anlamıştım. Kutsanacak bir tablo da değildi yaşamım ta ki sana “Aşk

“olana kadar. Akrilik boyaların içindeki tüm renkler birden sen

oluverdi, hatta siyah bile bir anlam kazanmıştı. Oysa ben siyahı

saklanmış hüzünlerimin ağırlığını taşırken giyinirdim senden önce.

Sevmek hep vardı belki de kuytumda köşemde ama bir sebep

yaratırdım sevmek için ki bu her zaman tuvale bir iz olurdu, fırça ise

bir araç. Yani resim yapmak tarihi bir yerleşke gibi idi; en derinlerine

fırçalarım ile değdikçe duygularım dünyanın merkezinde çırılçıplak

kalıyordu ki bu vaziyet en masum doğası idi asileşmemin. Beni

sevmesini bilmeyen daha kötüsü beni en sinsisinden gizlice izleyen

bir dünyanın kısa metrajlı filmi olmaktan çıkıyordum. Sevgimin tabiatı

aynı kalsa da tarzı bir senden önceye ve sonraya dönüşüverdi

birden. İşin komik tarafı senin de ilk önceni sevmek istemedim.

Bunun da bir sebebi vardı bildiğim bir şeyi bilmeden önce, " sebepsiz

seni sevmeyi".

Her ne kadar Newyork karamsar havası ile üzerime üzerime

gelse bile kızım için boğulmaya gönüllü bir şekilde o hastanede

bulunuyordum. Yanmanın en yüksek ısısını taşısam bile bu

boğulmanın içinde ateşim buz kesiyordu. Ellia 32. ameliyatından

çıkmıştı. 517 no’lu odamıza vardığımızda çenenin ortasını kaplayan

bir bandaj ile karşı yatakta uzanıyordun. Elindeki telefona yapışmış

dudağın ile müvekkillerine başına gelenleri dünyanın sonu imiş gibi

anlatıyordun.

Bana hak ver ve kızma ne olur! Sen kendi özünü sevmeyi

bilmiyordun ben ise seni deli gibi seveceğimi. Sana bunları ilk kez

itiraf ediyorum. Yaşamı para, kariyer ve başarı için kendini küçük

tanrıça sanan kadınlardan farksız gibi gelmiştin dimağıma. Fakat

daha sonra Ellia'nın ameliyat aralarında Hudson Nehri kenarında

geçirdiğimiz vakitlerde Ellia sana gitgide bağlandıkça ve sen

unuttuğun çocukluğunu Ellia ile hatırladıkça kalbime attığın her bir

ilmiğin sağlamlığı kadar bende sana bağlanıyordum. Hiç

konuşmadan sesini ve nehrin sessizliğini hatta suyun içindeki

balıkları, yosunları, çakıl taşlarını, kumları, hücreleri karışmış

insanları ve tüm canlıları dinlemek eylemi beni karşı kıyıya götüren

mavi renkli bir sandalın haritasını çizerdi kaybolmuşluğumun üzerine.

Page 18: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

18

Sen dâhil tüm bu nesneler birer anlam olup yüreğime yerleşirdiniz, bir kitap oluverirdi tüm harfleri

seslerinizin ki başlığı adın ile yazılırdı içsel anatomime.

Eğer bir alınyazısı varsa idi hayatımın, senin elinden yazılmıştı ve bir tesadüfmüş ise tüm bu trajedi

yani yaşamın tadını aldığım sol elimin bu dünyanın dışına adım atması; bir kudretli varlık yüzüme gülüp

sunabileceği en kutsal uzvu verdi bana; seni...

Sen sol tarafımın dayandığı kemik ve kendi eserini kendinden üretebilen bir şahtın ve asla mat

olmayandın ( Artık –di’li geçmiş zamandanım).

Tüm varlığımla sıkı bir dindardım çünkü aşka inandım ve hissetmediğim sol elimle yüzüne dokunup

gülüşlerini tapınağım yaptım.

Gülüşlerinin içinden geçip ulaştığım yer cennetimdi ki sen bu mektubu okuduğun an ben hâlâ orada

olacağım.

Sana yazıyorum ve içinde bulunduğum bu çalışma odası, bu ev, bu kasaba yani bu atmosfer fark

etmeden bana lanetini bulaştırıyor, sevdiğim. Hastayım fiziken; hayatın gerçekliğinde acılar içinde kıskıvrak

bir şekilde can vermek hiç de adil değil. Bir hürriyet ilkesi sergilediğim tavır, kendi metafizikliğime bir can

vermek. İnan ki en merhametli karar olmalı bu. Oysaki kendi hayatımın yargıcı, savcısı, avukatı, tanığı ve

ya sanığı olmak gibi arzularım hiç olmamıştı.

O yüzden senden ve Ellia'dan gitmiyorum sadece bedenim öteliğe kavuşacak. Ellia ile kalman

gerekli, onun artık annesi sensin. On iki yaşının gerektirdiği tüm duygularla sana ve sevgine muhtaç.

Bu gidişimin ardından içinde bulunduğumuz bu küçük kasaba hatta tüm bir ülke belki beni taş kalpli

sanacak biliyorum. Ne yazık ki bu lanet yerin oynadığı oyunun kuralları sert ve gönlü yumuşamıyor. Muaf

olmam için deliyi oynamam gerekti çünkü elimin tersi ile ittiğim her kıstas onun kuralları idi. Aklı başında

olan bu gidişimin nedeni "deli olmaya" gelmek. Hissetmenin ötesinde ilk kez bir varlık olmaya gidiyorum.

Tümü ile hiçliğim başlayacağı yer senin beni ilk kez hissettiğin yer; İpucu mu?

Güneşli bir temmuz sabahı hastaneden kaçtığımız o günü hatırlıyor musun? Ellia'nın üzerinde yeşil

hastane önlüğü vardı merdivenlerden inerken. Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı, dışarda

yaralarını herkesin yüzüne vuracağı bir şeyi üstünde taşımak istemiyordu. Uzun eteğini çıkarıp ona bu sana

çok güzel çiçekli bir elbise olur küçüğüm dediğin ve külotlu dar siyah çorabını hastanenin tuvaletinde ayak

bileği hizasından kesip tayt haline çevirdiğin günü...

Sana demiştim gayet yaratıcısın hatta içinde sanatçı deli bir kız uyuyor olabilir, Aylin diye. Daha

sonra nehir kenarına bana imalı bir şekilde çok zeki hatta belki de kendimden bile zeki olduğunu seziyorum,

Matt demiştin. Biraz utangaç bir dil ile hiç düşünmeden bunu biliyorum fakat beni senden farklı kılan şey

hiçbir dünyevi gerçekliği kabul etmeyişim diye mırıldandığımı hatırlıyorum. Akabinde ise benim kocaman bir

ukala olduğumu söylemiştin ve benden bu farklılığı ispatlamamı istemiştin. O kocaman kıpkırmızı Louis

Vuitton çantandan bir parça pamuk koparmanı ve onu elinle ikiye bölmeni söylemiştim. Sana bir parça

pamuk ile bir parça pamuğun toplamanı sormuştum. Yüzüme gülerek bakıp iki dediğini ve bu adam lanet

olsun niye böyle saçmalıyor sırıtışını asla unutmuyorum. Şimdi evet şimdi Aylin on üç adım at ve nehrin

kenarından bu iki parça pamuğu ıslat, avuç içinde sıkıca yum komutunu aldığında kafan çoktan allak bullak

oluvermişti. Çünkü içindeki resim banyosunda canlanmıştı sahte bir dünyanın arkasında zihnini kaydıran

gerçeklik; "iki ayrı pamuğun su ile kocaman bir -bir- edebileceği". Nehrin yapabildiği şeyin varsa bir

benliğimin bir amacı bu evrende, her yeni gün her günümden farklı bir öz ile yaratıldığımızı izah eden eski

bir tapınakta tazeliğini koruyan bir aslan sfenksi kadar kuvvetli bir simge olduğunu sende anlamıştın,

sevdiğim.

Page 19: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

19

Kemiklerimin her zerresine yayılan kötü yürekli canavarlar ordusu gidişimden bile daha hızlı bir

şekilde ilerliyor!

Hastalığımın nüksettiğini öğrendiğim son on beş günden beri inadına direndim ve erteledim

bedenimin sizden kopuşunu. Ellia'nın doğum gününün üzerinden bir hafta geçmesini istedim. Benden sonra

büyük bir şükranla en azından Ellia öz deliliğini keşfedene kadar pasta kesme ritüelini sürdürmenizi ve

büyük bir coşku ile dışarı çıkıp nisan yağmurunda "Dancing in the Rain”i avaz avaz bağırıp dans etmeyi

bırakmamanızı arzu ediyorum. Ellia bu hatıraları belleğinin en tozlu raflarından günü geldiğinde çıkaracak

küle dönüştüğü anlarda kendini yeniden doğurabilecek. Anka olmanın özüdür bu sevdiğim.

Bu arada senden bize özel bir ricam olacak. Benden sonra asla bulaşık yıkadığın anlarda

Leonard'ın "Dance me to the End of Love" şarkısını söyleme. Bilirsin ki yüreğim hep sende örtünmeye

devam edecek, olmasam da. Ah, Tanrım! Yüreğinde kapladığım yüreğimi bile kıskanıyorum. Aşkın hiç

bitmediği bir yer olsa da sesin, gizli bir bahçe olarak kalmalı biz dâhil hiç kimsenin giremeyeceği.

Ayrıca bir gereklilik hatta bir dayatma istiyorum senden ilk ve son kez. Gidişimden sonra Ellia ile

birlikte Akçay' a dönmelisin. Senden, çocukluğundan izler bulup onlara dokunmak sana ve Ellia'ya çok iyi

gelecek eminim. Babanın elleri ile ektiği zeytin ağaçları ve mor renkli ahşap kır evi sizleri iyileştirecek ve bir

de senin tarif ettiğin kadarı ile tadını aldığım deniz... Tabiatın iyiliksever bir ana olduğunu asla unutma

sevdiğim!

An itibari ile kendimi yeterince uyuşuk hissediyorum. Eskiden olsa bu mektubu sana on dakikada

yazabilirdim ama sağ elim beni saatlerce kıskıvrak esir aldı. Tüm esaretlere boşça kal diyerek sana teslim

oluyorum. Bizi birleştiren bir nehirde bu dünyaya yabancı sana daha yakın olmaya gidiyorum; sevdiğim.

Salya sümük ağlayan bir kadınsın ki bu huyunu hem çok sevdim hem de hiç benimseyemedim.

Nehrin kenarında sana son kez sımsıkı sarılıp kulağına o az dil döken ağzım ile seni seviyorum demenin

onurunu taşıyarak giderdim ama...

Page 20: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

20

Barış ÇELİMLİ

Şiir

Merdiven Şiir

Merdiven Şiir

Koşarken tökezleyen Haylaz çocukluğumun Avuçlarını doldurmuş Misketler gibi saçıldı Daha yarılanmadan Şu ziyan ömrüm Geri kalanını aşka yatırdım Bekliyorum benden Bir ben çıkarsın.

Biraz gözlerime bak Konuşmasan da olur Bir sigara daha yak Öyle çıkarsın.

Bana sen söylemiştin Kalbini çevreleyen Duvarları yık diye Sonra da eklemiştin Kaybolduğun her yoldan Aşka çıkarsın.

Yıktığım duvarların Üstünden atladı kalbim Zaten kaybolmakmış meyli Hiç arayıp sormadım Dolaşsın ücraları Aylak bir ıslık ile Aşkın yolunu bulur da Belki haklı çıkarsın.

Her dizesi bir basamak Sana bu şiirimin İster inersin İster çıkarsın...

Page 21: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

21

İsmail Can KARAKUŞ

Şiir

Aşk

Aşk

çünkü aşk; bir dişin

sonsuz kere sızlaması gibidir

çeksen boşluğu hissedilir

kalsa sızısı.

çünkü aşk; tek hecedir

ne başına bir sıfat alır

ne de sonuna bir isim

o yalnızca acıların bir başka deyişidir.

Page 22: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

22

Şafak OĞUZ

Deneme

Zor Bu Şartlar da

Kadın Olmak!

Zor Bu Şartlar da Kadın Olmak!

Ne zordur bu hayatta kadın olmak. Aslında her şeye sabrederek

yaşamak! Herkesin beklentisine kendini mecbur hissetmek…

Herkesin mutlu yaşamaları için varlığını feda etmek.

Peki, memnun musun halinden?

Halimiz nicedir, Soran var mı?

Sanki bir suçlu gibi yalnızım, ya sen?

Bütün olumsuzlukları büyüdükçe yaşıyorsun.

Yaşadıkça da anlıyorsun.

Herkes var senin için, bir tek kendin yoksun kendin için.

Yoksun! Duygulara gem vurmayı, daha çocukken öğretmişler bize.

Ananevi her şeyin öğretisini içimize, bedenimize, aklımıza kazıyarak

işlemişler. Karşı duramazsın suçtur!

Bu dayatmanın adına da töre demişler. Töresi batsın!

Oysa böyle mi olmalı kadın?

Kadın dedin mi

Dudakları kırmızı olacak

Güneşin batışın da

Hırkası omzunda

Aklını başından alacak

Kadın dedin mi

Elleri sabun kokacak…

Kondurduğu öpücüğe

Hayalindeki sevgiye

Kokulu umutlar dağıtacak

Kadın dedin mi

Dört mevsimi yaşatacak

Kışı sevecek

Sıcağa küsecek

Ama öpüldüğünde eriyecek

Kadın dedin mi

Umutları Çocuksu olacak

Küsecek yalandan

Sevdiğinin göğsünde

İç çekerek ağlayacak

Page 23: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

23

Kadın olmak; Sabırla uyumu aramak, yeni bir hayata aracılık etmek, sahiplenmek demek. Kadın

sever, sevgili olur, annedir, aşktır, bazen bir melek olur, bazen de Leyla… Daha nice isimsiz kadınlarımız

var, savaşta, cephede adını yazdırmış şehit kadınlar… Kadınlarımız… Sevgili Peygamberimiz “Cennet

annelerin ayakları altındadır.” diyerek bu sözüyle kadınların en yüce varlık olduğuna işaret etmiştir.

Oysaki bir kadının gönlü dünyanın en kalabalık yeridir. Bütün dertleri ve Aşkları tepeleme sığdırdığı

dünyasında, yeni gelenlere de yer açabilecek memnuniyettedir.

Ağırlık yaptıkları kimin umurunda! Çaresizliğe yer yok hayatında! Herkesten güçlü olmak zorunda

bırakılmışız.

Karar vermeden önce oluşacak bütün şartları dengede tutmak yine kadının göreviymiş gibi zorunlu

bir misyonu yüklemişler kadın denen bizlere. Evet! Sana yüklemişler, bana yüklenmişler.

Kısacası, Şairin de dediği gibi : Ve kadınlar

Bizim kadınlarımız:

Korkunç ve mübarek elleri

İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

Anamız, avradımız, yârimiz

Ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen

Ve soframızdaki yeri

Öküzümüzden sonra gelen

... Nazım Hikmet Ran

Zor bu şartlarda “kadın“olmak! Ama biz bunun üstesinden de geliriz.

Bu vesilesi ile “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü”müz kutlu olsun.

Page 24: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

24

Serdar Serhat ALTAN

Şiir

Cennet-i Yâr

Cennet-i Yâr Belli ki bütün güzellikler gözlerinde saklıdır senin

Cennetin bütün renklerini taşırken yüreğin

Huzur senin boynunu mesken tutmuşken

En güzel varlığı sen iken

Sen ki ana olmuşsun

Sen ki kardeş

Sen ki sevgili olmuşsun

Sen ki cennet-i yâr

Sen ki kadın olmuşsun.

Ve yeryüzünün,

Dünyanın hatırına

Kutsallığın en narin çiçeği

Öptüğün yerler

Mucizevî

İyileşmeler gösterir

Yaratıldı denilen kişiyi

Karnında taşıyan varlık

Can verirken

Bedenlere

Can verdiklerin

Aldı bedeninden canını.

Bırakıp gittiğin bu hayat

Seni anlamlandırmıyor

Yazık!

Page 25: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

25

Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ - Deneme

“Müzik ruhun gıdasıdır” Gerçekten öyle midir? "Eskiden yaşadığın hayatı hatırlatan sesten ibaret bir fragmandır aslında." Yazıdaki Muhataplar

Bu söz, kime ait olduğu bilinmeden, herkesin ağzında sakız gibi dolanan ve insanların gerçekten inanıp sözde şifa olarak kullandıkları bir sanrıdan ibarettir. Tabi baştan söylemekte fayda var, bu yazı ruhi bir varlığa inanmayanları kapsamaz. Hatta bilinçaltı, zihin gibi soyut sanılan kavramlara inanmayanları da.. Dışarıdan tetiklenmeden varlığını hissedemeyen, kendisini mekanikleştirmiş bir kimseyi de elbette ki kapsamaz. Müzik Ruhun Gıdasıdır Yalanı

Konu "Ruh" olduğundan konuya farklı açıdan yaklaşalım. Konu müzik değil, “müziğin ruha olan gıdasıdır yalanı".. Yani bir müzisyen yazıyı okuyup müzik açısından ele almamalı, bu yanlış olur. "Hayır, ruhun gerçekten gıdası" diyen birinin ise bunu diyebilmesi için önce ruh kavramı ile ilgili araştırma yapması gerekir. Günümüzde ruhun bedenle alakalı olan hissiyatının tümüne ruh muamelesi yapılır. Bu ruh değildir. Öncelikle ruh kavramı ilahi bir kavramdır. O yüzden konuyu "Ruh" kavramı üzerinden açıklayacağız. Yazının asıl yazılma sebebinin aslında herkes tarafından farklı algılanan "ruh" olması bakımından, yazımız, "ruh" tanımının alındığı kaynaklar baz alınarak ilerleyecektir.

Ruh Kelimesi Cümle Dağarcığımız Nasıl Yer buldu

Gelelim Ruh'a. Önce Kutsal kitaplarda "ruh" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra dilimizde kullanırken kaynağını unutmuşuzdur. Allah'a ait olan, keyfiyetsiz ( Tarifsiz ) ve tanımsız olanın, belirli tanımlarla açıklanması, açıklanırken kaynağının ihmal edilmesi ve ihtiyacı bakımından gıdasının müzik olarak lanse edilmesi, ruhun buna layık görülmesi tamamen cahil cesaretidir. Kişinin kendi kendisini bilinçsizce tuzağa düşürmesidir. İşin enteresan tarafı, bedensel gıdaları sadece lezzetine değil de nereden aldığımıza, temizliğine, ne içerdiğine kadar bakarak son derece önem vererek en iyisi olsun diye özenle seçerken ruhumuz için ise kaynağı belli olmayan bir sözü asparagas olup olmadığına bile bakmadan referans alıp, müziği her fırsatta sözde gıdaymış gibi kullanıyoruz ve böyle yaptığımız için de kendimizi iyi hissediyoruz.

Ya ruhu bilmiyoruz ve sahip olduğu gücü küçümsüyoruz ya da bizler cahil cühela takılıyoruz. Hadi bunu yediğimiz gıdalar için de yapalım! Kaynağına, nereden geldiğine, en önemlisi de kimin yaptığına bakmadan, içindeki malzemeyi ve hatta temizliğini dahi önemsemeden; sadece göz zevkimize uygun bir görüntüde olmasına bakıp yiyelim. Bu mümkün müdür? “Yemek - gıda - ruh - beden ne alaka?” diyebilirsiniz. Akıp gidelim önyargılarımıza takılmadan, mükemmeliyetçilik sadece “Kusursuz” olana yakışır.

Müzik Zevkini Belirleyen Etkenler ve Bilinçaltına Etkisi

"Çocukken masallarla uyutulan kişilerin, büyüdüklerinde müzikle uyutulmasıdır" safsatasına kanmak isterdim inanın. Buna uygun "ninni müzikleri ne hoş olurdu" demek isterdim örneğin. Ama anlaşılmayan bir konuya değinme mecburiyeti hissediyorum. Günümüzde kişilerin iç huzursuzluğunu gidermek (!) için sığındığı ya da bir bebeği uyutmaya çalışırken (!) ilk yardım istediği başlıca bakıcılardan biridir müzik. Aslına bakarsanız müzik bir moddur. İçinde bulunduğu tarihten, kültürden, olaylardan etkilenen ve buna bağlı olarak ortaya çıkan, aslında kişinin duygu durum ürünüdür. Hatta dinleyenleri de bu yüzden etkiler. Çünkü kişi, içinde bulunduğu toplumla ilişki halindedir ve o anki moduna uygun şarkıları tercih eder. Peki kişinin o anki halini, durumunu belirleyen sizce nedir?

Page 26: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

26

Tabi ki bilinçaltıdır.Kişi doğumundan itibaren nelere maruz kaldı ve sorunlarına karşı çözüm ve ihtiyaç olarak neler sunulduysa; kişinin müzik ile tekrar tekrar kendini tetikletmesi ile bilinçaltında hissettikleri kişiye afyon etkisi verir. O an son modu depresif olan kişi kendisini daha duygusala bağlayacak bir müzik açarak duygu durumunu sakinleştirdiğini sansa da, o müziğin çağrışımıyla aslında bilinçaltını tetiklemiş olur. Böylece nasıl bir oyun içinde olduğunu bilemeden hatıraları zihne geri akar ve kişinin duygu hâli güçlenir. Aslında, kişininhatıralarını yeniden yaşamışçasına tekrar yıpranması söz konusudur. Kişi farkedemez belki yani dikkat ederseniz bulunduğu duygu durumu hatıralarını tetikleyen müzikle kişiye öfke vermemiştir?

Peki, madem yaşanılana karşı artık öfke hissedilmiyorsa neden aynı şeyi yeniden yaşama potansiyelince yıpranma durumu söz konusudur? Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi duygular dönüşümlüdür. Eskiden yaşadığın bir olayı yeniden yaşarken dış tesire göre bir duygu durumu - yoğunluğu - dönüşümü yaşarsın. Eski hatıraları yeniden yaşamışçasına yıpranırsın ama o an sadece mahsun şekilde ağladığını zannedersin müzikle. Yatışmışsındır; öyle sanıyorsundur. Oysa sadece dış tesirin değişmesiyle, farklı bir duygu yoğunluğuyla eskiye dair tetiklenen bir durumu tekrar yaşıyorsundur. Fiziksel anlamda tepkin ne kadar sakin gözükse de, içsel anlamda bilinçaltın aynı tahribata yeniden maruz kalıyordur. Bir müzik eşliğinde yaşamak. Hayata dair, hayatın kendisine has müziklerine olan içsel ihtiyacını başka bir şeyle – yapay bir şeyle gidermek. Aslında ruha has algıların dış tetiklenmeler yüzünden kangren olması durumu.

Müzik Eşliğinde Yaşamak

Kendisini kendi öz varlığı olan ruhla hareket ettiremeyenin, ona ait özellikleri çalıştıramayanın, aslında ruhuna gıda sağlayamayanların, dışarıdan bir destekle hareket etmeleridir müzik. Kuklalaşmaktır. Aynı müziği sevmek, aynı kişiler tarafından aynı duygu durumuna sokulma mecburiyetine itilmektir. Geçmişi sırtına tekrar tekrar yüklemektir. Geleceği göremeyen insanın, şimdiye sıkı sıkıya sarılmasını sağlayan araçlardan biridir. Çünkü müzik tek başına olmaz, yan araçları da lazımdır. Bundan bahsedeceğiz..

Yazıyı tümüyle bitirmeden "ney" "kaval" vs. gibi konuları zihnimizde harmanlamayalım lütfen. Bir müzik eşliğinde yaşamak.. Hayata dair, hayatın kendisine has müziklerine olan içsel ihtiyacımızı başka bir şeyle gidermeye çalışmak.. Aslında kişi ruhuna gıda verdiğini sanıyorken, ruhuna has algıların dış tetiklenmeler yüzünden kangren olması durumu. Ruhsal işitme, duyma, kalp gibi manevi duyuların çalışmaması.. Ya İlahi ? Veya Fon Müzik Eşliğinde Şiir ?

Konu ilahi dinlenilmeside değil aslında veya şiir. İnsan müzik dinleme ihtiyacını ilahi ilede giderebilir. sadece dış maske olarak adına yaratıcı der. Eskiden olsa bilinçaltına görsel işitsel dokunsal yolla giren dış tesirler az olduğundan bu belki mümkün olabilirdi. Fakat aklı kişinin hangi duyguların tesirindeyse müzik veya ilahi aynı duyguları tetikleyecektir sadece vicdan rahatlayacaktır. Örneğin Kuran neden ilahinin yerini tutmaz ? yani Kurana alternatif neden ilahi gösterilir. ve ilahi neden müzikli olursa tesir eder ? hepsi konuyla alakalı iyice düşünüldüğünde ve kişinin kendi içinde kendiliğinden tetikleyemediği içsel birikimleri dışsal bir yolla tetiklemesidir. Tehlike budur. Örneğin Kişi, kendi dinine ait asırlar öncesi bir kahramanın hayat hikayesini veya ölümünü bir fon müziği eşliğinde dinlerken ağlar. peki ağlatan o din kahramanının ölümümüdür ? yoksa müziğin tesiri ve bilinçaltının aklı direk istediği duruma hazırlamasımıdır ?

Örneğin en son dinlediğiniz bir şiir düşünün. Asırlar öncesi bir kahramanın ölümünü anlatan bir şiir. Tabi sizi ağlatan bir şiir olsun. şimdi kendinize aynı kahramanın ölümünü fısıldayın ama düz bir sesle. Şu şekilde ; "Falanca öldü" eğer o fon müziği yoksa şiiri okuyan sesi güzel kişide yoksa ve hatırınıza gelmiyorsa ağlamazsınız. Ama yakınlarınızdan biri olsa ölen, size öldüğü söylense fon müziğine veya davudi bir ses tonuyla söylenmesine ihtiyaç duymadan ağlarsınız. Yani sizi yakınlarınızdan biri vefat ettiğinde ağlatan onunla olan fiziksel beraberliğinizdi. Fakat şiirlerde duyup ağlanılan peygamberlere dair işkenceli ibretlik hayatlara şiirsiz fon müziksiz ağlayamamamızın sebebi ise asırlar öncesine ulaşamayan içselliğimizdir. Dışa dönüklüğümüz ve kendisi gibi olamadığımız peygamberleri en azından yad etme durumudur. Ki aynı Peygambere sorulsa "Sizi böyle yad edip ağlıyoruz" dense vereceği cevap "Size bırakılan emanete ne derece sahip çıktınız" olurdu. Bu gerçektir. Konu ilahi dinlenip dinlenmemesi değil. Aksine bu durumun fark edilmesi.

Page 27: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

27

Ve Bir Ayet

Konuya ruh üzerinden gittiğimiz için kaynağı olan Kuran-ı Kerim’den örneklendirme ile devam edelim. "Onların kalpleri vardır ama detaylı olarak anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler." (Araf, 179) Garip.. Kalp diye bir şey var ve ona ait bir algı var. Görmek var, ayrıca bir görmek daha var. İşitmek var ama işitememek de var. Neden bahsediyor acaba? Bilinçaltının Akıldan Bağımsız Tetiklenmesi ve "Bebekler Sussun Yeter" Mantığı

Dinlediği müzik ile kişi kendi kendine acırken veya daha enerjik hale gelirken aslında o anı elinden kaçırır. Bulunduğu duygu halini de kalıcı hale getirir; yani olmayan bir karakter hâli kişininbilinçaltının bilinçsizce tetiklenmesiyle, kişinin üzerine yeni bir deri geçirmesi gibidir. Kalıcı, soğuk, buz gibi acıtıcı bir süreçtir ve kişi ne olduğunu bilmeden bir uykudan diğer bir uykuya geçerken kayıplarını ve olup bitenleri fark edemeyecek kadar zehirlenir. Yani aslında müzik geçmişi olmayanı asla tetikleyemez. Bu yüzden bebekleri sakinleştirmek için anne karnında duyduğu sesi dinletmeleri söylenir. "Aaa duydun mu; elektrik süpürgesi susturuyormuş çocuğu!" Ve duyarlı (!) bir anne elektrik süpürgesini sırf çocuğu sussun diye çalıştırarak aslında onu ana rahmine geri gönderir. İçinde bulunduğu anı yaşayamamayı işte böyle böyle öğrenir çocuk ve bunu da anne - baba öğretir. "Kıyamıyorum ağlamasına" der en masum şekilde. Ama aslında kendi tahammülsüzlüğünün itirafıdır, asıl kendisine kıyamıyordur. "Oysa bebekler ağlar ve birçok maddi - manevi gelişim veya bebeğin kendisini ifade şekli bu şekildedir."

İşin ilginci az önceki ayette "Edal" kelimesi de geçiyor. Baktığımız zaman bu kelime "Zihindeki doğru bir bilginin yanlış bir bilgiyle yer değiştirmesi ve o bilgi kalıbının yanlış bir bilgiyle doldurulması" şeklinde ifade buluyor. Bu da düşünülesi, oldukça garip bir konu..

Şimdi'den Kaçış

Buraya kadar detaylı ve belki de karışık olarak anlatılan konuları toparlarsak; en iyi ihtimalle müzik kişinin geçmiş hayatında bir kare yakalayıp oraya geri dönmesi ve mümkünse orada kalmaya dair çabasıdır. O andan memnun kalmamak değildir aslında, o andan memnun olmamaya kişinin kendisini programlamasıdır. "aman makinesi icad edemeyen bir kişinin “mastürbasyon” sürecidir" Yani madem zaman makinesi yok, bari bu şekilde geriye gidelim demesidir kişinin. Beden içerisinde bir gizlenme, kaçış ve zamanla kişinin özünü kaybetmesine yol açan bir duruma dönüşür.

Diziler ve filmler geleceğe kaçmasını sağlar kişinin. Hayatlarında asla olmayacak senaryoları izlerken, senaryodaki kişinin kıyafeti, zevkleri veya yaşam biçimini taklit de aynı zamanda bir kaçıştır. Acı olan ise; senaryonun sadece bir parçasını almışsındır seyrettiklerinden; ve çoğunluğu gerçek olan bir hayatın, en önemli gerçeği olan “kendin” i değiştirmişsindir senaryodan aldıklarınla. Sonra senaryolar birbirine karışır. "Neden Tembelim" Sorusu

Tembellik de böyle başlar aslında. "Neden tembelim?" sorusunun cevabı da aynı şeylerde gizlidir. İçsel gerçeklik dışarıdan tetiklene tetiklene tüm hissiyatını kaybetmiştir. Böylece öz gerçeğin, özün yani seni sen yapan ruhun dışarıdan tetiklenmekle ayakta kalan bir kuklaya dönmüştür bedeninle birlikte.

Duygulara normalde ruh hâkimdir. Hani herkesin hakkında atıp tuttuğu ruh.. "Ruh" kelimesini kullananların bilemedikleri bir gerçek de yine "Ruh" kelimesinin geçtiği Kuran-ı Kerim’in sahibi tarafından belirtilir:

Page 28: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

28

Ve Bir Ayet

"Sana ruhtan sual ederler. De ki: «Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az bir şey verilmiştir." (İsra, 85) "Neden tembelim?" sorusunu tekrar ele alalım fütursuzca akıyorken.

Örneğin bir çocuk, seyrettiği filmde bir karakterle eşleştirir kendini, veya bir büyük ile; fark etmez.. Her insan, seyrettiğinde kendisiyle ilişkilendireceği bir karakter mutlaka bulur. Çünkü sistem benzerlikleri kullanarak kuklalar üretir. Kişi seyrettiği senaryodaki kişinin mutlu olmasıyla mutlu olur, başarısıyla sevinir. Bu durum zamanla engellenmesi çok zor iki şeyin önünü açar: 1- Başarıya dair, mutluluğa dair birikmesi gereken ve zamanla kendiliğinden açığa çıkarak hayatına yön verip seni olman gereken yere götürecek olan tüm duyguların daha yeterince birikmeden tetiklenmiştir; hâlbuki daha boşsundur. Bu yüzden tüm boşalan duygulardan geriye korku kalır, bir köle kalır; sisteme bağımlı, tüketen, üretmemek için bahanesi olan bir köle.. Belki de "Ruh" denilen özüne yapılan bu muamele, aklın duygular karşısındaki gücünü sıfıra indirmiş ve aklı duygular karşısında mağlup bir köle gibi yönetilebilir hale getirmiştir. Çünkü akıl, gücünü sadece o hiç konusu bile edilmeyen "Ruh" dan alır, alması gerekir. Hatırlasana. Eğer bilgi yetseydi, kimse bilip de yapamadıklarının altında ezilmezdi. 2- Bilinçaltı, görsel ve işitsel yolla kendisi için yani kılıfı beden olan “o şey” için hedefler tayin eder ve bu konuda akla güvenir. Akıl ise duygulara bağımlı olduğundan kendisiyle beslenip belki de görüşünden, gücünden, ferasetinden faydalanacağı bir “Ruh” dan istifade edemediğinden; sadece basit bir karar mekanizması olarak kullanılabildiğinden, güçsüz bir şekilde duygular ne derse evet der. Bilinçaltı, senaryolarda kendisiyle eşitlediği karakterin film boyunca duygusal anlamda kendisini tetiklemesi vasıtasıyla onu hedef tayin eder ve bu yaşantıyı projeye çevirir. Hâlbuki gerçekten yaşayan bir karaktere aynısını yapsa, seyretse, araştırsa, öğrense ve ona yönelse; zamanla kişilerdeki enerji bedenler arası irtibatı sağlar ve kişi ona benzemeye başlar. Onun gibi düşünmeye.. Bu bir gerçektir ve fırsattır. Aynı zamanda bir zarardır da. Bir virüs gibi duyguların kokusu hükmündeki düşünceler de aynı virüsler gibi yayılır. Bu konuda aklı savunan sadece "Ruh" tur. İkinci maddeye geri dönmek gerekirse hayali bir proje enerjiye dönüşmez ve kişi "Neden tembelim?" der durur. Bazıları da "Ben tembel değilim" der. Sebebi de çalışmaya olan bağımlılıklarıdır. Köleliğini ise çalışarak kazandığını kimin hükümranlığında kullandığı belirler. "Ben hizmet de ediyorum" der bazen kişi. Hizmet durumu vardır ama asla hizmet eden yoktur. Çünkü hizmet esnasında “Öz” tarafından kullanılmak vardır ve bu durumdan egonun kendisine malzeme çıkarması asla olamaz. Yani, "En azından ben şunu yapıyorum" diyen kişi aslında yaptıklarını kendisini iyi hissetmek için yaptığını yine aynı cümleyle itiraf etmiş olur. : )

Müzik dedik, kalp dedik, biraz da bilinçaltına girdik. Akıp gidiyoruz. Müzikle Beraber Duygusal Aktarım Ve Duygu Tembelliği

Müzikten devam edelim. Yine üzgün olan kişiden örnek verirsek, yaşanmışlıklarına bağlı olarak oluşturduğu savunma şekliyle o halden kurtulayım deyip“eller havaya” yaptığında başka bir tuzağın kucağına bırakır kendisini. Müziğin sözleri önemli değildir; hareketi, sözde ne kadar enerjik hale getirdiği, zinde tuttuğu önemlidir.Yani kişiyi kendinden ne kadar uzaklaştırabildiği.. Çevrendeki insanları göremez olursun. Tüm söylenmemişleri, söylenmesi gerekenleri vücut dilinin feryadıyla atarsın dışarı ve bunun adına “dans” dersin. Fakat yine unuttuğun bir şey vardır. Bu şekilde bir aktarıma alıştırırsan kendini, giderek bu şekilde bir aktarıma bağımlı hale gelirsin. Oysa asla aktarmıyor olacaksındır. Aktarım boşalmanı sağlar. Tekrar aynı şeye ihtiyaç duymak, o kadar kısa zamanda tekrar dolmanın mümkün olması durumuna aykırıdır.

Page 29: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

29

Sözler bilinçaltına dolarken, dinlenen müzik de aynı şekilde bilinçaltından bir şeyleri tetikler. Bu zindelik arzudan başka bir şeydir. Kişinin yüksek sesli müziğe ihtiyacı vardır. Müzik bir basınçtır aynı zamanda yüksek sesle dinlenilirse. Ve neden yüksek sesle müzik dinlemek istiyorum dersen; "Bilinçaltından zihnine kadar ulaşan ama eğitimsiz olduğundan dolayı dışarı atamadığın, zihninle devamlı savaştığın o fikirleri, o duygusal durumları, duyguların kokusu olan o düşünceleri görsel işitsel darbelerle bilinçaltına geri itmek istiyorsundur”. Peki, neden belirli bir ritme ihtiyaç duyar kişi eğer amacı sadece her şeyi bilinçaltına geri itmekten ibaretse? Bu bir nevi hipnozdur veya narkoz. Düşüncelerin yüksek bir ses basıncıyla bilinçaltına geri itilirken, orada duyduğun ritim sadece acını örten bir senaryodur. İşkencelerde de müzik kullanılır. Kişi neden gece kulüplerinde eğlenir gibi hissetmez? Çünkü bilinçaltını tetikleyen ve zihnindekileri bilinçaltına geri iten ses basıncının yanında filmlerdeki gibi seni oyalayacak bir senaryo yoktur. Bu narkozsuz ameliyat gibidir. O yüzden buna işkence denir. Aynı zamanda zihni tedavi edici bir rolü de vardır. Bahsedeceğiz..

Müzik Gerçek Müzik Arayışına Maskedir

Kişi kendi probleminden ve hatta kendinden kaçarken, yani gerçeklerin üzerini örtmek için müziği kullanırken buna “gıda” yalanını biçmektedir. Sorunundan uzaklaşırken aynı şekilde çözümünü daha tehlikeli sulara bırakmaktadır. Müziğin toplumdan etkilenmesine baktığımızda, şu anki eğlendirici müziklerin çoğunda yer alan yatak iniltilerinin bilinçaltını tetiklemesiyle, probleme çözüm olarak seks sunulmaktadır.

Şehvetin Bedenden Taşması Duyulara Yayılması

Şehvetperest bir toplumda aslında doyması gereken şehvettir; sadece şehvet.. Şehvet bir virüs gibi her duyguyu sardığında artık besin kaynağına döner. Esprilerde sadece bel altı esprilere gülersin. Aslında hayata dair sesleri müzik olarak algılaması gereken duyma yetisi, onun bağlı olduğu o saf duygu şehvete boyandığı için şehvetle alakalı şeyleri duyarak beslenir. Artık bir yaprağın sesine ihtiyacı kalmamıştır.

Aynı şekilde ağız.. Oral yolla beslenme organı olan akıl, lezzeti bedene gönderen organ olan dil ve onun besin duygusu olması gereken muhabbetvari duygular tamamen şehvete boyandığından, artık şehvet duygusunun ağız yoluyla tatmini başlamıştır. Eğer oral seks yoksa bunun doyumu küfürlerle sağlanmalıdır. Bu da ağız yoluyla beslenmeye taşan, şehvetvari bir duygu dönüşümüdür.

Aynı şekilde göz. Kendisini besleyen, beslemesi gereken şeyleri örtmüştür bilinçaltından taşan ve tüm duyguları saran şehvet hastalığı. "Güzele bakmak sevaptır." konusunun bile şehvetle algılandığı bir toplum. Algı dünyası maalesef değişmiş. Doğru, güzele bakmak sevaptır. Annene bakmak; babana, bebeğine bakmak gibi. Dertlendiğinde bir arkadaşın gözüne bakmak.. Şehvet duygusu bedeni sarınca güzel anlayışı kişinin annesinden de taşmış ve güzellik kavramı düzülebilme veya düzebilme potansiyeli olana indirgenmiştir. Bu durum, aç kalan bir insanın çekirgeyi lezzetli sanmasına benzer. Aslında o kadar komikken herkesin bir birbirini onayladığı bir toplumda "Herkes böyle!" imajı ve "Herkese ne olacaksa bana da o olacak" psikolojisi herkesi aynı tutmaya başlar ve herkes yavaş yavaş hiç hayal bile edemeyecekleri şekilde değişir. Örneğin bugün bir kâğıda "Bugün falan tarih ve ben ahlaken şunlara değer veriyorum " yaz ama detaylı olsun. Seni utandıran şeyleri yaz, seni sen yapan değerleri yaz. Sevdiklerini, esirgediğin noktaları yaz. Hassasiyetlerini yaz.. Yıllar sonra aç oku. Şaşırmıyorsan ve aynıysa her şey, hatta gelişmişse hassasiyet anlamında, derim ki sana "Sen bir köle değilsin".

Page 30: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

30

Bebeklerin Üzerinde Tesiri

Müzik. Bebekler, dil gelişiminden önce garip sesler çıkarırlar ve o seslerle kendilerine ritim yaparlar. O ritimse tesirsiz bir çocuk için zikirdir. Bir bütünleşmedir. Kendine aittir. O yüzden dünyanın en güzel müziği bir anne ve baba için bebeğinin sesidir. Sonra içinde bulunduğu çevreden duyduğu kelimeleri bir şeylere benzeterek dil gelişimleri başlar. Bununla birlikte duyu organlarının maruz kaldıklarına bağlı olarak bilinçaltı da oluşur. Dışarıdan “sözde” gıda olarak verilenlerle çocuk aslından uzaklaşarak bilinçaltının çöplüğüne doğru itilir ve büyüdükçe içinde kalan büyümemiş çocukla, yetişkin çocuk sendromlu sözde birey olduğunu düşünen kimliksizler oluşur.. Bilinçaltına itilir, çünkü ne olması gerektiği kendisine ebeveynin zevklerinin dayatılmasıyla oluşur. Bir yumurtanın dışarıdan kırıldığında içindeki civcivin ölmesi gibi, kişi çocukken bu hayat kıvılcımını kaybeder. Ses ve görüntülerin kontrolsüzce evlere kadar dayatıldığı bir toplumda buna izin veren bir aile kendisini, tamamen bu ritimli senaryolu dış tesirlerin duyguları yönlendirmesiyle oluşan bir kalıbı çocuğuna gönüllü bir şekilde dayatırken bulur. Böylece olması gereken bir hayatı yaşama gücü o bebeğin bedeninden asla çıkamaz olur. Bebek de alışır artık ulaşamadığı ve hayatın özüne dair durumların tetikleyemediği duygularını tetiklemek için dış tesirler kullanmaya ve dışa bağımlılık toplumsal bir yönetilmeye hazır hale getirir toplumu.

Kalbini bir müzikle asla duyamazsın.

Kalbini bir müzikle asla duyamazsın. Müzik bilincini uyutur ve o ara yapay bir huzur gelir. Aslında olan şey; müzikle birlikte tıpkı bir kobra yılanının tetiklenmesi gibi uyutulmasıdır, işleyişinin durdurulmasıdır zihninin. Anlıyorum, en güzel şiirleri belki bir fon müziğiyle yazıyorsundur. Belki ilham bir müziğin tetiklemesiyle çıkıyordur ve parmaklarından kâğıda dökülüyordur. Ama konu müzik değil inan. Konu kontrolsüzlük. Konu aslında, içeride var olan ve ulaşılmayan gerçeği hatırlamayı sağlamak. O yüzden kişi hep eskilere gitmek ister. Hep eskilere. Veya hiç sahip olamayacağı geleceğe ki bu da geçmiş gibi imkânsızdır. Müzik; bilinci aşıp ritmine, notasına en uygun şekilde bilinçaltında silinmiş de olsa bir hatırayı veya duyguyu, en sinsi ve en yumuşak şekilde canlandıran ve yeniden dirilten bir tuzaktır. Müzik sana hayat verir gibi gözükür. Oysahayatsızlığının ispatıdır, eskiden yaşadığın hayatı hatırlatan sesten ibaret bir fragmandır aslında.

O bakımdan zihni tedavi edebilir veya çok profesyonelse bilinçaltındaki birçok saplantıyı bile tedavi edebilecek bir potansiyele sahiptir aynı zamanda. Ama asla kalple ve ruhla bir ilgisi yoktur. Kişinin özünden uzaklaşıp kendisini beden sanmasından dolayı, olduğunu sandığı yapay benliğinin rahatlamasını ruhun rahatlaması sanmasıdır.

O an ihtiyaç duyduğun, yaşadığın duygunun tam zıddı olan duyguyu ortaya çıkarabilen bir gücü vardır müziğin, kabul. Ama yine de kalbî değildir :)

O bakımdan zihni tedavi edebilir veya çok profesyonelse bilinçaltındaki birçok saplantıyı bile tedavi edebilecek bir potansiyele sahiptir aynı zamanda. Ama asla kalple ve ruhla bir ilgisi yoktur. Kişinin özünden uzaklaşıp kendisini beden sanmasından dolayı, olduğunu sandığı yapay benliğinin rahatlamasını ruhun rahatlaması sanmasıdır.

O an ihtiyaç duyduğun, yaşadığın duygunun tam zıddı olan duyguyu ortaya çıkarabilen bir gücü vardır müziğin, kabul. Ama yine de kalbî değildir :)

Yani çalan kişiyle alakalı olarak, bir rolü olabilir. Eski zamanlarda insan azlığından dolayı düşünce sinyallerinin ve özellikle teknolojinin yokluğundan dolayı elektronik sinyallerin az olduğu dönemlerde kişilerin birbirleri ile telepatik olarak konuşmaları gibi. İşte bu bakımdan araçların önemi de yoktur. İnsanların çoğalması ile beraber düşünce sinyallerinin karışması ile toplumsallaşma başlamış, içsellik yok olmuş, herkesin birbirine benzemesiyle toplum sanki tek bir bireye dönüşmüştür.

Page 31: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

31

Elektronik sinyallerin de çoğalmasıyla bilinçaltına araçsız ulaşma durumu mümkün olmamaya başladığından, araçlara yer verilmiştir usta çırak ilişkilerinde. Aslında zaafların kullanılıp, o zaaflarla bilinçaltına ulaşma yoludur müzik aynı zamanda :) tıpkı cümleler gibi :) Cümleler de bir kablo vasıtasıyla gitmezler muhataplarına, hatta görülmezler bile. Ama maalesef çoğu insan sadece işittiklerinin beyinlerine girdiğini zanneder. Hâlbuki duyma sınırının altında seslerle insanları yönetebilmenin deneylerinin yapıldığı bir yüzyıldayız. Yani kişileri onlar farkında bile olmadan yönetebilme yöntemleri araştırılmaktadır. Biraz bile araştırılsa, bu konuda birçok materyal bulunabilir.

Müzik seni etkiliyor olabilir. Hatta enstrümanı çalan bir ustaysa, seni rahatlatabilir de. Ama seni rahatlatan o müzik değil, çalan kişinin psikolojisi ve kontrolsüzce duygularını yüklediği notaların bilinçaltında anlam kazanmasıdır. Kontrolsüzcedir. Fakat şu anda kontrollü şekilde bir sistemin müzikleri kullanarak özellikle gençleri şehvet hastalığında tutarak; kullanılabilecek, akledemeyecek, detaylı düşünemeyecek ve soyut zekâsı sıfır bir köle toplum hazırlamakla meşgul olduklarını ve hatta buna başladıklarını biliyor muydunuz?

Bilinçaltının tetiklenmesiyle içinde uyanan duyguları öne çıkarma durumu da vardır müziğin. Örneğin saba makamının kuvvet vermesi, Uşşak makamının kalp ağrısına iyi gelmesi gibi.. Rast makamının neşelendirmesi gibi :) Irak makamının saldırganlığı önleyici tarafı da vardır. Aslında limbik sistem ile korteks arasındaki sinirleri güçlendirerek bağlantının kopmayıp, kabaca şalterin atmamasını ve kişinin kendisini kaybetmemesini sağlar ama bu da yine :) duygularla alakalıdır:) ve kalbin madde âlemindeki tarafıyla alakalıdır eğer adına "Ruh" demeye devam edeceksek. :)

Tasavvuf musikisinin bizzat tedavi edici özelliği vardır ama bu madde tarafımızla alakalıdır. Küçümsemiyorum. Asla.. Baktığımız zaman filozof olan Farabi bile önderdir tasavvufi müzik konusunda. Ve filozoftur. Neye gelince, ney üfleyen kişiyle alakalı müridi ele geçiren, değiştiren bir musikidir ama asla sona ulaştırmaz. Mevlana’nın da dediği gibi sadece kalbine seni koyar ama yol yeni başlamıştır. Ney sadece koparılmışlığını, ayrılmışlığını sana gösterir. Farkındalık sağlar. Ama çalan kişinin farkındalığını yansıttığından, bu durum her çalınan neyi dinlenilebilir yapmaz. Kamışlığından ayrılan neyin pişmesi, boğumlara ayrılması ve artık Allah’ın elinde nağmelenmesini simgeler. Ama asla kalbe dair bir yolculuk sağlamaz. Başlangıç rehberidir, farkındalığı artırır ama bu da çalana göredir. Çalan kişiye göre. Aslında kişinin müzikle alakalı zaafının ney ile törpülenip aynı neyin bir ustanın elinde duygusal aktarım ve farkındalık öğretisine dönüşmesidir.. Konuyu uzattım ama umarım anlatabilmişimdir :)

Duygu; ruha ait keyfiyetsiz hislerin (kelime darlığı) maddeye dönüşmüş halidir. Yani bedeni taraftır duygular. Olmalıdır da zaten. İhtiyaçtır. Ama ruhu bedenden ayırıp sevgilisine ulaştırmak ise ayrı bir durumdur, yaratılma sebebimizdir.

Durumu izah için; bilgisayar ağlarından yola çıkarsak; kablosuz ağların görünürlüğü vardır. Ortada kablo vs yoktur ama kablosuz ağları görüntüle dersen sinyalleri yakalar. Aynı sinyalleri kullanarak ağa bağlanmak istediğinde bir güvenlikle karşılaşırsın.. "Şifre?".. Eğer uzmansan güvenliği düşük ağları kırar ve istediğin gibi kullanırsın. İşte akıl, bilinçaltı konusunda düşünce sinyallerine karşı bir muhafızdır. Ama kendisinden güç alacağı "Ruh" olmadığından şifresiz bir kablosuz ağ gibi herkesin girdiği, veri bıraktığı, virüs bıraktığı bir ağa dönüşür. "Neden tembelim?" veya "Neden başkaları bana bu kadar tesir edebiliyor?" diyen birini düşünelim. Diğer yandan "Bana kimse tesir edemez" diyen biri eğer kazanç odaklı çalışıyorsa çalıştığı şeyin kölesidir. Yani kariyer, para, mal, mülk kişiyi kölelikten kurtarmaz. Kişiyi kölelikten kurtaran şey; ihtiyaçlarının dışında dışa bağımlı olmamasıdır. "Neden tembelim?" veya "Neden duygularıma söz geçiremiyorum?" diyen birinden örnek verecek olursak;

Page 32: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

32

Bildiklerimi neden Yapamıyorum

Bedeni bir bilgisayara benzetelim. Ruh kullanıcı olsun; akıl ise içindeki programlarının zenginliği eğitimine bağlı olan işletim sistemi.. Bilgisayar: Beden Ruh : Kullanıcı Akıl : İşletim sistemi

Eğer bilgisayara dışarıdan bir virüs girerse; "Ne ya bu virüs canlı mı?" diye mi sorarsınız :) siz de biliyorsunuz bilgisayar virüsleri canlı değillerdir. Ama kod saklarlar içinde ve içine sızılan bilgisayara ilgili kodlar bırakıldığında, o bilgisayar o komuta tabi olur. Kullanıcının kontrolünden çıkar. Düşünceler de kişilerin farkında olmadan kodladıkları bir virüs veya tam tersi yönde antivirüstür.

Az önceki örneğimizden yola çıkarsak aklını korumasını bilmeyen kimse işletim sistemini korumayan bir bilgisayar kullanıcısına benzer. İşletim sistemine virüs bulaşan bir bilgisayar kullanıcısı ne kadar dakik, çalışkan aktif vs olsa da bilgisayar ağır çalışır :) Aynı şekilde akıl dış tesirlere karşı korunmadığında, dış tesirler düşünce sinyalleri kodları şeklinde bilinçaltına ulaşır vebeden ruha rağmen ruhun isteği dışında hareket eder. Daha tehlikelisi ise; beden dışarıdan aldığı düşünce virüsüne karşı duyguları hazırlar ve onay verir. Çünkü bilinçaltı akla güvenir. "Akıl içeri aldıysa bir bildiği var" der ve bunu olumlu yönde kullanır. Bu yüzden herkes aynı şeyi sever. Bu sevilen şeylerin sevilmesi gereken şeyler olduğu anlamına gelmez. Tamamen dışsal bir virüstür, komuttur.

İşte tam burada, bu dış tesirlerle ruhsal bağını koparan ve dış komutlarla bedenî lezzetlerini yeniden inşa eden kimse şöyle der: "Allah bana nefis vermiş, sonra harama bakma demiş. Benden yapamayacağım şeyleri neden istemiş?" Aslında fıtratında bu vardır. Sonradan dış tesirler, dışsal komutlar ve aklın duyguların tesirinde olması nedeniyle dışarıdan direk aldığı bu virüsleri kendi içinde olumlu kodlamıştır. İncelerseniz, bir dönem Haçlı seferleriyle birlikte müziğin yayıldığını fark edersiniz.

Toplumları Yönetme Aracı

Müziğin, dansın olduğu ülkelere bakıldığında Hindistan gibi zulme uğrayan ve tam zıddı moddan kurtulmak için dışarıdan suni teneffüsle ayakta kalmaya çalışan toplumları görmekteyiz. Bizlerin sözde ruhsal gıdalarının kaynağı, yaşadıkları zulümden kendini avutmak için oluşturdukları sanal mutluluklar ve sözde şifaya dönüşmüş bu toplumlarda. Bir dönem İstanbul’a gelen, hatta Almanya’ya kadar giden gurbetçilerimiz vasıtasıyla yani büyük şehirlere göçle birlikte arabesksi bir hal alarak, ayakta kalma umudu yapılmıştır dışsal destek bakımından. Diğer taraftan yine batının müziğine baktığımızda kendini kaybetmiş kişilerin oluşturdukları ürünler, diğer insanlara şifa olarak sunulmuştur. Sürekli bahsettiğimiz kişileri yönetme araçları her asırda değişmiştir. Kişinin bulunduğu durumun farkına varmaması için vahşi arenalardan modern arenalara (gece kulüpleri) içinde fanatizm barındıran bir sistem, değişe değişe günümüze kadar gelmiştir. Sana rağmen her şey olur, ama senin dinlediğin seyrettiğin sözde “gıda” olan müzik, seni hep geçmişe veya asla ulaşamayacağın geleceğe götürür. Ve bir şeyler "şimdi" lerde olup biterken, sen asla burada olamazsın. Birileri de "Merak etme! Sen git, biz seni idare ederiz" iyi niyetiyle (!) bedenini, aklını, bilinçaltını ve duygularını kullanır.

Yine klasik müziklere baktığımızda hazin hikâyeleri olan bestecilerinin bunaltılı duygu durumlarının çığlığıyla sarıldığı sözler ya da enstrümanlar vardır. Yani kişilerin ruhsal bunalımları sözde kendi zamanının dışındakilere şifa olur. Enteresan geliyor, geliyor, geliyor...

Rock, pop, hiphop, jazz, hard rock gibi birçok ad altında sunulan duygu durum ürünleri feryadı bastırmak amacıyla sorun çözmek yerine sorunun üstünü örten, kişiye belirli karakteri dayatan ve aynı yönde döndüren tuzaklardır. Tıpkı uyuşturucular gibi. Günah keçisi ise daima başka bağımlılıklardır. Kısaca yönetilen toplumun kendi kendine geliştirdiği korkuyla yönetilme stratejisinde, bağımlılığa olan bakış açısı şudur: "Yavaş yavaş öl. Asla hızlı ölme ve dikkat çekip huzurumuzu dağıtma"

Ruh ise ancak ait olduğuyla gıdalanır.

Keyfiyetsiz olanın gıdası, yine keyfiyetsiz olanda gizlidir.

Page 33: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

33

Pınar ÖZÖNER

Deneme

’Yas’’ta Değil İsyandayız

‘’Yas’’ta Değil İsyandayız

'' Birinin kızı mı oldu? ”

Her sessizlikte söylenen, cinsiyet ayrımcılığının gelip

deyimlere atasözlerine kadar yapıştığının örneğidir bu cümle.

Kadın doğuyor…Suratlarda bi’ hüzün bi’ sessizlik. Hüzünlü bir

haberle “Merhaba! ” diyor kadın hayata….Üzülüyor kız olduğu için

müstakbel ailesi ve daha doğduğu ilk gün başlıyor kadının hayatla

mücadelesi.

Anne - baba ocağında geçirdiği ilk çağlarından itibaren

görülmeyen, yalnızca çok keskin bir şekilde hissedilen baskıyı,

dayatmayı, ötekileştirmeyi, cinsel ayrımcılığı, korkuyu,

susmayı, yaşadığı coğrafyaya göre hayata bir iki üç adım geriden

başlamayı bütün hücrelerine kadar hissederek büyüyor kadın.

Sonra bir gün kadın..

Sonrasını biliyoruz..

Neriman Aktarmacı, Öznur Bozan Hatice Vanlı Leyla Salman, Hatice Topçu, Fareset Çakır, Bircan Çatal Toptaş, Öznur Ocaklı ve Nesrin Özdemir ve Meryem Yılmaz ve Azime Erdoğmuş ve Münevver Karabulut ……ve sonuncusu ( biliyoruz ki sonuncu olarak kalmayacak ) gençliğinin baharında hayattan koparılan, 20 yaşında bir üniversite öğrencisi Özgecan Aslan…

Yasalarda eşit olmasına rağmen kadınlarımızın bu güne kadar çağdaş ve hak eşitliğine dayalı bir statü kazanamamasının, var olan haklarını kullanamamasının en temel sebebi kadının toplumdaki algılanma biçimidir. Kadın olmak zor zanaattır erkek egemen toplumlarında. Türkiye'de kadın olmak, kadın olduğunun her saniye bilincinde olmaktır. Her daim tetikte olmak, sürekli iki adım ilerisini düşünüp ona "uygun" davranmaktır. Bu öyle içimize işlemiştir ki bazen buna mahkum edildiğimizi unutur, bunu varlığımızın bir gereği zannederiz.

Türkiye çağdaşlaşıyor, ileriye gidiyor derken gazetelerde okuduğumuz haberlerin içeriği her geçen gün daha dehşet verici hale geliyor.Halbuki kadınlara verilen toplumsal değer, bir ülkenin uygarlık düzeyiyle doğru orantılıdır. Kadının insan olarak özgürleşmesi, özel alanla kısıtlı kalan bir sorun değil; toplumsal kalkınma, evrensel gelişme süreçlerinin yapı taşlarından biridir. Bir toplumda kadının konumu, demokratikleşmenin temel göstergesidir.

Kadınlarımızın yaşadığı tüm sorunların çözülmesini ve toplumda layık olduğu yere gelmesini temenni ediyor, dünyayı sevgi ile dolduran tüm kadınlarımızın” 8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nü kutluyorum.

Page 34: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

34

Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

Deneme

Akıl Ve Vicdan

Akıl Ve Vicdan

İnsan, eşref-i mahlukat. Ona en büyük nimet olarak akıl

verilmiş, üstelik vicdan gibi büyük bir ikramla mükerrem kılınmış. Akıl

sayesinde iyi, güzel ve doğruyu kötü, çirkin ve yanlıştan ayırt

edebiliyor. Akıl herkeste var ama mühim olan onu yaratılış gayesine

uygun olarak kullanmak. Vicdan sayesinde ise insanî ve gayr-i insanî

olanı ayırt edebiliyor. Birine akılsız dediğimizde aslında aklı yok

demek istemiyoruz, aklı olduğu halde onu az kullanana diyoruz.

Birine vicdansız dediğimizde ise insanî hislerini, merhamet

duygusunu ziftle kaplamış olana diyoruz. Hem muşahhas hem de

mücerred olarak en güzel aksesuarla donatılan “hazret-i insan”da

Allah’ın donattığında kusur aramak mümkün mü? Haşa, kimin

haddine!? Evet, Allah insanı ahsen-i takvim olarak yarattı ama sonra

onu esfele safiline çevirdi.

Herkesi mi? Hayır! Kimi döndürmeyeceği belli: İnanan ve

topluma fayda sağlayan işlerle meşgul olanları..(Tin suresi 4-6). Peki

kimi döndürecek? Yaratan’dan tertemiz olarak aldığı akıl ve vicdanı

kirleterek köreltip şeytanın güzel ve süslü gösterdiği fakat aslında

çirkin işleri işleyegelenleri..

Hep söylerim” şeytan tatil yapmaz ve günah işletmeye

doymaz” diye. Unutmamak gerekir ki şeytanın yaptırım gücü yoktur,

ikna gücü var. Ona kananlar nefsine mahkum olanlardır. İradesine

hakim olanlar ona kanmaz.(Nahl suresi 99). Ruhunu şeytana hibe

etmiş insan görünümlü kalasların, akıl ve vicdana aykırı yolda

yürüyen sapkın güruhun neler yapabileceğine güzelim ülkemizde

kanımız donarak şahit olduk. Belki şeytanın bile yok artık diyeceği

muamele, körpe kızcağız Özgecan’a yapıldı.

Akıl ve vicdanı foseptik çukuruna dönen, insan kılığına

bürünen, yalnız kalan bir kızı görüp hemen uçkur hayallerine kapılan

bu rezil, bizi erkekliğimizden utandırdı. Sözün gücüne inanan biri

olarak benim diyecek sözüm kalmadı. Şunu da ilave etmeden yazıyı

bitiremeyeceğim: Son çeyrek asra kadar bu denli ‘cinayet çeşidi’

yoktu. Yukarıda bahsettiğim güruh bunu bir yerlerden görüp

kopyalıyor – farkında mısınız?

Page 35: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

35

Nurdan OFLAZOĞLU

İnceleme

Tanzimat’tan Günümüze

Türk Romanında Kadın

Tanzimat’tan Günümüze Türk Romanında Kadın

19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin batılılaşma sürecine

girmesiyle birlikte toplumda yaşanan değişiklik edebiyatımızı da

yansımıştır. Bu dönemde Osmanlı kadınının toplum içerisindeki yeri

de değişiklik göstermeye başlamıştır. Okur-yazar oranının

artmasıyla kadının kimlik arayışı da hızlanır.

Bu süreçle birlikte Tanzimat devri romancıları, kadın

konusuna büyük önem verirler. Tanzimat Devri‟ nde ortaya çıkan

Türk romanı, Türk kadınının sosyal hayatındaki değişme ve

gelişmelerde önemli rol oynar. Tanzimat yazarları, kadının aile

içindeki önemine dikkat çekerek çocuk yetiştirmede kadının

öneminden bahsetmişlerdir.

Ahmet Mithat’ın ilk romanlarından olan Felatun Bey ile Rakım

Efendi (1875), yazarın kadın kimliğine bakış açısını yansıtan önemli

romanlarından biridir.. Bu romanında Ahmet Mithat, Felatun Bey

ve Rakım Efendi ile simgeleştirdiği “Batılı züppe” ve “Doğulu bilge”

kimliklerini kadın kişilere de yüklemiş ve “Batılı züppe”yi Felatun’un

bir süre birlikte olduğu hoppa aktris Polini’de, “Doğulu bilge”yi de

sadık cariye Canan’da somutlaştırmıştır. Polini doyumsuz, hırslı bir

kadındır; Canan ise alçakgönüllü, sadık ve kanaatkârdır. Ancak bu iki

kadını birbirlerinden ayıran unsurlar olarak, Felatun Bey ve Rakım

Efendi’yi birbirlerinden farklı kılan unsurlar belirginleştirilmez. Polini

ve Canan; dürüst olma, tutumlu olma, sabırlı olma gibi konularda

takındıkları tutumla değil, iffet konusundaki tavırlarıyla ayrı dünyalara

ait olduklarını gösterirler.

Romanda erkekleri Batı’ya özenen “alafranga züppe” ve

bilinçli Osmanlı beyefendisi olarak ayıran “dürüstlük”, “tasarruf” gibi

birçok özellik bulunurken, kadınların öncelikle namus kavramı

çerçevesinde, cinsel kimlikleri ile ilişkilendirilebilecek bir alanda konu

edilmesi ve yine bu alanda ikiye ayrılması dikkat çekicidir. Romanda

Polini ve Canan ile simgelenen kadınlık birbirinin tamamen zıddıdır.

Polini serbest yaşayan, pervasız, işveli, insanları kendi çıkarları için

kullanmaktan çekinmeyen bir aktristtir. Canan ise, efendisine

hizmetten başka bir şey düşünmeyen, nazik, namuslu bir cariyedir.

Romanda Polini’nin pervasızlığı bir Fransız aşüftesi olmasıyla

açıklanmaktadır. Canan ise cariye olduğu için, romanda Osmanlı

kadını kimliği ile öne çıkarılmaz. Canan’ın ağırbaşlılığı en olmayacak

yerlere kadar uzanmaktadır.

Ahmet Mithat, en ufak bir cinsel imânın Canan’ı Polini’ye

eşitleyeceğini ortaya koymak istercesine, Canan’ın cinsel kimliğini bir

utanç duvarının ardına kurar. Yazar, bir cariye olması nedeniyle,

efendisi ile yakınlaşmasının hiçbir şekilde yadırganmayacağını bilse

de, romanda Canan ile Rakım Bey arasındaki yakınlaşmaları konu

ederken, okuru sürekli Canan’ı ahlaksız bir kadın zannetmemesi

konusunda uyarır: “Ne zannettiniz ya? Rica ederiz, Canan’ı öyle bir

yılışık aşüfte zannetmeyiniz” (Ahmet Mithat 2010: 93)

Page 36: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

36

Namık Kemal “İntibah “ta da kadına “iffet “ yönüyle yaklaşması yönüyle ilgi çekmiştir.

Bahriye Çeri, “Türk Romanında Kadın” başlıklı incelemesinde Namık Kemal’in kadın sorunuyla ilgili

makalelerine de değinir ve yazarın Türk kadını için Avrupalı hemcinslerinin yararlandığı eğitim olanağını

talep ettiğini ve köleliği ayıplayarak kadının bu mekanizma ile toplumsal hayatta sınırlandırılmasına karşı

çıktığını ifade eder (Çeri 1996: 17). 1876 yılında yayımlanan İntibah, üst-sınıfa mensup bir erkek olan Ali

Bey’in müsrifliği ve ihtiraslarının kurbanı olması nedeniyle içine düştüğü acıklı durumların bir hikâyesidir.

Romanın adı “uyanış” anlamına gelmektedir ve aynı zamanda Ali Bey’in “cinsel uyanış”ına da gönderme

yapmaktadır (Parla 1993: 87). Namık Kemal’in asıl amacının bu olduğu şüphe götürür olsa da İntibah’ı, Ali

Bey’in Dilaşub ve Mehpeyker ile karşı kutuplar olarak simgeleştirilen, itaatkâr ve buyurgan iki farklı cinsel

kimlik arasındaki bocalayışının hikâyesi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Felatun Bey ile Rakım Efendi’de olduğu gibi, bu romanda da iffetsiz ve iffetli iki kadın tipi

bulunmaktadır: İffetsiz kadın örneği Ali Bey’in âşık olduğu ancak sonradan bir fahişe olduğunu öğrendiği

Mehpeyker’dir. İffetli kadın örneği ise Ali Bey’in annesi tarafından oğlunu bu kadının elinden kurtarmak için

son çare olarak satın alınan cariye Dilaşub’tur. Mehpeyker, Güzin Dino’nun sözleriyle, “o güne dek

tasarlanmamış bir kadın tipi”dir (Dino 1978: Ahmet Mithat’ın tersine Namık Kemal, düşkün kadını azınlıklara

mensup olmayan bir Osmanlı kadını olarak çizebilmiştir. Bununla birlikte, Kemal romanında, Ahmet

Mithat’tan daha katı bir ahlakçılıkla hareket eder ve her fırsatta Mehpeyker’i aşağılar. Aslında yazar, daha

en baştan Mehpeyker’i ailesiyle birlikte mahkûm etmiştir; Namık Kemal, Ali Bey’in Çamlıca’da gördüğü

güzel kadının Mehpeyker olduğunu açıklarken kullandığı sözlerle, tavrını kesin bir şekilde ortaya

koymaktadır:

Hanımefendi ki ismi Mehpeyker’dir, ahlak ve terbiyece bütün bütün Ali beyin hilafına olarak gayet

namussuz, gayet alçak bir ailede perveriş bulmuş ve zaman-ı rüşte baliğ olur olmaz rezâilin envâında

mürebbilerine üstâd olmuştu. Biraz okuyup yazmakla uğraştığı ve ekser-i evkâtını meşhur aşüftelerin

meclis-i ülfetinde geçirdiği cihetlerle tabii bir kat daha kuvvet bulan zekâvet-i dessâsânesi ise bir derece idi

ki ziynette peri güzelliğinde, Haccâc dirâyetinde bir İblis yaratılmış olsaydı istediği adama tahakkümünde

bu nazenin kadar ya maharet gösterir ya gösteremezdi. (Namık Kemal 2004: 28)

Araba Sevdası (1896),Tanzimat ile Servetifünun arasında bir köprü görevi görmesiyle önem arz

etmektedir. Büyük ölçüde Felatun ve Ali Beylerin oluşturduğu “alafranga züppe” geleneğine eklemlenen

Bihruz Bey’i, Batılı gibi olma hevesinin ve savruk yaşamının, üst-sınıfa mensup bir Osmanlı erkeğini içine

düşürdüğü durumlara yaptığı vurguyla belirginleştirmektedir.

Fethi Naci’nin “en iyi anlatılmış ‘alafranga züppemiz’” olarak tanımladığı başkahraman Bihruz Bey,

Tanzimat romanlarının diğer zengin ve yetim erkek kahramanlarına benzer bir şekilde, Periveş isimli

düşkün bir kadına âşık olur (Naci, 1990: 46). Ancak, Recaizâde Ekrem’in Periveş’i ele alırken izlediği tutum,

onu Ahmet Mithat ve Namık Kemal gibi Tanzimat yazarlarının uzağına taşımaktadır. Çünkü Recaizâde,

Periveş’e karşı katı bir ahlakçılığı yürürlüğe sokmaz. Periveş de tıpkı Polini ve Mehpeyker gibi serbest

yaşayan bir kadındır; dahası açıkça fahişelik yapmaktadır. Ancak Namık Kemal’in Mehpeyker’i betimlediği

satırlar düşünülecek olursa Araba Sevdası’nın Periveş’inin anlatıldığı satırlar daha masumanedir. Periveş,

zaten aklı bir karış havada olan Bihruz’un kafasını biraz daha karıştıran bir kadın olmaktan öteye gitmez.

Recaizâde’nin “ Periveş “ betimlemesi ile Namık Kemal’in Mehpeyker betimlemesi, bu iki yazarın kadınları

ele alışlarındaki farklılığı açıkça ortaya koymaktadır. Mehpeyker’i mahkûm etmeye kararlı olan Kemal’in

tersine Recaizâde, görsel ayrıntıları atlamamaya önem vermektedir. Periveş romanda şöyle

betimlenmektedir:

“Saçları şimdiki boyaların verdiği kızıl renkte değil, gayet açık tabiî sarı; gözleri ise nakkaş-ı tabiatin

bir sehv-i savabnümay-ı lâtifi olmak üzere mavi değil de tahrirli koyu sarı, kaşları kumral, siması vücudunun

narinliğine nispeten dolgunca, burnu ise çehrenin dolgunluğuna nispeten incecik ‘çekme’ tâbir olunan

biçimde, ağzı şairlerin tasavvur ettikleri nokta-i mevhume derecesinden beş on bin defa büyük, fakat gene

alelâde küçüktü.” (Recaizâde t.y.: 28)

Page 37: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

37

Hâlit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’su (1900) ile, Tanzimat romanlarından devralınan kadın üzerine

söylem, yerini somut kadın bireylere bırakır. Aşk-ı Memnu, Batılılaşma çabalarının artık Doğu-Batı çelişkisi

olarak nitelendirilebilecek kadar ciddi bir ikilik yarattığı Servet-i Fünûn döneminde, Tanzimat romanlarında

simgesel anlatımlarla işlenen Batılılaşma sorununu, bir kimlik bunalımı, bir iç çatışma biçimde ortaya

koymuştur. Aşk-ı Memnu’yu Türk romanındaki kadın imgelerinde gerçekleşen değişimin izini süren bir

çalışmanın başlıca inceleme nesnesi yapan özelliği, sözü edilen kimlik bunalımını bir kadında

somutlaştırmasıdır.

Aşk-ı Memnu’da kadın özgürlüğü teması, Tanzimat romanlarından çok farklı bir şekilde

işlenmektedir. Tanzimat romanlarında konu edilen “örtünme”, “evleneceği kişiyi seçme özgürlüğü” gibi

temalarla ilgili fikirler, bu romanda birer savunu olarak yer almaz. Kadınlar örtünürler ama evlenecekleri

kişiyi seçmekte de özgürdürler. Adnan Bey’in aracılar yoluyla evlilik teklifini ilettiği Bihter, annesi Firdevs

Hanımla bu konuda tartışabilmekte, benzer şekilde Nihal de Behlûl ile evlenip evlenmemek konusunda

kendi kararını verebilmektedir. Aşk-ı Memnu’da “örtünme” konusu da farklı bir bakış açısından ele

alınmıştır; Nihal’in çarşafa girme konusunda gösterdiği heves, kadınların örtünmesi konusunu bambaşka bir

boyuta taşır. Genç kızlıktan kadınlığa geçişin bir sonucu olarak örtünmek, özgürlüğün kısıtlanması değil,

aksine kadının cinselliğinin erkekler tarafından meşru düzlemde tanınması anlamına gelmektedir. Romanda

örtünmenin ne derece ahlakî bir bilinç sağladığı, Firdevs hanım ve Bihter’in kişilikleriyle

sorunsallaştırılmıştır. Dolayısıyla, Aşk-ı Memnu’da Tanzimat romanlarının simgelerinin önemini yitirdiği,

buna koşut olarak da Batılılaşma’nın kişilerde yarattığı iç çelişkilerin açığa çıktığı görülmektedir. Erkeklerin

sahip olduğu özgürlüğe yeltenişi, Bihter için ölümüne yol açacak.

Kiralık Konak’ta (1922) Yakup Kadri, Halide Edip’in yapamadığını yapar ve Osmanlı femme fatale’ını

yaratır. Birinci Dünya Savaşı sırasında geçen Kiralık Konak, İkinci Abdülhamit devrinde nâzırlık yaptıktan

sonra Kanlıca’daki konağına çekilen Naim Bey’in, alafranga hayatı benimseyen damadı Servet Bey ve

torunu Seniha’da somutlaşan çürümeye tanıklık edişini işlemektedir. Bu romanla birlikte, kadın,

tekrarSeniha, uzun yıllar Avrupa’da yaşamış Faik Beyle gayrımeşru bir ilişkiye girmiş, bu ilişki açığa

çıktığında da Avrupa’ya kaçmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı “harp zenginleri”nden biri olan Servet

Bey, Naim Bey’i yalnız bırakarak karısıyla birlikte Beyoğlu’nda bir apartmana taşınır. Durumu giderek

kötüleşen Naim Bey, konağı kiralamaya karar verir ama alıcı bulamaz; yalnız başına yaşadığı konakta tek

dostu, torunu Seniha’ya âşık olan Hakkı Celis’tir. Seniha, malî sorunlar nedeniyle İstanbul’a döner; ancak,

hayatını düşkün bir kadın olarak devam ettirmek zorunda kalır.

Roman, Seniha’ya duyduğu aşka bir türlü karşılık bulamayan Hakkı Celis’in Çanakkale Savaşı’nda

şehit düşmesiyle sona erer. Seviyye’nin sarstığı erkek iktidarını Seniha yıkmaktadır. Seniha, Seviyye gibi,

ilişkiye girdiği Faik Bey ‘le evlenip dedikoduları savuşturmayı düşünmez; çok sevdiği dedesinin bile yüzüne

bakmıyor olmasını kendince açıklar ve bunun üzerinde çokça durmaz. Seniha bir yönüyle, İntibah’ın

Mehpeyker ’ine benzer bir yırtıcılık taşımaktadır. Romanda, Seniha’nın Faik Bey’i etkileme çabaları, avını

gözleyen, tırnaklarını onun etine geçirmek için fırsat kollayan yırtıcı bir hayvanın durumuna benzetilerek

anlatılmaktadır: Her kadında yırtıcı ve avcı hayvanattan bir şey vardır. Kuşu yakalayan kedide nasıl

nihayetsiz bir hazzın raşeleri ve dişlerini bir ceylanın etine geçiren aslanda ne kadar derin bir şehvetin

emareleri görülürse kadınlar da lâlettayin herhangi bir erkeği kendilerine râm etmekte o kadar büyük bir haz

ve neşat duyarlar [...] Seniha, adanın sevdavî göklerinde, Faik beyin yanıbaşında yabani bir kedi gibi

dolaştığı ve aylardan beri kâh yatağın içinde kâh tuvalet masasında bilediği tırnaklarını nefret ve gayze

yakın hırs ile batırmak istediği etin en yumuşak tarafını, en gafil anını yoklamakla meşgul oldu.

(Karaosmanoğlu 2001: 82)

Page 38: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

38

Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ında olduğu gibi, Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’sinde (1931) de

kadın, seçim yapan kişi konumundadır. Kadınlar, erkekler tarafından yapılan seçimlerin nesnesi olmaktan

uzaklaşmış ve kendi hayatlarına ilişkin kararlar almak noktasına gelmiştir. Ancak, Kiralık Konak’ta olduğu

gibi, Fatih-Harbiye’de de bu durum onları “alafranga züppelik” tehlikesi ile karşı karşıya bırakır. Romanda

“Doğu”lu ve “Batı”lı değerlerle donatılmış iki erkek arasında bir seçim yapması gereken Neriman, Kiralık

Konak’ın Seniha’sı gibi yırtıcı ve başına buyruk değildir ama bir yanıyla onu hatırlatır. Neriman da

Seniha’nın konaktaki yaşamını beğenmemesi ve Avrupa’ya özenmesine benzer şekilde, Fatih’te

sürdürdüğü hayatı beğenmemekte, Beyoğlu’nun ihtişamından etkilenmektedir. Seçim, gerçek anlamıyla

“Batı” ve “Doğu” arasında yapılacak bir seçim olmaktan çıkmış, konumu gereği Doğulu olan İstanbul’un

“Batılı” ve “Doğulu” iki yüzü arasında bir seçime gelip dayanmıştır.

Modernleşme konusunda Huzur’da kadınlara biçilen rol, Tanpınar’ın da Peyami Safa gibi, kadınların

modernleşme konusunda aktif bir rol oynayamayacaklarını düşündüğünü akla getirmektedir. Huzur’un

kadınları duygusal huzursuzluklarla boğuşmakta ve ideolojik huzursuzlukları erkeklere bırakmaktadırlar.

Romandaki kadınlar arasında bir tek Nuran, bir akşam yemeğinde, İhsan’ın dünya görüşünü “sentetik bir

ilaç hazırlar gibi” mekanik bulduğunu söyleyerek bu ideolojik sessizliği delmektedir (Tanpınar 2001: 244).

İhsan’ın konuşmasını eleştirir bir konumda görünmesine rağmen Nuran, bu sözleriyle aslında erkeklerin bir

parçası olduğu “fikirler dünyası” nı sentetik bulduğunu ifade eder. Nuran, hisler dünyasında kalmayı ve

Mümtaz’ın estetik dünyasının idealize edilmiş kadını olmayı tercih etmektedir.

Page 39: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

39

Arzu TOK

Şiir

Kadın Olmak Ana Olmaktı

Kadın Olmak Ana Olmaktı

Kurşun geçirmez yelek giyerdi analar sevdiklerine

Sonra sırtında yavrusuyla çıkagelirdi siper önüne

Altından kemerler bahtın soğuk yüzüne

Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...

Hem köprüyü geçmenin derdiydi kimine

Ansızın ağrılarla yapışan koyu gölgesine

Zavallı bir serzenişti tahtın yelelerine

Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...

Kızlar, analarından çeyiz dertli kaderlerine

Kimi şansın ellerinde, kimi kurban düzene

Sofralar kurulur ömrün sitemine

Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...

Kadın olmak ana olmaktı evlada, sevdiğine

Yaşı kaç olursa olsun düşünmekti yine

Her olayı zafere çevirmekti görevcesine

Kadın olmak belki de ana olmaktı önce...

Page 40: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

40

Besna AYDIN

Deneme

On Üçtü Yaşım

On Üçtü Yaşım

On üçtü yaşım

Daha anne demeye doyamadan

Anne olmuş bu kara bahtlı başım

Kadın olmuştum çocuk olamadan

Fikrimce minik bir serçeydim

Kolum kanadım kırılmadan

Yaşayabilir umut saçabilirdim

On üçtü yaşım

Kaldıramadım

Kötü bir çocuk bile olamadan

Kötü kadın olmayı kabullenemedim

Kimsesizliğin ahı kaderimi de kimsesiz bırakmıştı

Fakirliğin bedduasıydı bütün haksızlıkları bedenimde zengin bırakmış

Kovaladığım yılanlar, ölmelerine sebep olduğum akreplerim

Yoksa sizin mi…??

Gelin bile olamadım evcilik oyunlarında.

Beyaz bir elbisem bile olmadı ki

Kundağım bile siyahtır benim

Beyaz kefen neyime

Yokluğun dibini sıyırıyorduk

Bir canım tek vardı

Gözyaşımı silecek elleri bile yoktu.

Çocuk bile olamadan

Kötü kadın olmuştum.

Ve bir de katil.

On üç yaşımda ne çok şey olmuştum.

Page 41: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

41

Evet, yaşı on üçtü. Uğursuz bir on üç. O ve abisinden başka kimsesi olmayan yetim bir on üç…

Abisi dediğime bakmayın yaşı daha on altı. Sebebini bilmiyorum söylentileri de yazmak istemiyorum ama iki

kolunu kaybetmiş bir abi. Kız on üç yaşında. Omzuna dökülen kumral sacları vardır. Yaşıtlarına göre biraz

daha olgun ve çok güzel bal rengi gözleri. Hollywood yıldızlarını kıskandıran bir güzelliktir onda ki. Doğal,

masum, tatlı ve daha nice mükemmel üçlerin birleştiği bir beden. Ve yaşı on üçtür tecavüze uğradığı sıra.

Her kadın gibi korkar ve susar. Keşke çocuk olsaydın o sıra; bağırıp çağırsaydın. Uğradığı korkunç şeyin

adını bile bilmez. Tecavüzcüsünden çocuğu olur. Yaş on dört… Ve lanet getirilesi kahrolması gereken

insanlar... Daha on dört yaşında ve kötü kadın muamelesi yapılmakta. Abisine anlatıyor kızcağız. Zaten

ondan başkada kimse inanmaz. On dört yaşında bir kadın. Erkekler için kolay kandırılabilir bir beden.

Bazen kandırmaya bile gerek duymazlar. Köydeki arkadaşları ki artık arkadaş değil tam bir düşmanlardır.

Malum büyüklerden ne görüldüyse o. Arkasından taş atmalar, o… diye bağırmalar. Ve gülerek seyirci

kalanlar. Ötekileştirme söz konusu olunca toplumumuz nasıl da profesyonelleşiyor. Bu tür hikayelere gebe

bu topraklarda teferruatları anlatmaya gerek yok. Bu küçük kadının neler yaşadığını tahmin

edebiliyorsunuzdur.

Neyle oynardı biliyor musunuz? Yılanları kovalardı onlarla oynardı. Akrep toplardı bulduğu bir

şişeye koyardı. Oynar tekrar salıverirdi onları. Tam bir merhamet tablosuydu. Bizim, gördüğümüzde

öldürmekten çekinmediğimiz o hayvanlarla oynardı zarar vermeden. Onunla öğrendim yılandan

korkmamam gerektiğini, akreplerle oynamayı. Ondan öğrendim Benden olmayanı sevmeyi hem de her

şeyine rağmen zarar verebilir korkusu yaşamadan.

Yaş on dört. Bir sabah dayanamaz bebeğinin ayağına taş bağlar, göle atar bebeğini. Biliyor çünkü

onunda aynı şeyleri yaşayacağını. Kendisi de gider uçurumdan aşağı atar kendini; Bedeni aşağı düşerken

yükseklere uçan iki ruh...

Ve bu hiç anlatılmadı, hiç bilinmedi. Bunun gibi kim bilir bilinmeyen nice yaşı on üçler var.

Ve abi… Kardeşini uzun bir süre arar. Bulunca mı? İnanın bu manzarayı görmek istemezsiniz.

Elleri yok, gözyaşlarını omzuyla silmeye çalışıyor.

Hani bazen dersiniz keşke bana gelseydi bana anlatsaydı keşke ben yanında olsaydım ben bakardım ben

korurdum onu dersiniz. Keşke ben orda olsaydım dersiniz Fakat bu hayatınız boyunca en büyük keşkeniz

olur. O hikâyeler de hep eksik kişi olursunuz.

Hepimiz katiliz değil mi? Sırf ötekileştirme diye bir silahımız var akıllara zarar. Kimi öldürdüğümüzü

bile bilmiyoruz.

Page 42: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

42

Yaren ATAY

Kitap İncelemesi

Otostopçunun Galaksi

Rehberi

Otostopçunun Galaksi Rehberi

“PANİĞE KAPILMA!”

İşte bu kısa ünlem cümlesi evrene doğru atılacağınız macerada size rehberlik edecek olan kitabın nükteli ana fikri. Douglas Adams’ın kaleminden Dünyada başlayan ve sonsuzluğa uzanan bir başyapıtla karşınızdayız.

Arthur Dent, sıradan bir hayatı olan sıradan bir insandır. Yine sıradan bir sabaha uyandığını düşünen Arthur, kestirme yol yapmak için evini yıkmaya hazırlanan buldozeri gördüğünde yanıldığını anlar. Her ne kadar çabalasa da evini yıkılmaktan kurtaramayan Arthur için bu sadece başlangıçtı.

Daha birkaç saat geçmeden atmosferde beliren uzay gemisi galaksiyi kalkındırma projesi adı altında yapılacak olan uzay ekspresi yolu için dünyanın yok edilecekler listesinde olduğunu ve iki dakika içinde imha edileceğini söyler. Bunun üzerine yanında uzaylı kankası Ford Prefect’in geçmekte olan bir uzay gemisine otostop çekmesiyle üstünde yıpranmış sabahlığı, elinde havlusuyla galaksi boyunca sürecek inanılmaz bir yolculuğa çıkarlar.

Kitabın genelinde gerçeklik ve gerçeküstücülük konseptini hissettiren Douglas Adams, her bir gezegende dünyadaki bir duruma gönderme yaparak düşüncelerini kalemiyle bizlere duyurmuştur. Bu yönü bakımında mükemmel bir eleştiri kitabı olmasına karşın ironik bir biçimde bilim kurgu olarak tanınır. Çünkü bilim kurgu olarak tanınmasına rağmen diğer tüm bilim kurgu kitaplarıyla dalga geçer.

Otostopçunun Galaksi Rehberi serinin ilk kitabı. Bu kitap haricinde yayınlanmış 4, toplamda 5 kitap var. Sırasıyla; “Evrenin Sonundaki Restoran, Hayat, Evren ve Her Şey, Elveda ve Bütün O Balıklar İçin Teşekkürler, Çoğunlukla Zararsız” olmak üzere sıralanır. Bunun dışında bu seri adı altında yayınlanış iki kitap daha vardır. Bunlardan biri olan “Kuşkucu Salamon”un ilk bölümü Douglas Adams'ın makalelerinden oluşmaktadır, ancak kitabın ikinci bölümü Otostopçu'nun Galaksi Rehberi serisinde 6. Kitap olarak değerlendirilmektedir. İkinci olan “Ve Bir Şey Daha” ise Douglas Adams'ın Otostopçu serisini devam ettiremeden kanser nedeniyle ölümünden sonra Eoin Colfer'in bu işi üstlenerek yazdığı ve resmi olarak serinin devamı kabul edilen 7. kitaptır.

Ve son olarak, bu kitabı okuyan ya da okuyacak olan tüm otostopçulara sesleniyorum. İnsanın kendi varlığını evren içinde anlamlı kılmaya çalışması ancak hayal edebildiği kadar mümkündür der galaksi rehberimiz. Unutmayın ki Martin Luther bile çıktığı engebeli yolda “bir hayalim var.” Diyerek yürümüştür. Bunun kendi hayalinizde pusula olarak kullanmanızı temenni ediyor ve sözlerimi bir otostopçu olarak bitiriyorum.

“PANİĞE KAPILMA!”

Çünkü bir otostopçu için hayaller paniğe kapılamayacak kadar büyük.

Page 43: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

43

Gül Gürdal DURMUŞ

Gezi – Seyahat

Kız Kulesi

Üçüncü sayımızda sizlerle olmaktan hem mutlu hem de

gururluyuz. İlginize teşekkür ediyor yine yepyeni bir merhabayla bu

sayıda buluşuyor olmanın keyfiyle birlikte yazıma başlıyorum.

Umarım her şey yerli yerinde ve de keyiflidir değilse de gelsin artık

Şöyle ben anlatırken siz okurken bir hayal alemine de dalın gitsin.

Hayatımızdaki sıkıntılar dertler zaten hayatlarımızın sigortalı

elemanları gibiler istesek de bir yere gittikleri yok o yüzden en

azından bir yarım saat hepsini takın askılara emin olun astığınız

yerde sizi bekliyor olacaklar

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü coşkuyla kutladık

demek isterdim ama bizim coşkumuz maalesef ülkemizde ki kadın

şiddetinin önüne geçemiyor Her gün yeni bir şiddet haberiyle irkilip

ertesi gün yenilerini ekliyoruz. Ama Umudumuzu yitirmeden bir gün

dünyanın çok yaşanılası bir yer olacağına da inancımızı içimizde

büyütüyoruz.

Bu kez de ben o herkesin bildiği çeşitli rivayetlerin sahibi

uzaktan bakınca bile huruz veren ama maalesef artık herkesin

gidemediği maalesef ceplerin dolu gidilmesi gerektiği bir yerden

bahsetmek istiyorum. Ama karşısına geçip onu izlemek de parayla

değil ya deyip keyfini çıkarabileceğimiz bir yerdeyiz: Kız Kulesinde.

Page 44: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

44

İstanbul Boğazı’nın Marmara Denizi’ne yakın kısmında Salacak açıklarında yer alan küçük bir

adacık üzerinde inşa edilmiş seyrine doyumsuz bir yapıdır “Kız Kulesi”. Üsküdar deyince akla ilk gelen

şeydir. Üsküdar’da Bizans döneminden kalan tek eserdir aynı zamanda. Bizans döneminden önce bir

Yunan komutan aslında bulunduğu adacık üzerine bir kule inşa ettirir amaç da Boğazın giriş ve çıkışlarını

kontrol etmektir.

Sonra Bizans döneminde zamanla harap olan kule yenilenir. İstanbul’un fethi sırasında da

Venedikliler tarafından üs olarak kullanılır tabi Bizans’a yardım etmek için. Osmanlı dönemine gelince ise

Fatih Sultan Mehmet Han buradaki küçük kuleyi yıktırır ve yerine bir kule daha yapılır ancak buraya toplar

da taşınsa burası bir gösteri platformu olmuştur. Mehteran burada çalar burada söyler ihtişamla.

Bugün görülen kulenin temelleri de işte Osmanlı’dan Fatih’ten kalan eserlerden birini oluşturuyor.

Birçok kez onarım görmüş bir yapıdır. Meydana gelen depremlerden etkilenmiştir ve en büyük yenilenmeyi

de Yavuz Sultan Selim döneminde görmüştür. 17. y.y dan sonrada bir fener eklenmiştir bu küçük adacığın

üzerine. II. Mahmud döneminde de nemli bir yenilenme görmüştür. Bugünkü halini aldığı tarih ise 1837 dir.

Page 45: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

45

Bugün Kız Kulesi’nde düşman gözetlemekten mehteran dinlemekten Padişahların selamlamalarını

seyretmekten çok başka şeyler yapmaktayız Bir akşam yemeği yiyebiliriz, bir lansmana katılabiliriz ya da

bir akşam müthiş manzara eşliğinde hayatımızın imzasını atabiliriz nikah memurunun huzurunda. Elbette

çokça paramız varsa

Başında dediğim gibi birçok rivayet var” Kız Kulesi” ile ilgili. En çok bilinenini eğer okumadıysanız ya

da okuduysanız bile bir de benden, buradan okuyun o zaman buyurun:

Page 46: Farkindalik Dergisi 3. Sayı

46

Hikaye elbette çok eskiye hatta bilinmeyene tarihleniyor. Hero ile Leandros adlarında iki gencin aşk

hikayesi. Hero, o herkesin bildiği Afrodit’in rahibelerinden birisidir. Ve en büyük yasağı aşktır. Ama bir gün

Afrodit’in tapınağına gitmek için kuleden ayrılır ve orada Leandros ile karşılaşır ve o büyük aşk hiç

olmayacak bir yerde başlamış olur. Aslında çoğu kez de böyle olmaz mı zaten? Olmayacak zamanlar

olmayacak yerler ve olmayacak insanlarla…

Ama umarım siz hayatınızın aşkını tam da doğru zamanda ve doğru yerde bulmuşsunuzdur ya da

en kısa zamanda bulursunuz. Hero’nun aşkı karşılıksız değildir ve Leandros’un kuleye gelmesiyle aşklarını

kutsarlar. Bundan sonra da her gece bu güzel mekan onların aşkına ve sevişmelerine tanıklık eder. Her

gece Leandros buraya yüzerek gelir ve Hero’nun yaktığı fener sayesinde rotasını çizer. Ama bir gece feci

bir fırtına çıkar ve her şey alabora olur fener söner. Leandros kuleyi bulamaz yüzmekten yorgun düşmüştür

ve artık tek ve son arzusu Hero’yu son bir kez görmektir.

Buraya kadar bir çok rivayet böyledir ve hazin sonlu bir aşk hikayesi anlatılır fakat siz şanslısınız ki

mutlu bir aşk hikayesi aklınızda kalacak artık çünkü Hero hamiledir ve tam o sırada her şeyin yerle bir

göründüğü dalgaların kıyıları dövdüğü sırada Hero doğum yapmaktadır. Yolunu rotasını kaybeden

Leandros’un ışığı o minik ses olur. O kadar cılız ama bir o kadar umut doludur.

Bir anda kesilen fırtınada tek bir ses vardır o da o minik hayat ışığının sesidir. İşte, durmadan oraya

doğru yüzer ve birlikte kuleden ayrılırlar.

Herkese aşk dolu huzur dolu mutlu günler dilerim. Sevgiler kere sevgiler…