116

1453 Dergisi 20. Sayı

  • Upload
    ngothuy

  • View
    284

  • Download
    35

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 2: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 3: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 4: 1453 Dergisi 20. Sayı

Baskı - Cilt

Renk Ayrımı / CTP

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir. Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARIİstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüNurten ŞAFAK TOPCU

EditörBetül EREN

Yayın KuruluMüjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL, Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Ferudun AY, Gülsüm SEZGİN, Cihat ARINÇ

Sanat YönetmeniAydın SÜLEYMANZADE

Grafik TasarımFeyza ERYÜKSEL

FotoğraflarFeyza ERYÜKSEL, Eser POSTALLI

Kapak GörseliEdep Ya HuHat: Seyit Ahmet Depeler

Reklam KoordinatörüMustafa YALMANRezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)

İletiş[email protected]

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına SahibiAhmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni Nevzat KÜTÜK

Yayın Danışma KuruluProf. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI, Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU

Yayın KoordinatörüFatih YAVAŞ

SAYI 20 / 2014BU BİR SÜRELİ YAYINDIR PARA İLE SATILMAZ

YAYIN

YÖNETİM

YAPIM

KÜLTÜR A.Ş.

İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

Page 5: 1453 Dergisi 20. Sayı

İÇİNDEKİLER

İSTANBUL MEKTEBİProf. Dr. Sadettin ÖKTEN

10 66

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBIAkın KURTOĞLU

94

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞIAyşe SEVİM

32

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİRSöyleşen: Eser POSTALLI

78

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİRAdnan ÖZYALÇINER

52

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)Dr. Nuri GÜÇTEKİN

42

EDEB YÂ HÛ!Rahşan TEKŞEN

100

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASIMehmet Nuri YARDIM

72

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBIGülsüm SEZGİN

84

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ Söyleşenler: Elveda BAYRAKTAR, H. Halit ATLI

106

İSTANBUL MEKÂNGalata Mevlevihanesi

60

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLEBÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE...Söyleşenler: H. Halit ATLI, Fatih DALGALI

48

MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?Abdülbaki GÖLPINARLI

110

AJANDA

20

İSTANBULLU OLMANIN ADÂBIM. Kamil BERSE

26

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERETNevin MERİÇ

Page 6: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 7: 1453 Dergisi 20. Sayı

Payitahtın ve hilafetin merkezi olmasının da etkisiyle İstanbul; âdâb, usul, gelenek ve zarafet bakımın-dan diğer Osmanlı beldelerinden farklıdır. Bugün ‘İstanbul Hanımefendisi/Beyefendisi’ denilince aklan gelen imajın sadece kılık kıyafetten ibaret olmadığını, yaşamın her noktasında gösterilen incelikten doğan bir zenginlik olduğunu aklımızda tutmamız gerek.

Yazılı olmayan pek çok kurala bağlıydı İstanbullu olmak. Kişinin kendinden küçüklere ve büyüklere davranışı, alışverişteki ve toplu taşımadaki münasebetleri, ibadet mekânındaki edebi, yemek sofrasının erkânına riayet etmesi, konuşma üslubu, kıyafetinin modelinden kumaşına ve kullandığı aksesuarına kadar pek çok hassasiyeti vardı.

1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi, günümüzde bu özelliklere haiz az sayıdaki hanımefendi ve be-yefendinin temsil ettiği İstanbul âdâbını bu sayıda sayfalarına taşıdı. Bu konu çerçevesinde İstanbul-lu olmanın ne demek olduğu, neleri gerektirdiği, âdâb-ı muaşeretin değişimi, mekteplerde ve toplu taşımada âdâbın yansımaları konuları ele alındı. Mehmet Şevket Eygi ile gerçekleştirilen söyleşiyi ise bilhassa gençlerimiz için tavsiye etmekteyim.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak, Ağustos ayında kaybettiğimiz değerli şairimiz Bekir Sıtkı Erdoğan’a Allah’tan rahmet dilerken, kıymetli çalışmalarıyla bu sayıya katkı sağlayan yazarlarımıza ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.

TAKDİM

Page 8: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 9: 1453 Dergisi 20. Sayı

Sözlük anlamı olarak ‘edeb’ kelimesinin çoğulu olan ‘âdâb’; görgü kuralları, davranış biçimleri, oturup kalkma, yeme içme usulleri gibi insanların toplumda ilişkilerini belirleyen, pek çoğu yazılı olmayan kurallar içeren ‘âdâb-ı muaşeret’ kavramıyla kullanılmaktadır.

Osmanlı coğrafyasındaki herhangi bir bölgeye kıyasla, âdâbın İstanbul’la birlikte daha çok anılmasında ve günlük hayatta en zarif haliyle yaşanmasında sarayın etkisi büyük olmalıdır. 19. yüzyılın ikinci yarı-sından itibaren popülerleşen ‘âdâb-ı muaşeret’ kavramını aslında Osmanlı’nın İslamiyet’le temellendir-diğini ve bunun hiç de yeni bir kavram olmadığını unutmamak gerekir.

İstanbul’da hazan mevsiminin kendini göstermeye başladığı bugünlerde 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak, eskilerin biraz da hüzünle hatırladığı “İstanbul’da Âdâb” konusunu ele almaya çalıştık. Bu vesileyle Prof. Dr. Sadettin Ökten’in “İstanbul Mektebi” ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Mevlevi Tek-kesine Nasıl Girilir?” başlıklı, daha önce yayınlanmasına rağmen güncelliğini yitirmemiş, zihinlerimizi tazelemek ve yaşantımızı gözden geçirmek açısından önemli katkılar sağlayacak yazılarına yer verdik.

M. Kamil Berse’nin “İstanbullu Olmanın Âdâbı”, Akın Kurtoğlu’nun “Seyrüsefer Esnâsında Artık Unutul-maya Yüz Tutan Nezaket Kavramı Ve Kuyruk Âdâbı”, Nuri Güçtekin’in “İstanbul’daki Hususi Mektepler-de Ahlak Anlayışı” ve Gülsüm Sezgin’in “Türk Edebiyatı’nda Âdâb” başlıklı makaleleri, İstanbul âdâbını anlamaya, gündelik hayattaki pratiklerine ve edebiyata yansımasına ışık tutacak niteliktedir.

Batıda 18. yüzyılın ortalarından itibaren yeniden tanımlanmaya başlayan âdâb-ı muaşeret kurallarının Osmanlı’ya etkisi, Nevin Meriç’in “Değişen İstanbul’da Değişen Âdâb-ı Muâşeret” makalesiyle dikkat-lerimize sunuluyor.

İstanbul’un nasibine düşen tekkelerden nice gönül ehline kapılarını açan Haseki’deki Bayrampaşa Tek-kesi’ni Rahşan Tekşen “Şehrin kuyumcularıdır tekkeler. İşledikleri altın değil, insandır” cümleleriyle baş-ladığı “Edep Yâ Hû” isimli makalesinde anlatıyor.

Dosya konumuzun dışında, Adnan Özyalçıner’in kaleme aldığı “Kahvenin Tadı Sohbetindedir” ve Ayşe Sevim’in yazdığı “Kibar Endişeler Çağı” makaleleri de okurların ilgisini bekliyor.

Bir İstanbul Beyefendisi olan Mehmet Şevket Eygi ile İstanbul âdâb üzerine gerçekleştirdiğimiz röpor-taj, Kuzguncuklu Viktorya Hanım’la İstanbul üzerine yaptığımız keyifli söyleşi ve İsmail Gaspıralı’nın to-runu Gülnara Seitvaniyeva’yla tarihin sayfalarında dolaştığımız ziyaretimizi de dergimizin sayfalarında bulabilirsiniz.

Sizleri dergiyle başbaşa bırakmadan önce, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, günümüzün önemli şair-lerinden Bekir Sıtkı Erdoğan’ı da rahmetle anıyoruz. Bu sayımıza makaleleriyle katkıda bulunan değerli araştırmacılara ve yayında emeği geçen tüm ekibimize teşekkür ederiz.

Kültür A.Ş.

SUNUŞ

Page 10: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 11: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 12: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 13: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ*

Prof. Dr. Sadettin ÖKTENEmekli Öğretim Üyesi

Neydi İstanbul Mektebi?

Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiyetini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır.

* İlim ve Sanat Dergisi’nin 1987 yılında yayımlanan 17. sayısından alınmıştır.

Page 14: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

12

İstanbul Mektebi kapanmış… Birçok-larının çağdaş şehir hayatının günde-lik koşuşturmaları sırasında, farkında bile olamadıkları İstanbul Mektebi kapanmış ne çıkar zaten varlığının farkında bile değildik ki. Hayatta muvaffakiyetin bir an önce servet sa-hibi olup dünya nimetlerinden kâm almak manasına alındığından beri, bu düşüncenin cemiyette itibar gö-rür hale gelmesinden ve yaygınlaş-masından beri, İstanbul Mektebi’nin talebesi zaten çok azalmışdı. Refah ve zenginliğin gayreti bütün haya-tımızı doldurduğunda geriye insan olmak için harcayacağımız kendi-mizi arındırıp güzelleştirmeye tahsis edeceğimiz zaman kalmıyor. Maddî endişeler ve gayretlerle yorulan be-den, yine bunların uzantısı vehimler ve tatminsizliklerle dolu bir ruh. İşte insan olarak her günün sonunda eli-mizde kalan sermaye. Yine bir önceki gibi yüklü ve hareketli geçecek yeni bir güne hazır olmak için bedenin dinlenmesi ve ruhun endişelerden kurtulması için biraz eğlence, biraz avunma, biraz hayattan kaçış, çağ-daş insanın sıkışıp kaldığı nokta. İn-sana sunulan imkânlar, nimetler öyle çeşitli renkli ve devamlı ki fert, kendi aslî ihtiyaçlarının farkına varamadan adeta bir sele kapılmışçasına çağdaş hayata katılıyor ve onun kişiliğe yer vermeyen muazzam mekanik düzeni içinde bir basit dişli çark gibi dönüp duruyor. Kendisine verilen vazifeyi yapan, bunun dışında iyi bir tüketici olan, ayrıca duy-ması düşünmesi inanma-sı gerekli olmayan, çünkü kendisinin yerine düşünüp kitleyi yönlendirenlerin bulunduğu kalabalık için-de yapayalnız yaşayan bir ferddir çağdaş insan. Bu tip insan cemiyetimizde –eski-lerin deyimi ile- numune-i imtisal teşkil edeliden beri, manevi dünyamız önce ya-

vaş yavaş sonra daha hızlı içimizdeki mevkiinden inerek maddi dünyanın emir ve istekleri istikametinde bir biçim almaya zorlandı. Terakki ya da ilerlemek gibi çok müphem bir kav-ramın peşine takılarak başladığımız batılılaşma yolculuğu, cemiyetimizi çağdaş toplumun ve insanımızı da çağdaş bireyin biçimlendiği bir mer-haleye getirdi. Çağdaş insan, manevî dünyayı red etmese bile ona, ancak maddî dünyasının tamamlayıcısı, maddî dünyasını daha güzel ve ran-dımanlı bir hale getiren bir vasıta gibi bakmak zorundadır. Çünkü ken-disinin ve kendisi gibi binlercesinin yerine düşünen ve hayatı planlayan-lar, başka türlüsüne izin vermezler. Çağdaş insanın kaderi ya dişli çark

olmak ya da hurdaya atılmak; ma-nevî, dünya, çarkın daha kolay ve çabuk dönmesini sağladığı sürece ve sadece o sınırlar içinde kalmak şartıyla hayatta kalabilir. Aksi halde ya toptan inkar edilir yahut yeniden düzenlenir. Öyle ya genel ilke çok açık: Daha çok üretmek, daha çok tüketmek, insanca yaşamak… Bu ilke

çerçevesinde manevi dün-ya ikinci plana itildiğin-den bunun unsurları olan inanç, bu inanca bağlı ola-rak yapılması gereken gö-revler, güzel ahlâk, zekâya ve gönüle hitap eden ilim ve hikmet sevgisi ve ruhu incelten güzel sanatlar da hep arka plana düş-tüler. Dolayısıyla bunların tedris edildiği bir mekteb olan İstanbul Mektebi’ne

(Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir)Aziz Muhterem Hilmi Şenalp Bey’e

olmak ya da hurdaya atılmak; ma-nevî, dünya, çarkın daha kolay ve

(Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir)

İstanbul Mektebi bu şehirde ya-şayan herkese açıktı, şehre yeni gelenler de bir süre geçince yeni bir hüviyet kazanırlar, ken-dilerinin ömürleri vefa etmese bile çocukları, en geç torunları İstanbullu olurlardı.

Page 15: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

13

rağbet azaldı ve sonunda mektep kapandı. Manevî

dünyanın cemiyette zaman zaman öne çıkan, ehemmi-

yet veriliyor gibi görülen bazı unsurları sizi şaşırtmasın, bu

hadiseler maddî dünyanın izin verdiği sahada ona yardımcı ol-

mak üzere cereyan etmektedir. İçimizde ta derunumuzda manevî

dünyaya hayat veren kök sarsılmış bir kere. Manevî dünyaya ait bir

unsuru ön plana geçirmek istediği-nizde maddi dünya ile çatışmadan kurtulamazsınız, o vakit içinizden gelen, gelmezse bile yakınlarınızda doğan ve cemiyetin gösterdiği tep-kiler ferdin tahammül kudretinin çok üstündedir. Ve buna boyun eğmek zorunda kalan insan inancıyla fiilleri arasında parçalanmış bir hayat yaşa-maya mahkumdur.

İstanbul Mektebi, inancıyla ve haya-tıyla bütün insanlar yetiştiren ve her birisi ünlü bir şehrimizde uzun asırla-rın akışı içinde velilerin himmeti, güç-lüklerin hizmeti ve insanların itaat ve sadakatı ile sanki esrar dolu bir oluş gibi teessüs eden mekteblerimizin en ünlüsüydü. Bu mekteblerde, bir cemiyeti en müşkil anlarında göster-diği dirayetle ve aldığı tedbirlerle se-lamete ulaştıran devlet adamları, ne-sillere yol gösteren ve tasarruf eden büyük ruhlar, nice dahi sanatkarlar

yetiştirmiştir. Bu büyük insanların yetişmesinde kendi fıtratlarındaki cevvaliyet kadar yaşadıkları vasatın da rolü vardır. İşte bu vasat, gündelik işiyle meşgul kabiliyetleri mahdut, belki fazla zeki olmayan ama gönlü zengin ve irfana talip sade insanların varlığı ile hayat buluyordu. İstanbul Mektebi, böyle insanlar yetiştirerek bu vasatı besliyor ve yaşatıyordu. İs-tanbul Mektebi bu şehirde yaşayan herkese açıktı, şehre yeni gelenler de bir süre geçince yeni bir hüviyet kazanırlar, kendilerinin ömürleri vefa etmese bile çocukları, en geç torun-ları İstanbullu olurlardı. İstanbullu olmak, İstanbul hayatı yaşamak, imparatorlukların payitahtı olan bu kutlu şehirde kendi öz kültürümü-zün asırların ve büyük maceraların tecrübesinden geçerek durulmuş ve süzülmüş bir biçimde gündelik hayata yansımasıydı. İstanbul yalnız kendi hemşehrilerinin değil bütün İslâm dünyasının iftihar sebebi, batı dünyasının da gıptayla söz ettiği bir şehirdi. İstanbullu olmak ise herkese nasib olmayan bir mazhariyetti. Kı-saca hususiyetlerinden söz ettiğimiz bu şehir ve onun yetiştirdiği insan, yukarıda da işaret edildiği gibi, ce-miyetteki kıymet hükümleri değişin-ce uzun bir müddet mukavemet etti, İstanbul Mektebi, yine eskisi gibi insan yetiştirmeğe çalıştı. Ama artık birçok

imkânı elinden alınmıştı ve yetiş-tirdikleri bütünlüklerini koruyamaz hale gelmişlerdi, ikiye parçalanmış bir hayat yaşıyorlardı. Bu parçalan-ma, eskiye nisbetle ilimde, idarede, sanatta daha mütevazi insanların ye-tişmesine yol açtı. İstanbul Mektebi yine faaliyette idi ve sağlam temelleri sayesinde bu faaliyetine devam eder giderdi de. Ancak bir hadise, çok talihsiz bir hadise bu faaliyete mani oldu ve İstanbul Mektebi kapandı.

Bu hadise otuz yıl gibi kısa bir za-mana sığan ve İstanbul’daki her türlü dengeyi alt üst eden plansız programsız bir göç ve yerleşme va-kıasıdır. Bu müddet zarfında şehrin nüfusu beş misli artmış ve bu güzel coğrafya üzerinde maddî ve manevî manada nefes almak imkânı kalma-mıştır, devam eden göçe bakılırsa durum daha da zorlaşacaktır. Bu göç bir şehirleşme değildir, bırakınız bir şehirde yaşamanın getirdiği kültürel unsurları, gelenlere asgari seviyede sağlık, eğitim ve ulaşım imkânlarının sağlanması bile fevkalade güçlükle gerçekleşebilmektedir. İskan ve alt-yapı meselesi ise tamamen vatanda-şın görgüsü, mahdut kapasiteli bele-diyelerin bilgi ve becerileri ile bu iki

İstanbul Mektebi, yine eskisi gibi insan yetiştirmeğe çalıştı. Ama artık birçok

rağbet azaldı ve sonunda mektep kapandı. Manevî

dünyanın cemiyette zaman zaman öne çıkan, ehemmi-

yet veriliyor gibi görülen bazı unsurları sizi şaşırtmasın, bu

hadiseler maddî dünyanın izin verdiği sahada ona yardımcı ol-

mak üzere cereyan etmektedir. İçimizde ta derunumuzda manevî

dünyaya hayat veren kök sarsılmış bir kere. Manevî dünyaya ait bir

unsuru ön plana geçirmek istediği-nizde maddi dünya ile çatışmadan kurtulamazsınız, o vakit içinizden gelen, gelmezse bile yakınlarınızda

Page 16: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

14

taraf arasında teessüs eden denge sayesinde çözülmektedir. Kısacası İstanbul, kendi nüfusunu eğitmeden öyle yoğun bir göçe maruz kalmıştır ki o güze-lim mekteb adeta zaruri olarak kapanmıştır. Bilindiği gibi tarihte birçok kere mahiyet itibariyle buna benzemeyen nüfus artışları şehri tehdid etmişse de zamanında alınan tedbirlerle tehlike bertaraf edilmiş ve bu merhametsiz tahrib milletlerin yeniden kendi eski kültürlerine sarıldıkları ve onu gözbebekleri gibi korudukları çağımızda bizlerin kaderi olmuştur.

Neydi İstanbul Mektebi? Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiye-tini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır. İstanbulluyu sadece

dış görünüşüyle, gündelik hayatında, deruni âlemine girmeksizin birkaç mevsim takib edelim; sonra gördük-lerimizi tesbite çalışalım: Daha ilk nazarda İstanbullu kılık kıyafetiyle, giyim kuşamıyla hemen belli olurdu. Giyimde hangi moda geçerli olursa olsun o moda İstanbul’da bir başka yorum kazanır, onun şahsiyetinden izler taşırdı. İstanbullu zarif ve güzel giyinir, giydiği tevarüs ettiği o ince zevki sayesinde kendisine yakıştırır-dı. Elbiseleri daima temiz ve bakımlı idi, mâli gücüne göre ucuz ya da eski olabilirdi ama kirli ve bakımsız asla. Seçilen modeller ve renkler bir seviye ve vakar ifade ederdi, küçük bir ak-sesuar göze çarpan bir unsur olarak daima bulunur, ancak bu unsur, o za-rif ve sade kıyafetin üzerinde o kim-senin şahsiyetini ele veren küçücük bir ipucu olmaktan öteye geçmezdi. Mesela elde taşınan bir baston veya yakaya takılmış bir iğne, onu taşıya-nın kimliği hakkında yine aynı kültür-den gelenlerin daha iyi çözebildikleri işaretler verirdi. Giyimde her yaşın ve her sosyal sınıfın belli renkleri, biçimleri ve hatta kumaşları vardı. Bunların dışına çıkmak bir özenti ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle karışmadan geçmez. Kışın ortasın-da bahar, baharın ardından hazan günleri gelebilir. Hatta “İstanbul’da lodos eserse yaz, poyraz eserse kış olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa İstanbullunun giyimine de aksetmiş-tir. İstanbullu mevsimine göre değil günlük havaya göre giyinmesini bilir ve sever. Kışın ortasında gülüveren birkaç bahar gününde hemen bahar-lıkları giyer, bu küçük değişiklik için hiç üşenmez, onun hazzını zahmeti-ne tercih eder.

İstanbullu tavır ve hareket bakımın-dan da çağımızın insanından epey değişiktir. Hareketlerinde daima va-kar ve ağırbaşlılık hâkimdir, davra-nışlarında aceleci değildir, yavaş ve tembel de değildir, her hareketin

1414

milletlerin yeniden kendi eski kültürlerine sarıldıkları ve onu gözbebekleri gibi milletlerin yeniden kendi eski kültürlerine sarıldıkları ve onu gözbebekleri gibi milletlerin yeniden kendi eski kültürlerine sarıldıkları ve onu gözbebekleri gibi milletlerin yeniden kendi eski kültürlerine sarıldıkları ve onu gözbebekleri gibi milletlerin yeniden kendi eski kültürlerine sarıldıkları ve onu gözbebekleri gibi korudukları çağımızda bizlerin kaderi olmuştur. korudukları çağımızda bizlerin kaderi olmuştur. korudukları çağımızda bizlerin kaderi olmuştur. korudukları çağımızda bizlerin kaderi olmuştur. korudukları çağımızda bizlerin kaderi olmuştur.

Neydi İstanbul Mektebi? Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat Neydi İstanbul Mektebi? Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat Neydi İstanbul Mektebi? Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat Neydi İstanbul Mektebi? Aşağıdaki satırlarda onun yetiştirdiği ve ona hayat veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri veren öyle çok yükseklerde olmayan mütevazi bir İstanbullunun hususiyetleri tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın tesbit edilmeye çalışılmıştır. Umulur ki İstanbul Mektebi uzun ve sert bir kışın altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiye-altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiye-altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiye-altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiye-altında yaşama mücadelesi veren bir ince ve narin bahar çiçeği gibi hayatiye-tini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır. İstanbulluyu sadece tini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır. İstanbulluyu sadece tini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır. İstanbulluyu sadece tini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır. İstanbulluyu sadece tini muhafaza ediyordur. Ve günü gelince tekrar açacaktır. İstanbulluyu sadece

giyim kuşamıyla hemen belli olurdu. giyim kuşamıyla hemen belli olurdu. Giyimde hangi moda geçerli olursa Giyimde hangi moda geçerli olursa olsun o moda İstanbul’da bir başka yorum kazanır, onun şahsiyetinden izler taşırdı. İstanbullu zarif ve güzel izler taşırdı. İstanbullu zarif ve güzel giyinir, giydiği tevarüs ettiği o ince giyinir, giydiği tevarüs ettiği o ince zevki sayesinde kendisine yakıştırır-zevki sayesinde kendisine yakıştırır-zevki sayesinde kendisine yakıştırır-dı. Elbiseleri daima temiz ve bakımlı dı. Elbiseleri daima temiz ve bakımlı idi, mâli gücüne göre ucuz ya da eski olabilirdi ama kirli ve bakımsız asla. olabilirdi ama kirli ve bakımsız asla. Seçilen modeller ve renkler bir seviye ve vakar ifade ederdi, küçük bir ak-sesuar göze çarpan bir unsur olarak daima bulunur, ancak bu unsur, o za-daima bulunur, ancak bu unsur, o za-rif ve sade kıyafetin üzerinde o kim-rif ve sade kıyafetin üzerinde o kim-senin şahsiyetini ele veren küçücük bir ipucu olmaktan öteye geçmezdi. Mesela elde taşınan bir baston veya yakaya takılmış bir iğne, onu taşıya-yakaya takılmış bir iğne, onu taşıya-nın kimliği hakkında yine aynı kültür-nın kimliği hakkında yine aynı kültür-den gelenlerin daha iyi çözebildikleri işaretler verirdi. Giyimde her yaşın işaretler verirdi. Giyimde her yaşın ve her sosyal sınıfın belli renkleri, ve her sosyal sınıfın belli renkleri, ve her sosyal sınıfın belli renkleri, ve her sosyal sınıfın belli renkleri, biçimleri ve hatta kumaşları vardı. biçimleri ve hatta kumaşları vardı. biçimleri ve hatta kumaşları vardı. biçimleri ve hatta kumaşları vardı. biçimleri ve hatta kumaşları vardı. biçimleri ve hatta kumaşları vardı. biçimleri ve hatta kumaşları vardı. biçimleri ve hatta kumaşları vardı. Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti Bunların dışına çıkmak bir özenti ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ifadesi olarak görülür, olgunluğa işa-ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ret sayılmaz ve belki de gizli olarak ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç ayıplanırdı. İstanbul’da mevsimler iç içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle içe yaşanır, hiçbir mevsim diğeriyle karışmadan geçmez. Kışın ortasın-karışmadan geçmez. Kışın ortasın-karışmadan geçmez. Kışın ortasın-karışmadan geçmez. Kışın ortasın-karışmadan geçmez. Kışın ortasın-karışmadan geçmez. Kışın ortasın-karışmadan geçmez. Kışın ortasın-da bahar, baharın ardından hazan da bahar, baharın ardından hazan da bahar, baharın ardından hazan da bahar, baharın ardından hazan da bahar, baharın ardından hazan da bahar, baharın ardından hazan da bahar, baharın ardından hazan da bahar, baharın ardından hazan günleri gelebilir. Hatta “İstanbul’da günleri gelebilir. Hatta “İstanbul’da günleri gelebilir. Hatta “İstanbul’da günleri gelebilir. Hatta “İstanbul’da günleri gelebilir. Hatta “İstanbul’da lodos eserse yaz, poyraz eserse kış lodos eserse yaz, poyraz eserse kış lodos eserse yaz, poyraz eserse kış lodos eserse yaz, poyraz eserse kış lodos eserse yaz, poyraz eserse kış olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa olur” diye bir söz de vardır. Bu vakıa İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-İstanbullunun giyimine de aksetmiş-tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil tir. İstanbullu mevsimine göre değil günlük havaya göre giyinmesini bilir günlük havaya göre giyinmesini bilir günlük havaya göre giyinmesini bilir günlük havaya göre giyinmesini bilir günlük havaya göre giyinmesini bilir günlük havaya göre giyinmesini bilir ve sever. Kışın ortasında gülüveren ve sever. Kışın ortasında gülüveren ve sever. Kışın ortasında gülüveren ve sever. Kışın ortasında gülüveren birkaç bahar gününde hemen bahar-birkaç bahar gününde hemen bahar-lıkları giyer, bu küçük değişiklik için lıkları giyer, bu küçük değişiklik için lıkları giyer, bu küçük değişiklik için hiç üşenmez, onun hazzını zahmeti-hiç üşenmez, onun hazzını zahmeti-hiç üşenmez, onun hazzını zahmeti-ne tercih eder.ne tercih eder.ne tercih eder.

İstanbullu tavır ve hareket bakımın-İstanbullu tavır ve hareket bakımın-İstanbullu tavır ve hareket bakımın-dan da çağımızın insanından epey dan da çağımızın insanından epey dan da çağımızın insanından epey dan da çağımızın insanından epey değişiktir. Hareketlerinde daima va-değişiktir. Hareketlerinde daima va-değişiktir. Hareketlerinde daima va-kar ve ağırbaşlılık hâkimdir, davra-kar ve ağırbaşlılık hâkimdir, davra-kar ve ağırbaşlılık hâkimdir, davra-nışlarında aceleci değildir, yavaş ve nışlarında aceleci değildir, yavaş ve tembel de değildir, her hareketin tembel de değildir, her hareketin

Faust Zonaro’nun fırçasından bir İstanbul Hanımefendisi

Page 17: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

15

hakkını vererek bunları sükûnet içinde icra eder. Sükûnet ve vakarını çok ehemmiyet verdiği yüz ifadesinde hemen görebilirsiniz, yüz hatları daima yumuşak ve munis olma-lıdır, huzurlu bir iç dünyayı aksettirmelidir. Umumi yerler-de ve resmi dairelerdeki davranışlarında iş sahibi ise di-ğer insanlara ve onların haklarına saygılı, vazifeli memur ise hizmetin en mükemmelini vermenin titizliği içindedir. Bir mecliste oturuş biçimine göre o kimsenin görgüsü ve seviyesi hakkında hemen hüküm verilir. İstanbullu selam vermeyi ve almayı sever, alınmayacak veya istihfaf edile-cek bir selam için de çok kıskançtır, böyle bir durumda karşısındakini ezici bir tavra bürünür. Kendi değerlerini paylaşanları göz ucuyla bakarak anlar, onlara karşı yumu-şak ve mütevazidir. Kendisi gibi düşünmeyenlere karşı bü-yük müsamaha sahibidir, ancak mütecavizlere karşı öyle bir tavır içine girer ki anlayan için çok ağır bir davranıştır. İstanbullu çiçek ve hayvanları sever, onu şehrinin kuytu bir köşesinde bir çiçeği koklarken ya da küçük bir kediyi okşarken görebilirsiniz. O çocuklarla da dosttur, hele orta yaş ve üstündeki bir İstanbullu, mahallesindeki çocukla-rın saygı duyulan ve nasihati tutulan bir büyüğüdür. Onun dilinde çocuklar için birkaç tatlı söz ve cebinde onlar için küçük hediyeler daima bulunur.

İstanbullunun konuşması bir başka âlem açar insana, “di-limiz bu kadar güzel ve ahenkliymiş de nasıl farkına va-ramamışız” dersiniz. Ses tonu alçaktır, yüksek sesle ko-nuşmaz kelimeler bir musiki ve şiir büyüsü içinde sıralanır konuşmasında. Bazan kelimelerdeki manayı değil konuş-manın ahengini yakalarsınız o zaman o bir musikidir. Ba-zan da kelimelerin ördüğü şiire yakalanırsınız, o zaman o bir şiirdir; çoğu zaman birbirine karışmış her ikisidir. İstan-bullunun kelime hazinesi oldukça geniştir, burada gerçek telâffuzundan kayarak İstanbullu olmuş kelimeler ve de-yimler de bulunur, diğer bir deyişle İstanbullu galat-ı meş-

huru sever ve kullanır. İstanbullu için telaffuz çok mühimdir, bu sahadaki özentiler zaman zaman latifelere geçerek fıkralara konu olmuştur. Hitablar daima sosyal seviyeye uygun olur, manevi bir renk taşır, sevgi, saygı yakınlık ifade eder. İstanbullu, an-lattığı mevzua uygun ola-rak bir darbımesel söylemeyi, bir fıkra anlatmayı veya bir beyit okumayı sever. Bunları yeri gelin-ce kullanmak üzere içinden geldiği o muhteşem sözlü kültürünün geleneği-ne uyarak hafızasına nakşeder. Belki bu güzellikleri kay-dettiği küçücük bir defteri de vardır ama esas olan, yeri geldiğinde o hava bozulmadan hemen söyleyebilmek için bunları hafızaya almaktır. İşte kısa bir müddet zarfında bir İstanbulluda bu hususiyetleri görebilirdiniz.

Şimdi onunla biraz daha uzun zaman beraber olalım, me-selâ birkaç mevsim komşuluk yapalım. Biraz mütecessis bir komşu olarak bakalım neler göreceğiz. İstanbullu sohbet ehlidir, müktesebatının büyük bir kısmını sohbetten kazan-mıştır. O gâh bir kahvede, gâh bir evde, gâh bir mesirede veya bir camide yahud dergahta kurulan ve muntazaman devam eden sohbet halkalarından birine müntesibdir. Bu meclislerde öğrendiği, kitabî malumatdan ziyade edeb ve insanlıkdır ki, bunların ciltler dolusu kitab okunarak elde edilemeyeceğini çok iyi bilir. Bu sohbetlerde sohbet adabı geçerlidir, yani dinleyen en az söyleyen kadar arif olmak zorundadır. Aksi halde o meclisde sakil düşen bir duruma sebebiyet verebilir, bunun neticesi hafife alınmak veya ağır bir ikazdır. Bu taraftan sohbetin hazzı ve feyzi diğer cihetten bir hata yapmamak için sarfedilen gayret ve

huru sever ve kullanır. İstanbullu için telaffuz çok mühimdir, bu sahadaki

lattığı mevzua uygun ola-rak bir darbımesel söylemeyi, bir fıkra anlatmayı veya bir beyit okumayı sever. Bunları yeri gelin-

Page 18: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

16

dikkat, ferdi sohbet halkasına müdavim oldukça giderek olgunlaştırır. Sohbetlerde bir veya birkaç büyük bulunur. Gençler bu zevatın konuşmalarını dinlerler, bir müşkilleri varsa sorarlar, böylece kültürel miras nesillerden nesillere intikal edip gider. Sohbetin konferanstan çok farkı vardır, sohbet resmi değil samimidir, kendinizi çok daha rahat ve sıcak bir ortamda hissedersiniz, sohbete siz de katılarak kendinizi eğitirsiniz daha önemlisi sohbet sırasında hizmet ederek insanlara faydalı olmanın hazzını yaşarsınız. İşte İs-tanbullunun devam ettiği sohbet halkası yaşayarak öğre-nilen böyle edeb, muhabbet ve hizmet dolu bir insanlık mektebidir. Sohbette konular muhtelif olabilir, ilmî, dinî meseleler müzakere edilebilir buradan yorulan zihinler sohbetin sonunda bir sanat ziyafeti ile dinlendirilir. Soh-betin mekânı da mevsime göre değişir, kışın bir evde veya kıraathanede olan sohbet yazın Boğaziçi’ne veya Adalara nazır bir kır kahvesinde veya çay bahçesinde yapılır. Kı-raathane veya çay bahçesinin sahibi de sohbet erbabına karşı saygıda kusur etmez, öyle olur olmaz kimselerin soh-bet günü o mekâna gelmesini önler ve hizmetin en iyisini vermeye çalışır. Şimdilerde böyle bir mekânın ve böyle bir kahvecinin kalmadığının bilmem farkında mıyız?

Türk mutfağı, Arabistan’dan Rumeli’ye kadar uzanan o ge-niş coğrafyanın en leziz yemeklerini bünyesinde toplamış ve meyvesini İstanbul gibi bir şehirde vermiştir. Sarayda ve paşa konaklarında hazır-lanan nadide yemeklere eski anlayış ve içinde hem şükründen aciz olduğu-muz birer nimet hem de birer sanat eseri olarak bakılmıştır. Bu idrakden İstanbullu da nasibini al-mış ve damak zevkine sahib olmuştur. Bu zevki mevsimine göre hazırla-nan mütenevvi yiyecek ve içeceklerden bunların

birer nimet olduklarının idraki içinde şükür hisleriyle dolu olarak istifade etmek hatta bundan maddî olmaktan çok manevî bir haz almakdır. İstanbullu değişik yemekler, tatlı-lar, şerbetler ve menba sularını iyi bilir, bunları hazırlamayı ve ikram etmeyi sever. Bu yemeklerden bazıları yılda bir kere pişer ve dostlarla birlikte yenilir, böylece tatlı hatı-raların yaşanmasına vesile olurdu. İstanbul mutfağında tereyağı ile zeytinyağı birlikte kullanılırdı her biri kendine has yemek çeşitlerini de beraberinde getirmişlerdi. İstan-bullu neyin nerede yetiştiğini bilir ve şehrin o bölgelerinde yetişmiş sebze ve meyvayı arardı. Mesela Bayrampaşa’nın enginarı, Kartal’ın pırasası, Langa bostanlarının salatası ve Arnavutköy’ün çileği meşhurdu. Bugün İstanbullunun bu hususiyetini bilen bazı esnaf bilmem kaç yüz kilometre uzaktan gelmiş mahsulü hâlâ bu semtlerin adını kullana-rak satar. Oralarda değil bahçecilik yapılacak arazi, nefes alınacak dahi yer kalmadığını bilen eski İstanbullular da biraz hayret biraz yeni şartlara intibaksızlık içinde bu me-sud aldanışa razı olarak alışveriş yaparlar. İstanbul’da esnaf olmak da kolay değildi, İstanbullunun zevkini ve isteklerini en az onun kadar, hatta iyi satış yapabilmek için daha faz-la bilmek gerekirdi. Meselâ bir manav, üzüm cinslerini ve bunların hususiyetlerini bilmesin bu olmayacak bir şeydi. Şimdi meyva satan çocuğa çavuş dediğiniz zaman askerlik yıllarını hatırlıyor, rezzakı kelimesini telaffuz etmekten bile aciz çünkü hiç duymamış. İstanbullu balık yemesini sever

ve balıktan anlardı. Hangi balığın hangi mevsim ye-neceğini, hangi denizde ve hangi havada tutmanın makbul olduğunu bilirdi. “Lüfer balığı sonbahar ba-lığıdır, boğazda oltayla ve poyraz havada avlananı ve porsiyonluk tabir edilen büyüklükte olanı makbul-dür, daha küçüğü lezzetsiz büyüğü yağlı olur” diye he-men hükmü yapıştırıverirdi.

İstanbullu sohbet ehlidir, müktese-batının büyük bir kısmını sohbetten kazanmıştır. O gâh bir kahvede, gâh bir evde, gâh bir mesirede veya bir camide yahud dergahta kurulan ve muntazaman devam eden sohbet halkalarından birine müntesibdir.

Page 19: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

17

Balıkçı esnafı işte böyle müşterilere muhatap idi, onların edebiyatımıza kadar geçmiş espri dolu satış çığırtkanlık-ları böyle müşteri karşısında tutunmalarını sağlayan ze-kalarının mahsulüdür. Şerbetler ve menba suları İstanbul yemek kültüründe müstesna bir yer işgal ederdi. Ecdadın buy-i Muhammedi iştiyakıyla dikip yetiştirdiği güllerden nefis gül şerbetleri yapılır, yazın sıcak günlerinde adeta ilahi bir lütuf olarak hararetleri teskin ederdi. Sonbahara doğru asmalardan koruklar toplanır, bunlardan da ko-ruk şerbeti ezilirdi. Ekşi ve ham koruktan böyle nefis bir içeceğin zuhuru muhtelif nüktelere mevzu teşkil ederdi. Her evin bahçesinde gül fidanları ve asma bulunurdu. Önce şehir içindeki bahçeli yerleşmeler kat karşılığı mü-teahhitlerine teslim oldu, sonra da Erenköy’ün köşklerini gökdelen yapanlar yok ettiler, artık bu yeni düzende en nazenin güllere ne de yeşil asmalara yer kaldı ve ne de bunlardan şerbet ezecek hizmet ehli zarif insanlara. İstanbul’un civarın-da birçok menba suyu vardır, her İstanbullu bunları bilir ve içerdi. Hatta bu menba sularını tadarak adlarını söyleyen kimse-ler de vardı. Sular evlerde terle-yen küplere saklanır ve pırıl pırıl bardaklarla misafire ikram edilirdi. İstanbullular su hakkındaki ilahi beyanın neşvesi içinde bir bardak suyu içtikten sonra “Elhamdülillah” diye şükr eder, suyu getirene de “Su gibi aziz ol” diye dua ederdi. Dilim varmıyor ama gül ve su medeniyeti kokakolaya teslim oldu galiba.

İstanbullu gezmeyi, ziyaretler yap-mayı sever. Zaten şehrinin civarındaki zengin coğrafya buna imkan verdiği gibi sürprizlerle dolu iklimi de san-ki bu gezileri teşvik eder. Kış ortasında gülümseyiveren bir bahar günü şöyle

Çamlıca’ya doğru uzanıvermek, uyanmak üzere olan ta-biatı hissedip gurubu seyretmek onun hayata kattığı tatlı bir renkti. Şüphesiz İstanbullunun mevsime bağlı gezileri de vardı, bilhassa ilkbaharda şehrin civarındaki mesirelere günübirlik geziler yapmak adetti. Eskinin vasıta yönünden mahdut imkânlarına rağmen şehrin sükûneti sebebiyle bu gezilerden derin bir haz ile dönülürdü. Bülbül dinlemek ilkbaharda vazgeçilemeyen bir zevk idi. Bunun için orman-lık bir yere mesela Hacı Osman Bayırı’na gidilir hem tabia-tın muhteşem musikisi dinlenir hem de edebiyatımızda bir efsane halini almış gül-bülbül sohbeti yapılırdı. Mehtabı seyretmek ve bundan bedii bir zevk almak İstanbullu için

Sultan II. Abdülhamid’in ziyafet sofrası

Page 20: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

18

mühim bir hadise idi, bazan mehtab karadan seyredilir Çamlıca mehtabı gibi, bazan denizde kayıkla mehtab se-fası yapılır Kanlıca körfezinde musiki ile renklenen mehtab sefaları gibi. İstanbullu sadece muayyen zamanlarda değil sık sık vesileler icad ederek öteye intikal etmiş büyükleri-ni ziyaret etmeyi, onların feyziyle yıkanıp sükûn bulmayı çok severdi. Bu ziyaretlerde ölümün birçoklarına soğuk ve merhametsiz gelen gerçeğini yumuşak ve tatlı bir geçişe çevirmenin sırrını öğrenmeye çalışırdı. Bu-nun için zamanı olduğu gibi içinde yaşadığı çevre de sükûnetiyle buna müsaitti. Mesela sık sık Eyüb’e gidilir, türbe ziyareti edilip niyazda bulunulduktan sonra o mehşur mezarlık dolaşılırdı. Orası bir hayat mektebidir, ölüm, zaman, insan, kader iç içedir orada görürüsünüz; aynı zamanda mezartaşlarından muh-teşem bir tarihi yudum yudum içersiniz, yalnız mezar-taşları biraz kıskançtır yazılarını kolay okumak mümkün olmaz. Sonra iskeleye inersiniz mütevekkil bir kayıkçının sandalına akşamın loş ışıklarıyla yıkanan Haliç’in suları üzerinden kayarak eve göndersiniz. Ruhunuzda tatlı bir yorgunluk kalır. Ertesi hafta haydi Kocamustafapaşa’ya, Sünbül Efendi’ye, iki hafta sonra Yahya Efendi’ye, gelecek ayın son cuması Sultan Fatih türbesinde sabah namazı-na. Siz ziyaret mi arıyorsunuz? Bu mübarek beldenin her köşesinde nice mübarekler var, çağdaş koşuşturmalardan asude kalmış bir zamanınız ve endişelerden ârî bir huzu-runuz varsa işte oradalar feyz ve bereket pınarları sizi bek-liyor koşunuz.

Bir İstanbullunun hayat macerasındaki çizgileri kısaca tak-dime çalıştık, bir de kendi maceramıza bakalım. O zaman İstanbul Mektebi’nin çoktan kapandığını korkarım itiraf etmek zorunda kalacağız.

Piyerloti’den Haliç

Çamlıca

Haliç

Page 21: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKTEBİ/ Prof. Dr. Sadettin ÖKTEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

19

Page 22: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 23: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBULLU OLMANIN ÂDÂBI

M. Kâmil BERSEŞair, Yazar

İstanbullu olmanın bu şehirde yaşamanın en önemli kurallarından biri de; İstanbul’un dilidir. Nereden gelirseniz geliniz bu şehrin diline ve konuşma adabına kendinizi alıştırmanız ve kurallarına riayet etmeniz gerekir. Bölgesel şive farkları, konuşma dilindeki sertlikler bu şehirde eriyip gitmelidir. Bu şehrin sakini olmak istiyorsanız kendinizi bu şehrin güzelliklerine, ahlakına, adabına uydurmak zorundasınız, İstanbul’da yaşanılan her kötü olay kendini bu şehre alıştıramamış insanlardan sadır olur.

Page 24: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBULLU OLMANIN ÂDÂBI/ M. Kâmil BERSEİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

22

“İstanbul’un âdâbını, ilimden önce öğrenmek lâzımdır”

İstanbullu olmanın, İstanbul’da yaşa-manın erdemine; bu şehrin tarihine, kültürüne, geleneklerine saygı duy-makla sahip olabileceğimizi kabul-lenmeliyiz.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih, bu şehri dünya hakimi bir impara-torluk merkezi yapmak üzere şehrin Bizans’tan kalan sakinlerinin inan-cına saygılı olmakla birlikte onların İslam’la şereflenebileceğini düşüne-rek, kendilerinden örnek alınabilecek aileleri Anadolu’nun muhtelif şehir-lerinden İstanbul’a getirip yerleştirdi. Gelen ailelerin yerleştikleri muhitler-de gücü olanların mescid, hamam yaptırdıklarında o çevreye semt ismi olarak bu hizmeti yapanın adını ve-receğini bildirdi. Bu vesile ile kısa zamanda İstanbul’da (Dersaadet’te) çok sayıda Müslüman mahalleler oluştu, aynı mahallede gayr-ı müslim tebanın da ikamet etmesi Müslü-manları ve gayr-ı müslimleri rahatsız etmedi. Hatta şehirde İslam’la şeref-lenenler, bu sayede İslam kültürüne vakıf oldular, birlikte İstanbul âdâbı-nı oluşturdular. İslam şehir dinidir, İstanbul şehirlerin müjdelenmişidir, onun içindir ki Hz. Muhammed bu

şehri fetheden askere de kumandana da müjdeler vaad etmiştir. İstanbul, İslam’ın bugün dahi en özgün ve öz-gür şekilde yaşanabildiği bir şehirdir.

Bahse konu mahalle mescidlerinin, camilerinin oluşturduğu mahalle ve semtlerin sayısı 15. yy’da üç yüz ci-varındadır. Camiler mahallenin top-lanma kaynaşma yerleridir, sadece namaz kılınıp çıkılan yerler değildir. İstanbul adâbının, görgüsünün li-san-ı hâl ile öğrenildiği yerlerdir.

Her şey ‘selâm’la başlar İstanbul’da. Selâm, İslam medeniyetinin simge-sidir, İstanbullu olmanın ilk kuralıdır. Her sabah selâm ile başlanılan gün, selâm ile nihayet bulur. Selâm ver-mek kadın ve erkek her Müslümanın görevidir. Sevgi, barış ve kardeşlik sembolüdür. Selâmı ilk kimin verece-ğinin bir kuralı vardır; küçük büyüğe selam verir, az kişi veya tek kişi çok kişiye önce selam verir, aşağıda olan yukarıdakine selam verir, merdiven-den çıkan inene selam verir, yürüyen oturana, binekli olan oturana, eşekte giden at ile gidene önce selam ver-melidir.

Sabahleyin ev halkı ile selâmlaşma önemlidir. Eşler birbirlerine selâm ve-rirler, çocuklara selâmı aşılamak için hoş sözlerle selam süslenir. “Selâm-

ün aleyküm, hayırlı sabahlar, günü-nüz bereketli olsun, hayırlı sabahlar Allah’ın selamı üzerinize olsun” gibi sözler İstanbul adabındandır. Bir ha-dis-i şerif evdeki selâmlaşmanın çok-luğu ile ilgili “Size ve ev halkına bere-ket yağacağını“ müjdeler. İstanbul’un efendileri birbirleri ile selamlaşırken daha ziyade şu cümleleri kullanırlar; “Sabah şerifleriniz hayırlı olsun efen-dim”, “ Üstadım selamün aleyküm, ne güzel bir gün “, “Allah’ın selamı üzerinize olsun, hayırlı günler, hayır-lı işler mîrim…”, “ve aleyküm selâm, berhudâr olun..”

Selâm tanıdık olsun olmasın herkese verilir, insicamı sağlamak samimiyeti inşa etmek için. Birlik ve beraberliğin tesisindeki ilk temel şart selâmdır.

İstanbul’da bir zamanlar neredeyse her semtte bulunan gayr-ı Müslimler de, İstanbul’un adâbında Müslüman ahaliden geri kalmazlardı, aynı şekil-de selam verir, selam alırlardı.

İstanbul’da her evin bir büyüğü, her sokağın bir efendisi, her mahallenin danışılan bir bilgesi, her semtin bir

İSTANBULLU OLMANIN ÂDÂBI/ M. Kâmil BERSEİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

Page 25: 1453 Dergisi 20. Sayı

23

kanaat önderi vardı. Bu kişiler kendi-sine güvenenlere ve itimad edenlere iyiyi güzeli doğruyu vermeyi, doğru yolu göstermeyi görev bilirlerdi. 20. yy’ın ortalarına kadar benim de şa-hit olduğum mahalle kültüründe, neredeyse her mahallede bir saraylı hanım otururdu. Bu hanımefendi sa-rayda harem denilen okulda yetişmiş örnek bir kişilikti. Mahallenin ha-nımları ve çocukları ondan İstanbul adabını lisan-ı hal ile öğrenirlerdi, yaşıyorsa beyi de (devlet memur-luğundan emekli kişi idi genellikle) erkekler için sözü sohbeti dinlenir örnek bir şehirli idi. Bugün artık bu nesil tamamen tükendi, onlardan bir şeyler öğrenen nesiller de bitmek üzere.

İstanbullu olmanın bu şehirde ya-şamanın en önemli kurallarından biri de; İstanbul’un dilidir. Nereden gelirseniz geliniz bu şehrin diline ve konuşma adabına kendinizi alıştır-manız ve kurallarına riayet etmeniz gerekir. Bölgesel şive farkları, konuş-ma dilindeki sertlikler bu şehirde eri-yip gitmelidir. Bu şehrin sakini olmak istiyorsanız kendinizi bu şehrin gü-zelliklerine, ahlakına, adabına uydur-mak zorundasınız. İstanbul’da yaşa-nılan her kötü olay kendini bu şehre alıştıramamış insanlardan sadır olur.

Çok değerli sözlerden birinde “İlim elde etmek isteyen edebli olsun”

der. İstanbul’un eski dönemlerinde bağımsız evlerin kapısında bulunan kapı tokmakları bile bir edebin, me-deniyetin eseri idi. Kapıda iki tok-mak ve halka bulunurdu aslan başlı büyük halka vurulduğunda kalın ses çıkarırdı, çiçek desenli küçük halka ise ince ses çıkarırdı. Dışarıdan gelen kişi erkek ise kalın halkayı vurur, ka-dın ise ince halkayı vurur böylece ev halkı kapıya gelen kişinin cinsiyetini anlar kapıyı açmaya, misafire uygun kişi giderdi. Ziyaret ettiğiniz kapının tokmağını veya ziline en fazla üç kere vurmanız veya basmanız gerekir. Üç kereden fazla kapının ziline basmak adâb-ı muaşeret kurallarına aykırıdır.

Güzel İstanbulumuzda bir dost evine misafir girdiniz, ev sahibi sizi karşılar, samimiyet ve gelir derecesine göre ikramlarda bulunulur, misafir olarak ikramı reddetmek saygısızlık kabul edilir. Sohbetler ikramlar sona erdi, gitme vakti geldi. Kapıya geldiniz musafaha ve selamlaşmadan sonra ayakkabınızı içeri girdiğiniz şekli ile bulmalısınız, yani ziyarete gittiğiniz ev ahalisi sizin ayakkabınızı düzeltme adı altında dışarıya doğru çevirme-meli ki siz ayakkabınızı giyerken ay-rıldığınız eve ve ahalisine yüzünüzü dönerek samimi bir şekilde geldiği-niz gibi ayrılıp çıkabilesiniz.

Söz ile hareketin lâtif olması gere-kir İstanbul âdâbında. Bir mekânın

kapısının kapanması için eşiniz veya çocuğunuz dahi olsa, kapıyı kapat denmez kapıyı örtün denir. Su koyun denmez, su verir misiniz? Lambayı kapat denmez, elektriği dinlendirin denir veya en azından soru cümle-siyle nezaket sağlanır.

Ev içindeki hareketler de disiplin kuralları gerektirir, evde yürürken gürültülü yürümemek, bağırarak konuşmamak komşuları bu şekilde rahatsız etmemek, ev halkının genel hukukuna saygılı hareket etmek İs-tanbul’da yaşamanın kuralıdır. İstan-bul’un eski evleri genelde müstakildi, iki üç katlı olanlar da bir büyük aile-nin ikamet ettikleri tek hanelerdi. Ko-nakların durumu da aynı idi, büyük ailede en az 3 nesil bir arada oturur alt üst komşu hukukuna pek ihtiyaç duyulmazdı. Bugün çok katlı evler-de evin içinde de dışında da dikkat edilmesi gereken kurallar vardır. Alt komşunun izni olmadan pencereden halı ve eşya silkelemek komşu hakkı-na saygısızlık etmektir.

İstanbul kolektif bir şehirdir, parası-nı verdiğiniz her şeyi istediğiniz gibi kullanamazsınız. Parasını ödüyorum diye suyu israf edemezsiniz. Kom-şusu aç iken tok yatılmadığı gibi, sokakta aç dolaşan kediler, köpekler de sizin sorumluluğunuzdadır. Kışın doğadan nasiplenemeyen hayvanları siz beslemek zorundasınız. Bu şehir-

Surre Alayı

Page 26: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBULLU OLMANIN ÂDÂBI/ M. Kâmil BERSEİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

24

de serçeler, güvercinler, kumrular kı-saca bütün kuşlar bizlere emanettir.

Bayram namazlarına ev ahalisinin erkekleri ve alıştırmak için erkek ço-cukları da sabah erkenden kaldırı-lırdı. Camiye beraber gidilir, bayram namazından sonra cami cemaati ile bayramlaşılır, eve dönerken camiye geldiğiniz yoldan değil de bir baş-ka yoldan gidilirse o günün hikme-ti kavranmış olunurdu. Giderken ve dönerken farklı yollarda rastlanacak daha fazla kişi ile bayramlaşmakla bir şehir medeniyetinin adâbını yerine getirilmiş olunur. Bayram namazın-dan eve dönen ev ahalisi ile birlikte iftar sofrasına oturulur. Evet, bayram sabahları evlerde yapılan kahvaltılar İstanbul’da iftar sofrasıdır. Ve tabiî ki el öpmeleri, hediyeleşmeler, kabir ziyaretleri, bayramlarda büyükleri zi-yaretler İstanbul’da yaşıyor olmanın güzellikleri ve sorumluluklarıdır. Biz-ler büyüklerimizden böyle gördük İstanbul’da, çocuklarımıza da aynı hassasiyetleri yaşatmaya çalışıyoruz. Umarım ki gelecek nesillerde bu ince hassasiyetleri ve duyguları yaşatırlar. İstanbul’a sonradan gelen ama artık İstanbullu olması gereken hemşehri-ler de bu hassasiyetleri ve âdâbı bilip yaşamalılar.

Bundan kırk sene kadar önce Fatih Zeyrek’te arkadaşıma ve tabiî ki ai-lesine bayram ziyaretine gitmiştim, bahçe içinde bir ahşap konakta üç nesil bir arada oturuyorlardı. Önce ailenin büyükleri ile sonra arkada-şımla bayramlaştım, ikinci katta bü-yük sofada otururken bahçe kapısı-nın tokmağından kalın bir ses geldi, arkadaşımın babası cumbalı tarafın camından giyotin pencereyi açtı mandalını taktı ve seslendi “Kim o?”.

Bahçe kapısının arkasından geriye doğru bir adam başında şapkasıy-la geri çekildi ve kendisini gösterdi. Evin reisi anladı, “tamam geliyorum” dedi ve aşağı indi. Dışarıda olanları ben de camdan seyrediyordum. Ka-pıyı çalan şahıs siyah bir otomobilin şoförü idi. Başında bir şoför şapka-sı vardı. Bey babaya bir kutu verdi, aracın içinde arka koltukta oturan başında tüllü şapkası ile bir hanıme-fendi, temenna ve el hareketi ile bey babayı selamlayarak bir şeyler söy-ledi, selamlaştılar ve araç yoluna de-vam etti. Bey baba yukarı yanımıza çıktı ve anlattı. “Gelen Bayan Veroni-ca” dedi, “bizim Tepebaşı’nda dük-kân kiracımızdır. Beyaz Ruslardan Bolşevik ihtilalinden sonra İstanbul’a gelen ailelerdendir. Dükkânda antika eşyalar satıp geçimini sağlayan aile-den bunlar, ikinci nesil. Her bayram kapıya kadar gelir bir kutu pasta ge-tirir. Eve çıkmaz, kapıdan hediyesini takdim eder, bayramımızı tebrik eder ve gider. Yıllardır bu adetlerini boz-madılar. Annesi de aynen bunu ya-pardı toprağı bol olsun” dedi.

O gün anladım ki İstanbul’un âdâbı çok kültürlüdür. Gayr-ı müslimlerin bile İslâmî hassasiyetlere dikkat et-tikleri ve saygı duydukları bir edebler manzumesidir.

Sofra âdâbına riayet etmek de kişile-rin sosyal hayata bakışlarında önem-li bir yer teşkil eder. Küçük ve büyük ölçekte düşündüğümüzde genel kural acıkmadan sofraya oturmak ve doymadan kalkmak temel prensibi ile şahsi ede-bi korumak gerekir.

24

ailenin büyükleri ile sonra arkada-şımla bayramlaştım, ikinci katta bü-yük sofada otururken bahçe kapısı-nın tokmağından kalın bir ses geldi, arkadaşımın babası cumbalı tarafın camından giyotin pencereyi açtı mandalını taktı ve seslendi “Kim o?”.

doymadan kalkmak temel prensibi ile şahsi ede-bi korumak gerekir.

Eller yıkanır ve sofraya tertemiz otu-rulur, Sofra başında yemeğe evin bü-yüğü başlamadan kimse elini uzat-maz, evin büyüğü besmeleyi çeker ve ‘afiyet olsun’ diyerek yemeğe baş-lanmasını sağlar.

Büyük ölçekteki sofra âdâbında, sofrada gerekmedikçe konuşulmaz, ağızda lokma varken hiç konuşul-maz, yemek yerken ağız şapırdatıl-maz. Yemeğe uzanan, bardağı tutan el sağ eldir. Çay kahve ve su gibi sıvı içecekler höpürdeterek içilmez. Sof-rada ortak yenecek yemek meyve tatlı gibi malzemelerin sofradaki kişi sayısına göre göz kararı pay edip o kadarını almak veya talip olmak sofra adabı ve hukukunun gereğidir.

Eskiler şöyle derdi: Birisini tanımak istiyorsan üç konuda onu sınamalı-sın, beraber yemek yemek, birlikte yolculuk yapmak, alış veriş yapmak. Kişinin edebini ve görgüsünü öğ-renmenin anahtarı olarak bilinen bu davranışlarda hak, hukuk, edeb ölçü-leri tespit edilirdi.

Sohbetlerde yüksek sesle kahkaha atmak diğerinin sözünü kesmek İs-tanbul adâbına yakışmayan fiillerdir. Bu tür cemiyetlerde gülmeler neza-ketli olur, bilmediğin konuda konuş-mak ahkam kesmek yerine susmayı tercih etmek edebli kişiye yakışan harekettir. Bununla ilgili hüsn-ü hat olarak yazılmış güzel sözler vardır “Ya hayır söyle, ya da sus” gibi. İstan-bullu, konuşurken sohbet ederken kalb kırmamalı, etrafa güzel nazarla bakmalı ki İstanbul beyefendisi veya hanımefendisi olduğunu göstersin.

Çok kıymetli bir söz vardır;” Şeref-ül mekân bi-l mekîn” mekânlar yaşa-yanlarla şereflenir. Ancak İstanbul’da yaşayanlar İstanbul ile şereflenirler, tabiî ki bu güzel şehrin âdâbına uy-mak ve saygı göstermek sureti ile…

Hz. Mevlana’nın sözü ile bitirelim; “Dünya gecesinin, aydınlatacak şemâların (mumların) en güzeli ve parlağı ‘edeb’ dir.”

Page 27: 1453 Dergisi 20. Sayı

25

Page 28: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 29: 1453 Dergisi 20. Sayı

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET Nevin MERİÇİlahiyatçı, Yazar

18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Oryantalizm’in Doğu’yu bilme ve kurma işlevi yüklendiği görülmektedir. Bu dönemde sadece Avrupa- Doğu toplumları değil kendi içinde de cinsiyet açısından toplumsal olarak yeniden düzenleniyordu. Süreci destekleyen ve besleyen araçlardan adâb-ı muâşeret kitaplarında ciddi bir artış ve kitapların içeriğinde de ideal aristokrat erkekten ziyade ‘yeni bir kadın tipi’ üzerinde yoğunlaşma dikkatleri çeker.

Page 30: 1453 Dergisi 20. Sayı

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

28

Âdâb-ı muâşeret geleneksel toplum hayatında ‘ahlâk’ın konuları arasında yer alır. Yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi gündelik hayattaki çeşitli davra-nışlara ilişkin kurallar, terbiyeli; kibar ve takdire değer hareketlere ahlâki davranışlara denir. ‘Ahlâk-ı hamide’ kelimesi, iyi, erdemli, övgüye değer ve güzel huylar; ahlâk ve dinin buy-ruklarına uyan, toplum tarafından onaylanıp beğenilen huyları ve bun-ların etkisiyle meydana gelen iyi ve güzel davranışları ifade eder. Ahlâkın temeli dindir. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda sosyal hayat ve top-lumsal münasebetlerin fiilî - sem-bolik ifadesi olan âdâb-ı muâşeret de din eksenli olarak şekillenmiştir. İslâm dinini vaz eden ve toplumu-nun yöneticisi, yönlendiricisi olan Hz. Peygamberin görevinin de ahlâ-kı tamamlamak olması bu anlamda önemlidir.

Belli bir estetik kaygı taşıyan tavır alışlar olarak da tanımlayabileceği-

miz âdâb-ı muâ-şeret, birlikte ya-şarken uymamız gereken ölçülü ve estetik davra-nışlar olarak da tanımlanabilir. Do-layısıyla bir diğer dayanak noktası da toplumdur. Toplum halinde yaşamak bir nevi adabı mu-aşereti zorunlu hale getirir. Topluma özgü davranışlar yanında sosyal hayatın değiş-mesine öncelik eden davranma biçimleri de âdâb-ı muâşeret ince-lenerek takip edilebilir. Topluma ait olmak belli bir sembolik değeri için-de barındırır. Bu algı hem topluma özgü durumlarda hem de toplumsal değişme sürecinde âdâb-ı muâşereti öne çıkartmış, eylem ve de-ğişim bağlamında dikkatleri

çekmiştir. Bu makale Osman-lı gündelik hayatının batı normları çerçevesinden değişimini mekân ve kıyafet üzerinden ele almayı hedefle-mektedir.

Batıda Âdâb-ı Muâşeretin Ortaya Çıkışı

18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Oryantalizm’in Doğu’yu bilme ve kurma işlevi yüklendiği görülmek-tedir. Bu dönemde sadece Avrupa- Doğu toplumları değil kendi içinde de cinsiyet açısından toplumsal ola-rak yeniden düzenleniyordu. Süreci destekleyen ve besleyen araçlardan adâb-ı muâşeret kitaplarında ciddi bir artış ve kitapların içeriğinde de ideal aristokrat erkekten ziyade ‘yeni bir kadın tipi’ üzerinde yoğunlaşma dikkatleri çeker. Nancy Armstrong da âdâb-ı muâşeret kitaplarında 1760’dan 1820’ye kadar olan dönem-de yeni toplumsal düzende âdâb-ı

muâşeret kurallarına ve özellikle kadının yeniden tanımlanmasında dikkat çeker.1 Bu anlamda gelişmeyi yeni oluşan burjuvazinin ihtiyaçlarını gidermeye matuftur şeklinde tanım-layabiliriz. Orta sınıf 19. yüzyılda he-nüz Avrupa’da da bulunmamaktadır. Bu yeni kadın tipi, orta sınıfın çıkışını hem öncelemiş hem de onunla bir-likte gelişmeye devam etmiştir.2

Gelişmenin Doğuya yönelik yüzünde ise ‘harem hayatı’ diğer bir ifadeyle doğu toplumlarında kadın bulun-maktadır. Oryantalist literatürde ‘ha-rem’ üzerine yazılar da bu döneme rastlarken, kadının geleneksel kodlar üzerinden biçimlenen hayatı, öz-gürlüğün kısıtlanması, sınırlılık hatta köleliğe kadar seyreden bir olumsuz-lama üzerinden ele alınarak yeniden kurgulanır.3 Burada harem sarayı de-ğil, geleneksel sosyal hayatın cinsiyet ayrışması üzerine şekillenişini ve tabi Müslüman hayatını ifade etmekte-dir. Müslüman kadın üzerine yapılan söylemler Avrupalıların Avrupalı ol-mayanlar üzerindeki üstünlüğü fik-rinin formüle edilmesini kolaylaştırır.

Batıda başlayan bu gelişmelerden diğer toplumlarla birlikte Osmanlı da etkilenmiş ve sosyal hayatı düzenle-yen yeni bir dizi kurallar manzumesi tanzim etmiştir.

Mekânda Değişim: Konaktan Salo-na Geçerken

Osmanlı toplumunda dini ilkelerin de etkisiyle sosyal hayatta kadın ve erkek yaşam alanları ve rolleri tama-men ayrılmıştı. Ev hayatı selamlık ve harem şeklinde düzenlenip erkekler selamlıkta kadınlar da haremde4 otururdu. Kadın hürriyetini merkeze alan Batılılaşma, harem hayatında özgürlüğün tamamen kısıtlandığı tezinden yola çıkarak söylemini kur-gulardı. Toplumsal yapının ve işleyiş biçiminin değişmesi de bu çerçevede şekillendirildi. Oysa Halide Nusret, Bağdat günlerini anlatırken misafir olduğu konak hayatını; ‘İlk bakışta

Page 31: 1453 Dergisi 20. Sayı

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇ İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

29

üzerinden kuş bile uçmayan bu yük-sek kale duvarları arasında yaşayan yılda ancak bir iki defa kapalı araba-larla o da mukaddes türbeleri ziyaret için sokağa çıkan bu genç hanımefen-dilerin bu kadar uyanık, canlı, neşeli, hayatla ilgili olmalarına insan hayret ederdi. Bunun sırrı konakta birkaç gün misafir olduktan sonra anladım. Bağdat sosyetesinin yerli ve yabancı hanımların çoğu konağın devam-lı misafirleri arasında idiler. Şehirde olup bitenler, nişanlar, düğünler, gizli sevdalar, aile geçimsizlikleri konakta konuşulurdu. Konaktakiler şehirdeki-lerden çok şehirden haberdar idiler.5’ şeklinde anlatmaktadır. Bu anlamda konak hayatı kadın özgürlüğünü kı-sıtlamaktan çok geleneksel kodlar üzerinden şekillenen gündelik haya-tın mahremiyetini koruyarak şehrin gündemini, modasını eve taşımak-tadır diyebiliriz. Bu durum tam da Batılıların ‘kapalı olana’ itirazlarının merkezine oturmaktadır. Çünkü on-lar kendisini kapatarak görünmeye bilinmeye kapalı ve fakat kendinin dışarıda olanı tamamen görmesini sağlayan bir düzenlemeyi kabullene-memektedir. Böylece tanımlanması ve kategorize edilmesi mümkün ol-mamakta, Batılı imaj sakalası bu yak-laşım karşısında çaresiz kaldığından duygusal yaptırımlar ve değer yargılarıyla kapalı olanı olumsuzla-ma üzerinden ye-niden tanımlamak-tadır.

Selamlık ise önceleri erkeklerin işlerini yü-rüttükleri, yönettikleri ofis muadili bir yerdi. Ortalama bir konak hayatına da örnek ol-ması açısından Terâzi-başı Süleyman Ağa ko-nak efradını; “Selamlıkta; memuriyetine müteferri’ işlerinde istihdam eder bir katip ile birkaç çukadarı. Haremde ise; kayınvalide-siyle haremi bir de kerimesi

ve bunların hidmetine bulunur 3-4 cariye vardı. Bundan başka Hocaka-dın, sütnine eskisi, komşu kadınlar hiç eksik olmazdı. Bunlar konakta aylar-ca kaldıklarından haremin hanegisi ve bu takımın meşhur masalcı incili hanım en nazlısı idi.”7 … vs şeklin-de tarif edilmektedir. Bu uygulama meşrutiyetten sonra değişmiş ve iş-yerleri evin dışına taşınmıştır.

Gelişme ev düzenin değiştirirken, kadın ile erkek aynı mekânı paylaş-masını bir nevi normalleştiren ‘sa-lon’ hayatına geçişi kolaylaştırmıştır. Salon hem ev mimarisinde hem de cemiyet/salon hayatı anlamında ka-dın-erkek birlikteliğini aynı mekânı kullanmanın normalleşmesine zemin hazırlamıştır. Batılı tarzda apartman-ların yapıldığı bu dönemde gündelik hayat da konaktan-apartmana doğ-ru mekânsal değişime uğramaktadır. Apartman dairelerindeki salonlar, yabancı erkeklerle evin kadınları-nın birlikte oturduğu, sohbet ettiği mekândır. Salon yeni anlamıyla evde dış mekân olarak kabul edilen ve ziyaretçi/yabancıya açık alandır. Bir nevi evden bağımsızlaşan selamlığın yerini alır ve ev içi ‘kamusal alan’dır artık. Dolayısıyla evin diğer odalarından,

davranış tarzı, tanzimi, ve icbar etti-ği kıyafet/leri açısından da farklılaşır. Salon mefrûşâtı olarak; “(...) yarım veyâhûd vüs‘atine göre bir takım kanepe, koltuk ve sandalye bulunur. Hatta ‘uzun iskemle’ denilen ve üze-rine uzanıp yatmağa mahsûs olan kanepelerden dahi birisi bulunur.”8 Yabancılarla bir arada bulunmaya meşruiyet kazandıran salon, karşılıklı iletişim ve davranma biçimlerini de ‘daha ince ve kibardır’ şeklinde be-lirler.8 Yine döneme ait yeni eğlence biçimleri olarak da tanımladığımız Batı’dan tevarüs ettirilen yevm-i mahsusalar, kabul günleri, briç par-tileri de dönemin kadın merkezli olmakla birlikte erkeklerin de çok rahat dahil olabildikleri ev içi etkin-likler olarak şehir hayatına girerler.

Değişen Kıyafet

Toplumsal alanın yeniden düzenlen-mesi insanı kıyafetinden ilişki biçi-minin değişimine kadar bir dizi yeni kuralları bilmeye mecbur etmektedir. Özellikle gündelik hayatın düzenle-nişindeki değişim, çok ciddi kafa ka-rışıklığı ve duygusal

Page 32: 1453 Dergisi 20. Sayı

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

30

yaptırımları da beraberinde getirmiştir. Yakup Kadri döne-min halet-i ruhiyesini bir kitabında; “Geçenlerde bir gençle beraber şehirde dolaşıyordum. Bu sokaklarda eşya ve el-bise mağazalarının önünde küme küme Türk hanımlarına tesadüf edilen kışın açık havalı Cuma günlerinden birin-de idi, refikim hızlı bir sesle bana mütemadiyen onlardan bahsediyor ve el ile muhakkirane bu kümeleri göstererek; ‘Bunları açmalı başka çare yok Miss, bunları açmalı!’ diyor-du…”9 şeklinde örneklendirmektedir. Erkek kıyafeti de Os-manlı Batılılaşmasının gereği olarak kabul edilmiş ve Tan-zimat’dan sonra bir Elbise Tüzüğü çıkartılmıştır. Böylece Osmanlı erkeği; başındaki kavuğunu, sırtındaki cübbesini, yırtmaçlı entarisini, belindeki kuşağını, bacağındaki şalva-rını, ayaklarındaki paşmağını yani çedik papuçunu çıkardı. Bunların yerine başına kalıba girerse Firengi silindir dedi-ği uzun resmi şapkasını andıran uzun buruşu fes, sırtına bir ceket, bir pardesü bozması, arada sırada kolları kopuk, hayderi taklidi bir sako beline muhafazakarlık duygusunu göbek adı seçtiğine delil olacak imiş gibi bir kuşak, bacağı-na eski milli kıyafetten sıkma’ya, dizlik’e yarım şalvara ben-zer, paçası bol, dar bir pantolon, ayaklarına ne serhatlik’e ne lapçin’e ne de çediğe benzer yanı olmayan potin, yarım kundura takarak, kaşlarına kömür, yanak ve burnuna allık, gözlerine sürme sürerek saçı sakalı ile karagözün soygun-luğu gibi bir çıplaklık ile cascavlak kaldı. Adı kavuklu iken maskara oldu10 şeklinde dönemin gazetelerinin konusu olmaktadır artık.

Algılar ve duygular üzerinden oluşturulan gündemler, dönemin etkin faaliyetlerinden olan gazete ve dergiler,

1 Mohja Kahf, Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı, çev: Yeşim Sezdirmez, Küre yay., İstanbul 2006, s. 142.

2 Age, s. 143.

3 Bu algılayış Avrupa’da cinselliğin konumlandırıldığı ve toplum ha-yatında yeni zevk ve arzu formlarının yaratıldığı döneme denk ge-lir. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, Ayrıntı yay, İstanbul 2003, s. 52.

4 Harem kadınlar tarafından oturulan evin üst kısmıyla ilgilidir ve ya-sak anlamına gelir. Hiçbir yabancı bu gizli kaleye giremezdi. Aynı şekilde harem sakinleri önceden belirlenmiş ortamlar dışında orta-ya çıkmazdı. Marry Milles Patrick, İstanbul Kız Koleji 1871-1924, Tez yay, İstanbul 2001, s. 20.

5 Halide Nusret Zorlutuna, Bir Devrin Romanı, KBY, Ankara 1978, s. 70-71.

6 Mehmet Tevfik, İstanbul’da Bir Sene, İletişim Yay, İstanbul 1987, s. 11.

7 Ahmet Mithat Efendi, Avrupa Adab-ı Muaşereti yahut Alafranga, İstanbul 1312, s. 284.

8 Sencer Ayata, ‘Apartman Hayatında İç Ev ve Salon’, Türk Ev ve Aile Ansiklopedisi, Ankara 1991 s 131-134.

9 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Alp Dağlarından, Remzi Kitapevi İs-tanbul 1942, s. 62.

10 Ahmet Rasim, Muharrir Bu ya… hz. Hikmet Dizdaroğlu, MEB yay, Ankara 1969, s. 50.

11 Ahmet Haşim, Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seya-hatnamesi, hz Mehmet Kaplan, MEB yay İstanbul 1969, s. 141-144.

Dipnot

kitaplar, okullar değişimi besleyen ve yerleştiren meka-nizmalar olarak devreye girer. Nitekim Son Saat (1925’ten sonra İstanbul’da çıkmaya başlayan resimli günlük gaze-te)’in anket yazarı A. Sırrı Bey tertip ettiği anketin sualle-rini gönderdi. Anket yazarı soruyor, ‘Kadınları açık saçık mı, kapalı mı görmeyi tercih edersiniz?’ (cevap açık çünkü çıplak kadın zararsızdır, örtünüp saklandığı andan itibaren fitne ve fesat unsuru oluyor. Kadın açık saçık göründükçe etinin bizim etin cinsinden olduğu anlar ve onu sevmek ona hürmet etmek için cinsi cazibe dışındaki faziletlerini bulmaya çalışırız) İkinci sual kadın mı güzel erkek mi? Tabi ki erkek, çünkü erkek süslenmek için süs vasıtalarına ihti-yaç duymaz)11 diyerek toplumsal araçlar vasıtasıyla taşı-nan ve normalleştirilen yeni yaşamın algı ve kabullerinden haberdar etmektedir. Bunun yanında Batılılaşmanın erkek egemen yapısına da vurgu görülmektedir.

Askeri, siyasi, sosyal hayatta yapılan bir dizi yenilikler, Tan-zimat, Islahat hareketleri, eğitimin kurumlaşması, ilköğ-retimin zaruri olması… vs gibi değişimler Batılılaşmanın etkisiyle gerçekleştirilmiştir. II. Abdülhamid’in açtığı kız idadileri, Fevziye Mektepleri sürecin devamında karşımıza çıkan okullardır. Bu süreçte Batılı âdâb-ı muâşeretin top-lumsal alanda bilinir, ulaşılır olması için tercüme ve telif edilen bir dizi adab-ı muâşeret kitaplarını görmekteyiz. Kitaplar değişen ev içi yaşam tarzının nasıl düzenlenmesi gerektiğini anlatarak halkın bu ihtiyacını gidermekte ol-dukça etkili olurlar.

Page 33: 1453 Dergisi 20. Sayı

DEĞİŞEN İSTANBUL’DA DEĞİŞEN ÂDÂB-I MUÂŞERET / Nevin MERİÇ İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

31

Page 34: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİRİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

32

Page 35: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

33

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİRSöyleşen ve Fotoğrafl ayan:Eser POSTALLI

Günümüz münevverlerinden Mehmet Şevket Eygi Bey ile İstanbul âdâbı, üzerine bir mülakat gerçekleştirdik. Bilhassa çağımızın gençleri için önemli notların bulunduğu bu sohbette, edepten lisana, kılık-kıyafetten kültüre, eğitimden estetiğe kadar geçmişten ve günümüzden misallerle pek çok konuya değindik. Kıymetli büyüğümüz Mehmet Şevket Eygi Bey’e bizlere vakit ayırdığı için teşekkür ederken, mülakatımızı, istifadeli olmasını ümit ederek, dikkatlerinize sunuyoruz.

Page 36: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİRİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

34

Cemil Meriç, “Hangi Türk aydını-na biz neyi kaybettik diye sorsa-nız toprak kaybettik diye cevap verir. Toprak mı, toprak belki de en değersiz şeyimizdi. Belki de en değersiz şeyimizi de kaybettiğimiz için her şeyimizi kaybettiğimizi anladık” der. Neyi kaybettiğimi-zi bilmezsek bulduğumuzun bir kıymeti olmaz diyerek başlamak istiyoruz hocam, sahi biz neyimizi kaybettik?

Toprak kaybetmek sebep değil, ne-ticedir. Asıl büyük kayıplarımız iman, medeniyet, kültür, hukuk, nizam, bil-gi, ahlâk ve aksiyon konularında ol-muştur. Yakın tarihimizde son derece vahim, tarihî, sosyal, kültürel ârızalar ve kazalar geçirdik. 1945 Ağustosu’n-da, iki atom bombası yedikten sonra kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kalan Japonya bile bizim kadar ma-nevî darbeye, kopukluğa, ârızaya, iç hıyanete mâruz kalmadı. Lozan’da yediğimiz darbeler, Mondros’taki-lerden bin kat daha yaralayıcı ve öl-dürücü olmuştur. Yazımızı, edebiya-tımızı, tarihimizi, mimarîmizi, büyük ölçüde âdâb-ı muaşeretimizi, edep ve terbiyemizi, yazılı ve medenî kül-türümüzü yitirdik. Kayıplarımız öyle büyük oldu ki, bir sembol ve bayrak

olan Ayasofya’yı bile yitirdik. Bin yıl-lık kültür hafızamızı yitirdik. Artık, 1928’den önce rahmet-i Rahman’a kavuşmuş atalarımızın Türkçe mezar taşlarını bile okuyamayacak kadar cahiliz. Farkında olanlar çok az ama biz Fuzulî’yi, Bâki’yi, Şeyh Gâlib’i, Ziya Paşa’yı ve emsali büyük edip ve şairlerimizi yitirdik. İslamî riyaseti yi-tirdik. Hâfızamızı yitirdiğimiz için ço-ğumuz bu yitirdiklerimizin farkında bile değil.

‘Nasıl bir Türkiye?’ yazınızda he-pimizin görmek istediği bir Tür-kiye portresi çiziyorsunuz. Sevgi, kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma ülkesi olsun diyorsunuz. İstanbul için de böyle bir hayaliniz var mı? Nasıl bir İstanbul olmalı şehrimiz?

En büyük kayıplarımız İstanbul’da oldu. İstanbul’un, tek başına bir me-deniyeti, kültürü, irfanı vardı. Büyük kayıplar verdik. Bin meziyeti ve özel-liği içinde İstanbul’un sadaka taşları vardı, nereye gitti o taşlar? İstanbul ahlâkı, İstanbul terbiyesi, İstanbul nezâketi ve kibarlığı, İstanbul zarâ-feti… 1911’de genç bir mimarlık ta-lebesiyken İstanbul’u ziyaret eden Le Corbusier şehre hayran kalmıştı. Biz, hayranlık kaynağı nice güzel-likleri yok ettik. Osmanlı edebiyatı bilmeyen, tarih bilmeyen, aruzdan anlamayan, hat ve diğer İslâmî sa-natlar konusunda kültürü olmayan, konuşurken bık sık efendim deme-yen, kendisine ben diyen, Fuzulî ile tanışmamış, Ömründe hiç Mevlevî ayini dinlememiş kimselerin, çok is-teseler de İstanbullu olmaları ve İs-tanbul’a hizmet etmeleri zordur. Şe-

hirler, binaları ve anıtlarından önce, sakinleri ile değerlendirilir. İnşallah millî kimlik ve kültürümüze uygun bir eğitim sistemi ile tedrisat yapan mekteplerde iyi, vasıflı, güçlü nesil-ler yetiştirilir, vakt-i merhunu gelin-ce, hizmet ederler, kopuklukları ve ârızaları tâmir ederler, dünü bugüne bağlarlar, hayalimizdeki İstanbul’u hayata geçirirler.

Dergimizin bu yeni nüshasının ka-pak konusu edep, adap. Ayetlerde, Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerinde, alimlerin sözlerinde, şiirlerimizde… edep vurgusu her yerde karşımıza çıkıyor. Yunus şöyle tarif ediyor edebi: “Gezdim Haleb’i, Şam’ı, eyledim ilm-i talep / Meğer ilim bir hiç imiş, illa edep illa edep”. Medeniyetimizde edep vurgusu niçin bu kadar fazladır?

Fuzulî de “İlm kesbiyle pâye-i rif’at / Arzu-yi muhâl imiş ancak / aşk imiş her ne var alemde / İlm bir kîl-ü kâl imiş ancak” diyor. Dünyada nice me-denî ülke, dinen Müslüman olmama-larına rağmen, bizim eski İslâm ve İs-tanbul ahlâkımız konusunda bizden ileridirler. Mehmed Âkif, Safahat’ın bir yerinde Japonların ahlâkını öve öve bitiremez. İslâm’ın ahlâk kural-ları ve hükümleri onun ayrılmaz bir parçası ve boyutudur. İslâm ahlâkının kaynağı Kur’ândır, Sünnettir, Hikmet-tir. Hâce-i Evvel’i Resulullah’tır (s.a.). Onun ahlâkı Kur’ândı, O, Kur’ânın hayata uygulanmış şekliydi. Kur’ân-dan ve Sünnetten koptukça ahlâk ve faziletten de koptuk. Ahlâk, aksi-yon ilmi demektir. Haçlılar, Kudüs’ü aldıkları zaman yetmiş bin Müslü-man ve Yahudi’yi vahşice, hunharca, barbarca katletmişlerdi. Salahaddin, o mübarek şehri geri aldığında bir tek Hıristiyan’ın burnu kanamamış, kendilerine, taşıyabilecekleri kadar mallarını alarak selâmet içinde şehri terk etmelerine izin verilmiş, hattâ kocaları esir kadınların ricası üzerine zevceleri serbest bırakılmış, kocaları ölmüş kadınlara da yol harçlığı veril-miştir… O Salahaddin öldüğünde on

Fuzuli, Baki, Şeyh Galib, Ziya Paşa

Cemil Meriç

Page 37: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

35

kadar ülkenin sultanıydı, veziri Şam sokaklarında “Ey ahali!.. Bilmiş olu-nuz ki, şu şu şu diyarların sultanı olan Salahaddin ölmüştür, terekesinden cenaze masraflarına yetecek kadar parası çıkmadığından, bu masrafla-rın bir kısmı yakınları ve dostları ta-rafından karşılanmıştır” diyen tellal-lar gezdirmişti. İnsanların keresteleri vardır. Kavak, çam, kestane, meşe, gürgen, ceviz, akaju… En kıymetli tahtaya mâlik olan kişinin bile, kamil bir üstattan ve mürşitten ahlâk, ka-rakter ve edeb terbiyesi alarak kemal bulması gerekir. Ceviz değil, abanoz ağacı bile olsa, yontulmazsa adam olamaz.

Edep sonradan öğrenilebilir bir şey mi? Aileden belli bir edep, ter-biye görmeyen bir insan sonradan öğrenebilir mi bunu?

Edep, öğretilebilen, öğrenilebilen, kazanılabilen bir haslettir. Biyoge-netiği edepli kimseler vardır. Sonra, aile yuvasında edep öğretilir. Ebe-veyn ve velisi edepli ise… Gerçek İslam okulları edep yuvasıdır. Kötü bir eğitim sistemi, kötü mektepler edebi öğretmez, edepsizliği öğretir. Eskiden tasavvuf tarikatları, tekkeler, zâviyeler, dergâhlar edep okulları idi. Oralara ham ve nâkıs girenler, kıs-met ve nasipleri derecesinde pişer-ler, kemal bulurlardı. Toplum edepli ise, çocuklar, yeni nesiller edepli olur. İngiltere mekteplerinde eğitimin iki yüzü vardır: Birinci yüz bilgi ve kültür verir, ikinci yüz edep, ahlâk, karakter terbiyesi… İslam ordusu da bir edep mektebidir. Bir ülkenin hukuk sistemi, yargısı da edeplendirir. Bunun için edepsizlerin, suçluların, başkalarına örnek olacak, korku verecek şekilde tenkit edilmesi gerekir. Ahlâklı olma-yan bir öğretmen matematik veya fizik öğretebilir ama ahlâksız bir öğ-retmen ahlâk öğretemez. Bir çocu-ğun veya gencin edeplenmesi, yük-sek ahlâk ve karakter sahibi olması için cevherinde, mâyesinde istidat ve kabiliyet olması gerekir. Mâyesinde şekavet olanlar, işte onların edepli,

Page 38: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİRİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

36

ahlâklı, yüksek karakterli, mürüvvetli olmaları çok zordur.

Âdâb-ı muaşeret denilince eski İs-tanbul kültürü, İstanbul görgüsü akıllara geliyor. Eski İstanbul’da insanlar âdâb-ı muaşeret eğitimini nereden alıyorlardı?

Eski İstanbul’da yeteri miktarda seç-kin, elit, ziyalı, kibar insan vardı. Ucu, nice asırların ötesinde kaybolan bir görgü yolunda yürürlerdi. Bendeniz yetiştim, eski kibar insanlar günlük hayatta en çok efendim, estağfirul-lah ve teşekkür ederim kelimelerini kullanırlardı. Eski kibarlar Mekke de-mezler Mekke-i Mükerreme, Medine demezler Medine-i Münevvere, Şam demezler Şam-ı Şerif, Kudüs demez-ler Kuds-i Şerif, Haleb demezler Ha-leb-i Şahba derlerdi. Onlar Eyüp’e gitmezler, Eyüb Sultan’a giderler-di. Onların gözünde Beyazıt Camii, Beyazıt Cami-i Şerifi idi. Onlar ben demezler, bendeniz, bu fakir derler-di. Onların evleri yoktu, fakirhane-

leri vardı. Kibar insanla-ra sizin eviniz demezler, devlethaneniz derlerdi. Sultan Abdülhamid haz-retleri zamanında az sa-yıda idadî ve sultanî (lise, kolej) mektebi vardı ama onlardan mezun olanların çok büyük kısmı görgü-lü, terbiyeli, faziletli olur-du. Bir toplumun kültürü avamîleşirse orada yüksek görgüyü muhafaza etmek mümkün olmaz.

“Eski İstanbul”un kültür, nezaket, kibarlık, edep ve

görgüsünden bahsetmeni-zi istesek... Komşuluk adabı,

misafirlik adabı, sofra adabı, alışveriş adabı… Çocukluğu-

nuzun İstanbul’unda olan ve şu anda bulunmayan meziyet-

lerden bahsedebilir misiniz?

Bendeniz İstanbul’a yatılı mektepte okumak üzere taşradan yedi yaşın-da bir çocuk olarak geldim. Hanedan bir aileye mensup olmadığım için şehir ve havas terbiye ve ahlâkına sahip değildim. Zamanla bir şeyler öğrendim. Merhum Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil çok kibar bir insandı. Evine giderdik, yirmi küsur yaşında-ki üniversiteli bir gence bile beye-fendi diye hitap ederdi. 1947’de, Galatasaray Li-sesi’nin orta kıs-mında, eski na-zırlardan Raşid Erer bey hocamız tarih anlatırken, birden dersin or-tasında sınıfı terk etmek istemiş, biz çocuklar ne oldu hocam diye sorduğumuzda, son sıradaki bir arkadaşımızın par-maklarını çıtlatmış olmasından çok üzüldüğünü söylemişti. Böylece bir

toplulukta parmak çıtlatmanın Os-manlı terbiyesine aykırı bir kabalık olduğunu o tarihte öğrenmiştim. Üstad Mahir İz, Beylerbeyi’nde yalısı olan Münevver Ayaşlı hanımefendi, tarihçi İsmail Hami Danişmend, bir fazilet abidesi olan Nurettin Topçu hoca ve daha niceleri, İstanbul âdâb ve görgüsünün heyâkil-i mücessi-meleri idiler. Gerçek İstanbullular komşularının kurdu değil, meleği idiler. Arada bir pişirilen yemek ve tatlılardan tadımlık miktarda da olsa, komşulara ikram edilirdi. Bundan yüz küsur sene önce, Beylerbeyi’ne yanaşan şirket-i Hayriye vapurlarının kaptanları, gemiye binecek yolculara çabuk olun, acele edin düdükleri ça-larmış. Çünkü o semtin kibar ve nazik insanları, iskele kapısından çıkarken, birbirlerine aman efendim siz önce buyurunuz, teeddüp ederim, zat-ı âliniz önce geçiniz derken vapuru ge-ciktirirlermiş. Bugün Japonya’da, bin küsur seneden beri devam eden bir Japon yer sofrası adabı ve muaşereti vardır. Yine bir Japon çay seremonisi vardır. Bizde eski edepler, terbiyeler, görgüler, nezaketler, kibarlıklar tari-he karıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında yayınlanmış bir karikatür mecmua-sında şöyle bir karikatür görmüştüm:

Bir mahkeme salonu… Kürsüde otu-ran hakim, sanık mevkiindeki edep-

Bundan yüz küsur sene önce, Beylerbeyi’ne yanaşan şirket-i Hayriye vapurlarının kaptanları, gemiye binecek yolculara çabuk olun, acele edin düdükleri ça-larmış. Çünkü o semtin kibar ve nazik insanları, iskele kapısından çıkarken, birbirlerine aman efen-dim siz önce buyurunuz, teeddüp ederim, zat-ı âliniz önce geçiniz derken vapuru geciktirirlermiş.

Mahir İz,Nurrettin Topçu,Münevver Ayaşlı,İsmail Hami Danışmend

Page 39: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

37

siz ve şımarık tavırlı küçük çocuğa soruyor: Babanı bir kurşunda yere sermişsin, öyle mi?.. Terbiyesiz çocuk şu cevabı veriyor: Evet, mâziye ait her şeyi devireceğiz…

Osmanlı’nın son dönemlerinde İs-tanbul’a ilk defa gelen misafirlere kentin adap ve erkanının anlatıl-dığı adab-ı muaşeret rehber ki-tapları verilir, İstanbul kültürünü öğrenmesi istenirmiş. Günümüzde ise İstanbul’a gelen, yaşadığı yerin kültürünü de getiriyor. Artık her semtin ayrı bir kültürü ya da kül-türsüzlüğü, karmaşası var. Günü-müzde geldiğimiz bu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Günümüzde İstanbul kültürü, terbi-yesi, adabı, görgüsü hemen hemen kalmamıştır. Belki istisnalar vardır, istisnalar da kuralı bozmaz. Bugün-kü İstanbul büyük sahrasında ger-çek İstanbul kültürü nadir ve küçük vahalardır. Doğu ve Güneydoğu bölgelerimiz kasıtlı, planlı ve prog-ramlı bir şekilde boşaltılıyor; İstan-bul’a milyonlarca insan getiriliyor. Maalesef onların çoğu bulundukları yerlerin kültürünü, edebini, erkânı-nı, ahlâkını ve faziletini taşıyamıyor. Edebiyatı ve hamaseti bırakalım, şu İstanbul’a bakalım. Tramvaya veya

metrobüse bakalım. 18 yaşında taş gibi genç koltukta oturuyor, yanında yetmiş seksen yaşındaki ihtiyar ayak-ta sallanarak yolculuk ediyor. Demek ki terbiye bitmiş, edep elden gitmiş. Trafik lambalarına “yeşil ışık yanınca

hemen korna çalmayınız” levhaları kondu. Görgünün, terbiyenin, efen-diliğin bittiğinin ayrı bir delilidir bu. Hiç aklı başında, görgülü ve terbiyeli bir İstanbullu yeşil ışık yanar yanmaz bir saniye, bir salise beklemeden korna çalar mı? Şehre taşradan ter-biyeli olarak gelenler de, genellikle kısa bir müddet sonra terbiyelerini yitiriyorlar.

İstanbul’un kültürel anlamda en büyük eksikliklerinden bir tanesi de İstanbul’a yakışır büyüklük-te bir kütüphanesinin olmaması. Bunu daha önce de çok defa dile getirdiğinizi biliyoruz. Bununla il-gili nasıl bir çalışma yapılabilir?

Mısırlılar pek yakın bir mâzide İsken-deriye’ye dünya çapında bir kütüp-hane yaptırdılar. Projesini Norveçli bir mimar çizdi. Açılışına krallar, kra-liçeler, cumhurbaşkanları geldi. Sekiz milyon kitap ve doküman ihtiva eden büyük ve değerli bir kütüphane. İs-tanbul’umuzun resmi nüfusu on beş, gerçek nüfusu yirmi beş milyondur. İki büyük dünya imparatorluğuna

başkentlik yapmış bu şehre en az (tekrar ediyorum en az) on beş mil-yon kitaplık, belgelik bir kütüphane yapılması gerekmez mi? Lâkin biz-de böyle bir proje, niyet, irade yok. Havaalanları, boğaza köprüler, İzmit

Körfezi’ne köprü, barajlar, gökde-lenler, yedi yıldızlı oteller, otoyollar, dehşetli stadyumlar yapıyoruz ama kütüphane yapamıyoruz. Bilseniz ne acınacak durumdayız… Faydalı, lü-zumlu, zaruri bir şeyin yapılabilmesi için önce bilmek, sonra niyet etmek, istemek ve bunları kuvveden fiile geçirecek irade lazımdır. Türkiye, İs-tanbul’a böyle bir kütüphane yapa-cak maddî imkâna sahiptir ama niyet ve irade yoktur. Ankara’da büyük bir kütüphanemizin depoları, bodrum-ları, alttaki koridorları henüz kayda geçmemiş yüzbinlerce kitap, bel-ge ile doluymuş. Bunların bir kısmı kurtlanmış, küflenmiş… İstanbul’daki büyük kütüphaneye öncelikle İstan-bul, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili bütün ciddi kitaplar bulunup alınmalıdır. Son on sene içinde Türk asıllı dünya şeker ticaretinin kralı sa-yılan bir zâtın Türkiye ve İstanbul’la ilgili antika kitapları Londra’da mü-zayedede satıldı ve Türkiye bu satışla ilgilenmedi bile. Lütfen bu konuda beni daha fazla konuşturmamanızı istirham ediyorum.

Page 40: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİRİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

38

İstanbul’a 1939’da, yedi yaşında yatılı mektepte oku-mak üzere geldiniz. 75 yıllık bir İstanbullu olarak İs-tanbul sizin için ne ifade ediyor?

İstanbul’un ismi kaldı, camiler ve tarihî binalar dışında kendisi yok artık. Medenî Avrupa ülkelerinde beş yüz se-nelik evler, binalar görebilirsiniz ama İstanbul’da bir tek, tepe pencereli Türk evi kalmamıştır. Çocukluğumdan bu yana kaç nesil geldi geçti… Mahalleler, semtler, binalar değişti… Kırklı yıllarda üç dört adet yandan çarklı gemi vardı. Onlar bile hurdaya gitti. İsviçre göllerinde, Ren ve Tuna nehirlerinde, Norveç fiyortlarında yandan çarklı nos-taljik gemiler bulabilirsiniz ama Türkiye’de bulamazsınız. Yatılı ilkokulda okurken -şimdi iyi hatırlamıyorum- sanı-rım müzik hocamız Zeki Bey, 1922’de işgal kuvvetlerinin Dolmabahçe Sarayı ile cami arasında yapılan bir törenle şehri nasıl terk ettiklerini anlatmıştı. Lise birde ta-rih hocamız Enver Tekand Bey “Çocuklar, ben ilk bü-yük millet meclisinde Ay-dın mebusu iken bazen maaşlarımızı çil çil Rus altınlarıyla alırdık” demiş-ti. O, yaşayan bir tarihti. Çocukluğumun, gençli-ğimin İstanbul’u icâzetli ulemâ, fukaha, meşâyıh, dersiâmlar, eski zaman ricâli ile doluydu. Tey-zem merhume Hamdûne Hanım, genç bir kızken Beyazıt’taki evlerinden Kasımpaşa’daki mektebe çift peçe takarak gidermiş. Eski İstanbul’da kaç padişah görmüş, yaşlılara rastlamıştır. Onlar, başka bir dünyaya gittiler. Eski Osmanlı binaları, evleri yıkıldı; yerlerine beton ucubeler yapıldı. İstanbul’un adı İstanbul ama nerede o İstanbul… İstanbul beyefendileri, İstanbul hanımefendileri, İstanbul hocaları, İstanbul üstâdları… İstanbul, benim için ruhunu, kişiliğini, İstanbul’u İstanbul yapan nice hasletleri-ni, meziyetlerini, hususiyetlerini yitirmiş bir şehirdir.

Milli yazımız olan Osmanlı Türkçesine hayli ehemmi-yet verdiğinizi biliyoruz. Son yıllarda birçok belediye, vakıf himayesinde Osmanlı Türkçesi kursları açılıyor; ancak derslere katılımın oldukça düşük olduğunu bi-liyoruz. Acaba gençlerimize bunun önemini yeterince anlatamıyor muyuz?

1950’lerde, 60’larda Milli Eğitim Bakanlığı yurt çapında be-dava Osmanlıca kursları açmış olsaydı, milyonlarca genç ve vatandaş bunlara kaydolup bin yıllık yazımızı öğrenirdi. Bugün öyle bir kopukluk görüyoruz ki, 76 milyonluk Türki-

ye’de ancak 100 bin kişi bu kurslara ilgi gösteriyor. İlgi mi dersiniz, ilgisizlik mi dersiniz bu gaflet ve ihmal pek büyük bir kültür faciasıdır. Japonya, öğrenilmesi, öğretilmesi çok zor olan çetrefilli yazısını değiştirip Latin harflerine geçmiş olsaydı bugünkü Japonya olabilir miydi? Yazı kopukluğu, Japonya’yı uzak doğunun Türkiye’si hâline getirirdi. Hal-kımıza, gençliğimize bunu anlatamıyoruz. Son yirmi yıl içinde olmuş bir hâdiseyi anlatmak istiyorum. Galatasaray Lisesi öğrencilerinden bir genç merhum Üstâd Ziyâd Ebuz-ziya Bey’i arada bir ziyaret ediyormuş. Edebiyat mı tarih mi hocalarından biri o öğrenciye bir gün beni de Üstâd’a götür demiş. Öğrenci, izin almak için Ziyâd Bey’e söyle-diğinde Üstâd “Osmanlıca biliyorsa gelsin, yoksa gelme-sin” demiş. Düşünebiliyor musunuz edebiyat ve tarih ho-cası ancak doğru dürüst Osmanlıca bilmiyor. İngiltere’de

Shakespeare’i okuyamayan bir edebiyatçı ya da tarihçi düşünebilir misiniz? Bende-niz Osmanlıca bilmeyen bir Türkiyeliyi hele bir Müslü-manı kesinlikle okuryazar kabul etmem; latince okur-yazar olarak kabul ederim. Müslüman, millî kültüre ve kimliğe bağlı üniversiteli bir gençte Osmanlıca öğrenme niyeti ve iradesi yoksa doğ-rusu hem üzülmeli hem de hayıflanmalıdır. Bu satırla-rı okuyan gençlerimize ân kaybetmeden Osmanlıca kurslarına yazılmalarını nâ-çizâne tavsiye ederim.

Kendinizi siyasi manada değil, ki buna ehliyetiniz ol-madığını söylüyorsunuz; dini, sosyal ve kültürel mana-da muhalif olarak tanımlıyor ve muhalif olmayı aydın olmanın şartı olduğunu söylüyorsunuz. Tanımladığınız bu muhaliflik nerede başlıyor ve kime karşı yapılıyor?

Bir toplumda, bir düzen veya sistemde bozukluklar, aksak-lıklar, kötülükler var ve bu ortam içindeki bir kimse bunlara muhalif değil. Böyle bir insan aydın değil karanlık bir insan-dır. Aydın olmanın on kadar temel şartı vardır. Bunlardan biri de, siyasî manada değil, kültürel ve sosyal platformda muhalif olmak, muhalefet sergilemektir. Bizde aydın ol-manın manasını, aydın kişinin özelliklerini bilen çok az kişi bulunuyor. Halk, üniversite mezunu herkesi bol keseden aydın yapıyor. İşletme okumuş, üstüne yüksek lisans yap-mış; oluyor aydın. Yahu aydınlık bu kadar kolay ve ucuz mu? Aydın olmanın şartlarından biri okuryazar olmaktır. Sen ülkenin, halkın, devletin bin yıl kullanmış olduğu yazı-nın, alfabenin cahili ol ve sonra aydınlık tasla. Olacak şey değil!.. Mantık bilmeden aydın olunmaz. Gerçek tarihi, ta-

Bundan yüz küsur sene önce, Beylerbeyi’ne yanaşan şirket-i Hayriye vapurlarının kaptanları, gemiye binecek yolculara çabuk olun, acele edin düdükleri ça-larmış. Çünkü o semtin kibar ve nazik insanları, iskele kapısından çıkarken, birbirlerine aman efen-dim siz önce buyurunuz, teeddüp ederim, zat-ı âliniz önce geçiniz derken vapuru geciktirirlermiş.

Page 41: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

39

rih felsefesini bilmeden de olunmaz. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” buyrulmuş. Aydın kişi imkân varsa lisânen, imkân yoksa kalben bütün haksızlıklara, kötülük-lere, çarpıklıklara muhalif olmak zorundadır. Muhalif olup olmamak tercihine sahip değildir. Mutlaka muhalif olacak-tır. Siyasi muhalefet kolaydır, fazla derinliği ve kıymeti yok-tur. Bendeniz bir aydın olarak değil, okuryazar bir Türkiyeli olarak sosyal ve kültürel sahada muhalifim. Bunu bir vazi-fe bilirim. Faziletli ve yüksek bir insan olmamakla birlikte yağcılık, yalakalık, meddahlık, dalkavukluk yapmayı da hiç uygun bulmam. Bahsettiğim muhalefet, söylemeye hâcet yok ki; yıkıcı olmamalı, yapıcı olmalıdır. Siyasete gelince, siyaset kültürüne az çok sahibim ama meşrebim siyaset yapmaya müsait değildir.

Bir yazınızda İstanbul’a yüksekten bakmak gerekti-ğinden bahsediyorsunuz ve bunu Beyazıt’taki kule ile somutlaştırıyorsunuz. İstanbul’u anlamak için illa bir ‘tepe’den mi bakmalıyız ona? Beyazıt Kulesi’ne çıktığı-mızda İstanbul bize ne gösterecek?

Evet, İstanbul’a tarihin, kültürün, sanatın, mimarlığın, şe-hirciliğin, estetiğin yüksek kulelerinin tepesinden bakmak gerekir, aksi takdirde şehrin hâlini görmeniz mümkün ola-maz. İngiltere veliahtı Prens Charles, İstanbul’a son gelişin-de şehrin betonlaşmış hâline hayli kızmış ve üzülmüş, acı sözler söylemişti. Çünkü o, İstanbul’u yükseklerden seyre-debilecek bir kültüre sahipti. İstanbul’un bugünkü hâlini görüp de üzülmeyen, dertlenmeyen, teessüf etmeyen bir kimseye doğrusu taaccüp ederim. Kültür, sanat, edebiyat, tarih, mimarlık, dekorasyon, giyim kuşam, tesettür, serpuş gibi konulara hep yüksekten bakmak gerekir.

Sürekli söylediğiniz bir şey var: “Her Müslümanın evinde maddî ve mâlî durumu müsaitse orijinal, değil-se matbaa baskısı bir Hilye-i Şerif levhası bulunmalı-dır.” Eve Hilye-i Şerif asmak bize ne katar?

Hilye levhası bir semboldür, bir bayraktır, bir paroladır. Hil-ye-i şerif, Resulullah efendimizin hât ve tezhiple yapılmış bir portresidir. Dinî tarafı vardır, sanat ve kültür tarafı vardır, güzellik tarafı vardır. Yeni ve sofistike bir cep telefonuna 3 bin lira veriyor, aynı parayı verip evine veya bürosuna bir hilye levhası asmıyor. Doğrusu bu büyük bir dengesizliktir. Bundan otuz sene önce salonuma çerçevesi altın varaklı bir hüsn-i hât levhası asmıştım. Ziyaretime gelen biri görür görmez, “Ağabey ne kadar güzel bu levha, çerçevesi altın mı?” diye bağırmıştı. İnsanlar, analarının rahminden oku-muş, medenî, kültürlü olarak doğmaz. Medeniyet, kültür, fazilet; eğitimle, tahsille, öğreterek ve öğrenerek kazanı-lır. yirmi otuz yaşında bir insan hilye levhasının önemini o yaşta bilemez, belki aradan yirmi sene daha geçtikten sonra anlar. Vakit geçince de iş işten geçmiş olur. Keşke tecrübesiz, birikimsiz insanlar nasihatleri ve tavsiyeleri önemini idrak etmeden kabul etseler.

Eski İstanbul demişken dil estetiğinden de bahsetme-den geçmek olmaz. Ziya Gökalp Türk dilinin yazımını “İstanbul halkının ve özellikle hanımlarının konuştuk-ları gibi yazmak” şeklinde tanımlar. İstanbul halkının, İstanbul hanımlarının konuşmalarında öne çıkan un-surlar nelerdi?

Kadınlar sınıflara, türlere ayrılır. Eskiden, padişahların kız-ları, sultanlar varmış. Sonra hanımefendiler, hanımlar… Hüseyin Rahmi’nin romanlarındaki mahalle karıları… Ya-

Mehmet Şevket Eygi’nin evinden bir bölüm

Page 42: 1453 Dergisi 20. Sayı

40

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİRİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

kın tarihimizdeki bayanlar… Vücutlarını teşhir eden dişi-ler… Sultan Abdülhamid ve meşrutiyet zamanında bir Şa-ire Nigar Hanım varmış. Çok beğenilen bazı şiirleri vardır. “Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok/efsûs ki gamdan beni âzâd edecek” mısralarıyla başlayan şehnaz makamın-da Tamburî Cemil Bey tarafından bestelenmiştir. İnternette bulup dinlemenizi tavsiye ediyorum. (Okuyan: Bekir Sıtkı Sezgin) Bugün şu 25 milyonluk İstanbul’da Nigar Hanım gibi kaç hanımefendi kaldı acaba? Elbette vardır… Nerele-re gizlendiler? Bayanların Türkçesi o eski hanımefendilerin füsunkâr Türkçesinin yerini tutabilir mi?

Yanınıza gelen gençlere ilmihal soruları soruyorsunuz. Mesela genelde Allah’ın sıfatlarını soruyorsunuz. Ma-

alesef bunlara da istediğiniz cevapları alamadığınızı söylüyorsunuz. Bir kültürel gelenek olarak eskiden akşamın belli vakitlerinde ilmihal yahut siyer-i nebi dersleri yapılırmış. Bu kültürden bahsedebilir misiniz biraz?

Eski Osmanlı sıbyân mekteplerinde, rüştiyelerde, idâdî ve sultanîlerde hergün sabahleyin bir saat Kur’ân ve din dersi verilirmiş. Çocuklara ve gençlere ilmihal, mebâdi-i ulûm-i dinîyye öğretilirmiş. Galatasaray Sultanîsi’nde ulemâdan meşhur Hacı Zihni Efendi din dersi okuturmuş. O dersler-de öğrencilere Allah’ın 14 sıfatı ezberlettirilirmiş. Şimdi ne böyle bir din eğitimi kaldı ne de icâzetli âlim ve fakih din öğretmenleri… Müslüman gençlerin en temel ilmihâl bil-gilerine sahip olmaması gerçekten üzücü bir noksanlıktır. Keşke yurt çapında bir imihâl öğretme ve öğrenme sefer-berliği başlatılsa; Allah’ın sıfatları, peygamberlerin sıfatla-rı, Peygamberimizin özellikleri, İslâm ahlâkının temelleri, İslâm’ın iki kere iki eder dört değerleri herkese güzelce öğretilse, ezberletilse.

İstanbul’un adı İstanbul ama ne-rede o İstanbul… İstanbul beye-fendileri, İstanbul hanımefendi-leri, İstanbul hocaları, İstanbul üstâdları… İstanbul, benim için ruhunu, kişiliğini, İstanbul’u İs-tanbul yapan nice hasletlerini, meziyetlerini, hususiyetlerini yitirmiş bir şehirdir.

Galatasaray Sultanisi

Page 43: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEHMET ŞEVKET EYGİ BEY İLE İSTANBUL ÂDÂBINA DAİR İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

41

Page 44: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

42

Page 45: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

43

EDEB YÂ HÛ!

Rahşan TEKŞENAraştırmacı, Yazar

Ne vakit edep erkân öğrendiğine kani olunmuşsa dervişin, icazet verilir ve kapılar açılır kendisine. Dışarı çıktığında her hâlinden belli olur üzerinde yılların emeği olduğu. Merhametsiz, cahil, muhteris, vefasız, riyakâr, saygısız, mağrur insanlarla yan yana geldiğinde anlaşılır, hangisi işlenmiştir hangisi ham. Hangisi dil ehlidir, hangisi dünya.

Page 46: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

44

Şehrin kuyumcularıdır tekkeler. İşle-dikleri altın değil, insandır. Ateşte eri-tip kalıba dökerler insanın gönlünü, yıllarca emek verip ince ince işlerler. Nihayet paha biçilmez bir ziynet çı-karırlar ortaya. Vakti gelince, uçma-yı öğrenmiş bir kuş gibi salıverirler pencereden.

Esasında tekkeler, öz kardeşleridir medreselerin. Aynı annenin sütüyle beslenmiş, aynı çatının altında bü-yümüşlerdir. Neden sonra yuvadan ayrılıp müstakil birer hayat kurmuş-lardır kendilerine. Biri gönlünü iş-lemekle meşgul olmuştur insanın, diğeri aklını... Hâlbuki Efendimiz’in mescididir onların doğup büyüdü-ğü yer. O mübarek mescide giren hiç kimse, sadece gönlünü ya da aklını alarak girmemiştir içeri. Dünya için arzla sema neyse, insan için de akılla gönül odur zira.

Hâsılı birer ilim menbaı olur medre-seler ve tekkeler. Biri, önündeki kitabı okumayı öğretir insana; diğeri için-

deki. İçindeki kitabı okumaya başla-manın huruf-ı hecâsı edebi öğren-mektir. Bu yüzden tekkelerin kapısına gelen kişi “Edeb ya hû!” cümlesiyle karşılaşır eşikte. Edep ise hatanın en-vaından korunmaya sebep olan şeyi bilmektir.1 Ancak bunun talibi olanlar varır bir tekkenin kapısına yahut bu-

nun talibi olanlar kalır içeride.

Elinde ne kadar gümüş varsa hep-sinden vazgeçmek icap eder bura-da. Şayet bundan vazgeçebilirse kişi, mükâfat olarak yerine altın verilir. Üzerine de veciz bir nasihat hakk olunur: Kelamın fızza ise sükût et ki olsun zeheb/Kemal ehli kemalâtı sükût ile buldular hep. Bu nasihat, bir mühür gibi vurulur dudaklarına. Dudaklar kapanınca kulaklar açılır. Gözler açılır, gönül açılır. Evvelce gör-mediklerini görmeye başlar insan, duymadıklarını duymaya…

Kendisiyle uğraşır insan burada, alıp veremediği hep nefsiyledir. Bu yüz-den pencereleri olmaz tekkelerdeki hücrelerin. Lakin kapıları açıktır, is-tediği zaman çıkabilir avluya. Çünkü avlu, onun teselli mekânıdır. Farzı muhal, öfkesi yüksek sesle konuşma-ya başlayacak olsa, tutup kolundan şadırvanın yanına getirir onu. Abdest alıp sırtını yere çalar. Suyun sesiyle söndürür içindeki alevi, öfkesinden

kıvılcım düşürmez yere. Herhangi birinden ya da herhangi bir mesele-den yana kalbi biraz müteessir olsa, haziredeki kabir taşları çıkar karşısı-na, ölümü hatırlatır. Yüreğine pamuk ipliğiyle bağladığı dünya, büsbütün kopup uzaklaşıverir ondan. Pirincin içinde taş arar gibi etrafındaki in-

sanlarda kusur aramayı haram sayar kendine, birinin yanında söyleyeme-diğini arkasından söylemek zuldür ona.3 Kalbini diri tutmaya çalışır in-san burada, onu öldürmemek için sürurunu bile tebessümle izhar eder. Saadetin zirvesi kahkaha değildir ona göre, yüzünü mahzun bir kalp ile yere kapayabilmektir. Cemaatle kılınan bir namazda, içine riya karışır korkusuyla sesini çıkarmadan, omuz-ları sarsıla sarsıla ağlayan bir dostla aynı safta olmaktır saadetin zirvesi. Zannın, şüphenin, hasedin, öfkenin, ihtirasın zehirli tırnaklarından kurtul-maktır.

Kurtulmak ne büyük iddia ki kurtul-maya çalışmak bile saadettir. Emek ister, zaman ister. Nasıl oturup nasıl kalkacağını, nasıl yatıp nasıl uyuya-cağını, nasıl dua edip nasıl şükrede-ceğini, hâsılı edep erkânı, dini irfanı öğrenmek yıllar ister. Aksi hâlde kim-se uçamaz buradan. Uçsa da kona-maz hiçbir dala. Kanatları çelimsiz-dir. Bu yüzden dervişliğe niyet eden birinin kulağına, evvelce bunu tec-rübe etmişlerin mısraları fısıldanır: Muhyiddin derviş olmağa/Ölmezden önde ölmeğe/Bir kişi nasib olmağa/Edep erkân yolu gerek.2

Ne vakit edep erkân öğrendiğine kani olunmuşsa dervişin, icazet ve-rilir ve kapılar açılır kendisine. Dışa-rı çıktığında her hâlinden belli olur üzerinde yılların emeği olduğu. Mer-hametsiz, cahil, muhteris, vefasız, riyakâr, saygısız, mağrur insanlarla yan yana geldiğinde anlaşılır, hangisi işlenmiştir hangisi ham. Hangisi dil ehlidir, hangisi dünya.

Osmanlı sultanlarının ekserisi gönül ehlidir. Bu yüzden İstanbul’un nasi-bine birçok tekke düşmüştür. Bunlar-dan biri de Haseki’deki Bayrampaşa Tekkesi’dir. Sultan IV. Murad’ın vezi-ri, sadrazamı, eniştesi ve gönüldaşı olan Bayram Paşa’nın tekkesi.

IV. Murad şiiri pek seven bir sultan-dır. Nef’î başta olmak üzere, dö-nemin şairlerini meclislerine davet

Bayram Paşa Tekkesi

Page 47: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

45

eder, şiirlerini dinler, onları mükâfat-landırır. Lâkin Nef’î’nin kalemi hayli sivridir. Dokunduğu yeri kanatır. IV. Murad birkaç kez ihtar eder onu, ne çare ki uslandıramaz. Nihayet bir gün sağ kolu, kadim dostu Bayram Pa-şa’ya bir arı gibi yaklaşıp batırır kale-minin ucunu. Edebinden kimse sesini çıkarıp orada mahcup etmez Nef’î’yi, amma herkesçe hükmü verilmiştir artık. Bayram Paşa, Sultan’a gelip “Ol habisin katline izin ihsan eyle!” diye ricada bulunur. Ricası kabul gö-rür. Hiçbir şeyden haberi olmadığı bir anda, sarayın odunluğuna geti-rilir Nef’î ve boğularak idam edilir.4 Bedeninin Sarayburnu’ndan denize atıldığı da rivayet edilir, Bab-ı Âlî’nin Sirkeci İskelesi cihetine nazır olan ka-pısının yanına defnedildiği de… Fa-kat dönemin devlet ricalinin Bayram Paşa’ya hayli hayır duada bulunduğu bir hakikattir.

IV. Murad, Bağdat Seferi’ne çıkarken Bayram Paşa’yı da alır yanına. Fakat Paşa’nın dünyadaki vadesi bu seferde iken dolar. Kadim dostunun vefat et-tiğini öğrenen Sultan, Paşa’nın çadı-rına gelir ve yüzünü son kez görmek ister. Kendini tutamaz, nice kıymet verdiği bu insanın ayrılığı karşısında, sultanlığın haşmetinden sıyrılıp bir çocuk gibi ağlar. Bağdat’tan İstan-bul’a dönünceye kadar kalacağı her konakta açılmak üzere ceviz sandık-

lar hazırladığını görür. Her sandığın üzerine, hangi konakta açılacağına dair bir pusula yazılmıştır. Sandıklar açıldıkça içinden neler çıkmaz; iç do-nundan mintanına, zırhından miğfe-rine, samur kürkünden murassa han-çerine kadar her şey düşünülmüştür. Meğer bunları sultan için hazırlayan merhum Bayram Paşa’dır.5 İnce fikir-liliğin, nezaketin, sıdkın, dostluğun eli bir kez daha sıvazlar IV. Murad’ın sırtını. Yitiğinin yerini kimsenin dol-duramayacağını bildiğinden bir kez daha iç geçirir mahzunca: Ah kadirşi-nas âdem! Ah beni bu kadar düşünen âdem!

Bayram Paşa’nın cenazesi, İstan-bul’da kendi adıyla bilinen Bayram Paşa Tekkesi’nin türbesine defne-dilir. Aslında sadece bir tekke değil, koskoca bir külliyedir burası. Hayratı bununla da mahdut değildir Bay-ram Paşa’nın. İstanbul dâhilinde ve haricinde cami, konak, yalı, külliye, mevlevîhane, çeşme ve hanlar yap-tırmıştır. Nihayet vefat ettiğinde, hem doğduğu hem de külliyesini hediye ettiği semte, kendi türbesi-ne defnedilir: Bayram Paşa Mescid-i mezbûrun kurbünde müstakil türbe-sinde medfundur. Türbesine muttasıl sebili mukabilinde medresesi ve sair hayratı ve müteaddid mahallelerde minberi vardır.6

Haseki Kadın Sokağı, Bayram Paşa Külliyesi’ni ikiye böler. Bir cenahta medrese, sıbyan mektebi ve dük-kânlar; diğer cenahta tekke, türbe, sebil, semahane, şadırvan, çeşme ve hazire vardır. Sıbyan mektebi haricin-de külliyenin bütün kısımları bugün de ayaktadır. Fakat sebilden başka hiçbiri ne zaman inşa edildiklerini hatırlamaz, çünkü onun haricinde hiçbirine tarih düşülmemiştir. Haseki Kadın Sokağı’nın köşesini süsleyen sebil, kendisinden başka kimseye emanet edilmeyen kitabeyi, kıymetli bir evrak gibi on yedinci asırdan beri muhafaza etmektedir: Bir dua ile dendi tarihi/Teşnegân-ı cihane oldu sebil/1044.

Sebil, sırtını türbeye verecek şekil-de inşa edilmiştir. Sokağın karşısına geçip ikisine birlikte bakıldığında, türbenin kubbesine ve gövdesine nispetle sebilin kubbesinin ve göv-desinin küçüklüğü, annesinin ku-cağında oturan bir çocuğu andırır. Sebilin kurnasına oturup soluklanan ve buz gibi bir bardak su içen zatın, başını kaldırdığında türbeyi görmesi, hayır sahibinin Fatiha’dan nasipdar

olması içindir. Bu yüzden türbele-rin kucağına oturtulur sebiller, hayır sahiplerinin sadaka-i cariyelerini de-vam ettiren birer evlat gibi.

Sebilden sonra sıra, tekkenin avlu duvarına yaslanmış çeşmeye gelir. Suyu kesilmiş, lülesi koparılmış, ayna taşının sırları dökülmüş, yüzü solgun bir çeşme… Tekkenin girişi birkaç

Bayram Paşa Tekkesi

hayır sahibinin Fatiha’dan nasipdar

Bayram Paşa Sebili

Page 48: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞENİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

46

1 Mehmet Zeki Pakalın, “Edeb”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Devlet Kitapları, 3. Baskı, İstanbul:1983, C.1, sf. 501.

2 Hucurat Suresi, 12. ayet.

3 İsmail Özmen, Alevî-Bektaşî Şiirleri Antolojisi, Ankara: 1995, C.2, sf.107.

4 Nâimâ Mustafa Efendi, Nâimâ Târihi, Cilt 3, Çev. Zuhuri Danışman, İstanbul, Zuhuri Danışman Yayınevi, 1968, s. 1283.

5 Ergün Yıldırım, Bayram Paşa Külliyesi-Bir Osmanlı Toplumsal Ku-rumlar Modeli, İBB Kültür Müdürlüğü, İstanbul:2005.

6 Ayvansarayî Hüseyin Efendi/Ali Satı Efendi/Süleyman Besim Efendi, Hadikatu’l-Cevami’, İstanbul: İşaret Yayınları, sf. 99-100.

Dipnot

adım ötededir. Hürrem Sultan’ın yaptırdığı Haseki Külliye-si’yle yüz yüze… Bu yüzden, bir sadrazamla bir valide sul-tanın arasında yürümek gibidir, daracık Haseki Caddesi’ni boylu boyunca adımlamak.

Bir tonozun altından geçerek girilir tekkeye. Girişin hemen solunda bekleyen yapı Bayram Paşa’nın türbesidir. Kubbe-si, saçakları, saçaklardaki süslemeleri, ölümden ziyade bir his verir insana. Sanki kapının ardındaki Bayram Paşa’nın sandukası değil de sediridir. Sanki birazdan, tıpkı evinden çıkar gibi şu kapıyı açacak ve selam verip geçecektir her-kesin önünden. Çünkü bazılarının zihninde ölüm, ahiret öncesi dünyanın yorgunluğunu atmak için biraz istirahat etmekten başka bir şey değildir. Bu yüzden kabirleri de ürkütmez insanı. Ölümün suretini soğuk göstermez. Tür-benin hemen yanında beliren birkaç basamak, sağ ve sol tarafa doğru giderek genişleyen bir avluya çıkar.

Avlunun iki tarafında hazire, hazireyi dolduran mezar taş-ları vardır. Ortada küçük bir şadırvan, şadırvanın karşısın-da semahane. Semahane, tekkelerin mescididir. İbadetler burada yapılır, zikir halkaları burada kurulur. İçinde tekkesi olan külliyelerin, müstakil bir camii olmayışı da bu yüz-dendir. Revakların arkasına sıralanan on derviş hücresi ve bir şeyh odası, semahanenin yanından başlayarak, arkası-na kadar çevreler onu. Böylece sıra sıra dizilen derviş hüc-releri nûn harfinin çanağı, semahane de noktası gibi durur avlunun içinde.

Derviş hücreleri penceresiz ve küçük birer oda olmasına rağmen ruhunu daraltmaz insanın. Bilâkis, kubbeleri içeri-

den ören ince tuğlalar, iç içe geçmiş boy boy halkalar gibi sıralanır ve genişletir mekânı. Allahu a’lem, bu kubbelerin altında bir kez bile yüksek sesle muradını anlatan olma-mıştır. Bir kez bile ayaklarını yere vurarak yürümemiştir kimse. Bu yüzden bu kadar sessizdir duvarlar. Elini sürdü-ğünde, zikre dalmış bir dervişin kalbi kadar sakin ve sıcak.

Tekkenin kapısı neredeyse her gün çalmıştır. Zira Efendi-miz’in ayak izinin, Kâbe’nin anahtarının ve Veysel Kara-ni’nin külahının bir zamanlar burada muhafaza edildiği söylenir. Muhafaza ettiği emanetlere binaen adı Başmaki Tekkesi ve Kadem-i Şerif Tekkesi diye de bilinir Bayram Paşa Tekkesi’nin. Ne var ki bir zamanlar çocukları kekeme olanların, dermanını Kâbe’nin anahtarında aradığı; muradı olanlara muska yazan şeyhlerin burada kaim olduğu riva-yet edilir. Şayet bu bir hakikatse, bugün tekkenin kapısını çalanlar ve onlara kapıyı açanlar, geçmişin günahlarına ke-faret olması ümit edilen nice hayırlar işlemektedir.

Neredeyse otuz yaşına girecek olan Hanımlar Eğitim ve Kültür Vakfı, tekkenin kapılarını yetimlere ve annelerine açarak, Bayram Paşa’nın hayır çeşmesine su taşımaktadır. Her gün boş kaplarıyla gelen nice muhtaç insanı avlu-sunda dinlendirip kaplarını sıcak yemekle dolduran aşevi, fakir fukaraya tekke çorbası dağıtma geleneğini diri tuta-rak sevap kesesini doldurmaktadır. Diğerkâm olmak, yolu tekkelerden geçenlerin yıllarca okudukları bir derstir. On-lar bilirler, baki kalacak olan bu derslerdir, göçüp gidecek olan kendileri.

Bayram Paşa Tekkesi (Geçmiş) Bayram Paşa Tekkesi (Günümüz)

Page 49: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEB YÂ HÛ!/ Rahşan TEKŞEN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

47

Page 50: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 51: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?*

Abdülbaki GÖLPINARLIEdebiyat Tariçisi

İşte dergâh. Semâ’-hâne kubbesine bakın, üstünde destarlı bir Mevlevî sikkesi. Artık inelim. Kapıdan niyazla girilir. Sağ ayağınızın baş parmağını sol ayağınızın baş parmağı üstüne koyun, yâni sağ ayağınızdaki iskarpinin ucunu sol ayağınızdaki iskarpinin ucuna hafifçe dokundurun, sağ elinizi, parmaklarınız açık olarak kalbinizin üstüne koyun, başınız fazlaca eğilmek şartiyle belinizden itibaren vücudunuzu biraz öne eğin, tamam. İşte buna baş kesmek, yahut niyaz denir. Şimdi önce sağ ayağınızı kapıdan içeriye atın, Bismillâhir-râhmanir-rahîm.

”* Bu makale, Abdülbâki Gölpınarlı’nın Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik (İstanbul,

1953, s. 343-345) kitabından alınmıştır.

Page 52: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?/ Abdülbaki GÖLPINARLIİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

50

İstemez misiniz, böyle bir dergâ-ha gidelim. Bugün mukabele günü değil, zaten mukabeleyi, bir başka bölümde seyredeceğiz. Fakat biz bugün sadece bir Mevlevî dergâhı-na gitmek, hücrelerden birine gir-mek, dedeyle görüşmek istiyoruz. Hem de biraz çabuk davranmamız lâzım. Çünkü bütün Mevlevî dergâh-ları, Bektâşîlerde de böyledir, akşam ezânı okundu mu sırlanır. Yâni sabah ezanında besmeleyle açılan demir cümle kapısını kapıcı dede kapat-maz, yine besmeleyle örter, sırlar. Kapatmak, kötü bir tabirdir, kimsenin kapısı kapanmasın. Mevlevîler, böy-le kötü mânası da olan bir tâbiri ağızlarına almazlar. Onlarda kapı örtülür, yahut sırlanır. Evet, kapıcı dede kapıyı sırlar, kilitler ve artık

içeriden dışarıya kimse çıkamayacağı gibi dışarıdan içeriye de hiç kimse gi-remez. Yalnız mukabele yapılan ihya geceleri, yâni kandiller, kadir gecesi, bayram geceleri müstesnadır. O vakit kapı, mukabeleden bir iki saat son-ra, dışarıdan gelenler ve o gece der-gâhta kalmıyacak olanlar tamamiyle çekilince sırlanır. Bir de ramazan te-ravihten bir saat sonraya kadar kapı açıktır.

Dergâha yaya gitmek icab eder. Öyle bir feyiz kaynağına, öyle bir mâna

yurduna, arabayla gitmek edebe ay-kırıdır. Oraya başı ayak yaparak, su-lar gibi yerlere yüzler sürerek, elsiz ayaksız gitmek gerek. Fakat epeyce de uzak diyorsunuz değil mi? Kolayı var. Her şey zamanla değişiyor. Biz de bir vasıtaya binerek gideriz, fakat mutlaka dergâhın kapısına varma-dan inmek, ve biraz yürüyüp içeri-ye yürüyerek girmek lâzım. Böylece hem yorulmayız, hem de adab ye-rine gelir. Bir de dergâha boş giren boş çıkar. Onun için hiç olmazsa kü-çük bir berk-sebz alalım. Yahut külfe-te hacet yok, mangır daha makbule geçer, dokuzla taksimi kabil olmak şartiyle dokuz, onsekiz, yirmiyedi….

Kuruş, on kuruşluk, yirmibeşlik, yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-

yazıdır, evet, böyle bir para veriveririz. Ni-

kapı örtülür, yahut sırlanır. kapı örtülür, yahut sırlanır. kapı örtülür, yahut sırlanır. Evet, kapıcı dede kapıyı Evet, kapıcı dede kapıyı Evet, kapıcı dede kapıyı Evet, kapıcı dede kapıyı Evet, kapıcı dede kapıyı sırlar, kilitler ve artık sırlar, kilitler ve artık

yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-yahut lira…. Bu, Mevlevî ni-yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir yazıdır, evet, böyle bir

para veriveririz. Ni-para veriveririz. Ni-para veriveririz. Ni-

Ya Hazreti Mevlana

Mevlevi tekkesinden bir görünüm

Page 53: 1453 Dergisi 20. Sayı

MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?/ Abdülbaki GÖLPINARLI İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

51

yaza berk-sebz (yeşil yaprak) demişler, çünkü kudreti ol-mıyan, bir yeşil yaprak koparıp götürür ve onu verir.

İşte dergâh. Semâ’-hâne kubbesine bakın, üstünde des-tarlı bir Mevlevî sikkesi. Artık inelim. Kapıdan niyazla girilir. Sağ ayağınızın baş parmağını sol ayağınızın baş parmağı üstüne koyun, yâni sağ ayağınızdaki iskarpinin ucunu sol ayağınızdaki iskarpinin ucuna hafifçe dokundurun, sağ eli-nizi, parmaklarınız açık olarak kalbinizin üstüne koyun, ba-şınız fazlaca eğilmek şartiyle belinizden itibaren vücudu-nuzu biraz öne eğin, tamam. İşte buna baş kesmek, yahut niyaz denir. Şimdi önce sağ ayağınızı kapıdan içeriye atın, Bismillâhir-râhmanir-rahîm.

Hücrelere doğru gidelim. Şu ney duyulan hücre, neyzen başının hücresidir, oraya girelim. Kapıya vurulmaz, izin alınmadan da girilmez, ne mi yapalım? Fakıyr, yâni ben…. Amma artık bende benlik, senlik de dışarıda kaldı. Burada ben yerine fakiyr, sen yerine nazarım diyeceğiz. Kavram-ların ıstılahları vardır. Yunus ne diyor? “Beşe, bu kuş dilidir, bunu Süleyman bilir.”

Şimdi fakıyr, hücre kapısında, son heceyi çekerek “destu-uur” diyeceğim, içeriden uzunca bir “huuu” çekildi mi izin var demektir, bu ses gelmezse belki duymamıştır, iki kere daha tekrar lâzım, yine ses gelmezse bir mâni var demek-tir, artık başka bir hücreye yüz süreriz.

-Destuuur-HuuuYine baş keserek sağ ayağımızla girelim ve selâm verelim. Ayakkabılarımızı şuraya koyalım, şimdi de dedeyle görü-şelim.

Görüşmek, dedenin sağ elini sağ elle, yahut iki elle tutup ağza götürmektir. Görüşenlerin her ikisi de biraz eğilirler ve aynı zamanda birbirlerinin ellerini öperler, böyle görü-şülmüş olur.

Sedire geçip diz üstü oturduk. Bakınız, dede ne diyor?

-Aşk olsun-Eyvallah. Ve eyvallah derken yine niyaz ediyoruz biz. Bundan sonra artık sohbete başlıyabiliriz.

* * *

Fakat fazla oturmıyalım, icazet alıp çıkalım, çünkü hem va-kit geç, hem de şu saz benizli, bıyıkları ağzını tamamiyle örten kısa sakallı Mevlevî neyzeni, karşısındaki nev-niyâza ney üflemesini talim etmede. Mâni olmıyalım. Çıkarken yine dedeyle görüşeceğiz ya, görüşürken niyazımızı, ken-dimiz bile duymadan avucuna sıkıştıralım ve ayakkabıla-rımızı, dışarı doğru çevirmeden giyelim, arkamızı dönme-den sol ayağımızla çıkalım.

* * *

Vakit erken olsaydı şeyhi de görürdük. Fakat onu görmek için şeyh dairesinde hizmet eden meydancı dedeye, yahut cana haber vermek lâzım. Meydancı, şeyhe haber verir ve onun delâletiyle huzura girilir. Kabul edilmemeye imkân yoktur, fakat dergâhlarda sıkı bir disiplin hâkimdir ve buna uymak zaruriyeti vardır.

MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?MEVLEVİ TEKKESİNE NASIL GİDİLİR?/ / Abdülbaki GÖLPINARLIAbdülbaki GÖLPINARLI

Yine baş keserek sağ ayağımızla girelim ve selâm verelim. Ayakkabılarımızı şuraya koyalım, şimdi de dedeyle görü-

Görüşmek, dedenin sağ elini sağ elle, yahut iki elle tutup Görüşmek, dedenin sağ elini sağ elle, yahut iki elle tutup

Faust Zonaro’nun fırçasından neyzen

Page 54: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 55: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)Dr. Nuri GÜÇTEKİNAraştırmacı, Yazar

İstanbul’daki Hususi Mekteplerin kuruluş amaçlarının birçoğunda Müslüman çocukların iyi terbiye, dinî ahlak prensibi içinde yetiştirme gayreti, yabancı okullarla rekabet ve onlara ihtiyaç kalmaması kavramı yani dönemin eğitim felsefesi olan “ahlaklı bir nesil yetiştirme ideali” açık olarak görülmektedir.

Page 56: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

54

Hususi Mektepler, Türk ve Müslü-manlar tarafından kendi sermayele-riyle açmış oldukları batılı modelde eğitim veren özel okulları ifade et-mektedir. 1873 yılından sonra Hu-susi Mektepler’in ortaya çıkmasında

ve gelişimlerinde halkın eğitim alma arzusu yanında Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu mali sıkıntılar do-layısıyla yeni okullar açamaması ve mevcut olan resmî devlet okulların nitelik ve nicelik olarak yetersiz kal-maları etkili olmuştur. Ayrıca bu dö-nemde yabancı ve gayrimüslim okul-ların eğitim kalitesi açısından olumlu ancak siyasi olarak olumsuz faaliyet-leri Osmanlı Devleti’ni batılı eğitim kurumları kurmak zorunda bırak-mıştır. Bu açıdan Hususi Mektepler vatan evlatlarını yabancı okullarda okumakla iftihar etmekten kurtar-mıştır. Hususi Mektepler Müslüman çocukların bu okullara giderek dini, millî ve ahlaki terbiyelerini kaybet-memelerini sağlamaya çalışmıştır.

1873-1922 yılları arasında İstan-bul’da tespit edilen 91 Hususi Mek-tep kurulmuştur. Hususi Mektepler İstanbul’un hemen her semtine ya-yılmıştır. Hususi Mektepler’in 22’si Anadolu yakasında ve 69’u Avrupa yakasında faaliyet göstermiştir. İs-

tanbul’daki Hususi Mektepler’in sa-yısı; 1893 yılında 21’e, 1901 yılın-da 34’e, 1903 yılında 36’ya, 1905 yılında 45’e ve 1908 yılında 49’a ulaşmıştır. 1908-1911 yılları arasında toplam 23 yeni Hususi Mektep açıl-

mıştır. Buna karşılık 1909-1913 yılları arasında toplam 26 Hususi Mektep kapanmıştır. Böylece yeni açılan ve daha önce faaliyet gösteren İstan-bul’daki Hususi Mektep sayısı 1908 yılı sonunda 52’ye, 1909 yılında 56’ya, 1910-1911 yılında 63’e yük-selmiştir. Ancak bu sayı 1912 yılında 54’e ve 1913 yılında 46’ya düşmüş-tür.1

Hususi Mektepler’in Amaçları ve Genel Özellikleri

Osmanlı Devleti’nin Hususi Mektep-ler’den beklentisinin ne olduğu soru-su, konunun aydınlatılması yönünde çok önemlidir. Bunun cevabını 19 Kasım 1894 tarihli tamimden çıkar-tabiliriz. Maârif Nezareti’nin Hususi Mektepler’den istekleri şöyledir.“-Kurân-ı Kerîm’in iyi okunmasına, akaid-i dîniyyenin tedris ve telkinine önem verilmesi, mektebin iptidâi kıs-mında asla yabancı dil okutturulma-ması, hangi lisana ait olursa olsun ders verilen ve verilecek olan tüm

kitap ve risalenin tüm mekteplerde olduğu gibi nezaretçe izinli ve onaylı bastırılmış kitaplardan olması, eserin maârifçe onaylandıktan ve resmî izin alındıktan sonra derslerde kullanıl-ması, eğitimde ve idarede bulunan

ve mektepte personel olan öğret-menlerin ve memurların ve hademe-lerin iyi hal sahibi ahlaktan ve ehliyet sahibi ve göreve uygun olmaları, ça-lışanların kötü bir sicilleri olmamaları ve öğretmenlerin maâriften izin alın-mış ve 25 yaşından küçük olmaması, öğretmenlerin öğrenciye anlatacağı ve yazarak vereceği dersler dahi da-ima kontrol edilerek edeb ve ahlaka aykırı eğitimde bulundurulmaması, öğrencinin asla dövülmemesi, diğer resmî ve özel okullarda olduğu gibi okulun temizlik ve sağlık koşulları-na dikkat edilmesi, mektep içindeki bakkal tarafından satılan yiyecek ve içeceğin kontrol edilmesi, öğren-cinin sağlığını kontrol etmek üzere mektep gelirinden uygun bir miktar verilerek okula bir doktor tayini ve bu doktorun haftada iki veya üç kere okullara gelmesi” istenmektedir.2

1873-1908 yılları arasında faaliyet gösteren bazı Hususi Mektepler’in kuruluş amaçları ise şunlardır. Mek-teb-i Tefeyyüz, “öğrenciye fikir ve

Mekteb-i Edeb binasıMekteb-i Edeb öğrencileri

Page 57: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

55

vicdan olacak bir terbiye-i esasiye vererek, itaate, intizama, nezafete (temizliğe), nezakete, iyi ahlaka, dinî vazifeye ve çalışma gayretine alıştır-mak” amacıyla kurulmuştur.3 Numu-ne-i İrfan Hamidi Mektebi, “evladı memleketin terbiye ve maneviyatla-rına itina ile mülkümüze rıza-i ali ve-cihle nafi’ (faydalı) ve haluk (iyi huy-lu, insaniyetli) adamlar yetiştirmek” amacındadır.4

Darülirfan Mektebi, “mülki ve askeri idadi mekteplerine öğrenci yetiştir-mek” için kurulmuştur. Daha sonra ilave edilecek yabancı lisanların ilave-siyle öğrencinin yabancı okullara de-vam külfetinden kurtarılması gaye-sindedir.5 Bu amaçlarının birçoğunda Müslüman çocukların iyi terbiye, dinî ahlak prensibi içinde yetiştirme gay-reti, yabancı okullarla rekabet ve on-lara ihtiyaç kalmaması kavramı yani dönemin eğitim felsefesi olan “ah-

laklı bir nesil yetiştirme ideali” açık olarak görülmektedir.

1908-1922 yılları arasında faaliyet gösteren Hususi Mektepler’in kuru-luş amaçları şunlardır: Afitab-ı Maâ-rif Mektebi, “vazifelerini bilip her gün düzenli olarak derslerini öğrenen ve

iyi ahlak ile yetişerek vatana ve mille-te hizmet edebilecek hakiki bir insan olmaya çalışan bireyler” yetiştirmeyi gaye edinmiştir.6 Menbaülirfan Mek-tebi, “vatan evlatlarını cins ve mez-hep olarak ayırt etmeden hürriyet devrinde meşrutiyet nimetine uygun şekilde talim ve terbiyelerine hizmet etmek” için açılmıştır.7 Ravza-i Te-rakki Mektebi, “dönemin her türlü zorluğuna rağmen vatan evlatlarının terbiyesine hizmet etmek amacıyla” kurulmuştur.8

Rehber-i İttihâd-ı Osmani Mekte-bi’nin amacı ise, “işlerini görüp ne-ticelendiren ihtiyaçlarına gücü ye-ten; herhangi mevkide olursa olsun hayatın bütün zorlukları karşısında acizlik etmeyecek, lazım olan bilgiye sahip ve donanımlı gençler yetiştir-mektir. Mektep, öğrencisine ciddî ve metin bir terbiye-i İslamiye vermek ve onlara hissiyatı millîye ve vata-

niyye temennîye ve inkişâf ettirmek hususuna önem vermektedir. Öğren-cinin ruhani isteklerine özen göste-rerek, en sağlam terbiye-i ahlâkki-yeyi en ciddi fikrîye ile mizâc haline getirmesine ve birleştirmesine gay-ret etmektedir”.9 Bu amaçlarının bir-çoğunda Müslüman çocukların iyi bir

ahlakla yetişmesi yanında, hürriyet ve meşrutiyet kavramlarının farkında olan, vatanını ve milletini seven ona hizmet edecek ve gelişmesini sağla-yacak, donanımlı bireyler yetiştirmek kavramı yani dönemin eğitim felse-fesi olan “ahlaklı, donanımlı, vatan ve milletini seven ve ona hizmet eden bir nesil yetiştirme ideali” açık olarak görülmektedir.

Hususi Mektepler’de Ahlak Anla-yışı İle İlgili Uygulamalar

Hususi Mektepler’in eğitim politi-kalarında verilen eğitimin tamamla-yıcısı İslâmi ahlak ile yetiştirmek ol-muştur. Hem II. Abdülhamid Dönemi hem de İttihâd ve Terakki Dönemi’n-de bu durum devam etmiştir.

Hususi Mektepler’in personel alı-mındaki ilk ölçütü iyi ahlaka sahip olmaktı. Maârif Nezaretine verilen cetvellerde adı geçen idare, ders ve

personel kadrosu önce Zaptiye Ne-zareti tarafından araştırıldı. Bu kişiler iyi ahlak sahibi iseler bu okullarda görev alabilirlerdi.

Osmanlı Devleti’nde özel ve resmi mekteplerde iptidâi kısmında yabancı dil eğitimine izin vermemiştir. Gerek talimatnamelerde gerek uygulamada

Ravza-i Terakki binasıRavza-i Terakki erkek öğrencileri Ravza-i Terakki kız öğrencileri

Page 58: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

56

Osmanlı Devleti incelenen 1873-1922 yılları arasında yabancı dil eğitimine rüştiye kademesinde başlamıştır. Bu uygulamada önce neslini İslami ahla-ka göre yetiştirmek, kendi dil ve kül-türünü öğretmek ve korumak amacı açık olarak görülmektedir.

Hemen hemen tüm Hususi Mektep-ler’de öğrencilerin okul içindeki ve dışındaki çalışması, ahlakı, terbiyesi ve davranışları takip edilmiştir. Öğ-rencinin aylık ya da üç aylık ders ve ahlak gelişimi gösteren cetveller ha-zırlanarak, öğrenci velileri bilgilendi-rilmiştir. Bu belgelerin öğrenci velileri tarafından mühürlenerek en geç üç gün içinde okula geri getirilmeleri mecbur tutulmuştur. Öğrencilerin devamsızlığı, derslerdeki başarısı, davranışları, ahlak ve terbiyesi okul-larda Dâhiliye Müdürü veya Ders Na-zırı tarafından kontrol edilmiştir.

Hususi Mektepler’de ücretsiz kabul edilecek öğrencinin ücret veremeye-cek kadar fakir ve ihtiyacı olduğuna dair mahalle imamı ve muhtarı ta-rafından tasdik edilmiş bir belgeyi getirmesi gerekliydi.10 Bu durumda olan öğrenciler ya en düşük ücretten ya da ücretsiz olarak Hususi Mektep-ler’e kabul edilirdi. Bu ücretsiz öğ-renci alımı toplam ücretli öğrencinin 7/111 veya 10/1 oranını aşamazdı.12 Ücretsiz alınan öğrenci iki sene üst üste imtihanlarını veremezse normal ders ücreti istenilirdi. Ücreti vere-mediği takdirde mektepten atılır ve kaydı silinirdi. Ücretsiz öğrencinin iki yıl üst üste başarısızlık durumun-da ücretsiz eğitim alma hakkı sona ererdi.13 Ücretsiz alınan öğrencinin eğitim sürecinde ahlak durumu da önemliydi.

Hususi Mektepler talimatnamelerin-deki ödül ve cezalar iyi ahlak ve di-siplinli bir eğitim vermek için kulla-nılmaktadır. Okulların hepsinde farklı modeller uygulanmaktadır. Bu ne-denle bazı okullarda ceza yaptırımla-rının çok ağır olduğu görülmektedir.

Hususi Mektepler’de her öğrenci

kendi çaba, emek ve gayretine iyi haline göre özel talimatname gere-ğince ödüllendirildiği gibi derslerine çalışmayanlar, talimatnamelere aykırı hareket edenlerde cezalandırılırdı. Öğrencinin mükâfat (ödül) ve mü-cazat (ceza) hususlarına velilerinin müdahalesine hak ve yetkilerinin olamayacağı tüm talimatnamelerde

belirtilmiştir.14 İncelenen dönemde farklı modeller uygulansa da genel olarak verilen ödüller şunlardır. Afe-rin, tahsin, imtiyaz, taltif, iftihar ve zikr-i cemîl belgeleriyle sene sonun-daki ödül töreninde dağıtılan saat, kalem takımı ve süslü kitaplardan oluşmaktadır.

Verilen ödüllerinin sayısı ve çeşidi her

Rehber-i Saadet Mektebi’nin bir müntehi esnasında heyet-i talimiyyesi ile erkan-ı matbuat ve erbab-ı maruftan bazı zevat

Rehber-i Saadet Mektebi tenezzüh ve numune salonları şakirdanının hendese ve kimya derslerindekiedevat-ı tedrisiyeleri

Page 59: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

57

okulda uyguladıkları modele göre farklılık göstermektedir. Dârü’l-ir-fan Mektebi’nde 40 Aferin belgesi 1 hediye olarak belirlenmiştir. Tahsin belgesi dört aferine ve taltîf belge-si sekiz aferine denkti. Taltîf belgesi sadece özel imtihanda birinci olana verileceği gibi ikinci olan öğrenciye de tahsin belgesi verilirdi.15 Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi’nde bir tahsin belgesi 8 Aferine, bir imtiyaz belgesi 4 tahsin belgesine, bir taltif belgesi 3 imtiyaz belgesine, bir zikr-i cemîl 2 taltif belgesine ve iki zikr-i cemîl 1 hediyeye denkti. Ödüller her ayın başında öğretmen ve öğrenciler hu-zurunda hak edenlere dağıtılırdı. Bir ay içinde bir gün bile devamsızlığı olmayan, ders veya ahlaktan izinsiz olmayan, bir aferine layık olan, he-yet-i idare ve talimiyenin sevgisini

kazanan öğrenci levha-i iftihara yazı-larak kendisine müdür ve ders nazırı tarafından öğrencilerin önünde onu-re edilerek bir kitap verildiği gibi ve-lisine de ayrıca bir tebrikname gön-derilirdi.16 Bunun dışında ödül olarak öğrencinin sol ve sağ koluna ipekten derecesine göre sarı, kırmızı ve yeşil şeritler ya da armalar işlenmekteydi.

Verilen cezalar ise şunlardı. Gerek mektep içinde ve dışında kötü dav-ranışta bulunanlara ve derslerine ça-lışmayanlara verilirdi. İhtâr cezasında öğrenciye nasihat edilerek yaptığı davranışın yanlışlığı konusunda dik-kati çekilerek bir daha yapmaması için uyarılırdı. Tekdîr cezasında öğ-renci azarlanırdı. Tekdir aleni ceza-sı öğretmenlerine itaatsizlik etmek, arkadaşlarına sövmek, onları döv-meye cüret etmek, mektebin dışında

uygun olmayan yerlerde bulunmak, mektepten firar etmek ve özürsüz mektebe gelmemek gibi durumlar-da verilirdi. Bu durumlarda öğrenci davranışından dolayı öğretmen ve öğrencilerin önünde azarlandığı gibi üç günde izinsiz bekletilerek velisi-ne de tekdiri aleni cezasında olduğu bildirilirdi.

Tevkif cezasında öğrenci tatil zilin-den sonra okulda yarım saat beklet-me veya sınıfta ya da dışarıda ayak-ta bekletilme şeklinde uygulanırdı. İzinsiz cezasında öğrenci teneffüse çıkarılmaz, yemekhaneye indirilmez, Cuma evine gönderilmez, tatil za-manında çarşıya inmesine izin veril-mez veya arkadaşlarıyla teneffüste oynatılmasına izin verilmezdi. Her öğrencinin 10 olan Ahlak notunun düşürülmesi verilen cezalardan bir diğeriydi. Bunun dışında beş gün müddetle okuldan ihraç ve on gün müddetle okuldan ihraç cezaların-da öğrenci okula alınmazdı. Tard

cezasında öğrenci mektepten ihraç edilir ve kaydı silinirdi.17

Hususi Mektepler incelenen 1873-1922 yılları arasında on

binlerce mezun vermiştir. Bunların birçoğu o dönem en popüler olan mülkiye ve askeri okulları tercih et-mişlerdir. Bunun sebebi incelenen dönemde ihtiyaç duyulan bürokra-si, asker, memur ve nitelikli perso-nel ihtiyacının çok fazla olmasıdır. Bunun dışında bu okul mezunların birçoğu okulları bitirdikten hemen sonra işe girmek için yapılan sınav-larda başarılı olarak memur ve kâtip olarak devlet dairelerinde istihdam edilmişlerdir. İncelenen dönemde diploma alabilmek için okula düzenli olarak devam etmek, ciddi bir terbi-ye ve ahlak sahibi olmak ve disiplinli bir çalışmayı gerektirmekteydi. İn-celenen dönemde faaliyet gösteren Hususi Mektepler dönemin gözde eğitim kurumlarıdır.

Hususi Mektepler’de cemaatle na-maz kılınması hem II. Abdülhamid

Page 60: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

58

1 Nuri Güçtekin, İstanbul’daki Müslim Özel Mektepleri (1872-1922), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2013.

2 BOA.,MF.MKT., 239/57, (20 C.evvel 1312/19 Kasım 1894). Maâ-rif-i Umûmiyye Nezareti Mektubi Kalemi tarafından tüm Mekâtib-i Hususiye Müdürlerine gönderilen yazı.

3 Leylî ve Nehârî Mekteb-i Tefeyyüz, Bedrosyan Matbaası, İs-tanbul, 1329/1913. Adres: İstanbul – Beyazıt – Mekteb-i Tefeyyüz Telefon Numrosu: 1118. Önsöz.

4 Leylî ve Nehârî Rüşdî ve İptidâi ve Zükûr ve İnâs Numu-ne-i İrfan Hamidi Mektebi, Sene-i Hicriye 1325 Sene-i Maliye 1323/1907, Cihan Matbaası, İstanbul, s: 4. Kuruluş amacı.

5 Darülirfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetvelidir. Dârü’l-irfan Mektebi’nin resm-i tevzi-i mükâfat cetvelidir. Kadıkö-yü’nde Belediye Cadde-i Kebirinde Vâki Konakta Leylî - Neharî, Zükûr-İnâs İptidâi ve Rüşdî Dârü’l-irfan Mektebinin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetvelidir. Sene-i Dersiyye 1317-1318/1901-1902, Ha-nımlara Mahsûs Gazete Matbaası, İstanbul, 1318/1902, s.3-4.

6 Beşiktaş Afitab-ı Maârif Mektebi, Afitab-ı Maârif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, Cihan Matbaası, İstanbul, 1326/1910. Madde: 69. Talimatname iki kısımdan oluşmaktadır. 22 maddeden oluşan ilk kısım çocuk velilerine ve 69 maddeden oluşan ikinci bölüm öğrenciler hakkındadır.

7 BOA., ZB., 330/42, (17 Muharrem 1327/8 Şubat 1909). Mektebi tesis ve küşadındaki maksadımız.

8 BOA., MF.HUS., 10/63, (7 Şubat 1325/20 Şubat 1910).

9 Rehber-i İttihâd-ı Osmani Mektebi Tarifnâmesi, İstanbul, Tarihsiz. Mektebin maksadı.

10 Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 15. Mizan-ı Terakki Mektebi Talimatı, 1310/1893, madde 19. Numune-i İrfan Hamidi Mekte-bi, 1323/1907, Ders ücreti. Şemsülmaarif Mektebi Talimatı, 1308/1891, Ücret, madde 11. Darüttedris Nizamnamesi, 21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890, madde 3.

11 Darüttedris Nizamnamesi, 21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890, mad-de 3.

12 Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 15. Mizan-ı Terakki Mektebi Talima-tı, 1310/1893, madde 19. Şemsülmaarif Mektebi Talimatı, 1308/1891, Ücret, madde 11. Dârü’l-irfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 5.

13 Dârü’l-irfan Mektebi’nin Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 24. Mekteb-i Osmani Dâhili ve Harici Talimatı, 1310/1893, Ücreti Tedrisiye Beyanı, madde 10. Mizan-ı Terakki Mektebi Talimatı, 1310/1893, madde 19. Şemsülmaarif Mektebi Talimatı, 1308/1891, Ücret, madde 12.

14 Her mektebin talimatnamesinde bu husus belirtilmiştir. Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi Talimatnamesi, 1319/1903, Mükâfat ve mücâzât, madde 1. Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 20.

15 Dârü’l-irfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 16.

16 Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi Talimatnamesi, 1319/1903, Mükâfat ve mücâzât, madde 1-2.

17 Güçtekin, a.g.e., s.64-65.

18 BOA., Y.PRK.MF., 2/1, (21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890). Darüt-tedris Mektebi Nizamnamesi, 21 C.evvel 1307/13 Ocak 1890, madde 2 ve 16.

19 Leylî ve Neharî Mekteb-i Osmani Dâhili ve Harici Talima-tı, 1310/1893,Önsöz. Mizan-ı Terakki Mektebi Talimatı, 1310/1893, madde 5.

20 Dârü’l-irfan Mektebi’nin Resm-i Tevzi-i Mükâfat Cetveli, 1318/1902, madde 27. Tüm öğrenciler Müslümana dinen farz olan salavât-ı edaya mecburlardır.

21 Afitab-ı Maarif Mektebi Talimâtnâme ve Nizamnâmesi, 1326/1910, madde 26. Öğrenci adab-ı diniyeye uygun abdest alıp vakti gelen namazlarını mektepte eda edeceklerdir.

22 Leylî ve Nehâri Mekteb-i Tefeyyüz Talimatnamesi, 1329/1913, Müslüman öğrenci on yaşından itibaren dinin farzlarını yapmaya mecburdur.

23 Rehber-i İttihâd-ı Osmani Mektebi Tarifnamesi, Tarihsiz, Terbi-ye-i ahlakiye.

Dipnot

Dönemi hem de İttihâd Terakki Dö-nemi’nde devam eden bir uygulama-dır. Talimatnamelerde bu mecburiyet ilk kez 1890 yılındaki Darüttedris Ni-zamnamesi’nde tespit edilmiştir.

“Birinci teneffüs sonunda cemaat-le namaz kılındıktan sonra öğrenci dershanelerine gidecektir. Öğrenci vakt-i zuhr (öğle zamanı) ve vakt-i asr (ikindi zamanı) abdest alıp cemaatle edâ-yi salât (namazı kılma) etmekle mükellef olduğundan teneffüsten döndüklerinde hep beraber öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılacak-lardır. Abdest alıp namaz kılmakta kusur gösterenler bütün öğrencinin huzurlarında tekdîr (azarlanacak) ve tahkir (hakaret edilme) edilip akşam-ları bir saat kadar mektepte tevkif olunacaktır” şeklinde ifade edilmiş-

tir.18 1893 yılında ki Mektebi Osmani ve Mizan-ı Terakki Mektebi talimat-namelerinde mektebe devam eden tüm Müslüman öğrencinin Müslü-manlığın farzı olan salavât-ı cemaat-le eda etmeleri mecburdur şeklinde-dir.19 Mekteplerde cemaatle namaz kılınması 190020, 191021 ve 1913 yıl-larında da devam ettiği talimatna-melerden anlaşılmaktadır.22

Rehber-i İttihad-ı Osmaniye Mekte-bi’nde öğrenciye verilecek ahlak ter-biyesinin nasıl olacağı anlatılırken şu ifadelere yer verilmiştir. “İnsanların hayatları dine bağlı bulunmuştur. Bu nedenle hakiki terbiye din üzerine te-sis eden bir terbiyedir. Din olmayınca ahlak olmaz. Bu nedenle ulûm-i dini-yeyi içiren tedrisat ciddi ve esaslıdır. Leylî (yatılı) öğrenci her gün evkat-ı

hamseyi (beş vakit namazı) nehari (gündüzcü) öğrenci öğle namazını mektep camiinde kılacaktır. Mektebi-miz tedrisat cihetine dikkat eylediği kadar ahlak hususunda dikkat etme-yi vazifenin en mübecceli (yücesi) ad eyler. Öğrenciye daima irşâdâtı (doğ-ru) ahlakiyede bulunulmakta, ahlak sahipleri takdir olunmakta, en küçük ahlak kabahatine bile müsamaha gösterilmemektedir”.23 Osmanlı Dev-leti’nin son dönemine kadar Hususi Mektepler’de Müslümanlığın gereği ve farzı olan beş vakit namaz okul-larda cemaatle kılınmıştır. Müfet-tişler teftiş raporlarında bu duruma hassasiyet göstermişlerdir. Abdest alma yerleri, okullarda namaz kılınan mescitlerin temizliği, ders programı yapılırken cemaatle namaz kılma za-manlarına önem verilmiştir.

Page 61: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL’DAKİ HUSUSİ MEKTEPLERDE AHLAK ANLAYIŞI (1873-1922)/ Dr. Nuri GÜÇTEKİN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

59

Page 62: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 63: 1453 Dergisi 20. Sayı

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE... Söyleşenler:

Fatih DALGALI, H. Halit ATLI

Sadece Kırım coğrafyasında değil, bütün Türk ve Müslüman dünyasını çalışmaları ve eserleriyle, vefatından sonra da fikirleriyle etkileyen Gaspıralı İsmail Bey, “Dilde birlik, fikirde birlik (dinde birlik), işte birlik” felsefesiyle Türk dünyasının düşünce adamlarından biri olmuştur. UNESCO’nun 2014 yılının ‘Gaspıralı İsmail Bey’i Anma Yılı’ ilan etmesi sebebiyle bu büyük fikir adamını daha yakından tanımak istedik.Bu amaçla İsmail Bey Gaspıralı’nın torunu olan Doç. Dr. Gülnara Seitvaniyeva ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu isteğimizi geri çevirmeyen Gülnara Hanım’a teşekkür ederiz.

Page 64: 1453 Dergisi 20. Sayı

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE... İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

62

“Milletine hizmet etmek istersen, elinden gelen işten başla”

Yalta ile Alupka arasında bulunan Gaspıra köyünden Mustafa Ağa’nın oğlu olan İsmail Bey Gaspıralı, 1851 yılında Kırım Bahçesaray’da Avcı-köy’de dünyaya gelmiştir. Tahsilli bir aileden gelmesi Gaspıralı’ya çok şey kazandırmıştır. İlköğre-nimini Bahçesaray’da gören Gas-pıralı, Varonej’deki askeri okula girdi ve bu okuldan da Moskova Askeri Lisesi’ne geçiş yaptı. 1867 yılında askeri okulda öğrenci iken Dersaadet’e giderek Girit savaşına katılmak isterler. Don Nehri’ni ge-çerek Odesa’ya ulaşan İsmail Bey ve arkadaşları Ruslar tarafından yaka-lanarak Bahçesaray’a gönderilir. Bu olaydan sonra Gaspıralı için artık as-keri okul hayatı bitmiştir. Bu esnada on yedi yaşında olan Gaspıralı, Bah-çesaray’da Mengli Giray Han’ın kur-duğu Zincirli Medrese’de muallimlik yapmaya başlar. İsmail Bey, yaşadığı coğrafyada birçok okulda muallimlik yapmaya devam eder. Bu da kendi-sinde Rusya ve Rusya dışında yaşa-yan Türkler arasında sade bir ortak yazı dili kurma ve Türkler arasında birlik duygusunu tesis etmenin ge-rekli olduğu fikrinin oluşmasına ne-den olur.

Sadece Kırım coğrafyasında değil, bütün Türk ve Müslüman dünyasını çalışmaları ve eserleriyle, vefatından sonra da fikirleriyle etkileyen Gaspı-ralı İsmail Bey, “Dilde birlik, fikirde birlik (dinde birlik), işte birlik” fel-sefesiyle Türk dünyasının düşünce adamlarından biri olmuştur.

Gülnara Hanım1, İsmail Gaspıralıʹ-yı daha çok fikirleriyle tanıyoruz. Bize biraz hayatından ve şahsiye-tinden bahsedebilir misiniz?

İsmail Gaspıralı büyükannemin de-desi oluyor. 19 02 senesinde vefat eden annesinin ismini kızına veriyor. Zühre Akçura, Gaspıralı’nın ikinci evliliğinden olan bir aile. Bunlar 8 çocuk. 3ʹü gençlikte vefat etmişler.

1914 Eylül ayında vefat eden Gaspı-ralı, kız torununu göremiyor. Büyü-kannem Aralıkʹta doğmuş ve İsmail Gaspıralı hakkındaki bilgileri sadece annesinden işitmiş. Büyükannemin babası da Gaspıralı gibi çok erken vefat etmiş. O, 1925 senesinde ve-fat ettiğinde büyükannem 11 ya-şındaydı. Büyükannem, annesinden babası hakkında çok şeyler işitmiş. Bu yüzden Gaspıralıʹnın özel haya-tı hakkında konuşmak oldukça zor. Sovyet Hükümeti döneminde Pa-nislamist ve Pantürkist olduğu için Gaspıralı’nın adı yasaklanmış. Bun-dan dolayı büyükannem Gaspıralı hakkında gizli olarak konuşup bilgi verirdi. Hatta bu nedenden dolayı birçok eşyası, fotoğrafları yok edildi. Sadece onun hatırası olarak bazı eş-yaları kaldı. Ama bir iki hatırası var. Onlar da çok önemli hatıralar. Gas-pıralı çok çalışkan bir kişiydi. Büyük bir yazardı. Çok emek verdiği Ter-cüman gazetesinin basımını bizzat kendisi kontrol ederdi. Tercüman matbaasında Türk İslam dünyası için çok önemli kitaplar çıkmış.

Gaspıralıʹnın kitapları uzun süre yasaklandı, kendisi baskı altında tutuldu. Ona ait bazı hatıralarının olduğundan bahsettiniz. Bunların içinde özel notları veya basılma-yan kitapları var mı?

Özel notları var. Türk dünyası Gas-pıralı’yı dilde birlik işte birlik fikirde birlik diye güçlü bir sembolle tanı-

tıyor. Özel notları ortaya çıkınca ben anlıyorum ki, Gaspıralı çok genel olarak bilinen bir kişidir. Güçlü bir fikir adamıdır. Bizim hala öğrene-mediğimiz el yazmaları var. Örneğin, iki üç yıl önce, Gaspıralı’nın Rus di-linde çıkan, “Rusya Müslümanları” ve “Rus-Şark Antlaşması” kitapları Türkçeye çevrildi. Türk dünyası onun eserleriyle çok tanış değildi. Çünkü Tercüman’ın 1881 ve 1896 yıllarına ait sayıları Rus dilinde basılmıştır.

Evet, Türkiye’de çok fazla tanın-mıyor Gaspıralı, kitapları çok fazla yok herhalde Türk dilinde.

Bugün Ege Üniversitesi’ndeki ede-biyat merkezinde Prof. Dr. Yavuz Akpınar’ın önderliğinde çalışmalar yapılıyor. Gaspıralı’nın fikirleri, eser-leri, romanları ve seferleri hakkında üç ciltlik bir kitap hazırlandı. Aslın-da eserleri belli, ancak fikirleri geniş okuyucu kitleleri için tam bilinmiyor. Gaspıralı’nın seyahatlerini kaleme al-dığı günlükleri var, ancak henüz ba-sılmamış. Belki el yazmaları şeklinde bir yerlerde bulunuyor. Gaspıralı’nın arşivinin nerede olduğunu bilmiyo-ruz. 1921 senesinde Bahçesaray’da Rıfat Gaspıralı, İsmail Gaspıralı adına bir müze teşkil etmiş. Aydın ve arif insanların isimleri bir zamanlar yasak edildi, eserleri yok edildi. Ancak Gas-pıralı’nın eserleri günümüze kadar geldi, birçok kaynağımız var onunla ilgili. 1890 senelerinde Tercüman’da, Frenkistan Mektupları, Sudan Mek-tupları gibi gündeliklerinin hatta İs-tanbul Mektupları’nın ismi geçiyor. İstanbul Mektupları henüz basılmadı. O mektupların nerede olduğunu şu anda bilmiyoruz, ancak Tercüman’da parça parça basılıyordu. Tercüman, Gaspıralı’ın dünyaya bakışını ve tec-rübelerini anlayabilmemiz için bu-gün ansiklopedik bir kaynaktır.

İsmail Gaspıralı eğitime büyük önem vermiş, kadın ve çocuklara büyük rol düştüğünü söylemiş. Gaspıralı’nın çalışmalarında kadınlar ve çocuklar daima ön planda mı?

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE...

“Milletine hizmet etmek istersen, elinden gelen işten başla”

Yalta ile Alupka arasında bulunan Gaspıra köyünden Mustafa Ağa’nın oğlu olan İsmail Bey Gaspıralı, 1851 yılında Kırım Bahçesaray’da Avcı-köy’de dünyaya gelmiştir. Tahsilli bir aileden gelmesi Gaspıralı’ya çok şey kazandırmıştır. İlköğre-nimini Bahçesaray’da gören Gas-pıralı, Varonej’deki askeri okula girdi ve bu okuldan da Moskova Askeri Lisesi’ne geçiş yaptı. 1867 yılında askeri okulda öğrenci iken Dersaadet’e giderek Girit savaşına katılmak isterler. Don Nehri’ni ge-

1914 Eylül ayında vefat eden Gaspı-ralı, kız torununu göremiyor. Büyü-

tıyor. Özel notları ortaya çıkınca ben anlıyorum ki, Gaspıralı çok genel olarak bilinen bir kişidir. Güçlü bir fikir adamıdır. Bizim hala öğrene-mediğimiz el yazmaları var. Örneğin, iki üç yıl önce, Gaspıralı’nın Rus di-linde çıkan, “Rusya Müslümanları” ve “Rus-Şark Antlaşması” kitapları Türkçeye çevrildi. Türk dünyası onun eserleriyle çok tanış değildi. Çünkü Tercüman’ın 1881 ve 1896 yıllarına ait sayıları Rus dilinde basılmıştır.

Evet, Türkiye’de çok fazla tanın-mıyor Gaspıralı, kitapları çok fazla yok herhalde Türk dilinde.

İsm

ail B

ey G

aspı

ralı

Page 65: 1453 Dergisi 20. Sayı

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE... İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

63

1883ʹte Tercüman çıkmaya başladı. 1884ʹte Bahçesaray’da ilk Usul-i Ce-did Mektebi açıldı. Bu mekteplerde yeni bir eğitim metodu uygulanma-ya başlanıyor. İlk olarak Türk dilinin öğrenilmesi, daha sonra Arap gra-merinin öğrenilmesine önem verili-yor. Çünkü Arapçayı sadece ezber-lemek değil, anlamını da öğretmek daha önemliydi onun için. Gaspıralı kızların terbiyesine özel bir önem vermiştir, “Bugünün kızları yarının anneleridir” demiştir. Küçük hikâye-lerinde bile kadınlara terbiye veril-mesi ön plandadır.

Bununla ilgili birçok makale ve kitabı basıldı. Örneğin küçük bir eseri, Dik-baş Kız’da, bir kişi kızını nişanlayacak ve evlendirecek. Birçok eserinde ge-çen Molla Abbas Fransavî, kıza bir soru soruyor: “Hasan Nuri Efendi’ye varmak is-tiyor musunuz?” Kız diyor ki, “Hangi Ha-san Efendi?” Molla, “Bi-zim adetleri-miz böyle,

bir cevap vermeniz gerekiyor” diyor. Kız diyor ki, “Pazar yaparken alacak malımızı seçiyoruz. Aile kurarken de kimle aile kuracağımızı bilmemiz ge-rekmez mi? Adetler milletin içinde oluşan bir şey, kanunların bize verdi-ği haklarımızı savunmalıyız” diyerek Molla’ya karşı fikirlerini rahatça be-yan edebiliyor. Gaspıralı hayali değil, toplumda yaşanılan olayları eserleri-ne aktarmıştır. Özellikle kadın ve ço-cukların haklarına eserlerinde büyük yer ayırmıştır. 20. yy başlarında Kırım Tatar yazarları bu konularla ilgili ya-zılar yazmışsa da bunu ilk başlatan Gaspıralıʹdır.

Tercüman Gazetesi’nin amacı neydi?

Benim alanım edebiyat, Kırım ede-biyatı. Tam da bu 19. yy sonu 20. yy başı dönemi üzerine çalışmakta-yım. Kendim de bu dönemi ayrıntılı bir şekilde incelemekteyim. Bundan dolayı kendim de dönem şartlarını inceledikçe Gaspıralı hakkında daha net fikirler bildirebiliyorum. Gaspıra-lı kimdi, neler yapmıştı? Tam o za-manda münevverler, mütefekkirler Rusya’da Türk İslam dünyasını can-landıran kişiler vardı. Gaspıralı da o dönemde büyük hizmetler gös-teren kişiydi. Hatta Tercüman’da onun açık mektubunu okudum. Orada yazdığına göre, 1906 senesinde kendi neşriyatına Azerbaycanʹda basılan Hayat Dergisi’nin bir yıllık cildi hedi-ye olarak alınmış. Bu derginin muharriri olan Ali Hüseyinza-de, Tercümanʹı kendilerinin himayecisi olarak görüyordu. Gaspıralıʹnın buna cevabı da şu şekilde olmuştur: “Bir ga-zeteden himayeci olmaz, asıl himayeci halktır. Ben ise bu milletin tercümanıyım, bu milletin arzularını ve istek-lerini bildireceğim.” Bana göre buradan Tercüman gazetesinin adı da çıkmış-tır. Tercüman gazetesi iki alfabede çıkmıştır, Osmanlı

ve Rus alfabesi. Bunun gayesi Türk Müslüman okuyucusuyla Rus okuyu-cuların birbirlerini tanımalarını sağla-maktı. Hatta 1896 senesinde Tercü-man matbaasında cep boy Kur’an-ı Kerim çok güzel ve kaliteli bir şekil-de basılmıştı, bizim evimizde de bu Kur’an’dan var. Gaspıralı çok erken kalkar, bir fincan kahve ile güne baş-lar, neşir işlerini sıraya koyduktan sonra çalışmaya girişirdi. Birçok in-san da Gaspıralı’nın bu çalışkanlığını hatırlamaktadır.

İsmail Gaspıralıʹnın reformist ça-lışmalarını devam ettirenler günü-müzde sizce var mı?

Gaspıralı kendi devrinde âlem-i İs-lam’ın durgunluğunun sebeplerini öğrenmiş ve bunlara çare bulmaya çalışmıştır. 1907ʹde Kahire’de ver-diği büyük bir konferansta, İslam dünyasının problemleriyle ilgili gü-zel tespitlerde bulunmuştur. Hatta burada bir gazete çıkarılmış, ancak sömürgeci devletler gazeteyi üç sayı çıktıktan sonra kapatmışlardır. Yine de Gaspıralıʹnın fikirleri gayeleri hala yaşamaktadır. O zamandaki mesele-ler bugün de devam ediyor, konuşu-luyor. Bize düşen o mirası korumak ve fikirlerini ayakta tutmaktır.

Gaspıralı aramızda olsaydı, Türk ve İslam dünyasının gidişatını na-sıl değerlendirirdi?

Ümit var diye düşünürdü zannediyo-rum. Onun bir eseri var, “Darürrahat Müslümanları: Rahat Devletinde Ya-şayan Müslümanlar”. Bugün bu eser ütopik eser olarak görülüyor. Ama eskiden fikirleri de ütopya olarak de-ğerlendiriliyordu. Ancak günümüzde fikirlerinin neticesini gösteren bazı gelişmeler olmuştur.

İdealleştirilen bir rahat hükümeti, kendi kendine oluşmuş bir kavram değildir. Çünkü Gaspıralı, İslam mil-letlerinin tarihinden güçlü bir örnek veriyor. 7-8. yüzyıla ait Hz. Peygam-berin ve sahabelerinin yaşamını

Gülnara Seitvaniyeva

Page 66: 1453 Dergisi 20. Sayı

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE... İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

64

İsmail Bey Gaspıralı, Hasan Bey Zerdabı Malik ve Av Ali Mardan Topçubaşı

örnek olarak gösteriyor. Kuzey Afri-ka’ya, oradan da İspanya’ya ulaşıl-masının altında yatan başarıları ve İslam devletinin yıkılmasının sebep-lerini anlatıyor. Bütün Avrupa’da İs-lam medeniyetinin keşifleri bir ibret olarak tanıtıldı. O zamandaki med-reselerde verilen ilimler bütün Av-rupa’da tanındı. Gaspıralı hep İslam medeniyetinden örnekler vermiştir. Başka bir örneğe rastlamak mümkün değildir. Türk dünyasını birleştiren bir kişi olarak Gaspıralıʹnın fikirleri İslam medeniyetine dayanıyordu.

O ilk Ceditçiler arasındaydı. Cedit-çilerin hareketlerinin iki amacı var-dı, din ve tahsil sahasında ıslahatlar yapmak. Din sahasındaki ıslahatlarda amaç, hurafe ve sonradan dine dâhil edilen adetlerden arınmak, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden bunları temizlemekti. Bu yüzden eserlerinde İslam tarihini öğrenmek, peygambe-rimiz dönemi kaynaklarına müracaat etmek önemli olmuştur.

Gaspıralının şivesi, konuşması ve yayınlarında kullandığı dil nasıldı?

Şivesi Ortayolak şivesi idi. Edebi dil-de konuşuyordu. Tercüman Gazetesi, Osmanlı dilinde Kırımʹın Yalıboy şi-vesinde basılıyordu. Lisan-ı Umumi dilini getirmeye çalıştı. Başka Türk milletlerine has olan kelimeleri de kullanmıştır. Kuzey Tatarlar tarafın-dan anlaşılması için bazı kelimeleri o şivede kullanıyordu. Bu kadar derin ve geniş düşünüyordu. Çünkü Türk dünyasını birleştirmek ve değerli görmek onun anlayışıydı.

Son olarak, bu millet veya Gaspı-ralı için gerçekleştirmeyi düşün-düğünüz bir projeniz, fikriniz var mı?

Gaspıralı adına ilmî bir enstitü açıl-ması lazım. Değişik bilim dallarını toplayarak Türk dünyasına hizmet et-tirmek ve daha küçük ilmî araştırma merkezlerine yardımcı olmak üzere bir müessese kurulması gerekiyor. Çünkü Gaspıralı Türk dünyasına ışık veren parlak fikirli biriydi.

1 Doç. Dr. Gülnara Seitvaniyeva, Tavriya Milliy Üniversitesi, Qırım-Tatara Edebiyatı Öğretim Görevlisi.

Dipnot

Refet Gaspıralı’nın kızı Zöhre Hanım

H. Halit Atlı, Fatih Dalgalı ve Gülnara Seitvaniyeva

Page 67: 1453 Dergisi 20. Sayı

GÜLNARA SEİTVANİYEVA İLE BÜYÜKDEDESİ İSMAİL BEY GASPIRALI ÜZERİNE... İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

65

İsmail Bey Gaspıralı, Hasan Bey Zerdabı Malik ve Av Ali Mardan Topçubaşı

Tercüman gazetesi, 1. sene, numara 1, 1883

Page 68: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 69: 1453 Dergisi 20. Sayı

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI Akın KURTOĞLUŞehir Tarihçisi

Körüklü otobüslerin ön kapılarının hemen berisinde meydana gelen sunî tıkanıklığı aşmak maksadıyla, otobüs şoförleri tarafından sık sık yolculara yönelik tekrarlanan “Beyler, lütfen arkaya doğru ilerleyelim. Otobüsün arka vagonu da Eminönü’ne gidiyor” tarzı teşvik edici ikazlar, zaman içinde ulaşım kültürünün vazgeçilmez mizahî cümlelerinden biri haline gelivermiştir.

Page 70: 1453 Dergisi 20. Sayı

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

68

İstanbul, Toplu Taşıma Vasıtalarıyla Şenleniyor...

18. yüzyılın başlarından itibaren İs-tanbul’un nüfusunda gözlenen ar-tışla birlikte, şehir içinde çeşitli top-lu taşıma türlerinin hizmete girdiği 1850’ler ve devamındaki süreç, va-sıta kültürünün artık kent hayatında yavaş yavaş yer edinmeye başladığı oldukça önemli bir dönemdir aynı zamanda... Fetih’ten sanayi devrimi-ne kadar geçen 400 sene boyunca oldukça dingin süregelen İstanbul şehir hayatı, dünyada ivme kazanan teknolojik gelişmelerin, yeniliklerin ülkemizde de hayat bulmasıyla bir-likte ilginç bir değişime, faydalı bir kırılma noktasına şahit oldu. Kadim İstanbul’un denizlerinde ve cadde-lerinde ilk defa halkı “topluca nakle-den taşıtlar” görülmeye başlandı.

Önceleri şehrin suları vapurlarla şenlendi, ardından güney kıyıları

demiryoluyla tanıştı ve sonrasında da önemli caddeleri omnibüs, atlı tramvay ve Tünel’e merhaba dedi. İstanbul’da asırlar boyunca at ara-baları, sandallar, küçük kapasiteli pa-zar kayıkları ve benzeri şahsî ulaşım araçları marifetiyle, son derece kısıtlı şartlar altında ve lokal anlamda ger-çekleştirilen insan taşımacılığından sonra, dikkat çekici tarzda kent ha-yatına giren ve semtler arasında hızlı bir şekilde dallanıp budaklanmaya başlayan, arzu eden herkesin belli bir ücret mukabilinde kullanımına im-kân tanıyan bu yeni ve alternatif na-kil seçenekleri, kent sâkinlerinin ya-bancı olduğu seyrüsefer kaidelerinin ortaya çıkmasına yönelik ilk adımları da beraberinde getirdi. Bu kurallar manzumesi, ulaşım araçlarına binip inmeyi olduğu kadar, seyahat esna-sında ne şekilde oturulması ve dav-ranılması gerektiğini de içine alan kapsamlı bir bütünü kapsamaktaydı.

Böylece İstanbullu hemşehrilerimiz, yaklaşık bir buçuk asra yayılacak olan köklü bir ulaşım âdâbı ve alışkanlı-ğıyla müşerref olmanın ayrıcalığı ve hazzı içinde buldular kendilerini... Pekiyi, bu imtihanda ne derece başa-rılı olduk? Kişiye göre değişir. Yahut, aradan geçen zaman bizlere bu ko-nuda neler kattı, neler götürdü? O da uzun uzadıya tartışılır.

Günlük Hayat İçinde Seyahat Kültürüne Alışma Süreci

Vapur, tren, omnibüs ve atlı tram-vayların ortalarına gerilen perdelerle oluşturulan kadın-erkek ayrı oturma bölümleri, yabancılarla bir arada se-yahat etme alışkanlığını henüz yeni kazanmaya başlayan İstanbullular için ilginç birer deneyimdi. İlk başlar-da bazı çapkın delikanlıların, kendi-lerini fark ettirmemeye çabalayarak kabini tam ortasından ikiye ayıran koyu renkli perdeyi kenarından kö-

Otobüs kuyruğunda sıra bekleyen insanlar

Page 71: 1453 Dergisi 20. Sayı

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

69

şesinden hafifçe aralamak suretiyle kadınlar kısmına attıkları kaçamak nazarlar, toplumun ayıplayıcı bakış-ları, uyarıları ve hatta dönemin mec-mualarında bu durumu tenkit eden köşe yazılarının da amansız baskısıy-la zaman içinde giderek azaldı ve yok olmaya yüz tuttu. Yolcu yoğunluğu-nun yüksek olduğu kimi hatlarda da -belki de meseleyi biraz daha olsun garantiye almak kaygısıyla- tramvay motrislerinin ardına birer hanımlar vagonu ilâve edildi.

Cumhuriyet döneminde perdelerin kaldırılması sonrasında kadın-erkek karma seyahat kavramının hayata geçmesiyle birlikte, bu kez yolculuk esnasında kanepe ve koltukların ihti-yarlarla özürlü vatandaşlara terk edil-mesi, oturma önceliğinin erkeklerden ziyâde bayanlarda olması lâzımgeldi-ği hususunu matbuat âleminin ciddi bir kararlılıkla halka salık verdiğini, İs-tanbulluları bu konuda sık sık yönlen-dirdiğini görmekteyiz. Gerçi aldıkları terbiye gereği İstanbulluların ağırlıklı bir kısmı bu tarz tavsiyelere dahi ge-rek kalmadan insani vazifelerini yeri-ne getirmekte ve oturma yerlerini hiç düşünmeden rahatlıkla başkalarına terk etmekteydi. Bir vapurda veya trende küçük bir çocuğun, herhangi bir özrü olmaksızın oturacak yerleri işgal etmesi toplum için asla kabul edilemez bir durumdu. Bazı vurdum-duymazları edepli ve derli toplu dav-ranmaya meylettiren o meşhur ayıp-layıcı bakışlar, bu yaptırım silsilesinin belki de en önemli unsuru, olmazsa olmazlarıydı adeta...

Bir toplu taşıma aracına binip iner-ken riayet edilmesi gereken kurallar da, en az yolculuk müddetince uyul-ması lâzımgelenler kadar önemliydi. Hizmete ilk girdikleri yıllarda kendi-lerine ait iskeleleri olmayan vapurlar, kıyıya olabildiğince yaklaşır ve sahil-de bekleyen yolcular mekik kayıkları-na alınarak gemiye aktarılırdı. Zaman içinde Boğaziçi köylerine, Üsküdar, Köprü, Kadıköy, Eminönü, Beşiktaş, Sirkeci, Karaköy gibi merkezi yerlere

iskele binaları inşa edildi. Yolcuların bu binaların salonlarında birikerek, rıhtıma yanaşan vapurlara belli bir sıra ve nizamla girişleri düzen altına alınmaya çalışıldı. Bunda bir yere ka-dar başarılı da olundu. Lâkin eskiye yönelik çeşitli yazılı ve görsel kay-naklardan da takip ettiğimize göre İstanbullular, her ne kadar vapur is-keleye yanaşıp bağlayana kadar var olan sâkinliklerini korusalar da, kapı-ların ardına kadar açılmasıyla birlikte gemiye ilk binen yirmi beş kişi içinde olmaları mecburiyetindelermiş gibi enteresan bir ruh hali taşıdıkları için, sözkonusu ağırbaşlılığın birdenbi-re dağılıverdiği, türlü çeşit milletten kent sâkininin adeta birbirlerini ezer-cesine ileriye doğru atik hamleler ya-parak, ahşap iskelelerin eğreti tahta zeminleri üzerinde değme maraton-culara taş çıkartacak, seçkin jimnas-tikçilere parmak ısırtacak ölçüde şık ve pratik (!) hareketler sergilemekten çekinmedikleri, kent tarihine düşü-len notlarda sık tekrarlarla anlatıla-gelmektedir. İstanbullulara özgü bir telâşeyle ve çılgınca koşuşturmak su-retiyle vapura binmek ritüeli, günü-müzde de aynı heyecanını ve ener-jisini kaybetmeksizin, vazgeçilmez bir kent geleneği şeklinde azimle ve ısrarla devam etmektedir.

Kuyruk Âdâbı ve Diğerleri...

20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren elektrikli tramvayların kent hayatına girmesiyle birlikte, özellikle merkezi semtlerde üstü çatıyla örtülü büyük, gösterişli ve kübik bekleme kafes-leri inşa edilmeye başlandı. Ancak bu tarz transit duraklara yanaşan tramvay hatlarının çokluğu ve sem-tin yolcu yoğunluğundan ileri gelen karmaşa, vasıtalara biniş anında kapı önlerinde ciddi bir kaynaşmaya se-bep olmakta, bu da seyahat düze-nini bozmaktaydı. İdare bu sıkıntının önüne geçmek için, kırklı yıllardan itibaren bünyesinde hizmete aldığı otobüslerin baş duraklarına önceliği vermek kaydıyla “çivili durak yerleri”

hazırlamaya başladı. Yere raptedilen hizalama çivileri sayesinde otobü-se binmeden evvel yolcular belli bir sıraya sokuluyor, bu sayede insanla-rın hakkaniyet ölçüleri çerçevesinde araçlara binmeleri sağlanıyordu. Bir süre sonra bu konuda yeni bir adım daha atıldı ve kent içi ulaşım araçla-rının ilk hareket noktalarına “turnikeli bekleme alanları” inşa edildi. Bu tarz durakların yardımıyla, evvelce gelen en başta, ardından gelense daha ge-ride olmak üzere nizamî bir kuyruk düzeni oluşturulması mümkün oldu.

Yetmişli ve seksenli yılların baş du-raklarındaki turnikelere dizilerek oto-büs ve troleybüslere binmek, zaman içinde halk tarafından kabul görmüş sıradan bir alışkanlık haline gelmişti. Mevcut düzeni bozanların adediyse bir elin parmaklarını aşmayacak öl-çüde azdı. Sırayı hiçe sayarak turni-ke harici kuyruğa sızma girişiminde bulunan ve halk arasındaki bilindik sıfatlarıyla “kaynakçı” olarak isimlen-dirilen bu tarz uyanık taifesine denk gelindiğinde, uzun müddetten beri ayakta beklemekte olanlarca derhal yüksek sesle ikaz mekanizması işleti-lir, mevcut düzenin bozulmamasına, süreklilik arz etmesine çaba gösteri-lirdi.

Turnike sistemi doksanlı yılların başı-na kadar bir şekilde devam ettirilme-ye çalışılsa da, İstanbul’un baş dön-dürücü hızla artan nüfusu ve katla-narak büyüyen araç sayısına karşılık aynı oranda geniş hareket alanları bulabilmenin güçlüğü bahane edi-lerek sonunda bu uygulamadan vaz-geçilmek zorunda kalındı. Maalesef günümüzde artık otobüs baş durak-ları, herhangi bir vasat indi-bindi ara durağından farksız şekilde hizmet vermektedir.

Toplu taşıma kurallarına göre ke-sinlikle hatalı olan, ama İstanbul-ların çoğu tarafından nedense pek sık tekrarlanan yanlışlardan biri de, özellikle otobüslere bindikten son-ra arka kapılara doğru ilerlememek,

Page 72: 1453 Dergisi 20. Sayı

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLUİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

70

üzerinde yer aldığı zemine adeta çakılı kalmaktır. 1981 yılına kadar belediye vasıtalarına arka kapıdan binilerek ön kapıdan inilecek şekil-de yürütülmekte olan uygulama, bu tarihten itibaren tam tersine çevrildi. Ancak evvelce biletçilerin öne doğru ilerlemeleri hususundaki uyarılarına kulak tıkamakta pek mahir olan bir kısım kentli, inatçılıklarını genler va-sıtasıyla bir alt nesillerine başarıyla aktarmaktan geri durmadı ve bu kez arka kapılara doğru hareketlenilmesi yönündeki ısrarlı uyarılar havada ası-

lı kalmaya başladı. Bilhassa körüklü otobüslerin ön ka-pılarının hemen berisinde meydana gelen sunî tıkanık-lığı aşmak maksadıyla, oto-büs şoförleri tarafından sık sık yolculara yönelik tekrar-lanan “Beyler, lütfen arkaya doğru ilerleyelim. Otobüsün arka vagonu da Eminönü’ne gidiyor” tarzı teşvik edici ikaz-lar, zaman içinde ulaşım kül-türünün vazgeçilmez mizahî cümlelerinden biri haline geli-verdi.

Kentiçi Ulaşım Kültüründe Nereden Nereye Geldik?

Geçmişe şöyle bir dönüp baktığı-mızda İstanbul’da, kent içinde se-yahat etmenin anlamı bir başkay-dı. O dönemlerde toplu taşıma vasıtaları, günümüzün modern taşıtlarının konforunun yanından bile geçemeyecek ölçüde iptidaiy-di. Klima, alçak taban, güneş ışın-larını emen cam, ayaktaki yolcular için sırt dayama aparatı, otomatik vites, çok amaçlı fren sistemi, dijital gösterge, sesli bilgi ekranı ve sa-yamadığımız daha niceleri, bundan otuz-kırk sene evvelinde yaşayanlar için ancak 21. yüzyıla atfedilen, erişil-mesi güç, modern hayallerden iba-retti. Kısacası, ulaşım araçlarının tek-nolojisi henüz daha emekleme ça-ğındaydı. Lâkin, şimdilerde anlıyoruz ki “konfor” her şey demek değilmiş.

Rahatlık, kolaylık anlamında baktı-ğımızda günümüz şartlarıyla muka-yese götürmeyecek ölçüde mütevazı kalan o günlere mahsus çok önemli birkaç unsur vardı ki; o da insanların birbirlerine karşı olan saygısı, neza-keti, hoşgörüsüydü. Kentlilik bilin-cine vâkıf İstanbullularca adı konul-mamış birtakım kurallar geçerliydi seyrüsefer esnâsında. Başkalarını rahatsız edecek şekilde yüksek ses-le konuşanların üzerinde toplanırdı ayıplayıcı bakışlar... Çocukların yahut gençlerin, kendinden yaşça büyük-

lere yer vermemesi düşünülemezdi bile. Hürmet kavramı henüz daha yok olmaya başlamamıştı. İnenlere öncelik vermek bir lûtuf değil, şehirli olmanın getirdiği bir mecburiyetti. Toplu taşıma araçlarında alenen bir şeyler yiyip içmenin pek ayıp oldu-ğu, çocuklara henüz daha çok küçük yaşlarda aşılanır; otobüse, troleybü-se, trene binerken elde kalan yarım simitler, kenarından ısırılmış kurabi-yeler, ortalığa mis gibi râyihâlar sa-çan peynirli sandviçler, insanın adeta ağzını sulandıran sütlü mısırlar ve koku yayan, iştah kabartan benzer gıda maddeleri ebeveynler tarafın-dan çocuğun elinden usulca alınarak, vasıtadan indikten sonra yenilmeye devam etmek üzere bir süreliğine çantalara kaldırılırdı. Yan koltuklarda bacak bacak üstüne atmak, başkala-rının geçişini engelleyici şekilde otur-mak, kendinize çekidüzen vermenizi hatırlatan sessiz, ancak imâlı bakışla-rın üzerinizde toplanmasına neden olurdu. Günümüzün moda deyimiyle mahalle baskısının o yıllardaki yansı-ması şeklinde nitelendirebileceğimiz üstü örtülü bir âdâb-ı muaşeret ha-tırlatması, telkini sözkonusuydu. Yö-neltilen bakışların kararlılığı ortamda kısa süreli bir soğuk havanın esmesi-ne neden olsa da, çerçevenin tama-mına baktığımızda aslında müsbet anlamda bir yaptırımlar bütünüydü hepsi de...

Günümüzde maalesef bu tarz ince-liklere çok fazla riayet edilmiyor ar-tık. Hız çağının gereklerine ayak uy-duran modern insan yaşamı, seyahat kültürünün inceliklerini, detaylarını unutmaya, pek fazla önemsememe-ye başladı. Bugün bireyler için önem-li olan, başkalarını yok farz etme bahasına her anlamda kendi rahatı-nı ön planda tutmak, bencil ve vur-dumduymaz bir rûh haliyle, gideceği yere biran evvel ulaşabilmek... Gerisi beyhûde!...

Page 73: 1453 Dergisi 20. Sayı

SEYRÜSEFER ESNÂSINDA ARTIK UNUTULMAYA YÜZ TUTAN NEZAKET KAVRAMI VE KUYRUK ÂDÂBI / Akın KURTOĞLU İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

71

Page 74: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 75: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI

Gülsüm SEZGİNAraştırmacı, Yazar

Güzelliğiyle dillere destan olmuş başka şehirler de vardır elbette. Ancak edası, yaşama âdâbı ve kültürüyle edebiyatta bu kadar yer bulan şehir azdır. İstanbul deniziyle, boğazıyla, tepeleri, koruları, ağaçları, çiçekleri ile olduğu kadar sazı sözü, şiirleri ile; nakış ve desenleriyle; mimarisi ve yaşama âdâbı ile de ayrı bir kıymet taşır.

Page 76: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

74

“Önce siz buyurun beyefendi.”

“Estağfurullah siz buyurun.”

“İmkânı yok mirim, vallahi geçmem.”

“Türabınız olayım, kerem edin.”

“And verdim ama, vallahi geçmem.”

1900’lü yılların başında, Beylerbeyi İskelesi’nden bu türlü bir nezaket ve tevazu yarışından sonra binermiş insanlar vapurlara. Çengelköy`ün sebzevatı, Kuzguncuk`un mu-zahrafatı, Beylerbeyi`nin ise işte bu teşrifatı yüzündenmiş Şirketi Hayriye vapurlarının gidecekleri yere geç kalması. Memurları taşıyan vapur, sabahları uğradığı her iskelede üç-dört dakika beklediği halde, Beylerbeyi`nden yirmi da-kikada ancak ayrılabilirmiş.

Haldun Taner, “Eski Boğaziçi`nin en kalburüstü bürokrat-larını barındıran, âdâbın, erkânın, teşrifatın, Osmanlı gün-görmüşlüğünün simgesi, bir köşesidir” diye hayranlıkla anlatır Beylerbeyi’ni.

Osmanlı güngörmüşlüğünün semtler içerisindeki simgesi Beylerbeyi ise şehirler arasındaki timsali de İstanbul’dur. İstanbul denilince akla ilk gelen şeydir incelik: Taner’in “güngörmüşlük” diye özetlediği; duyuş, düşünüş, yaşayış, hal, tavır ve edada incelik, rikkat, nezaket, zarafet...

İstanbullu şair Nedim’in: “Haddeden1 geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana/Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı al olmuş sana” diye bahsettiği nazenin İstanbul güzeli, İstanbul’un

ta kendisidir aslında. Nezaketin imbikten geçip süzülmüş; zarafetin boy pos edinmiş halidir İstanbul. Naif bir ruhun toprağa kondurulmuş halidir.

Nedim’den yüzyıllar sonra bir başka İstanbul aşığı şair, Necip Fazıl Kısakürek, boşuna demiyor:“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/Onu İstanbul diye toprağa kondur-muşlar” diye. “İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim/O benim zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.”

Hava, renk, edâ, iklim…

Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir kitabında İstanbul’u anlatmaya başlamadan önce bir hatırasını nakleder. Saat başında ‘gonk’ diye ortalığı çınlatan saate benzer bir etki bırakır okuyucusunun zihninde. Ve sonrasında Tanpınar’ın İstanbul’a dair söylediği her şeyi özetler bu olay:

“Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İs-tanbul sularını sayıklardı:

- Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkar suyu, Taşdelen, Sır-makeş…

Adeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çu-kuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:

Page 77: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

75

- Bu onun ilacı, tılsımı gibi bir şey… Onları sayıklayınca iyi-leşiyor, demişti.”

İstanbul, Tanpınar’ın da dediği gibi, “bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehri”dir. Ama bir başkası için, mesela Tanpınar’ın babası için “hiçbir yerde eşi bulunmayan bü-yük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri”-dir. İstanbul’un yüzlerce farklı çehresi vardır. Güllerin, la-lelerin, erguvanların şehridir kimisi için. Bülbül şakıyışıdır, sazın ve sözün başkentidir.

Şu ya da bu sebeple kendisine yolu düşenin gönlünde iz bırakan şehirdir İstanbul. Edası, işvesi, çalımı, nazı ile in-celmiş ruhlarda akis bulan şehirdir. Yüzyıllardır şiirlerde, şarkılarda baş tacı edilmesi de bundandır.

Şairler, yazarlar, sanatkârlar o iklimin, o edânın meftunla-rı; o çekimin pervaneleridir. Her biri farklı bir pencereden seyreder İstanbul’u. Güzelliğinin hayranları çoktur. Kimi aruzla beyit beyit, kimi hece ile dize dize methiyeler sıralar. Kimi satır satır övgüler dizer.

Nedim, Acem mülkleri verilse bir taşından vazgeçmez. Nabi: “Ne kadar âlemi devr itse sipihr/Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehr” der, İstanbul’un şerefine dair inciler ser-piştirir. Sonunda tevazu ile itiraf eder: “Hüsn-i sûrîsine ga-yet yokdur/Anı medh itmeğe hacet yokdur”

Yahya Kemal’in dizelerinde efsunlu bir güzel olarak kar-şılar İstanbul bizi. İstanbul sadece İstanbul değildir Yahya Kemal için; Aziz İstanbul’dur, Hayal Şehir’dir. Necip Fazıl Kısakürek için ise, Canım İstanbul’dur. Ağlayanı bile bah-tiyardır.

Nazım Hikmet, Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacıdır. Başı köpük köpük bulut, içi dışı denizdir; tıpkı İstanbul gibi. Or-han Veli, “İstanbul’da Boğaziçi’nde bir garip Orhan Veli”dir. Böyle tanıtır kendisini. Gözlerini kapatıp İstanbul’u dinler. Urumeli Hisarı’na oturur, bir türkü tutturur.

Sezai Karakoç: “İslam ruhunun kristalleşmiş heykeli/İçimin sesi rüyamın öfkesi merhametimin öfkesi” diye hitap eder İstanbul’a. “Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre/ İstanbul damla damla içimde birikti/ Mermer tozu gelip gelip içim-de oluştu bir şehir” der, okuyunca kayıtsız kalamayız. Dev mermer bloklar çarpışır, un ufak olur içimizde.

Evliya Çelebi anlatmalara doyamaz. Ahmet Hamdi Tanpı-nar’ın satırlarında İstanbul’u okurken İstanbul’a mı Tanpı-nar’ın İstanbul aşkına mı hayranlık duyduğumuzu kestire-meyiz. Ahmet Rasim’in yazıları, İstanbul’un hatıra defteri gibidir. Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi’ne hayrandır. Meh-tapları, yalıları, yaşama kültürü ile Boğaziçi ve geçmiş za-man köşkleri ondan sorulur. Yahya Kemal şiirleriyle olduğu gibi denemeleriyle de İstanbul’u anlatır.

Attila İlhan, Samiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı, Ziya Osman Saba, Salah Birsel, Selim İleri ve daha niceleri… Hayranı çoktur dedik ya, her biri farklı bir yönüne tutkundur.

Güzelliğiyle dillere destan olmuş başka şehirler de vardır elbette. Ancak edası, yaşama âdâbı ve kültürüyle edebi-yatta bu kadar yer bulan şehir azdır. İstanbul deniziyle, boğazıyla, tepeleri, koruları, ağaçları, çiçekleri ile olduğu kadar sazı sözü, şiirleri ile; nakış ve desenleriyle; mimarisi ve yaşama âdâbı ile de ayrı bir kıymet taşır.

Tanpınar, şehirler için: “Onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürü görmek daha doğru olur” der. Şehirler; insanları, binaları, sesleri, renkleri ve kokularıyla bir şahsiyet taşır. Ve İstanbul tüm bu şehirler içerisinde âli bir yerdedir. Tanpınar bu konumunu şöyle özetler onun: “Bütün Şark’ın gözü, millî hayatın en küçük pas lekesi değmemiş aynası olan ve zevkinde tama-mıyla millî olan İstanbul’da idi. Bütün modalar, zarafetler, ferdî ve ictimâî hayatta her türlü yaratıcı hamle etrafa ora-dan gidiyordu.”

Abdülhak Şinasi Hisar, İstanbul’un ayrı bir medeniyetin merkezi olduğunu savunur. ‘Boğaziçi medeniyeti’ adını verir bu medeniyete. Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Ham-di Tanpınar’la birlikte hazırladığı İstanbul kitabındaki “Bo-ğaziçi Medeniyeti” başlıklı denemesinde, bu medeniyeti: “Terkibine su, mehtap, bülbül sesi ve saz karışan nazik bir medeniyet” diye heyecanla tanıtır. Su, mehtap, bülbül sesi ve saz… Letafete dair söylenebilecek tüm kelimelerin ter-kibidir aynı zamanda bu tanım.

Hisar, bu medeniyetin parçası olan insanları, İstanbulluları, tıpkı Necip Fazıl gibi, bahtiyar addeder: “Allah’la uyuşmuş bir dünya içinde yüzen bu bahtiyarlar şüphesiz, kendilerine bir musiki gibi gelen ve kendilerini bir hava gibi saran bu medeniyet sayesindedir ki, talihlerini sevmiş, kabul etmiş ve ona baş eğmiş, rahatlarını bulmuş olarak yaşıyorlardı.”

Ve bu bahtiyarları, İstanbulluları, Boğaziçi Mektupları’nda da yüksek bir medeniyetin temsilcisi olarak takdim eder Hisar. Gıdası; terbiye, din, ahlak, refah, görenek, ilim, za-man olan bir insan tipinden bahseder. Bir yönüyle de İs-tanbul âdâbının anahtar kelimelerini sıralar: Terbiye, din, ahlak, refah, görenek, ilim, zaman.

Edebiyatta İstanbul âdâbı

Yeni Türk edebiyatında, Hisar’ın çizdiği bu İstanbullu tipine uyan pek çok örnek vardır. Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanındaki Naim Efendi, bunlardan biridir. II. Abdülha-mid devri ricalindendir Naim Efendi. Kışları konakta, yazla-rı Kanlıca’daki yalısında geçirir. Valilik, nazırlık görevlerinde bulunmuştur. Kendisine verilen her görevi, hakkıyla yap-

Page 78: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİNİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

76

maya çalışmış, hakkaniyetli bir devlet adamıdır. İstanbul terbiyesi almış, nazik biridir.

Hep O Şarkı romanındaki Hakkı Paşa da bu tipe bir başka örnektir. Boğaziçi’ndeki yalısında misafiri eksik olmayan, cömert, eğlenceden ve musikiden hoşlanan biridir Hakkı Paşa. Düzenlediği mehtap geceleri, musiki fasılları ile yalısı devrin en iyi hanende ve sazendelerinin buluşma yeridir. Musiki ziyafetinin yanı sıra yüzlerce kayık ve sandalın bir araya gelerek oluşturduğu manzara görülmeye değerdir. Bu ziyafeti ise hoş bir rayiha ile ağızları tatlandı-ran şerbetler tamamlar. Yakup Kadri, Hakkı Paşa’yı anlatırken İstanbul’un sosyal hayatından da hoş bir kesit sunar.

Tanpınar’ın Huzur’undaki Nu-ran da bu tipi, İstanbullu bir kadın olarak temsil eder. Boğaziçi’nde oturan asil bir ailenin kızıdır Nuran. Boğaziçi kültürü, terbiye-si almış; zarafeti, nezaketi, musiki kültürü ve ‘Türk-çeyi teganni edercesine konuşması’ ile Mümtaz’ın hayallerindeki kadındır. Mehmet Kaplan, Bir Şa-irin Romanı: Huzur kita-bında Nuran’ı: “Osmanlı medeniyetinin en ince ve en olgun an’anesine sa-hip” biri olarak anlatır.

Bahçeler, çiçekler ve Ramazanlar

İstanbul âdâbı sadece tipleriyle değil çiçeğiyle, ağacıyla, sazıyla sözüyle, mehtap sefalarıyla, Ra-mazan gelenekleriyle de edebiyatın orta yerine kuruluvermiştir.

Beşir Ayvazoğlu, Şehir ve Kültür: İstanbul adlı kitapta “İstanbul Kültürü ve Estetiği” yazısında, çiçeğin İstanbul’un günlük hayatındaki vazge-çilmez yerinden bahseder. “Bahçesiz fukara evlerinin bile pencere önlerinde gül, sardunya, karanfil, küpe çiçeği, fesleğen saksıları eksik olmazdı” der. Nedim’in ünlü müs-tezat gazelini hatırlatır. İstanbul zariflerinin, bu gazelde anlatıldığı gibi destarlarına birer gül iliştirdiğini, sıbyan mekteplerinde okuyan çocukların her sabah hocalarına çiçek demetleri götürdüğünü aktarır. “Hasta dostlara zarif çiçek şişeleri içinde bir güzel karanfil, gül, zerrin yahut lale

gönderilerek hal hatır sorulurdu” diye öyle tatlı tatlı anlatır ki insanın o devirlere gidip yatak yorgan hasta olası gelir.

19. yüzyıl başlarında İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe, İstanbul’un yeşil korularını, çiçekli sokaklarını gördükten sonra “Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sah-nesini yazmadan önce Boğaziçi’ni görmüş olsa idi” diye hayıflanmaktan kendisini alamamıştır.

Shakespeare’e nasip olmamıştır belki ancak Türk yazarları, şairleri İstanbul’un çiçek ve ağaç manzarasından, kül-

türünden eserlerinde zengin bir dekor olarak yararlanmayı bilmişlerdir. Mesela Tanpı-

nar, Huzur’unda kahramanları Nu-ran’la Mümtaz’ı ağaçlar, çiçekler

hakkında konuşturur. Oturacak-ları evin bahçesinde hangi çi-çekler, hangi meyve ağaçları olmalıdır, bunların derdine düşürür onları. Badem, erik, şeftali, elma ağaçlarının çiçekleri ile insanın hayal dünyası arasında şairane bir bağ kurar.

Orhan Veli’nin şairane laf-lar etmek gibi bir kaygısı zaten yoktur. “Deli eder insanı bu dünya/Bu gece, bu yıldızlar, bu koku/Bu te-peden tırnağa çiçek açmış ağaç” der, üç küçük dize ile alır baharı, içimize bırakı-verir. Bu kadar. Dönüp ar-dına bakmaz, bir teşekkür beklemez.

Bir de Ramazan sevinci var-dır edebiyatımızda bahar sevincine eş. Batılı bir sey-yah, İstanbul’da Ramazan ayının gecesinin gündüz, gündüzünün gece gibi ya-şandığını hayran hayran anlatır. Halide Edip Adıvar,

böyle gecesi gündüz aydınlığında, neşesinde bir Ramazan gecesine misafir eder bizi Mor Salkımlı Ev’inde. İlk teravi-hine gidişini anlatır. Sütbabasının omzunda, Süleymaniye Camii’nin yolunda bir küçük kız olarak gördüklerinin res-mini çizer: Sokaklarda hareket halinde yüzlerce fener, bir ateş böceği kafilesi gibi camiye akan bir kalabalık…

Halide Edip, mahyayı da ilk kez o akşam görür. Ve öyle bir anlatır ki, onun duyduğu sevinci, dev bir adamın omuzla-rında her şeyi tepeden gören küçük bir çocuğun sevincini,

ran şerbetler tamamlar. Yakup Kadri, Hakkı Paşa’yı anlatırken İstanbul’un sosyal Paşa’yı anlatırken İstanbul’un sosyal hayatından da hoş bir kesit sunar. hayatından da hoş bir kesit sunar.

undaki Nu-ran da bu tipi, İstanbullu bir kadın olarak temsil eder.

türünden eserlerinde zengin bir dekor olarak türünden eserlerinde zengin bir dekor olarak türünden eserlerinde zengin bir dekor olarak yararlanmayı bilmişlerdir. Mesela Tanpı-yararlanmayı bilmişlerdir. Mesela Tanpı-

nar, Huzurran’la Mümtaz’ı ağaçlar, çiçekler ran’la Mümtaz’ı ağaçlar, çiçekler

hakkında konuşturur. Oturacak-hakkında konuşturur. Oturacak-ları evin bahçesinde hangi çi-çekler, hangi meyve ağaçları

Page 79: 1453 Dergisi 20. Sayı

EDEBİYAT VE İSTANBUL ÂDÂBI/ Gülsüm SEZGİN İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

77

iliklerimize kadar hissederiz: “Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiatüstü bir nur tecellisi idi. Ramazan’ı karşılayan bu nurdan yazı-lar, beni belki Belşazaar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı. Karanlık ve esrarlı dar sokakların içinde salınarak hareket eden o ışıkları o kalabalığın en boylu adamının omuzlarında seyrediyordum.”

Âdâptan doğan edebiyat: “Her İstanbullu az çok şairdir”

Edebiyatta İstanbul âdâbının, kültürünün yansımalarını artırmak, uzun uzun sıralamak mümkün. Ancak edebiyat ve İstanbul âdâbı dendiğinde âdâbı sadece edebiyatın malzemesi olarak incelemek meselenin bir tarafını eksik bırakmak anlamına gelecektir. İstanbul âdâbı, aynı zaman-da edebiyatın toprağıdır, neşet ettiği, neşvünema bulduğu iklimdir.

Mesela Yahya Kemal, hatıralarında musiki ile ilk kez bir ak-rabasının Sarıyer’deki musiki meclislerinde tanıştığını an-latır. Bir musiki üstadının isteği üzerine şarkı güftesi yazdı-ğından bahseder.

Yahya Kemal, kış boyu kaldığı bu akrabasını: “Bir sonbahar günü, eşyalarımı alarak, Boğaziçi vapuruna bindim, San-rı Yar’a çıktım; ikaamet edeceğim bu akraba evine gittim. Misafirliğimin daha ilk akşamı kendimi garip bir âlem için-de buldum” diye anlatır.

Akrabası İbrahim Bey’in oturduğu köşk, Yahya Kemal’in ifadeleriyle özetleyecek olursak; Sar Yar deresinin kena-rında, köyün bittiği noktada, sulara giden yolun üstünde, Boğaziçi taraflarında numûneleri çok görülen, ahşap yapı-lardan biridir. Alt katı selamlık, üst katı haremdir. Alt katın yerle beraber kafesli odalarından biri musiki meclisleri için ayrılmıştır. Burada İstanbul’un en önemli musiki üstatları toplanır, sazlar çalınır, şarkılar söylenir, sohbet edilir. Saray müdavimi olan sanatkârlardan sultan saraylarına dair fık-ralar dinlenir.

Yahya Kemal, Türk musikisine dair ilk merakının bu mec-lislerde başladığını anlatır: “Bu gecelerde ve bu fasıllarda dinlediğim Türk mûsikîsi bende derin tesir uyandırmış, ru-humu, kulaklarımı, vatanın her toprağından esdiğine inan-dığım seslerle doldurmuştu. Türk mûsikîsine dair ilk mera-kım, bu mûsikîye ait birçok şeyler öğrenmek isteyişim bu gecelerde başlamıştı.”

Yahya Kemal, Türkçenin zenginliği ve letafetini de İstan-bul’da konuşulan Türkçeyi dinledikten sonra keşfettiğini söyler: “Bu şehrin Türkçesi, İstanbul efendileriyle İstanbul hanımlarının konuşmaları, benim taşrada yetişmiş kulağı-ma birdenbire çok derin bir mûsikî gibi göründü. Türkçe-mizin, bütün vatanda işlendikten sonra, İstanbul’da niçin

1 Hadde: Erimiş madenlerden tel yapmak için kullanılan delikli aygıt. İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul, 2004, s. 182.

Dipnot

bu derece cazip bir dil seviyesine yükseldiğini anlamaya başladım.”

Bu ilk keşiften sonra Yahya Kemal, İstanbul’da konuşulan her kelimeye bir mücevher değeri biçtiğini ve idrake çalış-tığını anlatır. Şiirinde de bu dikkatin izlerini sürmek, yansı-malarını görmek mümkündür.

Tanpınar’a kalırsa zaten şair olmak için İstanbullu olmak kâfidir. Her İstanbullu biraz şairdir: “İstanbul’da bir nevi zevk inceliği, bir nevi sanatkârca yaşayış tarzı, hatta kendi nev’inde sağlam bir kültür olur. Her İstanbullu az çok şa-irdir, çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar ge-nişler.”

Kaynakça

A. Haluk Dursun, İstanbul’da Yaşama Sanatı, Ötüken Neş-riyat, İstanbul, 2000.

Ahmet Emre Bilgili (ed.), Şehir ve Kültür: İstanbul, Profil Ya-yıncılık, İstanbul, 2012.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, YKY, İstanbul, 2001.

Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, Elips Kitap, Ankara, 2008.

Murat Koç, Yeni Türk Edebiyatı’nda Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2005.

Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Akçağ, Ankara, 2009.

Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fe-tih Cemiyeti, İstanbul, 1997.

Orhan Pamuk, İstanbul: Hatıralar ve Şehir, İletişim Yayınla-rı, İstanbul, 2009.

Page 80: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 81: 1453 Dergisi 20. Sayı

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR

Adnan ÖZYALÇINERAraştırmacı, Yazar

Her türlü sohbetin (siyasal, toplumsal, dedikodusal) yapıldığı mahalle kahvelerinde de bir günlük gazete bulundurmak alışkanlığı vardı. O gazete akşama kadar masalarda elden ele dolaşırdı. Her kahvenin bir de radyosu vardı. Kimi büyük kahvelerde pikap da bulunur, plak çalınırdı. Kahvelerdeki radyolar genellikle ajans haberlerini dinlemek/dinletmek içindi. Şarkı türkü için pek açılmazdı.

Page 82: 1453 Dergisi 20. Sayı

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINERİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

80

Bizde kahve, Kanuni Sultan Süley-man (1520-1560) döneminde içil-meye başlandı. İlk kahve dükkânı/ kahvehane 1554/1555 yılında İstan-bul’da Tahtakale’de, Mısır Çarşısı’nın arkasındaki Tahmis denilen yerde, biri Şamlı, biri Halepli iki kişi tarafın-dan açıldı.

Salâh Birsel, Kahveler Kitabı’nda on-lardan şöyle sözetmiştir:

“İstanbul’da ilk kahvehaneler ise 1555 yılında açılmıştır. Peçevi, o yıl İstanbul’a Halep’ten Hakim adında bir herif, Şam’dan da Şems adında bir zârif geldiğini yazar. Bunlar Tahtaka-lede birer büyük dükkan açıp ‘kahve-furüşluk’a başlamışlardır. Keyiflerine düşkün kimi ‘yâranı safa’ özellikle ‘okur-yazar makulesi’nden nice zârif-ler buralarda toplanır olmuştur. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi sat-ranca gömülür. Kimilerinin getirdiği ‘nevgüfte’ gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları bir araya getirmek için ‘nice akçeler ve pullar’ sarf edip şölen yapanlar ar-tık burada bir iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelirler. Kadılar, müderrisler, bekarlar, işten atılmış memurlar, kısacası devlet büyükleri dışındaki herkes ‘Böyle eğlenecek ve gönül dinlenecek yer olmaz’ deyip kapağı buraya atarlar. Öyleki kimi za-man kahvelerde oturacak ve duracak yer bile bulunmaz.”

İlk kahve dükkânlarının açılışının ar-dından 1630 yılında kahve dükkanı sayısı, Evliya Çelebiye göre 55’i bul-muştur. Bunlarda 100 ocakçıyla çırak çalışmaktadır.

Bu dönemde İstanbul’da kahve satı-cı esnafı da ortaya çıktı. Gene Evliya Çelebi’ye göre bunlar büyük bezir-ganlar olup 300 depo (mahzen) sa-hibi 500 kişidirler. Bunların Mısır’la San’a’da ortakları vardır.

II. Selim (1566-1574) ile III. Murad (1574-1595) dönemlerinde İstan-bul’daki kahvehane sayısı 600’ü geçer.

III. Murat (1574-1595) ile I. Ahmet (1603-1617) dönemindeki kahvehanelere getirilen kısa süreli yasaklamalardan sonra IV. Murad (1623-1640) döneminde 1633 Büyük Yangını bahane edilerek kahvehaneler tümden kapatıldı. Kahve-hanelere getirilen yasaklardan biri de II. Mahmud (1808-1839) döneminde devlet sohbetinin (siyasetten söz etmenin) engellenmesi oldu.

Bütün bu kısa ya da uzun süreli yasaklamalar, kapatmalar, sohbet kısıtla-maları, kahvehanelerin yaygınlaşmasını engelleyemediği gibi, XX. yüzyıl başlarında artık entelektüel bir yapı kazanmasına da neden oldu.

İşlevlerine göre çeşitlenen semt, mahalle, esnaf, amele (işçi), kuşçu, sa-bahçı kahvelerine saz şairlerinin devam ettiği semavi kahveleri, ay-dınların, yazarların, gazetecilerin gittiği çalgılı kahveler, kıraat-haneler eklendi.

Ahmet Rasim bu çalgılı kahvelerden Şehzadebaşı Di-reklerarası’ndaki Mehmet Efendi ile Fevziye Kıraat-hanesi’nden söz eder. Besteci Tatyos Efendi’yi ilk defa Mehmet Efendi’nin kıraathanesinde tanı-mıştır. Kış aylarında mesireler kapalı olduğu için Cuma ile Pazar günlerini Fevziye Kıra-athanesi’nde geçirir.

Muharrir Şair, Edip adlı kitabında Ah-met Rasim, gazetelerden çekilen ya-zar ve şairlerin kıraathanelerde, çaycı dükkanlarında toplandıklarını yazar. Bunlardan Beyazıt’taki Serafim’in Kıraathanesi bir edebiyat salonudur. Kısa sürede bir basın merkezi haline gelen bu kahvede her türlü eski-ye-ni gazete, dergi koleksiyonlarıyla çıkmakta olan kitap ve dergilerin hepsi numarası numarasına bulu-nurmuş. Sözünü ettiği çaycı dükkâ-nıysa Çaycı Raşit’in dükkanıdır. Şair ve yazarların devam ettiği bu dükkanda alabildiğine okumaya, fikrini söyleme-ye, eleştiriler yapmaya izin vardır. “Çünkü Raşit merhum da şairlik taslardı.”

Kıraathanelerde dama, satranç, tavla, iskan-bil ve bilardo gibi oyunların oynandığını biliyoruz. Gene bu kahvelerin ramazan ay-larında halk sanatı gösterilerine (meddah, Karagöz, ortaoyunu) sahne olduğunu öğ-rendik. Ahmet Rasim, Kel Hasan’ı anlattığı bir yazısında bu komiğe çocukluk yıllarında Kızıltoprak’ta rastladığını belirterek “Ma-halle kahvelerinde tuhaflık ederek” halkı güldürdüğünden söz eder.

Her türlü sohbetin (siyasal, toplum-sal, dedikodusal) yapıldığı mahal-le kahvelerinde de bir günlük

Page 83: 1453 Dergisi 20. Sayı

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINER İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

81

gazete bulundurmak alışkanlığı vardı. O gazete akşama kadar masalarda elden ele dolaşırdı. Her kahvenin bir de radyosu vardı. Kimi büyük

kahvelerde pikap da bulunur, plak çalınırdı. Kahvelerdeki radyolar genellikle ajans haberlerini dinlemek/dinletmek içindi. Şarkı tür-

kü için pek açılmazdı.

Kahvelerin özellikle de mahalle kahvelerinin toplumsal iş-levleri olduğunu da söylemeden geçemeyiz.

Gençlik yıllarımda (1950-1960) ilgimi çeken kıraathane-lerden biri, son dönemlerine yetiştiğim Tepebaşındaki Kanun-ı Esasi Kıraathanesi’dir. Eski Dram ve Komedi Tiyat-rolarının karşısında, şimdiki Odakule’nin olduğu yerdeydi.

Darülbedayi (Şehir Tiyatroları) aktörlerinin de uğrak yeri ol-malıydı. Daha çok da eski diplomatlarla emekli memur-

ların devam ettiği bir yerdi. Orada günlük gazetelerin hepsi bulunurdu. Camın önünde yaşlılar, gazete-

lerini okurken ya da aralarında sohbet ederken daha genç olanları arka taraftaki bilardo ma-

sasının çevresinde toplaşırdı.

Son dönemlerine denk geldiğim bir kahve de Bab-ı âli (Ankara Caddesi) Yokuşu’n-daki Meserret Kıraathanesi’ydi. Sirkeci-ye inerken Gülhaneye çıkan Ebusuud Caddesinin köşesinde aynı adı taşıyan otelin altındaydı. Karşı köşedeyse Ha-lil Lütfü Dördüncü’nün Tan Matbaası bulunuyordu. Sabiha Sertel, Zekeriya Sertellerin sahibi olduğu Mahmut Yesari gibi dönemin yazarlarının ro-man ve yazılarının yayınlandığı ünlü Tan gazetesi orada basılırdı. Meser-ret’in karşı kaldırımında Remzi Kitabe-vi’yle İnkılap Kitabevi’nden başlayarak

Vakit Yurdu, İnsel, Ahmet Halit, Kanaat, Semih Lütfü gibi Bab-ı âli kitapçıları sı-

ralanıyordu. Bitişiğinde de Lütfü Erişçi’nin Üniversite Kitapevi vardı. Dolayısıyla taa

1912-1916 yıllarından başlayarak döne-min yazarlarıyla -eski deyimiyle muha-

rirleriyle- gazetecilerinin uğrak yeri olmuştur Meserret. Be-

nim bildiğim Tan gazetesinin düzeltmenlerinden biri olan Rıfat

Ilgaz, arkadaşları Sait Faik, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Fikret Ot-

yam, Salâh Birsel sık uğrayanlar arasındaydı.

Salâh Birsel, Kahveler Kitabı’nda Meserreti şöyle çizmiştir: “Salâh Birsel’in 1940 yılı gözlemlerine göre Meserret Kahvesi iki bölümdür. Kapıdan girince sağa yerleştiril-miş olan kanapeler kahveyi ikiye böler. Kapının karşı-sındaki ve soldaki bölüme daha çok tavla oyuncuları doluşur. Sağ köşede kahve ocağının önündeki bölümü

ise söyleşmeyi sevenler, yazılarını burada yazacak olanlar yeğler.”

Benim her iki kıraathaneyle geç dö-nemlerine yetiştiğim için pek ilişiğim olmadı.

Cumhuriyet’in düzeltme servisinde çalışmaya başladığım 1959-1960’lı yıllar ve sonrasında Nuruosmani-ye’deki İkbal Kahvesi (şimdi halıcı) yazar arkadaşlarla buluştuğumuz kahveydi.

İkbal, kıraathane havasında, sessiz sakin bir yerdi. İçinde öteki kıraat-hanelerdeki gibi iki bilardo masası bulunuyordu. Burada genellikle tav-la oynanırdı. Müşterileri daha çok gazete kitap okuyan gazetecilerle yazarlardı. Örnek vermek gerekirse ben şair Kemal Özer’le birlikte sa-bahları Varlık Yayınları kitaplarının düzeltilerini orada yapardım. Öğleye doğru da ikimiz Cumhuriyet’teki işi-mizin başına giderdik. Kahveye Edip Cansever, Ferit Öngören, Muzaffer Buyrukçu, A. Kadir, Yayıncı Enver Ay-tekin, Nurer Uğurlu, Orhan Kemal, Sennur Sezer gelirlerdi. İkbal Kahvesi Orhan Kemal’in yazıhanesi gibiydi. Mektupları oraya gelir, konuklarıyla orada randevulaşırdı. Sennur Sezer,

bulunuyordu. Sabiha Sertel, Zekeriya Sertellerin sahibi olduğu Mahmut Yesari gibi dönemin yazarlarının ro-man ve yazılarının yayınlandığı ünlü Tan gazetesi orada basılırdı. Meser-ret’in karşı kaldırımında Remzi Kitabe-vi’yle İnkılap Kitabevi’nden başlayarak

Vakit Yurdu, İnsel, Ahmet Halit, Kanaat, Semih Lütfü gibi Bab-ı âli kitapçıları sı-

ralanıyordu. Bitişiğinde de Lütfü Erişçi’nin Üniversite Kitapevi vardı. Dolayısıyla taa

1912-1916 yıllarından başlayarak döne-min yazarlarıyla -eski deyimiyle muha-

rirleriyle- gazetecilerinin uğrak

Buyrukçu, A. Kadir, Yayıncı Enver Ay-tekin, Nurer Uğurlu, Orhan Kemal, Sennur Sezer gelirlerdi. İkbal Kahvesi Orhan Kemal’in yazıhanesi gibiydi. Mektupları oraya gelir, konuklarıyla orada randevulaşırdı. Sennur Sezer,

Page 84: 1453 Dergisi 20. Sayı

82

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINERİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

her sabah, Varlık’taki işine giderken kahveye uğrar, orada sabahın erken saatlerinde yerini almış olan Orhan Kemal’le konuşup sohbet ederdi. Bir çeşit asistanlık görevi de vardı. Or-han Kemal Yeditepe’ye ya da Varlık’a vereceği öykülerini son tashihlerini yaptıktan sonra onunla gönderirdi. Öğleye doğru, Kapalıçarşı’daki dük-kânından Edip Cansever çıkagelirdi. Bir iki hoşbeşten sonra Orhan Kemal ile tavlanın başına çökerlerdi.

Marmara Kıraathanesi, Beyazıt’ta, otobüs durağında, set üstünde köşe-de bir yerdeydi. Karşı köşesinde Sim-keşhane yıkıntı olarak bulunuyordu. Merkez Üniversite ile Fen-Edebiyat Fakültesine yakın olduğu için doğal olarak üniversite hocaları, öğrencileri gelir giderdi. Bizim de (Onat Kutlar, Ferit Öngören, Hilmi Yavuz, Kemal Özer, Ülkü Tamer’le ben) oraya git-mişliğimiz, orada toplantı yaptığımız olmuştur. Bildiğim kadarıyla özel-likle Edebiyat Fakültesi hocalarıyla ahpablığı olan İsmet Zeki Eyüboğ-lu, bir de doktor şairlerimizden Halil İbrahim Bahar kıraathanenin sürekli müşterilerindendi. Öteki kıraathane-

dekiler gibi Marmara Kıraathane’sin-de de bilardo masaları vardı.

Beyazıt alanında, üniversitelerle iç içe olan kahvelerden biri de Küllük’müş. Salâh Birsel Kahveler Kitabı’nda orayı şöyle tarif etmiştir:

“Küllük Kahvesi Beyazıt Camii’nin Ak-saray’a bakan kapısı altında, kuytu, koltukaltı bir yerdir. Çınar ve atkes-tanelerinin serinliği altına sığınmıştır. Ortadan bir yol ikiye böler burayı. Sağda Emin Efendi Lokantası ve kah-venin kışlık salaşpurluğu vardır. Ne ki buranın müşterisi başkadır. Daha çok öğrencilerden oluşmuştur.”

Bu tariften sonra Küllük’e dönem dö-nem gelip giden yazarlara, üniversi-te hocalarına değinir. Kimler yoktur ki: Asaf Halet Çelebi’den Yahya Ke-mal’den tutun da Ahmet Hamdi Tan-pınar, Abidin Dino, Sabahattin Kud-ret Aksal, Suat Derviş, Ömer Faruk Toprak, Oktay Akbel, Sabahattin Ali, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhon Murat Arıburnu, Sait Faik, Orhan Veli’ye ka-dar. 1940’ta Abidin Dino’nun önder-liğinde kahvedeki yazarlarla şairlerin katıldığı “Küllük” adlı bir dergi de çı-karılır.

Ben Küllük’ün bu şaaşalı dönemi-ne yetişemedim. Çocukluğumdan beri, kimlerin niçin gelip gittiğini bilmeden, öğrenmeden ilgimi çeken Küllük, ben oraya gidecek, oradaki yazarların, sanatçıların arasına karı-şacak yaşa ve duruma geldiğimde yoktu.

1955’de üniversiteye başladığım yıl Küllük’ün yerini Çınaraltı’nın almış olduğunu gördüm. Çınaraltı, Beya-zıt Camii’nin arka bölümüyle Be-yazıt Devlet Kütüphanesi arasında iri atkestanesiyle çınar ağaçlarının gölgelediği dış avluda yer alıyordu. Sahaflardan geçilerek Kapalıçarşı’ya giden yol buradandı. Çınaraltı da Küllük gibi daha çok üniversite hoca-larıyla öğrencilerinin oturup sohbet ettiği bir kahveydi.

Biz genç yazarların ilk kez gözümüzü açtığı, belki de gözümüzün açıldı-ğı yerdir Çınaraltı. Ben, Kemal Özer, Konur Ertop, Doğan Hızlan, Onat Kutlar, Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Fe-rit Öngören, Ergin Ertem, Ercüment Uçarı, Önay Sözer, Asım Bezirci, Ülkü Tamer hemen her gün bir araya gelir; edebiyat, sanat, kültür, siyaset, poli-tika üstüne konuşur, tartışırdık. Asım

Page 85: 1453 Dergisi 20. Sayı

83

KAHVENİN TADI SOHBETİNDEDİR/ Adnan ÖZYALÇINER İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

Bezirci dışında hepimiz öğrenciydik. Kimimiz edebiyat kimimiz hukukta okuyorduk. Her gün olmasa da ara-da Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Edip Cansever, Adnan Işık, Ergin Günçe, Ece Ayhan, Yusuf Atılgan da yanımı-za gelip gider konuşmalarımıza, soh-betlerimize, tartışmalarımıza katılır-lardı. Öte yandan diğer masalarda Küllük’ten devreden Mikrimin Halil Hoca çömezleriyle oturur, Prof. İs-met Sungurbey Abdülbaki Gölpınarlı Hoca’yla gelirlerdi. İsmet Sungurbey, yalnızbaşına geldiğinde bize katılırdı.

Bütün bu siyasal, toplumsal, kültü-rel tartışmalar 1956 başlarında so-nucunu verdi. Cep harçlıklarımızdan ayırdığımız 10 liralarla “a Dergisi”ni çıkarmaya başladık. 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek olan derginin yayınla-nış amacı: “İnsanın yozlaştırılmasına ve kişi özgürlüklerinin baskı altında tutulmasına karşı çıkmak”tı. 1960 sonrasında dergi, ilk kitaplarımızın yayınlanacağı “a dergisi Yayınları”na dönüşecekti.

1960 sonrasında bir başka değişik-lik, Çınaraltı’ndan Yenikapı’ya Kemal Bey’in kısa zamanda gelişip büyüye-cek olan küçük balıkçı kahvesine ta-şınmak oldu.

Biz, Çınaraltı ekibinin yanı sıra öteki üniversite öğrencileri hukuktan Mü-nir Göker, mimarlıktan Mete Akalın, tıptan Oryal Demir, Gencay Gürsoy, tiyatrocu kimliği de olan Üstün Ko-rugan’la Sennur Sezer, Melisa Gür-pınar (Erdönmez) Egemen Berköz, Aydın Hatipoğlu, Afşar Timuçin, Eray Canberk, Atilla Özkırımlı gibi 1960 kuşağının şair ve yazarlarıyla Ali Poy-razoğlu, Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Gülsen Tuncer gibi konservatuvar öğrencisi tiyatrocularla daha da ka-labalıklaştık. Prof. İsmet Sungurbey, Behçet Necatigil, Memet Fuat arada bir bu öğrenci-sanatçı kalabalığın sohbetlerine ortak olurdu. Yenikapı Kahvesi’ne Metin Akpınar ile Zeki Alasya’nın da gelmişliği vardır.

Bu kahvenin öteki kahvelerden farklı bir yanı vardı. Orayı bir sanat, ede-biyat, kültür atölyesi saymak gerekir. Oyun oynanmayan bu kahvede bir okuma ya da ders çalışma bölümü olduğu gibi kahvenin bitişiğindeki marangozhanede Ali Poyrazoğlu ti-yatro gösterisi yapmıştır. İlk oyunu benim bir öykümden uyarlama son-raki ise Pireandello’dan kendisinin çevirdiği “Ağzı Çiçekli Adam”dı.

Gene bu kahvede her yılın başında eleştirmen Memet Fuat yeni çıkan kitapları tanıtırdı. Önay Sözer’in de

aynı kahvede felsefe üstüne konfe-rans vermişliği vardır.

Yazık ki 60’lı yılların ortalarında kah-veye langırt makinesi sokularak mertlik bozuldu. 60’lı yılların sonuna doğruysa öğrenciliği bitenler, mes-leklerinin başına geçenlerle bir da-ğılma oldu. Kahve kapanarak gazino haline getirildi.

Yenikapı Kahvesi’nin başına gelenler Kanun-i Esasi’nin, İkbal’in, Meser-ret’in, Marmara’nın da başına gel-miştir. Çınaraltı bile bir ara kapatıldı. Son dönemde yeniden açıldığında eski özelliğini çoktan yitirmiş, koko-reç pişirir olmuştu.

Sohbetinin tadı kahvesinin tadından iyi olan öteki kahveler de birer ikişer yitip gidiyor.

Şimdi sade (şekersiz), az şekerli, orta şekerli, yandan çarklı, okkalı/ağır, kallavi, tiryaki, dibek kahvelerinin yerini nescafe aldı. Kahvehanelerse Cafe’lerle Cafe-Bar’lara dönüştü.

Page 86: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 87: 1453 Dergisi 20. Sayı

Söyleşenler:

Elveda BAYRAKTAR, H. Halit ATLI

Sonbaharın ilk günleri… Doğma büyüme Kuzguncuklu Viktorya Hanım’ın kapısını çalıyoruz. Bizi büyük bir nezaketle karşılayıp Kuzguncuk İskelesi’ne bakan penceresinin önündeki masaya geçiyor kimilerinin ‘Viki’si, kimilerinin ‘Viki Ablası’… 70’ine merdiven dayayan, sağlık problemlerine ve erken yaşta kaybettiği eşinin onda bıraktığı hüzne rağmen bize gençliğini, güzel hatıralarını, eşiyle arasında saygı çerçevesinde geçen sevgi dolu güzel günleri, çocuklarını, Lakerdacı Cakito’yu, Can Yücel’i anlatıyor. Kalbinin güzelliği yüzüne, diline yansımış bu Kuzguncuklu hanımın İstanbul sevdası ise bambaşka. Yaşadığı yeri şöyle özetliyor: “Burası benim için dünyanın en güzel değişmeyen köyü”

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ

Page 88: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

86

Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

Ben doğma büyüme Kuzguncuklu-yum. Annem de öyle, babam da öyle. Bizim sülalemizin tümü Kuzgunuk’ta diyebilirim. Önce rahmetli babamı, arkasından annemi ve abimi kaybet-tim. Musevi olarak dünyaya geldim, Müslüman bir erkekle evlendim. İki tane oğlum var. Müslüman baba-dan dünyaya geldikleri için ikisi de Müslümanla evliler. Kuzguncuk İlko-kulu’nda okudum. Fakat rahmetli ba-bam o zamanlar çok okutma taraftarı değildi, ondan sonra okumadım. Bu-rada doğma büyüme olduğum için herkes 7’den 70’e beni çok iyi tanır. Kimi ‘Viki’ der, kimi ‘Viki Teyze’ der. Çocuklara yüzme öğretmişimdir. Yani onlarla haşır-neşirliğim çoktur. Yedi

düvelle aram iyidir. Yani diyebilirim ki kavgalı kimsem yoktur.

Peki aileniz hep İstanbul’da mı ya-şamış, yoksa daha önce atalarınız başka bir yerden mi gelmiş?

Hayır. Benim bildiğim, hatırladığım kadarıyla rahmetli babacığım da anneciğim de Türk vatandaşıydılar. Ondan öncekileri, anneannemi ben tanımadım, babaannemi tanımadım. Dolayısıyla o kadarını bilmiyorum. Ama bizler Türkiye Cumhuriyeti va-tandaşıyız kendimi bildim bileli, ba-bam annem hepimiz buralıyız yani. Ama çok eskileri bilemeyeceğim.

Babanız neyle meşguldü İstan-bul’da?

Benim babam mevsimlik çalışırdı, badana boya işleri yapardı. Onların yaz işi, biliyorsunuz biraz daha yo-ğun olurdu. Kışın biraz daha azalırdı, ama çok çalışkan bir adamdı. Yazın kazandığıyla idare ederdi. Sonra, mesela bu Musevi cemiyetinde bi-raz yardımcı olurdu. Bazen işsiz ol-duğunda değilse de para kazandığı zaman, vallahi billahi dalıyla muz ge-tirirdi. “Yiyin istediğiniz kadar” derdi, hayat böyle.

Evliliğinizden bahseder misiniz biraz?

Çok severek evlendim ben kocamla. Uzun bir aşk yaşadık. Hiçbir şekil-de engelimiz olmadı. Zaten babam rahmetli olmuştu. Annem dedi ki; “İstiyorsan olsun, Müslüman olması benim için fark etmez kızım, yeter ki sen mutlu ol.” İki çocuk büyüttük güle seve. Ve çok da mutlu olduk biz. Ama ben kocamı çok erken kaybet-tim. Rahatsızlandığında 60 yaşına gelmemişti. Allah ölümün erkenini kimseye nasip etmesin, ama benim yaşadığım huzurlu, güzel hayatı her-kese nasip etsin.

Musevi olmanız nedeniyle, gerek eşinizle gerek diğer mahalle sakin-leriyle hiç problem yaşadınız mı?

Hayır, hiç sorun olmadı. Ve yemin ediyorum size, buradan çıktığım za-man, fazla değil Köfteci Kadir’in ye-rine kadar gittiğimde biri gelir, “Viki Ablacığım nasılsın?”, “Viki Teyzeci-ğim nasılsın” der, biri sarılır, biri öper. Bir çocuk, “Viki Teyzem nasılsın, iyi misin?” der, öbürü de “Bana yüzmeyi sen öğrettin Viki Teyze” der. Çok da iyi yüzerdim. Ama işte hastalık… Yine buna da şükür. Hamdolsun diyorum. Allah bundan beter etmesin. Hayat güzel. Yaşamayı da seviyorum bu ha-lime rağmen.

Kuzguncuk’ta bayramlar, cenazeler, doğumlar gibi özel günler nasıl yaşa-nıyordu? Seremonileriniz var mıydı?

Bak şimdi ben sana güzelcecik an-latayım. Benim devrimden bahsedi-yoruz tabii. Annemin devri de çok güzeldi. Burada hiç kimse kimseden bir ayrımcılık görmedi. Buna inanın. Ben dört gözle beklerdim ki, Kurban Bayramı, Şeker Bayramı gelsin, ma-halledeki büyüklerimin gidip ellerini öpeyim diye. O zamanlar çok entere-sandı, şeker de verirler, para da verir-lerdi. Şekerden çok paraya giderdik, ne yalan söyleyeyim. Ya mendil verir-lerdi, ya bir şey yaparlardı. Aman on-lar da bize aynı saygıyı gösterirlerdi. Bizim bayramlarımızda onlar da bize gelir bayramlaşırlardı. Ve biz hep bir arada olduk. Ben bir gün kimseden kötü bir laf işitmedim.

Mahalle baskısı yok muydu yani? (gülüşmeler)

Hayır, asla. Yani samimi konuşuyo-rum, insanlık hali olabilir ama “Aman, Müslüman çocuğu kaptı” gibi bir şey de duymadım. Çünkü biz çok güzel, çok iyi anlaşıyorduk.

Bayramlarımızda mesela, ben kendi bayramımı bile zaman geliyor unu-tuyordum, gençlik de var tabii. Bana kızıyorlardı. Ben denize gideyim, gezmeye gideyim, nasılsa annem evde, bayramı kendileri kutlasınlar diye düşünüyordum. Ama açık konu-şayım, bizler Müslüman bayramlarını

Viktorya Temel

Page 89: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

87

kaçırmazdık. Çünkü harçlık alacağız, mendil alacağız, bütün davamız buy-du (gülüşmeler). Bizimkilerde öyle şeyler yoktu.

Bizim bayramlarımızda özel bir tat-lımız vardır. ‘Beyaz Tatlı’ derler. Bir bardak suyun içine bir kaşık şeker koyarsınız. O tatlıyı da tepsiye koyar-sınız. İnsanlar kaşıkla o tatlıdan alır, bardaklarının içine koyar, yavaş yavaş yerler. Bizde öyle pek para durumu olmadığı için ben kendiminkilerin hiçbirine gitmedim. Harçlık alacağım yerler vardı, oralara giderdim, Mesu-de Abla vardı Allah rahmet eylesin. Ve daha bir sürü kişi, benim bütün mahallem...

Biz dört gayrimüslim oturuyorduk Müslümanların arasında. Herkes de bizi çok severdi, biz de onları çok severdik. Bir gün olsun, hani bir laf vardır; ‘senin gözünün üstünde kaşın var’ gibi bir şey söylenmemiştir.

Kapı boşlukları vardı bir de, çocuk-ken orada evcilik oynardık, yeşillik-lerden kopartıp kopartıp güya ye-mek yapardık. Yani ben çok güzel bir gençlik geçirdim.

Eskiden Kuzguncuklu gençler bir araya gelir dans ederlermiş.

Yukarıda Rum Kilisesi var ya, onun karşısında bir tiyatro kurardık Ra-mazan’da bir gece. Ramazan eğlen-cesi tertiplerdik, bir tane de bayan oyuncuları bendim. Vallahi düşün, çingene rolüne çıkardım. Ben çok ce-

saretli, çok düzgün biriydim. Onun için erkek Fatma derlerdi bana. İki tane de açık sinema vardı, birinde de ben gişeciydim. Rahmetli eşimin motosikleti vardı o zamanlar. Gişede biletleri satarım, hesabı öderim, on-dan sonra da eşim -daha o zaman evli değiliz, konuşuyoruz- beklerdi, atlardım motosikletin üstüne, Mo-da’ya giderdik. Böyle çok güzel bir gençlik yaşadık. Gişeciliğim de çok enteresandır. Benden öyle “İki bilet” diye istemezlerdi. Mesela üç kişi ge-lirdi, “İki fasulye bir pilav” derlerdi, “Derhaaal!” derdim. Öyle esprili bir hayatımız vardı. Canım, çok mut-luyduk, art niyetimiz yoktu. Biz hep insanlarla iyi geçinmeye çalıştık. Fa-

kirlik de o kadar önemli değildi inanın buna. Şimdi-ki insanlar ayakkabının en kalitelisini istiyor. Mesela bildiğiniz bağcıklı ayakka-bılar vardı en ucuzundan, onu bile giyerken biz mut-lu oluyorduk. Biz bunları yaşadık gördük. Onun için de hoşgörülü olduk.

Özel günlerinizi anlatı-yordunuz...

Evet, mesela cenazede normal olarak kefenlemek Muse-vilerde vardır, ama Rumlarda en iyi giysilerini giydirirler, tabuta koyar-lar. Cenaze kilisenin ortasına konur, açıkta görürüsün onu. Ben her ikisi-ne de katıldım. Benim annem Rum-du. O bana dedi ki, “Kızım senden bir ricam var, beni Rum mezarlığına göm.” “Peki, anneciğim” dedim, “Ma-demki böyle istiyorsun.” Nur içinde yatsın, bana bir vasiyetti bu, ben de onu istediği şekilde gerçekleştirdim. Babam Musevi mezarlığında. Ben her Kurban bayramında, her Şeker bayramında çocuklarıma diyorum ki; “Nereye giderseniz gidin, beni bayramın birinci günü rahmetli ko-cama götüreceksiniz, oradan baba-ma götüreceksiniz, oradan anneme götüreceksiniz, ben hepsini ziyaret edeceğim, ondan sonra dönüp ge-

leceğim evime.” Eşim Nakkaştepe’de, mekânı cennet olsun. Rahmetli ba-bam yukarıda Musevi Mezarlığı var, buradan Fıstıkağacı’na çıkarken gö-rülür. Anneminki de, burada pazar kuruluyor ya, yokuştan çıkıyorsun orada. Biz de ilk önce Nakkaştepe’ye gidiyoruz, rahmetli kocamı ziyaret ediyorum. Oradan rahmetli babamı ziyaret ediyorum, oradan rahmetli annemi ziyar et ediyorum. Hepsine çiçeklerimi de koyuyorum, hepsine de bildiğim kadar dualarımı oku-

Köfteci Kadir’in Yeri

Viktorya Hanım’ın annesi

Kuzguncuk’tan bir görünüm

Page 90: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

88

yorum, ondan sonra da biraz deniz kıyısında oturuyorum, hava alıyorum ondan sonra da eve geliyorum. Yani böyle bir hayat yaşıyorum.

O zamanlar nerede oturuyordu-nuz?

Ben hep Kuzguncuk’ta oturdum, hiç ayrılmadım. Fıstıkağacı’ndan aşağı inerken bir taş ev vardır, tektir ora-da. Şimdi oranın karşısında da Dağ Hamamı diye geçen bir yer vardır. Oradaki taş evde dünyaya gelmişim. Ama çok küçükken buraya inmişim, şimdi Köfteci Kadir var ya, oraya. Orada yetiştim ben, genç kızlığı-mı filan orada yaşadım. Sonra bir ara bir pasaj gibi bir yer var, şimdi mobilya satılıyor, büyük oğlumu orada dünyaya getirdim, bu evde de küçük oğlum dünyaya geldi. Yani hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz vardı, oraya da gitmedim, isteme-dim. Buradan ayrılmadım. Orada da kooperatif vardı. Dedim ki eşime, “Sen sat kooperatifi, burada ne isti-yorsan yap, ben oralara gitmem.” O da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, buradan bir yerler baktık yani. Bu-radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem de. Benim için burası küçük bir köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-meye, Antalya’ya, Hatay’a, Çanakkale’ye de gittim.

Görmediğim yer kalmadı, ama nere-ye gidersem gideyim, kim ne derse desin, Buraya geldiğim zaman “Bu-rası benim için dünyanın en güzel değişmeyen köyü” diyorum. Çünkü ben burada insanların yakınlığına alışmışım, orada yoktu böyle şeyler.

Bir apartmanda oturuyorsunuz, ne acı bir şey, selam vermiyor insanlar. Burada da artık böyle.. Aynı apart-manın içinde on kişi oturuyorsunuz bir kapınızı çalan yok. Bu çok acı. Ben çok mutluyum bu oturduğum yerde. Benim karşımda şirket var. Çocukları benim elimde büyüdü, çocuklar ka-pımı vururlar, “Ay Viki Ablacığım bir şey istiyor musun?”, kimi ‘Viktorya’ der, kimi ‘Viki Ablacım’ der, sağolsun çocuklar. Onun üstünde bir şirket daha var. Onlar da kapımı çalarlar, “Yemek yaptık sana” derler, “Yeme-ğim var çocuklar” diyorum. Haftada bir kadınım var, temizliğimi filan yap-

tırırım. Yapabildiğim kadar kendim oturur ufak tefek bir şeyler yaparım. Öyle sürdürüyorum hayatımı. Al-lah’ın verdiği ömrü doldurana kadar.

Kuzguncukta eski ilişkiler hâlâ ko-runuyor yani?

Yavaş yavaş kaybediyoruz. Sebebini hiç bilmiyorum. Benim mesela bir sürü eşim dostum var, çoğu buradan gittiler. Öyle pişmanlar, öyle pişman-lar ki anlatamam sana. Bana telefon açıp “Dünyanın en akıllı insanı sen-mişsin, terk etmedin orayı” diyorlar. Ben ne terk edeceğim, bana ne! Ben gözümü burada açtım, burası benim vatanım. Benim hüviyetimde Türkiye Cumhuriyeti yazıyor, nereye gidece-ğim. Bana en huzur veren yer burası.

Gidenler nereye gittiler peki?

Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel yerlere gittiler. Şimdi burada toplam olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben aklımın ucuna bile getirmedim buradan gitmeyi.

8888

hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-hiçbir yere ayrılmadım. Bir iş dola-yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz yısıyla Çorlu’ya gitme durumumuz vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-vardı, oraya da gitmedim, isteme-dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da dim. Buradan ayrılmadım. Orada da kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, kooperatif vardı. Dedim ki eşime, “Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-“Sen sat kooperatifi, burada ne isti-yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O yorsan yap, ben oralara gitmem.” O da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, da yaptı aynı şeyi, sattı kooperatifi, buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-buradan bir yerler baktık yani. Bu-radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem radan hiçbir yere ayrılmam, gitmem de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir de. Benim için burası küçük bir köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-köy. Ben Kıbrıs’a da gittim gez-meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, meye, Antalya’ya, Hatay’a, Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim. Çanakkale’ye de gittim.

ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada ğim var çocuklar” diyorum. Haftada bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-bir kadınım var, temizliğimi filan yap-

Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir Bir kısmı Suadiye tarafına taşındı, bir kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı kısmı Göztepe’ye, Şişli’ye, bir kısmı Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a Kurtuluş’a, bir kısmı Yunanistan’a gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes gitti, bir kesim İsrail’e gitti. Herkes bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel bir yerlere gitti, daha elit, daha güzel yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam yerlere gittiler. Şimdi burada toplam olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-olarak çok azız. Sayıya vursan 10 ha-neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben neyi geçmez. Epey azaldık. Ama ben aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim aklımın ucuna bile getirmedim buradan gitmeyi.buradan gitmeyi.buradan gitmeyi.buradan gitmeyi.buradan gitmeyi.buradan gitmeyi.buradan gitmeyi.buradan gitmeyi.

Page 91: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

89

Geçmiş dönemlerdeki saygıyı bu-rada hâlâ görüyorsunuz yani?

Ben görüyorum. Şimdi bir köftecimiz var, Kadir. Ben Kadir’i çok severim. Benim ayaklarım rahatsız olduğu ve şiştiği için Kadir hemen bir iskem-le getirir, “Uzat Viki Abla ayaklarını” der. Ya ben ayağımı uzatırım, ama inanın 5 dakika sonra çekerim ayağı-mı. O bana bunu hürmet için yaptığı halde ben rahatsız oluyorum. Ben saygımı da çok iyi bilen bir insanım.

Otururum ama hiçbir zaman aşırı bir hareketim yoktur. Kadir benim çok sevdiğim evladım diyorum, bu kadar yakınım ben ona, ne yalan söyleye-yim.

Eskilerde bu saygı vardı, hakikaten insana değer veriyorlardı. Ama şu anda genci yaşlıya hürmet etmi-yor.

Şimdi ben size bir şey diyeceğim ço-cuklar. Şimdiki nesil biraz terbiyesiz yetişiyor. Bakın, benim en fazla git-tiğim iki-üç yer vardır: Eczane, Kadir, bir de Çınaraltı. Bir de Salon Kıraat-hanesi’ne kadar yürüyebilirim. Ve ye-min ediyorum ben herkesten saygıyı

görürüm Allah bin kere razı olsun. Bazen Çınaraltı’na iniyorum. Zaten giderken çok zorlanıyorum. Karşım-da mesela Serdar vardır, merdiven-den indim mi gelir, hemen yardımcı olur. Gençlere bakıyorum, bankta oturuyorlar, bir Allah’ın kulu da “Gel teyzeciğim” demiyorlar. Seni görü-yorlar, kafa çeviriyorlar. Şimdiki nes-lin biraz küstahlığına veriyorum ben. Bazen bakıyorum, olacak gibi değil, Çınaraltı’nda “Evladım bir yüksek is-kemle verin bana” diyorum. Hemen bana bir iskemle getiriyorlar oturu-yorum. Benim de oturacağım vakit taş çatlasa 1-2 saattir.

Çocukluğunuza dair unutamadığı-nız bir hatıranız veya yaşadığınız ilginç şeyler var mı?

Hiçbir hatıramı unutmadım çocuklar, bunu desem inanır mısınız? Çünkü çok güzel geçti.

Mesela ilk aklınıza ne geliyor ço-cukluğunuzla ilgili?

Şöyle söyleyeyim, bizde o zamanlar dokuztaş vardı şimdi bilgisayardan başka oyun yok. Bir ip gererdik, vo-leybol oynardık. İp atlardık, iki kişi çevirir, bir oradan bir buradan tu-tardık. Bizim çocukluğumuzda biz bunları yaşadık. Şimdiki nesil bunları bilmiyor bile.

Mesela ben çocukluğumda Kuzgun-cuk’ta denize girerdim. İnsanlar ora-

da denize giremezler, çünkü akıntı var, korkarlar. Ama ben girdiğim za-man “Viki Abla girdiyse o zaman biz de gireriz” derlerdi. Bir de hiç unut-madığım olay şudur:

Ben biraz cesaretli bir insandım. Bu iskeleye (Kuzguncuk İskelesi) vapur yanaşırdı. Mayomun üstüne, böyle boynumda askılı bir şey giyip, o za-manlar öyle modaydı, denize gider-dim. Ben normal bir şekilde vapura binerdim, kaptan köşküne çıkardım. Düşünün kaptan beni kovalardı, “Kı-zım insene” diye. “Ya bir şey yapa-cağım” derdim. Hâlbuki oradan geri kısmına, o kadar da cesaretimiz vardı ki, balıklama denize atlardık. Ve kap-tanın da bir düdüğü vardı, hiç unut-muyorum, o düdükle kovalardı bizi. Bazen gidemediğimiz zaman olurdu. Şurada kenarda beklerdik, tanırdık o vapuru. Kaptan da tanırdı bizi. Sonra biz de bir düdük almıştık. O vapuru gördüğümüz zaman, tam iskeleden kalkarken, “Düdük kaptan” diye şaka yapardık. Adam bize “Bir yakalarsam sizi” derdi. Denize bu şekilde evlen-meden önce de, evlendikten sonra da girdim.

Evlendikten sonra mı? Epey cesa-retliymişsiniz. (gülüşmeler)

Yaptım yaptım. Benim kocam dünya iyisi bir insandı. “Ben denize gidiyorum Çetin” derdim, “Tamam anam, hadi güle güle” derdi. Bir bakardım, o da nur içinde yatsın, mekânı cennet ol-sun inşallah, ‘şimdi bunlar acıkmış-tır’ diye ekmek-ler yapar, bir de böyle büyük şişeye ayran koyar getirirdi. Yalnız bana değil, deniz-deki bütün arkadaşlarımıza

Geçmiş dönemlerdeki saygıyı bu-Geçmiş dönemlerdeki saygıyı bu-

Ben görüyorum. Şimdi bir köftecimiz Ben görüyorum. Şimdi bir köftecimiz Ben görüyorum. Şimdi bir köftecimiz var, Kadir. Ben Kadir’i çok severim. var, Kadir. Ben Kadir’i çok severim. Benim ayaklarım rahatsız olduğu ve Benim ayaklarım rahatsız olduğu ve şiştiği için Kadir hemen bir iskem-şiştiği için Kadir hemen bir iskem-le getirir, “Uzat Viki Abla ayaklarını” le getirir, “Uzat Viki Abla ayaklarını” le getirir, “Uzat Viki Abla ayaklarını” der. Ya ben ayağımı uzatırım, ama der. Ya ben ayağımı uzatırım, ama inanın 5 dakika sonra çekerim ayağı-mı. O bana bunu hürmet için yaptığı mı. O bana bunu hürmet için yaptığı mı. O bana bunu hürmet için yaptığı halde ben rahatsız oluyorum. Ben halde ben rahatsız oluyorum. Ben saygımı da çok iyi bilen bir insanım. saygımı da çok iyi bilen bir insanım. saygımı da çok iyi bilen bir insanım. saygımı da çok iyi bilen bir insanım.

da denize giremezler, çünkü akıntı da denize giremezler, çünkü akıntı da denize giremezler, çünkü akıntı da denize giremezler, çünkü akıntı var, korkarlar. Ama ben girdiğim za-var, korkarlar. Ama ben girdiğim za-man “Viki Abla girdiyse o zaman biz de gireriz” derlerdi. Bir de hiç unut-de gireriz” derlerdi. Bir de hiç unut-madığım olay şudur: madığım olay şudur: madığım olay şudur:

Ben biraz cesaretli bir insandım. Bu iskeleye (Kuzguncuk İskelesi) vapur iskeleye (Kuzguncuk İskelesi) vapur yanaşırdı. Mayomun üstüne, böyle yanaşırdı. Mayomun üstüne, böyle boynumda askılı bir şey giyip, o za-boynumda askılı bir şey giyip, o za-boynumda askılı bir şey giyip, o za-manlar öyle modaydı, denize gider-manlar öyle modaydı, denize gider-dim. Ben normal bir şekilde vapura dim. Ben normal bir şekilde vapura binerdim, kaptan köşküne çıkardım. binerdim, kaptan köşküne çıkardım. Düşünün kaptan beni kovalardı, “Kı-Düşünün kaptan beni kovalardı, “Kı-Düşünün kaptan beni kovalardı, “Kı-zım insene” diye. “Ya bir şey yapa-zım insene” diye. “Ya bir şey yapa-zım insene” diye. “Ya bir şey yapa-zım insene” diye. “Ya bir şey yapa-cağım” derdim. Hâlbuki oradan geri cağım” derdim. Hâlbuki oradan geri cağım” derdim. Hâlbuki oradan geri cağım” derdim. Hâlbuki oradan geri kısmına, o kadar da cesaretimiz vardı kısmına, o kadar da cesaretimiz vardı

8989

Evlendikten sonra mı? Epey cesa-Evlendikten sonra mı? Epey cesa-Evlendikten sonra mı? Epey cesa-Evlendikten sonra mı? Epey cesa-Evlendikten sonra mı? Epey cesa-Evlendikten sonra mı? Epey cesa-Evlendikten sonra mı? Epey cesa-Evlendikten sonra mı? Epey cesa-retliymişsiniz. (gülüşmeler)retliymişsiniz. (gülüşmeler)retliymişsiniz. (gülüşmeler)retliymişsiniz. (gülüşmeler)retliymişsiniz. (gülüşmeler)retliymişsiniz. (gülüşmeler)retliymişsiniz. (gülüşmeler)retliymişsiniz. (gülüşmeler)

Yaptım yaptım. Benim Yaptım yaptım. Benim Yaptım yaptım. Benim Yaptım yaptım. Benim Yaptım yaptım. Benim Yaptım yaptım. Benim Yaptım yaptım. Benim kocam dünya iyisi bir kocam dünya iyisi bir kocam dünya iyisi bir kocam dünya iyisi bir kocam dünya iyisi bir kocam dünya iyisi bir insandı. “Ben denize insandı. “Ben denize insandı. “Ben denize insandı. “Ben denize insandı. “Ben denize insandı. “Ben denize insandı. “Ben denize gidiyorum Çetin” gidiyorum Çetin” gidiyorum Çetin” gidiyorum Çetin” gidiyorum Çetin” derdim, “Tamam derdim, “Tamam derdim, “Tamam derdim, “Tamam anam, hadi güle güle” anam, hadi güle güle” anam, hadi güle güle” anam, hadi güle güle” derdi. Bir bakardım, o derdi. Bir bakardım, o derdi. Bir bakardım, o derdi. Bir bakardım, o da nur içinde yatsın, da nur içinde yatsın, da nur içinde yatsın, da nur içinde yatsın, da nur içinde yatsın, da nur içinde yatsın, da nur içinde yatsın, mekânı cennet ol-mekânı cennet ol-mekânı cennet ol-mekânı cennet ol-mekânı cennet ol-sun inşallah, ‘şimdi sun inşallah, ‘şimdi sun inşallah, ‘şimdi sun inşallah, ‘şimdi sun inşallah, ‘şimdi bunlar acıkmış-bunlar acıkmış-bunlar acıkmış-tır’ diye ekmek-tır’ diye ekmek-tır’ diye ekmek-ler yapar, bir de ler yapar, bir de ler yapar, bir de böyle büyük böyle büyük şişeye ayran şişeye ayran koyar getirirdi. koyar getirirdi. koyar getirirdi.

değil, deniz-değil, deniz-değil, deniz-

arkadaşlarımıza arkadaşlarımıza arkadaşlarımıza

Viktorya Hanım’ın torunu

Viktorya Hanım’ın eşi Çetin Bey

Page 92: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

90

dağıtırdı. Bana derlerdi ki, “Ya ne iyi bir kocan var.” Ben de, “Susun nazar değdirirsiniz, dilinizi ısırın” derdim. Bir gün bile engellemedi. Ama ben de haddimi bildim. Ben ona hayatım boyunca bir leke ya da bir söz ge-tirtmedim. O kadar dengeliydim ki, zaten cesaret de edemezdi kimse. Epey güzel günler yaşadım ben bu-rada. Hâlâ da yaşıyorum.

Eşinizden çok güzel bah-sediyorsunuz.

Çok güzel bir hayat yaşadım ben onunla. Beni üzmedi hiç, ben de onu üzmedim. Bir de-diğimi ne o iki etti, ne de ben onunkini. Eşim hastayken bile iki-üç günlüğüne denize girip çıkıyordu, tatil yapıyorduk, ge-liyorduk. 15 sene yaşattım ben onu sevgiyle. Diyalize giriyordu, çıkıyordu. İnanın öldüğü gün, hiç unutmuyorum suratıma dokundu, “Hayatta hiç sıkıntı yaşama inşallah” dedi bana. Dedim “Sen iyileş, ben sıkıntı da yaşasam katlanırım.” Sonra hastalığına teşhis kondu, bilmem ne ameliyat da oldu, ama sonra kaybet-tik.

Ben her sene kocamın mevlidini ya-parım evde. Çocuklarıma da söyle-dim, “Bakın ben yaşadığım sürece, ölene kadar bunu yaparım, siz de yapın” diyorum. Onlar ben öldükten sonra yaparlar mı yapmazlar mı onu bilemem. Keşke sürdürülse, bir in-sanın hatırlanması çok güzel. Yemin ediyorum, zamanı geldiğinde onu yaptıktan sonra rahatlıyorum. Çünkü iyi bir babaydı, iyi bir kocaydı, iyi bir insandı. Bunları benim ona yapmam gayet doğal. Vazifem bu benim.

Dini vecibelerinizi yaparken hav-raya mı giderdiniz, yoksa evde mi yapardınız?

Şimdi bak yavrum, gülmeyin sakın bana, benim rahmetli anneciğim Rum’du. Rahmetli babam Musevi’ydi, yani ben melezim. Ayrıca Müslüman biriyle evlendim. Üç dini de biliyo-rum yani. Ama bana desen ki, hangi-sini tatbik ettin? Bir tek Müslümanlığı bilirim, yani o dine dönmedim ama dini vecibelerinin hepsini bilirim. Ko-camla evli olduğum sürece ne gere-kiyorsa hepsini yapmışımdır. “Oruç tutacak mısın Çetincim”, “Yıkanacak mısın” diye sorar her şeyini hazır-lardım. Abdest almayı öğrendim. Bir mevlide giderim tanıdığımsa, gide-mezsem iki elimi açar dua ederim buradan. Allah’a son derece inancım vardır çocuklar, her dine de saygım vardır. Bana derlerdi ki “Sen ne biçim bir insansın, Musevi misin, Rum mu-sun, Müslüman mısın?”. “Ben Allah’ın bir kuluyum” diyordum, bir de Türk vatandaşıyım, herkese saygı duyu-yorum. Herkesin inancı ayrı yavrum. Ama herkes benim gibi değil.

Ben çok gerçekçiyim seni de kan-dırmayacağım. Ben yataktan kalkı-yorum, “Bismillahirrahmanirrahim, sen Allah’ım beni koru” diyorum. Yatarken aynı şekilde, banyo yapar-

boyunca bir leke ya da bir söz ge-tirtmedim. O kadar dengeliydim ki, zaten cesaret de edemezdi kimse. Epey güzel günler yaşadım ben bu-rada. Hâlâ da yaşıyorum.

diğimi ne o iki etti, ne de ben onunkini. Eşim hastayken bile iki-üç günlüğüne denize girip çıkıyordu, tatil yapıyorduk, ge-liyorduk. 15 sene yaşattım ben onu sevgiyle. Diyalize giriyordu, çıkıyordu. İnanın öldüğü gün, hiç unutmuyorum suratıma dokundu, “Hayatta hiç sıkıntı yaşama inşallah” dedi bana. Dedim “Sen iyileş, ben sıkıntı da yaşasam katlanırım.” Sonra hastalığına teşhis kondu, bilmem ne ameliyat da oldu, ama sonra kaybet-tik.

Ben her sene kocamın mevlidini ya-parım evde. Çocuklarıma da söyle-dim, “Bakın ben yaşadığım sürece, ölene kadar bunu yaparım, siz de yapın” diyorum. Onlar ben öldükten sonra yaparlar mı yapmazlar mı onu bilemem. Keşke sürdürülse, bir in-sanın hatırlanması çok güzel. Yemin ediyorum, zamanı geldiğinde onu yaptıktan sonra rahatlıyorum. Çünkü iyi bir babaydı, iyi bir kocaydı, iyi bir insandı. Bunları benim ona yapmam gayet doğal. Vazifem bu benim.

diğimi ne o iki etti, ne de ben onunkini. Eşim hastayken bile iki-üç günlüğüne denize girip çıkıyordu, tatil yapıyorduk, ge-liyorduk. 15 sene yaşattım ben onu sevgiyle. Diyalize giriyordu, çıkıyordu. İnanın öldüğü gün, hiç unutmuyorum suratıma dokundu, “Hayatta hiç sıkıntı yaşama inşallah” dedi bana. Dedim “Sen iyileş, ben sıkıntı da yaşasam katlanırım.” Sonra hastalığına teşhis kondu, bilmem ne ameliyat da oldu, ama sonra kaybet-

Eşinizden çok güzel bah-

Çok güzel bir hayat yaşadım ben onunla. Beni üzmedi hiç, ben de onu üzmedim. Bir de-

ameliyat da oldu, ama sonra kaybet-

Çok güzel bir hayat yaşadım ben onunla. Beni üzmedi hiç, ben de onu üzmedim. Bir de-diğimi ne o iki etti, ne de ben onunkini. Eşim hastayken bile iki-üç günlüğüne denize girip çıkıyordu, tatil yapıyorduk, ge-liyorduk. 15 sene yaşattım ben onu sevgiyle. Diyalize giriyordu, çıkıyordu. İnanın öldüğü gün, hiç unutmuyorum suratıma dokundu, “Hayatta hiç sıkıntı yaşama inşallah” dedi bana. Dedim “Sen iyileş, ben sıkıntı da yaşasam katlanırım.” Sonra hastalığına teşhis kondu, bilmem ne ameliyat da oldu, ama sonra kaybet-

Page 93: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

91

ken aynı şekilde, sokağa çıkarken, eve girerken hep besmeleyle giri-yorum, besmeleyle çıkıyorum. Ve de inan, “Allah’ım ben sana kendimi emanet ediyorum, sen beni bundan beter etme, hamdolsun çok şükür bugünüme” diyorum. Ezan okundu-ğu zaman kendi bildiğim kadarıyla, “Allah’ım sen bana bunu nasip et” derim, ama o duaları filan hiç bilmi-yorum, kendiminkini de bilmiyorum, anneminkini de bilmiyorum. Hiçbi-rini bilmiyorum. Biraz ateist miyim neyim tövbeler olsun (gülüşmeler). Ben kendimi methetmeyeyim ama kalbim çok iyidir. Karşıdan biri bazen para ister, bir yere gidecektir, kimse vermez, Serdar’a seslenirim, “Serdar para mı istiyor, bir yere mi gidecek Serdar, ver” derim. “Verdim abla yet-miyor” deyince, “Bunu da benden ver” derim. Mümkün olduğu kadar yardım ederim. Yalnız sağlam olup da çalışmayana vermem. Ama has-ta olup da ayağı rahatsızsa, gerçek-ten hissediyorsam ki onun ihtiyacı var, ona veririm. Geçenlerde baktım, bir adam var tekerlekli sandalyede, ayakları nasıl hasta biliyor musunuz çocuklar, yara bere içinde. Derhal, hiç şey yapmadan verdim. Allah da dedim acil şifalar versin. Hastalığa da çok önem veririm, çok da üzülürüm. Kendim de hastayım, başkasının has-talığına da çok üzülürüm.

Eskiden bir çocuğu sokaktaki her-kes büyütürmüş, onun yetişmesin-de bakkalın kasabın da etkisi olur-muş. Ya da bir fenalık yaramazlık

yaptığında onların da kulağını çekme hakkı olurmuş. Bugün ise bir çocuğa ailesinden başka kimse karışamıyor.

Şimdi hayatım bak sana şu kadarını söyleyeyim, güzel komşular, çocuk yaramazlık yaptı mı onu ikaz eder-lerdi. “Oğlum niye böyle yapıyorsun, yapma oğlum” derlerdi. İcabında karnı açsa yemek de verirlerdi. Me-sela çoğu evlerimizin kapıları açıktı, bizde hiç kilit olayı olmadı, inanın buna. Biz hırsızlığın ne olduğunu bil-miyorduk. Eskiden kapılarda ip vardı. İpi geçer girerdiniz. Herkesin kapısı açıktı. Mesela gidersin, “Lütfiye Tey-ze bir bardak su verir misin?”, “Geç kızım iç” derdi. Ya da herhangi bir komşumuzun çocuğu, bakarsın, mi-sal “Karnın aç mı oğlum” dersin, bir ekmeğin arasına bir şey koyar verir-sin. Böyle de dostluklarımız oldu.

Aile toplantılarınız, özel günleri-niz, kendinize has yemekleriniz var mı, hâlâ devam ediyor mu?

Gayrimüslimlerde var. Onların bel-li bayramları var, duymuşsunuzdur mesela bir hafta mesela ekmek ye-mezler, Hamursuz yerler. Hamursuz yedikleri zaman özel yemekler yapı-lır. Ama normal zaman ekmeklerini yerler.

Mutfak kültürünüzden bahsedebi-lir misiniz?

Mutfağımızda her şey var, yalnız bir tek şey ayrıdır, et özel bir kasaptan alınır. Yoksa bildiğiniz fasulye, pıra-sa, lahana, bunların hepsini yersiniz. Ama et belirli yerlerde, mesela bir tane Kuledibi’nde vardır, Kadıköy’de vardır, oradan alınır. ‘Koşer’ derler onlar. Bir de Hamursuz bayramında kek için hamursuz unu vardır. Ondan yaparlar. Bu bir hafta sürelidir. Ama diğer zamanlar, salatası, balığı, ne aklınıza geliyorsa her şeyi bildiğiniz gibidir. Tabii herkesin değişik yemek tarifleri var. Duymuşsunuzdur belki, Musevilerin meşhur bir balığı vardır, gelincik balığı, kaygan olur. Bu balığı

erikle yaparlar, harika olur.* Bildiğiniz ekşi erik. Kefal balığını da yumurta-lı limonlu yaparlar. Birkaç tane de-ğişik yemekleri vardır. Benim şimdi tanıdıklarım var, eğer gelincik balığı varsa bana getirirler, ben onu pişiri-rim, çocuklarım da yerler. Ben bunu ailemden gördüğüm için yapıyorum. Tabi şimdi herkesin ağız tadı başka, ben annemden gördüm, benim o ağız tadım var.

Hâlâ görüştüğünüz arkadaşlarınız var mı?

Var. Mesela sağlık ocağının arkasın-da çok şeker bir arkadaşım var, dün-ya iyisi biri. Hep görüşürüz onunla. Sağlık ocağından çıkarım, o “Canım hoş geldin” der, kahvaltı hazırlar. Kan verdiğim için aç gidiyorum, orada kahvaltımı ederim, bazen de o bana gelir. Çocukluk arkadaşımdır. Sağlık ocağının arkasında böyle süslü bir ev, çiçekler asılı.

Kuzguncuk’un, rahmetli oldu, meş-hur Lakerdacısı Cakito vardı. Hani bilirsiniz, Lakerda tuzlu balık, kırmı-zı soğanla böyle küçücük tezgâhları olurdu, ışıklı. Cakito, Lakerdayı dilim dilim keser, kırmızı soğanla birlikte tartıyla satardı. Cak’a Cakito derdik. Bizler sevdiğimiz kişilere ilaveler ko-

Page 94: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

92

* E.N.: ‘Gaya kon avramila’ ismiyle anılan bu yemeğin Museviler için özel bir öne-mi vardır.

yarız. Sibel’sin mesela Sibelciğim olursun, Vikiciğim olursun, o şekil-de. Bazen gelirdi, sesi de çok güzel-di. Yemek yedirirdik ona, çünkü biz altlı üstlü otururduk onunla. “Hadi Cakito” derdim, “Bir gazel at da din-leyelim.” Bir gazel atardı, çok güzel sesi vardı. Ve bu adam çok zengin

bir adam değildi, kediye köpeğe son derece düşkündü. Kaşar peyniri alır, kendi yemez, kedilere köpeklere ye-dirirdi, böyle de bir adamdı.

Avram’ı bilirsiniz, o da burada. Yani birkaç tane Ermeni, birkaç tane Mu-sevi kaldı. 10-12’yi geçmez burada kalan. Bir arkadaşım var, çocukluk arkadaşım. Evlendi, Kurtuluş’a gitti, şimdi bir gidersiniz oraya, ne güzel ev, hemen size “Otur bir kahve ya-payım” der. Böyle de samimiler yani. Eski komşuluk devam ediyor, çok da seviliyorlar. Severler çok ikramı. Me-sela vişne likörü, ondan ikram eder yanına bir kahve getirir. Yani güzel dostluklar devam ediyor burada ka-lanların arasında. Ama ben inşallah bu dostluğu yalnız kendi grubumla değil, tüm Müslüman arkadaşlarla yaşıyorum, 7’den 70’e.

Viktorya Hanım, sizin güzelliğiniz, iyi kalpliliğiniz insanları da etkili-yor.

Ay sağ olasın, kalmadı be yavrum, güzeldim. Gerçekten güzeldim ama tabii ki artık kalmadı, aynalar yalan

konuşmuyor. Ama Allah’ıma binlerce şükür, mecbur kalmadıkça kimseyi kırmak istemiyorum. Ama bamteli-me basarlarsa bir iki laf söyleyebili-yorum, ama o da ender. Çünkü ben her zaman diyorum, ben kimseye dokunmayayım kimse de bana do-kunmasın. Güzellikten başka, iyilik-ten başka ne var ki bu dünyada, bir tek tatlı söz kalıyor.

Bu arada, pencerenizden Kuzgun-cuk İskelesi’ni ve hemen yanında Can Yücel’in ziyaretleriyle meşhur kafeyi görüyoruz. Kendisiyle tanı-şıyor muydunuz?

Tabii tanırım, kızını da karısını da. Fıs-tıkağacı’na çıkarken Can Yücel’in çok güzel bir evi vardı. Bir kızı vardı, Su Yücel. Biz onunla da çok yüzdük, Can Baba’yla da çok yüzdük. Burada, bu Mavili’nin yanında bizim çok güzel şeylerimiz oldu. Güler Abla, kulakları çınlasın, bizler orada resmen bir aile gibiydik. Can Baba, biliyorsunuz ka-lın sesi (taklit ederek) bwa bwa bwa filan.. Bir de o biraz da rahat konuşan bir insandı, pek çekinmezdi. Biz de onu çok severdik. Çocuklarım daha küçüktü. “Bana bakın” dedi, “Evlen-diğiniz zaman sizden zengin bir ka-dın alın ki yaşayasınız.” “Can Baba sen öyle mi yaptın?” dedim, “Yok ya yapmadım, keşke yapsaydım”, dedi. Yani esprisi olan, kalın tok sesli, ama düzgün bir insandı. Çok güzel şiirleri vardır.

Sohbetimizin sonuna geliyoruz ama dikkatimizi çeken bir şey var, bahsetmeden geçemeyeceğiz. Ko-

nuşmanız çok güzel bir Türkçe, hiç pürüz yok maşallah (gülüşmeler)

Güzel değil mi? Sokağa çıksam, beni tanımayan kişiye Viktorya, Viki değil de Ayşe’yim desem, hiç kimse anla-maz benim Musevi olduğumu. Ama bu yalnız bende çocuklar, dikkat edin. Leman Hocam vardı, nur içinde yatsın. O da bana öyle derdi. “Ya bu kadar kişisiniz, biriniz Viktorya gibi konuşamıyorsunuz” derdi. Türkçem hep pekiyiydi.

Benim bir halamın kızı vardır, çok da severim. Babası Müslümandı onun da, benim halamla evliydi, onun bile hafif kayıyor şivesi.

Mesela sağlık ocağının orada oturan arkadaşımın Musevi olduğunu he-men anlarsınız. Çok muntazam ko-nuşanlar da var. Ama ben güzel ko-nuşuyorum, bunu çok iyi biliyorum.

Dipnot

Kuzguncuk’un meşhur lakerdacısı Cakito

Kuzguncuk’ta Can Yücel’in müdavimi olduğu kafe

Page 95: 1453 Dergisi 20. Sayı

KUZGUNCUK’TA BİR ÖMÜR: VİKTORYA HANIM’LA SÖYLEŞİ İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

93

Page 96: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 97: 1453 Dergisi 20. Sayı

KİBAR ENDİŞELERÇAĞI

Ayşe SEVİMŞair, Yazar

İnsan “biz” kavramıyla “ben” kavramı arasındaki dengeyi yitirdiği için samimiyeti kaybetti. Dış görünüşü gıcır gıcır fakat ruhu paslı insanoğulları olarak yaşamaya çalışıyoruz. Savaşları, işkenceleri, doğanın uğradığı yıkımı doğrudan “beni” tehdit etmediği için umursamıyoruz. Samimiyetle üzülmüyoruz. Kibarca endişeleniyoruz.

Page 98: 1453 Dergisi 20. Sayı

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİMİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

96

Çocukken annemle trene bindiğimiz zamanları hatırlıyorum. Tren düdü-ğünü, insanların koltuklara yerleş-mesini, kadınların hazırladığı yolluk poşetlerini... Ufak sarı renkli poğa-çalar, şişelere doldurulmuş ev yapı-mı ayranlar, un kurabiyeleri, elmalar, mandalinalar… Yolculuğun ilk saatle-rinin ardından huysuzlanmaya başla-yan çocuklar için bu poşetler yavaş yavaş açılırdı. Anneler kendi çocukla-rına yiyecek bir şeyler verirken mu-hakkak karşı koltukta oturan yabancı çocuklara da bu yiyeceklerden ikram ederlerdi. Bu farklı yaşlardaki, farklı kilolardaki, farklı boylardaki kadın-ların hiçbiri bize yiyecek uzatırken “Alır mısın” diye sormazdı. Hepsi söz birliği etmişçesine “Al bakalım, al al öyle bir tane alma heh çok al” der-lerdi. Biz de minik ellerimizi özgürce poşetlere sokup çıkarırdık. O uzun seyahatlerde kimse “ya yiyeceğim biterse” diye düşünmezdi. Bir kadı-nın getirdiği yiyecekler bitse başka bir kadın çantasından çıkardığı poşet devreye girerdi. Futbol maçında sa-katlanan oyuncuların yerine kenarda bekleyen oyuncuların dâhil edilmesi gibi sürekli yeni yiyecek torbaları or-taya çıkardı. Bu torbalar hışırdarken kadınlar da kendi aralarında sohbeti koyulaştırırlardı. Nereye gidecekler, kaç çocukları var, kaç yıllık evliler, hastaları var mı, dertleri var mı orta-ya çıkardı. Bu sohbetlerde istisnasız olarak “Allah’a çok şükür, halimize bin şükür, Allah beterinden saklasın” cümleleri geçerdi. Biz annelerimizin yumuşacık dizlerinde uyuyakaldığı-mızda bu şükür cümleleri hayali bat-taniyeler gibi üzerimize serilirdi.

Şimdi tren vagonlarında o kadınla-ra rastlayamıyoruz. İnsanların dal-gın yüzleriyle tıka basa dolu her yer. Tıbbın tespit edemediği huzursuzluk mikropları vücudumuzu sarmış gibi. İnsanlar aynaya bakınca samimiyeti-ni kaybetmiş yüzlerle karşılaşıyorlar.

Samimiyet eksikliği hepimizi hırpalı-yor. İş hayatında, akrabalık ilişkilerin-de, arkadaşlıklarda, eşyalarla kurdu-

Page 99: 1453 Dergisi 20. Sayı

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİM İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

97

ğumuz ilişkilerde metalik bir tat var. Çoğumuz kibarlığın samimiyetin ye-rini tutacağını düşünüyoruz. Hâlbuki kibarlık cetvelle çizilmiş bir resme benziyor. Şartı şurtu bol olan, duy-guları yansıtamayan bir resim ruha lezzet verir mi? Samimiyet ise bunun tam tersidir. Yine de 2000’li yıllarda çoğumuz samimiyet yerine kibarlık şıkkını tercih ediyoruz. Komşularımı-za karşı hemen hepimiz kibar davra-nıyoruz mesela… Karşılaştığımızda “merhaba” deyip, ezberlenmiş bir gülümsemeyi yüzümüze yerleştiri-yoruz. Bu ilişki çocukken yaşadığımız komşuluk ilişkisinden oldukça fark-lı…

Hâlbuki bundan 25-30 yıl önce bam-başka bir tat vardı mahallelerde. Benim çocukluğumda biz sadece annemin ve babamın bize verdi-ği terbiyeyle yetinmiyorduk. Bizim ahlakımızdan bir şekilde tüm ma-halle sorumluydu. Haytalık yaptığı-mızda sokağımızdaki her büyüğün kulağımızı çekme hakkı vardı. Öyle şakacıktan değil, basbayağı çeki-lirdi kulağımız. Bize her ihtiyar “Gel evladım şu paketleri evime kadar taşı” diyebiliyordu. Biz sadece ken-di soframıza değil her sofraya bakkaldan ekmek almak zo-rundaydık. Oynarken dilimiz damağımıza yapışırsa su iç-mek için sokağımızdaki her-hangi bir kapıya yığılıyorduk. Elimize tutuşturulan üzeri gazete kâğıdıyla kaplı tasları bir o komşuya bir bu komşuya taşıyorduk. Şimdi bunlar puf diye yok oldu. Tüm bun-ların yerini gülümseyerek söylenen “merhaba” aldı. Bunun sebebi sa-mimiyetimizi kaybetmemizde sanı-rım. Biz başkalarının çocuğumuzun eğitimine karışmasından rahatsızlık duyuyoruz. Bunu en doğru yöntemi kendimiz bildiğimiz için yapmıyoruz aslında. İnsanların niyetlerinde sami-mi olmadığına inanıyoruz. Çocuk-larımızın toplumdan alacağı ahlak eğitimini komşularımızın gerçekten dert edinmediklerini biliyoruz. Biz de onların çocuklarını dert etmiyoruz.

Kendi samimiyetsizliğimizi tespit et-tiğimiz için karşımızdakiler hakkında da bir yargıya varmamız kolay olu-yor. Bireysellik, toplumsallığın boğa-zına bıçak dayayıp aralarındaki den-geyi kendi lehine bozduğundan beri bu böyle… Sadece çocuk eğitiminde mi bu şekilde davranıyoruz? Elbette hayır. Hayat sofrasına konulan her tabakta aynı ekşi tat var maalesef. “Ben”in bitmek bilmeyen arzuları “Biz” kavramını her alanda zedeliyor. Hayat isimli tren yolcuğunda başka-sını kendi nefsimize tercih edemiyo-ruz. Çoğumuz: “Yol uzun bu yolluk sadece bana yeter” diye düşünüyor.

Televizyonda reytingi bulutlara çı-kan kadın programlarına göz atma-nız sözlerimizi teyit etmeniz için kâfi gelecektir. Bir dakika önce bir aile dramına gözyaşı döken kadınlar bir dakika sonra ellerindeki şalları sal-layarak şarkı söyleyip göbek atabili-yorlar. Samimi üzüntü böyle mi olur?

Bir başkasının sıkıntısını hissetmek böyle bir şey midir? Aynı şeyi akşam haberleri seyrederken de yaşıyoruz. Savaş görüntülerinin ardından in-ternette en çok tıklanan komik vi-deoları seyrediyoruz hepimiz. Haber seyrederken insanların yüzleri kayda alınsa ve bu görüntüler bir psikiyat-ra gösterilse sonuç ne olurdu sizce? Bir an ağlayan sonra gülen ardından yeniden ağlayan ardından kahkahayı patlatan yüzlere bakan psikiyatr ne derdi? Bir duyguyu iyice hissede-meden başka bir duyguya atlayan oradan bir başkasına zıplayan kur-bağalara döndük. Peki aynı psikiyatr akşam haberleri izlenirken yemek yenmesine ne derdi acaba? Çorba içerken öldürülen çocukları izliyoruz farkında mısınız? Yemek masamızı farklı yaşlardaki III. Vlad’larla doldu-ruyoruz toplum olarak.1

Samimiyet hayali bir mıknatıs tara-fından şehirlerin üzerinden çekiliyor. Kimseye güvenemediğimiz, kimse-nin derdini çekmek istemediğimiz, kimseden yardım almadığımız için, hissetmeye yeterince vakit ayıra-madığımız için -yani samimiyetten uzaklaştığımız için- yoruluyoruz. “Samimiyet”in sokağına girmeyi hiç-birimiz istemiyor. Bunun önemli bir

Page 100: 1453 Dergisi 20. Sayı

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİMİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

98

sebebi de samimiyetin laubalilikle karıştırılması. “Samimi olmak” in-sanların aralarında gizli saklı şeylerin olmaması, insanların birbirlerinin her kararına karışması, ne yediğini ne içtiğini dahi bilmesi gibi vıcık vıcık bir ilişkiyle karıştırılıyor. Mahremi-mizi camdan silkelediğimiz bir sofra bezi gibi döküp saçmamız samimiyet zannediliyor. Ahmet Haşim Kelimele-rin Hayatı isimli denemesinde şöyle der: “Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca benzer değildir. Lisanlar -tıpkı ağaç-lar gibi- mevsim mevsim rengini kay-beden ölü yapraklarım dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir. Edebî bir metni okuyor-ken, daha düne kadar canlı bir ma-nası olan “melek” kelimesinin, bugün tamamen canlılığı tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir söz hâline geldiğini his-settim. Bu kelime şimdi Türkçede so-ğuk bir cesetten başka bir şey değil-dir.” Haşim’in bu tespitini samimiyet kelimesi için de kullanabiliriz. Sami-miyet sözcüğü bu gün vakur duruşu-nu kaybetmiş yapış yapış bir bedene sahip olmuş durumda.

Günümüzde ilişkilerdeki kuralsızlığı samimiyet zannediyoruz. Eğer sami-miyet böyle bir şey olsaydı toplum olarak samimiyet sınavından geçmiş olurduk. Sosyal medya sayesinde hayatlarımız incik boncuk satan sey-yar satıcıların tezgâhları gibi ortada. Herkes sevdiklerimizi, yediklerimizi, giydiklerimizi, çocuklarımızı, seya-hatlerimizi, burçlarımızı vs. biliyor. Bu tezgâhta insanların önlerine serdiği-miz hayatlarımıza herkes dokunuyor, anılarımızı karıştırıyor. Hakkımızda ahkâm kesebiliyor. Hâl ve sözü ara-sında fark olmayışıdır. Mahremini kimseye açmamaktır. Her halükarda doğrunun yanında bulunmaktır. Bu tanımdan yola çıkarak yeniden sos-yal medyaya bakarsak samimiyet-sizliğimizin resmini de görebiliriz ne yazık ki… Sosyal medyada hayatımızı başkalarına göstermek samimi ol-mak hayatını panoya asmak demek değildir. Kişinin özüenin yanında he-pimiz ahlaktan doğruluktan gerçek

insan olmaktan dem vuruyoruz. Ne yazık ki aynı ahlakı gerçek hayatta yansıtamıyoruz. Sosyal medyadaki bunca yiğit gerçek hayatta güneşte eriyen buz parçalarına dönüşüyor.

Toplumsal ilişkilerdeki samimiyet ha-yata yumuşaklık katar. Yaşamın ağır yükünü bizim üzerimizden alıp mi-nicik parçalara bölerek toplumdaki herkese paylaştırır. Eski İstanbul’daki samimi havayı anlatan en güzel ka-lemlerden biri Ahmet Yüksel Özem-re’dir. Ahmet Yüksel Özemre’yi ilk okuduğum zamanları hatırlıyorum. Alt dudağımı ısırıp keçeli kalemle cümlelerin altlarını çizerek kendi za-manımdan onun zamanına ışınlan-mıştım. Üsküdarlı kadınları, esnafın güzelliğini, insanların selamlaşma şekillerini yanı başıma oturup sanki anlatmıştı. Yazarın hayali sesi kula-ğımda dolaşıp durmuştu. Kitapların-da anlatılan dünyadan o kadar etkilenmiştim ki Üsküdar’da oturan çok sevdiğim bir ar-kadaşıma “Üsküdarlı kadınlar”ın anlatıldığı kısmı el yazımla yazıp vermeye karar vermiş-tim. Neden yapmıştım bunu? Arkadaşıma bu kitabı satın da alabi-lirdim. Fakat ona “sa-mimi” bir şey vermek istiyordum. Bir şeye kendinden dökebildi-ğin zaman samimiyet doğuyor sanırım. Bu bir el yazısı da olsa böyle…

Samimiyeti görünmez bir enjektörle damar-larımızdan çekip alan şey nedir sorusuna ge-nelde insanlar şöyle cevap veriyorlar: “Teknoloji yüzünden birbirimize olan ihtiyacımız azaldı, bu sebeple birey-sel insanlara dönüştük. Toplumsal samimiyetimizi kaybettik.” Bu yar-gı bir yere kadar doğru. Sadece bir yere kadar. Özemre’nin bahsettiği kadınlar günümüzde yaşasalardı da

hayatlarında çok fazla bir değişiklik olmazdı bence. Bu cıvıltılı teyzeler asansörde karşılaştıklarında birbir-lerine söyleyecekleri kuru bir “mer-haba”yla yetinmezlerdi. Dünyada teknolojiyi hayatlarından çıkararak “samimi bir yaşamı yakalamak iste-yen” kimi guruplar var. Bu grupların elektrik dahi kullanmamalarına rağ-men bahsedilen samimiyeti yakala-yamadıkları ise ortada. Suçun tekno-lojide değil insanda olduğunu kabul etmemiz lazım. İnsan “biz” kavramıy-la “ben” kavramı arasındaki dengeyi yitirdiği için samimiyeti kaybetti. Dış görünüşü gıcır gıcır fakat ruhu paslı insanoğulları olarak yaşamaya çalı-şıyoruz. Savaşları, işkenceleri, doğa-nın uğradığı yıkımı doğrudan “beni” tehdit etmediği için umursamıyoruz. Samimiyetle üzülmüyoruz. Kibarca endişeleniyoruz.

1 Kont Vlad Drakula, Drakula karakteridir. Etnik kökeni Macar olup, Transilvanya’da yaşamaktadır. Ulah prens III. Vlad’dan esinlenerek yaratılmıştır. III. Vlad yemek yerken insanlara işkence edilmesini sey-retmesiyle de meşhurdur.)

Dipnot

Page 101: 1453 Dergisi 20. Sayı

KİBAR ENDİŞELER ÇAĞI /Ayşe SEVİM İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

99

Page 102: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 103: 1453 Dergisi 20. Sayı

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASIMehmet Nuri YARDIMAraştırmacı, Yazar

Kendisi de şiirimizin ulu çınarlarından biri olan Bekir Sıtkı Erdoğan, gençlerin ve şairlerin eski ve yeni ustalarla mutlaka temas kurmaları gerektiğini söylüyordu. Ona göre eskiyi bilmeyen yeniyi de ifade edemezdi. Bundan dolayı gençlere hep yol gösteren, onlara el veren ve herkese şiiri sevdiren üstat, büyük şairlerimizin okunması gerektiğini söylüyordu.

” Sevdâ-zedeler düşlere kan

mış; kanacak,

Her gün nice mecnûn uyanıp uslanacak!

Gönlüm, sen asıl kendine yan çü

nki bu aşk,

Mısra mısra tütüp, müebbet yan

acak!..

Page 104: 1453 Dergisi 20. Sayı

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIMİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

102

Cumhuriyet devri Türk edebiyatının önemli şairlerinden Bekir Sıtkı Er-doğan 24 Ağustos 2014 tarihinde vefat etti. Erdoğan “Kışlada Bahar” ve “Hancı” şiirleriyle tanınıyor. Hat-ta denilebilir ki bu şiirlerin şöhreti şairini de aşmıştır. Besteleri, filmleri yapılmıştır. Şairin hepimizin yüreğini tutuşturan “Gurbetten gelmişim yor-gunum hancı / Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş / Aman karanlığı görme-sin gözüm / Otur başucuma sor ya-vaş yavaş” mısralarıyla başlayan ünlü “Hancı” şiirini unutmak mümkün mü? Hangimiz askerliğini hatırladı-ğında “Kışlada Bahar” şiirini anmaz. Mehmetçiklerimizin en çok okuduğu ve sevdiği bu şiir dudaklarının ucuna her zaman gelmiyor mu: “Kara göz-lüm, efkârlanma gül gayri! / İbibikler, öter ötmez ordayım. / Mektubunda diyorsun ki: ‘Gel gayrı!’/ Sütler kay-mak tutar tutmaz ordayım.” Peki Be-kir Sıtkı Erdoğan sadece bu iki şiirden mi ibarettir? Elbette hayır. Bizde bazı şairler, bir veya iki şiirleriyle tanınır ve onlarla anılırlar. Ama gerçekte o sa-natkârların çok başarılı başka şiirleri de vardır. Bütün mesele şairlerin şiir külliyatını bir bütün olarak okumak ve değerlendirmek.

Şiire Adanmış Bir Ömür

Bekir Sıtkı Erdoğan, 8 Aralık 1926 tarihinde Konya Karaman’da doğdu. Karaman Gazi İlkokulu, Kuleli Askerî Lisesi (1946), Kara Harb Okulu (1948) mezunudur. Çeşitli şehirlerde kıta subaylığı yaptı (1948-59). Ankara’da görevli olduğu yıllarda (1953-57) An-kara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğraf-ya Fakültesi’ni bitirdi. İstanbul Hey-beliada Deniz Lisesi’nde albay rütbe-siyle edebiyat öğretmenliğine baş-ladı. Deniz Harp Okulu, Deniz Lisesi, Deniz Astsubay Okulu, Kadıköy Özel Marmara Koleji ve Moran Lisesi’nde Türkçe-edebiyat öğretmenliği yapa-rak1979 yılında emekli oldu. Emekli olduktan sonra Özel Alman Lisesi’n-de on iki yıl daha öğretmenlik yaptı. Büyük bölümü aruz ve hece ölçüsüy-

K ara gözlüm, efkâr

lanma gül gayri!

İbibikler, öter

ötmez ordayım.

Mektubunda diyorsun

ki: ‘Gel gayrı!’

Sütler kaymak tuta

r tutmaz ordayım.

le yazdığı şiirlerinde divan ve halk şi-iri formlarını kullandı. Serbest ölçüsü ile de ürünler veren Erdoğan’ın şiir-leri Çınaraltı, Şadırvan, İstanbul, Türk Yurdu, Kubealltı Akademi Mecmuası, Hisar, Çağrı, Türk Yurdu, Yüzakı, Milli Kültür ve Türk Edebiyatı dergilerin-de yer aldı. 50. Yıl Marşı yarışmasını kazandığı şiirini Necil Kâzım Akses besteledi. Bestelenen şiirleri arasın-da “Kışlada Bahar’ da vardır. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın hat sanatına da büyük merakı olup bu vadide pek çok çalışması bulunuyor. 2000 yı-lında Fırat Üniversitesi tarafından kendisine fahri doktorluk unvanı verildi. Hakkında pek çok araş-tırma ve inceleme yapılan Bekir Sıtkı Erdoğan’ın yayın-lanmış iki kitabı bu-lunuyor. Bunlar da, Bir Yağmur Başladı (1949) ve Dostlar Başına (1965)’dır. Çok titiz olan şa-irin Sabır Sarma-şıkları (rubailer), Gönüller Kavşağı ve Kaybolmayan İzler (Elif Divanı) isimli şiir dosya-ları henüz basıl-madı.

Bekir Sıtkı Er-doğan’ın şiiri hakkında ede-biyat tarihçileri ve otoriteleri-nin değerli gö-

rüşleri vardır. Onlardan biri de ho-cam Mehmet Kaplan’ındır. Kaplan’ın Şiir Tahlilleri’ndeki değerlendirmesi şöyledir:

“Binbirinci Gece gerek şekil, gerek muhteva bakımından Halk şiirinin bir devamı gibi gözükmekle beraber, alelade bir taklit değil, yeni ve oku-yucuda güzellik duygusu uyandıran bir şiirdir. Şair vezin, kafiye ve durak-

ları, geleneği bozmadan orijinal bir şekilde kul-

lanmasını biliyor.

Beki

r Sıtk

ı Erd

oğan

Page 105: 1453 Dergisi 20. Sayı

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIM İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

103

Öyle sanıyorum ki, bize bu şiiri gü-zel gösteren âmillerden biri tanıdık bir sesin değişik bir şarkı söylemesi-dir. Divan şairleri gibi Halk şairleri de yüzyıllar boyunca muayyen bir vezin, şekil ve duygu kadrosunu işleyerek kendilerine has bir mükemmeliyette ulaşmışlardır. İşte Bekir Sıtkı Erdoğan bu şiirinde gelenekle mükemmel hale gelmiş unsurları kullanarak yeni bir eser vücuda getiriyor.” (Şiir Tah-lileri 2- Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, Mehmet Kaplan, 3. Baskı Kasım 1980, Dergâh Yayınları, s. 336)

Aslında Bekir Sıtkı Erdoğan biraz da bilinmeyen büyük şiirlerin şairidir. Bir kuyumcu titizliğiyle tasarladığı, bir kanaviçe gibi işlediği son yıllar-daki şiirleri ve bilhassa rubaileri onu ölümsüz şairler kervanına şimdiden katmıştır bile. Erdoğan, “Mahzendeki iç bölmede loş bir in var / Her göl-gede binbir cadı, binbir cin var… / Tâ dipte, zaman ermeyecek bir köşede / Bir bukle saçın, bir de minik resmin var.” gibi güzel mısraların sahibidir.

Bekir Sıtkı Erdoğan, gerek sohbet-lerinde, gerekse kendisiyle yapılan röportajlarda sorulara verdiği cevap-larda, şiir anlayışını çok açık ve net bir biçimde ifade etmiştir. Meselâ, “Şiir, insanlara dağları değil ama çağları aşıran önemli bir sanat dalıdır. Şiir

milli zevkin bir parçasıdır.” der.

Şairimize yaptığım sık ziyaretlerden birinde şiir eğitimi meselesini konuş-muştuk. Hoca, bilhassa aruzun genç-lere öğretilmesi gerektiğini söylemiş ve şöyle devam etmişti: “Şiirin mânâ-sına uyan kafiye şiiri büyüler. Aruzun tadına varanlar, bir daha bu vezni bı-rakamazlar.”

Son yıllarda yazdığı ve “Sabır sar-maşıkları” adını verdiği rubaileri te-lefonla bana okurdu. Daha sonra Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda yayınladığım bu dörtlükler, aslında şairimizin gönül coğrafyasını göster-meye yeterdi. Bir bakıma bir duygu harmanı içinde kalırdım bu mısrala-rı duydukça. Çünkü Hoca gelenekle modern söyleyişi bu kısa şiirlerinde birleştiriyordu. Meselâ “Gönülden Gönüle” şiiriyle bizi şöyle mükâfat-landırıyordu: “Her aşkı sarar mazi bir başka tüle / Sönmez bu ateş öyle gö-mülmekle küle! / Her gün yeni baştan eşilip tazelenir / Taş haşre kadar sürer gönülden gönüle.”

Düşünen ve Düşündüren Sanatkâr

Hem şiir dünyamızın hem de gönül dünyamızın seçkin siması olan Er-doğan, dörtlüklerinde düşünmeyi ve düşündürmeyi seviyordu. Meselâ

“Mezat Pazarı” da bu tarz rubaile-rinden biriydi: “Gönlüm Pazar olmuş sana, gel kâra buyur / Gel, mihnete gel, derde gel, efkâra buyur!... / Diller dökerek yetmedi takrire dilimi, / Lut-feyle sükutumdaki ikrâra buyur!”

Yıllar önce kendisiyle yaptığım bir röportajda, şiirinde tasavvufî ve te-fekkürî unsurların ağır bastığını söy-lemiş ve bazı örnekler vermiştim. Kabul etmiş ve şöyle demişti: “Tabiî doğrudur. Bakın şu bitkilere, çiçek-lere... Her sene ölüyor, yeniden diri-liyorlar. Bir insanın aklı olduğu, ilmî bulunduğu halde inanmıyorsa çok yazık. Câhil adamın inançsızlığı bir tarafa, âlimin imansızlığı çok büyük bir talihsizlik.” Yine “Bakar Kör” ruba-isini hatırlatınca şöyle devam etmişti: “Neler neler dönüyor… Ne dönmü-yor ki... Çekirdeğin etrafında elekt-ronlar dönüyor... Güneşin etrafında gezegenler dönüyor... Başka nelerin döndüğünü de bilmiyoruz. Ortalık-ta bir şeyler dönüyor, ama anlamı-yoruz... Zaman geçiyor, bize verilen cevheri acaba zamanında ve yerinde harcıyor muyuz? Şükrediyor muyuz? Zaten insan şükredip biraz düşünür-se İslâm’ın diğer bütün kuralları ya-vaş yavaş kendiliğinden gelir.”

Bekir Sıtkı Erdoğan’ın aşk kavramına bakışı da bize onun farkını gösterir. O “Kutsal Ateş”te dediği gibi beşeri aşk’ı, ilahî aşka dönüştürmenin gay-reti içindeydi ve şöyle diyordu: “Sev-dâ-zedeler düşlere kanmış; kanacak, / Her gün nice mecnûn uyanıp uslana-cak! / Gönlüm, sen asıl kendine yan çünki bu aşk, / Mısra mısra tütüp, mü-ebbet yanacak!..” Erdoğan’ın temel derdi insanoğlunun ezelî ve ebedî dâvâsını kurcalamaktı. “Harabât Ehli” bu tür mısraları içinde barındıyor: “Cânân gelir aklıma hep, cân gider! / Günler geceler permeperişân gider… / Her kim ki düşer böylesi bir fırtına-ya, / Vîrân gelir âleme, vîrân gider!..” Şairler ‘aşk’ı çok farklı biçimlerde târif etmişlerdir. Bekir Sıtkı’nın “Aşk Efsanesi” bize onun bu duyguya ba-kışını gösteriyor: “Leylâ dediler; gön-Mehmet Nuri Yardım, Bekir Sıtkı Erdoğan ile

Page 106: 1453 Dergisi 20. Sayı

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIMİSTANBULKÜLTÜR ve SANAT

DERGİSİ

104

lümü açtım sana ben, / Sevdâ dediler; ömrümü saçtım sana ben… / Beyhû-de yanar sonunda Mecnûn’a cihan / Baştan bırakıp kendimi kaçtım sana ben…” Erdoğan, “Büyük Çile”de Me-cnun-Leylâ aşkının derinliğine dikkat çeker: “Aşk erleriyiz bizlere mantık ne gerek / Mecnûn’a ha düş, ha böyle çıl-gın gerçek! / Her gün yeni bir umutla dünyaya gelip / Öldük yeniden her gece Leylâ diyerek!” Erdoğan, yüre-ğinden akıp gelen, dudaklarından dökülen bütün şiirleri yazdıran biri olduğunu belirtir “Şah-Eser” rubai-sinde. Şöyle der: “Nazmımda o şâh oldu her ilhâma perî, / Mısrâ; kalemin sadece kulluk hüneri. / Bir şâheserin kâtibi olmak ne şeref; / Yazdıklarımın hepsi o şâhın eseri...” Bekir Sıtkı za-man zaman ‘naz makamı’na geçer ve “Mecnunlar Sahrası”nda olduğu gibi sitemkâr konuşur: “Biz çölde yetiştik; çile yâr oldu bize / Sermayemizin kül-leri kâr oldu bize!.. / Tek müjde nasip olmadı hiçbir kuyudan / Biz hep su dedik, yankısı nar oldu bize!..”

Mistik Şiire Doğru

Nasıl üstat Necip Fazıl Kısakürek’in şiir caddesinde bir dönüşüm yaşan-mışsa Bekir Sıtkı Erdoğan’da da sanat dünyasının ilerleyen bölümlerinde yeni temalar görürüz. Tasavvufî ve hikemî anlayışın hâkim olduğu bu şiirlerde dinî motiflere sıkça rastlarız. Meselâ artık dillere destan olan, bü-tün camilerde ve mevlüt kandillerin-de okunan “İhlâs Kasîdesi” onlardan biridir. “Gariplik tuttu boynumdan / Büker Mevlâ’ya Mevlâ’ya... / Gözüm taştıkça göynümden / Döker Mev-lâ’ya Mevlâ’ya...” diye başlayan şiir şöyle biter: “Henüz darlaşmadan bollar / Nihâî koş, Hüdâ kollar / Odur tek yön; bütün yollar / Çıkar Mevlâ’ya Mevlâ’ya…”

Şairimizin “Acı Salkım” şiirinin ilk kı-tasında da dünyanın faniliği vurgula-nır ve insanın öte dünyaya hazırlıklı olması gerektiği belirtilir. Altı kıtalık şiirin ilk dört mısraı şöyle: “Vakit yak-laşıyor toparlan ahbap / Yarın bir gün

bu meydanda talan var / Nasıl olsa görülecek şu hesap, / Sanma bu dün-yada bâkî kalan var!”

Yol, yolculuk ve yollar hakkında şair-lerin çeşitli şiirleri, filozofların muh-telif düşünceleri vardır. Bekir Sıtkı Erdoğan’a göre ise bakalım “Yollar” ne anlam ifade ediyor: “Bir yol bili-rim: Âdeme Havvâ’ya gider, / Bir yol bilirim, gizlice sevdâya gider, / Bir yol ki ömür bahçelerinden geçerek, / Yaşlarla, figanlarla musallâ’ya gi-der!..”

Bekir Sıtkı Erdoğan çocukları da dü-şünen şairlerimizdendir. Onun özel-likle “Bayram Gecesi” şiiri hüzünlü bir ortamı ve babasını bir bayram günü kaybeden on yaşında bir çocu-ğun yürek sızlanışını anlatır: “Bu gece bayram gecesi: / Her taraf mavi, pem-be, mor... / Bu gece bayram gecesi: / İçim içime sığmıyor! / Görünüyor su-yun dibi; / Mahalle, komşular, falan… / Her şey bıraktığım gibi, / Babamın öldüğü yalan!” Okuyanı kedere sevk eden şiirde şu mısralar can yakıcıdır: “Her şeyi dizdim şöylece, / Fotinim, elbisem tamam… / Beni affedin bu gece, / Kirpiklerim, uyuyamam.”

Şiir Ustalarına Saygı

Kendisi de şiirimizin ulu çınarların-dan biri olan Bekir Sıtkı Erdoğan, gençlerin ve şairlerin eski ve yeni ustalarla mutlaka temas kurmala-rı gerektiğini söylüyordu. Ona göre eskiyi bilmeyen yeniyi de ifade ede-mezdi. Bundan dolayı gençlere hep yol gösteren, onlara el veren ve her-kese şiiri sevdiren üstat, büyük şair-lerimizin okunması gerektiğini söy-lüyordu. Başta Karacaoğlan, Yunus Emre, Emrah, Fuzuli, Baki, Nedim, Yahya Kemal, Faruk Nafiz ve Ahmet Muhip Dıranas ilk elde okunması ge-reken şairler zümresindeydi. Divan edebiyatına sahip çıkan Erdoğan, halk edebiyatımıza da ilgisiz değildi. Bütün şairlere biricik öğüdü şuydu: “Halk edebiyatımız, diliyle duygu-larıyla bizim öz malımız, sanatımız,

ruhumuz, öz cevherimizdir. Oradan hareket etmeliyiz.”

Ölümü şiirine dolayan şairlerimiz arasında Bekir Sıtkı Erdoğan’ın müs-tesna bir yeri var. “Döner Dolap” şi-irinde insanoğlunun kaçınılmaz so-nunu veciz biçimde ifade eder: “Ey yolcu değişmez bu devir hırsı bırak! / Bir müddeti var sayıyla dönmekte bu çark… / Okşar da bugün pembe bu-lutlar başını / Öpmez mi yarın ayak-larından toprak?” Bu yazıyı rahmet dilediğim şairimizin güzel kıtası “Ha-rabât Ehli” ile tamamlamak en iyisi galiba: “Cânân gelir aklıma hep, cân gider! / Günler geceler permeperişân gider… / Her kim ki düşer böylesi bir fırtınaya, / Vîrân gelir âleme, vîrân gider!..”

Leylâ dediler; gönlümü açtım sana ben,

Sevdâ dediler; ömrümü saçtım sana ben…

Page 107: 1453 Dergisi 20. Sayı

BEKİR SITKI ERDOĞAN’IN ŞİİR DÜNYASI/Mehmet Nuri YARDIM İSTANBULKÜLTÜR ve SANATDERGİSİ

105

Leylâ dediler; gönlümü açtım sana ben,

Sevdâ dediler; ömrümü saçtım sana ben…

Page 108: 1453 Dergisi 20. Sayı

Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi üzerinde bulunan pek çok tarihi yapıdan biridir Galata Mevlevihanesi. Galipdede Caddesi’nden aşağıya doğru inmeden hemen önce, sol tarafınıza şöyle bir dönüp bakarsanız tarihi cümle kapısı ile sizi nazikçe selamlar ve bahçesine buyur eder. Akıp giden kalabalıkların içinden sıyrılıp da bu davete icabet ederseniz bambaşka bir âlemde bulursunuz kendinizi: Zamanın bugünkü kadar hızlı akmadığı, yavaşlığın ve dinginliğin hâkim olduğu o eski çağlarda.

Geçmişte “Galata”, “Kulekapısı Mevlevihanesi”, “Galip-dede Tekkesi” şeklinde farklı isimlerle anılan mevleviha-ne, Beyoğlu’ndaki en eski Osmanlı eserlerinden biridir

ve İstanbul’un da ilk mevlevihanesidir. II. Bayezid dev-rinde, 1491 yılında Afyon Mevlevihanesi Şeyhi Divane Mehmed Dede tarafından kurulmuştur.

Tarihten bugüne pek çok onarımdan geçen mevleviha-ne, günümüzde semahane olma özelliğini de korumakla birlikte bir müze olarak ziyaretçilerini ağırlamaktadır.

Galata Mevlevihanesi

İSTANBUL MEKÂN

Adres: Şahkulu Mah. Galip Dede Cad. No. 15 Tünel Beyoğlu - İstanbul

Telefon: +90 212 245 41 41

Page 109: 1453 Dergisi 20. Sayı

İSTANBUL MEKÂN

107

Page 110: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 111: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 112: 1453 Dergisi 20. Sayı

Prof. Dr. Semavi Eyice’nin kendisinden “Osmanlı devri Türk mimarisini meçhul olmaktan kurtaran adam” olarak bahset-tiği yüksek mimar, koleksiyoner ve önemli bir mütefekkir olan Ekrem Hakkı Ayverdi, Vefatının 30. senesinde “Osmanlı Mimar-lık Kültürü Sempozyumu”yla anılacak. İki gün sürecek sempozyum İTÜ ve Kubbe-altı Vakfı işbirliğiyle düzenleniyor. İki gün

sürecek sempozyumun ilk günü sunula-cak tebliğler arasında; Ekrem Hakkı Ay-verdi’nin Erken Devir Osmanlı Mîmârîsine Dâir Tespitleri, ‘Pek Acâyip Şeyler’: Erken Devir Osmanlı Türbeleri, Hakkı Ayver-di’nin Balkanları ve Sonrası Mîmârî Araş-tırmaları başlıkları ve ikinci gününde ise; Avrupa ve İran Gelenekleri Arasında Şehir Tasvirleri: Matrakçı Nasuh Ve Çağdaşları,

VEFATININ 30. SENESİNDE EKREM HAKKI AYVERDİ HATIRASINA OSMANLI MİMARLIK KÜLTÜRÜ SEMPOZYUMUYer: İTÜ Taşkışla, 109Tarih: 22-23 Ekim 2014

AJA

ND

A

Osmanlı fetihlerinde öncülük yapan dervişler, İstanbul’un fet-hinden sonra da tekke ve zaviyeler vasıtasıyla imar ve şenlen-dirme faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Fetihle birlikte, devletin başkenti olmasının yanında ilim ve kültürün de başkenti olan İstanbul, Osmanlı Devleti’nin temellerindeki manevi harçla yoğrulmuş aşkın, tutkunun ve hasretin merkezi olmuştur.

İstanbul’un 100 Sufisi adlı eserde yer verilen şahsiyetler ön-celikle pir makamında olanlardır. Tarikat pirlerinin yanında yer verilen ikinci zümre, İstanbul’un önde gelen tekkelerinin kurucu şeyhleri ve 1925 yılındaki son şeyhlerdir. Kitapta yer alan üçüncü ve son zümre ise, eserleriyle İstanbul’un sanat ve edebiyat yaşantısında iz bırakmış dervişlerdir.

İSTANBUL’UN 100 SUFİSİ

Ebru ErteKültür A.Ş. Yayınları İstanbul, 2013147 sayfa

İSTANBUL MEVLEVİHANELERİMAWLAVI LODGES OF İSTANBUL

Handan DizdarzadeKültür A.Ş. Yayınlarıİstanbul, 2010359 sayfa

İstanbul Mevlevihaneleri, Şeyh Galip, Dede Efendi, Esrar Dede, Tahir Olgun, Rauf Yekta gibi birbirinden değerli müzisyen ve edipleri bünyesinde yetiştirmiş, Mevleviliğin inceliğini ve Mes-nevi’nin sırlarını yüzyıllarca yaşatmıştır. Bu tekkelerde dervişler, 1001 günlük çilelerinde yetenekleri doğrultusunda çeşitli sa-nat alanlarında eğitim almışlardır. Bu eğitim, Mevlevihanelere güzel sanatlar fakültesi işlevini kazandırmıştır. İstanbul mevle-vihaneleri, bu eserde etraflıca incelenmekte, Mevlevilik gele-neğinin ritüelleri ve gelişim evreleri ortaya çıkışından itibaren anlatılmaktadır.

Osmanlı Câmi ve Türbelerinde Buhur Kullanımı Câmi Avlularından Tâlim Meydanlarına, Ayverdi’nin Ondoku-zuncu Yüzyıl İstanbul Haritası Üzerine Düşünceler, Ernst Diez, Türk Sanatı ve Melezlik Meselesi, ,Mimar Sinan Ça-ğında Mîmârî Kültür ve Âdâb Kavramı başlıkları bulunuyor.

TEKZİPDergimizin 19. sayısında yer alan Prof. Dr. Feridun Emecen’in “İhtişam Çağının Tanığı ve Tarihçisi: Matrakçı Nasuh” başlıklı makalesi içinde yayınlanan minyatürler ve alt yazıları dergimiz tarafından yerleştirilmiştir. Yayında sehven yer alan minyatürler Matrakçı Nasuh’a ait değildir. Düzeltir, özür dileriz.

Page 113: 1453 Dergisi 20. Sayı

Âdâb, Osmanlı medeniyet ve kültürü-nün temel kavramlarından biridir. Ha-kikâtte “usuller, kanun-kurallar, terbiye, yöntem, saygı, sıra , töre, erkân, intizam, inzibat, itaat, zabt-ü rabt,…” gibi anlam-ların geniş bir hakimiyete sahip olması gerek devlet ve gerekse toplum içinde her türlü ilişkiyi kolayca tanzim edebi-len, yarı kutsal bir değer yapmıştır. Te-melinde dinî ve siyasî biçimcilik olan, bir baskı sistemi değildir. Yüzyıllar boyunca Âdâb denilen bazı kavram kapsamında-kiler de evrimini devam ettirmiş ya da edilmişlerdir.

Osmanlı ülkesinde Tanzimatla beraber yenileşme hareketi yazılı temeller üze-

rine oturtulmuş ve yep yeni bir “Âdâb” uygulanacağı ilan edilmişti. Böylece yüzyıllardır devam eden değişimin do-ğal sürecine müdahele edilmiş oluyor-du. Bu sebepler göz önünde bulunduru-larak kitabın boyutu “Âdâb”ın karakter değiştirdiği Tanzimat Fermanı ile sınır-lanmıştır.

Kitabın kurgusunda önemli ayrıntılar ve aralarındaki ilişkiler vurgulanarak yapısal doku belirlenmeye çalışılmış. Saray, Or-du-yı Hümâyûn, Donanmâ-yi Hümâyûn gibi süreğen olaylar zaman açısından geniş periyotlar içinde incelenerek “ilmi-ye, Seyfiye, Kalemiye” tarikleri “Merkez ve Taşra” örgütlenmeleri, Mâliye …gibi

temel sistemler ayrıntılı olarak büyüteç altına alınmıştır. Diğer taraftan Osmanlı dünya görüş ve varoluş mantığını yan-sıtacak ya da aykırı olmayacak bir üslup kullanılmış.

Kitabın konuları çağdaş yorumla ele alınmış ve statüler de özgün bölümler biçiminde ayrıca incelenmiştir. Teknik konular ve psiko-sosyal açıdan önem-li ayrıntılara da yer verilmiştir. Osmanlı kimlik ve kişiliğinin niteliklerini çok ge-niş bir spektrumu görece kısıtlı bir hac-me sıkıştıran bu çalışma, çağdaş ölçüt-lerle değerlendirilen biçim ve düzende bir eserdir.

Türk dilinin ve edebiyatının üstadlarından, edebiyat tarihçisi, yazar, şair ve edebiyat öğretmeni olan Nihad Sami Banarlı, Vefatının 40. yılında İstanbul Üniversitesi ve Kubbealtı Vak-fı’nın işbirliğiyle düzenlenen bir sempozyumla anılacak. Ni-had Sâmi Banarlı ve Millî Romantizmin İdrâki, Nihad Sâmi Banarlı’nın Meslekî Hayâtında Şahsiyetinin Rolü, Edebiyat Târihçiliğimiz İçerisinde Resimli Türk Edebiyâtı Târihi’nin Yeri, Yeni Türk Edebiyâtı’nın Meseleleri Karşısında Nihad Sâmi Ba-

narlı, Târih ve Tasavvuf Çalışmalarına Nihad Sâmi Banarlı’nın Bakışı, Nihad Sâmi Banarlı’nın Klasik Türk Edebiyâtına Dâir Dikkatleri, Nihad Sâmi Banarlı’nın Yahyâ Kemal Hakkındaki Faâliyetleri, Nihad Sâmi Banarlı’da İstanbul Kültürü, Zevki ve Estetiği, Nihad Sâmi Banarlı’nın Türkçe Hassâsiyeti ve Türk-çeye Dâir Dikkatleri konularının ele alınacağı sempozyumda ayrıca Nihad Sami Banarlı Belgeseli gösterilecek.

BÜTÜN YÖNLERİYLE OSMANLI ÂDÂB-I OSMÂNİYYE

Erol Özbilgenİz Yayıncılıkİstanbul, 2003790 sayfa

VEFÂTININ 40. YILINDA NİHAD SÂMİ BANARLISEMPOZYUMUYer: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Kurul OdasıTarih: 18 Kasım 2014

AJA

ND

A

Page 114: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 115: 1453 Dergisi 20. Sayı
Page 116: 1453 Dergisi 20. Sayı