96

1453 Dergisi 16. Sayı

  • Upload
    dokhue

  • View
    271

  • Download
    10

Embed Size (px)

Citation preview

Page 1: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 2: 1453 Dergisi 16. Sayı

Baskı - CiltPelikan Matbaa

(0212) ...........

Renk Ayrımı / CTP........

Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, çizim ve planlardan yasal olarak eser sahipleri sorumludur. Yazılardan kaynak belirterek tam veya özet alıntı yapılabilir.

Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.

İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A.Ş. YAYINLARIİstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Tic. A.Ş.

Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüAlper ÇEKER

Yayın KuruluMüjdat ULUÇAM, Salih DOĞAN, Fatih DALGALI, Betül EREN, Esra ERKAL,

Ömer OSMANOĞLU, Metin ÖZTÜRK, Hüseyin SORGUN, M. Lütfi ŞEN, Nurten ŞAFAK TOPCU, Altay ÜNALTAY, Yaylagül CERAN

Sanat YönetmeniAydın SÜLEYMAN

Grafik Tasarım Şükran KUMRAL

FotoğraflarRabia YILMAZ

Reklam KoordinatörüMustafa YALMAN

Rezervasyon / 0212 467 07 00 - 1469 (Dahili)

İletişimiletiş[email protected]

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Adına SahibiAhmet SELAMET

Genel Yayın Yönetmeni Sabri DERELİ

Yayın Danışma KuruluProf. Dr. Halil İNALCIK, Prof. Dr. Semavi EYİCE, Prof. Dr. İlber ORTAYLI,

Prof. Dr. İskender PALA, Ahmet Faruk YANARDAĞ, Doç. Dr. Haluk DURSUN, Şevket DEDELİOĞLU

Yayın KoordinatörüFatih YAVAŞ

SAYI 16 / 2013BU BİR SÜRELİ YAYINDIR

PARA İLE SATILMAZ

YAYIN

YÖNETİM

YAPIM KÜLTÜR A.Ş.

Page 3: 1453 Dergisi 16. Sayı

BALAT’TA KOMŞULUK VE

KOMŞULARIMIZOrhan Okay

10

10

OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA

MAHALLE ve ÇOCUKCüneyd OKAY

MAHALLE MEKTEPLERİİsmail KARA

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE

DAİR YİTİRDİKLERİMİZYeliz OKAY

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR

MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA

Fatih DALGALI

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ

YEMEKLERİSennur SEZER

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ)19. yüzyılın Levanten semtiRinaldo MARMARA

YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE Celil CİVAN

“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA DÜŞÜNÜNErol ERDOĞAN

MAHALLEDE YAŞLANMAKŞerif ESENDEMİR

SALACAK’TA BİR ÖMÜRHayri DİKKAYA ile söyleşiSöyleşenler: Metin ÖZTÜRK, Esra ERKAL

MAHALLE HAYATIAhmed Yüksel Özemre

İSTANBUL MEKANSOĞUKÇEŞME SOKAĞI

MİNİATÜRK MEKAN SÜLEYMANİYE

AJANDA

12 18

26 32

40 506254

7266

8678

9492

Page 4: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 5: 1453 Dergisi 16. Sayı

İşte bu noktada eski İstanbul’un mahalle hayatına dair akade-

mik yazılar ve hatıratlardan alıntılar, şehrin yeni sakinlerine

rehberlik edebilir. Bu kentte bir zamanlar komşu olmak, çocuk

olmak, gayrımüslim olmak, Üsküdar’da, Balat’ta oturmak na-

sıl bir duyguydu; hangi insanlık hallerini içeriyordu? Sizler için

sayfalarımızda bu sorulara cevaplar aradık.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sözlerime son ve-

rirken, dergimize yazılarıyla katkıda bulunan değerli yazarlara

ve yayında emeği geçen mesai arkadaşlarıma teşekkürü borç

bilirim.

İçinde yaşadığımız çağ modern bir yaşam tarzını beraberin-

de getirdi. Bununla birlikte geleneksel mahalle hayatına dair,

bizi biz yapan birtakım değerlerin de yaşatılması konusu çok

önemli.

Bizler 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak bu sayı-

mızda toplumsal hafızayı tazeleme ihtiyacı duyduk. Çünkü

merkez çevresinde gelişen site yaşantısı, getirdiği yeni mimari

anlayışla komşuluk ilişkilerini güçleştirmekte, dayanışmanın

önüne bazı engeller koymaktadır.

TAKDİM

Page 6: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 7: 1453 Dergisi 16. Sayı

plastik sanatlara yansımasını canlı tutmaktadır. Çıkarmakta

olduğumuz 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin de bu

sayısında modernlikle birlikte mahallemizin yitirilme tehlikesi

ile karşı karşıya olan değerlerini ele aldık. İsmail Kara mahalle

mekteplerini, Cüneyd Okay İstanbul’da çocuk olmayı, Rinaldo

Marmara ise farklı kültürleri huzur içinde bir arada yaşatma-

yı yazdı. Sayfalarımızda bunların dışında da birbirinden de-

ğerli makaleler bulacaksınız. Orhan Okay ve Ahmed Yüksel

Özemre’nin anılarından yaptığımız alıntılar, akademik araştır-

maları tamamlar nitelikte.

Kültür AŞ ailesi olarak sizlerin karşısına yeni bir sayı ile çıkma-

nın gururunu yaşıyor, iyi okumalar diliyoruz.

İstanbul’un dönüşümü yalnızca mimari değil toplumsal ola-

rak da gerçekleşmektedir. Geleceği biçimlendirirken geçmişin

geleneksel değerlerini ortak toplumsal bilinçten dışlamama-

lıyız. Mahalle mektebi, okula başlayan çocukların Amin alayı,

maniler okuyan bekçi baba geçmişte kaldı. Buna karşılık kom-

şuluk, bayramlaşma, yardımlaşma, selamlaşma gibi değerleri

sonraki kuşaklara aktarabilir ve şehri yalnızca binalarıyla değil

insanlarıyla da ayakta tutabiliriz.

Çağdaş yerel yönetim anlayışı aynı zamanda şehrin sakin-

lerinin zihinlerine hitap eden entelektüel faaliyetleri de yü-

rütmeyi gerektirmektedir. Bu manada İBB Kültür AŞ yıllardır

düzenlediği etkinliklerle İstanbul’un edebiyatını, müziğini,

Kültür A.Ş.

SUNUŞ

Page 8: 1453 Dergisi 16. Sayı

8

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY

Page 9: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 10: 1453 Dergisi 16. Sayı

10

YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE / Celil CİVAN ESKİ İSTANBUL’DA

MAHALLE HAYATI

Page 11: 1453 Dergisi 16. Sayı

11

YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE / Celil CİVANEski İstanbul’un ayırıcı özelliklerinden biri de mahalle yaşantısıydı. Herkesin birbirini tanıdığı, sınıf ayrımının bulunmadığı ve dayanışmanın yer aldığı mahallede köpekler bile artan yemeklerden yapılan paparalarla bu toplumsal olgudan nasibini alırdı. 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi olarak güvenlikli siteler karşısında varolma mücadelesi veren, komşuluğun son kalesi mahalle hakkında sizler için bir dosya hazırladık. A characteristic feature of the old Istanbul was the quarter life. In a quarter with no class distinction, everyone used to know each other and save a public spirit. Even the dogs used to have their share from this community with the dishes.As the 1453 Journal of Istanbul’s Culture and Art, we set up a file about the quarter life as the last castle of the neighbourhood which is trying to survive against the secure sites.

Page 12: 1453 Dergisi 16. Sayı

OSMANLIDÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA

MAHALLE ve ÇOCUKCüneyd OKAY

On dokuzuncu yüzyılla beraber çocukların farklı ihtiyaçlarının ortaya çıkması ve onların kendilerine göre bir hayat tarzının mevcudiyeti, daha çok Batı tarzı bir yaklaşımın -belki biraz da zorlaması ile- yavaş da olsa hâkim olmasıyla başlar. Geleneksel anlamda “çocuk”un görünür hâle geldiği ilk mekânlar mahallelerdi. Mahalle-çocuk çerçevesi içinde bakıldığında modern anlayışın girmesinden önce çocukların katıldığı ve mahalleler çapında düzenlenen bazı merasimler vardı.

Page 13: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 14: 1453 Dergisi 16. Sayı

14

OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY

OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA

MAHALLE ve ÇOCUKCüneyd OKAY*

Osmanlı döneminde ‘çocuk’ ve ‘çocukluk’un -modern an-lamda- görünür hale gelmesi on dokuzuncu yüzyılla bera-ber ortaya çıkmış bir gelişmedir. Şüphesiz ki çocuklar her zaman vardı ve görünüyorlardı. Ancak çocukların farklı ihti-yaçlarının ortaya çıkması ve onların kendilerine göre bir ha-yat tarzının mevcudiyeti, daha çok Batı tarzı bir yaklaşımın -belki biraz da zorlaması ile- yavaş da olsa hâkim olmasıyla başlar. Geleneksel anlamda “çocuk”un görünür hâle geldiği ilk mekânlar mahallelerdi. Mahalle-çocuk çerçevesi içinde bakıldığında modern anlayışın girmesinden önce çocukla-rın katıldığı ve mahalleler çapında düzenlenen bir merasim olan Fenerli Sefer Duası Alayı’nı anmak gerekir:

İstanbul’da Tanzimat’tan önceki dönemde ‘sabinin duası makbul olur’ denilerek ilkokul çocukları mahallede toplanır, gece büyük bir alay düzenlenir ve yüzlerce çocuk orduların zafer kazanması için yüksek sesle dua ederler; tüm mahalleli de bu ala-ya dualarla iştirak ederdi. Reşat Ekrem Koçu bu durumu ‘hem şirin, hem rikkat uyandıran bir sahne’ olarak niteler. 1769 yılın-da Rus seferi için bu konu ile il-gili çıkarılan ve İstanbul Kadısı’na hitap eden fermanda “geceleri 100-150 ve daha ziyade çocukla-rın sokak ve mahalleler arasında dolaştırılarak Müslüman çocukla-rın alay gösterip dua etmesi”nin icad edildiği ancak son zaman-larda “bazı erazilden kimselerin, çocukların arasına girip fesadlara sebep olduğu” gerekçesi ile artık buna izin verilmeyeceği belirtilir

Çocuğun yaşadığı mahalle ile ilişkisini kuran ve pekiştiren ve İstanbul’da Osmanlı’nın son dönemlerine kadar varlığını sürdürmüş ve bir gelenek hâlinde çocuklar için düzenlenen, bütün mahallenin katıldığı “Amin Alayları’nı bu bağlamda zikretmek gerekir. Bu merasimi en güzel anlatan yazarlardan biri olan Ercümend Ekrem Talu’nun kaleminden şu şekilde özetlemek yerinde olur:

Talu, Osmanlı döneminde çocuğunun dört yaş dört aylıkken okula başlatılmasının uğur sayıldığını belirterek bununla ilgi-li hazırlıkların bazen birkaç ay bazen de bir sene öncesinden başladığını ifade eder. Müstakbel mekteplinin cüz kesesi, genel olarak anne ya da ailenin en marifetli kadını tarafından çarşıdan alınan ya da sandıktan çıkarılan kadife, atlas ya da peluştan dikilir ve içine Sahaflar’dan tedarik edilen bir tane sarı kağıtlı Elifba-yı Osmanî konularak beklenir. Okula başla-manın, Arabî aylardan Safer uğursuz sayıldığı için buna denk gelmemesine özen gösterilir. Mahalle kavramı önemli oldu-ğundan gideceği okulun, çocuğun evi ile aynı mahallede olmasına özellikle dikkat edilerek bu okulun hocasına haber gönderilir ve merasim için bir gün kararlaştırılır ki bu genel-likle Pazartesi veya Perşembe’dir. Okula başlamadan evvel ‘zihni açık, feyzi ziyade’ olsun diye Eyüp Sultan, Baba Cafer ya da Yahya Efendi gibi türbelere götürülüp ‘türbedara nefes ettirilir’. Merasim sabahı okula başlayacak çocuk, yeni elbise-leri, cüz kesesi ve fesinin ibriğine ya da omuzuna kurdela ile iliştirilmiş nazarlığı ile faytona ya da midilliye bindirilir. Aile büyükleri, mahallenin diğer çocukları ve yetişkinleri ile bera-

ber alay yola çıkar. Alayın önünde kalfa, onun arkasında rahleyi taşı-yan mahalle bekçisi, daha sonra çocuğun mahalleden arkadaşları ve en arkada ailenin bütün üye-leri ve mahalleliler olmak üzere ilâhiler okunur ve “âmîn! âmîn” diye bağırarak yürünür. Nihayet okulun kapısına gelindiğinde kur-ban kesilir ve çocuk kurbanın ka-nına basarak kapıdan girer. Bütün mahallenin ortak olduğu bu ge-leneksel merasim, çocuğun hem ailesi, hem arkadaşları ve hem de çevre sâkinleri ile beraber okulu da aynı mahalleyle paylaşmanın bilincini aşılardı.

Çocuğun mahallesi ve yakın çev-resi ile ilgisini kuran bir başka geleneksel tören de Sünnet Şö-lenleri idi ki yine Ercümend Ekrem kendisine has üslubu ile bunu şu

şekilde anlatır: Eski İstanbul’da Sünnet mutlaka tek yaşlarda ve genellikle yedi yaşa basıldı-ğında yapılır. Ebeveynin hâli vakti yerinde ise kendi oğulları ile beraber mahallede sünnet ettirilecek fakir çocuklar tespit edilir ve böylece bu olayın bütün mahalle için bir şölene dö-nüşmesine özen gösterilirdi. Yine aynı amaçla yakındaki bir bağa ya da bahçeye çadırlar kurulur; ‘hayalci, hokkabaz, aşçı,

* Akademisyen

Sünnet için bekleyenler.

Osmanlı İstanbul’unda çocuğun yaşa-dığı mahalle ile ilişkisini kuran ve pe-kiştiren geleneksel törenler vardı. Amin Alayları, Sünnet Düğünleri bunlardan bazılarıdır.

Page 15: 1453 Dergisi 16. Sayı

15

OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY

sofracı ve çengi’lere önceden haber verilir. Şölen başlayacağı zaman hokkabaz tekerlemeler söyler ve mahallenin kadınları da “Maaşallah! Kırkbir kere! Koltukta güveyliğini de görürüz inşaallah” diye yüksek sesle bağırırlar. Evin oğlu ile beraber sünnet ettirilecek diğer çocuklar da sıra ile önceden hazırlan-mış yataklara yatırılır ve mahalleli tek tek bunların önünden geçmeye başlar ve “Maaşallah! Uğurlu kademli olsun!” te-mennileri dile getirilir ve irili ufaklı hediyeler verilir. Gündüz düğünü çoğunlukla kadınlar için iken, akşam hem kadınlar hem erkekler için daha geniş çaplı bir ziyafet verilir. Böylelik-le bütün mahalle bu vesile ile bir araya gelmiş, çocuklar da mahalle arkadaşları ile daha fazla kaynaşmış olurlardı.

Yine bu doğrultuda çocukların sokakta, mahallede oyna-dıkları oyunları da bir başka konu olarak ele almak gerekir. On dokuzuncu yüzyıla kadar çocuğun oyun bağlamında mahallesi ile ilişki kurmasında Eyüp’te imal edilen oyuncak-lar ön plandadır. Tahtadan yapılmış çemberler, fırdöndüler, kayıklar, kartondan yapılma renkli gölge oyun tasvirleri, taş bebekler, kırmızı tüylü koyun ve kuzu, ağaç parçalarının içi

oyulmak suretiyle meydana getirilmiş ve üzerlerine al ve ye-şil boyalar sürülmüş sandallar, padişah kayıkları, boyalı ayna-lar, fırıldaklar, iki üç şerefeli camisiz minareler, tahta kılıçlar, kamış tüfekler, davullar, tefl er, düdüklü fırıldaklar, çekirgeler, hacıyatmazlar, toprak testiler ve bardaklar bu tarz oyuncak-lardan olup, İstanbul’da yirminci yüzyıla kadar varlığını sür-dürmüştür.

Çocukların mahalle ya da birkaç mahalle çapında bir araya gelmelerine vesile olan olaylardan biri de Meşrutiyet Dö-nemi (1908-1918)’nde kutlanmaya başlanan bayramlardır. Dönemin basınından ve çocuk dergilerinden takip edilebi-leceği şekilde bu bayramlardan biri Çocuklar Bayramı’dır. İstanbul’da Kağıthane’de kutlanan bu bayramda değişik mahallelerden gelen çocuklar geçit merasimi yaptıktan sonra değişik oyunlar oynamışlar, jimnastik gösterileri ve bir futbol maçı yapmışlar, yarışmalar düzenlemişler, şarkılar marşlar söylemişlerdi. Buna Ağaç Bayramı ve Çiçek Bayramı da eklenebilir. Aynı şekilde İstanbul’un değişik mahallelerin-de okulların kuruluş yıldönümlerine tesadüf eden günlerde

Mektebe başlayış. Çizen: Münif Fehim, Ercümend Ekrem, Dünden Hatıralar. Yedigün Neşriyat

Page 16: 1453 Dergisi 16. Sayı

16

OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY

Mektepliler Bayramı kutlanmış ve bu bayramlarda oyunlar, eğlenceler düzenlenmiş ve bu şenliklere ailelerin de davet edilerek bütün mahallenin çocuklarla bir araya gelerek vakit geçirmesine dikkat edilmiştir.

Yine aynı dönemde çocukların mahallede oynadıkları oyun-ların da -yukarıda anlatılan oyuncakların yanında- çeşitlen-diği görülür. Özelikle Balkan Harpleri’nin kaybedilmesi ile beraber neredeyse bütün Rumeli topraklarının çok kısa sürede elden çıkması toplumu büyük bir infial ve ihanete uğramışlık duygusu içine itmişti. Rumeli topraklarından çok sefil ve perişan bir halde göç etmek zorunda kalan muhacir Türklerin, özellikle İstanbul’a gelip değişik yerlere geçici/ka-lıcı olarak yerleştirilmeleri bu duyguları perçinlemişti. Çocuk oyunları da bu yeni zuhur eden duruma göre farklı bir hal al-mıştı. Çocukların sokakta, mahallede oynadıkları bu tarz yeni

oyunlardan biri Türk Oyunu idi ve şu şekilde oynanıyordu. Çocuklar sokakta bir araya gelir ve içlerinden biri sorar:

“Arkadaş sen kimsin?”

En önde olan cevap verir:

“Ben bir Türk’üm”,

“Nereye gidiyorsun?”

“Düşmanlarımla harp etmeye gidiyorum. Ya gazi olacağım ya şehid”

Arkadaki çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:

“Biz de Türk’üz, bizi de al!”

Oyunun kalan bölümünde cephane toplanır ve harp etmeye gidilir.

Sünnet düğünü. Çizen: Münif Fehim, Ercümend Ekrem, Dünden Hatıralar. Yedigün Neşriyat

Page 17: 1453 Dergisi 16. Sayı

17

OSMANLI DÖNEMİ’NDE İSTANBUL’DA MAHALLE VE ÇOCUK / Cüneyd OKAY

Balkan Harplerindeki en önemli düşman konumunda olan Bulgarlar ise bir başka sokak oyununa adını vermiştir: “Bul-gar Kaçtı”. Oyun şu şekilde oynanır; çocuklardan biri ebe olur. Eline ucu düğümlenmiş bir mendil olan turayı alır. Bir sırada ayakta duran ya da oturan arkadaşlarının arkasından iki defa geçer ve turayı herhangi birinin arkasına koyar. Son-ra önlerine geçerek herhangi birine “Bulgar nerede?” diye sorar. Karşısındaki çocuk “Bulgar kaçtı” diye cevap verir. Ebe tekrar “Bulgar nereye kaçtı?” diye sorar. Diğeri turanın arka-sında olduğunu tahmin ettiği bir başka arkadaşının ismini şu şekilde verir: “Korkusundan Mehmed’in arkasına saklanmış”. Cevap doğru değilse yani arkasına tura saklanan arkadaşını bilememişse ceza olarak kollarını on defa kaldırıp indirir. Bu sefer tura kimin arkasında çıkmışsa ebe o olur.

İstanbul’da oynanan benzer bir oyun Düşman Askerleri’dir. Çocuklar bir araya gelirler ve önce hep bir ağızdan “Yaşasın Vatan!” diye bağırırlar ve yürümeye başlarlar. Mahallenin so-kaklarını dolaşırken bir yandan “Vatan için can veririz, şan alırız. Bu nam ile bu şan ile yaşarız. Yaşasın vatan, yaşasın mil-let!” diye bağırırlar. Parmaklıkların karşısına gelince dururlar. En öndeki çocuk “Haydi vatan kardeşleri hücum” der ve hep beraber parmaklıklara saldırırlar. Parmaklığı ilk deviren ço-

cuk oyunu kazanmış olur. Bunların dışında yine Taklit, Kuş Uçtu, Kurt Kuzu, Hücum Emri, Esir Almaca, Renk Oyunu, Fes Düştü, Kale Kaçkını, Çuval Kokusu gibi sokak aralarında ve mahallede oynanan oyunları da saymak mümkündür. Meh-met Halit Bayrı, bunların dışında, Öt Kuşum, Köşe Kapmaca, Elim Üstünde Kalsın, Zıpzıp, Kadifeci Güzeli’nin de aralarında bulunduğu elli sekiz çocuk oyununu ayrıntıları ile tarif eder.

Sonuç olarak gerek geleneksel törenler ve oyuncaklar ve gerekse zaman içinde zuhur eden oyunlar ve bayramlar ile Osmanlı dönemi İstanbul’unda çocuk algısının değişmesi ile beraber mahalle-çocuk ilişkisinin görünüşü değişse de içe-rik, anlam ve hedef olarak öteden beri var olan çocuğa yaşa-dığı çevre ile bir bağ kurma anlayışında önemli bir değişiklik görülmemiştir.

KAYNAKÇA

• Ali Rıza Bey (Balıkhane Nazırı). Bir Zamanlar İstanbul. (hazırlayan: Niyazi Ahmet Banoğlu). İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser

• Bayrı, Mehmet Halit. İstanbul Folkloru. İstanbul: A.Eser Yayınları. 1972

• Ercümend Ekrem[Talu]-(Münif Fehim Özarman). Dünden Hatıralar. İstanbul: Yedigün Neşriyat.

• Koçu, Reşad Ekrem. İstanbul Ansiklopedisi. Cilt:8. İstanbul: Koçu Yayınları. 1966.

• Nutku, Özdemir. “Osmanlı Şenliklerinde Çocuk”. Toplumsal Tarihte Çocuk. (hazırlayan: Bekir Onur]. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 1993

• Okay, Cüneyd. Meşrutiyet Çocukları. İstanbul: Bordo Kitaplar 2000.

Page 18: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 19: 1453 Dergisi 16. Sayı

MAHALLE MEKTEPLERİİsmail KARA

Mahalle mekteplerinin folkloru da eski

mahalle kadar canlı ve renklidir. Çocuk kıyafetleri, âmin alayı öncesi türbe ziyaretleri ve çocukların tesbihten geçirilerek okunup üflenmesi, cüz kesesi, minder, rahle, hilal, sürec,

elifba, supara, cüz cumhur ilâhîleri, çıkınların düzüldüğü bevvab sırığı, mürekkep yalamak, dua, ziyafetler,

şekerleme ve tatlılar, hoca hediyeleri...

Page 20: 1453 Dergisi 16. Sayı

20

Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA

Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden BiriMAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ

İsmail KARA*

Mahalle mekteplerinin merasimleri, gelenekleri, eğitim-öğ-retim tarzı, mimarisi, folkloru, binaları, eşyası... hasılı onun kendine mahsus dünyası hatırat kitaplarında en çok tesadüf ettiğimiz, en ziyade zevkle okunan kısımlardır. Çocuksuluk, gürültü, kalabalık, neşe ve yaramazlıklarla dolu hususi anlar, hoca-talebe, cami-mahalle müna-sebetleri, bilginin, din ve ahlâk kül-türünün küçük yaşlardan itibaren kişiliklere sirayeti, zengin ve renkli tipler, eşyalar, teamüller; gelenek-sel hayatımızda okumaya, okuya-na atfedilen değer, dinî inançların ve kültürün hayatın her alanına derinliğine nüfuz etmesi, halkın eğitime katılımı... gibi birbirini bes-leyen ögeler…

Hatırat metinlerinin coğrafyaları hayli farklı, bazıları birbirine çok uzak olmasına rağmen bu yaygın eğitim kurumundaki teamüllerin, derslerin, kitapların, merasimlerin, binaların, ilâhîlerin, ifadelerin, tarz ve üslubun, eşyanın bu ölçüde bir-birine benzemesi, daha doğrusu bu kadar geniş bir coğraf-yada bu ölçüde “renkli” bir bütünlüğün sağlanmış olması da dikkat çekici. 1

Mahalle Mektebi Kadrosu

Asırlara dayanıklı bu kurumların vakfiyelerde ve kaynaklarda birkaç adı geçiyor: Sıbyan mekte-bi, Mekteb-i sıbyan, Taş mektep, Muallimhane, Muallimhane-i sıb-yan, Dâru’t-talim…

“Âmin alayı” veya “bed-i besme-le cemiyeti” mahalle mektebinin ilk adımı. Mektebe yeni verilecek çocuğun coşkulu ve kalabalık bir törenle evinden alınıp mektebe getirilmesi ve ilk dersini hocasının

“Âmin alayı” veya “bed-i besmele cemiyeti” mahalle mektebinin ilk adımıdır: Mektebe yeni verilecek çocuğun coşkulu ve kalabalık bir törenle evinden alınıp mektebe getirilmesi ve ilk dersini hocasının önünde alması merasimi.

* Akademisyen

Ressam Hüseyin Rıfat Keçeci’nin fırçasından Amin Alayı,

Page 21: 1453 Dergisi 16. Sayı

21

Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA

önünde alması merasimi hem sembolleri hem de yapılış şek-li itibariyle bugün bile daha mükemmelini bulamadığımızı zannettiğim, hatır ve hayalden çıkmayacak tam bir şölen. Herhalde eski insanların hayatlarının sünnet, düğün-evlilik gibi en önemli bir-iki hadisesinden biri. Onun için çok anla-tılmış ve yazılmış, çok resmedilmiş ve çizilmiş. Hatıralarda en geniş ve en zengin şekilde tahkiye edilen unsurların başında bu cümbüşlü merasim geliyor.

Sıbyan mekteplerinin eğitim ve hizmet kadrosu şüphesiz yere ve zamana göre değişiyor. Birçok yerde sadece tek kişi var: Hoca; neredeyse her şeyi o yapıyor. 20-30, belki bunun iki misli talebe ile tek başına eğitim-öğretim faaliyetlerini yürütüyor. Fahri yardımcıları bazan cami cemaatı, bazan iş-ten anlayan, biraz mürekkep yalamış, hafızlığı olan veliler ve mahalle sakinleri. Hocaların önemli bir kısmı aynı zamanda köyün, mahallenin camisinin imamıdır. Belli bir düzeyde medrese eğitimi almış ve sadece mektep muallimliği yapan hocalar da vardır.

Vakfiyelerden, arşiv kayıtlarından ve hatırat yazılarından yola çıkarak mahalle mekteplerinin en geniş ve imkânlı kadrosu şöyle resmedilebilir.

1. Hoca veya muallim. Yaygın teamüle göre hoca bir tane olur. Birden fazla hoca veya muallim varsa “muallim-i evvel, muallim-i sâni” (birinci, ikinci muallim) diye adlandırılırlar. Modernleşme döneminde, 1869’da kız çocuklar (inâs) için müstakil mektepler de açılmış, bunlar için kadın hocalar ve muallimeler tayin edilmiştir.

2. Kalfa. Kalfa (halife) hocanın yardımcısıdır ve o olmadığı zaman kendisine vekâlet eder. Birden fazla kalfa varsa baş-kalfa ve kalfa ayırımı yapılır. Kalfalar daha ziyade mahalle ca-milerinin müezzinlerinden olur. Bazı kayıtlarda hoca ve kalfa dışında hâce-i küttab, hâce-i kurra, hâce-i meşk, hâce-i fıkıh ifadeleri de geçmektedir. Bunlar muallim-i evvelin haricinde Arapça sarf-nahiv öğreten, hafızlık yaptıran, güzel yazı meşk eden ve ilmihal bilgileri veren hocalar olmalıdır.

3. Bevvab. Kapıcı mânasına gelen bevvab hocadan sonra mahalle mektebinin en çok fonksiyon icra eden elemanıdır. Sabah mektebi açar, mahalleden çocukları toplar, talebenin yemek çıkınlarını omuzundaki sırığına dizer, temizlik, su ve asayiş işleriyle ilgilenir, âmin alaylarının icrasında bulunur, çocukları gözetir, dış disiplini sağlar...

Bazı vakfiye kayıtlarında bevvabdan ayrı olarak “ibrikçi, fer-raş, müstahfız, hademe-i mektep” adları altında başka hiz-metlilerden bahsedilirse de bunlar adlarından anlaşılacağı üzere kalabalık veya vakıf tahsisleri ve gelirleri fazla olan mekteplerde bevvabın yardımcıları veya onun vazifelerini yerine getiren, paylaşan ilave kişiler olmalıdır.

Vakıf mekteplerin eğitim ve hizmet kadrosunun vazifeleri, ni-telikleri ve alacakları ücret, vakfiyelerde tayin edilmiştir. Ay-rıca devlet ricalinin düğün, sünnet, bayram gibi farklı sebep ve vesilelerle bunlara atıyye, ihsan, hediye gönderip dağıt-tıkları da bilinmektedir. Âmin alayı ile mektebe yeni başlayan veya “ferğab”a çıkan, yahut eğitim-öğretimini tamamlayan çocuğun velisinin hocaya ve hizmetlilere bir miktar para ve hediye vermesi, davetlilerin ve çocukların da katıldığı toplu-luğa yemek, tatlı ikram etmesi de yerleşik adetler arasında gözüküyor.

Müstakil bir vakfa sahip olmayan küçük yerleşim birimlerin-deki mekteplerin eğitim ve hizmet kadrosunun müstakil ve düzenli bir maaşı yoktur. Köylerin, mahallelerin veya talebe velilerinin hocaya senelik, mevsimlik veya aylık aynî-nakdî ücret ve hediye vermeleri yaygın bir teamül ise de bunun belli bir ölçüsü ve nizamı bulunmamaktadır.

Hocalar konusunda eklenmesi gereken son nokta, hususen şehirlerde mahalle mektebi seviyesindeki eğitimin hususi hocalar tutularak, hocanın veya talebenin evinde birebir bir eğitim-öğretim tarzında da yapıldığıdır. Hususi hoca sözko-nusu olduğunda sıbyan mekteplerinde okutulan derslerin yanısıra hocanın veya talebenin kabiliyeti, kapasitesi ve ter-cihleri doğrultusunda Arapça, Farsça merkezli özel dersler ve mûsiki, hat gibi güzel sanat dallarında meşkler de devreye girecektir.

Dersler ve Eğitim-Öğretim Tarzı

Mahalle mekteplerinde okunan dersler, XIX. asrın ikinci çey-reğine kadar mektebin şehirde, kasabada, köylerde oluşuna göre değiştiği gibi vakfiye şartlarına, dönemlere, hocalara göre de farklılıklar gösteriyor. Yine de namaz surelerini ve dualarını düzgün okuyacak kadar bir Kur’an okuma ve tec-vid bilgisi, şu veya bu düzeyde ilmihal (itikat, ibadet, ahlâk) öğretimi, namazların kılınışını fiilen öğreten bir tatbikat ve “Şol cennetin ırmakları”, tekbir, salavat başta olmak üzere bir dinî mûsiki zemini ortak denebilecek muhtevada ve hissiyat-la bütün mekteplerde öğretiliyordu. Bazı kayıtlarda geçen “ilm-i edyan” dersinin bugün anlaşıldığı mânada bir tür din-ler tarihi dersi olmaktan ziyade manzum veya mensur kısas-ı enbiya muhtevasında olması daha makul gözükmektedir.

II. Bayezid’in vakfiyesinde yer alan aşağıdaki ifadeler, ders-lerle alakalı bu çerçevenin hayli erken bir zamanda teşekkül ettiğini göstermektedir:

“Ve bir sâlih hafız-ı Kelâmullah ve namazın erkânın ve şerâitin [şartlarını] bilir ve sıbyan talimine münasip ve kâdir kimesne Muallimhane’de eytâmdan [yetimlerden] ve sıbyan-ı fukara-dan otuz nefer oğlancıklara yevm-i Cumadan gayrı günlerde Mushaf-ı kerime baka, Kur’an metni okuta ve kemâ-yenbağî

Page 22: 1453 Dergisi 16. Sayı

22

Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA

Üstte: Ayasofya İbtidai Mektebi, aşağıda: Davutpaşa Mektebi, Süheyl Ünver

Page 23: 1453 Dergisi 16. Sayı

23

Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA

[gerektiği gibi] öğrete ve bildire ve mazilerin [önceki] ve geç-miş derslerin dinliye. Ve namaza müteallik nesneleri okuta ve bildire. Ve tedibe [terbiyeye] muhtaç olanları tedib-i şer‘î ile tedip eyleye. Ve hizmetinde dahi cidd ü sa‘y eyleye. Ve destur vericek [derslerin bitiminde] vâkıfın [vakıf mekte-bi yapanın] ruhiyçün ve kabul-i tilavet-i eytâm [yetimlerin okudukları duanın kabulü] içün dua ettire. Ve bir salih kimse ne anda halife [kalfa] ola, sıbyan okutmakta ve bildirmekte, mazilerin dinlemekte ve tedipte muallime dâim muavenet eyleye”.2

Daha çok kış aylarına münhasır kalan köylerdeki mahalle mektebi eğitiminde ezbere ve tekrara dayanan şifahî öğre-tim ağırlık kazanırken şehir ve kasabalarda kitaptan okuma, hatta yazı yazma (hüsn-i hat, meşk) da yaygındı. Bazı vakfiye-lerde meşk dersi ve hâce-i meşk hususen tasrih edilmektedir. Şiir halinde telif edilen ve Arapça-Türkçe, Farsça-Türkçe kü-çük bir sözlük muhtevasında olan Sübha-i Sıbyan kitabının da bazı mahalle mekteplerinde ya şifahî veya okuyarak öğ-renildiğini ve ezberlendiğini biliyoruz. Yaygınlık derecesini bilmemekle beraber bazı vakfiyeler, mahalle mekteplerinde Arapça sarf-nahiv ve Farsça öğretilmesini de şart koşmak-tadır. I. Abdülhamid’in vakfiyesinde geçen şu ibareler bunu gösteriyor:

“Ve ulema-yı âmilînden ulûm-ı Arabiyede mahir ve tetkik ile istihrac-ı mesâile kâdir bir kimesne dahi mekteb-i şerif-i mezkürda hâce-i küttâb olup mekteb-i münife müdavemet üzre olan sıbyandan sahib-i râst u sedad ve bâliğ-i nisab-ı istidat olup ulûm-ı şettâ nahvine kudretin sarfedenlere tedris-i ulûm-ı Arabiye ve talim-i lugat-ı Farisiye-i dürriye eyleye”. 3

Hafızlığı da bu derslere ve zemine eklediğimiz zaman ge-leceğimiz nokta, aşağı yukarı medrese öncesi yaygın veya

yarı nizami eğitimin nerede ise tamamı veya büyük kısmı-dır. Bazı mahalle mektepleri veya mahalle mekteplerinin bir kısmı aynı zamanda hafızlık yapılan merkezler olarak da gelişme göstermiştir. Yazılanlardan anlaşıldığı kadarıyla ma-halle mektebi hocası mektebin müstakil bir odasında veya belli saatler arasında hafızlık yapan talebelerle ilgilenmekte-dir. Sadece hafız yetiştiren hocalar da elbette vardır. Burada vakfiye, hocanın şahsî durumu, okutma arzusu ve imkânları kadar kabiliyetli talebeler ve velilerin talepleri de etkili ve be-lirleyici olmaktadır.

Mahalle mektepleri, XIX. asrın ikinci çeyreğinden itiba-ren daha nizami ve programlı bir tedrisat yapan Mekteb-i İbtidaîlere, giderek İlkmekteplere dönüşürken ders adetle-ri, adları ve programları da gelişip zenginleşiyor, netleşiyor. Meselâ 5 Rebiulevvel 1317 / 30 Haziran 1315 / 1897 tarihli ve Kuşadası Mekteb-i İbtidaisi’nden Mehmed Razi Efendi b. Tevfik Bey’e verilen bir mahalle mektebi diplomasında oku-nan dersler şöyle verilmektedir: 1. Kuran-ı Kerim, 2. Tecvid, 3. İlmihal, 4. Tarih-i Osmanî, 5. Sarf-ı Osmanî, 6. Coğrafya-yı Osmanî, 7. İmlâ, 8. Hesap, 9. Hüsn-i hat.4 II. Meşrutiyet devrin-de hayli yaygınlaştıklarını göreceğimiz, kişilerin açtığı hususi mekteplerin programları bazı farklılıklar taşısa da aşağı yu-karı aynıdır.

Mahalle Mektebi Folkloru ve Mimari Özellikler

Mahalle mekteplerinin folkloru da eski mahalle kadar canlı ve renkli. Çocuk kıyafetleri, âmin alayı öncesi türbe ziyaretle-ri ve çocukların tesbihten geçirilerek okunup üflenmesi, cüz kesesi, minder, rahle, hilal, sürec, elifba, supara, cüz, cumhur ilâhîleri, çıkınların düzüldüğü bevvab sırığı, mürekkep yala-mak, dua, ziyafetler, şekerleme ve tatlılar, hoca hediyeleri, falaka, değnek, tek ayak üstünde durma cezası, devam tah-tası, talebelerin ayakyoluna gidip-gelme tabelaları (gitti-gel-di levhası), su küpleri veya fıçıları, mektep içi duvar hatları, yemek çıkınları, “ferğab”a çıkmak, takke kapmak, azat olmak, bal mumu yapıştırmak, post (minder) kavgası...

Daha ziyade yaptıranın adıyla anılan ve çoğu vakıf olan sıb-yan mekteplerinin mimarisi ve külliyeler içinde veya mahal-lelerde konumlanışı da eğitime dönük, kültürel-insanî ve estetik hususiyetler arzediyor. Osmanlı mimarisinde külliye-lerin nerede ise ayrılmaz bir parçası, dolayısıyla bir mimari hatta belki tezyinî unsur haline gelmiş gibi. Bölge farklılıkla-rının mimariyi ve kullanılan malzemeyi etkileyip belirlemesi mahalle mekteplerine de intikal ediyor. Onun için zaman ve zemine göre farklı tarzlar gelişmiş. “Taş mektep” adlandırma-sı da mimariyle ve kullanılan malzemeyle alakalı. Ahşap ve yarı kârgir olanları da var.

Haseki Evliya Hoca İlk Mektebi, Süheyl Ünver

Page 24: 1453 Dergisi 16. Sayı

24

Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA

Mektepler külliyelerde birçok şekilde karşımıza çıkıyor: Ba-zan müstakil ve küçük, iki katlı, kubbeli veya tonozlu bir “biblo” bina olarak, bazan türbenin hemen arkasında veya bitişiğinde, bazan da sebil ve çeşmelerin, büyük giriş kapısı-nın hemen üstünde kendisine mutena bir yer buluyor; ezan seslerinin, ibadetin, ölümün ve ebediyetin, sessizliğin, su şa-rıltısının, âb-ı hayatın, hayr u hasenatın, kuş evlerinin, cıvıltı-ların, asırlık çınar ve selvi ağaçlarının, hat istiflerinin, mezar taşlarının yanıbaşında, gölgesinde...5

Bazı Vakfiye Kayıtları ve Dökümler

Mahalle mekteplerinin kurucuları ve meskun bölgelerdeki dağılımları ile kadroları ve talebe sayıları konusunda elimiz-deki bilgiler hâlâ sınırlıdır. Padişahlar, sultan eşleri, devlet erkânı başta olmak üzere hayır sahibi esnafın, ağaların, efen-dilerin yaptırdığı mektepler var. Muallim Cevdet’in 1919 yı-lında yaptığı bir tesbite göre İstanbul’daki 183 vakıf mektebi (bu sayı mekteplerin tamamını göstermiyor) banisinin dağılı-mı şöyledir: Hükümdarlar 7, hanım sultanlar ve saraylı kadın-lar 39, Paşalar 35, esnaf ve ağalar 60, bey, çelebi ve efendiler 426. XIV-XVI. asırlar Bursa’sındaki 134 mektebin kurucularının

sosyal konumları ise şöyle tesbit edilmiştir: Sultanlar ve ha-nedan mensupları 17, devlet adamları 13, ilim adamları 25, tüccar 33, esnaf 5, tesbit edilemeyenler 41.7

İlk sıbyan mektebinin Fatih tarafından Dâru’t-talim adıyla Fatih külliyesi içinde kurulduğu, kaynakların birleştiği bir husustur. Fatih vakfiyesindeki kayda göre mektebe yetim ve fakir çocuklar alınacak ve talebelere gündelik harçlıklar veri-lecektir. Fatih’in mufassal Ayasofya Vakfiyesi’nde de sıbyan mektebi kısmı için hususi bir bent bulunmaktadır:

“Vâkıf, -Allah mülkünü daim kılsın- Ayasofya Camii’ne bitişik ve batıya meyilli olan kapının yanında bulunan bir menzili mektep (dâru’t-talim) olarak tahsis eylemiş ve bu mektebe Müslüman yetim ve yoksulların ço-cuklarına Kur’an öğretmek ile meşgul olacak bir mu-allim tayin eylemiştir.

Vâkıf şöyle şart koşmuştur ki; eğer yetim çocuklar ye-terince bulunursa bunların talimi ile meşgul ola, eğer yeteri kadar yetim çocuklar bulunmazsa Müslüman fakirlerin çocuklarına da Kur’an talim eyleye.

Kağıthane Daye Hatun Sıbyan Mektebi ve Talebeler, 1890

Page 25: 1453 Dergisi 16. Sayı

25

Osmanlı Mahallesinin Dinamiklerinden Biri; MAHALLE/SIBYAN MEKTEBİ / İsmail KARA

Muallim için günlük 6 akçe, mektebin halifesi [kalfası] için günlük 2 akçe, mektebin temizliği ve koruması ile meşgul olacak olan kayyımı için ise günlük 1 akçe tah-sis kılmıştır”.8

II. Bayezid vakfiyesinde de mektep çocukları için harçlık ve yemek tahsisatı yapılmıştır.9

İstanbul’daki mahalle mektepleriyle ilgili yayınlanan belge-ler, vakfiyeler, istatistikler ve dökümler, en azından XIX. asrın başından itibaren mekteplerin sayıları hakkında bir fikir vere-cek seviyeye ulaşmıştır denebilir:

II. Mahmud devrinde düzenlenmiş 1226 (1811) yılına ait bir atıyye belgesinde sadece Galata kazası (Beyoğlu, Kasımpaşa, Tophane, Beşiktaş, Boğaz’ın Rumeli yakası) içinde bulunan 79’u erkek, 40’ı kızlar için olmak üzere toplam 119 mahalle mektebinin dökümü ve hocalarının adları verilmektedir.10

Galata’nın dışında kalan Nefs-i İstanbul (Suriçi), Eyüp (Has-lar, Havâss-ı refîa) ve Üsküdar’da da bu sayıya yakın mahalle mektebinin olduğu düşünülürse bütün İstanbul’da 350-400 civarında mahalle mektebinin olduğu neticesine varılabilir.

II. Abdülhamid devrinde, 1309 (1893) tarihinde Evkaf-ı Hü-mayun Nezareti’nin İstanbul’da 300’ün üzerindeki bütün vakıf sıbyan mektepleri için hazırladığı “İstanbul ve bilâd-ı selâsedeki vakıf sıbyan mektepleri” başlıklı mufassal döküm-ler, bu mekteplerin isimleri, dağılımları, kadroları, maaşları, talebe sayıları, tahsisatları hakkında detaylı bilgiler vermek-tedir. 11

İstanbul Belediyesi’nin 1335 (1919) senesi için yayınladığı istatistiklere göre İstanbul’da 29’u hususi mektep statüsün-de olmak üzere 227 mektep bulunmaktadır. 29 hususi mek-tepte 154 muallim, 35 muallime (kadın hoca), 3705’i erkek, 1148’i kız olmak üzere toplam 4853 talebe; 198 resmi mek-tepte 930 muallim, 560 muallime, 13480’i erkek, 10630’u kız olmak üzere 24110 talebe bulunmaktadır.12

Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıktıktan sonra yapılan bir tes-bitte İstanbul’da, bir kısmı arsa, kirada veya muattal olmak üzere 370 civarında vakıf mahalle mektebinin bulunduğu tesbit edilmiştir.13 Turgut Kut’un notlayarak yayınladığı ve 1923-28 yılları arasında tarihlendirilebileceğini tahmin ettiği “Mekâtib-i Vakfiye Cedveli” başlıklı (muhtemelen eksik) yaz-ma listede ise 318 mektebin adı verilmekte, bulundukları yer ve mevcut durumları tasrih edilmektedir.14

Şeriye sicillerine dayalı olarak Bursa sıbyan mektepleri üze-rine yapılan bir çalışmada XIV-XVI. yüzyıllar Bursa’sında 134 mahalle mektebi tesbit edilmiştir15 ki bu rakam aynı asırlar-daki büyük Osmanlı şehirleri için bir tahmin ve değerlendir-me rakamı olarak mütalaa edilebilir kanaatindeyiz.

DİPNOTLAR:1 Mahalle mektebi hatıralarının büyük bir kısmı kitap halinde derlenmiştir: İsmail Kara-Ali Birinci, Mahalle / Sıbyan Mektepleri - Hatıralar Denemeler Tetkikler, İstanbul, Dergâh Yay., 2005.

2 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, Eser Yay., 1977, I-II, 83. Kanuni’nin Süleymaniye vakfiyesinde geçen benzer ifadeler için bk. Süleymaniye Vakfiyesi, haz. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ankara, 1962, s. 37.

3 Ergin, age, I-II, s. 86-87.

4 bk. Faruk Öncüoğlu, “Bir taş mektep diploması”, İstanbul, sayı: 24, Ocak 1998, s. 116-17.

5 Mimari açıdan İstanbul suriçi mahalle mekteplerini tetkik eden akademik bir çalışma için bk. Özgönül Aksoy, Osmanlı Devri İstanbul Sıbyan Mektepleri Üzerine Bir İnceleme, İstanbul, 1968.

6 Turgut Kut, “İstanbul sıbyan mektepleriyle ilgili bir vesika”, İstanbul Armağanı - 3: Gündelik Hayatın Renkleri, ed. Mustafa Armağan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay., 1997, s. 348 (Bu makale ilk önce Journal of Turkish Studies - Türklük Bilgisi Araştırmaları dergisinde neşredilmiştir; sayı: 2, Cambridge 1978, s. 55-84); Osman Ergin, age, I-II, 89.

7 Mefail Hızlı, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri, Bursa, Uludağ Üniversitesi Basımevi, 1999, s. 46.

8 Ahmet Akgündüz - Said Öztürk - Yaşar Baş, Üçdevirde Bir Mabed: Ayasofya, İstanbul, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2005, s. 3003.

9 bk. Osman Ergin, age, I-II, 82-83; Turgut Kut, age, s. 348.

10 Metin ve değerlendirme için bk. Nuri Akbayar, “1811’de Mahrse-i Galata’da tekkeler ve mektepler”, Tarih ve Toplum, sayı: 149, Mayıs 1996, s. 16-20; Ahmet Nezih Galitekin, Osmanlı Kaynaklarına Göre İstanbul, İstanbul, İşaret Yay., 2003, s. 873-880.

11 BOA, EV, nu. 24462’deki bu belgenin neşri için bk. A. N. Galitekin, age, s. 881-945.

12 1335 Senesi İstanbul Belediyesi İhsaiyat Mecmuası, Dersaadet, Matbaa-i Osmaniye, 1337, s. 89.

13 Ergin, age, I-II, 89-90.

14 Turgut Kut, agm, s. 347-74.

Evliya Çelebi’nin XVII. yüzyıl İstanbul sıbyan mektepleri için verdiği 1299, 1993 rakamları araştırmacılarca hayli mübalağalı bulunmuştur; bk. Ergin, III, 89 (“Çelebi’nin verdiği rakamların bazan sağdan bazan soldan birer hanesi daima fazladır. Meselâ burada soldan bir haneyi kaldırırsak 299 kalır ki bu kadar mektep İstanbul için çok görülmez”); T. Kut, agm, 349. Alfons M. Schneider’in 17 Haziran 1718’de vukubulan yangında 1601 mektebin yandığı yolundaki tesbiti de aynı şekilde mübalağalı olmalıdır; T. Kut, agm, s. 349 / dn. 17.

15 Mefail Hızlı, age. Kitabın 89-174. sayfaları arasında alfabetik olarak her mektep hakkında bilgi verilmektedir.

Page 26: 1453 Dergisi 16. Sayı

26

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZYeliz OKAY

Page 27: 1453 Dergisi 16. Sayı

27

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY

Küreselleşen dünyaya uyum sağlayan toplumumuzda yitirdiğimiz olgulardan biri de yakın komşuluk ilişkilerinin kurulduğu en küçük sosyal yapı olan mahalle ve onun oluşturduğu mahalle kültürüdür. Bu durumu özellikle günlük konuşma dili çerçevesinde irdelemek mümkündür. Mahalle kelimesi başta olmak üzere mahalle yaşantısından günlük dile yerleşmiş olan kavramlar bugün artık yerini post-modern yaşantının kavramlarına bırakmıştır.

Page 28: 1453 Dergisi 16. Sayı

28

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY

* Akademisyen

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİRYİTİRDİKLERİMİZ

Yeliz OKAY*

Küreselleşen dünyaya uyum sağlayan toplumumuzda yi-tirdiğimiz olgulardan biri de yakın komşuluk ilişkilerinin kurulduğu en küçük sosyal yapı olan mahalle ve onun oluş-turduğu mahalle kültürüdür. Bu durumu özellikle günlük ko-nuşma dili çerçevesinde irdelemek mümkündür. Mahalle ke-limesi başta olmak üzere mahalle yaşantısından günlük dile yerleşmiş olan kavramlar bugün artık yerini post-modern yaşantının kavramlarına bırakmıştır. Pragmatist bir eğilimle bilinç-dışı olarak tüketilen mahalle terminolojisi bugün artık sosyolojik bağlamda insanımız için bir nostalji haline dönüş-müştür .

İstanbul’un mahalle kültürü, gerek yerleşim gerekse ilişkiler bağlamında kozmopolit sosyal yapıya uygun şekillenmiş ve sosyal yapıdaki değişimle birlikte zaman içinde toplumsal kültürün yitirilen yüzü olmuştur. Bu anlamda günlük konuş-ma dilinde İstanbul’un mahalle folkloruna ilişkin terminoloji büyük ölçüde yitirilmiş, kalan bölümü ise küreyerellik bağla-mında anlam değişikliğine uğ-ramıştır.

Osmanlı İstanbul’unda ‘mahal-leli’ denildiği zaman, aynı ma-hallede yaşayan ve birbiri ile iliş-kileri olup zaman zaman sosyal yapıya zarar verecek bir tutum karşısında ortak tavır sergileye-rek yaptırım uygulayabilen top-luluk anlaşılmaktaydı. Bu toplu-luğun paylaşım, dostluk, duyarlılık gibi geniş bir yelpazede ifadesini bulan hâkim duygu durumu söz konusuydu. Ancak günümüzde toplumdaki bireyselleşme ve yabancılaşma ne-deniyle sadece coğrafi/idarî bir tanımdan ibaret olarak ad-reslerde yer alan mahalle kavramına özgü yeni bir mahalleli tanımı mevcuttur: Paylaşımdan yoksun, sadece aynı coğraf-yada bulunmaktan ibaret bir mahalleli tanımı. Artık, “Mahal-leli ne der?” cümlesi bu anlamda yitirilmiştir ve yitirilmesinin modernlik mi yoksa yoksunluk mu olduğu düşünülmeden zaman zaman telaffuz edilen bir ifadeye dönüşmüştür.

Yine bu bağlamda mahalle baskısı kavramı, sosyoloji ter-minolojisinin bir parçası olarak akademik dilde varlığını sürdürmektedir. Ancak toplumsal yaşam bu noktada ana-liz edildiğinde coğrafi ölçek olarak mahalle sınırlarını aşan; daha çok ideolojik bir tutumun ifadesi olarak, bu kavram güncelliğini korumaktadır. Mahallede farklı olana mahalle-linin birleşerek tavır aldığı, müeyyide uyguladığı bir tutum

olarak ortaya çıkan mahalle baskısının eyleme dönüştü-ğü ve Ercüment Ekrem’in mizahi bir üslupla kaleme aldığı “mahalle baskını” da bugün artık yaşanmayan bir durum-dur. Dünden Hatıralar’da ‘Baskın’ başlıklı yazısında mahalle baskınına değinen Ercüment Ekrem, Osmanlı muhafazakâr mahalle yaşantısında münasebetsiz olarak tanımlanan bir birlikteliğin asıl rezil tarafının, mahalleli tarafından baskına uğrayıp karakola düşmek ya da kaçacağım derken düşüp bir yerini kırmak olduğunu ifade eder. Yazıda mahalle namusu-nu korumak gerekçesiyle hafif meşrep tâbir olunan, mahal-leli tarafından tecessüsle bakılan yalnız bir kadına cumbada oturup evini gözetlemek suretiyle yapılan mahalle baskısına da yer verilir. Şayet gözetlenen kadının evine bir yabancının girdiği mahalleli tarafından fark edilirse önde mahalle ima-mı ve muhtar ile ileri gelenler olmak üzere Kanun-ı Esasî’de haneye tecavüz maddesi olduğunu umursamaksızın kadının evine hücum edildiğini, hızlıca tokmağı birkaç kez vurduk-tan sonra kapıya yüklenip içeri girildiğini söyleyen Ercüment Ekrem, mahallelinin genelde misafirini camdan ya da arka kapıdan kaçıran kadının sitemli bakış ve sözlerinden duy-dukları mahçubiyet ile evlerine döndüğünü, okuyucuyu gül-düren bir ifade ile anlatır.

Günümüz İstanbul’unda ise bugün artık fiili ve terminolo-jik anlamda yitirilen mahalle baskını veya mahalle namusu kavramlarının tartışmalı yönleri de bir kenara bırakılacak olu-nursa; coğrafi/idarî bir mekânı paylaşma anlamında, mahalleli-nin komşusunun ölüm haberini akşam haberlerinden öğrendiği gerçeği ile yaşayan bir toplumla karşı karşıya olunduğu gerçeği

göz ardı edilmemelidir.

Mahalleye dair terminolojiden günümüze ulaşmayan bir başka kelime de ‘mahalleci’dir. Mahalleci, mahalle mahalle dolaşıp maniler söyleyerek pazarcılık yapan esnaf olarak ta-nımlanır. Bugünün tabiri ile seyyar satıcı diye bilinen mahal-leciler Osmanlı İstanbul’unda mahallenin geçmesini bekle-diği ve geçtiği saat belli olan esnafı idi.

Bir başka mahalle emektarı ise özellikle Osmanlı’da mahalle-linin güvenliği için kolluk gücü olarak görev yapan mahalle bekçileri idi. Bugün mecaz anlamda da kullanılan ‘mahalle bekçisi’ o dönemde İstanbul’un mahallelerinde güvenlikten sorumlu imamlar ve muhtarlar tarafından seçilen; mahalle-nin en güvenilir insanları idi. Düzenli bir maaşları olmadığı gibi her ayın sonunda ev ev, dükkân dükkân dolaşarak esnaf ve ailelerden bekçi harcı alırlardı. İstanbul mahallelerinde sokakların az veya çokluğuna ya da coğrafi alanın genişliği-

Günümüzde toplumdaki bireyselleşme ve yabancılaşma nedeniyle sadece coğrafi/idarî bir tanımdan ibaret olarak adresler-de yer alan mahalle kavramına özgü yeni bir mahalleli tanımı mevcuttur: Paylaşım-dan yoksun, sadece aynı coğrafyada bu-lunmaktan ibaret bir mahalleli tanımı.

Page 29: 1453 Dergisi 16. Sayı

29

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY

Mahalle bekçisi Kaynak: Muhtar Yahya Dağlıoğlu. İstanbul Mahalle Bekçilerinin Destan ve Mani Katarları. İstanbul : Türk Neşriyat Yurdu. 1948

Page 30: 1453 Dergisi 16. Sayı

30

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY

ne bağlı olarak bir ya da birden fazla bekçi kullanılırdı. Birkaç bekçisi olan mahallelerde en kıdemli ve yaşlı bekçi, Bekçibaşı olarak bilinirdi. Mahalle bekçileri akşam ezanı okunup ortalık karardıktan sonra sabaha kadar sokaklarda dolaşarak mahal-lelinin huzur ve güvenliği için çalışırlardı. Silah yerine kalın ve alt ucu demirli sopa taşıyan bekçiler görevlerinin başında olduklarını sokaklardaki kaldırım taşlarına vurarak çıkardıkla-rı seslerle ifade ederlerdi. Mahalle bekçilerinin bir başka gö-revleri de şehrin herhangi bir semtinde çıkan yangını mahal-leliye yüksek sesle bağırarak duyurmaktı. Bu sayede yangın çıkan semtte dostları, akrabaları ve yakınları olanlar aldıkları yangın haberi ile yardıma koşma imkânı bulurlardı. Mahal-le bekçilerinin bir diğer görevi de Ramazan aylarında davul çalarak halkı uyandırmaktı. Ramazanın onbeşinci gecesi ve Ramazan Bayramı’nın ilk gününde davul çalarak, mani oku-yarak kapı kapı dolaşır ve mahalleliden bahşiş toplarlardı. Mahalleli bekçisine, Ramazanın onbeşinci günü yalnız para verirken, Bayramda yazma, mendil, havlu, gömleklik kumaş da verirdi. Fakir mahallelerin bekçileri bahşişlerini arttırmak için mahalle çeşmelerinden evlere su taşımak, hamallık yap-mak, mahallede sebze meyve sergisi açmak, satılık ve kira-

lık evlere müşteri bulup gezdirmek gibi işleri de yaparlardı. Belirli bir kıyafeti olmayan bekçiler başlarına fes giyer, yaşça genç olanları fes üzerine koyu renkli yazma mendil, yaşlıları abanî sarık takarlardı. Elbiseleri mevsimine göre salta, cep-ken, aba, ceket ve gocuktu. Bacaklarında sıkma, dizlik, şalvar; ayaklarında mest-kundura, renkli yün çorap; bellerinde ise beyaz ya da kırmızı yün kuşak bulunurdu. Bu kıyafet sayesin-de mahalle dışında da bekçinin tanınması mümkün olurdu. Mahalle bekçilerinin, Osmanlı’da taşradan büyük şehre gö-çün ilk temsilcileri olduğunu söylemek mümkündür. Fakirlik ya da işsizlik gibi sebeplerle İstanbul’un mahallelerine bek-çilik yapmak için gelen gençler bekçi yamaklığı ile işe başla-yarak zaman geçtikçe bekçiliğe yükselirlerdi. Evli olan bekçi-lerin senede birkaç hafta için ailelerini görmeye izinli olarak memleketlerine gitmeleri ve dönerken mahallenin muhtarı ve imamına hediye getirmeleri ve karşılığında bahşiş almala-rı âdettendi. İstanbul mahallelerinde, özellikle çocuklar ara-sında bekçilerin müşterek ismi “ bekçi baba” idi.

İstanbul mahalle hayatına dair yitirilen bir unsur olan ma-halle bekçileri ile birlikte unutulan bekçi manilerine aşağıda-ki örnek verilebilir:

Mahalle baskını. Çizen: Münif Fehim, Ercümend Ekrem, Dünden Hatıralar. Yedigün Neşriyat

Page 31: 1453 Dergisi 16. Sayı

31

MAHALLE KÜLTÜRÜ ve TERMİNOLOJİSİNE DAİR YİTİRDİKLERİMİZ / Yeliz OKAY

“Bekçiye dua eyleyin Yolun açık olsun deyin Deryadan Mısır’a gidecek Bir kalyonun verdim peyin.”

Mahalleye ilişkin bir başka kavram ise mahalle kahvesidir. Mahallenin erkeklerinin sosyalleştiği, mahallenin idarî işle-rinin muhtar ve imamca görüşüldüğü bir mekân olan ma-halle kahveleri; İstanbul mahalle hayatının vazgeçilmeziydi. Mahalleliden işi olanların mahalle muhtarını, imamını ve ihtiyar heyetini arayıp bulduğu mahalle kahvelerinin, İkinci Meşrutiyet’te âdeta siyasî kulüpler olarak da faaliyet göster-dikleri bilinir. Mahalle kahvelerinin müdavimleri Ramazan ayında teravih namazını mahalle camii veya mescidinde kıl-dıktan sonra sahura kadar burada vakit geçirirlerdi. Maniciler mahalle bekçileri için düzenledikleri manileri beğendikleri taktirde bu mekânlarda bekçilere ezberletirlerdi. Bu anlam-da günümüzde mahalle kültürünün bir parçası olan mahalle kahvelerinden de, bekçilerinden de, manilerinden de geriye bir hoş sada kaldığını söylemek yerinde olacaktır.

Varlığını sürdürmesine rağmen işlevi Cumhuriyetle değişen bir başka mahalle öğesi ise mahalle imamıdır ki mahallenin başı, her hususta hüküm ve fikir sahibi kişisidir. Fikri alın-madıkça muhtar ve ihtiyar heyetinin iş göremediği mahalle imamları mahalleliden evleneceklerin nikâhlarını kıyar, aile anlaşmazlıklarını çözmeye çalışır, doğum ve ölüme ilişkin durumlarla ilgilenir, mahallece toplu halde yapılacak eylem-lerin önderliğini yapar. Mahalle imamları aynı zamnda ma-hallede ilk müracaat edilecek resmî kişilerdi. Halk mahalle imamlarını her şeye karışmakta yetkili kabul ederdi.

Mahalleye dair terminolojide yitirilen bir başka kavram da mahalle çeşmesidir. Mahallelinin ya da bulunduğu mahalle-den gelip geçenlerin su ihtiyacını karşılamak üzere mahalle-nin bir köşesinde yapılan çeşmeler bir anlamda sosyalleşme mekânıydı. Yalak, ayna taşı ve su haziresinden (haznesin-den) oluşan mahalle çeşmelerinden bazıları bugün sadece İstanbul’un eski yerleşim alanlarında, sokak aralarında sprey boyalarla boyanmış, yalakları çöp tenekesine dönüşmüş bi-rer atıl kalıntı olarak göze çarpmaktadır. Bu anlamda mahalle çeşmelerinin kuruması, mahalle kültürünün de tükenişinin göstergesidir.

Reşad Ekrem Koçu tarafından evde olduğu kadar sokakta büyümüş pervasız, küfür bilen, terbiyeden yoksun çocuk olarak tanımlanan ‘mahalle çocuğu’ ve ‘mahallenin çocukla-rının cıvıltıları’ artık eski İstanbul mahallerinin duvarlarında kalan izlerden ibarettir.

Mahalle bakkalı, mahalle kültürü içinde değişen sosyal yapı ile yitirilen bir başka aidiyet olup; mahalleli ile esnaf arasında-ki ilişkinin alacak defterleri ile adeta dayanışmaya dönüştü-ğü bir paylaşım hali de yine yitirilenler arasındadır. “Defterin

bakkal defteri gibi” diyen öğretmenlerin de bu benzetmeyi artık kullanmıyor olması; belki toplumsal hafızadan, mahalle kültürüne ilişkin yerleşen deyimlerin, benzetmelerin unutul-duğuna işarettir.

Mahalle terminolojisine dair günümüzde de varlığını sür-düren bir başka anlam değişikliğine uğramış kavram ise “mahallenin delisi”dir. İstanbul’da mahalle kültürünün ve yaşantısının güçlü olduğu dönemlerde mahallelinin sahip çıktığı ve baktığı, farklılıkları olan ve çocuklar tarafından bir davranışı ya da özelliği nedeni ile lakap takılan düşkün kim-selere ‘deli” nitelemesi yakıştırılırdı. Adeta gülümseyen ya da asık olan yüzlerinden mahallelerine nazlarının geçtiği; hatta oraya ait oldukları anlaşılan bu insanlar da, mahallelerin yok oluşuyla birlikte bir anlamda ‘sırra kadem basmışlardır’. Artık mahallenin delisi kavramı toplumsal hafızanın sözlü ifadeye dönüştüğü noktada bireylerin farklılıkları nedeniyle kabul görmek ve yok sayılmak arası, yaşadıkları halleri ifade etmek için kullandıkları duruma dönüşmüştür.

Son olarak bir de ‘kozalak mahallesi’ vardır ki ebediyete in-tikal edenlerin daimi adresleri olan mezarlıkları işaret etmek için İstanbul argosuna yerleşmiş bir deyim olarak bugüne kadar ulaşmıştır.

İstanbul’da mahalle kültürü ve terminolojisine ilişkin sözel bellek ve gündelik yaşantı içinde; gerek sosyolojik gerek-se folklorik olarak yitirilen kavramların başlıcaları üzerinde durulmaya çalıştık. Ancak mahalle yaşantısının İstanbul’un geçmişinde ve hafızasında tuttuğu yer düşünüldüğünde; yitirilen kavramlara terminoloji çerçevesinde pek çok başka kavram ve durumu eklemenin mümkün olduğunu söyle-mek yerinde olacaktır. İstanbul’un geçmişteki kozmopolit toplumsal yapısı mahalle yaşantısı ile bugüne ulaşabilsey-di, küp şeker gibi birbirine benzeyen insan hallerinden öte; mekânların ve zamanın ruhu korunabilirdi. Yeldeğirmeni, Balat ya da Suriçinde eski kaldırımları çiğneyerek dolaştı-ğınızda eğer biraz mahalleli olmanın sonlarına yetişmiş bir insansanız; maziden kulağınıza gelen sesler, belleğinizden geçen görüntüler ya da yaşanmışlıklara bir an için geri dö-nebilmenin hayalini, buruk bir gülümsemenin eşlik ettiği hallerde kurarsınız.

KAYNAKÇA

• Bayrı, Mehmet Halit. İstanbul: Hayat Yayınları. 1951, İstanbul Argosu ve Halk Tabirleri. İstanbul: Burhaneddin Matbaası. 1934

• Dağlı, Muhtar Yahya. İstanbul Mahalle Bekçilerinin Destan ve Mani Katarları. İstanbul: Türk Neşriyat Yurdu. 1948

• Ercüment Ekrem[Talu], Dünden Hatıralar, İstanbul: Yedigün Neşriyat.

• Koçu, Reşat Ekrem. İstanbul Ansiklopedisi. C.8. İstanbul. 1966

Page 32: 1453 Dergisi 16. Sayı

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ)19. yüzyılın Levanten semtiRinaldo MARMARA

Page 33: 1453 Dergisi 16. Sayı

Levantenler ne Batılı ne de Doğulu sayılırlar. Bu iki kültürün bazı niteliklerini

kendilerine mâl ederek, adeta Doğunun ve Batının canlı terkibidirler. Sınırsız bir Avrupa’nın öncüleri olarak, değişik milletlerden oluşan Levantenler, kendi bireysel özlerini kaybetmeden Müslümanlarla birlikte yaşamayı başarabilmişlerdir. Bu sürecin dayanağı ise Osmanlı İmparatorluğu’nun gönül yüceliği ve hoşgörü nitelikleri olmuştur.

Page 34: 1453 Dergisi 16. Sayı

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA

34

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti

Rinaldo MARMARA*

1839’da Gülhane hatt-ı hümâyununun ilânı ile başlayan Tan-zimat reformlarından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na iş ve daha müreffeh bir hayat arayan Lâtin (İtalyan, Fransız, …) göçmenlerin kitlesel gelişine rastlanır. Okulların ve kolejlerin açılması, hayır kurumlarının kurulması, yeni kiliselerin inşa edilmesi bu göç dalgasının gözle görülür işaretleridir. Yeni gelenler burada zaten yerleşik durumdaki aileler ile birleşir-ler; bu ailelerden bazıları (Cenevizli, Venedikli,…) İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden önce de buradadır (Pera ce-maatı); bazıları da genellikle 18. yüzyılda ve 19. yüzyıl başın-da Sakız, Tinos, Sira, Naksos adalarından gelmişlerdir. Böy-lece 19. yüzyılın sonlarına doğru Levanten topluluğu doruk noktasına varıp, Tanzimat’ın getirdiği reformlarla altın dev-rini yaşar. Pangaltı semtinin ortaya çıkışı da bu zamana rastlar.

Islahat Fermanı (28 Şubat 1856), Tanzimat reformlarıyla gayrimüs-lim uyruklara tanınmış ayrıcalıklar yelpazesini genişletir. En önemlisi yabancılara gayrımenkul mülkiyet (tasarruf-ı emlâk) hakkının tanın-masıdır. Kanun 18 Haziran 1867’de (7 Safer 1284) çıkarılır. Böylece Os-manlı İmparatorluğu’na gelen Avrupa’lı göçmenler rahatlıkla mülk satın alıp yerleşirler. Bu kanun göçü teşvik edip Lâtin ya da Levanten cemaatinin büyümesine yol açtığı gibi Pangaltı semtinin ortaya çıkmasına da müessir olmuştur.

Pangaltı

19. yüzyılın başlarında Küçük Taksim’in ötesinde uzanan ve o zamanlar İcadiye adını taşıyan tepelik yeşil bölge, 1860’lara doğru yavaş yavaş ama istikrarlı bir şekilde Pangaltı (Pancal-di) adıyla anılmaya başladı.

Adının kökeninin bu bölgede kurulmuş fırınların çokluğu nedeniyle «Pani caldi»yle (sıcak ekmekler) açıklanmasına karşın, «sıcak ekmek fırınları» efsanesiyle yetinmek isteme-yerek, Roma’daki Propaganda Fide Tarih Arşivleri’nde (Arc-hivio Storico di Propaganda Fide) bir araştırma yapmak iste-dik. Çalışmalarımız sonucunda bu semtin adını, Bolonyalı bir İtalyan olan ve söz konusu bölgede oturan Giovanni Battista Pancaldi’den aldığını kesin olarak söyleyebiliriz.

İstanbul Lâtin-katolik cemaati konusunda uzman olan Mgr Del Giorno, semtin adının kaynağını şöyle açıklar: «Giovanni

Battista Pancaldi, Taksim’in ilerisindeki bölgede, avcıların ya da kıra gelenlerin mola verdiği bir han, bir birahane ya da buluşma yeri işletiyordu: İnsanlar Pancaldi’nin yerine gidi-yorlardı, kısa zaman sonra ‘Pancaldi’ye gidiyoruz’ demeye başladılar. Türkçe diline uydurulan yazımı, semtin şimdiki adı olan Pangaltı’yı verecekti».

Raymond Philippucci söz konusu hanın «Pangaltı» deni-len eski otobüs durağının yakınlarında, eski Osmanbey Postahanesi’nin karşısında bulunduğunu söyler.

Belirttiğimiz gibi, Bay Pancaldi’nin 19. yüzyılın ortalarında İstanbul’da yaşadığını kanıtlamak için Propaganda Fide Ta-rih Arşivleri’nde araştırmalarda bulunduk. Bu konu hakkın-daki belgelerin içeriğini daha iyi kavramak için; Giovanni Battista Pancaldi’nin, karısı Rosa Zaghi’yi Bolonya’da bırakıp İstanbul’a yerleştiğini bilmek gerekir. Popaganda Fide’nin İstanbul Papalık Vekili’ne gönderdiği mektupların biricik amacı, yeniden karısıyla bir araya gelmek ile karısına aylık

bağlamak arasında seçim yapmayı Giovanni Battista Pancaldi’nin ken-disine bırakarak, onun aklını başına toplamasını sağlamaktı.

Arşivler’de bulabildiğimiz ve en azından 1840 civarında Pancaldi’nin İstanbul’daki varlığını kesin olarak kanıtlayan belgelerden sadece bir tanesini sunuyoruz. Olay, Bolon-ya’daki Papalık elçisi Macchi’nin

Vatikan’ın Dışişleri Bakanı Kardinal Lambruschini’ye Bay Pancaldi’nin karısı Rosa Zaghi’yi Bolonya’da bırakıp İstanbul’a yerleştiğini dile getiren mektubuyla başlıyor. Kar-dinal Lambruschini vakit kaybetmeden Propaganda Fide Kardinal Fransoni’ye, 30 Eylül 1841 tarihli mektubu gönderir:

«Quirinal, 30 Eylül 1841. Bolonya Papalık elçisi Kardinal Macchi, yıllar önce kocası Giovanni Battista Pancaldi tarafın-dan terk edilmiş Rosa Zaghi konusundaki kaygısına bizi ortak etti. Pancaldi İstanbul’da, Pera’da yaşıyor, karısını en büyük sefaletin kucağına atmışken, kendisinin zenginlik içinde ya-şadığı tahmin ediliyor. Vatikan’ın Dışişleri Bakanı Kardinal, zengin bir kocanın kendi karısına gösterdiği bunca sertliğe tahammül edememektedir (…). Bu nedenle, bu mektubun yazarı, siz Kardinal Hazretleri’ne sesleniyor ve sizden İstanbul Papalık Vekili Hazretleri’nden, Pancaldi’nin karısına yönelik sorumluluklarını yerine getirmesi amacıyla gücünün tüm olanaklarını kullanması için ricada bulunmasını diliyor. İmza: Kardinal Lambruschini ».

Yazışmalar böylece devam ediyor.

Çalışmalarımız sonucunda Pan-galtı semtinin adını, Bolonyalı bir İtalyan olan ve söz konusu böl-gede oturan Giovanni Battista Pancaldi’den aldığını kesin ola-rak söyleyebiliriz.

* Araştırmacı Yazar

Page 35: 1453 Dergisi 16. Sayı

35

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA

Bölge

19. yüzyılın başında İstanbul Taksim’de bitiyordu. Bu sınırın ötesinde uzanan kırlık alan «kışın kurtların ve gece hırsızla-rın» barınma yeri idi. O yeşil, göz alıcı tepelerin üzerinde Top-çu Kışlası (1803-4), Ayaspaşa Mezarlığı (Grands-Champs) ve Ermeni Mezarlığı (Radyoevi’nin yerinde) vardı.

Bu kırlık alanda ilk binalar 1830 civarlarında boy gösterdiler: Surp Agop Ermeni Hastahanesi (1837); Artigiana, bugünkü Düşkünler Evi (1838); Saint-Esprit Kilisesi (1846); Harbiye As-keri Okulu (1847) ve son derece basit birkaç konut.

Pangaltı, insanların gezinti için geldiği konutsuz, kırlık bir alandı. Bölgenin büyük bir bölümünü kapsayan mezarlıklar o zamanlarda şehirlerin bahçeleriydiler.

Bu bölge şehir merkezinden uzak olmakla beraber, zama-nın insanları ekseriyetle bu uzaklığı abartıyorlardı. Bunun en güzel örneğini Pera ve Galata’nın Katolik kiliselerini gös-teren 1846 yılına ait haritada görüyoruz. Saint-Esprit Kilisesi, Pera’dan gerçek ölçülere göre daha uzakta gösterildiğinden, haritanın çizeri bu notu ekler: «Saint-Esprit Kilisenin diğer kili-selerden uzaklığı haritada gösterildiğinden daha önemlidir».

1842 yılında Saint Pierre Kilisesi hakkında hazırlanan raporda söz konusu bölgenin şehir merkezinden uzaklığından bah-sediliyor: «Katolik Mezarlığın bölgesi kilisenin çevresinden (Galata) en uzak olanı ve en zor gidilenidir».

19. yüzyılın başlarında Taksim’in ötesine uzanan bu ıssız ve uzak bölge yararsız ve istikbâlsiz sayılıyordu. Bu görüş, böl-genin uzaklığı hakkında gösterilen abartı ile ifade edilebilir. Eğer bu bölgede 1870’li yıllarda nüfusun artacağı tahmin edi-lebilseydi, her halde Ayaspaşa Mezarlığı (Grands-Champs) Pangaltı’ya taşınmazdı. Bu konuda Belin’in Fransız Büyük Elçisi’ne yazdığı 5 Ekim 1872 tarihli mektubunu aktaralım: «Hem kamu sağlığı, hem dini kurallar gereği, eski İstanbul Lâtin Mezarlığı on üç yıl önce Pera Büyük Mezarlığı’ndan (Grands-Champs) Feriköy’deki bugünkü yerine taşınmıştı; yeri Osmanlı yönetimi göstermişti. Ama bir tepenin üzerinde bulunan ve o zaman kırlık olan söz konusu yerin görüntüsü, özellikle son aylarda değişmeye başlamıştır. Orada her gün yeni yeni evler yükselmektedir (…) dört beş sene sonra veya daha kısa bir zamanda, Feriköy Lâtin Mezarlığı (…) kalabalık bir semtin ortasında bulunacaktır».

Pangaltı’da Artigiana (Düşkünler Evi), 1900’lerin başları. (Rinaldo Marmara Koleksiyonu)

Page 36: 1453 Dergisi 16. Sayı

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA

36

Belin’in bu mektubu 1850’li yıllarda kentin bu bölgesinde yerleşme olmadığını doğruluyor.

Gérard de Nerval (1808-1855), 1843 İstanbul yolculuğun-da, kenar mahallenin (Pera) Fransız Hastanesi’nde (Taksim) sona erdiğini, ondan ötesinin kır olduğunu belirtir: « Ma-halle o noktanın (Fransız Hastanesi) ötesinde sona erer ve genişleyen yol, ayaküstü patates kızartması yapılan barakalarla ve meyva, karpuz, balık satıcılarıyla do-luverir; kır meyhaneleri, kent içinde olduğundan daha serbestçe boy göstermeye başlarlar (…). Eğer dümdüz giderseniz, birkaç adımda iki ta-rafı çalılarla kaplı, çamların gölgelediği boş bir patikaya ulaşırsınız (…). Bu son derece mistik, serin ve görülmeye değer koruluğun da bir mezarlık olduğunu söylememe gerek yok (…). Büyük ölçülerde inşa edilmiş Topçu Kışlası’nı çevreleyen bu koruluktan çıkınca kendimi Büyük-dere yolunda bulurdum. Kışlanın önünde, çayırlarla kaplı, üzeri ekilip biçilmemiş bir ova uzanır (…). Kış-

lanın ön cephesini geçince, Ayaspaşa Mezarlığı’nın girişine ulaşılır; çamlarla firavun inciri ağaçlarının gölgelediği, koca-man bir yayladır burası (…). Daha da uzağa gidelim. Mezar-lığın Ermeniler’e ayrılmış olan bölümü gelir».

Yukarıda zikrettiğimiz Belin’in 5 Ekim 1872 tarihli mektubun-dan anlaşıldığına göre Pangaltı semti 1870’li yıllarda kalaba-

lıklaştı.

Monsenyör Hillereau Pera’yı kavuran 1831 yangı-nından sonra halkın Taksim’in ötesindeki bu ye-şil alanlara yerleşeceğini tahmin etmişti. Saint-Esprit kilisesi inşa edildikten sonra (1846) semt bugünkü Şişli’ye kadar yayılmaya başladı.

Sonuç olarak, Pangaltı semtinin 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Sınırları

Taksim’in ötesinde uzanan bu boş kırlık alanda ilk binalar 1830 civarlarında boy gösterdiler (Surp

Pangaltı’da bir düğün, 1923; aileler: Rotondo, Genovesi, Giudici,... (Rinaldo Marmara Koleksiyonu)

Bir levanten.

Page 37: 1453 Dergisi 16. Sayı

37

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA

Agop Ermeni Katolik Hastahanesi, Artigiana Düşkünler Evi, Saint-Esprit Kilisesi,…). Fakat Pangaltı semti yukarıda belirt-tiğimiz üzere 1870’ten sonra gelişmeye başlamıştır.

Pangaltı’nın iyice geliştiği döneme ait olan 1913 Doğu Yıllığı, bize bu semtin sınırlarını çizmeye yarayacak ipuçları veriyor. Doğu Yıllığı, İstanbul’un Avrupa yakasını altı yerleşim böl-gesine ayırıyor: Galata, Pera, Pancaldi, Feriköy, Stam-boul, Grand Bazar (Kapalıçarşı). Eski Pangaltı’ın sınırlarını çizmek için bu semte ait olan sokakları tespit etmekle yetindik.

Pangaltı’nın merkezi, şimdiki adı Cumhuriyet Caddesi olan «Grand’rue Pancaldi», Büyük Pancaldi Yolunun solunda, Şişli yönündeydi.

1868’in İstanbul Kılavuzu «Indicateur Constantinopolitain», Saint-Esprit Kilisesini Pangaltı semtine dahil ediyor.

Pancaldi yolu eski topçu talim kışlasının ilerisinde, Surp Agop Ermeni Katolik Hastanesi’nin seviyesinde başlıyor ve Büyük-dere veya Şişli Caddesi’nin girişi, şimdiki Halâskârgazi Cad-

desi, Artigiana’da sona eriyordu. Pancaldi Büyük Yolu’nun sağında 1865’ten sonra kullanılmayan Ermeni Mezarlığı (bu-gün yerinde 19 Kasım 1949’da zamanın Cumhurbaşkanı İs-met İnönü tarafından açılışı yapılan Radyoevi yükseliyor), ve Harbiye Askeri Okulu yer alıyordu.

Yine 1913 Doğu Yıllığı’na göre, Pancaldi semti, şimdiki Halâskârgazi Caddesi denen Büyükdere ya da Şişli Caddesi boyunca uzanıyor, bu aksın iki yanında genişliyor ve Şişli La Paix Hastahanesi’ne varmadan az önce sona eriyordu.

Şimdi Ergenekon Caddesi olan Hamam veya Mezarlık Yolu, semtin bir parçasıydı. Bundan dolayı Feriköy Lâtin Mezarlığı da Pangaltı’nın Levanten tarihsel anıtlarına dahil edilir.

Polis Karakolu Bölgeleri’nin listesi de bu semtin büyüklüğü ve önemi hakkında kanıt olmuştur. 1922 yılında İstanbul 32 Polis Karakolu Bölgesi’ne ayrılmıştı. Pangaltı bölgesi, arala-rında Taksim’den ötesini kapsayan tek ve 62.427 sakiniyle aynı zamanda en önemli bölgeydi.

Bugün eski Pancaldi semti büyük oranda Elmadağ, Harbiye ve Osmanbey semtleri tarafından yutulmuş durumdadır. Bu-günkü Pangaltı’nın kalbi Ergenekon Caddesi’ndedir. Otobüs durağının tabelası oradadır; kim bilir daha ne kadar zaman bu eski Levanten semtin adı hatırlanacaktır…

«Pancaldi» Levanten semti

Pangaltı semti ilk başlarda Saint-Esprit Kilisesi’nin çevresin-de gelişen Levanten bir semtti. Rum ve Ermeni azınlıklar ora-ya yerleşmekte gecikmediler. Edmondo de Amicis, 1874’te İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında bu «denize en uzak» sem-tin Hıristiyan karakterine değinir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda, ecnebiler ve azınlıklar Türk-ler’den ayrı mahallelerde yaşarlardı. D’Ohsson, eseri Tab-leau Général de l’Empire Ottoman’da sosyal hayatın bu yönünü de anlatır: «İstanbul’da, Yakındoğu’nun tüm li-manlarında olduğu gibi, Avrupalılar aynı semtte oturmak âdetindedirler, ortak güvenlikleri için olduğu kadar Avrupaî sosyal yaşamın çekiciliği için de (…)».

Halbwachs «Rum nüfusun zamanla tepeyi tırmandığını ve bu yeni çerçevenin içinde belli ölçüde yayıldığını, böyle-ce İstanbul’dan gitgide uzaklaşarak, gayrımüslim nüfusun önemli bir yüzdesini hâlâ kapsayan bir yerleşmeye (Pera – Pangaltı) dahil olduğunu» doğrular.

Clarence Richard Johnson, İstanbul 1920’de, Ermeniler’in de yerleşme yeri olarak Taksim’in ilerisinde yayılan bölgeyi seç-tiklerini belirtir. Pangaltı’da oturan Policarpo Giudici ailesi, 1927.

Page 38: 1453 Dergisi 16. Sayı

HOŞGÖRÜ ÖRNEĞİ PANGALTI (PANCALDİ) 19. yüzyılın Levanten semti / Rinaldo MARMARA

38

Pangantılı Levantenler bir gezintide, yıl 1932.

1913’te Pangaltı hâlâ nüfusunun %95’i Hıristiyan olan bir semtti. Ya-bancılar ya da Levantenler, Rumlar ve Ermeniler’le yan yana yaşıyorlardı. Bu-nun kanıtını, kentin farklı mahalleleri için, her sokağın sakinlerinin kaydedil-diği 1913 Doğu Yıllığı’nda buluyoruz.

Levantenler ne Batılı ne de Doğulu sayılırlar. Bu iki kültürün bazı nitelik-lerini kendilerine mâl ederek, adeta Doğunun ve Batının canlı terkibidirler. Sınırsız bir Avrupa’nın öncüleri olarak, değişik milletlerden oluşan Levanten-ler, kendi bireysel özlerini kaybetme-den Müslümanlarla birlikte yaşamayı başarabilmişlerdir. Bu sürecin daya-nağı ise Osmanlı İmparatorluğu’nun gönül yüceliği ve hoşgörü nitelikleri olmuştur.

Page 39: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 40: 1453 Dergisi 16. Sayı

40

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞAFatih DALGALI

Semt, Sultan II. Mehmed (Fatih) devrinde Hobyar, İsa Kapısı, Hacı Timur, Keyci

Hatun Mahalleleri’nden oluşmaktaydı. XV. ve XVI. yüzyıllarda Hobyar ve Avrat Pazarı isimleriyle anılan semt, I. Süleyman (Kanuni) döneminde Tozkoparan Yolu olarak adlandırılmıştır. Cerrah Mehmed Paşa’nın külliyesinin inşaası ile buraya Cerrahpaşa ismi verilmiştir.

Page 41: 1453 Dergisi 16. Sayı

41

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

Page 42: 1453 Dergisi 16. Sayı

42

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA

Fatih DALGALI*

Konaklanan yer manasına gelen mahalle, daha da küçül-tülerek şehrin bir bölümü için kullanılmaya başlanmıştır1. Osmanlı Devleti şehir ve kasabasında mahalle, birbirini ya-kından tanıyan, birbirine karşı sorumlu ve sosyal dayanışma içinde bulunan şahıslardan oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir. Mahallede toplumu bir araya getiren merkez, cami veya mesciddir2. Mahalle denilen birimin temsilcisi genellik-le o mahallenin çekirdeğini oluş-turan cami ve mescidin imamıdır. Osmanlı şehrini oluşturan unsur-lardan biri olan mahalle, şehrin temel idari, iktisadi ve sosyal bir-liği konumundadır. Osmanlı şeh-rinde temel yerleşim birimi ge-nellikle bir dini yapının ya da bir pazarın etrafında gelişmiş, kendi

gelenekleri ve yaşama tarzları aynı olan ve farklı cemaatle-ri içine alan unsurdur3. Mahalle sosyal ve fiziki bir birimdir . Osmanlı şehrinde, sosyal ve fiziki bir birim olan mahallenin önemli bir rolü vardı. Mahalleler genellikle yaşayanların din ve milliyetlerine göre birbirinden ayrılırdı. Ancak yer yer Müslüman ve Gayrimüslimin karışık oturdukları mahalleler de vardı. Osmanlılarda idarî teşkilat; vilayet, sancak, kaza, na-hiye ve köy olarak taksim edilmişti. Mahalle ve köy, Osmanlı taşra yönetiminde klasik dönemden beri en alt idari birim olmuştur. Geleneksel Türk şehirlerindeki mahalle; mekte-bi, medresesi, mescidi, meydanı, çeşmesi, kahvehanesi ve pazarı ile toplumsal bir bütündür. Osmanlı mahallesinin

başında, kadı tarafından atanan mahalle mescidinin imamı bu-lunmaktaydı6. Kasaba ve şehirler ise mahallelerin birleşmesiyle oluşmuştu. Osmanlı Devleti’nde kasaba, Cuma namazı kılınan ve pazarı bulunan yerdir. Kasaba ve şehir arasındaki fark, nüfus ve ida-ri teşkilattır. Şehri kasabadan ayı-

* Yazar

1936 tarihli Pervititch Sigorta Haritası.

Cerrahpaşa Mahallesi’ne ismini veren Cer-rah Mehmed Paşa, Enderun’da yetişmiş, sarayda cerrahlık öğrenmiştir. Osmanlı ve-zirlerinden olan Cerrah Paşa, bu mahallede kendi adına bir cami, bir çifte hamam, bir mektep ve bir medrese yaptırmıştır .

Page 43: 1453 Dergisi 16. Sayı

43

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

ran bir başka önemli unsur, imalatın olmasıdır. Civarındaki bağ ve bahçeleri saymazsak şehirde tarımın yapılmadığını da söyleyebiliriz. Kasabada ise imalat yerine tarım vardır. Ka-sabalar, nüfusları 700-1500 arasında değişen iskân birimle-riyken, şehir daha karmaşık bir yapıya sahiptir.7

Konumuz olan Cerrahpaşa Mahallesi’ne ismini veren Cerrah Mehmed Paşa, Enderun’da yetişmiş, sarayda cerrahlık öğ-renmiş, III. Murad’ın büyük oğlu III. Mehmed’i sünnet etmiş-tir.8 III. Mehmed, 1595 tarihinde kendisini sünnet eden Meh-met Paşa’yı sadrazam tayin etmiştir. İhtiyarlığından dolayı sadrazamlıkta pek faydalı olamamış ve dört ay süren sad-razamlıktan azledilmiştir.9 İstanbul’un meşhur bir mahallesi olan Cerrahpaşa, eskiden büyük konakların bulunduğu bir mekandı. 1604 tarihinde vefat eden Osmanlı vezirlerinden Cerrah Paşa, bu mahallede kendi adında bir cami, bir çifte hamam, bir mektep ve bir medrese yaptırmıştır.10

Cerrahpaşa, Bizans zamanında Haseki ve Davutpaşa semtle-rini de kapayan; Kserofolos olarak adlandırılan bölgedeydi. “Roma devrinden kalma bir anayol olan ve Milion’dan baş-

layan Mese’nin Yedikule’ye uzanan kolu ise büyük bir ihti-malle bugünkü Cerrahpaşa Caddesi’ni izlemekteydi. Cerrah Mehmed Paşa külliyesinin bulunduğu alandan surlara giden yol takip edilince Arcadius Sütunu’nun yer aldığı Arcadius Forumu’na ulaşılıyordu.” Bu sütun, bölgenin Avrat Pazarı olarak adlandırılmasından dolayı Avrat Taşı olarak da bi-linmektedir. Ancak miladi 402 yılında yapılan bu sütunda, İstanbul’da meydana gelen depremler sonucunda çatlaklar oluşmuş ve 1711’de etrafında bulunan evlerin üzerine düş-me tehlikesi olduğu için yıktırılmıştır .11

Semt, Sultan II. Mehmed (Fatih) devrinde Hobyar, İsa Kapısı, Hacı Timur, Keyci Hatun Mahalleleri’nden oluşmaktaydı. XV. ve XVI. yüzyıllarda Hobyar ve Avrat Pazarı isimleriyle anılan semt, I. Süleyman (Kanuni) döneminde Tozkoparan Yolu olarak adlandırılmıştır. Cerrah Mehmed Paşa’nın külliyesinin inşaası ile buraya Cerrahpaşa ismi verilmiştir. Bu dönemde semte Hobyar, Kürkçübaşı12, Ahmedkethüda13 ve Camba-ziye14 Mahalleleri’nin tamamı ve Keyci Hatun ve Başçı Mah-mud Mahalleleri’nin bir kısmı dâhil edilmiştir.15

Encümen Arşivi 1948, Cerrah Paşa Camii, Türbe ve Çeşmesi

Page 44: 1453 Dergisi 16. Sayı

44

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

Cerrahpaşa Camii

III. Mehmed devri sadrazamlarından Cerrah Mehmed Paşa tarafından yaptırılan caminin cümle kapısında bulunan kita-besinden 1593 yılında yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Camiinin mimarı, Mimar Sinan’ın yanında yetişen Davud Ağa’dır. Kare planlı olan camiinin kubbesi altı adet fil ayağına dayanan ke-merler üzerindedir. Mihrap mahalli dört köşe ve dışa bakar durumdadır. Camii, değişik dönemlerde zelzelelerde hasar görmüş; 1892, 1958-1960 yıllarında tamir edilmiştir. Avlu kapısının sağında bulunan türbede Cerrah Mehmed Paşa ve oğlu medfûndur. Cerrah Mehmed Paşa’nın türbesi sekiz köşe-li bir plana sahiptir.16

Cerrahpaşa Hamamı

Cerrahpaşa Hamamı da Sadrazam Cerrah Mehmed Paşa’nın vakıflarındandır. Hamam, Cerrahpaşa Camii’nin sol tarafın-da ve Kürkçübaşı Külhani Sokağı üzerinde bulunmaktaydı. 1593’te Cerrahpaşa Camii ile birlikte yaptırılan hamamın (Sühey Ünver’e göre ise hamam, 1598 yılında yaptırılmış-tır.) mimarı Mehmed Ağa’dır. 1908-1910 yıllarına kadar iş-

leyen hamam daha sonra yıkılmıştır. Cerrahpaşa Hamamı hakkında Süheyl Ünver “ Hamam bizce camiden sonra inşa olunmuştur. Zira cami ile hamam arasında yol olamayacak dar bir geçit camiin avlusunda merdivenle çıkılır mükemmel ve yontma taştan mamul bir kapısı var. Eğer hamam cami ile birlikte yapılsaydı bu kadar mutena bir kapıya lüzum görülmezdi. Demek o kapı yapıldıktan sonra mevcut geçid ve yanındaki bahçeden istifade olunarak bu hamam yapıl-mış olmalıdır... Şayanı dikkat bir tarz ve mimarisi vardır. 23 Kânunusani 1931’deki ziyaretimde mermerlerinin söküldü-ğüne şahit oldum. Esasen 30 seneden beri metruk idi. En son ziyaretimde (1933) pek harap gördüm. Tahrip edilen yerler-den hamamın pek şayanı dikkat ısıtma teşkilatı tetkik oluna-biliyordu. Ocağın dumanları dolaşarak ve sıcak su mecraları ile ısınan hamamın altından mermer zemine kadar 1 metre 30 santim irtifaında tuğla ayaklar ve yanında ısınma künk-leri görülüyordu. Kazanın altındaki ocağın nihayetinde altı deliğin hamam künkleri ile bağlantısı vardı. Duvarlar içinde pek çok ısınma delikleri görülmektedir. Hamam vergi borç-larını ödemek için satılacağı yerde yıktırılmıştır(500 lira vergi

Encümen Arşivi (1948) ve günümüz fotoğraflarıyla Cerrah Paşa Camii iç görünümü

Encümen Arşivi (1948) Cerrah Paşa Camii

Page 45: 1453 Dergisi 16. Sayı

45

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

borcu için yıkılarak arsası satılmış ve vergi borcu tahsil edil-miştir.). Şimdi hamamın yeri bir düzlüktür. Hamamın duvar-larında dört kat sıva vardır. İkinci, üçüncü tabakalar nakışlıdır. Kabartma sıva nakışları da yapılmıştır.17 1936 tarihli Pervitiç haritasında hamam görülmektedir.

Cerrah Mehmed Paşa’nın, Mimar Sinan’ın yanında yetişen Davud Ağa’ya yaptırdığı cami, medrese, sebil, çeşme ve çifte hamamdan meydana gelen külliyesi bu muhitin kendi adıyla anılmasına sebep olmuştur.18

Gevherhan Sultan Medresesi

Cerrahpaşa’da bulunan Gevherhan Sultan Medresesi, Sul-tan II. Selim’in kızı ve Piyale Paşa’nın eşi Gevherhan Sultan tarafından 1568 tarihinde inşa ettirilmiştir. Kare planlı olarak yapılan bu medresede avlu etrafında 15 oda bulunmaktadır. Medrese, XX. yüzyılın başlarına kadar düzenli olarak eğitimini sürdürmüştür . 1206 (1792) yılına ait Talebe-i Umûr ve Hade-me Tahrir Defteri’nde (Asitâne-i sa’âdet ve havâlisinde kâ’in medrese ve cevâmi’ ve kayyum hâne ve aşhâne ve mü’ezzin

1847 tarihli Mühendishane Haritası. (İşaretli kısım Cerrah Paşa Camii.)

Page 46: 1453 Dergisi 16. Sayı

46

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

odaları ve türbelerinde sâkin bi’l-cümle talebe-i ulûm ve hademelerin Müfettiş Ali Efendi ma’rifetiyle tahrir olunan defteri) Cerrahpaşa’da bulunan Gevherhan Medresesi’nde müderris olarak Ahıskavi Mehmed Efendi bulunmaktadır. Ahıskavi Mehmed Efendi’nin ders vekili olarak da Ömer Efen-di yer almaktadır. Geri kalan 14 hücrede ise sırasıyla İzniki Ali Efendi, Mudurnulu Mehmed Efendi, Beypazâri Hasan Efendi, Alâ’iyyeli es-Seyyid Mustafâ Efendi, Eskişehri İbrahim Efendi, İçelli Bevvâs es-Seyyid Ali Efendi, Edirneli Hafız Ali Efendi, Diyâr-ı Bekirli Süleymân Efendi, Seferihisâri es-Seyyid Meh-med Efendi, Balyeli Osmân Efendi, Uşşâki Mustafâ Efendi, Aydınlı es-Seyyid Ali Efendi, Konevi Hasan Efendi ve Ispartalı es-Seyyid Ahmed Efendi görev yapmaktadır.20

Gevherhan Sultan Medresesi, XX. yüzyıl başlarından itibaren harap halde bırakılmıştır. 1970’lerde Tıp Tarihi Enstitüsü’ne tahsis edilmiş, bir süre Tıp Tarihi Anabilim Dalı Araştırma Merkezi ve Süheyl Ünver Arşivi olarak faaliyet göstermiştir.21 Şu an bir dernek tarafından kullanılmaktadır.

1936 yılında Türkiye Sigortacılar Dairesi Merkezi tarafından Pervitiç’e hazırlattırılan sigorta haritasının 57. paftasında Cerrahpaşa’da Abacı Mahmut Sokak, Ahmet Kahya Camii So-kak, Aptullatif Paşa Sokak, Aptullah Çavuş Sokak, Arap Manav

Sokak, Asim Bey Sokak, Bahar Sokak, Çakia Ağa Camii Sokak, Cerrah Paşa Caddesi, Cerrah Paşa Camii Sokak, Dudu Odalar Çıkmazı Sokak, Haseki Caddesi, Hafız Galip Sokak, Hacı Bay-ram Mektebi Sokak, Kafesci İsmail Sokak, Katip Müslihittin Sokak, Küçük Mühendis Sokak, Küçük Langa Caddesi, Kürkçü Başı Çeşmesi Sokak, Kürkçü Başı Külhani Sokak, Küpeşteciler Sokak, Millet Caddesi, Müezzin Sokak, Manastırlı Rifat Sokak, Namık Kemal Caddesi, Pervane Dede Sokak, Sancaktar Baba Sokak, Sinekli Bahçe Sokak, Sem’i Molla Mektebi, Sem’i Molla Çıkmazı, Sorguççu Sokak, Sulu Bostan Sokak, Tütüncü Hasan Sokak’ları bulunmaktadır.22

1955 yılıda basılan İstanbul rehberinde ise Cerrahpaşa, Fatih Kazası’nın Samatya Nahiyesi’ne ait bir mahalledir. Rehbere göre Cerrahpaşa’da, Başçı Mahmut Camii çıkmazı, Bozacı-odaları sokak, Çardaklı Hamam Sokak, Çavuşzâde Sokak, Çavuşzâde Camii Sokak, Davutpaşa Çeşme Sokak, Davutpa-şa Medresesi Sokak, Davutpaşa Medresesi Çıkmazı, Emirler Çıkmazı, Emirpervane Çıkmazı, Eski Araplar Sokak, Güzel-sebzeci Sokak, Haseki Tekke Çıkmazı, Hasekikadın Sokak, Hobyar Sokak, Hobyar Çıkmazı, Hobyar Camii Sokak, Hob-yar Mektebi Sokak, Ispanakçı Viranesi Sokak (Kasap İlyas Mahallesi’yle bir), Kuyu Çıkmazı, Şeyhülharem Sokak (Kasap

Encümen Arşivi (1940), Gevherhan Sultan Medresesi

Page 47: 1453 Dergisi 16. Sayı

47

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

İlyas Mahallesi’yle bir), Vezirodaları Çıkmazı ve Yokuşçeşme Sokak ve caddeleri bulunmaktadır.23

Yukarıda yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Os-manlı şehrinde, temel yerleşim birimi genellikle bir dini ya-pının ya da bir pazarın etrafında gelişmiş, kendi gelenekleri ve yaşama tarzları aynı olan ve farklı cemaatleri içine alan unsurdur. Makalemize konu olan Cerrahpaşa Mahallesi de mezkûr ismi almadan önce bir çok isim değiştirmiştir. Ancak zamanımızda, mahalleye hayır eserleri yaptıran Cerrah Meh-med Paşa’nın ismiyle yaşamaktadır.

Mahallenin kuruluşu ve imar edilmesi her açıdan incelenme-si gereken, sistematik bir oluşumdur. Ancak kültürümüzde, mahallenin ayrı bir yeri vardır. Kültürümüzde mahallenin önemini, insanlar arası ilişkileri, selamlaşmayı, binaların bu kadar iç içe geçmediği dönemlerdeki yaşayışı Abdülbaki Gölpınarlı şu şekilde anlatmaktadır: “ ... Bir çeşit hitap vardı... Bir çeşit söz söyleyiş: Kadına hanımefendi denirdi; erkeğe be-yefendi... Yaşlıca bir sakallı zâta efendi hazretleri... Arabadan inen “hayırlı işler” dilerdi arabacıya... Arabadan inene “güle güle” derdi arabacı... Seyyar satıcıların sesleri besteliydi, söz-leri ezgili... Ürküten, can alan, uyuyanı uyandıran ses yoktu... Mahalle kahvesi’nin bir çeşit vazifesi vardı. Bir çeşit içtimaî

toplantı yeriydi orası. Her sabah işine giden oraya uğrardı... Herkes birbiriyle bir kere daha görüşürdü. Hasta yoksulun ıyâline, kimsesiz kadının hâline orda çare aranır, bulunurdu. Doktor yollanırdı... ilâç alınırdı... kömür gönderilirdi... para toplanırdı. Bunlar yollanır, gönderilirken de; yollayanlar, gönderenler söylenmez, yardım olduğu bildirilmezdi: “Ak-rabanızdan biri göndermiş...” denirdi... Geceleyin ne korna sesi vardı, ne vapur düdüğü, ne radyo haberi: ne mahalleler arasında çocukları uykularından belirlendirip sıçratan, sinirli-leri de delirten otomobilli ilân yaygarası; ne mahalle arasında kafeterya, ne çalgılı gazino...Bir çeşit hayır dileyiş vardı... Bir çeşit gönül alış: İnşaatta çalışan, yol kazan, odun kesen, kol gücüyle bir iş gören kişiye rastlanınca, “kolay gelsin” denir-di. Bu söze muhatap olan, bir an işini bırakır, memnun olur, “eyvallah” der, yeni bir güçle işe başlardı... Bir çeşit âşinalık vardı... bir tarz kardeşlik: Yolda, Kıble yönünden gelen dav-ranır, rastladığına selâm verirdi; sıra onundu. Ve büyük, kü-çüğe; yaşlı, gence; atlı, yayaya “ilk selam verendi”. Selâm, verilen tarzdan daha da güzel bir tarzda alınır... Bu rastlantı hayra yorulur... Her iki yolcu da ferahlı, kutlu, yoluna devam ederdi... Bir çeşit nezâket vardı... Bir çeşit insanlık: Lokanta-da bir masaya oturan, o masada evvelce oturmuş olanlara

Gevherhan Sultan Medresesi

Page 48: 1453 Dergisi 16. Sayı

48

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

mutlaka “müsâadenizle” der, izin alır; yer var da oturursa, “ âfiyet olsun” demeyi ihmâl etmez, “teşekkür”le karşılanır... Yolda birisinin düşürdüğü küçücük bir ekmek parçası, simit parçası gören eğilir onu alır, öper yâhut öper gibi ağzına götürür, sonra ya bir duvar kovuğuna, ya bir ağaç yarığına kordu. “Nimet”di o ve nimete hürmet gerekdi... Mahalleli bir-birini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutuna-mazı. Bir ölüm bütün mahalleyi kapsardı... Bir çeşit yol tarifi vardı... Bir çeşit ev tarifi: ... oraya vardın mı sağa dön. Solda bir bostan göreceksin... doğruca git. Gene solda, köşede; önünde koca asırlık bir çınar ağacı, cumbalı, saray yavrusu bir

konak... Sağda az meyilli bir yokuş... Vur o yokuşa! Aşağı-yu-karı yüz adım ötede, sağda: bahçesinde salkım söğüt; küçük kuş yuvası gibi ahşap bir ev... Şimdi “yol”u sormayın; bilen yok ki... Evler burunsuz... dümdüz yüzlü. Hepsi de birbirinin aynı... tanınmaz ki... Çalışanın hatırı mı sorulur? .. Tanıyan mı var onu? Selâm, bir “gericilik”... hiç böyle şey olur mu?.. Ne ilkel töre!..24“ Gölpınarlı’nın bu anlatımı, mahallenin etten, kemikten oluştuğunu, onun da yaşadığını, hatta yaşamaktan öte mahallenin insan olma vasfını bize kazandırdığını gös-termektedir.

DİPNOTLAR:

1 J. H. Kramers, “Mahalle”, İ.A. , C.VII. , s.144.

2 H.Basri Karadeniz, “XIV. Yüzyılda Karye-i Nizib”, T.D.A.D. , S.105, (Aralık

1996), s.7.

3 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehrinde Esnaf Örgütlerinin Fiziki Yapıya

Etkileri”, Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi, Ankara 1980, s.103.

4 Özer Ergenç, “Osmanlı Şehirlerindeki Yönetim Kurumlarının Niteliği

Üzerine Bazı Düşünceler”, VII. Türk Tarih Kongresi, (Ankara 11-15 Ekim

1976), Ankara 1981, s.350.

5 Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Toplum Yapısı, İstanbul, 2003 s. 90.

6 Ahmet Tabakoğlu, “Osmanlı İçtimai Yapısının Ana Hatları”, Osmanlı, C.

IV, s. 27.

7 Cengiz Orhonlu, “Şehir Mimarları”, Türkler, C. X, s. 529.

8 M. Orhan Bayrak, Resimli Osmanlı Tarihi Sözlüğü, İstanbul, 1999, s. 86.

9 Mithat Sertoğlu, Paşalar Şehri İstanbul, İstanbul, 1991, s. 20.

10 Hakkı Göktürk, “Cerrahpaşa”, İstanbul Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul,

1971, s. 3503-3504.

11 Süleyman Faruk Güncüoğlu, “Cerrahpaşa Semti”, İstanbul’un Kitabı

Fatih, C. I., İstanbul, 2011, s. 188-189.

12 Ahmet Nezih Galitekin, Osmanlı Kaynaklarına Göre İstanbul, İstanbul,

2003, s. 93.

13 Galitekin, a.g.e, s. 31.

14 Galitekin, a.g.e, s. 47.

15 Güncüoğlu, a.g.e., s.190.

16 Tahsin Öz, İstanbul Camileri, C. I.-II., Ankara, 1997, s.39.

17 Mehmet Nermi Haskan, İstanbul Hamamları, İstanbul, 1995, s. 89-91.

18 Güntekin, ag.e., s. 192.

19 Mübahat S. Kütükoğlu, XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Ankara,

2000, s. 288.

20 Galitekin, a.g.e., s. 621.

21 Kütükoğlu, a.g.e., s. 288.

22 Pervitiç’in hazırladığı 1936 tarihli 57. pafta sigorta haritası.

23 Hayrettin Lokmanoğlu, İstanbul Haritalı Şehir Rehberi, İstanbul, 1955,

s. 28-70.

24 Abdülbâkıy (Abdülbaki) Gölpınarlı, “Dâ’üs-sıla-i mâzî veya Dün -

Bugün”, İlgi, S. 32, (Kasım 1981), s. 8-11.

Page 49: 1453 Dergisi 16. Sayı

49

OSMANLI DEVLETİ’NDE MAHALLE VE BİR MAHALLE ÖRNEĞİ CERRAHPAŞA / Fatih DALGALI

Page 50: 1453 Dergisi 16. Sayı

YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE Celil CİVAN

Türk kültüründe büyük bir öneme sahip olan mahalle Türk sinemasına da yansımıştır. 1950 yılından itibaren görece demokratikleşen Türkiye’de sinema da atağa geçmiş ve Halit Refiğ’in tabiriyle “halk sineması” ortaya çıkmıştır.

Page 51: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 52: 1453 Dergisi 16. Sayı

52

YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE / Celil CİVAN

YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLECelil CİVAN*

Türk kültüründe büyük bir öneme sahip olan mahalle Türk sinemasına da yansımıştır. 1950 yılından itibaren görece demokratikleşen Türkiye’de sinema da atağa geçmiş ve Halit Refiğ’in tabiriyle “halk sineması” ortaya çıkmıştır. Muh-sin Ertuğrul’un, dolayısıyla tiyatrocuların sinemada etkisini kaybettiği bu dönemde mali kaygılardan da kaynaklanan sebeplerle seyircilerin yaşadıkları mahalleler doğal plato ola-rak kullanılmış, seyircinin kendisini özdeşleştirebileceği kah-ramanların hikâyeleri anlatılmıştır. Söz konusu dönemden itibaren sinema handiyse halkın tek eğlence kaynağı olmak-la kalmamış, sinemanın ana des-tekçisi de seyirci olmuştur. Seyir-cinin bu teveccühü karşısında sinemacılar seyircinin “istediği” filmleri çekmeye gayret etmiş ve bu anlamda kültürel hayatın bir unsuru olan mahalle yaşayı-şı da beyazperdeye yansımıştır. Ancak söz konusu mahalle yaşayışı sadece seyircinin kendi kültürünü yansıtmakla kalmadığı gibi ülkenin değişen kaderi karşısında sosyolojik bir gösterge olarak da işlev görmüştür.

Mahalle Dayanışması

Ellilerden itibaren köyden şehre göçün hız kazanması göz önünde bulundurulduğunda mahallenin önemi daha iyi anlaşılır. Zira Türk sinemasında mahalle, köyden büyük şehir İstanbul’a göç eden yoksul sınıfların arasındaki dayanışma-nın bir göstergesidir. Gecekondu evleri, eğri büğrü çamurlu sokakları ve küçük esnafıyla mahalle, Yeşilçam sinemasına münhasır “masalsı havayı” da yansıtmak açısından uygun-dur. Zira Türk geleneksel anlatı yapısını devam ettiren söz konusu sinema, mahalle atmosferi içinde mekânsal devam-lılığını da muhafaza etmiştir. Sevimli ve dost canlısı esnafı, vefalı mahalle arkadaşları, yoksul da olsalar her şeylerini pay-laşan komşularıyla mahalle beyazperdede kendi yaşayışının izlerini gören seyirciyi memnun etmiş; aynı zamanda seyirci kitlesinin tecrübe ettiği göçün zihinlerde bıraktığı travmayı dindirmek açısından da sağaltıcı olmuştur. Ellerinde tahta bavullarla Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinden Boğaz’a bakan yoksul taşralılar için mahalle yaşamı kendilerine has hayatlarını sürdürebildikleri bir yer olduğu kadar; büyük şe-hir hayatının acımasız ortamı içinde, dostluğun, dayanışma-nın ve vefanın da simgesi olagelmekle, kitlelerin içine düş-tükleri yabancılaşmayı da aza indirmiştir.

Bununla birlikte ellilerden itibaren liberalizmin ülkede ağır-lık kazanmasıyla özellikle “taşı, toprağı altın” olan İstanbul büyük şehre gelen yoksul kesimin zenginlik hayalini de süs-

lemeye başladı. Bu durum Yeşilçam sinemasında birbiriyle tezatmış gibi görünen bir durumun ortaya çıkmasına sebep oldu: Mahalleli yoksullar evlerini yıkmak isteyen, kendilerini işlerinden etmeye çalışan zenginlerle mücadele ederken; kendi içlerinden birilerinin de aynı zengin sınıfa dahil olma-sına karşı çıkmadığı gibi kendi kültürü yerine taklitçi bir Batılı kültürü benimsemiş zenginlere karşı kendilerinden birileri-nin de zengin olmasını candan destekledi. Bu anlamda Ye-şilçam sineması, beyazperdede kendi hikâyelerini heyecanla takip eden seyirci kitlesinin de arzularını yansıtmış oldu. Zira aynı seyirci kitlesi hem mahalle hayatı sayesinde içine düş-tüğü acımasız büyük şehrin yabancılaştırıcı etkisinden kur-tuluyor hem de yaşadığı büyük şehirde zenginleşme hayal-

leri kuruyordu. Dolayısıyla söz konusu filmlerdeki asıl çatışma unsuru zengin ile yoksul olmak-tan ziyade Batılılaşmış, yoz zen-ginlerle kendi emeğiyle zengin-leşmeye çalışan taşralı arasında cereyan ediyordu. Bu bakımdan Yeşilçam sinemasının çatışma

unsuru olarak sınıfsal bir temeli ortaya koymak yerine uzun zamandır devam eden Batılılaşma sürecine halkın bakış açı-sıyla yaklaştığını belirtmek gerekir. Söz konusu durumu aynı zamanda dönemin atmosferiyle birlikte yorumlamak, film-lerdeki temsilleri anlamak açısından da önemlidir. Jale Dirlik-yapan ellili yılların hikâyecilerini konu ettiği Kabuğunu Kıran Hikâye (Metis, 2011) isimli araştırmasında ellilerden itibaren entelektüel ortamın da değişim geçirdiğini, daha önceki Ba-tılı elit kuşağın yerini halktan gelen entelektüellere bıraktığı-nı söyler. Endüstri haline gelmediği için maddi desteğini se-yirciden alan Türk sineması aynı zamanda Orhan Kemal gibi halktan gelen veya zengin bir aileden gelse de fabrikalarda çalışmış, yoksul kesimle birlikte yaşamış Bülent Oran gibi ay-dınların senaryolarıyla kendine has yapısını kazanmıştı.

Yetmişlerden Sonra

Türk sinemasında mahalle filmleri Yeşilçam’ın Altın Çağı olarak nitelenen 1960-1975 yılları arasında çekilmeye de-vam etse de söz konusu dönemin son yılları yerini, ellili yılların görece iyimserliği yerine zenginlerle yoksulların arasında gitgide büyüyen bir uçuruma, ülkede ise siyasi ça-tışmalarla kendini gösteren bir kargaşa ortamına bıraktı. Bu evrede seyircinin büyük teveccühünü kazanan filmler Ertem Eğilmez’in kurduğu Arzu Film çatısı altında gerçekleştiri-len yapımlardı. Kendi senaryo grubu ve oyuncu kadrosunu oluşturan Eğilmez’in yaptığı filmler -mahalle dayanışması yerine- daha çok aile dayanışmasını anlatıyordu. Birbirinden farklı tiplerin yer aldığı yapımlar ülkedeki gelişmelerin izle-

* Yazar

Türk sinemasında mahalle, köyden bü-yük şehir İstanbul’a göç eden yoksul sınıfların arasındaki dayanışmanın bir göstergesidir.

Page 53: 1453 Dergisi 16. Sayı

53

YEŞİLÇAM’DAN DİZİLERE MAHALLE / Celil CİVAN

rini taşımaktan da azade değildi. Mahalleden çıkma zengin tiplerin yerine -sevimli bir üçkağıtçılıkla da olsa- kendi çaba-sıyla zengin olmaya çalışan başarısız tipler geçiyor, ülkedeki iktisadi dönüşüm karşısında aile babası, Batılı zenginin yerini alan taşra kökenli zenginlere kafa tutuyordu.

Yetmişlerin ortalarından itibaren sinema artık bir halk eğlen-cesi olmaktan çıkmış, aile filmlerinin yerini müstehcen filmler almıştı. Seyirciyi tekrar filmlerle buluşturan ise seksenlerde ortaya çıkan video furyası oldu. Dönemin iktisat politikaları yabancı sinemanın, özellikle de Hollywood sinemasının sa-lonlarda ağırlık kazanmasına yol açtığında Türk sinemasının eski görkemli günleri de geride kaldı ve video kasetlerde hayatını idame ettirmeye çalıştı. Seksenlerde yaşanan bu

dönüşüm sadece sinemanın çöküşüne sebep oldu elbette; Yeşilçam’ın dayanışmayı anlatmak için kullandığı mahalle de eski anlamını kaybetti.

Seksenlerin sonuyla doksanların başında Türk sinemasında bu değişimin sinemasal temsillerini Ertem Eğilmez’in yanın-da yetişmiş olan Yavuz Turgul’un anlatması tesadüf olmasa gerek. 1987 tarihli Muhsin Bey, Türkiye’de yaşanan sosyo-lojik değişimi anlatırken mahalleden kopuk halde, birbirine yabancılaşmakta olan sakinlerin yaşadığı apartman hayatını da perdeye yansıttı. Turgul sinemasına has eski ile yeni de-ğerler arasındaki çatışmayı anlatan film, yönetmenin diğer filmleri gibi, mahalle dayanışmasının da dahil olduğu eski güzel günlerin bir daha gelmeyeceğine dair bir melankoliyi de yansıtıyordu.

Doksan Sonrası Sinemada Mahalle

Doksanların sonuyla iki binli yıllarda çekilen üç film, Türk sinemasında dayanışmayı, dostluğu ve vefayı temsil eden mahallenin nasıl bir değişim gösterdiğini de anlatır: Metin Kaçan’ın aynı isimli romanından uyarlanan 1997 tarihli Ağır Roman, Kolera Mahallesi’nde yaşayan Romanların hayat hikâyelerine odaklanırken dayanışmanın yerini çatışmaya,

dostluğun yerini düşmanlığa, vefanın yerini ise ihanete bı-rakıyor; zenginliğe karşı mücadele eden mahalle sakinlerinin yerini birbiriyle kavga eden yoksullar alıyordu. Mahalleyi yabancılaştırmaya karşı tampon olarak kullanan Yeşilçam’ın aksine Ağır Roman’da mahalle karanlık ve tekinsiz bir mekân olarak yer alıyordu.

2009 yılında gösterime giren iki film ise benzer karamsar yaklaşımıyla mahallenin geçmişe has gösterge düzenini alt üst ediyordu: Başka Semtin Çocukları, Gazi Mahallesi özelin-de Alevi-Sünni çatışmasını eksenine alıp mahallenin bir da-yanışma unsuru olmaktan çok bir ayrışma unsuru olduğunu gösterirken; Kara Köpekler Havlarken isimli film, mahallenin çıkışsızlığı karşısında karanlık işlere bulaşarak kendini “kur-

tarmaya” çalışan gençlerin hazin hikâyesini anlatıyordu.

Televizyon Dizileri: Mahallenin Yeni Yeri

Ülkedeki sosyolojik değişimler, Yeşilçam’ın sona ermesi ve Türk si-nemasında ağırlık kazanan Yılmaz Güney sonrası gerçekçilik mahalle filmlerinin eskisi gibi beyazperde-ye yansıması önünde engel olsa da doksanlardan itibaren açılan televizyon kanalları sayesinde ma-halle hayatı kendine televizyon dizilerinde yer buldu. Yeşilçam’ın Altın Çağı’nda halkın tek eğlen-cesi sinemayken, günümüzde tek

eğlence aracı televizyon ve televizyonda yayınlanan diziler oldu. Sosyal hayatımız bir yana, kimi zaman siyaset günde-mini bile etkileyen dizilerin Yeşilçam’a has geleneğin kimi unsurlarını devam ettirdiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla sinemada göremediğimiz mahalle temsilinin Türk dizilerin-de hâlâ yaşadığını söyleyebiliriz. Özellikle mahalleye vurgu yapan doksanların efsane dizisi Süper Baba, iki binlerin İkinci Bahar’ıyla Ekmek Teknesi ve bugünün Leyla ile Mecnun’u bir yana hemen hemen tüm dizilerde ekrana getirilen mahalle yaşantısı seyircinin hasretle andığı bir geçmişi yansıtıyor. Sa-atlerce ekran karşısında dizileri seyreden kitle, dizilere konu olan Ramazan, yılbaşı gibi “gerçeklikler” aracılığıyla da arzu-sunu tatmin etmiş oluyor. Ancak söz konusu dizilerin Yeşil-çam filmlerine has sıcaklığı ve samimiyeti taşıyıp taşımadığı, seyircilerin rating ve reklâm uğruna istismar edilip edilmedi-ği meselesi ise tartışılmayı bekliyor.

KAYNAKÇA

• Arif Can Güngör, Türk Sinemasının Yerli Dizilere Etkisi ve Seyirci İlişkisi, (Yayınlanmamış Sanatta Yeterlilik Tezi), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul, 2007. • Agâh Özgüç, Türk Sinemasında İstanbul, Horizon İnternational, 2010.• Jale Dirlik Yapan, Kabuğunu Kıran Hikâye, Metis Yayınları, 2011.

Solda: Muhsin Bey filminden bir kare, sağda: Ağır Roman kitap kapağı

Page 54: 1453 Dergisi 16. Sayı

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

54

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİSennur SEZER

Perşembe günleri yapılan eski düğünlerimizin ertesi Cuma gününe “paça günü” denir, gelin o gün için dikilmiş “paçalık” denen giysiyi giyer, sağ şakağında elmas yapıştırmasıyla misafirleri karşılardı. Yalnızca evli kadınların çağrıldığı bu gün bir tür “evliler topluluğuna” katılma

töreniydi. O gün, düğün yemeğiyle birlikte kaymak ve paça ikram edilmesi gelenekti.

Paça yemek için Beykoz’a giden, sade, terbiyeli paça çorbası , paça tiridi, paça

dondurması ayrımını bilen pek kalmadı..

İşkembe yalnızca çorba olarak biliniyor artık.

Page 55: 1453 Dergisi 16. Sayı

55

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

Page 56: 1453 Dergisi 16. Sayı

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

56

’un et alma alışkanlığının uzun zamandır değiştiğini söyle-mek gerekir. Koyun eti meraklısı İstanbul halkı yemek için “kıvırcık eti “arar, kasapta hayvanın kuyruğuna, dişi mi erkek mi olduğuna vb. dikkat ederdi. Kasapların artık çok az semt-te olduğunu hatırlatmak gerekmez. Eski İstanbul halkı sığır/dana etini ancak hastalıklarda hatırlardı. Külbastı tarihe karı-şan bir et/balık pişirme biçimidir.

Pişirilse de artık adı anılmayan yemeklerden biri, adıyla kö-keninin Hıristiyan olduğunu gösteriyor: Papaz Yahnisi. Bu yahni hem etten hem balıktan yapılır.

Etten yapılan papaz yahnisi sığır etiyle olur. Et ağırlığının yarısından biraz fazla miktarda arpacık soğanı ile pişer. Sığır

etinden olan papaz yahnisine bir kahve fincanına yakın ölçüde sirke konur. Bu, Batı mutfağında sık rast-lanan sığır etine şarap konulması-nın, Müslümanlaştırılmışıdır. Sirke-nin de eti şarap gibi iyi pişirmede (yumuşatmada) etkili olduğu fark edilmiş olmalı. Sirke kokusunun dü-zelmesi için yemeğe tarçın, yeniba-har da ilave edilir.

Balıktan yapılan papaz yahnisinin, Hıristiyan din adamlarının perhizler-de yaptıkları bir yemek olduğu eski yemek kitaplarında kaydedilmiştir. Kefal, kırlangıç, palamut, uskumru gibi hemen her tür balıktan yapılan bu yemeğin de özelliği 1 kilo balığa 700 gr. soğan ve 7 diş sarımsak he-saplanarak yapılmasıdır. 100 gr. zey-tinyağında havuç, soğan, sarımsak-ların kavrulması, kırmızıbiber katılıp iki bardak suyla 20 dakika pişirilme-si, sonra da iki parmak büyüklükte kesilmiş balıkların eklenip on dakika pişirilip soğutulması, yemeğin tarifi-dir. Bu da unutulan yemekler arasın-dadır.

Saraydan Halka

Saray da iki yoldan halkın mutfağını etkilemiştir: Biri halka dağıtılan ye-meklerle, ikincisi, meraklıların yazdı-ğı yemek kitapları yoluyla.

Saray yemeklerinin halkla buluştuğu yerler, şenliklerde halka açılan sofra-lardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın

İstanbul’da yabancı şirketlerin üretimi, Türk mutfağının kaygana (cızlama, akıt-ma) adını taşıyan hamur işini önce krep, sonra da Amerikalı adıyla pankek (krep-ten daha kalın) durumuna getirdi. Krep ile pankek arasında mafiş de lalanga da yitip gitti.

* Yazar

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ

Sennur SEZER*

Bir şehirde bir yemeğin unutuluşu, birbirinden farklı neden-lere bağlıdır: Yemeğin yapılmasının zorluğu, bir tören yeme-ği oluşu ve o törenin gündemden kalkışı, yemeğin malzeme-sinin bulunmayışı ve pahalılığı, yeni kuşakların ağız tadının değişmesi, İstanbul’a göçlerin gelişi, turist ve yabancı yemek şirketlerinin etkisi...

İstanbul’da yabancı şirketlerin üretimi, Türk mutfağının kay-gana (cızlama, akıtma) adını taşıyan hamur işini önce krep, sonra da Amerikalı adıyla pankek (krepten daha kalın) durumuna ge-tirdi. Krep ile pankek arasında mafiş de lalanga da yitip gitti. Yapılması el oyalayan yemekler, örneğin yaprak ve lahana sarmaları, mantılar, kimi börekler, dondurularak hazır satı-lan yiyecekler arasında bulunuyor. Ancak bu yemekler arasında aynı adı taşısa da gerçek bir puf böreği yok. Mantı adıyla “çimdik makarna” ya da “kaşık börek” denilen küçücük hamur işleri var ancak İstanbul’da Ta-tar böreği denilen irice hamur işi de peynirli mantı denilebilecek piruhi de yapılmıyor.

Paça Günü

Perşembe günleri yapılan eski dü-ğünlerimizin ertesi Cuma gününe “paça günü” denir, gelin o gün için dikilmiş “paçalık” denen giysiyi giyer, sağ şakağında elmas yapıştırmasıy-la misafirleri karşılardı. Yalnızca evli kadınların çağrıldığı bu gün bir tür “evliler topluluğuna” katılma töreniy-di. O gün, düğün yemeğiyle birlikte kaymak ve paça ikram edilmesi gele-nekti.

Paça yemek için Beykoz’a giden, sade, terbiyeli paça çorbası, paça ti-ridi, paça dondurması ayrımını bilen pek kalmadı..

İşkembe yalnızca çorba olarak bilini-yor artık.

Hamurdan ete geçtiğimizde İstanbul-

Page 57: 1453 Dergisi 16. Sayı

57

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

oğulları Şehzade Cihangir ve Şehzade Bayezid’in sünnet dü-ğünlerinde verilen ziyafet ile ilgili bir defterin bugün Berlin Kraliyet Kütüphanesinde olduğunu saptayan Günay Kut, bu defterle ilgili bir de bildiri hazırlamıştır. III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi’ne sunulan bu bildiri, bu kongrenin bildirilerini toplayan külliyatın 5. cildinde yer almaktadır. Günay Kut, bu sünnet düğününün 1539 yılında yapıldığını, düğünden önce kına gecesi yapılıp, yirmi sofralık yemek ve tatlı ikram edildiğini yazar. Kut, düğündeki ziyafetlerin; fuka-ra ziyafetleri; Yeniçeriler ziyafeti; Sipahi oğlanları, silahdarlar, ulufeciler ve gurebalar ziyafeti; ahır halkı, topçular ve ehl-i hi-ref (esnaf) ziyafeti; ulema ziyafeti; paşalar, ağalar ve beyler zi-yafeti olarak ayrıldığını belirtiyor. Ayrıca düğünde padişahın paşalar ve beyler ve ulemayı izam ile özel yediği yemekler var. Öteki ziyafetlerde sofra sayısı (paşalar, ağalar ve beyler hariç) 600’dür. Paşalar ve beylere 50 sofra kurulmuş; padişa-hın katıldığı ziyafetlerdeki sofra sayısı yalnızca 15’tir.

Fakirlere Eyüb, Sultan Mehmet, Sultan Bayezid, Sultan Selim, Mahmud Paşa, Ali Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, Mustafa Paşa imaretlerinde ve At Meydanı (bugünkü Sultanahmet Meydanı)’nda dağıtılan pilav ve zerdeyi saymazsak, asker dahil meslek sahiplerine toplam 2400 sofra yemek verilmiş-tir. Bu sofralarda pilav ve zerde dışında zirva, tavuk çorbası, memnuniye helvası, muhallebi, tavuk kebabı, kuzu kebabı, koyun yahnisi yer almıştır. Paşalar, ağalar ve beylerle padişa-hın katılacağı yemeklerde çeşitler daha fazladır. Ancak halkı daha az etkilediği de kesindir. Padişahın katıldığı sofralarda yer alan ek yemekler arasında çeşitli av kuşu etleri ve tatlı çe-şitleri vardır.

Listelere bakılınca dikkati çeken sözcük : “Zirva,”. Böyle bir yemek adı olamazmış gibi geliyor. Prof. Süheyl Ünver’in Fa-tih Devri Yemekleri kitabına göre zirva, pekmezli aşuredir. Bu aşurede buğday nişastası, kuru kayısı, kuru incir, çekirdek-siz kuru üzüm, hurma ve üzüm pekmezi vardır. Kuru meyve-ler doğranıp bir gece ıslatılır. Pekmezle biraz pişirilir. Nişasta şeker ve suyla pişirilip pekmezli meyveler katılır. Beş dakika daha kaynatılır. Kaselere boşaltılıp dolma fıstığıyla süslenir.

Muhsin Ertürk, zirvanın tatlı değil mutancana gibi et ve mey-venin bir arada kullanıldığı bir yemek olduğunu iddia ediyor. İstanbul’da Fatih ve Süleymaniye İmaretlerinde, Edirne’de II. Beyazıt imaretinde Cuma akşamları, Ramazan’da ve her iki bayram akşamları halka dağıtılırmış. Et ve meyvelerin (incir, badem, erik, üzüm, kiraz kurusu, kayısı) ve son olarak da bir çorba kaşığı balın bir arada kullanılması, Osmanlı saray mut-fağı kadar, Mevlevi mutfağı etkisini kanıtlarmış. Bu yemek haşhaş tohumuyla süslenir. Başka kaynaklarda, kiraz kurusu yerine safran eklenir. Her iki tarifte de yemeğe eritilmiş nişas-ta konur. Bu yemeğin de izi yok, memnuniye helvasının da.

Kuyruk Yağı

Padişah sofrasındaki yemeklerin en ilginci, bugün Anadolu’nun bazı bölgelerinde pişen, ancak İstanbul’da hemen hiç tanınmayan ayva yemeğidir. Ziyafet defterinde ayva kalyesi adıyla geçen bu yemek Anadolu’da “ayva gal-lesi” diye anılır. Kimi kaynaklar “eti önceden kavrulan sebzeli yemeklerin kalye” diye adlandırıldığını kaydeder. Kabak ve patlıcan kalyeleri varmış. Kabak kalyesini, hâlâ bilen ve pişi-ren varsa da bu yemeklerin, yemek kitaplarımızda adı bile yoktur. Dikkati çeken ama tanınmayan bir başka yemek de kadıntuzluğu çorbasıdır. Yabani bir çalılık meyvesi olan bu meyve belki nadir olduğundan padişaha sunulmaktadır. Margarinin yaygınlaşması ve kolesterol korkusuyla unutulan kuyruk yağı, bir dönemin önemli besin maddelerindendi. Kokusunu güzelleştirmek için eritilirken, içine elma ya da ayva atılırdı. Eriyince kıkırdakları süzülürdü. Bu yağın pilav-larda kullanılmadığını ekleyelim. Bu yağın üretimi bırakılın-ca, Sermet Muhtar Alus’un “lök gibi mideye oturan, üç yirmi dört saat hazım nedir bilmeyip betonlaşan” sözleriyle güç sindirildiğini anlattığı kıkırdak poğaçası da unutuldu.

Unutulan sebzelerden biri kavata öteki de mülhiyedir. Kava-ta domatese, mühliye ıspanağa benzer. Eski ustaların, örne-ğin Ekrem Muhiddin Yeğen’in 1984 basımlı kitaplarında bile tarifi bulunan mühliye bugün galiba yalnız Ayvalık civarında bulunuyor. Şalgam, kolay bulunsa da patatesin Avrupa’ya gelişinden önceki saltanatını sürdürmüyor.

Neden unutulduğunu anlayamadığım bir yemektir lapa. La-paların pilav gibi kıvam tutturulma derdi de yok. Domatesli, tavuk sulu çeşitleri vardır. Turşu lapası ne kolaydır. Su yerine lahana turşusu kullanılan, soğanı kavrulmuş yumuşakça bir pilav yapılır.

Lapanın unutulduğu yerde aside unutulmasın olur mu...

Page 58: 1453 Dergisi 16. Sayı

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

58

Page 59: 1453 Dergisi 16. Sayı

59

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

ASiDELapa Malzeme: • 2 su bardağı pirinç • 6 silme çorba kaşığı sade yağ, ya da margarin • 4 büyük domates ya da 1 kahve fincanı domates salçası • 5 bardak su ya da et suyu • Tuz

Bamya Malzeme: • 250 gram bamya • 1 büyük soğan (yemeklik doğranmış)• 2 çorba kaşığı (silme) sadeyağı ya da margarin • 125 gram kuzu eti (kuşbaşı doğranmış)• 1 orta boy domates• ½ limon• 1 bardak su ya da et suyu • Tuz • 1 yeşil biber • 1/2 kahve fincanı sirke (yatırmaya)

Lapanın Hazırlanışı:

Bir tencereye sade yağ ya da margarin koyarak hafifçe kızdırmalı, sonra buna, kabukları çıkarılmış ve küçük parçala-ra doğranmış domates koyup, domatesler eriyip de salçamsı bir hal alıncaya kadar 8–10 dakika kavururcasına pişir-meli. Domateslere 5 bardak su ile üç çeyrek çorba kaşığı da tuz koyarak, domatesli salçayı kaynamaya bırakmalıdır. Su kaynayınca tencereye ayıklanmış ve yarım saat kadar sıcak suda yatırılmış ve duru su çıkıncaya kadar üç-beş kez yıkanmış pirinci koyarak tencerenin kapağını kapatmalı. Pirinçler sularını çekip lapa kıvamına gelinceye kadar orta kuvvetteki ateşte pişmeye bırakmalıdır. Lapa pişince bunu yarım saat kadar çok hafif ateşte demlendirmelidir.

Bamyanın Hazırlanışı:

Bütün bamyanın tepelerini külâh gibi sivri kestikten sonra, içlerine su işleyebilmesi için de altlarının sivri kısımlarını da keserek bir tepsiye ya da tencereye ayıklamalı. Ayıklanmış bamyaların üstlerine 1 çorba kaşığı tuz ile yarım kahve fincanı sirke katarak hepsini harmanlarcasına iyice bir karıştırıp yarım saat kadar bir tarafa bırakmalıdır. Bamyalar, tuz ve sirkede yatarken, diğer taraftan da bir kuşaneye; sade yağı ya da margarin, küçük kesilmiş 1 büyük soğan ko-yarak, karıştırıp soğanları 10 dakika kadar kavurmalı. Sonra kuşbaşı doğranmış eti katmalı ve 5 dakika kavurmalı, bu kavrulmuş etlere 1 tatlı kaşığı tuz ile ancak yarım bardak sıcak su katarak tekrar 20 dakika daha pişirmeli ve ateşten alarak ılınmaya bırakmalıdır.

Etleri düzenli bir şekilde kuşanenin altına yaymalı, üstüne de bir sıra, yuvarlak dilimlere kesilmiş bir miktar domates döşedikten sonra, bunun üstüne de yanyana ve sık olmak üzere, tuzlu sirkede yatırılmış ve bol suda iki üç defa yıkanmış bir sıra bamya döşemeli ve bunun üstüne de tekrar bir sıra domates, bir sıra bamya olmak üzere bütün bamyaları böylece kuşaneye istiflemek suretiyle döşemelidir. Bamyaların döşenmeleri sona erince, bunlara; küçük kesilmiş 1 yeşil biber 1/2 küçük limon suyu, tuz, 1 bardak suyla, etin piştiği soğanlı yağları da katarak üstlerine ısla-tılmış ve buruşturulmuş bir yağ kâğıdı örtmeli ve tencerenin kapağı kapatılmış olarak, bamyalar sularını çekip de iyice yumuşak bir hal alıncaya kadar önce kuvvetlice, sonra da orta kuvvetteki ateşte olmak üzere bunları, 40 – 60 dakika arasında pişirrnelidir.

Lapa ve bamya hazır olunca; önce lapayı büyük bir tabağa düzgün bir şekilde yaymalı, üstüne de bamyayı koyduk-tan sonra servis yapmalıdır.

Pratik Ölçü:

pirinç 1 su bardağı 200 gr.1 kahve fincanı 50 gr.1 çorba kaşığı tepeleme 20 gr.

Page 60: 1453 Dergisi 16. Sayı

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

60

Page 61: 1453 Dergisi 16. Sayı

61

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

Page 62: 1453 Dergisi 16. Sayı

“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA DÜŞÜNÜNErol ERDOĞAN

Page 63: 1453 Dergisi 16. Sayı

Çevremizdeki çocuklara, çocukluğumuzda keyifle oynadığımız beş–on oyunun adını söyleyelim. Bakalım, oyunları bilen çıkacak mı? Çocukların eski oyun adlarını pek duymadıklarını göreceğiz.

Page 64: 1453 Dergisi 16. Sayı

64

“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA DÜŞÜNÜN / Erol ERDOĞAN

“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA

DÜŞÜNÜN

Erol ERDOĞAN*

“Çocuklar artık sek sek, üçtaş, birdirbir oynamıyor. Sevmiyor-lar eski oyunları. Varsa yoksa bilgisayar ve internet oyunları. Biz ne çok oynardık o güzel oyunları. Sokağa çıkar, akşam dönerdik eve. Sokaklar bizim için oyun yeri idi. Kış ge-celeri de evimizde arkadaşlarla toplanır saatlerce oynardık.”

Siz de böyle düşünüyorsanız, gelin biraz tar-tışalım. Önce, tahmin ettiğimiz bir durumu teyit etmek için ufak bir araştırma yapalım. Çevremizdeki çocuklara çocukluğumuzda keyifle oynadığımız beş–on oyunun adını söyleyelim. Bakalım, oyunları bilen çıkacak mı? Çocukların eski oyun adlarını pek duyma-dıklarını göreceğiz.

Evet, çocuklarımız geleneksel oyunları oynamı-yorlar. Çünkü onlar o eski oyunları bilmiyorlar. Bilinmeyen şey nasıl se-vilsin, nasıl oynansın? Çocuklarımız, geleneksel çocuk oyunlarını bilme-dikleri için oynamıyorlar.

Çocukların eski oyunları bilmeme nedenleri ortada; onlara o oyunla-rı öğretmesi gerekenler (anneler, babalar, dedeler, ablalar, ağabeyler) görevlerini yapmadılar, oyunları çocuklarına öğretmediler. Zaten ilk önce onlar oynamayı bırakmışlardı. Öğretmedikleri gibi, sokaklarda oyunların oynanabileceği bir alan da bırakmadılar. Geleneksel çocuk oyunlarından vazgeçenler, bugünün çocukları değil onların büyükleri olan bizleriz.

Bir miktar abartılı olmakla birlikte şu yazacağım cümleler gerçeğin altını çizmek için faydalı olacaktır. Bazı çocuklarımız keşkek, tarhana, ev yoğurdu ve pekmezi neden bilmiyorlar-sa eski oyunları da onun için bilmiyorlar. Köylerinin adlarını veya iki üç kuşak önceki dedelerinin isimlerini neden bilmi-yorsa, eski çocuk oyunlarını da onun için bilmiyorlar.

Köyden kente göçüşümüz, modernleşme çabamız ve ulusal-laşma sürecimiz aynı zamanda bizim “kopuş” hikâyemizdir. Son iki yüz yıldır doğal bir süreç yaşamadık; onun için doğal sosyolojik süreçlerin değil mühendisliğin ürünüyüz. Suyun doğal yollarla denize kavuşması gibi değildi bizim bugüne

gelişimiz. Bütün dünya bu hengâmeyi az çok yaşadı, biz ise “travmatik” boyutlarda yaşadık. Geleneksel çocuk oyunları-nın durumu ayrı bir hikâye değil, bu kopuşun ve travmanın bir cüz’üdür.

“Çocuklarımız, geleneksel çocuk oyunlarını bilmedikleri için oynamıyorlar.” tespitinin ardından “Çocuklarımıza o güzelim eski oyunları öğretsek ne güzel olur, hemen oynamaya baş-larlar” diye bir cümle kurmak niyetinde değilim. Bu kadar ba-

sit bir çaba ile böyle bir sonuç elde etmek mümkün değil.

Kültürel unsurlar, sadece bilgi aktarımı ile değil uy-gulama ile de sonraki nesillere geçer. Bu geçişi

sağlayacak bir hava, ortam gerekir. Tam bu noktada “Kültürel iklim” ifadesi o kadar an-lamlı duruyor ki… Çocuk, çelik – çomak veya birdirbir oyununu ağabeyi, ablası, komşusu ile oynayabilseydi, bu oyunlar sonraki nesle geçmiş olacaktı. Bu geçiş esnasında oyunlar doğal değişimini ve gelişimini sürdürecek,

teknolojik ve kentsel gelişmelere göre de bazı oyunlar yeni formlar, şekiller kazanacaktı. Muh-

temelen şöyle bir sonuç meydana çıkacaktı:

Bir: Geleneksel oyunların bir kısmı ço-cuklarca aynen –hiç değiştirilmeden- oynanmaya devam edilecekti.

İki: Bir kısmı, başka oyunlarla karşıla-şacak, bu karşılaşma sonrası değişi-me uğrayarak yeni halleriyle varlıkla-rını sürdüreceklerdi.

Üç: Bir kısmı kentleşme ve teknolojik gelişmeler etkisiyle yeni oyun alanlarına (bilgisayar, internet, luna park, oyun parkları) uyarlanacaktı. Mesela seksek’in internet versiyonu oluşacak veya birdirbirin ilham verdiği bir bilgisayar oyunu yazılacaktı. Hatta lunaparklarda ip atlamanın yeni versiyon-ları ile karşılaşacaktık. Bezirgânbaşı veya Körebe oyununun hızlandırılmış şekli dev oyun parklarında kendine yer bula-caktı. İstop oyunu belki de Olimpiyatların gösteri oyunların-dan biri olacak; saklambaç, kentlere uygun yeni bir şekille oynanmaya devam edilecekti. Belki de mimarlar, mühen-disler kentleri ve apartmanları inşa ederken planlarına oyun alanları da ekleyecektiler.

Böyle olsaydı, geleneksel çocuk oyunları aynen veya yeni formlarla varlıklarını sürdürecek, az bir kısmı unutulacaktı. “Böyle olsaydı”dan kastımın “Köyden kente göç ve modern-leşme çabamız” kopuş şeklinde olmasaydı demek olduğu-nun altını çizmek isterim. “Kopuş” olmasaydı veya kopuştan hemen sonra “ne yapmalıyız” sorusunun sahici cevaplarını verebilseydik...

* Gazeteci

Bazı çocuklarımız keşkek, tar-hana, ev yoğurdu ve pekmezi neden bilmiyorlarsa eski oyun-ları da onun için bilmiyorlar.

Page 65: 1453 Dergisi 16. Sayı

65

“ÇOCUKLAR GELENEKSEL OYUNLARI SEVMİYOR” DİYORSANIZ BİR DAHA DÜŞÜNÜN / Erol ERDOĞAN

“Batının teknolojisini alalım, ahlakını almayalım” cümlesi, söylendiği dönem için işe yarar gözüken bir çıkış olsa da ek-sik olan bir şey vardı. Teknolojisini aldığımız Batı’dan doğru-dan ahlak almadık ama “biçim” aldık. Bilgisayar, içinde çocuk oyunu ile birlikte geldi. Oyunlar, doğal olarak, geldiği top-rakların kültür, din, medeniyet unsurlarından izler taşıyordu. Kaldı ki biçimler, simgeler içinde bir miktar “ahlak” barındırır.

Derdim “ağıt yakmak” değil. İki yüzyıllık yolculuğumuzu bir de çocuk oyunları açısından fotoğrafl amak istedim. “Çözüm var mı?” diye sorarsanız, “mümkündür” derim. Konuşmalıyız, tartışmalıyız, çalışmalıyız.

Yazının sonunda büyüklere şu soruyu soralım: Bir dakikada, eski çocuk oyunlarından kaç tanesini sayabilirsiniz?

Zorlanacağınızdan kuşkum yok. En iyisi ben size kopya ve-reyim; Uzun Eşek, Mendil Kapmaca, Birdir Bir, Bezirgânbaşı, Sek Sek, Ortada Sıçan, Yakar Top, Beş Taş, İp Atlama, Topaç, Cızır Bızır, Çındır Pır, Dalye, Hınbıl, İsim – Şehir, Deleme, Ebe – Sobe, Ferfene, Gece – Gündüz, İstop, Köşe Kapmaca, Kutu Kutu Pense, Kurt – Kuzu, Saklambaç, Dokuz Taş. Ben bir ne-feste bunları saydım. Siz devam edebilirsiniz.

Page 66: 1453 Dergisi 16. Sayı

66

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

Page 67: 1453 Dergisi 16. Sayı

67

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

MAHALLEDEYAŞLANMAKŞerif ESENDEMİR*

Çeşm-i dünyamız modern ile geleneği buluşturup yeniden yapılandırdığı

mahallelerinde kıdemlisini (yaşlısını) yerinde tutabilen bir kültüre sahiptir.

Birtakım sıkıntılara rağmen bu yerindelik kıdemliyi, dışlandığı hissinden bir

nebze olsun alıkoymakta ve mahallenin merkezine oturtmaktadır.

Page 68: 1453 Dergisi 16. Sayı

68

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

MAHALLEDE YAŞLANMAK

Şerif ESENDEMİR*

Giriş

Ülkemizde mahalle kavramı, modernizm veya gelenek üze-rinden okunarak sürekli yeniden üretilebilen bir siyasetin nesnesi haline getirildi. Bu nedenle, onun özgül mahallinde kendine münhasır özellikleri göz ardı edilerek söz konusu üretime kurban olması sağlandı. Şerif Mardin’in Ruşen Çakır’a verdiği röportajda “mahalle baskısı” kavramı üzerinden baş-lattığı tartışma buna en güzel örnektir.1 Bu tartışmanın ayrıntı-larına girmek yerine mahallenin geçmişini/geleneğini ve bugü-nünü/modern olanını buluştu-ran kıdemli sakinleri olan yaşlıları üzerinde duracağız.

Kıdemlilik: Mahallede Gele-nek ve Moderni Buluşturmak

Çeşm-i dünyamız modern ile ge-leneği buluşturup yeniden yapı-landırdığı mahallelerinde kıdem-lisini (yaşlısını) yerinde tutabilen bir kültüre sahiptir. Birtakım sı-kıntılara rağmen bu yerindelik kı-demliyi, dışlandığı hissinden bir nebze olsun alıkoymakta ve ma-hallenin merkezine oturtmakta-dır. Mahalleyi yöneten muhtarın ihtiyar heyetine danışarak karar alması, kıdemlinin mahalle yönetimine katılımını göstermesi açısından çok önemlidir. Bunun bazı toplumlarda olduğu gibi bir gerontokrasi (yaşlılar yönetimi) şeklinde değil de katılımcı demokrasi şeklinde olu-şu; her yaştan insanın fikir ve düşüncesine başvurulduğunu göstermektir.2

Kıdemlinin mahalle yönetime katılımı, onu orada yapılacak her türlü değişikliğin bir parçası kılar, sosyalleştirir ve top-lumla bütünleştirir. İnsanlar sevdikleriyle birlikte alışageldiği bir ortamda yaşlanmak/yaşamak ister. Bu nedenle, sosyal devletin öncelliği mümkün olduğu kadar insanları yerinde tutmak ve gerekli hizmetleri ayağına getirmek olmalıdır. Bu ancak ve ancak bulundukları ortamları insanlara uygun hale getirmek ve yaşanılır kılmaktan geçer.

Yaş(lı) Dostu Mahalle

Kıdemlilerin mahalle yönetimine katılımları burayı her yaşa uygun hale getirmelerini beraberinde getirir. Örneğin, şayet sokaklar, caddeler, yapılar bir tekerlekli sandalyenin dahi ge-çemeyeceği şekilde tasarlanmışsa bunu ilk farkedecek kişiler kıdemlilerdir. Çünkü çocukluk evrelerinde bir oyun parkının eksikliğini, gençliklerinde bir gençlik merkezinin yokluğunu, ileri yaştan veya engellilikten dolayı tekerlekli sandalyeye mahkûm hale geldiklerinde bir sokaktan geçmenin zorluğu-nu çekenler büyük oranda onlardır. Dahası, hayatlarının son demlerinde gözlerinden dahi sakındırdıkları torunlarını bebek

arabalarıyla dahi taşımamanın acısını en az anneler kadar hisse-den, onlardan başka kim olabilir ki? Dolayısıyla mekânlar (mahal-ler) her yaştan insanlar, özellikle kıdemliler için bir engel teşkil etmek yerine sınırlarını çizebil-dikleri alanlar olmalıdır. Yersiz ve yurtsuzlaştıran bir küreselleşme dalgasına rağmen mahallelenin sınırları hâlâ insanların dünyası-nın sınırlarını belirlemektedir. Bu benzeştirmeye ve homojenleştir-meye çalışan modern söylemin mahalleyi sadece kendi sözünün geçtiği bir mahal kılmaya çalış-masına, bir tür bir direniştir.

Ayrıca, mahalle bir nevi insanın anavatanı gibidir. Asıl mekânı-mız olan cennetten atılmamızla

başlayan dünya sürgünümüzdeki gibi ona hep özlem duya-rız. Bu nedenledir

ki kıdemliler mahallede yaşlanmak isterler. Mahalleyi onların ihtiyacına göre şekillendirme ihtiyacı da bundan doğar.

Mahallenin aynı zamanda kıdemliler için fiziksel yapısından öte bir anlamı vardır. Öyleki ona bazen kutsallık bile atfedilir. Kendilerini onunla özdeşleştirdikleri bir aidiyet kaynağıdır mahalle. Orada yeşeren hatıralarla ona daha çok bağlanılır. Kıdemliyi tarihinin bir parçası kılarak bugünü yaşamasına ve geleceğini tasarlamasına vesile olur.

Ötekisiz ve Komşu Kılan Mahalle

Duygular bireysel olarak yaşanmasına yaşanır ama onların en çok paylaşıldıkları yer mahalledir. Bu nedenle, kıdemlile-

* Yazar

Mahalleyi yöneten muhtarın ihtiyar he-yetine danışarak karar alması, kıdemli-nin mahalle yönetimine katılımını gös-termesi açısından çok önemlidir. Bunun bazı toplumlarda olduğu gibi bir ge-rontokrasi (yaşlılar yönetimi) şeklinde değil de katılımcı demokrasi şeklinde oluşu; her yaştan insanın fikir ve düşün-cesine başvurulduğunu göstermektir Mahalleler sosyal bir aidiyet kazanma mekânlarıdır. Bunu en iyi şekilde sağla-yanlar ise mekânın mahkûmları değil, mahallenin sakinleri ve kurucu aktörleri olan ihtiyarlardır.

Page 69: 1453 Dergisi 16. Sayı

69

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

Page 70: 1453 Dergisi 16. Sayı

70

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

rin en aktif oldukları ve sosyal hayatın bir parçası oldukları yerdir. Çünkü mahallede bağlar sıcak komşuluk ilişkileriyle en üst düzeye çıkar. Bu, dışardan gelen tehditlerin bera-berinde getirmiş olduğu bir dayanışma değildir. Dinlerinin ve kültürlerinin bir gündelik yaşam pratiğine dönüştürmüş olduğu gönüllü bir harakettir. Gönüllülük esasına dayalı bu haraket kıdemliyi yüce bir dava uğrana maddi çıkarlardan uzak tutar. Maddi çıkarlar olmadığından yaptığı ve alacağı hizmettin alanına kolay kolay ayrımcılık girmez. Kıdemli, bu gönül haraketiyle gönülden gönüle köprüler kurar. Haraket gönülden başlayınca topluma hizmet bir aşka dönüşür.

Mahalleler kıdemliliğin bir başka dünya olmadığı yerlerdir.3

Sosyal ilişkiler güçlü olduğundan toplumsal yabancılaşma ve yalnızlık oranı en alt düzeydidir. Yoksulluk yardımlaşma nedeniyle daha aşağıya çekilmiş durumdadır. Mesela, ya-nıbaşlarına gökdelenler henüz dikilmedi dönemde gece-kondularda yaşamak, sosyal tabakalaşmanın bir göstergesi olmamıştır. Tersine onlar, bahçelerinde komşuların birlikte çaya oturdukları birer sosyalleşme alanlarıdır.

Mahalleler birer çatışma alanı değil, kıdemliler vasıtasıyla sosyal uyumun daha kolay sağlandığı yerlerdir. Oralarda gettolaşma yerine birlikte yaşama sanatı vardır. Bu birlikte yaşama sanatını en iyi icra edenler de kıdemlilerdir. Çünkü onlar bir usta edasıyla bu sanatı biz çıraklarına eylemleriyle

gösterme vakuruyla yaşarlar. Bundandır ki mahallede kuşak-lararası çatışma, onlar sayesinde en alt düzeyde tutulmuştur.

Sonuç

Mahalleler kıdemlileriyle, kıdemliler mahalleleriyle vardır. Mekân ve insan faktörü onlarda iç içe geçmiş ve âdeta bü-tünleşmiştir. Bundan dolayıdır ki mahalleler fiziksel bir alan-dan da öte sosyal bir aidiyet kazanma mekânları olmuşlardır. Bunu en iyi şekilde sağlayanlar ise mekânın mahkûmları de-ğil, mahallenin sakinleri ve kurucu aktörleri olan ihtiyarlardır. Mahalle, her şeye rağmen kıdemlilerin hüvviyeti olmuştur artık. Onu kaybettiklerinde veya ondan ayrıldıklarında, uza-tılan dünya sürgünlerinin içinde yeni bir sürgün başlamıştır demektir. Bu nedenle, kıdemlilere yeni bir sürgün hayatı ya-şatmamak için mümkün olduğu kadar onları yerinde tutmak gerekir. Zira her şey yerinde güzeldir.

DİPNOTLAR

1 Ruşen Çakır, Mahalle Baskısı: Prof. Şerif Mardin’in Tezlerinden

Hareketle Türkiye’de İslam, Cumhuriyet, Laiklik ve Demokrasi

(İstanbul, Doğan Kitap, 2008).

2 Murat Yetkin, “Gerontokrasi”, Radikal, 2 Haziran 2002

3 Graham D. Rowles, Prisoners of Space? (Boulder: Westview Press, Inc.,

1978).

Page 71: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 72: 1453 Dergisi 16. Sayı

72

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

SALACAK’TA BİR ÖMÜRHayri DİKKAYA ile söyleşiSöyleşenler: Metin ÖZTÜRK, Esra ERKAL

Page 73: 1453 Dergisi 16. Sayı

73

MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından

Page 74: 1453 Dergisi 16. Sayı

74

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

SALACAK’’TA BİR ÖMÜR

Hayri Dikkaya ile SöyleşiSöyleşenler: Metin ÖZTÜRK - Esra ERKAL*

“Mahalle”dosyamız için İstanbul’un kadim ilçesi Üsküdar’ın tari-hi mahallelerinden birisine yolumuz düştü. Günümüzde Salacak Mahallesi’nin bir parçası olan İhsaniye, uzun yıllar müstakil bir mahalle olarak yaşamış. Bu mahallede doğan Hayri Dikkaya – ya da tanıyan herkesin seslendiği ismiyle Hayri Baba – ömrünün 83 yılını burada sürmüş, sürüyor. Hayri Baba; eski adı İhsaniye olan Salacak Mahallesi’nde, Bestekâr Selahattin Pınar Sokak’ta oturuyor. Kendi yaptırdığı bi-nada, çocukları ve torunlarıyla, altlı üstlü. Eski günlerin hasre-tini çekiyor ama her zaman. Aslen Arnavut olan Hayri Baba, “kırlangıcım” diye yâd ettiği eşinin vefatından sonra mazi-deki günleri daha bir özler ol-muş. Küçük yaşta atıldığı hayat mücadelesinde ahşap ustalığı, dalgıçlık gibi mesleklerle uğraşmış. Şimdilerde emekliliğin sakin günlerini yaşıyor, huzurlu ve sessiz mahallesinde. İstanbul’un hareketli, gürültülü ve kalabalık zamanına inat; sakin, telaşsız, tenha kalan nadir köşelerinden biri yaşadığı mahalle. Doğancı-lar Parkı’nın karşısında eski Hükümet Konağı’nın sokağıyla bir-likte başlayan İhsaniye Mahallesi, Hayri Baba’nın pek çok hatı-rasına eşlik etmiş. Şimdi Hayri Babamıza kulak verelim, bakalım kimlerden, nelerden söz açacak?...

”1930 yılında Üsküdar’da doğdum. Babamlar Arnavutluk’tan gelmiş, Cumhuriyetten önce. Mahallemizde yerli İstanbul-lu çok değildi. Çoğunluk muhacirdik. Ömrüm bu mahallede geçti hep. Çocukluğumuzun insanları efendi, güzel insanlardı. Babam inşaat, bakım, bahçe işleriyle uğraşırdı. Ben de çocuk-luktan beri bu işleri yaptım. Mahallemizde evler hep ahşaptı, tahta evler. Sonradan apartmanlara dönüştü. Evlerde, bahçe-lerde su yoktu, mahalle çeşmesinden alırdık. Bahçelerde dut ağacı, badem, incir, mürekkep inciri vardı….Şimdi söylesem inanmazsınız ama her biri üç kilo gelen armutlar vardı.

Doğancılar Parkı’ndan aşağısı o zamanlar bahçelikti… Parkın karşısında bulunan Şehir Tiyatrosu (Musahipzâde Celâl Sah-nesi) “Kazderesi” diye bilinirdi, boş bir arsaydı, orada çelik-ço-mak oynardık. Meşhur neyzen Niyazi Sayın orada otururdu, 10 parmağında 10 marifet vardı. Ağabeyi Sırrı Sayın, elektrik işlerinde müdürdü, babası başkomiserdi. Sırrı ağabey hattat-

tı, Akademi’de hocaydı. Yakın zaman önce 98 yaşında vefat etti. Niyazi ağabey, Yavuz gemisinde bahriye askeriydi. Şaha-ne tespih yapardı. Çarşıya gelir, tavlaya çok meraklıdır, esnaf onunla tavla oynamayı pek sever. Adına bir kültür merkezi yapıldı Üsküdar’da. Güzel abidir…

Bayram yeri de Kazderesi’nde kurulurdu. Atlı karıncaya, ka-yık salıncağına binerdik. Doğancılar Parkı’na bando gelirdi… Bahçeyi ekip biçmekten oyun oynamaya pek vakit bulamıyor-duk çocukluğumuzda. Yine de çelik çomağı gayet iyi oynardı. Bir vurdum mu ta caddeye kadar çıkarırdım…

Doğancılar Parkı’nın Nasuhi Üsküdarî Camii cihetine bakan karşı tarafında Rufai Tekkesi, Aypak Yazlık Sineması, bir ha-

mam ve şimdiki Doğa Koleji olan binada bahçe vardı… Bahçe Narmanlılarındı (Ni-şantaşı’nda bir apartman ve Tünel’de hanları olan Nar-manlılar…) Bahçenin sahibi Melek Hanım Teyze arife gün-leri biz mahallenin afacanla-rını yıkar, giydirir, yedirir öyle gönderirdi…

Doğancılar Parkı çaprazındaki eski Hükümet Konağından (Kaymakamlık Binası) itibaren Halk Dersanesi Sokak’la ma-hallemiz başlar. Sokaktan deniz tarafına doğru inince soldaki ilk sokak bizimkidir. Eskiden Eczane Sokak’tı adı… Sonra İh-saniye Sokak, daha sonra da Selahattin Pınar Sokak oldu. Kö-şede ahşap bir ev vardı… İbrahim Hakkı Ketenoğlu’nun evi, Anayasa mahkemesi başkanıydı. Sokağa sonradan adı verilen meşhur bestekârımız Selahattin Pınar, Kalafatçıların evinde otururdu… 190 Mersedesi vardı. Tanburu alır, arabasının arka koltuğuna yatırırdık abimle. Rahmetli Selahattin Pınar elini yeleğinin cebine atardı, artık ne çıkarsa şansımıza… Harçlı-ğımızı verdikten sonra gür sesiyle “Haydi güle güle bakalım keratalar” derdi. Güzel, efendi insanlardı…

Sokağın daha ilerisinde Avni Anıl ve Şekip Ayhan Özışık otu-rurdu. Şimdi Müftülük binası olan Kaymakamlık binası eski-den Halkevi’ydi. Avni Anıl’ın konserleri olurdu orada.

Sokağımızdaki (Selahattin Pınar Sokak) verem savaş dispan-seri Cezmi Or’un adını taşır. Milli atlet Cezmi Or mahallemizin çocuğuydu. Olimpiyatlarda derece almış… Ayrıca milli atlet Suat Nemli de vardı… “Pire Nuri” lakaplı ağabeyim mahalle-mizdeki bir yarışta bu iki atleti de geçmişti.

Sokak satıcılarını hatırlıyorum mahallemizde… Seyyarlar. Gece bozacılar “Mırmırık (ekşi boza) var, Vefa’nın kaymaaak… tatlı var, ekşi var” diye bağırırlardı… İmrahor’da manav İbra-

Niyazi (Sayın) ağabey, Yavuz gemisinde bah-riye askeriydi. Şahane tespih yapardı. Çarşı-ya gelir, tavlaya çok meraklıdır, esnaf onunla tavla oynamayı pek sever.

Adına bir kültür merkezi yapıldı Üsküdar’da. Güzel abidir…

* Yazar

Page 75: 1453 Dergisi 16. Sayı

75

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

him Amca vardı, caminin müezzini… Önce atı, sonra eşeğiyle bamya, domates, fasulya satardı. Yoğurtçular, sakalar geçerdi her gün sokaktan… Esat ve Mustafa Amcalar.

Mahallemizde genelde subaylar otururdu. 1939 yılında İkinci Cihan Harbi sebebiyle pasif koruma uygulanmıştı tüm yurtta. Mahallemizde de akşamları karartma yapılırdı, kalın siyah per-de çekilirdi pencerelere, içerideki ışığı belli etmesin diye…

Mahallemizin meşhur doktoru Sıtkı Özferendeci, nur için-de yatsın… Sonradan Çiçekçi tarafına dek uzayan sokağa onun adını verdiler (Üsküdar’ın yerlilerinden rahmetli Ahmet Yüksel Özemre, Sıtkı Özferendeci’nin “tavuklu doktor” olarak tanındığını yazmaktadır. Sıtkı Bey, muayene ettiği fakir hasta çocuklara şifa olsun diye bir de tavuk verir. Çantasında daima tavuk taşıdığı için bu la-kabı almıştır). Ünlü fıkra anlatıcısı, radyoda sohbet programları yapan Bal Mahmut (Mahmut Baler) da bu sokakta oturdu.

Mahalledeki güzel binalardan birisi olan Köprülü Konak, bir ara kız ortaokulu olarak hizmet vermişti…

Halk Dersanesi Sokak’ın sonundaki kırmızı boyalı meşhur Çürüksulu Yalısı’nın sahibi

Ahmet Paşa, hatırı sayılır misafirlerinin olduğu günlerde bizim fakirhanenin önüne gelir, annemi çağırırdı. Rahmetli anneci-ğimin elinden çok güzel börek, baklava, hamur işleri gelirdi. Annem gidince biz de sevinirdik, midelerimiz bayram edecek çünkü… Çürüksulu Ahmet Paşa… Kızı Belkıs hanım… Kapıla-rı açıktı… Güzel insanlardı…

Eski zamanlarda herkes birbirine saygılıydı, “efendim”siz ke-lime yoktu…

Askerde Bahriyeliydim, Dalgıç grubunda. 6 ay dalgıç kursu gördüm. 98 puan ve birincilikle bitirdim. Askerliğimizde hiç kötü hitap kullanılmazdı, üstünden astına en kötü kelime “Teyyareci”ydi… “hadi ordan teyyareci” denirdi. Orada iyi de

para veriyorlardı. Çavuş maaşı 12.5 lira iken biz 21 lira alıyorduk. 1950’lerin sonunda ek-mek fırında 6 kuruşken şimdiki Balık Pazarı yani Atlama Taşı’ndaki Bayat Pazarı’nda 5.5 kuruştu…

Ben donanmada çok şey öğrendim… Ahırkapı’da, Bebek’te dalardık… 22 kulaç dalmışlığım vardır.

Askerden hemen sonra evlendim…

Page 76: 1453 Dergisi 16. Sayı

76

MAHALLEDE YAŞLANMAK / Şerif ESENDEMİR

Page 77: 1453 Dergisi 16. Sayı

77

MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından

Şimdiki kadınlar rahat, biz sıkıntı çektik, rahmetli eşim güç-lükler içinde ev işlerini yapardı. O zamanın şartları şimdiye göre daha ağırdı…

Elimden ahşap işleri gelir. Tam 43 yıl o meslekte çalışıp emekli oldum.

Salacak’ta halk plajı vardı. Genelde Musevi hanımlar gelirdi. Sahilde kayıkçı Rıza Amca vardı; Eminönü’nden kayığıyla mal çekerdi Üsküdar esnafına. Eminönü’nden kalkan yolcu vapu-ru Harem’den sonra Salacak iskelesine uğrar, plaja yolcu bı-rakırdı. Körfez’de batan 72 numaralı Üsküdar vapuru vardı, 1956-57 yıllarıydı… Diğer vapurların numaralarını da hatır-lıyorum… 73 numaralı Rumelikavağı, 74 Altınkum, 75 Koca-taş, 76 Sarıyer… En güzel gemi 67 numaralı Güzelhisar’dı, radyoluydu… Üsküdar-Beşiktaş arasındaki 55 numaralı Be-bek ve 56 numaralı Göksu gemileri ise ufaktı… Bu gemiler buharlıydı, kömürle çalışırdı…

İftarda bizim hanım sofraya fazla tabak koyardı. İftar vakti kapı çalar; “Zübeyde Teyze, çorban var mı?” diye bir ses ge-lirdi aşağıdan. İki katlı ahşap bir evdi bizimkisi. Ramazanları sokakta kalan insanlar sofraya davet edilirdi… 13 sene oldu eşim vefat edeli, insan kaybettim ben, kırlangıcımı kaybet-tim… Üsküdar’ın en güzel kızıydı eşim. Onu almak için ka-yınpederime az dümenler yapmadım. Hırlı değildim, hırsız değildim. Kayınpederim Muşluydu, bir gün fakirhaneye geldi, tel dolabı açtı – o zamanlar buzdolabı yok tabii, dolu görünce, “kızım bu Arnavut seni aç bırakmaz, gözüm arkada kalmayacak” dedi. Şimdiki kadınların alayı şanslı…

Vefat edip gidiyor şimdi mahalleli…

Bizim künyeden çoğu yürüdü…

Böyle bir devir atlattık işte…”

Söyleşi: Esra Erkal, Metin Öztürk

26 Ocak 2013, İhsaniye-Üsküdar

Page 78: 1453 Dergisi 16. Sayı

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından

78

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ(Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından)

Eski İstanbul’da komşuluk, günlük hayatın ayrılmaz güzel bir parçası, fakat galiba güzelliğinin farkında olmadan ya-şanan bir hayattı. Onu kaybettiğimiz zaman güzelliğini de idrak ettik. O komşuluğu insanların içindeki tabii dayanışma duygusu, görgü gelenek ve dini hayat yüzyıllarca yoğurmuş, şuuraltımıza yerleştirmişti. Aşağıda izah etmeye çalışacağım gibi evlerimizin sokaklarımızın yapısı da bu yaşama tarzını hazırlıyordu.

Kim bilir ne zamandan beri yaşlı İstanbullular, daha sonra da taşra kasabalarından gelip İstanbul’a yerleşen orta yaşlılar sık

sık şunu dile getirmişlerdir: “Eskiden bütün mahalle birbiri-mizi tanırdık. Şimdi alt katta oturan üsttekini bilmiyor. Kapı-sını tıklatıp yardım isteyeceğimiz kimse kalmadı.”

Başka bilim alanlarında olduğu gibi sosyolojide de birlikte değişen olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi aramak en basit mantık kuralıdır. Bu komşulukların, insanî yakınlıkların kay-bolması başka bir sosyal olaya paralel olarak gelişiyor. Bu da, şehir hayatında modernleşmenin önemli göstergelerinden biri olan sokakların yerini caddelerin, evlerin yerini apart-manların almasıdır. Modernleşme yahut bizim gibi Doğu ülkeleri için Batılılaşma, çağdaşlaşma bu mudur? İşin doğru-su Batı’yı taklit etmekle kalan Doğu için bu böyledir. Hocam Ahmet Hamdi Tanpınar, bir dersinde Türkiye’deki değişimle-

Page 79: 1453 Dergisi 16. Sayı

79

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından

ri ve devrimleri anlatırken bir terzi fıkrası söylemişti: Adamın biri çok sevdiği elbisesinin lekelenmesi üzerine terziye gitmiş ve bunun aynısını yap, demiş. Terzi de birkaç gün sonra aynı-sını hazır etmiş ama bütün lekeleriyle beraber. “Biz” diyordu, Tanpınar, “Batı’yı böyle aynen bütün lekeleriyle aldık.” Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda “yemyeşil vadi kıpkı-zıl gülşen” olan Boğaz yamaçları, hatta mahalle içleri şimdi o lekelerle dolu.

Eski sokaklarımızın ve evlerimizin yapısı da komşuluğumuzu hazırlıyordu, dedim. Sokaklarımız ufkî (yatay) idi. Evlerimiz o sokaklarda sağlı sollu ve birer, ikişer katlıydı. Böylece genel olarak İstanbul’un eski sokaklarını anlatırken Balat’taki, Fe-ner’deki sokaklarımızı da anlatmış olayım. Bu evlerin arala-rında bahçe varsa bunlar hemen birinden diğerine kolaylıkla geçebilecek tahta perdeyle ayrılmıştı. Çok defa o tahta per-delerden sokağa doğru sarkan mor sal-kımlar, hanımelleri, çarkıfelekler, asma dalları bu dekoru tamamlardı. Evlerin saksı ve daha çok konserve kutuları içine yerleştirilmiş sardunya, sakız sardunyası, karanfil, ıtır, küpe ve fesleğenlerin yığıl-dığı cumbalı pencerelerinde ihtiyarlar, perde aralığından veya benim çocuk-luğumda hâlâ tek tük kalmış olan kafes aralarından sokağı seyrederken uyuklar-lar, binde bir geçen bir otomobil veya kamyonun kornasından, daha çok atlı arabaların Arnavut kaldırımlarına vuran demir tekerlek takırtılarından uyanırlar-dı. Yahut mahallenin çocuklarının oyun seslerinden gözlerini açar, keyfi çok bozulmuşsa onlara tatlı tatlı veya azar-layarak başka taraflarda oynamalarını söylerler sonra yarım kalmış uykularına dönerlerdi. Akşamü-zerine doğru ev işlerini bitiren ev hanımları da bu pencere safasına katılır, ellerinde zenbille işten veya pazardan dönen komşulara seslenilir, pencere altında bir süre sohbet edilir. Kimin hastası kimin ne derdi, kimin ne sevinci olduğunu, ki-min oğlunun askere gideceği, kimin gelinlik kızına görücü geleceği, kimin evinde çehiz hazırlıkları yapıldığı işte bu pen-cere altı sohbetlerde tabii biraz da dedikodu katılmış olarak öğrenilirdi. Böylece yarınki program da belli olurdu: Hastaya çorba, çeyize el yardımı, gelmişe gözaydın, gitmişe ‘Allah kavuştursun’a gidilecek. Bütün bunları insanımızın mizacı ile mahallemizin ve evlerimizin yapısının oluşturduğu bir terkip doğuruyordu. Yani yatay sokaklar ve az katlı evler.

Apartman hayatı bu komşu ilişkilerini nasıl bozdu? Çünkü evlerimiz ve ona bağlı olarak sokaklarımız şakulî (dikey) oldu.

Bu yeni evlerimizin, yani apartmanlarımızın özellikle üst kat-larında, pencerelerden görünen, artık yoldan geçen eş dost değil, sadece caddelerden akan trafiktir. Kaldırımı göremez-siniz ki gelip geçen komşuları göresiniz. Görseniz de zaten konuşmanız mümkün değildir. O eski sokak seyri yerine, şim-di elinde poşetlerle dönen üst kat komşusunu size fark etti-recek, meselâ apartmanın koridoruna veya merdiven aralığı-na açılmış bir pencereniz yoktur. Böylece giderek ilişkileriniz kopar, aynı mahallede, aynı sokakta değil, aynı apartmanın içindeki dairelerde bile birbirini tanımayan insanlar hâline gelirsiniz.

Komşular arasında olduğu kadar mahallede de güven vardı. Şimdiki gibi hırsız korkusu yaşadığımızı bilmiyorum. Sokak kapısı kilitleri de âdeta usulden konmuş gibiydi. Anahtarını unutmuş komşuların bir omuz vurmakla kapılarını açtıklarını

bilirim. Bir Cumhuriyet bayramı günün-de Beyazıt’taki merasimi seyre gitmiştik. Orada kalabalıkta birbirimizi kaybettik. Ben ve annam eve yalnız döndüğümüz-de anahtarımızın olmadığını fark ettik. O zaman komşumuz Halide Hanım’ın kapısını çaldık, onun bahçesinden bizim bahçeye geçtik ve ben küçük olduğum için yerinden oynattığımız bir pencere aralığından eve girerek anneme kapıyı açmıştım.

Şimdi tekrar komşuluğun o mutlu gün-lerinde, Balat’taki sokağımıza ve civar sokaklara dönüyorum. Burada hiçbir okuyucunun tanımayacağı insanları biraz ayrıntılarıyla anlatışımdan maksa-dım, evvelâ bugünkü yeni semtlerimiz-de bulunmayacak bir içli dışlı yakınlığı

göstermektir. Bugünün çocukları yaşlandıklarında hangi komşuları ve komşuluk ilişkilerini anlatacaklardır?

Semtimizde uzaklık yakınlığa göre bir kısmı sadece adlarını bildiğim, bir kısmı selamlaştığımız, arkadaşlık, komşuluk etti-ğimiz ve bazıları da daha içli dışlı olduğumuz insanlar vardı. Ta Salmatomruk Caddesi’nden başlayarak evimizin civarına, oradan Balat sokaklarına kadar. Bazı ailelerin çocukları sokak veya sınıf çocuklarım oldu, bazı ailelerle ise çocukları sınıf ar-kadaşım oldukları için komşuluk kurduk. Ekalliyetlerden bazı çocuklarla da arkadaştık. Bunlardan sınıf arkadaşlarım olan-lar sadece Yahudi çocuklarıydı. Zira Rumların ve Ermenilerin civarda kendi okullurı olduğu halde Yahudilerin yoktu, on-lar bizim okullara gelirlerdi. Zaten o yıllarda her çocuk kendi semtine yakın okula gidip geldiğinden Balat’taki Yahudi ço-cukları da ya benim okulum olan 17. İlkokula veya Molla Aşkı

Page 80: 1453 Dergisi 16. Sayı

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından

80

tepesinde bulunan 55. İlkokula giderlerdi. Özel okul diye bir dert olmadığından okul servis araçları da yoktu. Öğretmen-lerimizden komşularımız olan vardı. Zamanla komşu çocuk-larından ileriki yıllarda birbirleriyle evlenenler oldu. Böylece eski komşular aynı zamanda birbirlerinin hısımları da oldu-lar. Tabi uzak yerlere gelin gidenler, evlenip başka mahalle-lere taşınanlar da oluyordu.

Günümüzün şehir hayatındaki ilişkilerin kopukluğunu daha iyi göstereceği için, komşularımızın bazılarından, onlarla yakınlık derecelerimizden bahsetmek istiyorum. Bazılarının tatlı, bazılarının acı hatıraları var. Sultanhamamı’ndaki çeş-melerin hizasında, iki katlı bir evde sınıf arkadaşım Sezai otu-ruyordu. Evlerine gidip beraber ders çalıştığımız olmuştu. İlkokul’u bitirdikten sonra uzun zaman görmemiştim. Bir gün Edirnekapı mezarlığının yanından geçerken taze bir mezar toprağına batırılmış, üzerine boyayla ‘’ Sezai Sel, 1931-1943’’ yazılı tahta parçasını gördüğüm zaman içim nasıl sızlamıştı. Biraz daha aşağıda Meydancik Camisi’nin yanındaki Yörük sokağında, iki katlı bir evde yine bütün ilkokulu (1938-1943) okuduğumuz sınıf arkadaşım Nihaller otururdu. İki ağabe-yi de vereme yakalanmışlar, arka arkaya vefat etmişlerdi. Penisilin’in ve Streptomisin’in henüz bilinmediği o yıllarda verem amansız bir hastalıktı. İnce yapılı bir kız olan Nihal, daha birinci sınıftayken bir gün okula geldiğinde ölen ağa-beyi için okuttukları mevlit şekerinden getirip bana da ver-mişti. Küçük bir memur olan babası Besim Bey’in, zarif bir ha-nımefendi olan annesi İkbal Hanım’ın yüzlerinde ailedeki bu zamansız kayıplardan ötürü devamlı bir hüzün vardı. Bu yüz-den Nihal’in üzerine titrerlerdi. Hasan Hüseyin Yokuşu’nun bir kenarında da yine sınıf arkadaşım Aziz’le çok iyi görüşür, evlerimize gider gelirdik. İki ablası da ablamın arkadaşlarıydı. Aziz’le, izini kaybettikten yıllar sonra bir gün Kapalıçarşı’da karşılaştık. Turistik eşya ticareti yapıyordu. Aynı yokuşta yine sınıf arkadaşlarımdan İlhami Uyanık’ın İstanbul Operası’nda tenor olduğunu da ondan işittim. Sonraları İlhami’nin ağa-beyiyle Aziz’in ablalarından biri evlenmişlerdi.

Yolun biraz aşağısında çok çocuklu bir tatar ailesi otururdu. Çocuklarından Bahattin ve Sabahattin, sokak arkadaşlarım-dı. Aynalı Dükkân Sokağı’nın başındaki tek katlı bir evde ise Niko adlı yaşıtım olan bir Rum çocuğu büyük annesiyle ka-lırdı. O sokağın biraz aşağısına doğru küçük bir evde Şükriye Hanım Teyze otururdu. Kocasına Hacı Baba derdik. Hacı filan değildi ama yaşlılığı ve beyaz sakalıyla öyle yakıştırılmıştı. Bize gece misafirliğine gelirlerken, eski bir alışkanlıkla ellerin-de gece feneri taşırlardı. Karşılarında Selanikli bir ailenin kız-ları Fethiye ve Fikriye ablamın arkadaşlarıydı. Aynalı Dükkân Sokağı’nın devamında ise hemen tamamen Arnavut aileler

oturmaktaydı. Çoğu Balat’ta ciğercilik, aşçılık yapar veya bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeleri mahalle aralarında eşek sırtında satarlardı. Bizim evin üst yanında Romanyalı komşu-muz Halide Hanım, Balat’ta çilingirlik ve bisiklet tamirciliği yapan iki bekâr ağabeyi ile oturuyordu. Halide Hanım evlere iğne yapmaya da giderdi. Evimizin alt yanındaki komşumuz yaşlı bir Ermeni ailesiydi. Aramızda onlara ait büyükçe bir bahçe vardı. Bizim evin şahniş penceresinden, başçelerinde o zamana kadar bilmediğim bir su tulumbasını görürdüm. Bir vapur dümenine benzer çember şeklinde demir bir çar-kı, bir kol vasıtasıyla bir sağa bir sola döndürerek kuyudan su çekerlerdi. Okula başladıktan sonra, kim bilir hangi sınıfta su tulumbalarını okurken bunun “santrifüjlü-merkezkaçlı” tulumba olduğunu öğrenecek, parmağımı kaldırarak sınıfta kimsenin görmediği bu aletin komşularımızda bulunduğu-nu gururla söyleyecektim.

Yaşlı Ermeni komşumuzun Hekna idi (babam bunun aslının İgnadyus olduğunu söylerdi). Zayıf çıta gibi bir adam olan Hekna doğrusu mahallemizde, o yaşlardaki komşularımız arasında en entellektüeli idi. Galiba bir sabun fabrikasında usta olarak çalışıyordu. Bazen bize kolay bulamayacağımız renkli ve kokulu sabunlar getirirdi de annem onları kullan-maya kıyamaz, çamaşır sandığına, bohçeler arasına güzel koku yapsın diye yerleştirirdi. Bir gün de bana, içinde tahta-dan yapılmış, birden onbeşe kadar numaralı kare şeklinde tabletler bulunan küçük bir tahta kutu hediye etti. On altı haneli kutu içinde karışık dizilmiş olan tabletler yerinden çık-mıyordu. Oyun, tek boşluktan faydalanarak bunları ileri-geri kaydırmak suretiyle bir düzene sokmaktan ibaretti. İlk sıra-lar kolay yapılırken sona doğru, hele de sonuncusunu yer-leştirmek için bayağı maharet gerekiyordu. Çoğu ilkel olan oyuncaklarım arasında bu, beni uzun zaman oyalayan cazip bir oyun olmuştu.

Ermeni komşumuz bayramlarımızda bize gelir, sonra Noel, yortu gibi kendi özel günlerinde bizi evlerine çağırırlardı. Aklımda kalmış olan ikramlarından biri de kristal kâse içinde getirdikleri macun kıvamında reçeldi. Ondan bir kaşık alır, sonra kaşığı içi su dolu bir bardağa bırakırdık. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Hekna, odanın duvarlarına gazetelerden ke-silmiş savaş haritaları raptiyelemişti. Almanların ve Rusların ilerleyiş ve gerileyişlerini renkli kalemlerle onların üzerinde işaret ediyor, babamla uzun sohbetlere dalıyordu. Bir defa-sında, gençlik yıllarında trenle Sibirya’ya yaptığı bir yolcu-luğu anlattığını da hatırlıyorum. Karısı Madam Nartuhi kısa boylu ve şişman bir kadındı. Zaman zaman annemle beraber Karagümrük’teki Aysu sinemasına gitmek üzere sözleşirler, beni de yanlarına refakatçi olarak alırlardı. Madam Nartuhi

Page 81: 1453 Dergisi 16. Sayı

81

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından

o yıllarda pek moda olan acıklı Mısır filmlerine bayılır, an-nemle beraber ağlaya ağlaya seyrederlerdi. Karı-koca akraba çocuklarıymış. Bu yüzden iki kızları da zihnen hastalıklıydılar. Eve kapanmış olan birini biz hiç görmedik. Diğeri Hermine, yirmisini geçmiş koca bir kız olarak bahçede kendi kendine dolaşır, konuşur, şarkı söyler, salıncağında sallanır, ağaçlara çıkardı. Bazen de pencereden bizimle ciddi ciddi konuştuğu olurdu. Bir papazın oğlunu sevmiş, evlenemedikleri için aklı-nı bozmuş olduğu söylenirdi.

Mahallemizde bugün de eski hâlini koruyan nadir binalar-dan olan Ermeni komşumuzun evi köşedeydi. Oradan içeri-ye doğru evvelce bahsettiğim ve top oynanan bostana açı-lan küçük bir sokakta, belki vaktiyle bir çıkmazdı, tek taraflı üç veya dört ev vardı. Bu evlerin arka bahçeleri bizim evin de arka bahçesiyle komşu olurdu. Burada adını unuttuğum Romanyalı bir komşumuz, onun yanındaki evde de çocuk-ları olmayan yaşlı bir karı koca oturuyordu. Babamın Habi-be Molla diye takıldığı kadın biraz huysuz, geçimsiz, pek de komşuluk yapmayı sevmeyen bir kadındı. Emekli bir topçu zabiti olan ve bu yüzden kulakları ağır işiten kocasıyla ba-ğıra bağıra, âdeta kavga eder gibi konuşmaları, birbirleri-nin sözlerini yanlış anlamaları bizim de eğlencemiz olmuş-tu. Habibe Hanım’ın bu bağrışmalardan sonra tekrar ettiği söz de aramızda mesel gibi söylenir olmuştu: “Oldu, oldu da yedi mahalle duydu!”. Üç katlı, pencereleri kafesli ahşap

evin galiba hep alt katlarında otururlardı. Çocukları olmadığı gibi evlerine gelen deyoktu. Hatta sokakta bile gördüğümü nadir hatırlıyorum. Yalnız üç ayda bir maaş aldıkları zaman Fatih’e kadar gider orada Bulgar sütçüde birer muhallebi yer, dönerlermiş. Bize de çamaşıra gelen bir kadın ev işleri-ni, alışverişlerini yapardı. Bizim bahçe ile onlarınki arasında bir tahta perde vardı. Bahçelerinde devetabanı denilen, bir incir ağacı vardı ki meyvelerinin üçü dördü bir kilo gelirdi. Arada bize de komşu payı gönderdikleri için lezzetinin çok güzel olduğunu hatırlıyorum. Bahçede başında takke, sırtın-da cepli entari ve hırkasıyla dolaşan kocası, ağaca çıkıp incir toplayacağı zaman belini bir kuşakla sıkar, dalların arasından topladığı incirleri koynuna doldururdu. Derken kocası öldü, kedileri çok seven Habibe Hanım bundan sonra onlara daha çok bağlandı. Her birinin ayrı adı olan bir sürü kedisi oldu. Kocası yerine onlarla bağıra çağıra konuşmakla, mamalarını dağıtırken birbirlerinin nafakalarına tecavüz ettirmemek için azarlamakla ömrünü geçirdi. Duyardık ki, eski hayatlarından sadece, üç aylığını aldığında Fatih’teki Bulgar sütçüde bir muhallebi yeme zevki kalmış.

Habibe hanım’ın evinin yanında, set üzerine kondurulmuş tek katlı uzun bir ahşap barakada Girit muhaciri bir aile otu-rurdu. Adını Nüncer Hanım diye bildiğimiz epey ihtiyar bir kadıncağız, kulakları işitmeyen, bu yüzden konuşması da zor anlaşılan yine yaşlı bir dul oğlu, ondan biraz daha genç,

Page 82: 1453 Dergisi 16. Sayı

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından

82

faytonculuk yapan diğer bir oğlu Cemil, gelini Safiye, toru-nu Fehmi ve adını hatırlayamadığım bir kız torunu daha. Bir gün onların epey büyük olan bahçesinde oynarken nüncer teyzenin anlamadığım bir dille büyük oğluyla konuştukları-nı duydum. Eve gelip babama söylediğimde, Giritlilerin aile içinde Rumca konuştuklarını söyledi. O zaman Nüncer tey-zenin Türkçesi’nin de Rumların konuşmasındaki telaffuz far-kına benzediğine dikkat ettim. Giritli türklerin neden Rumca konuştuklarını hâlâ anlamış değilim.

Nüncer Hanım’ın sık sık bize geldiğini hatırlıyorum. Ama asıl hatırladığım da mevsimi gelince bahçelerindeki hünnap ağacının meyvelerinden getirmesiydi. Gelip oturunca buru-şuk elini entarisinin cebine daldırır, oradan bir avuç hünnap çıkarıp elime tutuştururdu. İğde büyüklüğünde, açık veya koyu kahverengi, kendine mahsus lezzeti olan bu meyvenin menşeini bilmiyorum. Ama o zaman olduğu gibi bugün de hünnap İstanbul’da nadir bulunur ve pek çokları adını bile bilmez.

Bu küçük sokağa girmeden caddemizde yolumuza devam edersek sağ tarafta iki katlı ahşap ikiz evler vardı. İlkinde yine çocukları olmayan Laman hanım ve kocası, tramvay biletçisi Faris Bey oturuyordu. Diğerinde ise benim okuduğum ilko-kuldaki öğretmenlerden Arap Hocanım dediğimiz Halide Hanım ve iki kardeşi kalıyordu. Üçü de bekârdı. Bugün harap ve metruk bir durumda olan bu evin yanındaki büyükçe boş bir arsadan sonra iki katlı bir evde Tripso adında iri yarı bir Rum kadını annesiyle oturur ve terzilik yapardı. Annemin ço-cukluk arkadaşı olan Tripso ve annesinin Mütareke yıllarında, yeril Rumların çoğu gibi, Türklere ters bakmaya başladıkları-nı, hatta el işaretleriyle “Kopsi kefali!” diyerek Türk çocukları-nı kafalarını kesmekle korkuttuklarını yine annem anlatırdı. Belki bu sebepten mahalledeki Ermeni ve Yahudilerle ah-baplıklarımız vardı da Rumlarla yoktu. Yalnız annem, Kürkçü Çeşmesi’nin karşısında, semtin o zaman tek apartmanı olan üç-dört katlı bir evin üst katında Anna isimli bir Rum terzinin müşterisiydi.

Page 83: 1453 Dergisi 16. Sayı

83

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından

Tripso’unn evinin karşısında Molla Aşkı semtinden inen uzun bir merdivenli yokuş, Pastırmacı Yokuşu vardır. Alt köşesindeki evde Haliç vapurlarında biletçilik yapan yeğeni Nevzat’la dul Nebahat Hanım kalırdı. O tarihten, benim ha-tırlayamadığım birkaç yıl öncesine kadar Nebahat Hanım Balat’taki Millî Sinema’da el feneriyle yer göstericiliği yapar-mış. Evin ikinci katında hem yokuşu, hem de bizim caddeyi ta Kürkçü Çeşmesi’ne kadar gören çıkıntılı penceresinde he-men her zaman elinde sigarasıyla oturup etrafı seyrederken görürdüm. Yoldan gelip geçenler arasında tanıdıkları olursa onları durdurup çene çalar, sağdan soldan haberler alır, son-ra bunları başkalarına ulaştırırdı.

Pastırmacı Yokuşu’nu çıkarken sağda solda eski ve bakımsız birkaç ev, sol taraftaki boşlukta metruk bir mezarlık, onun karşısında iki katlı ahşap güzel bir evde oturan Kartın ailesi-nin büyük kızları ablamın, erkek kardeşi benim okul arkada-şımdı (Küçük kızları Güler hâlen Balat’ta eczane çalıştırıyor). Daha yukarıya doğru bunların akrabası olan Bekir Bey’in ve Hüsnü Bey’in köşkleri vardı. Bu köşklerden biri yıkılmış, diğeri de hâlen eski sahiplerinin torunları tarafından kullanılmak-tadır.

Kürkçü çeşmesi’ni doğru yola devam ettiğimizde sol taraf-ta Şişman Fatma Hanım teyze ve Ahmet Efendi sık görüştü-ğümüz komşularımızdandı. Ahmet Amca önce Yüksek Öğ-retmen Okulunun, daha sonra benim okuduğuum yıllarda Fındıklı’daki Edebiyat Fakültesi’nin kapıcısıydı. İlki Vefa’da, diğeri Fındıklı’da olan iş yerine de hemen her gün yürüyerek gidiip gelirdi. Çemişgezekli Fatma hanım’ın ilk kocasından olan, babamdan da birkaç yaş büyük oğlu Galip, karısından ayrılmış olarak iki oğlu ile beraber aynı evde kalırlardı. Ga-lip Bey, birtakım fabrikalarda ustabaşılığa kadar yükselmiş, elinden çok iş gelir bir adamdı. Oturdukları iki katlı evi de oğlu ile beraber kendisi yapmıştı. Genç yaşlarında 1915’ler-de Almanya’ya gitmiş, Danzig’de bulunmuş, fabrikalarda çalışmış, grevlere ve sokak hareketlerine karışmış, militan bir Marksist olmuş. Münakaşa etmeyi severdi, karşısındakini tahrik edecek konular açmada da tecrübeliydi. Hemen her gidiş gelişlerimizde babamla uzun münakaşalara girdiklerini, sonra adeta dargın, kırgın olarak ayrıldıklarını hatırlıyorum. Birkaç defa hapse giren, nezarete alınan Galip’in evinde kü-çük fakat seçkin bir kitaplığı da vardı. Kitap merakımın art-tığı ortaokul yıllarımda burada Remzi Kitapevi’nin klasikleri arasında Mihail Zoşçenko’nun, Maksim Gorki’nin kitaplarını,

Page 84: 1453 Dergisi 16. Sayı

BALAT’TA KOMŞULUK VE KOMŞULARIMIZ / Orhan Okay’ın Balat isimli kitabından

84

bir de galiba Tan gazetesinin yayınları olan, arka kapağında da kocaman bir C harfi bulunan cep kitaplarını hatırlıyorum. Bunlardan bazılarını evlerine gittiğim zaman yüksek sesle okur, arada izah eder, okumam için de bana verirdi. Bana ver-dikleri mizahi ağırlıklı, kolay okunan kitaplardı. Sonraki yıllar-da bu Galip Sezik’in, yahut çevresindeki adıyla işçi Galip’in ismine, bunlarla ilgili birkaç yayında rastladım. Galip’in oğlu Orhan’la karşılarındaki Arnavut komşularının kızları Nazmiye sonraki yıllarda evlenip dünür oldular.

Burada son olarak anlatmak istediğim çok iyi bir komşumuz-la, Mehmet Efendilerle bu bahsi kapatmak istiyorum. Önce Fatma Hanımların evlerinin karşısındaki ahşap bir evde, daha sonra yine bizim civarımızda Aynalı Dükkan Sokağı’nda bir evde oturan Mehmet Efendi Balat’ta, Leblebiciler Sokağı’nda nalburdu. Yaşlı, şişmanca, sevimli ve candan bir insandı. Ailemizle çok eski dostlukları olduğunu zannediyorum. Be-nim doğduğum evi babam 1930 yılında satın alırken epey sıkıntıya girmiş, bu arada Mehmet Efendi’den borç isteyin-ce o hiç tereddüt etmeden hemen kasasını açarak mevcut parayı babasına uzatmış. Borç veren ve alanın döviz ve faiz hesapları yapmadıkları hatta ne zaman ödeneceğini bile sor-madıkları bir devirdi. Babam onun bu iyiliğini hiç unutma-mıştır. Mehmet Efendi beni de ‘’ Çoluğum, çocuğum’’ diye sever, ben okumayı söktükten sonra da İkdam gazetesinde tefrika edilen Dört Halife’nin romanlaştırılmış hayat hikaye-lerini okuttururdu. Galiba yeni yazıyı sonradan öğrendiği için yavaş okuduğundan benim okumamı isterdi. Bir gece Meh-met Efendi’nin evinde bir şenlik oldu, neydi hatırlamıyorum. Epey kalabalık olduğunu biliyorum. Birden elektrikler kesildi. Karanlıkta gaz lambası, mum filan arandı. ‘’On kuruşu olan

var mı?‘’ diye bir ses yükseldi. Birisi on kuruş buldu. Parayı bir köşedeki kumbara gibi bir kutuya attılar, ampuller de şıp diye yandı. O yıllarda elektriği olmayan epey ev vardı. Bazı evlerde ise belediyeye ait olmayan bir yabancı şirketin elekt-riğinin kullanıldığını o akşam öğrendim. Şirket, elektrik da-ğıttığı evlere böyle mühürlü bir kumbara koyuyor, o zaman-ki sarı on kuruşlarla da, artık ne kadar süre ise evin elektriği yanıyormuş.

Mehmet Efendi’yle ilgili başka bir hatıram da 1943 yılının unutamadığım bir şubat gününe ait. Bir Pazar sabahı babam-la evden çıkmış, Balat’a doğru gidiyorduk. Tam Ermeni kom-şumuzun köşesinde Mehmet Efendi ile karşılaştık. O zamana kadar görmediğim oldukça şık bir kıyafetteydi. Sırtında laci-vert ağır bir kumaştan palto, başında koyu renk fötr şapka, ellerinde parlak güderi eldivenleriyle, şimdi Nalbur Mehmet Efendi değil, kalantor bir Mehmat Bey vardı. Babamla karşı-lıklı selamlaşma ve mutat iltifatlardan sonra ‘’Vazife-i vataniy-yemizi yapmaya gidiyoruz’’ gibi bir cümle sarf etti. Biraz daha konuşup ayrıldıktan sonra babama ‘’Nereye gidiyormuş’’ diye sorduğumda o gün mebus (milletvekili) seçimlerinin ya-pıldığını, Mehmet Efendi’nin mahallemizin müntehib-i sanisi (ikinci seçmen) olduğunu, seçim sandığının kurulduğu Beya-zıt’taki Üniversite bahçesine gitmekte olduğunu öğrendim.

Mehmet Efendi halkımızın okur yazar kesiminden mümin bir insan, az kazançla yetinen mütevekkil bir esnaftı. İkinci Dün-ya Savaşı’nın hemen arkasından demokrasi denemeleriyle başlayan nispi serbestlikler arasında hac yapılmasına da izin çıkınca ilk defa Hicaz’a gidenlerden oldu. Hac dönüşü hasta-lanarak Şam’da vefat ettiğini ve orada defnedildiğini işittik.

Page 85: 1453 Dergisi 16. Sayı

85

İSTANBUL’UN UNUTULMUŞ YEMEKLERİ / Sennur SEZER

Page 86: 1453 Dergisi 16. Sayı

86

MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından

Page 87: 1453 Dergisi 16. Sayı

87

MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından

MAHALLE HAYATI (Ahmed Yüksel Özemre’nin

Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından)

Çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar’ında yazları sabah vak-tinde her bahçeden Denizli horozlarının ötüşünü bülbüllerin şakıması izlerdi. Rahmetli ağabeyimden ve rahmetli babam-dan dinlemiş olduğuma göre, sabah namazını Bülbül Deresi civarındaki câmilerde kılan cemaat de namazdan sonra özel-likle bülbülleri dinlemek üzere Bülbül Deresi mevkiine akın edermiş.

Çocukluğumda kuşluk vaktinde, damların saçaklarının altına tünemiş ya da, âdet olduğu üzere evlerin ve konakların ön cephelerinde çatının tam altında bulunan, eski Türkçe ya da Latin harfleriyle yazılmış “Mâşâllah” yahut “Yâ Hafız” levha-larının arkalarına yuva yapmış olan kumruların gulgulesi; ikindi vaktin-de de sokakların sessizliği her ma-hallede egemen olurdu. Mahalleler sabahları: gazeteci, sütçü, yoğurtçu, zerzevatçı, ayakkabı boyacısı, eski-ci taifesinin; fakat öğleden hemen sonra da: dondurmacı, gazozcu, kuru yemişçi ve sinemalarda ya da Salacak Parkı Aile Gazinosu’nda o akşamki programların münâdîliğini yapan çı-ğırtkan taifesinin resmigeçidine sah-ne olurlardı.

Yazın, öğleden sonra çocuklar, ko-valarda buz parçaları arasına yerleş-tirilmiş “Çamlıca” gazozlarını sokak sokak dolaşarak: “Çamlıca gazozu! 32 dişe keman çaldırıyor!” âvâzıyla sa-tarlardı. Karlı kış gecelerinde ise ma-halle aralarında Arnavut bozacıların: “Mırmırıkçı geldi, mırmırıkçı. Buuuza-aa” diye âvazları yankılanırdı.

Bunlara II. Cihan Harbi’nin sonunda bir de “Yeni Hayat’çılar” eklenmişti. Harbde şeker karaborsaya düşmüştü ve fiyatı 534 kuruşa yükselmişti. Harbin sonuna doğru şeker nisbeten bol-laşınca piyasaya Abdülvâhid Turan-Yeni Hayat ismiyle tanesi yüz paraya satılan karemelâlar çıkmış ve kıtlıktan çıkan halk tarafından da çok tutulmuştu. Bunlar Karaköy’de Necati Bey Caddesi’ndeki bir dükkânda imâl edilmekteydiler. Yaklaşık 3x3x0,3 cm ebadındaki bu karemelâlar üstü sürgülü camlı, yaklaşık 20x35x3,5 cm ebadında ince tahta bir kutunun ze-minine çıplak olarak, tek tabak halinde dizili olur ve müşteri-ye mâdeni bir maşayla tutularak sunulurdu. Bu maşa sürgülü cama belirli bir ritmle muttarid darbelerle vurulduğunda bu,

sokaktan karemelâ satıcılarının geçmekte olduğunun da bir işareti ve hatta reklamı olmaktaydı. Tanesi başına 20 para kâr bıraktığından kısa zamanda bir sürü de taklidi çıkmıştı. Fazla karemelize edildiğinden bu karemelâların kendine has, pek hafifi acımtırak lezzetini bugün bile tahassürle ararım.

İkindi vaktinde sokakların sükûneti bazen Haydarpaşa Gar’ına doğudaki vilâyetlerimizden marşandiz trenleriyle gelip de çatana ve mavnalarla Sütlüce Mezbahası’na götü-rülmek üzere Üsküdar’ın Çöp İskelesi ile Kavak İskelesi arasın-da kalan Açıkhava ahırlarına sevk edilen koyun, keçi, öküz ve manda gibi hayvanların “tozu dumana katarak” sürü halinde geçmeleriyle bozulurdu.

Bunların geçtikleri sokaklarda evlerin damları da bunları sa-bırsızlıkla bekleyen güvercin ve serçelerle dolu olurdu. Sürü sokaktan geçip gittikten sonra bu kuşlar sürünün zemine

bıraktığı, buhar tüten kazuratların başına üşüşerek bunları gagalar, içlerindeki hazmedilmemiş saman çöplerini kendilerine rızık ederlerdi. II.Cihan Harbi esnâsında kömürün karneyle verildiği ve odun fiyatları-nın pahalı olduğu dönemde, mahal-lemizde ya 27 ya da 29 numarada ikamet eden fukarâ-i sâbîrinden bir rum aile ise bu kazuratları hemen toplayıp kurutarak tezek yapar ve odun yerine sobalarında yakardı.

İlkbahar ve yazın Üsküdar sokakla-rında akasyalar, erguvanlar, mimo-zalar, ıhlamurlar, aylandızlar açar; bahçelerin duvarlarından sokaklara asmalar ve mor salkımlar sarkardı. Hemen hemen her evin bahçesin-de özenle yetiştirilen gül, yaban gülü, ortanca, karangil, papatya, filbahri, hanımeli, begonya, boru

çiçeği, akşam sefâsı, şebboy, sardunya, aslanağzı, fesleğen ve hercaî menekşe bulunurdu. Baharda konakların bahçe-lerinden yükselen şebboy kokuları, pencerelerin önündeki karanfillerin ve sardunyaların kokularıyla cümbüş ederdi. Toygartepesi’nde Necmeddin Okyay Hoca’nın ve Doğancı-lar Sümbülzâde Sokağı’nda Şekerci Güzeli Hasan Alptekin’n evlerinin civarından geçenler, bu zevâtın gülistanlarından yükselen gül kokularıyla mest olurlardı. Çocukluğumun ve gençliğimin Üsküdar’ında lâleye hiç rastlamadımdı.

Halk, şerbet yapmak için gelincik toplamaya ya İcadiye’ye ya da keskin bir kekik kokusunun hâkim olduğu Çamlıca’ya gi-

Page 88: 1453 Dergisi 16. Sayı

88

MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından

derdi. Mart ve Nisan aylarında bizim konaktan bakıldığında Fer’iye Saraylarının üst tarafında Yıldız Parkı’ndan Ortaköy sırtlarına kadar uzanan muazzam kır, papatyaların sarı ve be-yaz renklerine bürünür; ama mayıs ayında burası kâmilden kıpkırmızı, görülmeye sezâ, muazzam bir gelincik tarlası olurdu. Artık bu çiçek medeniyeti de yok oldu gitti.

DİPNOTLAR:1 1928-1930 arasında alalecele lâtin harfleriyle değiştirilmiş olan bu levhalarda çoğu kere “Maşallah” ya da İmâm Nâsır Sokağı’ndaki bir konakta olduğu gibi (hâşâ) “Maşa Allah”; ve “Ya Hafız” yazardı. 2 Daha Çamlıca Gazozu yok iken satılmakta olan ama markalarını hatırlamadığım gazozların kapakları sâbit yâni bir defa kullanıp atılmayan, çelik bilyeli, kauçuk yastıklı, beyaz porselen kapaklar olurdu. Bu kapaklar mekanik bir çelik sistem aracılığıyla açılır ve kapanırdı. Çocukluğumda gazoz, daha çok, hamamdan çıktıktan sonra, henüz daha peştemallara sarılı iken içilirdi. Hatırladığım ilk meyvalı gazoz vişneli olduğu için ilân edilendi. Gâlibâ piyasaya 1943 ya da 1944 yılında çıkmıştı. Tadı da kokusu da berbat bir şeydi ve bu yüzden de pek tutulmadıydı.3 Mırmırık: Ekşi bozanın lâkabı.4 İstanbul’un geçmişteki 3 namlı bozacısı: Vefâ’da Vefâ Bozacısı, Nûruosmâniye’de Sinan Bozacısı ve Üsküdar’da da Ahmediye Bozacısı idi. Bozacılar genellikle Arnavutlardan olurdu; bunun bir istisnâsı Ahmediye Bozacısı ermeni Misak Boyacıyan efendi ve çocuklarıydı. Misak efendi’nin bozasından üst üste üç bardak içen, sekir hâlini andıran hafif bir keyif duygusuyla dolardı. Bu hali ben de nefsim de birkaç kez yaşadımdı.5 Zeytinyağının litresi de 579 kuruştu. O sıralarda kuzu etinin kilosu 90 ilâ 110 kuruş arasında değişmekteydi. 6 Necmeddin Okyay Hoca’nın bahçesinde çeşit çeşit 400 kadar gülü, Şekerci Hasan Efendi’nin de 280 kadar gülü olduğu rivâyet edilirdi. Gülcü Şükrü Baba diye bir zâtın himmetiyle gülcülükte yetişmiş ve pekçok mükâfat kazanmış olan Necmeddin Hoca’nın yetiştirmiş olduğu birkaç gül çeşidi Dünyâ gül literatürüne geçmiştir. Hocanın siyal gül dahî yetiştirmiş olduğu rivâyet edilirdi. 57 Galatasarayı Lisesi’nin o zamanlar ilkokulunu ve yetiştirici sınıflarını barındıran ve şimdi de Galatasarayı Üniversitesi’ni barındırmakta

olan abinâ ve müştemilâtı ile bu kompleksin Ortaköy istikametindeki uzantısında Kabataş Lisesi’ni de barındıran diğer iki binâya, Osmanlı döneminde, Fer’iye Sarayları ya da Sultan Sarayları denirdi. Aynı olan bu mîmârîye sahip bulunan, Beşiktaş-Ortaköy doğrultusundaki bu üç saraya, sırasıyla: İbrâhim Efendi Sâhilsarayı, Cemaleddin Efendi Sâhilsarayı, Seyfeddin Efendi Sâhilsarayı denirdi. 6 Son iki belediye başkanının zamanında Üsküdar’ın kamuya ait alanları çiçeklenmeye başladı. Bu kapsamda, birkaç yıldır bol mikdarda ekilmekte olan lâleler ve hercai menekşelerle Üsküdar yeniden şenlenmiş bulunuyor.7 Kok kömürü de bir taş kömürü idi ama mâdenden çıkan taş kömürünün, Gazhâne denilen fabrikalarda içindeki metan gazından arındırılmış, daha az kalorili şekliydi. O zamanlarda, İstanbul yakasında: 1853’de kurulan Dolmabahçe Gazhânesi ve Kâğıthâne’de 1961’de kurulan Beyoğlu Gâzhânesi; Anadolu yakasında da Hasanpaşa’da

1892’de kurulan Kadıköy Gâzhânesi vardı. 1950’lili yılların ikinci yarısında Dolmabahçe Stadı’nın genişletilmesi esnâsında Dolmabahçe Gâzhânesi de yıkıldı ve bunun gazometresi daha sonra Beyoğlu Gâzhânesi’nin ek deposu olarak kullanılmaya başlandıydı. Faaliyetine devâm eden bu üç gâzhânenin üretimine 13 Haziran 1993 târihinde son vermiştir. Bu fabrikalarda elde edilen havagazı ise hem şehrin aydınlatılmasında hem de evlerde yemek pişirmede kullanılmıştır.8 Maltız: Taş ya da odun kömürü yakarak ısı elde edilen, ızgaralı, taşınabilir ocak. Yaklaşık 30 cm çapında, 50-60 cm yüksekliğinde dikine silindir şeklinde olup üç ya da dört ayaklı olurdu.9 Odunun yakıt olarak kullanıldığı zamanlarda “odunculuk” kârlı bir meslekti. Bizim konağın civârında yaklaşık 500 metre yarıçaplı bir

dâire içinde: Balaban’da Sedat Bey’in, Atlas Sokağı’nının girişinde solda Şekerci Hasan Efendi’nin, Uncular Caddesi’nde Tevfik Efendi’nin, Gülfem Hâtun Câmii’nin karşısında Hüseyin Efendi’nin ve bir de Doğancılar Caddesi ile Tedbirhâne Sokağı ve Eşrefsaat Sokağı’nın birleştiği noktada da (gâlibâ Oduncu Aslan’ın), ve bunlardan başka da Şemsipaşa’da ve İmrahor’da Öğdül Sokağı’nda da sâhiplerinin isimlerini hatırlayamadığım odun depoları vardı. Bu depolara Trakya’dan ve Ağva’dan getirilen odunların sobalarda yakılacak boyutta kesilmesini sağlayan hızarlardın vınıltıları özellikle yazın ve sonbaharda hâlâ özlemini çektiğim alışılmışın dışında ama âhenkli bir koro oluştururlardı.

Page 89: 1453 Dergisi 16. Sayı

89

MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından

Page 90: 1453 Dergisi 16. Sayı

90

MAHALLE HAYATI / Ahmed Yüksel Özemre’nin Hasretini Çektiğim Üsküdar isimli kitabından

Üsküdar’da iskele yanında Mihrimah Sultan Camii Şerifi’nin Mahkeme Sokağı’ndan arka sokağın görünüşü, Süheyl Ünver

Page 91: 1453 Dergisi 16. Sayı
Page 92: 1453 Dergisi 16. Sayı

92

İSTANBUL MEKÂN

Süleymaniye semti adını Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar

Sinan’a yaptırdığı camiden alır.

Süleymaniye semti Osmanlı İstanbul’unu yansıtan çarpıcı bir

mekandır. Bir ulema semti olan Süleymaniye’nin medrese-

leri Osmanlı İmparatorluğu’nun en yüksek derecede eğitim

veren kurumlarıydı. Ahmet Cevdet Paşa, genç yaşta burada

müderris olmuştu. Aynı zamanda Süleymaniye kütüphane-

si de bu coğrafyanın en zengin yazma birikimine sahiptir.

Yine bu semtteki İstanbul Müftülüğü’nün arşivini saklayan

dolaplar, bir marangoz olan II. Abdülhamid’in elinden çıkma

tasarım harikalarıdır.

Süleymaniye, İstanbul’un görece korunmuş semtlerinden-dir. Burada, kalaycılık gibi bazı geleneksel meslekler halen sürdürülmektedir.

Özellikle son yıllarda “Süleymaniye evleri” adlı proje kapsa-mında buradaki ahşap ulema konakları ve taş odalar yeni-den restore edildi, rengarenk boyandı ve meraklıların ilgisi-ne sunuldu.

İhya edilen çok sayıdaki Türk evi ile Süleymaniye semti bu-gün bir açık hava müzesi niteliğindedir. Süleymaniye Camii-ni merkez alan külliye çevresinde gelişen bu mekan giderek eski günlerine kavuşmakta, sokaklarında gezenleri büyüle-mektedir.

SÜLEYMANİYE

Page 93: 1453 Dergisi 16. Sayı

92

İSTANBUL MEKÂN

93

İSTANBUL MEKÂN

Page 94: 1453 Dergisi 16. Sayı

Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surlara yaslanan, Soğukçeşme sokağındaki 12 adet evin geçmişi 18. yüzyıla uzanmaktadır. Sokaktaki yapılar arasında Naziki Tekkesi ve bir de Roma sarnıcı vardır.

Bu sokağın sakinleri, yakınında ikamet ettikleri Ayasofya ve Topkapı Sarayı ile ilgili kimselerdi. Osmanlı Hanedanı’nın Dolmabahçe Sarayı’na taşınması bu seçkinlerden oluşan görüntüyü değiştirmemiştir. Örneğin bu sokaktaki evlerin birinde doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün babası, Şura-yı Devlet azasıdır.

Soğukçeşme Sokağı’nın ahşap evleri 1970’lerde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya geldi. 1985 yılında TURİNG, burada-ki yapıları aslına uygun bir biçimde restore ederek İstanbul’a kazandırdı. Günümüzde Roma sarnıcı lokanta, evlerin biri İstanbul Kitaplığı ve diğerleri de pansiyon olarak işlev gör-mektedir. Evler, çevrelerindeki çiçeklerden esinlenerek Ya-seminli Ev, Mor Salkımlı Ev gibi adlarla anılmaktadır.

Eser Sponsoru: İSTON

SOĞUKÇEŞME SOKAĞI SOĞUKÇEŞME QUARTER

12 houses from the 18th century lean to the walls of the Topka-pi Palace. Among these buildings there is a dervish lodge and a Roman cistern.

Elite people of this quarter were related with the Hagia Sophia and the Topkapi Palace. They stood still even after the Otto-man Dynasty moved to the Dolmabahçe Palace. For example the 6th president of the Turkish Republic Fahri Korutürk was born here and his father was a member of the Council of State.

In 1970’ies these wooden houses were about to be destroyed. In 1985 TURING had them restored. Today the Roman cistern is a restaurant and one of the houses is the Library of Istan-bul. The others are guesthouses. Names of the houses come from the genus of the flowers around them like “House with jasmins” etc.

Sponsor: ISTON

Page 95: 1453 Dergisi 16. Sayı

95

Türk Edebiyatı’nda İstanbul’un yeri şüphesiz çok büyük-tür. Edebiyatımıza, bir İstanbul hanımefendisi olan Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden de yansımıştır dönemin İstanbul’u. İstanbul mahalle hayatını konu aldığımız dergimizin bu sa-yısında Zeynep Uymur’un hazırladığı ve Kültür A.Ş. yayınları, Türk Edebiyatı’nda İstanbul Serisi arasından çıkan Sâmiha Ay-verdi’nin İstanbul’unu hatırlatmak istedik.

Ev hayatı, mahalle hayatı, mahalle sakinleri, âdâb-ı muâşeret, halk inançları, giyim, kuşam, bayramlar gibi sosyal hayata dair konuları işleyen Sâmiha Ayverdi’nin eserleriyle XX. asrın baş-larına denk gelen dönemdeki İstanbul’u, yaşadığımız dönem-le kıyas edebiliriz. Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u; hayatın dev-releri, ev hayatı, cemiyet hayatı, giyim-kuşam ve süslenme, mübarek günler ve eğlence başlıklarında altı ana bölümden oluşuyor. Kitap dönemin İstanbul’unda sürdürülen yaşantının günümüz insanı için karanlıkta kalan ya da bilinmeyen yönle-rini ortaya koyması açısından ayrı bir önem taşıyor.

Eserde Sâmiha Ayverdi’nin kitaplarından alıntılar da bulunu-yor. Örneğin komşuluk ilişkileri hakkında:

“Komşuluk ilişkilerini güçlendiren, pekiştiren sadece iyi kötü günler değildir. Kıştan yaza, yazdan kışa geçerken gelecek mevsimi karşılamak için yapılan işlerde de konu komşu top-lanır, herkes elinden geldiğince birbirine yardım ederek hazır-lıklara koyulur. Örneğin kış için yapılan hazırlıklarda, komşula-rın, soğuk algınlıklarına karşı, içine kırk türlü bahar karıştırılıp yapılan kırmız şurubu için toplandıkları görülür. Bu ilaç konu komşuyu bir araya getirerek bir külfet ve emekle kaynatılır ve günlerce süren iş bitince de, eşe dosta şişe şişe hediye edilir. Muharrem ayı içinde kaynatılan yemekten komşulara dağıt-mak yine komşuluk hakkı içindedir. Ölümlerde olduğu kadar doğumlarda da yine komşular bir aradadır. Doğum olduğun-da gönderilen sürahi sürahi şerbetlerle eşin dostun ağzı tat-landırılır. Yine göz hakkı inancıyla bahçedeki meyveden, çi-çekten göndermek de âdetler arasındadır. (İstanbul Geceleri)

Kimsenin namusuna yan gözle bakmayan, mahallelerindeki genç kızlara yapılacak herhangi bir kötülükten kendilerini so-rumlu tutan mahalle delikanlılarından;

Bu mahalle delikanlılarından külhânileri zaman zaman farklı işlerde de görürüz. Çok defa bu şehir uşaklarının, mahalle ter-biyesiyle kaldırım üstünde büyümüş bu daltaban külhânilerin aralarında paşazadeler, kalem efendileri, mektep medrese görmüş kimseler de bulunur. Bunlar da ötekiler gibi bir yan-gın haberi aldı mı, ister işleri başında, ister sıcak yataklarında olsunlar; hemen fırlar, başta keçe külâh, sırtta beyaz fanila, bacakta dizlik, takımlarına katılıp sandığın esneyen kolları al-tına girerler. Bunlardan, reislik, öncülük, fenercilik, boruculuk edenlerin, tulumbacılık tarihindeki yeri hiç de küçümsenecek gibi değildir.” (İstanbul Geceleri)

Sokakların değişmez sesleri üzerine:

“Sokakların sesleri mevsimine göre, günün saatlerine göre, semtine göre değişiklikler gösterir. Sütçüler mahallenin değiş-mez seslerinden biridir. Mayısta baharın gelişiyle birlikte taze koyun sütü satmaya başlarlar. Bunları, sırtındaki değneğe ip-lerle bağlı Silivri tenekelerini sallaya sallaya taşıyarak, bir yan-dan da, “Silivri kaymak!” diye bağıran yoğurtçular takip eder. Tam ikindi vaktinde üstleri camla kapatılmış kaplarda kâse yo-ğurdu satanlar görülür. Soğuk kış günlerinin vazgeçilmez ve aranan sesleri arasındaki biri de salepçinin sesidir. Salep işe ya da mektebe gidenler için kış günlerinin soğukluğuna, sıcaklığı ile karşı çıkan bir ayrılmaz dost gibidir. Nitekim bu soğuk kış günlerinde halk salepçinin güğümü etrafında toplanmaktan geri kalmaz. Turşucu bir mahalle esnafı olmadığı gibi onlara ait vasıflara da sahip değildir. Bu turşucu ne bağırır ne çağırır. Başında fesi ve belinde yün kuşağı, ayaklarında arkaları basık yemenileri, fermeneli yeleği, gümüş taklidi saat ve kösteği ile mahalleler arasında dolaşan esnaf tipinin ta kendisidir. En hoşu da koltuk altlarından dolaşan kayışlarla sırtında taşıdığı turşu fıçısıdır. “(Küplücedeki Köşk )

Özetle İstanbul’un geçmişteki izlerini süreceğimiz bir külliyat incelemesidir Samiha Ayverdi’nin İstanbul’u.

SAMİHA AYVERDİ’NİN İSTANBUL’U

Page 96: 1453 Dergisi 16. Sayı