16
1 ÖZET Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl önce büyük bir enerji yoğunluğu patlayarak kütlelere dönüşmüş ve bu kütleler uzay boşluğuna dağılmıştır. Bu olay Evrenin başlangıcıdır. Üyesi olduğumuz güneş sistemi 4,6 milyar yıl önce ortaya çıkmıştır. Dünyamızda hayat 3,8 milyar yıl önce başladı. Önce sadece tek hücreliler vardı. Bu tek hücreliler birleşerek ve Evrim geçirerek denizlerde çok hücrelileri meydana getirdiler. Daha sonra omurgalılar karaya çıktılar. Memeliler dünyaya yayıldı. Nihayet 1 milyon yıl önce İnsan dünyada yerini aldı. İnsan başlangıçta zor şartlardaydı. Doğa ile karşı karşıya kalmıştı. Doğayı kutsallaştırdı ve ona tapmaya başladı. Şamanlar göçebe hayatın din adamlarıydı. Yerleşik düzende Ana Tanrıçalar ortaya çıktı. Daha sonra toplumlar arasında çatışmalarda Erkek Tanrılar etkili olmaya başladı. Bu dönemde İonia önemli bir gelişme geçirerek bilimsel konularda ilerlemeler sağladı. İonia’daki Doğa bilimciler Tek Tanrı konusunda birleşmeye başladılar. Bu felsefe içinde insan ruhu evrensel ruhun bir parçası olarak görünüyordu. Orta Çağ’da Yunan kültüründen faydalanan Tasavvufi İslam düşüncesinde bütün Evreni Tanrı’nın yarattığı ve sonuna her şeyin Tanrı’ya döneceği görüşleri ana felsefedir. Tasavvuf, insanın Tanrı’yı dolaysız olarak bilmesini sağlayan ve Tanrı’ya ulaşmayı vaat eden inançlar sistemidir. Orta çağ kültürü sadece mutasavvıflar dünyası değildir, aynı zamanda İonia bilimsel kültürünün de devamıdır. Bu kültür çok sayıda bilim insanının yetişmesini sağlamıştır. Orta Çağ’da İslam dünyasındaki bilimsel değişmeler Endülüs ve Sicilya yolları ile Avrupa’da başlayan Rönesans döneminin itici gücü olmuştur. Böylece insanlık Evrenin sırlarını çözmeye başlar. Çözülen her sır, yeni bir sırrın ele alınmasını sağlamıştır. En son varılan nokta Kuantum fiziğidir. Buna göre bütün enerji ışınımları hem madde, hem dalga özelliğini taşır. Tanrısal Enerji de aynı özellikleri taşır diyebiliriz. Bu bir mucizedir. Evrendeki düzenin şuurlu bir bilinç bütünlüğünü içerdiğinin hissedilmesini sağlar. Doğadaki her sır adım adım çözülecektir. Ancak her sırda ‘neden’ diye bir son soru ile karşılaşabiliriz. Cevabı ‘Doğa böyle istiyor’ veya ‘Tanrısal irade budur’ olabilir. Burada dinî çözümle bilimsel çözüm aynı noktada birleşmiştir. Bu noktaya varmak Bilimsel araştırmaların değerini azaltmaz. Bu arada bir konuyu açığa kavuşturmak istiyorum. Kitabın içinde birçok yerde ‘Vahdet-i Vücud’ felsefesi sözcükleri yer almaktadır. Vücud kelimesi Türkçemize Vücut olarak geçmiştir. Kullanılış şekli ‘beden’ anlamını taşır. IX. Yüzyıldan beri bütün İslam Dünyasında ‘Vahdet-i Vücud’ Tanrının Birliğini ifade eder. Bu nedenle bu sözcüğü ve ilgili terimleri titizlikle korudum.

ÖZET… · 1 ÖZET Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl önce büyük bir enerji yoğunluğu patlayarak kütlelere dönüşmüş ve bu kütleler uzay boşluğuna dağılmıştır

  • Upload
    others

  • View
    5

  • Download
    0

Embed Size (px)

Citation preview

  • 1

    ÖZET

    Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl önce büyük bir enerji yoğunluğu patlayarak kütlelere

    dönüşmüş ve bu kütleler uzay boşluğuna dağılmıştır. Bu olay Evrenin başlangıcıdır. Üyesi

    olduğumuz güneş sistemi 4,6 milyar yıl önce ortaya çıkmıştır. Dünyamızda hayat 3,8 milyar yıl

    önce başladı. Önce sadece tek hücreliler vardı. Bu tek hücreliler birleşerek ve Evrim geçirerek

    denizlerde çok hücrelileri meydana getirdiler. Daha sonra omurgalılar karaya çıktılar.

    Memeliler dünyaya yayıldı. Nihayet 1 milyon yıl önce İnsan dünyada yerini aldı.

    İnsan başlangıçta zor şartlardaydı. Doğa ile karşı karşıya kalmıştı. Doğayı kutsallaştırdı ve ona

    tapmaya başladı. Şamanlar göçebe hayatın din adamlarıydı. Yerleşik düzende Ana Tanrıçalar

    ortaya çıktı. Daha sonra toplumlar arasında çatışmalarda Erkek Tanrılar etkili olmaya başladı.

    Bu dönemde İonia önemli bir gelişme geçirerek bilimsel konularda ilerlemeler sağladı.

    İonia’daki Doğa bilimciler Tek Tanrı konusunda birleşmeye başladılar. Bu felsefe içinde insan

    ruhu evrensel ruhun bir parçası olarak görünüyordu.

    Orta Çağ’da Yunan kültüründen faydalanan Tasavvufi İslam düşüncesinde bütün Evreni

    Tanrı’nın yarattığı ve sonuna her şeyin Tanrı’ya döneceği görüşleri ana felsefedir. Tasavvuf,

    insanın Tanrı’yı dolaysız olarak bilmesini sağlayan ve Tanrı’ya ulaşmayı vaat eden inançlar

    sistemidir. Orta çağ kültürü sadece mutasavvıflar dünyası değildir, aynı zamanda İonia

    bilimsel kültürünün de devamıdır. Bu kültür çok sayıda bilim insanının yetişmesini

    sağlamıştır. Orta Çağ’da İslam dünyasındaki bilimsel değişmeler Endülüs ve Sicilya yolları ile

    Avrupa’da başlayan Rönesans döneminin itici gücü olmuştur. Böylece insanlık Evrenin

    sırlarını çözmeye başlar. Çözülen her sır, yeni bir sırrın ele alınmasını sağlamıştır. En son

    varılan nokta Kuantum fiziğidir. Buna göre bütün enerji ışınımları hem madde, hem dalga

    özelliğini taşır. Tanrısal Enerji de aynı özellikleri taşır diyebiliriz. Bu bir mucizedir. Evrendeki

    düzenin şuurlu bir bilinç bütünlüğünü içerdiğinin hissedilmesini sağlar. Doğadaki her sır adım

    adım çözülecektir. Ancak her sırda ‘neden’ diye bir son soru ile karşılaşabiliriz. Cevabı ‘Doğa

    böyle istiyor’ veya ‘Tanrısal irade budur’ olabilir. Burada dinî çözümle bilimsel çözüm aynı

    noktada birleşmiştir. Bu noktaya varmak Bilimsel araştırmaların değerini azaltmaz.

    Bu arada bir konuyu açığa kavuşturmak istiyorum. Kitabın içinde birçok yerde ‘Vahdet-i

    Vücud’ felsefesi sözcükleri yer almaktadır. Vücud kelimesi Türkçemize Vücut olarak geçmiştir.

    Kullanılış şekli ‘beden’ anlamını taşır. IX. Yüzyıldan beri bütün İslam Dünyasında ‘Vahdet-i

    Vücud’ Tanrının Birliğini ifade eder. Bu nedenle bu sözcüğü ve ilgili terimleri titizlikle

    korudum.

  • 2

    Kitabımı yazarken editörlüğümü yapan kızım Reyhan’a,

    Beni sonuna kadar destekleyen aziz kardeşim Orhan’a,

    Ve ailemin bütün fertlerine saygılarımla teşekkürlerimi sunarım.

  • 3

    İ ç i n d e k i l e r

    Önsöz ……………………………………………..…….………..5

    Giriş………………………………………………..…….…………6

    Şamanlar……………………………………….…….………….9

    Ana Tanrıçalar.……………………………….…….………..10

    Yaradılış Efsaneleri ve Dinler….……..…….………….14

    Helenlerde Yaradılış Efsaneleri.…………..…………..15

    Mezopotamya Efsaneleri………….……………………..17

    Mısır Efsaneleri………………………….…………………….18

    Eski İran Dinleri………………………….………………….…19

    Uzak Doğu Dinleri……………………….……………………19

    Afrika Dinleri……………………………….…………………..22

    Tek Tanrılı Dinler……….…………………………………….23

    Yahudilik………………….………………………………………23

    Hristiyanlık…………………..………………………………….24

    Müslümanlık…………………..……………………………….26

    Müslümanlıkta Mezhepler.………………………………28

    Ehli Sünnet Mezhepler……….…………………………….29

    Şiiler…………………………………….…………………………..30

    Hariciler……………………….…………………………………..31

    Aleviler……………………….…………………………………….32

    Tasavvuf ve Tarikatlar.….…………………………………. 34

    Vahdet-i Vücud İnancının Tarihçesi..………………… 41

    Müslümanlıkta Vahdet-i Vücud………..……………….48

    Vahdet-i Vücud Mutasavvıfları…………..……………..51

    Hallac-ı Mansur………………………………….……….…….51

    Melâmiler…………………………………………….…………..52

    Muhiddin Arabî…………………………………….…………..52

    Mevlâna Celâleddin-i Rumî…………………….………...53

  • 4

    Şeyh Bedrettin………………………………………………..53

    Batıda Rönesans’tan günümüze felsefe…………..55

    Çağdaş Dönemde Felsefi Gelişmeler………………..59

    Bilimsel Gelişmeler ve Evrendeki Sırlar…………….60

    Evrenin En Büyük Sırrı………………………………………63

    Çekim Kanunu………………………………………………….65

    Dünya ekseninin yörünge düzlemine belirli açıda olması…66

    Hidrojen, Oksijen, Karbon ve Azot……………………66

    Klorofil…………………………………………………………….67

    Topraktaki Mucize…………………………………………..68

    Yaşama Arzusu……………………………………..…………68

    Gelişme Arzusu………………………………………………..70

    Üremedeki Sır…………………………………………………..72

    İnsan Yaratıcılığı ……………………………………..……….72

    Hücredeki Sır…………………………………………….…….. 73

    İnsan Ruhu………………………………………………………..75

    Elektrik Mucizesi……………………………………………….76

    Elektronik Mucizesi……………………………………….….77

    Elektromanyetik Dalgalar……………………….…………78

    Kuantum Fiziği……………………………………………….….80

    İnsan Bilincinde Tanrı’ya Ulaşmak…………….….….. 82

    Vahdet-i Vücud’dan Süzülen Bal Damlaları……....94

    KAYNAKÇA…..……………………………………………………98

  • 5

    Ö n s ö z

    Bu yeni kitabımın amacı, bilimsel düşünceler zemininden uzaklaşmadan, insanlığın çok

    eskilerden beri oluşturduğu derin bir düşünsel sistem olan Vahdet-i Vücud felsefesini daha iyi

    tanımak; din ve bilim arasında bir sonuç bağı oluşturmak, böylece Tanrı inancında

    bütünleştirici bir bakış açısı sunabilmektir.

    2012 yılında yayınlanan Din Bilim İnsan adlı kitabımda günümüz toplumlarında ortaya çıkan çelişkilerin en derini olan Din ve Bilim arasındaki çelişkiyi konu alarak, bu çelişkinin Vahdet-i Vücud inancı içinde çözüme ulaşabileceği görüşünde olduğumu belirtmiştim. Bu çözümde kabul ettiğim öneri Tanrı ve Evrenin tek bir bütün olduğu görüşüydü. Bunun sonucu olarak Evrenin kanunları Tanrısal irade ile aynı anlamı taşımaktaydı. Böylece Evrenin kanunlarını araştıran bilimsel düşüncede kabul görebilecek ‘Tanrı’ inancının, bütün dinlerde Vahdet-i Vücud inancı içinde bir araya gelebileceği sonucuna varmıştım.

    En eski dönemlerden beri din kültürünün insan yaşamında önemli bir yer tuttuğu çok açık bir gerçektir. Yaradılıştan sonra insan varlığı başlangıçta doğayla baş başa kalmıştır. Bu nedenle ilk sezdiği güçler doğa güçleridir. Doğayla uyum arzusunda olan insan, ilk önce Doğaya tapmaya başlamıştır. Doğayı kutsal gören bu görüşlerin yer aldığı inanç sistemleri Şamanlık adıyla dünya tarihinde yerini almıştır. Bu nedenle, insanlığın çok eskilerden beri oluşturduğu bu derin felsefeyi, Vahdet-i Vücud felsefesini, daha iyi anlamaya çalışırken önce Şamanlıktan başlayarak zaman içinde çeşitli dinlerde ve felsefi görüşlerde yer aldığı izlerin taranmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

    Bu kitapla varılmak istenen sonuç, herhangi bir görüşe üstünlük tanımadan Tanrı birliğinde

    bütün insanlığın bir araya gelebilmesidir. Bütün dinler Tanrıya ulaşma çabası içindedir.

    Aralarındaki farklar sosyal düzenlemeler ve törensel ayinlerdeki çeşitliklerden ibarettir. İnanç

    yönünden Vahdet-i Vücud hiçbir dine ters düşmez. Çünkü bütün dinlerin hedefi, Yaratıcıya

    ulaşmaktır. Vahdet-i Vücud bütün varlıkların Yaradan’ın bir parçası olduğunu ifade eder. Yani

    buna göre aslında hepimiz ulaşılacak hedefin içinde bulunuyoruz. Bütün sorun bu gerçeği

    hissedebilmektir. Ayrıca bilimsel gelişmelerle, dinî söylemler arasındaki uzaklaşma Vahdet-i

    Vücud görüşleri ile önlenebilir. Çünkü bilim sonuçta Evrenin sırlarını çözmeye çalışır. Tanrı

    bütün Evreni kapsadığına göre bilimsel çabalarla ulaşılan sırlar Tanrının sırlarından başka bir

    şey değildir. Huzuru arayan bir dünyanın bu görüşlere ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Bu bir

    barış kitabıdır. Ayrılıkları ortadan kaldırmayı hedefliyor, insanlığı barışa yönlendirmeyi

    arzuluyor. Barışın insanlık için her şeyden önemli olduğunu tarih boyunca yaşadık, yaşıyoruz.

    Bu duyguyu yaşam boyunca korumak zorundayız.

  • 6

    G i r i ş

    Vahdet-i Vücud; Varlığın birliği, Yaradan’la yaratılanın bütünlüğü veya Yaradan’da

    bütünleşmek. Konunun büyüklüğü karşısında nasıl başlamalıyım diye düşünüyorum. İslam

    dünyasında Orta Çağda tasavvuf denilen felsefî akımlar içinde doğan Tanrı’yı dolaysız olarak

    bilmek ve Tanrı’ya ulaşmak anlamıyla mı söze başlamalı, yoksa insanlığın çok daha eski

    geçmişinden yola çıkmak mı daha doğru olur? Tanrı, din, Evren, Evrenin sırları, felsefe ve bilim,

    bunların hepsi insan tarafından dile getirilmiştir. O halde insanlığın ortaya koyduğu kültürel

    birikimi algılayabilmek için konuya mümkün olduğunca insanlığın bilebildiğimiz en eski

    geçmişinden başlamalıyız.

    Yaradılışı başlangıcından itibaren şöyle inceleyebiliriz: Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl

    önce var olan büyük bir enerji yoğunluğu patlayarak kütlelere dönüşmüş ve uzay boşluğuna

    dağılmıştır. Bu Evrenin başlangıcıdır. Evrene dağılan kütleler kümeleşerek yıldız gruplarını,

    galaksileri meydana getirmişlerdi. Güneş sistemimiz, Samanyolu galaksisi içinde, 4,6 milyar yıl

    önce ortaya çıktı.

    Dünyamızda hayat ise 3,8 milyar yıl önce başladı. Başlangıçta ilk hayat izlerinde sadece tek

    hücreliler vardı. Bu tek hücreliler birleşerek bitkilerin ve ilkel canlıların temellerini attılar. İlk

    omurgalılar 500-240 milyon yıl önce denizlerde ortaya çıktı. Balık olarak adlandırdığımız bu

    omurgalılar evrim geçirerek Amfibyumlara dönüşerek karalara çıktılar. Sürüngenler 290

    milyon yıl önce ortaya çıkarak dev boyutlara ulaştılar. Uzun seneler bu dev sürüngenler

    (dinozorlar) dünyanın hâkimleri oldular. Ta ki dünya iklimindeki büyük değişiklikler bu dev

    hayvanları ortadan kaldırıncaya kadar. Dünyadaki bu büyük değişiklik memelilerin dünyaya

    yayılması için bir fırsat yarattı. 30 milyon yıl önce maymun türleri ortaya çıktı. Nihayet bir

    milyon yıl önce insan dünyada yerini aldı. İnsan denen bu canlı diğer birçok hayvandan daha

    güçsüzdü. Doğurganlığı azdı ve doğan yavruların erişkin hale gelmesi için uzun zaman bakıma

    ihtiyaç gösteriyordu. Ancak bir özelliği vardı ki, bütün bu dezavantajları yenmesini sağladı.

    Beyni çok iyi gelişmişti, zekiydi ve toplumsallığın önemini kavramıştı. Gırtlağından çıkan sesleri

    çeşitlendirerek soydaşları ile konuşmayı keşfetti ve konuşma kabiliyetini geliştirerek

    sosyalleşmeyi becerebildi.

    İnsanlık başlangıçta çok zor şartlardaydı. Saldırılardan korunmak için mağaralarda

    saklanıyorlardı. Gündüz doğan güneşle yiyecek aramaya çıkıyor, başka hayvanların saldırılarına

    uğruyor, kaçıyor, ağaçlara tırmanıyor, mağaralarına sığınıyorlardı. Tehlikeyi atlatınca tekrar

    yiyecek arıyor, karınlarını doyurduklarında, yavrularına yiyecek götürdüklerinde mutlu

    oluyorlardı. Böylece ilk insanlar iyi ve kötü mefhumlarını öğrendi. Mutlu olmak için iyiliklere

    sığınmak, kötülüklerden korunmak istedi. Bu iyilikleri ve kötülükleri idare eden, çevresindeki

    bütün varlıklardan daha güçlü, bir varlığa inanmak istedi. Etrafında oluşan düzen, soğuk

    gecelerden sonra ılık bir gündüzün başlaması, korkunç bir kıştan sonra güzel baharın ve sıcak

    bir yazın gelmesi, bu inancını kuvvetlendirdi. Demek ki doğada bir düzen vardı. Sabah

    uyandığında içinde bir yaşam sevinci doğuyordu. Kendine bu sevinci veren bir güç olmalıydı bu

    doğada. Bu güce şükran duygularını sunmak istiyordu. Bu inanç ilk din duygusunun doğması

    idi. İnsana bütün iyilikler ve kötülükler doğadan geliyordu. Böylece insan doğayı kutsallaştırdı

  • 7

    ve ona tapmaya başladı. Ortaya çıkan bu dinde kabilelerin bilge kişileri, bilgi ve yorumlarıyla

    etkin bir dinî lider konumuna geldiler. Bu bilge kişiler hem rahip, hem doktor, hem büyücü,

    hem de öğretmen vasıflarını taşıyorlardı. Bu başlangıçtaki din kültürünün izlerini Orta Asya’da

    yaşanmış olan Şamanlık inancı, Amerika Kızılderilileri ve geleneksel Afrika dinleri zamanımıza

    kadar taşımışlardır.

    Din olgusu insan hayatında ortaya çıktığından beri, dünya düzeninin izah edilmesi ve yaratılış

    olayı insan merakının en önemli konuları olmuştur. Anadolu ve Mezopotamya’da Ana Tanrıça

    dinlerinde, Mısır dininde, Hellas’ta Olympos Tanrıları dinlerinde önce yaratılış destanları ve

    efsaneler yer almış, sonra bunlar inanç sistemlerine dönüşmüştür. Eski İran dinlerinde

    Avestalar’da, Hindistan’da Vedalar’da, Brahma dinlerinde, Budizm’de, Çin’de Taoizm ve

    Konfüçyüs dinlerinde yaradılış konusu ve insanın bu konu içinde aldığı yer açıklanmıştır.

    Din duygusunun doğaya ve dışımızdaki güçlere karşı insanda merak duygusunu uyandırması,

    bilgi ve araştırmaya, yani bilim konusunun doğmasına neden olmuştur. Yazının bulunmasıyla

    insanlar ilk çağda Mezopotamya’da ve Mısır’da bilgi dağarcığındaki toplanan bilgileri tabletlere

    yazarak kayıtlara geçirmeye başladılar. Bu eylem bilgi dünyasının hızla gelişmesine neden oldu.

    Ancak bilim dünyasındaki en büyük gelişme ilkçağın son 1000 yılında batı Anadolu’da İonia’da

    ortaya çıktı. Bu sırada Hellas’tan (Yunanistan’dan) gelen koloniciler Çanakkale’den Rodos’a

    kadar uzanan bölgeyi hâkimiyetleri altına alarak burada şehir devletleri kurmuşlardı. Bunların

    arasında Rodos’tan Foça’ya kadar uzanan bölgeye İonia denir. Koloniciler geldiğinde bu

    bölgenin halkı Luviler’di. Luviler o sırada bütün Anadolu halkları gibi Ana Tanrıçaya

    tapıyorlardı. Hellas’tan gelenler ise Olympos Tanrılarına inanıyorlardı. Daha önce kendi özgün

    kültürüne ve dinî inançlarına sahip olan bölge halkı, Hellas’tan gelenlerin etkisiyle önceki

    kültürlerini sorgulamaya ve doğruyu bulmak için tartışmaya başladılar. Bu olgu bölgede çok

    hızlı bir kültürel yükselmenin nedeni oldu.

    Diğer taraftan İonia’da bu dönemde sesli harfleri de içeren bir İonia alfabesi yapılmıştı. Bu

    alfabeyle yazının kolaylaşması ve yaygınlaşması kültürel gelişmenin hızlanmasını sağladı. Bu

    kültürel gelişmeler Din ve Evreni yorumlayan büyük düşünürlerin ortaya çıkmasına zemin

    hazırladı. Thales, Pythagoras, Aneksimenos, Herakleitos, Parmenides, Elea’lı Zenon,

    Demokritos gibi felsefeciler doğa kanunlarını inceleyerek evrenin akıl yoluyla araştırılmasının

    kapılarını açtılar. Aslında bu bilginlere doğa bilimci anlamında ‘’Fusiologoslar’’ denir. Bu

    düşünürler daha sonra ortaya çıkan fizikçilerin atalarıdır. Bu felsefecilerin arasında bulunan

    Herakleitos, Parmenides ve Elea’lı Zenon Vahdet-i Vücud’a benzer söylemlerle Evreni

    yorumlayan ilk düşünürlerdir.

    Düşüncede doğan bu yeni görüşler İonia ile kültür alışverişinde olan karşı kıyıdaki Atina’ya da

    yayıldı. Dünya’da aydınlık düşüncenin başı kabul edilen Sokrates ve öğrencisi Platon buradan

    görüşlerini dünyaya yaydılar. Sokrates’in ‘öğretilerin akıl yolu ile tartılması, doğruya ancak bu

    şekilde varılabileceği’ görüşü toplumda hızla yayılmaya başlayınca, Atinalı yöneticiler bu

    öğretilerin düzeni tehdit ettiğini düşünerek Sokrates’i ölüme mahkûm ettiler.

    Öğrencisi Platon (Eflatun) önce hocası Sokrates’in söyleşilerini kaleme alarak hocasının

    görüşlerinin bütün dünyaya yayılmasını sağladı. Ayrıca bütün hayatı boyunca hocası Sokrates’i

    düşüncelerinden dolayı mahkûm etmemesi gereken adaletli bir devletin kurulması için

  • 8

    mücadele etti. Ayrıca İonialı Vahdet-i Vücudçuların görüşlerinden etkilenerek bu Dünyanın

    Yaradılışın özünde bulunan bir İdea dünyasının bozulmuş bir şekli olduğunu ileri sürdü. Her

    kişinin doğuştan bu özü içinde taşıdığını, yani iyilik dolu olduğunu, daha sonra ortaya çıkan

    kötülüklerin bencillikten ve bilgisizlikten ileri geldiğini, bu bilgisizliği yenerek, insanlığın

    bilgilerini düşünceleriyle irdeleyerek doğrulara varabileceğini söylemiştir. Doğru bilgi ise,

    Platonun önerdiği, İdea’ya uyan bilgidir. Platon’un en önem verdiği İdea, Adalet İdeasıdır.

    Platon’a göre Adalet İdeası yoksa devlet düzeni kurulamaz. Platon’un felsefesinde ruhun

    bedendeki yozlaşmadan kurtulabilmesi için görüntüden hakikate, saf olmayandan saf olana,

    ahlaksızlıktan erdeme, kötülükten iyiliğe geçilmesi gerekir. Bu eylemleri yaptırabilecek güç,

    gönülde doğacak şiddetli istek yani aşktır. Bu felsefe, insanlığın kendi özünü fark ederek

    erdeme ulaşmasını sağlayan birçok dinî görüşü etkilemiş, bu arada İslam Tasavvufunda da çok

    önemli bir yer almıştır.

    İskender İmparatorluğu döneminde İonia’da ve Hellas’ta ortaya çıkan bu görüşler Anadolu,

    Mezopotamya, Mısır, İran ve Hindistan’a kadar geniş bir alana ulaştı. Bu bölgelerde mevcut

    olan din kültürleriyle etkileşerek yeni şekiller aldı. Takip eden dönemde Kıbrıslı Zenon

    tarafından kurulan Stoacılar okulu, Evreni bütün düzeni sağlayan tek bir Tanrısal varlık olarak

    görüyor ve insanlığın bu Evrenin bir parçası olarak mutlu olabileceğini ifade ediyordu.

    Bunun yanında bu geniş coğrafyada doğu mistisizminden etkilenen bir felsefe de gelişmeye

    başlamıştı. Buna göre insanların duygusal dünyası ruhun düşmanı olan dış güçlerin etkili

    olduğu bir alan olarak kabul ediliyor ve insanın mutluluğa ermesi için sadece iç kurtuluşunun

    yeterli olmadığı düşünülüyordu. İnsanı saran dış kuvvetlerden, büyü ve mistik güçlerden

    kurtulunması gereğiyle büyüleri bozma ve şerlerden korunma ayinleri dinî hayatta yer almaya

    başladı.

    Roma İmparatorluğunun başlangıç dönemlerinde de mistik törenler ve büyücülük

    yaygınlaşmaya başlamıştı. Buna tepki olarak Yunan felsefesinde Platon felsefesini kaynak alan

    yeni bir akım doğdu. Neo Platonizm adını taşıyan bu felsefe okulunun kurucusu İskenderiyeli

    Plotinus’tur. Bu yeni felsefe de evreni dolduran tek bir varlığa dayanır. Bu varlık hem logosla

    (üstün akıl, söz ve kararla) donanmış Tanrısallığı, hem de iyiliği içerir. Başlangıçtan beri varlığın

    içinde yer alan ruh, kendini yaratan kaynağı tanıyabildiği takdirde huzura kavuşur. Ruh bu

    birliğe tekrar kavuşma özlemini taşır. Ruhun bunu başarabilmesi için düşünceyi aşarak aşk ile

    Tanrıya ulaşabilmesi gerekir. Bu felsefe içinde yer alan insan ruhunun, evrensel ruhun bir

    parçası olduğu görüşü, tek Tanrılı dinleri de destekleyen temel bir felsefe oldu. Yeni

    Eflatunculuk bu haliyle ortaçağ ve yeniçağda tek Tanrılı dinlerin desteği ve metafizik

    düşüncenin esin kaynağı olmuştur. İslam düşüncesinde Tanrının yetkinliği, bütün evrenin ve

    yaratılanların Tanrının özünden fışkırdığı, ruhun ölümsüzlüğü ve sonunda her şeyin Tanrı’ya

    döneceği görüşleri bu felsefeye uygundur.

    Böylece Vahdet-i Vücud felsefesinin temeli İonia’da atıldı. En büyük gelişmeyi ise İslam

    dünyasında sufîler arasında sağladı. Bunun yanında Akdeniz dışında İran’da, Hindistan’da,

    Çin’de, Japonya’da yaşanan din kültürlerinde de önemli ölçüde bu görüşün izleriyle karşılaşılır.

    Bu nedenle Evrensel olan bu konuyu, insanlığın ilk dini olan Şamanlıktan başlayarak izlemeye

    devam etmemiz gerekir.

  • 9

    Ş a m a n l a r

    Şamanlık yoğun olarak Orta Asya halklarında yaşanmış olan bir din kültürüdür. İnsanlığın

    başlangıçta yaşadığı ilkel dinlerin izlerini taşır. Şaman inancına göre Evren; gök, yeryüzü ve

    yeraltı kısımlarından meydana gelir. Aydınlıklar âlemi olan gökte en büyük kutsal ruh Ülgen ve

    ailesi ile ona bağlı olan iyi ruhlar yaşar. Yeryüzü, insanların ve canlıların bulunduğu yerdir.

    Yeraltı ayrı katlar halindedir. Burada korkunç, güçlü Erlik ile çocukları ve kötü ruhlar otururlar.

    Bütün âlem bu iyi ve kötü ruhların etkisi altındadır. Ülgen insanı balçıktan yaratmış, kendi

    ruhundan üfleyerek ona can vermiştir.

    Şamanlar ruhlarla ilişki kurabilirler ve insanlara aracılık yaparak doğru yolu gösterirler. Böylece

    insanlara iyilikler sağlar, kötülüklerden korur, topluluklara yaralı olurlar. Şamanlar ruhlara

    ulaşmak için yaptıkları dini törenlerde cezbeye gelerek kendilerinden geçerler. Göğe

    yükseldiklerine Ülgen’e, iyi ruhlara ulaştıklarına, evrensel enerjiyle etkileşime geçtiklerine

    inanılır. Cezbe halinde bilgi edinme akıl yoluyla değil, kendiliğinden oluşur. Bu yükselişi temsil

    eden Kartal, Doğan, Atmaca, Tuğrul gibi kuşlar kutsal sayılır. Şamanların başları ve giysileri bu

    kuşların tüyleriyle süslenir. Bu, Şaman’ın göğe yükselebilirliğini simgeler. Şamanlar, cezbe hali

    son bulup, ayıldıklarında ruhlarla yaptıkları görüşmeleri veya mücadeleleri anlatırlar ve

    insanlara tavsiyelerde bulunurlar. Bu eylem sözlerden çok şarkı ve danslarla oluşur. Şaman

    törenine içtenlikle katılanlar olayda anlatılanları duygularıyla anlarlar. Bu olay şamanla bir

    enerji alışverişidir. Şamanlıkta doğaya saygı çok önemlidir. Doğa yaratıcı olarak kabul edilir.

    Evreni bütünüyle kutsal kabul edip insanın bu bütünlüğün bir parçası olduğuna inanmak, yani

    Vahdet-i Vücud, Şamanlığın doğaya gösterdiği saygının izlerini taşır. Bu nedenle Orta Asya

    kültüründe gök, güneş, ay, deniz, dağlar, ormanlar ve akarsular kutsal sayılır.

    Şamanlık tarih içinde birçok kültürler üzerinde etkili olduğu gibi, bugün de Türk, Moğol ve

    Tunguz halklarının yanı sıra, Laponlar, Yakutlar, Sibirler ve Uzak Doğu halklarında, Eskimolarda

    ve Amerika Kızılderililerinde izlerini hâlâ sürdürmektedir. Eski bir Türk geleneği olan müzikle

    tedavi de kökünü Şamanlıktan alır. Davul, kopuz, ney gibi müzik aletleri ve su sesi ile tedavi

    Orta Asya şamanlığının miraslarındandır. Şaman kültüründe göklerdeki iyi ruhlar, Orta Asya

    Türklerinde Gök Tanrı ‘Kayra’ koruyuculuğuna dönüşmüş ve kitabî dinlerle karşılaşmadan önce

    Türklerde Tanrı inancına varılmasını sağlamıştır.

    Şamanlığı, zamanımıza en yakın tanıma imkânını, bize Amerika Kızılderilileri üzerinde yapılan

    araştırmalar vermiştir. İsviçreli psikiyatr C. Gustav Jung bilinçaltının niteliğini ve algılamalarını

    araştırdığı, Amerika’da Arizona ve Teksas eyaletlerinde yaşayan Pueblo Kızılderililerini şöyle

    anlatır: ‘Bu yerliler Güneş’in çocukları olduklarına inanırlar. Her gün yaptıkları bir ibadet eylemi

    ile babalarının gökte doğudan batıya doğru yer değiştirmesine yardımcı olurlar. Bu görev onlar

    için çok önemli bir sorumluluktur. Bunu yaparak bütün dünyaya faydalı olduklarına inanırlar.

    O zaman bu yerlilerin neden o kadar ağırbaşlı, sakin ve ılımlı olduklarını anladım. Bu onların

    Güneş’in çocuğu olmalarından kaynaklanıyor. Tüm yaşamın koruyucusu olan babalarına

    yardım etmek, yaşamlarına büyük bir anlam ve yaşam sevinci kazandırıyordu.’

  • 10

    Perulu toplumbilimci Carlos Castaneda ise Meksika’da Şaman kültürü hakkında yaptığı

    araştırmaları 12 kitapta anlatmıştır. Bu kültürde Şaman (Büyücü) şifacı ve savaşçı bilge kişi

    olarak tanımlanmaktadır. Castaneda, Yaqui Kızılderilileri arasında böyle bir savaşçı bilgeyle

    karşılaşır. Bilge savaşçı yaşamdaki kutsal sırlara ulaşmak için harekete geçmiştir. Bu bilgilere

    ulaşmak için savaşa gider gibi hazırlanır. Korkusuzdur, saygılıdır, sırlara ulaşacağına inançlıdır.

    Bu eylemde vazgeçmek yoktur. Başarısız olursa üzülmez, pişman olmaz, tekrar yoluna devam

    eder. Sırlar dünyası gizemlerle doludur. Her an tehlikelerle karşılaşmayı göze almak gerekir. Bu

    yolda korkuya yer yoktur. Şaman’ın en büyük düşmanı kendi korkusudur. Şaman için en önemli

    yeti görme özelliğidir. Şaman bakma ile yetinmez hakikati görmek, öğrenmek ister. Bu istek

    gücü de çok önemlidir. Şamanlar öğrenmek istediklerini duyularının üstünde, istek gücü ile

    kavrarlar. Onların aradığı bilgi hakikat bilgisidir.

    Yukardaki bilgiler Asya Şamanlığını daha iyi tanıyabilmek için anlatılmıştır. Davul sesiyle trans

    haline geçen Şaman üst bilincinde sırlar dünyasına ulaşır. Bu noktaya ulaşabilen Şaman

    insanlara faydalı olmaya hazırdır. Şamanın, daha sonraki dinlerde rastlanan ruhban sınıfları

    gibi bir konumu yoktur. Şamanlık bir yaşam tarzıdır. Şamanın yaşamında önemli olan insanlara

    destek olmak, hastaları iyileşeceklerine inandırmak, insanlarla ruhsal bağlantılar kurmak,

    kutsal varlıklarla da bağlantılar kurarak geleceği tahmin etmektir. Diğer taraftan Tanrısal

    katlara ulaşarak Doğa olaylarının düzenlenmesini sağlamak, insanlarla ruhsal etkileşim kurarak

    istemeden istemeyi öğretmek, böylece onlara hayatta faydalı olmak ve evrenin sırlarını

    anlatmak da önemli görevleridir. Şaman bu eylemleri kendi hayatının gereği olarak yapar,

    böylece yaşamın anlamına ulaşarak doğadaki yerini algılar. Şaman bunu egosunu aşarak bütün

    benliğiyle (ruhuyla) evrensel enerjiyle birleşerek onu kendi enerjisinde duyabilir. Böylece

    hissettiği duyguları insanlara aktarabilir.

    İslam’da Alevi dedeleri, Bektaşi babaları, sema yapan Mevleviler bu Orta Asya şamanlarının

    izlerini taşırlar. Hindistan ve Tibet dinlerinde de ortaya çıkan ve günümüze de yansıyan

    Meditasyon ve Yoga uygulamaları da Şamanların cezbe haline benzerlikler taşıyan evrensel

    enerjiye ulaşma halleridir.

    A n a T a n r ı ç a l a r

    Şaman kültüründen sonra ortaya çıkan din kültürü Ana Tanrıça inancıdır. Bunda kadınların

    doğaya daha yakın olmaları, bu nedenle Evrensel enerjiyle daha kolay iletişim kurabilmeleri

    etkili olmuştur. Kadında doğum olayı kendindeki enerji bütünlüğünden yeni bir yaşam enerjisi

    doğmasını sağlar. Kadın bunu yaşar ve bu mutluluğu duyar. Bu mucizeyi fark etmek evrensel

    enerjiyi hissetmenin en dolaysız yoludur. Toplum bu olaya saygı duyar. Bu saygı Ana Tanrıça

    inancına bir hazırlıktır. Bu hazırlık safhasında önce, şamanların arasında kadın şamanlar da

    çoğalmaya başlamıştır. Daha sonra da din kültürü Anadolu’da, Mezopotamya’da, Mısır’da ve

    İndüs vadisinde Ana Tanrıça inancına dönüşmüştür.

    Ana Tanrıça kültürü taş devrinin sonlarında toprağın işlenmesiyle Orta Doğu’da başlamış,

    maden devri boyunca sürmüş, ilk çağda M.Ö. 1000 yıllarına kadar devam etmiştir. Bunu

    arkeolojik araştırmalarda bulunan Ana Tanrıça heykelciklerinden görüyoruz. En eski tarihlileri

    Anadolu’da Çatalhöyük ve Hacılar kazılarında gün ışığına çıkarıldı. Bu heykelcikler Anadolu’da

  • 11

    bulunduğu gibi, Girit’te, Mezopotamya’da ve Hindistan’da İndüs vadisinde de bulunmuştur.

    Yazı bulunduktan sonra bu Tanrıçaların adlarını öğreniyoruz. Sümer Tanrıçası İştar (Astarte),

    Mısır Tanrıçası İsis (Esi) gibi. Bu tanrıçaları gösteren kabartmalarda tanrıçalar genellikle

    kanatlıdır. Bu kanatlar Şamanların göğe yükselmesini hatırlatır. Anadolu Tanrıçalarına gelince

    Hatti kökenli Arinna, Luvilerde Ama (Ma, Ada), Hititlerde Hepat→ Kupaba, Friglerde

    Kipebe→Kybele, Hurrilerde Khepat, Batı Anadolu’da Leto, Ardamis; Batı Anadolu Luvi

    kültürünün devamı olan Hellas (Yunan) Tanrıçaları Rhea, Kivele, Hera, Demeter, Athena,

    Artemis, Aphrodite. Anadolu dışında İran’da bahar, aşk ve bereket Tanrıçası Anahita,

    Altaylarda Ana ve Çocuk Tanrıçası Umay, Hindu Bereket Tanrıçası Bahuchara Mata ve Sanat

    Tanrıçası Sarasvati diye anılırlar. Gerek Hellas tanrıçalarının gerekse Roma uygarlığında tapılan

    Ana Tanrıça Kibele’nin menşei de Anadolu’dur. Aslında Ana Tanrıça kültürü Anadolu’dan bütün

    Akdeniz’e yayılmıştır. Anadolu efsanelerinde Ana Tanrıçalar yanında Amazon adıyla bilinen

    kadın atlı savaşçılar da yer alır. Homeros İlyada destanında Amazon savaşçılarının Sinuwa’dan

    (Sinop’tan) Truva’ya gelerek şehri savunanlara katıldıklarından bahseder. Bu savaşçı kadınlar

    efsanelere göre kendilerini Ana Tanrıçaya adamış, tapınaklardaki rahibeleri koruyan gönüllüler

    ordusuydu. Ephesos’taki bir Ana Tanrıça tapınağı olan Artemis tapınağını da Amazonlar inşa

    etmişti. Tarihçi Bodrumlu Herodot da bu savaşçılardan anlatılarında defalarca söz etmiştir.

    Yukardaki coğrafi bölgeler göz önüne alındığında Ana Tanrıça kültürünün insanlığın yerleşik

    düzene geçtiği zaman diliminde ve ilk yerleşim yerlerinde başladığı anlaşılmaktadır. Doğaya

    saygılı Şaman kültürüne sahip toplumlar yerleşik düzende bu saygıyı devam ettirerek yaratıcı

    bir Ana Tanrıça’ya tapmayı daha uygun görmüştür. Bu seçimde toprağı ıslah etme, işleme, ürün

    alma gibi faaliyetlerin daha çok kadınlar tarafından sürdürülmesinin ve bu olgunun kadınlara

    statü kazandırmasının rolü olduğu düşünülebilir. Ayrıca kan bağının kadın üzerinden devam

    etmesinin daha anlaşılır olması ananın daha saygın bir konumda olmasını sağlar.

    Ana Tanrıça ‘yaşamı, yaratıcılığı, bereketi, cinselliği, doğumu, anneliği, beslemeyi, çocuk

    büyütmeyi, gelişmeyi’ temsil eder. Koruyuculuk ve şifa vericilik özellikleri taşır. Sevgi dolu bir

    anne gibidir. Ancak gerektiğinde haksızlık yapanlara ve kötülüklere karşı öfkeli, kızgın yüzünü

    göstermekten de kaçınmaz. Doğanın anası olarak yaşamı sunduğu gibi geri almasını da bilir.

    Doğanın düzeni, döngüsü Tanrıçanın iradesi altındadır. Bu düzenin bozulmasına hiçbir şekilde

    müsaade etmez.

    Anadolu halkı Luviler, Ana Tanrıça Kybele’nin batı Anadolu’da İda dağında bulunduğuna inanır.

    Ana Tanrıça diğer Tanrıları bu dağdaki mağaralarda doğurmuştur. Halk bu dağı kutsal sayar,

    ziyaret ederek Tanrıçaya burada kurbanlar sunulur. Anadolu’dan Kriti’ye (Girit’e) geçen

    denizciler Luvi uygarlığını bu adaya da aktardılar. Girit’teki en yüksek dağa Truva yakınlarındaki

    İda dağının adını verdiler. Böylece bu dağ Girit’te Ana Tanrıça inancının kutsal bir merkezi oldu.

    Denizcilerin Ana Tanrıça kültürünü yaydıkları yerler sadece Girit’le kalmadı. Hellas, İtalia,

    Galya, Hesperia (İspanya) gibi bütün Akdeniz kıyıları ve adaları bu kültürü tanıdı. Yunanistan’da

    kurulan Miken uygarlığında da başlangıçta Ana Tanrıça adına tapınaklar yapılmıştı. Daha sonra

    kuzeyden gelen savaşçı kavimler olan Akalar ve Dorlar bölgeye girince, savaşçı yapılarına

    uymayan yaratıcı Kivele yerine savaşçı erkek tanrıları kutsamak kendilerine daha uygun geldi.

    Bu toplumda baş tanrı, Gök Tanrısı Zeus’tu. Tanrılar büyük bir aileydi. Olympos dağında

    yaşarlardı. Zeus bu ailenin babasıydı. Hellen uygarlığında Anadolu kökenli Ana Tanrıça’nın

  • 12

    yerini beş Tanrıça almıştı. Hera, Athena, Demeter, Artemis ve Aphrodite. Bu Tanrıçalar Zeus’un

    altındadırlar ancak etki alanları çok daha geniştir. Helen kültüründen büyük ölçüde etkilenen

    Roma kültüründe de benzer tarzda bir Tanrılar ailesi olmasına rağmen, Anadolu kültürünün

    etkisi unutulmamış, Ana Tanrıça Kybele, Hristiyanlık dönemi başlayıncaya kadar Roma’da

    önemini korumuş, hatta Hristiyanlıkta bile Meryem Ana kutsallığında varlığını devam

    ettirmiştir.

    Olympos Tanrıçalarının hepsi Anadolu Ana Tanrıçasının izlerini taşırlar. Fakat bu izler en

    belirgin olarak Ardamis’te (Artemis’te) görülür. Ephesos’taki Artemis tapınağı en ünlü ve en

    eski mabetlerin başında gelir. Ön Hellenler olan Lelegler ve Pelasgoslar Hellas’a geçmeden

    önce Anadolu’da bu mabet vardı. Önceleri bu mabet bölgede Ana Tanrıça Leto’nun adıyla

    anılıyordu. Bu söz Karia ve Lykia dillerinde Ana Tanrıçaya hitaben ‘Hanımefendi’ anlamında

    kullanılır. Miletos’un kuzeyindeki Latmos körfezi ve Lada adası da Ana Tanrıçanın hatıralarını

    taşır. Tapınağın bulunduğu yere başlangıçta Ladauwa derlerdi. Bu Lada’ya tapılan yer

    demektir. Daha sonra Olympos Tanrıları ortaya çıkarken yeni dinde sorun yaratmamak için

    mitolojiyle ayarlanarak, Helenler Leto’nun Tanrıça değil, Apollon’la Artemis’in anaları

    olduğunu kabul etmişlerdir. Yapabilecekleri ancak bu kadardı. Aslında bu tapınaktaki Artemis

    heykeli, daha sonra yapılan bütün heykellerinden çok farklıdır. Daha sonra yapılan bütün

    heykellerinde etekleri yukarı kıvrılmış, yanında bir geyik ve köpekle koşan genç Artemis,

    Ephesos’taki en eski heykelinde etekleri ayağına kadar uzanmış, çok sayıda memeleri bulunan

    ağırbaşlı, yaratıcı, besleyici ve koruyucu Ana Tanrıça’ya saygı göstermektedir. Luvi dilinde

    Arda-Mis pınarların Tanrıçası demektir. Ana Tanrıça’ya yapılan tapınaklar subaşlarına yapılırdı.

    Seçilen bu ad Artemis’in Ana Tanrıça’yı temsil ettiğini açıkça gösterir.

    Bir diğer husus da Artemis’in ve Ana Tanrıçanın simgeleri olan hilâldir. Ana Tanrıçayı tasvir

    eden kabartmalarda hilâli elinde tuttuğu görülür. Bu, ayın gökteki serüveni ile doğurganlık

    döngüsü ve yaşamın doğuşu, gelişmesi, olgunluk, yaşlılık dönemlerinden sonra yaşamın son

    bulması, daha sonra yeni bir hayata tekrardan başlaması şeklinde yorumlanır. Anadolu’nun

    hilâlle olan aşkı çok eskilerde başlamıştı. Ana Tanrıçanın diğer bir simgesi de aslandır. Bu simge

    ise kudret, irade, adalet ilkeleriyle Tanrıçanın niteliklerini ifade eder.

    Aslında Olympos Tanrıçalarının her biri Anadolu’nun Ana Tanrıçasının izlerini taşırlar. Bu

    Tanrıçaları Ana Tanrıça’nın kızları olarak tanımlamak gerçekçi bir söylemdir. Örneğin Ana

    Tanrıçanın dünyalar güzeli kızı Aphrodite de anasına benzer özellikler taşır. Aphrodite de Ana

    Tanrıça gibi bütün doğaya, bütün canlılara yaşama güzelliğini ve yaşama sevincini aktarır.

    Toprak onunla coşar, çiçekler onunla açar, tohumlar onunla olgunlaşır. Bütün canlılar ve

    insanlar onun verdiği sevinçle yaşarlar, çoğalırlar. Ana Tanrıça gibi Mayıs ayında açılan

    çiçeklerle Aphrodite’nin ortaya çıkışı da kutlanır.

    Ana Tanrıça Kybele ile Aphrodite arasında çok benzerlik taşıyan bir de mitolojik öykü anlatılır.

    Bu öyküde Kybele’nin âşık olduğu ilkbahar Tanrısı Attis çiçekler arasından ortaya çıkar. Bu

    sırada Sangaria (Sakarya) ırmağının perisi de Attisle buluşur. Kybele olanlardan memnun

    değildir. Sevgililerin bir araya gelmesini engeller. Buna çok üzülen Attis kendini hadım etmek

    ister. Kybele bu olaydan pişmanlık duyar, genç Attis’in başına gelenlerden çok üzgündür. Onu

    bir çam ağacına dönüştürerek, sürekli yeşillikler içinde yaşamasını sağlar.

  • 13

    Bahar ve yaz aylarında yaşanan bu olayın bir benzerini de Aphrodite yaşar. Aphrodite’nin

    Adonis adında çok güzel bir oğlu varmış. İlkbaharda ağaçlara su yürüdüğünde, Adonis

    saklandığı ağacın kabuğunu çatlatarak çıkar, çiçeklerden daha hızlı boy atarak neşeli güzel bir

    genç olurdu. Yaz sonuna doğru güneş sıcağıyla yanan bitkiler, çiçekler boyunlarını bükerek

    solmaya başladıklarında Adonis de ortadan kaybolurdu. Her ilkbahar Adonis hasretle

    beklenirdi. Adonis bir yaz günü koşup oynarken bir domuzun peşine takıldı. Domuz aniden

    döndü ve Adonis’i yaraladı. Aphrodite oğlunun feryadını duyunca sandallarını giyemeden

    dışarı fırladı. Koşarken bir gül dalına basınca, gülün dikeni ayağını kanattı. Güller kırmızıya

    dönüştü. Tanrıça oğluna ulaştığında ölüsü ile karşılaştı. Adonis’ten yere dökülen kanlar,

    Anasının gözyaşlarına karıştı, toprakta Anemonlara (dağ lalelerine) dönüştü.

    Adonis’in vakitsiz ölümü bir matem törenine yol açtı. Her yıl onun vakitsiz ölümünü anmak

    isteyen kadınlar, genç kızlar toplanarak, ağlaşarak, kızıllara boyanmış bir yatağın içine Adonis’i

    temsil eden bir genci yatırırlar, gencin üzerine çiçekler atarlardı. Gün batarken yatağın etrafına

    güzel kokulu çiçeklerle dolu vazolar dizilirdi. Gece boyunca meşalelerle yatağın etrafında

    dönen kadınlar ilahiler, ağıtlar söylerlerdi. Bazıları duydukları acılardan göğüslerini, yüzlerini

    döverler, saçlarını başlarını yolarlar, kendilerini kan içinde bırakırlardı. Sabaha karşı şafak

    Tanrıçası Eos da gelir, gözyaşları içinde yatağı aydınlatırdı. Eos göğün kapılarını açmaya

    başladığında, törene katılan kadınlar yataktaki genci ayağa kaldırırlar, yataktaki bütün çiçekleri

    toplayarak Adonis yerine denize atarlardı. Onlar dalgaların arasında kaybolurken, hayatın

    devamlılığının sevincini duyarlar, gelecek yağmurlarla Adonis’in tekrar hayata döneceğine

    inanırlardı.

    Ana Toprak’ta (Anadolu’da) tek başına yaratıcı olarak Ana Tanrıça varken, Olympos

    Tanrıçalarının ortaya çıkması ile bu tanrıçalarda Ana Tanrıçayı anımsatan birçok izlerin

    olduğunu görmekteyiz. Hera, Ana Tanrıça gibi Tanrıların anasıydı, ancak Ana Tanrıçanın aksine

    Zeus’un yanında ikinci sıradaydı. Ancak bu duruma razı olamadığı Zeus’la durmadan

    çekişmesinden belliydi. Savaş Tanrısı Ares’i ve Ateş Tanrısı Hephaistos’u, Zeus’a öfkesinden

    dolayı kendi kendine doğurmuştur. Hera Zeus’un göklerdeki iktidarını paylaşır. Ancak

    karabulutlarla kaplı, gök gürültülü kavga günleri Hera’nın bu evlilikte ne kadar mutlu

    olabileceğini gösterir. Böylece bu kızının durumu, güçlü, mutlu ve sevgi dolu Ana Tanrıçayı

    anlatmaktan çok uzaktır.

    Demeter’i de Hellas’a getirenler Anadolu’dan göç eden ön Hellen’lerdir. Yerleştikleri bölge

    olan Argos’ta ilk olarak Demeter tapınağını kurmuşlardır. Aslında Demeter Luvi inancını

    kapsayan Ana Tanrıça’dan başkası değildir. Başlangıçta Adameter olarak anılmıştır. Ada,

    Anadolu’nun birçok bölgesinde Ana Tanrıça anlamındadır. Hellas mitolojisinde Hera gibi

    Demeter de Kronos’un kızıydı. Doğadaki canlılığın, bereketin tanrıçasıydı. Başında buğday

    başaklarından bir taç vardı. Bir elinde buğday demeti, diğerinde bir orak vardı. Saçları güneş

    ışıltısında buğday başakları gibi parlardı. Doğa gibi güzel ve vakurdu. Bütün Hellas’a tarla

    sürmeyi, ekin ekmeyi, harman dövmeyi, ekmek yapmayı o öğretti. Bütün kışı, yer altı tanrısı

    Hades’le evli olan, kızı Persephone’nin hasreti ile geçirir. İlkbaharda sabırsızlıkla onu bekler,

    kızına kavuştuğunda Demeter sevinçle canlanır, onunla beraber bütün doğa da canlanırdı.

    Tarlalar yeşerir, ağaçlar, bitkiler çiçeklerle donanırdı. Demeter kızının bahar ve yaz aylarında

    yanında kalmasını şart koşmuştu. Sonbahar kızının ayrılması demekti. Demeter’i derin bir

  • 14

    keder kaplamaya başlardı. Doğa da sararıp solmaya meyvelerini dökmeye başlardı. En sonunda

    narlar da dökülmeye başladığında Persephone’nin süresi dolar, anne kız gözyaşları içinde

    birbirine sarılarak vedalaşırlardı. Sonra da hasretle gelecek baharı beklerlerdi.

    Artemis ve Aphrodite ile başladığımız Olympos Tanrıçalarında sıra Athena’ya geldi. Bu

    Tanrıçayı da Hellas’a Anadolu’dan taşıyanlar Pelasglar’dır. Athena adı Kilikya’daki Adana şehri

    ile aynı kökenden gelir. Bu kök Ana Tanrıça Ada’dır. Netice olarak Athena da Demeter gibi

    Hellas’a Anadolu’dan Ana Tanrıça olarak gelmiş, Olympos’ta değişime uğrayarak Zekâ ve Savaş

    Tanrıçası olmuştur. Olympos, Tanrıçalarından hiçbirinin Ana Tanrıça diye anılmasını istemez.

    Bu nedenle Athena’nın ortaya çıkışını da bir efsane ile anlatır. Athena, Olympos söylemlerine

    göre Zeus ile Hikmet Tanrıçası Metis’in kızıdır. Zeus, Metis ile bir araya geldikten sonra başında

    bir ağrı başlar. Zeus bu ağrının Metis’den doğacak çocuktan geldiğini anlar. Ağrılar dayanılmaz

    hale gelince Demirciler tanrısı Hephaistos’u çağırır. ‘Dayanamıyorum, keskin baltanla başıma

    vur, alnımı yar’ diye bağırır. Hephaistos şaşkınlıkla bakakalır. Zeus bağırır. ’Korkma, ben başıma

    ne geleceğini biliyorum, ne söylüyorsam hemen yap’ der. Yarılan yerden zafer çığlıkları atan

    bir kız fırlar. Zeus sevinçle rahatlar. Athena doğuştan zırhlı, miğferli ve silahlı bir savaşçı olarak

    doğmuştur. Savaşçılığını babasından, fazilet ve zekâsını annesi Metis’ten almıştır. Simgesi

    kalkan ve zeytin dalıdır. Hem savaşı, hem barışı temsil eder. Athena zekâ ve hikmetle donanmış

    bir savaş tanrıçasıydı. Gösteriş ve gürültü koparmayı sevmezdi. Zalimlikten uzak dururdu.

    Dürüst ve iyi kalpliydi, adaletten yanaydı. Athena iyilerin, kahramanların yanında savaşa

    katılırdı. Koruduğu, savunduğu şehirlerin kalelerinde saldırganlara karşı halkla yan yana

    savaşırdı. Savaşı severdi, ancak barışı daha çok severdi. Savaşta galip gelenlere yendiklerine

    karşı barışçı duygularla davranmalarını isterdi. Medeniyetin koruyucusuydu. Bu nedenle

    terzilerin, dokuyanların, örücülerin ve çömlekçilerin piriydi. Marangozlar, gemi ve araba

    ustaları onun yardımıyla işlerini başarırlardı. Netice olarak insan zekâsına ihtiyaç duyulan her

    konuda Athena’nın izleri vardı.

    Y A R A D I L I Ş E F S A N E L E R İ V E D İ N L E R

    Anadolu’da varoluş, belirttiğimiz gibi Ana Tanrıça ile başlar. Ana Tanrıça önce göğü, daha sonra

    suları, yeryüzünü, dağları, tepeleri yarattı. Oğulları Erkek Tanrı Adra’yı, Gök ve Fırtına Tanrısı

    Tarkhun’u, Deniz Tanrısı Poseidon’u, Kırlar Tanrısı Pan’ı, Savaş Tanrısı Ares’i ve kızları Ay ve

    Pınarlar Tanrıçası Ardamis’i, Aşk ve Güzellik Tanrıçası Aphrodite’yi doğurarak çocukları ile

    birlikte dünyayı şekillendirdi. Hep birlikte yeryüzünü, dağlarla, ırmaklarla ve denizlerle

    süsleyerek dünyayı güzelleştirdiler. Bitkileri ve hayvanları yarattılar; Ana Tanrıça kendi

    cevherinden onlara hayat verdi. En sonunda Ana Tanrıça kendi benzeri olan dişi insanı ve ona

    destek olsun, arkadaşlık yapsın diye erkek insanı yarattı. Onlara akıl verdi ve konuşmayı öğretti.

    ‘Sizlerden aklınızı kullanarak yaşamınızı sürdürmenizi, çalışmanızı, hayatınız boyunca

    birbirinizle yardımlaşmanızı ve kötülüklerden uzak durmanızı istiyorum’ dedi. İnsanlar

    çoğaldılar, toplumsallaştılar ve bütün dünyaya yayıldılar. Akıllarını kullandılar, yaşamlarını

    kolaylaştırdılar.

    Toprak, Ana Tanrıçanın özelliklerini gösteren en büyük mucizedir. Toprak yaşamı kucaklar ve

    besler. Hayat ilkbaharda topraktan fışkırır, her yer çiçeklerle bezenir, ilkbahar bir doğum

  • 15

    mevsimidir, yazın gelişmeyi ve büyümeyi görürüz, sonbaharda olgunluk ve durgun yaşlılık

    başlar, kışın ölenleri düşenleri toprak içine alır, yeni bir hayata hazırlar. Bu döngü ile toprak

    canlıları yaşatan, çoğaltan, doyuran güçlerin kaynağıdır. İlkbaharda toprakta canlılığın

    başlaması insanlar arasında şenliklerle karşılanır (Hıdrellez şenlikleri muhtemelen bu

    kaynaktan gelmektedir). Ana Tanrıçanın tekrardan dönüşü olarak algılanır. Bu nedenle birçok

    dilde Mayıs ayı Ana Tanrıçanın adıyla (Ma ile) anılır.

    Ana Tanrıça kültüründe Evren ve bütün yaşam Tanrıçanın kendi cevherinden doğmuştur. Gök,

    Yer, Su, Güneş, Ay, Dağ, Deniz ve Fırtına tanrıları onun çocuklarıdır. Ana Tanrıça dünyaya hayat

    verdi, dişi ve erkek insanı da kendi cevherinden yarattı. Ana Tanrıça koruyucu ve merhametli

    bir tanrıydı. İnsanlara yardım ederek dünyada çoğalmalarını sağladı. Oğulları gökten inen

    sağanaklarla yıldırımlarla, yeraltından oynayan topraklarla insanları sık sık tehdit etmekten

    büyük keyif alsalar da Ana Tanrıça insanların yanında yer alırdı. Oğullarını durdurur, insanları

    tehlikelerden korurdu.

    HELENLERDE YARADILIŞ EFSANESİ

    Hellen inancında ise her şeyden önce Khaos denen karışık ve şekil almamış sonsuz bir boşluk

    ve karanlık vardı. Khaos’dan, önce her şeyin dayanağı Gaia ’Yer’ ortaya çıktı. Sonra her şeyi

    birbirine çeken, birleştiren, hayatı kuran, sevginin temeli Eros ‘Aşk’ doğdu. Daha sonra

    Khaos’dan Erebos ‘Yeraltı karanlığı’ ve Nyks ‘Yer üstü karanlığı- Gece’ oluşmuştur. Onlardan

    sonra yerin üstündeki hava tabakalarını kuşatan Aither=Esir aydınlığı ve yeryüzünü aydınlatan

    Hemera ‘Gün ışığı’ ortaya çıktı. Gaia bu ışığın altında ölümsüzlerin yeri olan Göğü ‘Uranüs’ü’

    doğurdu. Kendini tamamen kaplasın diye Uranüs’e kendi büyüklüğünü verdi. Uranüs’ün

    altında dağları, denizleri şekillendirdi. Böyle şekillenen evrende yaşamı ortaya çıkarmak için

    Gaia oğlu Uranüs’le birleşti. Daha sonra önce Titanlar ‘Devler’ ve Kiklopslar ‘Tepegözler’

    doğdu. Bu Titanlardan Kronos ‘Zaman’ ve Rhea birleşerek tanrıları doğurdular. Fakat Kronos

    daha önce babası Uranüs’ün hâkimiyetine son verdiği için kendi de çocuklarından korkuyordu.

    Bu yüzden doğan çocuklarını yutarak içinde saklıyordu. Fakat Rhea oğlu Zeus’u, doğar doğmaz

    babasından sakladı. Onun yerine kundağa sardığı bir taş parçasını Kronos’a gösterdi. Zeus

    Girit’te ormanların içinde büyüdü, güçlendi, olgunlaştı. Ortaya çıkarak kardeşlerini kurtardı.

    Babası Kronos’u yerin dibine gönderdi. Bu aynı zamanda Ana Tanrıça Rhea’nın zaferiydi.

    Bundan sonra kendi soyundan gelen tanrılar yaşama şekil vereceklerdi. Zeus kardeşleri ve

    karısıyla Olympos’a yerleşti. Fakat daha önce dünyaya gelmiş olan Titanlar, bu yeni tanrıların

    dünya yönetimini ele geçirmelerini istemiyorlardı. Zeus Titanların harekete geçmek üzere

    olduklarını haber alınca, Tanrıları işbirliğine davet etti. Oğlu Herakles’in de bu savaşa

    katılmasını sağladı. Titanların güçlü saldırıları Zeus’un yıldırımları ile baş edemiyordu. Herakles

    ve Apollon’un okları da birçok Titan’ı savaş dışı bıraktı.

    Savaşın sonunda çok zorlu ve dayanıklı bir dev olan Typhon’la Zeus karşı karşıya geldi. Zeus’un

    yıldırımları onu etkilemiyordu. Sonunda Typhon elindeki orakla Zeus’u yaraladı. Sürükleyerek

    Pernassus dağına getirdi. Zeus’un ölümsüzlüğünü bildiğinden dağın içinde bir mağaraya

    hapsetti. Bir süre sonra Hermes ve Aegipian mağaraya ulaştılar. Zeus’u kurtararak Olympos’ta

    iyileşmesini sağladılar. Zeus için hazırlanan yıldırımları Hephaistos çok sertleştirdi. Zeus tekrar

    Typhon’un karşısına çıktı. Zeus hiç yaklaşmadan yıldırımları ile uzaktan onu bunaltıyordu.

    Sonunda Typhon yere düşerek bayıldı. Zeus sürükleyerek onu Etna dağının yakınlarına

  • 16

    götürdü. Dağı Typhon’un üzerine çekti. Böylece Titanlar Tanrılar karşısında yenilgiye uğradılar.

    Evrende Tanrısal düzen kurulmuş oldu.

    Diğer taraftan Kronos’un kardeşi İapetos’un dört oğlu vardı. Bunlardan Atlas ve Meneotios

    Tanrılara saldıran Titanlar arasındaydı. Bu yüzden Atlas gök kubbeyi sırtında taşımakla

    cezalandırılmıştı. Meneotios ise, Erebros’a (yeraltı dünyasına) sürülmüştü. Savaşa katılmayan,

    tarafsızlığını koruyan Prometheus, zekâ ve öngörü yeteneklerinden dolayı, tanrılardan saygı

    görerek Olympos’a kabul edilmişti. Aslında Prometheus soyunu perişan eden tanrılara için kin

    besliyordu. Sonunda Olympos Tanrılarının yok olacaklarına ve kendi yaratacağı insanın

    dünyaya hâkim olacağına inanıyordu. Bu duygularla Prometheus insanı çamurdan yarattı.

    Fakat bu canlı hayatta kalabilmek için yeterince güçlü değildi. Prometheus onu korumaya

    kararlıydı. Önce kendi zekâsını insana aktardı. Doğayı anlamasını ve öğrenmesini sağladı. İki

    ayağının üstünde durmasını becererek ellerini kullanmasını öğretti. Kendini koruyabilmek için

    silah yapmayı ve kullanmayı öğretti. Konuşmayı, yazı yazıp okumayı ve birlikte yaşamayı

    öğretti. Sonunda onlara tanrısal ateşten bir kıvılcımı rezene dalı içine saklayarak insanlara

    ulaştırdı. Böylece insanlar soğukta ısınabiliyorlar, yemeklerini pişirebiliyorlar, ateşi silah olarak

    ve aydınlanmada kullanabiliyorlardı. Zeus, insanları bu kadar şımartan Prometheus’a çok kızdı,

    onu Kaf dağlarının tepesine gönderdi. Madenlerin ve yanardağların Tanrısı Hephaistos’a emir

    vererek kayalara çakılı zincirlere bağlattı. Cezası bununla bitmedi. Her sabah büyük bir kartal

    geliyor, Prometheus’un ciğerini gagalıyordu. Kartal ayrıldığında, yediği ciğer yeniden

    tamamlanarak ertesi sabah eski haline dönüyordu. Bu işkence senelerce sürdü.

    Prometheus’un haykırışları bütün Pontos’da yankılanıyordu. Oğlu Deucallion bütün

    Anadolu’yu, Hellas’ı dolaşıyor, tanrılara adaklar adayarak babası için yalvarıyordu. Bu arada

    Herakles’le karşılaştı. Babasına yardım etmesi için yalvardı. Herakles olayı biliyordu. Babası

    Zeus ile karşı karşıya gelmemek için tereddüt ediyordu. Sonra bu kadar zorda olan birine,

    babasına karşı bile olsa, yardım etmeye karar verdi. Deucallion’la birlikte Pontos’ta Kafkasya

    kıyılarına ulaştılar. Kartal sabah yiyeceğini yemiş, Prometheus’un yanından ayrılmıştı.

    Deucallion ve annesi Pyrrha hemen yamaca tırmanarak Prometheus’un yaralarına merhem

    sürmeye, su verip bir şeyler yedirmeye uğraşıyorlardı. Herakles Prometheus’un yanına

    yaklaştı, böyle bir acıya seyirci kalamayacağını, Zeus’a rağmen kendisine yardım etmeye kararlı

    olduğunu söyledi. Prometheus o geceyi ümitle geçirdi. En çok da kendi eseri olan bir insanın

    bu cesareti göstermesinden sevinç duyuyordu.

    O geceyi yamacın yakınlarında bir ağaçlıkta geçirdiler. Ertesi sabah kartal göründüğünde

    Pyrrha ve oğlu uzun sırıklarla Prometheus’un yanına koştular. Kartalı kovalamaya çalışıyorlardı.

    Bu sırada Herakles yayına zehirli bir ok koydu ve kartalı vurarak öldürdü. Sonra Prometheus’un

    yanına tırmanarak zincirlerini söktü. Pyrrha ve oğlu sevinç içinde Herakles’e teşekkür ettiler ve

    babalarına sarıldılar.

    Olympos’tan olanları izleyen Zeus oğluna fazla kızmadı, hatta bu cesareti gösterdiği için sevindi

    bile, babalık duygusu baskın gelmişti. Yalnız kararının bozulmasını önlemek için, zincirlerin

    tekrardan kayalara bağlanmasını ve Prometheus’un o günden sonra üzerinde Kaf dağının bir

    taşı bulunan bir yüzüğü takmasını istedi.

    Bunun sonrasında Zeus, bu defa Prometheus’un fazla şımarttığını düşündüğü insanlara döndü.

    Onları cezalandırmak için Hephaistos’dan Aphrodite’yi örnek alarak çok güzel bir kadın