301
KUR’ANDIŞI OLUŞUMLARIN ELEŞTİRİSİ VE KUR'AN'A ARZI Vehhabilik, Şiilik, Tasavvuf ve İslam iddialı filozoflar Fereç Hüdür KUR'AN ARAŞTIRMALARI www.kuran-tekrehber.com www.kuran-tekkaynak.com www.hanifdostlar.com

Kuran Dışı Oluşumların Eleştirisi ve Kuran'a Arzı - Vehhabilik, Şiilik, Tasavvuf ve İslam iddialı filozoflar - Fereç Hüdür

Embed Size (px)

Citation preview

KUR’ANDIŞI OLUŞUMLARIN ELEŞTİRİSİ

VE KUR'AN'A ARZI

Vehhabilik, Şiilik, Tasavvuf ve İslam iddialı filozoflar

Fereç Hüdür

KUR'AN ARAŞTIRMALARI

www.kuran-tekrehber.com

www.kuran-tekkaynak.com

www.hanifdostlar.com

ÖNSÖZ Ehli Sünnetin Kütüb-i Sitte İsimli Hadis külliyatını Kütüb-i Sitenin Eleştirisi ve Kur’an’a Arzı adıyla yayınlamış olduğum Birinci Kitabımda Kur’an’la karşılaştırmak Suretiyle Hadislerin Kur’an’la olan çelişkileri ile hadislerin kendi aralarındaki çelişkilerini gözler önüne sermeye sermeye çalıştım, ikinci kitap olarak KUR’AN DIŞI OLUŞUMLARIN ELEŞTİRİSİ VE KUR’AN’A ARZI isimli bu kitabımda ise Kur’an ölçüsüne göre Vehhabilik, İmamiyye Şiası, Tasavvuf ve İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi gibi kimselerin Felsefeleri, felsefi bağlantılarını da belirtilerek ortaya koymaya çalıştım.

Kitap okunduğunda bu gurupların Kur’an ile olan birçok uyumsuzluklarını ve çelişkilerini görmek mümkündür.

Bütün bu çalışmalarımdan amacım Kur’an’ın İslam dininin tek kaynağı ve tek rehberi olduğunu belgelendirmek suretiyle ortaya koyarak, İslam dininde inanç birliğinin sağlanması yolunda faydalı olmaya çalışmaktır. Allah’ın razı olduğu şekilde faydalı olabildiysem bu beni mutlu eder.

Kendim Bütün Müslüman ve Müminlerin özelliğinden farklı bir özelliği olmayan Müslüman ve Mümin bir kimseyim. Bana vahiy gelmez, ben Gaybı da bilmem, Müslüman ve Mümin olmam dışında hiçbir dini etiketim yoktur.

21/08/2006 Fereç HÜDÜR

VEHHABİLER VE İSLAM ANLAYIŞLARI Vehhabilik, Arap Yarımadasında Necd dolaylarında yaklaşık iki asır kadar önce Muhammed b. Abdulvahhâb (1115-1206) tarafından kurulmuş bir mezheptir. Vehhabilik mezhebi bugün Suûdi Arabistan’ın resmi mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer başka ülkelerde taraftarları vardır.

Vehhabi ismi her ne kadar bu mezhebin kurucusunun adıyla ilgiliyse de. Bu isim mezheplerine kendileri tarafından konmuş olmayıp, muhalifleri tarafından konmuştur. Bununla birlikte Vehhabiler kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbni Teymiyye’ (Ahmed bin Abdulhalim Harrâni)nin açıkladığı şekilde, Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devem ettiren Sünniler olarak görürler. Zira onlar. “Biz itikad da Selef, amelde de Hambeli mezhebindeniz, esasen Ahmed b. Hanbel, itikad hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyse) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Böylece biz amelde ve itikatta Hanbeliyiz; Vehhabi diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdulvahhâb, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir.” derler.

Kendileri, bir ehli sünnet mezhebi mensubu ve dolayısıyla Sünni olmalarına rağmen, diğer Sünniler tarafından tenkit edilmelerinin sebebi, inanç sistemlerinden kaynaklanmayıp, bazı hususlarda diğer Sünni inanç sahiplerine karşı çıkmalarından dolayıdır. Yoksa onlarında inancı, Kur’an artı rivayetler eşittir İslam ikilisine dayanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, rivayetler olmasaydı Kur’an İslam Dininin uygulanabilmesi için tek başına yeterli değildir inancını onlarda taşımakta olup, Kütüb-i Sitte’yi yani altı hadis külliyatını ve bu altı hadis külliyatına ek olarak ta, Mezhep imamları olarak kabul ettikleri Ahmed İbn-i Hanbel’in derlediği rivayetleri kabul etmektedirler. Altı hadis külliyatının durumunu bu konudaki kitapta bir çok örnek vererek tanıtmaya çalışmıştım. Bunlara ek olarak rivayetlerini kabul ettikleri Ahmed İbn-i Hanbel’e ait rivayetlerden kısaca bahsedecek olursam, durum şudur:

İmam Ahmed, bir mezhep imamı olmaktan öte, bir hadis derleyicisidir. “Müsned” adlı hadis kitabında 40 bin kadar hadis vardır. Sahih-i Müslim’de tekrarlarıyla beraber 7275 hadis olduğu ve tekrarlar çıkarıldığında 3033 hadis kaldığı düşünülürse, İmam Ahmed’in ne kadar çok hadis derlediği kolayca anlaşılır. Oğlu Abdullah’tan yapılan rivayete göre, babası “Müsned”i hadiste imam kitap olsun diye yazmış, öyle ki “Müsned”i İnsanlar Peygamber Aleyhisselam'ın Hadislerinde ihtilaf edince ona müracaat etsinler amacıyla kaleme aldığını belirtmiştir. Ayrıca “Müsned” bizzat İmam Ahmed tarafından kaleme alınmış olmayıp, bıraktığı dağınık cüz müsveddelerinden ölümünden sonra oğlu Abdullah tarafından kitap haline getirilmiştir. Bugün şu iddia edilmektedir ki, Müsned’teki hadisler İmam Ahmed tarafından rivayet edilen hadisler olmayıp, oğlu Abdullah’ında ilave rivayetlerini içermektedir. Çok tenkide uğramış olan bu rivayetler için oğlu Abdullah’tan şöyle nakledilmektedir: “Abdullah anlatıyor: << Babama Rıb’i b Hıraşın Huzeyfe’den rivayet ettiği Hadise ne dersin? dedim.>> Abdülaziz b. Ruvâdın rivayet ettiğimi dedi? Evet, dedim. Hadisler ona aykırı, dedi. Sen onu Müsned’e aldın, dedim. Ben Müsned’te yaygın olanları toplamayı hedef aldım. Eğer bana göre sahih olanları kastetseydim, bu Müsned’te az bir şey rivayet etmiş olurdum...” (Kaynak, Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel Sayfa 200 Hilâl Yayınları 1984 ). Böylece Müsned’in yazılmasında dikkate alınan husus sahih hadisler olmayıp, yaygın olarak rivayet edilen hadisler olduğu, dolayısıyla

mevzu hadislerde içerdiği bizzat İmam Ahmed tarafından ifade edilmiş olmaktadır. Diğer taraftan, Müsned’in dışında ki diğer altı hadis külliyatını kabul etmiş olmaları, Vehhabileri tipik bir Sünni topluluk yaptığı gibi, Kütüb-i Sitte’deki tüm bozukluklar onları da bağlar. Sünni olmalarına rağmen, diğer Sünni topluluklarla inanç mücadelesine girmelerinin nedeni, bu topluluklar tarafından kabul görmüş veya kitle olarak uygulanmakta olan bazı inanç uygulamalarına karşı çıkmalarından dolayıdır. Örneğin:

1. Esas delil, kitap (Kur’an ve Sünnet)tir. Akıl delil olamaz.

2. Müteşabih âyetler, muhkem âyetler gibi delildir; bunların zâhiri murad edilmiştir. Bu sebeple bunları (yaratıklar tarafından) tevil ve tefsir etmek küfürdür, bunlar zahiri manalarıyla manalandırılır.

3. İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir. İman, kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse imansızdır.

4. Tasavvuf bid’attır; tarikata girmek, mürşide bağlanmak, onu vesile edinmek, rabıta kurmak şirktir, küfürdür.

5. Kabirler üzerine kubbe yapmak, adak adamak, kabirleri ziyaret etmek, küfürdür, delalettir.

6. Kim Beytullah’tan başka bir kabri, türbeyi veya şehitliği, yahut ta başka bir yeri tazim için tavaf ederse Allah’a şirk koşmuş olur.

7. Falcılara, müneccimlere inanmak şirktir.

8. Mevlid okunmasına karşı çıkmaları.

9. Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevekkül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, küfre girmiştir.

10. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid’at) ortaya koyan kimse mel’undur ve ortaya attığı şey de reddedilir.

11. Nazar değmemesi için nazar boncuğu taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzeri şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belânın, hastalığın yok olması için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere saygı gösterip onlardan dua yoluyla yardım dilemek, şirktir.

12. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. Namazı terk eden kimse kafirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürtet) hükmü verilir.

13. Kur’an ve Sünnet zahiri anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu mânada müteşabihler de delildir; ancak zâhiri ile ele alınır, ona göre mânalandırılır. Bu işte aklı ve tevili işe karıştırmak bid’attir, küfürdür.

14. Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilgili Kuran’ı Kerim’de geçen âyetler, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister Müteşabih olsun, zahirlerine göre mânalandırılmalıdır. Te’vil bid’at ehlinin işidir.

Diğer Sünni gruplarla, Vehhabiler arasındaki belli başlı ihtilaf noktaları yukarıda bahsi geçen hususlardır. Bu hususların Kuran’a uygun olup, olmamalarından bahsetmeden önce, İmam olarak kabul ettikleri Ahmet İbn-i Hanbel’in, Kur’an, Hadis ve İslam anlayışından, konunun daha iyi anlaşılması için bahset makta yarar vardır. Şöyle ki:

İmam Ahmed, Kur’an’ın zahirini (açık manasını) alıp sünneti terk edenlere red için kitap yazdı. O kitabın mukaddimesinde (ön sözünde) şöyle der: “Kur’an’ı Kerimin zâhiri, batını, özeli, umumisi, mensuhu, nasihi, kitabın kastettikleri var. Kitabın delâlet ettiği manaları Peygamber (sünnet yoluyla) açıklar, tefsir eder, bu hususta onun yanında olanlar, Allah’ın ona dost ettiği ashabıdır. Onlarda ondan naklettiler” der. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 240, Hilal Yayınları 1984 )

İmam Ahmed’in bu sözleri dört şeye delalet etmektedir. Kur’an’ın batını (yani gizli öğretisi) vardır. Kur’an’ın zahiri (yani açık öğretisi) sünnete takdim edilemez, başka bir ifadeyle sünneti iptal edemez.Kur’an’ın manasını açıklayıp tefsir eden Peygamberdir. Başkası onu tevil edemez, çünkü onun beyanı sünnettir. Başka yoldan beyan edilemez. Böylece Peygamber sünneti adı altında, Kur’an üzerine kendi hakimiyetini kurmak istemektedir. İbni Teymiyye, Zemahşeri ve başkalarının yaptığı gibi, Kur’an’ın reyle anlaşılmasını inkar etmektedir. Onun görüşüne göre Kur’an’ın açık manası ile sünnet red olunmaz, onun mana ve delaletini sünnet tayin eder. Sünnet beyan bakımından Kur’an’a hakim sayılır. Kur’an sünnete hakim değildir. Şatıbi sünnetin Kur’an’a hakim olmasını şöyle açıklar; Ulemaya göre sünnet, kitaba hakimdir, kitap (Kur’an) hakim değildir, çünkü Kitabın, iki ve daha ziyade şeye ihtimali vardır. Sünnet gelir, bu ihtimalden birini tayin eder, böylece sünnete müracaat olunur, kitabın muktezası belli olur, yine bazen kitabın zahiri bir emir olur, sünnet gelir, onu zahirinden çıkarır... Nasıl ki, kitabın mutlakını takyid, umumunu tahsis eyler, onu zahirinden başka bir manaya hamleder. Kur’an eli kesme hükmü getiriyor. Sünnet bunu, nisab miktarı, muhafaza olunan malı çalana tahsis ediyor. Kur’an bütün zahirdeki mallardan zekat almağı emrediyor, sünnet bunu belli mallara tahsis ediyor. Kur’an: Nikahı haram olanları saydıktan sonra <<Bunlardan başka kadınlar size helaldir>> diyor. Sünnet bir kadını halası veya teyzesiyle birlikte nikahlamağı bunlardan çıkarıyor. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 242, Hilal Yayınları 1984 )

Ayrıca, Namaz ve Haccın, sünnet olmadan Kur’an esas alınarak uygulanamayacağını iddia etmektedirler. Zira onlara göre, Peygamber namazın beş vakit olduğunu, rekatların adedini, mukim iken, seferde iken nasıl

kılınacağını, haccın usulünü bildirip beyan ettiğini, bu suretle sünnet Kur’an’ın beyanı oldu derler.

Ayrıca: “İmam Ahmet birçok sözlerinde bildirmiştir ki, Kur’an’ın bilgisi sünnet yoluyla olur. Bu din sünnet yoluyla öğrenilir. İslam fıkhının en kestirme ve en işlek yolu sünnetten geçer. Sünnetin beyanından yadımlanmaksızın sadece kitaptan öğrenmeğe çalışanlar doğru yolu şaşırırlar, Hak yolu bulamazlar. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 250, Hilal Yayınları 1984 )

Daha bunu gibi birçok söz ve iddiaları vardır. Ve bu iddialarının neticesinde, sünnetin Kur’an ayetlerini nesh yani iptal edebileceğini, fakat Kur’an’ın sünneti nesh edemeyeceğini, zira sünnetin Sünnetin Kur’an’a hakim olduğunu, fakat Kur’an’ın sünnete hakim olmadığını dini öğretilerine esas alırlar. Sünnetin tamamına yakınının Kur’an’a aykırı olduğunu kendileri de itiraf etmelerine rağmen, bu görüşlerinde diretirler. Bu hususta, örneğin: “İbni Kayyım, Ahmed’in ve Şafii’nin görüşlerini destekleyerek şöyle der: “Eğer bir kimsenin kitabın zahirinden (yani, Kur’an’ın açık manasından) anlayışına göre Peygamber Aleyhisselamın sünnetleri reddolunacak olursa, o zaman sünnetin çoğu reddolunur ve sünnet batıl olur.” derler. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 247, Hilal Yayınları 1984 )

Vehhabi adını, kendi adından dolayı almış oldukları, mezheplerinin kurucu önderi durumundaki Muhammed b. Abdulvehhab’ın din anlayışına bir örnek teşkil etmek üzere resim konusunda ki görüşüne yer verirsem, şöyle der: “Ebu Hüreyre (r.a)’den Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “ “Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Benim yaratıklarım gibi yaratıklar yapmaya kalkışanlardan daha tecavüz kar kim olabilir? Haydi öyleyse bir zerresini yaratsınlar yahut tek buğday veya arpa tanesini yaratsınlar.” Aişe (r.a.)’den Resûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Kıyamet günü en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar: Allah’ın yarattıklarının benzerini yapanlardır. İbn Abbas (r.a.’dan Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Her tasvirci ateştedir. Tasvir ettiği her suret için kendisine ayrı bir can verilerek cehennemde azaba terk edilir”. İbn Abbas (r.a.’dan Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Kim dünyada bir suret tasvir ederse, kendisinden ona ruhunu da vermesi istenir ki, hiçbir zaman veremeyecektir... (Muhammed b Abdu’l-Vehhab, Çeviren Harun Ünal, Sayfa 134 Cilt II, Tevhid Yayınları.) Bu sözlere ait dayanağı Kur’an olmayıp Kütüb-i Sitte’deki rivayetlerdir. Böylece, resim yapanların cehennemde ebedi kalacaklarını savunmuş olmaktadırlar. Hal bu ki, Kur’an esas alındığında değil resim yapmak, heykel yapmanın dahi İslam dininde günah olmadığını, Cinlerin, Süleyman Peygambere süs olarak heykel yapmalarından kolayca anlayabiliriz. İslam dininde, resim veya heykel yapmak suç değildir, heykel veya resimlere tapmak veya gayri ahlaki resim ve heykel yapmak günahtır. Bu konuyu daha önce birinci ciltte işlediğimden daha fazla izahatta bulunmadan. Vehhabilerin Kur’an’ı dikkate almayarak, rivayetleri esas aldıklarını ve diğer inanç sahiplerinden bu konuda

inançlarının farklı olmadığını vurgulamak istedim. Hatta Muhammed b. Abdulvehhab, Tevhid isimli kitabında şöyle demektedir:

“Güya bir kimse Rasûlullah (sav)’in getirdiği şeylerle amel etse, fakat bu sayılanlardan birini inkar etse kafir olmazmış! Böyle bir sonuca şaşmamak elde değildir.” ayrıca “Rasûlullah (sav)’in getirdiği şeylerin bir kısmını tasdik edip de bir kısmını yalanlayan kişi bütün alimlere göre kafirdir. Kur’an’ın bir kısmına iman edip bir kısmını yalanlayan kimse de böyledir.” (Bak: Muhammed b Abdu’l-Vehhab, Çeviren Harun Ünal, Sayfa 149-175 Cilt I, Tevhid Yayınları. ). Bu s özleriyle, sünnetten herhangi bir şeyi kabul etmeyip red etmenin, Kur’an’ın bir kısmına iman edip bir kısmını yalanlamayla aynı şey olduğunu, dolayısıyla böyle bir kimsenin kafir olduğunu iddia etmektedir. Rasûlullah’ın sünnetinden kast ettiği de, Kütüb-i Sitte de ki rivayetlerle, bunlara ek olarak Ahmed İbn-i Hanbel’in “Müsned” isimli kitabında naklettiği rivayetlerdir. Kütüb-i Sitte de ki Rivayet öğretisinin ne durumda olduğunu, yazmış olduğum birinci kitapta bir çok örnekle gösterdim.

Kendileriyle diğer Sünni gruplar arasında ihtilaf konusu olan hususlara gelince: 1- “Esas delil, kitap (Kur’an ve Sünnet)tir. Akıl delil olamaz”, demeleri. Bu İfadeleri gerçeği yansıtmamaktadır, Esas delil yalnız Kur’an’dır. Kur’an’ın kendi dışındaki hiçbir kaynağa ihtiyacı yoktur. Başka kaynağa ihtiyacı olduğunu söyleyenler, Kur’an’ın hürriyetini yok etmeye çalışan ve onu tahakküm altına almaya çalışanlardır. Dünyada Kur’an dışında hiçbir kitap mevcut olmasa dahi, İslam dininin anlaşılması ve uygulana bilmesi için Kur’an tek başına yeterlidir. Zira o öyle bir kitaptır ki bütün misalleri ihtiva ettiği gibi, öğretide batını (gizli) yönü olmayan açık ve kolay anlaşıla bilen bir kitaptır. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Andolsun biz bu Kûr’an’da, insanlara her çeşit misâli türlü biçimlerde anlattık, ama insanlardan çoğu küfürde direttiler. 17/89 Görüldüğü gibi, Kur’an’da bütün misaller mevcut olup, aksini iddia etmek, Kur’an’da noksanlık olduğunu söylemektir. Böyle bir iddia ise Kur’an’ı inkar etmekten başka bir şey değildir. Kur’an’ı inkar ise İslam dinine göre küfrün ta kendisidir. Kur’an’la yetinmeyenler hakkında ise Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen: - Bilmeyenler dediler ki: “Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi?” Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik 2/118 Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için, Kur’an’ın apaçık ayetleri yeterlidir. Kur’an, Allah’ın kelamı olduğu gibi, en üstün mucizenin kendisidir. Kur’an kolay anlaşılır bir kitaptır. Bu hususta Kur’an’dan mealen: - Andolsun biz Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? 54/22

Akıl delil olmaz demelerine gelince, yaratıkların aklıyla din konmaz zira dini koyan Allah’tır. Ancak akıl dini anlamak için şarttır. Aklını kullanmayanlar hakkında Kur’an’da şöyle denmiştir, mealen: - Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir. 10/100 2- “Müteşabih ayetler, muhkem âyetler gibi, delildir; bunların zâhiri murad edilmiştir. Bu sebeple bunları (yaratıklar tarafından) tevil ve tefsir etmek küfürdür, bunlar zahiri manasıyla manalandırılır.” demeleri: Bu iddialarıyla, Müteşabih (benzetmeli) ayetlerin, muhkem ayetler gibi okunan mana ile hiçbir Te’vil ve benzetmeye gidilmeksizin anlaşılması gerektiğini, aksi takdirde böyle inanmayan kimsenin kafir olacağını söylemektedirler. Böyle bir iddiada bulunmaları ise Kur’an’a uygun değildir. Zira Kur’an’da, Muhkem ve Müteşabih olmak üzere iki çeşit ayet vardır ve bunların anlaşılması bir birinden farklıdır. Anlamak bakımından Müteşabih (benzetmeli) ayetler Muhkem (Benzetmesiz) ayetler gibidir demek, müteşabihleri, muhkemleştirerek yok saymaktan başka bir şey değildir. Böyle bir anlayış, Kur’an ayetlerini inkar manasında olduğu gibi, bu şekilde inanan kimse bu anlayışından dolayı, Allah’ı Tecsim yani yaratıkların cisimlerine eş tutmaktan kurtulamaz. Böyle bir durum ise Allah’a şirk koşmanın ta kendisidir.

Bu şekilde ki inançlarından örnekler verecek olursam, şöyle demektedirler: “ Şüphesiz, Allah’u Teala’nın “el” sıfatını inkar eden de kafir olmuştur. Çünkü Allah’u Teala bir çok ayet-i kerimede bunu kendi zatına izafe ederek sabit kılmıştır:

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: Allah’ı hakkıyla takdir edip bilemediler. Halbuki Kıyamet Günü, arzın tümü avucunda ve gökler de sağ elinde dürülür. (Allah) Müşriklerin ortak koştuklarından yüce ve münezzehtir.” (Zümer: 39/67) “Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin, yoksa yücelik taslayanlardan mı oldun.” (Sad:38/75)

Abdullah b. Mes’ud şöyle dedi: “Hahamlardan biri Resûlullah’a (s.a.v) gelerek: “Ya Muhammed! Biz Tevrat’ta Allah’ın gökleri bir parmağında, su ve yeri bir parmağında, ağaçları bir parmağında ve diğer yaratıkları da bir parmağında tutarak akabinde ‘Melik benim’ dediğini görüyoruz.” dedi. Allah Resulü (s.a.v) hahamın sözünü tasdik ederek güldü, öyle ki mübarek azı dişleri göründü sonra “Allah’ı gereği gibi takdir edip bilemediler.” (Zümer: 39/67) ayetini sonuna kadar okudu.”

Buhari, Müslim, Sünen ve Müsned kitaplarındaki ve diğer İslami eserlerdeki bir çok hadis. Allah’u Teala’nın “el” sıfatını ispat etmektedir. Hiç şüphesiz, bu sıfatı bilmeyen cahil, bilerek inkar eden de kafirdir. Allah’ın (c.c.) sıfatlarına, tahrif etmeden, yaratıkların sıfatlarına benzetmeden iman etmek lazımdır.” “Allah’ın (c.c.) Arş’a İstivasını İnkar Etmenin Hükmü:

Bir adam İmam Malik’e (r.a.) gelerek: “Rahman arşa istiva etti.” ayetindeki istivanın keyfiyeti nasıldır?” diye sordu.

İmam Malik (r.a.): “İstiva (dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan soru sormak bidattir.” cevabını verdi.İstivanın keyfiyetini sadece Allah’u Teala bildiği için bu konuda soru sormak doğru değildir. Allah Azze ve Celle Kur’an’ın yedi yerinde istiva sıfatını zikrederek kendisini övmüştür. Bu sıfatı bilip kabul etmek vacip, inkar etmek ise küfürdür. Allah’ın (c.c.) sıfatını kendisinden başkasının bilmesi mümkün olmadığından, istivanın keyfiyetini ve nasıl olduğunu Allah’tan (c.c.) başka kimse bilemez.” (Kaynak: Tevhid, Yazan. Abdurrahman Abdu’l-Halık, Cilt 4 Sayfa12-13 Tevhid Yayınları. ) Ayrıca bu anlayışları çerçevesinde, Allah’a gerçek manada kadem (ayak), sak( baldır), vech (yüz) gibi sıfatlar kabul ederler. Sadece söyledikleri tek şey, Allah’ın bu sıfatlarının, yaratıkların sıfatlarına benzemediğini söylemeleridir. Yani derler ki: Allah’ın gerçek manada “Eli, ayağı, yüzü, baldırı vardır.” fakat yaratıkların bu gibi uzuvlarından farklıdır. Ayrıca, Allah gerçek manada oturmakta (İstiva etmekte) olup, oturuşu yaratıkların oturuşundan başkadır, ve bu gibi ifadelerle güya Allah’ı Tecsim etmekten, ani cisim saymaktan kaçınmış olmaktadırlar. Hal bu ki, Kur’an’da öyle Müteşabih ayetler vardır ki, Allah’ın zatı hakkında, Müteşabih değil de, gerçek manada var olarak kabul edildiklerinde, Allah’ın bu sıfatı, yaratıkların hiç birisinin sıfatına benzemez ve aynı değildir, hatta, vardır fakat nasıl olduğu bizce bilinemez dense dahi, bu ifadeler söyleyeni, Allah’ı cisimlendirmekten, dolayısıyla yaratıklara benzetmekten kurtaramaz ve söyleyen şirke düşmüş olur. Şöyle ki; Kur’an’dan mealen: - Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Kötülüğü emreder, iyilikten menederler ve ellerini sıkı tutarlar. Allah’ı unuttular, O da onları unuttu. Münâfıklar; işte yoldan çıkanlar onlardır. 9/67 - Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünyâ hayâtı, kendilerini aldattı. Onlar, bu günleriyle karşılaşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi bile bile nasıl inkâr ediyor idilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz! 7/51 Bu ayet meallerinde görüldüğü gibi, Müteşabih yani benzetmeli olarak Allah’ın unutmasından bahsedilmektedir. Eğer ki bu ifadeyi Müteşabih olarak değil de, Vehhabilerin bu hususta ki mantık kalıpları içerisine koyarak, “Allah’ın gerçek manada unutması vardır, fakat biz mahiyeti konusunda yorum yapmayız ve Allah’ın unutması yaratıkların unutmasına benzemez” demek suretiyle bir kimse anlayışını ortaya koyacak olsa. Allah’a noksanlık kabul etmiş olmaktan kurtulamaz. Zira unutma noksanlıktır. Gerçek manada, Allah için söylendiğinde, nasıl ifade edilirse edilsin, söyleyen kişi, Allah’a şirk koşmaktan kurtulamaz. Şirk koşuyor, zira bir noksanlık olan unutmayı gerçek manada Allah’a yakıştırmak suretiyle, unutmayı Allah’a üstün tutmuş olur, dolayısıyla unutmayı ilâhlaştırmış olmaktadır. Halbuki bu konuda unutmaktan kasıt, Allah’ın gerçek manada unutması olmayıp, hak eden kimseleri rahmetinden kovmasıdır. Zira, Allah asla unutmaz. İşte böyle dendiğinde , Vehhabiler, diyenler için, Allah’ın sıfatını inkar ediyorlar deyip tekfir etmektedirler. Aynı şekilde, Allah için gerçek manada oturma kabul edildiğinde, her ne şekilde söylenirse söylensin, mesafenin

ilahlaştırılması ve Allah’a tahakküm etmiş olduğu iddia edilmiş olmaktadır, zira sonradan meydana gelen oturma fiilleri için bir mesafenin kat edilmesi zorunludur. Bu ise Allah’a noksanlık atfetmekten O’nu yaratıklara benzetmekten başka bir şey değildir. Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir; O “Subhan”dır. Örneğin: Kur’an’da ki muhkem ayetlerde, Allah asla unutmadığını belirtmektedir. Şöyle ki, mealen: -Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na aittir. Rab’in (aslâ) unutkan değildir. 19/64 Ayrıca, Allah’ın istediği bilgileri kayda aldırması, unutacağı kaygısıyla değil, hikmeti icabıdır. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Dedi ki: “Onların ilmi Rabb’imin yanında bir kitaptadır. Rabb’im şaşmaz ve unutmaz.” 20/52 - Sözü açık söylesen de (gizli söylesen de) muhakkak O, gizliyi de, ondan daha gizlisini de bilir. 20/7 - De ki: “Göğüslerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir. 3/29 - Allah gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilir. 16/19 - Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. 3/5 - Rabb’imiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu hep bilirsin. Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. 14/38 Görüldüğü gibi, Allah için unutma veya herhangi bir konuda bilgisizlik olacak şey değildir. Her ne şekilde olursa olsun, bunun aksini iddia eden kimse, Allah’ta böyle bir husus vardır, fakat yaratıklarınkine benzemez dese dahi durum aynıdır. Allah’a noksanlık ve acizlik atfetmekle şirke girmiş olur. Muhkem ve Müteşabih ayetler konusu üzerinde çok konuşulmuş bir konu olduğundan, daha da örneklendirerek anlatmaya çalışacağım. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Sana Kitabı indiren O’dur. O kitapta, kitabın esası olan muhkem âyetler ve diğer Müteşabih âyetler vardır. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne ve tevil isteyerek Müteşabih âyetlere uyarlar. Halbuki onun tevilini, ancak Allah ve ilimde fasih olanlar (yüksek payeye erenler) bilirler. Ve onlara iman ettik, hepsi Rabbimiz tarafındandır derler. Onlardan Aklıselim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz. 3/7

Yukarıda mealini yazmış olduğum Âl-i İmran Sûresi 7. Ayetiyle ilgili olarak. Müteşabih ayetlerin tevilini kimin bilebileceği konusun da anlaşmazlık mevcut olup, bu konuda belli başlı dört görüş ortaya atılmıştır. Şöyle ki:

1. << Müteşabihin tevilini (maksudunu, onların künhünü,) ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>. 2. <<Müteşabihin tevilini (tefsirini, yorumunu,) ancak Allah bilir ve İlimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>. 3. << Müteşabihin tevilini (maksudunu, künhünü) ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir ve: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>. 4. << Müteşabihin tevilini (tefsirini, yorumunu) ancak Allah ve İlimde derinleşmiş olanlar bilir ve; ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler>>. Esasa tesir etmeyen, parantezler içerisindeki değişik ifadeler nedeniyle bu konudaki görüşler her ne kadar dörde tasnif edilmişse de, müteşabih ayetlerin tevili konusunda esas itibariyle iki grup mevcut olup, bir grup, müteşabih ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir derken, diğer grup, müteşabihlerin tevilini ilimde derinleşmiş olanlarda bilir, demektedirler.

Bana göre doğru anlayış, müteşabih ayetlerin tevilini yanı kastedilen manalarını, Allah ve ilimde derinleşmiş olan kimselerin bildiği yönündedir. Bu anlayışa varmamın nedeni yine Kur’an ayetlerine dayalı olup, izah ettiğimde doğru bir görüş olduğunun kolayca anlaşılabileceği kanaatindeyim, şöyle ki: Aksi görüşte olanlar, görüşlerine esas olarak, Müteşabih ayetlerin tamamının Allah’ın zatı hakkındaymış gibi bir anlayış sergilemek suretiyle görüşlerini ifade etmektedirler. Bu anlayış ise kökten hatalı ve yanlıştır. Zira kullar hakkında da Müteşabih ayetler mevcut olup, kulların yaratılışı dikkate alındığında manaları kolayca anlaşılabilmektedir. Âl-i İmran Sûresi 7. Ayetinde Müteşabih ayetlerin özelliği hakkında kullanılan ifade bir genelleme olup, Kur’an’da ki tüm Müteşabih ayetleri kapsamaktadır. Böylece her hangi bir Müteşabih ayetin tevili biline biliyorsa, tümünün manası bilinebilir manası kolayca anlaşılır. Allah’ı gözler göremez, fakat gözler kulları görür ve kulların durumları hakkında bizzat kendimizin kul olması hesabıyla bilgi sahibiyiz. Bu durumu dikkate alarak, kullarla ilgili Müteşabih ayetlerden örnekler vererek, manalarının başka bir ifadeyle tevillerinin biline bileceğini, böylece kullar tarafından tevilin mümkün olduğunu göstermeye çalışacak olursam. Bu hususta Kur’an’dan mealen:

- Rabb’in, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi, yâhut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır (ihtiyarlık zamanlarında senin yanında kalırlar)sa sakın onlara “Öf!” deme, onları azarlama! Onlara güzel söz söyle. 17/23 - Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et” de. 17/24 - Onlardan bâzı çiftlere verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme ve (sana inanmadıkları için) onlara üzülme, Müminlere kanatlarını indir. 15/88 -Allah ile beraber başka bir ilah çağırma, sonra azap edilenlerden olursun. 26/213 - (önce) en yakın akrâbanı uyar. 26/214 - Ve müminlerden sana uyanlara kanatlarını indir. 26/215

Mealini yazmış olduğum ayetlerde şefkat kanat germeye teşbih edilmiştir. Ve kanat germekten kastın şefkat göstermek olduğu gayet açıktır. Böylece, Müteşabih olarak verilmiş olan kanat germe olayı, şefkat olarak anlaşılmakla tevil yapılmış olur. Kur’an’dan diğer iki örnek, mealen:

- Allah’tan başka dost edinenlerin durumu kendine ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke bilselerdi. 29/41 Burada ki teşbih te gayet açıktır. Allah’tan başka dost edinenler ve onları kendilerine dayanak olarak görenler, örümceğin evi gibi en çürük dayanağa dayanmış olmaktadırlar. Mana anlaşılmakla tevil yapılmış olmaktadır. Kur'an'dan mealen:

- Buna göre yüzüstü kapanarak yürüyen mi daha çok hidayete ermiştir; yoksa dosdoğru yolda dümdüz yürüyen mi? 67/22 Burada da yine teşbih olayı vardır. Ve tevili mümkündür, zira yüzüstü kapanarak yürüyenden maksat, Allah yolunda olmayanlar, dosdoğru yolda dümdüz yürüyenlerden maksat ise Allah yolunda gidenlerdir. Böylece Müteşabih ayetlerin tevil edilebileceğini göstermeye çalıştım. Şu var ki, ilimde derinleşmiş olanlar zümresinden olabilmek için, Kur’an’daki bütün müteşabih ayetlerin tevilini bilmeye ihtiyaç vardır. Zira onlardan bir kısmını tevil edip, bir kısmını tevilsiz veya muhkem addetmek, ilimde derinleşmiş olan kimselerin yapacağı bir şey değildir. Bunun için, Allah’ın zatı hakkında ki müteşabih ayetlerden örnekler verip, nasıl tevil edilebilecekleri hususunu anlatmaya ihtiyaç vardır. Bunun içinde takip edilmesi gereken yol, müteşabih ayetlerin tevilinde, müh kemlerine aykırı veya zıt bir tevilden kaçınmaktır. Zira müteşabih ayetler muhkem ayetlere aykırı olarak tevil edilirse, bu isabetli bir tevil olamayacağı gibi aynı zamanda çelişkiye de düşülmüş olur. Kur’an’da ise çelişki yoktur. Bu hususta ne demek istediğimi örneklerle anlatmaya çalışacak olursam. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - (Rabb’in ona) dedi ki: “Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun?” 38/75

Yukarıda mealini yazmış olduğum ayet mealinde görüldüğü gibi, Allah iki eliyle yaratmaktan bahsetmektedir. Burada bahsi geçen olay Adem’in yaratılışıyla ilgili olaydır. Burada bildirilen iki elle yaratmaktan maksat müteşabih olup, Adem’in yaratılışının önemini vurgulayan bir durumdur. Bunun bir sanatkarın bir şeyi imal etmesi şeklinde anlaşılmaması gerekir, iş böyle olsaydı gerçek manada el düşünmek mümkün olurdu, halbuki, Allah’ın yaratması imalat şeklinde olmayıp sadece verdiği bir emirdir. İş böyle olunca bu olayla ilişkilendirerek Allah için, mahiyeti nasıl düşünülürse düşünülsün gerçek manada el düşünmek mümkün değildir. Onun için bu ayetin tevili, Adem’in yaratılışının çok mühim bir olay olduğu şeklinde anlaşılması gerekir. Allah’ın nasıl yarattığıyla ilgili olarak muhkem ayetlerden örnekler verecek olursam. Kur’an’dan mealen: - Biz bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sâdece ona “ol” dememizdir; derhal oluverir. 16/40

- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81 - Bir şeyi yaratmak istediği zaman onun yaptığı <<Ol>> de demekten ibarettir. Hemen oluverir. 36/82 - (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sâdece “O” der, o da hemen oluverir. 2/117 Yukarıda mealini yazmış olduğum, yaratmayla ilgili muhkem ayetler dikkate alındığında, Allah için, herhangi bir şeyi gerçek manada elle imal etmek suretiyle yarattığının düşünülemeyeceği, zira elle yapmak veya yaratmanın, emirle yaratma olayıyla aynı şey olmadığı açıktır. Böylece anlaşılır ki, Allah’ın, Adem’i iki eliyle yarattığını bildirmesi müteşabih olup, Tevili Adam’ın yaratılışının ehemmiyetli yani çok önemli bir olay olduğu şeklindedir. Dolayısıyla, Kur’an’a göre kullarınkine benzemez dense dahi, Allah hakkında el isnat etmek; gerçek manada el kabul etmek mümkün değildir. Kur’an’dan mealen: - Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız. 50/16 - Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüleri O’dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncıları O’dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar mutlaka O, onlarla berâberdir. Sonra kıyâmet günü, onlara yaptıklarını haber verir. Çünkü Allah, her şeyi bilendir. 58/7 Yazmış olduğum bu ayet mealleri, müteşabih olup, ihtiva ettikleri mana bakımından tevilleri, Allah’ın hakimiyet yönünden bize yakınlığını bildirmektedir. Yoksa, haşa, zatının bünyemiz içerisinde şah damarımızdan daha yakın olduğu veya bir mekanda üç kişi isek dördüncümüz olarak, Zatının bizzat yanımızda olduğu manasında değildir. Bunun böyle olduğuna örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen: - Gökten yere bütün işleri O tanzim eder; sonra sizin saydığınızla suresi bin sene olan bir günde işler, O’na yükselir. 32/5 Mealini yazmış olduğum bu ayet, Allah’ın bizimle bizzat bir arada bulunmadığının bir delilidir. Zira aksi takdirde şah damarımızın bize bizden bin senelik mesafeden daha uzak olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Allah’ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğu hususunu tevil etmesek bu neticeye varmamız kaçınılmazdır. Fakat böyle bir şeyin mümkün olmadığı, şah damarımızın, bizim bir parçamız olarak boynumuzda bulunmasından bellidir. O zaman anlaşılması gereken mana, Allah’ın hakimiyet yönünden bize şah damarımızdan daha yakın olduğudur. Diğer önemli bir hususta, işlerin Allah’a saydığımız zamanla bin senede yükselmesinin yine, Allah’ın bize konum olarak bin senelik bir uzaklıkta olduğunun göstergesi olmadığı, bu mesafenin dahi müteşabih olduğu ve Allah’ın yüceliğini bildiren bir ifade olduğudur. Bunun böyle olduğuyla ilgili olarak, Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen: - Sual eden, vuku’ bulacak azabı sordu. 70/1

- O, kâfirlere mahsustur. O azabı önleyecek yoktur. 70/2 - ( O azap) yükselme derecelerinin sâhibi Allah’tandır. 70/3 - Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içerisinde O’na yükselir. 70/4 Bu ayet mealinde görüldüğü gibi, melekler ve ruh’un Allah’a miktarı elli bin yıl süren bir gün içerisinde yükseldiği bildirilmiştir, bu da müteşabih olup, Allah’ın yüceliğini bildiren bir husustur. Zira, şah damardan yakınlığa, bin senelik bir mesafeden, elli bin senelik bir mesafeye kadar düşünürsek, durum kolayca anlaşılır. Dolayısıyla tevilin mümkün olduğu görülmüş olur. Fakat şunu da belirteyim ki, Allah’ın bize yakınlığı ve uzaklığı, zatı söz konusu olunca müteşabih olmakla beraber. Bir günlük, bin yıllık ve elli bin yıllık zaman tarifleri, zaman söz konusu olduğunda, zaman açısından müteşabih değil müh kemdir. Bunun nasıl olduğunu burada anlatmak biraz uzun sürer ve Vehhabiler konusu dışına çıkılmasına neden olur, kısmet olursa daha ilgili başka bir konu içerisinde anlatmaya çalışacağım. Diğer önemli bir hususta, Allah’ın kullar tarafından görülüp görülemeyeceği husussudur. Kur’an öğretisine göre, ne dünyada nede ahirette Allah’ın zatını görmek mümkün değildir. Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen: - Gözler O’nu görmez (idrak edemez); O güzleri görür (idrak eder); O lâtif (gözle görülmez), her şeyi haber alandır. 6/103 6 Enâm 103 Sûresinde belirtildiğine göre, gözler Allah’ı göremez, bu muhkem bir ayet olup, süreklilik ifade etmektedir. Yani, hem Dünyayı hem de Ahireti kapsamaktadır. Aksi iddiada bulunanlar ise, bu konuyla ilgili olarak müteşabih olan 75 El-Kıyâmet 23 ayetini muhkemleştirip doğru yoldan sapmaktadırlar. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Hayır, siz çabuk (geçen dünyây)ı seviyorsunuz da, 75/20 - Ahireti bırakıyorsunuz. 75/21 - Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, 75/22 - Rabb’ine bakar. 75/23 75 Kıyâmet 23 te geçen bakmaktan maksat, müteşabih olup, Rabb’in rahmetini beklemek manasındadır. Zira, 3 Âl-i İmran 77 de, Allah, rahmet etmeyecek olduğu kimseler için, müteşabih olarak onları inzar etmeyeceği, yani bakmayacağı ifadesini kullanmıştır. Durum böyle olunca, Allah’ı inzar edenler. O’nu gerçek manada görenler değil, Rahmetini bekleyenler olmuş olur. Allah’ın inzar etmemesi, yani rahmet etmemesiyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen: - Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir ücret mukabili satanlar var ya, işte onların ahiret te bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmaz. Onlar için acı bir azap vardır. 3/77

Böylece, Allah’ı görememenin muhkem, bakmanın ise müteşabih olduğu ve manasının yani tevilinin, Allah’ın rahmetini beklemek olduğu kolayca anlaşılabilir. Asırlardır, en çok tartışılan ve merak edilen konulardan biride, Allah’ın insanlar tarafından görülüp görülemeyeceği olayıdır. Bir kimse bize kıymetli bir hediye gönderse ve kim olduğunu bilmesek, hem kim olduğunu öğrenmek, hem de görmek isteriz. Yahut ta çok kıymetli bir eser görsek, hem eseri yapanı, hem de sahibini öğrenmek ve görmek isteriz. Allah bütün kainatın yaratıcısı ve sahibidir. Kainatın bir parçası olarak bizi de yaratmış ve sayamayacağımız kadar çok nimetlerle bizi niyetlendirmiştir. Allah’ı, müminler olarak çok büyük bir sevgiyle sever ve merak ederiz. Fakat bu merakımızın, O’nu tanımayı isteme arzumuzun, O’nun razı olduğu sınırlar içerisinde kalması ve bu konuda haddi aşmamamız gerekir. Çok değerli ve büyük şahsiyet olan Musa Peygamber bir zamanlar, Allah’ı görmek istemiş ve bu isteğini Allah’tan talep etmişti, fakat Allah bunun mümkün olamadığını kendisine bildirmişti. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca <<Rabbim! Bana (Kendini) göster; seni göreyim!>> dedi. (Rabbi): Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin!>> buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi. Musa yıldırım çarpmış gibi yere düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim. 7/143 Kur’an’dan diğer bir örnek, mealen: - Allah bir beşerle (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yâhut perde arkasından konuşur; yâhut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahye der. O, yücedir, hakimdir. 42/51 Bu ayetleri dikkate aldığımızda, göz görmesiyle Allah’ı görmemizin mümkün olmadığını anlamış oluruz. Gözün yaptığı görev, sahip olduğu özelliklerine göre bilgi ileterek baktığımız şeyleri bize bildirmesidir. Gözün bu özelliği araya girmeden herhangi bir şey hakkında bilgi edine bilirsek edindiğimiz bilgi kadar onu tanımış ve hakkında bilgi edinmiş oluruz. Bu durum göz görmesinin yerini alabilecek bir husustur, zira netice itibariyle durum aynı olmuş olmaktadır. Böylece göz görmesi söz konusu olmadan, Allah razı olduğu miktarda bir bilgiyle zatını cennet ehline tanıtacaktır. Bu durum göz görmesini aratmayacak bir husus olacaktır, zira cennet ehlinin hiçbir dileği ret edilmeyeceği gibi, onların dünyasında üzüntü ve hasrete de yer yoktur. Böylece biz, hem dünyada, hem de ahirette, Allah’ı kendi zatı hakkında bize bildirmiş olduğu bilgiler miktarınca bilebiliriz. Allah’tan gelmiş bir bilgi olmadan, hiç kimse Allah’ın zatı konusunda söz söylememelidir. Ahirette bilgiyle dahi olsa, Allah’ın zatını kuşatmak, tamamen onu kavramak mümkün değildir. Bu hususlarda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen: - O gün (mahşere) çağırana uyarlar (hiç kimsenin) ondan sapma (imkânı) yoktur. Rahmân için sesler kısılmıştır, fısıltıdan başka bir şey işitemezsin. 20/108 - O gün Rahmân’ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefâati fayda vermez. 20/109

- Onların önlerindekini ve arkalarındakini (geçmişlerini ve geleceklerini) bilir; onlar ise bilgice O’nu kuşatamazlar (ne O’nun zâtını kavrayabilirler, ne de bildiklerini ihâta edebilirler) 20/110 Görüldüğü gibi, bilgiyle dahi Allah’ı kuşatmak mümkün değildir. Kendi zatı hakkında bize ne kadar bilgi vermişse. O’nu ancak o kadar tanıyabiliriz. Bunun ötesinde, O’nun zatı hakkında konuşmamız mümkün değildir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen: - De ki: “Rabbim, ancak kötülükleri, gerek açığını, gerek gizlisini; günâhı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah’a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi harâm etmiştir.” 7/33 - Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin, şeytanın adımlarını izlemeyin;çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. 2/168 - O size dâima kötülük ve çirkin iş (yapmanızı), Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi emreder. 2/169 Diğer bir hususta, Allah’ın Arş’a istiva etmesi konusudur. Bu hususta Vehhabiler şöyle demektedirler: Bir adam İmam Malik’e (r.a.) gelerek: “Rahman arşa istiva etti.” ayetindeki istivanın keyfiyeti nasıldır?” diye sordu. İmam Malik (r.a.): “İstiva (dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan soru sormak bidattir.” cevabını verdi. İstivanın keyfiyetini sadece Allah’u Teala bildiği için bu konuda soru sormak doğru değildir. Allah Azze ve Celle Kur’an’ın yedi yerinde istiva sıfatını zikrederek kendisini övmüştür. Bu sıfatı bilip kabul etmek vacip, inkar etmek ise küfürdür. Allah’ın (c.c.) sıfatını kendisinden başkasının bilmesi mümkün olmadığından, istivanın keyfiyetini ve nasıl olduğunu Allah’tan (c.c.) başka kimse bilemez.” (Kaynak: Tevhid, Yazan. Abdurrahman Abdu’l-Halık, Cilt 4 Sayfa12-13 Tevhid Yayınları. ) Bu ifadeleriyle şunu demek istemektedirler, her ne kadar nasıl olduğunu bilmez sekte, Allah Arş’ın üzerine kurulmuştur, diğer bir ifadeyle, Allah Arş’ın (tahtın) üzerine oturmuştur. Böylece, her ne kadar, izah edemeyiz deseler dahi, gerçek manada, Allah’a oturma isnat etmişlerdir. “İstiva (dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan soru sormak bidattir.” demeleri bunu ifade etmek içindir. Allah’la ilgili olarak istiva kelimesi Kur’an’ın yedi yerinde değil, dokuz yerinde geçmektedir. Yedi tanesi Arş’a istiva, iki tanesi Göğe istivadır. Arş’la ilgili olanlar 7/54, 10/3, 13/2, 20/5, 25/59, 32//4, 57/4 ayetleri. Gökle ilgili olanlar ise 2/29 ve 41/11 ayetleridir. Anlaşılan odur ki, gökle ilgili olanlardan bahsetmek işlerine gelmemektedir. Bu konuda Kur’an’dan örnek verecek olursam, mealen: - O ki, yeryüzünde ne varsa sizin için yarattı; sonra göğe doğru istiva ederek, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir. 2/29 - Sonra duman hâlinde bulunan göğe doğru istiva ederek, ona ve arza: “İsteyerek veyâ istemeyerek gelin,” dedi. “İsteyerek geldik.” dediler. 41/11

Yukarıda yazılı ayet meallerinden anlaşılacağı üzere. İstivadan maksat, istiva edilen şey üzerine hakimiyet kurup, onu ve ona bağlı şeyleri yönlendirme olayıdır. Yani burada ki olay, istivadan kastedilen şeyin gerçek manada oturma olmayıp, hakimiyet, düzenleme ve emir olayı olduğunu açıkça belirtir. Şimdi bunu dikkate alarak, Allah’ın Arş’a istiva etmesiyle ilgili ayetlerden örnekler verecek olursam, mealen: - Şüphesiz ki, Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi ayı ve yıldızları emrine boyun eğdirmiş durumda yaratan Allah’tır. Biliniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir! 7/54 - O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istiva edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. 57/4 Şimdi, Allah’ın Arş’a istiva etmesiyle, her nerede olursak olalım, Allah’ın bizimle birlikte olduğu ifadelerini birlikte düşünürsek, olayın bir mekan tutma olayı olmayıp, hakimiyet olayı olduğu kolayca anlaşılır. Zira biz bir yaratık olarak mekan tarafından kuşatılmış durumdayız, Allah’ın bizimle beraber olması, bu duruma göre hakimiyet kurması dışında düşünülemez, aksi takdirde, haşa ondan, Allah’ında birliktelikten dolayı mekan tarafından kuşatılmış olduğu söz konusu olmuş olur, bu ise Allah için düşünülemeyecek bir husustur. Mekan tarafından kuşatılmak veya çerçevelenmek noksanlıktır, Allah, noksanlıklardan münezzehtir. Arş içinde aynı durum söz konusudur, her neşe kilde düşünülürse düşünülsün, gerçek manada Arş üzerine oturmak, oturulan istinat noktaları tarafından sınırlanmak demektir. Bu durum da aynı şekilde noksanlık olup, Allah hakkında düşünülemeyecek bir husustur. Hiçbir mekan, hiçbir yönden ve hiçbir şekilde Allah’ı kuşatamadığı gibi, Allah’ın hiçbir mekana ihtiyacı yoktur. Mekanlar da Allah’ın yaratıklarıdırlar ve yaratılmalarının başlangıcı olup, sonradan yaratılmışlardır, Allah, hiçbir mekanın olmadığı, yani hiçbir mekanın yaratılmadığında da aynı Allah’tır. 3 – “İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir. İman, kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse imansızdır” demeleri. Bir kimsenin, ahirette cehennem azabından kurtulması, yani hiç azap görmemesi ve cennete gire bilmesi için, İslam Dinine göre gerekli şart iman etmesi ve salih (iyi) ameller işlemesine bağlıdır. İman, inanç yani tasdik etmektir. Amel ise yapmaktır. Bu iki olay her ne kadar değişik iki olay olsalar da, dini açıdan kurtuluş olayına baktığımızda, bu olayın tamamlayıcı unsurlarıdırlar, öyle ki, herhangi bir tanesinin olmaması veya yeterli olmaması, diğer ininde yok sayılma nedenidir. Şöyle ki, dini açıdan kurtuluşu bir kasa gibi düşünelim, ve bu kasanın açılması iki ayrı anahtara ihtiyaç göstermiş olsun, bu anahtarlardan biri iman ve diğeri de amel olmuş olsun, işte kasanın açılması nasıl ki bu anahtarlardan biriyle mümkün değilse ve iki anahtarla açılmasına ihtiyaç varsa, işte, dini açıdan kurtuluş için imanla amel arasında bu şekilde yakın ilişki vardır. Diğer bir ifade ile, bir kimse çok hayırlar işlese ve imanı yoksa, bu işlemiş olduğu hayırlardan

ona fayda gelmez, veya imanı olmasına rağmen, hayır kazanmamışsa, iman etmiş olmasının ona faydası olmaz. Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen: - Evet kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar ateş (cehennem) halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. 2/81 - İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. 2/82 Bir kimse imanlı olup ta bir kısım sevaplar ve günahlar işlemiş ise, günahının kendisini kuşatıp kuşatmadığına ölçü olarak, günah ve sevabından hangisinin daha fazla olduğuna bağlıdır. Ahirette, amelleri tartılır. Günahı fazlaysa terazisi hafif basar, bu durumda o kimse ebedi cehennemliktir. Bu duruma göre iman etmiş olması ona fayda vermez, cehennemde suçunun cezasını çekip çıkması diye bir şey yoktur, suçunun cezası cehennemde ebedi kalmasından ibarettir. Terazisi hafif değil de, ağır basarsa o kimse ebedi cennette kalacaktır, bununda sevaplarının karşılığını tüketip cennetten çıkması olayı yoktur. Cehennemde azap görmenin günahları tüketmemesi gibi, Cennette nimetlenmenin de sevapları tüketme olayı yoktur, ikisinden herhangi birine giren bir daha ebediyen oradan çıkmaz. Her iki yönde amellerin faklılığı oradaki dereceleri etkileyen bir durumdur, şöyle ki günahı daha fazla olana cehennemde daha şiddetli azap derecesi, sevabı daha çok olana cennette daha yüksek nimetlenme derecesi vardır. Sonsuz olarak, cennet cennet olarak, cehennem cehennem olarak kalacaktır. Ne cennetin nimetleri yok olur veya azalır, ne de cehennemin azabı yok olur veya azalır. Kuran’dan mealen: - Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar. 23/101

- Artık kimlerin (sevap) tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. 23/102 - Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedi cehennemdedirler. 23/103 - Kimin tartıları ağır gelirse. 101/6 - O, memnûn edici bir hayat içindedir, 101/7 - Kimin tartıları hafif gelirse. 101/8 Onun anası (gideceği yer) hâviye (uçurum)dur. 101/9

- O uçurumun ne olduğunu bilir misin? 101/10 - (O), kızgın bir ateştir. 101/11 İman ve Amelin iki ayrı husus olmalarına rağmen, İslam dini açısından bir bütün

oluşturduklarına ve birbirinin varlığına delil olduklarına dair, Kuran’dan mealen: - Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resûlüne iman ettiler, sonra şüphe etmediler; ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. İşte (İman iddiasında) doğru olanlar onlardır. 49/15 - Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman (o âyetler, onların) imanlarını arttırır ve (onlar) Rab’lerine tevekkül ederler. 8/2 - Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan (Allah rızası için yoksullara) verirler. 8/3 - İşte gerçek müminler onlardır. Onlara Rab’lerinin katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez rızk var. 8/4 Yukarıda mealini yazmış olduğum ayetlerin meallerinde, İmanla amelin bir bütün oluşturdukları açıktır. Şu var ki, müminlerinde bazen günahları olabilir, onun için aşırı gidilmemişse hemen tekfir etmemek lazımdır. Kuran’dan mealen: - Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar etmezler. 3/135 - İşte onların mükafatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir! 3/136 Demek oluyor ki, bir günah işleyen kimse, hemen tövbe edip günahta ısrar etmezse vasıf olarak yine mümindir. Diğer bazı kimseler vardır ki, büyük günahlara ve edepsizliklere hiç yanaşmazlar, fakat bazı ufak tefek kusurları vardır. Onlar da yine vasıf olarak mümindirler. Kuran’dan mealen: - Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi daha iyi bilir: Gerek arzdan (yerden) inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında bulunduğunuz zaman biçim verdiği sırada (sizin her halinizi bilir), artık kendinizi (övüp) temize çıkarmayın. Çünkü O, korunanı daha iyi bilir. 53/32 - Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. 4/31 İmanlı olmasına rağmen, sevap kazanmamış olanların durumuna gelince. Bu konuda, Kuran’dan mealen: - Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden iman etmemiş ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz! 6/158 Yukarıda belirtilen durumlar tahakkuk edince ki, bu durumlar bir şahıs için imtihan süresinin kapandığı, başka bir ifadeyle öleceği zaman demektir. Ve bu

safhada, o ana kadar kim iman etmemişse o anda iman etmesi veya daha önce iman etmiş olmasına rağmen imanında bir hayır (sevap) kazanmamışsa, daha önce iman etmiş olmasının ona faydası yoktur. Bu da, iyi ameller olmazsa, iman edilmiş olmanın fayda sağlamadığının kesin kanıtıdır. Yahut ta evvelce belirttiğim gibi, sevapları olasına rağmen, geçerli iman yoksa, işlenmiş olan sevaplar o şahıs için yok sayılmakta ve ona faydası olmamaktadır.

İslam dinine göre, kurtuluş için kesin olarak akıldan çıkarılmaması ve yerine getirilmesi gereken durum, farklı şeyler olmalarına rağmen, İman edip, Salih amel işlemenin birlikte yerine getirilmesidir, bu husus İslam dinine göre olmazsa olmaz şarttır. Ben bu hususu, bir kapıyı açmak için gerekli olan iki ayrı anahtara benzetiyorum. Kur’an’dan mealen: - İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. 2/82 İmanın artması olayı, bilgilenme ile ilgili bir olaydır. Kur’an kendisinin Allah kelamı (sözü) olduğunu ispatlayan ve Müminlerin imanını ayet delilleriyle güçlendiren bir kitaptır.

Bundan dolayı ayetlerin okunması müminler için bir iman artma olayıdır. Zira İman konusundaki delilleri bildikleri ayetlerin artmasıyla artığından imanları artmış olmaktadır. Diğer taraftan delilleri boş verip unutmak da aksi netice verir. Vehhabilerin: “İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir. İman, kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse imansızdır”. Demeleri, İmanla, amelleri bir birine karıştırmaları açısından yanlıştır. İman ve Amel iki ayrı husustur, öyle olmasaydı mümin olmamasına rağmen iyi ameller işleyen kimseleri, aynı zamanda mümin saymak gerekecekti, değil mi ki; “Amel imandan bir cüzdür.” demektedirler. Cüz bir bütünün parçası demektir, İslam dininde bir parça iyi amel; aynı zamanda bir parça imandır mantığı yoktur. Ancak, iman ve salih amel bir birlerinin varlığıyla ilgili göstergedirler. Örneğin, büyük günahlar işleyenlerin mümin olmadıklarına hükmedilir. Zira o günahları işlemek, müminlerin vasfı olmadığı gibi, müminlerin yapacağı bir işte değildir.

Örneğin: bir kimse namaz kılmıyorsa, Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürüyorsa, zina ediyorsa, faiz yeyiyorsa mümin değildir, zira bu gibi şeylerle iman bir arada bulunmaz, imanlı olmak bunları yapmaya engeldir. Rahman’a kul olanların vasıflarıyla ilgili olarak, Kuran’dan mealen: - Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne de cimrilik ederler, (harcamaları), bu ikisi arasında dengeli olur. 25/67 - Ve onlar ki Allah ile berâber başka ilaha yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa günâhı(nın cezâsını) bulur. 25/68 - Ve onlar ki kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar. 25/73 - Muhakkak müminler felâh bulmuştur. 23/1

- Onlar, namazlarında huşua riayet ederler. 23/2 - Onlar namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. 23/9 Faiz yasağıyla ilgili olarak, Kuran’da mümin olup, olmanın şartı olarak, faiz alınıp alınmaması ölçü olarak konmuştur, buna göre mümin olanlar, faizin yasaklanmasıyla faizden geri kalanı, yani almadıklarını terk edecekler, aksi takdirde faiz alanların mümin olmadıkları bildirilmiştir. Kuran’dan mealen: - Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve eğer gerçek müminlerseniz, faiz hesabından kalanı terk edin (almayın). 2/278

4- “Tasavvuf bid’attır; tarikata girmek, mürşide bağlanmak, onu vesile edinmek, rabıta kurmak şirktir, küfürdür.” demeleri. Bana göre de, tasavvuf şirkin, küfrün ta kendisidir. Bunlar yani tasavvufçu olduklarını söyleyen kimseler, İslam dininden çok uzak ve inançları Kur’an’la bağdaşmayan kimselerdirler. Buna rağmen asırlardır halktan bir çok kimseyi İslam adına kendilerine bağlayarak saptırmışlardır. Bunların tasavvuf inancının temelinde “Vahdeti Vücut” nazariyesi vardır, bu ise, insan oğlunun saptığı en kapsamlı şirk çeşididir. Tasavvuf konusunu bir başlık altında yazdığımdan, şimdilik bu kadarla iktifa ediyorum. Bu kitapta ki, Tasavvuf konusuna bakıldığında bu konuda çok geniş bilgi bulmak mümkündür.

5- “Kabirler üzerine kubbe yapmak, adak adamak, kabirleri ziyaret etmek, küfürdür, delalettir“. demeleri.

Kabirler (mezarlar) üzerine bina yapmanın şirk olduğu yolundaki iddiaları Kur’an’a uymamaktadır. Buna örnek olarak ashabı “Kehf’in” durumunu göstere biliriz. Kur’an’dan mealen: - (Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa yine) böylece onları (bazı insanlara) buldurduk ki, Allah’ın (öldükten sonra diriltme) vadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini bilsinler. (Bunlar), o sırada kendi aralarında onların durumlarını tartışıyorlardı: “Oların üstüne bir bina yapın!” dediler. Rab’leri onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelenler (onların durumlarını iyi bilenler veya onların işini başarıya ulaştırıp tevhidi yerleştirenler): “Mutlaka onların üstüne bir mescid yapacağız,” dediler. 18/21 Hal böyle olunca, kabirleri ziyaret etmenin ve üzerlerine mescid yapmanın mahzuru yoktur. Örneğin: Halen Peygamberimizin mezarı mescid içerisinde olup, ziyaret edilmektedir. İslam dinine göre, konu olan mezarın şekli; nereye yapıldığı; ziyaret edilip edilmemesi değildir, yasak olarak konu olan; yapılan ziyaretin İslam dinine uygun olmamasıdır. Eğer, yapılan ziyaret ile kabirdeki kimseler ilahlaştırılmıyorsa, onların kul oldukları hususu dikkate alınarak ziyaret yapılıyorsa bu şirk olan bir ziyaret değildir. Bu konuda şöyle bir örnek vermemiz mümkündür; güneşe bakan iki kişi düşünelim, birisi güneşi ilahlaştırmış ve ona tapmaktadır, bu kimsenin ibadet kastıyla güneşe bakması veya güneşi ilah olarak kabul etmesi şirktir ve böyle bir kişi müşriktir. Diğer kişi güneşi, sadece tabii bir güzellik olarak görmekte ve onu ilâhlaştırmamaktadır, böyle bir kimsenin güneşe bakması, hatta tefekkür etmesi sevaptır ve böyle bir kişi bu hareketiyle şirk

işlemiş olmaz. Demek ki konu olan güneşe bakılması değil, ne zihniyetle bakıldığıdır. Peygamberimiz geldiğinde, müşrikler Kabe’nin içini putlarla doldurmuşlardı, peygamberimiz, Allah’ın emriyle tevhidi yaydı ve içine putlar kondu diye Kabe’yi yıkmayı hedeflemedi, putlardan temizledi. Şirkin önlenmesi yolu, Tevhidin yayılmasıdır, istismar ediliyor diye iyi şeyleri yok etmeye çalışmak değildir.

Türbe yapılmaması konusunda ısrarlı olanların iddiası, eğer ki türbe yapılırsa zamanla türbelerdekilerin İlahlaştırılacağı iddiasıdır. Bu şekilde bir davranış ve yasaklamayla şirkin önüne geçilemez. Nasıl ki, ilahlaştırılmasın diye güneşi ortadan kaldırmanın manası ve imkanı yoksa, mezar veya türbe yapılmasını yasaklamak şirki önleyen bir husus değildir. Zira şirk koşma olayı türbenin veya mezarın kendisinde değildir; insanların inancındadır. Allah’ın birliğini kabul etmemiş; zihniyet olarak müşrik olan kimseler, kainatta kendilerinden başka hiçbir yaratık olmazsa, Allah’a karşı şirk koşmuş olmak için bizzat kendilerini Allah’a ortak koşarlar zira müşriklerin mücadeleleri Allah’ın birliğine karşıdır.

Allah’ın birliğini kabul eden Müminler için, kainatta yaratıkların bulunması bir şirk nedeni değildir, onlar sahip oldukları tevhit inancının ölçülerine göre derhal şirkin varlığını görerek ondan etkilenmezler, İblisin onları saptırma konusunda hiçbir gücü yoktur, onlar Allah’ın koruması altındadırlar. İsterlerse okyanusta bir sandalda namaz kılsınlar, isterlerse bir mezarlığın tam ortasında namaz kılsınlar bu iki durum arasında , Müvahhid olmaları açısından kendileri için bir fark yoktur.

Türbe var diye türbede yatanı Allah’a ortak koşanlar, türbe olmazsa dahi türbede yatanın varlığını bahane ederek yine şirk koşarlar. Değil mi ki, Peygamberlerin tamamına yakının değil türbeleri, mezarlarının yeri dahi belli değildir, buna rağmen müşrikler yinede onları Allah’a ortak koşarlar. Bu konuda daha birçok örnek vermek mümkündür, bundan dolayı şirke karşı mücadelede, Kur’an’da yasaklanmamış olayları öne sürerek değil, İnsanlara tevhidi anlatarak, Müvahhid olmaları için çaba göstermekle mümkündür. İhlâs sahibi Müvahhid oldukları müddetçe şeytanın onlara karşı bir etkisi olamaz, şeytanın saptıra bildikleri ihlâs sahibi olmayan kimselerdirler, ihlas sahibi olmayanların iman konusunda zihniyetleri karışıktır ve şeytanın saldırılarına açıktırlar. Bundan dolayı şirkten korunmanın yolu ihlâs sahibi Mümin olmaktadır. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Meleklerin hepsi topluca secde ettiler, 15/30 -Yalnız İblis, secde edenlerle berâber olmayı kabûl etmedi. 15/31 - (Allah) : “Ey İblis, nen var ki sen secde edenlerle berâber olmadın?” dedi. 15/32 - (İblis) : “Ben, bir salsâl’den (pişmiş çamurdan), değişken bir balçıktan yarattığın insana secde edemem!” dedi. 15/33 - (Allah) : “Öyleyse çık oradan (meleklerin içinden çık), dedi, çünkü sen kovuldun!” 15/34 - Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır! 15/35 - (İblis) : Rabbim! Öyleyse dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi. 15/36

- (Allah) : “Haydi, dedi, sen ertelenmişlerdensin!” 15/37

- “O bilinen vaktin gününe kadar!” 15/38 - (İblis) : “Rabb’im, dedi, beni azdırmandan ötürü an dolsun ki, (ben de) yer yüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım. 15/39 - Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna. 15/40 - (Allah) buyurdu ki : “İşte benim korumayı üzerime aldığım yol budur.” 15/41 - “Benim (hâlis) kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınlar(ı azdırabilirsin sen.) 15/42 Çünkü inananlara ve Rab’lerine dayananlara o (şeyta)nın bir gücü yoktur. 16/99 - Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah’a ortak koşanlaradır. (o, sadece onları kandırabilir). 16/100 Hal böyle olunca kabirleri (mezarları) ziyaret etmenin bir mahzuru yoktur. Tabi ki yapılan ziyaret İslam’a uygun olmalı ve kabirdekileri İlahlaştırmadan yapılmalıdır. Adak adama durumuna gelince, bu konuda doğruyu söylemektedirler. İster ölü olsun, isterse canlı olsun hiçbir yaratığa adak adanmaz, zira hiç kimse hiç kimsenin yerine amel işleyemez. Ameller şahsi olup herkese kendi eliyle işlediği vardır, bu husus kendisine adak adanan için, ister ölü veya isterse canlı bir yaratık olsun, adak adayanın onu herhangi bir haceti (işi veya isteği) için Allah’la kendisi arasında aracı yapması ve eğer istediğimi yaptırırsan, sevabı sana olmak üzere falan şeyi sadaka edeceğim demesidir. Böyle bir isteğin İslam dininde yeri yoktur. Bu şekilde kayırmayla, Allah’a isteğini kabul ettirebileceğini düşünen şirke girer. Diğer şekilde ise, yapılan duanın bizzat kendisine adak adanan tarafından yerine getirilmesi istenir, bu ise kendisine adak adanan kulu İlah’laştırmak tan başka bir şey değildir ve bu davranışta şirktir. Allah kayırmayla duaları kabul etmez, ancak kulların bir birleri için gönüllü olarak hayır duada bulunmasının faydası vardır. Nasıl ki ibadet yalnız Allah’a yapılıyorsa, duada yalnız Allah’a yapılır. Kul Kuldan dua ile bir şey isteyemez. Kur’an’dan mealen: - (Rabbimiz), Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz. 1/4, Ayrıca Kur’an öğretisine göre, ölüler kesin olarak yaşayanları duyamazlar, her iki tarafın arasında irtibat kesilmiştir. Ölülerin duyabileceğine inanmak, bu konuda ki Kur’an ayetlerini reddetmektir. Bu konuda, rivayetleri işlerken örnekler yazdım 6- “Kim Beytullah’tan başka bir kabri, türbeyi veya şehitliği, yahut ta başka bir yeri tazim için tavaf ederse Allah’a şirk koşmuş olur” demeleri.

Tavaf :

1. Bir şeyin çevresini dolaşma, kutsal bir yeri ziyaret etme.

2. İslâm dininde hac zamanı Kâbe’nin çevresini dolanma.

Tazim: Herhangi bir şeyi büyük saymak ve önemsemek. Vehhabiler bu kavramlar çerçevesinde Kabe’ye yapılan tavafı öne sürerek, Kabe dışında yapılacak tüm ziyaretleri şirk sayarak yasak getirmişlerdir. Kavramları yapıldıkları amaçlar dışına taşımak suretiyle; Kabe tavafıyla özdeşleştirmeleri ve Kabe tavafıyla aynı şeymiş olarak göstermeleri, gerçekleri yansıtmayan bir iddia olduğu gibi, bu gibi iddialarda bulunmakla güya kendilerini özellikli kimseler ve gerçek “Muvahhit”ler olarak gösterme gayretindedirler. İslam dinini bilen ve inanan hiç kimse, bu kavramlar çerçevesinde Kabe dışında yaptığı hiçbir ziyareti Kabe ziyareti manasında almaz. Bir Mümin, Mümin olan babasının mezarını veya vefat etmemişse kendisini ziyaret edip; kendisinden büyük sayıp sevgi ve saygı gösterebilir. Müminler, Peygambere büyük bir sevgi beslerler, onu kendilerinden büyük sayarlar, türbesini ziyaret edip görmek isterler, böyle bir durum kendisine kısmet olan Müminler, Peygamberin türbesi etrafında sevgi ve saygıyla dolanırlar, bu ise kötülenecek bir durum değil övülecek bir durumdur. Bu konuda daha birçok örnek verilebilir. Bu kavramları esas alarak; bu kavramların Kabe dışındaki örneklerine bakacak olursak konuyu net bir şekilde görmek mümkündür. Böylece, Vehhabilerin kavramları haksız yere kullandıkları ve çarpıttıkları hemen görülür. Şöyle ki Kur’an’dan mealen: - Bu budur! Her kim de Allah’ın şeâirine (alâmet, nişane) tâzimde bulunursa, bilsin ki bu, kalplerin takvâsındandır. 22/32 Bu ayetle ilgili olarak Kur’an’a bakıldığında Allah’ın, Kurbanlıkların ve kurban kesme olayının tâzim edilmesini emrettiğini görmek mümkündür. Bunun yanında, Kabe Arafat, sefa ve Merve gibi kutsal yerlerinde tâzimi olayı vardır. Kurbanlık olayının tazimi İslam’da övülen bir durum olurda, Peygamberi, takvalı Mümin kimseleri ve şehitleri tâzim edip, sevip saymak ve ziyaret etmek mi İslam’a uygun olmamış hatta şirk olmuş olur. Bunu iddia edenler, Kur’an öğretisinden haberi olmayan ve Kur’an’a inanmamış olan kimselerdirler. Tavaf olayıyla ilgili olarak ta, Kuran’dan mealen: - Onlara (cennette) canlarının çektiğinden meyve ve et verdik. 52/22 - Orada birbirleri ile kadeh çekişirler. Onda ne bir saçmalama vardır, ne de günaha sokma! 52/23 -Kendilerine mahsus ve sedefteki inci gibi hizmetçiler, onları tavaf ederler. 52/24 İslam dinine göre, hizmetçilerin efendilerini tavaf etmeleri uygun olur da, müminlerin, Peygamberin türbesini veya salih kimseleri tavaf etmeleri niçin uygun olmasın ki, uygundur ve bundan Allah rızası amaçlandığından övülecek bir harekettir. Allah, İblise Adem’e secde etmesini emretti, bu secde olayıyla İblisten istenen Ademe ibadet etmesi değildi, Adem’i kendisinden büyük sayıp tazim etmesiydi. Bu İblisin nefsine ağır geldi ve Allah’a isyan etti, Allah’ta onu lanetledi. Bu secde olayını birçok kimse, sanki İblisten, Ademe ibadet etmesi istenmiş gibi algılanmaktadır, İslam dininde Allah’tan başkasına ibadet olmaz, İblisten istenen sadece Adem’e secde yoluyla tazim yapmasıydı. İslam dininde Allah’ın üstün kıldığı kimselere tazim, övülen bir husustur. Şu var ki Kimlerin üstün kılındığının, Kur’an’da belirtilen kimseler olması gereklidir. Hiç kimse kendi keyfine göre,

Allah’ın üstün olduklarını bildirdiği kimseler dışındakilere, İslam dini adına üstünlük atfedemez. Aksi takdirde, insanların İslam dinindeki konumları belirsiz bir çok kimseye İslam dini adına türbe yapıp onlara taptıkları doğrudur. İşte İslam dinine göre yasak olan bu gibi durumlardır. Görüldüğü gibi Vehhabilerin bu konuda yapmış oldukları iddialar, birçok yönden Kur’an’a uymayan iddialardır. 7- “Falcılara, müneccimlere inanmak şirktir” demeleri. Bu konuda doğruyu söylemektedirler, İslam dinine göre, Fala; falcılara ve müneccimlere inanmak, böylece gaybı (bilinmeyeni) bilebileceğine inanan, Allah’a şirk koşmuş olur. Kur’an’dan mealen: - De ki: “Göklerde ve yerde Allah’tan başka gaybı kimse bilmez”. Onlar ne zaman dirileceklerini de bilmezler. 27/65 8- Mevlid okunmasına karşı çıkmaları Bilindiği gibi, Mevlid okunması, Peygamberin doğumuna sevinmek, kutlamak ve övmek için yapılan bir toplu kutlamadır. Peygamberin doğumuna sevinmek, Peygamberi övmek iyi bir şeydir de, Peygamberi övüyoruz diye İslam dininde yeri olmayan bir sürü saçmalık sıralamak, Peygamberi övmek değildir. Bu toplantılarda mevlit diye okudukları sözleri Kur’an’ın önüne geçirmek veya Kur’an’la aynı şeymiş gibi kabul etmek İslam dini açısından olacak şey değildir. Bizzat şahit olduğum bir olayda, mevlithanlardan biri. Bu mevlit Kuran’dır, Kuran’dan alınmadır diye takdim etti. İslam dinine karşı böylesine bir saçmalığı sanırım, Ebu Cahil bile sarf etmemiştir. Peygamberi övmek isteyenler ona salavat getirsinler, Kur’an’da belirtilen hususiyetlerini anlatsınlar, doğru olan budur. 9- “Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevekkül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, küfre girmiştir” demeleri.

İslam dininde dua, doğrudan Allah’a yapılır. Kullar, birbirlerinin iyiliği için Allah’a dua edebilirler, Allah’ım falana rahmet et, ona şifa ver demek, İslam dinine aykırı olan bir dua değildir, örneğin: cenaze namazı ölü için Allah’a yapılan bir duadır. Fakat duası beklenen şahsı, Allah’la kendisi arasında bir baskı vasıtası görmek, ona yalvarmak, ona adak adamak, İslam dininde kabul edilmeyen ve kişiyi müşrik yapan davranışlardır. Hele, Allah’tan başkasına dua etmek, dua yoluyla ondan yardım beklemek, o kişiyi İlah edinmedir ve dolayısıyla şirktir. Kur’an’dan mealen: - (Yâ Rabbi), Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz! 1/5 10- “Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bidat) ortaya koyan kimse mel’undur ve ortaya attığı şey de reddedilir”demeleri.

Hiç kimse Allah’ın kitabı olan Kur’an’a aykırı ve onda temelini bulmayan her hangi bir şeyi İslam dini adına ortaya koyamaz. Öyle bir şeye inanması ve iddia etmesi Kur’an’ı red etmesi; dolayısıyla İslam dışı olması demektir. Sünnet konusuna gelince, Peygamber hiçbir zaman Kuran’a aykırı bir dini tebliğ yapmamıştır. Fakat

kendileri de bir Sünni ekol olmaları itibariyle, peygambere mal etmek suretiyle, sünnet diye neleri rivayet ettiklerini bu kitabın birinci cildinde uzun uzadıya örneklerle izah ettim. Dolayısıyla yapmış oldukları dini tehditleri bizzat kendileri işlemektedirler. 11- Nazar değmemesi için nazar boncuğu taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzeri şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belânın, hastalığın yok olması için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere saygı gösterip onlardan dua yoluyla yardım dilemek, şirktir” demeleri.

Nazar değmemesi için, nazar boncuğu taşımak taşımak gibi şeylere inanmak, muska takmak suretiyle muskanın kendisini koruyacağına inanmak şirktir. Kurban yalnız Allah için kesileceğinden, Allah’tan başkası için kurban kesmek şirktir. Allah’ın kutsal olduğunu bildirdiği, örneğin: Tuva vadisi ve Kabe gibi şeyler dışında herhangi bir şekilde, ağaç ve benzeri şeyleri kutlu saymak şirktir, zira bir şeyi kutsal yapan Allah’tır, Allah’ın kutsal kılmadığını hiç kimse kutsal sayamaz. Yani kısaca bu konuda iddia ettikleri, fal açmak ve Allah’tan başkasından dua yoluyla bir şey istemek dahil olmak üzere söyledikleri doğrudur. 12- “Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. Namazı terk eden kimse kafirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürtet) hükmü verilir” demeleri.

Beş vakit namaz cemaatle kılınabileceği gibi yalnızda kılınabilir. Kur’an’dan mealen: - Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri uzaklaştırır. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. 11/114 Ayet mealinde görüldüğü gibi, namaz kılma emri tekildir, bundan da kişinin tek olarak, farz namazlar dahil olmak üzere namaz kılabileceği anlaşılır. Cemaatle namaz konusunda ise Kur’an’dan mealen: - Namaz kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle berâber rükû edin. 2/43 Böylece, tek veya cemaatle namaz kılmanın mümkün olduğunu görmek mümkündür. Cemaatle namaz kılmak iyidir, fakat farz olması Cuma namazıyla ilgili bir husustur; Cuma namazının cemaatle kılınması farzdır. Diğer namazlar, cemaat imkanına rağmen hem cemaatle, hem de fert olarak yalnız kılınabilirler. Namazın terk edilmesi olayına gelince. Namazı terk eden Mümin değildir, zira namazı terk etmek Müminlerin vasıflarından değildir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen: - Felâha ulaştı o müminler, 23/1 - Ki onlar, namazlarında saygılıdırlar, 23/2 - Onlar namazlarını (vakitlerinde kılarak) korurlar. 23/9 Vehhabilerle ilgili olarak 13 ve 14 no.lu şıklardaki iddialara daha önce

değindiğimden tekrarlamayacağım, şu kadarını söyleyeyim ki, bu iddialarıyla onlar açık bir şekilde Allah’ı Tecsim etmektedirler, yani cisim saymaktadırlar. Allah’ı cisim saymak şirktir. Diğer taraftan, Kütüb-i Sitte’deki ve Müsned’teki rivayetleri kabul etmekle, Kur’an’dan uzak oldukları gibi, bu inançları dolayısıyla Kur’an’ın İslam öğretisini red etmektedirler. Örneğin, Kur’an’da, ab dest alırken ayakların mesh edilmesi (silinmesi) emredilmiştir. Kur’an’ı dikkate almayarak ab destte ayaklarını yıkayan Vehhabiler, İslam dini adına olur olmaz iddialarda bulunacaklarına önce gidip ab dest almasını öğrensinler.

Vehhabileri, diğer Kütüb-i Sitte bağlılarından farklı inançları, ana hatlarıyla bu şekildedir. Diğer taraftan, Kütüb-i Sitte’deki bütün, Kur’an’a aykırı hususları aynen kabul ettiklerinden, Kur’an’dan çok uzaktırlar.

İMÂMİYYE ŞİASI (İsnâaşeriyye) ON İKİ İMAM MEZHEBİ Bugün İran’da yaygın olarak bulunan bu mezhebe “Câferiyye” mezhebi de denmektedir.

Bunlar on iki masum imam kabul ettiklerinden dolayı, İsnâaşeriyye, yani on ikiciler; İmamlara inanmayı imanın şartlarından biri olarak gördüklerinden “İmâmiyye”; hem itikad hem de ibadet ve muâmelâtta İmam Câfer es-Sadık’ın görüşlerine dayandıklarından “Câferiyye” de denmiştir.

Bunlarında İslam anlayışlarının esasını diğer Sünni mezheplerde olduğu gibi, Tek başına Kur’an değil, Kur’an ve Onunla birlikte rivayetler teşkil etmektedir. Bir Sünni mezhep olmalarına rağmen diğer Sünni mezheplerden ayrı olmalarının nedeni, hadis kaynaklarıyla ilgilidir. Zira bunlar, Kütüb-i Sitte’yi kabul etmeyip, kendilerine ait “Kütüb-i Erbaa” denen dört hadis kitapları ile Nehc’ül-Belâğa isimli kitapları bulunmaktadır. Hadis külliyatlarının ayrı olmasını temel fark olarak görmemin nedeni, gerek İmamet anlayışlarındaki farklılıklar olsun, gerekse diğer bazı farklılıklar olsun dayanağını hadis külliyatlarının değişik kaynaklı olmasından almaktadırlar. İnançlarını ele alıp Kur’an’la karşılaştırdığımda, zaman, zaman anlarla diğer Sünni gruplar arasındaki bazı farklılıklara dikkat çekmeye çalışacağım.

Şia’i İmâmiyye'nin hadis anlayışı ve << Kütüb-i Erbaa - Dört Kitap>> denen hadis kitapları ve yazarları şunlardır: Şia’i İmamiyye, tıpkı Ehlisünnet gibi, hadislerin geçerli olup olmaması konusunda o hadisin İsnat ettiği yani dayandığı ravi zincirini esas almakta, fakat Ehlisünnet farklı olarak, kendilerince kabul edilen hadislerin Ehl-i Beytin, cedlerinden rivâyet edilmiş olduklarını iddia etmektedirler. Yani, kendilerince bir hadisin kabul görmesi için o hadis senedinin, Örneğin: Sâdık, Bâkır’dan, o, babası Zeyn’ül-Abidin Ali’den, o, babası Huseyn-i Sıbt’tan, o babası Emir’ül-Mü’minin’den, o da Hazret-i Resûlullah’dan (Sallâllahu aleyhi vesellem) rivâyet ederse kabûl ederler. Böylece Ehlisünnetin, sahabe yoluyla gelen hadislere uyma iddiasına karşılık, İmâmiyye, Ehlibeyt İmamları yoluyla gelen hadislere uyduklarını iddia

etmektedirler. Dikkat edilirse her iki tarafta da, temelde sistem aynı olup, hadisin kabulüne esas Kur’an ölçüsü olmayıp, hadisin dayandığı senettir.

Ehlisünnetteki altı hadis imamı ve bu imamlara ait Kütüb-i Sitte denen altı hadis külliyatına karşılık. Şia’i İmamiyye mezhebinde üç hadis imamı ve bu imamlara ait Kütüb-i Erbaa denen dört hadis kitabı külliyatı vardır. Şöyle ki:

1. Ebû Ca’fer Muhammed b. Ya’kuub-i Küleydi (H.328 veya 329, M.939 Bağdat’ta Vefat) ye ait “el-Kâfi fi İlmi’d-Din” veya “Kafi” isimli hadis kitabında 16199 hadis bulunmaktadır. Kitabını Usûl ve Fürû’a dair iki bölüme ayırmıştır. I-VII. Bâbına el-Usûl mine’l-Kafi; VIII-XXX. Bâblarına da el- Fûrû’mine’l-Kafi denir. Ehlisünnette Buhari ne ise Şia’ İmamiyye de de Küleyni odur. İddia ettiklerine göre Gaybet-i Suğra zamanında yani Mehdinin küçük gizlenme döneminde Küleyni’nin “Kafi” isimli eseri, Mehdiyle irtibatta olduklarını iddia ettikleri dört sefir tarafından Mehdiye arz edilmiş ve Mehdi’nin bu Kitab için << Kâfi, Şiamıza kafidir>> dediğini rivayet etmişlerdir. Bundan da çok önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, Mehdi tarafından onaylanmış ve içerdiği hadis senetleri Ehlibeyt’e dayalı olan “Kafi” adlı hadis külliyatının her hadisi, kendisini Şia’ İmamiyye mezhebine mensup gören herkesi kesin olarak bağlayıcı bir nitelik taşımaktadır. Her ne surette olursa olsun bu hadislere aykırı söz söyleyen kimse, kendisini Şia’ İmamiyye mezhebinin bir ferdi olarak saysa dahi, tam anlamıyla Şia’ İmamiyye mezhebinin bir ferdi olmayıp, söylemiş olduğu aykırı söz yalnız kendisini bağlamakta olup, bu sözüyle Şia İmamiyye mezhebinin dışına çıkmış olur. Yani eleştiri yapanın eleştirisi yalnız kendisini bağlar, Mehdinin onayladığı hadisleri eleştirmekle de Şia İmamiyye mezhebinin dışına çıkmış olur

2. Ebû - Ca’fer Muhammed b. Ali b. Huseyn b. Mûsâ b. Babeveyh’il - Kum mi (355/966 da Bağdat’a gelmiş, 381/991 de Rey’de vefât etmiştir.)nin <<Men Lâ Yahzuruh’ul - Fakıyh>> adlı eserinde 9044 hadis mevcuttur. “İbn’ Babeveyh” “Şeyh Sadûk” lakaplarıyla da anılan Ebû - Ca’fer Muhammed b. Ali’ye << Ebû - Ca’fer-i Sâni>> de denir. Şeyh Müfid’in üstadıdır. Yazmış olduğu

3. <<Men Lâ Yahzuruh’ul - Fakıyh>> isimli hadis külliyatı Şia-i İmamiyye’nin hadise dâir ikinci ana kaynağını teşkil eder.

4. Ebû - Ca’fer Muhammed b. Hasan b. Aliyy-i Tûsi (Vefat 460/1068) nin ustaları. Bağdat da ders almış olduğu Şeyh el-Mufid ve Şerif el-Murtazâ’dır. Böylece Şeyh Sadûk’un eğitmiş olduğu şeyh Müfid tarafından eğitilmekle, eğitim yönünden Şia İmâmiyyenin ikinci hadis imamı Şeyh Sadukla bağlantısı açıktır. <<Şeyh’ut - Taife, Şeyh’ul - İmamiyye>> ve << Şeyh Tûsi>> diye anılan Muhammed b. Hasan’a <<Ebû Ca’fer’i Salis>> de denir. Hadis konusunda iki eser yazmış olup, bunlar 13059 hadis ihtiva eden <<Tehzib’ül - Ahkam>> ile 5511 hadis ihtiva eden <<El - İstibsâru fi Ma’htelefe fihi mine’l - Ahbar>> isimli eserdir. Bu iki eser Şia İmâmiyyenin üçüncü ve dördüncü hadis külliyatını teşkil etmektedirler. Bu dört hadis külliyatından başka Şerif er-Radi (406/1016) tarafından yazılmış olan, ve Ali b. Ebi - Talibe isnad edilen hüdbeleri, sözleri, öğütleri, vasiyetleri, mektupları ve vecizeleri içeren << Nehc’ül-Belâğa >> isimli kitapta yine Şia İmâmiyyenin temel kaynaklarından biridir.

Şunu da belirteyim ki, nasıl peygamber adına hadisler uydurulmuşsa, Şia İmamiyye tarafından Ehlibeyt olarak tanımlanan, aslında peygamberin Ehli olan kimseler adına da hadisler ve sözler uydurulmuş olduğu hususunun da dikkate

alınması gerekir. Bu itibarla uydurulmuş olan sözler, peygamberin Ehlini değil, uydurmuş olan kimseleri bağlar. Şia İmamiyye kaynaklarından örnekler verdiğimde bu hususun böylece dikkate alınması gerekir.

I- ŞİA İMAMİYYE’YE GÖRE KUR’AN VE HADİSLERİN KONUMU 1- Hadislerin, Kur’an âyetlerini nesh yani iptal edebileceğini iddia etmeleri:

Bu konuda, Nehc’ül- Beleğa’da, Kur’an’da farz olmalarına rağmen bazı ayetlerin iptal edildiğinin sünnetle bildirildiğini böylece sünnet esas alınarak Kur’an’da farz olan ayetlerin iptal edilebileceğini yani sünnetin Kur’an ayetlerini nesh edebildiğini açıkça ifade etmişlerdir. Her ne kadar bu sözde, sünnet nesh etmiyor, nesh edildiği sünnetle bildirilmiş demekteyseler de bu neticeyi değiştirmeyen bir dil sürçmesinden başka bir şey değildir. Çünkü netice itibarıyla sünnet, Kur’an ayetlerini iptal etmiş olmaktadır. Bununla da yetinmeyerek, Kur’an’da nesh edilmiş bazı ayetlerin, nesh edilme olayını sünnetin iptal ettiğini ve uygulanmaları sünnet tarafından devam ettirilir demektedirler. Özetlersem; Sünnetin Kur’an ayetlerini nesh edebileceğini ve hatta Kur’an’da nesh edilmiş ayetlerin neshini iptal edebileceğini iddia ederler. Bunun manası hem dıştan, hem de içten Kur’an’a tahakküm çabasıdır. Söyledikleri söz şudur: “Öyle âyetler vardır ki kitapta farzdır da nesh edilişi sünnetle bildirilmiştir. Öyle âyetleri de vardır ki sünnetle vâcip olmuştur, kitaptaysa terk edilmesine ruhsat verilmiştir.” (Nehc’ül- Belâga. Terceme, Abdulbaki Gölpınarlı, Sayfa 26 Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı. ) Bu iddialarının fıkıhlarında da geçerli olduğuna dair örnekler: “Resûlullah evli olarak zina edeni recmetmiş, sonra ona namaz kılmıştır, mirasını da, miras düşenlerine vermiştir. Adam öldüreni öldürmüş, mirasını pay etmiştir. Hırsızlık edenin elini kestirmiş, evli olmadığı halde zina edeni dövdürmüş fakat sonra Müslümanların haklarından onlara düşen hakkı da kendilerine teslim eylemiştir;” (Nehc’ül- Belâğa. Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı, Terceme, Abdulbâki Gölpınarlı, Sayfa 250-251 ). “Aklı başında olan birisi, bilerek dileyerek, kendisine helâl olmayan bir kadınla buluşursa, evli değilse, bekârsa, İslâm hükmünce ona yüz sopa vurulur; sonra başı traş edilerek bir yıl müddetle, bulunduğu şehirden uzaklaştırılır. Bu cezâyı yerine getirmek, İslâmi hükümetin vazifesidir. Kadın da rızâsıyla, dileyerek bu işi işlemişse yüz kamçı yer. Zinâ eden, evliyse, şehevi duygusunu meşru’ olarak helâlıyla tatmin edebileceği cihetle ona yüz kamçı vurulduktan sonra recmedilerek öldürülür; kadın da aynı cezâya çarptırılır.” (Ca’feri Mezhebi ve Esasları. Yazan, Âyetullah Kâşif-ül Gıtâ. Çeviren Abdulbaki Gölpınarlı, Zaman Yayınları 1979 baskısı Sayfa 107. ) Böylece , Kur’an’da olmayan recm cezasını, rivayetleri esas alarak uyguladıklarından, sünnet yoluyla; bu Konudaki Kur’an ayetini nesh etmiş olmaktadırlar.

Evli, bekar ayırımına göre, zina olayına recm cezası uygulamanın, Kur’an’a aykırı olduğunu, ve bu şekilde bir uygulamanın, bu konuyla ilgili Kur’an ayetini nesh olduğunu, Kütüb-i Sitte konusunu işlerken, Kur’an’dan örnekler vererek belirttim.

Şia İmamiyye mezhebinde, Ehli Sünnet mezheplerinde olduğu gibi, Kur’an’a aykırı birçok dini uygulamalar mevcuttur. Kur’an’a aykırı yapılan her uygulama, Kur’an’ın o konuda bildirmiş olduğu hükmü red veya başka bir ifadeyle nesh veya iptal manasındadır. Konuları işlemeğe devem ettiğimde bunlardan örnekler verdim. Recm olayına, Kur’an’ı nesh edişlerine bir örnek olsun diye burada deyindim. 2- Kur’an hakkındaki itikatları: Dünyanın neresine gidilirse gidilsin iki değişik Kur’an bulmak mümkün değildir. Kur’an, Allah tarafından korunduğu gibi; Kur’an’ı taklit etmek mümkün değildir. Bu itibarla, gerek Ehli Sünnetin elinde mevcut olan, gerekse Şia İmâmiyyenin elinde mevcut olan Kur’an aynıdır ve Kur’an’ın kendisidir. Fakat iki tarafın elinde mevcut ve kendilerince geçerli olan rivayetlerde Kur’an’a karşı birçok saldırılar mevcuttur. Ehli Sünnetle ilgili olarak Kütüb-i Sitte’yi işlerken bunlara ait örnekler verdim. Şimdi Şia İmâmiyyenin bu ellerindeki rivayetlere dayalı olarak dediklerine bakalım: Şia İmâmiyyenin, Buhari’nin Sahihine mukabil olarak gördükleri el- Kuleyni (ö. 329/941)nin “el-Usul Mine’l-Kafi” isimli kitabında: “Ca’fer-i Sâdıktan rivâyet edilen bir habere göre “Cebrâil’in Hz. Muhammed’e getirdiği Kur’ân, 17.000 âyet idi” denilmektedir. Bu habere göre Kurân’ın büyük bir kısmının zâyi edilmiş olacağı intibâı verilmektedir. Şii anlayışına göre bu kaybolan kısım Ehl-i Beyt indinde muhafaza edilmektedir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 422 “Alıntısı, el-Kâfi IV. 446.” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. ) “el-Kuleyni, Ebû Abdillah’a bir söz atfeder. Uydurma olduğu açıkça belli olan bu uzun söze göre güya Peygamber (S.A.V). Ali’ye bir kapı öğretmiş ki. Her kapıdan bin kapı açılırmış. Ali evlâdında, el-Câmi’ denilen, Hz. Peygamber’in arşını ile yetmiş arşın uzunluğunda, Peygamber tarafından Ali’ye yazdırılmış bir sahife varmış. Bu sahibede helâl, harâm ve insanların muhtaç olduğu her şey yazılı imiş. Bir de Hz. Fâtıma’nın Mushaf’ı varmış ki, bu günkü Mushaf’ın üç misli büyüklüğünde imiş ve onda bu günkü Mushaf’tan tek kelime dahi yokmuş.”

“Daha garibi de var: Allah’ın Resûlü vefat edince, Fâtıma çok ağlamış, onu teselli etmek için bir melek onunla konuşuyormuş. Fâtıma bunu Ali’ye şikâyet etmiş, Ali demiş ki: - Meleğin geldiğini hissedince bana söyle. Nihayet Fâtıma meleğin geldiğini Ali’ye söylemiş. Emiru’l - Müminin (Ali) melekten duyduğu her sözü yazmış. İşte o sözlerden bir Mushaf meydana gelmiş. Yalnız bu Mushaf’ta helâl ve harâma dâir bir şey yokmuş da gelecekte vuku bulacak olaylar varmış.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 423-424. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )

“Peygamber (a.s.) hasta döşeğinde yatarken Ali’ye (r.a.): - Ali, dedi. Kur’an döşeğimin altında sayfalar, ipek ve varaklar üzerinde bulunmaktadır. Onları alın toplayın. Yahûdilerin Tevrât’ı zâyi ettikleri gibi, siz de Kur’an’ı zâyi etmeyin. Ali gidip, Kur’an’ı sarı bir örtü içine doldurdu, evine götürüp üzerine mühür vurdu, “bunu derleyip bir araya getirmedikçe abamı giymeyeceğim” dedi. Kapısına biri gelse onu karşılamak için abasız çıkardı. Nihayet Kur’an’ı derledi. Derledikten

sonra insanlara çıkardı: - İşte Allah’ın Kitabı, onu Allah’ın Muhammed’e indirdiği biçimde iki kapak arasına topladım dedi. - Bizim yanımızda Kur’an’ı içinde toplayan bir Mushaf var, bizim senin dediğine ihtiyacımız yok dediler. - Vallahi dedi, benden günah gitti. Bundan sonra onu bir daha göremezsiniz, ben size haber vereyim dedim.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 422-423. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )

“İmamiyye Şia’sı, bazı ayetlerin, bazı kısımlarının çıkarıldığına kâil olmuşlardır. Bunlara âit misalleri el-Kuleyni’nin “el-Usûl Mine’l-Kafi”sinden vermeye çalışalım: Ahzâb Sûresinin 71. Ayetini “Kim Allah’a ve Peygamberine (Ali ve Ali’den sonraki imamlarının velâyeti hususunda) itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş olur” şeklinde okumuşlar ve bu âyet böyle nâzil oldu, şeklinde Ca’fer-i Sâdıktan nakletmişlerdir.” Böylece parantez içerisinde ki ifadenin Kur’an’dan çıkarılmış olduğunu iddia etmektedirler.

“Nisâ sûresinin 66 ncı ayetinin bir bölümü olan”... Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için daha iyi olurdu” âyetini “kendilerine verilen (Ali hakkındaki) öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için daha iyi olurdu” şeklinde indiğini söylemektedirler.”

“İsrâ Sûresinin 89.“...öyleyken insanların çoğu (küfürde) nankör olmakta direndiler” âyetini” ...öyleyken insanların çoğu (Ali’nin velâyeti hususunda) nankör (kafir) olmakta direndiler” şeklinde Cibril’in indirdiğini. Kezâ, Kehf sûresinin 29. “De ki: Gerçek Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin, şüphesiz zalimler için ateş hazırladık” ayetinde Cibril’in “De ki (Ali’nin velâyeti hakkındaki) gerçek Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz (Muhammed’in ashâbından olan) zâlimler için ateş hazırladık” bu şekilde indirdiğini söylemişlerdir.”

“Bakara sûresinin 59. “(Buna rağmen içlerinden) zulmedenler sözü, kendilerine söylenenden başka bir şekle çevirmişlerdi de, Biz de, o zâlimlerin üzerine fasıklık etmelerinden dolayı gökten bir azab indirmiştik” âyetine, Cebrâil’in, Peygamber’e “ Âma, (Muhammed ashâbının hakkına) zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü, başka sözle değiştirdiler. Bizde, (Muhammed ashâbının hakkına) zulmeden zâlimlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik” şeklinde indiğini zikretmektedirler.

Bakara sûresinin 23. “Kulumuz (Muhammed)’e indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin...” âyetini, Cebrail’in, Muhammet’e “Kulumuz Muhammet’e (Ali hakkında) indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe ediyorsanız, sizde onun benzeri bir sûre meydana getirin” şeklinde indiğini söylemişlerdir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 den alıntılar. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. ) “Kısacası, ilk asırdan beri İmâmiye şiası iddialarına göre Ali ve Ehl-i Beyti öven bir çok âyet Kur’an’dan çıkarılmıştır. Diğer bir deyimle Kur’an, Ebû Bekr, Ömer ve Osman tarafından tahrif edilmiştir. Meselâ, Ahzab sûresi, Enâm süresi kadar uzundu. Bu sûreden Ehl-i Beytin faziletleriyle ilgili âyetler çıkarılmıştır. Fâtıma’nın Mushaf’ı elimizdeki Kur’an’ın üç misli kadar büyüktü” diyebilmektedirler. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 444 “Alıntısı, el-Kâfi I. 239.” Diyanet

İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. ) Bu şekilde daha birçok misalleri gerek el-Kâfi’de ve gerekse diğer İmamiyye Şia’ı kitaplarında bulmak mümkündür. Her ne kadar İmamiyye Şia’ı tarafından din alimi olarak kabul edilen bazı kimseler, İmamiyye Şia’sının muteber kabul ettiği rivayet kaynaklarında mevcut olan bu iddiaları kabullenmiyorlarsa da, bu gibi kimselerin karşı çıkması şahsi iddiadan öteye gitmez, zira bir inanışta sistem önemlidir. Öyle ki bu müelliflerin kendi hadis kitaplarından habersiz olmaları ve bu hadislere dayalı olarak İmamiyye Şia’sınca benimsenen sistemden habersiz olmaları beklenemez. Onun için bazı kimselerin kısmi öz eleştiriler yapmalarının sistemleri açısından pek bir önemi yoktur. Bütün Sünni gruplarda; İmamiyye Şia’sı ve diğerlerinde değişmez kural, Kur’an’a karşı hadislerin baskın olduğu inancıdır, diğer bir ifadeyle, daha öncede birçok yerde örnekleriyle belirttiğim gibi, hadislerin Kur’an’a karşı öncelikli ve Kur’an ayetlerini nesh ede bildiği inancıdır. Zaten böyle bir inanç, Kur’an’la olan bütün bağları koparma ve Kur’an’ı açıkça reddetme manasındadır. İslam dini açısından olmazsa olmaz olan şu hususlar muhakkak dikkate alınmalıdır:

1- Kur’an, Allah tarafından korunmuş olduğundan, hiçbir yaratık tarafından değiştirilemez. Ona batıl sokulamaz. Aksini iddia etmek Kur’an ayetlerini red etmek olduğu gibi; Kur’an’a karşı haksız bir iftira olmaktan da öteye gidemez. Kur’an’dan mealen: - Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz; ve O’nun koruyucusu da elbette biziz. 15/9 - O (yanlış yola sapa)nlar kendilerine gelen Zikri (Kur’an’ı) inkâr ettiler. Halbuki o, öyle eşsiz bir Kitâb’dır. 41/41 - Ki ne önünden, ne de ardından ona bâtıl gelmez, hikmet sâhibi, çok övülen (Allah)dan indirilmiştir. 41/42 2- Kur’an Batıni (gizli) öğreti ihtiva etmeyen; Mubin (apaçık ) bir kitaptır. Onda ki öğretinin, hiçbir şifre, labirent veya muamma yönü yoktur. Anlaşılması, Allah tarafından kolaylaştırılmış olmakla; anlaşılması kolay, Bütün dini hususlarda yol gösterici; her çeşit örneğe sahip; dini hiçbir konuda acze düşmeyen, İslam dini öğretisinde başka hiçbir kaynağa ihtiyaç göstermeyen hür bir kitaptır. Onu başka kaynaklara muhtaç göstermek isteyenler, onu anlamamış ve onu tahakküm altına almak suretiyle susturmak isteyen; Kur’an karşıtı kimselerdirler. Onun ayetleri mufassal (detaylı) indirilmiş olduğundan kendi dışındaki hiçbir tefsire de ihtiyacı yoktur. Peygamber dahi ona uymakla yükümlüydü. Ve daha birçok özellikleri vardır; bunların tamamından bahsetmek ayrı bir kitap yazmayı gerektirdiğinden sadece bazı örnekler verecek olursam, mealen: - Elif lâm râ . Bunlar Kitâb’ın ve apaçık (mûbin) Kur’an’ın ayetleridir. 15/1 - Tâ sin. Bunlar Kur’an’ın ve apaçık (mûbin) Kitâb’ın ayetleridir. 27/1 - Elif lâm râ. (Bu), bir Kitâb’dır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. 11/1 - Onunla (Kur’an’la) Allah rızâsının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve

onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola iletiyor. 5/16 - Allah, size Kitabı açıklanmış (tafsilatlı) olarak indirmiş iken ben ondan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine Kitab verdiklerimiz. O (kur’a)nın, gerçekten Rabb’in tarafından indirilmiş olduğunu bilirler, onun için hiç kuşkulananlardan olma. 6/114 - Rabb’inin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir. 6/115 - Yeryüzünde bulunan (insan)ların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar. 6/116 - De ki: “Ben peygamberlerden ilk (defa gelen de) değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben ancak bana vahy olunana uyuyorum. Ben bir uyarıcıdan başka bir ferd değilim!” 46/9 - Rabbi’nin Kitabı’ndan sana vahye dileni oku: O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O’ndan başka sığınılacak bir kimse de bulamazsın. 18/27 - (Peygamberler), apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için sana da bu Kur’an’ı indirdik. Umulur ki düşünüp anlarlar. 16/44 - Bu (Kur’an) insanlara bir açıklama, (Allah’tan) korkanlara yol gösterme ve öğüttür. 3/138 - Andolsun biz Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık, ama insanlardan çoğu, inkarda (kafirlikte) direttiler. 17/89 - Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık. Ama insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür. 18/54 - Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’an’da insanlara her türlü misali verdik. 39/27 - Her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit getirdiğimiz gün, senide bunların üzerine şahit getirmiş olacağız. Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan ve müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik! 16/89 - Andolsun! Biz, Kur’an’ı zikir (öğüt alınması) için kolaylaştırdık. Artık öğüt alan yok mudur? 54/17 Görüldüğü gibi, Kur’an, Allah’ın korumasında olan değiştirilemez bir kitaptır, aksini iddia etmek, bu konuda yukarıda mealini yazmış olduğum ayetleri inkar etmek olduğu gibi daha başka birçok ayeti de inkar etmek demektir. Kur’an’dan herhangi bir şeyi inkar etmek ise küfürdür. 3- Kur’an’da bâtın yani gizli mana olduğunu iddia etmeleri: “İmamiyye Şia’sı, Kur’an’ın zâhir (açık) ve bâtın (gizli) manası olduğunu ileri sürer...... Onların iddialarına göre Allah Teâla, Kur’an’ın zâhirini, tevhide, nübüvvete ve risalete

çağırmaya; batınını da, imâmet, velâyet ve buna bağlı olan şeylere davete mahsus kılmıştır.................. İnsan için Kurân’ın zâhiri nasıl vacip ise bâtınına inanmak da aynı şekilde vaciptir.” derler. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 416.)

“Kur’an’ın zâhiri manasına, bâtini yönden verdikleri mana, zâhiri manaya ne kadar uzak olursa olsun, İmamiyye Şia’sı, bu iki mana arasında mutlaka bir alaka kurmaya çalışır. Ve bütün gayretlerini bu işe sarf ederler. Bu iki mana arasında bir tenasüp (uygunluk) teşâbün (benzerlik) kurmaya kalkarlar. Bâtıni manaya inanma işini birazda zorla kabul ettirmeye çalışırlar ve şöyle derler: İnsan Kurân’ın zâhiri nasıl vâcib ise bâtınına inanmak da aynı şekilde vâciptir. Bu, Kurân’ın muhkem ve müteşabihine, nâsih ve mensûhuna inanmanın vâcib oluşu gibidir. Bu ilme tafsilli (detaylı) bir şekilde ulaşmak ta ehl-i beyt yoliyle olur, derler. Kısacası, Kurân’ın her iki manasını da yalnız ehl-i beytten gelir. Her iki manayı ancak ehl-i beytten olanlar bilir, başkaları değil bâtınını, zâhirinin bile birçoğunu bilemezler. Ehl-i beytten gelen mana anlaşılmasa dahi kabul etmek icâp eder. Kişi zâhire inanıp bâtınına inanmazsa her ikisini inkar eden gibi küfretmiş olur.” iddiasındalar. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 416-417. )

“Kur’an’ı Kerim bütün ilimleri kapsamakta ve sayısız batınları içermektedir.” “Kur’an’ın bilgi çehrelerinden henüz kimi perdeler kalkmış değildir.” (Hamd, Endişe Yayınları. Sayfa 13 Mayıs 1990. Ali Asgar Rabbani-yi Halhali.) İmamiyye Şia’sının bütün bu sözleri Kur’an’a uymayan iddialardır. Kur’an tamamen açık manalı, batın öğreti yönü olmayan, anlaşılması özel kimselerde; özel ırklarda ve soylarda tekelleşmeyen, her insanda mevcut olan normal duyularla anlaşıla bilen bir kitaptır. Onda asla batın öğreti diye bir husus mevcut değildir. Açık mana herkesçe aynı şekilde anlaşılabilecek olan sabit ve istismara müsait olmayan bir manadır. Batın mana ise bunun tam zıddı olarak, iddia edecek herkesin keyfi yorumuna bağlı ve istismara müsait ve asla yol gösterici olmayan bir manadır. Bu inanç yönünden öyle bir felaket bir olaydır ki, tek bir batın iddiasıyla dahi kalmadan, batının da batını şeklinde sürer gider. Bu konuda, İmam Ali ibn-i Ebi Tâlibe atfedilen Nehc’ül-Belâga’da şöyle denmektedir:

“Gerçekten de Kur’an’ın dışı güzel mi, güzeldir; insan şaşırır kalır; iç yüzüyse derin mi, derindir; sonuna erilemez; künhüne (tamamına) varılamaz. Sırlarının sonu bulunamaz.” (Nehc’ül- Belâga. Terceme, Abdulbaki Gölpınarlı, Sayfa 95 Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı. )

Görüldüğü gibi, Kur’an ayetleri için açık ve sabit bir mana kabul etmeyerek, sonsuz derecede gizli manalar iddia etmektedirler. Ve hatta demektedirler ki: “Kur’an’ın devre mahsûs manası vardır. Zaman değişmesiyle, Kur’an’ın manası yenilenir (tazelenir). Buna bağlı olarak bir birine muhalif, zıt manalar olabilir. Ayetin başı bir şey sonu başka bir şey için geçerli olabilir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 418. ) Böylece, Kur’an ayetlerinde istikrar olmadığını söyledikleri gibi, ayrıca zıtlık (çelişki) olabileceğini de iddia etmektedirler. Durumun böyle olmadığını, Kur’an ayetlerinden örnekler vererek belirtmeden önce batini tefsir anlayışlarıyla ilgili örnekler verecek olursam:

İnşikak sûresinin (mealen) 19. “(Ey İnsanlar) Siz mutlaka tabakadan tabakaya bineceksiniz.” ayetinin batini manasında, bu ümmetin de geçmiş ümmetler gibi, peygamberlerden sonra gelen vasilere zulmedeceklerine işaret olduğunu söylerler. Onlara göre zâhirde genellik ifade eden lafız, bâtında özellik ifade edebilir. Mesela, “el-Kâfirun” lafzı zahirde bütün kafirleri ifâde edebilirken, bâtında da Ali’nin velâyetini inkâr edenleri, kastettiğine hükmedilir. Zahirde (açık manada) geçmiş milletlere veya onların fertlerine âit olan bir hitap, bâtini manada bu ümmete hitap olabilir. Meselâ, A’raf sûresinin (mealen) 159. “Musa kavminden bir cemaat vardır ki, hakka irşat ederler ve hak ile hükmederler.” ayetindeki “Musa’nın milletini” bâtini manada manada “İslam ehlidir” demişlerdir. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 417-418 Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )

Gerçekte, ayette bahsi geçen kimseler İslam ümmetinin mensuplarıdırlar, fakat bu, Kur’an’da onlardan konu itibariyle belirli bir topluluk olarak bahsedilmediği manasına gelmez.“Bazen da sadece bâtın manayı kullanarak zâhiri terk etmişlerdir. Meselâ, Isrâ Sûresinin 74-75. “Sana sebat vermemiş olsaydık, an dolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatında, ölümünde kat kat azabını taddırırdık, sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın” âyetinde, onlar zâhiri manasının murad edilmediğini, Hz. Peygamber’e böyle bir hitâbın lâyık olamayacağı düşüncesinden hareket ederek bu âyette Hz. Peygamber’in kast olunmadığını, kast olunanın geçmişte olan bir kimse olduğunu yahut ta (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle) kabilinden olduğunu söylerler.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 418

Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. ) Yahut ta, Yunus sûresinin 15. âyetinde geçen “Kafirlerin mevcut kuranı istemeyerek , peygamberden değiştirmesini ve başka bir Kur’an getirmesini” istemeleri olayını. İmâmiye şiası, Ali’ye irca ederek, “ Ali’yi değiştir” şeklinde anlaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Halbuki, Kur’an’da geçen sözlerin ne Ali’yle nede Ali’nin hilafetiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. (Bak.Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 418 Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. )

Bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nehc’ül-Belâga’da, Ali’ye isnat ettikleri şu söz dikkate alındığında. Onların, Kur’an denince ne anladıkları kolayca anlaşılır. Şöyle ki: “Ali (A.M.) İbn-Abbâs’ı Haricilerle görüşmeye gönderirlerken, << Onlarla Kur’an’a dayanarak bahse girişme; çünkü Kur’ân bir çok yönü olan, türlü yorumlarla yorumlana bilen bir kitaptır; sen söylersin, onlar da söylerler: onlara sünnete dayanarak delil getir; çünkü ondan kaçmaya yol bulamazlar>> buyurmuşlardır. ( Târih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik Sayfa 25-26, Abdulbâkıy Gölpınarlı, Alıntısı Nehc’ül-Belâğa tercemesi ve şerhi; s.324-325. Der Yayınları İstanbul 1987.) Evet, Kur’an konusundaki bir iddiaları da bu şekildedir. Bu öylesine ağır bir sözdür ki, Kur’an’dan öte, Allah’a bir saldırı ve iftiradır. Zira söyledikleri bu sözlere göre, İslam dini, Allah kelamı olan Kur’an’dan anlaşılmamakta, başka bir ifade ile, Allah, indirmiş olduğu Kur’an’la İslam dinini net bir şekilde öğretememekte, kul sözleri ise net ve anlaşılır bir şekilde İslam dinini ortaya koya bilmektedir. Şu bilinmelidir ki, herhangi bir şeyi öğretmede en üstün ve en yüce olan Allah’tır. Allah’ın kelamı olan Kur’an en açık ve en kolay anlaşıla bilen

bir kitaptır. Allah, hiçbir hususta acze düşmez, her istediğini hakkıyla yapandır. Allah’ın her istediğini öğretmeye gücü yeter. O’nun öğretmediği herhangi bir şeyi, kainatta kimse bilemez. Kur’an ise öğrenelim diye bizler için indirmiş olduğu bir kitaptır. Bu konuda örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen: - Rahmân (çok merhametli Allah). 55/1 - Kur’an’ı öğretti. 55/2 - İnsanı yarattı. 55/3 - Ona beyânı (konuşup, düşüncelerini açıklamayı) öğretti. 55/4 Peygamberler dahil herkes, Allah’ın öğretmesine muhtaçtır. Zira, peygamberlere de öğreten Allah’tır. Kur’an’dan mealen: - Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz da. O (nun getirdiği), sâdece bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. 36/69 - (Bu Kur’an Muhammed’e verildi)ki, diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azab) sözü hak olsun. 36/70 - (Allah) Âdem’e isimlerin tümünü öğretti, sonra anları meleklere arz edip: “Haydi, doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin.” dedi. 2/31 - Dediler ki: “Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim ilmimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) en iyi bilen, alim ve hakim olan ancak sensin. 2/32 Kur’an’da batini hiçbir öğreti olmadığına dair Kur’an’dan mealen: - Andolsun, sana apaçık âyetler indirdik, onları yoldan çıkmışlardan başkası inkâr etmez. 2/99 - Andolsun ki biz size (gerekeni) açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvâya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik. 24/34 Kur’an her isteyenin keyfine göre türlü yorumlara gelen; mana istikrarından uzak bir Kitab değildir. Haşa, böyle bir durum söz konusu olsaydı, çelişki ve eğriliklerle dolu olurdu. Kur’an’da çelişki ve eğrilik yoktur, Kur’an’dan mealen: - O Allah’a ham dolsun ki, kuluna Kitâbı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı. 18/1 - Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer (o) Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şeyler bulurlardı. 4/82 Kur’an ayetleri muhkem olup kesindir. Kur’an’dan mealen: - Elif lâm râ. (Bu), Kitâb’dır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri kesin (muhkem) kılınmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. 11/1

Kur’an en doğru yola götürür. Kur’an’dan mealen: - Geçekten bu Kur’an en doğru yola iletir ve iyi işler yapan müminlere, kendileri için büyük bir ecir olduğunu müjdeler. 17/9

Kur’an’da her türlü misal vardır. Kur’an’dan mealen: - Andolsun biz Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık, ama insanlardan çoğu, inkarda (kafirlikte) direttiler. 17/89 - Andolsun biz bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık. Ama insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür. 18/54 En güzel izah tarzı ve en güzel öğretim Kuran’dadır. Kuran’dan mealen: - Biz, bu Kur’an’ı vah yetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen o (Kur’an)n’dan önce (bunları) bilmeyenlerden idin. 12/3 - Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu Kitap’tan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitab Allah’ın doğruluk rehberidir. Onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi de saptırırsa ona yol gösteren bulunmaz. 39/23 Kur’an hak ile bâtılı birbirinden ayıran ciddi bir sözdür. Kur’an’dan mealen: - Dönüşü olan göğe an dolsun. 86/11 - (Bitkilerin çıkması için) yarılan yere an dolsun ki, 86/12 - O (Kur’an), elbette (hak ile batılı) ayırt edici bir sözdür. 86/13 - O, şaka değildir. 86/14 - Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar. 86/15 - Ben de (onları yakalamak için) bir tuzak kuruyorum 86/16 - Hele sen o kafirlere mühlet ver, biraz bırak onları. 86/17 Kur’an, anlaşılması kolay bir kitaptır. Kur’an’dan mealen: - Andolsun! Biz, Kur’an’ı zikir (öğüt alınması) için kolaylaştırdık. Artık öğüt alan yok mudur? 54/17-22-32-40 Görüldüğü gibi, Kur’an’a batini yön isnat etmeleri ve Kur’an anlaşılmaz demeleri, Kur’an’a aykırıdır.

4- Kur’an’ı tefsir etmeleri ve tefsir anlayışları: Ehl-i Beyt imâmlarını, dinin bütün meselelerinde olduğu gibi, tefsir ilmi konusunda da yegane merci kabul ederler. Bunun için tefsirde son söz yine imamlarındır, onlara göre, Kur’an’ın gerçek tefsirini imamlar bilir ve yalnız onlardan gelen tefsir rivayetleri makbuldür. Zira derler ki, bütün peygamberlerin ilmi Ali’de ve ondan sonra gelen imâmlarda toplanmıştır. Bu konuda Peygambere şöyle bir haberi de söyletebilmişlerdir.

“Peygamber’e (S.A.V.) Ali (R.A.) hakkında sorulduğunda; “hikmet ona bölündü, dokuzu Ali’ye,, biri de insanlara verilmiştir” dedi. (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 443. )

Daha öncede söylediğim gibi, yapmış olduğum eleştirilerde, imam Ali’yi veya O’nun evladını eleştirmeyi amaçlamadığımı. Nasıl ki, Resûlullah adına hadis adı altında söylemediği birçok söz uydurulmuşsa, aynı durumun Ali ve Evladı içinde geçerli olduğunu belirtmiştim. Kaldı ki benim şahsen, Ali ve Evladı için büyük bir saygı ve sevgim vardır. Zaten benim bütün yazılarımdaki eleştirilerim, Kur’an’da kötü oldukları belirtilmiş olan şahıslar hariç, direk şahıslar olmayıp, Kur’an ölçüsüne göre, Kur’an karşıtı sözler ve oluşumlardır. İmamiyye Şia’sının yapmış olduğu tefsirler, çoğunlukla siyasi amaçlı, övgü içerikli tefsirlerdir. şöyle ki: - Güneşe ve onun aydınlığına andolsun, 91/1 - Onu takip ettiği zaman aya andolsun, 91/2 - Güneşi ortaya çıkardığı zaman gündüze an dolsun, 91/3 - Onu örttüğü (her tarafı karanlıkla bürüdüğü) zaman geceye andolsun 91/4 Mealini yazmış olduğum Şems Sûresinin 1-4 ayetlerini tefsir ettiklerinde. “Güneşi Peygamber (S.A.V.)le, Ay’ı Ali (R.A.) ile; Gündüzü, Hasan (R.A. Ve Hüseyn (R.A.) ile; Geceyi de Ümeyye oğulları ile tevil etmişlerdir.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 439, “Alıntısı, Şevâhidut-Tenzil II. 333.” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1988. ) Bu iddialarına göre, Allah, gece dolayısıyla Ümeyye oğulları üzerine de yemin etmiş olmaktadır. Gerçekten bu İmamiyye Şia’sının görüş açısı yönünden anlaşılmaz bir durumdur. Zira onlar, Ümeyye oğullarını aynı şeytan gibi görmektedirler, hal böyle olunca, iddialarına göre nasıl olurda, Allah, şeytanla eşdeğer olarak kabul ettikleri Ümeyye oğulları üzerine haşa yemin etmiş olur. Ümeyye oğulları konusundaki görüşleriyle ilgili olarak Nehc’ül Belâğa’da şöyle demektedirler: “Andolsun Allah’a ki Ümeyye oğulları, Allah’ın hiçbir harâmını helal saymadan, hiçbir dini bağı çözmeden bırakmazlar bu işi. Taşla kerpiçle yapılmış bir ev, ovaya kurulmuş bir çadır kalmaz ki zulümleri, oraya girmemiş olsun; hiçbir yurt bulunmaz ki onların cevrine karşı koysunda yıkılmadan durdun.......” (Nehc’ül- Belâga. Terceme, Abdulbâki Gölpınarlı, Sayfa 225 Neşriyat Yurdu, Yeni Şark Maarif Kütüphanesi 1972 baskısı. )

Tefsir anlayışlarının esasını siyasi amaçlar şekillendirdiğinden, kendilerine dayanak bulabilmek için, bu konuda da, Kur’an’ın, Zahir ve Bâtın manası olduğunu ileri sürerler. “Onların iddialarına göre Allah Taâla, Kur’an’ın zâhirini tevhide, nübüvvete ve risalete çağırmaya; batınını da, imâmet, velayet ve buna bağlı olan şeylere davete mahsus kılmıştır.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 416.)

Ve derler ki: “İnsan için Kurân’ın zâhiri nasıl vâcip ise bâtınına inanmak da aynı şekilde vaciptir. Bu Kurân’ın muhkem ve müteşâbihine, nâsih ve mensûhuna inanmanın vâcip oluşu gibidir. Bu ilme tafsili bir şekilde ulaşmak ta ehl-i beyt yoluyla olur. Kısacası, Kur’an’ın her iki manası da yalnız ehl-i beytten gelir. Her iki manayı ancak ehl-i beytten olanlar bilir, başkaları değil bâtınını, zahirinin bile birçoğunu bilemezler. Ehl-i beytten gelen mana anlaşılmasa dahi kabul etmek icap eder. Kişi, zâhire inanıp bâtına inanmazsa, her ikisini inkâr eden gibi küfretmiş olur.” (Tefsir Tarihi, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu C.1 Sayfa 416-417.)

Böylece Kur’an’da batın öğreti olduğunu iddia etmekle yetinmeyip, İnsanlarla Kur’an arasına perde örmeye çalışarak, insanların Kur’an’ı hür bir şekilde anlamalarını, amaçları doğrultusunda engellemeye gayret ettiler. Hal bu ki, Kur’an insanların hür bir şekilde anlamaları için inmiş bir kitaptır. İnsanları bu öğretiden uzaklaştırmaya çalışmak, Kur’an’a karşı koymaktan başka bir şey değildir. Kur’an’dan mealen: - Biz (bu) Kitâbı, insanlar için, sana hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır, kim de saparsa kendi zararına sapmış olur. Sen onların üzerine vekil değilsin. 39/41 Böylece, İmamiyye Şia’sı, Sünnilikle beraber, Batıniliğe sıkı sıkıya yapışmıştır. Daha önce, Kur’an’dan örnekler verip, belirttiğim gibi, Kur’an açık ayetlerden müteşekkil olup, hiçbir Batıni öğreti içermez. Aksini iddia etmek, Kur’an ayetlerini inkar etmek manasında olduğu gibi, böyle bir inkar, İslam yolundan çıkmanın ta kendisidir. Kur’an’dan mealen: - Andolsun, sana apaçık âyetler indirdik, onları yoldan çıkmışlardan başkası inkar etmez. 2/99

İMÂMİYYE ŞİASI’NIN İMAMET KONUSUNDAKİ İNANÇLARI Caferilik mezhebi veya diğer bir adıyla, İmamiyye mezhebi, bir Sünni mezhep olmasına rağmen, kendisini diğer Sünni mezheplerden en önemli hususların başında bu mezhebe tabi olan şahısların on iki masum imama inanmaları ve bu masum inanmayı imânın şartlarından saymalarıdır. Bunlara göre imamları halk seçemez, imamlar peygamberler gibi, Allah tarafından seçilerek görevlendirilmiş kimselerdirler. Bu inançlarına göre kabul ettikleri imamlarla peygamberler arasındaki tek fark isim farklılığından başka bir şey değildir. Böylece, İmamiyye Şiasına göre, bir kimsenin mümin olabilmesi için on iki masum imama inanması ve onlara tabi olması şarttır. Peygamberleri red etmek nasıl ki İslam dininden çıkmaya sebep ise, imamları reddedende tıpkı bunun gibi, Mümin olamaz.

Daha önce, gerek imamlık konusuna, gerekse mehdilik konusuna ve bunlarla ilgili olarak Ehli-Beyt konusuna (Birinci Ciltte) değindim, fakat konunun Caferilerle ilişkisi açısından tekrar kısaca değinmeyi gerekli görüyorum. Zira, Caferilerin inancını anlamak için bu konuların bilinmesi temel teşkil eder. Öyle ki, kendilerini bu İnançla tanıtarak adlandırmaktadırlar. İmamlık konusunu imanın şartlarından saymaları bu konuya verdikleri önemin tipik örneğidir. Şöyle demektedirler: “İmâmetin, usûl-i dinden olup imânın, ona inanmakla tamamlanacağına itikad etmekteyiz...... İmâmet nübüvvetin devâmıdır. Peygamberleri göndermek , nasıl bir lütuf ise, peygamberlerden sonra, onun yerine İmâmı naspetmek de lûtufdur ve vücut-ı zâti ile Allah’u Teâlâ’ya vacibdir; bu bakımdan İmâmet, ancak Allah’u Teâlâ’dan nass ile, yâhud o İmamdan önceki İmâmın, onun İmâmetini beyaniyle tahakkuk eder; insanların seçmesiyle, istemesiyle olmaz; insanlar dilediklerini İmam olarak tâyin, yâhud dilediklerini azl hakkına da sâhip değillerdir. Aynı zamanda insanlar, imamsız kalamazlar; çünkü Rasûl-i Ekrem Sallâllahu aleyhi ve selle, << Kim zâmanın İmâmını bilmeden, tanımadan ölürse, câhili yet ölümü üzere ölmüştür >> buyurmuşlardır.”” “Aynı zamanda asırlardan bir asrın, halkın kendisine itâati farz edilmiş bir İmamsız geçmesi de mümkün değildir. İnsanlar, onu kâbul etseler de etmeseler de, ona yardımda bulunsalar da, bulunmasalar da, ona muti olsalar da, her asırda, her zaman,Allah tarafından nasbe dilmiş bir imam mevcuttur. İmâmın, halk tarafından tanınıp bilinmesi, yâhud bilinmemesi, Hazret-i Peygamberin (S.M.) mağarada, Ebû-Tâlib şı’bında gizlenmeleri gibi halktan gizlenmesi aynıdır; nitekim aklen, bu gizlenmiş zâmanın uzun, yâhud kısa olması arasında da fark yoktur. Allah’u Teâlâ, << Her topluma bir hidayet veren vardır>> 13/7 ve << Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir korkutucu çıkmasın >> buyurmaktadır. (35/24)” (Şia İnançları, Yazan: Muhammed Rızâ’l-Muzaffer, Çeviren: Abdulbâkıy Gölpınarlı. Sayfa: 50-5. Zaman Yayınları 1978. ) Dikkat edilirse, imamları dini açıdan peygamberlerle bir saymakta ve peygamberlerden farklı olarak da, imam toplum içinde mevcut olamazsa, hiç kimse onunla konuşma ve görme imkanına sahip almazsa, ona hiçbir şey sormak veya cevap almak mümkün olmazsa, kısacası toplumla hiçbir irtibatı olmadan, sadece hayalde yaşıyor olsa ki, bununla iddialarınca mağarada gizlenmiş ve halen asırlardan beri hiç kimse ile, hiçbir hususta irtibatı olmayan, var olduğuna iman ettikleri “Mehdi”yi kastetmektedirler. Ve bütün bunlara rağmen Mehdi’nin imamlığına iman etmeyen kimselerin mümin olamayacağı iddiasındadırlar. Şia’i İmâmiyyenin inancına göre, Mehdi: “Şii-İmâmiyyenin on ikinci ve son imam olarak inandıkları Muhammed b. El-Hasan 15 Şaban 255/30 temmuz 869 tarihinde Samarra’da doğmuştur. Onun 9 Rebiyülevvel 258/24 Ocak 872 veya 8 Şaban 256/11 Temmuz 870 tarihinde doğduğu da rivayet edilir. Babası el-Hasan el-Askeri, annesi de Nercis Hatun’dur.

Künyesi, Şii rivâyetlere göre, Hz. Peygamber’in künyesinin aynı, Ebu’l-Kasım’dır. Pek çok lâkabı vardır: Sâhibu’z-Zaman (Zamanın Sâhibi) el-Kaaim (Ayakta Duran), el-Huccet (Kesin Delil), el-Muntazam (Beklenen) el-Mehdi (Hidâyet Olunmuş).bunlardan en meşhûru el-Kaaim el-Muntazar ve el-Mehdi’dir. Şii-İmamiyya, On ikinci İmam’ın adını söylemez. Lâkabı ile andıktan sonra “Accelallahu Ferecehu,, (Allah Onun Zuhurunu Çabuklaştırsın) derler.

Hakkında daha fazla tarihi malûmata sâhip bulunmadığımız Muhammed b, el-Hasan, Şii-İmamiyye’nin inancına göre, babası el-Hasanu’l-Askari’nin vefatından

sonra, evlerinde serdar’a girerek gözden kaybolmuştur; hâlen sağdır ve Kıyâmetten önce mehdi sıfatıyla zuhûr ederek zulümle dolmuş dünyayı adâletle dolduracaktır. Bu, bir inanç esâsıdır.” (İmâmiyye Şiası, Yazan: Prof. Dr. Ethem Rûhi Fığlalı, Sayfa, 171-172, Selçuk Yayınları.)

Bu öyle bir inançtır ki, Mehdi, hiçbir toplumun içinde mevcut değil, hiç kimseyle bir irtibatı yok fakat aynı zamanda iddialarınca uyarıcı ve yol gösterici imiş. Böyle bir iddia ise hayali bir doğmayla uğraşmaktan başka bir şey değildir. Ve şunu derim ki, halen beklemekte olduğunuz masum imam, üç yaşlarında olduğu bir sırada 1125 yıldan yıldan beri, mağarada gizli olup ondan bir ses çıkmadı. Üstelik, en ufak bir köy muhtarı kadar, ne dini, nede dünyevi herhangi bir işte etkinliği veya müdahalesi yok iken, böyle birisi var olsa dahi ne faydası olur? Kaldı ki, O bir mevcut olmayandır. Ondan size hiçbir menfaat geldi mi? Geçip gidenlere bir menfaati olmadığına göre, bundan sonra da, kıyamete kadar gelecek olanlara faydalı olması nasıl beklenir. Kıyamete birkaç gün kala gelmesinin, o güne kadar gelip gidenlerin faydası açısından hiçbir önemi olamaz. Aslında, O sizce kayıp, bence ise hiç yoktur.

Evet, umut edip bekledikleri 12. İmamın durumu bu şekildedir. Öbür on bir imamın ise vefat ettiğini ve dünya hayatından uzaklaştıklarını kendileri de kabul etmektedirler. Anlaşılan odur ki, iddialarının dünya yaşamında herhangi bir aktif güncelliği olmadığını kendileri de anlamış olduklarından, kendilerine yaşayanlardan, seçim yoluyla yönetici imamlar seçtiler ve bugün, sandık başında seçmiş oldukları kimseler tarafından yöneltilmektedirler. Her ne kadar seçmiş oldukları bu kimselere, “İmamın Vekili” veya başka bir ifadeyle “Velayeti Fakih” diyorlarsa da, bu bir dil sürçmesinden başka bir şey olmayıp, gerçekte iddia etmiş oldukları on iki imamın dışında kendi reyleriyle seçilmiş imamlar tarafından yöneltilmektedirler. Bugün yönetimleriyle ilgili olarak yaşamakta oldukları fiili durum bu şekilde olup, aksine iddiaların gerçek manada bir önemi yoktur. Onlar bugünkü fiili durumlarıyla on iki imam iddialarının dışına çıkmışlardır. Bu durum, hayali gerçeklerle, somut gerçeklerin mücadelesinde, somut gerçeklerin galip gelmesi olayıdır.

Uygulama imkanı olmayan ve aynı zamanda hayat gerçekleriyle bağdaşmayan hayali iddialler hiçbir zaman tatbik imkanı bulamazlar, öyle ki, aradan geçen asırlar içerisinden, şimdiye kadar dünyada yaşamış olan tüm insanlar, İmamiyye Şiasının iddia etmiş olduğu Mehdi’yi başlarına imam olarak getirmeyi amaçlamış olsalar dahi, buna imkan bulamazlardı, zira mevcut olmayan ve olması da mümkün olmayan hayali durumların, realite olarak gerçeğe dönüştüğü görülmüş şey değildir.

Ayrıca, İmamlık Liyakati olarak ileri sürmüş oldukları on iki imam iddiaları Kur’an’la da bağdaşmamaktadır. Kur’an’a göre, Allah nezrinde üstünlük takva derecesine göredir. Takva ise, akrabalık olayından bağımsız bir olgudur. Akrabalık bağı, Allah nezrinde geçerli bir olgu olmuş olsaydı bütün insanlar, Allah nezrinde üstün bir dereceye sahip olmuş olurdu, zira bütün insanlar Adem’in çocuklarıdır, Adam ise ilk mürşit ve ilk peygamberdi, böylece bütün insanların, Kur’an öğretisine göre peygamber çocukları olduğu açıkça görülmüş olur. Fakat bu olgu onlara bir şey kazandırmaz. Kazandıran tek olgu takvadır. Peygambere ehil olarak akrabalık bağlarıyla yakın olmak sevinilecek bir olaydır, fakat İmam Ali’nin ve çocuklarının, Müminler tarafından bu kadar çok sevilmelerine esas neden, yüksek takvalarıdır. İmam, Ali olsun, onun temiz çocukları olsun

Müminlere imam olmaya layık çok değerli kimseler idiler. Benim burada konu ettiğim onların değerli şahsiyetleri değil, İmamet konusunda, Kur’an’a göre İslam sistemini göstermektir. Kur’an’a göre imamet soya bağlı olmayıp, bütün Müminlerin hak kazanabileceği şahsa bağlı bir olaydır. Buna göre herhangi bir mümin imam olabilir. Zaten, başka türlü, tatbiki yönünden bir uygulaması olamaz. farz edelim ki bugün Mehdi mevcut olmuş olsun ve İmam mevkiinde bulunmuş olsun, vefat ettiğinde ondan sonra kıyamet binlerce sene sonra olmuş olsa, ondan sonra kendisi dışında bir imamın olması muhakkak gerekecektir, o zaman on iki imam iddia etmenin manası nedir. Kıyamete, iddia ettikleri gibi 40 gün veya 40 sene kala mehdi gelmiş olsa bile netice yine değişmez. Zira şimdiye kadar olduğu gibi, şimdiden sonra da Mehdi gelinceye kadar çok uzun bir zaman geçmesi halinde, imamsız geçecek asırların, imamsız geçmemesi için, on iki imam dışında gereğe göre imamlar kabul etmekten başka bir izahını yapamazlar. Nitekim, bugün uygulamada yaptıkları da zaten budur. Kabul ettikleri on iki imam şunlardır: Eb’ül - Hasan Ali b. Ebi - Talib (El - Murtazâ). Hicretten 23 yıl önce H. 40 Ebû - Muhammed Hasan b. Ali (Ezzeki) H. 2 - 50. Ebû - Abdullah Huseyn b. Ali (Seyyid’üş Şühedâ) H.3 -61. Ebû - Muhammed Ali b. Husyen (Zeynülabidin) H. 38- 85. Ebû - Ca’fer Muhammed b. Ali (El - Bâkır) H. 57 - 114. Ebû - Abdullah Câ’fer b. Muhammed (Es - Sâdık) H. 93 - 148. Ebû - İbrâhim Mûsâ b. Cafer (El - Kâzım) H. 128-193 Eb’ül - Hasan Ali b. Mûsâ (Er - Rızâ) H.148-203. Ebû - Cafer Muhammed b. Ali (El - Cevâd) H. 195 - 220. Eb’ül - Hasen Ali b. Muhammed (El- Hâdi) H. 212 - 254. Ebû - Muhammed Hasan b. Ali (El - Askeri) H. 232-260. Muhammed el - Mehdi b. Hasan el - Askeri H. 260 - ? İmamıyye Şiası, Ali b. Ebi - Talib’in, Peygamberin amcası oğlu ve aynı zamanda damadı olması hesabıyla, hem Ali’nin, hem de çocuk ve torunlarının, peygamberin Ehlibeyt’i yani hane halkı olduklarını iddia etmişlerdir, böylece kabul ettikleri on iki imamın, peygamberin Ehlibeyt’i olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Birinci ciltte, Ehli Sünneti izah ederken, Kur’an’dan örnekler vermek suretiyle, bir kimsenin damadı, amca oğlu olsa dahi “Ehlibeyt‘i” yani Hane Halkı olamayacağını, zira Hane Halkı kavramının bir çatı altında yaşayan fertlerine ait bir kavram olduğunu izah etmeye çalıştım. İmamiyye Şiası ise peygamberin eşlerini dahi, peygamberin hane halkı olmaları gerçeğinden dışlamışlardır. Bu konuyla ilgili olarak Kur’an’a bakıldığında yaptıklarının Kur’an’a uymadığını ve dolayısıyla, Allah’ın “Ehlibeyt” tanımına karşı çıktıkları açıkça görülür. Ali aba iddiasıyla peygamberin Ehlibeyt’ini, beş fertten müteşekkil sayarak, bunlarında peygamber dahil olmak üzere, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin, olduğunu söylemişlerdir. Halbuki, Ali bir aile reisidir ve kendisine ait Ehlibeyti vardır. Peygamberde bir aile reisidir ve kendisine ait Ehlibeyti vardır. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin ise peygamberin ehli beyti olmayıp, Mümin ve iyi kimseler olarak, peygamberin “Ehli” dirler. Daha öncede belirttiğim gibi, “Ehil” olma Ehlibeyt olma durumundan daha üstün bir konumdur. Örneğin Ehlibeyt’ten olan eşler, boşanma durumunda Ehlibeytlikten çıkarlar, fakat akrabalıktan gelen Ehillik ise sosyal bağların son bulmasıyla son bulan bir olay değildir ve daha köklüdür.

Peygamber eşlerinin, peygamberin Ehlibeyti olduğuna dair, Kur’an’dan örnekler verecek olursam, mealen: -Ey peygamber! eşlerine söyle: “Eğer siz, dünyâ hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size mut’a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım" 33/28 -”Eğer Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır." 33/29 - Ey peygamberin kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun için azab iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır. 33/30 - Fakat sizden kim Allah’a ve Resûlüne itâate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükâfatını iki kat veririz ve (cennette) onun için bol rızık hazırlamışızdır. 33/31 - Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’ın buyruğuna karşı gelmekten) korunursanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel, (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin. 33/32

- Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliye (çağı kadınları)nın açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak (kırıta kırıta) yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itaad edin, Ey Ehl-i Beyt (ey peygamberin ev halkı), Allah sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 33/33 - Sizin evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, Şüphesiz Allah lâtiftir, haber alandır. 33/34 Görüldüğü gibi, peygamberin ehl-i beyti olarak eşleri tanımlanmış ve onlara hitap edilmiştir. Peygamberlerin eşleri ve Ehl-i Beyt’lik konusunda bir örnekte, Kur’an’daki Hûd Sûresi 71,72,73, ten gösterebiliriz, mealen: - (İbrâhim’in) karısı, ayakta duruyordu. (Bunu duyunca) güldü. Biz ona İshâk’ı müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakûb’u. 11/71 - (İbrâhim’in karısı) “Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!" 11/72 - (Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey Ehl-i Beyt! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur." 11/73 Görüldüğü gibi, peygamberlerin eşleri, Kur’an’da, Allah tarafından peygamberlerin Ehl-i Beyt’i olarak tanımlanmışlardır. Aksini iddia etmek, Kur’an ayetlerini inkar etmek demektir. Zaten Ehl-i Beyt tanımı, daha öncede ifade ettiğim gibi, hane halkı demektir. Hane halkı ise aynı çatı altında yaşayan ve birbirleriyle akrabalık bağıyla bağlı olan, aynı mutfağı ve Ekonomik imkanları paylaşan kimselerdirler. Birden fazla evleri olsa dahi, bir aile reisinin başkanlığı altında bir topluluk meydana getirirler. Hane halkını meydana getiren en önemli esaslardan bir tanesi, aile reisinin eşleridir. Zira eşler temel esastır. Çocuklar dahi

babalarıyla aynı çatı altında yaşadıkları müddetçe babalarının ehl-i beytidirler, ayrılıp yeni bir ev kurduklarında ise yaşadıkları o evin ehl-i beyti olmuş olurlar, artık öz babalarının ehl-i beyti değil, iki tarafında mimin kimseler olmasıyla da, İslam dinine göre bir birlerinin ehli olmuş olurlar. Bu ifadelerle, Kur’an’a göre Ehl-i Beyt kavramını izah etmeye çalıştım. Bunun içinde iki şeye dikkat çekmek istedim, birincisi, Ehl-i Beytin, bir aile reisine ait bir evde yaşayanlar ve o aile reisinin onların geçiminden mükellef olması, ikincisi, Ehl-i Beyt’i meydana getiren en önemli esaslardan bir tanesinin, o aile reisine ait eşlerin, o aile reisinin Ehl-i Beyti olduğu hususudur. Kur’an ayetlerinde de bu husus açıkça görülebilir. Bir çok kimseler bu kavramı saptırmaya çalışarak, peygamberin eşlerinin, peygamberin Ehl-i Beyt’i olmadığını ısrarla iddia etmişlerdir. Bu ise, Kur’an’a aykırı olan bir husustur. Yoksa, zan edilmesin ki, biz peygamberin akrabalarını sevmiyoruz. Biz peygamberin tüm yakınlarını, Ehl-i Beyti olsun veya olmasınlar çok büyük bir sevgiyle severiz. Özellikle, şehit Hüseyin’e, Yezit tarafından yapılan haince saldırının acısını asla unutmuş değiliz. O, Hüseyin’ki, Müminlere imam olmak ona ne güzel yakışırdı. O, Hüseyin’ki, İslam’da olmayan ve Emeviler’in getirmiş olduğu, babadan oğula devreden saltanata karşı kıyam etmişti. O’na selam olsun, o ne güzel şehit ne güzel peygamber torunu idi.

Peygamberin tüm yakınlarını sevmek, İslam dininde mecburi olan bir husustur. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Allah’ın, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarına müjdelediği (Cennet bahçeleri ve Rabları katında diledikleri her şey) işte budur. (Ey Muhammed!) De ki: “Buna karşılık sizden yakınlara sevgi dışında, herhangi bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse, biz de onun bu iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır; iyiliklere çok karşılık verendir. 42/23 Müminlere imam olmak, takvalı bütün müminler için müşterek bir olaydır. Bu itibarla, takvalı her mümin, Irkı, kabilesi, soyu, ataları kim olursa olsun, müminlere imam olabilir. Babadan oğula veya biat almadan her ne şekilde olursa olsun, saltanat veya krallık İslam dininde red edilmiştir. Bu hususlarla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen: - Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için kavimlere ve kabilelere ayırdık ki Allah yanında en değerli olanınız. O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. 49/13 Görüldüğü gibi, bütün insanların aynı ana babanın çocukları oldukları vurgulanmış olup, bu bakımdan eşit oldukları belirtilmiştir. Bütün insanlar aynı ana babadan çoğalmış olmalarına rağmen, bu üreme olayında hiçbir zaman kardeş kardeşe evlilikte olmamıştır. Başka bir ifadeyle, nasıl ki bugün İslam dininde “ensest” ilişki nasıl yasaksa ilk insan olan Adam ve Havva zamanından bu tarafa da her zaman yasak olmuştur. Allah’ın bazı toplumlara ceza olarak bazı yasaklar getirmesi bir tarafa, temel yasaklar bidayetten bu tarafa hep yasak olmuştur. Örneğin: İçkinin haram olması, kumarın haram olması, haksız yere bir insanın öldürülmesinin yani katilliğin haram olması başlangıçtan bu tarafa hep haram olagelmiştir, kardeş kardeşe evlilikte tıpkı bu haramlar gibi, başlangıçtan bu tarafa hep haram yani yasaktır. Zira, Allah’ın kanununda değişme meydana gelmez. Allah, sünneti gereği olarak, birileri için ayrı, birileri için ayrı kanun koymaz ve değiştirmez.

Kur’an’dan mealen: - Allah’ın, öteden beri süregelen kanunudur bu: Allah’ın kanununda bir değişme bulamazsın. 48/23 ( Ayrıca bak: 17/77, 33/62, 35/43. Ayetler.) Şimdi dense ki, o zaman nesiller nasıl üredi? Kur’an’ın bu konuda seçenek olarak bıraktığı tefekkür, Adem ve Havva’dan ilk doğan çocukların iki veya ikiden fazla kız çocukları oldukları ve bunlarında babasız olarak, erkek ve kız çocukları doğurduğu ve doğurmuş oldukları bu çocukların ilk etapta teyze çocukları olarak evlendikleridir. Bu tür evliliklerde nesep olarak helal evliliklerdir. Kur’an ışığında “hikmet gereği” bu konunun anlaşılması bana göre bu şekildedir. Halen, tabiat ta babasız doğum yapan canlıların olması da bu görüşü destekleyen bir husustur. Konumuza dönecek olursak, Kur’an’dan mealen: - Rabb’i bir zaman İbrahim’i bir takım kelimelerle sınamış o da onları tamamlayınca: “Ben seni insanlara imam yapacağım.” demişti. “Soyumdan’da (imamlar yap, ya Rabbi!)” dedi. (Rabb’i): “Zalimlere ahdim ermez (onlar için söz vermedim.)” buyurdu. 2/124 İbrahim peygamberi, Allah insanlara imam yapmıştı. İbrahim peygamber, Allah’tan, dilekte bulunarak soyundan da imamlar yapmasını istemiş. Allah, İbrahim peygambere imamlık işinin soy işi olmadığını, önemli olan, soyun değil de, takvanın olduğunu belirtmiştir. Zira dikkat edilirse İbrahim peygamberin bizzat kendisi, Allah tarafından sınanmış, sınanma neticesinde imamlığa Liyakatli olduğu ortaya çıkmıştır. İmamlık işi takvaya bağlı değil de, babasının kim olduğuna bağlı olmuş olsaydı, İbrahim peygamber imam olamazdı. Zira, İbrahim peygamberin babası bir putperesti, sonra imanda etmedi. Kur’an’dan mealen: - İbrahim, babası Âzer’e demişti ki: “Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.” 6/74 - Ve kitapta İbrahim’i de an. Şüphesiz o çok sadık bir peygamber idi. 19/41 - Babasına demişti ki: “Ey babam! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun?” 19/42 - “Ey Babam, bana sana gelmeyen bir ilim geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim.” 19/43 - “Ey Babam! Şeytana ibadet etme; zira şeytan, Rahman’a âsi olmuştur.” 19/44 - “Ey abam! En sana Rahmân’dan bir azâbın dokunmasından korkuyorum. O zaman (sen), şeytanın dostu olursun.” 19/45 - (Babası): “Ey İbrâhim, sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, an dolsun seni taşlarım. Uzun süre enden ayrıl git!” dedi. 19/46 Görüldüğü gibi, bir peygamberin babası müşrik bir kimse olabiliyor. Aynı durum peygamberlerin çocukları içinde geçerlidir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen: - Gemi, onarı dağlar gibi dalga(lar) arasından geçirirken Nûh, bir kenarda duran

oğluna: “Yavrum, bizimle berâber (gemiye) bin, kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi. 11/42 - (Oğlu): “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” dedi. (Nûh): “Bugün, Allah’ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur, ancak O’nun rahmet ettiği (insanlar kurtulur).” dedi. Ve aralarına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu. 11/43 Ayrıca, peygamber eşi olmalarına rağmen, Nûh’un karısı ve Lût’un karısı mümin olmadılar ve Allah’a asi oldular ve kafir olarak öldüler; Bu konuda, Kur’an’dan mealen: - Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler, onlara hıyânet ettiler. Kocaları, Allah’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): “Haydi, girenlerle berâber siz de ateşe girin” denildi. 66/10 Allah’a en çok asi olmuş olanlardan bir tanesi de, Fir’avn’dur. Buna rağmen karısı mümin idi. Kur’an’dan mealen: - Allah, iman edenlere de, Firavun’un karısını misal vermektedir. O şöyle demişti: “Rabb’im bana yanında cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden kurtar. Ve beni şu zâlimler topluluğundan kurtar!” 66/11 Bu durum karşısında, bir kimse çıkıp ta aynı soydan gelenlerin veya her hangi bir şekilde bir birleriyle akrabalık bağıyla bağlı olanların, bu durumlarından dolayı en üstün olduklarını ve müminlerin yönetiminin bunlardan başkası için mümkün olmadığını iddia ile imameti, babadan oğula devredecek şekilde belli bir gruba tahsis edemez. İddia etmesi halinde bu, Kur’an’a uygun bir iddia olmuş olmaz. İmamiyye Şiasının iddia ettiği on iki amam, çok değerli şahsiyetler olabilirler, fakat böyle bir durum imametin onların dışında olamayacağı manasına gelmez. Zaten bugünkü fiili durumda, böyle bir iddianın uygulamada mümkün olmadığını göstermektedir. Öyle ki, tim müminler bir araya gelsek, bu gün için, İmamiyye Şiasının iddia etmiş olduğu on iki imamdan herhangi birinin imameti altına girmeye imkan bulamayız. Zira bunlardan herhangi bir şahıs dünyada yaşıyor değildir. Hatta yaşıyor diye iddia ettikleri Mehdi ile tek bir kelime konuşacak imkana sahip, tek bir insan yoktur. Zira bizzat kendilerinin iddia ettiğine göre Mehdi H. 328 M.940 tarihinden beri yani 1058 yıldır büyük bir gizlilikle gizlenmiş ve dünya yaşamıyla irtibatı kesilmiştir. Onlar bu duruma “Gaybet-i Kübrâ” yani Büyük Gizlilik Dönemi demektedirler. İmametin, bütün takvalı müminler tarafından istenebilecek bir olay olduğuna dair örnek verecek olursam, Kur’an’dan mealen: - Rahman’ın kulları ki yeryüzünde mütevazı olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarlarsa “selâm” derler. 25/63 -Onlar ki, gecelerini Rablerine secde ederek (O’nun huzûrunda) ayakta durarak geçirirler. 25/64 - Onlar ki: “Rabbimiz, cehennemin azâbını bizden öteye çevir, doğrusu onun azâbı (insana sarılıp bir daha ayrılmayan) sürekli bir azab dır.” derler. 25/65

- “Orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makamdır!” (derler). 25/66 - Ve onlar ki, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne de cimrilik ederler, ne de cimrilik ederler, (harcamaları), bu ikisinin arasında dengeli olur. 25/67 - Ve onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, hak yolla olmadıkça Allah’ın haram kıldığı nefsi öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa günâhı(nın cezâsını) bulur. 25/68 - kıyamet günü, onun azâbı kat kat artırılır; orada, zelil olarak ebediyen kalır. 25/69 - Ancak tövbe eden, iman eden ve iyi iş yapanlar başka. Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayıcıdır; çok merhametlidir. 25/70 - Kim (günahlarından) tövbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbûl bir kimse olarak Allah’a döner. 25/71 - Onlar ki yalan şahitlik etmezler, boş lâf (konuşanlar)a rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. 25/72 - Ve onlar ki kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. 25/73 - Ve onlar ki: “Rabbimiz, bize gözler sevinci (gönüller açan) eşler ve çocuklar lütfeyle ve bizi muttakilere (senin azabından korunanlara) imam yap.” derler. 25/74 Yukarıda mealini yazmış olduğum, ayet meallerinde, Rahmân’ın kullarına ait vasıflar belirtilmiştir. Bu vasıfları taşıyan kimselerin, tüm takvalı müminler olduğu açıktır. Ve görüldüğü gibi (25 Furkan 74 ) bu vasıfların arasında imam olabilme olayı bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki, Allah’a karşı kulluk görevini yerine getiren herkes, Allah’ın diğer takvalı kullarına imam olabilir. Böylece imamlık olayında, ailevi bağlara sahip kimseler değil, bütün takvalı müminler kitlesi esastır. Yani bu kitleden herhangi biri dünya hayatında mevcutsa; yaşıyorsa. İslâm devletine imamlık yapabilir. İmamın şahıs olarak, dünya hayatında mevcut ve yaşıyor olması şarttır. İslam devleti mevcut olduğu müddetçe yaşayan bir olgudur. Devletin başında bulunan imamında aynı şekilde aktif olarak yaşıyor olması gerekir. Zira imam mevcut değilse de, hayalde yaşıyorsa veya toplum içinde yaşayan bir şahıs değilse, yok demektir ve olup olmaması arasında fark yoktur. Kimsenin kendisine soru soramadığı; müracaat edemediği, kendisini göremediği, kendisinden bilgi alamadığı, bir şikayetini iletemediği, sorunlarına çare bulamadığı bir imamın fiilen devlet yönetmesi mümkün değildir. Zira böyle bir şahıs ancak hayalde vardır. İslam devletinin ihtiyaçları aktif ve günceldir; bu ihtiyaçların yerine getirilmesi, hiçbir boş iddia ve fikirlerle tatil edilemez. Mustazaf (zayıf) duruma düşen müminlerin yedikleri sopalar gerçektir. Gerçek sopa yiyen kimselere hayali imam nasıl bir şeydir. Gerçekten bu çok ibret verici bir iddiadır. Yukarıda vasıfları bildirilen müminlerin hepsi imam adayı olabilirler, bunlardan herhangi birinin imam olabilmesi için diğer müminlerden biat alması (yani kendisini seçmeleri) gerektiği gibi, diktatör olmayıp, karalarında İslam şurasıyla

(meclisiyle) danışarak hareket etmesi gerekir. Yukarıda mealini vermiş olduğum ayetler incelendiğinde, İmamiyye Şiasının on iki imam iddiasının Kur’an’a uygun olmadığını görmek mümkündür.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE ABDEST VE GUSÜL Daha önce, İmamiyye Şiası dışındaki dört ehli sünnet mezhebinin, Abdest ve Gusül konusundaki anlayışlarını iddia ettikleri rivayetlerden örnekler vererek, Kur’an ile karşılaştırırken, Kur’an’a göre Abdest ve Gusül’ün nasıl olması gerektiğini belirtmiştim. Bundan dolayı, İmamiyye Şia’sının bu konudaki görüş ve iddiaları ile uygulamalarını, Kur’an’la karşılaştırdığımda daha önce bahsetmiş olduğum hususlar hakkında daha kısa bilgi vereceğim.

Abdest hakkında Kur’an’dan mealen:

- Ey İman edenler! Namaza dur(mak iste)diğiniz zaman yüzlerinizi yıkayın ve ellerinizi dirseklere kadar, ve başlarınızı mesh edin (ıslak elle silin), ve ayaklarınızı da topuklara kadar. Eğer cünüp iseniz temizlenin (yıkanın). Ve eğer hasta iseniz veya yolcu iseniz veya biriniz tuvaletten gelmişse, ya da kadınlara dokunmuş ve su bulamamışsanız, temiz toprağa teyemmüm edin; Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesh edin, Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz. 5/6 - Ey iman edenler! Ne dediğinizi bilinceye kadar, sarhoş iken namaza yaklaşmayın. Yolculuk hali hariç, cünüp iken de yıkanmadan (namaza yanaşmayın). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya tuvaletten gelmiş veya kadınlara dokunmuşsanız ve su bulamazsanız, temiz toprağa teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesh edin. Şüphesiz Allah, çok affeden, çok bağışlayandır. 4/43 Yukarıda meallerini yazmış olduğum, Kur’an ayetleri dikkate alındığında, İmamiyye Şia’sının Ab dest ve Gusül konusundaki bazı iddialarının Kur’an’a uymadığı görülür. Şöyle ki: “Yellenmek Ab destti bozar” demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 61. ) Ab dest bozmuş olmanın şartlarından biri tuvaletten gelmiş olmaktır. Yellenmek için tuvalete gidilmesi bir ihtiyaç olmadığına göre, yellenmek ab desti bozmaz. “Uyku abdesti bozar” demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Sayfa 61. ) Uykunun abdesti bozduğu konusunda, Kuran’da herhangi bir husus mevcut olmadığından bu iddiaları da yersizdir. Zira, Kur’an’da abdestin bozulmuş olmasının iki şartı vardır. Bunlarda, kadınlara dokunmuş olmak veya tuvaletten gelmiş olmaktır. “Vacib ve Sünnet namazlar abdesti bozar demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Sayfa 61. )

Bu görüşlerine esas olarak, 5 Mâide 6 Sûresinin yalnızca baş kısmını esas aldıkları anlaşılmaktadır. Zira onların bu iddiaları, başka bir ifadeyle, her namaza kalkıldığında her namaz için ayrı ayrı abdest alınacak manasındadır. 5 Mâide 6 Sûresinin baş (giriş) kısmında da, Namaza durmak isteyen müminlerin abdest alması istenmektedir. Fakat ayetin devamında, abdesti bozan şartlar sayılmıştır. Bunlarda, kadınlara dokunmuş olmak veya tuvaletten gelmiş olmaktır. İnsanlar arasındaki kurallarda da önce genelleme yapılıp, sonrada detayların belirtildiği birçok hususlar bulmak mümkündür. Örneğin: Herkes vergi ödemek zorundadır dendikten sonra, şu veya şu işleri yapanlar denmesi gibi. Ayette de, Namaz için abdest almak gereklidir genellemesi yapıldıktan sonra, abdest bozulmasının şartları sıralanmıştır. Bundan dolayı farz veya sünnet namazların abdesti bozduğu iddiası Kur’an’a uygun değildir.

“Vacip tavâfın” abdesti bozar demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal,Sayfa61. )

Mezheplerinin fıkıh anlayışında “Kıyâs” (bağlantı kurma, iki olay arasında benzerlik kurarak hüküm çıkarma) olmamasına rağmen, anlaşılan odur ki, Namazla, Vacip tavaf arasında kıyas yaparak, mademki, namaz abdesti bozmaktadır o halde, vacip tavafta abdesti bozar hükmüne varmışlardır. Bu tutarsız bir iddia olduğu gibi, Tavaf için hiçbir surette abdest almak farz değildir. Zira, kıyamlı salat (namaz) ile, diğer farzların arasında ehemmiyetli (önemli) bir fark mevcuttur. Namaz için kıyama durmanın manası, Allah’ın huzurunda ibadet için ihtiram (saygı) duruşunda bulunmaktır. Bunun için, elbiselerin (imkan nispetinde) güzel ve temiz olması veya bir ifadeyle her mescide gidildiğinde, herkes imkanı nispetinde (oranında) süslü elbiselerin giymiş olması gerekir. Her namaza kalkıldığında ayrıca kişi cenabetten arınmış ve abdest almış olmalıdır. Diğer farzların yerine getirilmesinde ise, namazda olduğu gibi, Allah huzurunda saygı duruşunda bulunma olayı olmadığı için, örneğin, Zekat veya sadaka verirken, Oruç tutarken veya Hac ederken veya kıyamlı salat (namaz) dışında, Allah’ın adını anarken ab destli olmak gerekmez. Bu bakımdan, Caferilerin (İmamiyye Şia’sı), vacip tavaf abdesti bozar demeleri, Kur’an’a uygun değildir. “Kur’an’ın yazısına, Allah ve Peygamberin adlarını ifade eden yazılara el sürmek için abdestli olmalıdır.” demeleri. (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Sayfa 62) Daha önce, Caferilerin dışındaki dört Sünni mezhebin, Kur’an’a ellerken ab destli olunması gerektiğini iddia ettiklerini ve bu iddialarının Kur’an’a uygun olmadığını izah etmiştim. Caferiler işi daha da ileriye götürerek, peygamber adlarına dahi abdestsiz el sürülemeyeceğini iddia etmektedirler. Peygamber dışında bir çok kimsenin adı, Muhammed, İsa veya Musa’dır, bu gibi kimselerin durumu nasıl olacaktır? Kendi adlarını yazarken veya ellerken ab destli olmalarımı gerekmektedir? Veya abdestli olduklarını farz edelim, içinde adları yazılı olan hüviyetlerini veya herhangi bir kağıdı, ab destli olmayan hatta hatta Müslüman dahi olmayan birine vermeleri gerektiğinde, senin abdestin yoktur, adıma elleyemezsin, bundan dolayı gerekli evrakı sana veremiyorum mu diyecekler. Hal böyle olunca, Caferiler, mezheplerini anlatan binlerce kitabı nasıl oluyor da insanlar okusun diye dünyaya dağıtıyorlar. O kitaplarda, abdestsiz ellenmemesi gerektiğini iddia ettikleri adlar yazılı olduğu gibi, ab destli olsun veya olmasın, Müslüman olsun veya olmasın isteyen herkes o kitapları veya yazıları elde ettiğinde haliyle ellemektedir. Durum böyle olunca, abdestsiz ellenmesi yasak

olan yazıları, elemeleri yasak olan kimselere nasıl teslim ediyorlar. abdestli olmak güzel bir olaydır fakat abdestin farz olması namaz içindir. 1990’da İran’dan gelen birçok meyve sandığının, İran’da basıldığı anlaşılan eski gazete kağıtlarıyla ambalajlandığını gördüm. Ambalaj için kullandıkları gazetelerde hiç mi, Allah adı, Peygamber adı veya ayet metni yazmıyorlar. Bu yazılara ellemenin ötesinde, temiz olmayan yerlere atılmak suretiyle saygısızlık yapılmaktadır. İddialarında samimi iseler neden böyle bir olayı işlemekte veya önlememektedirler. İslam dininde, Allah adına veya Peygamber adlarına veya Kur’an’a saygısızlık yasaktır, fakat abdestsiz ellemek saygısızlık değildir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen: - (Süleyman) kuşları teftiş etti, (içlerinde hüdhüdü bulamadı) dedi ki : “Neden hüdhüdü göremiyorum, yoksa kayıplardan mı oldu?” 27/20 - “Ona çetin bir azâb edeceğim, ya da onu keseceğim. Yahut da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek.” 27/21 - Çok geçmeden (hüdhüd) geldi : “Ben, dedi, senin görmediğin bir şey gördüm ve Sebe’den sana gerçek bir haber getirdim.” 27/22 - “Ben onlara hükümdarlı eden bir kadın buldum, kendisine (kralların muhtâç olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var.” 27/23 - “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, bu yüzden hidâyete (doğru yola) giremiyorlar.” 27/24 - “Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini açığa vurduklarını bilen Allah’a secde etmeleri gerekmez miydi?” 27/25 - “Allah ki O’ndan başka İlah yoktur, büyük Arş’ın sahibidir. 27/26 - Süleyman) : “Bakalım dedi, doğrumu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?” 27/27 - “Bu mektubumu götür, onlara at, sonra onlardan biraz çekil de bak, neye başvuruyorlar (ne yapacaklar).” 27/28 - (Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Sebe melikesi Belkis) müşavirlerine dedi ki : “Ey ileri gelenler, bana çok önemli bir mektup bırakıldı.” 27/29 - “O, Süleyman’dan (geliyor) ve ‘Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla (başlamakta)dır. 27/30 - “Bana karşı üstünlük taslamayın ve Müslüman olarak bana gelin!” (diye yazıyor dedi). 27/31 - “Ey ileri gelenler, dedi, bu işimde bana bir fikir verin (bilirsiniz ki) ben siz olmadıkça hiçbir şeyi (kendi başıma) kesip atmam.” 27/32 Yazmış olduğum bu ayet meallerinde görüldüğü gibi, Süleyman peygamber, değil

ab destli olmaları, henüz Müslüman olmamış Sebe kavmine içinde Allah’ın adı yazılı olan davet mektubu göndermiştir. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın adına abdestsiz ellemek günah değildir. Dolayısıyla Kur’an’a da abdestsiz ellenebilir, zira Kur’an’da Allah’ın adından daha yüce bir kelime yoktur. Ölüye dokunulduğunda (Mess-i Meyyit) gusül (yıkanma) etmenin farz olduğunu söylemeleri: “Eğer bir kimse ölünün vücudu soğuduktan sonra, elini ölünün bedenine dokundurur ise, gusl edip bütün vücudunu yıkamalıdır. Bu hüküm başka mezheplerde yoktur.” (İslam’da Caferi Mezhebi ve İmam Cafer Sadık Buyrukları, yazan; Hüccetül İslâm, Ahmed Sabri Hamedani, Kadıoğlu Matbaası Ankara-1986 Sayfa 102. )

“Mes’ele - 1 - Vücudu soğuyan ve yıkanmamış olan ölüye dokunana gusül vacip olur.”

“Mesele - 2 - Ölü veya diriden koparılmış, kemikli bir parçaya dokunmak da guslü vâcip eder.”

(Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 73. ) Yukarıda yazmış olduğum örneklerde görüldüğü gibi, Caferiler, soğuyan ölüye dokunulduğunda, yalnız kendi mezheplerinde olmak üzere, dokunan kişilerin yıkanmasının farz olduğu iddia etmektedirler. Şu var ki; iki iddia arasında çelişki mevcuttur. Şöyle ki : Hüccetül İslâm Ahmed Sabri Hamedani herhangi bir istisna yapmazken, Ayetullah Hac Seyyid Muhammed Şirazi, ölü yıkanmamışsa istisnasını yapmaktadır. Fakat netice itibariyle Caferiler ölüye veya ölü veya diriden koparılmış kemikli bir parçaya dokunan kimsenin bütün bütün vücudunu yıkamasının farz olduğu inancındadırlar. Ve bunun kendi mezheplerine ait çok özel bir durum olduğunu söylemektedirler. Başka bir ifadeyle kendilerinden başka kimsenin bilmediği bir İslami hakikati bir farzı yalnız kendilerinin bildiği bildiği ve uyguladığı iddiasındadırlar. Kur’an’a baktığımızda onların bu iddiasına uygun herhangi bir farza rastlayamıyoruz.

Fakat, Tevrat’a baktığımızda onların bu iddialarının kaynağını net olarak görmemiz mümkündür. Şöyle ki:

“Her hangi bir insan ölüsüne dokunan yedi gün murdar (pis, necis) olacaktır; ‘12’

üçüncü günde ve yedinci günde kendisini onunla tathir edecek (yıkanıp temizleyecek); ve tahir (temiz) olacak; fakat üçüncü günde ve yedinci günde kendisini tathir (temiz) etmezse, tahir olmayacak. ‘13’

Bir ölüye, her hangi bir insan cesedine dokunan ve kendisini tathir etmeyen adam Rabbin meskenini murdar eder; ve o can İsrail’den atılacaktır; onun murdarlığı daha kendisindedir. ‘14’

Şeriat şudur: çadırda bir adam öldüğü zaman; çadıra giren her adam, ve çadırda olan herkes yedi gün murdar olacaktır. ‘15’

Ve üzerinde örtüsü bağlı olmayan her açık kap murdar olacaktır. ‘16’

Ve kırda kılıçla öldürülmüş olana, yahut bir ölüye, yahut insan kemiğine, yahut kabre kim dokunursa yedi gün murdar olacak. ‘17’

Ve murdar adam için, yanmış suç takdimesi külünden alacaklar; ve onun üzerine bir kaba akar su konulacak; ‘18’

ve tahir bir adam zufa otunu alıp suya batıracak, ve çadır üzerine, ve bütün kaplar üzerine, ve orada olan adamlar üzerine ve kemiğe, yahut öldürülmüş adama, yahut ölüye, yahut kabre dokunan üzerine serpecek; ‘19’

ve tahir adam murdar adam üzerine üçüncü günde ve yedinci günde serpecek; ve yedinci günde onu tathir edecek; ve esvabını yıkayacak, ve suda yıkanacak, ve akşamlayın tahir olacaktır.”

(Kitabı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1991 Baskısı, Tevrat, sayılar. Bab 19 sayfa 155.)

Görüldüğü gibi, yapmış oldukları iddianın esası bize göre muharref olan Tevrat’tan alınma olup, onu uygulamaktadırlar. Yoksa bize hastır deyip yapmış oldukları bu iddia, Kur’an’da farz edilmiş bir husus değildir.

Kendilerine Müslüman diyen, yüz milyonlarca insanın asırlardır, tek bir İslâm inancına sahip olmamalarının, yüzlerce ayrı inanç grubu teşkil etmelerinin, bu inanç ihtilaflarından dolayı bir birleriyle rekabet etmelerinin, zaman, zaman bir birlerine düşmanlık etmelerinin, bir birlerini tekfir etmelerinin ve bir birlik oluşturamamalarının en temel nedeni, Kur’an’la yetinmeyerek, hatta Kur’an’ı dışlayarak, Kur’an dışındaki kaynakları inançlarına esas almalarıdır. Çok ibret verici bir olaydır ki, peygambere uyma mecburiyetini, peygamber adına uydurulan rivayetlere tahsis edip, Kur’an’a uymamayı, peygambere uymak zan ediyorlar. Hal bu ki, peygambere uyma hususunda Kur’an’ın verdiği mesaj, getirdiği Kur’an’ı kabul edip uygulamak ve peygamberin hayatta bulunduğu sürece vereceği hükümlere teslimiyettir. Peygamberin bu konumu, devlet başkanlığını belirten bir konumdur, bunu örnek aldığımızda, hem onun zamanında ki hem de vefatından sonraki İslam devlet sisteminin örneğini görmüş oluruz. Yoksa, Peygambere uyuyoruz adı altında, Kur’an’ı dışlayıp, Kur’an’a aykırı rivayetler peşine gitmek, hele bunları peygambere mal etmek İslami bir olay değildir. Bu inançlarda kaynakları ne olursa olsun, peygambere mal edilerek rivayet edilmektedir. Halbu ki, peygamber hiçbir zaman, Allah’a iftira ile, Kur’an’a aykırı din öğretisinde bulunmamıştır.

Bunun daha da ötesinde, rivayetlerin Kur’an ayetlerini iptal yani nesh edebileceğini iddia etmek, peygambere iftira etmenin ötesinde, İslam diniyle yakından uzaktan ilgisi olmayan büyük bir hezeyandır. Eğer kendilerine Müslüman diyen ve rivayetlere dayanan bütün gruplar bu iddialarından vaz geçerek, Müslüman olmak için Kur’an’ı yeterli ve batın (gizli) mana ihtiva etmeyen açık bir kitab olarak kabul etmiş olsalardı. Kur’an etrafında ve onun

önderliğinde birleşmek suretiyle inançlarını Kur’an’a uygun hale getirselerdi, mümin kardeşliğinin nasıl bir olay olduğunu görecek ve Kur’an’a bağlı imanın tadına varacaklardı.

İslam dininde Kur’an’a bağlı inanç esastır. Allah tarafından, en son gelen kitap, peygamberimiz Muhammed vasıtasıyla gelen Kur’an’dır. Allah tarafından korunmuş ve değiştirilememiştir. Kim, Kur’an’a gizli (batini) mana yakıştırır veya İslam dini için yetersiz olduğunu ve İslam dininin anlaşılması için aşka kitaplara ve bilgi kaynaklarına veya mümin olmanın dışında özel şahıslara ihtiyaç olduğunu söylerse, Kur’an’ı red etmiş olur. Dolayısıyla, böyle bir kimse mümin olmadığı gibi, İslam ümmetinin bir ferdi de değildir.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE NAMAZ İmamiyye Şia’sı dışında olup, Kütüb-i siteyi esas olan diğer ehli sünnet mezheplerini, kabul ettikleri rivayetlerden örnekler vermek suretiyle incelerken, Kur’an’a göre namaz hakkında bilgi vermiş olduğumdan, İmamiyye Şia’sının namaz anlayışını, daha önce vermiş olduğum bilgileri hatırlatmak suretiyle izah etmeye çalışacağım.

Caferiler, Namaz vakitleri ve diğer bazı hususlarda, Kütüb’i siteye bağlı Sünnilerle aynı fikirde değildirler. Şöyle ki: Öğle ile İkindi namazlarını ve Akşam ile Yatsı namazlarını birleştirmek suretiyle beş vakitlik namaz farzını üçe indirdiklerinden bu konuda Kütüb-i Sitte’ye bağlı Sünnilerden ayrılmaktadırlar. (Namaz tabirini kullanırken “kıyamlı Salat’ı” kast ettiğimi belirtmek isterim), ayrıca, secde edilebilecek yerin özellikleri ve diğer bazı hususlarda farklılıkları mevcuttur.

Namaz rekatları ve namaz vakitleri konusunda şöyle derler:

“Günlük farz namazlar. Beş vakit olup farzları seferde (yolculukta) olmayanlar için toplam on yedi rik’atır.

a) Sabah namazının farzı iki rik’atır. b) Öğle namazının farzı dört rik’atır. c) İkindi namazının farzı dört rik’atır. d) Akşam namazının farzı üç rik’atır. e) Yatsı namazının farzı dört rik’atır.

Adı geçen namazların her birinin belli bir vakti vardır. Bunların, vaktinden önce kılınması veya vaktinden sonraya tehir edilmesi câiz değildir. a) Sabah Namazı : Fecri sadıktan güneş doğuncaya kadar bu namazın kılınması gerekir. b) Öğle ve İkindi Namazları: Şer’i öğle zamanından güneşin batışına kadar. c) Akşam ve yatsı namazı: Güneşin batışından gece yarısına kadar.”

(Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 78-79. ) Farz namazların rekat sayıları hakkındaki iddiaları, Kütüb-i Sitte’ye bağlı

Sünnilerin iddialarıyla aynıdır. Caferilerde, sabah namazının farzı iki rekat, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzı dörder rekat, akşam namazının farzı üç rekattır demektedirler. Bu iddia, hangi gruptan olursa olsun, Sünnilerin Kuran’a karşı en çok kullandıkları iddiadır. Ne zaman ki, onlara Kur’an İslâm dini için yeterlidir dediğimizde, o zaman gösterin akalım bize, Kur’an’da öğle dört, akşam üç sabah iki rekattır diye bir şey var mı demişlerdir ve hala demektedirler. Hal bu ki bu iddiaları tamamıyla boş bir iddia olduğu gibi, bu iddialarıyla Kur’an’a noksanlık iddia etmekle küfrettiklerinin farkında da değildirler. Bu konuda daha önce uzunca bahsettim. Bundan dolayı, Caferilerinde rekat sayılarıyla ilgili iddiaları Kur’an’a uymamaktadır. Caferilerin, öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirmek suretiyle, beş vakit olan günlük farz namazları üç vakte indirmelerine gelince. Yine daha önce namaz vakitleri konusunda (birinci ciltte) yapmış olduğum izahatlar dikkate alınırsa bu iddialarının Kur’an’a uymadığını görmek mümkündür. Hatta beş vakti birleştirmeyen diğer Sünnilerin, öğle namazını günün tam ortasına denk getirdiklerini bunun ise Kur’an’a uygun olmadığını, zira gündüzün iki tarafında namaz kılınması gerektiğini dolayısıyla öğle namazı yerine, duha namazının farz olduğunu belirtmiştim. Namaz vakitlerinin belirli zamanı olup, birleşmeme konumuna sahip olduklarını Kur’an’da açıkça görmek mümkündür. Hal böyle olunca, Caferilerin namaz vakitlerini birleştirerek, günlük farz namazları üçe indirmeleri Kur’an’dan çok uzak bir iddia olup, Kur’an’a uymamaktadır. Caferilerin diğer bir iddiaları, yolcu namazının mutlaka kısaltılarak iki rekat kılınması gerektiğini iddia etmeleridir. Şöyle ki:

“Eimme-i Hudâ’dan (A.M.) gelen hadisler, yolculukta, mutlaka dört rikkatli namazların ikişer rikkat kılınmasını ve yolcunun oruç tutmamasını emretmektedir. Zürâre b. A’yen ve Muhammed b. Müslim, İmâm Ebû-Ca’fer Muhammed’ül - Bakırdan (A.M.), yolculukta namaz hakkında ne buyurursunuz, nasıl ve kaç rikkat (rekat) kılınmalı diye sormuşlar, İmâm (A.M.), << Gerçekten de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, << Yeryüzünde, sefere çıktığınızız zaman... Namazı kısaltmakta bir vebâl (günah) yok size >> buyurmuştur. Artık,yolcu değilken namazı nasıl tamamlamak vâcipse (farzsa), yolculukta da kısaltmak vâciptir.>> cevabını vermiştir.” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 589. ) Kütüb-i Sitte’ye bağlı Sünnilerin de, yolcu namazı konusunda aynı iddiada bulunduklarını ve bu iddianın Kur’an’a uymadığını daha önce belirtmiştim. Zira Kur’an’da ancak, kafirlerden gelebilecek bir tehlikenin mevcut olması halinde namazın kısaltılabileceği açıkça belirtilmiştir, dolayısıyla hiçbir tehlikenin mevcut olmaması halinde namaz kısaltılamaz.

Yukarıda alıntı olarak yazmış olduğum örnekte ilginç bir durum mevcuttur. Şöyle ki: “Yeryüzünde, sefere çıktığınız zaman... Namazı kısaltmakta bir vebâl yok size” diyerek üç noktayla ifade edilmiş bir boşluk bırakılmıştır, bu da yazar tarafından kasıtlı yapılmıştır, zira boş bırakılan yere “korkuyorsanız” şartını yazmak zorunda kalacak böylece bütün izahatları çökmüş olacaktı. Onun yazmaktan kaçındığını ben yazacak olursam konu kolayca anlaşılır. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkâr edenlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı (salat) kısaltmanızda size bir günah yoktur. Muhakkak ki kâfirler, sizin açık düşmanınızdır. 4/101

Mealini yazmış olduğum ayette görüldüğü gibi konuyu amacından saptırma yoluna gitmişlerdir. Zira, yolculukta namazın (salat) kısaltılmasına verilen ruhsat, kafirlerden gelebilecek bir tehlikenin varlığıyla ilgilidir, ayrıca, Allah, muhakkak namazı kısaltın diye emretmemektedir, kısaltırsanız günaha girmiş olmazsınız diye ruhsat vermektedir. Muhakkak kısaltın diye emretmemektedir. Fakat, Caferiler bunu da kabul etmemektedirler. Tehlike olsun veya olmasın kişinin yolculukta dört rekat olarak kıldığı namaz geçersidir, tekrar iki rekat kılmak suretiyle iade etmesi yani kaza etmesi gerekir demektedirler. Şöyle ki: “ Zürâre ve Muhammed, yolculuktayken dört rikkat kılana, namazını iâde gerekir mi, gerekmez mi diye sormuşlar. İmâm (A.M.) << Kısaltmayı emreden âyet ona okunmuşsa, anlatılmışsa ve böyle olduğu hâlde dört rikkat kılmışsa iâde eder (, yâni yeniden, vaktindeyse iki rik’at edâ, vakti geçmişse kazâ olarak aynı namazı kılması gerektir), o âyet ona okunmamışsa, bu hükmü bilmiyorsa ve << Yolculukta bütün dört rik’atlı) farzlar, akşam müstesnâ, iki rikkattir; yalnız akşam üç rikkattir. Rasûlullah Sallâllahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem yolculukta da akşam namazını üç rikkat olarak kıldılar; yolcu değilken de >> buyurmuşlardır.” Hatta bu tür iddialarla da yetinmeyerek, Kur’an’la irtibatı tamamen bir tarafa bırakarak şöyle demektedirler:

“<<Mecma’ıl-Beyan >> sâhibi, bu haberi irâd ettikten sonra << Yolcuya farz olan, yolcu olmayana farz olana uymuyor; haberde buna delâlet var. İmâmiyye şunda ittifâk etmiştir ki, yolcuya namaz kısaltılmış olmuyor, yolcu olmayanın aksine ona kısa namaz, yâni iki rik’at namaz farz ediliyor. Hz. Peygamber de (S.M), << Müsâfire (Dört rik’atli namazlar). Kısaltılmadan iki rik’at namaz farz edilmiştir>> buyurmuşlardır diyor.” demektedirler. ( Tarih boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 590. )

“Yolculukta geçen zamanlarda, sabah ve akşam namazı aynen, fakat diğer namazlar iki rik’at olarak kılınır.” (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 90. ) “Dört rekât olan namazlar yolculuk esnasında iki rekât olarak kılınır. Bu husustaki hükmü bilenin seyahat sırasında dört rekât kılması caiz değildir. Meğer ki bir kimse bu hükmü bilmemiş ola.” (İslam’da Caferi Mezhebi ve İmam Cafer Sadık Buyrukları. Hüccet-ül İslâm Ahmed Sabri Hamedani, Sayfa 92. Kadıoğlu Matbaası, Ankara 1986 ).

Caferilerin yolculukta namazın kısaltılması konusunda yapmış oldukları iddiaların Kur’an’a uygun olmadığı açıktır. Kaldı ki, Rekatların kılınış süresi belli olmadıktan sonra, hiç kimse çıkıp ta, iki rekatlık namazın kılınma süresi, dört rekatlık namazın kılınma süresinden daha azdır diyemez. Zira namaz kılan bir kimse, iki rekatlık namaz için vaktin çıkması da söz konusu olmadan saatlerce Kuran okuyarak namaz kılabilir. Diğer taraftan dört rekatlık namaz kılan bir kimsede, Kur’an’dan daha az okumak suretiyle on dakikada namazını tamamlayabilir. Böyle bir durumda, hangi namaz daha kısa kılınmış olmaktadır? Bu duruma göre tabii ki dört rekatlık namaz, iki rekatlık namaza göre kısaltılmış olmaktadır. Ve bu durum Caferi mezhebine de aykırı olmuş olmaz. Bu hususla ilgili olarak şöyle demektedirler.

“ Vacip namazların birinci ve ikinci rik’atlarında (rekatlarında), <<Hamd>> (Fatiha) sûresiyle ondan sonra tam bir sûre okumak vâciptir.”

“İçlerinde vâcip secde bulunan dört sûreyi ve vaktin geçmesini mucip olan uzun sûreleri okumak câiz değildir.” (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Çeviren, Selahattin Özgündüz, Zaman Yayınları 1980 Sayfa 83-84. )

Görüldüğü gibi, vaktin çıkmaması şartıyla, namaz kılın kimsenin, istediği kadar namaz kılabileceğini kabul etmektedirler. Vaktin ilk evvelinde namaza kalkan bir şahıs uzunca bir süre namazı devam ettirebilir demektedirler. Bundan da anlaşılır ki yaptıkları iddiaların namazın kısaltılması olayıyla bir ilgisi yoktur.

Namazda, İçlerinde vâcip secde bulunan dört sûrenin okunamayacağı ve Hamd (Fatiha) sûresinin okunmasının şart olduğu yolunda yapmış oldukları iddialarda Kuran’a uygun değildir. Daha önce (birinci ciltte) namaz konusunu anlatırken “73 Müzemmil 20” ayetinin mealini yazmak suretiyle, Namazda Kuran’dan kolayımıza geleni okuya bileceğimizi belirtmiştim.

Namazda ses tonu konusunda ise şöyle demektedirler: “Erkekler sabah namazında, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rik’atlarında Hamd ve sûreyi yüksek sesle okumalıdırlar. Öğle ve ikindi namazları ile akşam ve yatsı namazlarının iki rik’atından sonraki rik’atlarda kırâat yavaş sesle eda edilir.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 84. )

“Akşam namazının üçüncü, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının üçüncü ve dördüncü rik’atlarinde, yalnız kılan da, imâmâ uyan da, yalnız ve sessiz olarak Fâtiha sûresini okur;” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 586. )

Namaz da, ses tonunun, yüksek veya yavaş sesle veya sessiz olması gerektiğini iddia etmeleri . Zira, Kur’an’da açık şekilde, namaz kılan kimsenin yüksek sesle veya sessiz olacak şekilde ses tonunu ayarlaması yasaklanmış olup, bu ikisi arasında salat edilmesi emredilmiştir. Yani salat edilirken, buna Namaz da dahildir, zira namazda salattır. Ses tonu yükseltilmeyecek ve gizlenmeyecek, bu iki husussun ortasında bir ses tonuyla salat edilecektir. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Kendi kendine, yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma. 7/205 - De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahmân diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız, nihâyet en güzel isimler O’nundur. Namazında (salatında) sesini yükseltme, gizlide okuma, ikisi arasında bir yol tut. 17/110 Görüldüğü gibi, Caferilerin namazda olması gereken ses tonuyla ilgili iddiaları Kur’an’a uymamaktadır. Bu konuda öbür Sünnilerinde Kuran’a aykırı benzer iddiaları vardır.

CEMAATLE NAMAZ KILINDIĞINDA KIRAATLE İLGİLİ İDDİALARI: “İmama uyan, ilk iki rikkatte, imâmın sesini duymasa bile (Kur’an ) okumaz; imamın (Kur’an) okuması onun okuması demektir. Akşam namazının üçüncü,

öğle, ikindi ve yatsı namazlarının üçüncü ve dördüncü rikkatlerinde, yalnız kılan da, imamâ uyan da, yalnız ve sessiz olarak Fâtiha sûresini okur; yâhut üç kere << Sübhânellahi vel Hamdü Lillâhi velâ İlâhe İlla’llâhu Va’llâhu Ekber >> derki buna << Tesbihât-i Erbaa >> denir. Yalnız kılanın da, imâma uyanın da rükû’ ve secde tekbir ve tesbihlerini, ikinci ve dördüncü rikkatlerden sonraki oturuşlarda teşehhüd ve salavâtı okuması, son oturuşta Selâm vererek namazı bitirmesi gerekir.” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 585-586. ) Namazın ilk iki rekatında, imamın okuması, cemaatin okuması yerine geçer demeleri ile, sonra ki raketlerde bu vekaleti geçersiz saymaları bir çelişkidir. İslam dinide ameller şahsi olup, kimse kimsenin yerine âmel işleyemez, bundan dolayı, namaz cemaatle kılınsa dahi, cemaate katılan fertlerin bizzat kıraat okumaları farzdır. Bir kimsenin okuması, başkasının okuması yerine geçmez. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. 53/39 Caferilerin, imamın okuması, cemaatin okuması yerine geçer iddialarının ötesinde bir iddiaları da, vefât etmiş olan bir şahsın yerine, başkasının ücretle namaz kıla bileceğini söylemeleridir. Şöyle ki: “Vacib, yani farz namazlar, İslâm şeriatında şunlardır:” “... Vefât etmiş birisinin kazâ namazlarını kılmayı vadeden veya ücretle kılmayı taahhüt eden kişinin meyyit adına kılacağı namazlar ve cenâze namazı. “ (Kâşif’ül - Gıta, Caferi Mezhebi ve Esasları, Zaman Yayınları 1979 baskısı, sayfa 65-66 Yazan, Âyetullah Kâşif-ül Gıtâ, çeviren: Abdulbâkıy Gölpınarlı. ) Daha öncede belirttiğim gibi, İslâm’da insana çalışmasından başka bir şey yoktur. Bu itibarla, hiç kimse ücretli veya ücretsiz başkası yerine, her neşe kil de olursa olsun ibadet edemez. Başkası yerine ibadet geçerli olmuş olsaydı, o zaman insanlar bir birleri yerine imanda ederlerdi, nasıl ki böyle bir şeyin mantığı olmadığı gibi geçerliliği de yoktur. Bu tür iddialar Kur’an’a uygun iddialar değildir. Bir kimsenin bir başkası yerine namaz kılması bir tarafa; namazı vaktinde kılmayan bir kimse, kılmadığı namazın yerine bir başka vakitte bizzat kendisi dahi namaz kılamaz, başka bir ifade ile, vaktinde kılınmamış namazın kesinlikle kazası yoktur. Zira namaz, vakitleri belirtilmiş olarak müminlere farz edilmiştir. Namaz için Kur’an’da, Oruca belli mazeret durumlarında tanınan ruhsatlar gibi herhangi bir ruhsat tanınmamıştır. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde (uzanarak) Allah’ı anın; güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, müminlere vakti belli olarak farz kılınmıştır. 4/103

SECDENİN MUTLAK OLARAK TEMİZ TOPRAK ÜZERİNE YAPILMASI GEREKİR DEMELERİ: “ İmamiyye, mutlak olarak temiz toprağa secde etmeyi vâcip bilir. Halıya, kilime, yünden, pamuktan örülmüş yaygılara, hele ipek seccâdeye secdeyi caiz bilmez. Temiz toprağa secde imkânı bulunmazsa topraktan bitmiş, fakat yenmesi,

giyilmesi âdet olmayan temiz bir şeye, çimene, çayıra, cilalı ve buyalı olmamak şartıyla tahtaya, taşa, hasıra, kağıda secde câizdir.

Şeyh Sadûk, Hişâm b. Hakem’in , İmâm Ca’fer’ü Sâdık’a (A.M.) nelere secde etmenin câiz olduğunu, nelere secde edilemeyeceğini sorduğunu. İmâm’ın (A.M.) << Ancak toprağa ve topraktan biten, fakat yenmeyen ve giyilmeyen şeylere câizdir >> buyurduklarını rivayet eder; Hişam, bunun sebebini sorunca << Secde, üstün ve ulu Allâh’a huzu,dur, yenilen, içilen şeylere secde edilemez. Dünya evlâdı, yediklerine giydiklerine kul olmuşlardır; Secde edense, secde kıldıkça üstün ve ulu Allâh’a kulluktadır; kulun, düzeniyle dünya evladını kandıran şeye, dünyâ evladının ma’butlarına baş koyması, secde etmesi câiz olamaz >> cevabını vermişlerdir.” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 614-615. ) Secdenin geçerli olması için temiz toprak üzerine veya buna imkan bulunmazsa topraktan bitmiş olup ta yenmesi âdet olmayan temiz bir şey üzerine yapılması gerektiğini, aksi halde secdenin geçersiz olacağını iddia etmişlerdir. Bunun içinde, üzerinde secde yapmak üzere topraktan pişirilmiş ve “mühür” dedikleri tabletleri yanlarında taşımaktadırlar. Yaptıklarının doğru olduğunu ispatlamak için ileri sürdükleri delilleri. “Dünya evladının, yediklerine, içtiklerine ve giydiklerine kul olduklarını”, bundan dolayı bu gibi şeylere secde edilemeyeceği şeklindedir. Böyle bir gerekçeyle secde yapılabilecek yerleri sınırlamak, Kur’an’a uymadığı gibi. Gösterdikleri gerekçe köklü çelişki taşımaktadır. Şöyle ki:insanlardan bir çoğu giyeceğe, yiyeceğe ve içeceğe kul oluyor da, bundan daha fazla olarak toprağa ve evlere kul olmuyorlar mı? Tarihte baktığımız zaman, insanların bir birlerine ait toprakları ele geçirmek için birçok savaşlar verdiklerini ve haksız dahi olsalar, bir çok insanın toprak elde etmek için canlarını ve mallarını ortaya koyduklarını görürüz. Fakat, insanların yiyecek, giyecek ve şahsi içecek için kitlesel savaşlar verdikleri bilinen bir olay değildir, bu da gösteriyor ki, insanların bir çoğu yiyecek ve giyeceklerden daha fazla olarak toprağı kendilerine put yapabilmektedirler.hal böyle olunca, toprak üzerine secde oluyor da, topraktan yetişen buğday üzerine de veya boyalı bir tahta parçası üzerinde neden secde olmasın. Bu gün, bir çocuk harçlığıyla bile tahtadan yapılma seccade elde etmek mümkündür. Bundan dolayı, Caferilerin bu konudaki iddiaları temelden çelişkilidir. Verdikleri misalde değerlendirmeleri hayat gerçeklerine uymamaktadır.

Caferilerin, secdenin muhakkak toprak veya toprak cinsinden temiz bir zemin üzerinde yapılması gerektiği yolundaki iddialarının, Kur’an öğretisine uymadığının ispatı. Bu konudaki, Kur’an ayetlerine bakıldığında kolayca anlaşılır. Şöyle ki; Kur’an’dan mealen: - Görmez misin, göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu Allah’a secde ederler, bir çoğunun üzerine de azâb vâcip olmuştur. Allah kimi hor yaparsa, artık ona ikram edecek kimse yoktur. Allah, şüphesiz dediğini yapar. 22/18 - Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez Allah’a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam (uzanıp kısalarak O’na secde etmektedirler). 13/15 - Allah’ın yarattığı şeylere bakmıyorlar mı; gölgeleri (nasıl) sağdan, soldan sürünerek, Allah’a secde ederek döner? (Her şeyin gölgesi yerde uzanıp kısalarak hep Allah’a secde etmektedir.) 16/48

- Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar, Allah’a secde ederler, ve meleklerde, onlar asla büyüklük taslamazlar. 16/49 - Necm (bitkiler, yıldızlar) ve ağaçlar (Allah’a) secde etmektedirler. 55/6 Bu duruma göre, toprak dışında yaşamlarını sürdüren, yaşamları boyunca hiç toprak görmeyen canlılar, örneğin: Kutuplarda yaşayan penguenler, foklar, kutup ayıları, nehirlerde, denizlerde ve okyanuslarda yaşayan balıklar, toprak olmadan nasıl secde etmektedirler? Allah, bunların kendisine secde ettiklerini bildirmektedir. Müslüman olan bir Eskimo toprak bulamazsa, ibadet edip, Allah’a secde etmeyecek mi, bu mümkün değildir. Hele gök yüzünde alev, alev yanan güneş ve yıldızlar hangi toprak üzerinde Allah’a secde etmektedirler diye Caferilere sormak gerekir. Görüldüğü gibi, Caferilerin bu konudaki iddiaları Kur’an’a uymamaktadır.

ELLERİ BAĞLAMADAN NAMAZ KILMAK GEREKTİĞİNİ İDDİA ETMELERİ: “Gerek İmam Cafer Sadık ve gerekse Hz. Resulün bütün Ehlibeyti şöyle buyurmuşlardır: Namazda en iyi hâl ellerin açık kalmasıdır. Elleri bağlamak zâid (fazla, gereksiz, aşırı) bir harekettir ve zâid bir hareket, namazda olmaz ve yapılamaz. (İslâm da Caferi Mezhebi ve İmam Cafer Sadık Buyrukları, Kadıoğlu Matbaası Ankara - 1986. Sayfa 110-111. Yazan Hüccet-ül İslâm Ahmed Sabri Hamedani. )

Namazda yapılan kıyam, (ayakta duruş). Allah için bir divan durmadır yani saygılı bir duruş ve itaattir. Bu duruşta ellerin bağlı veya açık bir şekilde iki yana sarkık olmasının bir mahzuru yoktur. Zira iki duruşta saygıya aykırı değildir. Caferilerin, elleri bağlı olarak namaz kılanların namazlarının geçersiz olduğunu söylemeleri gerçeği yansıtmadığı gibi, sadece kendileriyle elleri bağlı olarak namaz kılanlar arasında büyük ayrıcalık meydana gelmesine neden olmaktadır.

Caferilerin bir iddiaları da, Namaz kılarken Fatiha’dan sonra “Amin” diyen kimselerin kıldığı namazın geçersiz olduğunu iddia etmeleridir, “Şia-i İmâmiyye’de, ilk iki rik’atte, yalnız olarak namaz kılana ve imâm olan kişiye, Besmele’yle Fatiha Sûre-i Celilesini, sonunda, o sûreden olmayan << Amin >> sözünü söylememek üzere tam olarak okumak. Fâtiha’dan sonra da gene Besmeleyle tam bir sûre kırât etmek farzdır.” ( Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Yazan Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1987 baskısı, sayfa 585. ) “Namazı Bozan Şeyler. 12. Madde; Hamd (Fatiha) Sûresinden sonra << Amin >> demek.” (Caferi Mezhebine Göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 88. )

“Amin” kelimesi, Ya Rabbi kabul eyle, öyle olsun manasında bir dua sözcüğüdür. Kelimenin aslı İbranice olup, İbranicede ki karşılığı da “öyle olsun” benimde isteğim bu şekildedir manasını içermektedir. Duaların sonunda söylenir. Ehli kitabın elindeki (bize göre muharref) İncilin Esinleme kısmında İsa Mesih için bir unvan olarak kullanılan bu sözcük, “sadık, güvenilir” anlamına da gelmektedir. Dene bilir ki, insanların en çok kullandığı kelimelerden bir tanesi bu “amin” sözcüğüdür.

Namaz kılan birçok kimse de dua kastıyla Fatiha’dan sonra “amin” sözcüğünü kullanmaktadır. Fatiha sûresinin son ayetleri (5. 6. 7.) dua içermektedir. Bu konuda, Kur’an’dan mealen: - (Yâ Rabbi). Bizi doğru yola ilet. 1/5 - Nimet verdiğin kimselerin yoluna. 1/6 - Kendilerine gazab edilmemiş ve sapmayanların yoluna. 1/7 İşte mealini yazmış olduğum bu ayetlerin bitiminde dua amacıyla, Allah’tan talepte bulunup, ben de bu övülen şahıslardan biri olmak istiyorum. Ya rabbi beni de bunlardan biri eyle manasında “amin” demek niçin namazı bozmuş olsun ki. Bir müminin Namaz kılarken dua etmesi, Kur’an’a aykırı olmayıp, namaz dışı veya namazı iptal eden bir hareket olarak kabul edilemez. Zaten, Caferilerin kendileri de namaz kılarken dua yapılabileceğini kabul etmektedirler. Şöyle ki: “KONUT : Her namazın ikinci rik’atında ve rükû’dan önce elleri göğüs hizasına kaldırıp açarak herhangi bir dua ve zikrin okunmasından ibarettir. Bu namazda müstehabdır.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 86. ) Görüldüğü gibi, kendileri istedikleri duayı namazda yapabilecekler ve namazları bozulmamış olacak, ancak başkaları namazların da dua etmek üzere “amin” derse namazı bozulmuş olacak, böyle bir iddianın açık bir çelişki olduğu meydandadır. Namaz kılan bir kimse, Fatiha’dan sonra amin dese de namazı bozulmaz, amin demese de namazı bozulmaz.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE ORUÇ:

Caferilerin Oruç konusunda bazı iddiaları şu şekildedir: 1- Seferde (yolculukta) olan kimsenin istese de Oruç tutamayacağını, tutarsa Orucunun kabul olmayacağını hatta tutmakla günah işlemiş olacağını iddia etmeleri. Şöyle ki: “Abdurrahmân b. Avf demiştir ki: Rasûlullah (S.M.), << Yolculukta oruç tutan, yolcu değilken oruç yiyene benzer >> Ibn. Abbas da, << Yolculukta iftar bir azimettir (, mutlaka iftar gerekir, ruhsat değildir) >> demiştir.”

“İmâm Ca’fer’us - Sadık (A.M.) buyurmuşlardır ki: << Ramazan ayında yolculukta, oruç tutan, yolcu değilken oruç yiyene benzer. >> << Birisi, yolculukta oruçlu olduğu halde ölürse, namazını kılmam. >> << Birisi, yolculuğa çıkarsa orucunu yer ve namazını kısaltır; ancak yolculuğu Allah’a isyan yolundaysa o başka. >> “Ayyâşi, senediyle Muhammed b. Müslim’den tahric etmiştir; İmam Sadık (A.M.) buyurmuşlardır ki: << Sizden hasta olan, yâhut yolculukta bulunan kişi... meâlindeki âyet-i kerime inince, Rasûlullah (S.M.), Kerâ’ül - Gamim’de bir çanak su istediler ve içtiler; halka da oruçlarını bozmalarını buyurdular. Bir topluluk, gün zâtı (zaten) geçti, bâri orucumuzu tamamlasak dedi. Rasûlullah (S.M.), bunlara asiler buyurdu; kendileri vefât edinceye dek de onları hep bu adla andılar: Âsiler. >>

“Esasen ayet-i kerimede, yolculukta ve hastalıkta, iftarın vücudu apaçıktır:” “Ayet-i Kerimede, Ramazan ayını idrâk edenin oruç tutması emredilmekte, hasta olanla yolculukta bulunan bu emirden istisnâ edilmektedir. Şu halde hastalıkta ve yolculukta oruç, bu istisnâyı kabûl etmemektir; oysa ki bu istisnâ ile, << Yediği gün sayısınca başka günlerde tutar >> hükmüyle hastayla yolcunun, hastalıkta ve yolculukta oruçlarını yemeleri, yedikleri gün kadar, Ramazan ayında olmamak şartıyla başka aylarda, oruçlarını kaza etmeleri emr olunmaktadır ve bu emir vaciptir; oruç tutmakla kazâ edilmesinin cem’i mümkin değildir. Ayet-i kerimedeki : << Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez >> meâlindeki hükümde kolaylık iftardır; güçlükse oruç, şu hâlde anlam budur: Allah sizin orucunuzu yemenizi, hastayken ve yolculukta oruç tutmamanızı emir ve irâde eder; oruç tutmanızı dilemez.” ( Târih Boyunca İslâm Mezhebleri ve Şiilik Sayfa 593-594, Abdulbâkıy Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul-1987 ).

“ORUCUN ŞARTLARI : Mes’ele 5- Namazı kasr (kısaltan) seferde bulunmaması. Böyle bir seferde olana oruç farz değildir.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 94. )

“Caferi mezhebinde seferde (yolculukta) oruç tutmak, seyahat şartlarının tahakkukundan sonra caiz (gerekli) değildir, günâhtır. Kur’an-ı Kerim’in ikinci sûresinin 184’üncü âyetinde şöyle duyurulmuştur: Kim hasta ise yolculukta ise başka zaman oruç tutmalıdır. 85’inci âyette mevzu tekrarlanıp şöyle burulmuştur. Hasta ve yolcu kişi orucu başka zaman tutmalıdır. Allah size kolaylık göstermiş, sizin zahmete ve meşakkate katlanmanızı istememiştir. Kur’an-ı Kerim’de bulunan bu tekit ile yolculukta oruç tutulmamalıdır. Peygamberden naklen: Seyahatte oruç iyi değildir. Peygamber’in kendisi bile bir yolculukta halkın huzurunda orucunu yedi ve başkalarının da iftar etmelerini emretti. Bu hususta, << İslam da oruç kitabına müracaat edilsin. >> (İslâm da Caferi Mezhebi ve İmam Cafer Sadık Buyrukları, sayfa 114, Kadıoğlu Matbaası, Ankara-1986. Yazan, Hüccet-ül İslam Ahmed Sabri Hemedani. ) Görüldüğü gibi, yolculukta oruç tutan kimse hakkında “Allah’a asi olmuştur v.s gibi” çok ağır ithamlarda bulunmuşlardır. İddialarına dayanak olarak ta, Kuran’dan delil göstermeye çaba harcamışlardır. Kendi iddialarına dayanak olarak göstermeye çalıştıkları 2 (Bakara Sûresi) 84-85. Ayetleri ise, iddialarını aksine, yolcu veya hasta olan kimselerin bu hallerinde illaki (muhakkak) iftar etmelerini değil, iftar edebileceklerini “bir ruhsat” olarak emretmektedir. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı (farz edildiği) gibi (günahlardan korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı; 2/183 - Sayılı günler olarak. İçinizden kim hasta yahut seyahatte olursa, (tutamadığı günleri) başka günlerde tutsun. Gücü yetmeyenlere de, bir yoksulu doyuracak fidye gerekir. Fakat kim gönül rızasıyla hayır işlerse, bu, kendisi için daha iyidir. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır. 2/184 - Ramazan ayı-ki insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edip açıklayıcı olarak Kur’ân o ayda indirilmiştir. Kim (o zaman aya yetişir) ayı görürse oruç tutsun. Kim hasta olur, yâhut seferde bulunursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, güçlük

istemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’a tekbir etmenizi ister. Şükredersiniz diye. 2/185 Bu duruma göre bütün yolculuklarda ve bütün hastalık durumların da gereğini sonradan yerine getirmek şartıyla. Allah tarafından Oruç tutmamaya ruhsat tanınmıştır. Tanınan kolaylık bir ruhsat olduğundan kişi güç yetire bildiği takdirde azimeti seçerek isterse Oruç tutabilir. Bunun böyle olduğunun ispatı 2 (Bakara) 184’te “Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır.” ifadesinden kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Hafifçe hasta olan ile ağır hasta olan kimse hasta olduğu gibi, dağları tırmanarak yolculuk yapan ile uçakla yolculuk yapan da yolcudur. Her iki durumda kişi güç yetire biliyorsa, kendisi için daha iyi olması açısından isterse Oruç tutabilir. Bu itibarla Caferilerin bu konuda yapmış olduğu iddialar Kur’an’a uymamaktadır.

Kafirler üzerinde Orucun farz olduğunu, ancak, kafirlerin tuttuğu Orucun geçersiz olduğunu söylemeleri:

“İman - İmanı olmayan bir kişinin orucu sahih değildir; ancak oruç kendisine farzdır.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 94. )

Bu iddia kendi içerisinde çelişkilidir. Şöyle ki, bir kimse üzerine oruç farz ise ve bu tutacağı oruç kabul olabilecek bir oruç değilse, o zaman oruç tutup tutmaması arasında ne fark vardır? Bu şekilde bir iddiada bulunmaları açık bir çelişkidir. Ayrıca, kafirler üzerine orucun farz olduğunu söylemeleri Kuran ile de çelişkilidir. Bu konuda Kuran’dan mealen: - Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı (farz edildiği) gibi (günahlardan korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı; 2/183 - Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, tâate devem eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar; sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (gönülden Allah’a) saygılı erkekler ve (gönülden Allah’a) saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. 33/35 Yukarıda mealini yazmış olduğum ayetlerde orucun müminler üzerine farz olduğu gibi, ayrıca kimlerden salih (iyi) âmel istendiği de açıktır. Mümin olmayan kafirler ve müşrikler üzerine oruç farz’dır demek Kur’an’ın İslam öğretisini anlamamaktan veya Kur’an’ı boş vermekten kaynaklanmaktadır. Müminler ve Müslümanlar üzerine yapılan farzlar ancak mümin ve Müslümanlarla ilgilidir, zaten Kur’an’ı Kabul etmemiş kimselere oruç tutun, namaz kılın gibi tekliflerde bulunmanın bir manası da yoktur. Kur’an’dan mealen: - Bir zaman gelir ki küfredenler, “keşke Müslüman olsaydılar” diye arzû ederler. 15/2 - Bırak onlar yesinler, eğlensinler; arzû onları oyalasın. Yakında (yaptıklarının kötü sonucunu) bileceklerdir. 15/3

Görüldüğü gibi, Allah, Kur’an’da kafirler için “yesinler, eğlensinler” demektedir. Caferiler ise, Oruç tutmak onlara farzdır, Oruç tutmaları gerekir demektedirler. İslam dinine ait farzları, İslam dininin bir gereği olarak yerine getirebilmek için, önce Müslüman olmak gerekir. Örneğin: Hac etme farzını ele alalım, bir müşrikin değil Hac etmesi, Mescid’i Harama yaklaşması bile İslam dinine göre yasaktır. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Ey iman edenler! Müşrikler necaset (pislik)tir; artık bu yıllardan sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar. Eğer (onların hacca gelmeleri sonucu İktisadi hayatınız bozulup) yoksulluğa düşmekten korkarsanız; biliniz ki Allah dilerse yakında sizi kendi lutrundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah, bilendir, hikmet sahibidir. 9/28 Bu itibarla, Caferilerin, Müşriklerin, müşrik halleriyle Oruç tutmaları gerektiği şeklindeki rivayetleri Kur’an’a uymamaktadır. Fıtır (Şeker bayramı) ve Kurban bayramlarında Oruç tutmak sahih (geçerli) değildir demeleri; Şöyle ki: “Zamanın Oruca müsait olması; yani Fıtır ve Kurban bayramlarında oruç tutmak sahih (geçerli) değildir.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 94. ) Kur’an’da Fıtır veya Kurban bayramı adı altında bayram yapma mecburiyeti emredilmediği gibi, bu bayramlardan bahis dahi yoktur. Kaza Orucu olup ta, Ramazan bitişi Oruç tutmak isteyen bir kimsenin durumunu ele alalım. Örneğin: Ramazanda üç gün Oruç tutamama zorunda kalıp, üzerinde kaza Orucu tahakkuk eden bir kimse, Ramazan bitimi hemen Orucunu kaza etmek isterse, Caferilerin dediğine göre üç gün (bayram) geçmeden tutamayacak, bu şahıs dördüncü günü ölürde Orucunu kaza etmeye fırsat bulamazsa, kaza edebilecekken, Orucunu kaza etmesine mani olanlar, ağır bir sorumluluk yüklenmiş olacaklardır. Hayz yahut nifas (lohusalık) halinde olan kadınların Oruç tutamayacağını söylemeleri; Şöyle ki: “Oruç tutan kadın, hayz yahut nifak (lohusalık) halinde olmamalı.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 94.) İslam dininde farzları yerine getirirken, bazısında bedenin durumuyla ilgili olarak özel şartlar konmuştur. Örneğin: Namaza kalkıldığında Cenabetli olunmaması ve Abdestli olunmasının gerekli olması gibi, hal bu ki, sadaka veya zekat verilirken bu şekilde özel şartlar istenmemiştir. Zira, namazda, Allah için ibadet kastıyla ihtiram duruşunda bulunma olayı gibi durumlar vardır. Hayz olan bir kadının da bedenen temiz olması için hayz durumunun sona ermesi ve temizlenmesi gerekir. Bundan dolayı hayz durumundan kurtulup temizleninceye kadar abdest alma olayı olamayacağına göre namaza durması uygun değildir. Fakat bununla beraber, cenabet olma, hayızlı veya nifas (loğusa) durumunda olmak Oruç tutma açısından Namazla aynı şey değildir, Namazda, Allah’ın huzurunda ibadet için durma olayı vardır, orucun tutulması ise bu durumdan farklıdır. Hayız veya nifas durumunda olan kadınlar bu halleriyle sağlık durumunda bir mani yoksa, hastalık derecesinde rahatsızlık meydana gelmemişse; kadını gücü oruç tutmaya müsaitse, orucunu tutması gerekir. Başka bir ifadeyle, temizlik yönünden orucun tutulmasına mani bir durum yoktur, aksi takdirde tuvalete gitmekte orucu bozardı. İslam dini açısından bunun böyle olduğuna delil gösterecek olursak,

Kur’an’dan mealen: - Kitâb’da Meryem’i de an. Bir zaman o âilesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. 19/16 - Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de rûhumuzu (Cebrâil’i) ona gönderdik; (O), ona düzgün bir insan şeklinde göründü. 19/17 - (Meryem) dedi ki : “Ben senden çok esirgeyici (Allah’a) sığınırım. Eğer (Allah’tan) korkuyorsan (bana dokunma).” 19/18 - (Rûh, yâni Cebrâil) : “Ben, dedi, sadece Rabb’inin elçisiyim: Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim).” 19/19 - (Meryem) dedi ki :”Benim nasıl oğlum olur, bana bir insan dokunmadı ve ben iffetsiz de değilim.” 19/20 - (Ruh) : “Öyledir, dedi, Rabb’in : “O bana kolaydır. Onu insanlara, (kudretimizi gösteren) bir işâret ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi” ve iş olup bitti. 19/21 - (Meryem), ona gebe kaldı. Onunla uzak bir yere çekildi. 19/22 - Doğum sancısı onu, bir hurma dalı(nın altı)na getirdi: “Keşke dedi, bundan önce ölseydim, unutulup gitseydim!” 19/23 - Altından ona şöyle seslendi: “Üzülme, Rabbin altındakini şerefli kıldı.” 19/24 - Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine, olmuş taze hurma dökülsün.” 19/25 - “Ye, iç; gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görecek olursan de ki : Ben, Rahman’a bir oruç adadım. Bu itibarla, bugün, hiçbir insanla konuşmayacağım’ de.” 19/26 Görüldüğü gibi, Oruç ile Nifak (Lohusalık) bir araya gelebilen hususlardır. Meryem’e öğretilen mazeret, yeni doğum yapmış olmasına rağmen, “Rahman’a oruç adadığı” ve dolayısıyla oruçlu olduğunu söylemesidir. Nifas halinde oruç tutmak mümkün olmasaydı bu şekilde göstereceği mazeretin manası olmazdı. Nifas halinde oruç mümkün olunca, hayz veya düşük yapma halinde de mümkündür. Zira doğum yapmak bu iki husustan daha bir durumdur. Bu itibarla Caferilerin hayz veya nifak halinde oruç tutulmaz demeleri Kur’an’a uygun değildir. Orucu bozan şeyler konusunda diğer bazı iddiaları : ”Kesif toz ve dumanın boğaza kaçması, Dileğiyle istifrağ etmek (kusmak), Başın tamamını suya daldırmak; vücût suyun dışında kalıp beden suya dalarsa oruç bâtıl olmaz” demeleri. (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 95-96. ) Orucu bozan şeyler konusunda rivayetlerde bir çok şeylere rastlamak mümkündür ve bunların çoğu Kur’an’a uymamaktadır. Muhammed ümmetinden

olan müminlerin oruçlu sayılabilmeleri için Kur’an’da üç şart belirtilmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak, size helâl kılındı. Onlar sizin elbisenizdir, siz de onların elbiselerisiniz. Allah, sizin kendinize yazık etmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabûl edip sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yaz(ıp takdir etmiş ol)duğunu talebedin; şafağın ipliği siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin için; sonra tâ gece oluncaya dek orucu tamamlayın; mescitlerde ibâdete çekilmiş (itikafta) iken kadınlara yaklaşmayın. Allah, insanlara âyetlerini böyle açıklar ki korunup sakınsınlar. 2/187 Görüldüğü gibi, oruçlu kimse kadınlara yaklaşmayacak, yenmeyecek ve içilmeyecektir. Yemek, içmek ve kadınlara yaklaşmak sayılmayan hiçbir husus orucu bozmaz, bundan dolayı suya dalmak, kesif toz ve dumanın boğaza kaçması veya kusmak orucu bozan şeyler değildir. Yiyecek ve Cinsel yaklaşım niteliğinde olmayan bütün tedaviler ve durumlar da orucu bozmaz. Caferiler, ölen bir kimsenin oruç borcunu para karşılığında bir başka şahsı tutabileceğini iddia etmektedirler. Bunu diğer benzeri farzlar içinde söylemektedirler, şöyle ki:

“VASİYET : Vasiyyet-i ahdiye. Yani. Techiz işlerin yapmaya, yahut hacc, oruç, namaz ve benzeri gibi farizalar edâ etmeye ecir (ücretli) tutmak için ettiği vasiyet.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 145. ) İslam dininde bu gibi ameller şahsi olup, ücretli veya ücretsiz başkalarına yaptırılamaz. Daha önce bu konuda izahatta bulunmuştum.

CAFERİLERE GÖRE ZEKAT ANLAYIŞI : “Ehl-İ Beyt’i Peygamber, dokuz şeyde zekâtı farz bilirler : Buğday, Arpa, Hurma, Üzüm, Altın, Gümüş, Sığır, Koyun, Deve. Her birinin de ayrı ayrı şartları vardır.” (İslâm’da Işıklı Yol, Dönüş Yayınevi, Ankara-1985, sayfa 79. Yazan, Ahmet Sabri Hemedani).

“Zekât üç gruptan oluşan dokuz şeye farz olur : Hayvanat grubundan üç şeye : Deve, sığır, koyun. İki nakıtlar : Altın, gümüş. Tarım ürünlerinden dört şeye : Buğday, arpa, hurma, kuru üzüm.” (Caferi Mezhebine göre Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 100. ) Caferilerde, Kütüb-i Sitte ye bağlı Sünniler gibi, zekata esas olmak üzere, kişinin servetini yani toplam mal varlığını değil de, kişinin sahip olduğu mal çeşidini esas almaktadırlar. Daha önce bu konuda Kütüb-i Sitte’yi eleştirirken, böyle bir durumun Kur’an’a uymadığını, bazı servetleri zekata tabi tutarken, bazılarını, miktarı ne olursa olsun zekat dışı bıraktığını belirtmiştim. Öyle ki, kişinin binlerce dönüm Antep fıstığı bahçeleri veya muz bahçeleri veya pirinç tarlaları mevcut olsa bunlardan zekat ödemeyeceğini, Altın ve Gümüş değil de, bir dağ elmas ve zümrüdü olsa aynı şekilde yine zekat ödemeyeceğini veya Armatör olsa, bir

konvoy gemisi bulunsa ve bundan kazandığı geliri sene içinde elmasa zümrüde v.s. Yatırsa veya güncel olarak kullanılmakta olan kağıt paralara yatırsa zekat ödemeyeceğini, fakat birkaç koyun veya devesi veya sığırı bulunsa zekat ödeyeceğini bununda servetler arasında ayırım olduğunu ve böyle bir durumun Kur’an’a uymadığını; dolayısıyla Caferilerin bu konuda ki iddialarını kabûl etmek mümkün değildir.

Caferilerde, Kütüb-i siteye bağlı Sünniler gibi, zekatla sadakayı aynı şey saymaktadırlar. Hal bu ki, zekatla sadakaların aynı şey olmadığını, zekatın İslam devletine verilen bir vergi olduğunu, fakat sadakaların zekat dışında olmak üzere Kur’an’da belirtilen sekiz yere verildiğini daha önce belirtmiştim. (Bak. 1.Cilt.) Caferiler, zekatın verilme yerleri konusunda şöyle demektedirler:

“ZEKÂTI HAKKEDEN KİŞİLER (YERLER) Zekat sekiz yere sarf edilir:

Fakirler; yani kendisinin ve ailesinin senelik geçimini temin edemeyen kişiler. Miskinler (zavallılar); yani fakirlerden daha kötü halde geçinenler. Amiller; yani İmam (A.S.) yahut müctehid tarafından zekâtı toplayıp gereken işlemleri yapmaya görevlendirilen memurlar (kişiler). Kalpleri ısındırılmak istenenlere; yani zekât vermekle İslâm’a ısınıp, Müslüman olacağı ve İslâm’a yarar sağlayacağı anlaşılan kişiler. Rıkâb; yani baskı ve meşakkat altında köleleri sahiplerinden alıp serbest edip, hürriyetine kavuşturmak için zekât harcanır. Mecburi ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanıp, sonra da borçlarını ödemekten âciz kalan kişilerin borçlarını ödemek için. Allah yolunda; okul, cami, yol, köprü v.b. gibi Müslümanların amme hizmetlerinin yürütülmesi için. Harçlığı tükenip yolda kalan yolcular. Bunlara vatanlarına ulaşabilecekleri kadar verilir.” (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 100-101. ) Zekatın verileceği yerler olarak göstermiş oldukları sekiz yer. Kur’an’da, zekatın verileceği yerler olarak değil! Sadakaların verileceği yerler olarak belirtilmiştir. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalpleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hikmet sahibidir. 9/60 Görüldüğü gibi, zekatın verileceği yerler olarak iddia ettikleri yerler; zekatın değil, sadakaların verilme yerleridir. Zekatla, sadakaların iki ayrı husus oldukları, Kur’an’da açıktır. Bu konuda örnek verecek olursam, mealen: - Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitâba ve peygamberlere inandı; mala olan sevgisine rağmen, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmaları yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır,

(Allah’ın azabından) korunanlarda onlardır. 2/177 Dikkat edilirse, burada da yakınlara, yetimlere, düşkünlere v.s. Mal verileceği belirtilmiş, buna rağmen zekât ayrı olarak şart koşulmuştur. Zekât ve belirtilen kimselere mal verilmesi aynı şey olmadığından, Zekât ayrı bir kavram olarak belirtilmiştir, bundan da sadaka ve zekâtın farklı şeyler olduğu kolayca anlaşılır. Şöyle ki, sadakalar belirtilmiş olan ihtiyaç sahiplerine ve Allah yolunda, örneğin mescit yapımı ve imarı gibi veya İslam dininin tebliği gibi konularda yapılan harcamalardır. Zekât ise, İslam devletinin toplamış olduğu vergilerdir. İslam devletinin ihtiyaç duyduğu birçok harcamalar zekât vergisiyle karşılanır. Ayrıca, Kur’an’dan mealen: - Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayan (insan)lar imar ederler. İşte onlar, doğru yolu bulanlardan olabilirler. 9/18 Burada da, mescitleri imar işi ile, zekat iki ayrı husus olarak belirtilmiştir. Hatta zekat verme olayı, mescitleri imar etme işinden önce ayrı bir husus olarak şart sayılmıştır. Ayrıca, Kur’an’dan mealen: - Ey iman edenler, siz Peygamber ile gizli konuşacağınız zaman bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu sizin için daha temizdir. Allah bağışlayan, esirgeyendir. 58/12 - Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu? Çünkü yapmadınız. Allah da sizi (bundan) affetti (sadaka vermeden konuşabilirsiniz). Artık namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a Resûlüne itaat edin. Allah yaptıklarınızı haber alandır. 58/13 Mealini yazmış olduğum iki ayette de, zekat ve sadaka ismen ayrı ayrı hususlar olarak belirtilmiştir. Bu itibarla, Caferilerin, sadakalarla, zekatı bir ve aynı şey saymaları Kur’an’a uymamaktadır.

CAFERİLERE GÖRE RİBA (FAİZ) ANLAYIŞI: “Mes’ele 1- Faiz, çık katı bir haramdır. Bir borç karşısında, bir de muamelede olmak üzere faiz iki kısma ayrılır.”

“Mes’ele 2 - Muamele yoluyla alınan Faiz, alışverişte alındığı gibi diğer muamelelerde de alınabiliyor galiba. Alış - Verişteki faiz şöyle oluyor: Bir şeyi kendi cinsinden olan bir şeyin karşılığında satılmasına rağmen ayriyeten fazlalık da alıyor. Meselâ: Bir kilo buğday verip karşılığında bir buçuk kilo buğday alıyor.”

“Mes’ele 3 - İki şartla faiz tahakkuk bulur:

1 - Satılan ve karşılığında alınan şeyin aynı cinsten olması: (İttihad-ı cins). Böyle olunca biri diğerinden kaliteli olsa dahi, ikisi de aynı cinsten olduğu için alınan fazlalık faiz olur.

2 - Değiştirilen şeylerin, (aynı cinsten olsalar dahi faiz sayılabilmesi için ikinci şartı da) ölçek veya tartıyla satılan şeylerden olmasıdır. O halde ölçek ve tartıyla değilde; yumurta v.s... Gibi sayıyla ve elbiselik, arazi v.b... Gibi metreyle satılan şeylerden alınan fazlalık faiz sayılmaz.”

“Mes’ele 4 - Denildi ki: Ölçek ve tartıyla satılan şeylerin dışındaki muameleler ancak makul bir şekilde olursa faiz tahakkuk bulmaz ve muamele sahih olur. O halde dinâr (lira) ölçek yahut tartıyla satılmıyor diye bin dinarı bin yüz dinarla değiştirmek sahih değildir. Zirâ bu makul bir muamele değildir. Eğer bunu aklı başında olan birisi yaparsa mecburluğundan yapıyor.”

“Mes’ele 5 - Buğdayla arpa (faiz babında) bir cinsten sayılır. Onun için bunların birbirleriyle değişiminde alınan fazlalık sahih değildir.”

“Mes’ele 6 - Her şey aslıyla bir cinsten sayılır. Meselâ: Sütle peynir, hurmayla hurma pekmezi ve pirinçle pirinç unu bir cins sayılır.”

“Mes’ele 7- Etler, sütler, yağlar ve sirke çeşitleri asılları itibarıyla değişebilir. Meselâ, koyun eti ayrı deve eti ayrı, koyun sütü ayrı inek sütü ayrı ve hurma sirkesi ayrı cinstendir. Bunlarda alınan fazlalık (faiz sayılmaz) sahihtir.”

“Mes’ele 8- Yaş üzümle kuru üzüm ve yaş hurmayla kuru hurma gibi aynı cinsten şeylerin bir birleriyle farklı yahut farksız değiştirilmesi doğru değildir.”

“Mes’ele 9- Eğer bir şey bir şehirde tartıyla, diğer bir şehirde sayıyla satılıyorsa (elma, limon ve diğer bazı meyveler gibi) her şehir için kendi hükmü geçerli olur.”

“Mes’ele 10- Faizli bankalara para yatırıp faiz almada, para çekip faiz ödemek de câiz değildir. İster devlet bankası olsun ister şahsi banka olsun ancak faiz ödemeyip yahut almamak şartıyla emanet koymak, havale vermek v.b. Benzer caizdir. (Özet İlmihal, Yazan, Ayetullah Şirazi, Sayfa 114-115-116. ) Daha önce aynı konuya ,birinci kitapta, Kütüb-i Sitte’yi incelerken değinmiş ve faizin tanımını vermeye çalışmıştım. Hatırlanacağı üzere bir mali işlemin faiz sayılabilmesi için o işlemin zaman satışını da birlikte getirmesi gerekeceğini belirtmiştim. Şöyle ki: Vadeli satılan bir mala, malın peşin fiyatı haricinde yapılan vadeli satışın vade süresi üzerinden, zamanın uzunluğuna göre ayrı bir bedel alınıyorsa, alınan bu bedel faizdir. Aynı şekilde borç para veya herhangi bir iktisadi kıymetin borç verildiğinde verilen süre üzerinden bir fark alındığında bu alınan fark faizdir. Yani: Faiz, bir iktisadi kıymet üzerinden bir zaman satışı olayıdır. Bu hususları dikkate alarak, Caferilerin bu konudaki iddialarını incelediğimizde gerçeğe uymayan birçok hususlar görürüz. Şöyle ki: biri diğerinden kaliteli bile olsa dahi ikisi de aynı cinsten olan iki şeyin, örneğin, bir kilo buğdayın, bir buçuk kilo buğdayla değiştirilemeyeceğini; sütle peynirin aynı cinsten olduğunu ve bunların değiştirilemeyeceğini v.s. İddia etmeleri, İslam dini açısından kabul edilemez. Zira işlemin yapıldığı günkü peşin değer üzerinden ticari işlem yapılabilir. Örneğin: Bu gün bir kilo süt 150.000._lira, bir kilo peynir ise 900.000.- liradır. Para söz konusu olmadan bir kilo peynir karşılığında altı kilo süt almak helal bir işlemdir. Trampa olayı peşin olursa, “yani ha al, ha ver,” şeklinde ise kalite v.s.den dolayı değerler arası farkta olabilir. Bu konuda tutarsız oldukları, Mes’ele 3 ün 2. Şıkkında metreyle veya taneyle satılan şeylerin farklı

satışının serbest, fakat ölçek veya tartıyla satılanların yasak olduğunu söylemelerinden de anlaşılabilir, zira, bu gibi iddiaların hiçbir tutarlı mantığı yoktur. Hatta daha ilginci (Mes’ele 9) faizin şehirlere veya beldelere göre değişebileceğini, yani bir şehirde faiz sayılan bir işlemin, diğer bir şehirde faiz sayılmayacağını iddia etmeleridir. “Eğer bir şey bir şehirde tartıyla, diğer bir şehirde sayıyla satılıyorsa” demeleri bu manadadır. Ayrıca, faiz alıp vermemek şartıyla, faizli para işlemi yapan bankalara para yatırılabileceğini (Mes’ele 10) iddia etmişlerdir. Bankanın aldığı bu parayı kendi hesabına faizli olarak borç vereceği belli bir husustur. Bankaya böyle bir imkan tanımayı, Caferiler hangi İslami hususla bağdaştırmaktadırlar. Böyle bir iddia İslami yönden kabul edilemez.

İMAMİYYE ŞİA’SINA GÖRE MÜT’A (Muvakkat) NİKÂH İDDİASI: Caferiler, İslam’da dâimi ve muvakkat (geçici) olmak üzere iki çeşit evlilik olduğuna inanmaktadırlar. Onlara göre daimi nikahla yapılan yapılan evlilik süresi belli olmayan ve ömür boyu sürmesi hedeflenen evliliktir. Geçici evlilik ise süresi belli olan ve ve birkaç dakikalığına bile nikahlanmak suretiyle yapılan evliliktir. Karalaştırılan sürenin bitiminde evlilikte sona ermiş olur. Bu konuda şöyle demektedirler:

“İmâm Ca’fer’us-Sâdık (A.M.), << Üç şeyde, kimseden çekinmem: Nisa Tavâfı, kadınlarla Müt’a (, yâni Müt’anın helâl oluşunu bildirmek) ve ayağa giyilen ayakkabıya mesh etmemek >> buyurmuşlardır.”

“Akd-i inkıta da denen Müt’a, muvakkat nikâhtır. Dâimi nikâhta bütün Müslümanların ittifâkı, icmâı vardır; inkıtâi nikah, Kur’ân-ı Mecid’de, << Kadınlardan biriyle faydalandığınız takdirde takdirde, ücretlerini, kararlaştırdığınız veçhile verin >> mealindeki âyet-i kerimede açıklanmaktadır. (IV; Nisâ; 24). İmamiyye, bu nikâhın ebedi olarak bekasına inanır.”

“Müt’a’nın sünnetle nesh edildiğini, Hz. Peygamber’in (S.M.) zamânında mubahken harâm edildiğini buyurduklarını, Kitap’la nesh olunduğunu söyleyenler vardır; fakat bu hususlarda bir ittifak yoktur. Bâzıları, << Kadınları boşayacağınız zaman temiz oldukları vakit boşayın...>> emriyle beyân edilen Boşama Âyeti (LXV; Talaak, 1), bu nikâhı nesh etmiştir demişlerdir. Bâzıları, << Çocukları yoksa, zevcelerinizin, kalan mallarının yarısı sizindir. >> meâlindeki ayetle, yâni mirâsı bildirilen ayet-i kerimeyle (IV; Nisâ; 12) nesh edilmiş hükmüne varmışlardır; fakat bu âyet-i kerimelerde, Müt’a’yı nesh eden bir beyân yoktur; çünkü bu âyet-i kerimeler, dâimi nikaha âit ayetlerdir. Bazı bilginler de << Ancak eşleri ve temellük ettikleri müstesnâ >> ayetinde, yalnız zevcelerin ve cariyelerin helâl olduğu bildirildiğinden ve Müt’ayla alınan kadınlar hakkında bir hüküm olmadığından, Müt’a haramdır derler. (XXIII; Mü’minûn, 6; LXX; Maâric, 30); bunu kabul edenler, çoğunluktadır. Âlûsi de << Tefsir >> inde, Şia, câriye’ye, Müt’ayla alınmış kadın diyemez; Müt’ayla alınan kadın dâimi nikahla da alınmamıştır; Müt’a’da miras, iddet, talaak ve nafaka da yoktur der ve bu âyetle haram olduğunu söyler.”

“İmamiyye, Müt’anın helâl olduğunda ittifak etmiştir. Kadının, müddetin, ücretin muayyen olması şarttır; müddetin bitiminden sonra, yâhut tarafların râzılığıyla

müddetin bağışlanmasını müteâkıb ayrılık meydana gelir. Müt’ayla, bir erkeğe varmış olan kadın, ayrıldıktan sonra kırk beş gün iddet bekler; bu müddetten önce başkasıyla evlenemez. Ayrılık, temas tan önce olursa, duhûlden önce boşanan kadın gibi, iddet beklemesi şart değildir; âdetten kesilmiş kadın da iddet beklemez. Müt’a’dan olan çocuklar, daimi nikahta olduğu gibi, babaya âittir; mirâsa girer; ancak zevc ve zevce, birbirlerinden miras alamazlar.” (Abdülbâkıy Gölpınarlı. Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik, Sayfa 617-618-620. Der Yayınları İstanbul-1987.) Caferilerin müt’a nikahı konusunda ki şartlarını şöylece özetleye biliriz: 1- Kadın belli olacak. 2- Müt’a nikahı müddeti belli olacak. 3- Müt’a nikahından dolayı kadına verilecek ücret belli olacak. 4- Müddetin sona ermesiyle veya müddetin bağışlanmasıyla müt’a nikahı sona erer. 5- Müt’a nikahının sona ermesine müteâkıb kadın kırk beş gün iddet bekler, bu müddetten önce başkasıyla evlenemez. 6- Ayrılık cinsel birleşme yapılmadan veya cinsel birleşmesiz sadece sevişme yapmak suretiyle sona ermişse kadının hamile kalması söz konusu olmadığından iddet beklemesi gerekmez. 7- Adetten kesilmiş kadında iddet beklemez. 8- Müt’a nikahıyla doğan çocuk mirasa girer. 9- Müt’a nikahıyla evlenen karı, koca birbirlerinden miras alamazlar. Caferiler müt’a nikahı konusunda ki bu görüşlerini 4 Nisa 24’e bağlamakta ve bu ayete uygun olduğunu iddia etmektedirler. 4 Nisa 24’ten başka, müt’a nikahıyla ilgili olarak Kuran’dan delil gösterme iddiasında değillerdir. Bütün iddiaları 4 Nisa 24’ün, müt’a nikahının meşruluğunu belirttiği ve bu nikah çeşidinin kıyamete kadar geçerli olduğu yönündedir. Halbuki, delil olarak göstermiş oldukları 4 Nisa 24’e baktığımızda durum hiçte iddia ettikleri gibi değildir. Şöyle ki, Kuran’dan mealen: - Geçmişte olanlar hâriç, (bundan böyle) babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin, çünkü bu fuhuştur, (Allah’ın) hışmıdır ve iğrenç bir yoldur. 4/22 - Size (şunlarla evlenmenizde) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren (süt) analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız - eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur - kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. 4/23 - (Savaşta esir olarak) ellerinize geçen(kadın)lar müstesnâ, evli kadınlar(la evlenmeniz)de (yasaklandı.İşte bunlar)size Allah’ın yazdığı yasaklardır. Bunlardan ötesini, iffetli yaşamak, zinâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (mehirlerini verip almanız),size helâl kılındı, kendileriyle evlenip faydalandığınıza, takdir olunan ücretlerini bir hak(farz)olarak verin. Ücretin (mehrin)kesiminden sonra karşılıklı anlaşma(k sûretiyle kesilenden az veya çok vermeniz)de üzerinize bir günah yoktur. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir. 4/24

Mealini yazmış olduğum, 4 Nisa 22-23-24. Ayetlerine baktığımızda, evliliğin devam süresi yönünden tek bir çeşit nikah emredildiğini görürüz. Şöyle ki: Kendileriyle evlenilmesi yasak olan ve serbest olan kadınların ayırımı yapıldıktan sonra, her iki grubu kapsayacak şekilde yani evlenilmesi serbest olan kadınların tamamı hakkında geçici evlilik ve süresi belli olan evlilik şeklinde bir ayırım yapılmadan. Kendileriyle evlenilip faydalanılan kadınların tamamı için takdir edilen bir ücret; bir farz olarak ödenmesi emredilmiştir. Bundan da iki husus söz konusu olmaktadır. Bu iki hususta, faydalanma ve ücret ödeme hususlarıdır. Her iki husustan kastedilen mana anlaşılmadan konunun tam olarak anlaşılması mümkün değildir. Bunun içinde kadınlardan elde edilecek faydanın ne olduğunun öncelikle bilinmesi gerekir. Bu faydanın da iki ihtimali vardır. Birincisi cinsellik yani seksi fayda, ikincisi kadının erkek için yapmış olduğu diğer hizmetlerdir. Eğer ki, kastedilen fayda yalnızca seksten ibaretse o zaman erkek evlenebileceği herhangi bir kadınla, birkaç dakikalığına dahi olsa nikah yapabilir. Fakat, kastedilen fayda yalnız başına seksi fayda değil de, daha geniş kapsamlı hizmetleri de içeren bir faydaysa geçici nikah yani müt’a nikahının söz konusu olmaması gerekir.

Konuya seksi fayda veya başka bir ifadeyle seks yoluyla alınan lezzet açısından baktığımızda bazı zorluklarla karşılaşırız. Şöyle ki: Cinsi münasebette yalnız erkek lezzet almamaktadır, kadın da aynı şekilde lezzet almaktadır. Normalinde, hem erkek cinsel doyuma ulaşmakta, hem de kadın cinsel doyuma ulaşmaktadır, burada doyum açısından açıkça görünen bir eşitlik mevcuttur, hal böyle olunca neden erkek kadına bir ücret ödeme durumunda kalsın. Hatta yapılan istatistiklerde yaklaşık her on kadından birinin ard arda orgazm olabildiği yani tek bir cinsi münasebetle birden fazla doyuma ulaşabildiği tespit edilmiştir, bu durumda erkek bir sefer doyuma ulaştığın da, kadın da birden fazla doyuma ulaşmış olduğundan, kadının erkeğe ücret ödemesi söz konusu olabilir. Cinsel arzu duymak yalnız erkeğe has bir durum değildir, kadınlarda aynı şekilde cinsel arzu duyarlar hatta “Nemfomanı” olan kadınların çok aşırı cinsel isteği vardır. Bundan dolayı biz evlilikten sağlanan faydayı yalnız cinsel fayda olarak anlamamaktayız, bu açıdan yalnızca seks hedefleyen “müt’a” nikahı diye bir nikah çeşidinin İslami açıdan geçerli olması mümkün değildir. Bu nikahın eskiden uygulanmış olduğu yolunda ki tüm rivayetlerde Müslümanlara yapılmış bir iftiradan ibarettirler. Caferilerin müt’a nikahıyla ilgili olarak öne sürmüş oldukları, hamile kalma ihtimali olmayan kadın veya kızın iddet beklemesi gerekmez şartına göre, bir kadın veya kız hamile kalacak şekilde cinsel birleşme yapmadan müt’a nikahı yoluyla bir günde onlarca erkekle ayrı ayrı sevişe bilir. Bu ise Müslümanların yuva kurup çocuk yetiştirmelerine mani olan ciddi bir durumdur. O halde kadınlara evlilikten dolayı ödenecek ücret cinsel hazzın ötesinde ki bir faydayla ilgili olması gerekir. Bunu da, İslam’daki aile yapısında yapısında görmek mümkündür. Dikkat edilirse 4 Nisa 24’de göre ödenecek olan evlenilen tüm kadınları kapsamaktadır. Yani, İslam da evlenilen her kadına sağladığı faydayla ilgili olarak bu ücretin ödenmesi farzdır. Bundan da, bir kısım kadınlar için geçici evlilik, bir kısım kadınlar için de süresi belli olmayan evlilik diye bir evliliğin olamayacağı kolayca anlaşılır. Zira hepsi için aynı şekilde ücret ödenmesi durumu söz konusudur. İslam aile yapısında evin geçimi erkeğe aittir. Kadın evin geçimi için çalışmak zorunda değildir. Evli kadının çalışmak zorunda olmaması, isterse dahi hiç çalışmaz manasında değildir. Evli kadın kocasından izin alarak, aile düzenini bozmadan, İslami şartlara uygun güzel bir işte çalışabilir. Bu

durumda dahi kazandığı ücret kendisine ait olup evin geçiminden erkek sorumludur. Bu duruma göre esas itibarıyla, İslami aile düzeninde biri kocaya ait, biride kadına ait olmak üzere iki konum meydana gelmiş olur.

Koca çalışıp para kazanmak suretiyle evin geçimini sağlamakta, ev ve ev için almış olduğu eşyalarla, biriktirmiş olduğu servet kendisine ait olmaktadır. Kadın ise ev işlerini yapmakta olup, çocukların bakımıyla ilgilenmekte, dolayısıyla servet edinememektedir. İşte kadının yapmakta olduğu bu işlerden dolayı kocası bir fayda sağlamaktadır. Bundan dolayı kadının yapmış olduğu bu hizmetlerle ilgili olarak kocasının kendisine bir ücret ödemesi gerekmektedir. Örneğin, kadına sağlamış olduğu bu hizmetlerden dolayı bir ücret ödemezse ve kocası onun sağlamış olduğu destekle maddi servet sahibi olmasına rağmen, kendisi fakir bir durumda, ve evliyken yapmış olduğu hizmetler boşa gitmiş bir şekilde sefalete düşebilir. Bunun böyle olmaması için erkeğe sağlamış olduğu hizmetlerden dolayı kadının ücret alması gerekir. Yoksa bu ücret, Caferilerin anladığı gibi, çocuk yapmayı dahi amaçlamayan on dakikalık bir seks yapma karşılığı değildir. Hem evlilik süresince kadını erkeğin ekonomik ihtiyaçlar kölesi olmasını engelleyen, hem de boşanma durumunda kadına bir güvencedir. Yoksa, aile yuvası hedeflemeden, üç beş kuruşluk bir maddi menfaat için ona buna açılacak olduktan sonra, tesettürün ne kadar bir manası vardır.

Allah, Kuran’da kadını erkeğin tarlası olarak tanımlamaktadır. Ürün almayı hedeflemeyen hiçbir evlilik bu tanım içerisine girmez, İslami evlilikte kadın tarla konumundadır, müt’a şeklinde evlilikte ise sadece bir mesire yeri gibidir. Allah’ın, Kuran’daki tanımları dışına çıkan bütün tanımlar, Allah’ın razı olduğu İslami tanımlar değildir. Bu konularla ilgili olarak Kuran’dan mealen: - Ve sana hayz halinden soruyorlar. De ki: “O eziyettir.” Artık hayz zamanında kadınlarınızdan çekiliniz. Ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Fakat iyice temizlendikleri vakit onlara Allah'ın size emrettiği yerden varın. Şüphe yok ki Allah Teâlâ çok tövbe edenleri sever ve çok temizlenenleri de sever. 2/222 - Kadınlarınız sizin için bir ekin mahallidir. Binaenaleyh bu ekin yerinize nasıl isterseniz varın ve kendiniz için -güzel ameller- takdim edin. Ve Allah Teâlâ'dan korkunuz. Ve biliniz ki sizler şüphesiz onun huzuruna varacaksınız. Ve müminleri müjdele. 2/223 İslam da, kadın erkeğin tarlası konumunda olunca, alınan ürün, yani çocuklar tarla sahibi olan babaya ait olmuş olur. Şimdi, kadının sağladığı fayda ve aldığı ücreti bu konumda ele alalım. Bu konuda, Kuran’dan mealen: - O -boşanan- kadınları gücünüzün yettiği kadar ikamet ettiğiniz yerin bir kısmında oturtun ve üzerlerine baskıda bulunmanız için kendilerine zarar vermeyin ve eğer yüklü bulunmakta iseler yüklerini koyuncaya değin onlara nafakalarını verin, eğer sizin için -çocuklarınızı- emzirirlerse onlara ücretlerini verin, ve aranızda mâruf bir veçhile müşaverede bulunun ve eğer müşkülâta uğrar iseniz onun için başkası emzirecektir. 65/6 Boşanan kadının doğurmuş olduğu çocuğu emzirmesi bir ücrete tabi olunca, evlilik içinde yapmış olduğu bütün hizmetlerin, örneğin: yemek pişirme, çamaşır

yıkama temizlik v.s. Bir bütün olarak ücrete tabi olacağı ve bu işlerden dolayı kocasının ona ücret ödemesi gerektiği açıktır. Bu ücret evlenecek erkek ve kadın arasında karşılıklı Pazarlık suretiyle belirlenir. Ayrıca evliliğin devam etmesi de süreye bağlı değildir. Örneğin her gün için şu kadar ücret olarak belirlenmez, süre dikkate alınmadan belirlenir. Kadın erkeğin maddi durumuna göre şu ücret karşılığında evlenmeyi kabul ediyorum diye talepte bulunur. Veya talepte bulunmaya da bilir. Sonradan bu ücret taraflar arasında karşılıklı rıza ile arttırılır veya eksiltilebilir, ücret evlilik süresince geçerlidir. Evlilik ömür boyu devam etmişse herhangi bir ödeme söz konusu değildir, bu durumda kadının miras üzerinde hakkı vardır .boşanma olması halinde ödeme söz konusu olur ve bu durumda da kadın mirastan pay alamaz. Kadının boşandıktan sonra emzirmeden dolayı ücrete hak kazanmış olması, bu konuların konumunu belirlemede örnektir. Yoksa boşanmamış kadın çocuğunu emzirmeden dolayı ücret alamadığı gibi, mehir ücretinin de ödenmesini talep edemez. Nikah bağının ciddiyeti açısından ve erkeklere göre daha zayıf olan kadınların desteklenmesi için, nikah yapılmışsa ve henüz dokunulmadan kadın, erkek tarafından boşanırsa, dul adını alan kadına yinede bir maddi menfaat ödenmelidir, mehir belirlenmişse ödenecek miktar bu durumda mehrin yarısıdır. Ancak kadın öyle bir menfaat istemekten kendi gönlünce vazgeçerse o zaman ödeme yapılmaz. Bu konuda, Kuran’dan mealen: - Henüz dokunmadan, yada mehir kesmeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur. Onları faydalandırın (bir miktar bir şey verin). Eli geniş olan, kendi gücü nispetinde, eli dar olan da kendi gücü nispetinde güzel bir şekilde faydalandırmalı. (herkes gücü ölçüsünde bir şey vermeli)dir. Bu, iyilik edenlerin üzerine bir borçtur. 2/236 - Ve eğer onları daha kendilerine temasta bulunmadan boşar da onlar için mehir belirlemiş bulunursanız o zaman bu belirlediğiniz mihrin yarısı lâzım gelir. Meğer ki o kadınlar affetsinler veya nikâhın düğümü elinde bulunan (vekili) affeylesin ve sizin affetmeniz (tamamını ödemeniz) takvaya daha yakındır ve aranızdaki iyiliği unutmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ yaptığınız şeyleri hakkıyla görücüdür. 2/237 İslam aile yapısının daha birçok şartları vardır. Müt’a nikahı diye bir geçici nikahın olmadığını belirtmek için, kadınların evlilikten dolayı hak ettikleri ücreti konu eden bir kesiti aldım. Yoksa İslam aile yapısında boşanma sık rastlanan bir olay değildir. Erkeğin kadın üzerinde hakları olduğu gibi, kadınında erkek üzerinde hakları vardır. Bu itibarla, Caferilerin müt’a adı altında kabul ettikleri geçici nikah iddialarını Kuran ölçüsüne göre kabul etmek mümkün değildir.

İMAMİYYE ŞİASININ HADİS ANLAYIŞI Bu başlık altında, İmamiyye Şiasının en önemli hadis kaynaklarından olan, el Kuleyni’nin (öl.h.329) Usul-u Kâfi isimli hadis kitabının 1. Cildinden örnekler vererek, İmamiyye Şiasının hadis anlayışını tanıtmaya çalışacağım, Şöyle Ki: Kaleme almış olduğum Kütüb-i Sitte’nin Eleştirisi ve Kûr’an’a arzı isimli kitabımda Ehli Sünnetin tabi olduğu altı hadis külliyatını kaynak olarak, Kûran’la karşılaştırmak suretiyle eleştirmiştim, bu çalışmamda da İmamiyye Şia’sının tabi olduğu hadis külliyatını aynı şekilde inceleyip Kur’an’la karşılaştırmak istememe rağmen külliyatın Türkçe çevirisini tespit edemediğimden buna imkan bulamadım, benim yaptığım araştırma neticesinde sadece el Kuleyni’ye ait, Usul-u-kâfi isimli hadis kitabının Türkçeye çevirisi yapılmış birinci Cildini elde edebildim, diğer ciltleri almak istediysem de henüz Türkçeye çevrilmediğini öğrendim, aynı şekilde İmamiyye Şiasına ait diğer hadis Külliyatının da henüz Türkçe çevirisinin bulunmadığını söylediler, (Kitabı Temin ettiğim yer Kevser Yayınları). İnternet üzerinden başka kitap evlerinde araştırdımsa da aynı neticeyi aldım. Bundan dolayı bu bölümde elimde mevcut bulunan Usul-u Kâfi adlı hadis kitabının birinci Cildinden Şia Hadislerine örnek olmak üzere değineceğim. El-Kâfi’deki hadislerin tamımı 16199’dur, birinci ciltte ise 1441 hadis bulunmaktadır, bu hadislerin de çoğunluğu İmametle ilgili olduğundan çeşit olarak fazla bir konu içermemektedir, şöyle ki; USUL-U KÂFİ, yazan: Sigatul İslam Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak el Kuleyni (öl.h.329), 1. Cilt, Dar’ul Hikem Yayınları: 1 Baskı Mart 2002 El-Kuleyni için şöyle demektedirler: “Muhammed Taki el-Meclisi şunları söyler : Doğrusu bizim zehabın âlimleri arasında onun gibi birisi yoktu. Onun aktardığı rivayetleri inceleyen, kitaplarının bilgi tertibini irdeleyen herkes bilir ki, o, Allah tarafından teyid edilmiş biridir. (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa III.) Kâfi (yeterli) kelimesinin menşei konusunda şöyle diyorlar: “Yüce Allah, bu kitabı yirmi senede yazmasını müyesser kıldı. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Şii Müslümanlar kendileri için dinin her alanında yeterli (Kâfi) gelecek bir kitap yazmasını istiyorlardı. Çünkü Kuleyni, görüş alışverişinde bulunacağı, müzakere edeceği, ilmine güvenilen zatla görüşüyordu. Bazı âlimler, Kuleyni’nin el-Kâfi’yi İmam Kâim (Mehdi aleyhisselam)’a arzettiği ve İmamın da bu eserin güzel olduğunu belirttiği ve << Şia’mız için kâfidir>>. dediği inancındadırlar. (Ravdatu’l Cennat sh.533)” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa XI.) Böylece, Şii inancına göre “hem Allah’ın, hem de Mehdi’nin onayladığı bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu görmüş oluruz“. Vasıflandırma bu olmasına rağmen şöyle de demektedirler:

“1- Bu eserde geleneksel din anlayışımıza aykırı şeyler muhakkak göreceksiniz. O zaman yapacağınız şey, hemen onu ön yargıyla reddetmek yerine, o şeyi Kur’an ve mantık süzgecinden geçirmek olsun. Bunlara uymuyorsa reddedin.

2- Bu eser kategorisinde eşsiz ve en muteber eser olmakla birlikte, diğer büyük hadis ve sünen kitaplarının tamamından daha az da olsa içinde sahih olmayan hadislerde bulunabilir. Mücevher dolu bir hazine de üç beş çürük demir olması o değersiz kılmayacağını belirtmek isterim. Özellikle onun kategorisinde ki, diğer bütün hazinelerde, ondakinden daha fazla çürük demir bulunduğu gerçeği ortada

iken, be gerçeğe rağmen, koltuğuna her Kur’an meâli ve hadis-sünen tercümelerini alan lütfen ahkam kesmeğe kalkışmasın. Selâhaddin ÖZGÜNDÜZ.” (Usul-u Kâfi/Önsöz sayfa IX.) Burada ilginç olan husus Usul-u Kâfi’de çürük rivayetlerin bulunduğunun itiraf edilmiş olmasıdır, ayrıca eleştirileri engellemek için yapmış olduğu uyarılardır, aman ha diyor Arapça bilmeden ve sizin tarafınızdan kabul gören hadislerin çürüklüklerini dikkate almadan bizim tarafımızdan kabul gören hadisleri eleştirmeye kalkışmayın. Bizde çürük varsa sizde daha fazlası vardır mantığı, aslında dediği şey doğrudur, hadislere tabi olan bütün mezheplerin hadisleri çürüklerle doludur. Peki eleştiriyi yapacak olan kimse İnancına esas olarak yalnız Kur’an’a tabiyse, hiçbir mezhep veya hadis ekolüne tabi değilse, Kur’an’ı Arapça aslından okuyup anlayabiliyorsa, yaptığı eleştirilerde Kur’an esaslı mantık süzgecini kullanıyorsa, tespitlerini belgeli olarak ortaya koyup, okuyucunun karşılaştırma yapmak suretiyle değerlendirme yapmasına fırsat veriyorsa herhalde size göre de eleştiri yapmanın mahzuru olmaz, dolayısıyla bu şartlarda eleştiri yapanın herhangi bir kimse olması da fark etmez. Yalnız özellikle şunu belirteyim ki, Arapça bilme şartının ileri sürülmesinin, İslam dininin öğrenilmesi açısından hiçbir değeri yoktur, İslam dini evrensel bir dindir, Arapça bilme şartının ileri sürülmesi onun evrenselliğini engelleyici bir durumdur, Allah’ın sebepler ihsan etmesiyle herkes kendi ana dilinde noksansız olarak İslam dinini öğrenebilir, Allah’ın hidayet etmesi, ilim ve hikmet bilgisi vermesinin dil bilme yani Arapça bilme şartına bağlı değildir, Kur’an’ın Arapça olmasından dolayı, öğrenmede Arapça bilmenin faydası olabilir, fakat Arapça bilmemek öğrenmeyi engelleyici bir durum değildir, Arapça bilmek İslam’ın şartlarından bir şart değildir. Bundan dolayı Arapça bilen kimselerin, Arapça bilmeyi İmanın bir şartıymış gibi ileri sürmeleri yersizdir. İslam dini herhangi bir ırka, dile veya şahsa bağlı olmayan “Evrensel” bir dindir. Aksini iddia etmek İslam Dininin Evrenselliğini yok etmeye çalışma çabasıdır. Kur’an’ın Evrenselliğiyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen: - (Resûlüm!) De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim. 38/86 - Bu Kur'an, ancak âlemler için bir öğüttür. 38/87 - Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi öğreneceksiniz. 38/88 - (Resûlüm)! Şüphesiz biz bu Kitab'ı sana, insanlar için hak olarak indirdik Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin. 39/41

KUR’AN’I RİVAYETLERİN SAĞLAMLIĞINA ÖLÇÜ OLARAK KABUL ETMELERİ :

Şöyle ki: 1- “Rivâyeti, Allah’ın kitabına götürün, Allah, Azze ve Celle’nin kitabına uyanı alın, Allah’ın kitabıyla çelişeni atın.” (Usul-u Kâfi sh 6) Bu gerçekten güzel bir söz, şu var ki şimdiye kadar Şia inancında uygulanma sahası bulamamıştır, bundan sonrada İmamiyye Şiasında uygulanma imkanı bulması mümkün olamaz, zira İslam dininin öğrenilmesinde ikili sistem iddia eden bütün mezhepler, uygulamada Kur’an’ı rivayetlerin sağlamlığına bir ölçü olarak kullanma imkanına sahip değillerdir, ikili sistem sistemler yapıları icabı Kur’an’ın İmamlığı ve Hadisin İmamlığı olmak üzere iki imama sahiptirler, bu sistemlerde bazı rivayetlerde Kur’an’a davet yapılırken, diğer birçok rivayette Hadis’e davet yapılır böylece öğretide derin ayrılıklar ve çelişkiler meydana gelir. İki imamlık olayı sürdüğü müddetçe bu ayrılıkların telafisi mümkün olamaz, çözüm Kur’an’ı tek imam kabul ederek, rivayetleri İmamlıktan azletmektedir. İşte o zaman bütün İslam aleminde yalnız Kur’an’a bağlı olan bir inanç bütünlüğü sağlanmış olur. Aslında bu hususu çok iyi şekilde İmamiyye Şiasının bilmesi gerekirdi, zira onlar şahıs bazında aynı anda iki İmam olamayacağını söylerler, bunu söyleyenlerin İslam öğretisi söz konusu olunca biri Kur’an - biride Hadis olmak üzere aynı anda iki imam kabul etmeleri ilginçtir, Kuran İslam dininin tek kaynağı ve tek rehberidir, o İslam dininin öğrenilmesi için Yeterli, Açık ve Anlaşılır bir kitaptır, hiçbir noksanlık ihtiva etmediği gibi asla batıni yani açık manasının dışında gizli mana ihtiva etmez, bu onun “Mubin” yani apaçık olma özelliğindendir. İslam’a daveti evrensel olduğundan öğrenilmesi ve öğretilmesi hiçbir insan veya zümrenin tekelinde olamaz. İmamiyye Şiasının, Kur’an için Batıni (gizli) öğreti iddia etmeleri ve öğrenilmesini belirli şahıslara bağlamaları, şöyle ki: 2- “Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: <<Vasilerden başka hiç kimse, Kur’â’ın tüm zâhiri ve bâtını anlamını bildiğini, bütün Kur’an ilimlerine sahip olduğunu iddia edemez.>> (Usul-u Kâfi sh 318 H.604. ) Kur’an’dan mealen : - Ey Kitap Ehli, Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan ve bir çoğundan geçiveren elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. 5/15 - İşte böylece biz o Kur'an'ı açık seçik âyetler halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah dilediği kimseyi doğru yola sevk eder. 22/16 Görüldüğü gibi Kur’an apaçık yani Mubin bir kitaptır, ona batın isnat edilmesinin aslı yoktur. Kur’an’dan mealen : - Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir İmam ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur'an'a)

inanırlar. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. 11/17 - Ondan önce de bir rahmet ve İmam olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır. 46/12 Kur’an’dan önce Musa’nın kitabı İmamdı, dolayısıyla Kur’an geldiği andan itibaren imamdır ve bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir, Kim Kur’an’a iman etmişse o yanı başında olan, onu yalnız bırakmayan sağlam bir İmam edinmiştir. Öyle bir İmam ki, ne ölür nede saklanır. O öyle bir İmamdır ki, her şeyin açıklaması ve tafsili ondadır, yol göstericidir, kolay anlaşılır, değiştirilemez, batıl ona ne önünden nede arkasından yanaşamaz, Kur’an’dan mealen : Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla. - Tâ. Sîn. Bunlar Kur'an'ın, (gerçekleri) açıklayan Kitab'ın âyetleridir. 27/1 - İman eden müminler için bir hidayet rehberi ve bir müjdedir. 27/2 - Muhakkak ki biz, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. 17/89 - Hakikaten biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık insandır. 18/54 - Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. (Ondan) öğüt alan yok mu? 54/17 - Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir. 6/115 - Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. 41/41 - Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah'tan indirilmiştir. 41/42 Daha bir çok ayette, İslam dininin bilgi kaynağı olarak yalnız Kur’an esaslı olduğunu görmek mümkündür. İmamiyye Şiasının iddia ettiğine göre ise, İslam dininin öğrenilmesi için, Kur’an’dan başka, Kur’an’dan bağımsız ve üstün birçok bilgi kaynağı vardır, şöyle ki:

“SAHİFE, CİFİR, CAMİA ve FÂTIMA’nın MUSHAFI” iddiaları. “... Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve o’na dedim ki: “Sana kurban olayım! Sana bir soru sormak istiyorum, acaba burada sözlerimi işitecek başka biri varmıdır?” Ebu Abdullah bulunduğu yerle evin başka bir bölmesini ayıran perdeyi kaldırdı, oradan başını uzatıp baktıktan sonra şöyle dedi: << Ey Ebu Muhammed! Ne istersen sor.>>

Dedim ki: “Sana kurban olayım! Senin Şiilerin, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ali (aleyhisselâm)’a bir ilim kapısını öğrettiğini ve bu kapının da o’na bin kapı açtığını söyleyip duruyorlar, acaba söylenenler doğrumudur?”

İmam şöyle buyurdu: <<Ey Ebu Muhammed! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bin kapı öğrettiği ve bunların her biri de bin kapı açar.>> Dedim ki: “Allah’a yemin ederim ki, ilim budur.” İmam bir saat boyunca düşünceye dalarak yeri çiziktirdi. Sonra şöyle dedi: <<Evet, bu ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir.>> Ardından şunları ekledi: << Ey Ebu Muhammed! Camia (bütün ilimleri kapsayan) bizim yanımızdadır. Camia’nın ne olduğunu biliyorlar mı?>> Dedim ki: “Sana kurban olayım! Camia nedir? Buyurdu ki: << Bir sahifedir ki, uzunluğu Rasûlullah’ın ziraiyle yetmiş zira eder. Peygamberimiz yazdırmış, Ali de yazmıştır. Orada bütün helâller ve haramlar, insanların ihtiyaç duydukları her şey vardır. Hatta birini tırmalayıp yaralamanın cezası bile onda yazılıdır.>> Sonra İmam (aleyhisselâm), elini omuzuma koydu ve dedi ki: << Bana izin verir misin ey Ebu Muhammed?>> Dedim ki: “Sana kurban olayım! Kendimi size adamışım, dediğinizi yapın.” Bunun üzerine İmam, beni çimdikledi ve ardından, << İşte çimdiğin cezası bile orada yazılıdır.>> O sırada İmam bir parça öfkelenmiş görünüyordu.

Dedim ki: “İlim budur.” Buyurdu ki: << Bu, ilimdir, ama ilim sadece bundan ibaret değildir.>> Sonra bir saat kadar sustu, ardından şöyle dedi: << Cifir ilmi bizim bizim yanımızdadır. İnsanlar cifir ilminin ne olduğunu nereden bilecekler? >> Dedim ki: “Cifir nedir?” Buyurdu ki: << Deriden bir kaptır ki, peygamberin, vâsilerin ve İsrail oğullarının geçmiş ulemasının ilimlerini kapsar. >> Dedim ki: “Hiç kuşkusuz ilim budur.” Buyurdu ki: << Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir. >> Sonra bir saat kadar konuşmadı, ardından şöyle buyurdu: << Hiç kuşkusuz Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın “mushafı” da bizim yanımızdadır. Fâtıma’nın mushafının ne, olduğunu nereden bilecekler? >> Dedim ki: “Fatıma’nın mushafı nedir? “Buyurdu ki: << Sizin şu Kur’ân’ınızın üç misli bilgi kapsayan bir mushaftır. Allah’a yemin ederim ki, sizin şu Kur’ân’ınızdan bir tek harf yer almaz o mushafta. >>

Dedim ki: “Allah’a yemin ederim ki, ilim budur.” Buyurdu ki: << Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir. >> Sonra bir saat kadar sustu, ardından şöyle buyurdu: << Bu güne kadar olanlara ve bundan sonra kıyamete kadar olacaklara ilişkin ilim, bizim yanımızdadır. >> Dedim ki: “Sana kurban olayım. Allah’a yemin ederim ki, ilim budur.” Buyurdun ki: << Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir. >> Dedim ki: “Sana kurban olayım. Peki ilim nedir?” Buyurdu ki: << İlim, gece ve gündüz bir işten sonra meydana gelen bir başka işle ve bir şeyden sonra meydana gelen bir başka şeyle ilgili olarak ortaya çıkan şeye denir. >> (Usul-u Kâfi sh 332-333 H.630. ) “... Hüseyin b.Ebul A’lâ şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: << Bende beyaz “cifir” vardır. >> Dedim ki: “İçinde ne vardır?” Dedi ki. << İçinde Davud’un Zebur’u, Musa’nın Tevrat’ı, İsa’nın İncil’i, İbrahim’in suhufu, helâl ve harama ilişkin bilgiler vardır. Ayrıca Fâtıma (selamullahi aleyha)’nın mushafı da vardır. Onda Kur’an’dan herhangi bir şey olduğunu sanmıyorum. Onda insanların bizden öğrenme, ihtiyacı duydukları şeyler vardır. Bizimse bu hususta kimseye ihtiyacımız yoktur. Hatta bu mushafta bir kırbac vurmanın veya yarım kırbaç vurmanın, aynı şekilde birini tırmalayıp yaralamanın bile cezası bildirilmektedir. Bende bir de kırmızı cifir

vardır. >> .... “ (Usul-u Kâfi sh 334 H.632. ) “... Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir : << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kılıcının kabzasının bir ucuna asılı bir kasenin içinde küçük bir sayfa saklıydı. >> Ebu Abdullah aleyhisselâm)‘a dedim ki: “Bu sayfada ne yazıyordu?” Buyurdu ki: << Burada bazı harfler yazılıydı ki, bu harflerin her biri bin bölüme açılır. >>

Ebu Basir der ki: Ebu Abdullah (aleyhisselâm) devamla şunları söyledi: << Şu ana kadar, bu harflerden iki tanesi dahi ortaya çıkmış değildir. >> “ (Usul-u Kâfi sh 426 H.764. ) “... Ebul Carud, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: << Hüseyin (aleyhisselâm), vefat edeceği sırada vasiyetini herkese açık bir şekilde kızı Fâtıma’ya, dürülmüş bir mektup şeklinde verdi. Hüseyin (aleyhisselâm), ın başına bildiğimiz olaylar gelince, Fâtıma bu vasiyeti Ali b. Hüseyin’e verdi. Dedim ki: “Allah, Azze ve Celle sana rahmet etsin, mektupta ne yazıyordu?” buyurdu ki: << Dünya kurulduğundan yok olacağı güne kadar Âdemoğullarının ihtiyaç duydukları her şey. >> “ (Usul-u Kâfi sh 438 H.779. ) Görüldüğü gibi, iddia ettiklerine göre, ilim alma ve hükmetme konusunda Kur’an’ın bir çok rakibi varmış. Zira sarf ettikleri “Sizin şu Kur’ân’ınız” ifadesi Kur’an’ı dışlayıp küçümseyen bir ifadedir. Bilinse ki bizim Kur’an’ımız muazzam bir Kur’an’dır. Bizim Kur’an’ımız ortadadır, gerek ki şu Camia iddia edenler de, Camialarını tam metin halinde ortaya koysalar ve falcılıktan başka bir şey olmayan Cifir bilgilerini ortaya koysalar, hep beraber görerek Kur’an’a göre değerlendirip hangisinin tutarlı ve üstün olduğunu ortaya koysak. Her birinin konumu net olarak anlaşılmış olurdu. Yukarıdaki alıntılarda, Hüküm ve Gaybı bilme konusunda iki iddiada bulunmuşlardır, her iki iddiaları da Kur’an’a uymamaktadır, şöyle ki, Kuran’dan mealen: - Ve Allah, O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. Hamd önünde de sonunda da onun içindir. Ve hüküm O'na mahsustur ve ona döndürüleceksinizdir. 28/70 - Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah Teâlâ'nın sana bildirdiği şekilde hükmedesin ve hainler için müdafaacı olma. 4/105 - Ve aralarında Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu ile hükmet ve onların arzularına tâbi olma. Ve Allah Teâlâ'nın sana indirmiş olduğu şeylerin bazısından seni fitneye düşüreceklerinden dolayı onlardan kaçın. Eğer onlar yüz çevirirlerse artık bil ki, Allah Teâlâ muhakkak diliyor ki, onları bazı günahları sebebiyle musibete uğratsın. Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları elbette fasık kimselerdir. 5/49 Görüldüğü gibi, İslam dininde Hüküm ancak ve ancak Kur’an iledir. Şiilerin kendilerine göre geçerli, Kur’an’dan ayrı hüküm kaynakları iddia etmeleri, Kur’an’a aykırıdır. Gayb konusundaki iddialarına gelince, Kur’an’dan mealen: - Ve göklerin ve yerin gaybı, -onları bilmek- Allah'a mahsustur. Kıyametin işi ise başka değil, ancak göz kırpıp açacak kadardır veya ondan daha yakındır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeye kadirdir. 16/77 - De ki: Göklerde ve yerde olanlar gaybı bilemezler, lâkin Allah bilir ve onlar ve

zaman tekrar diriltileceklerini de bilmezler. 27/65 - Ve gaybın anahtarları onun -Cenâb-ı Hak'kın- yanındadır. Onları ondan başkası bilemez. Ve karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak düşmez" ve yerin karanlıkları içinde bir dane de bulunmaz ki, illâ onu bilir. Ve bir yaş ve bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık bir kitaptadır. 6/59 - De ki: Ben size demiyorum ki: Benim yanımda Allah Teâlâ'nın hazineleri vardır. Ve ben gaybı da bilmem ve size demiyorum ki, ben hakîkaten meleğim, ben bana vahy olunandan başkasına tâbi olmam. De ki: Kör ile gören kimse aynı olur mu?. Hiç düşünmez misiniz?. 6/50 26. O gaybı bilendir. gaybına kimseyi muttali kılmaz; 72/26 27. Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar, 72/27 - Ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir). 72/28 Görüldüğü gibi gaybın anahtarları ancak Allah’ın yanındadır, O’ndan başkası onları bilmez, ancak bildirmeyi dilediği resûlleri müstesnadır. Bu muttali olmada Risaletle ilgili olup, gözlemlidir. Genel ve şahsi işlerle ilgili değildir, Örneğin ticaret, alışveriş kişisel mücadele işleriyle de ilgili değildir, Şia ise, << Bu güne kadar olanlara ve bundan sonra kıyamete kadar olacaklara ilişkin ilim, bizim yanımızdadır. >> ifadesiyle genelleme yaptığı gibi, gayba muttali olmayı Resûllerden başkaları içinde iddia etmektedir. Halbuki gayb konusunda, bu şekilde bir genel bilgiye Peygamberimiz dahi sahip değildi, Kur’an’dan mealen : - De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim." 7/188 Bu itibarla Şianın gayb konusundaki iddiaları da Kur’an’a uymamaktadır.

PEYGAMBERİMİZİ NASIL BİLDİKLERİ HAKKINDA BAZI RİVAYET İDDİALARI : “... İsmail b. Muhammed b. Abdullah b. Ali b. Hüseyin’den, o Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: << Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat edeceği sırada bir zembil veya sandık çıkardı ve dedi ki: << Ey Muhammed! Bu sandığı götür. >> Dört kişi sandığı taşıdılar Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) vefat edince. Muhammed’in kardeşleri gelip sandıkta bulunanları istediler ve dediler ki: “Sandıktan bizim payımıza düşeni ver.” - Bunun üzerine dedi ki: << Onda sizin payınıza düşen bir şey yoktur. Eğer size düşen bir şey olsaydı, onu bana vermezdi. >> Sandıkta Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin silahı ve kitapları bulunuyordu. “ (Usul-u Kâfi sh 440 H.782. )

Peygamberimizin bir özelliği, Ümmi yani kitap tahsili olmayan bir kimse olmasıdır, Peygamberimizin kitaplarla haşir neşir olduğunu, dolayısıyla ders aldığını ancak onun peygamberliğine iman etmemiş kimseler iddia ederler, Kur’an’dan mealen : - Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. 7/157 - De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka ilâh yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah`a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır iman edin ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız. 7/158 - Ve işte biz âyetleri böyle türlü türlü beyan ederiz. Tâki onlar: Sen ders almışsın, desinler. Ve biz onu bilen bir kavim için açıkça beyan edelim. 6/105 Görüldüğü gibi, tahdis ettikleri rivayetler Kur’an’a uygun değildir.

PEYGAMBERİN VEFATI KONUSUNDA BAZI RİVAYET İDDİALARI “... Fudayl b. Sukre şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Sana kurban olayım! Ölünün yıkanmasında kullanılan suyun belli bir miktarı var mıdır?” Buyurdu ki: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Ali (aleyhisselâm)’a dedi ki: Ben öldüğüm zaman, Ğarş kuyusundan altı kırba su çıkar. Beni yıka, kefenimi sar ve üzerime koku sür. Beni yıkamayı ve kefenlemeyi tamamladığın zaman, kefenimin uçlarından tut ve beni oturt. Sonra bana istediğin şeyi sor. Allah’a yemin ederim ki, o zaman bana sorduğun her şeye cevap veririm.>>“ (Usul-u Kâfi sh 426 H.765. ) “... Eban b. Tağlip , Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edeceği sırada Ali (aleyhisselâm) eve girdi. Resûlullah, onun başını örtünün altına soktu, sonra: << Ey Ali >> dedi. << Ben, öldüğüm zaman beni yıka . Ve kefenimi sar . Sonra beni oturt. Ardından bana soru sor ve sözlerimi yaz. >> (Usul-u Kâfi sh 426 H.766. ) Şimdi şunu sormak lazım, Peygamberimiz Vefat etmeden önce dini tam olarak tebliğ etti mi etmedi mi? Kur’an’da her sorunun cevabı var mı yok mu? Bizim inancımıza göre Peygamberimiz tebliğ görevini tam olarak yapmış olup, bize Allah’ın kelamı olarak intikal ettirdiği Kur’an’da dini her sorunun cevabı vardır. Hal böyle olunca, Şianın Kur’an’a olan güveni sarsıcı ve Kur’an’a uymayan bu tür iddiaları İslam dini açısından kabul edilemez, zira öldükten sonra, Risalet görevi son bulduğu gibi, Ölülerle Canlılar arasındaki birebir diyalog olayı kapanır, meğerki dirilme olayı meydana gelsin, Peygamberimiz tekrar tekrar ölüp dirilmediğine göre, ona ölü haldeyken konuşma atfetmeleri de Kur’an’a aykırıdır.

Kur’an’la yetinmeyip özel bilgi arayanların dini gerçekten çok ilginç. Kur’an’dan mealen: - Nitekim sizin içinizde sizden bir peygamber gönderdik ki size bizim ayetlerimizi okuyor ve sizleri tezkiye ediyor ve sizlere kitabı, hikmeti öğretiyor. Ve sizlere bilmedikleriniz şeyleri öğretiyor. 2/151 - Andolsun, bu Kur'an'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. 17/89

İDDİA ETTİKLERİNE GÖRE PEYGAMBERİN KABRİNE YÜKSEK BİR YERDEN BAKMAMAK LAZIM, NEDEN Mİ? “... Cafer b. Müsenne el-Hatip şöyle rivayet etmiştir: Bir ara Medine’deydim, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrinin üzerindeki tavan çökmüştü. İşçiler çatıya çıkıp iniyorlardı, biz de bir cemaattik. Arkadaşımıza dedim ki: “İçinizde bu gece Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a gidecek var mı?” Mihran b. Ebu Nasr” Ben.” dedi. İsmail b. Ammar es-Sayrafi de “Ben” dedi. Bu ikisine dedik ki: “O na yukarı çıkıp oradan Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin kabrine bakmamın caiz olup olmadığını sorun.”

“Ertesi sabah ikisiyle karşılaştık ve bir yerde toplandık. İsmail dedi ki: “Sözünü ettiğiniz şeyi İmama sorduk, bize şu cevabı verdi: << Onlardan hiçbirinin Nebi’nin kabrine yukardan bakmasını istemem. Çünkü gözünü kör edecek bir şeyi veya Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi namaz kılarken ya da bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim. >> (Usul-u Kâfi sh 684 H.1225. ) Peygamberimize saygısızlık içeren bu rivayetin aslı yoktur, peygamberimizin mezarına bakılmayla “bir eşi ile beraber olurken görmesinden emin değilim“. ifadesi cinsellik ifade eden ve gerçeklerle ilgisi olmayan bir iddiadır, mezarına dışarıdan bakmayla röntgenlenen var mı ki, böyle bir şeyi peygamber için iddia etmiş olsunlar. Ayrıca bu tür ifadeler Şianın imam olarak iddia etmiş olduğu kimselerin ağzından çıkmışta değildir, Peygamberimize iftira edenler, şianın kabul ettiği on iki imama da iftira ederler. Bundan dolayı rivayetlerde geçen şahsiyetlerin bu tür sözleri söylememiş oldukları dikkate alınmalıdır, ben sadece rivayetlerle İslam dini adına yapılmak istenen öğretiyi gözler önüne sermeyi amaçlamaktayım, yoksa benim şahısları hedefleyen bir tavrım yoktur.

YARATILMIŞLARIN EN ÜSTÜNÜ RİVAYETİ : “... Hüseyin b. Abdullah şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Âdem oğullarının efendisi miydi?” Buyurdu ki: << Allah’a yemin ederim ki, o Allah’ın yarattığı her şeyin efendisiydi. Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ’den daha iyi bir varlık yaratmamıştır. >> (Usul-u Kâfi sh 664 H.1185.) İddia ettikleri bu rivayet kulağa hoş gelse de Kur’an’a uygun değildir, şöyle ki, Kur’an’dan mealen:

- Andolsun biz, Adem oğullarına çok ikrâm ettik, onları karada ve denizde taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yaratıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık. 17/70 Yukarıda mealini yazdığım ayette görüldüğü gibi hiçbir insan yaratılmışların en üstünü değildir. Ancak insan oğlu yaratılmışların bir çoğundan üstün yaratılmıştır. Bu itibarla peygamberimiz için veya başka bir Adem oğlu için yaratılmışların en üstünüdür demek Kur’an’la bağdaşmaz.

NE İLE HÜKMEDİLİR RİVAYETLERİ “... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Hükmettiğiniz zaman ne ile hükmedersiniz?” Buyurdu ki:<< Allah’ın hükmüyle ve Davud’un hükmüyle, hakkında her hangi bir şey bilmediğimiz bir şey karşımıza çıktığı zaman, buna ilişkin hükmü, Rûhul Kudüs’ten alırız. >> (Usul-u Kâfi sh 597 H.1036.)

“... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “İmamların konumu nedir?” <<İmamların konumu, Zulkarneyn’in, Yuşa’nın ve Süleyman’ın arkadaşı Asef’in konumu gibidir.>> dedi. Dedim ki: “Ne ile hükmedersiniz?” Buyurdu ki: <<Allah’ın hükmüyle, Davud soyunun hükmüyle ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hükmüyle... Bunları Rûhul Kudüs bize bildirir... >> (Usul-u Kâfi sh 597 H.1037.) Görüldüğü gibi, Peygamberimizin ümmeti olan Müslümanlara iki Şeriat iddia etmektedirler, aslında yapmak istedikleri laf kalabalığına getirerek İmam’ların Vahiy aldığını iddia etmeleridir.

İMAM OLMAYABİLİR RİVAYETİ “... Mansur, kendisine anlatan birinden şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Bir günün sabahında veya akşamında uyacağım bir İmam bulamadığım zaman ne yapayım?” Buyurdu ki: <<Kimi seviyorsan onu sevmeye ve kime buğz ediyorsan ona da buğz etmeye devam et. Ta ki Allah, Azze ve Celle, İmamı zâhir edinceye kadar.>> (Usul-u Kâfi sh 503 H.911.) Bu rivayetleriyle, ortada güncel olarak bulunmayan İmam’ın aslında yaşayanlar açısından İmam olmadığını, ve asırlardan beri herhangi bir imamın olmadığını kabul etmektedirler. İmamın mevcudiyetinde boşluk kabul etmek aslında Şianın ortaya attığı İmamlık sistemi iddiasının çöküşüdür. Bizde onlara aynı şeyi söylüyoruz, Mehdi kıyamet zamanında gelecekse bu ara bizde ölüp gitmişsek, onun gelip gelmemesinden bize ne, yoksa Mehdi iddiasının arkasına saklanarak, güncel olarak Mehdilik veya imamlık yapmaya çalışanlar mı var, böyle bir şey varsa o zaman imamların on iki kişi olduklarını söylemenin ne manası var. Bir iddianın içi boş olunca birilerini sevmeyi, birilerine de sövmeyi tavsiye etmekten başka ne kalır ki, onlarda aynı şeyi yapıyorlar.

Yukarıdaki rivayetlerle çelişkili olarak, şöylece rivayette bulundular: “... Muhammed b. Müslim şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: << Allah tarafından tayin edilen bir imamı olmaksızın sırf kendini yoran bir ibadetle Allah’a kulluk sunan bir kimsenin çabası kabul görmeyecektir. O, sapkın ve şaşkındır. Allah, onun amellerini çirkin sayıp öfke duyar. Onun örneği bir koyunun örneğidir ki, çobanından ve sürüsünden ayrılıp kaybolur. Bütün gününü şaşkın şaşkın gidip gelmelerle bitirir. Gece olunca başında çobanı bulunan bir sürü görür, o sürüye katılır ve gecesini bu sürünün ağılında geçirir. Çoban sürüsünü meraya salmak istediği zaman, bu yitik koyun çobanını ve sürüsünü tanımaz olur. Tekrar çobanını ve sürüsünü bulmak için şaşkın bir halde sağa sola gider gelir. Derken başında çobanı bulunan bir sürü görür, bu sürüye sığınır, onlara katılır. Çoban ona seslenir: “Gel çobanına ve sürüne katıl. Sen kaybolmuşsun, şaşırmışsın Çobanından ve süründen uzaklaşmışsın.” Ama o şaşkın, yitirmiş olarak sağa sola koşuşmaya başlar. Çobanı, yol göstereni, güdücüsü olmaksızın, önünü kesip, doğru yola yöneltecek bakıcısı olmadan gezinip durur. Derken kurt, bu koyunun kayboluşunu fırsat bilir ve koyunu yer. Aynı şekilde, Allah’a yemin ederim ki, ey Muhammed! Şu ümmetten kim, Allah, Azze ve Celle’nin tayin ettiği özellikleri belli ve adil bir İmamı olmazsa kaybolur, yolunu şaşırır. Eğer bu şekilde ölürse küfür ve nifak üzere ölmüş olur.

Bil ki, ey Muhammed! Zorba imamlar ve onların tabileri Allah’ın dininden soyutlanmışlardır. Hem kendileri sapmış hem de başkalarını saptırmışlardır. “Rablerine kâfir olanların örneği, bir küle benzer, kasırga estiği bir günde bu kül, yelle savrulur gider. Kazançlarından hiçbir şey elde edemezler, işte budur doğru yoldan çok uzak bir sapıklık.>> (İbrahim, 18)” (Usul-u Kâfi sh 250-251 H.468.) “... Hüseyin b. Ebu Alâ, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: İmama dedim ki: “Yer yüzü imamsız kalır mı?” <<Hayır.>> dedi.” (Usul-u Kâfi sh 242 H.446.) Kabul ettikleri bir İmam’a bağlanmayı İmanın şartlarından saydıkları başka rivayetleri de vardır, Bu rivayetlerle, İmam olmayabilir şeklinde tahdis ettikleri rivayet çelişkilidir. İslam dininde inanç birliğini savunmak ayrı şeydir, İslam dinini, mevcut olsun veya olmazsın siyasallaştırdıkları İmam kavramına bağlayıp, İslam dini adına kargaşa çıkarmak ayrı şeydir. Kur’an’ın İslam Dininde amel ve inanç birliğini sağlayan bir imam olduğu hiç mi akıllarına gelmiyor. Devlet başkanı şeklinde İslam da bir imamın olması da, peygamberimizin yaptığı gibi biat yene seçimle olması gereken bir olaydır, bu İmam’da diktatör değil, Kur’an ışığında Şura ile yönetim yapan bir imam olmalıdır. Biz İmamlık maskesi altında babadan oğula saltanat yapmak isteyen kimselerin İmam’lığını kabul etmeyiz. Hele iddia edilen imamlar ölüp gitmişse ve güncel olarak aktif bir şekilde yaşamıyorlarsa, birileri kendilerini onlarla özdeşleştirip saltanat yapmak istiyorsa bunu da hiç mi hiç kabul etmeyiz.

İslam’da birlik beraber olacaksa bu emrivakilerle, Kur’an’la ilgisi olmayan boş tehdit ve korkutmalarla değil de, Kur’an’da bildirildiği şekliyle Peygamberimizi örnek alarak, biat ve şura yoluyla olmalıdır. Bunun olabilmesi içinde, Kur’an’ı Tek kaynak ve Tek Rehber olarak kabul etmekten başka bir yol yoktur. Bunun içinde atalar dini şeklinde ortaya konan rivayetlerin, Kur’an’a rakip imam olarak ortaya

konmaması gerekir, Eğer Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna samimi olarak inanıyorlarsa, bütün mezheplerin atalarından devraldıkları rivayetleri Kur’an ışığında inceleyip uymayanları dışlamaları, uydurmaya çalışmak içinde yersiz tevillere girişmemeleri ve batıni manalarla referans vermemeleri gerekir. Rivayetlere dayalı mezheplerin, rivayetleri çelişkilerle dolu olduğu gibi, Kur’an’a uymayan, Kur’an’a karşıt birçok hususlar da ihtiva etmektedirler. Bu rivayetlerden değil din oluşturmak, kargaşadan ve çelişkilerden başka bir şey elde edilemez. Bu tün bunların sonucunda mezhepler arasında düşmanlık ve menfi rekabet, her kafadan ayrı bir sesin oluştuğu bir inanç parçalanması ile Kur’an ölçüsüne göre kabulü mümkün olmayan şöylece bir manzara oluştu: 1- Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devreden Kraliyet. 2- Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti uygulamalar. 3- İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar. 4- Mescit yerine, tekke ve zaviyeler. 5- Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti. 6- İslâm ümmetçiliği yerine ırkçılık. 7- Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü. 8- Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri. 9- Kabe yerine, türbelerin tavaf edilmesi. 10- Allah'a iman ve Allah’ın birliği yerine, Kutup, Gavs, kırklar, Yediler, Evtâd v.s. Telakki edilen kimseler. 11- Zekat ve Sadakalar yerine, Sofistlere vakıf tahsisi ve mali destek. 12- Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık. 13- Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum. 14- Yaratılış ve yaratıklar üzerine açık ve müspet düşünen toplum yerine, düşünceden kaçan, akletmeyen, boş hayaller kuran fertler toplumu. 15- Meşru müdafaa üzerine kurulu, af ve barışa teşvik eden İslâm cihadı yerine, haksız saldırılar ve çapulculuk. 16- Allah’ın korumasını isteme yerine nazarlıklar, muskalar, kullar v.s. den medet ve koruma ummak. 17- Allah’a istiâne yerine, kullara istiâne. 18- Peygamber yerine, Rivayet imamları, Mehdi iddiaları, şu kadar surede şu

şahıs geldi veya İsa Peygamber gelecek v.s. gibisinden, insanların kurtuluş için Kûran'a umut besleme morallerini kırma amaçlı iddialar. 19- Allah’ın tevhidi; birliği yerine, kulların ilâhlık iddiaları. 20- Aklı önemseme ve kullanma yerine, aklı küçümseme ve ret etme. 21- Gayba iman yerine, gayb konusunda keyfi iddialar ve falcılık. 22- Açık ve adil İlâhi adalet yerine, zorbaların ve diktatör yöneticilerin tağuti ve keyfi kararları. Bu gibi kimselerden uzak durulması gerektiği hususunda Kûran'dan mealen: - Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir. 6/159 - Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın 30/31 - (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar), dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip (parti) kendi yanındakiyle sevin(ip övün) mektedir. 30/32 - Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kûran ile) onlara karşı büyük cihad et 25/52

DURUM BÖYLE OLUNCA İSLÂM DİNİNDE TEBLİĞ VE İRŞAT GÖREVİ KİMLER TARAFINDAN VE NASIL YAPILABİLİR : İslam dininde Tek Kaynak ve Tek Rehber Kûran'dır, dolayısıyla Kûran'a inanan ve İslam dini adına öğretide bulunanların yaptıkları her öğreti için dayanak olarak Kûran'dan ayet göstermeleri, öğrenenlerinde kendilerine yapılan öğreti ile ilgili olarak ayet delili istemeleri şarttır. Bu sağlanırsa gerek fert bazında gerekse, birden fazla kişi bazında tebliğ ve irşat yapılabilir. Kişi bazında tebliğ ve irşat yapılabileceğiyle ilgili olarak Kûran'dan mealen: - (İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? 41/33 - (Lokman oğluna öğüt verip der ki) "Yavrum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin işlerdendir." 31/17 Ümmet bazında da tebliğ ve irşat yapılabileceğiyle ilgili olarak, Kûran'dan mealen : - Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki Hakk'a iletirler ve hak ile adâlet

yaparlar.7/181 - İçinizden hayra hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten meneden bir ümmet olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir. 3/104 Devlet bazında tebliğ ve irşat yapılabileceğiyle ilgili olarak Kûran'dan mealen: - Onlar (o kimselerdir) ki kendilerine yer yüzünde iktidar verdiğimiz takdirde namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a âittir. 22/41 Tebliğ ve irşat yapan kimselerin kendi nefislerini de unutmamaları gerektiği hususunda Kûran'dan mealen : - Siz Kitâbı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? 2/44 Bu konuda Kûran'dan daha birçok örnek vermek mümkündür, fakat verdiğim örneklerden de, İslam dininde tebliğ ve irşat konusunda araçtan çok amacın esas olduğu, amacın gerçekleşmesi için meşru her imkanın kullanılabileceğini görmek mümkündür. Tebliğ ve irşat görevinde Kaynak ve Rehber Kûran'dır - Gerçekten bu Kûran en doğru yola iletir ve iyi işler yapan müminlere, kendileri için büyük bir ecir olduğunu müjdeler. 17/9 - Dedi ki: Bana vahiy olundu: Şüphe yok ki, cinlerden bir topluluk dinlemişte demişler ki; Muhakkak biz, bir acîb (hârikûlâde) -eşsiz- bir Kur'an işittik. 72/1 - Doğru yola rehberlik ediyor, artık biz ona îman ettik ve Rabbimize hiç bir kimseyi ortak tutmayacağız. 72/2

İMAMİYYE ŞİASINDA İSLAM ADINA ÖNERİLEN ÖĞRETİ SİSTEMİ: “... İbrahim b. Abdulhamid, Ebul Hasan Musa (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet eder: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bir gün mescide girdiğinde, insanların bir adamın etrafında kümelendiklerini gördü. <<Nedir bu?>> diye sorduğunda: “O bir allâmedir.” dediler. Buyurdu ki: <<Nedir âllame?>> Dediler ki: Arapların soylarını, Arap tarihinde yaşanan olayları, cahiliye döneminin önemli gelişmelerini ve Arap şiirini en iyi bilen adamdır.” Bunun üzerine nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurdu: << Böyle bir ilmi bilmemek insana zarar vermediği gibi bilmek de fayda vermez.>> Ardından şöyle buyurdu: << Asıl ilim üç kısma ayrılır: Kur’an’dan muhkem bir âyet. Yerine getirilen bir farz... Pratikte yaşanan bir sünnet...Gerisi fazlalıktır...>> (Usul-u Kâfi sh 36 H.44) . Görüldüğü gibi, iddia ettiklerine göre tarih öğrenmek faydasız, Muhkem ayetler İlimdir, fakat Müteşabih ayetler fazlalık, sünneti uygulamak ise İlimdir, tabi ki bu sünnette kabul ettikleri hadislere uygun bir sünnet olmalıdır, Şöyle ki:

“... Ebul Buhteri, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet eder : << Âlimler peygamberlerin vârisleridir; çünkü peygamberler miras olarak dirhem ve dinar bırakmazlar. Bilâkis, hadislerden bir hadis miras bırakırlar. Kim bundan bir şey alırsa büyük kazanç elde etmiş olur. O halde sahip olduğunuz ilmi kimden aldığınıza bakın. Çünkü biz Ehl-i Beyt’ten her halefin döneminde âdil birileri çıkar, aşırıların tahriflerini, bâtıl ehlinin işlerine gelen kısmını alıp geri kalanını geri kalanını değiştirme amaçlı girişimlerini ve cahillerin yorumlarını dinden ayırırlar.>> (Usul-u Kâfi sh 37 H.45) . Kendilerince kabul gören hadislerin ve hadis anlayışlarının ihtilaflı olmaları veya çelişkili olmaları onları rahatsız eden bir husus değildir, bu durumlar karşısında tavsiye ettikleri şey, teslim olmak kaydıyla ihtilaflı hadislerden herkesin işine geleni alıp uygulaya bileceğidir. Şöyle ki: Müellifin ön sözünde şöylece bir ifade geçer; “... İmam (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: <<Teslim olmak kaydıyla farklı rivâyetlerden istediğinizi alıp uygulayabilirsiniz. >> (Usul-u Kâfi sh 7.) Bu öyle bir ifadedir ki, bu ifadeye göre ihtilaflı hadisler adedince İslam adına değişik itikad elde etmek mümkündür, böyle bir durum inanç parçalanmasının ana nedenlerinden biridir. Aslında onlarda önemli olan husus Kabul ettikleri imamlara inançta bağlılık olayıdır, bu olduktan sonra onlarca amellerin bir önemi yoktur, Zira “İmam’ı kabul eden kişi zalim ve kötü bir kişi olsa dahi, cennetlik, İmam’ı kabul etmeyen kişiler, amelleri iyi ve kendileri muttaki olsalar da cehennemliktirler,” diye rivayet tahdis etmektedirler, şöyle ki: “... Abdullah b. Sinan. Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: << Allah, amelleri iyi ve kendileri muttaki olsalar da, Allah tarafından yetki verilmeyen imamın velâyeti altında ibadet eden bir ümmete, azap etmekten utanmaz. Ve Allah, kişisel amelleri itibariyle zalim ve kötü olsalar da Allah tarafından yetki verilen bir imamın velâyeti altında ibadet eden bir ümmete de azap (bela göndermek)’ten haya eder. >> (Usul-u Kâfi sh 561-562 H.970.) Görüldüğü gibi, İmamiyye Şiasına göre dinde esas olan, kendilerince kabul edilen bir İmamın İmamlığını kabul etmektir. Bu manada olmak üzere birçok hadis rivayet etmektedirler, şöyle ki: “... Muaviye b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na bu isimlerle dua edin.” (A’raf, 180) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivâyet etmiştir: << Allah’a yemin ederim ki biziz Allah’ın en güzel isimleri. Öyle ki imamlığımızı kabul etmeyen hiçbir kulun amelini kabul etmeyecektir. >>“ (Usul-u Kâfi sh 192 H.353.) “... Haris b. Muğire şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), İmamını bilmeden ölen kimse, bir tür cahiliyye üzerine ölmüştür, buyurmuş mudur? << Evet.>> dedi. “Burada kastedilen cahiliyye, cahillerinki mi yoksa imamını bilmeyen kimselerinki mi?” dedim. << Küfür, nifak ve sapıklık cahiliyyesi.>>

dedi. (Usul-u Kâfi sh 562-563 H.973.) Görüldüğü gibi, İmamlar, Allah’ın isimleridir; İmamları kabul etmeyenler müşriktir, demektedirler, bu manada daha birçok rivayetleri vardır. Ayrıca İmamlık konusundaki şu rivayetleri ilginçtir: “... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına girdim. O sırada beş yaşını doldurmamış bir çocuk elimden tutmuş bana yol gösteriyordu. İmam bana dedi ki: << Bu yaştaki bir çocuk, sizin üzerinize hüccet olduğu zaman haliniz ne olacak? >> veya şöyle dedi: Yakında bunun yaşında bir çocuk üzerinizde velâyet sahibi olacak. (Usul-u Kâfi sh 573-574 H.991.) “... Muhammed b. İsmail b. Rebi şöyle rivayet etmiştir. Ebu Cafer (aleyhisselâm)’a imamlıkla ilgili bir soru sordum ve dedim ki: “İmam yedi yaşından küçük olabilir mi?” <<Evet.>> dedi. << Beş yaşından da küçük olabilir.>> Sehl der ki: “Ali b. Mehziyar bu hadisi bana iki yüz yirmi bir tarihinde aktardı” (Usul-u Kâfi sh 574 H.992.) “... Seffan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir: İmam Rıza ( Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki: “Allah henüz sana Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ı bağışlamamışken sana bu hususta sorular sorar ve sen da bize: << Allah bana bir erkek çocuk bağışlayacaktır.>> derdin. Gerçekten Allah sana bir erkek çocuk verdi de bizim gözlerimizi aydınlattı. Allah bize o günleri göstermezsin: ama emri hak vaki olursa. İmam olarak kime tabi olacağız?” Önünde duran Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ı işaret etti. - Dedim ki: “Sana kurban olayım o henüz üç yaşında bir çocuk?” Buyurdu ki: << Bunun bir zararı yoktur. Nitekim İsa (aleyhisselâm) da hüccet görevini yaparken henüz üç yaşındaydı.>> (Usul-u Kâfi sh 835 H.468.) “... Feyz b. Muhtar anlatmış: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğum bir sırada, henüz çocuk yaştaki Ebul Hasan Musa (Musa b. Cafer aleyhisselâm) geldi. O’nu tutup öptüm. Ebu Abdullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: <<Siz gemisiniz, bu da o geminin kaptanıdır.>> Ertesi yıl hacca gittim. Yanımda iki bin dinar vardı. Bin dinarı Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’a, bin dinarı da o’na gönderdim. Sonra Ebu Abdullah’ın yanına geldiğimde bana dedi ki: <<Ey Feyz! O’nu benimle eşit mi tuttun?>> Dedim ki: “Allah’a yemin ederim ki, bunu sizin sözünüzden dolayı yaptım.” Buyurdu ki: <<Allah’a yemin ederim ki, bunu ben yapmadım, bilâkis Allah o’nu bu göreve getirdi.>> (Usul-u Kâfi sh 809 H.450.) Görüldüğü gibi Çocuk yaşta imam olunabileceğini, hatta imam olan çocuğun üç yaşında olmasının gayet normal bir olay olduğunu söylemektedirler, bu iddialarını ispat etmek içinde şöylece rivayet etmektedirler: “... Ali b. Ebsat şöyle rivayet etmiştir: Bir ara Ebu Cafer (Muhammed b. Ali aleyhisselâm)’ın yanıma geldiğini gördüm. O’na dikkatlice bakmaya başladım. Baştan ayağa süzdüm. Amacım o’nun boyunu Mısır’daki arkadaşlarımıza tasvir etmekti. Ben bu şekilde o’nu süzüyorken, o oturdu ve dedi ki: <<Ey Ali! Allah, peygamberlik için öngördüğü hücceti, imamlık içinde öngörmüştür ve şöyle buyurmuştur: “Çocuk iken ona hikmet verdik.” (Meryem, 12) “Buluğ çağına

erişince” (Kısas 14) “Kırk yaşına varınca..” (Ahkaf 15) Dolayısıyla bir kimseye hikmet, çocuk yaşta da verilebilir, kırk yaşında da.>>“ (Usul-u Kâfi sh 574-575 H.994.) Üç ayetten kısmi meal yazarak kendilerince üç beş yaşında ki çocukların imam olabileceğini iddia etmişlerdir, bu iddiaların Kur’an öğretisiyle uzaktan; yakından hiçbir ilgisi yoktur, Allah, hiçbir çocuğu Müslümanların başına Melik olarak tayin etmez, zira böyle bir şeyin uygulamada hem mantığı yoktur, hem de Müslümanların zarar görmesine yol açan bir durumdur, konuyu izah etmeden ince delil olarak öne sürmüş oldukları ayetlere bakalım, Kur’an’dan mealen: - Ey Yahya!. Kitabı kuvvetle tut. Ve ona daha sabi iken hikmet verdik. 19/12 - Vaktaki: Musa, yiğitlik çağına erdi ve olgunlaştı, ona hikmet ve ilim verdik, ve işte güzel davrananları böylece mükâfatlandırırız. 28/14 - Ve biz insana anasına ve babasına iyilik etmeyi tavsiye ettik. Onu anası zahmetle yüklendi ve onu zahmetle doğurdu, onu bu yüklenilmesi ve sütten kesilmesi -müddeti- ise otuz aydır. Nihâyet güçlü olacağı zamana erip kırk seneye bâliğ olunca dedi ki: Yarabbî!. Beni muvaffak kıl, bana ve anam ile babama lütuf etmiş olduğun nîmetine şükredeyim ve razı olacağın bir güzel amelde bulunayım ve zürriyetim hakkında da benim için iyilik nasîp buyur. Şüphe yok ki, ben sana -günahlarımdan- tövbe ettim ve muhakkak ki, ben müslümanlardanım. 46/15 Buradaki yanılgıları, Meryem 12 ayetinde geçen sabi kelimesini çocuk manasında anlamalarından kaynaklanmaktadır, bu şekilde anlayınca da, daha doğar doğmaz çocuklarında ilim ve hikmete sahip olabileceğini zan ettiler, bebek yaştaki çocuklar hikmete sahip olabiliyorlarsa, beş yaşın altında olan çocuklar da imam olabilir iddiasında bulundular. Beş yaş altı, doğumdan itibaren olan bir süreyi kapsar, mantık ve anlayış bu olunca da, haliyle insan anasından doğar doğmaz, hikmet sahibi olabildiği gibi imamda olabilir görüşündedirler. Hal bu ki, Ayette (Meryem 12) kitabın kuvvetle tutulmasından bahsedilmektedir, peki bir bebeğin Kitaba kuvvetle sarılması nasıl mümkün olur. Kitaba kuvvetle sarılmak, bir eğitim sürecine ihtiyaç gösterdiği gibi, fiziksel güce sahip olmaya da ihtiyaç gösterir, bu hususların her ikisi de çocukların sahip oldukları hususlar değildir. Fiziksel güç edinmek bir sürenin geçmesine ihtiyaç gösterdiği gibi öğrenmekte öyledir. İsa Peygamberin vasıflarını emsal alsalar dahi bu onların imamlık iddialarını desteklemez, şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Bunun üzerine ona -çocuğa- işaret etti. Dediler ki: Biz daha beşikte sabi bulunan ile nasıl konuşabiliriz?. 19/29 - (İsa) dedi ki: Ben şüphe yok Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni bir Peygamber kıldı. 19/30 Yukarıda mealleri yazılı ayetlerden birçok kimsenin çıkardığı mana beşikte yatan bir bebeğin, bebek haliyle kitap ve hikmeti bildiği şeklindedir, bundan dolayı Şia’da çocukların hangi yaşta bulunulsalar bulunsunlar Kitap ve hikmeti bilebileceklerini dolayısıyla beş yaş altındaki çocukların dahi imam olabileceğini iddia etmektedirler, bu ise bir yanılgıdır, İsa peygamber doğduğunda, ne elinde; nede yastığının altında İncil yoktu, İsa peygamber bir mucize olarak sadece statüsünü ve neyle görevli olduğunu bildiriyordu. Kitabı, hikmeti ve İncili fiili

olarak öğrenmesi sonradan gerçekleşecek bir olaydır. Sabi kelimesi de Çocuk manasında değildir, Sabi kelimesi, çocuk olsun veya olmazsın bir kimsenin Toy olduğuyla ilgilidir, Toyluk, bir kimsenin gençliği veya küçüklüğü sebebiyle güçsüz ve beceriksiz; nefsinin isteklerine meyledebilir durumdaki, deneyimsiz acemi olmasını belirten bir mecazi sıfattır. Musa ve İsa peygamberin öğrenmesiyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen: - Ona (İsa’ya) Kitâbı, hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretecek. 3/48 - Vaktaki: Musa, yiğitlik çağına erdi ve olgunlaştı, ona hikmet ve ilm verdik, ve işte güzel davrananları böylece mükâfatlandırırız. 28/14 Görüldüğü gibi, Musa Peygamberin ve İsa Peygamberin, fiili olarak öğrenmesi sonradan meydana gelecek olan bir olaydır. Yahya peygamber için de, daha sabi iken Kitab (Tevrat)’a kuvvetle sarılmasının emredilmesi güçlü, kuvvetli bir yetişkinlikte olduğu, sabi kelimesi de, kitaba sarılmasının kendisine emredildiği anda henüz Toy olduğunu belirtir, Toyluk, buluğa ermiş genç adamlarda da olabilir, bir kimsenin sabi (toy) olması çocuk olmasını gerektiren bir olay değildir, Kur’an’dan mealen: - (Yusuf:) Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder (esbû) ve cahillerden olurum! dedi. 12/33 Görüldüğü gibi, Yusuf peygamber duasında “Esbû” demekle Sabi kimselerin davranabileceği kimseler gibi davranırım da, Cahillerden olurum diyerek, buna karşı, Allah’tan korunmasını istemektedir. Bundan dolayı Sabilik Çocuk olmayı gerektiren bir olay değildir, Şiiler ise, sabi olmayı, çocuk olmayla özdeşleştirerek, bebek dahi olsa, beş yaş altındaki çocukların İmam olabileceklerini iddia etmektedirler. Bu ise Kur’an’a uyan bir husus değildir, Allah Müslümanlara bebek imamlar emretmez, böyle bir şey emretmesi, Müslümanları yönetimde zaafa düşerek, zarara uğramalarına neden olur, Allah, Müslümanları zarara uğratacak şeyler emretmez. Kur’an’da bütün meseller vardır, bunları örnek aldığımızda İmamlık konusunu açıkça anlayabiliriz, Kur’an’dan mealen: - Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu. 2/124 Güldüğü gibi İmamlık kişiseldir, İslam dininde soya ve akrabalığa bağlı bir İmamlık olayı yoktur. İmamlık Rahmana kul olan herkesin sahip olabileceği bir mevkidir, Kur’an’dan mealen: - Ve onlar ki: "Ey Rabbimiz"! Bize eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et ve bizi takva sahiplerine iman kıl derler. 25/74 Kur’an’ın kendiside imamdır, O’nun Allah kelamı olduğuna inanan ve O’na uyan herkes başka hiçbir İmama ihtiyaç olmadan, Allah’ın emrettiği İslam dinini rahatlıkla öğrene bilir ve yolunu şaşırmaz. Kur’an öyle bir İmamdır ki, İslam

dinindeki İmamlarında İmamıdır, Kur’an’dan mealen : - Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir İmam ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur'an'a) inanırlar. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. 11/17 - Ondan önce de bir rahmet ve İmam olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır. 46/12 İslam dininde, Peygamberlerin Melik, yani hükümdar olmaları şart olmadığı gibi, Meliklerinde Peygamber olmaları şart değil, fakat Peygamberimiz örneğinde olduğu gibi bu iki sıfat bazen bir kişide de birleşebilir, Peygamberimizden sonra kıyamete kadar başka bir peygamber (nebi) gelmeyeceğinden, ondan sonra Müslümanların yapabilecekleri şey meliklik yani hükümdarlıktır. Bunların vasıflarıyla ilgili olarak Kur’an’dan mealen : - Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: "Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. "Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?" dedi. "Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?" dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir. 2/246 - Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? dediler. "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi. 2/247 Görüldüğü gibi, Müslümanların idare edecek olan yöneticilerin, hem bedenen hem de ilmen üstün şahıslar olmaları gerekir. Peygamberin mevcudiyetine rağmen, halktan birinin, Allah tarafından Melik tayin edilmesi, İmamiyye Şiasının ileri sürmüş olduğu, dini kisveli, soya bağlı, babadan oğula devreden İmam anlayışıyla bağdaşmaz. Bundan dolayı İmamiyye Şiasının İmam anlayışı Kur’an’a uygun değildir. Çocuk İmam ne yapar: “... Safvan el-Cemmal şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a: “Bu işin sahibi kimdir?” diye sordum, buyurdu ki: <<Bu işin sahibi oynamaz eğlenmez biridir.>> Sonra yanındaki Mekke cinsi bir oğlakla gelen ve oğlağa <<Rabbine secde et.>> diyen çocuk Ebul Hasan Musa (Musa b. Cafer (aleyhisselâm) o’nu tuttu bağrına bastı. Sonra şöyle dedi: <<Oynamayan ve eğlenmeyen kimseye anam babam feda olsun.>> (Usul-u Kâfi sh 449 H.808.) Kur’an hayvanlara da tebliğ yapılsın diye inmemiştir, hayvanlara tebliğ yapanlar veya hayvanları din açısından insanlar gibi değerlendirenler, İslam dinini

anlayamamış veya aklı ermeyen kimselerdirler, bir çocuğun çocukça bir davranışla oğlağa tebliğ yapması henüz aklı ermediğinden normal karşılanabilir, fakat yetişkinlerin bunu bir meziyetmiş gibi ortaya koymaları normal karşılanamaz. Çocuklar yaşları icabı oynar ve eğlenirler, bir peygamberin dahi çocukluğunda oynaması ve eğlenmesi normaldir, bu bir kusur değildir, oynamamış olması ise anormalliktir. Kur’an’dan mealen: - Dediler ki: "Ey babamız! Sana ne oluyor da Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun! Oysa ki biz onun iyiliğini istemekteyiz. 12/11 - Yarın onu bizimle beraber (kıra) gönder de bol bol yesin (içsin), oynasın. Biz onu mutlaka koruruz." 12/12 - (Babaları) dedi ki: Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım. 12/13 Görüldüğü gibi, oynama ortamı müsaitse Çocukların oynaması normal ve iyi bir olaydır. Yusuf’un babasının gösterdiği kaygı ortamla ilgilidir, Yusuf’un oynaması ve eğlenmesinden dolayı değildir. Hayvanlarında İslam Şeriatı kapsamına alınması, İslam diniyle bir ilgisi olmadığı gibi, din kapsamının yanlış anlaşılmasına da yol açar. Şöylece bir rivayet iddia ettiler: “... Muhammed bir Müslim şöyle rivâyet etmiştir: Bir gün, Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum, birden iki çift kumru gelip duvara kondular. Kendi dillerince ötmeye başladılar. Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) bir saat boyunca onların onların sözlerine karşılık verdi. Sonra uçmaya hazırlandılar, duvarın öbür tarafına uçtuktan sonra, erkek kumru bir saat kadar dişi kumruyla konuştu. Sonra uçup gittiler.

Ben dedim ki: “Kurban olayım sana, bu kuşların sorunu nedir?” Dedi ki: << Ey İbni Müslim! Allah’ın yarattığı her şey, kuş ve hayvan veya canlı olan başka bir şey mutlaka bizi dinler ve Ademoğullarından daha çok bize itaat ederler. Şu kumru dişisinden kuşkulanıyordu, dişide yapmadım diye yemin ediyordu. Dişisi ona dedi ki: “Muhammed b. Ali’nin hakemliğini kabul ediyormuşsun?” Benim hakemliğimi kabul ettiler, ben de erkek kumruya dedim ki: <<Sen eşine haksızlık ediyorsun.>> Bunun üzerine eşinin doğru söylediğini kabul etti. (Usul-u Kâfi sh 713 H.1271.) Ya işte böyle, dünyada ne iftiracı kumrular varmış, fakat ne gam imam hemen meselelerini halleder demektedirler, fakat rivayette bir çelişki var, erkek kumru İmamın dediğini hemen kabul ettiyse, duvarın öbür tarafında neden dişi kumruyla birlikte bir saat daha konuşma ihtiyacı duydular.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE İNSANLARIN NEDEN SORUMLU OLDUKLARI : “... Sedir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’a dedim ki: “Senin dostlarını, aralarında ihtilaf eder halde bırakıp geldim. O denli ihtilaf ediyorlardı ki, birbirlerinden uzaklaşıyorlar.” Buyurdu ki; << Bunun sana bir zararı yok. İnsanlar üç şeyden sorumlu tutulmuşlar: 1) İmamları tanımak. 2) İmamların kendilerine yönelttikleri emirlere teslim olmak. 3) İhtilafların çözümünde imamlara müracaat etmek.>> (Usul-u Kâfi sh 585 H.1011.) Dediklerine göre, İnsanların bütün sorumluluğu, İmamlara imandan ibaretse, o zaman İslam dininde iman konusu olan diğer hususlar ne olacak, örneğin sorumlulukta, Peygamberin ve Kur’an’ın konumu nedir? Bu konuyla ilgili olarak şöyle demektedirler: “... Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: << Kaynağı biz Ehl-i Beyt imamları olmadıkça, hiçbir insanın yanında hak ve doğruluk namına bir şey yoktur, hiçbir insan hakka uygun bir hüküm veremez. Nitekim çeşitli meseleler baş gösterdiğinde, onlar her zaman hata etmiş ve Ali (aleyhisselâm) doğruyu göstermiştir.>> (Usul-u Kâfi sh 599 H.1040.) “... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın yanındaydım. Küfeli bir adam İmama, Ali (aleyhisselâm)’ın: << İstediğinizi bana sorun. Bana ne sorarsanız sorun, mutlaka size onu açıklarım.>> sözünün anlamını sordu. Buyurdu ki: << İnsanların yanında ilim namına her ne bulunuyorsa, mutlaka Emir’ül-Mü’minin (aleyhisselâm)’dan kaynaklanmıştır. İnsanlar istedikleri yere gidebilirler. Allah’a yemin ederim ki, işin kaynağı burasıdır.>> İmam bunu söylerken evini işaret ediyordu.-” (Usul-u Kâfi sh 599 H.1041.) “... Ebu Meryem şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm), Seleme b. Kuheyl ve Hakem b. Uteybe’ye dedi ki: <<İster doğuya gidin, ister batıya gidin, sahih ilmi biz Ehl-i Beyt’ten başka bir yerde bulamazsınız. >> (Usul-u Kâfi sh 599 H.1042.) Bu şekilde söz söylemek Kur’an’ı yok saymak demektir, her Müminin veya her Müslüman'ın evinde ve elinde Kur’an bulunabilir, her Mümin veya Müslüman ihtiyaç duyacağı bütün bilgileri Kur’an’dan öğrenebilir, Kur’an’ı beli şahıslara bağlamak ve onun bilgisini belirli kimselerde tekelleştirmek, onun İnsanlara ulaşma hürriyetini bağlamaya çalışmak suretiyle onu yok saymaktır. Kur’an’a karşıt olarak hadis veya rivayet adı altında tahdis edilen bu gibi sözlerin, Ne İmam Ali nede Muhterem evlatları tarafından söylenmiş sözler olduğuna ihtimal vermiyorum, bundan dolayı, İmam Ali ve Evlatlarını bu gibi sözler söylemiş olmaktan tenzih ederim. saygın şahsiyetlerin adı kullanılarak uydurulmuş bu kabil sözler, Kur’an’a uymadığı gibi, aklı başında insanların kabul edeceği sözlerde değildirler, Kuleyni, Buhari ile yarışa girmiş gibi, Kur’an’a uysun uymazsın aklına geleni sıralamış, Kur’an’ı bir tarafa bırakıp bu gibi şahısların sözüne uyanlar gerçekten kendilerine yazık ediyorlar. Şöyle ki: “... Muhammed b. Abdullah merfu olarak Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<Ebu Tâlib, ebced hesabıyla iman etmiş. Yani bütün dillerde müslüman olmuştur.>> (Usul-u Kâfi sh 680 H.1216.)

“... İsmail b. Ebu Ziyad, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<Ebu Tâlib, ebced hesabıyla müslüman olmuştur, dedikten sonra almış üç rakamını gösterdi.>> (Usul-u Kâfi sh 680 H.1217.) Bu sözlerin İslam diniyle hiçbir ilgisi olmadığı bir tarafa, bana göre bu sözlerden akla mantığa uygun bir şey ortaya koyabilecek hiç kimse yoktur, ne demek, ebced hesabıyla iman, ebced hesabıyla müslüman? İmamların nerde ne zaman öleceklerini bildiklerin ve ancak kendi istekleriyle öldükleri tahdis ettiler, şöyle ki : “... Hasan b. Cehm şöyle rivâyet etmiştir: İmam (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a dedim ki: “Emir’ül-mü’minin (aleyhisselâm), kim tarafından ve hangi gece ve nerede öldürüleceğini biliyordu. Ayrıca evde kazların evde öttüklerini duyunca: << Bu ötmeleri, matem inlemeleri izleyecek...>> demişti. Sonra Ümmü Gülsüm: “Bu gece namazı evde kılsan ve başkasına, insanlara namaz kaldırmasını emretsen olmaz mı?” demişti; ama bunu reddetmiş ve gece boyunca sık sık silahsız olarak dışarı çıkıp gitmişti. Oysa o, İbni Mülcem’in - Allah’ın lâneti üzerine olsun- kendisini kılıçla öldüreceğini de biliyordu. Acaba bu davranış, işlenmesi caiz olmayan hareketler kapsamına girmez mi?” Buyurdu ki: << Dediğin doğrudur; ancak o, o gece yaşamak ile Allah’a kavuşmak arasında muhayyer bırakıldı. Ali (aleyhisselâm)’da Allah, Azze ve Celle’nin kendisiyle ilgili takdirinin cereyan etmesini tercih etti.>> (Usul-u Kâfi sh 362 H.668.) İmam Ali’nin, bilerek kendi eliyle kendini katilinin eline teslim ettiğini düşünmek veya iddia etmek, İmam Ali’ye saygısızlık olduğu gibi rivayet Kur’an’a uygun değildir, şöyle ki : Kur’an’dan mealen : - Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır. 31/34 - Ve eğer Allah Teâlâ insanları zulümleri sebebiyle cezalandıracak olsa idi yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zamana kadar erteliyor. Onların ecelleri geldiği vakit ise onlar ne bir saat geri kalabilirler, ve ne de öne geçebilirler. 16/61 - Allah hiç bir nefsi eceli geldiği vakit sonraya bırakmaz, ve Allah her ne yapar iseniz haberdardır. 63/11

Görüldüğü gibi, Kur’an öğretisine göre hiç kimse nerede ne zaman öleceğini bilemeyeceği gibi, Allah, eceli gelen hiçbir nefsin ölmesini ne erteler nede öne alır, bu itibarla rivayet Kur’an’a uygun değildir.

İMAMİYYE ŞİASININ KIYAS KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ : “... Ebu Şeybe şöyle rivayet eder : Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: <<İbni Şibrime’nin ilmi; “el-Camia” adlı kitabın karşısında zayi oldu. Bu kitap Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin dikte

etmesi ve Ali (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ın el yazısıyla hazırlanmıştı. Bu kitap kimseye söyleyecek söz bırakmamıştır. Bu kitapta helâl ve haramların bilgisi vardır. Kıyas taraftarları, kıyasla bilgiye ulaşmak istiyorlar; ancak bu onların haktan uzaklaşmalarından başka bir katkı sağlamaz. Kıyas yöntemiyle Allah’ın dini açısından doğruya ulaşılamaz.>> (Usul-u Kâfi sh 73 H.170.) “... Mes’ade b. Sadaka şöyle rivayet eder : Cafer Sadık (aleyhisselâm) babasından rivâyet etti ki : << Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm) şöyle dedi : << Bir kimse kıyas koltuğuna kurulursa, yanlışlıklar içinde geçer. Bir kimse, kişisel görüşüne dayanarak Allah’a kulluk sunarsa, ömrü boş işlere dalmakla geçip gider.>>

Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) şöyle dedi: << Kişisel görüşüne dayanarak insanlara fetva veren kimse, bilmediği bir hususta Allah’a ibadet eden kimse, Allah’a muhalefet etmiş olur. Çünkü bilmediği şeyleri helâl ve haram saymış olur.>> (Usul-u Kâfi sh 74 H.173.) Yukarıda ki rivayetlerde görüldüğü gibi iddia ettiklerine göre ellerinde bulunan “Camia” isimli kitapta İslam diniyle ilgili bütün fıkıh hazır olarak mevcut olup, Camia isimli bu kitap kimseye söyleyecek söz bırakmamıştır. Bu öyle bir iddiadır ki kıyas yapmayı yasaklamak bir tarafa, bu iddiayı yapanlara şunu sormak lazım, camiaya rağmen Kur’an’ın konumu nedir, her şey camiada varsa size göre Kur’an’a ne kadar gereklilik vardır? Madem ki camia isimli kitapta her şey kalıp halde mevcuttur iddiasındaysanız son zamanlarda ortaya çıkan, Kan nakli, Organ nakli, Genler üzerinde değişiklik yapılması, Tüp Bebek, İnsan veya hayvan kopyalama konularında Camiada ne gibi bir bilgi var? Sanırım bu konular ve ilerde çıkması muhtemel olan bu gibi konular Camiayı yazanların hayalinden bile geçmemiştir. Şarap dışındaki diğer uyuşturucular konusunda veya Sigara konusunda Camiada ne gibi bir bilgi var? Kur’an ise bu ve bu gibi sorulara ve kıyamete kadar sorulacak bütün sorulara kolay anlaşılır net cevaplar verir. Kur’an fıkhını anlamanın bir yolu kıyastır, örneğin: Şarabın (hamr) haram olmasından hareketle biz Şarap (hamr) dışındaki diğer uyuşturucuların haramlılığını kolayca anlıyoruz. Ayrıca kıyasa örnek olsun diye tahdis edilen rivayete baktığımızda da İmamiyye Şiasının Kıyası yanlış tanımladığı açıkça anlaşılır, şöyle ki: “... Hüseyin b. Meyyah babasından o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet eder : << İblis kendisini Âdem (aleyhisselâm) ile kıyasladı ve şöyle dedi: “Beni ateşten, onu balçıktan yarattın.” (Sa’d. 76) Eğer Allah’ın, Âdem’i yarattığı özü, ateşle kıyaslasaydı, bunun ateşten çok daha aydınlık ve nur saçan bir şey olduğunu görecekti.>> (Usul-u Kâfi sh 74 H.174.) Bahsi geçen ayette kıyas olmayıp, üstünlük iddiası olayı vardır, Şöyle ki, Kur’an’dan mealen : -İblis- dedi ki: Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, O'nu ise çamurdan yarattın. 38/76 Ayet mealinde görüldüğü gibi, İblisin yaptığı kıyas değil üstünlük iddiasıdır, kıyas ola bilmesi için kıyas edilenler arasında kıyasın yapılmasına imkan sağlayan ilgili bir ölçü bağının olması gerekir, olayda ise Ateşle, Toprak arasında üstünlüğü ortaya koyacak ilgili bir ölçü bağı yoktur, sadece keyfi olarak ortaya atılmış bir

üstünlük iddiası vardır, Kıyasa örnek verecek olursam, şöyle ki: a) - Uçak, Trenden daha hızlıdır dediğimizde, kıyasın yapılmasını sağlayan ve ikisinde de mevcut olan hareketle ilgili bir hız olayı vardır. b) - Şarap (hamr) haramdır o zaman Rakıda haramdır dediğimizde, her iki olay arasında sarhoşluk etkisinden kaynaklanan bir sarhoşluk olayı vardır, c) - Dağ, insandan daha iridir dediğimizde, her iki olay arasında irilikten kaynaklanan bir ölçe bilme olayı vardır, d) - Demir, tahtadan daha serttir dediğimizde, her iki olay arasında sertlik etkisinden kaynaklanan ölçülebilir sertlik olayı vardır. Kıyasa daha birçok örnek vermek mümkündür, bundan dolayı kıyas diye yaptıkları rivayetin aslı yoktur.

PEYGAMBERLERDE VE İMAMLARDA BEŞ RUH OLDUĞUNU TAHDİS ETMELERİ : “... Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir : Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a evinde oturmuş üzerinde örtüsü olduğu halde, imamın nasıl yer yüzünde olup bitenleri bildiğini sordum. Buyurdu ki: <<Ey Mufaddal! Allah, Tebareke ve Tealâ, Nebi (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye beş ruh vermişti. Bunlardan biri, hayat ruhuydu, onunla hareket ediyor, gidip geliyordu. Biri kuvvet ruhuydu, onunla kıyam ediyor, cihada çıkıyordu. Biri şehvet ruhuydu onunla yiyor, içiyor ve helâl yollardan kadınlarla birleşiyordu. Biri iman ruhuydu, onunla inanıyor ve adâleti gerçekleştiriyordu. Biri Rûh-ul Kudüs’tü, onunla peygamberlik görevini taşıyordu. Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince Rûh-ul Kudüs imama geçti. Rûh-ul Kudüs uyumaz, gafil olmaz, oynamaz ve büyüklük taslamaz. Diğer dört ruh ise uyurlar, gafil olurlar, büyüklenebilirler, oynarlar. İmam Rûh-ul Kudüs ile görür. (Usul-u Kâfi sh 383 H.711.) Görüldüğü gibi, peygamberde beş Rûh olduğunu iddia ettiler, dört tanesini tanımlarken Peygamberi, Gafillik ve büyüklenebilmeyle vasıflandırdılar, bu iddialar Peygamberi tenzih ederiz, Beşinci Rûh olarak tanımlayıp övdükleri Rûh-ül Kudüs’ü ise İmamlara aktarı verdiler. Kur’an öğretisine göre, İnsanlarda, peygamberler dahil beş rûh olmadığı gibi, Rûh-ul Kudüs ayrı bir şahsiyet olup hiç kimsenin şahsiyetiyle birleşmez. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Ve biz bir âyeti bir âyetin yerine getirince, Allah ise indirdiğine çok iyi bilir, dediler ki: Sen şüphesiz bir iftiracısın. Hayır.. Onların çoğu bilmezler. 16/101 - De ki: Onu Rab'bin tarafından hak olarak Rûh-ül Kudüs indirmiştir ki, îmân edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidayet ve bir müjde olsun. 16/102 Kur’an öğretisine göre, Rûh-ül Kudüs’ün ayrı bir şahsiyet olduğu açıktır, uydurdukları rivayetin aslı yoktur. Hele, Kur’an öğretisinden uzak iddialarla, Peygamberde beş Rûh bulunduğunu söyleyerek, Peygamberi Gaflet ve Müstekbirlikle vasıflandırmak Peygambere açıktan açığa yapılmış bir saldırıdır, Peygamberimiz ne Gafil nede Müstekbirdi, O büyük bir ahlak üzerindeydi, Kur’an’dan mealen :

- Sen Rab'binin nîmeti sayesinde mecnûn değilsin. 68/2 - Ve şüphe yok ki: Senin için bir tükenmez mükâfat vardır. 68/3 - Ve muhakkak ki: Sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin. 68/4 - Artık yakında göreceksin ve göreceklerdir. 68/5 - Fitneye uğramış olan hanginiz imiş?. 68/6 - Şüphe yok ki: Rab'bindir, O'dur, O'nun yolundan sapıtmış olanı en iyi ve O'dur, hidâyete ereni de en iyi bilen. 68/7 - Artık o yalanlayanlara itaat etmemekte devam et. 68/8 - Onlar arzu ettiler ki: Sen yaltaklanıvermiş olsa idin, o zaman onlar da yaltaklanacaklardır. 68/9 - Ve itaat gösterme her çok yemîn edene, âdi fikirli olana. 68/10 - Daima kusur arayana, lâf götürüp getirene. 68/11

İSM-İ ÂZAM İDDİALARI ve BU KONUDA TAHDİS ETMİŞ OLDUKLARI RİVAYET ÖRNEKLERİ : “... Muhammed b. Fudayl, Cabir’in şöyle dediğini anlattı : Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm) buyurdu ki : <<Allah’ın ism-i âzami yetmiş üç harften oluşur Asef adlı ifrite bundan bir harf verilmişti, o bu harfi söyleyince, kendisiyle Sebe kraliçesi Belkıs’ın tahtı arasında bulunan yeri bir anda deldi. Açılan delikten elini uzatarak tahtı alıp geldi. Sonra yer, eski haline döndü. Bu olay, bir göz açıp kapama anından daha kısa bir sürede oldu. Biz Ehl-i Beyt’in yanında ise ism-i âzamin yetmiş iki harfi vardır. Son bir harf ise Allah katındadır. Onu, katındaki gaybi bilgiler için kendinde tutmuştur. Ulu, âzamet sahibi Allah’tan başka güç ve kudret sahibi yoktur. (Usul-u Kâfi sh 320 H.609.) “... Harun b. Cehm, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın arkadaşlarından adını unuttuğu birinden şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum : <<Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)’a İsm-i âzamdan iki harf verilmişti ve o bu harflerle hareket ediyordu. Musa’ya dört harf, İbrahim’e sekiz harf, Nuh’a on beş harf, Âdem’e yirmi beş harf verilmişti. Allah bu harflerin tümünü Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’de topladı. İsm-i âzam, yetmiş üç harften oluşur. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye yetmiş iki harf verilmiştir. Bundan bir harf ise o’na gösterilmemiştir. (Usul-u Kâfi sh 321 H.610.) Dediklerine göre, Allah’ın diğer isimlerinden ayrı olarak en büyük bir ismi vardır, öyle ki bu ismin harfleri dahi söylendiğinde derhal söyleyen tarafından istenen olağanüstü olaylar meydana gelirmiş, Bu ise Allah’a karşı bir iftiradır, Allah’ın en büyük bir ismi var deyip, diğer isimlerini küçük görüp ayırmak Kur’an’a uygun değildir, Allah’ın bütün isimleri ismi azamdır, Allah duaları kabul ederken, duada bulunanın durumunu değerlendirerek kabul veya red eder, hiçbir ayrıcalık

olmadan Allah’ın bütün isimleriyle Allah’a dua edilebilir. Sırf Adını söyledi diye değil, kişi layıksa duasını kabul eder, layık değilse reddeder. Allah’ı kendi isimlerine mahkum etmek Allah’ı hakkıyla takdir edememektir, Masallarda Alaattinin sihirli lambası diye bir lamba vardır, kişi bu lambaya elini sürttüğünde güya bir cin çıkar, lambaya parmak sürtenin her dediğini yaparmış, bur da da, lamba yerine Allah’ın adını koymuşlar, hatta bu addan harf söyleyenin isteğini dahi Allah, otomatik olarak yerine getiriyormuş. Bu tür rivayetleri uyduranların, Ebcet hesabıdır, Cifir hesabı yok Kırmızı Cifir hesabı v.s. iddialarından nasıl bir zihniyete sahip oldukları açıktır. Kendisine Müslüman diyen bir kimsenin, Kur’an’ın Net, Açık ve Anlaşılır öğretisini bir tarafa bırakıp, bunların Kur’an ile ilgisi olmayan ve Kur’an’a ters düşen sözleri peşine giderek dinini düzenlemesi Hem Dünyası için Hem Ahireti için kesinini mahvetmesi demektir. Rivayetleriyle ilgili olarak, Kur’an’dan mealen : - En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır. 7/180 - De ki: Allah diye dua edin, rahman diye dua edin, hangisiyle dua etseniz nihayet en güzel isimler o'na mahsustur ve namazında sesini pek ziyade kaldırma, ve onu büsbütün de kısma ve bunun arasında bir yol tut.. 17/110 Görüldüğü gibi, En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. Hangisiyle dua edilirse edilsin hiç fark yoktur. İsmi azam olarak anladıkları ayeti, anlamadıklarından dolayı İsmi azam iddiasında bulunmaktadırlar, yalnız Şiiler değil Sünnilerde benzer iddialarda bulunmaktadırlar. Kur’an’dan mealen : - O halde Yüce Rabb'inin ismiyle tesbihe devam et. 69/52 Meali yazılı bu ayette, Allah’ın yüceliği vurgulanarak, Azim (Yüce) Rab’bin ismiyle tesbih yapılması emredilmiştir, kimileri ise Rabbinin azim ismiyle tesbih et diye anlamakta dolayısıyla Allah’ın isimleri arasında farklılık olduğu yanılgısına düşmektedir. Aralarında hiç fark olmadan Allah’ın bütün isimleri azimdir, başka bir ifadeyle İsm-i Azam’dırlar. Peygamberleri konu ederek şöyle demeleri peygamberliğin ne manaya geldiğini bilmediklerinden dolayıdır: : “ Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)’a İsm-i âzamdan iki harf verilmişti ve o bu harflerle hareket ediyordu. Musa’ya dört harf, İbrahim’e sekiz harf, Nuh’a on beş harf, Âdem’e yirmi beş harf verilmişti.” Peygamberler, Allah’ın seçtiği özel kimselerdirler, Onların dışında olan, bütün İnsanlar ve Cinler, ömürleri boyunca en güzel amelleri işleseler dahi peygamberlik unvanını alamazlar zira bu unvan özel olarak kendilerine verilmiştir. Rivayette ise haşa Onlardan, Onları hafife alır şekilde keyfi rakamsal orantılar kurulmuştur. İmamiyye şiası, İmamlık İddialarını ön plana geçirmek için peygamberliği önemli bir şey değilmiş gibi göstermek çabasıyla yoğun şekilde rivayet iddialarında bulunmuşlardır, bu tür iddialarının tamamı Kuran’la bağdaşmayan uydurmalardır. Kur’an’dan mealen: - Allah Adem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. 2/31 Allah, Adem istisnasız olarak bütün isimleri öğretmişti, “Âdem’e yirmi beş harf

verilmişti” demeleri Kur’an öğretisiyle çelişmektedir. Ayrıca İfritin Sebe Melikesinin tahtını nakletti demeleri de Kur’an öğretisiyle bağdaşan bir husus değildir, İfrit tahtı nakletmek istediyse de kendisine müsaade edilmedi, tahtı kendisine kitaptan ilim verilen bir şahıs nakletti. Kur’an’dan mealen : - Hz. Süleyman- Dedi ki: Ey ulular!. Hanginiz bana onun tahtını onların bana teslimiyet gösterip gelmelerinden evvel getirir. 27/38 - Cin tâifesinden bir ifrit dedi ki: Ben onu daha sen makamından kalkmadan sana getiririm ve şüphe yok ki, ben ona elbette güç yetiririm ve bana güvenebilirsiniz. 27/39 - Yanında kitaptan bir ilim bulunan zat da dedi ki: Ben onu daha gözünü açıp kapamadan getiririm. Ne zamanki -Hz. Süleyman-onu -tahtı- yanında yerleşmiş olarak gördü, dedi ki: Bu Rabbimin lütufundandır, tâki beni imtihan etsin ki, şükür mü ederim yoksa nimete karşı nankörlük mü ederim ve her kim şükür ederse ancak kendi nefsi lehine şükür eder. Ve kim de nimete karşı nankörlükte bulunursa, şüphe yok ki, Rabbimin hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir. 27/40 Bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayet uydurma olup aslı yoktur.

TÜYLERİ DÖKÜLEN MELEKLER RİVAYETİ : “... Hüseyin b. Ebula’lâ, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir : <<Ey Hüseyin! -Bu arada elini evde bulunan yastıklara vurarak- Bunlar öyle yastıklardır ki, nice zamanlar melekler onlara yaslanmışlardır ve nice zaman onların küçük kanatlarını yerden toplamışızdır.>> (Usul-u Kâfi sh 590 H.1023.) “... Ali b. Hakem şöyle rivâyet etmiştir : Bana Malik b. Atiyye el-Ahmesi, Ebu Hamza es-Sumali’den naklen şöyle anlattı : Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)’ın yanına gittim. Bir saat kadar bahçede bekledim, sonra eve girdim. Yerden bir şeyler topladığını ve perdenin arkasında duran birine verdiğini gördüm. Dedim ki : Buyurdu ki : <<Bunlar meleklerin kanatlarından dökülen artıklardı. Onlarla baş başa kaldığımız zaman, onları toplarız. Sonra bunları, çocuklarımız için pazuband yaparız.>> Dedim ki : “Sana kurban olayım, melekler size geliyor mı?” Dedi ki : <<Ey Ebu Hamza! Bazan o kadar çok gelirler ki, bize yaslanacak yer bırakmazlar.>> (Usul-u Kâfi sh 590 H.1024.) Meleklerin İmamlara uğradıklarını ispat için, meleklere küçük kanatlar ve bu kanatlardan dökülen küçük tüyler gibi ciddiyetten uzak yakıştırmalarda bulundular. Melekler çeşitli görevlerle insanlara uğrarlar, Şöyle ki, Kur’an’dan mealen : - Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer ve üçer ve dörder kanat sahibi elçiler kılan Allah'a mahsustur. Yaratmada dilediğini arttırır. Şüphe yok ki, Allah her şey üzerine hakkıyla kadirdir. 35/1

- O kimseler ki, kendi nefislerine zulmedici oldukları halde onların ruhlarını melekler alacaktır. O vakit onlar, biz bir kötülük yapmıyorduk diye teslimiyet göstereceklerdir. Hayır, şüphe yok ki, Allah Teâlâ sizin ne yaptığınızı hakkıyla bilicidir. 16/28 - Onlar ki, tertemiz oldukları halde ruhlarını melekler alıverirler, derler ki: "Selâm size" yapmış olduğunuz şey sebebiyle cennete giriniz. 16/32 Görüldüğü gibi, meleklerin kanatları mevcut olup, görevleri icabı bütün İnsanlara uğrarlar, örneğin: Ölüm meleklerinin uğramadığı insan olamaz, dolayısıyla da görevleri icabı evlere girip çıkarlar, buna rağmen dökülen melek tüyü gören veya böyle bir tüyü elinde bulunduran varmıdır. Tüyleri dökülen melekler iddiasının, ne gerçeklerle nede İslam diniyle hiçbir ilgisi yoktur.

CİNLER KONUSUNDA TAHDİS ETTİKLERİ RİVAYET ÖRNEKLERİ: “... İbni Cebel, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: “İmamın kapısında duruyorduk. O sırada içeriden bir topluluk çıktı. Siyah derililere benziyorlardı. Üzerlerinde peştamal ve hırka vardı. Bunların kimler olduklarını Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’dan sorduk. Buyurdu ki: <<Onlar cinlerden kardeşlerinizdiler. >> (Usul-u Kâfi sh 591 H.1027.) “... Sa’d el-İskaf şöyle rivâyet etmiştir : Her zaman yaptığım gibi bir gün bazı işlerim için Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’ın evine geldim. Bana dedi ki: <<Acele etme, güneş beni iyice yaktıktan sonra gel.>> Bunun üzerine gölgelik olan bir yere gittim. Çok geçmeden üzerime doğru bir topluluk geldi. Sarı çekirgeler gibiydiler. Üzerlerinde kaba yünden giysiler vardı. Çok ibadet etmekten zayıf düşmüşlerdi. Allah’a yemin ederim ki, topluluğun güzelliği karşısında kendimi unutmuştum. İmamın yanına gittiğimde bana dedi ki: <<Galiba seni rahatsız ettim.>>

- Dedim ki : “Evet Allah’a yemin ederim ki, gördüğüm manzara karşısında kendimi unuttum. Yanımdan bir topluluk geçti, onlar gibi güzel kıyafetli bir kişi bu güne kadar görmüş değilim. Renkleri sarı çekirgeleri andırıyordu. Çok ibadet yapmaktan zayıf düşmüşlerdi. Bunun üzerine imam şöyle buyurdu: <<Ey Sa’d! Sen onları gördün mü?>> “Evet” Buyurdu ki: <<Onlar senin cinlerden kardeşlerindi.>> “Sana mı gelmişlerdi?” dedim. <<Evet.>> dedi, <<bize gelirler, dinlerinin alâmetlerini, helâl ve haram olan şeyleri bizden sorarlar.>> (Usul-u Kâfi sh 591 H.1026.) Cinleri kendileri gelerek dinlerinin alâmetlerini, helâl ve haram olan şeyleri kendilerinden öğrendikleri tahdis ettiler, ayrıca Cinlerin çok ibadet etmek ten zayıf düştüklerini söylemeleri temeli olmayan bir sözdür, nice kimseler vardır çok ibadet etmelerine rağmen hiçte zayıf düşmemektedirler, nice kimseler de vardır ki hiç ibadet etmemelerine rağmen zayıftırlar. Cinlerin kendileri gelerek dinlerinin alâmetlerini, helâl ve haram olan şeyleri kendilerinden öğrendiklerini söylemeleri ise Kur’an’a uymayan bir iddiadır, Cinlerin bir özelliği İslam dinini direk olarak Kur’an’dan öğrenip uyarıcılar olarak diğer Cinlere öğretmeleridir. Kur’an’dan mealen:

- Dedi ki: Bana vahyolundu: Şüphe yok ki, cinlerden bir gurup dinlemiş te demişler ki; Muhakkak biz, bir acîb -eşsiz- bir Kur'an işittik. 72/1 - Doğru yola rehberlik ediyor, artık biz ona îman ettik ve Rab'bimize hiç bir kimseyi ortak tutmayacağız. 72/2 - Ve şüphe yok ki, Rab'bimizin büyüklüğü pek yücedir. Ne bir eş ve ne de bir çocuk edinmemiştir. 72/3 - Ve muhakkak ki, bizim beyinsiz olanımız, Allah'a karşı pek çok yanlış şeyler söyler olmuştur. 72/4 - Ve doğrusu biz sanmış idik ki, insanlar ve cinler, Allah'a karşı bir yalan söylemezler. 72/4 - Ve o zamanı da hatırla ki, cinlerden bir zümreyi Kur'an-ı dinlemeleri için sana göndermiştik ki, Vaktaki: Ona hazır oldular, dediler ki: Susun -dinleyin- Vaktaki, okunması son buldu, kendi kavimlerine korkutucular olarak dönüp gittiler. 46/29 - Dediler ki: Ey kavmimiz!. Muhakkak ki, kendisinden önce olanları tasdik edici olarak Mûsa'dan sonra nâzîl olmuş hakka ve dosdoğru bir yola rehberlik ediyor. 29/30 Görüldüğü gibi, Cinler yalnızca Kur’an dinlemekle, İslam Dinini öğrenip uyarıcılar olarak kavimlerine gitmişlerdir. Öyle ki onların bu durumundan Peygamberin dahi ancak kendisine Vahiy ile bildirilmesi üzerine haberi oluyor. Bu itibarla Cinler konusundaki rivayetler uydurma olup aslı yoktur.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE İMAMIN ON ALAMETİ “... Zurare, Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<İmamın on alameti vardır: 1) Temiz ve sünnetli olarak doğar. 2) Doğduğu sırada iki elini yere koyar ve yüksek sesle şehadet cümlelerini söyler. 3) Cenabet olmaz. 4) Gözleri uyur; ama kalbi uyumaz. 5) Esnemez, gerinmez. 6) Önünü gördüğü gibi arkasını da görür. 7) Gaitası misk gibi kokar. 8) Yer, o’nu örtmek ve yutmakla görevlendirilmiştir. 9) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin zırhını giydiği zaman, zırh bedenine tamamen uyar. Uzun veya kısa bir insan bu zırhı giyecek olursa, bir karış uzun gelir. 10) İmamlık görevi tamamlanıncaya kadar “Muhadestir”tir. >> (Usul-u Kâfi sh 582 H.1006.) “... Ed-Dav’i b. Ali el-İcli, adını andığı Fars halkından birinden şöyle rivayet etmiştir: Samarra’ya geldim ve Ebu Muhammed (Hasan b.Ali aleyhisselâm)’ın kapısında beklemeye başladım. Beni içeri çağırdı. İçeri girdim ve selâm verdim. Bana dedi ki: <<Buraya geliş sebebin nedir?>> “Sana hizmet etme arzusu beni buraya getirdi” dedim. Buyurdu ki: <<Öyleyse kapıcımız ol.>> Böylece evde hizmetçilerle birlikte kalmaya başladım. Bazen çarsıya gide, ihtiyaç duydukları şeyleri satın alırdım. Evde erkekler olduğu zaman, izinsiz içeri girerdim. Bir gün İmamın, evin erkeklere ait bölümünde bulunduğu bir sırada yanına girdim. Evde bir hareket sesini duydum. Bana seslendi: “Yerinde dur, hareket etme.” Artık içri girmeye veya dışarı çıkmaya cesaret edemedim. Bu sırada

beraberinde üzeri örtülü bir şey bulunan bir cariye yanıma geldi. Sonra İmam bana: <<İçeri gir.>> diye seslendi. İçeri girdim, sonra cariyeyi çağırdı, o da İmamın yanına geri döndü.

- Cariye dedi ki: <<Yanında bulunanı göster.>> Cariye beyaz tenli ve güzel yüzlü bir çocuğu bize gösterdi. Sonra İmam çocuğun karnını açtı. Baktım boğazından göbeğine kadar siyah olmayan yeşil tüyler bitmiş. İmam buyurdu ki: <<İşte bu, sizin İmamınızdır.>> Sonra cariyeye o’nu götürmesini emretti. Bu çocuğu, Ebu Muhammed (aleyhisselâm) vefat edinceye kadar bir daha görmedim. (Usul-u Kâfi sh 481 H.861.) İnsanların doğruyu bulmalarında kendi zihinlerinden doğan en büyük engellerden bir tanesi fiziksel açıdan kendileri gibi normal bir insanı uyarıcı olarak kabul etmemeleridir. Bu düşüncede olan kimseler Peygamber dahi olsa normal bir insanı uyarıcı olarak kabul etmeye yanaşmazlar, muhakkak kendilerinden farklı fiziksel özelliklere sahip olmasını şart koşarlar veya normal bir insan olmasını inanmalarına engel olarak görürler, bu mantık çerçevesinde İmamiyye Şiası da, İmam olacak kimselere diğer insanlardan farklı on ölçü koymuşlardır, bu ölçüler hayali ölçüler olmasına rağmen gerçekmiş gibi ortaya koyarak kendileri için zihinsel tatmin elde etmeye çalışırlar, öyle ki, farklı olsun diye yeşil tüylü bebek veya sıradan bir insan için bile konu edilmesi hoş olmayan, Cenabet olmama ve sünnetli doğma gibi sakatlık sayılan anormallikler veya mis gibi kokan “Gaita” iddiasında bulunmaktan dahi çekinmemişlerdir.

Yalnız imamlar için değil, Peygamberimiz içinde farklı özellikler iddia etmişlerdir, Halbuki normal insanlar nasılsa Peygamberler dahi onlarla fiziksel açıdan birebir aynıydı. Bu konuda şöyle tahdis ettiler: “... Salim b. Ebu Hafsa el-İcli, Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin üç özelliği vardır ki, ondan başka kimsede bu özellikler yoktur: 1) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin gölgesi yoktu. 2) Bir yoldan geçtiği zaman, iki veya üç gün sonra başkası o yolda yürüdüğünde mutlaka o’nun oradan geçtiğini anlardı. Çünkü çok güzel bir kokusu vardı. 3) Bir taşın veya ağacın yanından geçtiğinde mutlaka o’na secde ederlerdi. >> (Usul-u Kâfi sh 668 H.1195.) “... İsmail b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) karanlık bir gecede görüldüğü zaman, bir ay parçası gibi parladığı görülürdü. >> (Usul-u Kâfi sh 674 H.1204.) Bu konuda, Kur’an’dan mealen: - De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunuyor ki, sizin ilahınız ancak bir ilahtır. Artık her kim Rabbinin mânevî huzuruna ermek niyazında bulunur oldu ise iyi amel işlesin ve Rabbinin ibadetine hiçbir kimseyi ortak edinmesin. 18/110 - De ki: Şüphe yok ben sizin gibi bir insanım, bana vahy olunuyor ki: Sizin ilâhınız muhakkak ki, bir tek ilâhtır. Artık O'na yönelin ve ondan mağfiret dileyin ve müşrikler için helâk -kararlaştırılmıştır.- 41/6 Görüldüğü gibi, Peygamberimiz ancak normal bir beşer yani insandı, buna

zihinlerinde hazmedemeyenler şöyle demekteydiler, Kur’an’dan mealen: - Bunun üzerine kavminden kâfirler olmuş olan ileri gelen bir zümre dedi ki: Bu başka değil, ancak sizin gibi bir insan, istiyor ki, sizin üzerinize üstünlük etsin. Ve eğer Allah dilemiş olsa idi elbette melekleri indirirdi. Biz bunu evvelki babalarımızda işitmedik. 23/24 - Onun kavminden bir taife ki, kâfir oldular ve ahirete kavuşmayı tekzib ettiler ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz halde dediler ki: Bu başka değil, ancak sizin gibi bir insan, sizin yediğinizden yiyor ve sizin içtiğinizden içiyor. 23/33 - Ve eğer siz benzeriniz olan bir insana itaat ederseniz şüphe yok ki, o halde muhakkak hüsrana uğramış kimselersiniz. 23/34 İşte böyle, ayet meallerinde görüldüğü gibi durum gayet açıktır. İmamlar için iddia ettikleri on ölçü den Sünnetli doğum ölçüsü sünnet olmayı teşvik etmek için uydurulmuş bir ölçüdür. Kur’an öğretisine göre ise, İnsanları sünnet etmek bir yana, hayvanların kulaklarını yarmak dahi Allah’ın yarattığını değiştirmek olarak tanımlanmıştır, bu konuda Kur’an’dan mealen:

SÜNNET ETMEK ALLAH'IN YARATIŞINI DEĞİŞTİRMEDİR ! KURAN'A ÖLÇÜSÜNE GÖRE ÇOCUKLARIN SÜNNET EDENLER ALLAH'IN YARATIŞINI DEĞİŞTİRMİŞ OLMAKTADIRLAR, BUNUN MANASI ŞEYTANA PAY OLMAKTIR Bilindiği gibi, hadis öğretisine bağlı bütün mezheplerde çocukların sünnet edilmesi olayı vardır, Kuran öğretisine göre yasak olan bu ve benzeri işlemler, övülmüş hatta farz kabul edilmişlerdir, Hal bu ki, Kuran'ı esas alarak olaya baktığımızda bu tür işlemlerin İslam dininde kabul görmesi mümkün değildir. Şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da uzak bir sapıklığa düşmüştür. 4/116 - O (Allah’a ortak koşa)nlar, O’nu bırakıp birtakım dişilerden başkasına çağırmıyorlar ve onlar, inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. 4/117 - (O şeytan)ki Allah ona lânet etti ve o da, “Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım."dedi." 4/118 - Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim: hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah’ın yaratışını değiştirecekler!"Kim Allah’ın yerine şeytanı dost tutarsa, muhakkak ki açık bir ziyâna uğramıştır. 4/119 - (Şeytan) onlara söz verir, ümit verir, fakat şeytanın onlara va’di, aldatmadan başka bir şey değildir. 4/120

- İşte onların varacağı yer cehennemdir. Aslâ cehennemden kaçmak (imkânı) bulamazlar. 4/121 Görüldüğü gibi, bu konuda şeytanın kendisine, Allah’ın yarattıklarından pay alma tanımlaması; metodu, Allah’ın yarattığını değiştirme yolunda vereceği emirlerdir. Kim şeytanın bu emrini yerine getirirse şeytana pay olmuş olur. İsterse yaptığı değişiklik hayvanların kulaklarını yarma şeklinde olsun fark etmez. Allah, yaratılışı değiştirme olayı çerçevesinde hayvanların kulaklarının yarılmasına müsaade etmiyor. Nasıl olurda sünnet veya başka bir şekilde insanlar üzerinde değişiklik yapılmasına müsaade etmiş olsun. Yaratılışı değiştirme olayı, hiçbir ihtiyaç, hastalık gibi zaruretler olmadan, yaratılış üzerine yapılacak değişiklikleri kapsar. Zira, bir koyun kesilip yenile bilir bu yaratılışı değiştirme manasında değildir. Veya bir kimsenin çürümüş dişi çekile bilir; çürümüş böbreği alına bilir, bütün bunlar zaruret veya tedavi amaçlı ameliyelerdir. Saç sakal veya tırnağı kesmekte öyledir, yaratılışı değiştirme manasında değillerdir. Zira tırnağı kesmekle, parmağı kesmek arasında belli bir fark vardır, biri ihtiyaç içerikli ve geçici, diğeri sakatlayıcı ve kalıcıdır. Bu zamanda sağlıklı genler üzerinde meydana getirilen veya getirilmesine çalışılan değişiklikler yaratılışı değiştirme olayı kapsamına giren işlemlerdir. Ayrıca, nasıl ki bir kimse tipi değişsin diye hayvanların kulaklarını yararsa veya sağlıklı dişini çeker veya törpülerse, vücudunun her hangi bir yerinden sağlıklı bir organı daha güzel olur diye keser veya vücudunun her hangi bir yerinden bu bağlamda bir parça et veya deri keserse, kısırlaştırma veya hadım yaparsa, deriyi tahrip ederek dövme yaparsa, küpe için kulak delerek kulağın yapısını değiştirmek v.s. Gibi ameliyelerde bulunursa, bütün bu tür şeyler yaratılışa müdahale etmek suretiyle, Allah’ın yarattığını değiştirmedir. Bütün bunlar, Allah’a ortak koşmayla eş anlamlıdır. Bunları yapan şeytana pay olduğu gibi, asla cehennemden ebediyen kurtuluş imkanı bulamaz. Sünnet olmak yaratılışa müdahale etmenin onu değiştirmenin tipik bir örneğidir. Zira küçük, büyük, kadın, erkek, sağlıklı bir kimseden bu şekilde parça et koparmanın başka bir izahı yoktur. Bu itibarla uydurmuş oldukları rivayetlerin aslı yoktur.

CUMA GÜNÜ ÇALIŞMAMAK GEREKTİĞİNİ İDDİA ETMELERİ “... Yunus, kendisine anlatan birinden , o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet eder: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) şöyle buyurmuştur: <<Her Cuma, bütün vaktini diğer işlerden uzaklaşarak dinine ayırmayan, bunu bir alışkanlık haline getirmeyen, dini ile ilgili sorular sormayan adama yazıklar olsun!>> Bir diğer rivâyette: <<Müslümanlara yazıklar olsun>> ifadesi yer almaktadır. (Usul-u Kâfi sh 48 H 86.) Rivayetlerde dini irşat ve öğreti maskesi altında, Müslümanlara kötü söz söylemenin örnekleri çoktur, özellikle Ehli Sünneti işlerken bu tür rivayet örneklerin bir başlık altında konu yaptım. (Bak, Kütüb-i Sitte’nin Eleştirisi ve Kur’an’a arzı, Yazan: Fereç Hüdür Sayfa 50 Eylül 2004 baskısı, Kişisel Yayın ). İmamiyye Şiasının bu rivayeti de aynı tür rivayetlerden. Allah, Cuma günü namazdan sonra yeryüzüne dağılıp maişetimiz için çalışmamızı emretmektedir, buna rağmen çalışmayı kötüleyip Müslümanlara Yazıklar olsun demek nasıl bir

zihniyetin ürünüdür. Kur’an’dan mealen: - Ey inananlar, Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmağa koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. 62/9 - Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfünden (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki başarıya eresiniz. 62/10 Görüldüğü gibi rivayet uydurma olup aslı yoktur. DÜNYA VE AHİRET İMAMINDIR ONLARI İSTEDİĞİNE VERİR FAKAT İMAM ZEKAT VERMEZ RİVAYETİ: “... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “İmamın zekat vermesi gerekir mi?” Buyurdu ki: <<Ey Ebu Muhammed! İmkansız bir şeyi söyledin. Dünya ve Ahiret’in imamın olduğunu, onları istediği yere koyduğunu, istediğine verdiğini bilmiyormuşsun? Bu yetki Allah tarafından o’na tanınmıştır. Ey Ebu Muhammed! İmam, üzerinde kendisinden sorulacak Allah’ın hakkı olduğu halde kesinlikle gecelemiş değildir.>> (Usul-u Kâfi sh 614 H.1068.) Müşrik kimseler, Allah’ın varlığını inkar etmemekle beraber, kendilerini veya başka yaratıkları Allah’a ortak sayarlar, Allah’a şirk koşma olayı böylece ortaya çıkar, Şirkin kelime manası Ortaklık demektir, müşriklerin yaptığı şeyde Allah’ın İlahlığına ortak olma iddiasıdır, böylece, Allah kainat üzerinde nasıl tasarruf sahibiyse, kendileri veya Allah’tan başka İlah saydıkları aciz olmalarına rağmen kainat üzerinde Allah gibi tasarruf sahibi olduklarını iddia ederler. Bazı kimseler de vardır ki kendilerini Allah’a Ortak saymadan yani İlah’lık iddia etmeden, Allah’ın kainat üzerindeki Mülkiyet ve Tasarrufunu kendilerine devralma iddiasında bulunarak, Dünya ve Ahiret mülkünün tamamını sahiplenmek suretiyle Mülkün tasarrufu konusunda, haşa Allah’tan, Allah’ı süresiz tatile gönderirler.

Yukarıdaki rivayette de iddia edilen budur, ayrıca İmamın Zekat ödemesinin imkansız olduğu yönünde ileri sürülen mantık, nasıl ki, Allah bütün kainatın sahibi olmasına rağmen kullarını nimetlendirmesi zekat değil de hibe ise, aynı şekilde İmamında kainatın sahibi olduğu hesabıyla, istediğine hibede bulunduğu fakat bunun zekat olmadığı vurgulanmıştır, zekat ödemek İslam dininde kulluk görevidir, Allah’ın kainat üzerinde olan mülkiyet hakkını devralan İmamın bir kulluk görevi olan zekattan sorumlu olması imkansızdır iddiasındadırlar. Bu tür iddialar, Kur’an’ın İslam dini öğretisine aykırı iddialardır, şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Mülk (mutlak hükümranlık ve yönetim), elinde bulunan yüce Allah, kutludur. O, her şeye kadirdir. 67/1 - Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Yaşatan, öldüren O'dur. Sizin Allah'tan başka bir dost ve yardımcınız yoktur. 9/116 - O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) O’nundur, (O), bir çocuk edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, mukadderâtını (kabiliyetlerini özelliklerini) tâyin etmiştir. 25/2

- Her şeyin kaynağı/egemenliği elinde olan o yaratıcının şanı çok yücedir! Sonunda O'na döndürüleceksiniz. 36/83 Görüldüğü gibi, hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır, Allah’ın bu hakimiyetini başkasına devretmesi veya bir başkasını kendisine ortak etmesi söz konusu değildir. Zekat konusuna gelince, Kur’an’dan mealen: - "Ey ateş, İbrahim'e serin ve esenlik ol!" dedik. 21/69 - Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de, asıl kendilerini hüsrana uğrattık. 21/70 - Onu ve Lut'u kurtarıp, alemlere bereketli kıldığımız bir yere getirdik. 21/71 - Ona (İbrahim'e), İshak'ı ve fazladan bir bağış olmak üzere Yakub'u lütfettik; her birini sâlih insanlar yaptık. 21/72 - Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler (İmamlar) yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden(insan)lardı. 21/73 Görüldüğü gibi, İslam dininde Peygamberler dahi zekat vermekle yükümlüdür, bu itibarla tahdis etmiş oldukları rivayetin aslı yoktur, ayrıca bu rivayetle çelişkili olarak şu şekilde de başka bir rivayetler tahdis ettiler, Örneğin:

“... Ahmet b. İsa, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan: “Sizin veliniz, ancak Allah, Resûlü ve iman edenlerdir.” (Mâide, 55) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir: <<Sizin en layık olan ve sizin işlerinizi, kendinizi ve mallarınızı yönetmeye en fazla hak sahibi olanlar, Allah, Resûlü ve iman edenlerdir. Burada geçen iman edenlerden maksat, Ali ve o’nun soyundan kıyamete gününe kadar gelecek olan imamlardır. Sonra Allah onları vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur: “Onlar namaz kılarlar, rükûda ikan zekat verirler.” (Mâide, 55) ........” (Usul-u Kâfi sh 410 H.754.) Görüldüğü gibi, İmamların zekat verdiğini tahdis etmekle, evvelki rivayetleriyle çelişkiye düşmüşlerdir. Maide 55 ayetine olan anlayışları da da çok ilginçtir, şöyle ki, Kur’an’dan mealen: - Sizin dostunuz ancak Allah Teâlâ'dır. Ve onun Peygamberidir ve imân etmiş olanlardır. O imân edenler ki, namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı verirler ve onlar rükû’a varanlardır. 5/55 Ayette bütün müminler belirtilmişken, İmamlara tahsis etmeleri doğru bir anlayış olmadığı gibi, ayette Rüku halinde zekat vermekten bahsedilmemektedir, Müminlerin zekat verici ve Rüku edici olmalarından bahsedilmektedir. Rüku halinde zekat vermek namazı bozar, Namazda emredilen duruş şekli “Kanitin” yani ihtiram duruşudur, zekat veya başka bir şeyle meşgul olmak İhtiram duruşunu bozacağından, dolayısıyla namaz bozulmuş olur.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE MEHDİNİN KAYBOLUŞ NEDENİ KORKMASIDIR “... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: <<Mehdi, kâim olmadan kaybolacaktır. Çünkü korkacaktır. >> İmam karnını eliyle göstererek, o’nun öldürülmekten korkacağını gösterdi.” (Usul-u Kâfi sh 500 H.901.) “... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: <<Kâim (aleyhisselâm) ortaya çıkmadan önce, ortadan kaybolacaktır.>> “Niçin?” dedim. Buyurdu ki: <<Korkacaktır -eliyle karnını göstererek- öldürülmekten korkacaktır.>> (Usul-u Kâfi sh 497 H.892.) Müminler, Allah yolunda katledilmekten korkmazlar, ayrıca, Allah adına İslam Dinini tebliğ edenlerin korkması olacak şey değildir, böyle bir olay onların tebliğ yapabilecek karakterde olmamaları manasına gelir ki, Allah’ın emrine karşı gelerek, görevlerini yapmamayla aynı şeydir. Kur’an’dan mealen: - Onlar ki, halk kendilerine: "(Düşman) İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!" deyince, (bu söz,) onların imanını artırdı. Ve: "Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir." dediler. 3/173 - Bundan dolayı Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadı. Ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir. 3/174 - Allah’ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası böyle idi. Allah'ın emri, olup bitmiş bir şeydir. 33/38 - (O peygamberler), Allah'ın mesajlarını duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter. 33/39 - Onlara Nûh'un haberini de oku! Hani, toplumuna şöyle demişti: "Eğer benim konumum ve Allah'ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa artık ben, Allah'a dayandım. Siz de ortaklarınızla bir araya gelip işinize bakın. Yapacağınız şey size bir kaygı da vermesin, hükmünüzü bana uygulayın. Ve bana fırsat da vermeyin." 10/71 - "Yüz çevirdiyseniz çevirin. Ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim, Allah'tan gelecektir. Bana, Müslümanlardan/Allah'a teslim olanlardan olmam emredildi." 10/72 Görüldüğü gibi, Mehdi için İddia etmiş oldukları kayboluş gerekçesinin İslam dininde yeri yoktur.

İMAMİYYE ŞİASININ KADER ANLAYIŞI “... Muhammed b. Yahya kendisine anlatan birinden, o da Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<Ne cebir ne de tam serbestlik. Doğrusu, bu ikisinin arasındaki bir çizgidir.>> Dedim ki: “Bu ikisinin arasındaki çizgi nedir?” <<Bunun örneği şöyledir: Bir adamın günah işlediğini görsen, onu bu günahtan alıkoymaya çalışsan; ama o seni nehyetmene aldırmayıp bu günaha son vermezse ve sen de onu bıraksan, o bu günahı işlemeye devem etse, senin uyarını dinlemediği için onu terk etsen, bu senin ona günah işlemeyi emrettiğin anlamına gelmez>>“ (Usul-u Kâfi sh 214 H.405.) Kader açısından Cebir (Mecburiyet) ve İhtiyar (Serbestlik) konusu Asırlardan beri İnsanların zihnini meşgul eden ve onları cevap aramaya sevk eden bir konudur, bu konuya yalnız İslam adı altındaki mezheplerde değil, İslam dışındaki çeşitli inançlarda da rastlamak mümkündür. Konu doğrudan doğruya olayların nasıl meydana geldiğiyle ilgilidir, olayı izah etmeye çalışan birçok kimseler bir çıkmazla karşı karşıya kaldıklarını görmüşlerdir, zira olayların nasıl oluştuğu konusunda bir taraftan tuttuklarında diğer taraftan açık verdiklerini görerek şaşırıp kalmışlardır, insan zihninin karşılaştığı en kompleks problemlerden biri budur dense yeridir, İmamiyye şiası da çeşitli rivayetlerle bu olayı izah etmeye çalışmıştır. Yukarıdaki rivayetlerine baktığımızda, yaptıkları izahatın Cebir ve İhtiyar konusunu izah etmekten uzak olduğunu görürüz, zira bu konuda sorulan soru uyarı ve tesiri değildir, yapılan ve yapandır. Örneğin, İslam dinine göre düşünceler dahil her şey Allah tarafından yaratılmaktadır, hal böyle olunca bir kimsenin iyi veya kötü olması olayında olayı kime aittir. Bu konuda, ilginizi çekeceğini düşündüğüm Kur’an’a dayalı olarak yapmış olduğum çalışmam şu şekildedir:

KADER AÇISINDAN CEBİR VE İHTİYAR MESELESİ Bilindiği gibi bu konu Kaza - Kader veya Cebir ve İhtiyar adıyla çok eski devirlerden beri süre gelmektedir. Bu olayın tartışılması veya gündeme getirilmesi, İslam dini adına oluşturulmuş bir olay da değildir. Bu olayın tartışılması ve gündeme getirilmesi konusuna bütün dinlerde ve bütün felsefi ekollere hatta tek tek şahısların gündeminde rastlamakta mümkündür, birçok insan zihninde bunun sürüp gitmesinin temel nedeni, bir olgu içerisinde iki zıt olgu içermesi, bu olgulardan birine evet dendiğinde kaybolmaması gereken diğer olgunun kaybolması veya izahsızlığa düşülmesi halidir. Şöyle ki : “Şüphesiz ki cebir ve ihtiyar ve bunları bağdaştırmak meselesi üzerinde araştırma yapmak, insan aklına âriz olan en kompleks problemlerden biridir. Çünkü merhum el-Akkad’ın da dediği gibi, << Bu mesele bütün dinlerde ve bütün felsefi ekollerde en karmaşık denklemdir...” (Prof. Dr. İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları Sayfa 297 Çeviren Dr. M. Saim Yeprem. Marifet Yayınları İstanbu1983 Baskısı.)

Meselenin neden hallolmadığı konusunda Gazzâli Şöyle demektedir : “Gazzâli şöyle cevap verir : Allah Teâlâ’nın kudretinin taalluk ettiği fakat ilminde onu yapmayacağını bildiği şeyler hakkında bizde o şeyi yapmayacağının bilgisini

yaratır. Bu mümkündür. Muhal olanlar ise şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık ile yokluğu aynı anda beraber düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi şeylerdir.” (Prof. Dr. İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları Sayfa 293 Çeviren Dr. M. Saim Yeprem. Marifet Yayınları İstanbu1983 Baskısı.) Birçok insanın zihninde olayın kilitlenerek çözümsüzlüğe gidilmesinin nedeni, Gazâli’nin örneklendirerek Muhaller yani imkansızlar kapsamına da ortaya koyduğu olaylarla ilgili mantığın hareket noktasıdır. Basitçe şöyle diyor, bir şey ya vardır ya yoktur, kapı ya kapalıdır yada açıktır, bunun haricinde insan mantığının kabul edeceği ve görebileceği bir şey mümkün değildir yani imkansızdır. Bu mantığın tahlili konu açısından çok önemlidir, imkansız dediklerini şu şekilde şıklara alabiliriz: 1- Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, (bir şeyin varlığıyla yokluğunu aynı anda kanıtlamak. ) 2 - Varlık ile yokluğu aynı anda beraber düşünmek. 3- Bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi şeylerdir. Bu mantık tarzı Kuran’da ki ayetlerle yakından ilgilidir ve tek taraflı olup, Birçok Kuran ayetini anlamaktan uzak olduğu gibi, tek taraflı olduğundan tabiattaki olayların birçoğunu da izahtan yoksundur. Şöyle ki, Kuran’dan mealen : - Allah her şeyin yaratıcısıdır ve O her şey üzerine vekildir. 39/62 - İşte Rab'biniz Allah Teâlâ'dır. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyi yaratan O'dur. Artık ona ibâdet ediniz. Ve o her şey üzerine vekildir. 6/102 - İşte O'dur, Rab'biniz olan Allah ki, her şeyin yaratıcısıdır, O'ndan başka ilâh yoktur. O hâlde nasıl döndürülüyorsunuz?. 40/62 Görüldüğü gibi, Kuran öğretisine göre kainatta her ne varsa, her ne yaratılmışsa ve yaratılacaksa Allah tarafından yaratılmıştır ve yaratılmaktadır. Bu yaratma olayı her şeyi kapsayan bir olay olarak, düşünceler, hayaller ve istekler gibi maddi olmayan şeyleri de kapsar. Kainatta yaratılan hiçbir şey Allah’tan bağımsız olarak, Allah’ın yaratması dışına çıkamaz, çıkması halinde meydana gelen o şey de ilâh olmuş olur, zira bu durumda, Allah’tan izinsiz olarak kainatta bir olay meydana gelmiş olacaktır, bu mümkün değildir, Allah tek İlâh’tır ve İlâh’lığına kimseyi ortak etmez. Ancak kendi izniyle başkalarına yaratma konusunda izin verir, Her şeyi kendi yaratır, bu yaratmaya noksanlık getirmeyecek şekilde başkalarına da yaratma konusunda izin verir, Böylece bir olay içerisinde iki olay meydana gelmiş olur, bunun olabilirliğini kısmet olursa çalışmanın sonunda somut örneklerle belirteceğim, yaratma da izinli yetkilendirme olduğu konusunda, Kuran’dan mealen : - Ve İsrail oğullarına peygamber gönderecektir. Ben size muhakkak bir mucize ile Rabbiniz tarafından geldim. Ben sizin için çamurdan kuş şekli gibi bir şey yaratırım (ahlûku) ederim, sonra ona üfürürüm, O da Allah Teâlâ'nın izniyle hemen kuş oluverir. Ve ben Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve alacalık hastalığına tutulanı iyi ederim, ve ölüyü diriltirîm, ve size evlerinizde ne yediğinizi ve ne biriktirdiğinizi de haber veririm. Şüphe yok ki, bunda sizin için bir alâmet vardır. Eğer siz müminler iseniz. 3/49

- O zamânı hatırla ki Allah Teâlâ buyurdu: Ey Meryem'in oğlu İsa!. Senin üzerine ve annenin üzerine olan nîmetimi zikret, o zamanı ki, seni ruhulkuds ile teyit etmiştim, sen beşikte iken de yetişkin iken de insanlara söz söylüyordun. O zamanı ki, sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim ve o zamânı ki, benim iznimle çamurdan kuş şekli gibi bir şey yaratıyordun (tahlûku) da içine üfürüyordun, benim iznimle bir kuş oluveriyordu. Anadan doğma körü, vücudunda beyaz beyaz lekeler bulunan kimseyi de benim iznimle iyi ediyor idin. Ve o zamânı ki, ölüleri benim iznimle -hayat sahasına- çıkarıyordun. Ve o zamânı ki, İsrail oğullarını senden defetmiştim, onlara açık mucizeler ile geldiğin vakit de ki, onlardan kâfir olanlar: "bu apaçık bir büyüden başka değildir" demiş idi. 5/110 Yaratma konusunda bu özel bir durumda değildir. Müşriklerin peygamberimiz için, Kûran’ı kendisi bir uydurma olarak yarattı demeleri. şöyle ki, Kuran’dan mealen : - Biz bunu son dinde de işitmedik. (kendi uydurduğu) yaratmadan (ihtilâkun) başka bir şey değil. 38/7 Müşriklerin yalan yaratmaları konusunda, şöyle ki, Kuran’dan mealen : - Siz ancak Allah'tan başka putlara ibadet ediyorsunuz ve yalan yaratıyorsunuz (tâhlûkune). Allah'tan başka kendilerine tapındığınız şeyler, şüphe yok ki, sizin için bir rızka sahip olamazlar. Artık rızkı Allah'ın katında arayınız ve ona ibadet ediniz ve ona şükür eyleyiniz, siz -ancak- ona döndürüleceksinizdir. 29/17 Böylece yaratma konusunda yetkilendirmede iki örnek görmüş olduk, İsa peygamberin yaptığı iyilik amaçlı olarak hakka çağırmak için amel olarak da gerçekleştirdiği bir olaydır, Putperestlerin yaptığı ise kötülük amaçlı olarak şirke çağırmak için amel olarak da gerçekleştirdikleri bir olaydır. Yaratma izni, hem iyiliklerin oluşumunda hem de kötülüklerin oluşumunda kullanılabilen bir yetkinlik olduğundan, her sınav geçirenin bu izinli yetkinliğe sahip olması gerekir, bu bazda yaratma konusu geniş kapsamlıdır ve izinli yaratıcılar çoktur. Kuran’dan mealen : - Sonra o nutfeyi bir donmuş kan yarattık, ardından o donmuş kanı da bir bir parça et kıldık, sonra o et parçasını da kemikler kıldık, kemiklere de bir et giydirdik. Sonra da onu başka bir yaratılışla inşa etmiş olduk. Yaratıcıların en güzeli (ehsenûlhâlikin ) olan Allah Teâlâ, pek mübarektir. 23/14 - Ve şüphe yok ki, İlyâs da gönderilmiş -Peygamber- lerdendir. 37/123 -- O vakit, kavmine demişti ki: siz korkmaz mısınız?. 37/124 - Ba'l-e mi tapınırsınız?. Ve yaratıcıların en güzeline (ahsenelhâlikin) -ibadeti-terk mi edersiniz?. 37/125 İnsan, Allah tarafından sınanmak üzere bu dünya ya gönderilmiştir, bu sınavını serbestçe verebilmesi için de bir takım yeteneklerle donatılmıştır, kendisine verilmiş olan (izinli) yaratma yeteneğine dayalı olarak amellerini üretir, isterse iyiliğe yönelir, isterse de kötülüğe yönelir. Fakat önemli olduğundan bir daha belirteyim ki, insanın yaptığı yaratma işi, Allah’ın yaratması dışına çıkan bağımsız bir yaratma değildir. Başka bir ifadeyle, bu yaratma insanın gücünden

kaynaklanmaz, Allah’ın yaratmasına bağlı bir yaratma olayıdır. İnsana sınavı için gerekli olan bir hareket sahasıdır, Bundan da herkesin kendi yarattığı amellerin sahibi olduğu açıktır. Bu manada olmak üzere kötülük işleyenler için “ 29 Ankebut 17” de “yalan yaratıyorsunuz (tâhlûkune).” tanımlaması yapılmıştır. Böylece herkes kendi elleriyle işlediğinin sahibidir, Allah hiç kimseye zorla günahı ve küfrü işletip cezalandırmaz, O yücedir, kullara zulmedici değildir. Merhametlidir, kendi yolunda çaba gösterip, rızasını arayanlara rahmet eder. Kuran’dan mealen : - Denilir ki- bu - azab- senin iki elinin evvelce yaptığından dolayıdır. Ve şüphe yok ki, Allah kulları için hiçbir zulmeden değildir. 22/10 - Bu, sizin ellerinizin takdim ettiği şey sebebiyledir. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kullarına zulmedici değildir. 3/182 - Ve görecek olsan, o zaman ki, melekler, kafir olanların canlarını alırlar, yüzlerine ve arkalarına vururlar ve yangının azabını tadın -derler-. 8/50 - Bu işte ellerinizin takdim ettiği şey yüzündendir. Ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ kulları için zulmeder değildir. 8/51 - Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, bunu bize Allah emretti." dediler. "Allah kötülüğü emretmez, de, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?" 7/28 Böylece insanın imtihanında kendisine verilmiş imkanlarla serbestçe yani hür bir şekilde seçenek yapabilme gücünde olduğunu kolayca görmek mümkündür. Kuran’dan mealen : - Her nefis kendi kazancına bağlı bir rehindir. 74/38 - Muhakkak size Rab'biniz tarafından basîretler gelmiştir. Artık kim görürse kendi lehinedir, kim de görmezse kendi aleyhinedir. Ve ben sizin üzerinize bir bekçi değilim. 6/104 - Ve de ki: Hak Rabbinizdendir. Artık kim dilerse imân etsin ve kim dilerse inkâr etsin. Şüphe yok ki, biz zalimler için bir ateş hazırlamışızdır. Onun perdeleri kendilerini kuşatmıştır. Ve eğer yardım dileğinde bulunacak olurlarsa katran gibi bir su ile imdat olunurlar ki, yüzleri kavurur. O ne fena içki, ne fena bir dayanma yeri ! 18/29 Olayın konumunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, şunu da belirteyim ki, olaylar dünya hayatında güncelleşmeye başladığında yani şahıslar iyi veya kötü ameller işlediklerinde, değerlendirme bazında, Allah’ın çeşitli müdahaleleri olmaktadır. Razı olduğu şekilde davrananlara rahmet etmekte, Razı olmadığı şekilde davrananlara da gazap dahil, çeşitli cezalar vermektedir. Allah’ın dünya hayatında sınav geçirenler hakkında yaptığı değerlendirmeleri Cebir ve ihtiyar olayının bir parçası olarak görenler, yanılmaktadırlar, insanların neye yöneldikleriyle ilgilidirler. örneğin kendisine karşı olanların kalplerini kulaklarını mühürler, gözleri üzerine perde çeker ve onları saptırır, kendisine taraf olanların da kalbini açar ve onları doğru yola iletir. Böylece iyilere merhamet ettiği,

saptırdıklarının da ancak zalimler olduğunu, Kuran ayetlerinden öğrenebiliriz. Kuran’dan mealen : - Allah Teâlâ kime hidâyet ederse işte hidâyete eren o'dur. kimleri de sapıklığa düşürürse işte felâkete uğrayanlar da onlardır. 7/178 - İşte bu kitap ki, bunda bir kuşku yoktur, muttakiler için bir hidâyettir. 2/2 - O muttakiler ki, gayba inanırlar, namazı da doğruca kılarlar, ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infakta bulunurlar. 2/3 - Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş olan kitaplara da îman ederler ve onlar âhiret'e de kesin olarak inanırlar. 2/4 - İşte onlar kerem sahibi Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Kurtuluşa erenler de ancak onlardır. 2/5 - Muhakkak o kimseler ki kâfir olmuşlardır, onları korkutsan da, korkutmasan da onlar için müsavîdir, onlar îmana gelmezler. 2/6 - Allah Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, onların gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap da vardır. 2/7 - O kimse ki, Allah onun göğsünü İslâmiyet için genişletmiş te o Rab’binden bir nur üzere bulunmaktadır. -O, hiç kalpleri kararmış kimseler gibi midir?.- Artık Allah'ın zikrinden kalpleri kaskatı kesilmiş olanların vay hallerine!. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler. 39/22 - İmdi Allah Teâlâ her kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm için genişletir. Ve her kimi dalâlete düşürmek dilerse onun göğsünü daraltır, sıkışmış bir hâle getirir, sanki zorla göğe yükselecek imiş gibi -bulunur-. İşte Allah Teâlâ imân etmeyenlerin üzerine böylece pisliği verir. 6/125 Yukarıdaki ayet meallerinde, Allah’ın kimlere neye göre ve nasıl taktirde bulunduğu açıktır, Allah hiç kimseye zulmetmez, layık olana merhamet eder, zalimleri ise cezalandırır. İnsan Sûresinin 76/29-30-31 ayetleri bu hususları toplu olarak belirtmektedir, Kuran’dan mealen : - Şüphe yok ki: İşte bu, bir öğüttür. Artık kim dilerse Rab'bine bir yol tutar. 76/29 Görüldüğü gibi, insanda bir seçme hürriyeti olduğu açıktır, bu durum karşısında birileri çıkıp ta, ben Allah’tan bağımsız olarak davranışta bulunabilirim der ise, kainatta, Allah’ın gücü dışına çıkan bir olayın mevcudiyetini iddia etmiş olur, haliyle Allah’ın gücü dışına çıkan her olay ilâh olmuş olur, bu ise İslam dini açısından mümkün değildir, Allah, Kuran öğretisinde belirtildiği gibi tek İlâh’tır. Hiç kimse O’ndan izinsiz herhangi bir şeyi ortaya koyamaz, imtihan için izinli yaratma vermesi, muhakkak, kendi yaratması içeriğinde ve kendi yaratması tarafından kuşatılmış bir olaydır. Bu konu da, Kuran’dan mealen :

- Ve siz dileyemezsiniz, meğer ki: Allah dileyecek olsun. Şüphe yok ki, hakkıyla bilen, hakîm olan, ancak Allah'tır. 76/30 Sınav geçirenlerin dünya hayatlarında, değerlendirmeler yapması, Kuran’dan mealen : - Dilediğini rahmetine sokar, zâlimlere -gelince, onlar için elem verici bir azab hazırlamıştır. 76/31 Allah, dilediğini rahmetine sokar, rahmetinden kovdukları ise ancak zalimlerdir. Demek oluyor ki takdirde bir değerlendirme söz konusudur, kişi zalim değilse, Allah’ın rahmetini umabilir. Konuları açarsam çalışma makaleden çıkıp kitap haline dönüşmeye başlar, örneğin zalimlerin gerçekleri örtenlerin yani kafir kimseler oldukları bunlarında Allah’ın rahmetinden umut kesmiş kimseler oldukları şeklinde Kur’an’a dayalı olarak geliştirme yapılabilir. Bu tür açılımları okuyucuya bırakıyorum. Kuran’da da belirtilen bütün ifadelerin tafsilatları yine Kuran’da vardır, Kuran Mubin ve tafsilatlı bir kitaptır, Öğretim yöntemi de kendi içerisindedir, her bilgi bir metotla öğrenenlere aktarılır, Örneğin, tümden gelim, tüme varım, misillendirme, muhkem Müteşabih veriler gibi. Kuran’da evrensel olduğundan bütün insanlara hitap eder, bu insanların içerisinde hiçbir eğitim almamış ümmi kimseler olduğu gibi, bir çok konuda ileri düzeyde eğitim almış kimselerde vardır, Bundan dolayı, Allah Kuran’ı yine Kuran’ın içeriğinde bulunan tekrarlı olarak vurgulanan Yedi Öğretim Metoduyla birlikte indirmiştir. Kuran ifadesiyle bu metotlar “Seba Minelmesani” metotlar içerisinden seçilmiş tekrarlı yedi öğretim metodu. Kuran dan mealen : - And olsun ki, sana tekrarlanan yediyi - Öğretim Metodunu - ve büyük Kurân'ı verdik. 15/87 Konumuza dönecek olursak , bir çok insanın Kader konusunda araştırmalar yapmasına rağmen, kilitlenip kalmaları ve bir neticeye varamamalarının temel nedeni, her şeyin yaratıcısı Allah olmasına rağmen, bu külli yaratmanın dışına çıkmadan nasıl olur da insanlar kendi amellerinde hür bir seçenek sahibi olabilirler, başka bir ifadeyle kendi amellerini izinli bir yaratma olsa dahi, kendi amellerini yaratıp sahiplene bilmektedirler. Zira bu olayda aynı anda iki olay mevcuttur ve yürüttükler mantık kapsamında bu onlara mümkün görünmemektedir, bu olayın onlara göre mümkün olması için, aynı anda ve bir cihetten iki farklı olayın meydana gelmesine ihtiyaç vardır, başka bir ifadeyle aynı anda bir bardağın tamamıyla dolu ve boş olması olması veya aynı anda bir kapının tam kapalı ve tam açık olmasını gerektiren bir olay meydana gelmeli veya gözlemlenmeli ki kader olayının oluşmasına örnek olabilsin derler,. Başta yazdığım gibi bu konunun imkansızlığına örnek olarak Gazzâli şöyle diyordu : “Gazzâli şöyle cevap verir : Allah Teâlâ’nın kudretinin taalluk ettiği fakat ilminde onu yapmayacağını bildiği şeyler hakkında bizde o şeyi yapmayacağının bilgisini yaratır. Bu mümkündür. Muhal olanlar ise şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık ile yokluğu aynı anda beraber düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi şeylerdir.” (Prof. Dr. İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları Sayfa 293 Çeviren Dr. M. Saim Yeprem. Marifet Yayınları İstanbu1983 Baskısı.) İfadeyi şıklara ayırırsak:

a) “Gazzâli şöyle cevap verir : Allah Teâlâ’nın kudretinin taalluk ettiği fakat ilminde onu yapmayacağını bildiği şeyler hakkında bizde o şeyi yapmayacağının bilgisini yaratır. Bu mülkümdür.”

Bununla şunu demek istiyor, Allah, yaratmaya razı olmadığı bir şeyin bilgisini bizde yaratır, bide istemeyi veririz, böylece o şey yaratılmamış olur, dolayısıyla yaratmaya razı olduğu şeyin bilgisini bizde yaratır, bizde isteriz, Allah’ta o şeyi yaratır. Bunu anlarım bu mümkündür demektedir. Mümkün görmediği yani imkansız başka bir ifadeyle muhal gördüğü ise: b) “Muhal olanlar ise şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık ile yokluğu aynı anda beraber düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi şeylerdir.” Bu şekildeki bir anlayışta çok temel iki yanılgı mevcuttur, Şöyle ki :

1) Allah’ın her şeye kadir olduğunu; olmasını istediği her şeyi ve her olayı yaratabileceğini bileceğini dikkate almamaktadır, Allah, değil bir olay içinde iki olay, bir olay içerisinde sınırsız olay yaratabilir, zira Kuran öğretisine göre, Allah her istediğini yaratabilir, bir şeyin olmasını istedi mi ona “Ol” demesi yeterlidir, o şey hemen oluverir, Kuran’dan mealen: - Bizim bir şeye sözümüz, onu dilediğimiz zaman ona ol dememizden ibarettir ki, o da hemen oluverir. 16/40 - Gökleri ve yeri yaratmış olan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?. Elbette kadirdir. Ve o hakkıyla bilen yaratandır. 36/81 - O'nun emri, bir şeyi istediği zaman ancak O'na "ol" demesidir ki, o da hemen oluverir. 36/82 2 ) Gazâli’nin imkansız dediği olayların birçok benzerinin çevremizde somut olarak mevcut olmasına rağmen, Gazâl bunları görmemektedir. Bu örnekleri görmüş olsaydı, imkansız dediği şeylerin hiçte imkansız olmadığını görmüş olacaktı. Şöyle ki:

Bilindiği gibi içinde yaşadığımız evren madde açısından, “Makro Evren” ve “Mikro Evren” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Allah, ayetlerini hem de afakta hem nefislerimizde yani evrende göstereceğini vaat etmektedir, şöyle ki, Kuran’dan mealen : - Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur’an)’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, (her şeyi görmesi sana) yetmez mi? 41/53 Şimdi bu konuyla ilgili olarak afaka bakalı bakalım, gerçekten imkansız diye nitelendirilen olaylar imkansız mıdır yoksa imkansız değil de bazı oluşumlarda mümkün müdür :

MAKRO KOZMOSTA SÜPER POZİSYON OLAYLARI VEYA ÖRTÜŞEN OLAYLAR : Güncel hayatta kullanılan mantık bir olay içinde tek bir olayın meydana gelme Güncel hayatta kullanılan mantık bir olay içinde tek bir olayın meydana gelme özelliğidir, örneğin, basit olması açısından bizim için herhangi bir kapı ya açıktır yada kapalıdır, iki kere iki her zaman için dörttür, bunlar bir olay içerisinde tek bir olayı belirleyen kesin gerçekler olmasına ve kullar tarafından değiştirilemez gerçekler olmasına rağmen, varlıkta öyle olaylar var ki, bir olay içerisinde aynı anda iki ve daha fazla aykırı olayı taşırlar, her bir olay diğerlerinden farklı olmasına rağmen her gözlemlediğimizde doğru netice vermekle beraber diğerlerini yok etmez, yalnız başına gözlemlenmeyi sever deney anında olayın tamamını sahiplenerek kendisine dayalı hareket noktası oluşturur. Kapının açık yada kapalı olma olayı birinci mantık için kolay anlaşılır bir örnektir. İkinci mantık için kolay anlaşılır olarak ta şu örnekleri verebiliriz, şöyle ki:

1- Işıkla gölgeyi bir birinden ayıran sınır çizgisine bak, çizgi gölgeye mi ait, ışığa mı ait, aslında öyle bir çizgi var mı yok mu? Bir birlerinden farklı olan bu hususlar aynı anda birbirlerini yok etmeden gerçeği ifadelendirirler, çizgi ışığa aittir dersek doğrudur, gölgeye aittir dersek doğrudur, çizgi olarak vardır dersek doğrudur, yoktur dersek o da doğrudur. Bu tür versiyonlar yalnız ışıkla gölgeye ait değildir, iki maddesel varlık, örneğin iki kağıdı üst üste koy oluşan sınır çizgisi aynı hususları içerir.

2- Dairesel bir koşu pisti etrafında eşit mesafede, aynı yönde ve eşit hızda koşan iki koşucu düşün, bunların her biri aynı anda diğerinden, hem kaçmakta hem de aynı zamanda kovalamakta, kaçmadığı gibi kovalamamaktadır da. İzahta hangi hareket noktasını alırsan al diğerlerini yok etmeden doğruyu ifade etmiş olursun.

3- Hareket halindeki bir vasıtada seyahat ettiğini düşün, vasıta hareket halindeyken vasıtanın hızına eşit bir hızla arka kapıya doğru yürüdüğünde, aynı anda hem geldiğin istikamete geriye doğru, aynı zamanda gittiğin istikamete ileriye doğru, aynı zaman da ne ileriye doğru ne de geriye doğru gitmektesin.

4- Zamanı düşün, bilindiği gibi zaman anlardan müteşekkildir, peki an nedir? “An” zamanın daha aza indirgenemeyen en küçük birimidir. Bu en küçük birimi somut olarak basitçe şu şekilde gözlemleyebiliriz. Elimize aldığımız bir kalemi ortalayalım, bir ucunu hareket ettirdiğimizde buna bağlı olarak aynı şekilde öbür uçta hareketlenir, bu kalemin boyutu ne olursa olsun, örneğin milyonlarca ışık yılı boyutunda olsa dahi durum aynıdır, hareket ettirilen uçtaki hareket boyuttan etkilenmeden öbür uca iletilir, işte “an” hareketin bir uçtan öbür uca iletilme zamanıdır, burada da iki durumla karşılaşıyoruz, a- hareket iletilmiştir o zaman arada bir süreç geçmiştir, b- iki hareket birlikte meydana gelmiştir o zaman arada zaman süreci yoktur. Böylece ikisi de doğru olan, diğer bir ifadeyle bir olay içerisinde iki olayla karşılaşmış oluruz. İşte “an“, hareketin, sırığın bir ucundan diğer ucuna iletilme zamanıdır. Bu var olmasına rağmen elde mevcut aletlerle ölçülemez, ancak zihnimiz boyutsuz olarak onu algılar.

5- Bir maddeyi kesmek suretiyle iki eşit parçaya ayırdığımızda her iki parça bir birine eşit olarak bağımsız şekilde ayrılır. Bu olayı ölçüp tespit edebiliriz, fakat yarılanmaları otomatik olarak süreklilik arz eden olaylarda bu o kadar kolay değildir, örneğin: Radyoaktif bir element düşünelim, yarılandığında tam yarıya

geldiğinde yarılanmayı ifade eden ayırım hattı hangi yarıya aittir. Birincisine mi ait, ikincisine mi ait, bütüne mi ait, yoksa öyle bir ayırım hattı yok mudur. Bu gibi olaylara günlük hayatımızda çeşitli şekilde rastlamamız mümkündür, bunlara süper pozisyon olayları veya örtüşen olaylar diyebiliriz, izahta kendilerine ait bir mantık kapsamına girerler. Hele bu tür olaylar, mikro kozmosa ait “Kuantum” olaylarında çok çeşitlidirler, şöyle ki :

MİKRO KOZMOSTA SÜPER POZİSYON OLAYLARI VEYA ÖRTÜŞEN OLAYLAR : Yüzyıldan fazla bir süreden beri, kuantum kuramı diye bir kuram insanların zihnini meşgul etmektedir. Atom altı olaylarla ilgilenen bu kuramda, birçok ilginç durumlardan örnekler verilmektedir. Örneğin, kuantum Fiziğinin temel ilkesi, üst üste gelme (süper pozisyon) ilkesidir, şöyle ki :

“KUANTUM FİZİĞİNİN anlaşılması en zor yönü üst üste gelme (süper pozisyon) ilkesidir. Genel anlamda bu ilke bize, bir sistemin içinde bulunabileceği durumları aritmetik işlem yapıyormuşçasına toplayıp, çıkarabileceğimizi; sonuçta sistemin yeni durumlarını elde edebileceğimizi söyler. Örneğin, sizden noktasal bir parçacığı hayalinizde canlandırmanız istenirse, siz bu parçacığın belli bir noktasında bulunduğunu, eğer hareket ediyorsa zamanla bu konumunu değiştirdiğini düşünürsünüz. Ne yazık ki, kuantum fiziğinde parçacıklar böyle bir durumda hiçbir zaman bulunmazlar. Elektronlar gibi temel parçacıklar, genellikle, uzayın değişik noktalarında bulundukları durumların üst üste gelmesiyle oluşan, bizim hayalimizde canlandırmakta zorlandığımız bir durumda bulunurlar. Bir başka deyişle, söylenmesi kolay olsun diye bunu “bir parçacık uzayın değişik noktalarında aynı anda bulunabilir” şeklinde ifade ediyoruz.

Kuantum fiziği hakkında hiçbir şey bilmeyenler yukarıdaki paragrafta muhakkak kaybolmuşlardır. Kuantum dünyasının bu özelliğini anlamakta zorlanmamızın asıl nedeni, yaşadığımız, tanıdık olduğumuz dünyada üst üste gelmiş durumlara hiçbir zaman tanık olmamamız. Bugüne kadar hiç kimse bir nesnenin iki ayrı yerde aynı anda bulunduğunu görmemiştir. Ya da siz bir dergiyi okurken, derginin bütün sayfalarının aynı anda açık olduğunu ve bütün sayfaları aynı anda okuyabileceğimize şahit olmamışızdır. Daha önce hiç görmediğimiz bir nesneyi, daha iyi bildiğimiz nesne ve kavramlarla açıklamaya çalıştığımız için kuantum dünyasını anlamak için elimizden gelen iyi bir şey yok.” (TÜBİTAK, Bilim ve Teknik Dergisi, sayı 393 sayfa 28, Ağustos 2000.)

Kuantum olaylarında üst üste gelmiş olayların ilginçliği ortada olmakla beraber, bu tür olayların yalnız nesne bazında dikkate alınarak, yaşadığımız tanıdık olduğumuz dünyada (Makro Kozmosta) tanık olunamayacağının söylenmesi yanlıştır. Zira konu üst üste gelen olayların varlığıysa, bu olayları yalnızca nesnel olaylara hasretmemiz zorunlu değildir, aynı tip olayları, Makro kozmosla ilgili olarak beş örnekte gösterdim, bunları çoğaltabilirdim fakat konunun uzamaması için çoğaltmadım. Kaldı ki, nesne konumunda da, daha üst boyutlarda (Makro Kozmosta ) üst üste gelme durumlarıyla gözlem yapılabileceği çok geçmeden anlaşılmıştır. Şöyle ki : “Kuantum dünyasının kavranması zaten kolay olmayan gariplikleri, büyük ölçekli dünyamızla arasındaki sınırın yıkılmaya başlamasıyla birlikte 2000 yılında yeni boyutlar kazandı. Cisimlerin aynı anda iki farklı yerde

birden bulunabilme gibi mantığımıza aykırı gelen bazı özellikleri, şimdiye kadar yalnızca mikroskobik dünyaya özgü sanılıyordu. Oysa geçtiğimiz yıl fizikçiler bu olguyu çok daha büyük ölçeklerde gözleyerek, bir elektrik akımının süper iletken bir tel halka üzerinde aynı anda ters yönlerde ilerleyebileceğini açıkladılar. Ayrıca Ocak ayında bir başka fizikçi, yaygın inanışın tersine, kuantum bilgisayarların karmaşık problemleri yıldırım hızıyla çözebilmek için “dolanlıklı” denen bir kuantum özelliğinden yaralanma zorunda olmadıklarını gösterdi.” (TÜBİTAK, Bilim ve Teknik Dergisi, sayı 398 sayfa 6.)

Evet, bizi hayrete düşürse de, yaşadığımız evrende üst, üste gelen durumların varlığı bir gerçektir. Bu tür olaylar bence, kuantumu dikkate almadan da, verdiğim örneklerde de görüldüğü gibi, değişik olaylarda da görülebilir. Kuantum Teorisi veya başka bir ifadeyle, kuantum kuramı, yapılmış çeşitli deneylerle varlığı kanıtlanmıştır, amacım bur da kuantum mekaniğini anlatmak olmayıp, yaşadığımız evrende üst üste gelen süper pozisyon olaylarının varlığına dikkat çekmektir, bundan dolayı bu deneylerden bahsetmeyeceğim, fakat kuantum fiziğinin ne kadar ilginç olduğunu belirten, Niesl Bohr’un şu sözünü nakletmeden geçemeyeceğim. “Bir insan kuantum fiziğini düşünürken hiç başının dönmediğini söylüyorsa, bu, konuyu anlamadığını gösteriri.” diyerek, teorinin şaşırtıcı yanlarına dikkat çekiyor.

Şimdi, yukarıda vermiş olduğum örnekler dikkate alındığında, olamaz dedikleri üç hususa “Muhal olanlar ise şunlardır. Bir şeyi aynı anda ispat ve nefey etmek, varlık ile yokluğu aynı anda beraber düşünmek; bir varlığın aynı anda ve bir cihetten iki mekanda olması gibi şeylerdir.” aykırı, üst üste gelen bir çok olayın varlığını görmemiz mümkündür, hatta kuantum fiziğinde, deneyi yapan kimse, deneyin bir parçası sayılmıştır ki, gözlemci olaya hangi açıdan bakarsa, olayı o noktada tespit eder ve görürü, aynı anda olayın öbür yanını göremez, buna kısaca çökme (collopse) demektedirler. Bizim gözlem açımıza göre, iki olaydan bir tanesi öne çıkmaktadır. Bir daire etrafında aynı yönde koşan iki koşucu örneğinde, her hangi bir koşucuyu kovalıyor olarak görmek istersek, onu onu kovalıyor olarak görürüz, kaçıyor olarak bakmak istersek kaçıyor olarak görürüz, bütün bunlar bir anda bir şahısta oluşmaktadır, fakat bizim gözlem açımıza göre, iki olaydan bir tanesi öne çıkmaktadır, veya matematikte X kare = 25 denkleminde kökler X= +5 ve X= - 5 tir, iki ters kök aynı denklemi her birisi aynı anda doğrular, ikisini birlikte denklemi doğrulamak için kullanamayız, fakat her seferinde bir tanesiyle denklemi doğrulaya biliriz.

Yukarıda, kuantum olayları dahil bütün örnekleri dikkate alarak, kader olaylarının oluşmasına baktığımda, kader olaylarının meydana gelmesi tıpatıp aynıdır demeye cesaret edememekle beraber, şu benzerliği dikkate almaktan kendimi alıkoyamıyorum, Şöyle ki : Allah her şeyin yaratıcısı olmakla her şeyi yaratmaktadır, kulların faaliyetlerine baktığımda ise, kulları yaptıkları faaliyetleri kendileri yapar görmekteyim ve bütün bunlar bir anda gerçekleşmektedir, gözlem açıma göre her seferinde iki olaydan bir tanesini görebilirim ve her iki olay aynı anda doğrudur. Bütün bunlara rağmen beni mazur gör, yinede kader olaylarının meydana gelmesi aynı şeydir diyemeyeceğim, zira bana bunların da üstünde bir oluşum olarak geliyor. Fakat şunu bil ki, her şeye gücü yeten Allah, her şeyi yaratmasına rağmen, hiçbir zulüm yapmadan bizi şerbetçe davranacağımız şekilde, kendi yaratması dışına çıkarmadan kendi amellerimizi kendimiz yaratacağımız şekilde imtihan etmektedir. Bu, Allah için gerçekleştirilmesi kolay bir işlemdir, ve sakın ola ki, hiçbir zaman, Allah’ı suçlama, Allah hiç kimseye

zulmetmez, merhametlidir, zorla kimseyi cehenneme koymaz, cennete girenler ise onun rahmetiyle girmişlerdir.

Sonuç olarak şunu hatırlatmamda fayda vardır, nasıl ki evrendeki bütün olaylar örtüşmeli değilse, Örneğin her zaman için kapı ya açıktır ya kapalıdır, bardak ya boştur ya da doludur, iki kere iki her zaman için dörttür v.s. gibi bunlar tek boyutlu olayladır. Kuran’ın ayetleri de öyledir, Örneğin, Allah her zaman tek bir İlâh’tır, farzlar ve yasaklar da tek boyutludur, bir şey hem helal hem haram olamaz, bir farz yerine başka bir şey ikame edilemez, bir kimse aynı anda, hem Müslüman hem kafir olamaz, Allah’ın sünnetine tabi olan şeylerde tek boyutludur v.s. gibi. Kader olayın da tefekkür yapanların bunlara dikkat etmesi gerekir. Görüldüğü gibi, İmamiyye Şiasının tahdis etmiş oldukları rivayetteki örnekli izahı konuyla ilgili değildir. Konuyu İzah tarzım diğer izahlarımdan istisnai olarak biraz uzun olduysa da konunun gerekliliği ve önemi açısından buna gerek vardı. Kısmet olursa, bu şekilde bir konu daha yazıp yine eski yazış tarzıma döneceğim Şöyle ki:

İMAMİYYE ŞİASININ VAHİY GELMEDEN VAHİYDEN BAĞIMSIZ OLARAK PEYGAMBERİN HÜKÜM KOYABİLECEĞİNİ İDDİA ETMESİ: “... İshak b. Ammar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<Allah, Tebareke ve Tealâ peygamberini terbiye etti. O’nu irade ettiği edep düzeyine getirince, o’na şöyle dedi: “Sen pek büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem, 4) Dinini o’na bırakmış ve şöyle buyurmuştur: “Resûl size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” (Nisa, 80) - (Meal (Haşr, 59/7 aittir, Nisa, 80’e ait dağidir. ) Allah, Azze ve Celle, miras paylaşımı ile ilgili hükümler koymuştur. Fakat dede için bir pay belirtmemiştir. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), dedeye mirastan altıda bir pay ayırmıştır. Allah Celle zikrahu bütün bu tasarrufları o’nun için caiz görmüştür. İşte şu âyette, buna işaret ediliyor: “İşte bu bizim bağışımızdır. İster ver, isterse elinde tut; hesapsızdır.” (Sâd, 39) >> “ (Usul-u Kâfi sh 375 H.692.) Haşr, 59/7 ayetinde geçen mealen: “Resûl size neyi getirdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” İfadesi, hem Şia tarafından hem de Ehli Sünnet tarafından hadisleri kabul ettirebilmek için ısrarla delil getirilmeye çalışılmıştır, Öyle ki bu ifadeyi delil olarak göstermek suretiyle, hadis adı altında tahdis edilecek bütün sözleri İslam dininin ana kaynağı olarak kabul ettirmeye çalışırlar. Bu konuda daha önce Ehli Sünnete Verdiğim cevap niteliğindeki çalışmamı Hem Şiaya, hem de Ehli Sünnete cevap olmak üzere Kur’an’a dayalı olarak belirtecek olursam durumun hiçte iddia ettikleri gibi olmadığını görmek mümkündür, şöyle ki:

İSLAM DİNİNİN ÖĞRENİLMESİNDE KAYNAĞIN NE OLMASI GEREKTİĞİ SORUNU Bugün İslam alemi adı altında Dünyada yaklaşık 1,5 milyarlık bir kitle bulunmaktadır, kendilerini Müslüman veya Mümin olarak tanımlamalarına ve kutsal kitaplarının kuran olduğunu ifade etmelerine rağmen inanç yönünden çok çeşitli görüşlere ve fırkalara bölünmüşlerdir, bu bölünmüşlük fert bazında olabildiği gibi, mezhep bazında da olabilmektedir, hatta bu bölünmüşlük aynı mezhep içerisinde de oluşa bilmekte, aynı mezhebin bağlısı iki dini şahsiyet aynı konuda tartışa bilmekte ve hiç bir neticeye varamamaktadırlar, hatta inanç bölünmüşlüğü bir şahsın öz nefsinde dahi oluşabilmektedir, aynı şahsın sabahki dini ayrı, akşamki dini ayrı olabilmektedir zira sabah kabul ettiğini akşam, akşam kabul ettiğini sabah değiştire bilmekte veya inkar edebilmektedir. Bu durum günümüzde olduğu gibi bin yıldan fazla bir süreden beri süregelen bir olgudur.

Bu kargaşa ve bölünmüşlüğün nedenini, Kûran’ın İslam dininin Tek Kaynağı ve Tek Rehberi olarak kabul edilmemesinden kaynaklandığını söylediğimizde, bu söylemimizi kabul etmeyip karşı çıkan bir çok kimseler tarafından Kûran’a dayandırılma şeklinde karşıt iddialar ileri sürülmekte ve dolayısıyla hatalı olduğumuz iddia edilmektedir. Bununda ötesinde savlarına cevap vermemiz içinde sorgusal olarak çağrıda bulunmaktadırlar. Bende bu noktadan hareketle karşıt iddialara cevap yazmanın bir gereklilik olduğunu düşündüm. Soru bazında çeşitli şahısların iddialarından, benim gördüklerim arasında bana göre en derli toplusu olan, ve Dr. Emin Şimşek tarafından “Kur’an’ı Kerim “Sünnet-i Seniyye’ye uymayı emrediyor” başlığı altında ki çalışmayı ele alarak, kısmet olursa cevaplandıracağım. Dr. Emin şimşek çalışması içeriğinde sorusunu “Günümüzde Kütüb-i Sitte ile ümmetin en muteber Hadis Kitabı kabul ettiği hadisleri, kendi akıl ve mantığına uymadıkları gerekçesi ile eleştirmeyi adet haline getirmiş, ilim fakiri kardeşlerimize sormak isteriz” bağlamında yöneltmektedir. Vereceğim cevapları, okuyucunun kolayca karşılaştırma yapa bilmesi için, suru metni içerisine belli olacak şekilde “CEVAP :” İbaresini başlangıç olarak belirleyip kısmet olursa ifadelendireceğim, Şöyle ki : “Kur'an-ı Kerim "Sünnet-i Seniyye'ye" uymayı emrediyor Editör Dr. Emin Şimşek İslam’ın Ana kaynağı olan Kur’an’ı Kerim, birçok Ayeti Kerimesinde Peygamberimizin uygulamalarına vurgu yapıyor, ve İslam’ın bir bütün olarak yaşanabilmesi açısından, Peygamberimizin (SAV) uygulamalarının olmazsa olmaz olduğunu beyan ediyor: 1-) “(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının”(Haşr,59/7) Âyette geçen ve meçhul şey ifade eden “ me' ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlûv adına Kur’ân olsun, isterse vahy-i gayr-i metlûv adına kudsî hadîs ve hadîs olsun, Resûl’ün getirip tebliğ ettiği her şeyi, “ fe ” edatıyla da, bunlara behemehal ittiba ve itaatin vacip olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı şekilde, ister Kur’an yoluyla, isterse içtihatları, yorumları ve tefsirleriyle Allah Resûlü’nün nehyettiği her şeyden de kaçınılması gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: “Allah’tan korkun! ” diyerek, bunun bir takvâ meselesi olduğunu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Resûlullah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine

uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın vikayesine girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki: “Şüphesiz, Allah’ın ikâbı çok şiddetlidir” tehdidini de gündeme getirdiğinden, sahâbi gibi kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri asla söz konusu olamazdı. CEVAP 1-) :Dikkat edilir ise Yukarıdaki ifadeyi, Peygamber sanki bizimle çağdaş ve yaşıyor intibaıyla vermektedir. Öylesine bir ortam çiziyor ki, sanki peygamber bizimle birebir diyalogda ve bize emirler vermektedir, ve sakın ola ki onun bütün dediklerini yapmamazlık etmeyelim ihtarında bulunuyor. Bu da güncel olarak mümkün olmadığına göre, yani peygamberimiz Muhammed Aleyhissalâtu Vesselâm vefat etmiş olduğuna göre, iddiacının peygambere uymaktan kastı kendi inandığı ve peygambere isnat edilen hadislerin kabulüyle her ne olursa olsun tartışmasız olarak uyulup uygulanmasıdır. Bunlar da, kendisine göre Ehli sünnetin kabul ettiği hadisler olmalıdır, örneğin İmamiyye Şiasının, kabul ettiği el-Kuleyni’ni Usul-u Kâfi deki hadis rivayetleri veya Vehhabilerin kabul ettiği Ahmed İbni Hambel’in, Müsned isimli kitabındaki hadis rivayetleri onu sistem olarak ilgilendirmez, zira ilgilendirmiş olursa, ya mezhepsiz hale gelir veya mezhep değiştirmiş olur.

Hizip oluşumlara baktığımızda, a) Sünnilere göre, Peygamber Sünni bir peygamberdir, b) Şiilere göre, Peygamber Şii bir peygamberdir, c) Vehhabilere göre, Vehhabi bir peygamberdir, d) Tasavvufçulara göre, Peygamber Sofu bir peygamberdir, v.s. gibi her hizip kendi anlayışına göre peygamberi konumlandırmaya çalışır.

Bu açıdan bakıldığında, Kuran’da vasıflandırılan peygamber tanımı dışına çıkıldığında sayısını tespitte dahi zorlanacağımız çok çeşitli peygamber tanımıyla karşılaşırız, ve bu tanımlar bir birlerine uyan tanımlarda değildir, zira tanımlamada hareket noktası her hizbin atalarından devralmış olduğu ve sürdürdüğü çok çeşitli rivayetlerdir. Bunlar öyle şeylerdir ki hem kendi içeriklerinde çelişkili hem de Kuran’la çelişkili oldukları gibi diğer hiziplerin elindeki rivayetlerle de çelişkilidir. Benim peygamberimizle ilgili anlayışım, Peygamberimiz, Muhammed, Aleyhissalâtu Vesselamın Kuran’da tanımlandığı vasıflarla sınırlıdır, Kuran’da O’nun hakkında bilgi verilmekte ve örnek alınması emredilmektedir. Bundan dolayı, O’nu örnek alırken, O’nu hakkında bilgi veren ayetin, peygamberin hangi konumuyla ilgili olduğuna dikkat ederim ve öylece anlarım, kısmet olursa bir sonraki soruyu cevaplandırır iken bahsedeceğim gibi, peygamberimizin çeşitli konumları vardır ve O’nu anlatan ayetlerde bütün konumlarıyla ilgili değil, muhakkak belirli bir veya bağlantılı olarak birden fazla konumuyla ilgilidir, ayetlerin bu şekilde anlaşılmaması halinde, ne ayetten kastedileni anlıya biliriz nede peygamberi örnek edinmenin ne manaya geldiğini anlayabiliriz, Bu anlayışın dışına çıkan kimseler, ayetlerle karşılaştıklarında şaşırır kalırlar, anlayışlarını savunurken Kuran’dan delil getirdiklerinde genelde ayetleri tam metin olarak değil, kırparak verirler, yoksa bütün tezleri kaçınılmaz olarak çöker, zira konumlandırma dışına çıktıklarında ayetler onları doğrulamaz. Şöyle ki:

Soruda verdiği ayet örneği , Mealen:

1-) “(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının”(Haşr,59/7) Ayetin tam metni, mealen :

- Allah’u Teâlâ, Peygamberine ganimet olarak ne verdiyse Allah içindir ve Peygamberi içindir ve akrabaları ve yetimler ve yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Tâ ki -bu mallar- sizden zenginler arasında dolaşır bir servet olmasın ve size Peygamber ne verirse artık onu alınız ve sizi neden menettiyse hemen ona nihayet veriniz ve Allah'tan korkunuz. Şüphe yok ki: Allah, azabı şiddetli olandır. 59 Haşr 7 Bana göre bu ayetten, peygamberin devlet başkanı olarak, ekonomi üzerindeki yetkileri anlatılmakta ve vefatından sonra bu örnekten hareketle İslam devlet başkanlarının bu yetkiye sahip olduklarını ifade etmektedir. Bundan dolayı bu ayetten, peygamber adına söylenen hadis iddialarının anlaşılması ve kabul edilmesi şeklinde bir anlayış mümkün değildir. Zaten pratikte bu mümkün değildir, zira peygamber adına ekonomi konusunda olsun veya daha başka bir çok konuda olsun iddia edilen rivayetler hem kendi içeriğinde çelişkili, hem de Kuran ile çelişkilidir, (Bak, incele www.kuran-tekrehber.com da, bir çok örnek. Veya Fereç Hüdür, “Kütüb-i Sitte’nin Eleştirisi ve Kur’an’a arzı” isimli araştırma kitabı. Kişisel yayın. ) 2-) Şüphesiz, Resûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misâl vardır” (Ahzâb, 33/21) Bu âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu bin bir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Resûlullah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini ilân ediyor! CEVAP 2-) : Görüldüğü gibi, Âzap, 33/21 ayetini, sünnete, dolayısıyla hadislere uymaya endeksliyor, bu ise Kuran’a uygun bir anlayış olmadığı gibi, hadislerin tamamına yakını hem bir birleriyle, hem de Kuran ile çelişkili olduklarından Kuran’a uyumluluk ve pratik olma özellikleri yoktur, Hadisleri incelediğimizde bunu açıkça görmemiz mümkün olduğu gibi, ifade de Kuran’a uyulması gerektiğinden hiç bahsedilmemektedir. Kuran barışçı ve adalet yönünden bütün insanların hukukunu koruyan bir kitaptır, peygambere isnat edilen hadislerde ise bu özellik yoktur, çok çelişkili versiyonlar ihtiva etmektedirler, bunun böyle olmadığı yönünde itiraz olması halinde bir çok örnek vermek mümkündür, benim tavsiyem hadis külliyatının bir bütün olarak ele alınıp incelenmesidir. Hal böyle olunca, ayetin veya benzer ayetlerin doğru anlaşılabilmesi için, peygamberin hangi konumuyla ilgili olduğuna Kuran bütünlüğü içerisinde dikkat edilmesine ihtiyaç vardır, Örneğin, peygamberimizi:

a) Nebi konumu, bu peygamberimizin vefatıyla birlikte kıyamete kadar sona ermiştir,

b) Resul konumu, nübüvvetin sona ermesiyle, peygamberlik açısından veya özel olarak gönderilmiş tebliğci açısından, kıyamete kadar sona ermiştir. Bu iki konumun örnek alınması, ancak, Müslümanların Resullük, nebilik, mehdilik v.s. Şeklinde bir dini paye iddia etmeden, dini tebliğde masumiyet ileri sürmeden, Kuran’dan anladıklarını anlatma şeklindedir.

c) Devlet başkanlığı konumu,

ç) Yargıçlık konumu,

d) Baş komutanlık konumu,

e) Aile reisi konumu,

f) Yaşantı olarak davranışları ve sosyal konumu, gibi, Bu açıdan, değerlendirildiğinde, hem peygamberimiz, hem de diğer peygamberler konumlandırılarak örnek alınabilirler. Ayetlerin hangi konum için indiklerine Kuran bütünlüğü içerisinde dikkat edilmesi halinde konu kolayca anlaşılır, 3-) - (Ey Resulüm) De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır. (Ali İmran,2/31) Ayeti Kerime Peygamberimize uymayı, Allah’a uyma ile eşdeğer tutmakta ve Allah’ın sevgisini kazanmada bir vesile olduğunu belirtmektedir. Bunu Kur’an, bizzat Peygamberimize bu şekilde hitab etmesini istemektedir. Ayetin sonunda, peygamberimize uyanların Affedileceği müjdesi ise, Hadsi-i Şeriflerin ve Sünnet-i Seniyye nin İslam da nedenli önem arz ettiğinin bariz bir göstergesidir. CEVAP 3-) Bu ayette, İslam Devlet sistemi konu edilmiştir, şöyle ki: Kuran’dan mealen: - De ki: Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana uyunuz ki, Allah Teâlâ'da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir. 3 Ali İmran 31 - De ki: Allah Teâlâ'ya ve peygambere itaat ediniz, eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ kâfirleri sevmez. 3 Ali İmran 32 Ayetlerde peygamberin Nebilik ve Devlet başkanlığı konumundan bahsedilmektedir, İstenen itaat emir komuta zinciri şeklindeki bir süreçtir, şöyle ki, peygamber öncelikle yalnız Allah’a itaat edecek, Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ettiğinde de , İnsanlar yaptığı tebliğe itaat etmelidirler şeklinde bir süreç, ayrıca bu sürecin içerisinde başka ayette belirtildiği üzere Ulul - Emre itaatin gerekliliği de emredilmiştir, bütün bunlara toplu olarak baktığımızda İslam devlet sisteminin emir komuta sistemiyle, yargı sisteminin yapısı ortaya çıkar, diğer bir yön olarak idari yapının teşekkülü içerisinde, biat ve şura olayı vardır. Her ne açıdan bakılırsa bakılsın bütün, tebliğ ve devlet sistemi yapılanmasının üzerinde İlahi vahiy, dolayısıyla Kuran tek esastır, zira dini Allah koyar ve din koyma olayında olsun, İlahlık olayında olsun kimseyi kendisine ortak etmez. Bütün bunlar Kuran’da detaylı olarak işlenmiştir. Örnek olması açısından kısmen değinecek olursam. Kuran’dan, mealen : - Ey imân edenler!. Allah Teâlâ'ya itaat ediniz ve Peygamber'e de ve sizden olan emir sahiplerine de itaatte bulununuz. Sonra bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz, eğer siz Allah Teâlâ'ya ve âhi-ret gününe inanır kimseler iseniz onu Allah Teâlâ'ya ve Peygamberine arz ediniz. O hem bir hayırdır, ve hem de netice itibariyle daha güzeldir. 4 Nisa 59 - Ve onlara eminlikten veya korkudan bir haber geldiği zaman onu yayıverirler. Ve eğer onu Peygamber'e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arz etseler

elbette onlardan bunun hükmünü çıkaracak zatlar bunu bilirlerdi. Ve eğer Allah Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti üzerinize olmasa idi pek azınız müstesnâ, elbette şeytana uymuş olurdunuz. 4 Nisa 83 Görüldüğü gibi, yönetim sisteminde ve sorunların halledilmesinde, İslam dininde bir hiyerarşi mevcuttur, bu sıralamada, peygamberin sünnetine tabi olduklarını söyleyenlere göre:

a) Allah’a itaati, Kuran’a itaat ile,

b) Peygambere itaati, hadislere uymak ile, ifade edip, peygamberi aramızda güncel olarak yaşıyormuş gibi günümüze taşıdılar. Bu inançlarında samimi iseler, o zaman, kaçınılmaz olarak peygamberimiz zamanındaki Ulul Emrin sözlerini de muhakkak günümüze taşımaları gerekirdi; peygamberin vefatından sonra da Ulul Emr mevcut olmuştur ve bunlar çokturlar bunların sözlerini ne yaptınız, Hadis adı altında peygamberi günümüze taşıdığınızı iddia ettiniz, Ulul Emrin sözlerini , neden günümüze taşımadınız, zira Ulul Emre itaatin de gerekli olduğu Kuran’da kesin olarak emredilmiştir, Rivayetlerle şahısları taşıyıp güncelleştirme mantığınıza göre bunu yapmanız gerekmez miydi, fakat bu yapılmamıştır, yoksa siz ortaya attığınız kıstaslara rağmen, kitabın bir kısmını kabul edip bir kısmını red mi ediyorsunuz. Böyle yapanların cezası, Kuran ölçüsüne göre, dünyada rezillik ve ahirette şiddetli azap değil midir. (Bak, 2 Bakara 83-84-85 ). Yapamazdınız, zira bu hem Kuran’a uygun bir davranış olamayacağı gibi, pratikte de mümkün değildi, İslam coğrafyası bir imparatorluktu ve dolayısıyla Ulul Emr binlerceydi. Durum bu olunca, binlerce çelişkili ve Kuran’a uymayan rivayetleri peygamber hadis adı altında peygambere mal edip, bunlarla da atalar dinini insanlara kabul ettirmek için bunca tarihi çabanız niyedir.

Yukarda ki ayetlerde örnek alma yönünde bizden istenen, her devirde güncel olarak, İslam devlet başkanının, Ulul Emrin ve Müslümanların Kuran’a itaat etmeleri, peygamber zamanında peygamberin ve yönetimde ki şahısların, peygamberden sonra da, İslam devletinde yönetimde yer alan şahısların yani devlet başkanlarının ve Ulul Emrin Kuran’a uygun yönetim yapmalarıdır. Bu kaçınılmaz olarak öyledir, zira İslam dinine göre Hüküm ancak ve ancak Allah’ın dır, Allah hükmüne hiç kimseyi ortak etmez, Din koyma veya hüküm koyma bir İlâh’lık olayıdır, Kuran’dan mealen: - Ve Rabbin onların sinelerinin neler sakladığını ve neler ilân ettiklerini bilir. 28 Kasas 69 - Ve Allah, O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. Hamd önünde de sonunda da onun içindir. Ve hüküm O'na mahsustur ve ona döndürüleceksinizdir. 28 Kasas 70 - Ve aralarında Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu ile hükmet ve onların arzularına tâbi olma. Ve Allah Teâlâ'nın sana indirmiş olduğu şeylerin bazısından seni fitneye düşüreceklerinden dolayı onlardan kaçın. Eğer onlar yüz çevirirlerse artık bil ki, Allah Teâlâ muhakkak diliyor ki, onları bazı günahları sebebiyle musibete uğratsın. Ve şüphe yok ki, insanlardan birçokları elbette fasık kimselerdir. 5 Maide 49 -- Onlar câhiliyet devrindeki hükmü mü arıyorlar?. Allah Teâlâ'dan daha güzel hükmeden kim vardır?. Tam kanaat sâhibi bir kavime göre? 5 Maide 50

4-) “Allah’a ve ümmî peygamber olan Resûlü’ne -ki o, Allah’a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız” (A’râf/7: 158) Ayeti Kerime, doğru yolu bulmanın Resule uymaktan geçtiğine açıktan ilan ediyor. CEVAP 4-) 7 Araf 158 de Peygamberin yalnızca Allah’ın vahyine inandığı ve tabi olduğu açıktır, olay bu olunca iddia ettikleri gibi, peygamberin, din konusun da, Kuran vahyi haricinde hareket etmesi mümkün değildir, Kuran’dan mealen: - De ki: Ey insanlar!. Şüphe yok ki ben hepinize Allah Teâlâ'nın bir elçisiyim. Öyle Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ona mahsustur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir ve hem öldürür. Artık Allah Teâlâ'ya ve bir ümmî peygamber olup Allah'a ve onun kelimelerine inanan Resulüne imân ediniz, ve ona tâbi olunuz ki, hidâyete erişebilesiniz. 7 A’raf 158 Ayette, peygamberin Nübüvvet ve devlet başkanlığı konumu vardır. 5-) - “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ/4: 80) Ayeti Kerime,peygambere itaatin neden gerekli olduğunu ve itaatin zorunluluğunu ortaya koyar. Âyetler, Resûlullah’a (s.a.s.) itaati, Allah’a itaat saymıştır. - Her kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah Teâlâ'ya itaat etmiş olur. Ve her kim yüz çevirirse -aldırma- çünkü seni onların üzerine muhafız göndermedik. 4 Nisâ 80 CEVAP 5-) Ayette, peygamberin Nübüvvet ve devlet başkanlığı konumu vardır. İddia ettikleri gibi Kuran’ı bırakın, Hadisler Kuran’ı iptal eder , din olarak siz hadislerden sorumlusunuz şeklinde ayeti anlamak mümkün değildir.

6-) - “Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.' (Enâm,6 /50) Allah Resulü, vahy ile donanmış olduğunu Kur’an beyan etmesini istiyor! CEVAP 6-) Peygamberin salt olarak yalnız Kuran vahyine uyduğu açıktır, hal böyle olunca peygamberin Kuran dışında sözleri var, hatta bu sözleri Kuran ayetlerini dahi iptal eder diyerek, hadis iddialarına davet etmenin mantığı nedir. Kur’an’dan mealen: - De ki: Ben size demiyorum ki: Benim yanımda Allah Teâlâ'nın hazineleri vardır. Ve ben gaybı da bilmem ve size demiyorum ki, ben hakîkaten meleğim, ben bana vahiy olunandan başkasına tâbi olmam. De ki: Kör ile gören kimse aynı olur mu?. Hiç düşünmez misiniz?. 6/50 Zaten bütün Müminlerde Mümin olabilmek için Vahye tabidirler, burada sorun ne, sorun hadis iddialarının Vahiy olduğunu yani onlarında, Kuran’dan farksız, hatta nesih olayında Kuran’a baskın yani Kuran’dan üstün olduğunu kabul ettirebilme

çabasıdır, somut bir örnek olması açısından, Zina olayın da, Recim etme cezası, Kuran’da olmamasına rağmen, Kuran’ın bu konudaki had cezasını iptal edip, kendilerine göre geçerli olan Recim cezasını uygulamalarını gösterebiliriz. 7-) - “şüphe yok ki, sen doğru yola rehberlik edersin. “ (Şu’ra, 42/52) Efendimiz (SAV) in, doğru yolun Baş Rehberi olduğundan bahsediyor. CEVAP 7-) İddia dan açıkça anlaşılan, yine hadislere davettir, Ayet metninde ise, Kuran’a davet olduğu açıktır, Kuran’dan mealen: - Ve işte sana da emrimizden bir ruh vahy ettik. Sen bilir değildin ki, kitap nedir, îman nedir ve lâkin biz onu bir nûr kıldık, onunla kullarımızdan dilediğimizi hidâyete erdiririz ve şüphe yok ki, sen bir doğru yola rehberlik edersin. 42 Şu’ra 52 8-) - Allah ve Resûlü bir meselede hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına, o meselede kendi isteklerine göre bir tercih hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb/33: 36) Allah ve Resulünün, bir meseledeki hükümlerinin aynı olduğunu ve bu konuda herhangi bir tercih lüksünün olmadığına işaret etmektedir. Tercihi seçenlerin apaçık bir sapıklık içinde olduklarına hüküm vardır! CEVAP 8-) Burada da, peygamberin yargıçlık konumu vardır, dolayısıyla İslam dininde İslam yargıçlarının konumu da belirtilmiştir. Bunun hadislerle hiçbir ilgisi yoktur. 9-) 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun...' (Haşr, 7) . Peygamberimizin sadece önerilerini değil, aynı zamanda nehyettikleri yasakları da göz önünde bulundurmamızı emrediyor. CEVAP 9-) Peygamberin devlet başkanlığı konumuyla ilgili olan 59 Haşr 7 ayeti, hadisleri kabul ettirebilmek için hadis iddiacılarının, ayette bildirilen esas mananın anlaşılmaması için, iddialarına delil olarak ileri sürdüklerinde kırparak yazmak suretiyle en fazla çarpıtmak istedikleri ayettir, ayette ganimet dağıtımı konu edilmişken, hadis adı altında size her ne söylersek kabul edin manasında olduğunu iddia ediyorlar. Kuran’dan mealen : - Allah’u Teâlâ, Peygamberine ganimet olarak ne verdiyse Allah içindir ve Peygamberi içindir ve akrabaları ve yetimler ve yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Tâ ki -bu mallar- sizden zenginler arasında dolaşır bir servet olmasın ve size Peygamber ne verirse artık onu alınız ve sizi neden menettiyse hemen ona nihayet veriniz ve Allah'tan korkunuz. Şüphe yok ki: Allah, azabı şiddetli olandır. 59 Haşr 7 Görüldüğü gibi, ayette işlenen konunun, hadisleri kabul etme iddialarıyla hiçbir ilgisi yoktur. 10-) - Hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni

hakem tayin edip verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul edip ona teslim olmadıkları sürece iman etmiş olmazlar.” (Nisâ/4: 65) İmanı, peygamberimizin hakem olarak kara verdiği konularda, kalben tasdik etmeyenlerin hakiki manada iman etmediklerine işaret ediyor. CEVAP 10-) Yine sanki peygamber günümüzde yaşıyormuş manasında, hadis iddialarını kabul ettirme çabası. 11-) “Allah ve Resûlü’ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, Allah’a ve Resûlü’ne arz ediniz.” (Nisâ/4: 59) âyeti de sünnete müracaat emrini teyid eder. CEVAP 11-) Yine sanki peygamber günümüzde yaşıyormuş manasında, hadis iddialarını kabul ettirme çabası. Daha öncede belirttiğim gibi, bu ve bu gibi ayetlerin hadis kabulüyle bir ilgisi yoktur. Hadis diye önerdikleri de kendi mezheplerinde geçerli olan hadislerdir. O zaman sormak lazım Kuran’a uymayan ve kendi içerisinde çelişkili olan hatta ahlaka ve insafa aykırı olan hadisler konusundaki görüşü ile, kendi mezhepleri dışlarında olan ve kendilerince kabul görmeyen ancak öbür mezheplerce kabul gören hadisler konusunda görüşleri nedir. 12-) - “Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Resûlü’ne uyun.” (Enfal/8: 24) Âyetindeki “Peygamber’in çağrısı”nda bir sınırlama olmaması, O’nun her emir ve yasağına uyulması lâzım geldiğini gösterir. CEVAP 12-) Yine aynı şeyler. Peki biz Kuran’daki her söze imin ediyoruz, Kuran’dan bizim nefsimize yöneltilen her emri kendi nefsimiz üzerine geçerli sayıyoruz, Hadislere iman ettiğinizi söyleyen kimseler olarak, sizlerde hadislerdeki her söze iman ediyor muzsunuz, hadislerden nefsinize yöneltilecek her emri nefsiniz üzerine geçerli kabul ediyormuşsunuz,? Bana sorarsanız böyle bir kabul de bulunmanızı hiç tavsiye etmem, birkaç örnek yazmamı ister miydiniz? Evet demeden önce hadisleri bir kez daha gözden geçirmenizi tavsiye ederim. 13-) - “...Resûl’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” (Muhammed/47: 32) âyette, Hz. Peygamber’e karşı gelmenin Allah’a karşı gelme sayıldığı açıkça görülmektedir. Buradan, “Sünnete i’tisâm etmemek, Kitab’a i’tisâm etmemektir.” sonucunu çıkarmak da mümkündür. CEVAP 13-) Aynı iddialar. 14-) - “O, arzusuna göre konuşmaz.” (Necm/53: 3) Efendimizin (SAV) i kendi heves ve arzularına göre değil, Allah’ın dili olma keyfiyeti ile konuştuğunu beyan ediyor. Ayetin sünneti de ihtiva ettiği, âlimlerce de kabul görmüş bir hakikattir.

CEVAP 14-) Peygamber için, Allah’ın dili olma keyfiyeti tabirini de bunlardan işittik, peygamber çarsı Pazarda mal fiyatlarını da sora bilir, sormuştur da, peygamberde bir insandır, kendi şahsına ait sıradan sözleri olabilir, örneğin saati sorsa, bu vahiy mi olmuş oluyor. Ayette belirtilen Nebilik konumu ve Kuran vahyini tebliğ etmesidir. 15-) - “O ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya) , işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar” (A’râf/7: 157) Efendimizin (SAV) , helal ve haramı belirlemede, Kur’an’ın emir ve yasaklarına bir tercüman olduğunu dile getiriyor. CEVAP 15-) Ayette peygamberin Nebilik konumundan, Kuran ölçüsüne göre öğretide bulunması ve Kuran ölçüsüne göre emirler vermesi konu edilmiştir, şöyle ki, Kuran’dan mealen : - O kimseler ki, Resûle, ümmî peygambere tâbi olurlar. O peygamber ki, onu yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış bulurlar. Onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten men eder ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar, onların üzerine pis şeyleri de haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağlan kaldırır, artık o kimseler ki ona imân ederler ve ona saygı gösterir ve yardımda bulunurlar ve onunla beraber indirilmiş olan nur'a tâbi oluverirler, işte kurtuluşa erenler onlardan ibârettir. 7 A’raf 157 “onunla beraber indirilmiş olan nur'a tâbi oluverirler” ifadesi dikkate alındığında konu açıktır. Tabi olunması gereken Kuran’dır. 16-) “Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle cizye verecekleri vakte kadar savaşın.” (Tevbe/9: 29) âyeti, Hz. Peygamber’in bu yetki ve görevini ortaya koymaktadır. CEVAP 16-) Müslüman olmayan bütün insanları inandığınız hadis iddialarını kabul ettirebilmek uğruna, Kuran’daki öğreti bütünlüğü hilafına bu şekilde konu edeceğinize, bir bütün olarak, Kuran’daki inanç hukukunu, savaş ve barış hukukunu okumanızı tavsiye ederim. Savaş şartlarıyla ilgili olan bir ayeti, hadis sistemini kabul ettirmede, Kuran bütünlüğü içerisindeki öğretiden bağımsız olarak bu şekilde ortaya koymanız hem kendiniz için hem insanlık için hiçte iyi değildir.

Örneğin, Kuran’dan mealen: - Ve ehli kitap ile en güzel yoldan başkasıyla mücadele etmeyin. Onlardan zulmedenler ise müstesnâ, ve deyiniz ki: bize indirilmiş olana ve size indirilmiş olana biz îmân ettik ve bizim ilâhımız ile sizin ilahınız birdir ve biz ancak ona teslim olmuş olanlarız. 29 Ankebut 46 - İşte bundan dolayı sen dâvet et ve emr olunduğun gibi dosdoğru ol ve onların heveslerine tâbi olma ve de ki: Allah'ın kitaptan indirilmiş olduğuna îman ettim ve aranızda adalet yapmakla emr olundum, Allah bizim de Rab'bimizdir, sizin de Rab'binizdir. Bizim amellerimiz bizedir, sizin amelleriniz de size aittir. Bizim

aramızla sizin aranızda bir huccet (münakaşa ve münazaa) yoktur. Allah aramızı toplayacaktır ve dönüş ancak O'nadır. 42 Şurâ 15 Peygamberler birer öğretmen konumundadır, dersi anlamayan öğrencisini öldüren öğretmeni kim görmüş ki, böyle bir şeyi, peygambere ve Müslümanlara yakıştırıyorsunuz, Allah’tan korkun, Zaten Kuran vahyi konusunda ve Peygamber sözleri konusunda da aynı karışıklığı yaşıyorsunuz, bu öyle olmasaydı, Allah’ın kendi zatına ayırdığı ve hiç kimseyi ortak etmediği hususları peygambere mal etmezdiniz. 17-) - 'Peygamber'in emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar' (Nur, 63) Onun emirlerine aykırı davrananların, bir bela veya azaba duçar olacaklarını ikaz ediyor! CEVAP 17-) Aynı türden iddialar. 18-) - 'And olsun ki, Allah, inananlara, âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve hikmeti (sünneti) öğreten, kendilerinden bir peygamberi göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler ' (Âl-i İmrân, 164) . Efendimiz (SAV) ‘in, Kur’an ile birlikte kendi uygulamalarının bir hikmet ve Kur’an’ın rehberliğinde bir öğreti olduğun beyan etmektedir. CEVAP 18-) Hikmet kavram olarak, Kuran’ı, Allah’ın razı olduğu şekilde doğru anlama yetisidir, aynı zamanda Kuran’da hikmet örnekleri de vardır. hikmeti peygambere mal ettiğiniz hadislerle özdeşleştirip buna Vahiy dediniz. Halbuki hikmet peygambere has bir olay değildir, tüm Müslümanlar için de olabilen bir olaydır, Hikmet eşittir Vahiy ise o zaman hikmet sahibi bütün Müslümanlar Vahiy’mi alıyor. Bu anlayış Kuran öğretisinden çok uzak bir anlayıştır. Kuran’dan mealen : - Dilediğine hikmet verir. Kendisine hikmet verilmiş olan bir kimse ise muhakkak ona bir çok hayır verilmiş olur. Ve bunu ancak halis akıl sâhipleri tefekkür eder. 2 Bakara 269 Sonuç olarak ta şöyle demektedirler: “Sonuç:

Günümüzde Kütüb-i Sitte ile ümmetin en muteber Hadis Kitabı kabul ettiği hadisleri, kendi akıl ve mantığına uymadıkları gerekçesi ile eleştirmeyi adet haline getirmiş, ilim fakiri kardeşlerimize sormak isteriz: Kur’an’ı Kerimin bu ifadeleri doğrultusunda, şayet, sizlerin iddia ettiğiniz üzere, Allah, Peygamberimizin uygulamalarının günümüze kadar gelmesini istemese idi, veya gelmeyeceğini biliyor idiyse, o zaman neden Peygamberine uymayı Kur’an’da emretmiş oluyordu ki? Bunu iddia edenler, bu iddiaları ile Kur’an’ı ve dolaysıyla Allah’ı –haşa- gereksiz konuları yazmak ile itham ettiklerinden farkında değiller mi? Allah, Resulüne uymayı, onun getirdiklerini yapmayı emredecek,lakin

ne getirdiğini kendisinden sonraki kullarına bildirmekten –haşa- aciz olacak! Bunu ifade edenleri kendi çelişkileri ile baş başa bırakarak konu ile ilgili gelen itirazları kısaca cevaplandıralım : CEVAP: Bana göre, Peygamberin örnekliğini, Kur’an dışına taşırdığınız için olayı görme konusunda sorun yaşıyorsunuz, karışıklık bizde değil, Vahyi, ve Vahiyle bildirilen emirleri yerli yerince konumlandıramadığınızdan, sorun yaşayan sizsiniz, her şeyi bir tarafa bırakarak kendi nefsinde düşünün, Kütüb-i Site de yer alan hadislerin kaç tanesi İslam dini açısından uygulanabilir haldedir, Kuran İslam dini için imamsa ki, öyledir, ayriyeten hadisler nasıl imam olabilir, siz hiç iki İmamı olan cemaat gördünüz mü ki, iki imamlı cemaati İslam dinine layık görüyorsunuz, bu sadece Kütüb-i Sitte artı Kuran açısından iki imamlılıktır, diğer hiziplerin ellerindeki hadis külliyatlarını da işin içine katarsanız, tarihi süreç içerisinde imamların sayısını tespitte dahi zorlanırsınız. Bundan dolayı İslam dini adı altında büyük bir inanç parçalanması yaşanmaktadır, bunu görmüyormuşsunuz. BUNDAN SONRASIN DA HADİSLERE DAYALI BİR HADİS SÜRECİ ANLATILMAKTA, KENDİM HADİSLER DAYALI BU TÜR ŞEYLERİ CİDDİYE ALMADIĞIMDAN, CEVABIM: BU TÜR ŞEYLERLE UĞRAŞMAYA DEĞMEZ ŞEKLİNDEDİR . İŞLENEN KONU ŞÖYLEDİR: SORU 1-) Peygamberimiz (SAV) , kendi sözlerinin kayd edilmesini yasaklamış mıdır? Yasaklamış ise, Hadisi şerifler nasıl oluşmuştur? El-Cevap:

Evet, yasaklamıştır, lakin bu yasaklama dönemi, Kur'an’ın ilk nazil olduğu döneme kapsamaktadır, tümünü değil. Çünkü bu yasaklamanın birincil sebebi, yeni nazil olan Kur'an Ayetlerinin yazılmasının önemine istinaden bir yasaklama getirmiştir. Kendi sözlerinin yazılması ile Kur'an Ayetlerinin yazılmasının, geçmiş dönemlerde Tevrat ve İncilin içine belli belirsiz sözlerin karışmasından endişe ettiğinden, vahiy Katiplerine Kur'an Ayetlerinin yazılmasını söylemiş, kendisinden bir şeyin yazılmasını yasaklamıştır!

Konu ile İlgili Hadis-i Şerifler : “Allah Resûlü (s.a.s) yanımıza geldi. Bazı arkadaşlarımız, hadîsle alâkalı bir şeyler yazıyorlardı. “Ne yazıyorsunuz? ” diye sordular. Onlar da; “Sizden duyduğumuz hadîsleri yazıyoruz” diye cevap verince Resûlullah şöyle buyurdular: “Sizden önceki ümmetlerin, Allah’ın kitabının yanı sıra başka kitaplardan da bir şeyler yazdıkları, (başkalarının sözlerini de kayda geçirdikleri) için sapıttıklarını biliyor musunuz? ” (Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü’l-İlm, 34.) Peygamberimizin (SAV) : Benden bir şey yazmayınız. Kim, benden Kur’ân dışında bir şey yazmışsa, onu imhâ etsin.” (Müslim, Zühd, 72; Darimî, Mukaddime, 42; Müsned, 3/12.) SORU 2-) Peki, daha sonraki dönemde, yine Sahih hadisi şeriflerden gördüğümüz kadarı ile, yazın demiş midir?

El-cevap: Evet demiştir. Kur'an Ayetlerinin, vahiy katipleri tarafından belli bir sistematik çerçevesinde yazılma alışkanlığının tecrübe kazanılması üzerine, Efendimiz (SAV) kendi söz ve davranışlarının yazılmasını emretmiştir.Çünkü, Kur'an-ı Kerimde bunu arzulamaktadır: O’nun (SAV) hiçbir sözü hevasından değildi ve beşerî arzularından kaynaklanmıyordu.. daha doğrusu O, kendinden konuşmuyor; ancak kendine vahyolunanı söylüyordu (Necm, 53/3) '(Ey Resulüm) De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.(Ali İmran,31) Bu Ayeti Kerime peygamberimize uymayı, Allah'a uymak ile eşdeğer addetmektedir. Dolaysıyla, onun söz ve davranışlarını bilmeden Efendimiz (SAV) uymak hiç mümkün müdür? Konu ile İlgili Hadis-i Şerifler: - Efendimiz (s.a.s) elini fem-i mübareklerine götürerek şöyle buyurdular:! “Yaz; hayatım elinde olan (Allah) ’a yemin ederim ki, buradan haktan başkası çıkmaz.” Ebû Dâvûd, İlm, 3; Müsned, 2/162; Dârimî, Mukaddime, 43. - Bir adam, Huzûr-u Risâletpenâhî’ye gelerek: “Yâ Resûlallah, ağzınızdan çok şey duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz. Bu hayâtî şeyler, çok defa kaçıp gidiyor” diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s) , ona: “Sağ elinden yardım iste” yani yazarak, hıfzına yardımcı ol buyurdular. (Tirmizî, İlm, 12) SORU 3-) Hadislerin 200 sene sonra yazıldığı iddia ediliyor. Ne dersiniz? El-Cevap: Hz. Ebû Hüreyre (r.a) , şöyle demektedir: “Ashâb-ı Resûlullah (s.a.s) arasında benden daha fazla hadîs sahibi kişi yoktur, ancak Abdullah b. Amr İbn el-Âs müstesnâ; çünkü, ben yazmazdım, o yazardı”.(Buhârî, İlm, 39.) Bu yazma hadisesinin peygamberimiz zamanında olduğunun en kati delilidir! Yazma Peygamberimiz zamanından beri vardı, ancak bu yazılanların bir birleştirilip Kitab haline getirilmesi Ömer bin Abdulaziz döneminde, bizzat kendisinin emri ile, Muhammed İbn Şihâb ez-Zührî tarafından yapılıştır. (Buhârî, İlm, 34) Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri’nin başlattığı bu tedvîn faaliyeti, yalnız Medine’de İmam Zührî ile de sınırlı kalmamış, Mekke’de Abdülmelik İbn Abdülaziz İbn Cüreyc, Irak’ta Saîd İbn Ebî Arûbe, Şam’da Evzâî, yine Medine’de Muhammed b. Abdirrahman, Kûfe’de Zâide b. Kudâme ve Süfyân es-Sevrî, Basra’da Hammâd b. Seleme ve Horasan’da Abdullah b. Mübârek, bu işi sürdürmüş ve kendilerinden sonra geleceklere dünya kadar malzeme bırakmışlardı.(İbn Hacer, Hedyü’s-Sârî, s.4; M. Accâc el-Hatîb, es-Sünne Kable’t-Tedvîn, s. 337.) Bu da, peygamberimizden 200 sene sonrasına değil, 80-85 sene sonrasına

tekabül etmektedir.” Daha birçok cevaplar vermek mümkün olmakla beraber, anlamak isteyen veya anlayan kimseler için konuyu bu şekilde ortaya koymakla yetiniyor ve cevap olarak yeterli olduğunu düşünüyorum.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE RESÛL NEBİ KAVRAMI “... Zurare şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’a: Allah azze ve celle’nin “O bir resûl, nebi idi.” (Meryem 54) âyetiyle ilgili olarak bir soru yönelttim ve dedim ki: “Resûl nedir, nebi nedir?” Buyurdu ki: <<Nebi, rüyasında gören, sesi duyan ve melekle bizzat karşılaşmayan kimseye denir. Resûl ise sesi işiten, rüyasında gören ve bizzat melekle karşılaşan kimseye denir.>>

Dedim ki: “Peki imamın bu bağlamdaki mertebesi nedir?” Buyurdu ki: <<İmam ses işitir; ama rüyasında görmez ve melekle bizzat karşılaşmaz.>> Sonra şu âyeti okudu: “Senden önce hiçbir resûl, nebi (ve muhaddes) göndermedik ki.” (Hac, 52)” (Usul-u Kâfi sh 238-239 H.435.) “... İsmail b. Merar şöyle rivâyet etmiştir: Hasan b. Abbas el-Marufi İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a şöyle yazdı: “Sana kurban olayım! Bana resûl, nebi ve imam arasındaki farkı haber ver.” (Ravi der ki) İmam şöyle yazdı veya söyledi: <<Resûl, nebi ve imam arasındaki farka gelince, Resûl kendisine Cebrail adlı melek inen kimsedir. O, Cebrail’i görür, sözlerini işitir. Cebrail o’na vahiy indirir. Bazen onu rüyasında da görür. İbrahim (aleyhisselâm)’ın gördüğü rüya gibi.

Nebi ise ses işitir (meleğin şahsını görmez). Bazen de meleğin şahsını görür. Fakat sesini işitmez. İmam ise sözleri işitir; ama meleğin şahsını görmez.>> (Usul-u Kâfi sh 239 H.436.) Tahdis ettiklerinin Resûl ve Nebi kavramıyla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, dini paye olarak İmamlara muhdes demek için Hac, 52 ayetini tahrif ederek yazmaktan çekinmemişlerdir, 435. Rivayette ve Muhdes ifadesi rivayetin Arapça aslında parantez içinde olmayıp asıl olarak yazılmıştır. Tercümede paranteze alınması tercümeyi yazan tarafından suni olarak kaydedilmiştir. Zaten, Usul-u Kâfi İsimli kitapta Kur’an’ın tahrifli olduğu konusunda birçok rivayet vardır, kısmet olursa bunların örneklerini bir başlık altında belirteceğim.

KUR’AN’A GÖRE NEBİ ve RESÛL KAVRAMI : İrsalin kelime manası gönderme demektir, Kur’an’ baktığımızda bu kelimenin çeşitli şekillerde tam 511 kere tekrarlandığını görürüz, Örneğin, Rüzgarların gönderilmesi irsal olarak, Meleklerin gönderilmesi Resûl olarak, Peygamberlik bağlamında gönderilen kimselerde Resûl olarak, hatta müslüman olmayan kimselerin görevlendirip gönderdiği kimselerde İrsal olarak tanımlanmıştır, Nebilik İse apayrı bir kavramdır, nebe yani haber kökünden gelmekte olup, Nebe kelimesi haber vermek, bildirmek, cümledeki kullanılışına bağlı olarak anlatmak manası da verilebilir. Bu bağlamda Nebe kelimesi Kur’an’da 160 kere tekrarlanmıştır. Dolayısıyla Resûllük Nebilik içermedikten sonra Peygamberliği ifade etmez, Kur’an’da nebiliği belli şahıslara bazen sadece Resûl denmesi onların Nebilik göreviyle gönderildiğinin kesin olarak bilindiğinden dolayıdır, Peygamberimize Kur’an’da Nebilerin sonuncusu denmiş fakat Resûllerin sonuncusu denmemiştir.

Peygamberliğin son bulması için Nebiliğin son bulması yeterlidir, Allah, peygamberimizden sonra da çeşitli görevlerle birçok Resûller göndermektedir, örneğin, Allah ölüm meleklerini de Resûl olarak tanımlamaktadır. Nebilik görevi olmadıktan sonra hiç kimsenin peygamberlik iddiası olamaz, Nebilik İse Peygamberimizden sonra kıyamete kadar son bulmuştur, Peygamberimizden sonra hiç kimse dini tebliğ vahyi aldığını İddia edemez, iddia etmesi halinde Nebilik iddia etmiş olur ki, bu İddiasıyla Kur’an’ı inkar etmiş olur.

Peygamberimizden sonra kıyamete kadar İslam dini için tek bilgi kaynağı Kur’an’dır, Kur’an bilgisi ise hiçbir şahsa özel değildir, Allah’ın emrettiği gibi davranıp onun bilgisini almaya layık olan herkes o’nun bilgisinden istifade edebilir, bu istifadenin ne şahsi, ne ırki, ne ailevi, nede cinsi (erkek-bayan) şartı yoktur. Bu konularla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen: - O bir Yüce Yaratıcıdır ki, Peygamberini (resûle hu) hidayet ile ve hak din ile gönderdi (ersele) ki, onu bütün dinlerin üzerine yükseltsin, isterse müşriklerin hoşuna gitmesin. 9/33 - O, o -Yüce Allah- dır ki: Peygamberini (resûle hu) hidâyet ile ve hak din ile gönderdi (ersele). Tâki, onu her din üzerine yükseltsin ve şâhid olmak için de Allah Teâlâ kâfidir. 48/28 -(Ve o, o) Kerim zat (tır ki: Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderdi (ersele) ve gökten tertemiz bir su indirdik. 25/48 - Ve Allah O -zât-tır ki, rüzgârları göndermiştir (ersele). Sonra -onlar-bulutu harekete getirir, derken onu bir ölmüş beldeye sevk etmişizdir. Sonra onunla yeri öldükten sonra hayata kavuşturmuşuzdur. İşte ölüleri diriltmek de böyledir. 35/9 - Ve o kullarının üzerinde tasarruf sahibidir. Ve sizin üzerinize hafaza meleklerini gönderir (yursilu). Nihâyet sizden birinize ölüm gelince onun canını bizim gönderdiğimiz melekler (rusûlune) alırlar, ve onlar vazifelerinde kusur etmezler. 6/61 - Ve muhakkak ki, bizim elçilerimiz (rusûlune) İbrahim'e müjde ile gelmişti. Selâm dediler. O da selâmdır dedi. Sonra gecikmeden bir kızartılmış buzağı

getirdi. 11/69 - Ne zaman ki, elçilerimiz (rusûlune) Lût'a geldi, onların yüzünden endişeye düştü ve onlardan dolayı kalbi daraldı ve bu bir şiddetli gündür dedi. 11/77 - Kendilerine dokunan bir darlıktan sonra insanlara bir rahmet (sağlık ve bolluk zevkini) taddırdığımız zaman bakarsın ki, yine onların, ayetlerimiz hakkında bir tuzakları vardır. De ki: "Allah daha çabuk tuzak kurar!" Elçilerimiz (rusûlene), sizin kurduğunuz tuzakları yazıyorlar. 10/21 Görüldüğü gibi Risalet bir çok konuda olabilir, zira irsal yani Risaletin manası göndermedir, Nebilik ise Risaletin dini boyutunu belirleyen bir olaydır ve doğrudan dini Vahiy almakla ilgilidir. Peygamberliğin olabilmesi için Risaletin yani Resûllüğün Nebilikle başka bir ifadeyle dini Vahiyle birlikte olması gerekir. İslam dininde dini Vahiy öylesine önemli bir olaydır ki Resûller bile ona İman etmeye davet edilir, (Bak, 2/285), bu örnek Nebi olan diğer Resûllerinde durumunu belirler, Peygamberlik olayında, Resûllükle Nebiliğin bir birinden ayrı iki şahsiyet olmadığını tek bir şahsiyeti ifade ettiğini (bak, 33/40) ayetinden anlayabiliriz. Kur’an’dan mealen: - Elçi, (Resûl) Rabbinden, kendisine indirilene inandı, müminler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitaplarına ve Resûllerine inandı. "O'nun elçilerinden (Rusûlihi) hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz" (dediler). Ve dediler ki: "İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) sanadır!" 2/285

- Diyiniz ki, biz. Allah'a ve bize indirilmiş olana ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a, Esbata indirilmiş olana ve Musa ile İsa'ya verilene ve Nebilere Rableri tarafından verilmiş olan şeylere îman ettik, biz onlardan hiç birinin arsını ayırmayız ve biz ona -Allah Teâlâ'ya- hâlisane itaat eden kimseleriz. 2/136 - Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve Nebilere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır. 2/177 - (İsa) dedi ki: Ben şüphe yok Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni bir Nebi kıldı. 19/30 Nebiliğin Resûllükle birlikte olduğu konusunda Kur’an’dan mealen: - De ki: Ey insanlar!. Şüphe yok ki ben hepinize Allah Teâlâ'nın bir elçisiyim (Resûlullah). Öyle Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ona mahsustur. Ondan başka ilâh yoktur. Hem diriltir ve hem öldürür. Artık Allah Teâlâ'ya ve bir ümmî Nebi olup Allah'a ve onun kelimelerine inanan Resûlüne imân ediniz, ve ona tâbi olunuz ki, hidâyete erişebilesiniz. 7/18 - Kitapta Musa'yı da an, çünkü o, içi temiz (bir insan)dı ve Resûl - Nebiydi 19/51 - Ve kitapta İsmail'i de an, şüphe yok ki, o vaadinde sadık idi ve Resûl - Nebi idi.

19/54 - Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir ve lâkin Allah'ın Resulüdür ve Nebilerin sonuncusudur ve Allah her şeyi tamamen bilendir. 33/40 Görüldüğü gibi Peygamberlik olayında Resûllük ve Nebilik bir birinden ayrı şeyler değildir, hal böyle olunca bazılarının yaptığı gibi sona eren Nebiliktir biz İse Resûlüz diyebilir mi? Peygamberimizden sonra hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz zira bunu iddia edebilmesi için Allah tarafından kendisine dini vahiy ile Resûl olduğunun bildirilmesi lazımdır, Nebilik olayı sona ermiş olduğundan bunun olması mümkün değildir. Bundan dolayı peygamberimizden sonra hiç kimse Allah adına Ne Resûllük nede Nebilik iddia edemez. Etmesi halinde Allah’ın kendisine bildirmediği bir şeyi iddia etmekle Allah’a iftira etmiş olur. Görüldüğü gibi, Şianın Resûllük ve Nebilik konusunda iddia etmiş olduğu rivayetler uydurma olup aslı yoktur.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE PEYGAMBERİN MİRASI : “... Humran Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: İmama halk arasında Ümmü Seleme’ye mühürlü bir mektubun verildiğine ilişkin bir takım söylentilerin dolaştığını ve bunların doğru olup olmadığını sordum, buyurdu ki: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince ilmi, silahı ve orada bulunan tüm eşyaları Ali (aleyhisselâm)’a miras kaldı. Bunlar daha sonra Hasan (aleyhisselâm)’a geçtiler. O’nun ardından da Hüseyin (aleyhisselâm)’a geçtiler. Ele ele geçirileceğimizden korktuğumuz zaman, bu emanetleri Ümmü Seleme’ye emanet bıraktık. Bundan sonra bunları Ali b Hüseyin (aleyhisselâm) geri aldı.>>

Dedim ki: “Evet, daha sonra babana, sonra da sana mı geçti? <<Evet>> dedi. (Usul-u Kâfi sh 327 H.623.) “... Ömer b. Eban şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a insanların, Ümmü Seleme’ye mühürlü bir mektubun verildiğine ilişkin söylentilerin dolaştığını, bunun doğru olup olmadığını sordum, buyurdu ki: << Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince ilmi, silahı ve oradaki diğer eşyaları Ali’ye miras kaldı. Ondan sonra Hasan’a geçtiler, onun ardından da Hüseyin’e geçtiler.>> Dedim ki: “Sonra Ali b. Hüseyin’e, onun ardından oğluna, ondan sonra da sana mı geçtiler?” <<Evet.>> dedi. (Usul-u Kâfi sh 327 H.624.) Bu rivayetlerde Kur’an dışında peygamberden miras kalan esrarengiz bir ilimden bahsetmektedirler. Böylece, böyle bir ilim karşısında Kur’an’ın insanların elinde bulunmasının önemli bir şey olmadığını, ilmin büyük bir olay olabilmesi için kapalı zarflarda üstü mühürlü ve özel şahıslara miras kalan esrarengiz bir ilim olması gerektiğini ifade etmiş olmaktadırlar. Peygambere ait eşyaların miras edinilmesi iddiasında da, Kur’an’ın miras hukukunu tamamen dışlamaktadırlar, Kur’an hükümlerine göre Amca çocuklarına damat olsalar dahi mirastan pay düşmez. Bu konuda Kur’an’dan mealen: - Allah size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe kadının payının iki

katını tavsiye eder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, bıraktığı mirasta ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir. (Bu hükümler, ölenin) Yapacağı vasiyetten, ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar, Allah'ın koyduğu haklardır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir. 4/11 - Eğer çocukları yoksa, eşlerinizin yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Sizin de çocuğunuz yoksa, yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra bıraktığınızın dörtte biri, onlarındır; çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer miras bırakan erkek veya kadının evladı ve ana babası olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler, üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) Zarar verici olmayan vasiyet ve borçtan sonra (uygulanır). Bunlar, Allah'tan (size) vasiyettir. Allah bilendir, halimdir. 4/12 Bu itibarla rivayetler uydurma olup aslı yoktur. Allah’ın korumasıyla İnsanlar Kur’an’ın içeriğini tahrif edip değiştiremeyince, İnsanları Kur’an’dan uzaklaştırma yolunu seçtiler, bunun için uyguladıkları yöntemler: 1)- Kur’an’ın İslam dininin öğrenilmesinde yetersiz olduğu, 2)- Kur’an bilgisinin belirli şahıs ve şahısların tekelinde olduğu, 3)- Kur’an dışında hadis adı altında bir çok rivayetlerin olduğu ve İslam dininin öğrenilmesinde bu rivayetlerin esas olduğu ve Kur’an’a baskın olduğu, 4)- Kur’an öğretisinin açık ve net olmadığı, esasının batın yani gizli öğreti olduğu, 5)- Kur’an’ın tahrifli olduğu, 6)- İslam Ümmetine yönelik Ayetlerin İslam Ümmetiyle ilgili olmadığı belirli şahıslara özel olduğu, 7)- Sıratı Müstakim İçin Tek Kaynak ve Tek Rehberin Kur’an olmadığı ve bu Konuda Kur’an’ın Yetersiz olduğu, Kurtuluş ve Felaha ermenin belirli şahıslara bağlı olduğu, örneğin: Bin yılda bir; Yüz yılda bir gelen şahıslara, İsa’nın veya Mehdinin gelmesine bağlı bir şey olduğu. V.s şeklinde iddialarda bulundular.

Kur’an derken neyle karşı karşıya bulunduklarını takdir edemediklerinden bütün Rivayetler dini mensupları Kur‘an karşıtı boş iddialarda bulunmuşlardır, günümüzde bu akımları sürdürenler, en başta, Vehhabiler, Ehli Sünnet ve Şiilerdir. O Kur’an’ki Allah’ın sözüdür, Allah tarafından insanlara ve Cinlere gelen bir rahmet mesajıdır, Allah’ın sözünü bir tarafa bırakıp ona karşı alternatifler ortaya koymak suretiyle, başka bilgi kaynaklarına yapışanlar, İnsanların felahı için tek kurtuluş umudu alan Kur’an’a olan güveni bertaraf edip sarsmak için, İnsanlardan kendilerine güven kaynağı seçenler, Allah’ı bırakıp, güven duydukları şahısları kendilerine İlah edinmiş kimselerdirler.

İMAMİYYE ŞİASINA GÖRE EHLİBEYT KİMLERDİR “... Abdurrahim b. Revh el-Kasir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’a: “Peygamber mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar.” (Ahzap, 6) âyeti kimin hakkında indi? diye sordum. Buyurdu ki: <<Âyet velâyet ve imamet hakkında inmiştir. Bu âyet, Hüseyin (aleyhisselâm)’dan sonra, onun çocukları arasında uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla biz, imamete ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye, muhacir ve ensar’dan oluşan diğer müslümanlardan daha yakanız.>>

Dedim ki: “Cafer’in çocuklarının bunda bir payları var mıdır?” <<Hayır.>> dedi. “Abbas’ın çocuklarının bunda bir payları var mıdır.?” diye sordum. <<Hayır.>> dedi. “Abdulmuttalip oğullarının bütün boylarını saydım.” hepsi için <<hayır.>> diye cevap verdi. Bu arada Hasan (aleyhisselâm)’ın çocuklarını unuttum. Bir daha yanına girdiğimde: “Hasan’ın çocuklarının bunda bir payı varmıdır?” diye sordum, <<Hayır.>> dedi. <<Allah’a ederim ki, ey Abdurrahim! Bizim dışımızda hiçbir Muhammedi’nin bunda bir payı yoktur.>> (Usul-u Kâfi sh 409-410 H.753.) İmamet adı altında, babadan oğula saltanatı kabul ettirebilmek için tahdis edilen bu rivayet 33 Ahzap 6 ayetine dayandırılmak istenmiştir. 33 Ahzap 6 ayetine bakıldığında rivayetin konu olarak 33 Ahzap 6 ayetiyle hiçbir ilgisinin olmadığını kolayca görmek mümkündür, imameti Ehlibeyt olayıyla ilişkilendirmek istemelerine rağmen Akrabalık konumunda Hüseyin’le aynı konuma sahip olmasına rağmen Hasan’ın dışlanması ilginç bir çelişkidir. Ne yapılırsa yapılsın, akrabalığa dayalı babadan oğula İmameti veya Saltanatın Kur’an ölçüsüne göre kabul edilmesi mümkün değildir. 33 Ahzap 6 ayeti de, peygamber eşlerinin Müminleri Anneleri olduğu açıkça ifade edilmiştir, İslam dininden haberi olup ta Aişe’nin peygamberin eşi olduğunu bilmeyen tek bir kimse varmıdır. Aişe ve Aişe’ye taraf olan sahabeler ile Ali ve Ali’ye taraf olan sahabelerin hepsi benim şahsi kanaatime göre iyi kimseler idiler, aralarına fitne girmişti yoksa hiç birisinin art niyetli kimseler olduğunu düşünmüyorum, asırlarca önce çıkmış olan bir fitneyi sanki İslam’ın özü ve temeliymiş gibi güncelleştirerek asırdan asır’a taşıyıp İslam aleminde ayrılık ve bölünme nedeni yapmanın savunulacak hiçbir yanı yoktur. Biz hepimiz fert olarak amellerimizi yüklenmiş kimseleriz. İslam dinine göre hesap sormak Allah’a aittir.

Allah, kendi takdiriyle her nefse layık olduğu ceza veya mükafatı verecektir. Hüseyin’in Emeviler tarafından Şehit edilmesi her müminin gönlünde acı bir yaradır, fakat bu acıyı hiç ilgileri olmayan kimselere karşı sanki onlar yapmışlar gibi asırdan asıra kullanarak müslümanlar arasında ayrılık nedeni yapmak haksız bir davranıştır. Bizim için faydalı olan şey Kur’an İslamın’da birleşerek hep birlikte Müslüman ve Mümin kardeşler olmamızdır. Biz insanlar olarak tarihi tersine çevirme gücümüz olmadığı gibi ölüp giden yezitleri yargılayıp ceza verme gücümüzde yoktur, o işi Allah’a bırakalım, Allah zalimlerden intikam alıcıdır. Yaşamımızda bizim yapabileceğimiz şey bütün Mezhepleri ve dayandıkları rivayetleri Kur’an’a alternatif olmaktan dışlayıp, yalnız Kur’an’ı rehber edinmiş kimseler olarak, Kur’an islamında inanç birliği sağlamış Müslümanlar ve Müminler olmaktır, bu hem dünyamız için hem de Ahiretimiz için sapmayan bir doğru yoldur. Asırlardan beri bu inanç birliğinin sağlanması karşısında ki en büyük engel Mezhepler ve dayandıkları rivayetlerdir, bu rivayetler öyle bir haldedir hem kendi aralarında hem de Kur’an ile binlerce çelişkiyle yüklü oldukları gibi, ortaya

koydukları İslam dini anlayışı doğrudan, Kur’an’ın İslam dini öğretisine karşıdır. Bunun böyle olduğunu belgeli örneklerle gösterebilmek için yıllar süren bir çaba içerisine girdim, bu bağlamda, Ehli Sünneti, Vehhabileri, İmamiyye Şiasını, Tasavvufçuları, İslam dini adına söz söyleyen Felsefecileri, Kur’an ölçüsüne göre eleştirerek, yanlışlarını göstermeye çalıştım. Bundan amacım yalnız Kur’an’ı esas alan İnanç birliğine çağırmaktır, yoksa benim kimseyi eleştirme gibi bir merakım yoktur. Konumuza dönecek olursak, İmamiyye Şiası olarak Peygamberin Ehli Beyti esaslı İmamlığı, kendi iddianızda bile İmamlık12. İmamla birlikte güncel olarak asırlardan beri Dünya yaşam sahnesinde aktif olmaktan uzak ve pasif bir kuram olmasına rağmen nasıl savunduğunuza şahsen hayret ettim. İmalık kuramınız için hareket noktası kabul ettiğiniz Ehlibeyt olayının, Kur’an’da nasıl tanımlandığına hiç dikkat ettiniz mi? Kur’an’da belirtilen Ehlibeyt tanımıyla, sizin ve Ehlisünnetin ortaya koymuş olduğu Ehlibeyt tanımının hiçbir ilgisi yoktur. Konuya Kur’an açısından bakacak olursak, Şöyle ki: Kavram olarak Ehl-i Beytin manası, akrabalık bağıyla birlikte, aile reisinin geliriyle geçinen ve bir eve bağlı olarak yaşamlarını sürdüren kimseler manasına gelir. Bir aile reisinin ehl-i beyti, kendisiyle akrabalık bağı olan, onunla bir çatı altıda yaşayan, gelir ve giderlerini karşıladığı kimselerdirler. Ehl-i Beyt’in Türkçedeki karşılığı Hane Halkı demektir. Bu itibarla bir kimsenin amca oğlu damadı dahi olsa, hiçbir zaman, ayrı bir eve ve gelir gidere sahip olması halinde onun ehl-i beyti kapsamına girmediği gibi, evlenip baba ocağını terk eden kızlar de artık kocalarının ehl-i beyti dirler, zira, baba evinden ayrıldıkları andan itibaren geçimlerinden, babaları değil, kocaları sorumludur. Fâtıma’da, Ali’nin eşi olarak, Ali’nin ehl-i beyti idi, zira Ali’de kendi başına bir aile reisi idi. Kendisine ait evi, geliri ve gideri olan bir kimse olarak, peygamberin ehl-i beyt’i kavramı kapsamına girmesi mümkün değildir. Peygamberin ehl-i beyti, eşleri ve onunla birlikte bir çatı altında, bir aile olarak yaşamlarını sürdüren ve geçimlerinden sorumlu olduğu çocuklarıdırlar.

Ehl-i Beyt kavramının kapsamı bu olmakla birlikte, ayrı bir hane halkı olarak yaşayan çocukların durumu nedir diye sorulsa, onlar ehl-i beyt olarak değil de, ehil olarak çok daha üstün bir yakınlık konumundadırlar, örneğin, evlilik yoluyla ehl-i beyt kapsamına giren eşler, boşanma olması halinde ehl-i beyt’lik vasıflarını kaybederler. Nesep yoluyla gelen ehillik ise yaratılıştan gelen bir durum olması nedeniyle insani tasarruflarla kopması mümkün olmayan bir akrabalık bağıdır. Bundan dolayı, ehl-i beyt’lik yoluyla kazanılan akrabalık bağından çok daha üstün bir bağdır. Zira birisi geçici olabilecek bir konumda diğeri ise kalıcıdır, bundan dolayı ehilliği, ehl-i beyt’likle tanımlamak, kalıcı vasıflar taşıyanı, geçici vasıflar taşıyan ile değiştirmektir, bu ise doğru ve üstün bir tanımlama olmaz. Bundan dolayı, Ali’nin, Fâtıma’nın, Hasan ve Hüseyin’in peygambere olan akrabalık bağları, ehl-i beyt’lik dışında olan ve insani tasarruflarla kopması mümkün olmayan, Peygamber Ehli olma durumudur ve bu durum üstün bir bağdır. Onlara ehl-i beyt demek yaratılıştan gelen bu durumlarının yok sayılmasıdır, bu ise iyi bir şey değildir. Biz onları peygamberin “Ehli" oldukları için çok seviyoruz. Ehl-i Beyt tanımıyla ilgili olarak, Kur’an’dan mealen: - Ey peygamber! eşlerine söyle: “Eğer siz, dünyâ hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt’a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım" 33/28

-”Eğer Allah’ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır." 33/29 - Ey peygamberin kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa onun için azab iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır. 33/30 - Fakat sizden kim Allah’a ve Resûlüne itâate devam eder ve yararlı iş yaparsa ona da mükâfatını iki kat veririz ve (cennette) onun için bol rızık hazırlamışızdır. 33/31 - Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’ın buyruğuna karşı gelmekten) korunursanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; güzel, (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin. 33/32 - Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliye (çağı kadınları)nın açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak (kırıta kırıta) yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itaad edin, Ey Ehl-i Beyt (ey peygamberin ev halkı), Allah sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. 33/33 - Sizin evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın, Şüphesiz Allah lâtiftir, haber alandır. 33/34 Görüldüğü gibi, peygamberin ehl-i beyti olarak eşleri tanımlanmış ve onlara hitap edilmiştir. Peygamberlerin eşleri ve Ehl-i Beyt’lik konusunda bir örnekte, Kur’an’daki Hûd Sûresi 71, 72, 73, ten gösterebiliriz, mealen: -(İbrâhim’in) karısı, ayakta duruyordu. (Bunu duyunca) güldü. Biz ona İshâk’ı müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakûb’u. 11/71 - (İbrâhim’in karısı) “Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey!" 11/72 - (Elçi melekler) dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey Ehl-i Beyt! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur." 11/73 Bu itibarla, Ehl-i Beyt konusunda tahdis etmiş oldukları rivayetler Kur’an’a aykırı olup, uydurmadırlar.

İMAMİYYE ŞİASININ KUR’AN ANLAYIŞLARI : Usul-i Kâfi’de dikkati çeken en önemli hususlardan bir tanesi Kur’an mesajını saptırmak için ayetler konusunda girişilen kavram kargaşası ve yoğun şekilde Kur’an’ın tahrifli olduğu şeklinde yapılan iddialar ile, iddialarını kabul ettirebilmek için sürekli olarak çok sayıda Allah adına yapılan yeminlerdir. Bunlardan örnekler verecek olursam, şöyle ki: “... Davud el-Cesas anlattı: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: “Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar, yıldızlarla da yollarını

doğrulturlar.” (Nahl,16) Bu âyette geçen yaldızlardan maksat, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’dir. Alâmetlerden maksat da imamlardır (aleyhisselâm). (Usul-u Kâfi sh 287 H 526.) Konuyla ilgili olarak Kur’an’dan mealen : - O, denizi de (hizmetinize) verdi ki ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan kuşanacağınız süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. Allah'ın lütfünü aramanız ve O'na şükretmeniz için. 16/14 - Sizi sarsar diye arza ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar yaptı ki doğru yolu bulasınız (amaçlarınıza eresiniz). 16/15 - (Yol bulmak için yararlanılacak) işaretler de (yarattı). Onlar yıldız(lar)la da yol bulurlar. 16/16 “Yunus b. Yakup, Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan “Bütün âyetlerimizi yalanladılar...” (Kamer 42) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivâyet etmiştir: <<Burada demek isteniyor ki, onlar bütün vasileri yalanladılar.>> (Usul-u Kâfi sh 288 H 529.) Kur’an’dan mealen: - Andolsun biz Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? 54/40 - Fir'avn'ın kavmine de uyarılar gelmiştir. 54/41 - Bütün ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları, galib ve güçlü(padişah)ın yakalaması gibi yakaladık. 54/42 “... Alâi b. Seyabe şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) “Şüphesiz ki bu Kur’ân, en doğru yola iletir.” (İsrâ, 9) âyetiyle ilgili olarak şöyle buyurdu: <<Kur’ân, imama yöneltir.>> (Usul-u Kâfi sh 301 H 565.) Kur’an’dan mealen: - Şüphe yok ki bu Kur'an, en doğru olan yola iletir ve salih amellerde bulunan müminlere müjde verir ki, onlar için muhakkak bir büyük mükâfat vardır. 17/9 İddialarının Kur’an’da emredilen hususlarla bir ilgisinin olmadığı açıktır. Bu tür iddialar Usul-u Kâfi’de pek çoktur, bunların hepsini sıralayıp cevaplandırmak ayrı bir kitap yazmayı gerektirir, aynı türden keyfi iddialar içerdiklerinden buna lüzum yoktur, bu konuda tahdis etmiş oldukları birkaç iddia bir arada içeren bir rivayetlerini yazacak olursam sanırım konu hakkında yeterli bilgi vermiş olacağım, şöyle ki: “... Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm): “Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun için sıkıntılı bir hayat vardır.” (Tâ-ha, 124) ifadesiyle ilgili olarak şöyle buyurdu: <<Yani Emir’ul-mü’minin (aleyhisselâm)’ın velâyetinden yüz çevirenler için.>> Dedim ki: “Ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşr ederiz.” (Tâ-ha, 124)

ifadesiyle ne kastediliyor? Buyurdu ki: <<Yani, dünyada Emir’ul-mü’minin (aleyhisselâm) velâyetine karşı kalbi kör olanlar, kıyamet günü gözleri kör olarak hasredilecektir. Bu şekilde kör olanlar kıyamet günü hayretler içinde derler ki: “Beni niçin kör olarak haşr ettin? Oysa ben hakikaten görür idim.” (Tâ-ha, 125) Buyurur ki: “İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi ama sen onları unuttun.” (Tâ-ha, 126) İmamlara ilişkin âyetleri unuttun. “Bu günde aynı şekilde sen unutuluyorsun.” (Tâ-ha, 126) Yani, sen o âyetleri terk ettin, bu yüzden bu gün sen de ateş içinde terk edilirsin. Tıpkı imamları terk ettiğin gibi. Çünkü sen onların emirlerine itaat etmedin ve onların sözlerini dinlemedin.>>

Dedim ki: “Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız.. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” (Tâ-ha, 127) âyetinin anlamı nedir? Buyurdu ki: << Emir’ul-mü’minin’in velâyetine başkasını ortak eden ve Rabbinin âyetlerine inanmayan ve dolayısıyla inatçılık ederek imamlara tabi olmayan, onları izlemeyen, onları dost edinmeyen kimseler bu şekilde cezalandırılırlar.>>

Dedim ki: “Allah kullarına karşı lütufkârdır. Dilediğine rızık verir.” (şurâ, 19) âyetinde ne demek isteniyor? Buyurdu ki: <<Emir’ul-mü’minin (aleyhisselâm)’ın velâyeti kastediliyor.>>

Dedim ki: “Kim ahiret kazancını istiyorsa” (Şûra, 20) ifadesiyle ne demek isteniyor? Buyurdu ki: <<Emir’ul-mü’minin ve imamların tanınması kastediliyor. “Onun kazancını arttırırız.” (Şura, 20) Yani imamların hakikat devletinden onları pay sahibi yaparız. “Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura, 20) Mehdi (aleyhisselâm)’ın önderliğindeki hak devletinden bir payı olmaz.>> (Usul-u Kâfi sh 657-658 H 1172.) Bu şekilde, Kur’an’da verilen mesajla ilgisi olmayan iddialar içeren daha birçok rivayet tahdis etmektedirler. Kur’an’a bakıldığında, yapmış oldukları iddiaların Kur’an’la ilgisi olmayan uydurma ve keyfi iddialar olduğu görmek mümkündür. Kur’an’dan mealen: - Ve her kim benim zikrimden kaçınırsa artık şüphe yok ki, onun için pek dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşr ederiz. 20/124 - Der ki: Yarabbi!.Ne için beni kör olarak haşr ettin ve halbuki, ben görücü idim. 20/125 - -Allah Teâlâ da- buyuruyor ki: Öyledir. Sana ayetlerimiz geldi, sen hemen onları unutuverdin. Bugün de sen öylece unutulursun. 20/126 - Ve israf eden ve Rabbinin âyetlerine imân etmeyen kimseyi böylece cezalandırırız ve ahiretin azabı ise elbette ki, daha şiddetlidir ve daha kalıcıdır. 20/127 - Allah, kullarına çok lûtf edicidir, dilediğine rızık verir. Ve O -her şeye- kadirdir, galiptir. 42/19 - Her kim ahiret kazancını dilerse onun için kazancında artış meydana getiririz ve her kim dünya kazancını dilerse ona da ondan veririz. O'nun ahirette bir nasibi

yoktur. 42/20 İmamiyye Şiasının Kûr’an konusunda yaptığı yalnız mana saptırması değildir, birçok rivayetlerinde Kur’an’ın tahrifli olduğunu ısrarla iddia etmektedirler, Şöyle ki:

KÛR’AN’IN TAHRİF EDİLMİŞ OLDUĞUNU İDDİA ETTİKLERİ RİVAYETLERDEN ÖRNEKLER: “... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: “Kim Allah ve Resûlüne (Ali’nin ve ondan sonraki imamların velayeti hususunda) itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzap, 71) Âyet bu şekilde nazil oldu.>> (Usul-u Kâfi sh 622 H 1088.) Tercümeyi yapan kişi tahrif iddialı kısmı parantez içine almışsa da Rivayetin Arapça aslında öyle bir ayırım şekli yoktur, iddia direk olarak, Şöyledir: “... Ebu Basir şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki: “Kim Allah ve Resûlüne Ali’nin ve ondan sonraki imamların velayeti hususunda itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzap, 71) Âyet bu şekilde nazil oldu.>> (Usul-u Kâfi sh 622 H 1088.) Örnek olarak vereceğim diğer rivayetlerin parantezli kısmının aynı şekilde dikkate alınması gerekir; parantezli kısamlar rivayetler metninde yukarıdaki örnekte olduğu gibi asla dahildir. İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen: - Tâki, sizin için amellerinizi ıslâh etsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın ve her kim Allah'a ve Resûlüne itaat ederse muhakkak ki, pek büyük bir zafere ermiş olur. (33 Ahzap 71) Görüldüğü gibi, Kur’an’ın aslında olmadığından dolayı, “Ali’nin ve ondan sonraki imamların velayeti hususunda” ifadesinin ayet olarak inmiş olmasına rağmen Kur’an’dan çıkartılmış olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır.

“... Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bâkır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: <<Bu âyeti Cebrail Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye şu şekilde indirmiştir: “Kıskandıkları için Allah’ın (Ali hakkında) indirdiğini inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir.>> (Bakara,90)” (Usul-u Kâfi sh 627 H 1105.) İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen: - Allah'ın kullarından, dilediğine kendi fazlından (peygamberliği) indirmesini 'kıskanarak ve hakka baş kaldırarak' Allah'ın indirdiklerini tanımamakla, nefislerini ne kötü şeye karşılık sattılar! Böylelikle gazab üstüne gazaba uğradılar. Kafirler için alçaltıcı bir azab vardır. (2 Bakar 90)

Görüldüğü gibi, “Ali hakkında” ifadesinin Kur’an’dan çıkarıldığını iddia etmişlerdir. Bu iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır. “... Cabir şöyle rivâyet etmiştir: Cebrail (aleyhisselâm) aşağıdaki âyeti şu şekilde indirmiştir: “Kulumuza (Ali hakkında) indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, onun benzeri bir sure getiriniz.” (Bakar, 23)” (Usul-u Kâfi sh 627 H 1106.) İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen: -Ve eğer siz kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, onun benzerinden bir sûre vücuda getiriniz. Ve Allah Teâlâ'dan başka şâhitlerinizi dâvet ediniz, eğer siz doğru kimseler iseniz. (2 Bakara 23) Görüldüğü gibi bu rivayette de, “Ali hakkında” ifadesinin Kur’an’dan çıkarıldığını iddia etmişlerdir. Bu iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır. “... Muhammed b. Sinan, İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<Allah Azze ve Celle âyetinde “Allah’a ortak koşanlara ağır geldi.” (Ali’nin velâyeti) “Kendilerini çağırdığın” (Ey Muhammed Ali’nin velâyeti) (Şura,13) <<Bu âyet korunan kitapta bu şekildedir.>> (Usul-u Kâfi sh 629 H 1112.) İddia ettikleri ayetin aslı, Kur’an’dan mealen: - Sizin için, dinden, Nûh'a önerdiğini, sana vahy ettiğini, İbrahim'e, Mûsa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle diyerek kanunlaştırdı: "Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp fırkalara ayrılmayın!" Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir. 42/13 Görüldüğü gibi Kur’an’dan ayet çıkarıldığını iddia ettikleri gibi, Kur’an’ın korunmamış olduğunu da iddia etmektedirler. Dediklerine göre korunan başka bir Kitap’tır, Kûr’an değildir. Rivayette “(Ali’nin velâyeti) - (Ey Muhammed Ali’nin velâyeti)” ifadelerinin Kur’an’dan çıkarıldığını iddia etmektedirler. Bu iddia Kur’an’a yapılmış bir iftiradır. “... Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivâyet etmiştir: <<Birisi gerçekleşecek olan azabı istedi. (Ali’nin velâyetini) inkâr edenler içindir bu azap ve bu azabı hiç kimse savamaz.” (Meâric, 1-2) Bu âyeti, Allah’a yemin ederim ki Cebrail, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bu şekilde indirmiştir.>> (Usul-u Kâfi sh 634 H 1127.) İddia ettikleri ayetlerin aslı, Kur’an’dan mealen: - Bir soran, inecek azabı sordu: (70 Meâric 1) - Kafirler için, ki onu savacak yoktur, (70 Meâric 2) Allah adına yemin ederek tahrif iddiasında bulundukları açıktır. Bu şekilde tahdis ettikleri başka rivayetleri de vardır, konuyu ortaya koyma açısından verdiğim örneklerin yerli olduğunu düşünüyorum, özellikle şunu

belirteyim ki, bu tür sözleri ne Ali nede Ali’nin Evlatları söylememişlerdir, nasıl ki Peygambere hadis adı altında iftira ediliyorsa Ali ve Evlatlarına iftirada bulunulmuştur, benim düşünce ve kanaatim bu şekildedir. Yalnız bu tür rivayetlere inanıp, Ali ve Evlatlarına mal edenlere şunu sormak lazımdır, mademki bu tür iddiaları İmamlar söyledi diyerek, kesinlikle kabul ederek din olarak benimsiyorsunuz, Elinizde bulunan Kur’an’dan başka bu rivayetleri içeren bir Kûr’an var mı, yoksa neden yoktur, yoksa bu şekilde bir Kûr’an üretip sahiplenmemekle sizlerde İmamların söylediğine inandığınız sözleri red mi ediyorsunuz, imamın sözlerini red etmek imamı red etmek değil midir, yoksa sizler insanları davet ettiğiniz şeyi öncelikle red eden kimseler misiniz, bu derin bir çelişki ve inanç sapması değil midir. Bu bölümdeki çalışmamı Kuleyni’nin Usul-u Kâfi İsimli hadis kitabının birinci cildini ele alarak yaptım, bu ciltte 1441 rivayet bulunmaktadır, tamamı diğer ciltlerle beraber 16199 rivayet olduğu düşünülürse 16199 rivayetin tamamı üzerinde yapılacak bir çalışmada karşılaşılacak olan manzara açıktır. Ayrıca, Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali b. Huseyn b. Mûsâ b. Bâbeveyyh’il - Kummi’nin <<Men Lâ Yahzuruh’ul-Fakiyh>> isimli hadis kitabında yer alan 9044 hadis ve Ebû - Ca’fer Muhammed b. Hasan b. Aliyy-i Tûsi’nin <<Tehzib’ül - Ahkâm>> isimli hadis kitabındaki 13059 hadis ile <<El-İstibsâru fi Ma’htelefe fihi mine’l - Ahbâr>> isimli hadis kitabında yer alan 5511 rivayet Kûr’an ile karşılaştırıldığında sizce nasıl bir durumla karşılaşılır. Aslında İslam dini açısından durum hadislerin Kur’an’a uygun olup olmamasından veya Sahih olup olmamasından öte, İslam dininin öğrenilmesinde Kaynağın ne olması gerektiğiyle ilgilidir, İslam dininin öğrenilmesinde ve uygulanmasında tek İmam Kûr’an mıdır, veya Kur’an’dan başka her ne ad altında olursa olsun İslam dininin öğrenilmesinde ve uygulanmasında başka kaynaklar başka bir ifadeyle başka İmamlar varmıdır.

İşte İslam dini açısından İnançların, başka bir ifadeyle İman etmelerin ayrılık noktası burasıdır. Bu nokta neye İman edildiğinin niteliğini ve farklılığını kesin olarak belirler. Bana göre İslam dininin Tek Kaynağı ve Tek Rehberi Kur’an’dır, İslam dini açısından İnanç birliğinin sağlanmasında bundan başka bir yolda yoktur. Kur’an’ı, Allah kelamı kabul ettiğini söyleyen buna rağmen bir mezhebe bağlı olduğunu söyleyen herkes, İslam dini adı altındaki bütün mezhepler ellerindeki rivayetleri bir tarafa bırakarak, yalnız ve yalnız Kur’an’a yapıştığında asırlardan beri İslam dini adına oluşturulan İnanç farklılığı fitnesi ortadan kalkmış olacaktır. Allah’a güvenip, O’nun sözü olan Kur’an’a yapışmak karanlıklardan kurtulup aydınlığa çıkmanın tek yoludur. Buraya kadar Caferi mezhebinin inanç esaslarından örnekler vermeye çalıştım. Konu edilebilecek bir çok hususu da konunun uzamaması için konu etmekten vazgeçtim. Esas amacım, kimselerin inancını konu etmekten çok, İslam dini adı altında meydana gelen sapma ve bölünmelerin temel nedenlerini, Kuran’ı esas alarak göstermektir. Bundan sonra, Allah kısmet ederse, iki ayrı konu halinde, Tasavvufçularla, İslam iddialı felsefecilerin inanç esaslarını Kuran’la karşılaştıracağım, Ve bunların Kuran’da öğretilen İslam dini ne karşı nasıl yoğun bir faaliyet içerisinde olduklarını belirtmeğe çalışacağım.

TASAVVUFÇULARA GÖRE İSLÂM : Hicri ikinci yüzyılın ilk yarısından itibaren İslam dinine yapılan en şiddetli saldırıların başında, Tasavvuf adı altında “sofilerin” yapmış olduğu saldırıdır. Tasavvuf akımının ne olduğunun anlaşılması için öncelikle “Sofi” kelimesinin ne anlama geldiğinin bilinmesine ihtiyaç vardır. Zira bu kimselerin bu adı almaları yapmış oldukları fiil ve davranışlarla yakından ilgilidir. Bu kelimenin ne manaya geldiği hususunda zaman içerisinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- ASHÂB-I SOFFA: “Sofi Ashâb-ı Soffa’ya mensûb yani onlar gibi yaşayan kimsedir.” denmiştir. Ashab-ı soffa tanımlanırken, bunların dört yüz kişi oldukları ve Mekke’den, Medine’ye hicret eden fakir kimselerden meydana gelen bir topluluk oldukları ve Medine’de, Mescidi Nebi’de oturdukları ve yalnızca ibadetle ibadetle meşgul oldukları söylenmiştir. Sofu kaynağı, Ashab-ı Soffa’nın yaşantı tarzından alınmış olamaz. Zira sofu kimseler mala düşkün oldukları gibi, ibadete de düşkün kimseler değillerdir. Sofuların fakir telakki edilmeleri, mürit ile Sofunun karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Zira “Sofu“, başka bir deyimle “Şeyh” baş konumda olan kimsedir. Mürit ise bu şahsı mürşid olarak kabul eden kimseler olup, mürtler içinde dünyayı terk etme iddiasıyla işi tembelliğe vurup fakirlik içerisinde yaşayan kimseler olabilir. İşte bu kimselerin hali dikkate alınarak, sofu kelimesinin Ashab-ı Soffa’nın halinden kaynaklandığı iddia edilmiştir. Halbuki mürit sofu demek olmadığı gibi, sofu konumunda olan şeyhler. Devletlerden maaş almak, müritlerin verdikleri para ve hediyelerle, birçok vakıf mallarını ellerinde bulundurmak suretiyle yüksek maddi varlık sahibi olabilmektedirler. Onun için sofu kelimesinin Ashab-ı Soffa ile bir ilgisi olmadığı gibi, Ashab-ı Soffa olsun veya olmasın sahabeler hayata karşı pasif ve tembel kimseler değildiler. 2- SOF : Sofi’nin, Arapçada yün manasına gelen “sof” kelimesinden kaynaklandığı söylenmiştir. Güya sofular tevazu olsun diye ve Peygamberin elbisesi hesabıyla yün elbiseler giyen kimseler olduklarından onlara bu ad verilmiş. Halbuki, yün elbise giymenin tevazuuyla bir ilgisi yoktur. Zira yün elbise ucuz elbise demek değildir. Bu gün bile yün elbise diğer birçok elbise çeşidinden daha pahalıdır. Kaldı ki, sofuların illaki yün elbise giyme gibi bir merakları olmadığı gibi, tasavvufçuların yün elbiseye bağlı bir kostümleri yoktur. Onun için sofu kelimesinin yün elbiseden kaynaklandığı yolundaki iddiaların tutarlı bir yönü yoktur. 3- BENÜ’-SÛFE : Sofi kelimesinin “Benü’s-Sûfe” ye nispet edilmesidir. “Benü’s-Sûfe” Mudar kabilesinden bir topluluk idi. Bunlar Kâbe’i Şerifte hizmet ederlerdi, böyle bir topluluğu örnek alarak, Kâbe-i Şerifte hizmet eden hangi sofu vardır. Kâbe-i Şerifte hizmet etmek bir tarafa sofuların çoğu açıktan, açığa Hac etmeyi ret eden kimselerdirler. Onun için sofu kelimesinin “Benü’s-Sûfe” ile bir ilgisi yoktur. 4- SOFOS - SOPHİA : Sofi kelimesinin hikmet mânâsına gelen “Sofos” dan geldiğinin ileri sürülmesi. “Bu hususta Ömer Ferd Kam, sofi kelimesinin “feylesof” kelimesi gibi, âkil, hakim mânâsına gelen Yunanca “Sofos” kelimesinin Araplaştırılarak kendilerine alem edilmiş olmasının pek muhtemel olduğunu söylüyor.”

“Şemseddin Sâmi, Kâmus-ı Türki’sinin tasavvuf ve sofi maddesinde şunları söylemektedir.”

“Tasavvuf”: cemi “Tasavvufun” yün demek olan sofdan, daha doğrusu yunanca hikmet demek olan “Sophia” dan, hâl-i ve fenâ gibi ahvâl-ı mâneviye ye hasr-ı himmet edenlerin meslek ve târiki.” “Sofi”:Cemi “sofiyyûn, yünlü elbise giydiklerinden dolayı, sofdan daha doğrusu tasavvuf kelimesinin aslı olan ve hikmet manasına gelen “Sophia” lâfz-ı yunanisindendir.” (Tasavvuf, Mahir İz, Kitabevi Yayınları 2.basım Yıl. 1990 Sayfa 38-39. ) Bu izahlarda çok köklü bir hata yapılmaktadır. Öyle ki: “Sofos” ve “Sophia bir ve aynı şey sayılmakla, “Sofist” ile “Feylezofof”un aynı şey olduğu neticesine varılmıştır. Hal bu ki, durum hiçte öyle değildir. “Sofizm” akımı “Felsefeye” bir tepki olarak doğmuş olup, Sofist ile Feylesof bir birlerine hasım olarak fikir mücadelesi yapan kimselerdirler. Bundan dolayı Sofist ile Feylesof aynı kimseler değildirler. Aynı sayılmaları, insanları yanlış neticelere götürmüştür. Örneğin: “İsmail Hakkı İzmirli, Sofi kelimesinin yunanca hikmet mânâsına gelen “Sophia” dan geldiğini kabul etmiyor ve şu mütalaayı ileri sürüyor.

<<... Çünkü zahidler tarikine sülük eden zevâtın sofiye ismiyle meşhur olmaları. Yunan kitaplarının tercemesi şâyi ve felsefenin meşhur olmasından evveldi. << Hicri 131 tarihinde vefat eden Mâlik bin Dinar, Hicri 135 tarihinde vefat eden Rabiatü’l - Adevi, Horasan’da en evvel ilm-i ahval ve tarikat hakkında söz söyleyip hicri 153 tarihinde vefat eden Şakik Belhi, hicri 161 tarihinde vefat eden İbrahim bin Edhem, hicri 178 tarihinde vefat eden Fudayl bin İyâd, hicri 465 tarihinde vefat eden Kuşeyri ve diğer müellifler, ilk sofiyye yi saydıkları esnada, zikrettikleri yüksek zevâtı (sofiyye) diye isimlendirmişlerdir.

<< Nefahat’ın beyanına göre en evvel sofi ismiyle anılan zât Ebû Hâşim idi ki hicri 150 tarihinde vefat etmiştir.

<< Sofiyye ismi Yunan kitaplarından alınmış olsaydı, bu isim Yunan kitaplarının tercemesinden, felsefe lâfzının şüyû’undan sonra olabilecekti. Niçin sofiyye ye felâsife denmiyor? Madem ki sofiyye nin eserlerinde, sözlerinde felsefi bahisler vardır, niçin felâsife ye sofiyye denmemiştir? Madem ki felâsifenin eserlerinde eserlerinde, sözlerinde tasavvuf bahsi vardır. İslâm’da hikmet ve felsefe ile iştigâl edenlerin en eskisi olan ve 329(940) tarihinde vefat eden Ya’kûb bin İshak el Kindi’yi niçin feylesofu’l - Arap denildi de, sofiyyu’l - Arap denilmedi?

<< Sofiyye ismi felâsifece mâruf ve me’hazi mâlûm olduktan sonra zuhûr etmiş ise, niçin birçoklarına mübhem kalıyor da, türlü türlü vecihler gösteriliyor? << Sofiyye tariki, felasife tariki ile tahlil olunursa, görülür ki, asıl sofiyye terikati, felasifiyyeden uzaktır, felâsifeyi en ziyade inkâr eden sofiyyedir. >> (Tasavvuf, Mahir İz, Kitabevi Yayınları 2.basım Yıl. 1990 Sayfa 39-40 ) Sofistlerin, Filozofları inkar ettikleri ve onlara karşı mücadele ettikleri doğrudur. Burada ki yanılgı noktası, filozofların ret edilmesiyle tasavvufun yunan kaynaklı olmaktan kurtulacağının zan edilmesidir. Hal bu ki, Sofizm felsefe dışında kendi başına Yunan kaynaklı bir akım olup, kendisine ait fikirleri ve yöntemleri vardır ve bu akım İslam aleminde felsefi tercümelerin yapılmasından çok önce de mevcuttu. Geliş yönü de, İran veya Hint üzerinden olmayıp, bundan daha önce

Mısır’da var olduğundan, Yunanistan’dan getirilerek, Mısır üzerinden İslam alemine girdiği görülmektedir. Zira Milattan asırlarca önce Sofizm akımı Mısır’da var idi. Bunu Eflâtun’un şu sözlerinden anlamak mümkündür. “Mısırlı Sofist Proteus” (Batı Klasikleri, Euthydemos sayfa 46 Eflâtun, M.E.B. Yayınları 1977 baskısı). Bu ifade ta Eflâtun zamanında bile Sofizmin Mısırda var olduğunu göstermektedir. Var oluşu da bir tarikat şeklindeydi. Yine Eflâtunun ifadesiyle “Tut ki Sofist tarikatının ilk sırlarını dinliyorsun.” (Batı Klasikleri, Euthydemos sayfa 19 Eflâtun, M.E.B. Yayınları 1977 baskısı). Bu tanımlama Sofizmin bir tarikat olduğunu göstermeye yeterlidir. Böylece, felsefeyle sofizmin ayrı sistemler olduğunu, filozofla, sofistin ayrı şahıslar olduğunu belirttikten sonra, sofistin dünya görüşünü ve düşünce tarzını belirtmeye ihtiyaç vardır. Bu bilinirse görülecektir ki, eski sofistlerle, tasavvufçular arasında hiçbir fark olmadığı gibi, “Sofu”, “Sofist”in ta kendisidir. Ayrıca, Kuran İslam’ıyla inanç yönünden hiçbir bağlılıklarının olmadığı da görülmüş olacaktır.

SOFİZMİN ORTAYA ÇIKIŞI “İ.Ö. 5. Yüzyılın başında, Yunanistan’da önemli devrimler olmuş, aristokrasi yıkılmış yerine demokrasi geçmiştir. Devrimlerin etkisiyle öteden beri kutsal, değişmez sayılan törelerin, âdetlerin, geleneklerin birden bire çöküvermeleri, ruhlarda kuşku, sarsıntı, doldurulamaz bir boşluk doğurmuştu. Yine İ.Ö. 5. Yüzyılın yarısında Yunanlıların Perslerle kırk yıl kadar süren sürekli savaşları ruhlardaki bu kuşkuyu, sarsıntıyı, kötümserliği büsbütün arttırmıştı. Beri yandan tabiat filozoflarının, Thales’ten beri sürüp giden evrenin ilk ilkeleri (ark he) üzerindeki araştırmaları boşa çıkmıştı. Gerçekten bu filozoflar evrenin ilk ilkesi üzerinde uyuşmak şöyle dursun; tersine birbirlerine taban tabana karşıt sonuçlara varmışlardı. Bu durum ruhlardaki kötümserliği, artık sınırlarının sonuna götürüyordu. Tam bu kötümser ruh halini bütün çıplaklığıyla ortaya koyan, bir de “sofist” denen birtakım düşünürlerin yetiştiğini görüyoruz.

Bunların en ünlüleri Protagoras, Gorgias, Hippias, Prodikos v.b. larıdır. Sosyal yapının kuşkularını, sarsıntılarını belirten bu sofistlerin başında gelen Protagoras herkesçe kabul edilecek genel hakikatlerin olamayacağını söyleyerek “Hakikat ölçüsü kişidir.” fikrini ileri sürer. Öyleyse Protogoras’a göre herkesçe tanınabilecek hakikatler yok demektir. Biri için hakikat olan, bir başkası için olmayabilir.

Gorgias, Protagoras’ın bu fikrini daha ileriye ileriye götürür, şöyle bir sonuç çıkarır: “Mademki hakikatin ölçüsü kişidir, hakikat kişiden kişiye değişiyor demektir. Öyleyse bunların hiç biri hakikat değildir, hepsi yanlıştır.” Böylece Gorgias felsefesi (felsefe deyimi yanlış, düşüncesi olmalıdır) de tam bir hiçliğe (nihilizme) varmış oluyor.

Doğal (tabii) ve kurulmuş (mevzu) diye iki çeşit konunun varlığını ileri süren Hippias özellikle kurulmuş kanunlar üzerinde durarak şöyle der: “Doğal kanunlar tabiata dayandıkları için değişmezdir. Kurulmuş kanunları ise insanlar ortaya attıklarından tamamıyla uydurmadır. Bunlar zamana, mekâna göre değişir, bundan ötürü de bu kurulmuş kanunlar insanların başına musallat olmuş bir

belâdır. Zorla insanları çığırından çıkarır.” (Batı Klasikleri, Protagoras. Eflâtun M.E.B. 1997 baskısı, Çeviren, Prof N. Şazi KÖSEMİHAL, Önsöz Sayfa II - III ). “Platon’un “Protagoras” adlı bu yapıt (eser) ında konu erdem (fazilet) dir. Tartışma özellikle Protagoras’la Sokrates arasında geçiyor. İkisi arasındaki fikir karşıtlığı da açıktır. Sokrates matematik bir kesinlikle hakikate ulaşmak; Protagoras da pratik değeri olan şöyle böyle bir hakikatle yetinmek eğilimindedir. Fikirlerindeki bu karşıtlık elbette aralarında bir yöntem (metot) farkı da doğuracaktır. Nitekim Sokrates’inki diyalektik, başka bir deyimle kesin bir ispat yöntemi ise; Protagoras’ınki masal, söylev gibi bir takım inandırma yöntemleridir.” (Batı Klasikleri, Protagoras. Eflâtun M.E.B. 1997 baskısı, Çeviren, Prof N. Şazi KÖSEMİHAL, Önsöz Sayfa III- IV ).

Görüldüğü gibi Sofizim akımı ve onun üreticileri Sofistler felsefeye bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Hayattaki bir takım tutarsız şeyleri dikkate alarak; tutarsızlıkları düzeltme çabası içerisine girecekleri yerde, doğal kanunlar dışındaki tüm hakikatleri inkar etmeyi tercih etmişlerdir. Bu düşüncenin bir neticesi olarak, hiçbir inanca bağlı olmayı veya saygı göstermeyi gerekli görmezler. Hayatta onlara göre tek bir gerçek vardır, oda tabiat kanunları gerçeğidir. Dolayısıyla onlara göre hakkaniyet olmadığı gibi, haklı haksız ayırımı diye bir şey de yoktur. Ne şekilde olursa olsun maddi menfaat sağlamak doğrudur inancına sahiptirler. Eflâtun’un Sofist isimli kitabında belirtilen. “Maddi menfaate erişmek için kullanmış oldukları tipik yöntemleri ve özelliklerinden” örnekler : 1- Sofist, fazilet öğretimi perdesi altında para kazanmak için , asil ve zengin gençler peşinde koşan bir avcıdır.

2- Sofist, fazilet üzerine söz ve öğretim alışverişi yapan bir bezirgandır.

3- O perakende sattığı malı, ya başkasından alıp satar, yahut da kendi yapar satar.

4- Münazara (karşılaşma) iyi ve doğru veya başka türlü genel kavramlar üzerinde olursa ona Eristik denir.

Sofist, eristik sanatını para için icra eden kişidir. Eristik sanatını kazanç sağlamak için profesyonel olarak icra edip, geçim vasıtası yapan sofistler soru ve cevap usulünü, yani Zenon’un diyalektiğini bir söz güreşi haline getirmişlerdi. Bu usulü her konuda tatbik ediyor ve karşısındakini tezatlar içine düşürmek suretiyle yenmeyi amaçlıyorlardı. Bir hakikate varmak için değil, şaşırtmak, tenakuza düşürmek ve çürütmek için konuşuyorlardı.karşısındakinin cevabı ne olursa olsun onu çıkmaza sokmayı amaç edinmişlerdir. Bu tarife uygun en iyi misalleri Euthydemos’ta görüyoruz. İki kardeş Sofist kendilerini söz güreşinde pehlivan ilân ediyor, herkesi her konuda çürütebildiklerini iddia ediyorlardı. Bunların kanıtlarının birçoğunu Aristo, Sofistik kanıtlar adlı eserine almıştır. “Bunların kullandığı metot, Sokra tik diyalektiğin bir karikatürüdür. Sanatları Eristiktir. Maharetleri doğruyu da, yanlışı da çürütmektir. Dinleyenleri ne söylerse söylesin, gene onu çürütmektir.

5- Sofist bir şarlatan bir hokkabazdır: Aldatıcı hayaller ve yalanlar imal eder. Var olmayanı var, var olanı da yok kılar. Böylece “Sofistlik” adında bir sanat vardır,

konusu yalan ve yanlıştır. Sofistlik bir fikir sahtekârlığı, sofistler de fikir şarlatanları olarak tanınmıştır.

6- Hayatta, yanlış söz vardır, o halde yanlış düşünce, yanlış hüküm, yanlış kanaat ve yanlış hayal de vardır. Madem ki yanlış sözle yanlış kanaatin varlığı bir gerçektir, öyle is, varlıkların taklitleri mümkündür ve bunları yapmak gücünden bir aldatma sanatı doğabilir. O da sofistliktir.

Sofist hakkında yazılan bu tarifleri şu şekilde özetlemek mümkündür.

Sofistlik: 1) Bir tenakuzlar sanatıdır; 2) Yalnız kanaatler üzerine kurulu taklit sanatının alaycı (bilerek samimiyetsiz) bölümü ile mime tik sanatına girer; 3) Fantasmalar imal eden cins ile hayaller imal etme (hokkabazlık = illusionisme) sanatına bağlanır; 4) Sanatının da söz cambazlıkları bölümünü kendisine faaliyet alanı seçer; bu da meydana getirme sanatının, Tanrılık değil de insanlık bölümünün hayaller imal eden şekline girer. İşte, “kanı ile, şeceresi ile” Sofist budur. (Batı Klasikleri. Sofist, Eflatun, M.E.B. 1988 yayını, Çeviren, Mehmet KARASAN, Alıntılar yer yer ön sözden yapılmıştır.)

Bu durum İ.Ö. 5. Yüz yılda, Sofizmin ilk çıktığı zamanlara ait olduğundan konunun açısından önemine binaen, sofist hakkında eski Yunanistan’da yapılmış olan bu tespitler ile söylenmiş sözlerden örnekler vermeye çalıştım. Sofizmin çıktığı tarihten, günümüze kadar geçen sürede, sofist zihniyetinde bir değişiklik olmamıştır. Bu arada geçen asırlarda sofist zihniyeti hep aynı olmuştur. Buna örnek olmak üzere, sofizmin ortaya çıkışından 1800 yıl sonra yaşamış olan İbni Teymiye (Ahmed bin Abdulhalim Harrâni, D. H.661 M.1263 - Ö. H. 728 M.1328) nin tespitlerine baktığımızda durum açıkça görülür. Şöyle ki:

“Vahdet-i Vücûd ve Sofilik:

(Psikolojik açıdan hak ve bâtılın tahlili)

Gerek << Fusûsü’l - Hikem >> yazarı Muhyeddin İbn Arabi’nin, gerekse benzerlerinin ifade ettikleri ve çeşitli yerlerde açıkladıkları Vahdet-i Vücût görüşünün esası şudur: << Hakikatler kanaatlere göre değişir...>> (Gerçekler inançlara tâbidir.)

Halbuki bu söz Sofistlere aittir. Başka bir ifadeyle, <<Kim bir şey söyler ya da bir şeye inanırsa, bu şey sadece onu söyleyen ve inanan kimse için bir hakikattir.>> Bu nedenledir ki onlar yalanı bile hakikat sayarak şöyle derler: << Arif olan kişi hiç kimseyi yalanlamaz. Çünkü yalan da var olan bir şeydir ve söyleyenin kendisinde yer kaplayan bir gerçektir. Eğer yalana inanmışsa bu, hem o kimsenin inancında, hem de sözünde hakikat olmuştur. Şayet inanmadığı şeyi söylerse, yalnızca sözünde hakikat olur.>>

Bu nedenle, gerçeği bilen kişi bütün insanların inandığı şeye inanmanı emreden kişidir. Nitekim İbn Arabi şöyle der: İnsanlar Allah hakkında bir takım şeylere inanmışlardır, bense onların inandıklarının tamamına inanıyorum.>>

(Sofistler), birbirlerine zıt ve ters iki şeyi doğrulamayı emrederler ve bunu metot ve gerçekçiliklerinin esası sayarlar... Bunlardan birine ben bu tarz bir şey yöneltmiştim; Bunun her ikisi de haktır.>> Meselâ birinin keşfi, Zühre yıldızını Utarit yıldızının üzerinde, diğer birinin keşfi de ( aynı zamanda) altında görürse nasıl olur? >> diye sorduğumda şöyle demişti: << Birinin keşfine göre Zühre Utarit’in üzerinde, berikinin keşfine göre ise Utarit’in altındadır.>> Onların bu prensibi şu anlama gelir: << Her insan istediğini söyler ve dilediği inanca inanır; hak-batıl, doğru-yalan diye ayırmadan. Ve hiç kimse, hiçbir şeyin varlığını inkâr etmez. >>

Evet böyle derler. Haber ve bilgi konusunda dedikleri budur. Emir ve amel bakımından ise, onların gerçeğe ulaşmışı şöyle der: << Bize göre haram diye bir şey yoktur. Ama şu hakikatten mahrum (kalp gözü bağlı) olanlar var ya, haramdır diyorlar. Biz de: Size haramdır diyoruz. >> Binaenaleyh onlara göre emir - nehiy diye bir şey yoktur. Nitekim, << Füsûsü’l - Hikem >> sâhibinin talebesi olan Kâdi’nin şu şiirini, Şâhid b. Amd bana okumuştu: << Dünyada her şey aynıdır. İyi - kötü diye bir şey yoktur. Fakat, (örf ve ) âdet, tabiat ve kanun koyucu, iyi veya kötü hükmünü vermişler. >>

Bu takdirde, söz ve fiiller için salt bir kudretten başka bir şey kalmamaktadır. (Yani, fiziksel bir mani olmadıktan sonra) onlarca << Helâl; bulup eline geçirdiğin, haram da mahrum olduğun şeydir. Söylediğin her ne olursa olsun haktır. Batıl da:Kimse tarafından söylenmeyendir.>>

Bunlar, emir - nehiy, sevap - ceza diye bir şey tanımazlar. Yine bunlar, yaratıcı, peygamberlik ve hiçbir hakikat tanımazlar... Bilâkis onlara göre bu ölçüyü Mutlaklık ifade eder. Şöyle ki: << Belirli hiçbir inanç ve kanaatte takılıp kalmamalısın; aksine insanların inandıkları her şeye inanmalısın. Bunlar birbirinin zıddı olan sözler olabilir; fakat Varlık tüm bunları içerir ve varlığın birliği (Vahdet-i Vücût ) bunların hepsini kuşatır. >> derler.

Halbu ki, batıl inanç ve yalan söz, varlıkta bulunan bir şeydir ama bu onun hak ve doğru olmasını (ve fayda üretmesini gerektirmez, varlıkta zehir var diye içenin iyi bir şey yaptığı veya bir hakikati doğruladığı iddia edilemez, kötü daima kütüdür, iyi ise daima iyidir, bunlar hiçbir zaman aynı değerde olan şeyler değildirler.) Bu sebepledir ki, sen bu kimseleri verdikleri haberlerinde insanların en yalancıları olarak görürsün. Hattâ yalan onlarca doğrudan farksızdır. Onu ihtiyaç oldukça kullanırlar. Tek bir şey hakkında birbirine zıt iki haber verirler ve bunu hiç mühimsemezler. Onların, amellerinde hevâlarına uyarak davrandıklarını görürsün. Bir kez hevâlarına uygun düşen bir işi, başka bir kez de yine hevâlarına uygun düşen bunun tersi başka bir işi yapmak suretiyle birbirine zıt iki ameli işlerler.” (İbn Teymiyye Külliyatı Cilt 2, Tevhid Yayınları 1987, 127 - 131 sayfalardan alıntı. )

Bu örneklerde görüldüğü gibi, “Sofu”, ile “Sofist” aynı kimseler olup, icra ettikleri sanatları aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen aynıdır. Onlar için Dünya’da bağlanılması gereken hiçbir inanç ve hiçbir fikri hakikat yoktur. Amaçları ise yalnızca nefislerinin hevası ve maddi menfaat sağlamaktır. Bunu sağlamak için yukarda belirtilmiş olan metotları kullanırlar. Hakikatleri inkar ettiler, hakikatlerin inkarı ise insanlığın son sözü olamaz, hakikatler insanlığı aydınlatan ışıklardır;

onları inkar insanlığı karanlığa gömmektir. Bunların faaliyetlerini Dünya’nın çeşitli inançları içerisinde gözlemlemek mümkündür. Onları net olarak gözlemleyebilmek için Murid ve sofu ayırımına dikkat etmek lazımdır. Murid, sofu demek değildir, Murid, sadece sofu’nun bir av hasılatıdır. Sofu ondan mümkün mertebe istifade etmeye bakar. Murid, inançlarında samimiyet gösterip, gayret içine girebilir. Sofu için ise öyle bir problem yoktur. Belirli bir şekilde davranıyorsa ortamın icap etmesinden dolayıdır. Sofu için din olayı da yoktur. Onun için bütün dinler aynıdır, bu söylevi bütün dinlere saygısı olduğundan değildir. Zira o bütün dinlerin asılsız olduğu inancındadır. Bu inancından dolayı onu çeşitli dinler içerisinde faaliyet gösterici olarak görmek mümkündür. Faaliyet gösterdiği dinin, doğru olsun yanlış olsun, hiçbir kutsal değerine saygı göstermez, zira onun için doğru ve yanlış aynı şeydir. Doğru olsalar dahi, dini değerleri, işine geldiği şekilde değiştirmeye kalkışmaktan çekinmez. Bu özelliğinden dolayı, Tasavvufun menşeini araştıranlar, onu çok değişik inançlar içerisine yerleşmiş görünce hayretler içinde kalmakta ve hangi menşeinin, hangi menşeinden kaynaklandığına bir türlü karar veremezler. Örneğin: İslam adı altında yerleşmiş tasavvufun menşeini araştıranlar, onun İran’dan mı, Hint’ten mi, Yeni Eflâtunculuktan mı, yoksa İbrani - Hıristiyan muhitinden mi kaynaklandığına bir türlü karar veremezler. Buna bir örnek olarak Mahir İz’in “İbrani - Hıristiyan muhiti (menşei) fikri yorumuna bakalım:

İBRÂNİ - HIRİSTİYAN MUHİTİ FİKRİ: İslâmi inançlar üzerinde İbrâni - Hıristiyan muhitinin tesiri olduğu iddiası da ötekiler gibi çok rastlanan bir fikirdir.

Halbuki Musevi ve Hıristiyan itikâdı, İslâmi itikada tam mânâsıyla muhaliftir. Zira Musevilikte âhiret inancı inancı yoktur, (Musevilikte Ahiret inancı vardır, bak. Tevrat Eyyub 10/21-22 11/8) Hıristiyanlıkta ise teslis akidesi mevcuttur. Her iki dinin temel itikâdını teşkil eden bu görüşler İslâm rûhuna ve İslâm tasavvufuna taban tabana zıttır.” (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 49. Kitabevi 1990).” Bana göre bu yorum çok tipiktir, hem İslam’a tasavvuf isnat ediyor. Hem de yabancı kaynakları iptal için kendisine göre Musevilerin ahiret inancıyla, Hıristiyanların Teslis akidesini ileri sürüyor. Hal bu ki, Ne İslam’ın inanç sistemi, ne Musevilerin âhiret inancı, ne de Hıristiyanların teslis akidesi Sofistin başka bir ifadeyle Sofunun umurunda bile değildir.

Buraya kadar yazdıklarımla, Sofunun-Sofistin çıkış kaynağını ve zihniyetini belirtip tanıtmaya çalıştım. Bundan sonra, İslam aleminde gelişimini ve faaliyetlerini belgelere dayalı örneklerle belirtmeye ve Kuran’dan ne kadar uzak olduklarını da, Kuran ayetlerinden mealler yazmak suretiyle karşılaştırmalı olarak ifade etmeye çalışacağım:

İSLÂM ALEMİNDEKİ İLK MUTASAVVIFLAR 1- Ebu Hâşim Sofi (Ö. 150/767)

Doğum tarihi ve gençliği hakkında mâlûmat yoktur. Kûfe’de dünyaya geldi, sonraları Şama yerleşti, Ebû Hâşim-i Sofi Sürye’de Şam şehrinde camiye karşı ilk tekkeyi kuran şahıstır. Hedef olarak kendisine o zamanın meşhur kadısı Yahya Halid’i seçmişti, Yahya Halid’i gördüğünde ağlar ve: “Yâ Rabbi! Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım” derdi. (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 95. Kitabevi 1990).” Böylece, sofist mantığıyla kendisinin Yahya Halid’ten daha üstün bir şahsiyet olduğunu, fayda sağlamanın kendi önderliğindeki tekkesinde mümkün olduğunu anlatmak istiyordu. 2- Ebu İshak İbrahim Bin Edhem (ö. H161/M778) İbrahim bin Edhem, Belh şehrinde dünyaya geldi, Şam’a gitmiş ve orada 161/778 de vefat etmiştir. Güya kendisine atının eğerinden nidâ edilmiş ve bu suretle mutasavvıf olmuş, bu konuda Muhyiddin İbn’ül Arabi şöyle diyor: “... Kendisine: - Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emredilmedin (şeklinde), atının eğerinden nidâ gelen İbrahim ibn Edhem gibi..>> (Muhyiddin ibn Arabi, El - Futûhât El-Mekkiyye, Kültür bakanlığı 1990 Baskısı, Prof. Dr. Nihat KEKLİK S.217). Böylece eğerinden kendisine vahye dildiği iddia edilmiştir. 3- Ebü’l-Feyz Zünün Mısri Ö. 245/859) 4- Fudayl Bin İyad (Ö.185/801) Horasan’da Merv şehrinde dünyaya gelmiş, Semerkantta doğduğu da rivayet edilir. 5- Ma’rûf Kerhi (Ebu Ma’rûf bin Firuz Kerhi Ö. 200 veya 201/816 Ma’ruf, meşâyihin (sofuların) büyüklerinden olan Seriyy-i Sakati’nin hocasıdır. 6- Seriyy-i Sakati (Ö. 257/871) Cüneyd Bağdadi’nin dayısı ve üstâdıdır. 7- Bişr-i Hafi (Ebu Nasr bin Hafi (Ö.217/842) Aslen Merv’li olup Bağdat’ta yaşamış ve orada ölmüştür. 8- Hâris Bin Esedi’l-Muhasibi (Basra’da doğmuş 243/857 Bağdat’ta ölmüş). 9- Davud Tai (Horasanlıdır. Ö.165) 10- Şakik Belhi (Ebû Ali Şakik bin İbrahim el-Belhi, Ö.174/790). 11- Ebu Yezid Bistâmi (Ebû Yezid Tayfur bin İsa el-Bistami Ö.234) 12- Sehl-i Tüsteri (Ö.283/896)

13- Hamdun Kassar (Ebû Salih Hamdun bin Ahmed bin Ammârreti’l - Kassar’dır. (Nişaburlu’dur, Ö.271/884) Melâmi’ye terikatinin piridir. 14- Cüneyd Bağda’di (Ebû’l-Kasım Cüneyd Bin Muhammed. (Ö.298/909) Tarikat piridir. Aslı Nihavent’li olmakla beraber doğduğu ve yetiştiği yer Irak’tır. Babası şişe satıcılığı yaptığı için el Kavariri denilirdi.) 15- Eş-Şibli (Ebûbekr Dülef bin Cahder eş-Şibli. (Ö.334/945 Bağdat). Böylece Risale’i Kuşeyri’ye göre başlıca sofiyye seksen üç kişidir. (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 94-112-172. Kitabevi 1990).” “Bu devir sofilerinden en evvel (tasavvufi) mânâları bildiren Hasan Basri’dir. En evvel işaretleri ibâre ile beyan eden ve Mısır’da en evvel ahval ve makamât hakkında söz söyleyen Zünnûn Mısri’dir. En evvel fenâ ve bekâ hakkında söz söyleyen ve << tasavvuf dili >> namını alan Ebû Said el-Harrâz’dır. Bağdat’ta en evvel tevhid hakkında söz söyleyen Seriyy-i Sakati’dir. Makamat yani âriflerin (sofuların) mezhepleri hakkında söz söyleyen Ebû Cemre Muhammed bin İbrahim’dir. En evvel Horasan’da ahval hakkında söz söyleyen Şakik Belhi’dir. İlk tasavvuf cereyanını uyandıran Fudayl bin İyad’dır. Merv şehrinde en evvel ahvâlden bahseden Ebû’Abbas Kâsım bin Seyyâr el-Mervezi idi. Nişabur’da tasavvuf, Ebû Ali Muhammed bin Abdi’l - Vahhâb Sekafi ile Zâhir olmuştur. Nişabur’da Melamiyye tarikatını neşreden Hamdun Kasâr’dır. Şirâz’da ahval ve sofiyye’nin mertebelerini neşreden Ebû’l Abbas Ahmed bin İmran’dır. Camilerde aleni olarak tasavvuf dersi veren Yahya bin Muâz Râzi’dir. Suriye’de tasavvuf İbrahim Edhem ile başlamıştır.” (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 171-172 Kitabevi 1990)

“Tasavvufun şahıslar etrafında sistemleşerek, teşkilâtlı bir şekilde yayılma devri, takriben hicri beşinci asırda başlamıştır. Bu devirde müessisler (tarikat kurucuları) ve mücedditler (kol kuranlar) önemli bir rol oynamışlardır.”

ON SEKİZ MEŞHUR TARİKAT - KURUCULARI ve TARİKAT ZİNCİRİ KESİTİ I- KADİRİYYE TARİKATI: 1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Bekr eş Şibli, 3- Abdurrahman et-Temimi, 4- Ebû’l-Hasan Ali bin Muhammed el-Kurayşi el-Hünkâri, 5- Ebû Said el-Mahzûmi, 6- Abdü’l-Kâdir Gilâni.

Tarikatin piri; Abdü’l-Kâdir Gilâni’dir. Künyesi Muhyiddin Ebû Muhammed bin Ebi Salih’dir. Gavs-ı A’zam diye şöhret bulmuştur. 470 (1077-78) tarihinde İran’ın Gilan kasabasında dünyaya gelmiştir. 561 (1166) da Bağdat’ta ölmüştür. Kadiriyye tarikatinin şubeleri: Esediyye, Ekberiyye, mukaddesiyye, Garibiyye, Rumiyye, Yafiyye, Hama’diyye, Hilâliyye, Hindiyye’dir. II-YESEVİYYE TARİKATI: 1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Kâtip, 4- Ebu Osman Mağribi,

5- Şeyh Kasım Kürkâni, 6- Ebû Ali Faremadi, 7- Hoca Yusuf Hemedâni, 8-Ahmed Yesevi.

Tarikatın kurucusu Ahmed Yesevi’dir. Buhara’da Şeyh Yusuf Piri; intisap ederek onun nüfuzu altında kaldı ve onunla bir çok yerleri gezdi. 555 (1160)’de Buhara’da şeyhin postuna geçti; bilâhare Yesi’ye döndü. 562 (1166)’de ölümüne kadar tasavvuf propagandası yaptı. III- RIFÂİYYE TARİKATI: 1- Cüneyd Bağdadi, 2-Ebû Muhammed Rüveym Bağdadi, 3- Ebû Said Yahyâ en-Neccari el-Vâsiti, 4- Ebû Mansûr et-Tayyib, 5- Şeyh Mansûr el-Betâyihi er-Rabbani, 6-Ahmed Rıfai,

Tarikatin Piri, Ahmed Rıfâi’dir. 500 veya 512 (1118)’de Basra bölgesinde Hasan köyünde doğmuştur. 575’de ölmüştür.

Rıfâiyye tarikatinin şubeleri: Haririyye, Keyaliyye, Seyyadiyye, Aziziyye, Cendeliyye, Aclâniyye, Katnâniyye,Fazliyye, Vâsıtıyye, Cebertiyye, Zeyniyye, Nûriyye, Mağrûfiyye. IV- MEDYENİYYE TARİKATI: 1-Cüneyd Bağdadi, 2-Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Hüseyin bin Ahmed el-Kâtib, 4- Ebû Osman el-Mağribi, 5-Ebû Kasım Ali bin Abdil’l-Vâhid el-Kürkâni, 6 Ebûbekr bin Abdillah et-Tûsi, 7- Ebû’l - Fütûh Necmüddin Ahmed Gazzâli, 8- Ebû’l-Fadl Muhammed Bağdadi, 9- Ebû’l-Berekât Ali Bağdadi, 10- Ebû Ye’za el-Mağribi, 11- Ebû Said Mağribi, 12-Ebû Medyen Şuayb bin el-Hüseyn el-Mağribi.

Tarikatin Piri; Ebû Medyen Şuayb, meşhur Endülüs Mutasavvıfı, İşbiliyye civarındaki Cantillana kasabasında doğmuş 594 (1197-1198) tarihinde ölmüş ve Tilemsen yakınında el-Ubbâd’a defnedilmiştir. Tasavvufta kutup payesindedir. Medyeniyye tarikatinin şûbeleri: Cebertiye, Meymûniyye, Deccaniyye, Ulvaniyye-i Hameviyye. V- KÜBREVİYYE TARİKATI: 1-Ebû Necip Abdü’l-Kâhir Zıyâüddin Sühreverdi, 2- Rüzbihan Bakli, 3- İsmail Kasri, 4- Ammâr Yâsir, 5- Necmüddin Kübrâ.

Tarikatin Piri; Necmüddin Kübra’dır, terikatinin diğer bir adı da Zehebiye’dir. XII, XIII, asır İran sofilerinin en önde gelen şahsiyetlerinden biridir. İsminin tamamı, Ahmed bin Ömer Ebû’l-Cennâb Necmüddin Kübra el-Hivaki el-Harezmi’dir. 540 (1145)’te doğmuş 618 (1126)’da ölmüştür.

Kübreviyye tarikatinin şûbeleri: Bahâiyye, Halvetiyye, Firdevsiyye, Nûriyye, Rükniyye, Hemedâniyye, Nûrbahşiyye, Berzenciyye. VI - SÜHREVERDİYYE TARİKATI: 1-Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Katip, 4- Ebû Osman Mağribi,

5- Ebû Ali Kürhâni, 6- Ebû Ali Nessâc, 7- Ahmed Gazzâli, 8- Necib es-Sühreverdi, 9- Ömer bin Muhammed Şihâbüddin es-Sühreverdi.

Tarikatin Piri, Şihâbüddin Sühreverdi’dir. Asıl adı, Ömer bin Muhammed olan Sühreverdi. 539 (1144) tarihinde doğmuş 623 veya 632 (1234-35) tarihinde ölmüştür. Irak’ta meşhur olmuştur.

Sühreverdiyye tarikatının şubeleri: Bedriyye, Zeyniyye, Bahâiyye, Ahmediyye, Necebiyye’dir.

VII- EKBERİYYE TARİKATI: 1-Cüneyt Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Hüseyn bin Ahmed el-Kâtib, 4- Ebû Osman el-Mağribi, 5- Ebû Kasım Ali bin Abdi’l-Vâhid el-Kürkâni, 6- Ebûbekr bin Abdillah et-Tûsi, 7- Ebû’l-Fütûh Mecdüddin Ahmed Gazzâli, 8- Ebû’l-Fadl Muhammed Bağdadi, 9- Ebû’l-Berekât Ali Bağdadi, 10-Ebû Ya’zi el-Mağribi, 11- Ebû Said Mağribi, 12- Ebû Medyen Şuayb bin el-Mağribi, 13- Muhyiddin İbnü’l-Arabi.

Tarikat Piri, Muhyiddin İbnü’l-Arabi 560 (1165) senesinde İspanyadaki Mürsiye’de dünyaya gelmiştir. Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere sahip kimseler mevcuttu, kendiside ifadesine göre tasavvufta kutupluk mertebesine varmıştı. Yine kendi ifadesine göre, dayısı Ebû Müslim el-Havlâni de kutupların büyüklerindendi. Diğer dayısı Yahya bin Yağan, Tilemsen şehrinin meliki bulunuyordu.

Yine kendi ifadesine göre babası Ali bin Muhammed’in de devletin ileri gelenleriyle, bilhassa filozof ibn Rüşd ile dostluğu vardı.

İbnü’l-Arabi, Endülüs’de bir müddet daha kaldıktan sonra seyâhate çıkmış, Şam, Bağdat ve Mekke’ye gitmiş. Bir aralık Konya’ya gelip, Sadrüddin Konevi’nin dul bulunan annesini kendisine nikahlamıştır.

Bundan sonra tekrar Şam’a dönmüş ve 637 (1239) tarihinde orada ölmüştür. VIII- ŞÂZELİYE TARİKATI: 1-Cüneyd Bağdadi, 2- Ebûbekr Cafer bin Yûnus Şeyh Şibli Bağdadi, 3- Abdurrahman Medeni, 4- Abdüsselâm bin Mesiş Mağribi, 5- Ebû Hasan Ali eş-Şâzeli el-Mağribi bin Abdillah bin Abdi’l-Cebbâr.

Tarikatin Piri, Ebû’l-Hasan el-Mağribi eş-Şâzeli, asıl ismi, Ali bin Abdillah, künyesi Ebû’l-Hasan’dır. 553 (1158) tarihinde Afrika’da Septe civarında kâin Gammâre bölgesi köylerinden birinde doğmuştur. Seyahate çıkarak memleketler dolaşmış, zamanın meşâyihin ile görüşmüştür. Nihayet İskenderiye’ye gelerek oraya yerleşmiştir. 654 (1256) tarihinde ölmüştür.

Şâzeliye tarikatinin şûbeleri: Desûkiyye, Ahmediyye, Vefâiyye, Ruzûkiyye, Hanefiyye, Cezûliyye, İseviyye, Nâsıriyye, İlmiyye,Mustariyye, Afifiyye.

IX- MEVLEVİYYE TARİKATI: 1-Cüneyd Bağdadi, 2-Şeyh Ebû’ş-Şıbli, 3-Şeyh Muhammed Züccâc, 4-Ebûbekr en-Nessac, 5- Ahmed Gazzâli, 6-Şeyh Ahmed el-Hâtibi, 7- Bahâuddin Veled 8- Burhanüddin et-Tirmizi, 9- Cel3alüddin Rûmi,

Tarikatin Piri, Mevlana Celaleddin Rûmi, 604 (1217) tarihinde Belh şehrinde doğmuş ve 672 (1273)’de Konyâ’da ölmüştür. Babası Bahâuddin Veled bin Huseyn bin Hatıbi, “Sultanü’l-Ulemâ” unvânını hâiz bir kimse idi, Belh’lidir. X- BEDEVİYYE TARİKATI: 1-Ma’rûf Kerhi, 2-Şihâbüddin Ahmed Tebrizi, 3-Şemsüddin Muhammed bin Yûsuf Mağribi, 4-Abdü’l-Kuddûsi el-Mağrib,5- Ebû Tâlib Abdürrezzâk Endülisi, 6-Nureddin Hâmid, 7- Abdülmecid el-Mağribi, 8-Zenüddin Abdü’l-Celil İbni Abdirrahman, 9- Bedrüddin Seyyid Şerif Hasan Mağribi, 10- Eş-Şeyh Ebû’l-Abbas Seyyid Ahmed el-Bedevi.

Tarikatin Piri, Ebû’l-Abbas Ahmed bin Ali el-Bedevi 596 (1200) tarihinde Fas şehrinde doğdu, Ahmed’in birçok lakâbı vardı, ona Afrika bedevileri tarzında lisam (yüzü örten peçe) taşıdığından dolayı << el-Bedevi >> deniliyordu.Mekke’ye seyahat etmiş, 633 tarihinde Irak ve Şam’a gitmiş ondan sonra Mısır’ın Tanta kasabasına yerleşmiştir. Bu sûretle Bedevi, Tantavi, nisbetiylede şöhret bulmuştur.Bâzan uzun bir sükûta dalar, bâzan devamlı sayhalar koparmak sûretiyle gösteri yapardı. 675 (1276)’da Tanta’da ölmüştür.

Bedeviyye tarikatinin şûbeleri: Şenavviyye, Metbûliyye, Halebiyye, Beyûmiyye, Merzûkiyye, Sutûhiyye, Ulvâniyye. XI- DESÛKİYYE TARİKATI: Desûkiyye tarikati, kendi başına merkez tarikat olmayıp, Şâzeliyye tarikatinin bir şûbesidir. Seyyid İbrahim Burhaneddin Desûki, kutup payesinde olup, Desûkiyye (Düssükiyye) tarikatinin piridir.

Aşağı Mısır’da Desek (Düsük) kasabasında 636 (1238) tarihinde doğmuştur. 692 (1294) tarihinde ölmüştür. Desûkinin oğlu olmadığı için tarikatini kendisinden sonra kardeşi es-Seyyid Ebû’l-Umrân Şerafüddin Mûsa yapmıştır.

Desûkiyye tarikatinin şubeleri: Şernûbiyye ve Âşuriyye. XII- SA’DİYYE TARİKATI: 1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Kâtib Mısri, 4- Ebû Osman Mağribi, 5- Ebû Kasım Ahmed Kürkâni, 6- Ebûbekr Nessâc Muhammed Tûsi Ali bin Abdillah, 7- İbrahim Ebû’l - Bakâ, 8- Ebû’l - Berekât Bağdadi, 9- Ebû Said Endülisi, 10- Ebû Medyen Mağribi, 11- Abdullah Şeybâni, 12- Yûnus bin Şeybâni, 13- Sa’düddin Cebbâvi eş-Şeybâni. Tarikatin Piri, Muhammed Sa’düddin’dir. Künysi Ebû’l-Fütûh’tur. 593 (1197) tarihinde Havran’da dünyaya gelmiş, Kudüs yakınlarındaki Cebbâ’ya yerleşmiştir.

Sa’diyye tarikatinin şûbeleri: Tağlebiyye, Vefaniyye, Âciziyye, Selâmiyye dir. XII- NAKŞİBENDİYYE TARİKATI: 1- Cüneyd Bağdadi, 2- Ebû Ali Rudbâri, 3- Ebû Ali Kâtib, 4- Ebû Osman Mağribi, 5- Şeyh Ebû’l Kasım, 6- Ebû Ali Fârmedi, 7- Hoca Yûsuf Hemedâni, 8- Abdü’l-Hâlik Gücdüvani, 9- Hoca Ârif Rivigiri, 10- Hoca Mahmud İncir Fağnevi, 11- Hoca Ali Râmiteni (Hazret-i Azizân), 12- Hoca Muhammed Baba Simâsi, 13- Seyyid Emir Külâl, 14- Hoca Bahâüddin Nakşibend.

Tarikatin Piri; Bahâüddin bin Muhammed el-Buhari, 718 (1318) tarihinde Buhara civârında << Kasr-ı Ârifan >> isimli köyde doğmuştur. 791 (1389) tarihinde ölmüş, doğduğu yer olan Kasr-ı Arifan’a defnolunmuştur.

Nakşibend iye tarikatinin şûbeleri: Ahrâriyye, Nâciyye, Kâsaniyye, Muradiyye, Mazhariyye, Melâmiyye-i Nûriyye, Câmiyye, Müceddidiyye, Hâlidiyye’dir. XIV- HALVETİYYE TARİKATI: 1- Cüneyd Bağdadi, 2- Mimşâd Dineveri, 3- Ebû Abdillah Muhammed Dineveri, 4- Vecihüddin el-Kâdi, 5- Ebû’n-Necib Zıyâüddin Abd’l-Kâhir es-Sühreverdi, 6- Ebû Reşid Kutbuddin el-Ebheri, 7- Rüknüddin Muhammed el-Buhâri, 8- Şihâbuddin Muhammed et-Tebrizi, 9- Cemâlüddin Şirâzi, 10- İbrahim Zâhid Gilâni, 11- Sadüddin Fergani, 12- Kerimüddin Âhi Muhammed bin Nûri, 13- Ebû Abdillah Sirâcüddin Ömer bin Ekmelüddin el- Gilâni el-Halveti.

Tarikatin Piri: Şeyh Ebû Abdillah Sirâcüddin, Lahcan’da doğmuştur ve orada büyüyerek Harezm’de bulunan amcası Âhi Muhammed bin Nûri’l-Halveti yanına gitmiştir. Amcasının 717 (1317)’de ölümü üzerine Halvetiyye tarikatinin piri olmuştur. 750(1349) veya 800 (1397-98) tarihinde Herât’ta ölmüştür. (Ölüm tarihinde belirsizlik vardır.)

Halvetiyye tarikatinin şûbeleri: Rûşeniyye, Gülşeniyye, Merdaşiyye, Sünbüliyye, Şa’baniyye, Şemsiyye, Ahmediyye, Cemâliyye, Bahşiyye, Uşşâkiyye, Asâliyye. XV- BAYRAMİYYE TARİKATI: 1- Cüneyd Bağdadi, 2- Mimşâd ed-Dineveri, 3- Ahmed ed- Dineveri, 4- Muhammed Bekri, 5- Kâdi Vecihüddin, 6- Ebû İshak el- Kazrûti, 7- Ömer el-Bekri, 8- Abdü’l-Kâhir es-Sühreverdi, 9- Kudbuddin el-Ebheri, 10- Rüknüddin en-Nuhâs, 11- Şihâbüddin et-Tebrizi, İbrahim Zahid el-Gilâni, 13- Mustafa Safiyyüddin, 14- Sadrüddin el-Erdebli, 15- Ali el-Erdebli, 16- İbrahim el-Erdebli, 17- Hamidüddin Aksarâyi, 18- Hacı Bayram Veli Ankaravi.

Tarikatin Piri; Hacı Bayram Veli’nin asıl adı Nûman’dır, Şeyhi Hâmid Aksarâyi tarafından kendisine Bayram ismi verilmiştir. Hacı Bayram Veli Ankara’ya yakın Çubuk suyu kenarında bir köyde 753 (1352) senesinde dünyaya gelmiştir. 833 (1340) tarihinde Ankara’da ölmüştür.

Bayramiyye tarikatinin şubeleri: Şemsiye-i Bayramiyye, Melâmiyye-i Bayramiyye, Celvetiyye... meşhurlarıdır.

XVI- EŞREFİYYE TARİKATI: Tarikatin piri; Eşref Rûmi’nin ismi Abdullah’dır. Kâdiri tarikatinin << Eşrefiyye >> şûbesinin kurucusudur. 754 (1353) yılında doğmuştur. Eşrefoğlu Rûmi diye bilinir.

Eşref Rûmi, ilk olarak kayınpederi Hacı Bayram Veliye intisap etmiş ve kendisine Hacı Bayram tarafından icâzet verilmiş ve İznik şehrine halife nasbedilmiştir. Sonraları Hama’da bulunan Abdulkâdir Gilâni evladından Hüseyin el-Hamevi’ye intisap etmiş. Şeyh Hüseyin kısa zamanda ona hilâfet vererek Kâdiriye tarikatinin Anadolu’da neşrine memur etmiştir.

Eşref Rûmi, 874 (1469) yılında İznik’de ölmüştür. XVII - MÜCEDDİDİYE TARİKATI : 1- Hoca Bahâüddin Nakşibend, 2- Mevlana Yâkub Çerhi, 3- Hoca Ubeydullah Taşkend, 4- Kadı Muhammed Zâhid, 5- Muhammed Parsa, 6- Muhammed Derviş, 7- Muhammed Hâcegi-i Semerkandi, 8- Şeyh Muhammed Bâki Billâh, 9- İmam Rabbâni,

Tarikatin Piri, İmam Rabbani Ahmed el-Faruki es-Serhendi, 971 (1563) tarihinde Sirhend’de dünyaya gelmiştir.

Yirmi sekiz yaşlarında Hoca Bâki Billah’dan Nakşibendiye’nin usûl ve âdabını öğrenerek ona intisap etmiştir. 1034 (1624) tarihinde ölmüştür. XVIII - CELVETİYYE TARİKATI : 1- Hacı Bayram Veli, 2- Hızır Dede Bursevi, 3- Mehmed Muhyiddin Üftâde, 4- Aziz Mahmud Hüdâi, 5- Şeyh Amed Efendi, 6- Şeyh Abdullah Efendi, 7- Osman Efendi Atpazâri, 8- İsmail Hakkı Bursevi.

Tarikatin Piri, İsmâil Hakkı Bursevi, 1063 (1652) de Aydosta doğdu, 1137 (1728) de Bursa’da öldü.

(Tarikat Silsileleri zincirine ait bilgi, Mahir İz, Tasavvuf, Kitabevi - 1990 baskısı, Sayfa 184-218. ) Yukarıdaki örneklerle meşhur tarikatlerin silsile zincirlerinden örnekler yazarak pirleri konusunda kısaca bilgi vermeye çalıştım, Ayrıca bu örneklerde tarikat şubelerine de ismen yer verdim. Bundan amacım, tarikatların nasıl teşkilatlandıklarını göstermektir. Dikkat edildiğinde bunların bir birleriyle bir ağ şeklinde irtibatlı oldukları açıkça görülmektedir. Örneğin, tarikatların bazısının ana şubelerinde Cüneyd Bağda’di müşterek pir olarak kabul edilmekte, onunla ve onun gibi şahıslarla tarikatlar kendi aralarında bağlanmış olmaktadırlar. Böylece bir birleriyle bağlanmış olan tarikatların hepsi bir sofu ekolü meydana getirmekte ve tek bir tarikat şeklinde çalışmaktadırlar, zincirde yer alan şeyhler organize işlerini yürüten baş şeyhler olup, bunlara bağlı çeşitli beldelerde görevlendirilmiş mahalli şeyhler vardır.

Bu tarikatlarda Şeyh veya başka bir ifadeyle Sofu olabilmek için icazet verme yetkisine sahip bir sofu tarafından verilen icazeti almalarına ihtiyaç vardır. Zira teşkilatlarında hiç kimse kabul görmeden ve görmüş olduğu kabul bir icazetle belgelenmeden şeyhlik iddia edemez. Şeyh olabilmenin yolu çok namaz kılmakla veya diğer İslami görevleri yerine getirmekle veya çok bilgi sahibi olmakla ilgili değildir. Bir kimse, bütün ömrünü ibadetle geçirse veya dünyanın bütün bilgisine sahip olsa, bütün bu bildikleri ve yaptıkları şeyh olması için sebep teşkil etmez, fakat hiçbir şey bilmezse, hiçbir ibadet yapmazsa, bu tarikatların herhangi birinden icazet alması şeyh olması için yeterlidir. Onun için bazı kimselerin şeyhleri Müslüman muttakiler olarak görmeleri çok yanlıştır.

Ayrıca sofuların yaşamları incelendiğinde bir birleriyle çok sıkı muhabere kurduklarını görmek mümkündür, eski asırlarda bile birbirlerinden çok uzak mesafelerdeki sofuların bir birlerinden haberleri vardı. Örneğin: Endülüs ile Konya arasında ki mesafenin uzaklığı bir birleriyle irtibat kurmalarına mani değildir. Ben Hakkım yani ben Allah’ım diyen Hallacı Mansuru kendilerine bayrak olarak seçmeleri de rast gele bir olay olmayıp, planlı ve amaçlı bir olaydır ve halen yaygın şekilde yürütülmektedir.

Tasavvufi teşkilat içerisinde mevcut olan bütün sofiler, teşkilat tarafından aynı derecede görülmeyip, bunlara çeşitli yetki ve unvanlar verilmiştir, öyle ki; bazısı yalnız şeyh’tir, başkasına şeyh’lik icazeti verme yetkisi yoktur, diğer bir ifadeyle başkasını şeyliğe tayin edemez, bazısı ise hem şeyh’tir hem de başkalarını şeyhliğe tayin etme yetkisi vardır.

Tasavvuf teşkilatı tarafından şeyh’lere verilen yetki ve ünvanları şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- KUTB-AL- AKTÂB (Gavs): Kut-al Aktab unvanı verilen sofu, tasavvufta en üst dereceye gelmiş demektir. Kutb-al - Aktab’ın manası, kutublar kutubu demektir. Bu unvana sahip olan şahıs hakkında ki telakkileri, kutub kelime manası olarak değirmen taşının ortasındaki mildir, Değirmen taşı nasıl milin çevresinde dönüyorsa, iddialarına göre âlem de kutup olarak kabul ettikleri şahısların çevresinde döner yani kutup âlemin düzenini yönlendirir görüşündedirler. Ve derler ki, “ O, yani kutub içinden gelenlere uyar, âlem de ona. Bundan dolayı o kişiye mutlak olarak kutup denir.” Böylece kainatı yönettiğini söylerler. Kendisinden yardım istendiği zaman ki, “bu isteme, istiane şeklinde olan ve Allah’tan başkasından istenmesi İslam’da yasak ve şirk olan yardım isteme şeklidir.” yardım isteyenin, isteğini yerine getirdiğine inanmalarından dolayı ona “Gavs” da derler. Ve yine onlara göre bu şahıs “Hakikat-i Muhammedi’ye vârisidir. Gerçekte zamanın Muhammed’i, devrinin peygamberi odur. Muhammed dininin hakıykatı, ancak ona malûmdur. Fakat peygamberim demez.

Böyle olmakla beraber nebi (haber veren, peygamber) sözünden (kendilerince) daha üstün olan “veli” adıyla anarlar.” Böylece Kutb-al - Aktab’ları, kendilerince peygamberlerden üstün olmuş olur. Allah, velisi “Allah dostu” demektir. Allah dostu olmayan peygamber veya nebi var mı idi ki, Kutb-al - Aktab’larına veli unvanını vermekle Kutb-al - Aktab’ları peygamberlerden üstün olmuş olsun? Fakat bu gibi ifadeler sofuluk yani sofistlik mesleğine uygun olan ifadelerdir. Ve onlar için kolayca yapılabilecek samimiyetsiz iddialardır. Zira onlardan olup ta, Allah olduğunu söylemeyen, Allah’lık iddia etmeyen tek bir kimse yoktur, zira

onlar öğretilerine “Vahdeti Vücût” söylevini esas almışlardır. Allah olduğunu söyleyen bir kimse için, peygamberlerden üstünüm demesi sıradan basit bir olaydır. Kut-al - Aktab’’a “İnsanı Kamil” de derler, bunun da manası “Samet” yani noksanlıklardan beri olmak demektir, bu ise Allah’ın vasfıdır. Kut-al - Aktab’lık unvanıyla ilgili olarak, Abdü’l - Kadir Gilâni’nin söylevlerinden bazı örnekler: “Sair kutuplara dedim ki: - Derlenin gelin... Çünkü benim erlerimsiniz âlemime girin... Ve benim askerlerimsiniz gayret edin için.. . . . Bana kavmin sakisi yetinceye dek doldurdu; Ben sarhoş olunca, size kalan artığım oldu.. . . . Yücelik ve ittisal benim, siz eremediniz; Ne var ki; yücedir; hepten sizin de makamınız; Ama makamım devamlı yüce, siz alttasınız.. . . . Cümle Hak erlerinin boynunda durur ayağım... O yaptı, toptan kutuplar üzerine sultanım; Her hal ü kârdan emrim geçerlidir, hükümranım... . . . Hakkın beldelerine baktım ve gördüm ki hepten; Hükmüme bağlanmakta hiç farkı yok bir zerreden.” (Abdulkâdir Geylani, Fütûh’ül-Gayb, Bahar Yayınları 1983 sayfa 213-214, Kaside-i Hamriyeden, çeviren, Abdulkâdir Akçiçek.)

2- RİCÂL-AL - GAYB (Gayb erenleri) : Tasavvufçuların telakkilerine göre “Mertebe bakımından, Kutuplar çoktur. Hatta her işin, her ülkenin her yerin bir kutbu vardır. Fakat asıl kutub, Fakat asıl kutub, kutubların kutbu dedikleri (Kut-al - Aktab) dır. İşte bundan derece olarak aşağı aşağıda iki kişi vardır. Bunlardan birine “sağ yanda ki imam” (İmam-ı yemin”, öbürüne “sol yanda ki imam” (İmam-ı yasâr). İkisine birden “iki imam” (İmameye) derler. Sağdaki kutbun hükümlerine, soldaki, hakıykatına mazhardır ve kutup ölünce yerine o geçer. Kutupla iki imama “üçler” adını vermişlerdir. Bunlardan sonra, telakkilerine göre yeryüzünün dört yanını idare eden ve “dört direk” (Evtâd-ı erbaa) denen erler, onlardan sonra yedi, yahut kırk tane eren gelir. Bunlara “yediler” ve “kırklar” derler.

Bunların içinde kadınlarda bulunabilir ve iddialarına göre, maddelerini mânaya, nefislerini rûha, izâfi ve mevhum varlıklarını mutlak ve gerçek varlığa (Allah’a) tebdil ettiklerinden “abdâl” diye de anılırlar. Bunlardan sonra üç yüz veli gelir. Kutub (Kut-al - Aktab) ölünce her dereceye aşağı derecelerden biri yükselmekte ve son velilerden eksilenin yerine de halktan birini yüceltmek suretiyle bu erenlerin sayıları tamamlanır. İddialarına göre, Allah kâinatı bunlarla idare eder. Bunlara, herkesçe bilinmediklerinden “gayb erenleri” gaip erenler” (ricâl-al gayb) denir.” (Bu tespitlerle ilgili olarak bak, Abdulbaki Gölpınarlı’nın Mevlana Celâleddin isimli kitabının sayfa 159-161den alıntılar yapılmıştır. İnkılâb Kitabevi 1985 baskısı.)

Dikkat edilirse bu teşkilatlanmada görev alanlar, yaşayanlardan müteşekkildirler ve kimlikleri halktan gizlidir. Yani kim oldukları muridlere bildirilmez, sadece kadroda yer alan sofularca bilinmesine özen göstermeye çalıştıklarından, bir sır olarak muhafaza ederler. Tasavvuf kitapları okunduğunda “Şeyh”ler den bahs edildiğinde ismin sonunda kısaltılmış olarak K.S. İfadesi bulunur. Bunu manası “Allah o şahsı sırrını takdis eylesin” şeklindedir. Sırdan kastları da, (benim anlayışıma göre) bu gizledikleri teşkilatlarındaki şahısların kimlikleridir.

Tasavvufçuların bu gibi İddialarının Kur’an’la hiçbir uygunluğu olmadığı gibi, Kutup, Gavs, Yediler, Kırklar, Evtâd gibi kavramlar Kur’an’da yer almaz. Bunlar, tasavvufçuların teşkilatlanmak için uydurdukları ve bunlara atfettikleri özellik iddialarıyla, kendilerine mürit yani tabi kazanmaya çalıştıkları hayali kavramlardır.

Sofular kazandıklarını iddia ettikleri, Gavs, Kutup, Evtâd v.s. Makamları müritlerinin gözünde meşru göstermek ve bu makamları vaat etmek amacıyla bir takım hayali merasimler ve yöntemler icat etmişlerdir. Böylece hem iddia ettikleri makamları, müritleri nezdinde meşrulaşmış olacak, hem de kendilerinin rehberliğini şart koşmak suretiyle müritlerini kendilerine bağlamış olmakla beraber, hiçbir zaman erişemeyecekleri hayallerin peşine koşturmuş olacaklardır. Bu yöntemlerinin en tipik olanı “Sulûk” iddiasıdır; sulûk’u anlatınca esrarengiz hale getirmek için mümkün mertebe zorlaştırıcı ifadeler kullanarak anlatırlar. Sulûk iddialarını basit ve kolay anlaşılabilecek şekilde, şöylece izah etmek mümkündür.

Sofulara göre, kainat ve Allah bir bütündür, buna “Vahdet-i Vücût” demektedirler. “Vahdet” bir demektir. “Vahdet-i Vücût” tek bir Vücûd manasında olmak üzere, Allah ve kainat için kullanmaktadırlar. Böylece onların ifadelerine göre kainat Allah, Allah’ta kainat olmuş olmaktadır. Ancak, nasıl ki bir insan vücûdunda baş ayaktan daha mühimse, arada önem farkı varsa, “Vahdet-i Vücût” iddiasında önemlilik yönünden, zirve ve alt farklılığı vardır. İşte “sulûk” bu hayali zirveye tırmanma olayı iddiasıdır. Güya sofu veya başka bir ifadeyle şeyh evvelce bu zirveye tırmanmış, bir takım makamlar elde etmiş ve “İnsan-ı Kamil” yani, her bakımdan bütün noksanlıklardan uzak bir insan haline gelmiştir yani “Subhan” olmuştur yalnız dikkat çekmemek için Subhan kelimesini kullanmaz onun yerine İnsan-i amil ifadesini kullanır. Yolu kat ettiğinden de, yolun usta bir rehberi konumundadır. İddia ettiği bu özellikleriyle, müridine gel sana zirveye doğru rehberlik edeyim bensiz bu yolu asla bulamazsın, zira bu yolda şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır der. Böylece müridini korkutmak suretiyle inandırmaya ve kendisine bağlamaya çalışır. Ayrıca, Sulûk’un dereceleri olduğunu söylemeyi de ihmal etmez, Şöyle ki:

Sofiler manevi olgunluğu bir daire farz ederler, bu dairenin başlangıcı “Mutlak Varlıktır” yani vücuda baş nasılsa burası da zirve olarak öyledir, tam karşılığı olan yarım dairenin bitim noktası bulunan yer de, sulûk’tan önce insanın bulunduğu duraktır. Fakat insan bu durağa zirveden inmek suretiyle gelmiştir buna iniş yarım dairesi (iniş kavsi) derler. İşte sulûk tekrar zirveye çıkmak için diğer yarım dairede yapılan yolculuk iddiasıdır. Bununda üç durağı bulunduğunu söylerler, şöyle ki:

“Birinci durak: Bu durakta salik bütün işlerin Tanrı işi olduğunu bilir, görür ve bu bilgiyle, bu görüşle tahakkuk eder. Artık ona göre hayır-şer, iyi-kötü yoktur.

Çünkü bütün bunlar, nispi ve izafidir. Ortada, meydana gelen iş vardır. Bu iş, diğer bir işle karşılaştırılınca bu vasıflardan birini kazanır. Yahut birisine göre hayır olan, bir başkasına göre şerdir... Bütün bu işlerin hepsini işleyen Tanrı’dır. Bu ilk durağa “işleri belirlemek” (Tevhid-i Ef’âl)” derler.

“İkinci durak: Bu durakta ise “meydana gelen bütün işlerin, Tanrı tarafından sıfatları yoluyla meydana geldiğini, önceki durakta görmüş olan salik”, bütün sıfatların, Tanrı’nın aslında bir tek sıfatı olduğunu görmüş veya bilmiş olur derler, buna da “sıfatları birlemek”. Tevhidi sıfat derler.

“Üçüncü durak: Bu durakta salik, sıfatların, zâtın yani Allah’ın aynı olduğunu görmesi ile her şeyin, Allah’ın zuhurundan yani açığa çıkmasından ibaret olduğunu, dolayısıyla, Tüm kainatın Allah ve Allah’ın tüm kainat olduğunu, arada bir fark bulunmadığını bilir” derler.Bu durağa da “Zât’ı birlemek” “Tevhid-i Zât” adını verirler.

Bu üç durak, yokluk (Fenâ) duraklarıdır, üçüncü durağa varan sofunun tüm kayıtlardan kurtulduğunu, dolayısıyla onun için. Artık, Kul, Tanrı, Yaratış, ibadet eden, ibadet edilen ve ibadet gibi yükümlülükleri olmadığını söylerler.

Üçüncü durağa vardığını iddia ettikleri salikin olgunlaşması için bu durakta kalmayıp, sofuluk yapması için tekrar başlama noktasına geri dönmesi gerektiğini, zira zirvede kalıp dönmemesi halinde kimseye faydası olmayacağını söylerler. Ancak bir şartla ki, kendilerince tamamıyla olgunlaşan ârif (sofu), ilk zamanki gibi kâinatla Tanrı’yı ayrı görmemelidir, derler.

Sulûkla ilgili iddialarına “Devir Nazariyesi” de demektedirler. Bu nazariye ile iddia etmek istedikleri esas amaç tüm yaratıkların, dolayısıyla insanın da Allah’ın bir parçası ve kainatta her ne varsa Allah’tan ibaret olduğu iddiasıdır. (Bu tespitlerle ilgili olarak bak, Abdulbaki Gölpınarlı’nın Mevlana Celâleddin isimli kitabının sayfa 162-163 den alıntılar yapılmıştır. İnkılâb Kitabevi 1985 baskısı.)

Sulûk veya Seyr’ü Sulûk dedikleri bu iddialarını, bazıları dört safhaya da ayırmaktadır, Şöyle ki:

1- Seyr-i İlallah: Allah’a yolculuk (zirveye doğru harekete geçme) Buna “fenâ fillah” Allah’ta yok olma da derler ve derler ki, burada kul, kendi sininde Allah olduğunu anlar.

2- Seyr’i Fillah: Allah’ta gezinme, burası içinde, kula Allah ilminin (Ledün İlmi) tamamen açıldığını söylerler.

3- Seyr-i Maallah: Allah’la birlikte gezinme, burası içinde ikilik aybının ortadan kalktığı, Allah’la kulun denk olduğu makam derler.

4- Seyr-i Anillah: Allah’tan (zirveden) ayrılıp tekrar başlama noktasına dönme, halkla irtibatlaşma.

(Bu konuda bak, İslam Tasavvuf Tarihi, Mehmed Ali Ayni, Akabe Yayınları 1985, sadeleştiren H.R. Yananlı sayfa 104-107.)

Ayrıca, tasavvufçuların, Rabıta, Nefes gibi iddiaları, Taç, hırka, sarık gibi zaman zaman özel kıyafetleri vardır. Rabıta müridin kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını zihninde canlandırması demektir. (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, Ekin yayınları 1996, Ferid Aydın Sayfa 13.) ; Nefes ise : Şeyhlerin soluklarıyla oluşturduklarını iddia ettikleri feyizdir. Bu ve bu gibi iddia ve merasimler, müridleri kendilerine bağlamak onları meşgul etmek için sofuların uydurdukları oyun türünden şeyler olup, İslam diniyle hiçbir ilgisi olmayan aynı zamanda boş hayalvari şeylerdir. Örneğin: Kudüm çalıp sema yapmanın veya tef çalıp bir takım hareketler yapmanın hiçbir islâmi esası iddia edilemez. Kaldı ki bu gibi şeyler, sofuların, her şey Allah’tır deyip İlâh’lık iddia etmelerinin ve iyi ile kötü diye bir şey yoktur, ikisi de aynıdır demeleri yanında sıradan iddia ve olaylardır.

Bütün tasavvufun kökü de, temeli de, her şeyiyle “Vahdet-i Vücûd” dedikleri her şey Allah’tır iddiası ile, iyi ve kötü diye bir şey yoktur, ikisi de birdir zihniyeti üzerine kurulmuştur. Bu hususlarla ilgili sözleri, kendilerinin sıkıştıklarında veya bazılarının onları savunmak için söyledikleri gibi, bir dil sürçmesinden veya sarhoşluk halinde söyledikleri sözler değildir, hiç kimse hata olarak söylediklerini oturup öğreti şeklinde kitaplara yazmaz, fakat onlar bunu yapmışlardır ve bu onların hayat görüşüdür. Bunun böyle olduğuyla ilgili olarak, kitaplardan somut örnekler vermeden önce, şunu belirtmeliyim ki, Kuran’ın, öğrettiği İslam öğretisi, bunların bu iddialarının tam tersidir. Şöyle ki, Kuran’dan mealen: - Muhakkak ben, (evet) ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur. (Yalnız) bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl. 20/14 - Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: “Benden başka ilâh yoktur, bana ibadet edin!” diye vahyetmiş olmayalım. 21/25 - Yoksa Allah’tan başka veliler mi edindiler? Halbuki asıl veli (dost) Allah’tır. O, ölüleri diriltir; O, her şeye kadirdir. 42/9

- Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a aittir. İşte Rabb’im Allah budur. O’na dayandım, O’na yöneldim. 42/10 - Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Size kendinizden çiftler, hayvanlardan çiftler yaratmıştır. Bu (düzen içi)nde sizi üretiyor. Zâtına benzer hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir. 42/11 - Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilâh olmadığına adâletle şâhitlik ettiler. (O). Azizdir, hakimdir. 3/18 - De ki : O Allah birdir. 112/1 - Allah Sameddir (her şeyden müstağni, her şey O’na muhtaçtır). 112/2 -Doğurmamıştır; doğmamıştır. 112/3 - Hiç kimse (ve hiçbir şey) O’na denk değildir. 112/4 - Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81 - Bir şeyin olmasını istediği zaman, O’nun işi ona “ol” demekten ibarettir; o da hemen olur. 36/82 - (Böyle iken tuttular, Allah’ın) kullarından kendisine bir parça (cüz) tasarladılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür. 43/15 Ve bu şekilde, Kuran’dan daha birçok örnekler verilebilir. Görüldüğü gibi, Allah’tan başka, ilâh yoktur. Kainat, Allah tarafından yoktan var edilmiştir ve Allah isterse yoktan bu kainata benzer sonsuz kainatlar yaratabilir. Yaratması da kendisinden bir parça şeklinde olmadığı gibi, bir emirden, yani “Ol” emrinden ibarettir, istediği şey hemen olur. Hal bu ki, Vahdet-i Vücûtçuların iddia ettikleri, Allah ve kainat bütünlüğü sabit olup, artma kabul etmez. Fakat, Kuran öğretisine göre, Allah ve Kainat ayrı, ayrı olup, kainattaki hiçbir şey Allah’a benzemediği gibi, kainattaki hiçbir şey ilâh’lıktan bir paya sahip değildir. Ayrıca sabit olmayıp, Allah onu çoğalta bilir ve mislini yaratabilir, zira Allah, her şeye gücü yetendir. Allah’a “cüz” yani kainattan parça yakıştıranlar. Kuran’daki Allah’ı tevhid öğretisini reddetmiş kimselerdirler.

İyi ve kötü diye bir şey olmadığını, ikisinin aynı şey olduğu yolundaki iddialarının da, Kuran’ın İslâm öğretisiyle bağdaşır bir yanı olmadığı gibi, bu iddiaları Kuran’a ters düşen iddialardır. Bu konuda Kuran’dan mealen: - De ki : Pis ve kötü ile temiz ve iyi bir değildir; pis ve kötünün çokluğu (neden bu kadar çok diye) tuhafına gitse de (bu böyledir). Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah’tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz. 5/100 - Körle gören bir olmaz. İnanan ve iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! 40/58 Evet, görüldüğü gibi hiçbir zaman iyi ile kötü, temiz ile ile pis bir olmaz.bu

konuda Kuran’dan başka örnekler vermek mümkündür. İyi ve Kütünün bir olduğu yolunda ki iddiaları, İslâm dinine mal etmeye çalışmak Kuran öğretisine açıktan açığa yapılmış bir saldırıdır. Böyle bir iddianın İslâm dininde asla yeri yoktur. Ayrıca, Kuran öğretisine göre gerçek olarak hakikatler mevcuttur, hakikatler kişilerin kanaatlerine göre değişmezler, kişilerce hakikatlere aykırı olarak ileri sürülen inanç ve kanaatler, gerçeklerden sapmak suretiyle, hakikatlerin inkar edilmesidir. Böyle bir davranış hakikatlerin olmadığı manasını ifade etmez, sadece iddia edenlerin fikirsel sapıklığını gösterir. Bundan dolayı, sofistlerin en önde gelen önderlerinden Protagoras’ın, “Hakikatlerin ölçüsü kişidir, hakikatler kişilere göre değişir” sözünü ve bunu temel hareket noktası kabul eden “Sofist” lerin iddiaların, Kuran ölçüsüne göre kabul etmek mümkün değildir. Bu konuda, Kuran’dan mealen: - Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağût’u inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir. 2/256 Görüldüğü gibi, iyilik ve kötülük bir birinden ayrı şeylerdir. Allah’ın iyidir dediği hep iyidir, kötüdür dediği hep kötüdür. Zira, Allah’ın sünnetinde değişme olmaz. Bu konuda Kuran’dan mealen : - Allah’ın, öteden beri süregelen sünnetidir bu: Allah’ın sünnetinde bir değişme bulamazsın. 48/23 Ve, Allah’ın dediği muhakkak ki doğrudur. Bu konuda Kuran’dan mealen: - Gerçek, Rabb’inden gelendir, sakın şüphelenenlerden olma. 2/147

SOFİSTLERİN KURAN’A VE ÖZELLİKLE ALLAH’IN BİRLİĞİNE KARŞI YAPTIKLARI FAALİYETLER: Kuran’ın, Allah’ın birliği yani tevhidi öğretisine göre, Allah ve Kainat bir birlerinden ayrıdırlar, tamamıyla yaratık olan kainatta, hiçbir şekilde ve hiçbir şeyde İlâh’lıktan bir pay yoktur. Kainattaki her şey, Allah’ın yaratığı ve mülküdür, kainattaki hiçbir şeyin, Allah’ın zatına benzerliği olmadığı gibi, hiçbir şekilde Allah’la birleşmez, Allah’ın zatı da hiçbir şekilde kainatla birleşmemiştir. Tüm kainat hiç yoktan, Allah tarafından sonradan yaratılmıştır. Allah ise, yaratılmadığı gibi, başlangıçsız olarak hep var idi, doğmamış ve doğurmamıştır. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kainattaki her şey ona muhtaçtır. Her şeye gücü yetendir. Hiçbir şeyin gücü ona yetmez. Allah, merhametli olup, kimseye zulmetmez. Rahmetiyle, dünya’da ve ahirette nimetlerle rızıklandırır. Ceza verdikleri ise cezayı hak edenlerdir. Allah, sözünden dönmediği gibi, ancak gerçeği söyler. Kainatı yaratım demesi, gerçeğin ta kendisidir, dolayısıyla kainat bir hayal veya evham olarak mevcut değil, gerçek olarak vardır. Kainatın gerçek olarak var olması, Allah’ın var ve bir olmasına aykırı değildir. Zira, Allah, Allah’tır, kainat bir yaratık olarak kainattır ve mahiyet olarak bir birlerinden tamamen ayrıdırlar.

Kainatta ki herhangi bir şeyde, her ne suretle olursa olsun, İlâh’lık vehmetmek veya İlâh’lıktan pay vermek, Kuran öğretisine göre “Şirk” yani o şeyi Allah’a

ortak koşmadır. Sofistlerin “Vahdet’i Vücûd” nazariyesi şirkin ta kendisidir. Sofistlerin dışında yaygın olarak dünyada, Allah’a şirk koşanlar mevcuttur. Bunların kullandıkları şirk sözleriyle, sofistlerin kullandıkları şirk sözleri çoğu yerde bir birine benzer veya aynıdır. Fakat bunlarla sofistler arasında bazı farklılıklar da mevcuttur. Öyle ki, sofistlerin dışında olup ta şirk koşanlar, bu sözlerini bir inanç olarak ortaya koyarlar ve kendilerine ait bir grup oluştururlar. Sofistler ise, her inancın içerisinde, işlerine geldiği zaman o inancın kural ve kavramlarını işlerine geldiği gibi değiştirir meye çabalayıp, gizli olarak yer alırlar. Zira, sofist bir avcıdır. O, inanmadığı halde insanların önem verdikleri inanç değerlerini kullanmak suretiyle menfaat teminine girişir, çünkü onun inancına göre kesin bir hakikat yoktur. Onun için tek hedef bu dünyada sağlayabileceği azami maddi menfaat ve makam hırsıdır.

“Vahdet-i Vücûd” inancı insan oğlunun iddia ettiği en kapsamlı şirk çeşididir ve kökü çek eskilere dayandığı gibi, bir çok meşhur kimse tarafından da ileri sürülmüştür, sofistlerin bu konudaki sözlerine yer vermeden önce, konunun tarihi seyir içerisindeki gelişimine kısaca değinerek, İslam dinindeki Tevhid inancıyla arasındaki farkı belirtmekte fayda vardır. Zira bu iki inanç tamamen bir birlerine zıttır. Bu bölümde, kendileri “sofist” olmamalarına rağmen, kainatın varlığı ve İlâh konusunda sofistler gibi düşünen, tarihi süreç içindeki meşhur kimselerden örnekler vererek, inançta kim hangi taraftadır hususunun belirtilmesinde konunun anlaşılması açısından gerek vardır. Böylece kısmet olsa üçlü bir durumla karşılaşmış olacağız.

a- Kur’an ayetlerinde konuyla ilgili hususlar.

b- Tarihi süreç içinde ki, meşhur müşriklerin şirk sözleri,

c- Sofuların değer bir ifadeyle şeyhlerin bu konudaki sözleri.

Konuyla ilgili olmak üzere somut belgeler ortaya konacağından, okuyucu kim hangi söze tabidir açıkça görme imkanı elde edecektir. Sofular Kuran’a mı tabiler, yoksa sözleri müşriklerin sözleriyle birebir çakışmakta mıdır, görelim:

Milattan önce 6.yy’da yaşamış olan Parmenides ve Heraklıt’e göre:

İTALYALI PARMENİDES (İ.Ö.540-480): Bu şahsa göre, kainat olarak gördüğümüz her şey bir evham olarak mevcut olup, aslında yoktur. Zannın kendisine tutunduğu asıl olmayan var mahvolursa geriye kalan “varlık mevcuttur” der. Bunun dediği, Kainat yoktur, var olan yalnız Allah’tır diyenlerin sözüne özdeştir. Bu iddiasıyla, gözünün önünde duran kainatın var olma gerçeğini inkar etmiş oldu. Ona şu şekilde sormak gerekir, kainat yoksa, kainatın bir parçası olan kendiside yoktur, o zaman yok olan var olanı nasıl bildi?

Kitaplarda yer alan söylevleri şu şekildedir:

“Parmenidesin özlü felsefi açıklaması “varlık mevcuttur” mealindedir. Bu açıklaması elbette biçimsel bir açıklama gibi kulağa gelmektedir, ama burada bundan daha çoğu demek istenmiştir. Varlık kavramı altında diğer çelişik var

olan, yani nesneler hiçliğin içine gömüldüğünde kalan kastedilmektedir. Zannın kendisine tutunduğu asıl olmayan var olan mahvolursa asıl olan olarak devem eden şey demek istemiştir. Biricik ve birlik gösteren, gerçek realitedir demek istenen.

Şimdi artık Parmenides tek başına gerçeğin içinde olan varlığı belirtmeğe yönelmektedir. O onun belirteçlerini açıklığa kavuşturmaktadır. Ona, sırf tek tek parçalara bölünmüş olan insan dahil değildir, o tersine bir olandır, onun içinde her şey her şeye bağımlıdır. Bunun dışında ona şunlarda dahildir: O karşıtlık ve çatışma tanımaz, bütünlük, bölünmemezlik kendi kendisiyle eşitlik onun özelliklerindendir. Bunun dışında ona o fanilikle ve sürekli hareketle belirgin değildir, tersine hareketsizlik ve edebiyet ona özgüdür.

Elbette bu felsefi nokta-i nazarın büyük çaptaki tek yanlılığı uzun bir sürede kendini idame edemeyecektir. Bir zorlu darbe ile bertaraf edilen ve saf varlık uğruna hiçliğin uçurumuna atılan somut realite yeniden hakkını talep edecektir. Dünya kaybı felsefenin son sözü olamaz. Bu nokta Parmedines’in büyük çağdaşı Heraklitle ortaya çıkmıştır.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 29-30. )

Görüldüğü gibi, Parmenides kainatın varlığını inkar etti, bu sözü sofuların, Allah’tan başka hiçbir şey yoktur sözleriyle çakışır. Parmenides’le aynı zamanlarda Anadolu’da yaşamış olan Ephesos’lu Herekleitos veya kısaca Heraklid. HERAKLİT (i.ö. 540- 480): Bu şahısta, Parmenides’in tam aksine Kainat’la, İlâh’ı bir saydı ve her şey İlâh’tır dedi. Böylece, söylemiş olduğu bu sözle sofuların “Vahdet-i Vücûd” nazariyesi özdeş olmuş olmaktadır. Şöyle demektedir: “Soğuk ısınır, sıcak soğur. Nemli olan kurur, kuru olan nemlenir ve işte derin anlamlı formüllendiriş şudur: Ölümsüz olanlar ölümlüdür, ölümlüler ölümsüzdür; onlar birbirlerinin ölümünü yaşarlar ve birbirlerinin hayatlarını ölürler.

Her şey birdir. Her şeyden bir olmaktadır ve birden her şey oluşmaktadır. Böylece Heraklit sonunda bütün değişmelerin içinde görülür hale gelen bir olan üzerine şunları belirtmektedir: “Değişerek o aynı kalmaktadır. O canlı olarak gelişen (açılan) ve tekrar kendini içine alan birliktir. Bu sıfatla o uçurumlaşan dünyada ki derin realitedir. (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 33-34. )

Kuran öğretisinde, Allah ve Kainat gerçek olarak vardır ve birbirlerinden ayrıdırlar; Allah’ın inkar edilmesi söz konusu olmadığı gibi Kainatın inkar edilmesi de söz konusu değildir. Aksi takdirde, hem Allah’ın varlığıyla ilgili ayetler, hem de Kainatın varlığıyla ilgili ayetler inkar edilmiş olacaktır. Parmenides’in kainatı inkar edip, hiç olarak sayması ile Heraklit’in, har şey Allah’tır deyip kainatı İlâh’laştırması, bugün olduğu gibi, tarih içerisinde birçok kimse tarafından benimsenmiş ve bir inanç olarak sürdürüle gelmiştir. Sofistler bu inancı yaygın olarak kullandıkları gibi, sofist olmayan birçok kimse ki, bunların içinde filozoflarda dahil olmak üzere inançlarına temel yapmışlardır.Hatta, kendilerini İslâm’ın çok büyük alimleri olarak tanıtan Sofular, bu hususları İslâm’ın asıl hakikatleri, hatta Ruh’u olarak insanlara takdim etmişlerdir. Hal bu ki bu kabil inanç ve iddiaların İslâm dininde hiç yeri yoktur.Kuran’a ters düşen şeylerdir. Bu konuda Kuran’dan mealen:

- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81 - Bir şeyin olmasını istediği zaman, O’nun işi ona “ol” demekten ibarettir; o da hemen olur. 36/82 - (Tuttular) cinleri Allah’a ortak yaptılar. Halbuki onları O yaratmıştır. Câhilce O’na oğullar ve kızlar icâd ettiler. Oysa O, onların vakfettiklerinden münezzehtir ve çok yücedir. 6/100 - (O) gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Kendisinin bir eşi yoktur, her şeyi O yaratmıştır ve O, her şeyi bilendir. 6/101 - (Allah), gökleri ve yeri hak ile (yerinde ve gerçek olarak) yarattı (O), onların ortak koştuklarından yücedir. 16/3 - Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları hak ile yarattık, o saat de mutlaka gelecektir! Onun için şimdi sen güzel bir hoşgörü ile muâmele et. 15/85 - (Böyle iken tuttular, Allah’ın) kullarından kendisine bir parça (cüz) tasarladılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür. 43/15 Görüldüğü gibi, Kainat gerçek olarak vardır ve Kainatta İlâh’lık vasfı da yoktur. Aksini iddia edenler, cehenneme girdiklerinde onun ne kadar gerçek olduğunu görerek hiç şüpheleri kalmayacaktır ve cehennem de ki, irin ve zakkum gibi iğrenç şeylerle azap gördüklerinde, cehennemin İlâh’lıktan pay almadığı konusunda da hiç tereddütleri kalmayacaktır. Kuran’dan mealen: - Ardından da cehennem (onu gözetlemektedir. Orada o, ) irin suyundan sulanır! 14/16 - O gün cehennem ateşine (şöyle) kakılırlar : 52/13 - “İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur!” 52/14 - “(Nasıl) bu mu büyü, yoksa siz görmüyorsunuz?” 52/15 Parmenides’le, Heraklit’in çizgisinde söz söyleyip, sofist olmayan bazı meşhur kimselerden kısaca örnekler verecek olursam: ARİSTO (M.Ö. 384-322 ): “Aristo’nun Tanrısı diğer Yunani anlayışlar gibi ezeli olan maddeye şekil kazandıran bir yapıcı (san’i), bir mimardır. V.Aster’in ifadesiyle “Tanrı kendisi gibi ezelden beri hazır olan malzemeye sadece bir form vermiştir.” Böyle bir Tanrının önceden bazı şeyleri tespit ve takdir etmesi de bahis konusu olamayacağı aşikardır.”

“Öte yandan Aristo 55 sabit kürre ve birtakım manevi varlıklar (Les entelligences) kabul ediyor, yıldızlara, gezegenlere ilâhi varlıklar gözüyle bakıyor. Onlara ruh ve canlılık atfediyor. İlâhların ikametgâhları olan göğün ilâhi cisimler olan yıldızlarla dolu olduğunu söylüyor. Bu ilâhi varlıkların ilk muharrik gibi hareketsiz, değişmez ve ebedi olduğunu kabul ediyor; İlk Muharrik’e verdiği bir

takım vasıfları bunlara da izafe ediyor; onları yaratılmamış müstakil varlıklar olarak gösterip adeta ilâhlaştırıyor.”

“Görülüyor ki Aristo Gök varlıkları arasında bir hiyerarşi kurmaya çalışmasına ve “bazen” Tanrı’yı bir olarak kabul etmesine rağmen, (Yunan mitolojisindeki) Tanrıların birden fazla yıldız ve kürelere ilâhi sıfatları yüklemesi ve farklı bir sürü muharrik kabulüyle çok Tanrıcı bir anlayıştan kurtulamamıştır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzâli Metafiziğinin karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Devlet Kitapları 1986 Baskısı Sayfa 111-115 Yazan. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY. )

(Aristo’ya göre ) “Dünyadaki bütün sarf edilen gayretler yetkinleşmeye yöneliktir. Buna göre son hedef en yetkin olan nedir? Aristoteles şöyle cevap veriyor: Tanrılık, demek ki realitenin o ana niteliği gerçekleştirmeye ve yetkinliğe yönelik sürekli itiş ondan doğmakta ve onda temellendirilmektedir. Tabiattan olan her şey, içinde tanrısal olan bir şey taşır.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 75. ) Görüldüğü gibi, Aristo tabiatı İlâh’laştırmaktadır. “Vahdet-i Vücûd” anlayışı. ZENON (Kıbrıs M.Ö. 336-264) : Stoa felsefesinin kurucusudur. Bu felsefeye tabi olanlara Revakiler de denir. Başlıca taraftarları Chyrisppe, Epikte ve Marc-Aurele’dir.

Stoacılığın kurucusu aslen Kıbrıslı olup bir deniz kazasından sora Atina’daki Kiniklere katılan Zenon’dur. Zenon derslerini sütunlu bir yolda verirdi. “Stoacı” terimi Yunanca sütunlu yol anlamına gelen stoa sözcüğünden türemiştir. “Herakleitos (Heraklit) gibi Stoacılar da tüm insanların ortak bir dünya mantığının ya da “logos”un bir parçası olduğunu savunuyorlardı. Her bir insan minyatür bir dünya; “makro kozmos”un “mikro kozmos”, “büyük evrenin küçük evren” olarak yansımasıydı”. (Sofi’nin Dünyası, Pan Yayıncılık 1994 Justein Gaarder, çeviren, Gülay Kutal, sayfa 149).

“Varlık-metafizik-anlayışında Zenon materyalist bir tekçilik geliştirmiştir. Ana-Varlık (ark he) tektir ve maddi niteliktedir; devindiren yönü - aiton - ile evrene düzen kazandıran ussal ilkedir. “Doğa” ya da “Tanrı” da denilebilecek olan ana varlığın özü ateş’tir, Evren bu ana-ateş’in dönümlü olarak yansımasından oluşmuştur ve böyle oluşup gidecektir. Ana-ateş bütün varlıklarda bir “soluk” olarak bulunur. Ama her varlık çeşidinde başka başka varlıklara bölünmüş olarak görünür: İnsan da us, hayvanda can, bitkide yetişme, cisimde güç olarak. Bu temel-varlığın - Tanrının - bütün varlıklarda bulunduğu, kendini gösterdiği anlayışı - panteizm - Stoa felsefesinin başlıca bir özelliğidir.” ( Felsefenin Evrimi, M.E.B. Devlet Kitapları - 1979, Prof. Macit Gökberk, sayfa 19-20. )

Stoiklere göre: “Güçlü ve tanrısal ilke, tüm reel alanda canlı olarak mevcuttur. Tanrı dünyaya müdahale etmiştir. O, onun rûhudur, o dünyanın yaratıcısıdır ve her şeyin babasıdır, hatta denebilir ki, tüm yeryüzü ve bütün gök Tanrının varlığıdır. Tanrı pis sularda, bağırsak solucanlarında ve bütün mücrimlerde bile içkindir; Stoikçe düşünülen tabiatın kendisi tanrısaldır. Kleanthes Tanrıya ilişkin olarak şöyle der: “Biz senin soyundanız”. (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 86-87 ). Zenon ve taraftarlarının “Panteist” yani “Vahdet-i Vücûd” çu oldukları açıktır.

PLOTİN (M.S. 203-270) : “Plotin’e göre “bir” den şu üç varlık sudur eder; a) Akıl ve zekâ (Bu varlık zaman ve mekan üstüdür), b) Ruh (Akıldan sudûr eder, bu da ferdi varlıkların ruhu olmayıp âlemin ruhudur. c) Madde (Bu da ruhdan sudûr eder, madde ve madde âlemi sırf yokluktur. Vasıtasız ve belirsiz bir şeydir.) Piramidin zirvesindeki en yüksek noktaya; “Bir’e tecrübe ve akıl yoluyla değil, mistik bir vecd yoluyla ulaşılır.

Alem, O’ndan (Allah’tan) fışkırır, akar ve ruh tekrar ona dönmeyi arzular.” (Felsefi Doktrinler sözlüğü, Akçağ Yayınları 1987, Prof. Dr. S. Hayri BOLAY sayfa 305 ).

Plotincilere göre, (bunların meşhur adı Yeni Eflâtunculuktur. ) : “Varlığın - her birinin kendine özgü yapısı ve yasası olan - aşamalardan kurulmuş olduğu tasarlanır: En başta salt tinsel nitelikte olan Tanrılık - “Bir” vardır; bunun altında, sırasıyla, Tin, Ruh ve Madde yer alırlar. Bunların hepsi Bir’in - Tanrılığın - türümleridir, ışımalarıdır. Tanrılığın ışıması da kaynaktan uzaklaştıkça sönükleşir ve madde’de tam bir karanlığa varır. Beden yönü ile insan madde’nin bu karanlığına batmıştır. Onun için ruha düşen ödev, ışığın kaynağına doğru yükselmektir. Pek az kimsenin pek az eriştiği “esrime” - vecid - halinde insan Tanrıya kadar yükselip onunla “bir olabilir”. Yeni Platonculuk (Eflâtunculuk) tüm- tanrıcılığın (Vahdet-i Vücûd) un başlıca bir çığırıdır, bütün mistisizmlerin (gizemcilerin) de ana kaynağıdır. ( Felsefenin Evrimi, M.E.B. Devlet Kitapları - 1979, Prof. Macit Gökberk, sayfa 27. )

Plotincilere göre, “Dünya en doğrusu tanrının içinden doğrudan doğruya doğmaktadır ve aynı zamanda onda içkindir. O Bir’in içinden dışarıya akmaktadır, ama bu onun içinde onunla birleşmiş olarak kalmaktadır. Kökünden, kendini ondan ayırmadan ortaya çıkmaktadır. Bir, çoğun içinde aynı zamanda mevcuttur ve keza ondan ayrılmıştır; ama Tanrı bizzat kendi içinde neden kalmıyor? O esas itibariyle ne sebeple dünya halinde gelişme gösteriyor? Besbelli: o bunu felsefe ile uğraşan kişinin dünyayı reel olarak yaşaması için yapmaktadır... Bu Plotin’in Bir’in açılımı fikrinin kökenidir.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 96-97. ) Plotin’de, Vahdet-i Vücûd düşüncesi yanında, Devir Nazariyesi, Seyri Süluk ve Fenafillah düşüncesi de vardır, bunlar Sofuların en çok kullandıkları aldatma yöntemlerinin ana araçlarındandır. MEİSTER ECKHART (tahmini 1260-1327) : Kadınlar arasından Filozof çıkması çok ender bir olaydır. Bunun bir istisnası da bayan “Eckhart’tır”. Meister unvanı Paris'te üstlenmiş olduğu öğretim göreviyle ilgili olarak 1308’de almış olduğu Magister (Felsefe doktoru) payesinden gelmektedir.

“Meister Eckhard, insanın tüm gerçeği öz olarak içinde taşıdığı” iddiasındadır. “Eckhard daima yeni tâbirlerle insanın bu anlatılamaz olan en içini açıklamaya çalışmaktadır. O onu “”rûhun reisi”, “rûhun ışığı”, “akıllılık”, “rûhun içindeki kalecik”, “rûhun kıvılcımcığı” diye adlandırmaktadır, ama bütün bu belirlemeler demek istenileni tam anlamıyla isabetle dile getirememektedir.” Eckhart bu konuda ne düşündüğüyle ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmaktadır.

“Rûhun içinde Tanrı’ya akraba olan bir şey vardır; o içinde tanrısal mizacın tasavvurunu taşımaktadır; evet, hatta denebilir ki Tanrı rûhun dibinde gizlendiğinden, rûhun kendisi tanrısal türdendir.”

“Bu sebeple rûhun dibi onda rûhun kökünde Tanrı’yı tanıyabileceği yerdir. “Rûhun kıvılcımcığı” tanrısal ışığı kavrar, ama bu Tanrı’yı kavramak ancak va ancak uzlet deneyinde mümkün olabilir. Tanrının tâ dibine ulaşmak isteyen kimse, kendi rûhunun dibine ulaşmak zorundadır. Bununla birlikte böyle tam uzlete erişen bir kişi tanrısallığın yakınına varır, hata Tanrıya katıksız bir birleşmeye kavuşur. Tanrı burada dipteki rûhun içine girer.”

“Burada Tanrının dibi benim dibimdir ve benim dibim Tanrının dibidir. Tanrı ve ben ikimiz biriz.”

“Eckhart şöyle diyebilmektedir: Tanrı beni kendi olarak doğurur ve kendini de ben olarak doğurur ve beni onun özü ve doğası olarak doğurur. Bütün nesneler, bizzat Tanrının kendisidirler.”

Bu sözleriyle Vahdet-i Vücûd’çuluk yapan Eckhart burada da durmayarak, Tanrıyı’da aşmak gerektiğini söylemektedir, şöyle ki: “Hatta en sınırı kavramak isteyen düşünce, Tanrı kavramını da aşmak zorundadır, çünkü Tanrı her şeyin üzerinde süzülerek uçan bir varlık ve her şeyin üstünden esen bir hiçliktir. İnsanın bırakabileceği en yüksek ve en yakın şey Tanrıyı,Tanrıdan dolayı bırakmasıdır.”

“Eckhart’ın ölümünden sonra papa, içinde Meister Eckhart’ın yirmi sekiz cümlesinin dine aykırı ve en azından son derece yanlış anlaşılmaya müsait bulunduğu için mahkûm edildiği bir emirname çıkardı.” (Alıntılar, Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 133-141‘e. )

Eckhart, bu düşünceleriyle sofistlerin zihniyetini açık bir şekilde sergilemektedir. SPINOZA (1632 - 1677) : Tipik bir Vahdet-i Vücûd’çu olan Spinoza 1632’de bir Yahudi ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Din adamı olarak yetişen Spinoza Amsterdam’daki Yahudi Cemaatinin bir üyesiydi. Fakat düşüncelerinden dolayı, Yahudi Cemaatinden çıkarıldı.

Allah’a şirk koşan bir çok kimseler, kendilerince değerli saydıkları şahıs ve nesneleri, Allah’a ortak koşmaktadırlar. Vahdet-i Vücûd’çular ise, değerli olsun olmazsın her şeyi Allah’a ortak koşmaktadırlar, Öyle ki her şey Allah’tır demekle Haşa O’ndan, pislikleri bile İlâh kabul etmektedirler. Bunun için, İslam dinine göre müşrik kabul edilen kimselerin dahi tepkisini çekebilmektedirler. Göbek adı Baruck olan Spınoza’da yoğun tepki çekenlerden biridir. Aforoz edilmek suretiyle mensup olduğu cemaatin dışına atıldı ve lânetlendi. Yahudilerin onu cemaatlerinden atmalarının bir nedeni de, “daha büyür büyümez Yurd kentinin Yahudi cemaatiyle acımasız tartışmalara girişir. Buna yol açan olay onun İncil geleneği üzerine eleştirel yönde açıklamalarıdır. Tevrat ona çelişkilerle ve tutarsızlıklarla dolu görünür ve onun bütün bölümlerinde sadece gerçeği içerdiğini kabûl etmek istemez kabûl edemez.

Bilir misin Spinoza’nın inançta bu kadar batmasına ve Vahdet-i Vücûd’çu olmasına neden olan şey neydi? Bize göre Kuran saf hakikattir. İncil ve Tevrat ise asılları Kuran gibi saf hakikatler olmasına rağmen, bize göre; zaman sürecinde insanlar tarafından değiştirilmekle saflıklarını kaybeden , buna rağmen yanlışları; doğru olmayanları içermelerine rağmen bazı gerçek hakikatleri de içeren kitaplardırlar. Spinoza İncil ve Tevrat’tan uzaklaştığında gerçek ve saf hakikati arayacağı yerde, felsefi bir düşünce yoluyla hakikati bulabileceğini zannetti. Böylece çok daha büyük bir batacağın içine; içinde hiç ışık bulunmayan saf karanlığın içine gömüldü. Zira dünyanın bütün filozofları ne sofistleri bir araya gelseler, Allah tarafından bildirilmiş bir Vahiy olmadan gaybın bilinmesi konusunda veya kendi ifadeleriyle metafizik konusunda ne bir hakikat bulabilirler nede gerçek olan bir söz söyleyebilirler. İnsanların ellerinde bu dünyada gayb hakkında bilgi verebilecek İlâhi vahiyden başka bir imkân mevcut değildir. Spinoza’nın en başta gelen kitaplarından biri “Geometrik Yöntemle Geliştirilmiş Etik” adını alır. Kendi dünyasında, kendisiyle birlikte, geometri ve madde vardı, bunlarla evrensel haki katın tamamını anlayacağını zannetti, fakat hakikati bulacağı yerde, bulduğu şey kendini ve elinde bulunan maddi vasıtalar ile tüm kainatı İlâh saymaktan ibaret oldu. Böylece onun küfrü, kendisi gibi küfreden Vahdet-i Vücûd’çuların küfrü ile çakışmış oldu. Hallacı Mansurun “Enel Hak” demesi gibi, Spinoza’da “Ban varım, ben oyum” demişti. Onun felsefi düşüncesine bir örnek verecek olursam :

“Dünya mevcuttur ve insan da mevcuttur, diye düşünülebilir. Bunu Spinoza da inkâr etmemektedir, ama o şöyle soruyor : Fakat asıl anlamda Tanrı varsa, dünya ve insan nedir? Buna şöyle cevap veriyor : “Dünya, Tanrının bizzat var oluşundan farklı bir tarz değildir ve Tanrının düşündüğünden ayrı bir tarz değildir insan”. Eğer bir nesne mevcuttur dersek, bu takdirde tutarsız bir söz sarf etmiş oluruz. Aslında şöyle demeliyiz : Bu nesnenin bana göründüğü tarzda Tanrı’da bana görünüyor, çünkü Tanrı her şeyin içindeki her şeydir, o tüm reel olanın içindedir, nesnelerde ve insanda mevcuttur, ya da daha doğru bir ifadeyle : Tüm reel olan Tanrının içinde içkindir. Mevcut olan her şey Tanrı’dadır.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 191. )

Yahudiler Spinoza’yı aforoz ettiler, fakat kendilerine Müslüman diyen bir çok kimse, Hallacı Mansur’a, Muhittin’i Arabi’ye ve onlar gibilerine Müslüman önderler diyerek büyük övgüler yapmaktadırlar. Hal bu ki bu kimseler, açık açık Allah biziz demektedirler, peki İslam dinine göre bu küfür ve şirk değilse o zaman size göre küfür ve şirk nedir, yani bir kimse buna rağmen ne söylese kafir ve müşrik olur? LEIBNIZ (1646 - 1716 ) : Leibniz’e göre, “bütün realiteyi organizmaya olan benzetişimi (karine) içinde düşünmek gerekir; çünkü ölü olan, canlı olandan hareket edilerek kavranılmalıdır, ama ölü tabiattaki güç noktaları organizmalarda bulunanların aynı türündendir. En ufak bütün birimler bütün monadlar canlıdır. Birliğin Grekçe karşılığı “Monad” dır ) . Buna göre evrende ıssız olan doğurgan olmayan, ölü bir şey yoktur.”

“Her monadın başlangıç tan beri kendi içinde karışık bir tarzda diğer bütün monatların tasavvurunu ve böylece tüm realiteyi içerdiği varsayımını ortaya atmaktadır. Onların içinde tüm dünya mevcuttur. Monad evrenin canlı, ebediyen devam eden bir aynasıdır. Bir mikrokosmos (ufak evrendir) hatta her şeyi

kuşattığına göre bir ufak tanrılıktır. Monad geleceğe gebedir, geçmişle yükümlüdür.”

“Leibniz için Tanrı, aynı zamanda bütün monatların kökenidir. Onlar onun içinden “sürekli bir çıkışla şimşek gibi ortaya çıkarlar.” Leibniz şundan emindir : Tanrı mümkün olan dünyaların çok sayısı içinden elden geldiğince en iyi olanı seçmiştir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 204 - 207 den alıntılar ). Bu duruma göre Leibniz’in “Monad” dediği ve bununla tüm evren cevherini kastettiği şeylerin, yoktan değil de Allah’tan kopmak suretiyle geldiğini, dolayısıyla Evrenin İlâh olduğunu iddia etmekte ve Allah’ın bu dünya’dan daha mükemmel bir dünya yaratamayacağını iddia etmektedir. Bu da Allah’ın sınır çizmektir, öne sürdüğü felsefesi böyle düşünmesini gerektiriyordu, zira monatların gücü ona göre sınırlıdır. Monadların, monadı olan İlâh inancının sınırlı olması telakkisi, monad inancının bir gerçeğiydi. Zira onun İlâh inancında, İlâh sadece monad’dan ibarettir. Böylece Leibniz’in Vahdet-i Vücûd’çu olduğu açıktır. FICTE (1762 - 1814 ) : Fiche, kainatın varlığını inkar etmenin yanı sıra, Allah’la birleşmeye, yani “Fenafillah’a” inanan bir filozoftu. Bu konuda Fichte şöyle diyordu: “Ölümsüz olanla birleşmeye ve kaynaşmaya ilişkin içgüdü bütün ölümlü varlığın en iç köküdür. Ebedi olan bizi durup dinlenmeksizin (kesintisizce) kuşatıyor ve kendisini bize sunuyor, biz onu yakalamaktan başka bir şey yapmamalıyız”. “Ben’in yanında bağımsız olarak mevcut olan bir dünya (numen) mevcuttur, diyemeyiz. Bize dünya olarak görünen şey bizi kuşatan nesnelerin toplamı gerçekte mevcut değildir. O, insanın kendi içinden dışarıya yansıttığı bir tasavvurdur.”

“Ben hiçbir yerde bir kalıcı varlığı ve kendi varlığımı bile tanımıyorum”. Hiçbir varlık yoktur. Ben, kendim, denilebilir ki kendim yokum ve hiçbir şey bilmiyorum var olan tasavvurlardır.”

“Sadece Tanrı vardır, onun dışında hiçbir şey yoktur”. “Tanrıda yaşamak demek, onun içinde hür olmak demektir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık İstanbul 1993, Yazan Wilhelm Weischedel, çeviren, Sedat Umran, sayfa 265 -276’dan alıntılar. ) Görüldüğü gibi, Fiche, Permanides’in, kainatın yokluğu konusunda ki sözlerini tekrarlayıp, ayrıca Fenafillah iddiasında bulunmaktadır. Bu düşüncelere sahip olan başka bazı batılı meşhur filozoflardan bir çok örnekler verilebilir, örneğin: Hegel’in; Schopenhaker’in; Heıddegger’in bu gibi düşünceleri vardır. Bu seferde, sofist olmadıkları halde Vahdet-i Vücûd’çuluğa inanan bazı doğulu meşhurlardan örnekler verecek olursam durum şudur: MUHAMMED İKBAL (1876 - 1938 ) : Doğum yeri, Pencap mıntıkasında bulunan Sialkot şehridir. İkbal, Sofuların Vahdet-i Vücûd ve diğer öğretilerini kendisine benimsemiş, onların anlattığı konuları savunan şiirle yazmıştır. Kendisine mürşid olarak “Mevlâna”yı benimsemiştir. Bütün yazılarına ve şöhretine rağmen kendisi “sofu” değil, bir Murid konumundadır, İkbal şöyle demektedir:

“594-Ey sen, ki gönlüm yaşıyor - yaşamak ne demek biliyor musun? İkiliği temaşa ederken biri gören aşk! Câvitname. M. İkbal Kültür Bakanlığı Yayınları, çeviren, A. Schimmel 1989 sayfa 203 ).

“1790- Hak, bütün esrarıyla görünüyor - benim gözümle kendini müşahade ediyor! ( Câvitname, sayfa 417). Yukarıdaki beyitlerde görüldüğü gibi, M. İkbal bir Vahdet-i Vücûd’çudur. Câvitname kitabında bol bol tasavvufi ıstılahlar kullanıyor, Hallacı Mansur’u ve Hallacı Mansur’un davasını savunuyor. Cenneti küçümsüyor, Ademe, Firavuna ve İblise İlâh diyor. Cenneti Küçümsemesi : “1098- Niçin müminlerin yerinden uzaksın ? Yani : Neden cennetten mahcursun? Hallac : 1099- İyi ve kötüyü bilen hür adamın ruhu cennete sığmaz! 1100- Mollanın cenneti şarap ve huri ve gilmandır; hürlerin cenneti ise, daima yürüyüştür. 1101- Mollanın cenneti yemek, uyku, şarkıdır; âşıkın cenneti ise, varlığı müşahade etmektir.” ( Câvitname, sayfa 291). Ademe İlâh demesi ile İblisi Övmesi : “6- Semanın ehlinden İblis gibi muvahhid yoktur. 9- Ve (Allah) ona buyurdu ki : << Secde et >> Dedi ki: << Lâ gayri >> Ona buyurdu ki : << Ya sana lânet edersem? >> Dedi ki: << Lâ gayri! >> 10- Benim isyanım senin için takdistir, ve benim aklım sende tahvis Adem senden başka değildir Arada İblis kimdir? İblise İlâh demesi : “ Musa (İblise) dedi ki : << Onu hâlâ zikrediyor musun ? Ey Musa, Dedi Ki : Ey Musa, zikir zikredilir mi hiç ? Ben zikrediyorum, o da zikrediyor; onun zikri benim zikrimdir, benim zikrim onun zikridir. ( Câvitname, sayfa 323). Firavunun İlâhlığını kabul etmesi : “20- İblis ve Firavun ile fütuvette ( yiğitlikle münazara etmem. İblis dedi ki : << Secde etseydim fütüvvet vasfı benden düşerdi. >> Firavun dedi ki : << Onun resulüne inansaydım fütüvvet mertebesinden düşerdim. >> 21- Ben dedim : << Dâvamdan ve sözümden dönseydim fütüvvetin döşeğinden düşerdim. >> 22- İblis dedi ki : << Ben Adem’den iyiyim, kimsenin ondan başkasını görmediği zaman >> , Ve Firavun dedi ki : << Ben sizin için benden başka bir ilâh bilmedim ( Sûre 28 Ayet 38 ), kavmımdan hak ve bâtılı tefrik ve temyiz eden kimse bulunmadığı zaman. >> 23- Ben dedim ki : << Eğer onu tanımazsanız Onun eserlerini tanıyın, ve ben o eserim, ve Enel - Hakk, çünkü Hak olmaktan hiçbir zaman çıkmadım. >> 24- Ve sahip ve üstadım İblis ve Firavun’dur ve İblis ateşle tehdit edildi ve

davasından dönmedi ; Firavun denizde boğuldu ve davasından dönmedi ve tereddütte katiyyen durmadı. ( Câvitname, sayfa 325). Söylediği bu küfür sözlerle yetinmiyor. Firavunun davasından dönmediğini iddia ediyor. Hal bu ki, Firavun boğulacağı anda davasından dönüp iman ediyor fakat Allah onun bu imanını kabul etmiyor. Şöyle ki, Kuran’dan mealen: - Ve İsrail oğullarını denizden geçirdik. Firavun ile askerleri ise zulmetmek ve saldırmak üzere onların arkalarına düşmüşlerdi. Nihayet ona boğulmak yetişince (Fir’avn) dedi ki: “Ben İsrail oğullarının imân etmiş olduklarından başka ilâh olmadığına muhakkak ki, imân ettim ve ben de müslümanlardanım! dedi. 10/90 - “Şimdi mi?. Ve sen muhakkak ki, evvelce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuş idin“. 10/91 - “Bugün senin (canından ayırdığımız ) bedenini, (denizin dibinden ) kurtarıp (sâhilde) bir tepeye atacağız ki senden sonra gelenlere ibret olsun. Ama insanlardan çoğu bizim âyetlerimizden gafildir.” 10/92 SEYYİD KUTUB (1906 - 1966 ) : Seyyid Kutub 1906 yılında Mısır’ın Asyot kasabasında dünyaya geldi. Sünni bir yazar olan Seyyid Kutub’un İslâm dini adına yazdığı çeşitli eserleri vardır. Örneğin: 1965 yılında neşrettiği “Yoldaki İşaretler” kitabı ve en meşhur eseri, bir Kuran tefsiri olarak yazmış olduğu “Fizilâl-il Kuran” (Kuran’ın Gölgesinde ) isimli eseridir. Bu eserinde, İnsanda bulunan rûh’un, Allah’ın rûh’unun bir parçası olduğunu, dolayısıyla insanın bedenen olmazsa bile rûh’en Allah’la aynı olduğunu iddia etmektedir. Şöyle ki: 15 Hicr sûresinin 28 -29 . Ayetlerini anlatırken şu ifadelerde bulunuyor, mealen: “28 - Hani Rabbin meleklere demişti ki : “Kuru bir çamurdan şekillenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım”. 15/28 “29 - Onu yapıp rûhumdan üflediğimde siz derhal onun için secdeye kapanın.” 15/29

İZAHATI : “İnsan aklı diyor ki, bâki olan bir rûh fâni olan bedene nasıl karışıyor, ezeli olan sonradan meydana gelene nasıl giriyor ?”

Aklın anlamaması nedeni konusunda şöyle diyor; “Zira akıl sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılan bir varlık ise ezelden var olan şey hakkında hüküm verme yetkisine sahip olamaz. Ezelden olan şeyler hakkında hüküm veremeyeceği gibi akıl o ezeli olan şeyin karıştığı şey hakkında da hüküm veremez. Daha işe başlamadan önce aklın bu kaziyeyi veya bedihi hükmü - sonradan yaratılanı ezeli olan şey hakkında hüküm verecek vasıtalara sahip olamayacağı, hiçbir şekilde bu konuya müdahale edemeyeceği kaziyesini kabul etmesi aklın kendi faaliyet alanı dışında boş yere çalıştırılıp mahvedilmesini önlemek için kâfidir. Belli ve güvenilir sahaların dışında koşmasını önlemek için yeterlidir.”

“ Bu konuya Kur’an’ın Gölgesindeki âdetimize aykırı olarak mevzuu genişlettim. Gayb âlemiyle ilgili böyle bir mevzu için temel kaideleri koymak istedim.” diyor.

(Fizılâl-il - Kur’an, Prof. Seyyid Kutub, Mütercimler İ. Hakkı ŞENGÜLER, M. Emin SARAÇ, Bekir KARLIAĞA, Hikmet Yayınları Cilt 9 sayfa 121 - 122 ). Bu anlayışa göre, her insanda Allah’ın rûhundan bir parça var demektir ki, bu da rûh olarak insanı İlâh kabul etmekten başka bir şey değildir. Hal bu ki ne insan da rûh olarak olarak veya kainatın tamamında hiçbir şekilde İlâhlıktan bir pay yada özellik yoktur; hiçbir şey İlâhlıktan bir parça taşımamaktadır. Aksine bir şey iddia etmek veya inanmak o şeyi İlâhlaştırmak demektir ki, bu da İslâm dinine göre şirktir.

Allah, Rûh’un mülkiyet yönünden önemini belirtmek için Mülkiyet olarak benim olan şey manasında “rûhumdan” sözleriyle ifade etmektedir. Her şey onun olmasına rağmen bu özel ifade rûhun önemi yönündendir. Yoksa Allah’ın zatına ait bir parça veya hassa olması yönünden değildir. Zira Allah, Kuran’da başka bir yerde rûh’un bir emrinden ibaret olduğunu, dolayısıyla onun da yaratık olduğunu belirtmektedir. Zira tüm kainat Allah’ın “Ol” emriyle meydana gelmiştir. Rûhun da bu hususta kainattan ayrı herhangi bir özelliği yoktur. “Allah, kendisinden bir parçanın var olduğu ve bunun insanlarda veya herhangi bir şeyde bulunmasından ve kullar gibi parçalardan oluşmaktan münezzehtir. Yücedir.” Kuran’dan mealen : - Sana rûhtan soruyorlar. De ki : “Rûh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” 17/85 Görüldüğü gibi, rûh Allah’ın bir parçası değil, “Ol” emrinden ibaret bir yaratığıdır. Allah’ın rûhumdan sözcüğüyle ifadelendirdiği olay, zat yönünden değil mülkiyet yönündendir, örneğin: önem verdiğimiz bir mücevher için, mücevherimizden dediğimiz gibi.

Prof Dr. Hüseyin ATAY, Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Prof. Dr Beyza BİLGİN, Prof. Dr. Rami AYAS, Dr. Arif GÜNEŞ, Dr. Hasan ELİK’in grup Çalışması şeklinde yayınlamış oldukları “İSLÂM GERÇEĞİ” adlı kitapta “VAHDET-İ VÜCÛD” iddiası. Yukarıda adı geçen kitapta ekip olarak iddia ettiklerine göre, İnsan Allah’tan kopmuş bir parça olup, İnsanın iddialı koptuğu bu bütüne yani Allah’a tekrar birleşme olmalıdır. Dinin de asıl amacı; bu birleşmeyi sağlamak için yol göstermekten ibarettir, dolayısıyla, Allah rızası ve Cennet iddi al açısından önemsenecek bir olay değildir, olacaksan, Allah’la birleş sende İlâh ol, iddi alin bu olmalıdır demektedirler.

Bu iddiayı kitapta şöyle ifade etmektedirler. “İnsanın kendisinden koptuğu bütün olan yaratıcı kudret, yani Allah, insanın, bu sıkıntısını bildiği için insanı o büyük arzu ve hasretle bir başına bırakmamış. “bütüne varış yolculuğu”nda ona yardımcı olmak lütfünü göstermiştir. Bu lütuf insana peygamberler aracılığı ile tutulan ışıktır. Din, bu ışığın bir hayat biçimine dönüştüğü andaki adıdır. Bu demektir ki din, koptuğu bütünle kucaklaşması anlamındaki tekamülünü daha rahat tamamlaması için Mutlak Varlığın insana gösterdiği bir. “yol” dur. (İslâm Gerçeği, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları No: 197 Yıl 1995 Ankara 5. Baskı Sayfa 98 )

Görüldüğü gibi, insan yoktan değil de, Allah’tan kopmak suretiyle meydana geldiği açıkça ifade edilmiştir, dinde bu olayı bir lehim işinden ibarettir, bu ise

Kuran’a uygun bir görüş değildir. SULTAN III MURAD ( 1546 - 1595 ) : Babası ikinci Selim, annesi Nurbanu Sultan’dır. Manisa’da doğmuştur. On ikinci Osmanlı sultanı ve yetmiş yedinci İslâm Halifesi unvanlıdır. “Muradi” mahlasıyla şiirler yazmıştır. İslâm Halifesi unvanı altında söylemiş olduğu tasavvufi sözlerinden örnekler verecek olursam şöyle demektedir: “Fenafillah : Gönül fenafillah’ta baştan başa lezzetle dolmuştur. Gönül ikilikten geçip birlik yoluna girdiğinden her şey zatım ve sıfatımdır, demiştir. Fenafillahta secde eden ve secde edilen artık birdir. O eşsiz cemali görmek isteyen bütün cisim ve canını onun yolunda feda etmelidir.” ( Sultan III Murad, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları 873, birinci baskı 1988, Yazan H. Ahmed KIRKKILIÇ, SAYFA 35 ).

Burada, fenafillah yoluyla insanın Allah’la bütünleşip İlâh’laşa bileceğini iddia etmektedir. “Fenafillahta secde eden ve secde edilen artık birdir“. demesi bunun açık ifadesidir. Cennet olayına karşı çıkması : “Zahidin kalbinde cennet, aşığınkinde ise Cenab-ı Hakk’a meyil vardır. Nunlardan ilki nar (ateş), ikincisi nur içindedir.” (Sultan III Murad, sayfa 33). Tasavvufçular genelde Cennet ve Cennet isteğini küçümseyip, Biz Allah’ı seviyoruz demektedirler. İslam dininde cenneti red veya Küçümseme küfür olduğu gibi, aslında tasavvufçuların Allah’ı seviyoruz iddiaları gerçek manada bir Allah sevgisi değildir, onlar bunu derken kendilerini kastetmektedirler, zira kendilerinin İlâh olduklarına kanidirler, Hal bu ki, müminler en fazla ve gerçek manada Allah’ı severler, fakat bu sevgileri, cenneti istemelerine ve sevmelerine mani değildir. Zira cenneti istemek, Kuran’da Allah’ın emridir. Bu bakımdan cenneti küçümsemek Allah’ın emrettiğini red edip küçümsemektir, bu ise küfürdür. Bu konuda Kuran’dan mealen : - İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutarlar, Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler. Zulmedenler, azâbı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi ! 2/165 - Allah inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va’detmiştir. Allah’ın (onlardan) râzı olması hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur. 9/72 - Her can, ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. 29/57 - (O zaman), iman edip iyi işler yapanları, cennette altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştireceğiz Orada ebedi kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. 29/58 - (Cennet konusunda) İşte bu, büyük kurtuluş ve mutluluktur. 37/60 - Çalışanlar böylesi bir kurtuluş için çalışsın. 37/61

Görüldüğü gibi, cenneti red etmenin veya küçümsemenin, İslâm dininde yeri yoktur. Kâbe’yi Hac etmeye karşı çıkması : “Ey Halilüm Kabe kasdın eyleyip çekme elem Gel tavâf eyle beni kim Kâbe-i ulya menem”. ( Sultan III Murad, sayfa 22). “Ey dostum, Kâbe'yi tavaf arzusuyla elem çekme, gel beni tavaf et, zira yüksek Kâbe benim.” diyor. Kendisine İslâm halifesi diyen böyle derse tabasının hali nasıl bir şeydir?

Tasavvuf, Osmanlılarda bir devlet kurumuydu, nasıl ki, kadılar, hocalar tayin edilip maaşa bağlanıyorlarsa, Resmi Takke ve Zaviyelere de maaşlı “post - nişin” denen şeyhler tayin ediliyorlardı. Bu işlerle ilgili olarak “Meclis-i Meşayih” denen bir kurum oluşturulmuştu. Tekke ve Zaviyeler parasal olarak destekleniyordu. Örneğin, kendilerine vakıflar tahsis ediliyor, müritlerine de vergi muafiyeti sağlanıyordu. Böylece, Osmanlılar, halktan bir çok kimsenin Batınilik düşüncesi içerisinde, doğru yoldan uzaklaşıp hayallere dalmasına sebep oldular. Yaptıkları şey kendilerine döndü ve denebilir ki, Osmanlıların dünya milletleri içerisindeki mücadelesinde geri kalıp yıkılmasına etken olan, en başlıca sebeplerden bir tanesi, yapılanmasına işlemiş olan tasavvuf akımlarıdır. Halk, hem dünyaları, hem de ahiretleri için çalışacaklarına. Dünya’da ilgilenmeleri gereken, fen bilimlerinden uzaklaşarak, maddi gücü küçümsediler, tembelliği zahitlik zan ederek, dünyalarını ihmal ettiler. Allah konusunda ise, Kuran’la ilgisi olmayan ve Kuran’a aykırı olan batıni hayallere dalarak, kendilerinin de Allah’ın bir parçası olduklarını, dolayısıyla, İlâh olduklarını iddia ettiler. Bu hayaller içerisinde genelde dini mükellefiyeti boş verdiler, hayallerini şarap ve rakıyla v.s desteklediler. Öyle ya, İlâh olduklarına inanan kimselerin ibadet etmesine ne gerek var, eh günahları varsa da kendi kendilerini affederler; ne sorun var. Bu ise hem dünyaları, hem de ahiretleri için bir yıkımdı. Bu konuda, Mehmed Akif Ersoy şöyle diyor: “Sürdüler Türk’e << tasavvuf >> diye olgun şırayı; Muttasıl şimdi << hakikat >> kusuyor Sıdkı Dayı ! Bu cihan boş, yalnız bir rakı hak, bir de şarab; Kıble : tezgâh başı, meyhaneci oğlan : mihrab; Git o <<Divan>> mı, ne karnağrısıdır, aç da onu, Kokla bir kerre, kokar mis gibi <<Sandıkburnu!>> Beni söyletme neler var daha ! “Sandıkburnu : Yeni kapıda tarihi meyhanelerin olduğu yer.” ( Mehmet Akif Ersoy, SAFAHAT, Akpınar Yayınları 1987, sayfa, 443. ) Hal bu ki, Kuran’da şöyle bildirilmiştir, mealen : - İlâhınız bir tek ilâh dır, Ondan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahimdir. 2/163 - Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de adâletle şahitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur; Aziz’dir, Hakim’dir. 3/18 - De ki : “Şâhitlik bakımından hangi şey daha büyüktür ?” De ki : “Benimle sizin

aranızda Allah şâhittir. Bu Kuran bana vahyolundu ki, onunla sizi ve (onun) ulaştığı herkesi uyarayım. Siz gerçekten Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik ediyor musunuz ?”, “Ben şâhitlik etmem !” de. “O, ancak tek bir ilâhtır, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” de. 6/19 - ( Böyle iken tuttular Allah’ın ) kullarından, kendisine parça tasarladılar. İnsan, gerçekten (haddini bilmeyen) apaçık bir nankördür. 43/15 - “Allah’ın sana verdiği (bu servet) içinde içinde âhiret yurdunu ara, dünyâdan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sende öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez.” 28/77

CAFERİ MEZHEBİ, DİĞER ADIYLA ŞİA-İ İMÂMİYYE’DE DURUM : Caferilerin inanç esaslarında tasavvufa yer olmamakla beraber, tasavvufi sözleri kullanıp, tasavvufçuları övmeleri ilginç bir durum arz eder.

İnanç esaslarına göre : “Ehlibeyt imamları, bünyeleşmeye başladığı andan itibaren tasavvufu kabûl etmemişlerdir. İmam Ca’fer’üs - Sâdık’ın (A.M.), ilk sûfi adıyla anılan Ebû - Hâşim-i Kûfi hakkında, << Gerçekte de inancı bozuktu; tasavvuf denen kötü inançları toplamış bir yol icadetti; bu mezhebe birçok kötü inançlı kişiler uydular ve bâtıl inançlarına bu yolu kalkan edindiler >> buyurduğunu, Onbirinci İmâm Hasan’ül- Askeri (A.M.) rivâyet eder (Sefinet’ül Bıhâr; Necef-i Eşref- 1355 H. Taşbasması; II, S.57 ). Gene İmâm Ca’fer’üs - Sâdık’ın (A.M.), Ebû Hâşim’in çağdaşı Süfyân-ı Sevri’nin, diğer sûfilerin ve tasavvufun aleyhinde bulunmuştur. (Sefinet’ül Bıhâr; Necef-i Eşref- 1355 H. Taşbasması; II, S.56 ). << Onlar bizim düşmânlarımızdır; kim onlara meylederse o da onlardandır; onlarla hasredilir. Bir bölük toplum belirir ki onlar, bizi sevdiklerini iddiâ ederler; fakat sûfilere de meyilleri vardır; kendilerini onlara benzetirler, onların anıldıkları gibi anılırlar; onların sözlerini yorumlarlar. Bilin ki onlar bizden değildirler; biz onlardan uzağız, onlârı inkâr eden, reddeden kişiyse, Resûlullâh’ın huzûrunda, düşmânlarıyla savaşmış gibidir >> buyurmuştur; Sekizinci

İmâm Aliyy’ür - Rızâ (A.M.), << Kimin yanında sûfiler anılır da onları, diliyle, gönlüyle inkâr etmezse, bizden değildir o kişi; ink3ar edense, Resûlullâh’ın safında savaşmış gibidir >> demiştir. Yukarda adı geçen eser; S.57). Onuncu İmâm Aliyy’ül - Hadi (A.M.), onları, şeytanın halifeleri saymış, hayvanları avlamak için zâhidlikte bulunduklarını söylemiştir.” ( Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik, Abdulbâkıy Gölpınarlı. Der Yayınları 2. Basım - 1987 sayfa 144. ) Caferilerin, tasavvuf ve tasavvufçulara bakışları bu şekildedir. Buna rağmen, bu duruma uymayan, kendi aralarında da intibak sağlayamadıkları fiili uygulamaları vardır. Şöyle ki: “Muteal Hikmet ve İsfahan Okulu : İmâmiyye Şi’âsı’ndaki tasavvufi hareketlerin en önemlilerinden biri de Şi’i düşünürlerin İsfahan’da geliştirdikleri Muteal Hikmet Felsefesi’dir. Bu felsefe, tasavvufun keşfini, felsefenin mantık ve

akli kıyâsını ve kelâmın istidlâlini esas alıyor; Gazâli, Sühreverdi, Halebi ve İbn Arabi gibi Sunni mutasavvıflara; İbn Sinâ gibi filozoflara, Fahreddin Râzi ve Nasuriddin Tûsi gibi Sünni veya Şi’i kelamcılara dayanıyordu. Temel görüşleri Vahdet-i Vücûd idi. Bununla beraber bazıları felsefeye ağırlık veriyordu. İlk defa Şi’i kelâm âlimi Nasiruddin Tûsi (ö. 672/1273). Evsâfu’l - Eşref isimli eserinde tasavvufi görüşlere geniş yer verdi. Seyyid Haydar Amûli (ö. 794/1392), tasavvufu, özellikle İbn Arabi’nin görüşlerini İmâmiyye Şi’asına soktu ve Şi’iliğin tasavvufi bir yorumunu yaptı. İbn Türke (ö. 836/1432) bu yolda onu takip etti. Fakat İsfahan hikmet okulunun esas kurucusu Bahauddin Amili (ö. 1030/1622) oldu. Mir Dâmad (ö. 1041/1631) ve Fihdiriski (Ö. 1050/1640) bu harekete önemli katkıda bulundular. Okul, ünlü filozof Molla Sadrâ (ö. 1050/1640) ve onun Muhsin-i Feyz ve Feyyâz adlarındaki iki öğrencisi ve dâmadı ile en yüksek seviyesine ulaştı. M. Taki Meclisi (ö. 1070/1659) bu harekete katıldı. XIX. Asırda bile bu okula bağlı kalan Ahund Molla Ali Nûri (ö. 1246/1830), Molla Hâdi Sebzivâri (ö. 1289/1878) ve Aka Muhammed Zunûzi (ö. 1307/1889) gibi âlimler yetiştirdi. Hatta M. Hüseyn Tabâtabâi Muteal Hikmet’in medreselerin ders programına konulmasını temin etti. 1979 İran İslâm İslâm Devrimi’nin lideri Humeyni 1963’ten önce bir ara bu dersleri verdi. Muteal hikmet okulu bir yandan felsefi düşüncenin Ca’feriler arasında yayılmasını sağlarken, diğer yandan tasavvufi düşüncenin, özellikle ibn Arabi’nin bu çerçevelerde tanınmasını ve kısmen benimsenmesini, Nimetuullâhiyye ve Zehebiyye gibi Şi’i tarikatlarına medreseden gelen muhalefetin az çok yumuşamasını temin etmiştir. Bununla beraber tasavvufi hareket, temelde Şi’i mezhebiyle çeliştiğinden özellikle Zeydiye ve İmamiyye Şi’ası ona devamlı ve kararlı bir şekilde karşı çıkmıştır.” (Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, 13-15 Şubat 1993, İlmi neşriyat ve Dış Ticaret A.Ş. - İstanbul 1994, Kitabı Hazırlayan, İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Alıntı Doç. Dr . Süleyman ULUDAĞ sayfa 212-213. ) “Tefsirden bahsedilirken, öğleden önce bir takım tefsirlerden bahsedildi ve bir de “Numûne Tefsiri”nden bahsedildi. Yani bir anlamda bu sempozyumun gayesi, tabii bir tevhidi hedeflemiyor şu anda, ama zaman zaman da noktalar arıyoruz. Vahdet için öyle görülüyor ki tasavvufla Şi’â arasında bir vahdet aranacaksa bu da İbn Arabi’dir ve Fusûsu’l-Hikem’dir. Yani Tasavvufi açıdan Şi’â ile Sünni arasında bir ortak kitap aranıyorsa, biraz tuhaf gelebilir size ama, bu Fusûsu’l-Hikem’dir. Ve nitekim Hümeyni’nin de kitaplarından biri Fusûsu’l-Hikem’e yaptığı tâlikattır.” (Yukarda bahsi geçen Sempozyum, Müzakereci : Doç. Dr. Mustafa KARA’nın konuşmasından alıntı, sayfa 213. ) “Tasavvufun İran’daki bugünkü durumu tebliğimde yeteri kadar belirtilmiş, bugün İran’da Ni’metullahiyye, Gonâbâdiyye ve Zehebiyye gibi tarikatların faaliyet gösterdikleri, bu tarikatlara bağlı olan İranlı Şi’ilerin sayısının yarım milyon civarında olduğu; Tahran, Tebriz, Şiraz, İsfahan ve Horosan bölgesinde söz konusu tarikat mensuplarına ait tekkelerin ve zaviyelerin bulunduğu belirtilmiştir. Ancak 1979 İran İslâm İnkılâbından sonra tarikat faaliyetlerine iyi gözle bakılmamıştır. Bunun bir sebebi; inkılâb öncesinde tarikat mensuplarının ve İrfânilerin geniş ölçüde Şâh tarafını tutmuş olmalarıdır. Öteden beri İran’daki Usûlilerin geniş çapta tasavvuftan rahatsızlık duymaları, bu hareketi Şi’ilik için bir

tehlike olarak, İslâm açısından da bir sapma olarak görmeleri tasavvuf ve tarikat ehlinin İran’da faaliyet göstermelerini zorlaştırdığından, özellikle Ni’metullûhhiyye Tarikatı mensupları faaliyetlerini daha çok Avrupa ve Amerika’da sürdürmek cihetine yönelmişlerdir. Bugün İngiltere’de M. Cevâd Nurbahş yönetiminde tasavvuf içerikli İngilizce-Farsça bir dergi yayınlanmaktadır. Bununla birlikte bu tarikatlara ait bir çok eser bugün İran’da da yayınlanmaktadır. İran İslâm İnkılâbının lideri Humeyni’nin İbn Arabi’nin Fusûsuna talik yazması, tasavvufi neş’es içeren içeren rubâileri bulunması, eski S.S.C.B. Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’a yazdığı mektupta O’na İbn Arabi’nin, Sühreverdi’nin, Maktûl’un eserlerini okumasını tavsiye etmesi sadece İrfâniyye denilen tasavvuf felsefesi bağlamında bir anlam ifade eder ve buna dahi Usûl-i Ulemanın fazla bir tahammülü yoktur...................... İbni Arabi’nin Şiâ ile Sünnilik arasında bir birleşme noktası olabileceği görüşü dar anlamda doğrudur.Bugün çok az Şi’i âlimi İbn Arabi’yi kabul eder. Geriye kalan büyük çoğunluk ise - tıpkı selef hareketi gibi - O’nun bir kâfir ve zındık olduğunu açıkça ve her fırsatta söyler. Bunun için İbn Arabi, O’nun zındık olduğuna inanan Şi’ilerle Sunniler arasında birleştirici bir köprü olamaz. Aslında böyle bir köprü varsa İbn Arabi’den çok İran’ın Şi’ileşmesinden evvel bu topraklarda yaşamış olan ve eserlerinin çoğunu Farsça vermiş olan Senâi, Attar, Mevlânâ ve Câmi gibi İranlı eski mutasavvıflardır. Bugün en tutucu Şi’i din âlimleri bile İran kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelen tasavvufi Fars edebiyatını yok saymıyor, ona sırt çeviremiyor...... ”(Yukarda bahsi geçen Sempozyum, Müzakereci : Doç. Dr. Süleyman ULUDAĞ’ın konuşmasından alıntılar, sayfa 214-215 ) Kuran’ın birleştirici olabileceğinden, tek bir kelimeyle dahi bahsedilmemesi ilginç değil mi? İran’daki durum bu şekildedir. Bunun yanında buraya kadar Tasavvuf ve sofizim konusunda yazdıklarımla, özellikle sofist olmadıkları halde, Vahdet-i Vücûd nazariyesini kabul eden bazı meşhur kimselerden örnekler vermeye çalıştım. Sofistlerin veya başka bir ifadeyle sofuların en belirgin özelliklerinden biri icraatlarını bir tarikat şeklinde ve Şeyh, Murid ilişkisi içerisinde yürütmeleridir. Şimdi bu gibi kimselerin söylevlerinden örnekler vermeye çalışacağım, şöyle ki : TARİKAT ÖNDERİ SOFULARA ATFEDİLEN ÖZELLİKLER “ Müslümanımsı mistiklerce evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şunlardır. 1- Bunlar masum, günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. 2- Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler. 3- Duaları makbûldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. 4- Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. 5- İslam ordularının ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar. 6- En uzak mesafeleri en kısa bir zamanda kat ederler.” V.b. (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Yazan Ferid Aydın, Ekin Yayınları, kasım 1996 baskısı, sayfa 286- 287 ).

İnsan-ı kâmil yani şeyhin bu alemde istediği gibi tasarrufta bulunabileceğini söylemeleri. “İnsan-ı kâmil de bu âlemde İlâhi isimler aracılığıyla dilediğince tasarrufta bulunur.” (Muhyiddin İbn el-arabi, Nakş El-Füsus Şerhi, İsmail Ankaravi, Ribat Yayınları, hazırlayan İlhan Kutluer 1981 Ocak baskısı, sayfa 14). Bayazidi Bestami’nin bazı söylevlerinden seçmeler : “Allah’a andolsun ki benim bayrağım Muhammed (S.A.V)’in bayrağından daha büyüktür! Benim bayrağım nurdur. Altında bütün insanlar ve cinler ve peygamberlerden olanlar bulunuyor.” ( Bayazidi Bestami ve İslam Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 263 ). “Benim bir benzerim ne gökte bulunur; ne de benim sıfatlarımın bir benzeri yeryüzünde bilinir!” (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa,sayfa 265 ). “Musa Peygamber, Allah’ı görmek istedi. Ben ise Allah’ı görmeyi değil, Allah beni görmeyi irade buyurdu!” (Yukarıda adı geçen kitap, sayfa 320 ). Şeyh Abdulkâdir Geylani’nin bazı söylevlerinden seçmeler : Şeyh Muhyiddin Abdulkâdir Geylani’ye ait olduğu kabul edilen Füyûzât-ı Rabbâniyye adlı eser, Kadirilerden Seyyid Muhammed Said’in oğlu Seyyid İsmail tarafından kaleme alınmış olup, müellif, “Gavs-i A’zam’a ait zikir, fikir, vird ve manzumelere, duâ ve niyazlara olan ehl-i tarikatın ihtiyacını ve bu hususta kendisine birçok defalar baş vurulduğunu, böyle bir eserin hazırlanması için kendisini teşvik edenlerin istek ve ısrarlarının kesilmediğini söyler ve buna bilhassa dikkati çekmek ister.” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdulkâdir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, önsözden, Bedir Yayınevi 1975 ). Bu eser Kadiri tarikat inde kabul görmüş olması dolayısıyla, pirleri konusunda tarikat zihniyetini belirtmesi açısından önemlidir. Eserde şu ifadeler yer almaktadır; “Benim emrim, Allah’ın emridir; eğer ol! dersem oluverir.” “Hepsi de Allah’ın emriyledir, ama sen benim kudretime hükmet!” “Benim kabrim Beytullah’dır, gelen onu ziyaret eder.” “Ona seğirtir de izzet ve Rıfat ile yüce makama erişir.” “Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın! Her yıl beni ziyâret için meşguliyetten sıyrıl!” “Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir kâbe. Beytin sâhibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.” “Her KUTUB tavaf eder Beytullah’ı yedi defa. Ben ise Beyt’in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.” (Alıntılar, Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, sayfalar, 57-67-68-69. Bedir Yayınevi 1975 ). Yukarda ki iddialarda, Allah gibi “Ol” emrine sahip olduğu söylenmekte. Kâbe’nin tavaf edilmesine alternatif olarak, evinin tavaf edilmesi istenmekte. Namaz kılmaması konusunda da şöyle denmektedir. “Bana dediler ki: “Ey filan! Namazı terk ettin.”

Bilmezler ki ben Mekke’de namaz kılarım...” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, sayfa 73. ) Peygamberlerden üstün olduğunun söylenmesi: “Mûsa Rabbine münacaat ederken beraberinde idim, Mûsâ’nın ASA’sı benim asamdan medet gördü.” “Yakub’un gözü kapanıp kör olduğunda onunla beraberdim, Yakub’un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifa buldu.” ( Füyûzât-ı Rabbâniyye, sayfa 74. ) Ve bunun gibi birçok sözleri var veya ona mal edilmektedir. << NOT: Şunu özellikle belirteyim ki, falan sözü falan şahıs söylemiştir derken, hiçbir zaman, hiçbir yazım da o şahsın kişiliğini kastetmemekteyim, zira; Peygambere iftira edenler o şahsa da iftira etmiş olabilirler, ben sadece geçerli kaynaklarda o şahsa mal edilen sözü belge olarak kullanmaktayım, yoksa o sözü, belgede yer alan şahıs bizzat söylemiş olabileceği gibi, söylememişte olabilir. Ben şahısları değil, tarihi süreçte yapılan ve hala yapılmakta olan; Kuran karşıtı öğretileri ortaya koyup, Kuran ölçüsüne göre eleştirmeyi hedeflemekteyim.>> Şeyh Ahmed’el - Rüfai içinse : Peygamberin türbesine gittiğini, peygamberin mezardan elini çıkardığını ve Ahmed’el - Rüfai’nin onu öptüğünü anlattıkları çok meşhur bir rivayetleri var. Ayrıca şöyle diyorlar : “Meselâ : Vaıza, ya da derse başladığı zaman, yakındakiler, konuşmalarını nasıl duyuyorsa.. Uzaktakiler de, aynı şekilde işitir ve duyarlardı.. Hatta sağırlar bile, onun konuşmalarını, diğerleri gibi duyarlardı. (Onları Âlemi, Ahmed’el Rüfai, çeviren Abdulkâdir Akçiçek, Bahar yayınları, Beşinci baskı sayfa 41) . Mevlânâ Celâleddinin sözlerinden örnekler : Peygamber olduğunu ilân etmesi, “Bu kitap Mesnevi kitabıdır, mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık bürhanıdır...” “Mesnevi Âlemlerin Rabb’inden inmedir: Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir.” ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Önsözden). Aklınca, Kur’an’a nazire yapıyor, zira Kuran’da şöyle denmiştir. Mealen: - Kendilerine zikir (Kuran) geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. 41/41 - Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir. 41/42

Bu naziresinin yanında bir de şöyle diyor: “Biguşâdent hazine heme hil’at pûşid Mustafa bâz biyâmed heme imân ârid.” Yani: “Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin, Mustafa gene geldi, hepiniz iman edin.” der. (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 203.) Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor : “İmrûz menem Ahmed ni Ahmed-i pârine İmrûz merem anka ni murgak-i baçine” ............................... (Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 203). Yani : “Bugün Ahmed benim : Ama dünkü Ahmed değil. Bugün anka benim : Ama yemle beslenen kuşcağız değil” Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor. “Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı Tanrılık şarabından Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların aradığı sultan.” “Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Ben Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben.” ................................ “Gönlü sâf sûfiyim ben; benim tekkem âlem, medresem dünya benim. Değilim abalı sûfilerden.” “İster münacaat eri ol sen, meyhane rindi istersen; bundan sanki ne çıkar ? Yok Cumartesiymiş, yok Cumaymış, Bence ne fark var ? (Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 292). Başka bir söylevinde : “Tekmil medreseler minareler bir gün yıkılmayacaksa, iman küfür olmayacaksa bir gün, küfür bir gün imanın yerine geçmeyecekse,

işte o zaman halimiz tamam : Artık bir daha ne kalenderliğin yolu yordamı bulunur, ne de dünyamıza layık bir adam.” (Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 297). Ve bunlar gibi birçok sözleri olan Mevlâna, hatta şöyle diyor : “Mansûr, şimdi olsaydı o, beni dâra çekerdi.” (Yukarıda. adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 226). Deyip, İlâh’lık iddiasında Hallac’ı Mansur’u aştığını söylemesine rağmen, Sofizm zihniyeti icabı, sözlerinde çifte standart olarak kullanmak için birde şöyle diyor : “Men bende-i Kuran’em eğer can dârem Men hâk-i reh-i Muhammedd-i muhtârem Ger nakl kuned in kes ez goftârem Bizârem ezû vu zon suhan bizârem” Manası: “Hayatta oldukça Kuran’a kulum, seçilmiş Muhammed’in yoluna toprağım. Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz nakil ve rivayet ederse ondan da bizârım, o sözden de.” (Yukarıda adı geçen eser. Mevlânâ Celâleddin, sayfa 204). Bu tür çelişkili sözler, sofizm mesleğinin ya da mantığının bir icabıdır, zira hiçbir inanca bağlı olmayan sofular, hiçbir hakikati gözetmeden işlerine geldiği gibi konuşur ve kural icat ederler. Örneğin: İslam tasavvufu adı altında icat etmiş oldukları, Rabıta; Sema; Çile çekmek; gibi kuralların İslâm diniyle hiçbir ilgisi yoktur. Kendileri de bunun böyle olduğunu bilmelerine rağmen, müridlerini, kutsal bir iş yaptıklarına inandırıp kendilerine bağlamak için bunları yapmaktadırlar. İcat etmiş oldukları bu gibi şeylerden başka, giyimle ve özel sembollerle ilgili icatları da vardır. Örneğin : Taç ve Hırka, Çer ağ, tuğ seçenekleri ile çeşitli renklerle bağlı oldukları tarikatı sembolize ederler, bunlar ciddiyeti olmayan ve konu edilemeyecek kadar basit fakat muridler üzerinde etkili olabilen şeylerdir. Bir futbol takımının taraftarları üzerinde etkili olan forma ve renkleri gibi, murislerde bu gibi şeylere bağlılık gösterirler. Fakat bu hususlar, sema ve rabıta gibi tarikatların temel esaslarından olmadığı için gerektiğinde uygulamama yoluna da giderler. Bundan dolayı, bu gibi hususlardan çok, sofuların, İslam’da ki “Tevhid” inancına ve diğer İslâmi değerlere karşı yaptıkları saldırıları tanıtmaya çalışacağım. Şöyle ki : SOFULARIN VAHDET-İ VÜCÛD İDDİALARI VE BUNA İLİŞKİN SÖZLERİ : Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam’a göre kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur, ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup, İlâh’lıktan pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia etmek İslâm’a göre şirk koşmak demektir. Kainatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da

yaratmayla ilgili bildirdiği bütün ayetleri inkardır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı değildir. “Örneğin: Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri, Abdülkerim el-Ciyli, El-insan’ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir: “Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah’a kulluk etmişlerdir. Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O’nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin genel anlamdaki ) ilâh O’dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah’ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O’na tapmış oldular.” “Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:” “Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak koşanlar), Allah’ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O’nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.” (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 107). Görüldüğü gibi, Sofulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin : “(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352). Şeyh Galib’ten bir şiir : “Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin Senden bu cihân içre nişan ister idim ben Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.” (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa 29. Kitabevi 1990). Abdülkadir Geylâni’den : “Hakla hak (Allah’la, Allah ) olmak makamına eresin ki, buna mahfiyat ve fena hâli derler, büyük bir mertebedir. Allah hepimize nasip etsin...”

“Sen artık eşsiz bir cevher hâline gelmişsin.. Tekle tek, birle bir olmuşsun... Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun; yetmez mi ?..” (Fütûh’ül - Gayb. Bahar Yayınları 1983, Yedinci Baskı, çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 17 - 37 den alıntılar.) Sadreddin-i Kunevi’den “Mutlak Hakkı müşahade edersiniz.. Ama orada ve açıktan :.” “Sonra... Bundan şu hakikati idrâk etmiş olursunuz ki : Sufli ve ulvi mertebelerde, müşahade edilen varlık, ulvi mertebelerde müşahade edilen varlığın aynıdır.” “Çünkü varlığın tümü o taayyün halinde olan mutlak vücududur..” “Düşün : Ondan gayrı tek varlık yoktur.. Abadandan öte karye yoktur.” “Hâsılı : Her şey onda ve o olur..” “O, her bilginin aynıdır... Her sanılanın aynıdır...Her anlaşılanın aynıdır...” “Ve O: Her itikad sahibinin ve itikad edilen şeyin aynıdır...) “Zira, her şeyde vücud birdir...” (Hadis-i Erbain, Tasavvuf, Rahmet Yayınları - 1970, Sadreddin-i Kunevi, Çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 26 - 36 - 69 - 72 den alıntılar.) Muhyiddin ibn el- Arabi’den : “Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakkın temsilcileridir.” “Hayır yanlış söyledim; temsil edenle temsil edileni iki sanırsın güzel değil çirkin bir zan olur bu.” “Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.” “Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.” “Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığın her şey de Hakk’tır.” (Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981, Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 - 14 - 15 den alıntılar). “...Rabb’imi Rabb’imin gözüyle gördüm : Rabb’im (!) dedim, dedi ki, sensin...” “... varlık’da ancak Bir vardır : Su’yun rengi kab’ının rengidir...” “... Varlık’da ancak Allah vardır...” (Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden) : “... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar ona dedi ki : - Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da : - Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni müstağni kıldı dedi. Adam da ona dedi ki: - Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa görmekten daha iyi olurdu.” “<<... Ben Allah’ım ( = Ene’ Allâh.. ) >>“ “... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) <<

Muhakkak Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu işitince :” “ - Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu. (çünkü) onun hâli, Allah için konuşanların hâliydi...” ( El - Futâhat El - Mekkiye, Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990, Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik, sayfa, 97, 225, 226, 227, 405. Den. ) Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır : “ -Sübhâne min ezheru’l - eşyâi ve hüve aynühâ” (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı Sayfa 21). Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır. “ - İnne vücudu’l - hâdisati’l - mahlukat hüve aynı vücudu’l - hâlik” (Yukr. Adı geçen eser, s.21) Manası : Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark yoktur. “ - İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” (Yukr. Adı geçen eser, s.21) Manası : Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir. “El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine’l - mükellef...” (Yukr. Adı geçen eser, s.21) Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur. - Ene’l - furkan ve’s - seb’ül - mesâni / Ve ruhu’r - ruh la ruhu’l - evâni. (Yukr. Adı geçen eser, s.21) Manası : Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift benim. ( bununla Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor. Muhyiddin-i Arabi’nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran’a göre açık bir şekilde şirk ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi sözler. Firavun’un şirk ve küfür olan sözlerini dahi aşmaktadır. Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i Arabi ise her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir. Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur, zira tamamı odur. Bayezid-i Bestami’nün Sözlerinden :

“Kendimi (noksanlıklardan) tenzih ederim, şanım ne de yücedir !” “Eşyanın ta kendisi olduğu halde eşyayı izhâr eden Allah’ı tenzih ve tesbih ederim.” “Doğrusu sonradan meydana gelen mahlûkatın vücudu, Yaradanın vücudunun aynıdır.” “Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir ?” “Bayezid-i Bestemi (K.S.) Hazretlerine sorulmuş : - Hakk’ı bilmenin manası nedir ? Cevap vermiş : << Hiçbir Hak yok, mutlaka ben oyum! >> “ ( Bayazidi Bestami ve İslam Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 18- 239 dan, alıntılar ). Mevlana’dan : “Rûh yeki dân u ten keste aded sedhezâr Hemçü ki bâdâmhâ der sıfat-ı revani Çend lügat der cihan cumlei mani yeki Ab yeki kest çün hâbiyeha bişkeni” Şunu iddia ediyor “Canı bir bil, bedendir sayıda yüz binlerce görünen; hani bademler gibi, hepsinde aynı yağ var. Dünyada nice diller var; anlam bakımından hepsi de bir; kırdın mı, su, bir olur-gider” “derken de gelen-giden bütün bedenlerdeki canların birliğini, bir tek can, bir tek varlık bulunduğunu söylemekte, bedenleri, tek canın, görünüşte ki çokluğu olarak belirtmekte, âdetâ bir can-beden, ruh-ten, anlam-madde birliği yapmaktadır.” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 182.) “Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim ? (39.b) Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Onca herkes O’dur ve insan insanlığını anlayınca O, olur.” (Mevlânâ Celâleddin, Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 196.) “Sabah oldu, ey sabahın penehı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddin’den sen özür dile!” “Akl-Küll’ün ve canın özür diliyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.” “Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.” ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Sayfa 144 Bent 1807-8-9. ). Mevlâna bu sözleriyle, ben Allah’ım diyen Hallacı Mansur gibi sabaha kadar Vahdet-i Vücûd’çuluk yaptığını söylemekte bununla da (haşa) “sen Husameddin’den özür dile” demek suretiyle Allah’a minnet etmektedir. “Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkek te kadında söze ve vasfa

sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar. ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 143 Bent 1785-1786-1788. ). Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş. Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynananın sadece karşı rakipler olmadığından , ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemekte, dolayısıyla da Sofizmin bu husustaki temel düşüncesini vurgulamaya çalışıyor. Hatta mesnevinin 2467-2468. Beyitlerinde Firavun’a, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki: “Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Mûsa, öbür Mûsa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.” ( Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 198 Bent 2467-2468. ). Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun tarafının tutulması gerektiğini zira haksız olanın Musâ olduğunu söylüyor. Şöyle ki : “Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un Musâ’dan nefretini, sen Musâ’dan bil!” ( Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 199 Bent 2481. ). Sofizm zihniyeti dikkate alındığında, Mevlânâ’nın ne demek istediği ve Kuran’dan ne kadar uzak olduğu net olarak anlaşılır. Öbür Sofistlerin durumu da Mevlânâ’dan farklı değildir. Yunus Emre’den : “Dutulmadı Yûnus canı geçtdi tamudan uçmağı Yola düşüp dosta gider ol aslına uyukmağa” (Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, sayfa 1.) Yunus Emre bu sözleriyle Cennet ve Cehennemle ilgilenmediğini, aslı olduğuna inandığı Allah’ta batmak yani fenafillah olduğunu söylüyor. Zira ona göre hem kendisinin hem de herkesin aslı Allah’tır. Allah olduğuna inanan bir kimsenin cennet ve cehennem umurunda olmaz, onda böylece diğer sofistler gibi bu inancını dile getirmiş oluyor. Bir kimse Kuran’a dolayısıyla İslam Dinine inanmaya bilir, kendisine ait inançları da olabilir, fakat bunları İslami değerleri küçümsemek suretiyle dile getirmesi hiç hoş değildir. Kendisinin ve herkesin İlah olduğu konusunda şöyle diyor. “Yûsus’dur eşkere nihan Hak toludur iki cihan Gelsün berü dosta giden hûr u kusûr burak nedür”

“Ol bi - nişandur cihandan ne diyelim dölümüz andan Ol âlem-i deyyân zat her zât içinde zât olur.” (Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, sayfa 25-35 den.) Bu sözleriyle, dünya ve ahiretin Allah’la dolu olduğunu yani Allah’tan ibaret olduğunu, bu yapı içerisinde, cennetteki hûriler, köşkler ve burakların anlamsız birer hiç olduğunu söylüyor. Bu sözlerinin Kuran’a göre yanlış olduğunu söylemek isteyenlere, İlim diye söylenen sözlerle Kuran’ın manasız bir gözbağı olduğunu, asıl kitabın Aşk kitabı olduğunu, dolayısıyla Kuran’ın onu ilgilendirmediğini ifade ediyor. Şöyle ki : “İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 25. ) Bu gibi sözleriyle ne demek istediğini anlamak için kendisinden nişan (işaret) isteyenlerin. Hallâc-ı Mansur zihniyetini ölçü almalarını şu beyitleriyle söylüyor: “Bunda beli diyen kişi andâ tamâm olur işi. Bizden nişân isteyene ol Hallâc-ı Mansûr nedür.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 37. ) “Sen seni bırak dost yüzine sensüz bak Mansur’layın “ene’l - Hak” dahı sebükbar gerek.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 73. ) “Bin yıl toprakda yatursam ben komayam “ene’l - Hakk’ı” Ne vakt gerek olurısa ışk nefesin urıgelem” (Yunus Emre Divânı, sayfa 101. ) “Yunus’a kadeh sunan “ene’l - Hak” demin uran Bir cur’a sundu bana içdüm ayılamazam”. (Yunus Emre Divânı, sayfa 103. ) “Bizim meclis mestlerinin demleri “ene’l - Hak” olur Bin Hallâc-ı Mansur gibi en kemine divanesi.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 226. ) Diyor ki : “Bizim meclislerimizin her an konusu Allah olduğumuzu söylemektir, bizim zayıfımız bu konuda bin Hallâc-ı Mansur gibidir.” Hani, Mevlânâ bütün kainatta meydana gelen olayların aslında, Allah’ın kendi kendisiyle huzur tavlası oynamasından ibaret olduğunu söylemişti. İş böyle olunca, emr edende emr edilende, iman edenle, iman etmeyen, iyi ile kötü hepsi bir olmuş olurlar. Sofizmin bu zihniyetine inanan ve kendisini Allah sanan Yunus Emre bu inancını şu sözlerle anlatmaya çalışıyor. “Tangrı kadim kul kadim ayrulmadum bir adım Gör kul kim Tangrı kimdür anla iy sâhip-Kabûl “Bize birlik sarâyın toğru beşâret ayın

Geç ikilik fikrinden kağıl benliği yâ kul.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 81. ) “Nemrûd adın İbrahim’e ben bağ u bostan eyledim

Küfür yüzinden toğuban gine odu yakan benem.” “Ol Hallâc-ı Mansur’ıla söyleridüm “ene’l-Hakk’ı” Benem gine onun boynuna dar uryanın dakan benem.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 102. ) “Cercis olup basıldum Mansur oldum asıldum. Hallâc panbuğu gibi bunda atılup geldüm.” “Zekeryâ oldum kaçdum irdüm ağaca geçdüm. Kanum dört yana saçıp depem deldirüp geldim” “Yolumuz Sübhânıdı peygamberler cânıdı Yûnus hod pinhânıdı Sûret değşirüp geldüm.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 107. ) “Gah hâlis gâh muhlis olam us Fûrkan’ıla Gâh Rahmânu’r-rahim yâ Hayyu yâ Mennan olam.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 113. ) Anlattığı şeyler, İlâh’lıkta halden hale geçerek tam bir huzur tavlası oynamak, iddiasındadır. Ve bunlar gibi daha bir çok sözler. Bu sözleri yalnız Yunus Emre söylemiyor, örneğin Abdulkadir Geylani’nin de tarikatça kendisine ait olduğu kabul edilmiş benzer sözler var. “İbrahim ateşe atılınca onunla beraber idim. Ateş ancak benim duam ile soğuyup yakmaz oldu. İsmâil’e bedel getirilen koç ile beraber idim. Koçlar ancak benim gönül cömertliğimle indi. Yakub’un gözü kapanıp kör olduğunda anunla beraber dim. Yakub’un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifâ buldu ! Yüceye çıkarken İdris ile beraber idim, Onu Firdevs’e en güzel CENNETİME oturttum ! Musâ Rabbine munacaat ederken beraberinde idim, Musâ’nın asa’sı benim asamdan meded gördü !”

( Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, sayfa 74. Bedir Yayınevi 1975 ).

Ve bunun gibi daha başka sözler. Sofistlerin en ısrarlı söyledikleri şeylerden bir tanesi birer Hallac-ı Mansur örneği olduklarını söylemeleridir. Onlarca “Enel Hak” yani ben Allah’ım diyen Hallac-ı Mansur vazgeçilmez bir semboldür.

Hallac-ı Mansur mantığıyla sözler söylediler, yazılar yazdılar; şiirler söyleyip onlara kafiyeler dizdiler. Bütün bunlara biri çıkıp ta samimi olarak dil sürçmesidir sarhoşluktur diyemez, zira söylenen bu sözler böyle bir müdafaa kalıbına sığmaz,

binlerce küfür söz iddia ettikleri gibi olsaydı kitaplara geçirilip belgelenmezdi. Onları bu şekilde müdafaa edenler; kendileri de ya sofist’tir, yada sofistlere zihnen av olmuş meczup mürittir. Zira bütün bunlar sofizim sisteminden başka bir şey değildir. Bilerek ve isteyerek kaleme alınmışlardır. Yunusun, Allah’lık iddiasıyla kaleme alınmış aşağıdaki menzum sözlerine aklı başında olup ta, kim kasıtsız ve amaçsızdır diyebilir “Ol kadir-i kün feyekûn lutf idici Rahman benem Kısmedin rızkını viren cümlelere sultân benem Nutfeden âdem yaratan yumurtadan kuş düreden Kudret dilüni söyleyen zikr eyleyen sübyan benem Kimini zâhid eyleyen kimini fâsık eyleyen Ayıblarını örtüci ol delil ü bürhân benem Bir kulına atlar virüs avrat u mal çiftler virüs Hem yok birinün bir pulı Rahim ü Rahmân benem Benem ebed benem beka ol Kadir-i Hay-mutlak’a Hızır olan yarın sakka anı kılan gurân benem Dört dürlü nesneden hâsıl bilün benemüşde delil Odıla su toprag u yil; bünyad kılan Yezdân benem Ete deri sünük çatan ten perdelerini dutan Kudret işim çokdur benüm hem zâhir ü ayân benem Hem bâtınam hem zahirem hem evvelem hem âhıram Hem ben ol’am hem ol ben’em hem ol kerim ü han benem Yoktur arada tercümân andacı iş bana ayân Oldur bana viren lizân ol denize ummân benem Bu yiri gök’ yaradan bu arş,u kursi; durduran Bin bir adı vardur Yûnus ol sâhib-i Kur’an, benem.” (Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa 184-185 ). Bir söz ve bir şiir : “Vahdet-i Vücûd nazariyesinde “Lâ ilâhe illallah” lafzı “Lâ - mevcûde illallah. Allah’tan başka varlık yoktur” şeklinde ifade edilir. Buna göre her şey onun çeşitli şekillerde tecellisidir, hatta daha ileri bir söyleyişle ondan bir cüzdür.” “O mâşuk ile âşık oldı bir zât Mahf oldı vücûd-ı nefy isbât Her katre muhit-i âzam oldı Her zerre Mesih-i Meryem oldı Mescûd ile sâc id oldı vâhid Mescûd-ı hakiki oldı sâc id Gayr oldu helâk-ü ‘vech’ kaldı Bahr oldu şu kim bahre daldı Ref’ oldı hicâb-ı mâ-sivâ’llah El kudretü vel - bekaü li’llâh Sırr-ı ezel oldı âşkârâ Arif nice eylesün müdârâ Külli yer ve gök Hak oldı mutlak Söyler def ü çeng ü ney “Ene’l - Hak”

Seyyid Nesimi

(Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa 210 ). Nesimi, şiirde Vahdet-i Vücûd’çuluk yaparak her şeyin “Ene’l - Hak” dediğini söylemektedir. Örneğin : Secde edenle, secde edilenin, sevenle, sevilenin bir olduğunu. Yer ve gök’ün mutlak olarak Hak yani Allah olduklarını, def, çeng, ney’in de Ene’l - Hak söylediklerini söylemektedir. Sadrettin-i Kunevi’den, bir hadisi tefsiri : “Şimdi işin sonuna geliyoruz... Bütün bu işlerden sonra.. Olacakları ondan duymaya çalışacağız. Yüce Allah, bize şu manayı anlatmak istiyor - .. Ve sen baki kalırsın.. Ama, sensiz olarak.. Ve.. Sen, ben olursun. Sonra.. Ben, sen olurum.. Sen dahi bensin.. Hasılı : Her şey onda ve O olur..” (Hadis-i Erbain, Tasavvuf Sadreddin-i Kunevi Rahmet Yayınları - 1970 Baskısı sayfalar 35-36 ) Niyazi-i Mısri’den : Halveti terikatinin Mısriyye kolunun kurucusu olan Niyaz-i Mısri 1105 tarihinde Limni adasında ölmüştür. Onun beğendiği önder Hallac-ı Mansur’dur. “Esselâ dâr-ı Enel - Hak’da bugün Mansur olup Can u başından geçen serdâr’ı aşka esselâ.” (Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 23. ) Bu şiirde Hallac-ı Mansur gibi ilâhlık iddia edip, bu yolda canını vermeyi göze alanlara övgü ve yardım çağrısında bulunuyor. Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili, diğer sözlerinden örnekler verebiliriz, Şöyle ki : “Hak yüzü insan yüzünden görünür Zât-ı Rahman şeklin insân eylemiş.” (Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 111. ) “İsteyü git âlemi Ademde bul âdemi Sırr-ı nefahtü demi Nefsidürür kâmilin” ( Yukarda adı geçen eser, sayfa 127 ) Daha önceki sofistlerden verdiğim örnekler gibi, Mevlana’nın Allah kendi kendisiyle huzur tavlası oynuyor iddiasını, Niyazi Mısri şu sözlerle ifade ediyor : “Ân-ı dâimdir hakikat güneşi Ol ânım ben gitmezem ben gelmezem Meryem içre ben doğurdum bir gulam Hem bugün de bir gülüm kim solmazam Ben doğurdum atasız hem İsa’yı hem İttisalim var ana ayrılmazam Sanma kim Mehdi benim Mehdi odur

Adı Yahya’dır anın yanılmazam Vasıtasız esmâ-i hüsnâ cümleten Bu sözü isbata âciz kalmazam Sır ile bana içimden söylenir Mısriyâ ben doğmazam ben ölmezem.” ( Yukarda adı geçen eser, sayfa 167 ). Hacı Reşid Paşa’nın, Tasavvuf isimli kitabından : “Eyle iska-ı izâfat hüviyet birdir Nazar-ı ehl-i hakikatte hakikat birdir Vahdet asârıdır eşyadaki renk-i kesret Hakşinasana göre vahdet ve kesret birdir.” Hacı Reşid Paşa, Tasavvuf, Tarikatler Silsilesi ve İslâm Ahlak-ı, Salâh Bilici Kitabevi 1965, sayfa 60). Daha öncede belirttiğim gibi, sofistlerin Allah’ı seviyoruz sözüyle kastettikleri, aslında kendilerini sevmeleridir. Zira, onlara göre, Allah ile kendileri birdirler ve İbadet ile sevgiyi özellikle kendilerine tahsis ederler. Bu manada olmak üzere İbnu’l-Fâraz’ın, “Nazmu’s - Sülûk” diye isimlendirdiği kasidesinden şu örneği verebiliriz : “Makamda kıldığım namazlar onadır Ve şahit oluyorum ki o da bana namaz kılıyor.her ikimiz de namaz kılan’bir’iz; Secde etmekle kendi hakikatı. Her secdede ‘bir’ olarak Bana namaz kılan, benden başkası değil. Her sevdede namazım da, benden başkasına değil Ben O’yum, O da ben; Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi. Benden bana elçi olarak gönderildim. Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti. ( İbn Teymiyye Külliyatı C.2, Tevhid Yayınları 1987, sayfa 356. ) Görüldüğü gibi,sevmesi ve ibadeti kendi kendisinedir. Sofistlerin Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili olarak, daha birçok örnekler vermek mümkündür. Örnekleri çoğaltmak verdiğim örneklerin benzer bir tekrarından ibaret olacağı için, konuyu daha da örneklendirmeğe gerek yoktur. Fakat şu anlaşılmalıdır ki, Sofistlerin en temel iddiaları ve tasavvufun yapı olarak tamamı Vahdet-i Vücûd iddiasıdır. Ve bu iddia Kuran’ın öğrettiği Allah’ı tevhid etme, yani Tek bir ilâh olarak kabul etme anlayışına tamamen zıt bir iddiadır.

TASAVVUFÇULARIN KERAMET İDDİALARI Sofuların müridlerini iyice kendilerine bağlamak ve yeni muridler elde etmek için kullanmış oldukları yöntemlerin başında gelenlerden biride, uydurmuş oldukları kıssalar ve kendilerine atfetmiş oldukları olağanüstü hallerdir. Böylece İlâh’lık iddialarını ispat açısından desteklemek için, Allah’a ait olan, duaları kabul etme, rızkı arttırma, hastalıkları iyileştirme, gayb bilgilerini sahiplenme, gibi hususlarda ve menfi olarak ta istediklerine ceza olarak bela verme gibi diğer bazı hususlar

konusunda yetkili olduklarını vurgulamak için bu rivayetleri uydurmaktadırlar. Müridiler yapmış oldukları toplantı, sohbet ve ayinlerde, İslami bir sohbet yerine çok sayıda olan bu rivayetleri okurlar ve bunlarla bir hayal alemine dalarlar. Çok sayıda olan sofilerin keramet iddialarının alındıkları kaynaklarda çok çeşitlidir. Örneğin: Bu konuda Abdulbâki Gölpınarlı şöyle demektedir: “Bütün sûfi biyografileri, Melamiler de dahil olmak üzere kerâmetlerle doludur... Bunlarda Şamanizm'in, Budizm'in, Mazdeizm'in, Uygur Manihaizm'in, Yahudilik ve Hıristiyanlığın ve bunlardan meydana gelmiş olan geleneklerin tesirleri ap - açık görünür. Meselâ Şamanizm de, yahut Budizim'de mevcut olağanüstü bir şey, zaman bakımından araları hiçte yakın olmayan, hatta meşrep bakımından da birbirlerine aykırı bulunan birçok sûfilere atfedilmiştir ve bu suretle kerâmetlerde bir ayniyet meydana gelmiştir.” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 228.) Sofilerin iddialarıyla, buna bağlı olarak yapmış oldukları sofizim hareketlerinin, Kuran’da bahsi geçen peygamberlerin yapmış oldukları mucizelerle karşılaştırılmaması gerekir. İslam dinide mucizeler, ancak Allah tarafından ve O’nun rızasıyla meydana gelen, sihir içermeyen, İslam dinine daveti amaçlayan ve yapılan davetle çelişmeyen gerçek olaylardır, bundan dolayı hiçbir peygamber mucizeleri kendi şahsına mal etmez, mucize gösterdiğinde herkes gibi Allah’ın sadece bir kulu olduğunu ve olayın kendi gücünden kaynaklanmadığını belirtir. Sofistler ise aksi iddialardadırlar.

Özellikle kutup iddiasında olanları kainatın bütün olaylarıyla kendi tasarrufu altında olduğunu iddia ederek, bu olaylarda Allah’ın pasif olduğunu, aktif bir İlâh olarak kendisinin her şeyi yönetim altına aldığını vurgular. İnandırıcı olabilmek için de, bir eliyle Allah’ın kudret hazinelerine uzanıp devraldığını, diğer eliyle de istediğine istediği kadar bundan verdiğini hem keramet kamuflajıyla hem de fiziksel hareket gösterisiyle zihinlere yerleştirmeyi hedefler, Mevlevilerde olduğu gibi. Sofuların keramet diye iddia ettikleri şeyler ise, göz boyamacılığı diğer bir ifadeyle sihir içeren ve kendi içlerinde çelişkili, akla mantığa uyma kaygısı olmayan, insanları kandırmaya yönelik söz ve hareketlerdir. Kendileri yapabildiği gibi, hiçbir İslâmi iddiası olmayan diğer bazı insanlar da onların yaptıklarını bir gösteri şeklinde bilmekte ve uydurdukları sözleri uydurabilmektedirler. Örneğin : Rufailerin yapmış oldukları, yılanlarla oynak şiş saplamak gibi gösterileri, hiçbir İslâmi iddia taşımayan, uzak doğu milletlerinden bazı kimseler ve topluluklar aynen yapabilmekte ve bunlar televizyonlarda gösterilmektedir. Sofuların rivayetlerinden birkaç örnek verirsem, şöyle ki : “Hace (K.S.) hazretleri bir gün, etrafında kalabalık bir derviş cemaatı olduğu halde hamama teşrif buyurdular. Dervişlerin bâzısı yüzlerini, mübarek şerefli ayaklarına sürerlerdi. Fakat bir derviş de karşılarında oturmuş idi. Dellâkların biride su getirip mübarek ayaklarına dökmek ümidinde iken önce gelip oturan dervişin ayağını öptü. Sonra suyu Hâce (K.S.) hazretlerinin mübarek ayaklarına düktü. Dervişi bundan dolayı bir utangaçlık kapladığını irfan nûru ile mülâhaza buyuran Hace (K.S.) hazretleri onun utangaçlığını def’etmek için << Bu muhtaç dellâk niyaz niyaz cihetiyle geldi. Siz çünkü bizden büyük bulundunuz. Sizi niyaz kapısının vasıtası yaptı >> buyurdular. Gerçekten büyüklerin huzuruna girildiğinde etraf ve maiyetindekilerin elleri ve etekleri öpülür. ( Makamât-ı Nakşibendiyye, Buhara Yayınları 1983, Yazan, Salâhuddin b-Mübarek el-Buhari Terc. Süleymen izzi “teşrifati” sayfa 212-213).

“Bir derviş Gadyud adlı mahalde Hazret-i Hâce (K.S.) ve orada bulunan Şeyh Şâdi hazretlerinin sohbetleri ile şereflenmişlerdi. Şeyh Şadi o dervişe nice nice nasihatlarda bulundu. Bu cümleden olmak üzere << Hazret-i Hace (K.S.)’nin bulundukları mahalle ayak uzatmaktan çekinmek gerekir >> buyurdular. Rasgele o, dervişin Kasr’ı Ârifan’a gitmesi gerekti. Yolda hava sıcak olduğundan bir ağacın gölgesinde biraz uykuya dalar. Ayağını bir böcek sokar. Tekrar diğer bir ağaç gölgesinde uyuklar. Yine ayağını yakarlar. Zikri geçen nasihat hâtırına gelir. Görülür ki, meğer iki defa uyukladığında da ayağını Kasr-ı Ârifan’a doğru uzatmış imiş. Tevbe ve istiğfar edip ömrünün sonuna kadar ayaklarını Kasr’ı Ârifan’a doğru uzatmazlar. ( Makamât-ı Nakşibendiyye, Buhara Yayınları, sayfa 213.) Birinci rivayette ayak öpmekten bahsetmeleri, kendi icat ettikleri bir saygı anlayışıdır, İslam dininde bu tür bir saygı anlayışı yoktur, hareketin mantığı da karşısındakini küçümsemeye yöneliktir. İkinci rivayette yine ayak konu edilerek, kasrı arifan dedikleri yöne doğru ayak uzatılmasını bir saygısızlık olarak tanımlamışlardır, İslam dininde bu şekilde bir saygı veya saygısızlık ölçüsü de yoktur, insan uzuvları tabii davranışlar içinde çeşitli yöne dönebilir, Allah bu gibi şeylerden dolayı bizi sorumlu tutmamıştır. Kaldı ki söyledikleri samimiyetten ve uygulamadan uzak şeylerdir. Kasr köşk demektir, şeyhleri birinci kattayken üst katlara veya dama çıkmıyorlar mı, çıkmaları halinde ne olur, mürid kasrı arifana doğru giderken yüzü oraya dönük yol alır, kasri arifandan dönüş yaparken sırtı oraya dönük yol alır, ister istemez ayak tabanları da oraya odaklanır, bunu nasıl yorumluyorlar, yoksa o durumda yengeçler gibi yan yan mı yürüyorlar. Bu gibi sözlerin ciddiyeti yoktur. Bu tür uydurma pek çoktur rivayetleri mevcuttur, ufak bir dikkatle uydurma ve saçma oldukları görülebilir, örneğin : “Derviş Mehmed adında bir kimse Hazret-i Hâce (K.S.) ile bahar zamanı kırda oturmuşlar sohbet etmekte idiler. Ansızın hâtırlarına kavun arzusu düştü. O mahalle yakın bir akarsu var idi. Hazret-i Hâce (K.S.) o dervişe hitap buyurup << Şimdi o akarsuyun kenarına varıp arzuladığın kavunu al getir ! >> diye işaret buyurdular. O derviş Hazret-i Hâce (K.S.)’nin emri gereğince akarsuyun kenarına doğru yönelir. Görür ki, güzel bir kavun-ki o diyarlarda << Baba Şeyhi kavunu >> demekle mârufdur henüz bostanından kopmuş duruyordu. Alıp Hazret-i Hâce (K.S.)’ye getirir. Bundan sonra Hazret-i Hâce (K.S.)’nin bu apaçık kerametleri içinde yer edip ömrünün sonuna kadar onun müridi ve mutekidi oldu.” ( Makamât-ı Nakşibendiyye, Buhara Yayınları, sayfa 216-217.) Bu rivayeti uyduran şahıs, bahse konu kavunun adını, şeyh çağrışımlı olması için “Baba Şeyhi kavunu” olarak uydurmayı da ihmal etmemiş. Ayrıca bu şekilde yiyecek ve mal temin edebildikleri iddia edilen şeyhlerin müridlerden yeter demeden mal almaları ilginçtir, mademki istedikleri malları keramet olarak elde edebiliyorlar o zaman müridlerin mallarıyla alıp veremedikleri nedir. Bununla ilgili bir rivayet şöyledir : “Bazı meşâyihe sordular : - Bu dünyayı kötülersiniz. Lakin verenlerin verdiklerini, << yeter >> demeksizin alırsınız. Cevap verdiler ki : - Cehennemden alır cennete sarf ederiz.” (Müsekkin - Nüfus, Arslan Yayınları 1991, Eşrefoğlu Rumi sayfa 95. ) Bu şekilde göstermiş oldukları mal düşkünlüğü bir tarafa, Malı veren müridleri,

alan kendileri bu duruma göre cehennem yakıştırmasını kime, cennet yakıştırmasını kime yaptıkları ilginçtir, zira ben bu örnekle malı kastettiklerine pek ihtimal veremiyorum, malın hayır işlerine sarf edilmesi için kendi dışlarında binlerce yol vardır, o zaman bütün bu yolları cehennemle tavsif etmeleri, şahsileştirmelerinden daha berbat bir manzara arz eder. Muhyiddin İbn’ül Arabi’den naklettikleri bazı rivayetlerse Şöyledir : “İbn’ül - arabinin kızı Zeyneb’in süt çocuğu iken düzgün bir lisanla konuşması olayı. Bizzat İbn’ül - arabi şöyle anlatıyor. <<... Süt emzirilen bir kızımla (böyle bir hâdise) bana da tesâdüf etti : (Henüz) bir yaşından küçük idi ki ona : - Yavrucağım deyince başını döndürdü : Eşiyle cinsel birleşme yapıp ta inzal olmayan adam hakkında ne dersin. Ona yıkanmak vacip olur dedi. (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 125 ). Aklı sıra, İsa Peygambere nazire yapıyor. Muhyiddin İbn’ül Arabi’den nakledilen ve Kitabı Futûhât da yer alan başka bir rivayette, güya babası ölmezden onbeş gün önce ölüm gününü bildirmiş ve dediğine göre aynen tahakkuk etmiştir. Fakat nasıl tahakkuk etmiş? Şöyle anlatıyor :

“<<.. Bu hali, rahmetli babam’da dahi gördüm. Zira onu, yüzünde canlı (insan)ların sûreti (şeklinde) olmasından (dolayı), şüphe ile defnettik. Onda ölülerin damarlarının (nabzının) durması ve nefes kesilmesi yoktu. Ölmezden on beş gün önce öleceğini bana haber vermiş ve Çarşamba günü öleceğini söylemiş. Nitekim böyle oldu : ölüm günü gelince, şiddetli bir şekilde hastalanmıştı. Bir şeye dayanmaksızın doğruldu ve dedi ki :

- Oğlum, bugün (artık) göç ve (Cenab-ı Hakk ile ) karşılaşma olacak. Men de : - Allah bu sefer’inde ( = yolculuk’unda) sana selâmet versin ve mülâkatında seni mübârek kılsın dedim. Bu söz ile ferahladı ve : - Oğlum, Allah benden (yana) sana iyilik mükâfatı versin. Senden işittiğim ve bilmediğim, belki de bir kısmını (daha önce) inkâr ettiğim (söz) işte budur dedi. Sonra her iki yanında (? Yanağında) bedeninin rengine uymayan bir parıltı zâhir oldu : İnci gibi parıldayan bir nur... İşte pederi kaplayan bu parıltı, yüzüne doğru yayıldı ve bütün bedenini istilâ etti. Onun elini öptüm, vedalaştım ve huzurundan ayrıldım. - Ben Câmi-i Kebir’e gidiyorum. Ölüm haberin gelinceye kadar (oradayım) dedim. - Git ve benim yanıma bir kimsenin girmesini bırakma dedi. Sonra kendi karısı’nı ve kızları’nı (etrafına) topladı. Öğle (vakti) olunca ölüm haberi bana geldi. Kendisine gittim ve bakanları : - Ölü mü? Yoksa diri mi? (diye) şüphede bırakan bir halde buldum. İşte böyle bir halde onu defnettik. Babamın büyük bir meşhed’i (şahadeti) vardı. ... Bu makamın sahiplerinin hâyatı ve ölümü (birbirine) müsâvidir...>>

(El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 128-129 ). Yukarıdaki rivayette, babasının ölümünden onbeş gün önce ölüm zamanını tam olarak bildiğini iddia etmiş, fakat hızını alamayarak babasını diri diri gömdüğünü

de söylemiş, zira dünyada, aklı başında olan hiç kimse, nabzı atan ve nefes alıp veren bir kimseye ölü diyemez, bu halde onu alıp ölü diye mezara gömemez. Ayrıca, babasının on beş gün önceden ölüm zamanını bilip söylediği iddiası da Kur’an’a uygun değildir, Kûran'dan mealen: - Şüphesiz kıyamet ilmi, Allah’ın katındadır. O, yağmuru indirendir, rahimlerde olan şeyi bilendir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. 31/34 Yine “Futûhatta” anlattığı başka bir rivayette eceli gelen birinin yerine, eceli henüz gelmemiş başka birinin ruhunun ölüm meleğine verilebileceğini, böylece eceli gelmiş olanın ölümden kurtulabileceğini iddia etmiştir. Şöyle ki : “<<...şeyhlerimizden birine, insanların yararlandığı sultan kızlarının birinden söz (haber) ettiler : O kızın bu şeyhe itikâdı vardı. Huzûruna gelsin diye ona (haber) iletti. Şeyh de (kalkıp) gitti. (Kadının) kocası olan melik, onun yanındaydı. Sultan saygı olarak ayağa kalktı. Sonra şeyh can çekişmekteki kadına baktı ve :

- Ölmeden önce, yakalayın onu dedi. - Neyle? dediler. - Diyetiyle (dedi) : Ödeyin onu! Böylece kadının diyeti, tam olarak şeyhe getirildi ve (kadındaki) can çekişme ile (kocasındaki ve babasındaki) hüzün durdu. (Kadın) gözlerini açtı ve Şeyh’e selâm verdi. Şeyh de ona : - Sen hiç üzülme dedi : Ancak burada bir incelik var ki o da : Ölüm çözülünce sefil (yani eli boş) olarak geri mümkün değildir. Ona muhakkak bir (başka) eser (yani can) lâzımdır. Biz seni (gerçi) ölümün elinden aldık. Halbu ki o, kendi hakkını bizden (yine de) istiyor : Ancak, alınmış bir rûh ile geri döner. Seni, sen yaşadığın zaman ahâli senden faydalanmıştır. Sen yüksek değerlisin. Biz de senin fidyeni, bizim indimizde, bu ölüden daha yücesiyle (öderiz : Şöyle ki) bence bütün kız (evlât)lardan daha sevgili bir kızım var benim. (İşte) senin diyetin olarak ölümü ona vereceğim. Sonra şeyh Azrail’e dönerek dedi ki : - Rabb’ine geri götürmek üzere sana bir rûh lazımdır. (sana vereceğim), kızım(ın rûhu)dur. Ona (olan) sevgimi biliyorsun. Bu rûha bedel olarak onun rûhunu al. Sonra şeyh, kalkıp kızına gitti. Hiçbir râhatsızlığı olamayan kızına (şöyle) dedi : - Sevgili kızım bana rûhunu ver. Çünkü sen (insanlara) fayda (konusun)da Emir’ül-müminin’in kızı Zeyneb’in yerini tutamazsın. Kız dedi ki : - Babacığım senin hükmündeyim. Ruhumu sana (elbette) veririm. Şeyh de ölüme (yani Azrâil’e) : - Al onu dedi. Böylece (kızcağız) o anda vefât etti...>>

İşte son derece hazin olmakla berâber bu hikayede işlenen motif, şâyan-ı dikkattir. Halkın ve umûmun menfaatı için, kendince en sevgili varlıklardan ferağat edebilmek, gerçekte islâm ahlâkı’nın gâyesini teşkil eder. Diğergamlık mânasına gelen <<altruisme>> in bundan daha gözel numûnesi acabâ tasavvur edilebilir mi?

(El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 151-152 ).

Bu rivayette Kuran’a aykırıdır. Şöyle ki, mealen : - Allah, süresi geldiği zaman hiçbir canı ertelemez. Allah, yaptıklarınızı haber alandır. 63/11 Ayrıca bu rivayetin insan fedakarlığının numunesi olarak gösterilmiş olması kabul edilebilir bir durum değildir, abuk sabuk laflarla rivayet övülmeye çalışılıyor, peki o zaman fidye olarak şeyhin aldığı maddi menfaati nereye sığdırıyorlar. Böyle bir durumu değil bir Müslüman, biraz vicdanı olan hiç kimse kabul edemez. Muhyiddin İbn’ül Arabi’nin, insanların bilmediğini, bildiğini ve böylece üstünlüğünü kanıtlamak için, hayalinde icat ettiği yaratıkları gerçekmiş gibi anlattığı rivayet örnekleri : “İşte bu fantezi’lerden bir tanesi de : İspanya’da ( = Endülüs’te) yaşadığını iddiâ ettiği bir <<acayip hayvan>> dır. Kendi ifadesine göre, bu garip yaratık sâdece İspanya’daki Sevilla (=İşbiliyye) dolaylarında bulunurmuş. En ziyade hayretimizi gerektiren şey ise : Bu hayvanın baş kısımları yenildiği zaman, insanın astronomi bilgisi’ne ve orta kısımları (yani gövdesi) yenilince botanik ilmi’ne ve nihâyet kuyruk kısmı yenilince de, yer altındaki su’ları keşf etmek bilgisine erermiş. Bütün bunlar da kitap okumaksızın meydana gelirmiş. İşte bu gariplikleri bizzat İbn’ülarabi şöylece anlatıyor :

<<... Bu hayvanın üst kısmı yenildiğinde bunu yiyene bilhassa İlm’i nücûm (astronomi) verilir; ortası yenilince (insana), ilm-i nebât (0botanik) verilir; arkası ile kuyruk kısmı da yenilince, (ona da) arz’daki kayıp (yani gizlenmiş) suların bilgisi (=hidroloji) verilir ki o, içinde su bulunmayan bir araziye gittiğinde, kaç kulaç derinlikte su bulunduğunu bilir.

Bu hayvan canlıdır : ne büyük ne de küçüktür. Ancak Endülüsün’ün batısındaki işbiliye civarında bulunur.

Bir gün Emir’ül - müminin’in kâtibi arkadaşımız Abdullah ibn Abdûn orada bulunmuş ve onun başını ve kuyruğunu bir vuruşta, bıçakla ikiye kesmiş, üç parçaya taksim etmiş. Kendileri de üç kardeş idi. Böylece Abdullâh (İbn Abdûn) onun üst (kısmı)nı yemiş ve yıldızlara hükm etmek ilminde, kitap okumaksızın veyâ bir önder ona öğretmeksizin âyet (delil, büyük âlim) olmuştu. Kardeşi Abdülmecid (ibn Abdûn) ise, onun orta’sını (gövdesini) yemiş ve bitkiler (nebâtât) ilmi ile onun husûsiyetleri ve terkiplerinde kitap okumaksızın yâhut çalışmaksızın bir âyet (büyük âlim) olmuştu. Bunu bana, onun dindar (hanifi) oğlu, Konya’da haber verdi.

Üçüncü kardeş ise, kuyruk bölümü olan son parçayı yemiş ve toprağın içinden suları çıkarmakta, âyet (= büyük bilgin) olmuştu...>> “ (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 139-140 ). Ne kolay iş, çalışma çabalama hayali hayvanları ye de alim ol diyor, durum buysa, bu kadar saçmalamak için kendisi ne yemiş olabilir. Başka bir rivayette : “Irak ile Mekke Arasında Bulunan Garip Yaratık”

“İbn’ül - arabinin Futûhat’da anlattığı fanteziler arasında en ziyâde dikkatimizi çeken fıkra da şudur : Kendisi bize, Mekke ile Irâk arasında bulunup ta ismi açık olarak söylenmeyen bir bölgede, <<konuşan bir hayvan>> ın bulunduğunu haber veriyor. İddiâ ettiğine göre bu hayvanın konuşması işitilir ve ne dediği anlaşılırmış. Üstelik, onun etini yiyen bir bir kimseye Allah, istikbalde olacak şeylerin bilgisini verirmiş. Âdeta bir kadın şeklinde olan ve hatta Arapça konuşun bu hayvanı, o bölgenin tanınmış bir Arap kabilesi her yıl belli bir günde avlamaya çıkarmış. İşte bu garip hadiseyi İbn’ül - arabi, çok teferruâtlı bir şekilde anlatırken diyor ki :

“Bu hayvan, Irak ile Mekke arasındaki (bir) arâzide bulunur. Fakat binicilerin yolundan dışarıda (kalan) büyük bir in içindedir. Bu hayvanın şekli, Arapça konuşan bir kadının şekli (gibi)dir. (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 140-141 ).

Gaybın bilinmesi konusunda ortaya attığı büyük bir yalanla yetinmiyor. Arapları yamyamlıkla itham ediyor. Öyle ki; aynen kadın gibi olup, Arapça konuşan yaratık gerçek kadın değilse nedir ? Başka bir rivayette : “... Mahmûl (mechûl) abdâl’dan biri olan arkadaşımız Mûsâ el-sedrâni bize haber verip dedi ki : - Kaf Dağı’na ulaştığım zaman -ki bu : azametli bir dağdır; Allah onunla dünya’yı kuşatmıştır; bu dağı da büyük bir yılanla kuşatmıştır. Yılan bu dağı kuşatmak üzere, bir daire çizdikten sonra, Allah onun başını kuyruğuna bitiştirmiştir. - Mûsâ (el- Sedrâni) der ki : Bunun yaratılışından ürktüm...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 142-143). Muhyiddin’i Arabi daha bunlar gibi ipe sapa gelmez şeyleri birer gerçekmiş gibi anlatmaktadır. Buna rağmen bu şahıs tasavvufçular arasında “Şeyhûl Ekber” yane “En Büyük Şeyh” unvanıyla anıldığı gibi, İslam dini adına ortaya çıkmış bazı meşhur kimseler tarafından da övülerek halka kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Muhyiddin-i Arabinin, İhlâs sûresinin yalnız kendisi için özel olarak indiğini ve kendisinin bizzat bu süreden ibaret olduğunu söylemesi ve dolayısıyla vasıf olarak doğrudan doğruya Allah olduğunu iddia etmesi : “... Bu (ihlâs) sûre(si), bana Haleb’te tecelli etti. Bana denildi ki : - Bu sûreyi gördüğün zaman, ne bir insan ne de bir canlı onun ışıklarını göremez. (İşte) bu sûre için ve bu sûreden, bana doğru büyük bir temâyül gördüm. (sûre) bana bundan önce girdiğim bu ev (!) gibi temsil edilmişti. Sonra denildi ki : - Bu (sûre) sana, diğer müslümanla hâricinde hâlis (yani mahsus)tur. Bunlar bana söylenince işâreti anladım ve bu işâretin zâti (yani bana mahsûs) olduğunu ve benim sûretimin gayrisi değil fakat aynisi olduğunu anladım. ... Ve: - İşte ben, buyum dedim. ...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 55-56). Kuran’ın 112. Sûresi olan, İhlâs Sûresi, Allah’ın zatı ile ilgili bir sûredir. Ayrıca, ne Kuran ne de Kuran’ın hiçbir sûresi tek bir şahsa özel olarak inmemiştir. Kuran bütünüyle tüm insanları ve Cin’leri hidayete çağıran bir kitaptır.

Muhyiddin İbn’ül Arabinin işte ben buyum dediği ve Allah’ın zatıyla ilgili olan İhlâs sûresinde şöyle denmiştir. Kur’an’dan mealen : - Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla - De ki : O Allah birdir. 112/1 - Allah sameddir (her şey varlığını ve bakasını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur). 112/2 - Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. 112/3 - Hiçbir şey O’na denk değildir. 112/4 İhlâs sûresindeki sözler dikkate alındığında, İbn’ül- arabinin, İslâm’dan ne kadar uzak bir sapma içinde olduğu kolayca anlaşılır. Kuran’ı sofist ideolojisinin bir oyuncağı sanmıştı. Şu bir gerçek ki çoğu kimseler gibi o da Kur’an’ın ne demek olduğunu ve neyle karşı karşıya olduğunu göremiyordu. O Kur’an ki Allah sözüdür, ona savaş açıp karşı gelenler Allah’a savaş açıp karşı gelmiş olanlardan başkası değildirler, bunun ne demek olduğunu bir bilselerdi. Kuran’dan mealen :

- Biz bu Kûr’ân’ı bir dağ üzerine indirseydik, onun, Allah korkusundan baş eğip parça parça olduğunu görürdün. Biz bu misalleri, insanlara, belki düşünürler diye veriyoruz. 59/21 Kuran’da bahsedilen cennet nimetlerini gölgelemek amacıyla tahdis ettiği ve meçhul bir Sufiye atfettiği “arz’ül - hakika” diye bir yerden bahsetmesi : “Hakikat Dünyası (arz-ü - hakika) adı verildiği halde, muhakkak bir Hayâl Dünyasından ibaret olan bu âlemde, gûyâ kırmızı altın’dan bir gölge mevcutmuş. Oradaki ağaçlar ve onların meyveleri, hep altın’dan imiş. Bu meyvelerin güzelliği, râyihası ve lezzeti hiç kimse tarafından tarif ve tavsif edilemezmiş (fakat orası Cennet denilen şey değilmiş). Hatta Cennet’in meyveleri bile, onların yanında kusurlu kalırmış. Bu meyvelerin üstünde, tasavvur ve tahayyül edilemeyecek kadar güze ve süslü nakışlar varmış. [Fut. 1-142 (1-6)] Bu meyveler o kadar büyükmüş ki, bunlardan bir tânesi gök ile yer arasına konursa, insan gökyüzünü görmekten mahrum kalırmış. Fakat bunca büyüklüğüne rağmen bir insan yine de onu kendi eliyle tutabilir, kavrayabilirmiş. Çünkü meyve, hava’dan daha lâtif ve hafif imiş. [Fut. 1-142 (6-9)]

... Bu büyük arz’daki arz’lar ( = bölgeler)’den her birine, şâyet gökyüzü konulsa, ona nisbetle tıpkı bir çöl (üzerin)deki halka gibi kalırdı... [Fut. 1-142 (18)] “Hele oradaki güzel kadınlar : İşte onlar Cennet’deki hûri’lerden daha güzelmiş. Onlarla sevişmenin lezzeti ise, hiçbir şeye benzemezmiş. [Fut. 1-142 (24-25)] Hareket ve akma konusunda oranın suları, havadan daha lâtif idi...İçmek istediğiniz zaman, onda hiçbir içecekte bulamadığınız lezzeti bulursunuz. [Fut. 1-142 (31-32)]

(ve anlatımı bu gibi şeylerle sürüyor) (El - Futûhât El - Mekkiyye, sayfa 66-67).

Sofist, İlâh’lık iddia etmişken birde Cennetini kuruverdi hem de Allah’ın Cennetinden daha güzel olduğunu iddia ederek. İbn-i Arabinin söylediği veya tasavvuf öğretisinde ona aid olduğu kabul edilen daha bir çok ipe sapa gelmez rivayet örneği yazmak mümkündür fakat onun hakkında ki gerçekleri görmek isteyenler için bence bu kadar örnek yeterlidir. Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik isimli kitapta yer alan bazı rivayet örnekleri : “Evliya menkıbeleri olarak bu konuda şimdiye kadar yazılmış olan hikayeler, mitoloji tarihinde benzerine az rastlanan cinstendir.

Allah Teâlâ’ya ve O’nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa - Sallellâhu aleyhi ve sellem - Hazretlerine, içtenlikle iman etme şerefine nail olmuş ve Yüce Kur’ân’ın hakikatlarına vâkıf bulunmuş her mü’minin, tüylerini ürpertebilecek bu sinsice düzenlenmiş hikayelerin, İslâm’ı yıkmaya yönelik ne büyük tehlikelerle yüklü olduklarına dikkatleri çekmek amacıyla bunlardan bazı parçalar sunmakta yarar vardır.

Nakşibendi Tarikatı’nın kurucusu Bahaûddin Nakşibend hakkında yazılanlar :

<< Annesi şöyle anlatmıştır : “Oğlum Bahâeddin dört yaşında iken, evimizde yavrulayacak bir inek vardı. Doğumuna bir müddet daha olan o ineği göstererek, öyle anlıyorum ki bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu.” >>

<< Behaeddin Buhâri hazretleri bir defasında Şeyh Seyfeddin adlı bir zâtın ırmak kenarında bulunan kabri başında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir kısmı Behaeddin Buhâri hazretlerinin tasavvuftaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada evliy3anın meşhurlarından olan Şeyh Seyfeddin ile Şeyh Hasan Bulgâri arasında geçen kerâmetler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki : “Eskiden velilerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acabâ bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mı dır?” Bunun üzerine Behaeddin Buhâri hazretleri buyurdu ki : “ zamanda öyle zâtlar vardır ki şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar.” Bu sözler Behaeddin Buhâri hazretlerinin mübarek ağzından çıkar çıkmaz önlerinde akmakta olan ırmak ters akmaya başladı...>> << “Yine nakşi rûhanilerinden Ubeydullâh-ı Ahrâr hakkında yazılanlar : << Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleri doğduğunda, kırk gün annesini emmemiştir. Annesi nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır >> << Mevlânâ - zâde Nizameddin anlatır : Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınacak hiçbir yer yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeye başladım : “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?” Ubeydullâh-ı Ahrâr hazretleri atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince başlarını bana döndüler ve, “Yoksa korkuyor musun?” diye sordular. Sikût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya

bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız.” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yol aldıktan sonra, dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birden bire zifiri karanlıklar içinde kaldık,”

“Nakşibendilerin, İmâm-ı Rabbâni diye adlandırdıkları Serhend’li Ahmed Farûki hakkında yazılanlar :” << Hızır ve İlyas aleyhisselâmın ruhaniyeti ile görüşüp konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbâni hazretleri bu husûsu “Mektubât’ın birinci cild, 282’nci mektubunda bildirilmiştir.>> << Bir gün İmâm-ı Rabbâni hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerdeki kusurları görme halinde iken; “Seni kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül, vesile edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim, nidâsını duydu. Ve; “Bunu her kese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim Madde’ ve Me’âd risâlelerinde bunu bildirmişlerdir...>> << İmâm-ı Rabbâni hazretleri : “Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur.” müjdesi ilham olundu. >> << İmâm-ı Rabbâni hazretleri buyurdu ki : “Erkeklerden ve kadınlardan vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar. >> << Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmama sığınıp imdat diledi. İmam elinde baston ile göründü ve o kükremiş olan arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı, talebe kurtuldu.>> (Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996 Ferit Aydın sayfalar, 294 - 295 - 296 - 197. ) TASAVVUFÇULARIN PEYGAMBERLERE MÜMİNLERE VE İSLAM DİNİNE YAPTIKLARI SALDIRILARDAN ÖRNEKLER Sofistlerin kullandıkları metotlarından biride, kendi yollarını yürütebilmek ve insanları doğru yolda gidenlerin yollarından alıkoymak ve dolayısıyla kendilerine bağlamak için Peygamberleri ve Müminleri kötülemektir. Böylece kendilerinin ve gittikleri yolun iyi olduğunu insanlara yutturmayı amaçlamaktadırlar. Ayrıca bu tuzaklarını tuttura bilmek için kullandıkları diğer bir metotta “Sağlam akla ve Sağlam duyularla bunların açık ve net olarak yaptıkları öğrenme ve tespitlere karşı çıkmaktır.” Bundan dolayı “Batıniliği” şiddetle savunurlar. Onların batın anlayışına göre örneğin; minare dense, muhakkak bunu kuyu olarak anlamak lazımdır. Birisine bunu yutturdular mı artık ona kabul ettiremeyecekleri hiçbir şey kalmaz. Öyle ki, İslam Dininde Allah bir mi deniyor, sofist buna karşılık her şeyin Allah olduğunu kabul ettirmeye çalışır ve etiket olarak kendisinin Allah olduğunu hemen iddiasının üzerine yapıştırır. İslam dinide Cennet güzelliğiyle mi övülüyor, sofist bunun iyi bir şey olmadığını, ahmakları kandırmak için kurulmuş bir tuzak olduğunu kabul ettirmeye çalışır. İslam dininde cehennem kötü bir yer olarak mı

bildiriliyor, sofist onun iyi bir şey olduğunu içindekilerin ondan çıkmak istemediklerini kabul ettirmeye çalışır. Şöyle ki : Yunus Emre’nin cennet için söylediklerinden : “Âşık mı direm ben ona Tanrının uçmağın seve Uçmak hod bir tuzak durur eblehler canın tutmağa” (Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, sayfa 1.) KELİMELER : Uçmağı, uçmak: Cennet Hod : Esasen, zâti; bizzat. Ebleh : Pek akılsız, ahmak, bön. Böylece Yunus Emre, şöyle demektedir. “Allah’ın Cennetini sevenler aşık değildirler. Cennet, özellikle ahmakların canını tutmak için kurulmuş bir tuzaktır.” Ona göre doğrusu şöyle olmalıdır. “Dutulmadı Yûnus canı geçti tamudan uçmağı Yola düşüp dosta gider ol aslına uyakmağa.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 1.) KELİMELER : Uyakmak : Gurup etmek, batmak Tamu :Cehennem. Yani şöyle demektedir. “Yunusun canı tutulmadı, cehennemden, cennetten geçti. Yola düşüp dostu ve aslı olan Allah’la birleşmeğe gider.” Bir kimsenin, cenneti red edip kendisini Allah’ın bir parçası olarak görmesi ve aslının Allah olduğunu söylemesi. İslâm’a göre minarenin kuyu olarak tarif edilmesinden çok daha ters bir durumdur. Ve Yunus Emre bu iddialarında ısrarlıdır. Şöyle ki : “Yûnus’dur eşkere nihan Hak toludur iki cihan, Gelsün berü dosta giden hûr u kusur burak nedür.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 25.) Yani diyor ki; Dünya ve Ahiret, Allah doludu. Allah’la birleşmek isteyenler beri gelsin, cennet hurileri, cenet köşkleri ve buraklar ehemmiyetsiz şeylerdir. Onun bu görüşünde yanlış olduğuna dair Kur’an’dan delil mi getirmek istiyorsun, sofistin buna cevabı hazırdır. Şöyle der : “İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur. Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 25.) Yani diyor ki: İlim gerçek bir göz perdesidir, hakikatleri görmeyi engeller, dünya ahret hesabıdır. Gerçek kitap aşk kitabıdır. Senin okuduğun bu sayfalar, yani

Kuran sayfaları da neyin nesi oluyor. Her ne kadar, söz olarak cennet, cehennem söz ediyor ise de, söz etmesi bunların varlığını kabul ettiğinden değildir; sadece İslami değerleri eleştirmek içindir, yoksa sofiler böyle şeyleri var olarak kabul etmezler. Aynı ağızla M. İkbal şöyle diyor : “Dünyanın halkı ile rindâne konuştu : Hûri ve cennete put ve put hane dedi.” ( Cavitnâme, Kültür Bakanlığı Yayınları , sayfa 129. ) “Niçin müminlerin yerinden uzaksın ? Yani : Neden cennetten mahcursun ? Hallac : İyi ve kötüyü bilen hür adamın ruhu cennete sığmaz ! Mollanın Cenneti şarap ve huri ve gilmandır; hürlerin cenneti ise, daimi yürüyüştür. Mollanın cenneti yemek, uyku, şarkıdır; âşıkın cenneti ise, varlığı müşahade etmektir. ( Cavitnâme, Kültür Bakanlığı Yayınları , sayfa 129. ) Ayrıca, dinsiz olmayı aslanlık, dindarlığı ise öküzlük olarak kabul ederek şöyle diyor. “Hayat için âyin, din ve âdet nedir? Bir an aslanlık, yüz sene öküzlükten iyidir !” ( Cavitnâme, Kültür Bakanlığı Yayınları , sayfa 407. ) Sofistlerin en ileri gelenlerinden olan Abdulkadir Geylâni ise şöyle diyor : “ << Ayaklarına takılanları bırak... Dünyayı ve âhireti terket. Bunları isteme... >> “ Emri verilir. Daha sonra : Bir baştan öbür başa bilcümle izafi mevhum varlıklardan uzaklaş, hepsini bırak. Yersiz varlıkları yok bil; tevhid nuruna dal ve onda güzelleş. Daha bunlar gibi birçok emirler. Artık şirk terkedilmiş irade, Hakka bağlanmış ve o; tam bir edep ve terbiye içinde ilâhi huzura kavuşmuştur. Gönlü boş.. Başı öne eğik, ne sağında olan âhirete, ne de sola geçen dünyaya bakar...” (Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları 1983. Sayfa 152-153 Abdulkadir Geylani, çeviren Abdulkadir Akçiçek. ) Dünyanın helal nimetlerini ve cenneti istemeyi şirk olarak kabul etmektedir. Halbuki dünyanın helal nimetlerini boşlayan, onurunu ve izzetini de boşlamış olmaktadır, zira dünyanın helal nimetleri olmazsa bunları korumak ve ayakta tutmak için elinde bir vasıta kalmaz. Ona göre tevhid ise şudur : “Sen artık bu hallerden sonra seçkin olursun; belki daha üstün. Varlığın Hak (Allah) varlığına karışır; iraden kalmaz.” (Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları 1983. Sayfa 60 Abdulkadir Geylani, çeviren Abdulkadir Akçiçek. ) Bu konuda Ahmed el-Rüfai’nin bazı sözlerinden : “Marifet, Hakkın gayrını yok bilmektir.” “Kalbi Allah’a bağlı olan, dünyaya bakmaz. Âhireti de bilmez.” (Onların Âlemi, Bahar Yayınları 4. Baskı, Ahmed el-Rüfai, sayfa 50, çeviren, Abdulkadir Akçiçek. )

“Her iki âlemi de içinden at. Onları isteyenlere bırak. Sen âlemlerin Rabbı ile ol.” (Onların Âlemi, Ahmed el-Rüfai, sayfa 140). Niyazi-i Mısri’den : “Dünya ile urbayı ko Ulâ ile uhrayı ko Var olan kuru sevdayı ko Matlub yeter Subhan sana” (Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 16). Yani diyor ki, Ahireti, geçmişi geleceği bırak, bunlar aslı olmayan boş isteklerdir. Sen yalnız Allah’ı iste, bu istekten kastı, Allah’la, Allah olmaktır.! Halbu ki, bilmiyor ki, dünyasını sıfırlayan onurunu da sıfırlamıştır. Onuru olmayanlardan, haşa, “Allah olmak” bir tarafa, Allah dostu da olmaz. Allah olmayı istemektedir, daha önce verdiğim örneklerden şöyle dediği hatırlanmalıdır: “Hak yüzü insan yüzünden görünür Zât-ı Rahman şeklin insân eylemiş.” (Niyazi-i Mısri divanı, sayfa 111.) Cenneti bu kadar kötüleyen sofu’lar, cehennemi övmekten geri durmazlar, öyle ki : Mevlana için cehennem bir ceza yeri değil, ârızi kötülükleri temizleyen , insana hiçbir zarar vermeden olgunlaşma kazandıran bir yerdir; Ateşi ise kırmızı şarap gibidir. Mevlana bu konuda şöyle demektedir: “Cehennem ateşi, ancak kabuğu yakar. Ateşin içle hiçbir işi yoktur.

Ateşi içe yayılım verirse mutlaka bil ki onu pişirmek içindir, yakmak için değil. Tanrı, hüküm ve hikmet sahibi oldukça bu kaide daimidir. Geçmiş zamanda da böyledir, gelecek zamanda da.

Lâtif iç, hattâ kabuklar bile onun tarafından yarlıganırken artık nasıl olur da içi yakar ? Uzaktır ondan bu.

Hattâ inayet eder de bu inayeti yüzünden başına vurursa bile ona iştah verir, o kırmızı şarabı içirir.”

(Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt VI Mevlâna M.E.G.S.B. Yayını. 1988 Çeviren, Veled İzbudak sayfa 311 - 312, beyitler 3928-3929-3930-3931-3932.) Şeyhül Ekber dedikleri Muhyiddin-i Arabi ise bu konuda şöyle demektedir: “... Şâyet (Allah, cehennemdekileri) cennet’e çıkarırsa, onlar muhakkak ki (bundan) azap duyarlar ve cennet’e girmek onlara zarar verir. Tıpkı, gül kokularının domuzlan böceklerine zarar vermesi gibi...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 168. ) Böylece sofular diğer konularda olduğu gibi, cennet ve cehennem konusunda, gerçeği tersine çevirmeye çalışmışlardır. Böyle yapmaları “Sofizm” mesleğinin ana kuralıdır. Denilebilir ki, İslâm dininde kötülenen her şeyi sofular övmüş,

övülenleri ise kötülemişlerdir. Öyle ki, sofistlerin saldırısından melekler dahi kurtulamamıştır; Şöyle ki: “Azrâil ne kişi durur kasd idebile cânuma Ben onun kasdını gine kendiye zindan eyleyem.” “Ya Cebreil kim ola hükm ide benüm âhuma, Yüzbin Cebreil gibiyi bir demde perrân eyleyem.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 94.) Diyor ki, “Azrâil kim oluyor benim canımı alacak, ben onun kasdını kendisine zindan ederim.”

“Cebrail kim oluyor benim sözüme hükm etsin, benim sözüme karşı vahiy getirsin, yüz bin Cebraili bir anda uçururum, yok ederim.” iddiasında bulunuyor. Fakihleri kötülemek amacıyla Muhyiddin-i Arabi şöyle demektedir: “... fakihler, evliyânın Firavun’ları ve Tanrının iyi kullarının Deccallarıdır... (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 11. ) Batıni olmayanları kötülemesi : “... Ehl-i zâhir’in akılları şüphesiz vardır fakat onlar düşünceli (ûlül - elbab) değildirler...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 17. ) Batıni olmayanlarla fakihleri kötüledi, bununla yetinmeyerek zındıkları övmesi : “... Bu tâifenin efendisi Cüneyd dedi ki : - Zındık olduğuna bin tane sıddik ( = tam iman sahibi kimse) şahâdet etmedikçe, hiç kimse hakikat derecelerine ulaşamaz......” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 236. ) Bu iddiaya göre, bir kimsenin hakikat derecelerine ulaşması için, bin Müminle inanç konusunda ters düşmesi ve onların onu bir zındık olarak kabul etmeleri gerekirmiş. Başka bir ifadeyle, kim müminlerin, inandıklarının tam tersine inanırsa o kimse hakikati bulan bir evliya imiş. Abdulhakim Arvasi’nin şu sözü de ilginçtir : “Kendinde olmak küfür, Kendinden geçmek iman...” (Rabıta-i Şerife büyük doğu yayınları 3. Baskı Esseyyid Abdulhakim Arvasi, Sadeleştiren Necip Fazıl Kısakürek, sayfa 66. ) Arvasinin bu sözüne göre akıllı düşünmek küfür, akılsız ve düşüncesiz olmak, kendinde olmamak İman imiş! Yunus Emre’nin bazı sözlerinden örnekler : “Adem yaratılmadın can kalıba girmedin Şeytan la’net almadın arşıdı seyran bana” (Yunus Emre Divânı, sayfa 7.)

Bu sözlerle, Allah olduğunu vurgulamak istiyor, bu sözünün Kuran’a aykırı olduğunun söylenmesine karşın, Şöyle demektedir : “Şeriat ehli ırak iremez bu menzile, Ben kuş dilin bil üren Süleyman söyler bana” (Yunus Emre Divânı, sayfa 7.) “Dost yüznü görecek şirk yağmalandı Anunçün kapuda kaldı şeriat” (Yunus Emre Divânı, sayfa 11.) Bu sözleriyle, Kuran’a ihtiyacı olmadığını, şeriatın dışlanması gereken bir öğreti olduğunu, buna karşılık şirk’in yağma edercesine kapış, kapış alınması gereken bir meta olduğunu söylemektedir. Kendisinin İslam dışında hakikati bulduğunu, onun için İslam şeriatını kabul etmediğini ve buna ihtiyacı olmadığını şu sözlerle söylüyor : “Şeriat oğlanları nice yol ide bize Hakikat deryâsında bahrı oldum yüzerem” (Yunus Emre Divânı, sayfa 93.) Farzlar ve ibadetler konusunda ise şöyle diyor : “Oruç namaz gusl hac hicabdur aşıklara Âşık ondan münezzeh hâlis heves içinde” (Yunus Emre Divânı, sayfa 164.) “Oruç namâz zekât hac cürüm’ü cinayet durur Fakir bundan azadur hâss-ı havâs içinde” (Yunus Emre Divânı, sayfa 94.) (Yunus Emre Divânı, sayfa 165.) Dediğine göre, Oruç, namaz, gûsl, hac, zekat, gittiği yolda onu cürüm ve cinayet derecesinde engelleyecek bir perdeymiş, hal bu ki kendisi, hasların hası içinde bundan kurtulmuş, azad olmuştur inancındadır. Sofistlerin bu şekilde düşünmelerinin nedeni, hakikat diye bir şey kabul etmemeleri, iyi ile kötünün ak ile karanın, doğru ile yanlışın onların gözünde aynı ve bir olmasından dolayıdır. Örneğin : Mevlana, kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinler ve bütün şeriatların aynı olduğunu yani herhangi bir gerçeği temsil etmediklerini söylemektedir. Daha öncede belirttiğim gibi, bu düşünce Sofizmin temel inancını temsil etmektedir. Bu konuda Mevlana görüşünü şöyle belirtmektedir : “Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim

(onlar, beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şeyde bulaşmadı )” “Ondan dolayı bence bütün şeriatler, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Cilt I Mevlâna, sayfa 280 - , beyitler 3503-3504.) Yine aynı manada olmak üzere, Abdulbâki Gölpınarlı’nın Mevlana hakkındaki bazı tesbitleri şu şekildedir : “Onca küfür ve iman birer keyfiyetten ibarettir, halbuki (onca) hakıykatı makamına keyfiyet sığmaz (seçme Rubâiler, s.10, rubâi XXXV.) Bu âlem, müslümanlıktan da dışarıdır, kafirlikten de, Orda ne Müslümanlığın işi vardır, ne kâfirliğin (aynı eser, S.9 rubâi XXX.)” “Medreseyle minare yıkılmadıkça kalenderlik töreni düzene giremez. İman küfür, küfür de iman olmadıkça Tanrının hiçbir kulu, hakkiyle Müslüman olamaz (S.23 rubâi LXXXIX)” “Mevlânâ, nihayet halka haram olan şarabın Kalenderlere helâl olduğunu söyler ve derki :”

“Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye nehyedilmiştir. Yoksa şarab, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık kişilere haram.”

(seçme Rubâiler, S, 43 rubâi CLXXII.) ( Bak, Abdulbaki Gölpınarlı’nın Mevlana Celâleddin isimli kitabının sayfa 198 - 199 - 200. İnkılâb Kitabevi 1985 baskısı.)

Şarap ve şarab gibi pislikler dinimiz icabı bize haramdır. Aşağılık sözünü kendisine iade ederiz. Bu konuda Niyazi-i Mısri şöyle demektedir. “Mescid ü meyhaneyi fark eylemem zâhidâ Göründüm ise ne var ha ile dâl içinde” (Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam kitabevi 1976. Sayfa 226.) Sofistlerin, hiçbir hakikat yok iddiasının kapsamına, Nübüvvetin inkârı ile İlâh’lığın inkarıda girmiştir. Muhyiddin-i Arabi’nin Sehl ibn Abdullah el-Tüsteri’den rivayet edip söylediğine göre bir sır vardır ki, bu açığa çıkarsa ne Rububiyet kalır ne de Nübûvvet, ikiside iptal olurmuş. Şöyle ki : “... Sehl ibn Abdullah el-Tüsteri diyor ki : - Rûbubiyet için bir sır vardır ki bu zâhir olsa, rubûbiyet bâtıl olurdu... “ “Sehl ibn Abdullah el-Tüsteri der ki : - Rûbubiyet için bir sır vardır ki, şâyet zâhir olsa, nübüvvet bâtıl olurdu... “ (El - Futûhat El - Mekkiyye, Muhyiddin-i Arabi, syfa 237. ) Böylece ilâhlığın inkârına çalışma konusunda Sofularla materyalistler bir noktada birleşmiş olmaktadırlar. Zira kainatta Rubûbiyeti (İlâh’lığı) iptal edebilecek bir sır mevcutsa, Rubûbiyetin iptali konusunda bu sırrın açığa çıkmasıyla, çıkmaması arasında fark yoktur. Bunların yaptıkları, bile bile gerçekleri inkardır, zira bir

insan için Allah’ın var olduğuna inanma, İslam dinine veya başka bir dine inanıp inanmamayla ilgili bir olay değildir, Allah’ın var olduğu konusu, bir dine inancı olsun veya olmasın insanın doğuştan fıtratında getirdiği bir şeydir, örneğin bütün kainattaki yaratıklar bir araya gelse, bir insana bir bilgisayarın, bir makinenin v.s.nin kendi kendine oluştuğunu kabul ettiremez, aksini söylese de mantığı bunu red eder, aynı şekilde kainatın yaratıcısız meydana geldiğini kabul etmez, kendisini zorlasa dahi ancak kainata ilâh deme durumuna düşer, öyle dese dahi bu kendisini tatmin eden bir olay olarak benliğine yerleşmez, mantığı ona kainatı yaratabilmek için, kainat üstü bir yaratıcının gerekliliğini söyler. İnsan, Allah’ın var olduğu bilgisini doğarken yanında getirir bu bilgi çalışıp elde ettiği bir bilgi değildir, bir şuur halidir. Nasıl ki, doğarken, bir göze, bir kalbe sahipse, bu anlayış kabiliyetine sahip olarak doğar. Bundan dolayı istese de bir yaratıcısının olduğunu inkar edemez, ancak gerçeğin üzerini örterek, küfretmiş olur. Bu konu da, Kuran’dan mealen : - Rabb’in, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendi nefisleri üzerine şâhit tutarak : “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim ?” (demişti). “Evet (buna) şâhidiz !” dediler. Kıyâmet günü “Biz bundan habersizdik !” demeyesiniz. 7/172 - Yâhut : “(Ne yapalım) daha önce babalarımız (Allah’a) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil old(uğumuz için öyle yapt)tık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mi ediyorsun?” demeyesiniz diye (Allah’ın, sizin Rabb’iniz olduğu hakkında sizleri şâhit tutmuştu). 7/173 Görüldüğü gibi, insan, Allah’ın varlığından ve birliğinden gafil değildir ve Esas itibarıyla muvahhittir, Allah’ın Rabb’i olduğunu ve bir olduğunu itiraf etmişti. Buna rağmen, dünya hayatında, her insan bu sözünde durarak itirafta bulunmuyor. Allah’ın varlığını bilmekle beraber, dünya hayatında bir olarak tanımayıp, O’na ortaklar koşuyor. Bu konuda Kuran’dan mealen : - Eğer onlara : “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (sizin yararınıza çalışmak için) buyun eğdirdi?” desen “Allah” derler. O halde nasıl olup da (tevhid inancından) döndürülüyorlar? 29/61 - Eğer onlara, “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan elbette : “Allah” derler. O halde nasıl olup da (tevhid inancından) döndürülüyorlar? 43/87 Evet nasıl oluyor da, buna rağmen insanlardan bir çoğu tevhid inancından sapıyorlar veya saptırıla biliyorlar. Bunun nedeni ellerinde bir bilgi olmamasına rağmen, şirk koşarken “zan” ile hareket etmeleridir. Örneğin : Bir gök cismine veya uzayın tamamına veya kendi nefislerine İlâh’lık veriyorlar, neden böyle yaptıkları araştırılırsa ellerinde bu şirkleri için bir bilgi veya bir kanıt olmadığı, sadece zanlarına kapılarak hareket ettikleri görülür. Kuran’dan mealen : - İyi bil ki, göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar dahi, gerçekte koştukları ortaklara uymuyorlar, onlar sâdece zanna uyuyorlar, (hayallerine kapılıyorlar) ve onlar sâdece saçmalıyorlar. 10/66

Görüldüğü gibi, İslam’a göre Allah’ın varlığını inkâr mümkün değildir. Sofist’in, Rûbubiyet iptal olabilir demesi İslam’a aykırı olduğu gibi, hayat gerçeklerine de uymamaktadır. Tasavvufçu sofistlerin; en ileri gelen önderlerinden biri, belki de en önem verdikleri şahıs Muhyiddin-i Arabi’dir. Hicri 560 - 638 tarihleri arasında yaşamıştır. Doğum yeri Endülüs’ün Mursiye kasabası, ölüm yeri Şam’dır. Asıl adı Ebûbekir Muhyiddin Muhammed bin Ali’dir. Tasavvufçular kendilerine baş tacı olarak gördükleri bu şahsa, Şeyh-i Ekber, Sultan ül-ârifin, Hâtem ül-evliya, kutb-u Hüman gibi taktıkları birçok mânevi vasıflarla kendilerince övdükleri İbni Arabi‘nin, kendisi de Hatem-ül evliya olduğunu özellikle iddia etmiştir. İki meşhur eseri “El-Futûhat El-Mekkiye” ve “Fusûs ül-Hikem” adlı kitaplardır. Ondan bahsederken daha çok “El-Futûhat El-Mekkiye” isimli kitabından örnekler verdim. Tasavvuf ehli Sofistlerin Kuran’dan ne kadar uzak ve Kuran’a ne kadar karşı olduklarının iyice anlaşılması için bu defa “Fusûs ül-Hikem” isimli kitaptan örnekler verecek olursam; şöyle ki : “I. FAS, Âdem kelimesindeki ilâhi hikmet :” “O ezeli olan insan (şekliyle) hâdis, zuhur ve neşeti bakımından ebedi ve daimdir.”

“Âdem hem hak, hem de Halk’tır.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. 1 den alıntılar.) 1. Fas’taki iddialara göre, insan ezeli yani başlangıcı olmayan, ebedi yani sonu olmayan ve aynı zamanda “Hak” yani Allah’ın kendisidir, bu gibi ifadeler ise Kuran’a uymayan iddialardır; şöyle ki, Kur’an’dan mealen : - Kendi kendilerine, Allah’ın gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre de yarattığını düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkâr ederler. 30/8 - Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları (boş yere değil), ancak gerçek ile ve belirli bir süre de yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeyden yüz çevirmektedirler. 46/3 Görüldüğü gibi, Kuran’a göre, Gökler, yer ve ikisi arasında ki her şey dolayısıyla insanda dahil olmak üzere ne varsa Allah tarafından belli bir sürede yaratılmıştır. Süre belli olunca, bu sürede yaratılan hiçbir şey ezeli yani başlangıçsız olamaz; zira başlangıçsız olsaydı onun için belirli zaman içerisinde yaratılış söz konusu olmayacaktı. Diğer bir hususta, Kuran’a göre ebedi olmak insanın kendisine ait bir vasıf değildir. Allah’ın onu yok etmemesiyle ilgili bir husustur, zira, Allah dışındaki her şey vasıf olarak yok olucudur; Kuran’dan mealen : - Allah’la beraber başka bir ilâha yalvarma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olucudur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz. 28/88 Ancak, Allah zatıyla ezeli ve ebedidir. O’nun dışında hiçbir şey bu iki özelliği taşımaz. Şöyle ki, Kuran’dan mealen : - O (Allah) ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir. 57/3

Muhyiddin-i Arabi “Üçüncü Fas’ta” Allah’ın noksan sıfatlardan tenzih edilmesine karşı çıkıyor, kendisine gerekçe olarak ta Kuran’daki bazı ayetlere keyfi batıni manalar vererek delil getirmeye çalışıyor. Bundan da amacı Vahdet-i Vücûd görüşünü kabul ettirmeye çalışmaktır. Bu çerçevede olmak üzere Nuh kavmini örnek göstererek, aslında bunların putlara tapmakta haklı olduklarını, her şeyin Allah olduğu hesabıyla putlarında Allah olduğunu savunmakta, Nuh peygamberi haksızlık ve hilekarlıkla suçlamaktadır.

İşte sofist mantığı böyledir, bir taraftan Kuran’a dayandığı intibaını vererek, ayetlere yanlış ve ters manalar vermekte, diğer taraftan Kuran’da öğretilen en temel gerçeklere karşı çıkmak suretiyle, Peygamberi suçlayıp, putperestleri savunmaktadır. Böyle davranmakta da hiçbir sakınca görmez zira onun inancında zaten hakikat diye bir şey yoktur. Bundan dolayı bir sözün Kuran ayeti olması veya bir putperest tarafından söylenmiş bir söz olması arasında, hakikatin izahı yönünde Sofist için bir fark yoktur. Sofist için tek amaç yapacağı av ve bu avdan sağlayacağı dünyevi hasıladır. Bu hasıla maddi olabileceği gibi, övgü gibi nefsani moral içerikli de olabilir. FAS III’de şöyle demektedir : “III Fas, Nuh kelimesindeki Subbuhhi Hikmetin özü :”

“Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih onu Tahdit ve Takyit etmektir. Hakkı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.” “Şu hale göre mutlak tenzih yoluna sapan kimse farkında değildir ve zanneder ki doğru yolu tutmuştur. Hal bu ki o yolunu kaybetmiştir. Çünkü Hak için mahlukların hepsinde Zuhur yani belirme vardır. Her bir anlayışta Bâtın olan da yine O’dur. Şu halde Hakk’ın âlemin suretinden zahir olan şeye nisbeti bedeni idare eden ruhen surete nispeti gibidir.”

“Hakk’ı tenzih etmeyip teşbih eden kimsede böyledir. (ikisi arasını birleştirmek lazımdır diyor.) Sen Hakk’ın sureti ve Hak da senin ruhun olduğu cihetle sen Hak için cismani bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir.Şu hale göre de öğen de, öğülen de ancak O’dur.” “O halde tenzih edersen onu bağlamış olursun, teşbih edersen onu mahdut kılmış olursun.”

“Eğer her iki emri birleştirir, yani teşbih ve tenzih arasını cem edersen doğru yolu bulr. İlâhi bilgide İmam ve Seyyidlerden olursun.” “Bu hale göre sen Hak değilsin, belki sen O’sun ve sen onu aynı şeyde Mutlam ve Mukayyet olarak görürsün. “Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi. Nefsini tenzih etti; O işitici ve görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.” “İşte Nuh peygamberde kavmine bu iki davet arasını birleştirseydi elbette bu davete uyarlardı.”

“Nuh, kavminin halinden bahisle dedi ki, onlar davete uymak hususunda üzerlerine vâcip olan şeyi bildikleri için benim davetime karşı kulaklarını tıkadılar. Şu ifadeden Tanrı ârifleri Nûh’un kendi kavmini zemmederken (kötülerken) onları öğdüğünü anladılar ve Nuh’un bu davetinde Fürkan yani ayrılık olduğu için ona yaklaşmadıklarını bildiler.”

“O halde Nuh kavmini hile ile davet ettiği için kavmi de hile ile icabet gösterdiler.” “Nuh’un kavmi yaptıkları hile ile (birbirlerine) İlâhe’nizi terk etmeyiniz; Vedd’ı, Suva’ı, Yegus’u, Yauk’u ve Nesr’i bırakmayınız dediler. Çünki onlar bu putları terk ettikleri vakit onlardan vazgeçtikleri nisbette Hak’dan câhil oldular. Çünkü Hakk’ın her bir Mâbud’da (putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet olunmadı. Olgun ve ergin bir kul der ki, sizin İlâhınız ancak tek bir İlâhtır. Şu hale göre O nerede belirirse ona kulluk edin. Takva ehlini müjdele, çünkü onlar İlâh dediler. Tabiaat demediler. Nuh kavmi, aralarında bir çoklarını dalâlete düşürdüler, yani tek olan ilâh’ın çeşitli yönlerini ve nisbetlerini saymak hususunda halkı şaşırttılar.”

“Kül (’tabiat’ her şey) Allah için ve Allah ile ve belki ancak Allah ise de.” “Sen yere gümüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. III den alıntılar.) Muhyiddi-ni Arabi’ni bu iddialarını Kur’an’la karşılaştırırsak, Kur’an’dan ne kadar uzak ve karşı olduğunu görürüz, şöyle ki:

Allah konusun da, “Bil ki hakikat erbabı nazarında Allah’ı Tenzih, onu Tahdit ve Takyid etmektir. Hakk’ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebi noksan kimsedir.” demesi çok sapık bir iddiadır. Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmek, Kuran’da “Sübhan” kelimesiyle ifade edilmektedir, bu kelimenin manası; Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksikliklerden tenzih etmek, yani bu tür noksanlıkların Allah’ta olamayacağını ifade etmektir. Örneğin; Allah’ın zülüm etmeyeceğini, hastalanmayacağını, ölmeyeceğini, uyumayacağını, unutmayacağını v.s. Gibi hususları kapsayan bir sözdür. Muhyiddi-i Arabi’nin bu gibi hususları, Allah’ın zatı için kabul etmeyenleri, câhillik ve edep noksanlığıyla itham etmesi, ancak kendisine yakışan bir husustur. Aynı zamanda karşı çıktığı bir Kuran öğretisidir. Kuran’dan mealen : - O, öyle Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir. 59/23 Görüldüğü gibi, Allah!ı, Allah’a yakışmayacak tenzih etmek, Kuran’ın öğretisidir ve doğru olan da budur. Muhyiddi-i Arabi’nin, Kuran’a karşı çıktığı açıktır.

Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin Vahdet-i Vücûd görüşünü savunmak için. “Hak için mahlukların hepsinde Zuhur yani belirme vardır.” - “öğen de, öğülen de ancak O’dur.” - “sen O’sun” - “Hakk’ın her bir Mâbud’da (putta) bir veçhi (yüzü) vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez...Böyle olunca her Mâbud’da (putta) Allah’tan başkasına ibadet olunmadı.” - “Sen yere gömüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.” gibi ifadelerle putlara ilâhlık atfetmekte ve aslında putlara tapanların Allah’a taptıklarını iddia etmektedir. Bu ise daha önce de belirttiğim gibi, Kuran’ın tevhid yani Allah’ı tekbir İlâh kabul etme öğretisine ters bir anlayıştır.

Ayrıca, Muhyiddi-i Arabi’nin, “Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse kemislihi şey’in dedi. Nefsini tenzih etti; O işitici ve görücüdür’ dedi kendisini teşbih etti.” demesi,

Muhkem olan ve 42 şûra 11 ayetinde belirtilen “Allah’ın mislinin olmaması” yani eşi benzeri dengi olmaması hususuyla, benzerlik bakımından müteşabih olan, Allah’ın işitici ve görücü olma hususunu kullarınkiyle bir sayarak sanki yaratıkların görme ve işitmesiyle, Allah’ın, görme ve işitmesini aynı şeymiş gibi muhkemleştirerek. Allah’la kullar arasında eşitlik kurmaya çalışıyor, böylece yaratıklarda Allah gibidir iddiasında bulunuyor. Hal bu ki, Allah’ın görme ve işitmesi kainata hakkıyla vakıf olması, hiçbir şeyin hiçbir özelliğiyle ondan gizlenememesi demektir, haliyle bu kapsama görme ve işitme de girmiş olur fakat bu kulların görme ve işitmelerinden ayrıdır. Allah’ın görme ve İşitmesiyle, kulların görme ve işitmesi hiçbir surette bir birlerine misil olamaz, misil olarak düşünmek kulları Allah’a ortak koşmak demektir. Bundan dolayı özellikle, Allah’ın zatı konusundaki muhkem ayetleri esas almadan, kesinlikle müteşabih ayetlere mana verilmemelidir. Aksi bir davranış, Kuran’a uygun olmuş olmaz. (Ek bilgi olarak başta işlemiş olduğum Vehhabiler konusuna bakılabilir.)

Muhyiddi-i Arabi’nin, dolayısıyla sofistlerin şaşırtmalı, aslında aptalca mantıklarına dikkat etmek lazımdır.Örneğin; şöyle derler. Allah var mı, var. Yaratıklar var mı, var. Bunu dedikten sonra da. Var olma özelliğini esas alarak Allah’la yaratıkları bir sayar. Birisi çıkıp ta bunlardan birine, domuzlar var mı, var. Sen varmısın, varsın. O zaman sende domuzsun derse kabul etmez hemen red eder. Bunlar ise kainatla birlikte, kainatta bulunan her çeşit pisliği ilâh saymakta mahzur görmezler. “Sen yere gömüldüğün vakit O’nun içindesin, O senin zarfındır.”

Sözleri, Kuran’a göre açıkça, Allah’a şirk koşmadır. Zaten kendiside bunu inkar etmeyerek, Nûh peygamberi suçlamakta ve putperestleri savunmaktadır. o putperestler ki, Allah onlara gazap ederek, Tufanla dünya hayatından yok etmişti; ve Kuran’da onlar için şöyle denmiştir, mealen : - Andolsun Nûh’u da kavmine gönderdik: “Ey kavmim, dedi, Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizi büyük bir günün azâbın(ın inmesin)den korkuyorum.” 7/59 - Kavminden ileri gelen bir cemaat dedi ki: şüphe yok biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz. 7/60 - Dedi ki: Ey kavmim!. Ben de hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben âlemlerin Rab'bi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. 7/61 - Size Rabbimin vahyettiklerini -dinine ait hükümleri- tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum ve ben Allah Teâlâ'dan sizin bilmediklerinizi biliyorum. 7/62 - Yoksa size Rab'biniz tarafından sizden olan bir zat vâsıtasıyle -sizi korkutmak için ve sizin de sakınmanız ve rahmete erebilmeniz için- bir zikrin gelmesine mi şaştınız? 7/63 - Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide olanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanı da suda boğduk. Çünkü onlar bir kör kavim olmuşlardı. 7/64 Müşrikleri övüp, peygamberleri suçlayıp, kötülemek yalnız Muhyiddi-i Arabi’ye has bir durum değildir, bu zihniyet her şeye Allah diyen sofuların temel özelliğidir. Örneğin; bu hususta Mevlana şöyle diyebilmektedir :

“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey saf kişi! Firavun’un, Musa’dan nefretini, sen, Mûsa’dan bil! ( Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi, Mevlâna, M.E.G.S.B. Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Sayfa 199). Bu sözleriyle, Mevlâna Musa peygamberi suçlayıp Firavun’u haklı görmektedir. Daha önce de belirttiğim gibi sofist hiçbir değere inanmayan ve hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen bir avcıdır. Avlamış olduğu mürid ise psikolojik konum olarak olaylara biraz daha farklı yaklaşım içerisinde olup, kendisine hakikat olarak kabul ettirilen şeylerde, hakikat imişler gibi inanıp bağlanma durumundadır. Böylece tasavvuf inancı içerisinde, sofu ile mürid ilişkisi, başka bir ifadeyle, avcı av ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Bu konum içerisinde muridin sofiye uyum derecesine göre kaçınılmaz olarak sofiye bir takım soruları olacaktır. Veya mürid olmamalarına rağmen, tasavvuf dışındaki bazı kimselerin, tasavvuf inancındaki öğretilerle ilgili olarak bazı soruları olacaktır. Bu soruların en belirginleri İslam etiketi altında faaliyet sürdüren sofulara sorulan şu sorulardır : 1- Madem ki, Vahdet-i Vücûd nazariyesine bağlı olarak her şey Allah’tır diyorsunuz, o zaman varlık içerisinde mevcut olan pisliklerin, örneğin, laşe, domuz, şarap gibi akla gelen tüm pisliklerin durumu nedir? Çünkü kaçınılmaz olarak bunlarda varlığın birer parçasıdırlar.

2- Madem ki, iyi ve kötü diye bir şey tasavvuf dolayısıyla sofizim inancında yoktur. O zaman İslam dininde neden bir kısım kimselerin yaptıkları övülmekte ve Cennet’e layık görülmekte olup, diğer bir kısım kimselerin yaptıkları kötülenmekte ve Cehenneme layık görülmektedirler? Bu iki soruya sofistlerin en önde gelen önderlerinden Muhyiddi-i Arabi, Fusûs ül- Hikem isimli kitabında şu şekilde cevap vermektedir: “IV Fass : İdris kelimesinde ki Kudsi Hikmet’in özü.”

“- Hakikat budur ki Hâlik, Mahlûktur ve yine Hakikat budur ki Mahlûk, Halik’tir.

Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıklardır.”

“Eğer biri çıkarda da, bütün güzel ve çirkin şeylere hangi nazarla bakalım? Pislik ve lâşeyi gördüğümüz vakit onlara Tanrı mı diyelim? Yolunda bir sual soracak olursa biz deriz ki Allah bunlardan bir şey olmaktan ve yücedir. Bizim sözümüz pisliği pislik, lâşeyi lâşe olarak görmeyen kimseyedir. Belki hitabımız kalp gözü açık olup kör olmayanlaradır. (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 13/XI/1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. IV.) Bu cevabın Kuran’a uymadığı gibi çelişkilide olduğu açıktır, hem her şeyi Allah olarak kabul edecek, hem de ortamı idare yollu olduğu açık olan istisnai bakış öne sürecek bu İslam’a göre kabulü mümkün olmayan boş bir iddiadır, zaten kendiside bu sözü neye göre söylediğini izah edemediğinden, kalp gözü açık olanlar gibisinden bir takım sözlerle geçiştirmeye ve İslami inanca göre uygun olmayan iddialarını kabul edenleri aklınca açık kalpli olmakla taltif ediyor.

Cehennem konusundaki sözleri de ibret verici olduğu gibi, hedeflediği kimselerinde ne kadar Kuran’dan uzak ve Kuran’ı anlamamış kimseler olduklarının bir göstergesi durumundadır. Aynı zamanda Kuran’a aykırı olarak söylemiş olduğu diğer sözlerde bu kitlenin durumunu belirlemeye yeterlidir. Zira, Kuran’ın İslam dini öğretisine iman etmiş bir kimse bu sözleri kabul edemez, iddia ettiği sözleri bu konuda şöyledir : “VII Fass : İsmail kelimesindeki ali hikmetin Aslı.”

“Şiir - Hakk’ın yalnız va’dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur. -Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir. - Ancak onların cennetleri Huld cennetlerinin nimetlerine benzemez, ikisi de birdir amma aralarında tecelli farkı vardır. - Onların cennetlerinin tatlılığından dolayı azap denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk özü koruyan bir şeydir. (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. VII .)

(Mütercim “Arap dilinde Azap, Azp kökünden gelir, Azp tatlı ve şirin demektir şeklinde bir izahta bulunmaktadır. Azap kelimesiyle Azp kelimesi aynı manaya gelen kelimeler değildir. Böyle bir izahın Arap luğatı açısından ciddiye alınacak bir önemi yoktur. Cehennem azabı Kur’an’da kendisinden zevk alınmayan müthiş bir acı olarak belirtilmiştir.

“- Hakk’ın yalnız va’dinde sadık olması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur.” demesi, (aslında sofist bir yönden de alay ediyor) bu konuda Kuran’dan mealen : - Sakın, Allah’ı peygamberlerine verdiği sözden cayar sanma! Çünkü Allah daima üstündür, intikam alandır! 14/47 - Allah Kuluna kâfi değil midir?. Ve seni ondan başkalarıyla korkutuyorlar. Ve Allah kimi sapıklığa düşürürse artık onun için bir hidayet rehberi yoktur. 39/36 - Ve kime ki, Allah hidayet ederse artık onun için bir sapıtıcı yoktur. Allah, her şeye galip, intikam sahibi değil midir? 39/37 Görüldüğü gibi, Allah intikam alıcıdır ve verdiği hiçbir sözden dönmez, Kuran’dan mealen : - Ey Rabbimiz!. Şüphe yok ki insanları kendisinde şüphe olmayan bir gün için toplayan ancak sensin, şüphe yok ki. Allah Teâlâ sözünden dönmez. 3/9 Kuran’ın bütün haber verdikleri meydana gelen ve gelecek olan kesin gerçeklerdir. O bir şaka değildir, Kuran’dan mealen : - Dönüşü olan göğe andolsun. 86/11

- Yarılan yere andolsun ki, 86/12 - O (Kuran) elbette (hak ile bâtılı) ayırt edici bir sözdür. 86/13 - O, şaka değildir. 86/14 - Onlar (onu iptal etmek için) bir tuzak kuruyorlar. 86/15 - Ben de (onları yakalamak için) bir tuzak kuruyorum. 86/16 - Hele sen o kafirlere mühlet ver, biraz bırak onları (başlarına gelecek olanları görecekler. ) 86/17 Sofistin, Cehennem için tatlı, lezzetli ve Cennet gibi hoştur demesine gelince. Bu konuda Kuran’dan mealen : - Yâ şimdi Rab'binden bir açık delil üzerine olan kimse, kendisine kötü âmeli güzel görünen ve hevalarının ardına düşmüş kimseler gibi olur mu? 47/14 - Takva sahipleri için vâ'd olunan cennetin sıfatı, onun içinde bozulmamış sudan ırmaklar ve tadı değişmemiş sütten ırmaklar ve içenler için lezîz, şaraptan ırmaklar ve süzülmüş baldan ırmaklar vardır ve onlar için orada her türlü meyvelerden vardır ve Rab'lerinden yarlıganma da vardır. -Artık böyle zâtlar- âteşte ebedîyen kalan ve pek kaynar sudan içirilip de bağırsakları parçalanan kimseler gibi midir? 47/15 - Ve Rab'lerini inkâr etmiş olanlar için cehennem azabı vardır. Ve ne kötü gidilecek yerdir o! 67/6 - Oraya atıldıkları zaman, kaynar haldeki uğultusunu işitirler. 67/ 7 - Neredeyse öfkeden çatlayacak olur. Bir topluluğun oraya her atılışında, oranın bekçileri onlara “size bir uyarıcı gelmedi mi? diye sorarlar. 67/8 - Dediler : “Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve : ‘Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ dedik.” 67/9 - Ve dediler ki : “Eğer biz ( onların sözlerini) dinleseydik, yâhut düşünüp anlasaydık, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!” 67/10 - Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık (Allah’ın rahmetinden) uzak olsunlar, o alevli cehennem ehli. 67/11 - Fakat görmeden Rablerinden korkanlar var ya, işte onlar için bağış(lama) ve büyük mükâfat vardır. 67/12 Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla - Bir isteyen, başlarına gelecek azâbı istedi. 70/1 - Kâfirlerin; ki onu savacak yoktur. 70/2 - ( O azâb) yükselme derecelerinin sâhibi Allah’tandır. 70/3

- Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir. 70/4 - Şimdi sen güzelce sabret. 70/5 - Onlar onu uzak görüyor(lar). 70/6 - Biz ise onu yakın görüyoruz. 70/7 - O gün gök, erimiş bakır gibi olur. 70/8 - Dağlar (atılmış) renkli yün gibi olur. 70/9 - Dost dostun hâlini sormaz. 70/10

- Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdine düştüğünden başkasıyla ilgilenmez). Suçlu ister ki o günün azabından (kurtulmak için) fidye versin oğullarını, 70/11 - Karısını ve kardeşini, 70/12 - Kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm âilesini, 70/13

- Ve yer yüzünde bulunanların hepsini (versin) de tek kendisini kurtarsın. 70/14 - Eğer yeryüzünde bulunanların tümü, ve onun bir misli daha zulmedenlerin olsaydı, kıyâmet günü o kötü azâbdan (kurtulmak için) onu mutlaka fidye verirlerdi. (çünkü) hiç hesâb etmedikleri şeyler, Allah’tan karşılarına çıkmıştır. 39/47 - Kazandıkları (yaptıkları) kötülükleri onlara görünmüştür ve alay ede geldikleri şey onları kuşatmıştır. 39/48 Görüldüğü gibi cehennem hiçte sofistin iddia ettiği gibi bir eğlence ve mutluluk yurdu değildir. Ve Allah mutlaka sözünde duran ve mutlaka öç alandır. Azap sözü verdiklerini mutlaka azaplandıracaktır. Bunun aksini söylemek Kuran’daki gerçekleri inkar etmek ve onlarla alay etmektir. Kuran, Allah sözü olup alay edilmekten uzak olduğu gibi, O asla bir şaka değildir. Cehennem, cennet gibi hoştur demesinin aksine Muhyiddin-i Arabi 10’nuncu fasta, bu sefer cehennem azabını gerçek acı veren bir azab olarak kabul etmesine rağmen bu azabın ortadan kalkacağını ve azabın ortadan kalkmasının verdiği rahatlıkla cehennem ehlinin zevk içinde olacağını söyleyerek evvelki iddiasını sulandırma ve kavram kargaşasına girişiyor. Şöyle demektedir : “X Fass : - Cehennemliklerin durumu-”

“Zevk ve nimet, ya çektikleri azabın ortadan kalkmasıyla olur ki bu suretle o azaptan kurtulmaktan duydukları rahat onlar için bir zevk sayılır. Yahut cennet ehli olanların nimet ve sıfatları gibi onlara ayrıca bir nimet verilir.” (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri

Gencosman, Fas. X .) Bu iddiasının da Kur’an’a uymadığı konusunda, Kur’an’dan mealen : - Suçlular, cehennem azâbında ebedi kalacaklardır. 43/74

- Kendilerinden (azâp) hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azâb içinde ümitsizdirler! 43/75 - Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim idiler. 43/76

- (Cehennem muhâfızına) : “Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! (bizi yok etsin) diye seslenirler. (Mâlik) : “Siz kalacaksınız (hiçbir sûrette buradan kurtuluş yok).” dedi. 47/77

- Ateştekiler, cehennem bekçilerine dediler ki : (ne olur) Rabb’inize duâ edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin. 40/49 - (Bekçiler: ) Size peygamberleriniz açık açık deliller getirmediler mi? derler. Onlar da : Getirdiler, cevabını verirler. (Bekçiler ise) : O halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kafirlerin yalvarması boşunadır. 40/50 - Çünkü onlar bir hesap (görüleceğini) ummuyorlardı. 78/27 - Bizim âyetlerimizi yalanladıkça yalanlamışlardı. 78/28

- Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır. 78/29 - (Şimdi) tadın (yaptıklarınızın tadın)ı artık size azâptan başka bir şey arttırmayacağız! 78/30 Görüldüğü gibi iddiası Kur’an’a uymamaktadır, sofistlerin iddiaları ve zihniyetleri temelde bu şekildedir her ne kadar birçok örnek daha vermek mümkünse de sadece tekrar olacağından, anlamak isteyen kimseler için bu başlıkta yukarıdaki örnekler yeterlidir kanaatindeyim.

SOFUNUN SANATINI İCRA EDERKEN HANGİ DAVRANIŞLARA GİRDİĞİ KONUSUNDA Sofunun halkla kurduğu ilişkilerde sanatını icra ederken hangi davranışlara girdiğini tanıtmaya da. ihtiyaç vardır. Vahdet-i Vücûd inancına dayanan tasavvufun temel özellikleri yukarıda anlattığım hususlardır, bu temel özellikler üzerine inşa edilmiş ek yapılar ve dallandırmalar çok çeşitli ise de bunlar öze tesir etmeyen hatta bu düşünce sistemini anlamak için ayıklanması gereken fazlalıklardır. Bu kalıplar içerisinde her sofu kendisine göre bir meşrep ortaya koymuş ve uygulamalarını kendisine göre özelleştirmiştir. Bu konularla ilgili olarak, Abdülbâki Gölpınarlı şöyle demektedir : “Bilhassa İbn-i Arabi’den sonra onun yolunu tutarak onun gibi terim icadına tutulan sûfiler, bu inancı, ellerinden geldiği kadar anlaşılması güç ve hele hayali

masalları bol, müntesiplerinin her sözü isabet, her işi keramet bir hale getirmişler, bu inançlara, inanılmayacak dallar, budaklar eklemişlerdir.” “Varlık Birliği (Vahdet-i Vücût) inancı, bir içkidir, içki nasıl içenin karakterini belirtir, meyillerini ortaya koyar, isteklerini dile getirirse Varlık Birliği inancı da bu inancı benimseyenin karakterini belirtir, meyillerini ortaya koyar, isteklerini dile getirir ve sûfinin şahsiyeti bur da işe karışır.

Öyle sûfi vardır ki hayata, hayattaki zevklere pek bağlıdır. Bu neşeye sahip olunca bütün suçları, yapılmaması emredilen şeyleri hiçe sayar ve zaten de inancı dolayısıyla bunlar onca hiçtir artık ve bütün buyruklar, âlemin düzenini temin içindir; kendisini zevke atar, bu kayıtlardan üstün olduğuna inanır. Öyle sûfi vardır ki kâinatı, Tanrı bilgisinde sabit olan bilgi sûretlerinin tecellisi olarak kabul etmekle işe girişir, bütün âlemi bizzat Tanrı olarak tanımakla işi sona vardırır. Onca Mutlak Varlık Kayıtlara bürünmüş, âlem sûretinde zuhur etmiştir. Âlemin iç yüzü, mânası, Tanrıdır. Fakat yüceliği olgunluğu, kuvvet ve kudreti tek sözle Tanrılığı bu kesafet âlemindedir. Âlem, âdeta suyun donup buz oluşuna benzer, Allah da buz haline gelen sudur. Âlemle Tanrı arasındaki fark bundan ibarettir. Bu bakımdan kâmil insana uymak, Tanrıya uymaktır. Gerçek kıble odur ancak. Âlemde neye tapılırsa tapılsın ve kim sevilirse sevilsin, tapan ve tapılan, seven ve sevilen Tanrıdır.

Öyle sûfi vardır ki her şeyi Tanrı tecellisi görür, İsâlaşır, sağ yanağına vurana sol yanağını çevirir. Kendisine zulmedene lütufla muamelede bulunur. Hiçbir şeye itiraz etmez, her şeyi hoş görür. Onun işi, ancak tecellileri seyredip mücadelelerle alay etmektir.

Öyle sûfi vardır ki felsefeyi tamamıyla reddeder, hayali bir idealizmle hayalât âlemine dalar. Göklere çıkar, melekût âlemini anlatır, geçmişlerle yüz-yüze gelir, geleceğin tarihini yazar, kerametler gösterdiğine inanır ve inandırır. Yeryüzünü bilmez, gökleri arşınlar. Ayağının dibindeki kuyuyu görmez, gökyüzündeki filân yıldızda gezdiğini söyler, oralardaki şaşılacak şeyleri anlatır.

Öyle sûfi vardır ki felsefeyi reddettiğini sanır, fakat onun, tasavvufu yoğuran birçok esaslarını aynen alır. Yahut felsefeyi reddetmez, bir felsefi mezhebi benimser, tasavvufu onunla uzlaştırır, sûfi bir filozof olur, mülhitlikle tanınır, yalnız şeriatçılar tarafından değil, tarikatçılar tarafından da kınanır.

Öyle sûfi vardır ki bütün bunları, ya adam-akıllı, yahut yarım-yamalak bilir, fakat ne olur-ne olmaz diye bir türlü şeriat kayıtlarından kurtulamaz. Hattâ o kayıtlara biraz da tarikat türlerini katarak katmerli bir yobaz kesilir. Yahut da Varlık Birliğini, görülüp geçilmesi gereken bir hayal sayar, o inancı güdenleri küçümser, onda ısrar edenleri kâfir sayar.

Öyle sûfi vardır ki kendisini zamanın sahibi, vaktin peygamberi görür, Bu inancını, anlaşılır bir halde açıklar. Mehdiliğini ortaya atar, dünyayı, gerçek dünya, zamanı, âhir zaman, zuhuru, bütün çıplaklığıyla Tanrı zuhuru yapmaya, âhiretle dünyayı birleştirmeye, adaleti yaymaya kalkışır. Mâdemki Tanrı, dilediğini insân-i kâmille yapar, değil mi ki kendisi zamanın sahibidir ve dileği olacaktır, şu halde gizlenmeye lüzum yoktur. Ortaya atılır, ya can verir, yahut zamanında, saltanatını görür.

Öyleleri de vardır ki bütün zıtları bir potaya koyup eritir. Ne küfürle mukayyettir, ne imanla. Ne dine bağlanmıştır, ne de mezhebe. Fakat uzlaştırıcı bir tabiatla zâhiri de korur. İşlerini ve sözlerini inceleyen, hakkında tam bir kesin hükme varacakken bu hükme büsbütün aykırı başka bir işine, başka bir sözüne rastlar. Gene de her işi yerindedir, her sözü, kime söylüyorsa onun hâline ve derecesine uygundur. Zıtları birleştirmekle Tanrılığını gösterir, kullukla efendiliğini izhar eder. Fakat renksizlik âlemini yurt edinmiştir, şekilsizlik şeklini benimsemiştir. Aktığı yerin rengini alır, geçtiği arkın şeklini gösterir. Yatağını da kendi kazar, geçidini de kendi yapar.

Görülüyor ki tasavvuf birdir, fakat mümessillerindeki telâkkilerde şahsiyeti yoğuran tarihi - İçtimai ve iktisadi şartların, ferdi yetiştiren zamanın ve ferdin mensub olduğu topluluğun büyük rolleri olduğu gibi topluluğa hız veren, inancından ve topluluktan aldığı güçle hamleler yapıp, o inancı ve topluluğu başka şekle sokan şahsiyetin de büyük rolü vardır. Sûfiler, bu önemli özelliği ihmal etmemişler, sûfideki karaktere ve bu karakterin tezahürüne <<meşrep>> demişler, bazı büyük sûfiler arasındaki aykırılığı bununla izah etmişlerdir ki tamamıyla doğrudur.

Bundan dolayı her büyük sûfinin tasavvufunu, bir yönden değil, bir çok yönden ve meşrep bakımından incelemek gerekir. Yoksa esası bir olan tasavvufu benimseyen herhangi bir sûfinin yaşayışı ve yaptığı iş, incelenirken tek taraflı ve yalnız inanç bakımından yapılan inceleme ve sûfinin şahsiyetini ihmal, insanı pek yanlış son-uçlara götürür, yahud da hiçbir son-uça götürmez, yazılan yazılar, su üstüne yazılmış olur.” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 166 - 167.) Bir sofiste bakarken yukarıdaki tablo meşrebi konusunda teşhis yapmakta faydalıdır.

YUKARIDA BAHSİ GEÇEN KONULARLA İLGİLİ BAZI SOMUT ÖRNEKLERİ SIRALAYACAK OLURSAM, ŞÖYLE Kİ: 1- Sofunun sevgi iddiasında bulunurken aslında kendini sevdiğini şu ifadelerden anlaya biliriz.

“Makamda kıldığım namazlar onadır. Ve şahit oluyorum ki o da bana namaz kılıyor. Her ikimiz de namaz kılan ‘bir’iz; Secde etmekte kendi hakikati. Her secdede ‘bir’ olarak. Bana namaz kılan, benden başkası değil. Her secdede namazım da, benden başkasına değil. Ben O’yum, O da ben; Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi. Benden bana elçi olarak gönderildim. Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti.” (İbn - Teymiyye Külliyatı, Tevhid Yayınları Cilt 2 sayfa 356. 1987 baskısı. ) Yukarıda ki sözler İbnu’l - Fârız’ın <<Nazmu’s - Sülûk>> diye isimlendirdiği kasideden alınmıştır. Bu sözlerinde ilâh olduğunu iddia eden ibnu’l - Fârız “Aksine zatım, zâtımı sevdi demekle de, sevdiğinin aslında bizzat kendi şahsından başkası olmadığını açık olarak ifade etmektedir.

2- Sofunun din tanımaması, her türlü kayıttan uzak olması ve mal sevgisiyle ilgili olarak

“Bâzı meşâyihe sordular : - Bu dünyayı kötülersiniz. Lakin verenlerin verdiklerini <<yeter>> demeksizin alırsınız. Cevap verdiler ki : - Cehennemden alır cennete sarf ederiz.”(Müsekkin - Nüfus, Arslan yayınları 1991 baskısı, sayfa 95 Yazan Eşrefoğlu Rumi. ) Her ne kadar bu gibi sözlerle murislerden mal alıp fakirlere dağıtıkların intibaını vermek istiyorlarsa da, mal veren murislerini cehenneme, malı harcayan kendilerini cennete benzetmeleri, gerçek düşüncelerini ortaya koyar. Zira düşünceleri hiçbir zaman İslami saha içinde değildir, şöyle ki : “Müslümanlığın kâfirliğin dışında bir ova. Uçsuz bucaksız ovada sevdamız uzar gider. Anlayan var mı usulca başını kor. Ne Müslümanlığa yer var, ne kafirliğe yer.” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 298.) İnançlarını ortaya koymak için, “Ne Müslümanlığa yer var, ne kafirliğe yer.” diyerek ortaya koymaktadırlar. Bu sofizmin temel mantığıdır. Aynı manada olmak üzere, Yunus Emre şöyle demektedir: “Din ü millet sorarısan aşıklara din ne hâcet Âşık kişi harâb olur âşık bilmez din diyânet. Âşıkların gönli gözi maşuk diye gitmiş olur Ayruk sûredde ne kalur kim kılıser zühd ü tâat” (Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, sayfa 12.) Yunus Emre bu beyitlerde, kendisi için bir dine ihtiyaç olmadığını. “Ayruk sûredde ne kalur kim kılıser zühd ü tâat” ifadesiyle kendisinin Allah’tan başkası olmadığını, bundan dolayı zahitlik etmesinin ve ibadet etmesinin bir manası olamayacağını ifade etmekte ve bu gibi şeyleri red etmektedir. 3- Sofuların Muridlerine vermiş oldukları bir takım İslâm dışı güvence örnekleri : “Ben hakikaten varlığın kutuplarının kutbuyum. Diğer bütün kutuplar üzerinde izzet ve saygıdeğerliğim vardır. Bütün tehlike ve korkunç hallerde bize tevessül et, Varlık ve eşya içinde himmetimle senin imdadına koşarım. Ben müridim için korktuğu şeylere karşı koruyucuyum, Onu her türlü şer ve fitneden muhafaza ederim. Muridim ister doğuda, ister batıda olsun, Hangi beldede bulunursa bulunsun onun yardımına uzanırım. (Füyûzât-ı Rabbaniye, Bedir Yayınevi 1995 baskısı, sayfa 59 , Abdulkadir Geylani ) İslam dininde, dua ancak Allah’a yapılır. Allah dışında dua yoluyla bir kimseden bir şey istenmesi, o kimseyi ilâh kabul etmek demektir. Hele bir insanın, ölüp

gitmiş bir insandan dua yoluyla bir şey istemesi aynı zamanda boş bir rezalettir. Kuran’dan mealen : - (Rabbımız!) Ancak sana ibadet eder ve ancak senden medet isteriz. 1/4 Kafirlerin, Allah dışında bir takım kimselere duâ edip yalvarmaları muhakkak boşunadır. Bu konuda Kuran’dan mealen : - Hak olan duâ, yalnız O’na (Allah’a) yapılır. O’ndan başkasına duâ edenlere (yalvarıp yakaranlara), onlar hiçbir şekilde cevap veremezler. Bu, ağzına gelmesi için suya avuç açan kimse gibidir ki, su, ona aslâ gitmez. İşte kâfirlerin duâsı da, böyle boşunadır. 13/14 - De ki : “Allah’tan başka yalvardığınız ortaklarınızdan haber verin; yer yüzünden neyi yaratıklarını bana gösterin”. Yoksa onların, göklerin yaratılışında ortaklıkları mı var? Yoksa onlara bir kitap verdik de, o kitaptan bir delilleri mi var? Hayır, o zâlimler, birbirlerini aldatmaktan başka bir va’dde bulunmuyorlar. 35/40 Bu konuda en çok vaadte bulunanların başında sofular gelir, Neler Va’d etmiyorlar ki, örneğin : “Ey müridim aramızda ahdi koruyucu ol! Olayların meydana döküleceği gün ben de terazi başında hazır olayım!.. Eğer terazi cimrilik yapacak olsa, Allah’a and olsun ki o, İnayetimin ta kendisiyle, hakikat lütfuyla (cömertliğe) nail olacak! (Füyûzât-ı Rabbaniye, Bedir Yayınevi 1995 baskısı, sayfa 74 - 75 , Abdulkadir Geylani ) Bur da, Ahiretteki hesap terazisinden bahsederek, terazinin kendi hakimiyetinde olduğunu ileri sürüyor, ve bu güvenceyle, Ahirette hesaba çekileceğine ihtimal veren ve aynı zamanda Kuran konusunda cahil kimseleri avlamaya çalışıyor. Bir müridi ölmekten mi korkuyor, bu konuda ona güvence vermek sofu için sıradan işlerdendir. Örneğin : “(Veli diye tanımladığı kimseler konusunda) Yer onların hürmetine durur.. Sema onların duasıyla açılır... Ölüm, onların kararıyla olur... Bu salahiyeti onlara Mevlâ vermiştir.” Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları, Abdülkadir Geylani S.46). Hal bu ki ecel konusunda Kuran’da şöyle denmiştir, mealen :

- Allah, süresi geldiği zaman hiçbir canı ertelemez. Allah, yaptıklarınızı haber alandır. 63/11 Görüldüğü gibi, sofistin iddiası Kuran’a aykırıdır ve sofistlerin bu gibi daha birçok boş vaatleri vardır. 4- Sofuların İslâm’a bağlı muttakiler olarak gözükmesi : Sofuların kendilerine mürid sağlamak ve bazen de sıkıştıklarında durumu kurtarmak amacıyla, kendilerini Kuran’a bağlı birer muttaki olarak ortaya koymaları : NİYAZ-İ MISRİ’NİN KUR’AN’I ÖVMESİ “Kemal-i devlet istersen oku âyat-ı Kur’an-ı Ki her harfin içinde var Niyazi bin dürr-i yektâ”

(Dürr-i yekta = Biricik eşsiz inci ) Şeriatı övmesi : “Sakın canâ sakın onlara uyup Deme sen de n’olasıdır şeriat Şeriatsız hakikat oldu ilhad Hakikat nur ziyasıdır şeriat Ziya olmaz ise nuru da yok bil Hakikatle kıyasıdır şeriat Cihana bir veli hiç gelmez illâ Elinde anın asâsıdır şeriat. .... Cemi-i enbiya vü evliyanın Niyazi rehnümasıdır şeriat” (Rehnüma = Yol gösterici, kılavuz. ) Peygamberi övmesi “Doğdu ol sadr-ı risalet bastı ferş üzre kadem Saldı ol nur-ı nübüvvet pertevin fevka’l - ümem. Çalınıp tab-ı beşaret geldi şah-ı enbiya Gulgule doldu cihana kondu ol sâhip alem. Nur-ı vechinden alındı encüm ü şems ü kamer Bahr-ı ilminden bilindi hikmet-i levh u kalem. (Niyaz-i Mısri Divanı, Sağlam Kitapevi, sayfa 20-31-158. ) MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN’İN KUR’AN’I VE PEYGAMBERİ ÖVEREK BAĞLILIĞINI BİLDİRMESİ: “Men bende-i Kur’ân’em eğer can darem Men hâk-i reh-i Muhammed-i muhtârem Ger nakl kuned cuz in kes ez goftârem Bizârem ezû vu zon suhen bizarem.” Manası : Hayatta oldukça Kur’an’a kulum, seçilmiş Muhammed’in yoluna toprağım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz nakil ve rivayet ederse ondan da bizârım, o sözünden de. (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 204.) Muhyiddin-i Arabi’den bazı sözler : “Kur’ân, isnâd edilecek en kuvvetli delil’dir...” “Ben Hz. Peygamberden daha güzel bir öğretici görmedim...” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 26-87. ) Yunus Emre’den namaz kılmaya teşvik : “San’atün Yiğreği çün namaz imiş hoş pişe Namaz kılan kişide olmaz yavuz endişe

Tanlacak turı gelgil elini suya urgıl Üç kez salâvat virgül andan bakıl güneşe Allah buyruğun dutgıl namâzun kılıp gitgil Namâmazın kılmayınca zinhâr varmagıl işe Evünde helâlüne beş vakit namâz öğretil

Öğüdün dutmaz ise yazuğu yokdur boşa Namâz kılmaz kişinin kazanduğu hep harâm Bin kızılı var ise birisi gelmez işe Namâz kılmayana sen müslümandır dimegil Hergiz müslüman olmaz bağrı dönmişdür taşa Yûnus imdi namâzun komagıl sen kıla gör Ansuzın ecel irer ömür yetişir başa.” (Yunus Emre Divânı, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, sayfa 185.) Çok ender olmasına rağmen, yazılı nüsha olarak sofular çifte standart olmak üzere bu gibi sözleri kendi amaçlarında kullanmak için zaman zaman kitaplarına yazmışlardır. 5- Mezhepler arası ihtilafları kullanarak, mürid kazanmak amacıyla, hedefledikleri mezhebin temel inanç noktasından hareketle, o mezhepten görünme amaçlı sözleri:

Cebriyeciliği desteklemeleri :

Ahmed’el Rufi-i şöyle demektedir: “KADERE İMAN Efendiler! Âlem ikiye bölünse, bir kısmı beni güzel kokulara boğsalar, diğerleri de beni makaslarla kıtır kıtır kesseler, benim nazarımda her ikisi de birdir. Ne birincilerin itibarı artar, ne de ikincilerin değeri düşer; çünkü bilirim ki, bütün bunlar mukadderat’ın bir neticesidir.” ( El - burhân’ül Müeyyed, Pamuk Yayınları Gavsul A’zam Ahmed’el Rufâi , sayfa 49 Basım 1975).

Abdülkadir Geylani şöyle demektedir : “ŞEYTANLA BİR KONUŞMA” “Rüya gördüm.. Büyük bir topluluk içindeydim.. Şeytan da orada idi.. Onu öldürmek istedim, bana şöyle söyledi : - << Beni neden öldürmek istiyorsun?.. Benim ne günahım var?.. Eğer bir şey şer olacaksa, onu hayra çeviremem.. Yine bir şey hayır olarak kalacaksa onu da şer yapmağa gücüm yetmez.. Benim elimde ne var? >> .” (Abdülkadir Geylani, Fütûh’ül - Gayb, Bahar Yayınları 1983 sayfa 63. ) Mevlânâ Celâleddin şöyle demektedir : “Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin!

Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!” (Şark

İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 309-310 b.3889 - 3892. )

Yukarda görüldüğü gibi, tasavvuf mesleğinin önde gelen üç meşhur sofu’su kader konusunda Cebriyecilik yapmaktadırlar fakat bu öbür mezheplerin içinde yer almayacakları manasında da değildir. Görüldüğü gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç ve suçlu yoktur, aslında bu iddia sofizmin temel mantığına da uygundur, zira onlara göre hakikat diye bir şey yoktur, her şey birdir. Hal bu ki, İslâm dininde, iyi ve kötünün varlığı, sabit bir gerçeğin ifadesidir. Bu konuda Kuran’dan mealen : - Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve yaşamlarında kendilerini, İman edip iyi amaller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! 45/21 - De ki : “İyi ve temiz olan şeyle, kötü ve pis olan şey, tuhafına git sade (bu böyledir). Bu itibarla, ey akıl sahipleri, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz. 5/100 - Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor. 16/90 - Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter. 4/79 - Onlar bir kötülük yaptıkları zaman : “Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti” derler. De ki : Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? 7/28 6- Sofuların kendilerinin, Nebilerden ve Velilerden üstün olduklarını söylemeleri :

Sofuların, uyguladıkları avlanma yöntemlerinden biride, muridlerine güvence verme açısından nebilerden ve tüm evliyadan daha üstün olduklarını söylemeleridir, Şöyle ki : Sofuların peygamberlerden üstün olduğunu söyleyenlerin başında Muhyiddin-i Arabi gelir. İddia ettiğine göre, “nasıl ki son nebi varsa, son velide vardır. Peygamberde nübüvvet ve velilik birlikte idi, fakat peygamberin veliliği peygamberliğinden üstündü, böylece evliyalık peygamberlikten üstün olmuş olur. Peygamber son nebi olması hesabıyla bütün nebilerden üstündür. Fakat son veli değildir, son veli kendisi yani ‘Muhyiddin-i Arabi’ olması hesabıyla da bütün peygamberlerden üstün olmuş olur.” Muhyiddin-i Arabi’nin iddiası bu şekildedir. Kısacası ben son veliyim ve peygamberler dahil yaratılmışların en büyüğüyüm demektedir. Bu iddiasıyla ilgili bazı örnekler şöyledir: “İbni Arabi yaradılışı tecelliler şeklinde izah ediyor. Burada Plotinus’un südûr

nazariyesinden ilham aldığı anlaşılmaktadır, fakat tecelli olayı sürur’dan farklıdır. Varlıklar âlemi << Bir>> olan Tanrı’dan südûr halinde çıkmış ayrı ayrı var oluşları temsil etmez. Gördüğümüz farklılıklar Allah’ ın değişik kemal derecelerinin tecelli etmesinden ibarettir. Allah’ın hakikati cansız maddelerde çok aşağı derecede tecelli etmiştir ; O’nun en yüksek derecede tecellisi << insan-ı kâmil>> dedir. İnsan-ı kâmil hakikatlerin hakikati veya Muhammed’in hakikatinin tezâhür ettiği insan demektir. İbni Arabi burada Plotinus’daki ilk akıl’a hakikatlerin hakikati diyor. Hakikatlerin hakikati Peygamber’in şahsında tecellisini bulmuş olmakla birlikte bu tecelli onunla sona ermez. Hazreti Muhammed son peygamberdir, fakat son veli değildir. Binâenaleyh İbni Arabi’nin insan-ı kâmil-i en yüksek hakikatin tecelligâhı olarak başka bir insan’da olabilir. Nitekim o Peygamber’in vasfı olan hatem-i enbiyalılık gibi bir de hatem-i evliyâlık kavramı ortaya atmış ve bununla kendi şahsını imâ etmiştir’’ (İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Prof. Dr. Erol Güngür. Ötüken Yayınları 1987 baskısı sayfa 88 ) ‘’Bu adamlar şeriat getirme anlamında nübüvvet ve risâletin sona erdiğini söylemekte ve demek istemektedir ki, tahkik etme anlamında nübüvvet ve risâlet -ki bunlara göre velâyettir- ve risâletten üstündür. Bu sebeple İbni Arabi sözlerinden birinde şöyle der:’’ << Berzah’taki nübüvvet makamı, Resulden birazcık üsttedir, veliden aşağı.>>

‘’ Bu hususta kendilerine itiraz olunduğu zaman bunlar derler ki : << Nebinin Velililiği nebiliğinden üstündür; Nebiliği de resûllüğünden yüksektir. Çünkü o , Allah’tan veliliği sayesinde bilgi almaktadır>>. Sonra da Peygamberin veliliğinin bir benzerini kendileri içinde gerçekleşmiş görürler ve hâtemü’l-evliyânın veliliğini peygamberin veliliğinden daha büyük sayıp bir resûlün veliliğini, bu iddia ettikleri hatemü’l-evliyâ’nın veliliğine tâbi kabul ederler. (İbn Teymiye Külliyatı. Tevhid yayınları 1987 baskısı sayfa 233)

Tasavvufçu sofistler Muhyiddin-i Arabinin bu iddialarını bir gerçekmiş gibi kabul etmektedirler. Bu duruma göre ortaya ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Muhyuddin-i Arabi son veliyse ve ondan sonra veli gelmeyecekse, o’ndan sonra dünyaya gelen sofular neye göre evliyalık iddia etmektedirler? Bu durum hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen sofuların mantığına uygun bir durumdur ve sofuların hiçbir şeyde samimi olmadıklarının açık bir göstergesidir. İşin aslında onlar için, Ne din vardır, ne peygamberlik vardır, nede evliyalık. Var la yok onlar için aynı şeydir ve bir hakikati temsil etmez. Buna rağmen İlâh olduklarını ısrarla iddia ederler.

7- Sofuların İslam’da olmayan ibadet şekilleri ve Farzlar icat etmeleri olayı:

İslam dininde, Kelime-i Şahadet, Namaz, Hâc, Oruç, Zekat gibi bilinen farzlar vardır. Sofular is bunların dışında çok değişik ve çeşitli ayinler ve farzlar icat etmişlerdir. Bundan amaçları müridlerini İslâmi farzlardan uzaklaştırıp kendilerine sıkı sıkıya bağlamaktır. İcat ettikleri bu tür şeylere verecek olursak: Mahir İz şöyle bir tanım yapmaktadır:

‘’Istılahi manada âyin tarik (tarikat) erbabının tekkeler de icrâ ettikleri usûldür.’’ ‘’Bu âyinlerden her birinin kendine has isim ve şekilleri vardır.’’

Âyin çeşitleri:

‘’Mevleviler, yaptıkları âyine <<semâ>> Kadiriler <<devran>>, Rıfâiler ve Sa’diler << zikr-i kıyam >> Halvetiler, << darb-ı esmâ >>, Nakşibendiler << hatm-i hacegân >> diye isim verirler.’’

“Devrân : Kadiri tarıkatinin âyinidir. Semahânede toplanan dervişler, şeyhlerinin huzurunda ayakta oldukları halde << esma-i ilahiyye>> yi zikrederek ve birbirlerine bend olarak devrederler.

Zikr-i kıyâm: Rıfâi ve Sa’dilerin ayinidir. Semâhânede toplanan dervişler, yine ayakta olarak ve dalga dedikleri şekilde sallanarak zikir ve tevhid ile meşgul olurlar. Rıfâi tarikatinde ayrıca, âyin esnasında şeyhin işgal ettiği makamın önünde kemerbend ( beline kılıç kayışı bağlamış) iki mürid hazır bekler.

Darbı esma : Halvetilerin âyinidir. Müridlerin, halka ile oturarak zikretmeleridir. Zikir sırasında vücudun hareket etmesi, masivadân kolaylıkla sıyrılabilmek için bir vesile olarak kabul edilmiştir.

Hatm-i hacegân: Nakşibendi âyinidir. Müridler, şeyh huzûrunda diz üzerine oturup fikir ve nazar, mâsivâdan tecrid edilerek, şeyhe ve asıl matlûp olan Hakk’a vasl ve teveccüh edilir. Şeyhin işaretiyle << Fâtiha, İhlâs, Elem Neşrâh>> sûreleri, tesbit edilmiş sayıda okunur. Bu sırada güzel sesle terennüm edilen ilâhi, cemâati vecde getirir.

Mevlevi âyini : Osmanlı hükümdarlarından bir kısmının dahi Mevlevi muhibbi olmaları, Mevlevi dergahlarına daha fazla ilgiyi çekmiştir. Merasim-i mahsusa ile icrâ edilen bu zikir şekli ayrıca tafsile değer.

Mevlevi tarikatının usûlü olan << sema >> ve mukabele denilen zikir şekline << âyin-i şerif >> denildiği gibi, bu merasimin yerine getirilmesine << icrâ- yı âyin >>, o güne de << âyin günü >> derlerdi.

Bu merasimin esnasında mutrib, ney kudûm, ara sırada cenk, rebâb ve buna benzer sazlar ile okunan şiirlere << âyin-i şerif >>, okuyanlara << âyin-hân >> bu şiirlerin yazılı bulunduğu deftere de << âyin mecmuası >> denir. Mevlevi ayinleri tekkelerin semâhânelerinde yapılırdı.

Semâhâne, ortası cilalı düz bir döşeme ile kaplı meydan, etrafı parmaklıklarla ayrılmış sofalar, onların üzerinde mahfiller bulunan, çeşitli motiflerle tezyin olunmuş bir yerdi: ( Tasavvuf Mahir İz kitap evi 1990 baskısı sayfa 149-150) Ve daha bir sürü merasim, özel kıyafetler ve sözlerden sonra Semazen dene kimseler sazlar eşliğinde ayakta kendi etraflarında dönerler. Bu sırada bir avuçları yukarda açık, bir avuçları yere doğrudur. Güya Hâk’tan alıp Halka dağıtıyorlarmış.

Tasavvufçuların kullandığı bazı ıstılahlar şu şekildedir:

Şeyh, Çile, Riyâzet, Zikir, Murâkebe, Keramet, Tevella ve Teberrâ, İstikamet, Hâl, Makam, Vakt, Tevâcüd, Vecd, Vücûd, Cem, Cem’u’l-cem, Fark, Fenâ, Bekâ, Gaybet, Sahv, Sekr, Mahf, İsbat, İbadet, Ubudiyet, Muhâdara, Mukâşefe,

Müşâhade, Şeriat, Hakikat, İlme’l yakin, Ayne’l-yakin, Hakka’l-yakin, Şahid, Mücâhede, Uzlet, Halvet, Takva, Verâ, Zühd, Harêbat, Sâki, Tersâ, Tersâ peççe, Şarap, şem‘, Humar, Sofi, İşve, Ârif, Kalender, Mesti, Meyhane, Mutrib, Çeşm, Vasl, Naz, Melâmi.( Bunların manası konuyla ilgili bir sözlükten bulunabileceğinden açıklamaya gerek görmedim) (Kaynak, Tasavvuf Mahir İz kitapevi. Sayfa 162-163-164-165-166-167-168-169-170)

Sofuların en köklü tuzaklarından biride ‘’Rabıta’’ iddialarıdır. Rabıta Arapçada ‘’Rabt’’ kökünden türetilmiş bir kelimedir.Sözlükleri birleştirmek bitiştirmek, iliştirmek ve bağlanmak anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle iletişim kurmada denebilir. Bu iletişim sofularca, canlılarla olabileceği gibi ölülerle de olabilir. Ve sofular bunu bir farz olarak ileri sürmekte ve zikirden üstün olduğunu iddia etmektedirler.

Asılsız bir olay olmasına rağmen, sofuların müridlerini hayal alemine sürüklemek için yaygın olarak kullandıkları bir yoldur. Böylece mürid kurduğu hayalleri gerçek sanarak erdiğine hükmedecektir. Ermesine sebep olarak gördüğü, gerek yaşayan, gerek ölmüş olan şeyleri yüceltme yoluna giderek onlara ve öğretilerine sıkı sıkıya bağlanmış olur.

Rabıta konusunda sofistlerin bazı söyleyişlerinden örnek verecek olursam: “Ellidört farzdan biridir râbıta Ehl-i aşkın rehberidir râbıta; Hubb-i fillah’tır bu yolda râbıta Bir muhabbettir gönülde râbıta.” (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 32. ) “Nakşibendilere göre râbıta farz olduğu için herkesin mutlak surette bir şeyhe bağlanması ve mürşidine râbıta yapması kaçınılmaz bir görevdir. Nitekim Muhammed Emin el-Kurdi, bu konuda şunları kaydetmektedir. << Allah’a ulaşmış bulunan şeyh, müridin Allah’a ulaşması için bir aracıdır ve onun, Allah huzuruna girebileceği bir kapıdır. Dolayısıyla kendisini irşad edecek bir şeyhi bulunmayanın rehberi ancak şeytandır. >> (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 32-33. ) Rabıtai şerife adlı kitapta şöyle denmektedir. “Rabıta, Allah’a ermeye müstakil bir yoldur.” “Rabıta, ilâhi-zâti sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kâmil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın, suretini hayâl hazinesine muhafaza etmekten ibarettir.” “Malum olsun ki bu yolla Allah’a ermek, kamil şeyhin muhabbet ve rabıtasına bağlıdır (...)” “Evliyanın bazıları vardır ki, sadık müride, vefatından sonra hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yani evliyadan bazılarının, rûhâniyeti vasıtasıyla ilâhi emirleri takip ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o veli kabrinde meyyit olsun... Kabrindeyken müridini yetiştirir. Muridi kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebulhasan-ül Hırkani Şeyh Ebi yezid Bestâmi’den bu şekilde feyz almıştır.” “Yani ölü evliya ile röportaj yapılabilir! Halbuki Allah Teâla ölülerin duymadıklarını ve konuşmadıklarını Kur’ân-ı Kerim’de bildirmektedir. Kur’ân-ı Kerim : 6/111, 27/80, 30/52.”

(Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 126. ) Rabıtayı red edenlere karşı Nakşibendiler şu şekilde dini tehditte bulunmaktadırlar :

“Râbıtayı, Allah’ın öfkesine uğrayan ve O’nun hoşnutluğundan yoksun olan bedbaht kimselerin ancak inkar etmeye yeltenebileceği.” (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Ekin Yayınları 1996, Ferit Aydın. Sayfa 95. ) Abdülhakim Arvasi ölülerle rabıtanın keyfiyeti ve adabı konusunda şöyle demektedir :

“Bir velinin kabri ziyaret edilince, veli ziyaretçiyi tanır selamını alır. Veli, Kabri üstünde Allah’ı zikretmeye başlayan ziyaretçiyle beraber zikreder. Ârifin kalbi, bilmeden, anlamadan haber vermez. Muhakak ki, veliler bir evden bir eve geçmişlerdir. Vefatlarından sonra onlara edilecek hürmet hayatlarında olduğu gibidir; kendilerine, hayatta gösterilen edebin aynen gösterilmesi lâzımdır. Ziyaretçi, ayaklarını kabrin üstüne koymaz ve kabri çiğnemez. Evliya ile, vefatından sonra, hayatlarında olduğu gibi muaşerette bulunur. Veli vefat edince, nebiler ve velilerin ruhları, onun üstüne namaza durur.” (Rabıta-i Şerife, Büyük Doğu Yayınları 1981 baskısı, yazan Esseyyid Abdülhakim Arvasi, sayfa 24.) Ayrıca Abdülhakim Arvasi, bu gibi sözlerle yetinmeyip râbıtanın zikirden (Allah’ı zikretmekten) üstün olduğunu iddia etmekte ve Râbıtanın bütün tarikatlarda şart olduğunu söylemektedir. Şöyle ki :

“Kayyum-u Rabbâni şeyh Muhammed Masum buyurdular;”

<< -Râbıta tek başına erdiricidir; zikir tek başına erdirici değil...>>

“Râbıta her tarikatte şarttır. Bu şartı kabul etmeyenler, ya râbıtanın ne olduğunu bilmeyenlerden, yahut tarikatlerin mâna ve mefhumunu anlamayanlardandır.” “Râbıta, İlâhi - zati sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahade makamına varmış bir kâmil ve mükemmele kalb bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.” Abdülhakim Arvasi, sayfa 17-18.) Ve sofular râbıta iddiaları konusunda bu gibi daha bir çok sözler sarf etmektedirler. Bu gibi sözlerin Kuran’a uygun hiçbir yönü yoktur, hatta râbıta diye iddia ettikleri boş hayallerin, Allah’ı zikretmekten üstün olduğunu söylemeleri Kuran’a uygun olmadığı gibi, alternatifler üretmek suretiyle insanları Kuran’dan uzaklaştırma çabalarıdır, buna benzer alternatifleri, İsa Peygamber gelecek, Mehdi gelecek şeklinde iddia üretenlerin çabalarında da görmek mümkündür, böylece Kuran’ın insanların ıslahı için yeterli olma özelliğini örtmeye çalışarak, insanları Kuran dışında ürettikleri boş temelsiz ümitler peşinde koşturmayı ve Kuran öğretisinden uzaklaştırmayı amaçlamaktadırlar, hadis adı altında Peygambere iftira yollu öğreti üretmenin amacıda yine Kuran’ı İslami öğretiden dışlama çabalarının bir ürünüdür. Zikir konusunda Kuran’dan mealen : - Kitâb’dan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir. 29/45

8- Sofuların Kuran’a alternatif dini kaynaklar göstermeleri ile müridlerini Kuran’dan uzaklaştırma çabaları: Meşhur sofulardan Ebû Said İbni Ebi’l Hayr şöyle demektedir : “Sen zannediyor musun ki Allah’ın kelâmı sâbit bir miktarda ve hacimdedir. Hayır, Allah’ın Muhammed’e gönderilen kelâmı Kur’an’ın yedide yedisidir, ama kulları’nın kalblerine ilhâm ettikleri sayı ve hudut tanımaz, ve hiç kesilmez.” “Allah’ın hakiki kulu olduğu yerde oturur. Beyt-i Ma’mûr onu dafalarca ziyârete gelir.” “Cehennem şimdi olduğun yerdir, Cennet de olmadığın yer.” (İslam Tasavvufunun Meseleleri,Ötüken Neşriyat A.Ş. Yayınları 1987 baskısı sayfa 203. ) Ebû Said İbni Ebi’l Hayr, bu sözleriyle Kuran’ın sınırlı fakat sofulara gelen vahiylerin sınırsız olduğunu iddia ediyor. Böylece asısız ve muğlak ifadelerle Kuran’a olan güveni sarsmaya ve bu suretle insanları kendisine bağlamaya çalışıyor. Bütün müminler bilirler ki, Allah’ın sözleri veya başka bir ifadeyle kelimeleri Kuran’dan ibaret değildir ve bu durum O’nun zatıyla ilgili bir durumdur. Din vahyi olarak Kuran tam, noksansız, açık ve kolay anlaşılır; mükemmel bir kitaptır.

Kuran, yalnız ve yalnız Peygamberimiz Muhammed’e indirilmiş bir dini vahiydir. Peygamberimiz Muhammed’in peygamber olmasıyla birlikte ve onun yaşam müddetiyle sınırlı gelen bir İlâhi vahiydir, ondan sora da, İnsan veya Cin olsun, Allah’tan Kuran-i manada hiç kimse vahiy almamıştır. Ve bu durum dünya durdukça, kıyamete kadar böylece devam edecektir. İslâm dinini öğrenmek isteyen kim olursa olsun Kuran’ın öğretisine muhtaçtır. Bu hususta Kuran dışında hiçbir alternatif veya yol mevcut değildir. Kuran hür bir kitap olup, kendi dışında ki hiçbir bilgi kaynağının veya şahsın tahakkümüne girmez. Bunun dışında söz söyleyen, hayallere kapılmış ve şeytana oyuncak olmuş bir kimseden başkası değildir. Yunus Emre’nin Kuran karşıtı sözlerinden bazı örnekler: “İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur. Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.” (Yunus Emre Divânı, sayfa 25.) Yani diyor ki: İlim gerçek bir göz perdesidir, hakikatleri görmeyi engeller, dünya ahret hesabıdır. Gerçek kitap aşk kitabıdır. Senin okuduğun bu sayfalar, yani Kuran sayfaları da neyin nesi oluyor. O ancak göze perdedir diyor.

Ve diyor ki : “Ben bir kitâb okudum kalem anı yazmadı Mürekkeb eylerisem yetmeye yedi deniz.” Onun okuduğu kitab, güya kalem onu yazmamış ve yazmaya kalkarsa yedi deniz kadar mürekkeb ona yetmezmiş.

Ayrıca : “Işkıla çalındı kalem ışka yesirdurur âlem Âşıklar arasında Cebrail dahi hicabdurur.” “Medreseler müderrisi okumadılar bu dersi

Şöyle kaldılar âciz bilmediler ne babdurur.” İddia ettiği aşk kitabını, medrese müderrislerinin anlamaktan aciz kaldığını, bu kitabı anlamaya Cebrail’in perde yani mania olduğunu, Cebrail’den kastı ise Cebrail’in getirdiği Kuran’dır. Böylece Kuran’ı zararlı sayarak öğretisine karşı çıkıyor.

Kendisi için en büyük rakip olarak “Şeriati” yani Kuran’ı görmektedir. “Işk erinin gönli tolı padişahdan nevâledür Işksuz âdem nice_ anlasun çün şeriat havaledür” Bur da da şeriati, doğru anlamaya perde yane engel olarak tanımlıyor. Ve Sofizmin ana zihniyetini tanımlayan şu sözleri söylüyor : “Yitmişiki millete suçum budur hak didüm Korku hiyânetedür ya ben niçin kızarım.” Şeriat oğlanları nice yol ide bize Hakikat deryasında bahrı oldum yüzerim.” Bütün milletlerin inançlarının ne olursa olsun bir olduğunu iddia ederek, şeriatın yol gösterici olamayacağını, zira kendisinin hakikat deryasında yüzdüğünü söylüyor. Kuran yerine, iddia ettiği aşk kıtabını önermesinin neticesinde : “Zühd ü tâat usûl-i din ışk haddinden taşra durur Nisbet değil durur bana secde vü rükû’u kıyam.” Dediğine göre, Zahitlik, ibadet, din usulu aşk sınırından, dışta durur, secde ve ruku ona din ölçüsü veya gereği değilmiş. Namaz ve oruç yerine ise : “Ben oruç namâziçün seci içdüm esridim Tesbih u seccâdeyçün dinledim çeşte kopuz.” Oruç ve namaz yerine şarap içip sarhoş olmuş, tesbih ve seccade yerine, tanburla kopuz dinlemiş. Ve eğer bu sözleri anladınsa; diyerek; “Yunus’un bu sözünden sen mani anlarısan Konya minâresini göresin bir çuvaldız.” Konya minaresi artık sana bir çuvaldız, yani batmasıyla rahatsız eden bir şiş gibi gelir diyor. (Yunus Emre Divânı, sayfa 25, 31, 38, 57, 93, 118.) Mevlana’nın Kuran karşıtı olan sözlerinden bazı örnekler : “Tanrı’dan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz uçıp gider. (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 1 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 276 b.3449. ) Bilindiği gibi, Kuran Cebrail vasıtasıyla Peygamberimize Vahye dilmiştir, Mevlana’ya göre böyle bir ilim istikrarsız olup uçup giden bir ilimmiş, geçerli olması için kendisine Allah tarafından vasıtasız gelmeliymiş. Aslında demek istediği, kendisine de peygamberlere verildiği gibi peygamberlik verilmedikçe iman etmeyeceğini söylemesidir. Bu konuda Kur’an’dan mealen :

-Ve onlara bir âyet geldiği zaman derler ki: Allah'ın Peygamberlerine verilmiş olanın benzeri bizlere verilinceye kadar biz imân etmeyiz. Allah Teâlâ peygamberliği nereye yönelteceğini en iyi bilendir. Elbette günahkâr olanlara yapmakta olduktan tuzak ve hileden dolayı Hak Teâlâ'nın katında bir alçaklık ve şiddetli bir azap isâbet edecektir. 6/124 Bu istediği olmayınca da, sofist durur mu; şöyle diyor. “Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müridlere sözsüz dersler verir.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi Cilt 2 Mevlana M.E.G.S.B. Yayınları 1988 baskısı, sayfa 101 b.3323. ) Sofu baktı peygamber olamıyor, bu olmayınca yine İlâh’lığından dem vuruyor. Hal böyle olunca da, Ledün ilmini öğrenmek için kelimelerden dolayısıyla kitaptan uzaklaşmayı şart görüyor, şöyle ki: “Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, senden Ledün ilmini meydana çıkarsın.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlana , sayfa 291 b.3642. )

Anlattığı bir hikayede, güya Çinlilerle, Rumlar resim yapma yarışmasına girişmişler, arada perde çekişi olduğu halde Çinliler duvara resim yapmışlar, Rumlar ise karşı duvarı cilalamışlar, perde aradan çekilince Rumların duvarına Çinlilerin resmi aksetmiş ve böylece Rumlar kazanmışlar. Bu örnekle kayıtlı yazılı olanı red ediyor ve bununla vasıtasız bilgiyi övüyor, gerçi örnek çelişkili ve tutarsız fakat yinede iddiasını buna bağlamaya çalışıyor. Şöyle ki:

“Oğul, Rum ressamları, sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlana , sayfa 278 b.3483.)

“Onlar, fıkhı ve nahvi, terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlana , sayfa 279 b.3497.)

Dini bütün kayıtları terk ettiğini söylüyor, bunun yanında mahf olmayı seçtiğini kendi ağzıyla söylemesi bence ilginç, güya bununla “fenafillahı” kastettiğini ima etse de.

Ve Sofizmin temel ilkesi olan, hiçbir şeyi gerçek olarak görmemeyi, akla - karanın, doğru ile yanlışın bir olduğunu savunan şu sözleri söylüyor. “Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim (onlar beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı).”

“Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.” (Mesnevi Cilt 1 Mevlana , sayfa 280 b.3503-3504.)

İnancı bu olunca aklı sıra Hac etmeyle şu şekilde alay etmeye kalkışıyor: “Pir ‘Ey Bayezid nereye gidiyorsun, gurbet pılı Pırtısını nereye kadar çekip süreceksin?’ dedi.” “Bayezid, ‘Hac mevsimi.. Kâbe’ye gidiyorum’ diye cevap verdi. Pir dedi ki : ‘Yol masrafı olarak yanında ne var?” “Bayezid, ‘İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte’ deyince,” “Pir (şeyh), ‘Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul

bil.” “O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu.” “Umre ettin, ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safa’ya koştun, Saiy erkânını yerine getirdin.”

(Mesnevi Cilt II Mevlana , sayfa 272 b.2238, 2239, 2240, 2241, 2242, 2243.) Muhyiddin İbn’ül Arabinin, Kur’an’a karşı olan sözlerinden bazı örnekler : “Futûhât’da dikkatimizi çeken onuncu motif, İbn’ül arabinin eser yazmak için dâima Allah’dan bilgi hatta izin beklediğini söylemesidir. Futûhat’da şöyle diyordu :” <<... Eserlerimi yazmak husûsunda, bana gerçekten izin verilmiştir...>> <<... Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, buradaki her harfi ilâhi bir imlâ ve rabbâni bir ilkâ (= ulaştırma) ile yazdım...>> demektedir. İşte bu gibi sözlerle, normal boyda 7000 sayfa tutan Futûhat’ın her harfini dahi kendisine Allah’ın dikte ettiğini iddia ediyordu.” (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 93. )

“Futâhat’ta çok nâdir olarak gözümüze çarpan onbirinci motif, İbn’ül - arabinin kendisine âyet(!) geldiğini iddiâ etmesidir... Bizzat kendisi şöyle diyordu :” <<... İşte bu 586 yılında İşbiliye kabristanında bir Cuma günü namazdan sonra bize gelen âyet’dir. Bu sırada sarhoş (gibi) kaldım : Üç yıl müddetle namazda veyâ uyanıkken yahut uykuda, ancak bunu okuyabiliyordum...>> (bahsi geçen; El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 99. )

Kendi yazdıklarının tamamı için de, Allah’tan gelme olduğunu ve kendisine ayet indiğini İbn’ül Arabi, kendisince Kuran’a alternatif üretmeye çalışıyor, daha önce örneğini verdiğim gibi, Mevlana da Mesnevisi için Kuran’a nazire yaparak aynı şeyleri söylüyor.

İbn’ül Arabi, kendi yoluna engel olarak gördüğü fakih’ler hakkında şöyle demekten çekinmiyordu :

<<... Fakih’ler, evliyanın Firavunları ve Tanrının iyi kullarının Deccal’larıdır...>> (bahsi geçen; El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, sayfa 11. ) 9- Sofuların, Kuran’a batıni mana isnâd etmeleri ile, anlaşılması gereken mananın zahiri yani açık mana değil de, batıni yani gizli mana olduğunu iddia etmeleri:

Sofuların insanları Kuran’dan uzaklaştırıp, kendilerine bağlamak için kullandıkları bir metot ta, Kuran’ın batıni manası olduğunu ve bu batıni mananın Kuran’a esas teşkil ettiğini söylemeleridir. Adı mubin yani Apaçık olan bir kitap hakkında bu şekilde iddiada bulunmak sofular için sıradan bir iştir. Bundan amaçları, böylece Kuran’a karşı ve aykırı olarak iddia ettikleri bütün sözlerini batıni Kuran manası olarak adlandırmak ve böylece kabul ettirmeye çaba gösterirler. Bunu kabul edenlerin nazarında, kendilerini bilinmeyeni bilen özel şahıslar; kendi ifadeleriyle evliya olarak göstermeye çalışırlar.

Batıniliği kabul ettirme yöntemleriyse, tümden zahiri manayı terk etmeyi teklif etme değil de. Zahirle, iddia ettikleri Batıniliği birleştirmeyi teklif etmektir. Böyle

bir yöntemle kendilerine gelecek tepkileri azaltmak ve sinerek daha etkili olmak amacındadırlar. Böylece işlerine geldiği zaman zahiri manayı öne sürecek veya batıni mana iddia edeceklerdir. Fakat esas amaçları batıni iddialarını kabul ettirmektir. Tasavvufi mesleklerini başka türlü yürütmek, Kuran’a rağmen imkansızdır. Kuran hiçbir şekilde, küfre ve şirke yol veren bir kitap değildir. Kur’an’ın batıni öğreti ihtiva etmediği ve apaçık bir kitap olduğu ile, bazı özelliklerinden örnek verecek olursam; Kuran’dan mealen : - Bunlar apaçık Kitâb’ın âyetleridir. 26/2 - Apaçık Kitâb’a andolsun ki, 43/2 - Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kuran yaptık. 43/3 - Andolsun ki biz size (gerekeni) açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvâya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik. 24/34 - Andolsun biz (bilmediklerinizi size) açık açık bildiren âyetler indirdik, Allah, dilediğini doğru yola iletir. 24/46 - Bilmeyenler dediler ki : “Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi ?” Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine bezedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik. 2/118 - İşte Rabb’inin doğru yolu budur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık. 6/126 - Biz onlara öyle bir kitap getirmişizdir ki, iman edecek her hangi bir kavme hidâyet ve rahmet olmak için onu tam bir ilim üzere tafsil etmişizdir. 7/52 - (Resûlüm) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. 75/16 - Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. 75/17 - O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. 75/18 - Sonra onu açıklamak bize aittir. 75/19 - Onların sana getirdiği her misale (her batıl iddiaya) karşı mutlaka biz sana, (o bâtılı yok edecek) gerçeği ve en güzel açıklamayı getiririz. 25/33 - Şüphesiz size (hayatınız için gerekli bütün) bilgi ve uyarıları içinde olan bir kitap indirdik. Neden düşünmüyorsunuz ? 21/10 - Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kuran’da insanlara her türlü misali verdik. 39/27 - Korunsunlar diye, eğriliği olmayan, Arapça bir Kuran indirdik. 39/28

- Andolsun biz, Kuran’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur. 54/17 Ve Kuran’ın apaçık, yeterli ve insanın kolayca anlaya bileceği bir kitap olduğuna dair, Kuran’dan daha birçok örnek verilebilir. Allah’ın apaçık ve yeterli dediğine, kapalı ve yetersiz diyen kim olursa olsun Kuran’ı red etmiş olmakla muhakkak küfretmiştir. Bu itibarla, kuran şifresi adı altında, Hurufilik adı altında veya ebcet hesabı adı altında veya özerinde ondokuz vardır oda şu manalara gelir diye iddia edenler ve bu gibi iddiaları olanlar, Kuran’ı anlayamamış ve şeytanın oyuncağı olmuş kimselerdirler. Allah Kuran’ı bütün insanlara ve cinlere istifade etsinler diye indirmiştir, Kur’an’da hiçbir kula özel bir bilgi yoktur. Allah bizlere ne bir bilmece, ne bir şifre nede bir labirent indirmemiştir. Buna rağmen sofistlerin dediğine bakalım : “Nazari sûfi müfessirler, Kur’an’ı tetkiklerine ve felsefi görüşlerine dayandırıp onu arzu ettikleri şekilde mânalandırmışlardır. Kur’an’ın gâyesi, insanları irşad olduğundan, onlar Kur’an’dan kendi anlayışlarına uyacak manaları çıkarmakta zorluk çekmişlerdir. Fikir sâhibi filozof, sûfi, fikrinin revaç bulması için, onları Kur’an’la te’yid etmek lüzûmunu hissetmiştir. Tabiidir ki, bu da Allah kelâmını kendi arzu ve tahayyülüne göre tevil etme ihtiyacını doğurmuştur. Bu şekilde ki keyfilik, bir çok noktalardan Kur’an’ı, asıl gaye ve hedefinden uzaklaştırmıştır. Sûfi, görüşlerini geçerli kılabilmek için, Kur’an’la görüşü arasında bir zıtlık alsa dahi, onu kendi görüşü tarafına meylettirmeye uğraşır. Bir Mü’min her hâlükârda Kur’an’a teslim ve onun hizmetkârı olması icâb ederken, o Kur’an’ı kendi görüş ve felsefesinin hizmetine sokmuş olur. (Tefsir Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını 1987 baskısı. Praf. Dr. İsmail Cerrahoğlu Cilt 2, sayfa 8. )

Nazari tefsirden başka, sofuların bir de İşâri tefsir iddiaları vardır. Sofular bu çeşit tefsirlerinde de Kuran’ın açık ve anlaşılır manasını değil de, kalplerine doğduğunu iddia ettikleri manaları esas almışlardır. Bu anlayışlarını esrarengiz bir hale getirmek için de, kapalı bir üslûp ile, remiz ve işaret yoluyla ifade ettiler. Yaptıkları tefsirlere de tefsir değil işâret adını verdiler. Bunun için bu çeşit tefsirlere “işari tefsir” adı verilir. Onlara göre Kuran, açık anlaşılır manasından başka bir çok batıni manalar taşır. İddia ettikleri Kuran tefsirlerinde âyetlerin zahiri manasından ziyade, yine kendilerince ileri sürülen batını manalar üzerinde durmuşladır.

Hal bu ki değil Kuran’ı batını bir şekilde tefsir etmek, Kuran için batın olsun veya olmasın tefsir iddia etmek Kur’an’a uygun değildir. Zira manası apaçık olan bir kitabın tefsir edilmesine ihtiyaç ve olanak yoktur. Zaten açıkça anlaşılırdır. Ancak insanların çalışmak suretiyle, onu düşünerek doğru bir şekilde anlamaya ihtiyaçları vardır, daha fazla bilgi sahibi olanlarda diğerlerine anlatır. Nazari ve İşari tefsirler konusunda İsmail CERRAHOĞLU, yazdığı “Tefsir Tarihi” ikinci cildinde şöyle demektedir :

“Sufi tefsirin nevileri arasında şu iki esaslı farkı görmek mümkündür : İlki, Nazari sûfi tefsir, sûfinin zihninde beliren bazı ilmi mukaddimelere, ön yargılara dayanır. Sonra Kur’an ayetleri bunları te’yid etmek için getirilir. İşari sûfi tefsir ise, ilmi mukaddimelere dayanmayıp, sûfinin rûhi riyazetine dayanır. Rûhi riyazetle aydınlanan (aydınlandığını iddia eden) sûfi, kudsi işaretleri alacak dereceye ulaşır

(ulaştığı boş bir iddiadan ibarettir.) ve orada âyetlerin taşıdığı öz mânâ ve gaybi şeyler kalbine doğar. (Bütün bu konum iddiaları, sofunun Kuran’da batıni mana olduğunu yutturmak için kurduğu bir tuzaktır.) Diğeri ise, Nazari sûfi tefsir sâhibi, âyetin, kendi verdiği manadan başka bi mânâ taşımadığı kanaatindedir. Halbuki, işari sûfi tefsir sahibi ise kendi verdiği mânânın dışında, zâhir bir mânâ olmadığını iddia etmez, nasların zâhirleri üzerine yüklenmiş bulunduğunu, fakat bir iç öz mânânın da ayette mündemiç olduğunu söyler. Onlara göre Kur’ân dış manasından başka bir çok mânâlar taşır.”

“Mutasavvıflar Kur’ân tefsirlerinde ayetlerin zâhir manasından ziyâde, batını üzerinde durmuşlardır.” (Parantezler harici alıntılar, Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, sayfa 10. ) Her ne kadar amacım, sofuların yaptıkları tefsir çeşitlerini sıralamak değil de, Batınilik iddialarıyla varmak istedikleri amaçları belirtmek ise de, yaptıkları tefsirlerinden bir iki örnek vermekte, yüzlerini göstermek açısından fayda vardır. Şöyle ki : et - Tüsteri tefsirinden : “Kezâ Enâm sûresinin 54.’... Rabbiniz sizden kim bilmeyerek fenalık işler de arkasından tövbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır. O, bağışlar ve rahmet eder’ âyetini tefsir ederken.” “Yüce Allah Dâvûd Peygamber’e şöyle vahyeder : “Ey Dâvûd, kim beni bilirse beni murâd eder. Kim beni murâd ederse beni sever. Kim beni severse taleb eder. Kim beni taleb ederse beni bulur. Kim beni bulursa, beni hıfzeder”. Bunun üzerine Hz. Dâvûd şöyle dedi : Ya Rabbi, taleb ettiğimde seni nerede bulurum dedi. Allah da cevap olarak. Beni benden korkanların kırık kalplerinde bulursun dedi.” Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, sayfa 20. )

Görüldüğü gibi, Kuran’da anlatılanlarla, bur da yapılan tefsirin hiçbir ilgisi yoktur. Sofistin bu şekilde tefsir yapmaktan amacı, Allah’ın kalbe sığdığını iddia etmektir. Bu ise bir sapmadır. Allah’ın sevgisi kalplerde olur, fakat Allah’ın zatı hiçbir kalbte yerleşik değildir. Zira, Allah noksan sıfatlardan münezzehtir.

Sülemi Tefsirinden :“Bakara sûresinin 158. ‘Muhakkak Safâ ve Merve Allah’ın nişaneleridir’ âyetini, Ca’ferin şöyle anladığını rivâyet ederler. “Safa, muhalefetlerden arınan rûhtur, Merve, efendisine hizmetle mürüvveti kullanan nefistir.” şöyle de denilmiştir : “Safâ, dünya bulanıklarından ve nefis arzusundan temizlenme, sa’y, Allah’a kaçmadır...” Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, sayfa 30. ) Bu tefsirde de, Kur’an’daki asıl manadan uzaklaştırmayla, insanları Hac’dan uzaklaştırma amaçlanmıştır. Daha önce verdiğim örneklerde sofuların, Hac yerine gelin bizi tavaf edin dedikleri hatırlanmalıdır. Kuran’ın net ve kesin, değişik manalara gelmeyen bir istikrarlı manası vardır. Sofular ise Kuran’ı övme maskesi altında her harfinin binlerce manaya geldiğini, hatta dört kitabın, yani Kura, İncil, Zebur ve Tevrat'ın tek bir harfte, “Elif” harfinde mündemiç yani toplanmış olduğunu söylemekten çekinmemişlerdir. Şöyle ki : “Sûfilere göre, kul, Kur’an’ın her harfine bin mânâ verse, Allah’ın o harf de

bulunan ilminin sonuna varmış olamaz.” Tefsir Tarihi Cilt 2 Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, sayfa 21. ) “Ne elif okudum ne cim ne varlıktandır gelicim. Okumaz yüz bin müneccim tâli’im yıldızdan gelür’ diyen Yûnus’un Divânında bu hurûf meselesine dair bâzı mühim işaretler vardır. Şu parçalarda olduğu gibi :” “Yigirmisekiz hece okursun ucdan uca Sen elif dersin hoca mânası ne demektir” ................................................................ “Dört kitâb’ın manası tamamdır bir elifte Bâ dedirmeniz bana ben bu yoldan azarım” “Yedi Mushaf mânasın okudum tamam kıldım Ya ne için karayı ak üstünde yazarım” (Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını 1991 baskısı, Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü, sayfa 328.) Kuran’ın bir harften ibaret olduğunu, okunup öğrenilmesinin gereksiz olduğunu iddia eden bu gibi sözler, Kuran’a yapılabilecek en büyük saldırılardandır. “M. Yusuf Musa, batıni - sûfi tefsirine bir örnek gösterir: 1) Abdurrahman Sülemi Nisaburi (h.412) : Kitabu Hakiki - Tefsir, 2) Muhyiddin ibn Arabi’nin tefsiri, 3) Abdurezzak el-Kaşani (h.887) : Te’vilatü’l - Kuran. Kuran ayetlerinin Sufi (bâtın) gelenekte nasıl anlamlandırıldığına bir örnek : Yasin sûresi, 13-17; “sen onlara o şehir halkının (Ashab-ı Karye) örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti. Hani biz onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar ikisini yalanlamışlardı. Biz de (iki elçiyi) bir üçüncüsüyle güçlendirdik; böylece dediler ki : “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz”. Dediler ki : “Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz. Rahman (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz yalnızca yalan söylemektesiniz.” Dediler ki : “Rabbimiz gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir, bizim üzerimizde apaçık bir tebliğden başkası yoktur.” Bu ayetin bilinen zahir anlamı, Allah’a isyan halinde olan bir şehir halkına önce iki, sonra onları güçlendirmek üzere üçüncü bir elçiyi göndermiş olmasıdır. Halk ise Allah’a itaate çağıran bu elçilerin çağrısını reddediyor. Sufi tefsir geleneği ise batini yorumla bu üç elçinin bilinen beşer - elçi olmadığını, ayetlerin ruh, kalb ve aklı sembolize ettiğini, şehir halkının da insan bedenine işaret ettiğini söylüyor. (Kaşani’nin Tevilatu’l - Kuran Tefsiri, Yasin sûresi.) (İslam Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl ilişkisi. Beyan Yayınları 1994 baskısı, Yazan, Ali Bulaç, sayfa 96.) Kuran’ın aslıyla ilgisi olmayan, tamamen batıni ve keyfi mana ifade eden bu gibi, tefsir iddialı sözler, Kuran’ın esas mesajını insanlardan perdelemek için sofularca uydurulmuştur. Daha önce de belirttiğim gibi, Kuran’da batıni mana olduğunu yuttura bilmek için zahir mana yoktur demezler, ancak zahiri mana ve batıni mana birliktedir, Zahiri manayı yok sayan küfretmiştir; batıni manayı da yok sayan küfretmiştir taktiğini kullanırlar. Zahir mana Kuran’da vardır sözü sofularca oltaya takılan yeme benzer, zira bu ifadeleri hemen hemen lafta kalır, asıl amaçları yemin ardında saklamış oldukları batıni iddialarını ve öğretilerini gerçekleştirmektir. Örneğin : “... ibn’ül-arabi der ki : <<... Saâdet (evet) bütün saâdet, zâhir ile bâtın’ı toplayan (yani bir araya getiren) zümre iledir...>>

“Zahir ile bâtın’ı, başka bir deyişle İslâmiyet’teki esasların dış ve iç mânâlarını bir araya getirmek, İbn’ül - arabinin en çok dikkat ettiği bir prensip olmalıdır. Çünkü sünnilik, esâsında bundan ibarettir ve bu iki sözü zikrederek :” <<... Zâhir ile batın’ı toplamamız için...>> “şeklinde sözler sarf etmektedir. Bu iki söze (tabire) tekâbul eden ifrat ve tefrit deyimleri de kezâ bir arada zikredilmekte ve Futâhat’da ifrat ve tefrit’in kötülüğü’ne başka bir vesile ile tekrar temâs edilmektedir.” <<... Ehl-i Zâhir’in akılları, şüphesiz ki vardır fakat onlar düşünceli (ûlû’l elbaş) değildirler... >> (El - Futûhât El - Mekkiyye, Muhyiddin İbn’ül Arabi, çeviri. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları - 1990 sayfa 17. ) Ahmed el Rufai’den : “Ehli tasavvufun bazılarının dedikleri gibi demeyin! Onlar hakkında şöyle demişlerdir : << Alimler, zahir ehlidir, biz ise batın ehli! >> Böyle şey olmaz! Çünkü İslâm tümüyle İslâm’dır; içi dışın özüdür, dışı, için zarfıdır : Zahir olmazsa batında olmaz.. Zahir olmazsa batın ne anlaşılır ve ne de açıklanabilir!” Bu şekilde zahirin reklamını yaptıktan ve batıni öğreti haliyle vardır ve Kuran’a uygundur tavrını sergiledikten sonra, İslam’a mal ettiği bu öğretiyi perçinlemek için : “Zahir ile batını birbirinden ayırmaya çalışmayın! Bu, bir bidattır!” İfadelerini kullanıyor : (Alıntılar, El - Burhân’ül Müeyyed, Pamuk Yayınları 1975 baskısı, Gavsul A’zam Ahmed’el rufai, sadeleştiren H. Naim Erdoğan, s. 74-75. )

Ahmed’el - Rüfai’nin Batıniliği tavsiye eden diğer bazı sözlerinden : “Oğlum, iç ve huzur ilmini öğren, çünkü onun bereketi, senin tahmininin çok üstündedir.” “Oğlum, iç ilmini öğrenmeden, dış bilgilerle yetinen, farkına varmadan helâk olur.” “Oğlum, Allah’tan ihsan bekliyorsan; iç ilmini öğren.” (Onların Âlemi, Bahar Yayınları 4. Baskı, Ahmed el-Rüfai, çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 133.) Batına dayanmayan, Zahiri yani açık bilginin, insanı farkında olmadan helake götüreceğini iddia etmektedir. Abdülhakim Arvasi’nin, Kur’an’ın yazılı şekil olarak anlamaya perde olduğunu, Kur’an’ın anlaşılması için, harflerin, dolayısıyla tüm yazılı şeklin yok sayılması gerektiği yolundaki sözlerinden örnekler : “Üçüncü bir nokta da şudur ki, kadim olan kelâmdan, hâdis olan harfler ayıklanacak olursa kadim mânalar hali üzere baki kalır, Allah lütuf ve keremiyle basirete açılan bir insan, Kur’an’ın kadim mânalarını derin bir anlayışla bakarsa onları nihayetsiz bulur. Sonra da ayıklanan harflere nazar edince kadim manaları kendisinde peçeleyen bir surete benzetir. Bu sureti de ayrı tutacağı mânalarda sonsuz görür.

İşte Kur’ân’ın batını budur !

Sureti bulunan harflere bakınca da, onları iki cildin arasında kuşatılmış hisseder. İşte Kur’ân’ın zahiri de budur !” (Rabıta-i Şerife, Büyük Doğu yayınları 3. Baskı, Esseyyid Abdülhakim Arvasi, sadeleştiren, Necip Fazıl Kısakürek, sayfa 71-72. ) Verdiğim örneklerde görüldüğü gibi, Kuran’ın zahiri yani açık manasını tanıma maskesi altında, Mubin öğretiden ibaret olan Kuran mesajını engellemek

amacıyla, sofistler Batıniliği savunarak, Batıniliği kabul ettirebilme çabalarına girişmişledir. 10- Sofuların akla ve soru sormaya karşı çıkmaları : Sofuların, kendilerine Murid elde edebilmek için kullandıkları yöntemlerden bir tanesi de, insanların düşünmelerine, akletmelerine ve kendilerine soru sormalarına karşı çıkmalarıdır. Soru sorulmaması gerektiği yolunda ki iddialarını ispatlamak içinde Kuran’dan kendilerince örnek vermektedirler, şöyle ki : “Hızır ile Mûsâ (A.S.) ın kıssası : Hz. Mûsa, Hızır’a neden şunu yaptın şeklinde itirazda bulununca Hızır (A.S.) da, Hz. Mûsa’ya hüccet getirdi ve dedi ki : - Eğer bana uydunsa ben bir şey yaptığımda bana << niçin şunu şöyle yaptın? >> diye sorma. Nitekim Hak Teâlâ Kuran’ı Kerim’inde haber vererek buyuruyor : << Hızır dedi ki : O halde bana tâbi olacaksın, kendisinden bir söz açmadıkça bana hiçbir şeyden sorma. >> (El-Kehf sûresi, âyet 70. )

Bu âyetten de ma’lum oldu ki, insan uyup tâbi olduğu kimseye << Şunu niçin şöyle yaptın ? >> diye sorması doğru ve münâsip değildir.” (Müzekkin-Nüfus, Aslan Yayınları 1991 baskısı, Eşrefoğlu Rumi, sayfa 474. ) Sofuların, Kehf sûresindeki Mûsa kıssasını ele alarak, hiç soru sorulamayacağı ve olayların izahının istenemeyeceği yolundaki iddiaları bir aldatmacadan ibarettir. Zira kıssada soru sorulması yasaklanmamış ancak olayların aksamaması için sabır tavsiye edilmekte ve sonuç olarak olayların izah edileceği vaad edilmektedir. Yani, soruların cevapsız bırakılacağı şeklinde bir durum söz konusu değildir. Buna rağmen insan aklının bu konularda aceleci olduğu ve ilgilendiği konularda soru sormamaya dayanamadığı vurgulanmaktadır. Hal böyle olunca soru sormak normal bir olay olduğu gibi, din adına kim ne iddia ediyorsa netice itibarıyla, istendiğinde o iddiasının dine uygun olduğunu ispat etmek zorundadır. Kuran’da esası ve dayanağı olmayan; Kuran’a uygun olmayıp ters düşen hiçbir olay veya söz İslâmi değildir.

Bu konuda verdikleri örnekle ilgili olarak, Kuran’dan mealen

- Bir vakit Mûsa, genç adamına demişti ki : << Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut uzun bir zaman yürüyeceğim.>> 18/60 - Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti. 18/61 - (O belirtilen yeri) geçip gittiklerinde Mûsa genç adamına : “Kuşluk yemeğimizi getir bize. Hakikaten şu yolculuğumuz yüzünden (epey) yorgunluk çektik.” dedi. 18/62 - (Genç adam) Gördün mü! Dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti. 18/63

- (M^sa) : “İşte aradığımız o idi.” dedi. Tekrar izlerini takip ederek geriye döndüler. (kayaya vardılar). 18/64 - (Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik. 18/65 - Mûsa ona : “Sana öğretilenden bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olabilir miyim? dedi. 18/66 - (O da) “Sen benimle (berâber bulunmağa) sabredemessin.” dedi. 18/67 - “Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl dayanabilirsin?” 18/68 - (Mûsa) : “İnşâallah, dedi, beni sabredici bulursun, senin emrine karşı gelmem.” 18/69 (O kul) : “O halde, dedi, eğer bana tâbi olursan ben sana anlatıncaya kadar (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma.” 18/70 - Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. (Mûsa) : Halkını boğmak için mi gemiyi deldin? Hakikaten sen (ziyanı) müthiş bir iş yaptın! dedi. 18/71 - (O kul) : “Sen benimle berâber bulunmağa sabredemezsin demedim mi? dedi. 18/72 - (Mûsa) : “Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma.” dedi. 18/73 - Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar. (O kul) hemen onu öldürdü. (Mûsa) : “Bir can karşılığı olmadan temiz bir canı öldürdün ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın! dedi. 18/74 - (O kul) : “Ben sana demedim mi, benimle berâber bulunmağa sabredemezsin?” dedi. 18/75 - (Mûsa) dedi ki : “Eğer bundan sonra (bir daha) sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır (artık benden ayrılmakta mâzur sayılırsın). 18/76 - Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. (Köy halkı), onları konaklamaktan kaçındılar. Derken orada yıkılmak isteyen (yıkılmak üzere olan) bir duvar buldular; hemen doğrulttu. (Mûsa) : “İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın.” dedi. 18/77 - “İşte dedi, bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır. (Şimdi) sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim”. 18/78 - “Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı.” 18/79

- “Çocuğa gelince Onun anası babası mü’min kişiydiler. Çocuğun onları isyana ve küfre sürüklemesinden korktuk.” 18/80 - “İstedik ki, Rab’leri onun yerine kendilerine ondan daha merhametli birini versin.” 18/81 - “Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara âit bir hazine vardır. Babaları da iyi bir kimde idi. Rabb’in istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler ve Rabb’inden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü.” 18/82 Kıssada görüldüğü gibi, sabırlı olmak şartıyla ilgilenilen olayın iç yüzünü sorup öğrenmek esastır. Diğer bir hususta olayları yapan, kendisine olaylarla ilgili soru sorulan kimsedir ve güvenirliği kesin olarak soru sorana bildirilmiştir. Mûsa’nın bu şahıs hakkında önceden bilgisi vardı ve güvenilir bir kimse olduğunu bilmekteydi, yoksa soru sormakla yetinmez, fiili olarak mani olmaya çalışırdı. Şeyhlerin ise böyle güvenilir bir yönleri olmadığı gibi, yaptıklarıyla ilgili olarak, yaptıkları sıradan veya olağan üstülüğü olmayan genelde söze dayalı hayali şeyler şeyler olmasına rağmen, soru kabul etmedikleri gibi, tavırlarıyla ilgili olarak izahatta bulunmaktan da kaçınırlar.Bu ise Kuran’a uygun olmayan bir durumdur. Sofuların bu konuda söylediklerinden ve tavsiyelerinden örnekler verecek olursam, şöyle ki : Söyledikleri bir rivayette; Ca’fer-i Sadık Hem tasavvufa hem de şeyhliği karşı olmasına rağmen onun adına şöyle rivayette bulunmaktadırlar : “Bir gün İmam-ı Ca’fer-i Sa’dık Hazretlerine bir mürid geldi. Ve şeyhe dedi ki : - Sultanım bana himmet eyle. Meğer ki o kimse şeyhin bostancısı imiş. Şeyh bu kimseye dedi ki : << Senin hatunun dul kalmayınca, çoluk - Çocuğunu dağıtmayınca, yatağın it yatağı gibi kuru yer olmayınca, evin hârab olmayınca sen maksûduna erişemezsin. >> Sâdık ve gerçek mürid olan bu kimse, şeyhinin dediklerini bir bir yerine getirdi için zamanın sultanı oldu. Hal bu ki Allah için terk ettiği çocukları, hatunu ve kendisi bir zarar da görmediler. Eskiden daha da mükemmel oldular.” (Müzekkin-Nüfus, Aslan Yayınları 1991 baskısı, Eşrefoğlu Rumi, sayfa 482. ) Evini ve çoluk çocuğunu mahvetmesine rağmen, mürid ve ailesinin neye dayanarak daha iyi olduklarını ve zarar görmediklerini izah etmedikleri gibi, uydurma olduğu belli olan bu gibi örneklerle, müridlerini istedikleri gibi yönlendirmeyi amaçlamaktadırlar.İslâmi dayanaktan yoksun bu gibi iddialarla ayrıca Müslümanların aile yapısına da saldırıp yıkmayı hedeflemektedirler, ayrıca bu rivayet, Ca’fer-i Sadık’a bir iftiradır, Ca’fer-i Sadık Hem tasavvufa hem de şeyhliği karşı bir şahıstır.

Ayrıca Müzekkin - Nufusta şöyle demektedirler : “Şeyh gassâl (ölü yıkayıcı) gibi, mürid de ölü gibidir.” (Bahsi geçen Müzekkin - Nufus Sayfa 473.) Bu sözleriyle, müridi şeyh önünde cansız ve iradesiz bir konuma getirmek

istemektedirler, böylece onunla istedikleri gibi oynama imkanı bulmayı hedeflemektedirler. “Bazan öyle olur ki, tâlibi (müridi), mürşid (Şeyh) akıldan candan ve nefisten eder. Gönülden ayrı, cansız, akılsız ve nefissiz olarak alır gider. Zira bu yolda akıl, gönül, ve can her meclise götürülemez. Her yere götürülmesi de serbest değildir. BEYT

Ko bu yoldaşlarını yalnız ol Sen dahi sığmazsın anda sensiz ol. Farsça şiir : Her şebi vakt-i seher der köy-i cânan mirevim Çân zi hod nâ mahremim ez hişi pinhan mirevim Çün hicâb-ı müşkül akl-u can der koy-ı o Lâ cerrem der koy-ı, o bi aku can mirevim. Mânası Her gece seher vaktinde mahbubun köyüne gideriz. Kendi kendimize nâ mahrem olduğumuz için gizli gideriz. Onun köyünde perde akla ve ruha müşkül geldiği için Şüphesiz oraya akılsız ve cansız gideriz.” (Bahsi geçen Müzekkin - Nufus Sayfa 422.) Mevlana’nın akla karşı çıkması : “Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki : “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delâlet eder. Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Tanrı’ya perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum alacaksın?” (Mesnevi, Mevlana Cilt 1 sayfa 176 b. 2200 - 2201 - 2202 - 2203.) Abdülhakim Arvasi’den : “Kendinden olmak küfür Kendinden geçmek iman.” (Bahsi geçen kitap, Rabıta-i Şerife, Esseyyid Abdülhakim Arvasi, sayfa 66.) Sofuların bu gibi, akla karşı çıkan sözlerine karşılık, Kuran’da akla dikkat çekilmiş, etkin ve doğru bir şekilde kullanılması emredilmiştir, şöyle ki : Kur’an’dan mealen : - Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azabı ve rezilliği), aklını kullanmayanlara verir. 10/100 - İçlerinde sana kulak verip (Kuran’ı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa! 10/42 - (Bu Kuran), çok mübârek bir Kitâb’dır. Onu sana indirdik ki ayetlerini

düşünsünler ve aklı selim sâhipleri öğüt alsınlar. 38/29 - Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın, kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklıselim sâhipleridir. 39/18 - Şimdi Rabb’inden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (bunu kâbul etmeyen) kör gibi olur mu? Ancak aklıselim sâhipleri öğüt alır. 13/19 - Bu (Kuran), insanlara bir tebliğdir. (İnsanlar), bununla uyarılsınlar. O’nun yalnız Tek bir İlâh olduğunu bilsinler ve aklıselim sâhipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir). 14/52 Ve sağlıklı akıl konusunda Kuran’dan daha birçok örnek vermek mümkündür. Sofuların ve yandaşlarının en büyük korkularının başında, Kuran’ın sağlıklı akıl sahipleri tarafından anlaşılmasıdır. Zira bu durumda kurmuş oldukları tuzakları yıkılmış olacaktır. Örneklerde görüldüğü gibi, Kuran’ı dışlamak suretiyle, kendi söz ve kitaplarını onun yerine koymakta, yahut da Kuran’a batıni manalar vermekte, yahut ta insanların akletmelerine karşı çıkmaktadırlar. Sofistler ve onlar gibi onlar. Asırlarca insanların, Kuran’ın manasını merak etmeden okumalarına ve hatta gidip ölülerin başında okumalarına sebep oldular. hal bu ki Kuran ölülere değil yaşayanlara inmiş bir kitaptır. Kuran’ın insanlar tarafından anlaşılmasını istemeyenler. Israrla Kuran’ın anlaşılmaz bir kitap olduğunu iddia etmişlerdir. Şöyle ki . “Hulâsa Kur’an-ı kerimin ma’nasını yalnız Muhammed << Aleyhisselam >> anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmişlerdir. Kur’ân’ı kerimi tefsir eden, Odur. Doğru tefsir kitâbı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsir kitaplarını yazmışlardır. (Beydâvi) tefsiri, bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsir kitâblarını da anlayabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, (Tefsir) ilmidir....”

“... hattâ Cebrâil << Aleyhisselam >> dahi Kur’ân-ı kerimin manâsını, esrârını, Resûlullah’a sorardı...” “... zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, İslâmi yeti öğrenmek için, tefsir ve hadis-i şerif okuması uygun değildir...”

(Kur’an’ın anlaşılması bir tarafa, ne olduklarını belirtmediği fakat bir ibret olarak şu sözleri sarf etmesi, “ Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, (Tefsir) ilmidir....” veya diğer imkansızlık sözleri, Kuran’ı övme maskesi altında Kuran’a açıktan açığa yapılmış bir saldırıdır. “Tefsi, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsir kitâbları, bu nurun anahtarlarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler çıktığı gibi, o tefsiri okumakta, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsirleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşitli derecedeki insanlara göre binlerle kitab yazmışlardır.” (Tam İlmihal, Se’âdet-i Ebediyye, Işık Kitâbevi, İhlâs Vakfı Yayını 1980, Yirmibeşinci baskı, sayfa 44, Yazan Hüseyn Hilmi Işık.)

Görüldüğü gibi, dediklerine göre insan hiç aklını kullanmayacak ve asla Kuran’a yanaşarak onu anlamaya çalışmayacaktır; Kuran’dan uzak duracaktır. Bu duruma düşen kimse bir zorlukla karşılaştığında nemi yapmalı, dediklerine göre ölülerden istianede yani dua yoluyla yardım istemede bulunmalıdır, şöyle ki : “Resulullah S.A. Efendimiz şöyle buyurdu : - << İşlerde şaşırırsanız, kabirler ehlinden yardım isteyiniz.. >> (Hadis-i Erbain, Tasavvuf, Rahmet Yayınları. 1970 baskısı, sayfa 110. Yazan, Sadreddin-i Kunevi, çev. Abdulkadir Akçiçek. ) Bu uydurma rivayetin Arapça metninde yardım şekli “İstiane” olarak belirtilmektedir. Hal bu ki, Allah’tan başkasından “istiane de bulunmak” Kuran’da kesinlikle, şirk olarak tanımlanmıştır. Kuran’dan mealen : - (Rabbimiz) Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz. 1/4 Milyonlarca kimsenin her gün okuduğu Fatiha Sûresinde geçen tanımlama bu şekildedir. Görüldüğü gibi İstiane ibadetle aynı olarak belirtilmiştir. Sofistlerin bu gibi şeylerden amaçları yaşayanlarını ilâhlaştırdıkları gibi, ölülerini de ilâhlaştırmaktır. Bu gibi İslâm’a ters düşen öğretilerle yönlendirdikleri yüz binlerce kişi, türbelere bez bağlamakta, türbelere adaklarda bulunmakta ve onlardan “istiane’de” bulunmaktadır. Ölü olsun veya canlı olsun, Allah dışında herhangi bir kimseden istianede bulunmak, Kuran öğretisine göre o kimseyi ilâhlaştırmaktan başka bir şey değildir. Kütüb-i Sitte konusunu işlerken belirttiğim gibi, yeri gelmişken şunu tekrar belirteyim ki, Kuran’a göre ölü, isterse iyi bir kimse olmuş olsun veya iyi olmayan bir kimse olmuş olsun. Dünya da yaşayanlar tarafından kendisine yapılan hitapları kesinlikle duymaz. Zira Kuran’a göre, ölüm ile uyku konum olarak bir ve aynı şeydir. Nasıl ki, uyuyan bir kimse uykuda olduğu müddetçe dünya hayatında yaşayanlar tarafından kendisine yapılan hitapları duymuyorsa, ölünün durumu da bir ve aynı şeydir. Bu konuda Kuran’dan mealen : - O’dur ki, geceleyin sizi öldürür, gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O’nadır; sonra (O, dünyâda) yaptıklarınızı size haber verecektir. 6/60 - Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra hükmettiğini tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır. 39/42 Seçtiğim bütün örnekleri, tasavvuf adı altında faaliyet yürüten sofuların, başka bir ifadeyle sofistlerin meşhur önderlerinden verdim. Bunun yanında adı yaygın şekilde duyulmamış olan binlercesi tarih içerisinde ve günümüzde faaliyet göstermiş ve göstermektedirler. Gavs veya Kutup olarak telakki etikleri önderlerinin zihniyeti ne ise, küçük bir köyde faaliyet yürüten birkaç kişiye hitap eden şeyhler ininde zihniyeti aynıdır. Onların temel zihniyeti hiçbir hakikati hakikat olarak kabul etmemeleridir. Bundan dolayı inanç yönünden her kalıba girmekte mahzur görmezler. Asırlardır Kur’an’a aykırı inançlarını, İslam adı altındaki toplumlar da sürdüre bilmelerinin temelinde, Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen, Kur’an bilgisinden uzak kimseler tarafından kabul

görmeleridir. Onları kutsal şahsiyetler olarak kabul eden kimselerin en başında, inanç yönünden meczup hale gelmiş fertler ve halk kitleleri olduğu gibi, kendilerine inanan ve kendi menfaatleri için yararlı olduklarını düşünen hatta onları bozuk dünyevi amaçları için kullanmak isteyen çeşitli devlet sistemleri ve saltanat düşkünlerinin verdiği çeşitli destekler ile kendilerini din alimi olarak gören ve öylece tanıtmaya çalışan; aslında Kuran öğretisine göre doğru abdest almayı dahi öğrenememiş buna rağmen İslam önderleri olarak kendilerini tanıtılmak suretiyle, din kisvesi altına bürünmüş meşhur kimseler tarafından desteklenmeleridir. Örneğin: Bediüzzaman olarak vasıflandırılan Said’i Nursi onlar konusunda şöyle diyerek destek vermektedir: “Evet, Resûl-i Ekrem Aleyhissâlatü Vesselâm, Hazret-i Hasanı (R.A.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasandan (R.A.) teselsül eden nurani nesl-i mübarekinden Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylani gibi çok mehdi misâl verese-i nübüvvet ve hamele-i Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) olan zatların hesabına, Hazret-i Hasan (R.A.) başını öpmüş . Ve o zâtların istikbâlde istikbâlde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp, takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasanın (R.A.) başını öpmüş...”

“... Evet, Hazret-i Hasanın (R.A.) başını öpmesinde Şâh-ı Geylaninin hisse-i azimesi var.” (Risale-i Nur Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan Said Nursi, sayfa 19, 20.)

İran’ın Gilân kasabasından olan, büyük ihtimalle Arap asıllı olmayan Abdulkadir Geylani, güya Hasan (R.A.) torunu imişte, bunu bilen Resûlullah (S.A.V.). Abdulkadir Geylani’nin nâm-ı hesabına Hasanın (R.A.) başını öptüğünü, Saidi Nursi iddia etmektedir. Övücü sözlerinin arasına Mehdi sözcüğünü yerleştirmeyi de ihmal etmeyerek, böylece Mehdi kavramının İslam dininde tartışmasız bir gerçek olduğunu vurgulamaktadır. İslam dininde öyle bir kavram olmadığı gibi, bu tür kavramlar Kuran’a güven duymayan Kuran karşıtları tarafından ortaya atılmış iddialardır. Şöyle ki: Kur’an’a inandığın ve Mümin veya Müslüman olduğunu iddia eden bir kimse, Kuran’ın yol gösterici olarak İnsanlığa vaad ettiği kurtuluş gerçeklerine rağmen, Peygamberimiz tebliği yaparken, insanlara her ne kadar size tebliğ etmekte olduğum Kur’an ayetleri ile sizleri dünya ve ahiret mutluluğuna çağırmakta isem de, İnsanlığın asıl kurtuluşu kıyamete “kimilerine göre kırk gün; kimilerine göre kırk yıl kala” Mehdi veya İsa peygamber gelecek, işte o zaman İnsanlık hidayet bulacaktır dediğini düşünebilsin. İnsanlar o zaman Kur’an’ın kurtuluş için yetersizliğini düşünerek, şahısların yapabildiğini Peygamberin aralarında güncel olarak varlığına rağmen, Kuran’ın hidayeti tam olarak neden sağlayamadığını kendi kendilerine veya çevrelerine soracak ve böylece Kuran’a olan güvenleri kırılacaktır. Öyle ya, İddia ettiklerine göre, peygamber elinde Kuran tebliğ yapıyor, buna rağmen İnsanların hidayete ermesi için Kuran’a alternatif olarak ne zaman gelecekleri meçhul olan şahısları çare olarak gösteriyor. Bu gibi iddialar Kuran’a aykırı olduğu gibi, insanları Kuran’dan uzaklaştırmak için ortaya atılmış iddialardır. Ayrıca, bu ve bu gibi sözlerin bire bir ilişkide fayda zarar yününden de “kıyamete kırk gün veya kırk yıl” kalıncaya kadar hiçbir aktif önemi yoktur. Atalarımız; bizler ve nesillerimiz bu dünya hayatında imtihanımızı tamamlayıp

gittikten sonra bizim açımızdan Mehdi veya İsa peygamber gelse ne olur gelmese ne olur veya gelip gelmemesi bu durum karşısında kimin umurunda. Bu iddiaları ciddiye alan kimseleri, elinde reçetesi olmasına rağmen bunu bir kenara bırakarak, doktor arayan şaşkın hastalara benzetiyorum. İnsanlar elinde Kur’an Mehdi veya İsa Peygamber aramakta, tabiri caizse bu bir kara mizahtır. Konumuza dönersek, Said’i Nursi’nin sofistleri öven diğer sözlerinden örnekler: “Silsile-i Nakşinin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbani”. (Risale-i Nur Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan Said Nursi, sayfa 42.) “... tarik-ı Nakşinin (Nakşibendi tarikatı demek istiyor, tarik-ı Nakşi diyerek güya sevecenliğini gösteriyor.) üç perdesi var:” “Birisi ve en birincisi ve en büyüğü : Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki. İmam-ı Rabbani de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.” “İkincisi : Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Saniyeye tarikat perdesi altında hizmettir.” “Üçüncüsü : Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.” ( alıntıda parantez içi hariç, Risale-i Nur Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan Said Nursi, sayfa 43.)

“Onsekizinci Mektup [Bu Mektup <<Üç Mes’ele-i Mühimme >> dir] Birinci Mes’ele’i Mühimme : << Fütühât-ı Mekkiyye >> sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve << İnsan-ı Kâmil >> denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliyâ-i meşhûre, Küre-i Arzın tabakat-ı seb’asından ve Kaf dağı arkasında ki Arz-ı Beyzâdan ve Fütuhatta << Meşmeşiye >> dedikleri acâibden bahsediyorlar, << gördük >> diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin, yerde yerleri yoktur.

Hem Coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki ve hilâf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?

Elcevap : Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler...” (Risale-i Nur Külliyatından, Hakikat Nurları, Sözler Yayınevi, yazan Said Nursi, sayfa 89, 90.)

Ve Saidi Nursi bunlar gibi, daha birçok övücü ve benimseyici sözler söylemektedir. Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, (halil necatioğlu)nın sözlerinden örnekler : “HALİL NECATİOĞLU

İkinci misâl, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi’nin bizzat kendisidir. Mevlânâ da önceleri bir ilim adamı olarak “karşı durumda iken, sonradan tasavvufu iyi tanıdığı zaman; bozulmamış, an’anesine sahip, din dışı tesirleri almamış, gerçek tasavvufu, derûni hayatı tanıdığı zaman, inadından ve karşıt tavrından vazgeçmiş kimselerden biridir.”

“... Tasavvufun ihtiyâri bir zevk mesleği olmadığı, aksine her Müslüman için mecburi, zaruri bir yol olduğu kanaatine gelmiş bulunuyorum. Şer-i Şerife, hadis-i şerife, âyet-i kerimelere bağlı bir kimse olarak.” (Tasavvuf Üzerine Sohbet, Seha Neşriyat 1990 baskısı, Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN “Halil Necatioğlu” sayfa 26-27.) Muhammed İkbal’in sözlerinden örnek : “Aşk muhabbet delili olan Mevlâna ki onun sözü susuzlara bir selsebildir.” (Cavitname, sayfa 142 b.352. )

SOFULARIN DEVLET DESTEĞİYLE DESTEKLENMELERİ İslamın yönetim şekli biât, yani seçimle iş başına gelen devlet başkanları ve onların istişare meclisi olan şura’nın toplumu Kur’an’a göre yönetmeleridir. Biât esası, Muaviye’den itibaren kaldırılarak, idarenin babadan oğula geçmesi ve dolayısıyla Krallık rejiminin geçerli olması yoluna gidildi. Bu ise müslümanların idari sistemini gasp etmek manasına geliyordu ve Kuran’dan destek görmesi beklenemezdi. İslâmi biât sistemiyle işbaşına gelmemiş olmalarına rağmen, kendilerine İslâm halifesi adını takan krallar, meşru yönetici olduklarına dair Kuran’dan delil getiremeyince, meşruiyetlerini topluma kabul ettirmek amacıyla, Kur’an dışında, Kuran’ın gösterdiği yol haricinde yollar aramaya başladılar. Bunun için çeşitli metotlar tatbik ettiler.

Bu metotlarının en en başta geleni peygamber adına uydurmuş oldukları binlerce sahte rivayettir. Öyle ki, bu uydurma rivayetlerinin Kur’an’dan üstün olduğunu, Kur’an ayetlerini nesh , yani iptal ettiğini söylemekten ve kabul ettirmeye çalışmaktan çekinmediler. Peygamber hadisleri adı altında ki bu rivayetler vasıtasıyla, İslâm adına toplumu çok çeşitli mezhep ve fırkalara böldüler. Kur’an’ı bir çok hususta dışlayınca da, Kuran’ın müslümanlara vermiş olduğu bilimsel ve moral destekte kitlelerin arasından kalkmış oldu. İşte tam bu noktada doğan boşluğu, adına tasavvuf dedikleri, kendilerine sofu denen sofistlerin hayali ve aldatıcı sözleriyle örülmüş uyuşturucu bir sistemi topluma dikte ettiler. Aynı zamanda batıni olan bu sisteme İslamın rûhu adını taktılar. Böylece İslâmi sistemle gelmemiş olan yöneticiler. İslâm’dan, sahte hadisler ve tasavvuf yoluyla uzaklaşmış toplum fertlerini, şeyhler ve sahte din alimleri vasıtasıyla kendilerine bağladılar. Sahte din alimlerinin ve şeyhlerin kendilerine yapmış oldukları bu hizmet karşılığında da faaliyetlerini sürdürme ortamıyla mali destek sağladılar. Yaptıkları bu hareket, İslâm adına teşekkül etmiş diğer krallıklarda da örnek kalıp görevi gördü. Bu Emevi tezgahı gönümüzde de halen çeşitli şekillerde sürmektedir. Bu durumlar neticesinde ortaya şöylece bir olay çıktı : 1- Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devreden Kraliyet. 2- Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti uygulamalar. 3- İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar. 4- Mescit yerine, tekke ve zaviyeler.5- Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti. 6- İslâm ümmetçiliği yerine ırkçılık.

7- Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü. 8- Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri. 9- Kabe yerine, türbelerin tavaf edilmesi. 10- Allah iman ve Allah’ın birliği yerine, Kutup, Gavs, kırklar, Yediler, Evtad v.s. Telakki edilen kimseler. 11- zekat ve Sadakalar yerine, Sofistlere vakıf tahsisi ve mali destek. 12- Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık. 13- Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum. 14- Yaratılış ve yaratıklar üzerine açık ve müspet düşünen toplum yerine, düşünceden kaçan, akletmeyen, boş hayaller kuran fertler toplumu. 15- Meşru müdafaa üzerine kurulu, af ve barışa teşvik eden İslâm cihadı yerine, haksız saldırılar ve çapulculuk. 16- Allah’ın korumasını isteme yerine nazarlıklar, muskalar, kullar v.s. den medet ve koruma ummak. 17- Allah’a istiâne yerine, kullara istiâne. 18- Peygamber yerine, rivayet imamları. 19- Allah’ın tevhidi; birliği yerine, kulların ilâhlık iddiaları. 20- Aklı önemseme ve kullanma yerine, aklı küçümseme ve red etme. 21- Gayba iman yerine, gayb konusunda keyfi iddialar ve falcılık. 22- Açık ve adil adalet yerine, zorbaların ve diktatör yöneticilerin tağuti kararları. Bu ve bu gibi durumlar neticesinde, fertler ve toplumlar hızla İslâmiyet’ten uzaklaştılar. İsmen Müslüman olmalarına rağmen büyük bir inanç bunalımı içine düştüler. Zira, İslâm adına bir çok kimseden İslâm’a aykırı ve çelişkili sözler öğretiliyordu, onlarda sorgulamadan bunları kabul ediyorlardı. Sofuların devlet tarafından destek görmeleriyle ilgili olarak, Osmanlılardan örnek verecek olursam, şöyle ki : Osmanlılarda, şeyhlik olayı bir devlet teşkilatıydı, bu şeyler merkezi idare tarafından teşkilatlandırılmış ve kadroya bağlanarak tayin yoluyla maaşa bağlanmış, yada vakıflar yoluyla kendilerine maddi olanaklar sağlanmış, kendilerine mürid toplayabilmeleri için, şeyhler ve müritleri vergi ve posta ücreti gibi ödemelerden muaf tutulmuşlardır.

Merkezde Meclis-i Meşayih ve taşralarda Encümen-i Meşayih olmak üzere teşkilatlandırılmak suretiyle tüm Şeyhlerin merkezi devlet idaresine bağlanması ve verilecek emirleri yerine getirmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. 1914 senesinde payitaht yani merkez kabul edilen İstanbul’da 258 tekke ve zaviye mevcuttu. O günkü İstanbul nüfusuna göre bu büyük bir rakamdır. Bu konuda Sadık Albayrak şöyle demektedir: “Tekke ve zaviyeler menşe’i itibariyle İslâm’ın batıni tarafını tarikatlarla yayan müesseselerdir. Tarikatlar ise İslâm’ın zuhuru ile Hazreti Peygamber (s.a.v.)’e dayanmakta ve kaynak esas olmak üzere zamanımıza kadar gelmiş dini telkin ve eğitim vasıtalarıdır. Mevzu’un genişlemesine girmeden 1918’de Meclis-i Meşayih’in idare tarzına ait çıkmış olan nizamnameden bu hususu açıkça izah edelim.”

“Bu nizamname (Takvim-i Vekayi, sayı 3296. 9 şevval 1336 - 18 Temmuz 1334 - 1918) üç fasıl üzerine tertip edilmiş on yedi maddeyi ihtiva etmektedir. Bu nizamnamenin tatbiki için de üç fasıl ve ondört maddelik bir talimat name çıkarılmıştır. Ayrıca taşra meşayih encümenleri için de on altı ve tekkelerde tatbik olunacak hükümler hakkında da yirmiyedi maddelik talimatnameler çıkarılmıştır. Diğer taraftan bütün tekkelerin sağlık ve temizlikleri için de on maddelik bir talimatname çıkarılmıştır. ( Bu nizamname ve talimatnameler toplu olarak Dârü’l - Hilâfeti’l - Aliye, Evkaf-ı İslamiye Matbaasında 1337 de basılmıştır.)”. (Türkiye’de Din Kavgası, Şamil Yayıevi 1984 baskısı, Sadık Albayrak. Sayfa 191. 4. Baskı). Osmanlılarda tasavvuf konusunda en son çıkmış talimatnamelerden biri olan bu talimatnamenin 27. Maddesinde yürütme ile ilgili teşkilatlanmayı göstermesi açısından şöyle denmektedir : “Madde : 27 - Bu talimatname’nin tekkelerde en güzel bir şekilde tatbikine merkez ve tekkelerin şeyhleri ile Meclis-i Meşayih müfettişleri nezaret edeceklerdir.” (Türkiye’de Din Kavgası, Şamil Yayınevi 1984 baskısı, Sadık Albayrak. Sayfa 196. 4. Baskı).

“TEKKELERDE ŞEYHLİK VE POST NİŞİNLİK” Tekkelerin gerek İstanbul’da ve gerekse diğer İslâm memleketlerinde yayılmış olması, içtimai bakımından yaygın bir sahası olduğunu gösterir. Bugün kapatılmış oldukları ve yerleri unutulmuş olduğundan sayıları ve yerleri hakkında gerekli bilgiye sahip değiliz. Yalnız İstanbul’da bulunan tekkeler hakkında istenilen bilgi mümkün olduğu kadar temin edilebilmektedir. 1914 senesinde merkez kabul edilen İstanbul’da 258 tekke ve zaviye mevcuttu.”

“Bu tekke ve zaviyelerin dağılımı şöyle idi : Mevlevi (5), Nakşi (51), Kadiri (45), Rufai (40), Halveti (31), Sümbüli (21), Sadi (15), Şa’bani (14), Bedevi (8), Cerrahi (7), Gülşeni (4), Bayrami (4), Uşşak (4), Halidi (3), Sinani ve Şa’bani (4), ve Şazeli (2). (İstanbul Belediyesi İhsaniyat Mecnuası, C. 3. Sh. 45, Dersaadet 1330).”

“Yalnız tekke ve Zaviyelerin devlet bünyesinde ifa ettikleri hizmetler göz - önüne alınarak devlet tarafından hizmet sahalarında pek çok kolaylıklara nail olmuşlardır. Teşkilat olarak faaliyete geçtikten sonra her türlü muhabereleri posta ücretinden muaf tutulmuştur.” (Türkiye’de Din Kavgası, Şamil Yayınevi 1984 baskısı, Sadık Albayrak. Sayfa 196-197. 4. Baskı).

“Resmi tekkelerde hizmet ifası için imtihan şart koşulduğu gibi hususi tekkelerde de halifelik icazetnamesi alması ve hangi tekkenin şeyhliğine tayin edilecekse o tekkenin erken ayinlerine hakkı ile vakıf bulunması lazımdır. (Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak. Sayfa 198).

“Mevleviliğin Osmanlı imparatorluğu içinde haiz bulunduğu yüksek nüfuzu bilen ittihatçılar her müessesede olduğu gibi buraya da el attılar ve İkinci Meşrutiyet’in başında Konya’da Mevlâna Dergahı Post-nişini bulunan Abdülhalim Çelebi azl edilerek yerine Veled Çelebi (izbudak) tayin edilmiştir.”

“Bu tayinle Veled Çelebi sekiz sene kadar Mevlâna Dergâhı Post-niş inliğinde bulunmuş ve İttihatçıların amêline hizmetten geri kalmamıştır.” (Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak. Sayfa 203). Örnekler, sofularla bire bir devlet ilişkisini göstermeleri açısından seçilmişlerdir. Vermiş olduğum bütün örnekler dikkate alındığında, tasavvuf adı altında yürütülen sofuluğun veya sofistliğin Kûr’an’a açıkça aykırı olduğu ve İslâm karşıtı bir faaliyet yürüttüğü açıkça görülür. Sofu zihniyetine ait örnekler, tasavvuf mesleği içerisinde Gavs veya Kutup olarak telakki edilen en baştaki önderlerinden seçilmiştir ve tasavvufi düşüncenin ana yapısını temsil etmektedirler. Bu sofinim zihniyetini özellikle, Vahdet-i Vücut nazariyesi, yani kainattaki her şeyin Allah’ın bir parçası, dolayısıyla Allah olduğu düşüncesiyle; Dünya’da hiçbir hakikat kabul etmeme düşüncesi üzerine kurulduğunu belirtmek isterim. Her iki düşünce veya inanç tamamen Kûr’an’a terstirler. Sofistlere karşı yapılacak en etkili mücadele, Kûran’ı öğrenmek ve insanlara öğretmektir. Kûr’an, İslâm dininin Tek kaynağı ve Tek rehberi olarak alınırsa, o zaman bütün karşıt hile ve tuzaklar net olarak ortaya çıkar.

FELSEFE YOLUYLA FİLOZOFLARIN İSLÂM DİNİNE SALDIRMALARI OLAYI Rivayetler, Mezhepler ve Tasavvuf yoluyla İslâm dinine yapılmış olan saldırılar halkın tamamını hedefleyen saldırılardır. Felsefe yoluyla yapılan saldırılar ise özellikle okumuş kimseleri hedeflemekte ve okumuşlardan saptırdıklarını halka örnek göstermek suretiyle, onların peşine sürükleyerek dolaylı bir şekilde halkı da saptırmayı amaçlamaktadır. Örneğin : Halkın bilgin olarak gördüğü meşhur kimselerin Kuran’a dolayısıyla İslâm dinine aykırı görüş ve kavramları İslâmi imiş gibi kullanmaları, İslâm dini yönünden cahil halkın bunları örnek alıp kullanmasına yol açmakta ve İslâm’dan daha da uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Bir toplumda okumuş kimselerin önemli bir konumu, tavırlarıyla veya fiili öğretileriyle halkın öğretmenleri olmalarıdır. Öğretmen saparsa, ona uyan öğrencinin ne hale geleceği açıktır. İşte felsefe yoluyla İslâm dinine yapılan saldırı bu derece kötü bir olaydır.

Her ne kadar, felsefecilerin hedefledikleri ana esas olarak okumuş kimseler ise de, bunun manası her okuması yazması olan kimseler demek değildir, bazı konularda ihtisaslaşmış kimselerdir. Bundan dolayı, felsefeciler, felsefi kavramları ellerinden geldiğince zor anlaşılır bir şekilde ifade etmeye gayret göstermişlerdir. Bundan dolayı, Aristo’cu veya Eflatun’cu olmak okumuş dahi olsalar halktan kimselerde pek rastlanmaz, fakat fakat isim altında olmaksızın felsefi kavramlara bazen halktan kimselerin sözlerinde rastlamak mümkündür; bu sözler felsefi bir temeli olmaksızın taklit olarak sarf edilmiş sözlerdir. Direkt olarak Aristocu, Eflatuncu v.s. Olmak ise Farabi, İbn Sina ve felsefi temel üzerinde onlar gibi bilinçli bir şekilde kabul gösterip düşünen kimselere has bir olaydır. Filozoflar kendilerini üstün bir sınıf olarak görürler, halkın da onları böyle görmesi için, halk tarafından bilgin olarak görülmeyi fakat bilgelik iddiaları olan felsefelerini halkın bilmemesini isterler. Aksi takdirde cahilce, felsefe diye söylemiş oldukları sözlerinin boş iddialar olduğu ortaya çıkacak ve esrarengizlikleri sona erecektir.

Felsefenin ana konusu “Varlığın” ne olarak anlaşılması gerektiği ve “Varlığın” ne olduğu hususudur. İslâm dinide bu konuda bilgi veren bir dindir. Vahye dayalı bütün dinlerin en temel amaçlarından biride bu ve bu gibi sorulara cevap vermek ve doğruları göstermektir. İzah doğru olunca buna uyan davranışta doğru olmaktadır. İzah yanlış olursa buna uygun davranışta yanlış olmaktadır. Bu yolda felsefenin hareket noktası, duyularla ve İnsanlar arası ortak imkanlarla, Varlığı incelemek ve buna bağlı cevaplar vermektir. Vahye dayalı dinlerin hareket noktası ise Varlığa ve buna ilişkili olarak ne yapılması gerektiğine Vahiy yoluyla izahlar getirmektir. Felsefe Varlığı, Varlıkla izah etmeye çalışırken, Vahye dayalı dinler ise Varlığı var edenin, yani Allah’ın verdiği bilgilerle izah etmeye çalışırlar, izahların bu çerçevede gerçek olması içinde Vahyin gerçek olması yani insani tavırlarla tahrif edilmemiş bir vahiy olması gerektiğini de belirtmek isterim. Diğer bir hususta, bu durum İlâhi vahye inananların Varlığı incelemekten kaçtıkları veya üzerinde düşünmedikleri manasında değildir.

Varlık üzerinde düşünmek İslâm dinin de çok önemli bir husustur buna İslâm dininde “Tefekkür” denir. İslâm dini Varlığın Vahyin yol göstericiliğiyle tefekkür etmek suretiyle akla uygun ve gerçek olarak anlaşılmasını ister. İslâm dininde, Vahiy ile bildirilenlerin hiç biri varlıktaki gerçeklerle çelişmez. Bundan dolayı 20. Asırda fen bilimlerinde yapılmış yapılmış olan hiçbir bilimsel ispatın Kuran’la çatıştığı görülmemiştir. Kuran’ın bu gibi gerçekleri önceden haber vermiş olması Varlın izahında İlâhi Vahyin esas ve önde olduğunun açık bir göstergesidir. Hal bu ki, Varlığı yalnız Varlıkla izah kalkışan filozofların izahları bir takım tutarsız tahminler ve kendi aralarında dahi uyum göstermemiş olan çok çeşitli ve birbirlerine zıt fikirler yığınıdır.

Hem dinin, hem de felsefenin amacı Varlığı izah etmek ise de, görüldüğü gibi, hareket noktaları bir birlerine ters yöndedir. Felsefe, tespit edebildiği Varlık konusunda aşağıdan yukarıya doğru hareket ederken, İlâhi vahiy ise Varlık konusunda kapsamlı bir şekilde, yukarıdan aşağıya doğru bilgi vermek suretiyle hareket eder. Hem felsefenin hem de dinin izah sahasına görünen evren ve görünmeyen evren de girer, başka bir ifadeyle fizik ve fizik ötesi; fiziksel alemle, metafiziksel alem; duyu ve fenni vasıtalarla tespit edilebilen alemle, tespit edilemeyen alem; şuhud alemiyle, gayb alemi de girer. İnsan elinde ki imkanlarla elinin eriştiği varlığı inceleye bilir. Fakat elinde olmayan imkanlarla erişemediği varlığı inceleyemez, bundan dolayı felsefenin gaybı aşarak metafiziksel alemi incelemesi mümkün değildir. Bu imkana İlâhi vahiy sahiptir. İlâhi vahyin verdiği bilgi bundan dolayı tek ve tutarlıdır. Felsefenin verdiği bilgi ise çok çeşitli ve tutarsızdır. Dene bilir ki, felsefe aczin gayb karşısında ki bir feryadıdır. Varlığın izahı konusunda ki şu üç husus arasında ki farka dikkat etmek lazımdır:

1- İlâhi Vahiy yoluyla izah. Bu izah tarzında İlâhi Vahyin doğruluğuyla ilgili olarak, duyu organları ve imkan vasıtalarıyla tespit edilebilen Varlık üzerinde düşünülür araştırma yapılır ve örnekler gösterilir. Hiçbir çelişki ve tutarsızlıkla karşılaşılmayınca da, elde edilen güvence desteğiyle İlâhi Vahiy tarafından gayb konusunda verilen bilgilerin çelişkisiz ve kabul edilebilir gerçekler olduğu görülmekle gayba iman söz konusu olmuş olur. İlâhi Vahiy bilgileri bir bütündür, hiçbir zaman bir kısmını kabul edip bir kısmını ret etmek olmaz. Bir tanesini ret etmek tamamını ret etmek manasındadır. Hiçbir zaman şahsi fikirler İlâhi Vahiy bilgilerinin önüne geçemezler. Varlığı izahta ve bununla ilgili olarak gösterilen

öğretide, şahsi fikirler değil, Allah tarafından bildirilen Vahiy bilgileri esastır. Örneğin, İslâm açısından dini konularda ileri sürülecek tüm fikirlerin açık ve net olarak Kuran’a uygun olması; Kuran’da bir esası bulunması ve Kuran’la çelişmemesi gerekir.

2- Felsefe yoluyla izah tarzında ise, varlık tespit edilebilen varlıkla izah edilmeye çalışılır. Gayb konusunda şahsi iddialarda bulunulur. Çok çeşitli fikirler ileri sürülür. Tüm felsefi ekollerce ileri sürülen fikirlerin birbirlerine uygun olması gerekmediği gibi, bir birlerine aykırı olmaları esastır, zira aykırı olmasalardı, ayrı, ayrı ekoller haline gelemezlerdi. Ayrıca diğer bir temel nokta da, filozof olduğunu iddia eden şahısların İlâhi Vahiy bilgisi aldıklarını iddia etmemeleri gerekir, iddia etmeleri halinde filozof olduklarını değil de peygamber olduklarını iddia etmiş olacaklardır. Zira bu konum peygamberle filozof arasındaki ayrılık noktasıdır.

3- Varlığa ait bazı hususları, fen metotlarıyla izah eden, fizikçi, kimyacı, mühendis gibi kimseler ise sanatlarından hareketle metafiziği izaha kalkışmadıkları müddetçe konumuz haricidirler. Daha önce de kısaca konu ettiğim gibi, İnsan bu dünya da bir müddet yaşam sürmesine rağmen, bu dünyanın yabancısıdır. Bu dünyaya nereden gelerek doğduğunu kendi başına kendi başına bilemediği gibi, öldükten sonra nereye gideceği konusunda da bir fikir sahibi değildir. Ayrıca insanın en çok merak ettiği şeylerin başında, bu varlığı var edenin kim olduğu ile İnsan olarak var olmuş olmanın mahiyet ve manasıdır. Bütün insanlar elbirliği etseler, yaşadıkları evrende boş ve manasız her hangi bir mahiyeti olmayan ve herhangi bir hususu ifade etmeyen bir şeyi ömürleri boyunca arasalar bulamazlar. Bir şeyin mahiyetini bilmeye bilirler, fakat boş olduğunu ispat edemezler. Var olan her şeyin bir manası vardır, bunun böyle olduğunu anlamak istersen boş olarak tasavvur ettiğin bir şeyi şahsileştir ve ona boş olduğu hitabını yönelt, sonra kendini onun yerine koy, önceden kendisine yönelttiğin boşluk hitabını nasıl ret ettiğini tahmin edebilirsin. Var olan her şeyin bir manası vardır zira varlık bütünüyle bir mahiyettir sahip olduğu tüm parçaları da bu özelliği taşır. Hal böyle olunca, birer insan olarak bizi var edenin kim olduğuyla, bizi niçin var etmiş olduğunun ve bizden ne istediğinin büyük bir önemi vardır. Ve hiçbir insanın bundan daha önemli bir sorusu olamayacağı gibi, bu sorunun cevabını öğrenip gereğini yapmaktan daha öncelikli bir işi olamaz. Bu öyle bir durumdur ki merak sınırlarını da aşmaktadır.

Gerçekten, Ahiret hayatı varsa ve biz ebedi olarak var olacaksak, bir gün Allah herkese Dünya da yaptığının karşılığını verecekse, bu bizim için çok önemli bir husustur. İşte bu konularla ilgili olarak, gerek filozofların şahsi görüşleri, gerekse Peygamberlerin İlâhi Vahye dayalı tebliğleri vardır. Her iki grubun hareket noktaları bir birlerine ters olduğu gibi vardıkları neticelerde aynı değildir. Peygamberler tebliğlerini, Allah’tan almış oldukları bilgilerle, Allah adına yapmaktadırlar. Filozoflar ise kendi kafalarında ürettikleri ve tahmine dayanan görüşleriyle kendi adlarına öğreti yapmaya çalışmaktadırlar. Bu iki durum, sistem ve hareket noktaları bir birlerine zıt olup, Peygamberlerle filozofları kesin olarak bir birlerinden ayırır.

Her ne kadar, bu çalışmamda esas amaç olarak, İslam Dini adına ortaya atılmış felsefe temelli görüşleri konu edecek isem de, önemli olanın gerçeklerin ortaya çıkması olduğundan, kısmen de olsa batılıların son asırlarda ortaya atıkları felsefi

görüşlere ve Varlık üzerindeki düşüncelerine deyinerek, Kuran’ın bu konularda da üstünlüğünü tanıtmaya çalışacağım. Kuran öğretisiyle yetinmeyip karşı çıkan ve Kuran’a alternatif üretmeye çalışan, El Kindi, Farabi, İbn Sina, Sicistani, İbn Bacce, İbn Rüşd gibi filozof iddialı kimseler, Kuran’a karşı, Eflatun ve Aristo felsefesini İslam alemine getirmiş, öğretisini yapmış ve savunuculuğunu üstlenmişlerdir. Taklidi olan Felsefelerinin temelinde orijinallik bulunmayıp hareket noktaları itibarıyla taklit ve geliştirme çabaları olduğundan, bunların zihniyetini ve savundukları fikirlerini öğrenmek için özellikle Eflatun ile Aristo felsefesinin bilinip, Kuran’la karşılaştırılmasına ihtiyaç vardır, bende konuyu hareket noktası olarak o şekilde ele almayı amaçladım. Doğrudan konuyla ilgilenip, konunun tarihsel gelişimine ağırlık vermeyeceğim . Aksi takdirde konu çok uzayacak, felsefelerini tanıma açısından da fazla bir şey kazandırmayacaktır.

Yalnız şu kadarını belirteyim ki, felsefe, Abbasiler döneminde özellikle Halife Me’mun’un 832 de kurmuş olduğu Beytü’l - Hikme yoluyla İslâm alemine girmiş ve el - Kindi (185/801 - 260/873), İlk Arap Filozofu olarak bilinir. Beytü’l - Hikme’de felsefe dışında çeşitli fen kitaplarının da tercümesi yapılmıştır. Bu iki dal bir birlerinden tamamen farklıdır, fen bilimlerinin müspet olarak öğrenilmesi iyi bir şeydir ve gerçekleri yansıtmaları halinde Kuran’la hiçbir zaman ters düşmezler, felsefe ise bunlardan ayrı olup, İslam aleminde ortaya atılmasının temel amacı, Kuran’a alternatif oluşturma çabalarıdır. Felsefi düşünceyle, Vahiy öğretisi arasında ki farka, Kuran’dan bir örnek verecek olursam, şöyle ki, Mealen: - Üzerine gece basınca (İbrâhim) bir yıldız gördü; “Budur Rabb’im” dedi. Yıldız batınca : “Ben Batanları sevmem,” dedi. 6/76 - Ay’ı doğarken görünce : “Budur Rabb’im dedi. O da batınca : “Rabb’im bana doğru yolu göstermese, elbette sapan topluluktan olurum.” dedi. 6/77 - Güneşi doğarken görünce : “Budur Rabbim, bu daha büyük” dedi (O da) batınca dedi ki : “Ey kavmim, ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” 6/78 - “Ben, yüzümü tamâmen gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O(na) ortak koşanlardan değilim!” 6/79 Yukarda yazılı ayet mealleri örneklerinde ki. Duyular ve tabiatı araştırma yoluyla kainatı var edeni, yani Allah’ı aramak felsefi veya döşünce yoluyla yapılan bir arayıştır. İbrahim peygamber o yolla aradığını bulamıyor. “Rabb’im bana doğru yolu göstermese, elbette sapan topluluktan olurum.” dedi. ifadesiyle hakikati bulmanın ancak Allah’ın göstermesiyle mümkün olacağını itiraf ediyor, hakikati bu şekilde elde etmek, insanın yalnızca duyuları vasıtasıyla hakikatleri aramasından tamamen farklıdır. İbrahim peygamber netice itibarıyla, ancak Vahiy yoluyla ve Vahye dayalı olarak hakikatin bulunabileceğine karar kılıyor. İşte, Allah’a teslim olup, ondan bilgi istemek olayı dinsel şekilde hakikati arayıştır. Dolayısıyla söz konusu iki arayış şekli kesin olarak bir birinden farklıdır. Kainatın Sahibini ve Kainatı anlamak için dinsel esas Allah’a teslimiyet ve Ondan yardım istemektir, bu olduktan sonra Vahyi esas alarak Kainat üzerinde

düşünmek, İslam dininde övülen bir olaydır. Kuran’dan mealen : - Rabbi ona : (İbrahim’e); teslim ol ! “dediğinde, O : “Ben, alemlerin Rabbine teslim oldum” dedi. 2/131 - Hangi insan, din yönünden, iyilik edici olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim milletine (dinine) tabi olandan daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti. 4/125 Allah’a teslimiyet gerçekleştirdikten sonra, kainattaki hiçbir şey, İslam da ki dinsel öğretiyle çelişmediğinden, değil yalnız dünya konusunda, gökleri de kapsayacak şekilde düşünüp araştırma yapmak serbest ve güzel bir yoldur. İslam dinine göre göklerdeki ve yerdeki nimetlerden istifade etmekte mümkündür, zira Allah onları bizim istifade edebilmemize uygun şekilde yaratmıştır. Kuran’dan mealen : - O, göklerde ve yerdekilerin tamamını, kendi tarafından sizin hizmetinize verdi. Bunda, tefekkür eden bir kavim için ayetler vardır. 45/13 - Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sâhipleri için ibret verici deliller (ayetler) vardır. 3/191 - Onlar ayakta oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: “Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azâbından koru!” 3/191 - “Rabb’imiz sen birini ateşe soktun mu, onu perişan etmişsindir, Zalimlerin yardımcıları yoktur.” 3/192 - Biz bu Kuran’ı bir dağa indirseydik. Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça, parça olmuş görürdün. Bu misalleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz. 59/21 Felsefi düşünceyle, Vahiy ışığında, vahiy bilgisine dayalı olarak düşünmek arasındaki farkı gördükten sonra. Varlık konusunda ki, Felsefi görüşlerle, dinsel öğretiyi karşılaştırıp, varlık konusunda Kuran öğretisinin ve Kuran Işığında düşünmenin, felsefi düşünceden üstünlüğünü; varlıktan da örnekler vererek gösterecek olursam :

Varlık : Var olan her şeyde var olma özelliğidir, bir şeyin varlığından bahsedebilmek için muhakkak onun var olmuş olması gerekir. Başka bir ifadeyle var olan her şey varlıktır ve mevcuttur.

VARLIK ÜZERİNDE KURAN IŞIĞINDA DÜŞÜNMEK BAŞKA BİR İFADEYLE TEFEKKÜR Duyularımızla; Akıl ve Fen Aletleriyle Tespit Edebildiğimiz Varlık Üç çeşittir: 1- Maddesel Varlık. 2- Uzay boşluğu veya Mekan. 3- Zaman. Tezahürleriyle tespit edebildiğimiz Varlık İki çeşittir.

1- Ruh. 2- Canlılık. Bunlar üzerinde düşünmek suretiyle Allah’ın, var ve bir tek yaratıcı olduğunu başka bir ifadeyle ondan başka İlâh olmadığını şu şekilde kolayca anlamamız mümkündür. Bu varlıklara bir birlerine karşı olan hakimiyet ve üstünlükleri açısından bakalım, hangisi varlığının devamı ve korunması açısından diğerine muhtaçsa, muhtaç olan ihtiyaç duyduğunun yaratıcısı olamaz, zira yaratıcılık bir üstünlük olayıdır, yaratan kendisine muhtaç olacağı bir üst varlık yaratmaz, böyle yapması halinde kendi yarattığının esiri olur, bunun ise bir mantığı yoktur.

Bunlara baktığımızda, Madde, Ruh ve Canlılığın Varlıklarını ortaya koyabilmek için mekana ve zamana muhtaç olduklarını aksi taktirde kendilerini ifade edemeyeceklerini ve varlıklarını ortaya koyamayacaklarını görürüz, böylece Uzay ve Zamana muhtaç olduklarından bunların İlâh olmalarının mümkün olmadığı ortaya çıkar. Herhangi bir şeye, herhangi bir şekilde muhtaç olmak İlâh’lık kavramına aykırıdır, ihtiyaç noksanlıktır, İlâh için noksanlık düşünmek ise akla uygun değildir.

Uzay boşluğuyla zamana baktığımızda Uzay boşluğunun Zamana muhtaç olduğunu görürüz, zaman olmazsa Uzay boşluğu kendisini ortaya koyup ifade edemez, Uzay boşluğu kimilerinin dediği gibi yokluk değildir, gözlerimizle açıkça görebildiğimiz Varlığın bir çeşididir, ve çok önemli bir varlıktır, örneğin: ülkeler toprak ve su sınırlarını tanımladıkları gibi hava sahalarını da aynı şekilde tanımlar ve sahiplenerek koruma mücadelesine girerler.Uzay, Yokluk olsaydı, yani bir hiç olsaydı onun bir parçasının da sahiplenilmesinden ve uğrunda mücadele verilmesinden bahsedilemezdi. Var olduğunda şüphe olmayan bu müthiş büyüklükteki Varlığın kendisini ifade etmek için mutlak olarak zamana ihtiyacı vardır, örneğin, son zamanda modern fen tarafından ortaya atılan büyük patlama olayı, başlangıcından bu güne kadar geçen bir zaman süreciyle ifadelendirilir, bu olayla ilgili görüşlerden zamanı kaldırdığımızda görüşler çökerek manasını yitirir, zira zaman olmayınca ileriye dönük herhangi bir gelişmeden söz edilemez. Uzayı bu olayın dışında dahi düşündüğümüzde Uzayında kendisini bir zaman süreciyle ifadelendirdiğini ve ortaya koyduğunu görürüz, örneğin: başlangıcından bu güne kadar uzayı hep belirli zaman aralıklarında görürüz, yarın onu görmemiz için zaman sürecine tabi olarak yarına intikal etmesi gerekir, yarın olmazsa artık yarın için bir uzaydan söz etmekte mümkün olmaz.

Bu bağımlılık olayına zaman açısından anlık vakitler alarak baktığınızda da durum aynıdır, her an taze bir vakittir ve her anda Uzay yeni bir görünümdedir. Zaman ise, anlardan müteşekkil bir süreçtir, var olması için madde ve uzayın varlığına ihtiyaç göstermez, zira o ortaya çıktığı andan itibaren hem varlığın hem de yokluğun ölçüsüdür. Başlangıcı olan herhangi bir şeyin varlığa gelmesinden itibaren varlığını ne kadar sürdürdüğünü zamanla ölçebildiğimiz gibi o varlığın yok olması halinde ne zamandan beri yok olduğunu da onunla ölçebiliriz. Bundan dolayı zaman madde ve uzay üstü olup, maddenin ve uzayın yok olup olmamasından kendi doğasıyla ilgili olarak etkilenmez.

Zamanın doğasına baktığımızda, zaman varlığını anlarla ortaya koyduğunu görürüz, an ise zamanın en küçük birimi olup devamlı yok olmakta ve tekrar yeniden meydana gelmektedir, böylece zamanın sürekli yok edilip kesintisin olarak tekrar yaratıldığını görürüz, durum böyle olunca madde ve uzayın bekaları

için muhtaç oldukları zamanı kim sürekli olarak var edip yok etmektedir, bu sorunun cevaplandırılabilmesi için yoktan var edip varlıkta olanı yok edebilen bir varlığa ihtiyaç olduğu kesindir, bundan da kaçınılmaz olarak, Allah’ın var ve bir olduğunu görürüz, birdir zira olayların kendilerini ortaya koymalarında ve kendilerini ifade ettikleri her şekilde bir tek istikrar ve mantık vardır. İlâh birden fazla olsaydı bu ifadelendirme istikrarını bulamazdık, her ilah kendi prensibini ortaya koyma mücadelesine girmesi ve diğerine üstünlük sağlamaya girişmesi nedeniyle varlıkta tek bir prensip olmazdı, bundan da Allah’ın var ve bir tek İlâh olduğunu görürüz. Bu konularla ilgili olarak Kuran’dan örnek verecek olursam, mealen: - Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81 - O’nun işi, bir şeyi(n olmasını) istedi mi ona, sâdece “ol” demektir, hemen oluverir. 36/82 Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, Allah, zatı itibariyle isteklerinde zamana tabi değildir. Bir şeyin olmasını istedi mi, o şeye sâdece “ol” demesiyle o şey hemen olur. Kuran'dan mealen: - Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. 50/38 Yukarıdaki ayet mealinde görüldüğü gibi, Allah’ın yaratıkları var ettiğinde hikmeti icabı, onları zamana tabi kılarak var ettiğini, böylece, Allah’ın zatının zamana tabi olmadığını, fakat varlıkları zaman sıralaması içerisinde yaratmakla onları zamana tabi tuttuğunu görmüş olmaktayız. Uzayın mesafeleri ve boyutları bakımından ise.Kuran'dan mealen: - Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, (çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız. 50/16 Yukarıdaki ayet mealinde, Allah’ın zatı itibarıyla, yaratıklara hakimiyet sağlamada hiçbir mesafe engeline tabi olmadığını görmüş oluruz. Allah’ın hiçbir şekilde zamana ve mekana ihtiyacı olmadığı gibi, zaman ve mekan Allah’a engel değil ve O’nu kuşatamazlar, zira, zaman ve mekan birer yaratıktırlar, hiçbir yaratık Allah’a üstün gelemez. Hiçbir yaratık yokken de Allah vardı. Uzay mesafeleri ve boyutların ise yaratıklara etkinlikleri vardır. Kuran’dan mealen: - Melekler ve Ruh, miktârı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir. 70/40 Görüldüğü gibi yaratıklar için etkilenme söz konusudur. Yaratıkların gaybı yani bilinmeyeni bilmelerine mani olan etkenlerden iki tanesi zaman ve mekan engelidir. Bundan dolayı hiçbir yaratık gaybı bilemez. Fakat, Allah’a karşı hiçbir engel olmadığından Allah gaybı bilir. Kuran’dan mealen:

- De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler. 27/65 Şimdi, Madde, Uzay ve Zaman konusunda yaptığım sıralamaya dikkat edersek, şöyle bir durumla karşılaşırız. a- Maddenin varlığı için, uzay ve zamana ihtiyacı vardır ve bu durum her konumunda aynı olduğu için, madde hem uzay hem de zaman tarafından kuşatılmıştır. b- Uzayın varlığı için zamana ihtiyacı vardır, ve bu durum her konumunda aynı olduğu için, uzay zaman tarafından kuşatılmıştır. c- Zamanın varlığı için, madde ve uzaya ihtiyacı yoktur, fakat kendisi durmadan yok olup var olmaktadır, öyleyse onun bir var edip, yok ediciye ihtiyacı vardır. Bundan da, zamanı yok eden, yoktan var eden ve an olarak varlığını sağlayan, Allah’ın var olduğunu kolayca anlarız. Madde İlâh olamaz, zira uzaya ve zamana muhtaçtır, ihtiyaç noksanlıktır, noksanlık ise Allah için düşünülemez. Aynı şekilde Uzayda İlâh olamaz, zira o da zamana muhtaçtır, zaman da İlâh olamaz zira o da yok olmakta ve yoktan var edilmektedir. Yok olmak veya yoktan var olmak noksanlıktır. Ruh, canlılık v.s. De İlâh olamazlar, zira bunlarda Uzay, zaman ve madde tarafından hapsedilmektedirler. Örneğin: İnsan ruhu, insan bedeni içerisinde haps olmaktadır, hapsolmak noksanlıktır. Allah ise her türlü noksanlıktan uzaktır, münezzehtir. Böylece yaratılmış olan kainatın, zamanda dahil olmak üzere varlığı için bir takım ihtiyaçları olduğundan hiç biri İlâh olamazlar. Allah’ın varlığının ve birliğinin ispatı için varlıkları ve istikrarlı davranışları bir delildir. İlâh birden fazlada olamaz, zira aksi takdirde kainatta çatışmalar çıkardı, örneğin: zaman bir an hiç mevcut olmazsa kainatın varlığını ve varlıkta bulunmasını izah etmek mümkün olmazdı. Bundan da anlaşılır ki, Allah birdir ve kesinlikle ortağı yoktur. Felsefecileri incelemeye başlamadan önce, tekrar şunu ifade edeyim ki, benim varlık konusunda, Kuran’ı esas alarak izahlarda bulunup şahsi anlayışımı ortaya koymam tefekkürdür. Ayetler ayetler esas olmak üzere herhangi bir hususta yanılmam ayetlerden kaynaklanan bir olay değil de, benim şahsi yanılgım olmuş olur. Filozofların vahyi esas almadan varlık konusunda şahsi görüşlerini bildirmeleri ise felsefi felsefi düşüncedir. İşte, tefekkür ile felsefi düşünce arasında bu şekilde bir ayırım vardır. Bundan dolayı hiçbir filozof, filozof olduğunu iddia ettiği müddetçe kendisini vahiy kaynaklı bir dinin bağlısı sayamaz. Saya bilmesi için varlık konusunda kendi şahsi kanaatlerine göre değil de, İlâhi vahye dayalı olarak söz söylemesi gerekir. Böyle yaptığında da filozof olmuş olmaz, zira bu durumda yaptığı felsefe değil de tefekkür olmuş olur. İslam Dinine; Kuran’a, yapmış oldukları saldırılarında, El Kindi, Farabi, İbn Sina, Sicistani, İbn Bacce, İbn Rüşd gibi filozof kimseler. Ustadları olarak Eflatun ve Aristo’yu öne sürdüklerinden bunlara ait felsefi görüşlerin kolayca anlaşılması için Eflatun ve Aristo’nun görüşlerinin öncelikle bilinmesine ihtiyaç vardır. Bende bunların görüşlerini ortaya koyup, yanlışlarını belirtmeye çalışacağım. Yaptığım izahatlarda felsefecilerin yaptığı gibi konuyu karıştırıp anlaşılmasını zor bir hale getirmeyeceğim. Bundan dolayı açık, net ve kolay anlaşılır ifadeler kullanmaya çalışacağım. Ayrıca felsefi düşüncenin varlığın izahında, İlâhi vahiy karşısında ne

derece düşük olduğunu belirtmek için, birçok meşhur felsefecinin görüşüne de kısaca değinmeyi amaçlamaktayım.

EFLÂTUN (Platon i.ö. 427 - 347) Sokrates’in öğrencisi olarak nitelendirilen Platon m.ö. 427 - 347 yılları arasında Atina’da yaşamıştır. Felsefesinin temel görüşü İdea öğretisidir. Bu öğretide İlâh kavramı ikinci planda gelmektedir. İLÂH ANLAYIŞI : “Eflâtun için Tanrı kaosu (düzensizliği) düzenleyen ve şekillendiren dünya mimarıdır. Buna göre Kaos Tanrıdan önce vardır.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 111.)

Eflâtunun varlık anlayışı, temel olarak idealarla, madde yığınından müteşekkildir. Ona göre idea bir şeyin esas yapısı veya şeklidir; bir modeldir. Örneğin: on insanın önüne birer çamur yığını koyalım ve karşılarında model olarak bir at bulunmuş olsun, onlardan önlerindeki çamurdan model ata bakarak at şekilleri yapmalarını isteyelim, her biri ellerinden geldiğince model ata benzeyen at şekilleri oluşturmaya çalışacaklardır. Böylece oluşturacakları at şekilleri gerçek at ayarında olamayacağı gibi, her birinin yapmış olduğu at, diğerinden farklı olacaktır. On çamur yığınından bir tek kişinin modele bakarak on ayrı at şekli oluşturması halinde bile şekiller birbirinden farklı olacağından netice değişmeyecektir. Bu örnekteki model ata idea dersek, diğer şekiller onun düşük kopyalarıdır. İşte Eflâtuna göre, bu yaşadığımız dünyadaki tüm varlıkların dünya dışındaki bir alemde, model konumunda asılları vardır, bu asıllar onların idealarıdır. Bu yüzden gördüğümüz her şey bu modellere bakarak yapılmış taklitlerdir. Modeller yani idealar yaratılmamış, değişmeyen ve değiştirilmesi mümkün olmayan ezeli ve ebedi varlıklardır. Tanrı, önündeki çamurdan at yapmaya çalışan heykeltıraş gibi, bu idealara bakarak bir yığın halinde, düzensiz bir karışım (kaos) halinde bulunan önündeki maddeden bu dünyada gördüğümüz varlıkları oluşturan bir yeteneksiz mimardır. Zira oluşturduğu varlıklar, asılları gibi olmaktan çok uzaktırlar. Asıllarının birer gölgesi olmaktan ileriye gidememektedirler, hatta kendi ham maddeleri dahi gölge konumundaki bir önemsiz varlıktır. Fakat her şeye rağmen şekillendirilmeden önce kaos halinde bulunan bu ham madde Tanrıdan öncedir, zira, Tanrı ondan önce olmuş olsaydı kaos olmayacaktı. Böylece Eflâtunun Tanrı anlayışı bu yönüyle, ezeli ve ebedi bir Tanrıyı değil, kaçınılmaz olarak, kaostan sonra meydana gelmiş bir Tanrıyı içermektedir. Gölgelerle oynayan öyle bir Tanrı ki, değil gücü hayali dahi idealara erişememektedir.

“Platon’a göre kadim olan ilk madde vardır; ama bu adı bile anılmayacak kadar belirsiz, niteliksizdir. Bu sebeple de görünüme bile çıkamaz. Tanrı Demiurgos idealara bakarak, onları örnek alarak, bu niteliksiz ve görünüme bile çıkmayan ilk maddeye tesir ederek nesneler dünyasını yaratır. Platon’un bu yaratma görüşü yoktan yaratma değil tesir etmedir. Tanrı, mevcut örneklere bakarak, yine var olan maddeye tesir etmiş ve nesneler dünyasını meydana getirmiştir. Bu düşünce içerisinde de Tanrı, hazır malzeme ile inşaat yapan bir yapı ustasından ileri bir etkinliğe sahip değildir.” (Yaratılış ve Gayelik, Prof Dr. Hüseyin AYDIN. Diyanet

İşleri Başkanlığı Yayınları 271 - 1996 Baskısı Sayfa 28.) “Eflatun’un çıkardığı sonuca göre şunu kabul etmek mecbur etindeyiz; gerçekte var olan şey nesneler değil, tersine idelerdir. Nesneler idelere katılmak suretiyle ne iseler o olurlar. Böylece onları asılları, ideleri, ezeli reel olanlardır, ama nesneler idelerin sırf kopyalarıdır ve böylece realiteleri cüzi bir derecededir. Reel olandaki gerçekten reel olan şey realitenin derinliğidir. Buna bir şey daha eklenir. Nesnelerin ölümlü olmaları, ortaya çıkmaları varlıklarının bir niteliğidir. Aynı şey ideler için geçerli değildir. Adaletin idesi neyse ebediyen o kalır, keza ağacın idesi içinde aynı şey söylenebilir.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 61.) İşte Eflatun’un inandığı Tanrı kaostan sonra meydana gelmiş, hayallerle oynayan, her şeye gücü yetmeyen aciz bir Tanrı’dır. Böyle bir Tanrı anlayışının, Kuran’da belirtilen, kainatı yoktan var etmiş, kainattaki hiçbir şeyin ona benzemediği, denk olmadığı, her şeyden üstün, her şeye gücü yeten Allah öğretisiyle ve buna bağlı Müslümanların Allah inancıyla bir ilgisi yoktur.

Eflatun için gerçek Tanrı aslında idealardır, zira ona göre ezeli olan ve değişmeyen asıl varlıklar bunlardır. Ona göre ruh bu ideleri başka bir dünyada görmüştür, bu dünyada onları düşünce yoluyla anımsadığından varlıklarından haberdardır. Doğada görünen görünümler kadar idea mevcuttur ve bunların sıralanışında en üstte iyilik ideası vardır. Böylece Eflatun için gerçek manada Tanrı iyilik ideası olmuş olur.

“İçinde olduğumuz gerçekte değil de, duyular üstü bir alanda bulunan ideaları nasıl bileceğiz? Bu soruyu Platon ruhun ölümsüzlüğü inancına dayanarak yanıtlar: Ruh, başka bir var oluşunda ideaları bir başka dünyada görmüştür. Şimdi de onları anımsayabilir. Dolayısıyla idealar bilgisi bir anımsamadır.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit Gökberk. M.E. Bakanlığı yayınları 1979 sayfa 8-9.)

“İdeaların sayısı da Platon’u uğraştıran bir sorun olmuştur: Başlangıçta ideaların sayısı sınırlı idi, yalnız estetik ve ahlâk ideaları vardı. Sonraları doğadaki görüngeler kadar idea olmuştur. Bir başka sorun da: İdeaların sıralanış düzeni idi. Sonunda Platon, ideaları mantıksal bakımdan değil de, ereksel olarak sıralamış, sıranın en üstüne iyi ideasını koymuştur. İyi ideası her şeyin hem nedeni, hem de ereğidir.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit Gökberk. M.E. Bakanlığı yayınları 1979 sayfa 9.)

“İyilik ideası Platon’un Tanrısıdır. O, iyilik ideasını ilk olarak varlığa gelen, varlıkların göreceği işi görecek gücü belirleyen ilke olduğunu söylemektedir.” (Felsefeye Başlangıç, Doç. Dr. Sebahattin Arıbaş, Malatya 1997 sayfa 131. ) Eflatunun idealar için ezeli, ebedi ve değişmez asıllar demesi ile başlangıçta yalnız estetik ve ahlak idealarının bulunduğunu, sonradan doğadaki görüngeler yani mevcutlar kadar idea oluştuğunu söylemesi bir çelişkidir. Şöyle ki, ona göre ezeli olan idealar için çeşitlemeyle hem değişkenlik hem de başlangıç kabul etti, zira estetik ve ahlâk ideasından sonra meydana gelen ideaların bir başlangıç zamanı olmuş olur, ayrıca değişmez dediği ideaların, değişme bir tarafa, kökten yoktan meydana gelip çoğaldılar demesi diğer bir çelişkidir. Ruhun başka bir yaşantısında ideaları gördüğünü ve şimdi onları hatırladığını söylemesi aslı olmayan bir iddiadır. İnsanların böyle bir hatırlama iddiaları olmayıp, idealar Eflatun ve taraftarlarının aslı olmayan hayalleridir.

Ayrıca Eflatun, idealarla dünya ötesi yaşam için çizdiği manzara korkunçtur. Eğer ki dünya yaşamında ne varsa bunun aslı dünya yaşamı ötesinde de mevcutsa, bu demektir ki, zülüm, kalleşlik, hainlik gibi birçok idealar dünya yaşamı ötesinde insanları saf olarak beklemektedir. Zülüm ve haksızlıklardan dolayı dünya yaşamında acı çeken insanlar, dünya yaşamından sonra ebedi olarak bunların asıllarıyla muhatap olacaklarsa bu insanları bekleyen bir felakettir. Bunun Cennet ve Cehennem kavramlarıyla karıştırılmaması lazımdır. Zira, Cennet ve Cehennem’in adalet ve merhamet kavramlarıyla diret ilgisi vardır. İdeaların öyle bir olayla ilgisi yoktur. Örneğin, zulüm ve haksızlık idealarını, adalet ve merhamet kavramlarıyla bir araya getirip bağdaştırmak mümkün değildir. İslam dinine göre, ne zulmün nede haksızlığın ahirette yeri yoktur.

Ayrıca dünyadaki olaylara baktığımızda, idea görüşünün doğru olması mümkün değildir. Örneğin, insan iyi iken kötü olabilir, kötü iken de iyi olabilir, bu da sabit bir idea görüşünü doğrulamaz, dolayısıyla idea diye bir şeyin olmadığının kanıtıdır. Ayrıca , Eflatun’un idea dediği şeylerin ideası varsa, yani ideaların model olmayıp onlarında ideaları olduğu söylenirse ve böylece devam edilirse; her ideanın da bir ideası olduğu iddia edilirse, böyle bir şey olmadığına dair Eflatun’un söyleyecek hiçbir sözü olamaz, zira böyle bir ideayla, kendi idea iddiası arasında temelde fark yoktur. Böylece, sonsuz evrenler ve bir birlerini kopyalamış görüntüler serisi teşekkül eder ki, Eflatun’un idea, iddiası sonsuzda kaybolur. Veya birileri çıkıp dese ki, bu dünyada gördüğümüz her şey asıldır yani ideadır, posası ise geldiğimiz ya da gideceğimiz evrende kaldı derse, Eflatun’un öğretisinden daha mantıksız ve temeli olmayan bir iş yapmış olmaz. Diğer bir hususta Eflatun’un tüm görüşlerinin maddesel evrenle ilgili olduğudur. Her ne kadar idealar maddesel değildir diyorsa da, görüntüleri maddesel ya da Ruh ve akıl gibi madde de yerleşik ve madde tarafından haps oluna bilen varlıklardır. İdealar ile görüntülerini kuşatan, mekan ve zaman varlıklarından bahsetmemektedir. Böylece, mekan ve zaman altı varlık hayalleri içerisinde dolanmaktadır. Ayrıca bizler ve bu dünya da gördüğümüz diğer varlıklar birer gölgeysek ve asıllarımız başka yerdeyse, bu bir kimlik parçalanması olup, hayatın manasını izah etmekten uzak bir görüştür; hayatın manasını iyice belirsiz hale getirmektedir.

Eflatun’un, iyilik idesi en üsttedir demesine bakarak onun çok insancıl olduğu neticesini çıkarmamak lazımdır. Kadınlar için şöyle diyen bir kimse insancıl olamaz: “Eflatun’un (Platon’un) eserlerinde onların neresini açarsak açalım, bunlar kadın üzerine özel bir saygının emaresini taşımaz. Bunun tam aksine Eflatun kadınlar erdemlikte erkeklerden çok geri kaldıklarını ve onlardan daha zayıf yaratılışta bir cins olarak çok daha hilebaz olduklarını belirtmektedir. Onların yüzeysel, kolay heyecanlanan ve çabucak hayâl kırıklığına uğrayanlar diye nitelendirmektedir. Kadınlar tahkir edici konuşmalara eğilimlidirler; bunu yaparken korkaktırlar ve batıl inançlıdırlar. Hatta Eflatun iddiasında daha da ileriye gider ve kadın yaratılmanın Tanrıların bir lâneti olduğunu söyler, çünkü kendilerine egemen olamayan; korkak ve gayri âdil olan erkekler öldükten sonra bunun, cezasını kadın olarak dünyaya gelmekle çekeceklerdir.

Kadınların üzerine böyle düşünen birisi evlilikte ince, rûhi duygulara da fazla yer vermeyecektir. Nitekim Eflatun, evliliği iki insanın birbirine eğilim duyarak ve ortak bir zihniyetle (niyetle) hayatlarını şekillendirmenin bakış açısı altında görmemektedir, tersine sadece çocukların dünyaya getirilmeleri görüşünden mütalâa etmektedir. Erkekle kadını birbirine götüren faktör sempati olmamalıdır,

tersine bu birleşmeden olabildiğince güçlü ve sağlıklı kusursuz yapıdaki bir genç nesli meydana getirmek olmalıdır. Bunun için birbirlerine uyan eşlerin bir birini bulmaları devletin sağlayacağı bir durumdur. Kadınlar erkeklere savaşçı güçlerin bir ödülü olarak tahsis edilir ya da aşırı bir fikirle erkeklerin ortak malı olarak görülür. Buna göre Eflatun’un erkekle kadın arasındaki aşk üzerine çizdiği taslak düpedüz rûhu rikkate getiren bir tablo değildir.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 51-52.)

Eflatun’un kadınlara hakaret etmesinin ve aile yapısına karşı çıkmasının temel nedeni, yukarda ki satırlardan da anlaşılacağı gibi, normal aile yapısına karşıydı ve bunun doğru bir şey olduğunu kadınlara karşı çıkmakla savunuyordu. Hal bu ki, kadınlı - erkekli aile yapısı olmaması toplumun ölümü olduğu gibi, bu konudaki yaratılış gerçeğini de inkardır.

İşte, Farabi ve İbni Sina gibilerinin, İslam dinine karşı çıkardıkları Eflatun’un görüşleri ve hayat anlayışı bu şekildeydi. Farabi ve İbni Sina gibi kimseler bu gibi görüşleri yutturmak için, bunların İslâm’a uygun üstün hikmetler olduklarını iddia ediyorlardı.

İkinci olarak fikirlerine dayanak yaptıkları şahıs, Eflatun’un öğrencisi Aristo’dur, onun görüşleri ise şu şekildeydi:

ARİSTO (Aristoteles M.Ö. 384-322) Eflatun’un öğrencisi olan Aristoteles M.Ö. 384’de ya da 383’de Makedonya kralının özel hakimi unvanını alan birinin evlâdı olarak Stageira’da doğdu Aristoteles öğretmeni Eflatun’dan sonra gelen Atinalı bir vatandaş değil de bir taşralıdır. O, Eflatun’dan aristokrat bir aileye dahil olmakla da ayrılır. Eflatun’a karşı hayranlık doluydu, dahası onun bir Tanrı olduğunu söylemiştir.

Aristo felsefi fikirleriyle İslâm dünyasında Meşşai Filozofların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunların başında Farabi (870-950) ve İbni Sina (980-1037) gelir. Aristo ve Eflatun’un felsefelerini esas alan bu iki şahıs ve onlarla aynı düşüncede olanlar, İslâmi esaslara karşı savaş açmış ve onları red etmişlerdir. Eflatun’un felsefi görüşlerini ana esaslarıyla göstermeye çalıştım. Aristo’nun ise görüşleri şu şekildeydi: İLÂH KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ veya İLÂH ANLAYIŞI : Aristo’nun, Allah konusundaki inanç ve düşüncelerini şu şekilde özetleye biliriz. Ona göre, Allah, alemi yaratmamıştır. Allah ve Alem ikisi birlikte ezeli ve ebedidir, yani ona göre, Allah’ın bir başlangıcı olmadığı gibi, aleminde bir başlangıcı yoktur. Allah’ın, alem üzerinde ki etkinliği, aleme ilk hareketini vermiş olmasından ibarettir. Fakat bu hareketin kendiside başlangıçsızdır, yani başlatılmış olmasına rağmen, başlangıcı yoktur der. Böyle bir iddia ise mantığı olmayan bir çelişkidir. Allah’la, alem ilişkisini ilk hareket olayından ibaret sayan Aristo’ya göre, Allah’ın alem üzerinde hiçbir bilgisi de yoktur. Buna göre, Allah, alemin var olup olmamasının farkında bile değildir, zira bilgisi olmaması bu neticeyi gerektirir, hatta aleme ilk hareketi verdiğinin farkında değildir.

Bu konularda kaynaklardan örnekler verecek olursak : “Aristo’nun alemiyle Tanrı’nın münasebeti bir yaratık yaratıcı münasebeti değildir. Fakat âleme hareketi zaruri olarak verdiği için ve âlem de bu zorlama harekete uyduğu halde Tanrı’nın bu işlere ait bir ilmi var mıdır? İradesi ve ilmi bu işe dahil olmakta mıdır? Bundan sonraki bölümlerde görüleceği gibi Tanrı’nın “düşüncenin düşüncesi” ve bu düşüncenin konusunun ancak kendisi olduğu için Aristo’nun teolojisinde Tanrı’nın âlem hakkında hiçbir bilgisi olmadığı hususunda eski ve yeni Aristocular hem fikirdirler. Demek ki Tanrı Aristo’ya göre âlemi bilmeden ve tanımadan hareket etmekte, ilmi bu hususta lâhik olmamaktadır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Yayını 1986. Sayfa 102-103. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY ) “ Aristo’nun Tanrısı âlemi ve küllileri bilemediğinden onun için bir varlık bilgisinden bahsetmek de zorlaşıyor. Bu sebeple Allah - Âlem münasebeti bir yaratılış ve var oluş münasebeti içinde düşünülemez. Çünkü Aristo’nun Tanrısı yaratıcı bir tanrı değildir. O’nun yaratıcı vasfı yoktur. Bu vasıf olmayınca Aristo’nun Tanrısı diğer Yunani anlayışlar gibi ezeli olan maddeye şekil kazandıran bir yapıcı (sani’), bir mimardır. V. Aster’in ifadesiyle “Tanrı kendisi gibi ezelden beri hazır olan malzemeye sadece form vermiştir.” Böyle bir Tanrının önceden bazı şeyleri tespit ve takdir etmesi de bahis konusu olamayacağı aşikârdır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Yayını 1986. Sayfa 111. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY ) Görüldüğü gibi, Aristo Âlemi ve âlemdeki her şeyi, ezeli, ebedi ve yaratılmamış olarak görmektedir. Onun, Allah konusundaki düşüncesinin kaynağı âlemde hareketin mevcut olmasından kaynaklanmaktadır. Yani âlemde bir hareket mevcut olmamış olsaydı, Aristo için Allah’tan söz etmek var olduğunu iddia etmek söz konusu olmayacaktı, iddia ettiği Allah anlayışı âlemden haberi olan, âleme müdahale eden, âlimi tanzim edip yöneten yoktan var eden bir Allah anlayışı da değildir. Hatta, Allah ilk hareketi başlatmıştır demesine rağmen, hareketi başlangıçsız ve ebedi saymakla, Allah için iddia ettiği ilk ilk hareket ettirici olayını hiçe indirgemektedir. Hareket varsa hareket ettirende vardır mantığını kabul eden Aristo, yaratık varsa Yaratıcıda vardır mantığını kabul etmemektedir. Buna göre, aslında Allah’ı kabulü dar çerçeveli bir zan olayıdır. Aristo’nun, Allah anlayışını bir pilin içindeki enerjiye benzetmek dahi mümkün değildir. Aristo için Allah, adeta bir kere çakmış bir manyeto enerjisi gibidir. İlginçtir, bu bir kere çakmış olan manyeto enerjisi konumunda ki Allah için, Aristo kablo konumunda ara hareket ettiriciler de iddia etmektedir. Bu ara hareket ettiriciler ki, Aristo için bunlar gökteki yıldızlardır. Ona gire Canlı ve Ruh sahibidirler, tıpkı Allah gibi onlarda hareketsizdirler, gök yüzüne çakılıdırlar ve İlâhlık vasıfları vardır. Bu konularda kaynaklardan örnekler verecek olursak : “Aristo’nun kanaatınca hareket ettirilmiş her şeyin dışarıdan başka bir şey tarafından hareket ettirilmiş olması bizi hareketin, hareketsiz bir motor olmaksızın izah edilemeyeceği esasını kabule sevk eder. Hareket esasen başlangıçsız ve sonsuz olduğu için hareketi ancak hareketsiz ve ezeli bir motörle izah etmek mümkün olur. Bu motörün aynı zamanda diğer geçici bir takım hareketsiz motörleri de kuşatıcı mahiyette olmasını, Aristo gerekli görür. Bu bakımdan muharrik çok olabilir. Fakat bunlardan her birinin hareket ettirilmiş

olması gerekmediğini, bunun bir zaruret olmadığını, bilâkis hareketsiz olmasının zaruret olduğunu söyler.”

“Buna paralel olarak Aristo ilk Muharrikin yalnız bir tane olmasını da zaruri bulur ve bunun sebebini de şöyle izah eder: Çünkü hareket ve süreklidir; daimi olduğuna göre zaruri olarak sürekli olması gerekir. Sürekli ve kesintisiz olmak için de bir olması icap eder. Bir olmak için ise hareket gibi ilk Muharrikin de bir tane olması gerekir. Aristo’nun bu muhakemesine göre böyle kendi kendine hareketsiz ezeli bir muharrikin zorunlu olarak hareket ettirdiği ilk şeyin de ezeli ve sonsuz bir şekilde hareket ettirilmiş olması gerekir.” (Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Yayını 1986. Sayfa 104-105. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY ) Aristo her ne kadar, Allah’ın bir olduğunu söylüyorsa da, Allah’tan başka varlıklara ilâhlık vasfı verdiğinden, Kuran ölçüsüne göre bir müşriktir. Zira müşrikler, Allah’ın varlığını inkar etmeyen fakat Allah’a ortak koşan kimselerdirler. Aristo da, aynen bunun gibi, Allah’ın varlığını kabul etmesine rağmen, gök cisimlerine ilâhlık vasfı vermek suretiyle onları, Allah’a ortak koşmaktadır. Dolayısıyla, İslam’a göre bir müşriktir. Şöyle ki: “Öte yandan Aristo 55 sabit kürre ve bir takım manevi varlıklar ( Les entelligences) kabul ediyor, yıldızlara gezegenlere ilâhi varlıklar gözüyle bakıyor. Onlara ruh ve canlılık atfediyor. İlâhların ikametgahlârı olan göğün ilâhi cisimler olan yıldızlarla dolu olduğunu söylüyor. Bu ilâhi varlıkların ilk muharrik gibi hareketsiz, değişmez ve ebedi olduğunu kabul ediyor; onları yaratılmamış müstakil varlıklar olarak gösterip adeta ilâhlaştırıyor. Bu sabit yıldızlar ve gezegenlerin ezeli, sonsuz ve gayri maddi cevherler olduğunu, ilk Muharrikten aldıkları hareketleri başka varlıklara ulaştırdıklarını bunların da hem muharrik, hem mutavassıt olduklarını ve fakat hareketsiz kaldıklarını kabul ediyor. O bunların aynı zamanda canlı oldukları kadar gök cisimlerinin hareketleri kadar ezeli ve sonsuz mahiyette hareketsiz ve mekansız cevherler olduklarını ileri sürüyor.”

“Bu düşünceleri gösteriyor ki Aristo’nun Yunan Mitolojisinin tesirinden kendisini kurtaramadığı ortaya koymaktadır. Aristo mütercimi ve şarihi Tricot da Yunan Politeizmi’nin Aristo’nun eserlerinde iz bıraktığını söylemesi bu kanaatı te’yit etmektedir.

Görülüyor ki Aristo Gök varlıkları arasında bir hiyerarşi kurmaya çalışmasına ve Tanrı’yı bir olarak kabul etmesine rağmen Tanrıların adetçe birden fazla olması yıldız ve kürelere ilâhi sıfatları yüklemesi ve farklı bir sürü muharrik kabulüyle çok Tanrıcı teolojik bir anlayıştan kurtulamamıştır.” (Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin Karşılaştırılması. M.E.G.S.B. Yayını 1986. Sayfa 115. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

İlâh konusunda ki düşünceleri bu şekilde olan Aristo, Alemi, Ay üstü ve Ay altı olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Ona göre, Ay üstü alemi, Ay altı alemini yönetmektedir. Aristo felsefesinde yoktan bir var oluş asla mümkün olmamasına, her şey ebedi ve ezeli sayılmasına rağmen, Aristo iddia ettiği bu özellikleri ilâhlaştırdığı Ay üstü alemine atfetmekte, Ay altı alemi için bu hususiyetlerin geçerli olmadığını söylemektedir. Bu ise bir çelişkidir, şöyle ki:

“Aristo Ay-üstü aleminde ki gök cisimlerinin oluş ve yok oluşa tabi olmadıklarından, onların muntazam bir şekilde ezeli ve ebedi olarak hareket ettiklerini, onların varlığını zaruri olmasından dolayı kendilerinin de ezeli olduklarını kabul eder. Aristo bu cisimlerden meselâ güneşin dünyaya muntazam yaklaşmasının oluşu, uzaklaşmasının da yok oluşu hasıl ettiği inancındadır.

Meselâ ona göre baharın ve yazın her yerin yeşerip canlanması, güzün ve kışın da bu canlılığın kaybolması güneş hareketlerinin tesiriyle hasıl olur. Bunların ikisi de eşit zamanda meydana gelir. Çünkü Aristo bunların tabii oluş ve yok oluş sürelerinin eşit olduğunu kabul eder. Unsurlar ise bu yaklaşıp uzaklaşmalarda birbirlerine değişir dururlar. Bileşik (mürekkep) cisimler bitkilerin büyümesi ve hayvanların gelişmesi ve yok oluşu bu hareketin tesiriyle olur. Ezeli ve ebedi oluş da (tekevvün) bu şekilde meydana gelir. Aristo güneşin bu hareketleriyle aynı zamanda, uzviyetlerin gelişmesini ve dumura uğrayışını da izaha çalışmaktadır.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 71. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

“Aristo’ya göre Gök bizim dünyamıza o kadar hakim ki, onun dışında ne yer, ne boşluk, ne de zaman olabilir, ne de bir cisim meydana gelebilir. Bu bakımdan değişmeleri, keven ve fesat âlemi olan Ay-altı aleminde her tesiri ve her şeyi üst alemde ki varlıklar meydana getirir. Ama Ay-altı âleminin düzensizlik, ötekinin düzeninden ibaret olmasına rağmen Aristo “âlemin düzeni” olduğunu, hatta âlemin bizzat düzen mânâsına geldiğini ve bu düzenin ezeli olduğunu iddia eder. (Aristo Metafiziği... Sayfa 100-101. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

“Aristo’nun oluşta her şeyin bir çıkış ve bir bitiş noktası olduğu kanaatını taşıdığını biliyoruz. Ay-altı aleminin bütün fertleri doğup yok olduğuna göre, cevherleri de meydana gelip yok olmaktadır. Ezelilik sıfatını Aristo Ay-üstü alemi, gök cisimlerine verir ve onlara has bir sıfat olarak görür. Diğer bütün varlıklar bir başlangıç ve bir sona sahip olduklarından zaman içinde gelişip fesada uğruyorlar. (Aristo Metafiziği... Sayfa 68. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

Aristo, böylece Allah’ı kainattan habersiz ve kainata müdahalesi olmayan bir ilâh olarak kabul ederken, buna karşılık Ay-üstü alemi olarak tanımladığı yıldızları ve gezegenleri ilâh saymaktadır. Felsefesin de hiçbir şey yoktan var olmaz; vardan da yok olmaz demesine rağmen, Ay-altı alemi dediği dünya varlıklarını yok olucu ve var olucu saymaktadır. Bu kadar önemsiz saymağa çalıştığı dünya için şu ifadeleri kullanması bir çelişkidir:

“Aristo’ya göre bu kâinatın merkezi hareketsiz ve sabit olan Arz (dünya) küresidir ki Aristo bunu “Hayatın kaynağı ve her çeşit canlı varlığın anası olarak görmektedir. Aristo böylece âlemin merkezine konulmuş hareketsiz bir dünya ile dışına çıkarılmış yine hareketsiz bir Tanrı kabul etmekte, Güneş, Ay gibi gök cisimlerine canlılık ve ruh atfetmektedir.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 100. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

Aristo’nun gök cisimleri ve dünya için söyledikleri gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Zira biliyoruz ki dünya hangi elementlerden meydana gelmişse, Ay, Güneş, Yıldızlar ve gezegenler de aynı elementlerden meydana gelmiştir. Ay-üstü, ay-altı diye alemi ikiye ayırıp, bunlarla ilgili olarak keyfi iddialarda bulunmak gerçeklerden çok uzak iddialardır. Hele, Allah konusunda söylediği, alemden habersizdir, alemle ilgisi yoktur gibi iddialar, Müslüman olan hiç kimse tarafından kabul edilebilecek sözler değildir.

Aristo’nun iddia ettiği ettiği gibi, Allah, kainattan habersiz ve ilgisiz olmuş olursa, bu demektir ki, ne iyilik mükafat bulacak ne de kötülük cezalandırılacaktır. Bu ise, merhamet ve adaletin kainatta bulunmadığı manasınadır ki, bununda İslam diniyle bağdaşır bir yönü yoktur. Hele yaratıklara ilâhi vasıflar verip, onları Allah’a ortak koşmak, İslam dinide ki en büyük suç, yani şirktir.

Aristo diğer taraftan felsefenin en önemli sorularından olan, Alemin niçin var olduğu sorusunu da cevapsız bırakmıştır. İnsanın dünya’ya nereden geldiği ve nereye gittiği konusunda bir fikri bulunmamaktadır. İnsanın dünyada ki misyonunu ise dünyayı tanımaktan ibaret saymaktadır. Bu ise hayatı izahtan yoksun, önemli olmayan bir misyondur. Zira geçici bir dünya hayatı sonunda, Aristo’ya göre hiçliğe gömülecek olan insan, nerden geldiğini ve niçin geldiğini bilmeden, etrafını seyrederken attığı bir kaç adımda uçurumdan aşağı yuvarlanıp yok olan şaşkın seyyaha benzemektedir. Böyle bir misyon veya görev, şu muazzam evrende sayamayacağı kadar çok nimetlerle niymetlendirilmiş insanın varacağı son nokta olamaz.

Bu konuda, Aristo’nun görüşleri şu şekildedir: “Aristo Ay-altı âleminde ki varlıkların mertebelenmesinde organlaşma ve evrim kabul etmekte, Ay-üstü âlemdeki ezeli varlıkların Güneş ve yıldızları da canlı ve manevi varlıklar olarak düşünmekte onlara ve âleme bir ruh atfetmekte, merkeze hareketsiz Arzı koyarak âleme hareketi veren hareketsiz ilk Muharrikle bir ikilik içine düşmekte, âlemi düzenli kabul etmekle birlikte âlemin niçin var olduğunu izahsız bırakmakta onun için mutlak bir yok-oluşu mümkün görmekte ilk Muharrikin âleme ilk hareketi vermesinde ilmi ve şuuru olduğunu kabul eder görünmemektedir.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 103. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

“Logos Grekler için nesneleri tanımak ve onları görülür kılmak, dünyayı açmak yeteneğidir. Eğer Aristoteles şöyle derse: “İnsan logos’a sahip olan varlıktır.” Bu demektir ki onun misyonu dünyayı tanımasıdır. Buna göre onun yeniçağ düşüncesindekinin aksine dünyaya egemen olması değildir. Aristoteles ve grek düşünüşü, esas itibariyle insan varlığının anlamı dünyayı tanımaktır”. (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 73-74.)

İnsanda nefis denen bir şey vardır, bu nefis ıslâh olmamışsa insanı en olmaz şeyleri istemeye sürükler bu isteklerini en başında ilâh olma isteğidir. Aristo da bunun dışında değildir. Her ne kadar Ay-altı alemi olarak nitelendirdiği dünya içinde ki olayları ve insanın görevini, dolayısıyla insanı hiçe saymış, boş ve manasız görmüş ise de, dünya bütünlüğü içerisinde olma dolayısıyla kendisinin Allah’ın bir parçası olduğunu söylemekten kaçınmamıştır. hal bu ki onun felsefesinin temelinde, Ay-üstü aleminin ilâhlık taşıdığı iddiası vardır. Fakat bu iddiayla bütün çelişkisine rağmen. “Tabiattan olan her şey, içinde tanrısal olan bir şey taşır” iddiasında bulunmuştur. Bundan hareketle, bütün sarf edilen gayretlerin nihai hedefi ona göre İlâhlaşmak olmalıdır. Bu manada Aristo bir “Vahdet-i Vücut” çu dur. Bu konuda şöyle demektedir: “Aristoteles buna daha başka belirlemelerden bir miktar daha eklemektedir. Dünyanın içindeki tüm çaba benliğin gerçekleştirilmesine yönelir. Buna göre reel olanın en reel, yani saf realite olması icap eder. Dünyadaki bütün sarf edilen gayretler yetkinleşmeye yöneliktir. Buna göre son hedef en yetkin olan nedir?

Aristoteles şöyle cevap veriyor: Tanrılık. Demek ki realitenin o ana niteliği gerçekleştirmeye ve yetkinliğe yönelik sürekli itiş ondan doğmakta ve onda temellendirilmektedir. Tabiattan olan her şey, içinde tanrısal olan bir şey taşır.” “Aristoteles’te de son söz dünya değildir, tersine Tanrıdır. Elbette dünyayı dışından yaratan Hıristiyanlığın anladığı yaratıcı Tanrı değildir onun demek istediği, tersine dünyada içkin olan ve onun çabasının son hedefi bulunan tanrılıktır. Hıristiyanlığın Tanrı kavramına olan bu uzaklığını Luther, belirgin olarak sezmiş ve Aristoteles’i bu yüzden bir masal şâiri ve küflü bir filozof diye adlandırmıştır.” (Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 75.)

Görüldüğü gibi, Teslisi kabul eden Protestan Mezhebinin kurucusu Martin Luther’in red ettiği bir Aristoteles’i, İslam felsefesi adı altında, İslam dinindeki tevhit inancına rağmen, şu veya bu şekilde felsefi oyunlarla İslami göstermek mümkün değildir.

Aristo’nun bu konulardan başka, Uzay, Zaman, Akıl, Ruh, Cevher ve Araz konularında da bazı görüşleri vardır. Konumuzla ilgili olmaları açısından Ruh ve Akıl konularında ki görüşlerine kısaca değinecek olursak şöyle demektedir:

ARİSTO’NUN RUH ANLAYIŞI Sanatkarın aletlerini kullanması gibi, Ruh’unda bedeni kullandığını söyler. Ayrıca ruhları, bitkisel ruh, hayvani ruh ve insani ruh olmak üzere üçe ayırır. Bunlar konusunda ve ruh’un esas yapısı konusunda, sıradan, keyfi ve bazı basit şeyler söyler, örneğin: “Aristo’nun nazarında canlı varlıklarda ruh form’u, beden de maddeyi teşkil eder. Ve bunlardan biri, diğeri olmaksızın bulunamazlar.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 84. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY )

“Görüşün göze bağlı olması gibi ruh da vücuda bağlıdır, ondan ayrılamaz. Bu böyle olmakla beraber, Aristo’nun nazarında ruh bedenden öncedir.” (Aristo Metafiziği... Sayfa 86. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY ) Dikkat edilirse, ruh bedenden ayrı olamaz demesi ile, ruh bedenden öncedir demesi bir çelişkidir.

ARİSTO’NUN AKIL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ Aristo, insanda biri aktif, biride pasif olmak üzere iki aklın var olduğunu kabul eder. Pasif aklın ölümlü, aktif aklın ölümsüz olduğunu söyler. Aktif, başka bir ifadeyle faal aklın faaliyetinin, Tanrının faaliyeti olduğunu söyleyerek, aktif aklı ilâh’laştırır. Bu konudaki görüşlerinden bazı örnekler: “Aristo iki çeşit akıl kabul eder: 1) Münfail (Pasif) akıl ki duyum ve imajdaki kavranabilirleri alır. Bu akıl fesada tabidir ve faal akıl kendisine tesir eder. 2) Faal akıl ki kavranabilirler kendisinde bizzat fiil halinde mevcuttur. Bu manada o

kavranabilirleri meydana getirir ve dolayısıyla etken sebebe benzer. Bu akıl kuvve halindeki akla nispetle formun rolünü oynar ve fiile taalluk eder; böylece de pasif akla düşünme imkânı veriri. Tıpkı ışığın bize renkleri görme imkânı vermesi gibi.”

“Aristo, daima özce fiil halinde olan bir akıl olmadığı zaman düşünmenin de hiçbir suretle mümkün olamayacağını ifade eder ve böylece faal aklı insani ruha bağlı fakat onun faaliyetinden aşkın (muteal) olarak kabul eder. Bizim düşünme melekemiz müşterek duyularda birikmiş imajlar münasebetiyle çalıştığı halde faal aklın çalışması aklın ebedi bir fiilini gerektirir. Çünkü onda kuvve halinde hiç bir şey yoktur ve Aristo ancak onun ölümsüzlüğünü kabul eder. Bu bakımdan Aristo psikolojisinde o bizim düşüncemizi sağlayan prensiptir; onsuz hiç bir şey düşünülemez. Halbuki buna karşılık pasif akıl fesada tabidir, ölümlüdür. Faal akıl ise bedenden önce vardır ve tabiatıyla ondan sonra da yaşayacaktır.”

“Faal akıl Aristo’nun kanaatınca, ruhtan tamamen farklı onun bir nevi olarak bedenden ayrıldığı ölümsüz olduğu fesada uğramadığı; buna karşılık münfail aklın ölümlü olduğu için Aristo’nun anlayışında ferdi ruhun ölümsüzlüğü münakaşalara yol açmıştır. Zira faal akıl ruhun sadece bir nevi olmakla birlikte kendisi değildir, üstelik aklın bir çeşidi olan münfail akıl da bedenle yok olmaktadır. Weber’e göre “aslında Aristo faal aklın ezeli ve ebedi olduğunu kabul etmekle ferdi ölmezliği kayıtsız şartsız inkâr etmiş olmaktadır.” Rohde ise onun Aristocu âlemin Tanrısıyla kıyas edilebileceğini söylüyor ve Aristo’dan “faal aklın faaliyetinin Tanrının faaliyeti olduğu” şeklinde bir cümle naklediyor. (Aristo Metafiziği... Sayfa 94-96. Doç. Dr. Süleyman Hayri BOLAY) Örneklerde görüldüğü gibi, Aristo, Allah’ı kainattan habersiz ve kainata müdahalesi olmayan bir ilâh olarak tanımlamakta, bunun yanın da yoktan var oluşu red ettiği gibi, yıldızları gezegenleri ilâhlaştırmakta hatta “Tanrı dünyada içkindir, tabiatta olan her şey içinde tanrısal olan bir şey taşır.” demekle her şeyi ilâh saymakta. Bu manada Aristo, İslam dinine göre tipik bir putperesttir. Buna rağmen Eflatun’un ve Aristo’nun felsefelerini İslami bir gerçekmiş gibi ortaya koyup, Kuran öğretisiyle, İslami maske altında mücadele hedeflenmiştir. Kuran karşıtı Felsefi hareket, İslam halifesi unvanlı Emevi kralı Memun’dan itibaren başlatılmak suretiyle asırlardan beri süre gelmektedir. Bu şekilde devlet destekli olarak yürütülmesinin nedeni, İslam devleti adı altında kurulmuş olan çeşitli diktatörlük düzenlerini Kuran öğretisinin desteklememesi nedeniyle, diktatör kralların saltanatlarına bir hasım olarak gördükleri Kuran öğretisine karşı mücadele yürütmeleridir. Kuran karşıtı bu mücadelenin temel araçlar daha öncede çeşitli örneklerle belirttiğim gibi, Peygamberimiz adına uydurulmuş Hadisler, Tasavvuf, Mezhep oluşumları ve Felsefe öğretisi gibi çeşitli öğretilerdir. İslam iddialı felsefede, Eflatun ve Aristo’nun öğretileri hareket noktası olarak kabul edildiğinden bunların öğretilerinden kısaca bahsettim, şimdi de Eflatunun ve Aristo’nun felsefelerini İslami bir gerçekmiş gibi ortaya koyup, İslam diniyle mücadele etmeyi tasarlayanların görüşlerine bakalım:

KİNDİ (801-873) Kindi, İslam aleminde ilk Arap filozofu olarak bilinir. Felsefeyi İslam düşüncesinin bir parçası olarak ileri sürmüştür. “Felsefe-i Ülâ” adlı risalesinde dinin temelde felsefe ile çelişmediğini ortaya koymaya çalışır. “İlahiyat felsefenin bir bölümüdür ve ilahiyatla uğraşmak mantıksal bir yükümlülüktür. Peygamberin tebliğ ettiği vahiy ile felsefenin işaret ettiği ve bizi kendisine yönelttiği hakikat bir ve aynıdır; her ikisi birbirleriyle uyum ve birlik içindedirler.” der. Çeşitli görüşleriyle İslam aleminde felsefeye yer açmaya çalışan Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’e yol açmıştır. Sinsice yaklaşımlarla, sıkıştığında Vahiy bilgisinin felsefi bilgiden üstün olduğunu söylemesine rağmen, onun en önemli saldırısı felsefeyi İslam dininde meşru bir yol olarak kabul ettirmeye çalışmasıdır. hal bu ki Felsefe ile Vahiy bilgisi bir birlerinden tamamen ayrı iki bilgidir. Zira, Allah’ın varlığıyla, kainatı izah konusunda hareket noktaları tamamen bir birlerine zıttır. Ayrıca felsefe Vahyi esas alan bir tefekkür sistemi de değildir. Bu konuda daha önce açıklayıcı bilgi vermeye çalıştım. Kindi’nin bazı sözlerinden örnekler verecek olursam, şöyle ki: “İlahiyat felsefenin bir bölümüdür ve ilahiyatla uğraşmak mantıksal bir yükümlülüktür. Peygamberin tebliğ ettiği vahiy ile felsefenin işaret ettiği ve bizi kendisine yönelttiği hakikat bir ve aynıdır; her ikisi birbirleriyle uyum ve birlik içindedirler.” (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 121, Beyan Yayınları 1994. )

“Kindi’nin tanımında felsefe aklın ürünü olan bir zihin faaliyetidir; buna karşılık din ise Vahiy ürünüdür. Felsefe mantık yöntemine, din iman yoluna dayanır. Aralarında ne türden bir ilişki var, sorusuna Kindi’nin verdiği cevap şudur:” “Felsefe Hakikat’in bilgisi ve onu araştıran bir faaliyettir. Yunanlılar gibi, İslam bilginleri de, Hakikat’in insan tecrübesinin üstünde ve ötesinde olduğunu kabul ederler; yani Hakikat, tabiat üstü bir alemde değişmez ve ebedi olarak vardır. Bu durumda felsefe şöyle tanımlanabilir: “İnsanın imkânı dahilindeki şeylerin hakikatinin bilgisidir. Filozofun nazari bilgi ile ulaşmak istediği hedef, Hakikat’i elde etmek ve pratik bilgisiyle ona göre davranmaktır.” (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 121, Beyan Yayınları 1994. ) Görüldüğü gibi bu ifadeler “Hakikat” konusunda çelişkilidir, öyle ki, Hakikat insan tecrübesinin üstündeyse ki öyledir, Gayb’tır. Gayb konusundaki Hakikat bilgileri Vahiy bilgisi olmadan anlaşılamaz, bunu kabul ettiğini söyleyen bir kimsenin. “Filozofun nazari bilgi ile ulaşmak istediği hedef, Hakikat’i elde etmek ve pratik bilgisiyle ona göre davranmaktır.” demesinin bir mantığı yoktur. Zira, imkansızı filozofların yapabileceğini söylemek gerçeğin bir ifadesi değildir. Ve her iki ifade çelişmektedir.

Daha öncede belirttiğim gibi Kindi’nin ana çabası felsefi düşünceyi İslam alemine yerleştirip onu İslami bir yol olarak göstermeye çalışmasıdır, Şöyle ki: “İslâm düşünce tarihinde din ve felsefeyi uzlaştıran ilk filozof olan Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’e yol açtı. O, mantıkçıların yolundan hareketle, dini felsefeye irca etti; sonra dini ilâhi ilim kategorisine koyarak felsefeden daha yüksek bir konuma çıkarttı.” (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 122, Beyan Yayınları 1994. )

Yani şunu demek istiyor, din felsefeden daha yüksektir, fakat felsefede dinden ayrı değildir. Böylece din öğretisinde Kuran artı Felsefe ikilemini ortaya koymaya çalışmıştır. Buna benzer şekilde nasıl ki Hadis uydurmalarını kabul ettirmeye çalışanlar; Kuran temel kitabımızdır gibi görünürde Kuran’a bağlılık ve övgü görüntüsü vererek, Kuran’ı temele gömüp bu temelin üzerini rivayetlerle örtmeye çalışıyorlarsa, Felsefecilerde zaman zaman İlahi Vahye, başka bir ifadeyle, Kuran’a görünürde övücü sözler söylemek suretiyle gerçek amaçlarını gizleyip, felsefelerini Kuran öğretisine ortak ederek, ellerinden geldiğince felsefi sözlerini Kuran’ın önüne geçirmeye çalışırlar. Değil mi ki, Hadisçilerde, hadisler Kuran ayetlerini nesh yani iptal eder diyorlardı, felsefecilerinde yaptıkları aynı şeydir. Bundan dolayı İslam dininden taraf görünüşte, Kuran’a saldıranlara iyi dikkat etmek lazımdır. Ara sıra söyledikleri sözler değil de ortaya koymaya çalıştıkları öğretinin tamamına dikkat etmeye gerek vardır. Buna örnek olmak üzere, Kindi’nin şu sözlerini gösterebiliriz: “İlâhi bilgi << özel bir bilgi >> türüdür. Bu bakımdan ilâhi mahiyette olan Hakikat’in Bilgisi peygamberlerden başkasında tecelli etmez. (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 121, Beyan Yayınları 1994. ) Bir taraftan bu şekilde söyleyecek, diğer taraftan da insan ürünü olan Felsefi düşünceleri, Kuran’a ortak edecek yada Kuran’ın önüne geçirecek, bu sinsice tasarlanmış Kuran karşıtlığından başka bir şey değildir. Zira onun ana çabası Felsefeyi İslam aleminde kabul ettirmekti. O bir yol açmıştır, onun açtığı yolda giden Farabi, İbn Sina, Rüşd gibileri çeşitli felsefi fikirler öne sürerek, Kuran öğretisine karşı faaliyet yürütmüşlerdir, ana dayanakları da putperest, Eflatun ve Aristo’nun ortaya koyduğu felsefi görüşlerdir. Şöyle ki:

FARABİ (258/870 - 339/950) Ebu Nasr b. Muhammed b. Turhan b. Uzluğ el-Farabi: İnsanlığın ilk öğretmeni olarak Aristo’yu görmekte, kendisinin de ikinci öğretmen olduğunu iddia etmekte yada öylece isimlendirmektedir. Ona göre en mükemmel insan Aristo’dur ve Ona göre filozoflar peygamberlerden üstündür. Şöyle ki: “Farabi, Aristo’nun kitaplarını 40 veya 100 defa okuma ihtiyacı hisseder. Ona göre en mükemmel insan Aristo’dur; insanlığın << ilk öğretmeni >> (Muallim’ul Evvel) dir. O, filozof - peygamber karşılaştırması yapar ve üstünlük önceliğini birincisine veriri. Bu görüşündeki delili de peygamberin, isteği ve arzusu olmadığı bir durumda vahiy aldığı, halbuki filozofun çalışıp, gayret sarf ederek İlâhi bilgiyi (hakikati) elde ettiği, bu nedenle çalışanın çalışmayandan her zaman üstün olacağı biçimindedir. O böylesi bir iddianın büyük tepki çekeceği korkusunun etkisiyle olsa gerek, filozofluğun vahyi insanlara iletme anlamındaki peygamberlikten üstün olduğunu ancak, her peygamberin filozofluk yönü de bulunduğu için peygamberlerin sadece filozof olan şahsiyetlerden, filozofluklarının yanı sıra diğer özelliklere de fazladan sahip olmaları nedeniyle üstün oldukları gibi çarpık bir iddiayı ileri sürer. Ancak bunun hemen arkasından da bazı tevillere kaçar ve gerçeklere peygamberlerin ameli ve ahlâki hikmeti bildiğini, filozofun ise hem ameli ve ahlâki hikmeti bunun yanı sıra, birde nazari hikmeti bildiğini ve bu nedenle filozofun üstünlüğünün tartışılamaz olduğunu belirtir.” (Vahiyden

Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 127-128 .) “Samâni emiri Nuh b. Sâman, Fârâbi’yi Buhara’ya çağırıp iltifat etmiştir. Fârâbi orada Aristo’nun bütün eserlerini Arapçaya çevirip şerh etti. Ansiklopedik mahiyette bir eser meydana getirdi. Sâmani sarayında yaptığı sanılan bu eserin adı et-Ta’limu’s-Sani’dir. Bugün eserin yalnız hangi bahisleri içine aldığını bilemiyoruz. Fârâbi bu eseri yazdığı için, Muallim-i Evvel (Birinci Üstat) kabul edilen Aristo’dan sonra, Muallim-i Sani (İkinci Üstat) sayılmıştır.” (Fârabi, El-Medinetü’l Fadıla, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 1985 baskısı S.4 Müellif H. İsmail Mekki, Terceme, Abdullah Özbek. )

Görüldüğü gibi, Aristo hayranı olan Farabi için teker teker bütün filozoflar peygamberlerden üstündür. Anlaşılan odur ki, Farabi’nin peygamberliğe veya peygamberlere inandığı falan yoktur. Aristo felsefesini, Müslümanlara kabul ettirebilmek için, peygamberlik olayına inanıyor görünmeye çalışmaktadır. Zira, onun inancının kaynağı Kuran değil, Aristo’nun felsefi sözleridir. Bizim inancımıza göre Kuran Vahyi, Allah sözüdür, Bütün filozofik sözler ise, kime ait olursa olsunun, şahsi kul sözleridir. Örneğin; Allah konusunda şöyle demektedir : “Tanrı kendi kendisini biliyor demek, kendi kendisini düşünüyor demektir. Tanrı kendi kendisini düşünüyor demek, yaratıklara varlıklarını veriyor demektir. Yaratıklar, Tanrı’ya en yakın varlıklar olan “Akıllar” halinde Tanrıdan çıkıp varlığa gelirler. “Sudûr” ederler. Tanrıya en uzak olan varlık, belirsizlik demek olan “Madde” dir.” (Felsefeye Giriş M.E.B. Yayınları 1992 baskısı S. 78 Yazarları, Heyet.)

“Aristo’yu taklit edilecek en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak düşünen, onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan ve ona muhalif olmaktansa, İslam’a muhalif olmayı tercih eden Farabi ve İbn Sina, tanrı görüşünde de ufak farklılıklarla üstatlarını takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl, ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü... akıllar sûdur etmiştir. Tanrının evreni yaratmasının bu akıllar aracığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan başlayarak safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı vardır ve yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde anlaşılmaması gerekir. Çünkü onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da kapsadığını belirtirler.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 129.)

“Farabi’nin geliştirdiği sudur teorisinde, evren Tanrı’dan - bir bakıma O’nun iradesi olmaksızın - türemiş kabul ediliyordu ve Tanrı ile evren arasında çok sayıda aracı varlıklar (mutavassıt) tasavvur edilmiştir. Teori kaçınılmaz olarak, İmam Gazali’nin felsefecileri tekfir edeceği üçüncü sorunu, Tanrı’nın bilgi alanının sınırları sorununu gündeme getiriyordu. Çünkü evrenin kendisinden zorunlu sudur ettiği Tanrı kendi zatından başkasını bilmiyordu ve Tanrı ile evren arasında çok sayıda aracı varlıklar (mutavassıt) tasavvur edilmiştir. Teori kaçınılmaz olarak, İmam Gazali’nin felsefecileri tekfir edeceği üçüncü sorunu, Tanrı’nın bilgi alanının sınırları sorununu gündeme getiriyordu. Çünkü evrenin kendisinden zorunlu sudur ettiği Tanrı kendi zatından başkasını bilmiyordu. İslâmi öğreti ve Kur’an vahyi açısından bu tanım doğal olarak anlayışla karşılanamazdı. İşte Farabi bu teori ile Aristo’yu İslâm’a yaklaştırmak ve Tanrı’yı irade sahibi kılmak istediyse de, teorinin üzerinde oturduğu sudur görüşünde, varlıklar Tanrı’dan dışa vuramamazlık edemediklerinden, gerek Tanrı’yı iradesizleştiren gerekse varlık

dünyasını kesin bir determinizm içine sokan görüşlerden dolayı bu çabasında başarı sağlayamadı. (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 129, Beyan Yayınları 1994. ) Aristo‘nun felsefi görüşlerini esas alan Farabi’nin iddialarına göre, Allah hiçbir şeyi yoktan yaratmamıştır, hatta hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi herhangi bir şeyin meydana gelmesinde veya gelmemesinde etkende değildir, zira, bu görüşe göre yaratıklar, istese de istemese de kendisinden “sudur” yani fışkırmak suretiyle varlığa gelmektedir; Allah aynı zamanda kendi zatından başkasını bilmemekte, yani kainatın varlığı konusunda bir bilgisi bulunmamaktadır. Ayrıca, her şeyin Allah’tan çıkarak meydana geldiğini “sudur” ettiğini söylemekle her şeyi İlâh kabul etmektedir. Bu bağlamda “Vahdet-i Vücut” çu müşriklerin iddia ettikleri şirkin aynısını iddia etmektedir. Bütün bu iddialar Kuran’a aykırı ve dolayısıyla İslâm diniyle bağdaşması mümkün olmayan iddialardır. Ayrıca, Aristo’nun Münfail Akıl ve Faal akıl görüşünden hareket eden Farabi, peygamberleri Vahiy alan kimseler değil de, hayal kuran kimseler olarak tanımlamaktadır, şöyle ki: “Farabi’nin üzerinde durduğu ikinci önemli konu nübüvvettir. Ona göre nübüvvet tabiatüstü bir olay değildir. Yalnızca bir insan olan peygamberin muhayyile gücünün kemalin doruğuna ulaşması halidir. Ona Münfail Akıl ulaşır. Peygamber işte bu yolla, şimdi ve gelecekteki cüz’i bir takım bilgileri, haberleri feyiz yoluyla alır. Farabi bu bağlamda mucizeyi de akılcı yöntemlerle açıkladı ve kutsi güçlere bazı tanımlar getirdi. Burada Farabi’nin peygamberlerle filozof arasında ilginç benzerlikler kurduğu görülüyor. Getirdiği bu felsefi yaklaşıma göre, peygamber de filozof da Faal Akıl’la ilişki kuran seçkin insanlardır. Aralarında ki fark, buna muhayyile gücüne sahip mertebesiyle varması, ikincisinin ise buna düşünce ve nazarla ulaşmasıdır.” (Felsefe-i Ülâ, Ali Bulaç İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 127, Beyan Yayınları 1994. ) Görüldüğü gibi, Farabi, Vahyi inkâr etmenin yanında, Akıllı davranışı filozofa, hayal kurmayı peygamber yakıştırmaktadır. Peygamberin Vahiy almasını konu ettiği zaman, İslam da anlaşılan gerçek manadaki vahiy kavramını değil de, peygamberin hayal kurduğunu ve bu hayalleriyle, faal akılla ilişki kurduğunu söylemektedir. Aslında faal akıl, Aristo’nun iddia ettiği, aslı olmayan bir hayalden başka bir şey değildir, bundan dolayı hayal kurmak peygamberin değil, Aristo ve Farabi gibi kimselerin işidir. İslam dininde, ahirete inanmak, dolayısıyla bütün nefislerin yaptıklarının karşılığında muamele görmek üzere dirileceklerine; ayrıca Cennet ve Cehennemin gerçek olarak var olduğuna; ahiret hesabına inanmak, imanın şartlarındandır. Farabi bu ve bu gibi hususlar konusunda kuşkulu olup, onları inkar etmektedir, şöyle ki: “Din - felsefe ilişkisini belirleyen son önemli nokta ölümden sonraki hayata ilişkin filozofların görüşleri etrafında çıkan tartışmalardır. Gerçek şu ki; Farabi hayatı boyunca ruhun ölümünden sonraki ebediliği konusunda büyük bir kuşku içinde yaşadı.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 136, Beyan Yayınları 1994. ) “Farabi, taklid edilmeye en layık kişiler olarak gördüğü Platon ve Aristo’nun fikirlerini, filozofların hakikatı ifade ettikleri ve değişik filozofların ifadelerinde

açığa çıkan farklılıkların hakikatın yapısına uygun olduğu inancıyla birleştirip aynı gösterme gayretleri taşır. Kûr’an’a ters olup olmamak hiç önemli değildir onun açısından. Ona göre vahiy, akıllar arası ilişkiden doğan bir şeydir. Ayrıcalıklı başka bir özelliği yoktur. Peygamber ise vahyi elde etmiş kişi olarak saadeti elde etmiş birisidir. Fakat filozof da ondan geri kalmaz. hatta daha ileridedir. Filozofun, hakikati açık ve tam olarak bildirmesine karşılık, muhatabı halk olduğu için, Peygamberlerin halkı ahlak ve erdeme çekebilmek için, cennet, cehennem, hesap günü gibi aslı olamayan (haşa) sembolik şeyleri kullandığını, asıl amacının filozofun yapmaya çalıştığının en basit şekli olduğunu belirtir.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 126.) “Farabi ve İbn Sina’nın daha sonraları Gazâli’nin çok sert eleştirilerine konu olacak inançlarından birisi de mahşerde dirilme ile ilgilidir. Onlara göre ölümsüz olan vücut değil, ruhtur. Ancak tekrar dirilecek olan ruhlarda herkesin ruhları değil sadece seçkin, üstün insanların ruhlarıdır. Onlar böylelikle cismani dirilişi açıkça reddeder, hatta İbn Sina bununla ilgili olarak “Risalet’ül Adhaviye” isimli bir kitap yazar. Ona göre bedenin dirilmesi peygamberin zihninden doğan hayali bir “mit”ten başka bir şey değildir. O, peygamberin bu mit’le kitleleri kontrol altında tutmaya çalıştığını iddia eder. Ona göre akla uygun yaşamak cennet, hayâl alemi ise cehennemdir. Hisler ise kabir alemidir. Dolayısıyla bu yaşanan hayattan başka bir hayatın olamayacağını iddia eder. İbn Sina ölüm sonrası cismani dirilişi Peygamberin mit’i olarak nitelemesine karşılık halk için yazdığı bazı kitaplarında Kur’an ayetlerini kullanarak, cismani diriliş ve hesap gününün gerçek olduğundan bahseder. İnsanların yaşantılarına çekidüzen vermeleri gerektiğini belirtir. Farabi ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ve İbn Sina gibi ikiyüzlü olmadan cismani dirilişin Kur’an’da geçen bir teşbih olduğunu, bunun imkânsızlığını savunur. Zaten o, filozoflar içerisinde davasına en bağlı İslam’a en uzak olanıdır.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 130.) İşte, Farabi’nin inanç konusunda ki görüşleri bu şekildedir. Amacım filozofların tüm felsefelerini detaylı olmadığından. Farabi’nin düşünceleri konusunda verdiğim örneklerin, onun İslâm dinine karşı yapmış olduğu saldırıları belirtmek açısından yeterli olduğu kanaatindeyim.

İBN SİNA (370/980 - 428/1037) Ebu Ali el-Hüseyin İbn Abdullah İbni Sina. Aristo felsefesini benimseyen İbni Sina, İslâmi kavramlara batini manalar vermekte, İslâmi değerlere karşı çıkmasına rağmen, Müslüman olduğunu iki yüzlülük yapmak suretiyle iddia etmektedir. İslâmi değerlere karşı yaptığı hücumlarında, örneğin: Dünyanın ezeli olduğunu, yoktan yaratmanın imkansız olduğunu, yaratıkların yoktan değil de, Allah’ın müdahalesi olmadan ve ondan doğmak suretiyle meydana geldiğini iddia etmektedir. Bu manada İbni Sina bir “Vahdet-i Vücut’çudur”. Ayrıca, Allah’ın cüzleri bilmediğini, cehennem azabının devamlı olmadığını, cismani haşrin olmadığını, alemin gayesiz olduğunu, ve Peygamber sözlerinin gerçek değil sembolik olduğunu da iddia etmektedir.

Bu gibi iddialarıyla ilgili olarak kaynaklardan örnekler verecek olursam, şöyle ki:

“İbni Sina ise Farabi’ye oranla Felsefesinde biraz daha fazla İslâmi kavramlar ve unsur kullanır. Bazıları onun bu özelliğinin, İslâm’ı gerçek anlamıyla bilenlere sevimli görülme arzusundan kaynaklandığını iddia ederlerse de yanlış bir kanaattir. Çünkü araştırıldığında onun Müslümanlara şirin görünmek gibi bir kaygı taşımadığı görülür. O, İslâmi kavramları ve asıl anlamlarının çok dışında anlamlar içerecek şekilde kullanarak, kendine özgü bir felsefe-inanç oluşturma gayreti taşır. Bütün yaptığı da bundan ibarettir. Onun felsefesinde İslâm’ı ilgilendiren önemli noktalar şunlardır: O, Peygamberlikle ilgili olarak, Peygamberin Cebrail gibi bir varlıkla görüşmesinin imkânsız olduğunu, çünkü peygamberliğin bir tür parapsikolojik ve metapsişik olay olduğunu belirtir. Kendi düşünce ve fikirlerinin de “Vahiy olarak nitelenen bilgiden” farksız olduğunu belirtir.

O, şeriata karşı lakayt bir tavır takınmayı yaşantısının normal özelliği haline getirmiş, ancak eğer bir felsefi problemi halledemezse camiye gidip dua etmeyi alışkanlık edinmiştir. Fakat, klâsik kaynakların belirttikleri bu dua olayının konusu olan varlık ta, Vahiy İslam’ında anlamını bulan Alemlerin Rabb’i olan Allah değildir. İbn Sina’nın inandığı ve düşündüğü yüce varlığın sıfat ve özellikleri Allah’ınkinden oldukça farklıdır. O en genel anlamıyla Aristo’nun inandığı tanrı kavramına inanır.”

“Aristo’ya göre tanrı vardır ve varlığı zorunludur. Ancak onun, yoktan var etme gibi, bir sıfatı yoktur. Aristo’nun inancındaki tanrı, malzemesini hazır bulan ve kendi iradesi olmadan bu malzemeye şekil veren bir tanrıdır. Yani bir anlamıyla mimar tanrı’dır. Üstelikte evrene şekli kendi isteğiyle vermemiştir. O, evren dışında ve hareketsizdir. Hareketsizdir çünkü hareket edecek olsa başka hareket ettiriciye muhtaç olur. Onun kainata şekil vermesi, limonu doğrudan hiçbir etkisi olmadığı halde kişinin ağzını sulandırması gibidir. Yani madde, tanrı gibi olmak, ona yakın olmak için biçim kazanır ve tanrıya yaklaştıkça biçimi (formu) artar. Aristo bu düşüncelerini madde - forum kuramıyla açıklayarak, tanrının maddesiz form (şekil) olduğunu, saf maddenin ise formsuz olduğunu belirtir. Böylelikle ona göre tanrı ile formsuz madde (heyûlâ) arasında diğer bütün varlıklar yer alır.” “Aristo’yu taklid edilecek en mükemmel insan, insanlığın “birinci öğretmeni” olarak düşünen onun düşüncesini tam anlayabilmek için kitaplarını tekrar tekrar okuyan ve ona muhalif olmaktansa, İslâm’a muhalif olmayı tercih eden Farabi ve İbn Sina, tanrı görüşünde de ufak farklılıklarla üstatlarını takip ederler. Onlara göre tanrıdan ilk akıl, ondan da ikinci, ikinciden de üçüncü... Akıllar sûdur etmiştir. Tanrının evreni yaratmasının bu akıllar aracılığıyla gerçekleştiği görüşündedirler. Onlara göre ilk akıldan başlayarak safha safha diğer akıllara bağlı olarak yaratma gerçekleşir. Bu şekliyle Tanrı vardır ve yaratıcıdır. Ancak bu yaratmanın yoktan var etme biçiminde olmaması gerekir. Çünkü onlar yoktan var etmenin imkânsız olduğunu ve bu imkansızlığın tanrıyı da kapsadığını belirtirler.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 128-129.)

“İbn Sina gerçek sistemini Hikmetu’l - Mesrikıyye’de açıkladığını söylemektedir. Onun sisteminde, yukarıda belirttiğimiz gibi, felsefi bilgilerle İslâmi bilgiler aynı zamanda birleşir, uyuşmaya çalışılır. Dünyanın öncesiz (kadim) olduğu düşüncesini ona veren veya onun bu düşüncedeki hareket noktası. Kur’an olmayıp, Aristo ve Eflatuna ait kozmogoni metafiziğin ortaya koyduğu sonuçlardır. Bu açıdan sistemde egzastansiyel bir determinizm görmek mümkündür. Bu görünümünden dolayıdır ki İbn Sina’nın sistemi, ortaçağ felsefesinin bütün karakterini taşır.”

“İbn Sina bir yönden âlemin ezeli olduğunu söylerken, diğer yönden onun mümkün olduğunu kabul eder. Onun anlayışına göre, âlem Allah’la birlikte daima vardı. Bir yönden Allah’ın âlemden önce olmayacağı, diğer yönden de O’nun âlemden önce olduğu kanaatındadır. Böylece ilk bakışta İbn Sina’nın düşüncelerinde bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Eğer âlem Allah’la birlikte varsa öncesiz, Allah ona oranla bir önceliğe sahipse mümkün veya yaratılmış (muhdes)tır. Ancak İbn Sina, bu çelişkiyi şöylece ortadan kaldırmak ister: ona göre, Allah âlemde zaman itibariyle değil, fakat tıpkı sebebin sonucundan önce olduğu gibi, öz (zat) ve sıra önceliği itibariyle öncedir.” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 24 -82 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara) Görüldüğü gibi, peygamberliği hayal ürünü, parapsikolojik bir olay olarak gören İbn Sina’nın İslâm’da ki peygamberlik anlayışıyla bir ilgisi olmadığı gibi, Allah’ın, alemi yoktan var ettiğini de kabul etmemektedir. Ona göre alem, Allah’la birlikte ezeli yani başlangıçsızdır. Alem, Allah’ın içinde, bir çocuğun anne karnında olması; bir eşyanın bir bir sandık içinde olması gibi, Allah’la birlikte hep vardı, meydana gelmesi bir doğum olayı şeklinde açığa çıkmasıdır. Yani İbn Sina’ya göre, Allah alemi yoktan var etmemiş, kelimenin tam anlamıyla “haşa” doğum yapmıştır. Ve bu doğum bir dişinin ister, istemez doğurması gibi, Allah’ın iradesi dışında meydana gelmiştir iddiasındadır. Ve sözlerini bilgiç göstermek için Allah birdir, birden bir çıkar, Allah’ta sadece bir sefer doğum yapmıştır, ilk ve tek olarak doğurduğu bir sonrakini, oda bir sonrakini doğurmak suretiyle bir doğum zinciri meydana getirmiştir. Dokuzuncu doğumdan sonra ki buna 9. Akıl demektedir. 10 cu olarak faal akıl meydana gelmekle ve bu faal akıl ay altı dünyanın şekillerinin içinde bulunduğu, yani içinde yaşadığımız âlemi, göğe ait hareketlerin yardımıyla meydana gelmektedir der. Bu gibi düşünce ve iddialar, İslam dinine göre küfür ve şirk olan iddialardır, zira İslam da peygamberlik parapsikolojik bir olay değil gerçek manasıyla bir dini vahiy alma olayıdır. Allah’ta alemi yoktan var etmiştir, Allah doğum yapmaktan münezzehtir. Hıristiyanlar İsa Allah’ın oğludur dediler, bu sözleri Kûr’an ayetleriyle ret edilmek suretiyle tekfir edildiler, İbn Sina bütün alem; Allah’ın çocuğudur demektedir. İslam dininde ki tevhit inancıyla bağdaşmayan bu iddiası İslam dini açısından kabul edilemez, Kûr’an ölçüsüne göre İbn Sina bir müşrikten başka bir şey değildir. Filozofların ve bazı kimselerin, hiçbir şey yoktan var olamaz diye iddia etmelerinin nedeni, Allah’ı kendileriyle kıyas edip, kendileri gibi görmelerindendir.

Nasıl ki kendileri var olan hiçbir şeyi yok edemiyorlarsa ve yok olan hiçbir şeyi var edemiyorlarsa ve yok olan hiçbir şeyi var var edemiyorlarsa, Allah için de aynı şartların geçerli olduğunu zannediyorlar. Hal bu ki, Allah kainat şartlarına veya Laboratuar şartlarına tabi olan bir insanın haline tabi ve mahkum olmaktan uzaktır. Kûr’an öğretisine göre, Allah her istediğini yapabilen, ol deyince her istediği olan bir İlah’tır, örneğin değil kainattaki bir şarta mahkum olması, isterse bütün kainatı bir emirle yok edebilen ve onun yerine bir birinin şartları diğerine uymayan sonsuz kainatları var edebilecek bir Allah’tır. Böyle bir olayın meydana gelmesi içinde sadece ol demesi yeterlidir. Bundan dolayı, Allah’ın gücü kast edilerek, hiçbir şey yoktan var olmaz, yok olanda var olmaz gibi iddialar, İslam dinindeki Allah anlayışına göre uygun olmayan iddialardır. Allah’ı yaratıklar seviyesine indirip, hiçbir temeli ve mantığı olmayan iddialarda bulunmak, Allah’ı hakkıyla takdir edememekten kaynaklanmaktadır, bu konuda Kûran’dan mealen : - Allah'ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer, tamamen O'nun avucu

içindedir, gökler de sağ elinde dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir. 39/67 - Ey insanlar, size bir temsil verildi, onu dinleyin: O Allah'tan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de. 22/73 - Allah'ı layıkıyla takdir edemediler (O'nu gereği gibi bilemediler). Allah kuvvetlidir, üstündür. 22/74 - İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfe(sperm)den yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi? 36/77 - De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir." 36/79 - O size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz. 36/80 - Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratamaz mı? Elbette yaratır. O, çok bilen yaratıcıdır. 36/81 - Bir şeyi(n olmasını) istedi mi, O'nun işi, ona, sadece "ol!" demekten ibarettir, o da hemen oluverir. 36/82 - Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz 36/83 - Allah, çocuk edindi, dediler. Haşa, O, yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. 2/116 - (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir. 2/117 İbn Sina’nın diğer bir iddiası da, Allah’ı Allah’ı cahillikle vasıflandırmasıdır. İbn Sina’ya göre, Allah kainatı bir bütün olarak bilmekte olup, tek tek varlıklardan ve olaylardan habersizdir ve onları bilmemektedir. Örneğin : “Uzay varlıklarının kitle olarak var olduklarını bilir, fakat Güneş’in, Ay’ın v.s. Var olduğunu bilmez; İnsanların kitle olarak var olduğunu bilir, fakat, Muhammedi, Mustafa'yı, Emini tek tek olarak bilmez, ne yaptıklarından habersizdir,” iddiasında bulunmuş olmaktadır. İbn Sina bu iddiasına gerekçe olarak, Allah bilgisinin bir bütün olduğunu şayet tek tek olayları bilirse, bilgisinde bir dalgalanma ve bir ikilik meydana geleceğini, bununda olamayacağın söylemektedir. Allah’ın bilgisinde, artma, eksilme ve herhangi bir değişiklik olamayacağı doğru olmakla birlikte, Allah’ın cüzileri bilemeyeceğini iddia etmesi yanlıştır, böyle bir iddia, Allah’a noksanlık ve acizlik isnat etmektir. Allah ise noksan sıfatlardan, acizlikten ve bilgisizlikten uzaktır.

Allah için azla çok uzakla yakın, zorla kolay aynıdır, hiçbir şey Allah’ın gücü karşısında bir dirence sahip olamaz. İbn Sina’nın bu konuda yanlışa sapmasının temelinde, Allah’ın zamana tabi olduğunu zan etmesinden dolayıdır, zaman ise yaratıklar için olayları sıralama, perdeleme veya açığa çıkarma aracıdır, Allah için ise böyle bir mania söz konusu olamaz. Durumu daha yakından görmek için

zamanın yok olduğunu farz edelim, böyle bir durumda tüm olaylar; geçmiş, gelecek, uzak, yakın, büyük, küçük, her ne varsa boyutsuz bir noktada toplanmış olur, böyle bir durumda dolayısıyla hepsi zamansız olarak hep birlikte kendilerini ifade etme durumunda olurlar, bu ifade konumunda, cüzilerle, küllilerin kendilerini ifade etmeleri arasında fark yoktur, bu açıdan külli neyse cüzide odur, cüzi neyse küllide odur, böyle düşündüğümüzde, ne küllilerin varlığı nede cüzilerin varlığı, Allah’ın bilgisinde artma ve eksilmeye yol açmadığı gibi, hiç birisi, Allah’ın bilgisi dışına çıkamaz, varlıkları itibarıyla da, Allah onlara bütün yünlerden hakimdir.

Varlıklarını bilme hususunda, tüm kainatı bilmeyle, bir toz zerresini bilme veya düşen bir yaprağın çıkardığı sesle, tüm yıldırımların bir anda çıkardığı sesi bilme açısından, Allah için bir fark yoktur. Allah en açık olan şeyi bildiği gibi, en gizli olan şeyi de aynı şekilde görür ve bilir, ne varın varlığı, nede yokun yokluğu ne var olanın yok olması nede var olmayanın varlığı gelmesi, Allah’ın gücünü etkilemez. Nedenini özetlersem: Allah ile Kainat arasındaki ilişki, Yaratıcı ve yaratık ilişkisidir, Allah, kainatın yaratıcısı, kainatta Allah’ın yaratığı olduğundan, yaratığın, Allah’ın zatında bir değişiklik yapması veya herhangi bir etkinlikle zatında değişiklik meydana getirmesi mümkün değildir. Haşa, böyle bir şey olmuş olsaydı, bunun manası, kainatında İlahlaşması demek olurdu, Kuran öğretisine göre İlah ancak ve ancak tek olarak Allah’tır, dolayısıyla, Allah kainat üzerinde değişiklikler meydana getirir, kainat ise Allah’ın zatında değişiklik meydana getiremez. İbn Sina’nın bu konulardaki düşüncesi şu şekildedir: “İbn Sina, Tanrı alemde külli ve umumi bilgiye sahiptir, ama bilgisi tikel ve cüz’i değildir, der.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 133, Beyan Yayınları 1994. ) “İbn Sina’ya göre, eğer Allah sonsuz ve değişmez ise cüz’i şeyleri düşünemez. Allah’ın cûz’i şeyleri düşündüğünü söylemek O’nun tabiatında değişikliği kabul etmektir; dolayısıyla da özünde bir eksiklik kabul edilmiş olur. O’nun olgun olması için, hareketsiz olması lazımdır, hareketsiz olması için de dünyayı bilmemesi gerekir. Ancak bu tür akıl yürüten İbn Sina’nın bu düşüncesinin yanında, Kur’an-ı Kerim Allah’ın her şeyin bilgisine sahip olduğunu bildirmektedir.”

“İbn Sina düşüncesinde, Allah hem bilgin (âlim) hem de hayat sahibi (Hayy)dir. Böylece onun sistemi Allah-da ilim ve hayatı birleştirmiştir. O, bilen ve yaşayandır. Bu yönden Allah’a nisbet edilebilecek tek bilgi, külli bir bilgidir. O, Allah olarak değişikliği kabul etmez; cüzileri cûz’i ve değişen olarak bilmez, fakat onları külli olarak bilir. Allah’ın özünde, bilgisi ile bilgisinin nesnesi arasında arasında ayrılık söz konusu değildir.” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 68 -70 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara) Görüldüğü gibi, İbn Sina, safsata türünden laf kalabalığıyla, sözleri evirip çevirerek, Allah için bilgisizlik ve acizlik ortaya koymaya çalışıyor, bu tür iddialar ise Kuran’a aykırı olduğu gibi, Kuran öğretisine karşı açıktan açığa saldırıdır. Şöyle ki, Allah’ın her şeyi bildiğine dair, Kuran’dan mealen: - Görmedin mi ki, şüphe yok Allah, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa -hepsini- bilir, üç kişi arasında bir gizlice konuşma olmaz ki, illâ O -Allah- dördüncüleridir

ve beş kişi arasında olmaz ki, illâ O altıncılarıdır ve bundan daha az ve daha çok kimse arasında -öyle konuşma olmaz ki- illâ O, her nerede olsalar onlar ile beraberdir. Sonra onlara ne yapmış olduklarını kıyamet gününde haber verir. Şüphe yok ki: Allah her şeyi hakkiyle bilendir. 58/7 - De ki: Göğüslerinizde olan şeyi gizleseniz de, açıklasanız da onu Allah bilir. Ve göklerdekini de, yerlerdekini de bilir. Ve Allah her şeye hakkıyla kadirdir. 3/29 İslimi inanışa göre, aynen dünyada olduğumuz gibi, beden ve ruh ile dirileceğiz, İbn Sina ise bedeni dirilmeyi inkar etmektedir. İbn Sina bu inkarını getirirken iki yüzlü davranmaktan çekinmez, öyle ki halk için yazdığı kitaplarda cismani yani bedensel dirilişi kabul eder görünürken, felsefi iddialarında ise inkar etmektedir. Şöyle ki : “İbn Sina ölüm sonrası cismani dirilişi Peygamberin mit’i olarak nitelemesine karşılık halk için yazdığı bazı kitaplarında Kuran ayetlerini kullanarak, cismani diriliş ve hesap gününün gerçek olduğundan bahseder. İnsanların yaşantılarına çekidüzen vermeleri gerektiğini belirtir. Farabi ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ve İbni Sina gibi iki yüzlü olmadan cismani dirilişin Kuran’da geçen bir teşbih olduğunu, bunun imânsızlığını savunur. Zaten o, filozoflar içerisinde davasına en bağlı ve İslam’a en uzak olanıdır.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 130-131.) Daha öncede belirttiğim gibi, filozoflar ve onların dışında ki bir çok kimse, Allah’ın gücünü kendi güçleri gibi zan ederek akıllarına esen bir çok şeye imkansız demektedirler. Bundan dolayı, Farabi ve İbn Sina bedenlerin dirilmesini inkar etmektedirler. Hal bu ki, çevrelerini kuşatan müthiş kainat olayına veya bizzat kendi yapılarına dönüp baksalardı ve düşünselerdi, bunun Allah için kolay olduğunu görüp anlayacaklardı. Direkt veya dolaylı olarak, Allah için imkansız olan herhangi bir şey iddia etmek, bizim Kuran öğretisinden öğrendiğimiz Allah tanımından çok uzak bir iddiadır, Allah her şeye kadirdir, bazı şeyleri yapmadığında bu onları yapmaya gücü yetmediğinden değildir, sadece yapmak istemediğinden ve onun zatına yakışmadığından dolayıdır. Yapmamak ve Yapmaya güç yetirmemek ayrı hususlardır. Kuran’dan mealen: - Onların sözü seni üzmesin. Şüphe yok ki, biz, onların neleri gizlediklerini ve neleri açığa vurduklarını biliyoruz. 36/76 - İnsan görmedi mi ki, muhakkak biz onu bir nutfeden yarattık, sonra o, bir apaçık düşman -kesilmiştir. 36/77 - Ve kendi yaradılışını unuttu da bize bir misâl getirmeye kalkıştı, dedi ki: Kemikleri kim diriltebilir ki, onlar çürümüşlerdir. 36/78 - Deki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecektir. Ve O, her yaratmayı bilir.” 36/79 İbni Sina, Ahiret konusunda tereddüt içerisinde olduğu gibi, Cehennem azabının ebediliğini de inkar etmektedir. Ona göre, Ahiret olsa dahi, bir ceza ve mükafat yeri değil, nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra dünyada yapamadıkları temizliği

yapma yeridir. Hal bu ki, İslam’a göre dünya hayatı bir imtihan yeridir. Ahiret ise bir netice alma yeri olup, nefislerin kendilerini temizlediği bir yer değildir. Bu konuda İbn Sina şöyle demektedir: “Nefislerin bedenden ayrıldıktan sonra dünyada yapamadıkları temizliği akıl âleminde yapıp yapamayacakları konusunda, İbn Sina tereddüt eder. Necat’ta, fazla açıklama vermeksizin, bunun olabileceğini söylerken, İşarât’ta şüphe içindedir, belki de bu olabilir der. Eğer nefisler dünyada iken semavi haller ve nefislerle ilişki içinde bulunabilmişler ve çeşitli vasıtalarla bir şeyler alabilmişlerse bu temizlik gerçekleşe bilir.” “İbn Sinacı Augustinciliğin en başta gelenlerinden Roger Bacon, İbn Sina’yı en iyi tanıyanlardan biridir. Bacon dünyanın yaratılışı konusunda, yaratılışın bir aracı ile oluşu ve cehennem azabının devamlılığını inkâr etmiş olması konularında İbn Sina’yı tenkid eder.” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 43 -140 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara) Bu konuda Kuran’dan mealen: - İnkar edenler: "O Sa'at bize gelmez," dediler. De ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey, O'ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne de bundan büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitapta bulunmasın. 34/3 - (Her şeyi apaçık bir Kitapta tesbit etmiştir) ki, inanıp iyi işler yapanları mükafatlandırsın. Onlar için mağfiret ve güzel rızık vardır. 34/4 - Ayetlerimiz hakkında (bizi) aciz bırakmağa çalışanlara gelince: onlar(a gelince) içinde pislikten acı bir azab vardır. 34/5 - De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" de. O, rahmet etmeyi kendi üstüne yazmıştır. Sizi elbette varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini ziyana sokanlar, inanmazlar. 6/12 - Allah -ki O'ndan başka ilâh yoktur- sizi, vukuunda asla şüphe olmayan kıyamet (Duruşma) gününde bir araya toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? 4/87 - O küfredenler, bölük halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi? derler. "Evet geldi" derler ama, azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur. 39/71 - O halde içinde ebedi kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş! denildi. 39/72 Görüldüğü gibi, İslâm dinine göre, kıyamet gününden; ahiretten şüphe etmek Kuran ayetlerini inkar etmek olduğu gibi, Kuran’ın İsl3am dini öğretisine göre cehennem azabı gerçek ve ebedidir. Aslında İbn Sina İslâmi hiçbir hususa inanmamaktadır. İslâmi hususlardan şüpheci bir tavırla bahsetmesi ortalığı karıştırıp insanları şüphe içerisinde

bırakmak içindir. Zira İbn Sina, Kainatın, Allah’ın müdahalesi ve gayesi olmaksızın geldiğini iddia etmektedir. Eğer ki, Alemin meydana gelmesinde, Allah’ın hiçbir müdahalesi, gayesi ve amacı olmamış olsa, Alem boş ve manasız bir hale gelir, boş manasız bir Alemle ilgili olarak Allah’ın kanunlar koyması düşünülemez, zira manası olmayanın kanunu da olmaz. Hal bu ki, İslâmi inanışa göre, hiçbir şey Allah’ın gücü dışına çıkamaz, Allah boş iş yapmaz ve yarattığı alemi gayesiz ve başıboş bırakmaz. Bu konuda İbn Sina şöyle demektedir : “İbn Sina sisteminde, âlem, ilk sebep ve sebeplerin sebebi olan Allah’tan yayılır. Ancak bu oluşta Allah için bir gaye söz konusu değildir.” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 85 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara) İbn Sina’nın felsefi fikirleri incelendiğinde, Kuran’la bağdaşmayan daha birçok husus bulmak mümkündür. Ayrıca iddialarına bugünkü Astronomik tespitler çerçevesinde bakıldığında saçma oldukları açıkça görülür. Bugün bir ilk okul öğrencisine bile, güneş, ay, yıldızlar dünyayı yönetiyor dense ciddiye almaz; güler geçer, bu tür şeyleri ciddiye alanlar, gerçekleri dışlayıp aklını kullanmayan meczup kimselerdirler. Aristo, Eflatun, Farabi gibi kimselerin de durumu bundan farklı değildir. Daha önce yüksek felsefi görüşler olarak ileri sürdükleri fikirler, bugün için alay konusu olacak seviyededir. Hayatın manası, insanın nereden gelip nereye gittiğinin cevaplandırılması bu gibi kimselerden çok uzak bir olaydır.

İBN-İ RÜŞD ( 1126 - 1198 ) 1126’da Kurtuba’da doğan İbn-i Rüşd de bir Aristo bağlısı olup, ona göre biricik filozof Aristo’dur. Her türlü dini tesir ve kayıtlardan uzak olmasına rağmen Kuran ayetlerine Kuran’la ilgisi olmayan batıni yorum ve teviller getirmek suretiyle, Aristo felsefesine bağlı felsefi görüşlerini, İslam aleminde çeşitli sahalarda eğitim görmüş kimselere kabul ettirmeye çalışmıştır. İbn-i Rüşd’e göre Felsefe ileri derecede eğitim görmemiş halk kitlelerinin anlayacağı bir konu değildir. İbn-i Rüşd’ün, temelde yaptığı şey, İslam’a bağlı olduğunu söyleyip, İslam’a saldıran diğer filozoflardan farklı değildir. Bu tür bir davranış içinde olan filozoflar, Kuran’ın yerine, filozofların felsefi sözlerini, Vahyin yerine, filozofların felsefi düşüncelerini, Peygamberin yerine, filozofun kendisini, Allah’ın Tevhidi yerine, Vahdet-i Vücut’çuluk v.s gibi iddialarla yaratıkların ilâhlaştırılması ile müşrikliği, Kuran’ın açık manası yerine, batıni mana iddialarını, kısacası Kuran öğretisine saldırmayı hayatlarının amacı olarak saymışlardır. İddialarını kabul ettirmek amacıyla, felsefenin İslam dini dışında değil, İslam’ın içinde olduğunu, kendilerinin de birer Müslüman olduklarını söylemeyi kendilerince gerektiğinde ifade ederler.

İbn-i Rüşd’ün bu gibi iddialarıyla ilgili olarak kaynaklardan örnekler verecek olursam, şöyle ki:

“İbn Rüşd’ün amacı, felsefi düşünme biçimi ile vahyi uzlaştırıp her ikisi arasında düşmanlık ve çelişki olmadığını kanıtlamaktı. Ona göre, aklın etkin rol almadığı bir din düşüncesi kabul edilebilir değildir. Kendisinin orta yolu temsil ettiğine

inanıyordu. Hikmet (felsefeyi kast ediyor) ve Şeriat, biri diğerine muhtaç iki düşünme ve bilgilenme yöntemidir; her iki tarza muhtaç insanlar var. Din ve felsefe, aynı memeden süt emen iki kardeştir...”

“... İbn Rüşd kendisine Muallim el-Evvel adını verdiği Aristo’nun hakikate vahiy olmaksızın ulaştığına inanıyordu. Onun gözünde Aristo, hikmeti kavramada adeta erişilmez doruk noktasını temsil ediyordu.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 228-229, Beyan Yayınları 1994. ) Daha önce belirttiğim gibi, din ve felsefe bir birlerinden kesin olarak ayrı olup, bir birleriyle bağdaşması mümkün olmayan hususlar ihtiva etmektedirler. Ayrıca, felsefi düşünceyle tefekkürde bir birlerinden ayrı hususlardır, İslam açısından tefekkür, Vahye bağlı kalınarak yaratılış ve yaratıcı konusunda düşünmektir, felsefi düşünce ise vahiy dışında kalınarak şahsi düşünceyle gaybı bilme iddiasıdır. Bu ise İslam’a göre imkansızdır. İbn-i Rüşd’ün, Aristo için vahiy olmaksızın hakikate ulaşmıştır demesi, İslam inancına göre, kabul edilmesi mümkün olmayan boş bir iddiadır, İslam inancına göre gaybi hakikatler ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir. İnsan, gayb konusunda arayış içine girebilir fakat bu gaybi hakikatlere oluşması için yeterli olamaz, gaybi hakikatlere ulaşması ancak Allah’ın bildirmesine yani vahiy bilgisiyle bilgi sahibi olmasıyla mümkündür. Kuran’dan mealen : - De ki: "Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler. 27/65 - Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları, O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak, ki mutlaka onu bilir, yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitapta olmasın. 6/59 - De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size 'Ben meleğim' de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Körle, gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" 6/50 - De ki: "Size söylenen şey yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyacaktır, bilmem." 72/25 - Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. 72/26 - Ancak razı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar. 72/27 - (Böyle yapar) Ki onların, Rablerinin kendilerine verdiği mesajları duyurduklarını bilsin. Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır ve her şeyi bir bir saymış (hesabetmiş)tir. 72/28 Görüldüğü gibi İbn-i Rüşd’ün, Aristo için, vahiy bilgisi olmaksızın hakikate ulaşmıştır demesi, Kuran öğretisine göre kabulü mümkün olmayan bir iddiadır. İbn-i Rüşd’ün böyle bir iddiadan asıl amacı, anlaşılan odur ki, İnsanlara vahiy bilgisine ihtiyaç yoktur demek istemesinden kaynaklanmaktadır, İslam inancına göre, vahyi inkar, vahiy lüzumsuzdur demek küfürdür.

“Kitapları İbrani ve Latin dillerine çevrildikten sonra Batı’da yaygın olarak bir “İbn Rüşd Felsefeciliği (Averroisme) ortaya çıktı. Aristo’nun eserleri daima İbn Rüşd’ün şerhleri ile birlikte anılırdı. Ernest Renan ona “Şarih-i Azam : En büyük Şarih” unvanını verir. İtalya’da Pado İlahiyatında ise İbn Rüşd’e “Filozofların Emiri” denilirdi. Aristo felsefesine derin vukufiyeti ona “Aristo’nun Ruhu ve Aklı” denmesini hakkedecek kadar felsefe çevrelerinde teslim edilen bir gerçekti. Batı’da Ortaçağın en büyük filozofu kabul edilen İbn Rüşd’ün yüzyıllarca özgür düşüncenin sözcüsü ve dini inançlara karşı bir filozof şeklinde telakki edilmesi gayet anlamlıdır:” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 227, Beyan Yayınları 1994. )

“Acaba bir latin İbn Sina Sinacılığı var mıdır? Gilson bunun olamayacağını, çünkü bir Hıristiyan için, İbn Rüşd’cü olmanın İbn Sinacı olmadan daha kolay olduğunu ileri sürer. Ona göre İbn Rüşd her türlü dini tesirden uzaktır:” (İbni Sina metafiziği, Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ. Sayfa 43 T.C Kültür Bakanlığı Yayınları 1997 - Ankara) Dinleri kabul etmeyen İbn-i Rüşd, işine geldiğinde dindar gözükmeyi ihmal etmez, Şöyle ki: “İbn Rüşd, hikmetin doğru ve kesin bilgi türünü temsil etmekle birlikte, dinin tamamıyla yerini tutamayacağını, hikmet ve felsefenin öğretemediği bilgileri ancak dinin öğretebileceğini söyler.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde Din-Felsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 238, Beyan Yayınları 1994. ) İbn-i Rüşd’ün bu şekilde söylemesi ancak insanları aldatmak amacıyladır. Zira Din ve Kuran konusunda söyledikleri başka türlü izah edilemez, şöyle ki : “Tanrı’yla birlikte Madde ve Suret’in ezeli olduğunu ve bu ezeliliğin “oluş” biçiminde açığa çıktığını söyleyen İbn Rüşd iddialarını ispatlamak için tevil edip anlamlarını değiştirdiği bazı ayetleri kullanır. İbrahim - 48 ve Fussilet - 11 ayetlerinin Allah’la birlikte başka ezeli varlıkların bulunduğuna delil olduğunu iddia eder. İslâm dışı ve muhalif iddialarını ispatlamak için çarpıtıp anlamını değiştirdiği ayetleri ileri süren İbn-i Rüşd, yeri geldiğinde kendi düşüncelerinin yanlışlığını gösteren ayetler karşısında, Kuran’ın sembolik olduğunu, bildirdiklerinin gerçek olmadığını ileri sürer. Örneğin, Ad diye bir kavmin olmadığını belirtir. Bu düşünceleri de kendi zamanından itibaren büyük tepkiler çekmiş, hatta bu nedenle bir çok defa zor durumda kalmıştır.”

“İbn Rüşd, cismani diriliş konusunda önceki filozoflardan biraz farklı özelliğe sahiptir. O, bazen bunu kabul ederken bazen de reddeder. O, cismani dirilişin dini açıdan mümkün olacağını ancak akıl ve felsefi açıdan imkânsız olduğunu belirtir. Bu nedenle halka karşı konuşmalarında dinin esasını kabul eder gibi görünür ve buna göre tavır takınırken, felsefi kitaplarında dinin birçok esasını reddeder. Cismani diriliş de bunlar arasındadır.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 136-137.) Allah’la birlikte Madde ve Suretin ezeli olduğuna delil göstermeye çalıştığı, İbrahim - 48 ve Fussilet - 11 de şöyle denmiştir, mealen : - Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: "İsteyerek veya istemeyerek (buyruğuma) gelin" dedi. "İsteyerek (buyruğuna) geldik." dediler.

41 Fussilet 11 - Sakın, Allah'ı, elçilerine verdiği sözden cayar, sanma! Çünkü Allah daima üstündür, öc alandır! 14 İbrahim 47 - Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıka(rıla)caklardır. 14 İbrahim 48 Bahsi geçen ve meallerini yukarıda yazdığım ayetlerde, Allah’la beraber ezeli varlıklara delil teşkil edecek hiçbir husus yoktur. Göklerin ve yerin Allah tarafından, yoktan var edildiğini Kuran’ın başka ayetlerinde de görmek mümkündür. Kuran’dan mealen: - Allah, çocuk edindi, dediler. Haşa, O, yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. 2/116 - (O), göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir. 2/117 - De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, besleyen, fakat kendisi beslenmeyen Allah'tan başka dost mu tutayım?" "Bana, İslam olanların ilki olmam emredildi" de ve sakın ortak koşanlardan olma! 6/14 Görüldüğü gibi, Kuran öğretisine göre gökler ve yer, Allah tarafından yoktan var edilmiştir, yoktan var edilen hiçbir şeyin ezeli olamayacağı açıktır. Bir kimsenin aksini iddia etmesi halinde, iddia eden kimsenin iddiasını İslam dinine mal etmesi mümkün değildir.

Daha önce de belirttiğim gibi, İbn-i Rüşd, din ve felsefenin aynı memeden süt emen iki kardeş olduğu iddiasında bulunmuştur, fakat iddia ettiği iki kardeş arasında, İbn-i Rüşd açısından çok önemli bir fark vardır, öyle ki; ona göre Din mecazlardan yani benzetmelerden müteşekkil, kelimeleri açık ve anlaşılır mana ihtiva etmeyen bir öğretidir, bu benzetmeler aynı öğretideki asıllara dayanılarak anlaşılabilir, Ona göre ise din söz konusu olunca bu mümkün değildir zira iddiasına göre din hiçbir asıl ihtiva etmeyen bir mecazlar topluluğudur. Felsefe ise mecazlar ihtiva etmeyen ve dinin kendisiyle anlaşıldığı bir öğretidir, böylece asıl olanın felsefe olduğunu iddia eder. Şöyle ki:

“Aristoteles felsefesini İslâm dünyasına tanıtanların başında İbni Sina (980-1037) yer alır. Ancak, İslâm felsefesinin, özellikle Batı dünyası için en önemli düşünürü İbni Rüşt’tür (1126-1198). Onun felsefedeki çalışmaları, gerçekte, Aristoteles’in yaptıklarının yorum ve açıklamaları niteliğindedir. Kendisi Aristoteles’i hep “filozof” diye anar, öylesine bağlı ona. Onu bütün felsefenin doruğu özü sayar. Din - felsefe ilişkisi konusunda: Din, felsefenin mecazlarla anlatılmış genel olarak anlaşılır biçimidir diye düşünür.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit GÖKBERK, sayfa 32 M.E.B. Yayınları 1979. )

Dinin bir mecazlar topluluğu olduğunu iddia eden İbn-i Rüşd, başka ifadelerinde ise bu sözleriyle çelişkili olarak dini Zahir - Batın diye ikiye ayırmaktadır ve bu ayırımı da kasıtlı yapmaktadır, zira ona göre dinin mecazları halktan cahil kimselere zahir mana ile yutturulmalı, seçkinler ise asıl olanın batın yani mecaz

olduğunu bilmelidir. Bu ifadeler ise dini ciddiye almamanın; ret etmenin etmenin tipik ifadeleridir.

Bu konudaki sözleri şöyledir: “Onun asıl doktrini, Kuran’da ve Hadis’te avamın (halkın çoğunluğu) anlamaya güç yetiremediği bir takım içeriklerin olduğunu ve bunları tevil ile ancak filozofların anlayabilecekleri düşüncesine dayanıyordu. O, avama bu anlamların zahir (dış) ifadelerini aşmamalarını şart koştu, bâtın (iç) anlamları kavrama işini seçkinlerin (havass) görevi saydı.” ( Ali Bulaç, İslâm Düşüncesinde DinFelsefe/Vahiy-Akıl İlişkisi, Sayfa 228, Beyan Yayınları 1994. )

İbn-i Rüşd, Allah konusunda da Aynı görüştedir. Ona göre, Allah’ın varlık üzerindeki tek etkisi ilk hareketi vermekle sınırlı olup, kainatı asıl yöneten, Allah’tan sudur eden akıllardır. İbn-i Rüşd’ün din karşıtlığı ile İslam dinine olan saldırılarını belirtecek başka örnekler vermek mümkündür, fakat daha öncede belirttiğim gibi amacım detaylı bir felsefi eser meydana getirmek olmayıp, felsefe yoluyla İslam’a yapılan saldırıları örneklendirmek olduğu için vermiş olduğum örneklerin yeterli olduğu kanaatindeyim zira örnekleri çoğalttığımda temelde aynı iddiaların tekrarını vermiş olmaktan öteye gitmez.

İslam’a yapılan felsefi saldırılar yalnızca Farabi İbn-i Sina, Kindi veya İbn-i Rüşd tarafından meydana getirilmiş değildir. Bunların yanında, örneğin Ebu’l Alâ-Ma’ari, İbnu’l Mukaffa, Miskeveyk, İbn’ul Rovendi gibi diğer bazı kimselerde vardır, Şöyle ki:

“Kültür İslâm’ının entelektüel oldukça önemli etkilere sahip olan felsefe, sadece bahsettiğimiz bu filozofların ilgi ve düşüncelerinden ibaret değildir. En önemlilerinden örnek olarak bahsettiklerimizin yanı sıra, Hayyam gibi, İslâm hukukuna karşılık Roma hukukunu savunanlar olduğu gibi İslâm’a olan karşıtlığını yaşantısında göstermekle yetinmeyip, kendilerine bağlanan insanlar için bir din oluşturmaya teşebbüs eden Ebu’l Alâ el-Ma’ari gibileri de vardır. Resûlullah (sav)’ı ve Kur’an’ı Maniheist açıdan eleştirip, Kur’an’a nazire yazmaya çalışan İbnu’l Mukaffa, İslâm ahlakına karşılık felsefi bir ahlâk oluşturmaya çalışan Miskeveyh, alemin ezeliliğini iddia edip, Resûlullah (sav)’a küfretmeyi alışkanlık haline getiren İbn’ul Ravendi veya Allah’a inanmadığını açıkça ilan eden İbn Bacce gibileri de vardır. Yazdığı Hayy bin Yekzan isimli kitabıyla meşhur olup, kitabında vahyin insanlar için gerekli olmadığını, insanların kendi akıllarıyla doğruyu elde edebileceğini savunan İbn Tufeyl veya peygamber, şeriat, ibadet konusunda alaycı ve ink3arcı Nasuriddin Tûsi, ve yahut Allah’ın sadece zihinde tasarlanan varlık olduğu, gerçeği olmadığını iddia eden Sadrettin Konevi’de İslâm Felsefesi’nin bünyesinde yerlerini alırlar. Yaşarlarken en yakın dost, arkadaş ve öğrencilerini dinsizlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan v.s. Oluşan bu filozoflar daha sonraları büyük İslâm düşünürleri olarak tanınacak ve Kültür İslâm’ının mensuplarınca dinin kendilerinden alınmaya lâyık kişileri olarak görüleceklerdir. Ancak tabi ki bu arada inanç ve düşünceleri daha da kamufle olmuş şekliyle Kültür İslâm’ının bünyesinde varlığını sürdürecektir. Haklarında bilgi verdiklerimiz ve benzerleri Kültür İslam’ının yapı taşları olarak övgü ve takdirle anılmaya devam edilirler. İnanç ve düşüncelerindeki dışılıklara veya karşıtlıklara bakılmadan sırf Müslüman toplumun üyesi oldukları için oldukça yüksek takdirlerle karşılanmaya devam edilirler.

Oluşturdukları düşünce sisteminde bütün malzemelerini, başta Yunan filozofları olmak üzere, Hint, Fars Mısır kültürlerinden alarak Müslüman toplumunda orijinal hale gelen filozoflar kendilerini meşrulaştırabilmek için İslâm takısını almayı ihmal etmemişlerdir. Onlar böylelikle İslâm Filozofu oluverirler. Halbuki onların İslâm’la olan tek bağlantıları sadece Müslüman toplumunda yaşamış olmalarıydı. Vahiy İslam’ıyla bir ilgileri olmadığı gibi, oluşum aşamasındaki Kültür İslam’ıyla da pek ilgileri yoktu.” (Vahiyden Kültüre,Yazan, Celaleddin Vatandaş Pınar Yayınları 1991 Baskısı Sayfa 137-138.) Felsefe konusunda durum bu şekildeydi, kendilerine Müslüman adı alan, İslam karşıtı filozoflar, Kuran’ın bildirdiği Vahiy İslam’ına karşı karşı ellerinden geldiğince bir gayret ve mücadele içine girdiler. Amaçları kendi sözlerini Kuran’ın yerine ikâme etmektir. Fakat şunu bilmelidirler, bir şahıs isterse filozof olsun veya olmasın kendi aklından ve düşüncesinden hareketle gaybı bilemez. İnsanın bu dünya nerden geldiği, dünya hayatı boyunca ne yapması gerektiği ve öldükten sonra nereye gideceği konusunda filozoflar teker teker söz söyleseler veya hepsi bir araya gelip birlikte bir karara varsalar söyledikleri sözler keyfilikten kurtulamaz, öyle ki onların söylediğiyle, en cahil kimsenin bu konuda söyleyeceği arasında fark yoktur. İnsan bunun böyle olduğunu kendi nefsinde de deneye bilir, öyle ki, vahiy yoluyla elde edilen bilgileri kullanmamak şartıyla, aklına gelen bütün fikirlerden ve vasıtalardan istifade ederek, nerden geldiği bu dünyada ne yapması gerektiği ve öldükten sonra nereye gideceği konusunda bir cevap bulmaya çalışsın, cevap vermekte aciz kaldığını ve büyük bir boşlukta yüzdüğünü görecektir.

Vahiy bilgisi bildirim yani tebliğdir, kabulü iman işidir. Bu kabulde akıl vahiy bilgileri ışığında tabiata ki verilere ve bilgilere bakar ve doğru neticelere varır. Felsefi düşüncede ise akıl yalnızca tabiattaki verileri kendince değerlendirmeye çalışarak netice almaya çalışır, vahiy bilgisinden yoksun olduğu için vardığı neticeler şahsi ve keyfidir, bundan dolayı bir konu hakkında birçok değişik felsefi görüşe rastlanmaktadır. Bu neden felsefi düşünceler ile Vahiy bilgisine dayalı düşünceler köklü şekilde bir birlerinden ayrılır. Allah’ın bildirdiğiyle, kulların keyfi ve tutarsız sözleri hiçbir zaman bir olamaz. Muhakkak ki, Allah’ın sözü üstündür ve gerçeğin salt tebliğidir. Allah’ın sözü çelişki ihtiva etmediği gibi, varlıkların tabi olduğu yaratılış kanunları da, Allah’ın sözüne ters düşmeyip doğrulama durumundadırlar. Örneğin: 20. Yy da bir çok fenni keşifler yapılmasına rağmen hiç biri Kuran’la çelişmemiştir. Kuran’la uyum içinde olup, onu doğrulamaktadırlar. Fakat felsefe öyle değildir, filozofların görüşleri, yaratılış kanunlarıyla çeliştiği gibi, filozoflar arasında konular bazında görüş birliği yoktur, her filozof tabi olduğu felsefi ekolün doğruluğunu savunarak diğerlerini dışlamaktadır. Nasıl ki müşriklerin dinleri çeşit çeşit olmasına rağmen işledikleri ve vardıkları ortak inanç şirk ise, filozofların felsefeleri çeşitli olmasına rağmen vardıkları ortak netice şirktir, bu şirk olayında dikkat çeken husus kendi nefisleriyle birlikte tabiat varlıklarını da ilah saymalarıdır. Fakat böyle bir iddia gerçeğin ifadesi değildir, zira kendileri zayıf ve yardıma muhtaç oldukları gibi, maddeyi ve uzayı kuşatan zaman dahi kendi başına aciz bir durumdadır, kendisi durmadan yok edilip, yoktan var edilmektedir. Bu da Allah’ın kudretine muhtaç olduğunun açık ifadesidir.

Bir kısım filozoflarda metafizik sorulara cevap veremeyeceklerini açıkça itiraf etmişlerdir. Metafiziği izah konusunda sözleri olmadığını itiraf eden bu gibi kimseler, filozofluktan çok dünyevi işler konusunda fikir ileri süren ve kendi

inançlarına göre bir takım iddialarda bulunan kimselerdirler. Filozofların gaybı izah konusunda aciz kaldıklarına dair, bazı meşhur filozoflardan örnek verecek olursam durum şu şekildedir:

THALES (M.Ö. Yaklaşık 625-545)

Varlığın öz olarak neden kaynaklandığını merak eden Thales’in vardığı netice, her şeyin kökeninin “su” olduğu ve her şeyin tanrılarla dolu olduğudur. ( Bak, Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 15-16.) Thales gibi başkaları da varlığın kökenini, örneğin: havaya, ateşe dayandırmak istemişlerdir. Hava, ateş, su gibi şeyler madde kökenli olup, iddia şeklinde dahi olsa varlığın kökeni olduklarının söylenmesinin tutarlı bir yanı yoktur, böyle bir iddiada bulunan kimselerin, varlığın bir parçası olan Uzay ve Zamanı görmemiş olmaları gerekir ki, böyle bir görmeme ise varlığın izahında büyük bir sapmadır, ne Uzay nede Zaman madde cinsinden şeyler değildir. Ayrıca Thales’in her şeyin tanrılarla dolu olduğunu söylemesi de düzgün bir düşünce değildir, her şey tanrılarla dolu olsaydı, kainatta büyük bir kaos baş gösterecekti ve kainatta bir düzenin varlığından söz etmek mümkün olamazdı.

PARMENİDES (M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış.)

Parmenides esas var olanın saf varlık (bununla, Allah’ı kast etmektedir) olduğunu, diğer tüm varlıkların varlıkları olmayan bir hiçten ibaret olduğunu iddia etmiştir. Şöyle ki: “Haydi bakalım, ben söyleyeceğim - sen de can kulağıyla dinle. Hangi araştırma yollarının düşünüleceğini yalnız: Biri var-olmanın olduğu, var-olmamanın olmadığıdır, Bu inandırma yoludur-doğruluğun ardından yürür çünkü - Öteki, var-olmama, var-olmamanın zorunlu olduğudur; ------------- Söylemek ve düşünmek gerek var-olan’ın olduğunu; Var-olmak, Hiç ise yoktur; bunları düşünmeni istiyorum.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit GÖKBERK, sayfa 101 M.E.B. Yayınları 1979. ) “Parmenides - anımsamaktır - realiteyi buna benzer bir bakışla dünyayı sırf bir görünüş olarak esas itibariyle reddetmeye yönelmişti:”

“Parmenides saf kalıcı varlık uğruna tamamen dünyayı kaybetmeyi göze alıyor.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 33, 34, 35.) Varlıkların varlığı ile Allah’ın varlığı bir ve aynı şey değildir, fakat bu demek değildir ki varlıkların varlığı yokluk veya hiçliktir. Allah, varlıkları gerçek varlıklar olarak var etmiştir, buna gücü yeter var olmalarında da, Allah’ın varlığını ihlal eden bir durum söz konusu değildir. Varlıkların varlığı kendilerine göre özeldir, Allah’ın varlığı da kendi zatına göre özeldir. Aksini iddia etmek, Allah’ı ancak hiçleri yaratabilen yada yaratan bir İlâh konumuna getirmek olur ki, Allah böyle bir noksanlıktan uzaktır. Parmenides’e şunu sormak gerekir, bir yaratık olarak varlığın bir parçası olan kendisi bir hiçse, hiç varı nasıl bildi ve O’nun hakkında söz söyledi? Hiçin hiçten başka üreteceği bir şey olamayacağına göre,

Parmenides kendi sözlerine nasıl güvendi. Ayrıca yaratılmış tüm varlıklar birer hiç ise, iyi ile kötü, güzel ile çirkin aynı şey olmuş olur, halbuki bunlar hiçbir zaman aynı şey değildirler.

HERAKLIT (Herakletios, M.Ö. 540-480)

Heraklit, Parmenides’in aksine, tüm varlığın, Allah’tan ibaret olduğunu, mevcut olan her şeyin Allah olduğunu söylemiştir. Ayrıca hayatın esasına, adalet ve barışı değil savaşı koymuştur, ona göre savaş her şeyin babasıdır, iyi ve kötü birdir ve aynı şeydir. Şöyle ki:

“Benim değil logos’un sesini duyduktan sonra bütün şeylerin bir tek şey olduğunu logos’a uyarak söylemek bilgeliktir. - Bağlanışlar bütün olan ile bütün olmayan, birlik olan ile ikilik olan (anlaşma ve anlaşmazlık), ses birliği ses aykırılığı, bütün - şeylerden bir - şey bütün şeyler. - Değişerek dinlenir (insan vücudundaki aither-ce ateş). Dağılır ve yeniden toplanır, yaklaşır ve uzaklaşır. Tanrı: gündüz gece, kış yaz, savaş barış, tokluk açlık; başkalaşıp değişir, ateşin tütsülük baharlarla bir araya gelince her birinin kokusuna göre ad alması gibi. - Aynı şeydir yaşayanla ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar; çünkü bunlar değişince ötekilerdir ve ötekiler değişince de bunlar. - Ölümsüzler: ölümlüler, ölümlüler: ölümsüzler; çünkü bunların hayatı onların ölümü, onların hayatı da bunların ölümüdür....... - Fakat savaşın ortaklaşa ve herkes için olduğunu, hakkın kavga olduğunu ve her şeyin kavgaya zorunluluğa göre olduğunu bilmek gerek - Savaş bütün şeylerin babasıdır, bütün şeylerin hakanıdır, bir takımların tanrı (eros) olduğunu bildirir; birtakımın ise insan, birtakımlarını köle yapar, birtakımını ise özgür.” “Daire çemberi üzerinde başlangıç ve son ortaklaşa bir şeydir. - Keçeci mengenesinin doğru ve eğri yolu bir ve aynıdır. - İnen ve çıkan bir ve aynıdır. - İyi ile kötü bir ve aynı şey. İmdi hekimler kesip doğrayıp üstelik karşılığını istiyorlar, hastalıkların yaptığı işi gördüklerinden hiçbir ücret almaya hak etmedikleri halde...”

“Tanrı için bütün şeyler güzel, iyi ve hakça (adaletli)dir, insanlar ise birtakım şeyleri haksız buluyorlar bir takımlarını da hakça.” (Felsefenin Evrimi, Prof. Macit GÖKBERK, sayfa 92,93,95 M.E.B. Yayınları 1979. )

Görüldüğü gibi, Heraklit’in İlâh anlayışına göre, iyi-kötü, güzel-çirkin, adalet-zülüm ve akla gelebilecek her şey bir bütün halinde İlâh’ı meydana getirmektedir; hepsi bir ve aynı şeydir. İyiliklerle birlikte kötülük, pislik ve çirkinlikleri İlâh addeden Heraklit bununla yetinmeyerek, tasarladığı İlâh’ın adaleti gözeten bir İlâh değil de, hakkın yerine kavgayı esas alan bir İlâh olduğunu iddia etmiştir. Hal bu ki Allah yaratıklardan teşekkül edip onlarla bir olmaktan ve akla gelebilecek bütün zülüm,, kötülük ve noksanlıklardan münezzeh ve uzaktır. Allah her şeyin yaratıcısıdır ve hiçbir yaratık İlahlıktan pay almamıştır. Hiçbir şey O’nun eşi benzeri ve dengi değildir. Allah adaleti gözetir ve adaleti emreder, hiçbir zaman kaba güçle galip gelen saldırgan zorbaları haklı görmez, iyiyi ve kötüyü kesin olarak bir birinden ayırır ve bir saymaz. Allah nezdinde iyi ile kötünün bir olması olacak şey değildir.

Yukarıda izah etmiş olduğum, Parmenides ve Heraklit’in görüşlerini gerek felsefe tarihinde gerekse sofizim tarihinde bir çok filozof ve sofist alıp kullanmış, hem

kendileri sapmış, hem de birçok kimseleri saptırmışlardır. Sofistleri incelerken bu konuda sofistlerin görüşleriyle ilgili örnekler vermiştim, hatta kendileri sofist olmamalarına rağmen, Zenon, Maister Eckhart, Plotin, Spınoza, Leıbnız ve Fıche’nin görüşlerine deyinmiştim, örneğin, bunlardan Johann Gottlieb Fichte (1762 - 1814 ) Parmenides gibi, yaratılmış varlıkların varlığını inkar etmekte, Spinoza ( 1632 - 1667 ) Heraklit gibi, yaratılmış varlıkların hepsini İlâh saymıştır, şöyle ki: Fichte’ye göre : “Ben’in yanında bağımsız olarak mevcut olan bir dünya (numen) mevcuttur, diyemeyiz. Bize dünya olarak görünen şey bizi kuşatan nesnelerin toplamı gerçekte mevcut değildir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 272.) “Buna göre mutlak Ben’in yerini mutlak Tanrı almaktadır. Bu Fichte’nin düşünüşündeki büyük ve kesin dönüşümüdür. “sadece Tanrı vardır, onun dışında hiçbir şey yoktur” diyebilmiştir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 276.) Spinoza’ya göre : “Dünya, Tanrının bizzat var oluşundan farklı bir tarz değildir ve Tanrının düşündüğünden ayrı bir tarz değildir insan. Eğer bir nesne mevcuttur dersek, bu takdirde tutarsız bir söz sarf etmiş oluruz. Aslında şöyle demeliyiz: Bu nesnenin bana göründüğü tarzda Tanrı da bana görünüyor, çünkü Tanrı her şeyin içindeki her şeydir, o tüm reel olanın içindedir, nesnelerde ve insanda mevcuttur, ya da daha doğru bir ifadeyle: Tüm reel olan Tanrının içinde içkindir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 192.) “Ben varım, ben oyum” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 190.) “Spinoza var olan her şeyin doğanın kendisi olduğunu söylemekle kalmayıp Tanrı ile doğa arasında benzerlik gözetti. Tanrı’nın her şey olduğunu ve her şeyin Tanrı.da var olduğunu söyledi.” (Sofi’nin Dünyası sayfa 282, J. Gaarder Pan Yayıncılık 1997 ). Böylece iki söylemle karşılaşmış oluyoruz, bir söylemde, “Allah’tan başka bir şey yoktur” ifadesiyle içerik olarak Varlıkta mevcut olan her şeyi İlâh saymakta. Diğer söylemde ise “Her şey, Allah’tır” ifadesiyle Varlıkta mevcut olan her şeyi İlâh saymakta, dolayısıyla her iki söylevde de aynı şey iddia edilmektedir sadece söylevler değişiktir. Bütün müşriklerin inançlarında bu tür söylevlere rastlamak mümkündür, putperestlerin kendilerine insan, hayvan, taş v.s. Şeklinde put kabullerinde, Sofistlerin kendilerini ve tabiatı İlâh saymak için enel-hak v.s demelerinde, çeşitli filozofların kendilerini ve tabiatı İlâh saymak için Parmenides ve Heraklit mantığıyla yaptıkları felsefi iddialarda sık sık rastlamak mümkündür. İslam felsefesi adı altında İslam dinine yapılan saldırılar bu şirk iddialarının sadece bir parçasıdır, felsefi yolla yapılan şirk çok daha geniş kapsamlıdır, bunu böyle olduğunu ve bu konuda felsefe adı altın da mevcut olan durumun kapsamını göstermek için değinmediğim filozoflardan batı felsefesinde yer bulan diğer bazı filozoflardan örnek verecek olursam, şöyle ki:

NICOLAUS von CUES ( 1401-1464)

Aslen Katolik bir kardinal olan Nicolaus von Cues Roma’da papaya vekillikte yapmıştır. Felsefi görüş olarak şöyle demektedir : 1- Yaptığı hesaplara göre ölüler 1700 ile 1734 tarihleri arasında dirilecekler.

2- Tanrı hem en büyük hem de en ufak olandır.

3- Varlık konusunda Heraklit gibi düşünerek, dünyanın Tanrı’nın açılı olduğunu söylemesi. 4- Felsefi görüşlerinden vaz geçerek, metafizik konulara ancak Vahiy bilgisinin cevap verebileceğini söylemesi, şöyle ki:

Nicolaus’u “Bütün bunların yanında bir takvim reformu meselesi onu uğraştırmıştır ki, bu arada eni konu uzun hesaplardan sonra ölülerin 1770 ile 1734 tarihleri arasında dirilecekleri sonucuna varılır.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 145.)

“Böylece Nicolaus daha başka bir düşünüş girişimiyle Tanrıyı ‘tüm çelişkilerin birleşmesi’ olarak kavramaya çalışır, ama bu Tanrı düşüncesiyle sonlu olan, sonsuz olanın içinde gerçekten ortadan kaldırılmış saklanmış değildir. Bu sebeple Nicolaus hatta Tanrının çelişik olanın rastlamasının üzerinde olduğunu vurgulamaktadır.”

“Buna göre Nicolaus, Tanrıyı onun üzerinde daha büyüğünün olamayacağı bir şey olarak kavramaya çaba harcamaktadır. O mutlak olarak en büyük olandır. Böylece Tanrı sonlu büyüklüklere olan ilintisinden büsbütün kurtarılır, çünkü sınırlı olanın niteliği çoğaltılabilmesidir. Mutlak olarak en büyük için daha çok diye bir şey yoktur, ama böyle anlaşıldığında Tanrı hâlâ diama bir karşıtlık ilintisi içinde bulunur, yani mutlak olarak en ufak olan ilişkilidir. Bu çelişki de Tanrının gerçek kavramında ortadan kaldırılmak mecburiyetindedir. Nicolaus bu sebeple mantıki sonuca bağlı kalarak paradoks bir ifadeyle de olsa, Tanrının hem en büyük, hem de en ufak olduğunu vurgulamaktadır.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 149-150.)

“Tanrıyı kavramla ele geçirmenin bütün girişimlerinde Nicolaus dünyayı hemen hemen büsbütün gözden kaçırmaktadır. Kuşkusuz o tüm realitenin tanrının bakışı açısı altında mütâlâa edilmesi gerektiğini tekrar tekrar vurgulamaktadır. Sonlu olarak doğanın her şey sonsuz olan kökünden ortaya çıkar, ama o bunu âdeta Tanrı kendi içinde katlanmış olarak taşımaktadır. Dünya yalnızca onun, katlanılanın açılımıdır ve o bu sıfatla tanrısal olarak kalır. Böylece dünyanın Tanrının içinde olması gerekmektedir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 151.) Ölüler 1700 ile 1734 tarihleri arasında dirilecek gibi aslı olmayan İddialarla, Allah en küçüktür veya Dünya Allah’ın içinde olan bir parçadır gibi, düşünceler ileri süren Nicolaus, kendi düşüncelerine kendiside inanmamış olacaktır ki, hatasından dönerek, düşüncelerini bizzat kendisi ret edecek şekilde şöyle demiştir: “Ben biliyorum ki ne biliyorsam hiç biri Tanrı değildir ve kavradığım şeylerin tümü ona benzemez.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 152.)

“O, Tanrının her türlü bakış için görünmez olduğunda ayak direr; böylece Nicolaus’un Tanrıyı her hangi bir tarzda ister felsefi düşünceyle olsun isterse olumsuz tanrıbilimle olsun, isterse özlemle, yada mistik bakışla olsun, kavrayabilme çabası sonunda başarısızlığa uğramaktadır. Onun son sözü şu mealdedir: “Eğer tüm insani inisiyatif akamete uğrarsa, bu takdirde sadece ve sadece Tanrının inisiyatifi söz konusu olur. Tanrı ile temasa gelmeye ilişkin bütün imkânlar onun kendi olan vahyiyle tecellisinden doğar. Eğer gizli Tanrı ışığıyla karanlığı kovamazsa ve kendi kendini açığa vurmazsa, büsbütün bilinmez kalır, ama bu şu anlama gelir: İnanç bütün tanımanın ve bakışın üzerindedir. Sonunda felsefi tanrıbilimi vahiy lehine kendini ortadan kaldırır.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 153.) Gerçekten, Allah’ı tanımanın doğru yolu Vahiydir. İş ki Vahiy gerçek bir Vahiy olmuş olsun, o zaman ortada bir problem kalmış olmaz.

SCHELLING (1774-1854) Friedrich Wilhelm Joseph Schelling. Bir Vahdet’i Vücut’çu olan Schelling, Heraklit gibi, tabiatı İlâh saymaktadır, şöyle ki:

“Schelling için önemli olan nokta, artık yine tabiat ve rûhun mutlak bakış açısından mütalâa edilmesidir. Onların da yaratıcı tanrılığın egemen olduğu nokta-i nazardan görülmesidir. Bu ilkin tabiat için ifade edilebilir. Bütün tabiat olayında yaratıcı tanrılık etkendir. Bu sebepten Schelling için her tabiat varlığı bir ağaç, bir hayvan, evet hatta bir parça maden, dış dünyanın gözlemlenen bir parçası değildir; tersine aynı zamanda onun içinde egemen olan tanrısal hayatın bir ifadesidir. Tabiat ‘gizli Tanrıdır’. “ ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 284.)

Bununla da yetinmeyen Schelling, Allah’a bilgisizlikte izafe ediyor, şöyle ki: “Schelling dünyanın “Tanrı’da var olduğunu” söylüyordu. Ona göre Tanrı bir takım şeylerin farkındaydı, ancak doğanın bazı yanları Tanrı’nın bilinç ötesi varlığının bir yansımasıydı. Çünkü Tanrı’nın da vardı “karanlık bir yüzü” (Sofi’nin Dünyası, Jostein Gaarder, sayfa 400-401, Pan Yayıncılık 1994).

“Schelling “Ruh” ile “madde” arasındaki ayırımı kaldırmaya çalıştı. Ona göre tüm doğa, yani hem insan ruhu hem de fiziksel gerçeklik tek bir Tanrı’nın ya da “evrensel ruh” un ifadesiydi.” (Sofi’nin Dünyası, Jostein Gaarder, sayfa 396-397, Pan Yayıncılık 1994).

ERNEST HAECKEL (1834-1919 )

Ernest Haeckel’in felsefi görüşlerinden şu şekilde bir tasnif yapmak mümkündür. 1- İnsanla, böcekler arasında fark yoktur. Dünya ezelidir, Ruh ölümlüdür. Darwin, Musa’ya göre ne ise, ilimde dine karşı odur.

2- İlim esastır, dine gerek yoktur zira ilim için hiçbir sır yoktur.

3- Tabiat Allah’tır demesi,

4- Ahireti inkar etmesi,

5- Eğitim, dinlerden kurtulmak isteyen bir toplumun en önemli meselesidir demesi.

Şöyle ki:

“Bilimsel felsefeye göre insan kainâtın merkezi ve gayesi olamaz. İnsan, varlıklar zinciri içinde bir halkadan ibarettir. Böceklerin tek hücrelilere bağlılığı gibi o da varlıklara bağlı durumdadır. İnsanın üstünlüğü, omurgalı hayvanların genel tekâmülü esnasında, diğer hayvanlara göre olağan-üstü bir şekilde ileri gitmiş olmalarından dolayıdır.”

“Dünyanın sonradan, yoktan yaratıldığı iddiasına karşı da ilim, onun tabii bir şekilde var olduğu fikrini ileri sürer. Tabiatta gördüğümüz bütün şekiller, varlığın meydana gelmesi için gerekli bütün güçler tabiatın kendisinde mevcuttur. Türler hep biçim değişikliğini (transformation) suretiyle bir birinden doğmuşlardır. Bu durum, bir takım kanunlara tabi olmuş ve öyle bir düzen takip etmiştir ki, bunu tayin etmek artık bizim için mümkün duruma gelmiştir. İşte böylece ilim, kainatın yaratılışı efsânesi yerine, dünyanın tabii tarihini koymuştur.”

“İlim, ruhun ölümsüzlüğü akidesine karşı çıkar. İlim nazarında insan ferdi de, diğer yaratıklar gibi, bir takım maddi cüzlerin geçici olarak bir araya gelmesinden ibarettir.”

“Tabiatta, yine tabiat aracılığı ile açıklanamayacak hiçbir şey yoktur. Tabiat kanunlarının ve özellikle “Tabii Ayıklama” ( Sellection Natürelle ) kanunu ile tekâmül kanunlarının anlamını gerçek şekilde değerlendirenler için tabiat, kendi yaratılışının, kendi ilerleme ve gelişmesinin yapıcısı ve kaynağıdır. Darwin Musa’ya göre ne ise, ilim de dine karşı odur.”

“İlim ile dinin meslek ve doktrinleri arasında böyle anlaşmazlık ve zıtlık olduğu gibi, her ikisinin temelleri arasında da zıtlık vardır. Dinler vahye dayanırlar. İlim ise deneyden başka bir şey tanımaz. İlim nazarında hiçbir fikir, olguların doğrudan doğruya ifadesi yahut fikirlerin çağrışımı (I’association) tabii kanunların gerekli kıldığı bir sonuç değilse, herhangi bir değere sahip olamaz.”

“Artık dini bir vehim için yer yoktur. Meğer ki gözler, gerçeği görmemek için, bir örtü ile kapatılmış olsun. Lamarck’ların, Darwin’lerin kurdukları şekliyle mevcut ilim göz önünde bulundurulacak olursa görülecektir ki, varlığın ve bilginin temel meseleleriyle ilgili hususlarda, din ile ilmin iddiaları arasında mutlak bir uyuşmazlık ve doğrudan bir çelişki vardır. Binâenaleyh, mantıklı ve aydın bir kimse için hem dini hem de ilmi kabul etmek mümkün değildir; ikisinden birini tercih etmek zorundadır.”

“Eğer kainatta bir noktada bir sırrın varlığı kabul edilecek olursa, başka noktalarda da bir takım sırların var olmamasına engel olabilecek hiçbir şey yoktur. İlmin bundan böyle “artık dünyâda insan için hiçbir sır (myste’re) yoktur” düstûrunu tam bir şekilde savunması gerekir.”

“İlke olarak koyduğumuz canlı madde, bizzat bir değişme (changement) ve yaratma (creation) esasına sâhiptir. Bu esas Allah’ı ortadan kaldırmaz, kendisi bizzat Allah’tır; kâinatın dışında bir Allah değil, onun içinde olan bir Allah’tır; tabiatın aynıdır. Şurasını iyice bilmek gerekir ki, ilim adamları, teizmi reddettikleri gibi ateizmi de reddederler. Onlara göre dünyâ ile Allah, bir ve aynı şeydir. Panteizm ise kainatın ilmi olarak kavranmasıdır.”

“Monizme göre, “Hakikat” meselesinde, dinlerin İlâhi vahiy iddialarında, korunabilecek bir nokta bile mevcut değildir. Çünkü vahiy, bize diğer bir hayattan (âhiretten) haber verir-ki nazarımızda hiçbir anlamı yoktur - ve bizim için yegane varlık olan şeyi, asılsız bir şey derecesine indirir.”

“Eğitim, dinlerden kurtulmak isteyen bir toplumun en önemli meselesidir.” (Batı Klasikleri, Çağdaş Felsefede İlim ve Din, Yazan Emile Boutroux, M.E.G.S.B. Yayını 1988, sayfalar. 146, 147, 148, 150, 151, 154, 159, 161.) Çağımızda yaygınlık göstermiş olan fen bilimlerinin yeni yeni filizlenmeye başladığı 1834 - 1919 tarihleri arasında yaşamış Ernest Haeckel yeni tanıştığı teknik buluşlar karşısında hayrete düşüp, bunların dayandığı fenni ve doğayı putlaştıran bir zümrenin adete sözcülüğünü yapmaktadır. Bu tür zihniyete sahip olan kimselere göre fen bilimlerinin izah edemeyeceği hiçbir şey yoktur. Onlara göre öyle bir anahtar bulmuşlardır ki, dokundurulduğunda açamayacağı hiçbir kapı mevcut değildir. hal bu ki durum hiçte iddia ettikleri gibi değildir.

Fen bilimlerinin ne tesir sahası nede gücü sonsuz olmayıp sınırlıdır. Örneğin bir insan bedenini fen bilimleri vasıtasıyla ele alıp inceleye biliriz, fakat aynı bedenin içinde mevcut olan ruh’un nasıl bir şey olduğu konusunda fen bilimlerinin söyleyeceği bir söz yoktur. Yada fen bilimleri vasıtasıyla maddeyi parçalara ayırabiliriz, ayrı olan parçaları fiziksel ve kimyasal yollarla birleştirmemizde mümkün olabilir, fakat uzay boşluğu üzerinde kullanacağımız tüm fenni metotlar ve işlemler uzay boşluğu üzerinde herhangi bir değişiklik meydana getiremezler. Örneğin, uzay boşluğunun bir kenarında atom bombaları patlatsak, patlatılan yerin, patlatılmamış olan yerden, boşluk olarak hiçbir farkı olmaz, bundan dolayı yıldızların çeşitli müthiş tepkimelerinin uzay boşluğu üzerinde hiçbir tesiri olmamaktadır. Yada fen bilimleri vasıtasıyla, geçmiş olan dünle, gelecek olan getirmekte mümkün değildir, veya ileride bu ve bu gibi şeyleri yapabilmek mümkündür iddiasında bulunulursa, bu iddianın dahi önemi yoktur. Zira biz bu alemde kapalı bir ortam içerisin de hapsolmuş durumdayız, bu ortamda elde edeceğimiz bütün fenni veriler kapalı bulunduğumuz ortam dışı hakkında herhangi bir bilgi veremezler; içinde bulunduğumuz evrenin dışı gayb alemidir.

Gayb sahasına giren konularda kendi başımıza kaldığımızda değil gaybı keşfetmek, insanlık olarak kimliğimizi dahi tanımlayamamaktayız. Fen bilimleri bir tarafa düşünce dahi insanın kimliği konusuna cevap getirememektedir. Yanımızda, zamanın, uzayın ve uzay içindeki fen bilimlerinin tesir edebildiği varlıkların elektronlarına varıncaya kadar bilgilerini ihtiva eden bir kitap olsa ve bu kitabın anlattığı fenni bilimlerin tümünü anlama imkanımız olsa, kitap bittiğinde soracağımız soru, ya sahi biz kimiz sorusudur. Nereden geldik bulunduğumuz yer ve icapları nedir ve buradan da nereye gitmekteyiz. Fennin aciz düştüğü bu soruların cevabı ancak vahiyle mümkündür. Gerçek vahiy doğru cevap demektir.

Ernest Haeckel ve onun gibi düşünenler, fen bilimleri vasıtasıyla bilinmezin ufkunda uçtuklarını zan ederken, tarihin karanlıkları içinde çok derinlerde olan Panteizm, başka bir ifadeyle “Vahdet-i Vücut” çukurunun içinde boğulduklarının farkına varamamaktadırlar. İspatlarımız deneye ve fenne uygundur derken, gayb konusunda hayallerini ve keyfi iddialarını ileri sürmektedirler. Darwin’in hiçbir bilimsel değeri olmayan, “Türlerin kökeni” isimli teorisini, ispat edilmiş bir hakikatmiş gibi ileri sürmekten de geri durmazlar, bu teoriye bu kadar önem vermelerinin nedeni, bilimsellik kaygısıyla değildir, amaçları, “Semavi kitapların bildirdiği ilk insan olan “Adem” olayını boşa çıkarıp, semavi kitapların insanlar tarafından yazılmış boş şeyler olduğunu ispatlamaya çalışmak içindir.” Yoksa Darwin’in ortaya attığı teorinin, bilimsel bazda ortaya atılmış birçok teori yanında bir değeri yoktur. Onlar, Allah’ın tabiat veya tabiatı Allah saymakla, yaratılışı, ahireti, ahiretteki hesabı ve ruh’un dünyadaki ölümünden sonraki dirilişini yok saymakla, ne büyük bir inkara düştüklerinin, hem de insanları ne kadar büyük bir kargaşa ve mutsuzluğa sürüklediklerinin farkında değillerdir. Durum onların dediği gibi olmuş olsa, haklı haksız, iyilik ve kötülük bir olmuş olur, zira ahiret olmayınca, iyiliğe karşı mükafat, kötülüğü karşı da ceza söz konusu olmaz, böylece bu dünyada elinde güç bulanan her zalim zorba, keyfine göre menfaat sağlamak için kendisinden zayıf olanları ezmekten çekinmeyecektir. Dünyada kavga ve mutsuzluk meydana gelir. İnsanın tüm manası dünya hayatındaki yaşamından ibaretse ve ölüm hiç olmaksa, yaşamda hiç olmuş olur, zira hiçten hiç doğar, kendilerine hiçi seçenler kendilerini hiç seviyesine indirmiş olurlar. İnsanın ve hayatın manası bir hiçten ibaret değildir. Allah’ı tabiatla bir düşünenler veya İnsanlaştırmak suretiyle İnsan seviyesinde görenler, ellerine istedikleri gibi oynayabilecekleri bir İlah geçirmiş olurlar, çocukken kendisine bıcı bıcı yapıp altını temizleyecekleri ve kundağa sarabilecekleri, yetişkin iken de kendisine işkence yapabilecekleri hatta öldürebilecekleri bir İlah anlayışı, Allah’ı hakkıyla takdir edememenin bir ürünüdür. Allah, müşriklerin kendisine karşı yapmış oldukları yersiz nitelendirmelerden uzak ve münezzehtir.

Hiçbir zaman gerçek ilmi verilerle, gerçek vahiy bir birleriyle çatışmaz, zira vahyi bildiren Allah, hem tabiatın hem de tabiat kanunlarının yaratıcısıdır. Böylece vahiy ve ilim muhakkak gerçek bir uyum içerisinde bulunurlar. Bundan dolayı ne vahiy ilme karşı bir tehlike nede, ilim vahye karşı bir tehlikedir. Ve bunların öğrenilmesi için gerekli olan eğitim, gerçek vahye dayalı dini yok edici değil destekleyicidir. İnsanlık için diğer tehlikeli bir hususta, insanın hayvan seviyesine indirilmesi ve bir hayvan gibi görülmesidir, insan organizma açısından hayvanlarla bazı şeyleri paylaşabilir fakat bir çok özellikleriyle hayvanlardan farklıdır, bundan dolayı hukuku da hayvanlardan farklıdır. Şöyle ki: İnsan aynı zamanda çok özeldir, zira o Yerlerin, dağların ve Göklerin yüklenmekten korktuğu emanetin yüklenicisi olarak dünyaya gelmiştir, bunun hakkını yerine getirmekle yükümlüdür yerine getirmemesi halinde zalimlerden olur, bundan dolayı İnsan bir hayvana bakıldığı gibi değerlendirilemez, konumu onlardan ayrı olduğu gibi hukuku da çok farklıdır. Kuran’dan mealen : - Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğun)dan korktular; onu insan yüklendi; (fakat onun ağır sorumluluğunu tam kavrayamadı) doğrusu o, çok zalim, çok cahildir. 33/72

Görüldüğü gibi, Kuran’da insana getirilen tanım hayvanlardan çok farklıdır, İnsanla hayvan aynı kefeye konup değerlendirilemez. Ateistler ise insanla, hayvanı bir görmektedirler. Tabii Sellection iddiasıyla, altta kalanın canı çıksın mantığını temel prensip edinmişlerdir, bu ise insanlık açısından bir vahşettir.

FRİEDRİCH NİETZSCHE (1844 - 1990 )

Bir nihilist olan Nietzsche, Allah’ın varlığını inkar ederek “Tanrı öldü” demiştir. Allah’ın varlığını kabul etmeyen Nihilizm felsefesine göre, “bütün gerçekler bir hiçten ibarettir. Dünya hiçlikle çevrilidir. Allah diye bir şey yoktur,” hatta Nietzsche “Ahlâkın canına kıyması son ahlâki şarttır” der. Dini bir hiç sayan nihilistler, din dışı kuralları da hiçe sayarlar, bu felsefi düşüncenin temsilcisi Nietzsche (Niçe) dir. Bu felsefenin varacağı hedef, netice itibarıyla yıkıcı, kırıcı ve tahrip edeci bir haldir. Allah’a inancı olmayan insanlara güvenmek mümkün olmadığı gibi, onlardan gerçek manada yapıcı bir hal beklemekte mümkün değildir, zira inancı olmayan insanların, kötü davranışlarını sınırlayacak bir değerleri de yoktur. Felsefelerinin icabı olarak “Nefsi Emmare”lerinin kölesi olurlar. Buna örnek olarak: BERNARD RUSSEL ( 1872 - 1970 ) Allah tanımaz bir ateist olan Russel, felsefi görüş olarak aileye karşı çıkmıştır. “Serbest aşk biricik makûl sistemdir ve evlilik Hıristiyanlığın batıl inancının bir sonucudur” der. Ahlâk anlayışı olarak da “Arzunun yöneldiği şey ahlâki anlamda iyidir, arzuya aykırı olan şey ise fena ve kötüdür.” iddiasında bulunur. ( bak, Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 370-377.) Aile yıkılırsa çocuğa sahip çıkan olmaz, bu ise toplumların yıkım ve felaketi demektir. Hele arzunun yöneldiği her şeyi iyi saymak bir vahşettir, zira bir çok sadist ve zalim insan haksızlık ve saldırganlıktan hoşlanır, böyle şeyleri iyi saymak ise çirkinliktir. Allah’ı reddetmeleri de dillerinde bir yalandan başka bir şey değildir, örneğin: Feurbach, Tasavvur’da, Allah’ın varlığını kabul ediyor, fakat bunun zihinden doğan bir düşünce olduğunu anlamıyor. Şöyle ki:

LUDWİNG FEUERBACH ( 1804 - 1872 ) Din diye bir şey kabul etmeyen ve Allah tanımaz bir ateist olan Feuerbach’a göre insanın bütün amacı dünya ve dünyadaki yaşam süresiyle ilgili dünyevi menfaatleri olmalıdır.

“Feuerbach’ı ilgilendiren kesinkes bu dünyanın realitesidir. Tabiatın realitesidir; buradaki ve şimdiki insanın (zaman ve mekândaki insanın) tabiatıdır. Bu onun için biricik realitedir.

“Feuerbach bağımsız mevcudiyetini sürdüren bir Tanrının olmadığını iddia etmektedir. Tanrı en doğrusu sadece tasavvur, hayâl gücünde var olan bir şeydir,

ama gerçekte ve realitede hiçbir şey değildir.” ( bak, Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 337-338.)

Dünya hayatını amaç edinip, Allah’ın varlığını inkar eden Feuerbach bu düşüncesiyle insanı bir hiç seviyesine indirip, insanın mahiyetiyle ilgili ana sorulardan kaçmaktadır. Netice itibariyle önceleri zengin maddi varlık sahibi olmasına rağmen, yardıma muhtaç ve sefil bir halde öldü, şöyle ki:

“Feuerbach servetinin son bakiyesini de yitirir. Malikanedeki seyfiye artık muhafaza edilemez olur. Nürnberg’in yakınına taşınır” Feuerbach’ı caddedeki gürültüler, çocuk çığlıkları ve köpek havlamaları o kadar çok rahatsız eder ki, uzun yıllar doğru dürüst çalışamaz olur; sonunda toplanan vakıf paralarıyla kamu daireleriyle ve dostlarının bağışlarıyla güçlükle geçimini sağlar. Feuerbach’a birkaç kez inme iner, sonunda rûhen kendini bilmezlik içinde hayatını zelilâne sürdürür. 1872’de altmış sekiz yaşında olduğu halde ölür.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 335.)

Bu şekilde düşünen filozofların yanında metafiziğin düşünülerek bilinemeyeceğini ve vahiy bilgisinin esas olduğunu kabul eden ve filozof olarak tanımlanan kimselerde vardır. Daha önce de değindiğim gibi, bu şekilde söz söyleyen kimseler her ne kadar filozof olarak kabul edilseler de, metafiziğin öğrenilmesinde vahyi esas aldıklarından filozof değildirler, bir kimsenin filozof olabilmesi için tek dayanağının yalnız kendi şahsi düşüncesi olmalıdır. Şöyle ki:

BLAİSE PASCAL (1623 - 1662 )

Felsefe sahasında meşhur olan Pascal aynı zamanda matematik ve fen dalında da şöhrete sahiptir. Felsefi düşünce yoluyla gerçeği aramaya çaba göstermesine rağmen başarısız olunca felsefeyi ret ederek , dinsel vahyi esas alır. Hıristiyanlıktaki inanç esaslarını kabul etmeye çaba harcar, fakat Hıristiyanlıktaki vahiy söylevleri ona karanlık ve akla yatkın gelmez, buna rağmen inancın yeri akıl değil kalptir der. Halbuki Kainattaki hiçbir doğru vahyin bildirdiği doğrulara ters düşmez. Vahiy doğruysa muhakkak inanç yönünden sağlıklı bir akla ve kalbe birlikte hitap eder. Ve akılla, kalp birlikte Vahyin doğruluğunu kabul ederler. Bunun gibi, kainatta bilinen veya bilinecek olan hiçbir gerçek doğru vahiyle çatışmaz ancak onu doğrular, bunun bir fenni buluş olması veya olmaması arasında fark yoktur. Bundan dolayı inanç konusunda akıl önemli bir etkendir, ancak bilenler arasında bilgi seviyesi yönünden derece farkı olabilir, fakat her bilgi seviyesinde sağlıklı akıl normal çalışır. Sağlıklı çalışma mevcutsa; Vahiy, akıl ve kalp çatışmazlar. İnanç konusunda Pascal’ın aklı dışlaması kabul edilebilecek bir şey değildir. Bu konulardaki düşünceleriyle ilgili olarak, şöyle ki: “Pascal felsefeye her şeyden önce insanla ilgilenmesi yüzünden yönelir. Onun parolası; kişi kendini tanımalıdır biçiminde özetlenebilir. İnsanın ne olduğunu araştırmadan yaşaması müthiş bir sapıklık olur, demektedir.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 172.) “İnsan büyük olmak ister ve kendisinin küçük olduğunu görürü. Yetkin olmak ister ve kendisinin yetkinsizliklerle dolu olduğunu anlar. İnsanın kişisel varlığındaki ve mahiyetindeki bu kesin çelişki, onun kendisini çık - seçik kavramasını önler, onun tam bir bilgisizlik içinde yaşamasına yol açar. İnsan tabii

ve kendisinden kazınamaz olan yanılgılarla dolu bir yaratıktan başkası değildir. Hiçbir şey ona gerçeği göstermez. Biz sağlam bir mevki ele geçirmek için buna yönelik şiddetli bir özlem duyarız. Sonsuza kadar yükselen bir kuleyi üzerine inşa edebileceğimiz bir son ve toprak uçurumlar halinde yarılır. “İnsan, kendinden yola çıkarak hiçbir şeyi tanıyamaz.” Ben her yanda karanlıklardan başka hiç bir şey görmüyorum.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 177.)

“Pascal var oluşun Hıristiyanlıktaki yorumuna cesaret eder. İnsana Tanrının lütfûyla müyesser olan hidayette tabii kişisel varlığın kavranmazlığı saydam hale gelir. Yine de bununla güçlükler ortadan kalkmış değildir, çünkü hıristiyancı mesaj da onu tanımayacak kadar karanlıktır mumyalarla doludur. İşlenen ilk günah, her şeyden çok anlaşılmaz olan sırdır. Böylece Pascal müdrike ile sağgörüye ulaşmanın tüm imkânını sağlayan akıl değil, bir başkasıdır. Bu inançtır ve inancın yeri akıl değildir, tersine yürektir. “Kalbin, aklın tanımadığı makul sebepleri vardır.” Tanrıyı hisseden kalptir, akıl değildir. Buna inanç denir. Tanrıyı akıl için değil, yürek için duyulandır. İnanç, elbette nesnel ve kesin bilişe malik değildir. Din “emin değildir.” Tanrıyla insan arasında “sonsuz bir kaos” açılmaktadır. Tanrı “deus obsconditus” ’gizli Tanrı’ olarak kalmaktadır, besbelli İsa’dakidir. Bunun için inanç bir muhataradır ki elbette kesin bilişin özel tarzını birlikte getirir. Böylece Pascal için sonunda boyun eğmek gerçek felsefi ödev olur.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 179.)

“Bütün sağgörülü fikirleriniz sizin kendi içinizde ne gerçeği ne de selâmeti bulamayacağınız gibi bir sonuca götürebilir. Filozoflar bunu vadettiler, ama onu gerçekleştiremediler. Böylece felsefeden vazgeçiş felsefe yapmanın meşru sonudur. Felsefe ile alay etmek gerçekten felsefe yapmaktır. Bunu elbette felsefe yaparken o derece güçlüklerle çarpışan Pascal gibi biri söyleye bilirdi.” ( Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık 1993 W Weischedel Sayfa 179 - 180.) Bazı filozoflar da, metafizik konuların akıl tarafından bilinemeyeceğini söylemelerine rağmen Vahyi de ret ederler. Bunların inançları sadece kendi keyifleridir. Örneğin: Volta ire (1694 - 1788 ). “Metafizik bilinemez, yaşamın amacı zevktir. Dünya mümkün dünyaların en kötüsüdür “ der. Vahye karşı çıkmakla birlikte, Aklın, Allah’ı bilme yeteneğinin olduğunu söyler. Auguste Comte (1798 - 1857). Metafiziği ret eder, kendisi bir din icat ederek buna “İnsanlık Dini” der. Bazı şahıslara ibadet edilmesini teklif ederek bu kimseleri putlaştırır ve Auguste Comte bir ara delirir. Kant (1729 - 1804). Metafiziğin akıl tarafından bilinemeyeceğini söyler ve onun Metafizik denilen Varlık felsefesine son verdiği bazı kimselerce kabul edilmektedir. Felsefe konusunda daha birçok örnekler verilebilir, fakat netice olarak şu görülür ki, felsefe yoluyla gaybı bilmek mümkün değildir. Bu konuda fikir söyleyen her dilden ayrı bir ses çıkmaktadır. Vahyi esas almadıktan sonra, sıradan insanlarda filozofların söylediği sözler gibi birçok sözler söyleyebilirler, fakat bütün bu sözler “Zan” olmaktan öteye gidemez ve gerçeklerden çok uzaktırlar. Daha öncede belirttiğim gibi, felsefecilerin ortak bir neticeye varamadığını ve çeşit, çeşit sözler söylediklerini gören Sofist’ler, hiçbir hakikat yok deyip felsefeye bir tepki olarak karşı çıktılar. Fakat onlarda feci şekilde yanılıyorlardı, zira bizzat kendimiz ve bizi kuşatan şu muazzam kainatta her gün işlenen birçok iyi ve kötü fiiller göz önündeyken bütün bunlar manasız ve karşılıksız olamayacağı gibi, Yaratıcısız da olamaz, kainatta çok büyük bir “Akıllı Tasarım” vardır, her akıllı tasarımın muhakkak bir tasarımcısı vardır. Basitçe ifade edecek olursam, örneğin: bir bina

projesi çizmek bir akıllı tasarımdır, kaçınılmaz olarak tasarlayıcısı vardır, kainatta öyledir. Bütün bunları ve daha birçok soruyu düşünüp cevabını bulmaya çalışmadan, hakikatin varlığını inkâr ederek, hem kendi gerçeğini, hem de gözü önünde duran yaratılış gerçeğini hiçe saymak insanların söyleyeceği son söz olmamalıdır ve böyle bir durum insan aklını tatmin edip yatıştıran bir durumda değildir. Çok ibret verici bir durumdur ki, Allah’ı inkâr ellerinden gelmediğinden, doğru vahye uyup, Allah’ı tevhit’te edemediklerinden karşıt olduklarını söyleyen her iki taraf yani filozoflarla, sofistler, Allah’a şirk koşma bunalımında şaşkın vaziyette gezinip dururlar. Halen yaptıkları şeyde budur.

Şu bir hakikattir ki, yeryüzünde şu anda getiricisinin elinden insanlara değişikliğe uğramadan intikal etmiş haliyle mevcut olan tek dini kitap Kuran’dır ve Kuran peygamberimiz Muhammed’in uydurduğu bir sözde değildir. Aksini iddia edenlere tamamı gibi değil, bir kısmı gibi söz söylemeye davet ile, yapamayacakları konusunda Kuran’da ayetler mevcuttur, bu bir meydan okumadır, bu güne kadar Kuran’daki bu meydan okumaya cevap verebilen çıkmamıştır, bu demektir ki bundan sonrada kimsenin çıkması mümkün olmayacaktır. Kuran 14 öncesinden, fen ve tabiat bilgilerinden haber veriyor, bu gün fen ve tabiat bilgilerinin geldiği seviye bellidir. Bu konuda hiçbir buluş bu güne kadar Kuran’a ters düşmemiştir, bundan sonrada ters düşmesi mümkün olmayacaktır, bu durum 14 asır önce yaşamış bir insanın başarabileceği bir şey değildir, bu da Kuran’ın insan sözü olmadığını gösterir. Dünya ve Ahiret konusunda verdiği bilgileri ve bu bilgilerin uyumunu insan anladığında hayrete düşer ve muazzam bir olayla karşı karşıya olduğunu görür. Hele, Allah konusunda verdiği bilgileri ve tevhit inancını saf ve berrak olarak onun onun dışında olup, onu kabul etmeyenlerin görüşlerinde bulmak mümkün değildir. İşlediği konulara rağmen baştan sona içinde hiçbir çelişki olmaması insanı hayretler içinde bırakan başka bir olaydır. Normal insan yetenekleriyle anlaşılabilecek şekilde inmiştir, ne batını (gizli öğretisi) vardır ne de gizli saklısı o açık bir sözdür.

Allah, insanlara ne bir muamma ne de bir lâbirent indirmemiştir. Kuran doğru yolun rehberidir, anlaşılması için kendi dışında hiçbir şeye muhtaç değildir, aksi takdirde muhtaç olduğu şeyin esiri olurdu. Kuran hürdür, İslam dininin tek kaynağı ve tek rehberidir, Kuran’ı başka şeylere bağlayıp, açık veya dolaylı olarak yetersiz olduğunu söyleyenler onun ayetlerini inkar eden kimselerdirler.

Peygamberimiz son nebi’dir ve vefat etmiştir, ondan sonra peygamber gelmeyeceği gibi, Kuran’ın anlaşılmasını tekellerinde bulunduran özel şahıslarda gelmeyecektir. İsa peygamber veya başkası gelmeyeceği gibi, Mehdi adı altında iddia edilmiş hayali şahısta gelmeyecektir. Yüz senede veya bin senede bir özel şahıslar bekleyenler veya iddia edenler hayallerle uğraşan ve Kuran’la insanlar arasına engeller koyan kimselerdirler. Ayrıca, rivayetçilerin peygamber sözüdür diye ortaya koyduğu rivayetler, din tebliği bir tarafa, İslam’a ve Müslümanlara karşı bir çok hakaretler içermektedir. Bir müslümanın bunları kabul etmesi mümkün değildir. Hadis adı altında ki rivayetlerde, İslam dininin farzlarıdır diye icat ettikleri birçok doğma vardır, sonra dönüp, Kuran’ı bu doğmaların ölçüsüne vurmaya kalkıştılar, Kura^’a aykırı doğmalarını Kuran’da bulamayınca da, Kuran’ı İslam dini için yetersiz olmayla itham ederek, Kuran’ın rivayetlerine tabi olması gerektiğini söylediler. Şöyle ki: Namaz için Kuran’da olmayan belirli rekat sayıları iddia ettiler ve bununla Kuran’ın yetersizliğini öne sürdüler. Bu iddialarına bağlı olarak, örneğin: Sabah namazının farzını iki rekat rekat olarak kabul edip kılanlar Cennete gidebilirler, fakat kabul etmeyip sabah namazını altı rekat ve fazlası

kılanlar, kendilerince iddia edilmiş iki rekat farzını inkar etmiş olmakla, cehennemlik olmuş olmaktadırlar, dolayısıyla iki rekat kılanlar cennetlik beş on rekat kılanlar cehennemlik olmuş olurlar ki ibadeti bile suç işleme kapsamına koydular. Yazılarımda bu konularla ilgili olarak birçok örnek verdim. Bu gibi kimselerde en dikkat çekici hususlardan bir tanesi, Kuran’ın bir kısmını kabul edip, bir kısmını ret etmeleridir. Dinlerinin bir kısmı, Kuran’ın bir kısmıyla ilgili iken, diğer bir kısmı Kuran’dan üstün tuttukları uydurma rivayetleriyle ilgilidir. hal bu ki, Müslüman olabilmek için Kuran’ın tamamını kabul etmek şarttır, aksi davranışta bulunanlar konusunda, Kuran’dan mealen: - Biz İsrail oğullarından şöyle söz almıştık: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anaya-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz. İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin!" Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz; hala da yüz çevirip duruyorsunuz. 2/83 -“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız!” diye sizden kesin söz almıştık; göre göre bunu kabul etmiştiniz. 2/84 - Ama siz yine birbirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz; onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz, onları çıkarmak size yasaklanmış iken (çıkarıyorsunuz, sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyelerini veriyor (kurtarıyor)sunuz. Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir. 2/85 Meallerini vermiş olduğum ayetleri düşünerek, istersen tarihin birçok olayına bak, istersen bugünkü olaylara bak, Kuran’ kısmen kabul eden toplumların uğradıkları durumu, Kuran’ın belirttiği durumdan değişik göremezsin, Ahirette de durumları, Kuran’da belirtildiği şekildedir.

İslam dini açısından Kuran’ı Tek Kaynak ve Tek Rehber kabul etmemenin neticesinde şöylece bir oluşum ortaya çıktı: 1- Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devreden Kraliyet. 2- Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti uygulamalar. 3- İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar. 4- Mescit yerine, tekke ve zaviyeler. 5- Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti. 6- İslâm ümmetçiliği yerine ırkçılık. 7- Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü. 8- Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri. 9- Kabe yerine, türbelerin tavaf edilmesi. 10- Allah'a iman ve Allah’ın birliği yerine, Kutup, Gavs, kırklar, Yediler, Evtâd v.s. Telakki edilen kimseler. 11- Zekat ve Sadakalar yerine, Sofistlere vakıf tahsisi ve mali destek.

12- Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık. 13- Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum. 14- Yaratılış ve yaratıklar üzerine açık ve müspet düşünen toplum yerine, düşünceden kaçan, akletmeyen, boş hayaller kuran fertler toplumu. 15- Meşru müdafaa üzerine kurulu, af ve barışa teşvik eden İslâm cihadı yerine, haksız saldırılar ve çapulculuk. 16- Allah’ın korumasını isteme yerine nazarlıklar, muskalar, kullar v.s. den medet ve koruma ummak. 17- Allah’a istiâne yerine, kullara istiâne. 18- Peygamber yerine, Rivayet imamları, Mehdi iddiaları, şu kadar surede şu şahıs geldi veya İsa Peygamber gelecek v.s. gibisinden, insanların kurtuluş için Kûran'a umut besleme morallerini kırma amaçlı iddialar. 19- Allah’ın tevhidi; birliği yerine, kulların ilâhlık iddiaları. 20- Aklı önemseme ve kullanma yerine, aklı küçümseme ve ret etme.

21- Gayba iman yerine, gayb konusunda keyfi iddialar ve falcılık.

22- Açık ve adil İlâhi adalet yerine, zorbaların ve diktatör yöneticilerin tağuti ve keyfi kararları. Bu gibi kimselerden uzak durulması gerektiği hususunda Kûran'dan mealen: - Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir. 6/159 - Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın. 30/31 - (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar), dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip (parti) kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir. 30/32 - Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kûran ile) onlara karşı büyük cihad et 25/52

SIRAT-I MÜSTAKİMDE OLMAK İÇİN TEK SEÇENEK Kûr’an’dan mealen: - Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağut (şeytan)ı inkar edip Allah'a inanırsa, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir. 2/256 - Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. kafirlerin dostları da tağuttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. 2/257 Kuran’ı anlamak ve İslam dinini öğrenmek için olmayacak hayali ve yersiz arayışlar içine girmemek gerekir. Allah, Kuran’ı kendi dışındaki hiçbir bilgi kaynağına ihtiyaç göstermeyecek şekilde tam, mükemmel ve kolay anlaşılır olarak indirmiştir. İslam dininin öğrenilmesi için gerekli olan her şey Kur’an’da mevcuttur. Kur’an dışında kendisine yol ve İmam benimseyen ve Müslüman olduğunu iddia eden bütün hiziplere çağrım, İslam Dininde Kur’an’ın İmamlığından başka İmamlık ve Öğrettiği Sıratı Müstakimden başka yol yoktur, Kur’an’a aykırı İmamlarınızı ve yollarınızı bırakın, gelin hep birlikte Kur’an İslamında İnanç birliği sağlayalım, Kur’an İslam Dininin Tek Kaynağı ve Tek Rehberidir.