Upload
kullanmaz
View
113
Download
2
Embed Size (px)
Citation preview
Atatürk 'ün yakın arkadaşı Mehmet
Nur i (Conker), 1881 yılında Selanik'te
doğmuştur. Mustafa Kemal gibi o da
Manastır Askeri İdadisi 'ni bitirmiş
(1902), H a r p Akademisi 'nden mezun
olmuş (1904-1905), yüzbaşı olarak
orduya katılmıştır. 31 Mart Isyanı'nı
bastırmak üzere istanbul 'a yürüyen
'Hareket O r d u s u ' n a gönüllü olarak
katılan Mehmet Nuri , bu harekette
Mustafa Kemal'le birlikte çalışmış,
daha sonra M a h m u t Şevket Paşa'nın
yaverliğini yapmıştır.
1910 yılında kurmay subay olan
Mehmet Nur i , Trablusgarp Savaşı'nda
Bingazi'deki kuvvetlerin kurmay
başkanlığına getirilmiş, Balkan Savaşı
sırasında Bolayır'da yaralanmış, Birinci
Dünya Savaşı'nda Çanakkale 'de 24.
Alay'a k u m a n d a etmiş, Conkbayırı
muharebeler inde ikinci kere
yaralanmıştır. Mehmet Nuri 'ye bu
gaziliğinin bir nişanı olarak, daha
sonra Atatürk tarafından 'Conker '
soyadı verilmiştir.
Kurtuluş Savaşı başlarında Anadolu'ya
geçen Nuri Conker, 4 1 . Tümen
Kumandanlığı ve Adana vali vekilliği
görevlerinde bulunmuş, 1921'de
T B M M ' n i n siyasi temsilcisi olarak
Almanya'ya gönderilmiştir. 1923-1931
yılları arasında Kütahya, 1931'den
ö lümüne kadar da (1937) Gaziantep
milletvekili olarak görev yapan Nuri
Conker, her zaman Atatürk 'ün
yakınında bulunmuştur.
Mustafa Kemal 'Zabit ve Kumandan
ile Hasbihal ' adlı ünlü eserini, Nur i
Conker ' in 'Zabit ve K u m a n d a n ' (1914)
adlı kitabına cevap olarak yazmıştır.
Nur i Conker ' in bu ilgi çekici
çalışmasını, HasanAli Yücel'in önsözü
ve günümüz Türkçesi ile tek kitap
olarak gelecek cuma günü yine
gazeteniz C u m h u r i y e t l e birlikte
alacaksınız.
İRTİCANIN
AYAK SESLERİ
İSMET ZEKİ
EYUBOĞLU
Cumhuriyet GAZETESININ
OKURLARıNA ARMAĞANıDıR.
Ö N S Ö Z
Cumhuriyet yönetimi, sekiz yüz yıllık yarı-dinci,
yan-dindışı bir içerik taşıyan Selçuklu - Osmanlı ge
leneklerini, uygulamalarını, dünya görüşünü aşan bir
nitelikteydi. Selçuklu devlet adamı Nizamülmülk 'ün,
1080-1090 arasında kurduğu Harran, Bağdat medre
selerinin eğitimsel egemenliği sekiz yüz elli yıl sür
dükten sonra 1926'da tarihe gömüldü. Bu, uzun sayı
lan dönem içinde, Selçuklu - Osmanlı toplumu eğitim
kurumlan Avrupa ölçüsünde bir aydın, bilgin, bilge ye-
tiştirememiştir, bu olay açık, yadsınamayan, tartışıl
maz bir gerçektir. Avrupa, ilerde görüleceği gibi, Hu-
manizma - Rönesans - Reformasyon - Aydınlanma gi
bi uygarlığın değişik doruklarını oluşturan dört geli
şim evresini geride bıraktı. Oysa Osmanlı toplumu yö
netimi bunların birini bile göremedi. Toplumsal kat
manların köklerini besleyen dinci gelenek, sık sık kı
lık değiştirerek, boya değiştirerek yerini korudu, du
rumun elverişliliğine göre yüzeye yansıdı, yerin altı
na girdi, uygun örtüyü bulmakta gecikmedi. Bu du
rumda bile çağın gerisinde kalmayı sağlayacak, çağ
daş olanaklar bulmakta da güçlük çekmedi.
Cumhuriyet yönetimi, daha önceden bilimsel - dü
şünsel bir taban bulamadı, yukardan geldi, ancak
umulmadık bir çevre uygunluğu da buldu. Direnen
odakların ereği değişmedi, Osmanlıl ığın özlem duyu-
5
lan "şeriat" ı , gündemden düşmedi, son yargıyı (din ba
kımından) sünni şeyhülislamın verdiği çağlarda bile
alanlara dökülerek "şeriat isterük" diye haykıran sü
rüler, bugün daha örgütlü, daha düzenli, çağdaş buluş
lardan yararlanarak seslerini duyuruyorlar. Bu durum
sayrılığa varan, tinsel sağlığın bozulmasından kaynak
lanan bir düşünce, bir inanç bunalımıdır, toplumsal
boşalmaları gerektiren bir sayrılıktır. 1950 dönemi
Türk uygarlığı için sağıltımı bitirilmeyen bir bunalı
mın yeniden yüzeye çıkmasıdır. Osmanlı eğitimi gör
müş, ancak Avrupa buluşlarından yararlanmayı da çı
karına uygun gören, çağdaş kılıklı "beyni sarıklılar"
çok partili dönemin bir "geriye d ö n ü ş " olanağı sağla
yacağını önceden kolaylıkla gördüler, bunu devrimci,
ilerici kesim aydınları göremediler. Çok partili döne
mi isteyenlerin, Cumhuriyet ' in ilk yıllarında bile pu
suya yattıklarını, seslerini istemeyerek kestiklerini dü
şünmediler. Atatürk 'e , devrimlerine dolaylı olarak
Cumhuriyet yönetimine karşı çıkanların T B M M ' y e
girişleri, pek de iyi olmadı, özlenen barış, istenen se
vecenlik, giderilmeye çalışılan eski kırgınlıklar umu
lanı vermedi. Bu durum önden görülmeliydi, görüle
medi, nedeni de, ülkemizin Avrupa'da yaşanan dört ge
lişim, yükseliş evrelerinden birini bile geçirmeyişidir.
Avrupa bu dört büyük gelişim olayıyla geçmişini unut
madı, yapılan yanlış uygulamaların utancını yaşadı,
ancak bir daha geriye dönmek istemedi. Oysa Cum-
6
huriyct dönemini yaşayanlar arasında, önceden en yük
sek görev aşamalarında bulunanlar arasında eskinin
özlemini çekenler, devrim ışığından gözleri kamaşan-
lar az değildi, işte çok partili dönem denilen girişim
le başlayan yozlaşmanın kaynağında bu etkinlikler var
dır.
Bugün " şer ia t " isteyenler eskiden de yine "şeri
a t " isterdiler, bu özlem, bu istem gündemden düşme
di, yarın da, öbür gün de düşmeyecek, ancak içerden
başlayan çürüme sesleri anlamsız uğultulara dönüştür
mede de etkisini gösterecek. Bu toplumsal bunalımın
eğitimle giderilmesi güçleşmektedir. Türkiye'de eği
tim kurumlarının dışında, gizlilikler içinde sürdürülen,
oy toplama yüzünden üzerine gidilmek istenmeyen,
gizli kuruluşlar da vardır, ne yazık ki bunların güçlü
savunucuları, besleyicileri, koruyucuları T B M M için
dedir. Bunlar " türban" ı , " sar ık" ı başından çıkarıp bey
nine giydirmiş kimselerdir. Ancak Cumhuriyet yöne
timi, laiklik, uzun bir süreyi gerektirse bile, çağın akı
şına karşı olan bu ters girişimlerin yönetime, tümden
egemen olmasına olanak sağlamayacaktır, bu çağın,
uluslararası ilişkilerin etkinliğinden kaynaklanıyor.
Çağımızda uluslar, yönetimler, evrensel insan özgür
lüğünün denetimi altına girmiştir, çağdaş görüş ulus
ları yargılıyor, çağdaş uygarlık ulusları, yönetimleri
başıboş bırakmıyor.
7
TARİKAT GİZLİ ÖRGÜTTÜR
İslamın doğuşundan, aşağı yukarı, altmış yıl sonra
" m e z h e p " denen kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Gü
nümüzde bunların sayısı, irili ufaklı 120 (yüz yirmi) do
layındadır. Bu kuruluşlar (mezhepler) genelde us ilkele
rine, tinsel inanç birikimlerine göre ikiye ayrılır, başka
bir deyişle "akla dayanan mezhepler, imana dayanan
mezhepler". Bunları, burada uzun uzadıya anlatmanın
gereği yoktur. Mezheplerden sonra "hadis toplayıcılı
ğı "başlamıştır. Ebubekir-Ömer döneminde "hadi s " de
nen peygamber sözlerini toplamak yasaklanmış, ilk top
lanan beş yüz dolayında " h a d i s " yakılmıştır. Bundan
çok sonra, Kuran bugünkü biçimini alınca, bu ilk yasak
kaldırılmış. İlkin Buhari adlı Buharalı bir genç (doğumu
Peygamber'in ölümünden 182 yıl sonra) bu işe başlamış,
bugün en çok güvenilen kitabını düzenlemiştir. Bu ilk ha
dis toplayıcıları altı kişi olduğundan, yapıtlarına "kü-
tüb-i sitte (altı kitap)" denir, bunlar da Müslim, Sicista-
ni, Nesai, Kazvini, Tirmizi adlarıyla anılır. İşte bunlar
dan sonra, birden bire, yine İran kökenli tarikatlar, yer
den ot bitercesine çoğalmaya başlamış, günümüzde dört
yüz (400) dolaylarına varmıştır. Bu kuruluşların, günü
müzde, ülkemiz için en sakıncalısı Nakşibendilik dene
nidir, on bir kolu vardır (şimdi çoğalmaktadır), bunun ku
rucusu İranlı Bahaeddin Nakşibend'dir, ailesi İslamdan
önce Zerdüşt inançlarına bağlıydı.
9
Nakşibendilik görünüşte koyu İslamcı (şeriatçı), içe
rik bakımından ise lslamla yetinmeyen, Islama kendi an
layışına göre bir yorum getiren, dahası yeni bir İslam di
ni kurmayı amaçlayan bir yapıdadır. Bu kuruluş tapım
(ibadet), gelenek, uygulama bakımından ancak görünüş
te Müslüman sayılabilir. Osmanlı imparatorluğu döne
minde bütün ayaklanmalara öncülük eden bu kuruluştur.
Bunun iki kanadı vardır. Birincisi devleti dışardan yönet
mek, devlet kurumlarında kendi inançlarına uygun dav
rananları görevlendirmektir. Nakşiler, değişik vergiler
den oluşan hazineyi (Osmanlılar'da mali işleri kapsayan,
" b ü t ç e " denen birikimi kuran odak) " h a r a m " saydıkla
rından aylık (maaş) almak istemezler. Onlara göre ver
gilerin içinde azınlıklardan (Müslüman olmayan yurttaş
lardan) alınan vergiler yasaklıdır, İslama göre davran
mazlar. Bu nedenle Nakşiler, kendi şeyhlerinin denetim
leri altında alış-verişle uğraşmayı, çok kazanmayı yeğ
lerler.
Nakşiler, eski Zerdüşt inançlarına göre üçgen bi
çimli başörtüsü kullanırlar (erkekleri de, dişileri de), bun
lar İran'da çarşaf giyerler (kadınlar), Arabistan yörele
rinde, Arapça konuşulan ülkelerde tepeden ayaklara de
ğin inen bir üstlük giyerler, buna kimi yerde "c i lbab" de
nir. Arapçada " p " , " ç " sesleri olmadığından "çarşaf",
" p e ç e " sözcüklerini söyleyemezler. Bu iki örtü biçimi,
yanma "cübbe"yi de alarak Süryani inançlarına karış
mış, bir söylentiye göre de onlardan yayılmıştır (Sürya-
10
ni inançları İslamlıktan öncelere dayanır). Islamda "din
adam l a n " diye özel bir topluluk olmadığından, bu tür gi
yimler de yoktur.
Nakşibendilikle Yesevi Tarikatı'ndan gelen, deği
şik Şaman uygulamaları olduğundan, bir Şaman başlığı
olan "sarık"ı da benimserler, ancak bu başlığın dilimle
ri iç içedir, yan yana değil. Nakşilerde kadın eli sıkmak,
kadınla konuşmak (kendi evinin dışında), ekmeği bıçak
la kesmek, sandalyede oturarak yemek yemek, nasıl ke
sildiğini bilmediği hayvanın etini yemek yoktur. Onlara
göre ancak "lslami usule uygun kesim" geçerlidir, bu
yüzden Nakşiler bilmedikleri, tanımadıkları kasaplardan
et almazlar. Nakşiler beş "vakitnamaz" dışında, gece ya
rılarına değin süren başka namazlar da kılarlar, bu onlar
için bir " iç arınması" sayılır. Nakşiler, hangi koşullar al
tında olursa olsun, cuma günleri evlenirler, önce Kuran
okunur, " imam nikâhı" kıyılır. Nikâh kıyacak imamın
da bu tarikattan olması gerekir. Öte yandan Nakşilerde
sakal gereklidir, yuvarlak biçimli olmasına ilgi gösteri
lir. Nakşiler, şeyhlerinin mezarını, türbesini görmeye git
tiklerinde sakallarından birer kıl koparır mezar toprağı
nın içine koyarlar, bu, şeyhe toprak oluncaya değin bağ
lılık anlamına gelir. Nakşilerde, yakınlarından birisinin
öldüğü gece, evde ya da tekkede toplanılır, kırk bin, ya
da yetmiş bin "tevhid" çekilir (şeyh yerinde oturur, bin-
bir taneli teşbihini alır, her tevhidde birini çeker, ya da
özel kapta bulunan ince taşları birer birer öteki kaba ak-
11
tanr). Burada toplananlar kırk ya da yetmiş kişi olmalı
dır. Böylece her biri bin tevhid (lâilâheillallah) çeker, sa
yı eksiksiz uygulanır. Nakşibendilik'te evlenmeler de
kendi aralarında sürdürülür, bir nakşi genci yine nakşi
olan bir gençle evlenmek ister, kutlu sayılır. Nakşiben-
dilerde ramazan ayından sonra da oruç tutulur, kimileri
üç zeytinle orucunu açar (iftar eder) sonra yer, tekkeye
çekilir.
Bu kuruluşun en yaygın olduğu yöre Doğu Anado
lu'dur. Ağrı, Van, Erzurum, Erzincan, Malatya, Diyarba
kır, Gümüşhane, sonraları Konya yörelerinde yoğunlaş-
tılar. Bu kuruluşa göre Islamda bulunmayan (başlangıç
ta) tüm araçlar, gereçler yasaktır (haramdır), bu neden
le koyu Nakşibendiler evlerinde radyo, televizyon bulun
durmak istemezler. Bu kuruluşun başka bir özelliği de
tüm eylemlerinin büyük bir gizlilik içinde sürdürülme
sine özen göstermektir. Bu kuruluşa bağlı kimseler, özel
likle, yoksul çevreleri seçer, onlara yardımcı olur, giye
cek, yiyecek, yakacak verir, parasal bağışlarda bulunur
lar. Bütün sorun sözünden dönmemek, kuruluşun öngör
düğü yaşam biçimini benimsemek, kendini çevreden so
yutlamaktır. Bir Nakşibendi dervişi (gizlidir) çevresin
de kendi gibi düşünen, inanan yoksa oradan uzaklaşma
ya çalışır, kimseye sezdirmek istemez.
Nakşibendilerin geceleri, gizli ev toplantıları da var
dır, bunları özellikle kadınlar kendi aralarında düzenler,
erkekler tekkeye giderler. Bu nedenle kadınların bu ku-
12
ruluştaki etkinlikleri sanıldığından çoktur. Nakşibendi-
ler, azınlıkta oldukları camilere de gitmeyi sevmezler.
İnanmış bir Nakşibendi için bilim, şeyhin sözlerini bel
leğe yerleştirmek, önerilerini, isteklerini eksiksiz yerine
getirmektir, bunları yapamayan kimseye eksik anlamın
da "noksan" denir. Nakşibendiler yürürken, yere bakar
lar, selamlaşmaları da sağ ellerini göğüslerinin üstüne ge
tirmekle olur. Bir Nakşibendi için başını eğerek selam
vermek saygısızlıktır, baş yalnızca şeyhin önünde eğilir.
Bu yüzden Nakşibendi gençleri askerliği sevmezler. Bir
Nakşibendiye göre ölüm cezası kılıçla boynun vurulma
sı sonucu uygulanır, kılıç yoksa gelişigüzel bir araçla
baş kesilir. Başı kesilen kimse "dins iz" sayılmışsa başı
yerde top gibi biraz yuvarlanır.
Bir ulus Nakşibendi inançlarına göre yönetilmiyor-
sa, Şeyh Bahaeddin Nakşbend'in düşünceleri uygulan
mıyorsa orası "darülharb" sayılır, orada Nakşibendi der
vişi gizli bir savaş içindedir. Nakşibendilik'te "z ikr" de
nilen özel tören geçerlidir, bunu yalnızca " şeyh" yöne
tebilir. Bir yörede " şeyh" yoksa, orası "gurbef'tir. Ki
mi Nakşibendiler namaz kılarken avuçlarını açarak sec
deye varmazlar, ellerini yumarak yere koyarlar. Bu da in
sanın iki avucunda, eski sayılarla " 1 8 " , " 8 1 " sayıları
nın bulunması, ikisinin toplamı olan " 9 9 " u n da Tanrı
nın adlarını (esma-i hüsna) yansıtması nedeniyledir. Sü
leyman Hilmi Tunahan böyle namaz kıldırırdı.
Bu tür yorumların başlıca kaynağı, tarikatın kurul-
13
duğu yörede yaşayan geleneksel inançlardır. Eski inanç
lar yeni dine biçim değiştirerek girer, büsbütün ortadan
kalkmaz. Nitekim, İran uygarlığı pek ileri bir ortamda
doğamayan Islamm karşısında köklüdür, eskidir, büyük
başarıların ortaya konduğu bir alandır. Islamın getirdik
leriyle İran'da ortaya çıkan eski uygarlık ürünleri karşı
laştırılamaz, İran'ın insanı şaşırtan bir üstünlüğü vardır.
Çölde çadırlarda yaşayan Arap topluluklarıyla, İran'da
Persopolis saraylarını kuran uygarlık düşünülsün. Tüm
sanat alanlarında büyük gelişmeler gösteren İlkçağın
İran'ı gözler önüne getirilsin. Bu karşılaştırma islam
inançları bakımından iç açıcı değildir. Islamm kılıca da
yanarak benimsetmek istediğini İran sanat yoluyla, çok
kolay başarmıştır, ilkçağda, IÖ onuncu yüzyılda bile Iran
sanatı Anadolu'yu, özellikle Urartuları etkilemiş, Babil-
Asur-Sümer uygarlıkları karşısında verimli bir Iran uy
garlığı yer almıştır.
Iran bu eskiliği köklülüğü dolayısıyla islam inanç
ları karşısında eski uygarlığıyla kendini savunmuş, ko
rumuştur. Nitekim, daha yedinci yüzyılın bitiminde, es
ki Iran-Hind düşüncesi Islamı etkilemekten geri kalma
mıştır. İran'ı ele geçiren Arap orduları ummadıkları bir
uygarlıkla yüz yüze gelmiştir. Bu şaşırtıcı olayı Islam-
dan dokuz yüz yıl önce Büyük iskender yaşamış, öcünü
Iran saraylarını yıkmakla, yakmakla almaya çalışmıştır.
Iran, gelişen islam karşısında gerilememiş, eski inanç
larının boyasını değiştirerek yeni bir birikim ortaya koy-
14
muştur. Bu, yeni bir buluş değildi, köklü eskiyi yüzey
sel yeninin önüne çıkarmaktı. Iran bunu beslediği sayı
sız tarikatla başarmıştır, tslamı özünden vuran, içeriğini
yorumlarla değiştiren üç büyük kuruluş İran kökenlidir.
Bunlar da kısa sürede Anadolu'yu etkilemiş, bambaşka
bir İslam ortaya koymuştur. Mevlevilik, Kadirilik, Nak
şibendilik gibi birbirinden ayrı içerikler taşıyan üç bü
yük tarikatın kurucuları İran kökenlidir. Mevlana Celâ-
leddin, Bahaeddin Nakşbend Abdulkadir Geylani köken
olarak İranlıdır. Nitekim bu üç tarikat incelendiğinde, öz
olarak îslamla bağdaşmayan bir durumla yüz yüze geli
nir. Müzikli, sema'lı, içkili, resimli, insan-Tanrı özdeş
liğine inanan Mevlevilik'le koyu şeriattan yana olan İs
lamlık hangi inanç ortamında bağdaşabilir, diye sorsak
yanıtsız kalırız. Kadirilik'te inançlarla, Tanrıdan sonra
Abdulkadir Geylani'ye inanmanın, onun yolunda gitme
nin gereğini savunan, islam inançlarını Abdulkadir Gey-
lani'nin düşünceleriyle yoğurarak yeniden biçimlendiren
bir anlayışla kesin, değişmez koşulları olan İslam inanç
larını bağdaştırma, uzlaştırma olanağı yoktur.
Bu karşıt durumlar, İran uygarlığından, eski İran
inançlarından, Zerdüşt uygulamalarından kaynaklanı
yordu, değişen yalnız yüzeysel olandı. Bunlara bir de Şi-
ilik'in yeniden yoğurduğu, yeni bir İran dini durumuna
soktuğu Islamı katabiliriz. Şiilik girdiği yerde, kendine
uygun "yeni islam' yaratmakta gecikmemiştir. Osman
lı Devleti, aralıklı olarak Şiilikle yüz elli yıl savaşmıştır.
15
Şaşılası bir olaydır, Osmanlı'nın dinsiz (rafizi) saydığı,
yüzelli yıl savaştığı, binlerce baş kestiği Şiilik, 1950'den
sonra, kısa bir sürede, tarikatlar yoluyla Anadolu'ya ya
yılmış, toplumun en yüksek kesimlerinde yandaş, savu
nucu bulmuştur. Bugün gericilik (irtica) diye nitelenen,
gizliden gizliye toplumsal kurumlara bile yerleşebilen
uygarlık dışı kuruluşların tran yanlısı olduğu kanıtlarıy
la sergilenmiştir. Peçe, çarşaf, aşırı şeriat yandaşlığı İran
kökenlidir. Peki, Osmanlı'nın Müslüman saymadığı, şey
hülislam fetvalarıyla "dinsiz", "katli vacib" saydığı bir
din günümüzde Ìslam kavramının içine hangi yolla, han
gi yorumla sokulmuştur? Bu araştırmaya değer.
Tarikatlar, yasaklanmadığı dönemlerde bile "birer
gizli örgüt" niteliğindeydi. Şimdi şaşılacak bir örnek ve
relim: Osmanlı sultanlarının ilk üçü Ahilik yandaşıydı
(Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murad) ondan sonra
yalnızca Birinci Abdulhamid'le Dördüncü Mustafa Nak
şibendi kuruluşuna bağlıydı. Osmanlı Devleti'nin geri
leme, dağılma, çözülme dönemi bu padişahlar çağında
hızlanmıştı. Osmanlı padişahlan içinde Kadirilik'le ilgi
si olanı yoktur. Osmanlı Devleti döneminde, yalnız İs
tanbul'da 65 Kadiri tekkesi, 95 Nakşibendi tekkesi var
dı. Bugün de, Nakşibendilik'in, ülkemizde en yaygın ol
duğu illerin başinda İstanbul gelmektedir. Yine geçen
yüzyılda İstanbul'da çalışan tekkelerin sayısı 450 idi (bk.
Enver Behnan Şapolyo: Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi,
1964). Günümüzde de, İstanbul'un durumu başka değil-
16
dir. Bu tekke sayısı, Türkiye genelinde alınırsa binin üs
tüne çıkar, gizli tekkelerin en yaygın olduğu iller arasın
da Konya, Erzurum, Erzincan, Ankara birbirinden geri
kalmaz. Durum böyleyken, gericiliğin kaynaklarını baş
ka yerlerde aramanın, hangi komşu devletle bağlantılı ol
duklarını soruşturmanın gereği yoktur. Bu tarikatların
içerikleri, uygulamaları iyice araştırılırsa, islam inanç
larından çok Iran kökenli geleneklerle bağlaşımlı oldu
ğu kolayca aydınlatılabilir. Ülkemizde toplumsal sarsın
tılara yol açan olayların kökenlerine inildiğinde, hepsi
nin arkasında Nakşibendilik'in öncü olduğu çok kolay
lıkla görülür. Bu kuruluş, gizli çalıştığından, çok deği
şik uzantılar gösterir, nitekim Süleymancılık, Nurculuk,
son dönemlerde Aczmendilik hep bu kuruluşun dalları
dır. Nakşibendilik'in özelliklerinden biri de çevreye uy
maktır, yöresel görüntüler içinde varlığını sürdürmektir.
17
TURBAN ÇIKMAZI
Bilen, bilmiyor konuşuyor şu " türban" denen başör
tüsü konusunda, oysa türban gerçekte başörtüsü değil
dir, erkeğin kullandığı sarıktır, çağdaş uluslar arasında,
bu giysiye kadın başörtüsü diyen yoktur. Alman dilinde
" türban" sözcüğü "Doğu erkeklerinin başlığı, sank" an
lamındadır, ünlü sözlük bilgini Kluge'nin "Etimologisc-
hes Wörterbuch der Deutschen Sprache" de böyle ya
zar, bunun Farsça "dulbend"ten türediğini söyler. Şem-
seddin Sami, ünlü "Kamus-i Fransevi"sinde bu sözcü
ğün Fransızcaya Farsçadan,"dulbend"ten geçtiğini "sa
rık, imame, lale" anlamına geldiğini bildirir (lale, sarık
biçimli bir göğüs askısıdır). Yine Şemseddin Sami'nin
ünlü "Kamus-i Türki"sinde böyle bir sözcük yoktur, an
cak yakın yıllarda, bu ünlü yapıtı bugünkü Türkçeye ak
taran, Prof. Dr. Mertol Tulum başkanlığında bir kurul,
bu yapıtta bulunmayan " türban"ı ona eklemiş, " ince tül
den yapılmış kadın başörtüsü" yorumunu getirmiştir, bu
hangi bilimsel ahlak kuralına uyar bilemeyiz, italyanca,
Ispanyolcada " turbante" diye geçer, erkek başlığı diye
açıklanır. Prof. Fahir Iz'in düzenlediği tngilizce-Türkçe
sözlükte " türban" kadın başörtüsü anlamında açıklanır,
bu yenidir, " t ü r b a n " m kadın başlığı anlamında alınma
ya başladığı evrelerden sonradır. Arapçada " türban" top
rak anlamına gelen " turab" ın çoğuludur (topraklar), bu
nun "t i rban" biçiminde söylenişi de vardır. Osmanlı dö
neminde " türban" yoktu, bilinmiyor.
19
Bu kısa açıklamadan sonra olayın özüne girmeye,
hangi amaçla yaygınlaştırıldığını anlamaya çalışalım.
Türbanın dinle, Islamla, kadınla bir ilgisi yoktur. Bu baş
lık, ülkemize 1960'h yılların ardından, örtülü bir düşün
ceyle girmiştir, İran kökenlidir, ancak Iran dilinde böy
le bir anlamda kullanılmaz, söylenişi Batı kaynaklıdır.
Türban, kadın başörtüsü değil, bir "tarikat" simgesidir,
özellikle Nakşibendiler arasında tutunmuştur, üstelik an
lamı bilinmeden. Kırsal kesimlerde, yurttaşlarımız bu
nun ne adını, ne de kendini bilirler.
Islamda örtünme vardır, ancak kadının başörtüsünün
biçimi, boyası, örtünüş biçimi belirtilmemiştir. Kuran'm
"Ahzab Suresi"nde kadınlar için "örtünün, iffetlerinizi
koruyun" denmektedir. Bundan da, başörtüsünün bir ko
runma aracı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yine Ku
ran 'm " N u r Suresi"nde, "örtünün, başörtülerinizi iki
yakanızdan aşağı sarkıtın" anlamında yorumlanan bir
bölüm vardır, orda da renk, biçim belirtilmemiş, yalnız
ca " ö r t ü n m e " söz konusu edilmiştir. Örtünme, islam di
ninde önemli uygulamalardan biridir, ancak belli bir bi
çimi, başörtüsünün toplumsal bir belirleme anlamının
gündeme getirilmesi söz konusu değildir. Islamda ör
tünme açık bir korunma aracı olmaktan öteye geçemez.
Örtünmeyle ilgili hadisler (Peygamber sözleri) çoktur,
ancak onlarda da kesin, tüm kadınların benimsemeleri
gereken belli kesin bir biçim, dahası bir "üniforma" ni
teliği yoktur. Öte yandan "türban" bir "islam örtüsü" an-
20
lamında da yorumlanamaz, nitekim günümüz Arabis
tan'ında bu biçimde yaygın bir örtü uygulanmıyor.
Şu soru çok önemlidir: "Türban" bir "İslam örtü
sü" diye anlaşılırsa, öyle anlaşılması gerekirse, bu örtü
uygulama alanına konmadan önce Türk kadınları "Müs
lüman" değil miydi? Öyle sayılmayacaklar mı? Peygam
ber döneminde böyle bir örtü var mıydı? Varsa adı ney
di? Araplar o çağlarda buna ne derlerdi? Bu sorunun bi
ricik yanıtı, ağzını öteye beriye çekerek saçmalamaktır.
" T ü r b a n " m îslamla, Islamın böyle bir örtüyle ilgisini
saptamak için bu dini birazcık bilmek, öğrenmek gere
kir.
İslam dininde "sar ık" yoktur, nitekim Arap dilinde
"sar ık" anlamına gelebilecek bir sözcük yoktur, Pey
gamber çağında "sarık" bilinmezdi. Bu başlık Emevi-
Abbasi döneminde, halife saraylarında, konaklarında
bekçi, gözcü (muhafız) olarak görevlendirilen Şaman
inançlarına bağlı Asya Türkleri aracılığıyla Müslüman
lar arasında yayılmıştır, "sarık" bir Şaman başlığıdır,
Şaman "yoğ/yuğ" törenlerinden kalmadır.
îslamda, başlangıçta örtünme gerekimi yoktu. Pey
gamber, kadınları, arkadaşları, eşleri Mekke'den Medi
ne'ye göçerken, yolda karşıt inançlılar kadınlara sözle sa
taşmışlar, bunun üzerine Îslamda örtünme gereği öngö
rülmüş, bir söylentiye göre olay böyle başlamıştır. An
cak Arap dilinde " p " , " ç " sesleri olmadığından " p e ç e " ,
"çarşaf" da yoktur, bu sözcükler sonradan Farsçadan
21
alınmıştır. Bu nedenle Araplar bu örtüleri bilmezler, ad
larını bile söyleyemezler. Bugün, ülkemizde tartışma ko
nusu yapılan, öyle sürdürülen, sürdürülmesinde yarar
görülen bu örtünün de, onu kullananların da islam dini
nin özüyle en ufak bir ilgisi yoktur. "Türban inanç ara
c ı " olamaz, bunun karşıtı Islamın özüne aykırıdır. Bu ör
tü dine sonradan sokulmuş bir sapmadır (bid'at), başka
bir anlamı, yorumu yoktur.
islam dini kadınlara, kızlara toplumsal kurumlarda,
kesinlikle yer vermemiştir, erkeklerle eşitlik tanımamış
tır. Nitekim İslam uygulamalarına göre kadın müftü ola
maz, imamlık edemez, minareye çıkıp ezan okuyamaz,
kaymakam, vali, bakan, dahası kamu kurumlarında gö
revli olamaz, kadının başlıca görevi evinin içindedir, eşi
ne bağlılıktır. Peki, "türban"ı bir inanç simgesi sayan kız
ların yükseköğretim kurumları, İmam-hatip okullarında
ne işleri vardır? İslam dininin, Kuran'ın kendilerine ver
mediği bu yetkileri nereden, kimden alıyorlar? İslamın
kaynağı olan Kuran'da böyle bir yetki tanınmazken, Tan
rı böyle bir bildiri, buyruk vermemişken, Tanrı'nın yap
madığını, yine Tanrı adına yapmaya kalkışmak dinle bağ
daşır mı? İslam dinine göre Tanrı'nın buyurmadığını,
Tanrı buyurmuş gibi göstererek, Tanrı'ya başka bir nite
lik yüklemek suç değil mi? (Üstelik çok ağır suç.) Sıkı
şınca "Ben inancım gereği türban takmıyorum" diyen
bu yüksekokul öğrencisine soralım: Kızım sana Tanrı
toplumsal kurumlarda, erkekler arasında görev alma yet-
22
kisi verdi mi? Bu sorunun yanıtım üniversiteli kızımız
değil, Ìslam bile veremez. Bunun yanıtını Kuran'la, İs-
lamla yetinmeyen, İslamın özüne aykırı düşen uygula
malarla toplumsal inan bunalımı yaratarak çıkar sağla
yan Nakşibendi yandaşı verebilir, o da Müslüman sayı
lırsa.
îslamda "fırka" (şimdi parti deniyor) yoktur, ger
çek bir Müslüman "parti/fırka" kuramaz, bölücülüktür,
araya ikilik sokmaktır. Oysa İslam bütüncüldür, evren
seldir. Peki, Kuran'm uygun görmediği, suçladığı bir gi
rişimle, bir kurum oluşturmak (parti kurmak) hangi din
sel ilkeye, kaynağa dayanıyor? Bu da yanıtsızdır.
Bir din, doğuşundan 1400 yıl sonra sürekli tartışma
lara konu oluyorsa ona bağlanmak us ilkelerine aykırı
dır. Us, kendi ölçüleri içinde, kesinlik, tutarlılık ister.
Cenneti sevmem için cehennemi önüme süren bir dinde
sevecenlik, insan değerlerine saygı yoktur. Bu tutum, ço
cuklara acı ilacı içirmek için bardağın kıyılarına bal sür
meye benzer. Dinde yeterlilik duygusal eğilimler üzeri
ne kurulursa, zaman akışı içinde, duygulardan daha hız
lı bir değişme ortaya çıkar. İslamı anlamak, İslamın dü
şünce tarihindeki yerini, başarılarını saptamaya dayanır,
başına İslamla ilgisi olmayan bir örtü çekmeye değil. Ül
kemizde, İslamı anlamak için başka dinlerin okutulma
sı, onlarla İslam arasındaki görüş ayrılıklarını, ortak so
runları öğrenmek, tartışmak gerekir. Nitekim bilgelik,
iyilik, güzellik, doğruluk, erdem, yardımseverlik, ağır-
23
başlılık, eşitlik, sevgi, saygı gibi evrensel insan değerle
ri bütün dinlerde vardır, bunları Islamın özel bir buluşu
diye göstermek yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Ülkemizde
1950'den bu yana yapılan, uygulamaya konan da budur.
Burada, özellikle Cumhuriyet yönetiminin getirdiği ye
niliklere, onun kurucusunun kişiliğinde saklı devrimci
liğe karşı bir eziklik söz konusudur.
1950 yönetiminin kurucularının hepsi yerdikleri ku
ruluşta, daha önceden, yüksek görevlerde bulunmuş yet
kililerdi. Halkımız, onların eskiyi suçlamaları karşısın
da, kendilerine soru sormayı bilmiyordu, onlara "Yerdi
ğiniz: kötülükler yapılırken siz yüksek görevlerde değil
miydiniz?" demeyi bilmiyordu. Onlar da bu durumdan
çok iyi yararlanmayı bildiler, halkı sömürdüler, yozlaş
m a n ı n ilk adımlarını atmanın yakışıksız örneklerini ver
diler. Bilgisizlik karşısında sorumsuzluğu gizlemeyi çok
iyi becerdiler.
Bugün, İslam inançları adına, " türban"ı savunanla
rın hangisinin anası,bacısı, ninesi köyünde bu örtüyü
kullanmıştı? Dahası bu yüksek yetkililerin hangisi bu
sözcüğün açık anlamını, kökenini, geliş yolunu biliyor?
İşte burada çok açık seçik bir yozlaştırma vardır. İlkin
şunu bilmek gerekir: Bu örtünün İslamla, dinle, inançla
en ufak bir ilgisi yoktur, vardır diyenin İslam inançları
nı öğrendiği, bildiği söylenemez.
Günümüzde İslam inançlarının yaygın bir tartışma
konusu olduğu açıktır. ' kullara konulan "din dersleri"
24
bunun açık kanıtıdır. Soralım, hangi dinin dersleri? Han
gi ahlak öğretisi? Üstelik konunun daha gülünç yanları
gözlerimin önünde sırıtmaktadır. İslam dininde Hanefi,
Hanbeli, Maliki, Şafii olmak üzere dört "Sünni mez
h e p " , bir de "Şii mezhebi" vardır. Bunların uygulama
ları birbirine benzemez. Sözgelişi Maliki inançlarına gö
re köpek "temizdir" içtiği suyla aptes alınır, oysa Hane
fi inançlarına göre bunun tersi geçerlidir. Şimdi bu dört
"Sünni mezhep"te namaz, oruç, zekât, hac, tüze (hu
kuk) birbirine uymaz, hepsinde başka başkadır. Oysa
hepsi de Kuran'a dayandığı kanısındadır. Sözgelişi bir
Şafii inancına göre aptes almış bir erkeğin eteği kadının
giysilerine değerse aptes bozulur. Peygamber'in bir "ha-
dis"ine göre namaz kılarken, bir erkeğin önünden do
muz, eşek, kadın geçerse namaz bozulur. Burada, kadı
nı çok yücelttiği söylenen, savunulan bir dinin kadına
hangi gözle baktığı açıktır.
"Türban" gerçekte bir din sorunu, örtünme sorunu
değildir, kimi çıkar odaklarının, özellikle " tar ikat" de
nen sömürücü kuruluşların yarar aracıdır. Başka bir an
lamda, bu örtü, çağdaş toplumda bir aşağılık duygusu
nu gizleme aracıdır. Bize kalırsa, bu konuda bir "ruhsal
bozukluk" gündemdedir. Nitekim tarihte, özellikle top
lumsal bunalım dönemlerinde, böylesine "ruhsal denge
sizlikler" in yaygınlığı çok görülmüştür. Gençler toplum
sal doyumsuzluğa uğramıştır, hepsinde bir gelecek kor
kusu, yaşam kaygısı vardır. Bu kaygı, bu korku gençle-
25
ri güvensizliğe, doyumsuzluğa sürüklemiştir, burada din
erek değil, gereçtir.
Duvarlarda, alanlarda "Kurtuluş İslamda" söylem
leri içeren yazılar görülür. Şimdi hangi kurtuluş, İslam
kimi kurtardı? sorusunu sorarsak şaşkınlık verici durum
larla karşılaşırız. Bugün, yeryüzünde, bir milyar dolayın
da Müslüman halkın yaşadığı söyleniyor. Bunlar arasın
da, Tanrı'nın kendisine verdiği yeraltı kaynaklarını, zen
ginliklerini kendi ürettiği araçlarla işleten, işletebilen bir
İslam ülkesi bilinmiyor. Ortadoğu bunalımlarının başlı
ca nedeni de bu yeraltı kaynaklarıdır, "petrol" denen bü
yülü nesnedir. Bakalım Suudi Arabistan, Körfez Emir
likleri, Kuveyt, Cezayir, Pakistan, İran, Afganistan, Mı
sır gibi.çoğu "petrol zengini", sayılan ülkelerde çağdaş
bilimin, tekniğin değil yanında, arkasında bile yürüye
cek topluluk (İslam) bilinmiyor. İngiltere, Amerika, Al
manya, Fransa, İtalya ile öteki Avrupa ülkeleri bu İslam
topluluklarını öylesine kolay, öylesine ucuzundan sömü-
rüyor ki Tanrı'ya inanmış bir kimsenin buna güleryüzle
bakması olanaksızdır.
Bugün, dünyanın Müslüman ülkeleri arasında, ken
dini kurtarmış, özellikle kadın sorunları konusunda hep
sinin önüne geçmiş ülke Türkiye'dir, Atatürk devrimle
ridir. Oysa, çağdaş yetkileri kazanmış kadınlarımızın
başlarına bu niydüğü belirsiz örtüyü çekerek devrimle
re, Atatürk'e karşı çıkmaları tinsel bir bunalım dışında
açıklanamaz. "Türban" dışa vurmuş, içerikten yoksun,
26
görünüşü kurtarma, başkalarını kandırma aracı olmak
tan öteye geçemez, bu nedenle bir inancın değil, kayna
ğı yeterince açıklanamayan bir bozukluğun, dengesizli
ğin simgesidir. Bu dengesizlik kişisel bilinç yetersizli
ğinden kaynaklanıyor.
İslam bilime büyük önem verir diyenlerin de, ner-
deyse hepsi yalan söylüyorlar, kavramsal kandırmacalar-
la çevreyi oyalıyorlar. Şöyle: İslam bilime, sanata büyük
önem veriyorsa hangi İslam ülkesinde çok gelişmiş bir
fizik, tıp, kimya, gökbilim, teknik; felsefe, resim, yontu,
müzik, seramik, tiyatro, bale gibi yaratı türlerinde göz
doldurur bir ilerleme, bir başarı vardır?
"Türban"ın gerçekte bir inanç sorunu olmadığını
vurguladıktan sonra, bu aracın kadınları savunma, koru
ma amacını gütmediğini, eskiye, yıpranmışa, günü geç
mişe, değerden düşmüşe yönelmenin simgesi olduğunu
da söyleyebiliriz. Bu örtü bir saygı, sevgi aracı değil, bir
üstünlük sağlama, toplumda gösterişe, görünüşe yöne
liktir demekte bir çelişme, sakınca yoktur. Bu örtü yeni
liğe, çağdaş uygarlığa karşı sinsi bir direnmenin görün-
tüsel örneğidir. Bir yandan Islamın bütün kurallarına uy
mayı, İslama uygun bir yaşam biçimini savunacaksın, öte
yandan İslam ülkelerini bir sömürü odağı diye gören, aşa
ğılayan, ezen, küçümseyen Batı uluslarının en ileri bu
luşlarından yararlanacaksın, buna "İslama hizmet" adı
nı koyacaksın. Peki, "Hıristiyan Batı Kulübü" bu çağ
daş araçları yapıp satmasa, bizimkiler îslamı neyle sa-
27
vunacak, ona neyle "hizmet" edeceklerdi? Yoksa "İslam
hizmetsiz" mi kalacaktı? Bunları savunanların ne denli
tutarsızlık içinde yuvarlandıklarını görmek kolaydır, siz
onların söyledikleriyle yaptıklarını, önerdikleriyle uygu
ladıklarını karşılaştırın düşünsel yozlaşmanın eşsiz ör
neklerini görmekte güçlük çekmezsiniz?
"Türban" konusunda başka bir yutturmaca daha var:
Bu örtü kadının değerini yükseltiyor, ona toplumsal ki
şilik kazandırıyor. Yalanın böylesi, tinsel denge bozuk
luğunu vurgular. İnsanlar, kadınlar "türban"dan çok ön
ce vardı. İslam inançları bu örtüden bin dört yüz yıl ön
ce doğmuştur, yirmi otuz yıldır bu başlık kullanılıyor.
Öyleyse daha önceden kadınların değeri, kişililiği yok
muydu? Görülüyor, konuya ne yandan bakılsa, ne yan
dan yaklaşılsa, insan değerleri adına, utanç verici görün
tü sergileniyor.
insan denen varlık, ister erkek, ister dişi, başkasına
giydiğiyle, omuzlarına astığıyla değer kazanmaz, değer
günlük giysilere benzemez, onlarla ölçülmez, değer in
san varlığının özüyle ilgilidir, kılığıyla değil. Bu neden-
le,"türban" giyen daha çok değerli, giymeyen daha az
değerlidir demek çılgınlığın, bilinç bulanıklığının başka
bir göstergesidir.
Burada, yine örtünmeden kaynaklanan, bir kadın de
ğeri, kadına saygı sorunu gündeme geliyor. Aşırı dinci
lere göre İslam dini kadına, ana olarak tarihte görülme
dik, benzersiz bir saygı kazandırmıştır. Bu da bir kandır-
28
maçadır. Ana olan kadına gösterilen saygının kökenin
de " a n a " niteliği yatmaktadır. "Ana saygısı" Ìslam
inançlarından binlerce yıl öncedir, islamlıkla ilgisi yok
tur. Sözgelişi, bugün elimizde, anaya gösterilen saygının
somut kanıtları olan yontular vardır. "Kubaba" , "Kübe-
l e " bir "ana-Tanrıça"nın adıdır, 10 7000 (yedi bin) yı
lından kalma, topraktan yapılmış yontular vardır. Ona
adak sunulur, adına törenler düzenlenir, saygı gösterilir
di. Bu Tanrıça evin, kadının, çocukların koruyucusudur.
Saygınlığı da bu koruyucu niteliğinden gelir, islam di
ninde "cennetin anahtarları ananın ayakları altındadır"
denir, anaya saygının en gözde anlatımı sayılır. Peki ana
olmayan, çocuksuz kadının durumu nedir? Anaya veri
len Tanrısal değeri kadın soyuna yüklemek de yüzeysel
bir kandırmacadır. Uygarlık tarihinde, insanlık tarihin
de anaya saygı göstermeyi buyurmayan, bir erdem kura
lı vurgulamayan bir din yoktur, en ilkel sayılan, en geliş
memiş inanç kurumlarında bile " a n a " saygındır, kutsal
dır.
Toplumumuzda, özellikle 1950'den sonra yüzeye
vurmuş, değişik çarpılmalar gösteren, genellikle de es
kiye sarılmayı önemli bir gelişim sayan eğilimler vardır.
Bunların içinde çağdaş akımlarla, yenilikçi girişimlerle
ilgili olanı yoktur. Toplumumuz bir değerler bunalımına
sürüklenmiş, eskinin değersiz diye dışladığı birtakım gi
rişimler yeniden değer odağı durumuna getirilmek isten
mişti. Şimdi, bunun güldürücü örneklerini, Osmanlı Dev-
29
leti'nin gücünün doruğuna ulaştığı onaltıncı yüzyılda,
Kanuni Süleyman döneminde tartışılan örneklerini gö
relim. Bunlar bütün Osmanlı tarihlerinde vardır. Bu tar
tışılan konular şunlardır (birkaçı): Firavun Allah'a inan
mış mı, inanmamış mı? Hızır Aleyhisselam yaşıyor mu,
yaşamıyor mu? Peygamberin miraca çıkışı maddi midir,
manevi midir? (Miraca çıkış tinsel mi, yalnız Peygam
berin ruhu mu yoksa gövdesi de mi miraca çıkmıştır?)
İnsanın tini gövdeden önce mi yaratılmış, sonra mı? Ruh
gövdenin neresindedir? Cehennemde ceza görecek olan
ruh mu, gövde mi?
Bu örnekleri gelişigüzel bir düşünceyle seçmedik,
Kanuni dönemi yazarlarının yapıtlarını okuyun, görür
sünüz. Şimdi, bu yazıda anlatılanlarla, Kanuni dönemin
de tartışılanlar arasında açık bir eğilim benzerliği gör
memek elde değil. Uygarlık insan soyuna uzayda mutlu
bir yaşam ülkesi yaratmaya çalışırken bizim gençlerimiz,
başlarını türbanla örtmezse saçlarının yılan olup cehen
nemde boyunlarına sarılacaklarına inanabiliyorlar. Biraz
düşünelim, bir kadının başında kaç tel saç vardır, bunla
rın hepsi yılan olsa nereye sığar? Üstelik cehennemde yı
lanın ne işi var, cehennem suçlu insanlar için, hayvanlar
için değil.
30
KARANLIĞIN YÜKSELİŞİ
12 Eylül döneminin düşünsel alanlarda yarattığı tü
kenmişliği güçlülüğe dönüştürmek için karşıt görüşlü
odakların gelişmesine olanak sağlandı. Boş başların do
lu görünme özlemiyle gündeme getirdikleri çağın dışı
na taşan uygulamalar, insan değerlerinin ötesinde, ken
di düşük niteliklerine yaraşır biçimde etki odakları bul
makta gecikmedi. Sözgelişi "dinsiz devlet o lmaz" gibi
utanç verici bir savla "anayasa"lar düzenlendi, özel bö
lümler eklenerek, yöneticilerin boşluğu doğrultusunda
uygulama kuralları yürürlüğe kondu. "Dinsiz devlet ol
m a z " ne demektir? Hangi devlet dinli, hangi devlet din
sizdir? Devletin dinliliğinin ölçüleri nelerdir? Dinli dev
let hangi uygarlık ilkelerine göre kurulabilir? Bu soru
ların hepsi boşluktadır. Devlete din gerekirse, devletin
içinde yaşayan bütün yurtaşların hangi dini benimseme
leri gerekir? Devlete vergi, orduya er gönderen yurttaş
lar, bu görevleri, hangi din ölçülerine göre yerine getir
me gereğindedir? Bu sorular da yanıtsızdır.
Uygarlık tarihinde, devlet dinin koruyucusu olmuş
tur, ancak din kurucusu olmamıştır. Din, belli bir çevre
nin yarattığı koşullarla, yine belli bir çevrenin toplum
sal olanaklarına göre düzenlenir, bu düzenlemede dev
let yönetiminin etkisi, katkısı olursa, din kendi özgürlü
ğünü yitirir, bir yasa niteliği kazanır, o durumda da din
olmaktan çıkar. 12 Eylül yöneticileri bu gerçekleri anla-
31
yabilecek durumda kimseler değildi, yarattıkları çelişki
lerin arkasında gelecek korkusu saklıydı. Bu korku, bi
çim değiştirerek "din koruyuculuğu"na dönüştü. Nite
kim, durup dururken, anayasaya . . . "din" kavramı soku-
luverdi, din öğretimi devletin toplumsal görüşü gibi ser
gilendi. Bu anlayışın, bu sergilemelerin en somut olarak
din ilkelerine dayanan " p a r t i " birlikleri oluşu verdi, söz
gelişi RP böyle bir görüşün, tabana yansımayan, dini
"devlet d i n i " diye görmenin yanılgısı içinde oluştu. Ca
miler birer "politika odağı" durumuna getirilerek, din bi
reyin gönlünden alanlara dökülüverdi, bir çıkar, bir ka
zanç aracı olmakla da kalmadı, toplumsal birlik biçimi
ni alıverdi.
Özellikle Nakşibendilik denen koyu "şeriat" yanlı
sı, İran kökenli "tarikat" kimi devlet görevlilerince bes
lendi, güçlendirildi. Gelir kaynakları yasal kurumların
önüne geçti. Oysa bütün tarikatlar birer örgüttür, belli
amaçları vardı, islam dininde "tarikat", " m e z h e p " gibi
kuruluşların birine bile yasal dayanak verilmemiştir. Ku
ran'da, hadislerde (Muhammed'in ağzından çıktığı ileri
sürülen özdeyişlerde) tarikata yasallık tanıyan bir bö
lüm, bir anlatım yoktur. Tarikatların, mezheplerin doğ
masında başlıca neden iran'dır. Eski bir uygarlığın yara
tıcısı olan Iran, inanç bakımından, islam dininin içeriği
ne aykırıdır. Iran uygarlığı büyüktür, eskidir, kendi do
ğuş ortamında özgündür, islam dini ise dar, gelişmemiş,
verimsiz, çöllerle kaplı bir yörede doğmuş, özellikle Tev-
32
rat'ın değişik bir yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu di
nin gelişmiş bir uygarlığın egemen olduğu ortamda do
yurucu, inandırıcı, güven verici bir içeriği yoktur. Gerek
Kuran, gerekse hadisler incelendiğinde, kadın-erkek iliş
kilerine ağırlık verildiği, kadının bir " i n s a n " değil, se
vişme, doğal ilişkilerde bulunma aracı olduğu kolayca
anlaşılır. Nitekim, "Sahih-i Buhari"nin birinci cildinin
sonunda yer alan üç bölüm okunduğunda, kadınların ay
başı durumlarında bile ne yolla temizlenmeleri gerekti
ğini Muhammed'den açıkça sordukları görülür. Kadın,
bir topluluk içinde, aybaşı olduğunu, dölyatağının çev
resine bulaşan kanın ne yolla temizleneceğini, çok açık
bir dille Muhammed'den sorar, yanıtını alır. Yine bu ya
pıtta, Muhammed' in bir gecede dokuz kadınla yattığı,
onda otuz erkek gücünün bulunduğu söylenir. Başka bir
hadiste, Muhammed'in dışkılığını çıkardıktan sonra, si
linmek için, yanındaki arkadaşlarından üç taş istediği
yazılıdır. Öte yandan, Muhammed'in dışkılığını döker
ken arkasını Kabe'ye döndüğü, bu nedenle ayak yolun
da arkasını Kabe'ye dönerek gereksinme gidermenin suç
olmadığı bildirilir.
Muhammed'in yaşadığı dönemde, içinde bulundu
ğu toplumda kadınlar çarşaf, peçe bilmezdi, o gibi giy
siler o toplumda yoktu. Ayrıca, sarık, cübbe gibi giysi
ler de yoktu, bilinmezdi. Nitekim Arap dilinde bu giysi
lerin karşılığı olabilecek sözcükler yoktur. Hadis topla
yıcılarına gelince, bunlar da Arap değildir, yalnız Nesai
33
(830-915) Mekkelidir, öteki beş kişi İranlıdır (Buhari, Si-
cistani, Tirmizi, Kazvini, Müslim) hepsi İranlıdır, hepsi
Muhammed'in ölümünden 180-200 yıl sonra doğmuş
tur. Bu nedenle hadislerin çoğu tartışmalıdır, yalnızca
belleğe dayanır. Öte yandan Kuran'ın özgünlüğü de tar
tışmalıdır. Muhammed'in ölümünden sonra, Halife Os
man döneminde toplatılıp düzenlendiği, birçok hafızın
belleğine başvurulduğu, karşılaştırmalar yapıldığı, de
ri, kemik, tuğla taş gibi gereçlerin üzerine yazılı "ayet
l e r i n karşılaştırılarak incelendiği söylenir. Bugün eli
mizde bulunan Kuran dağınık bölümlerden oluşturul
muş bir bütündür, ancak kesin değildir. Nitekim, örnek
alınan, dayanılan en güvenilir yazmanın, Ömer' in kızı,
Muhammed' in karısı Hafza'da (605-665) bulunduğu
sonradan elinden alınıp yakıldığını en güvenilir İslam
kaynakları bildirir. Bu yazma neden yakılmış, hangi dü
şüncelerle ortadan kaldırılmış kesin değil. İleri sürülen
biricik neden, gelecekte birinin eline geçerse kuşku uyan
dırır, o yüzden ortadan kaldırılmalıdır biçiminde tutar
sız bir içerik taşır. Ancak, şurası açıkça biliniyor: Kuran,
elimizde bulunan biçimden bambaşkaydı, düzenlenir
ken birtakım değişikliklere uğratılmıştır.
İran düşüncesinin İslam karşısındaki üstünlüğü, kö-
kenliliği önemli bir etkendir. Arabın yalnızca yöresel i-
nanç gereksinimlerine yanıt veren İslam İran uygarlığı
nın yarattığı görkemli ortamda öncül duruma geçeme
miştir. İşte "Şiilik" denen inanç düzeninin doğmasında
34
başlıca neden İslamın bu içeriksel yetersizliğidir. Bu
gün, özellikle RP'nin dayandığı Humeyni anlayışı, ger
çekte İslamm özüne aykırıdır. Osmanlı İmparatorluğu
"Şii İran "la, aralıklı olarak, yüz elli yıl savaşmıştır. Sün
ni Osmanlı Şeyhülislamı, Şii İran şahlarını "sapkın",
"rafizi", "kızılbaş", "dinsiz" diye suçlarken, yine Sün
ni olduğunu ileri süren RP topluluğunun geçmişi unuta
rak, başlangıçta Şiiliğin içeriğinden beslenen Humeyni
yönetimine yönelmesi çok anlamlıdır. Bunun nedeni de,
bu gibi ortamların doğmasına olanak sağlayan, dini salt
ortamından çıkararak alanlara sürükleyen 12 Eylül ka
ranlığı, yozlaşmışlığı olmuştur. 12 Eylül sorumlularını,
gerçekte sorumsuzluğun başıboşluğunda, bütün çağdaş
gelişmelere ters düşen bir doğrultuyu benimsemeleri,
tinbilim bakımından doğaldır. Düşünsel alanda, en ufak
bir başarı gösterme yeteneğinden yoksun bir topluluğun,
ordu gücüne dayanarak yeterli görünmeye çabalaması
aşağılık duygusunun ağırlığı altında ezilmekten başka bir
anlam taşımaz. Bunu, Kenan Evren'in yayımladığı anı
larından anlamak kolaydır. Bu anılarda sergilenen tutar
sızlık, kişisel bilinç bulanıklığının, ezikliğinin eşsiz ör
neğidir. Bir yandan ileri, çağdaş görünme çabaları, öte
yandan da sözcüklerden korkmak, ürkmek, kurtuluşu or
du gücünün arkasına sığınmakta bulmak, sonra Marma
ris'te bir koruyucu birliğin denetimi altına girmek, yurt
taşlar arasına katılmamak.
12 Eylül yönetiminin RP gibi başka gerici, devrim-
35
lere karşı eskiyi savunucu kuruluşlara yaşama alanı ya
ratan girişimleri, uygarlığın en gelişmiş çağında bile ba
şın içinde bilimsel birikimlere değil de omuzlarda taşı
nan ordu aşamalarının imlerine dayanması, Kurtuluş Sa-
vaşı'nı kazanmış, çağımızda bir eşi daha görülmeyen
devrimleri gerçekleştirmiş bir toplum için çok mu çok
utanç vericidir.
ANAP'ın yapısı, işlerlik biçimi, kuruluş ilkeleri yan
tutmayan bir anlayışla incelendiğinde, 12 Eylül yöneti
minin, Ortaçağın bile gerilerine giden, bir düşünceye
saplandığını gösterir. Yönetimi eline geçiren bu 12 Ey
lül ürünü ANAP, 12 Eylül Anayasası'na dayanarak, Tür
kiye Cumuhriyeti 'nin temel ilkelerini değiştirmiş, dev
letin varlığını pekiştiren düşünsel odakları yürürlükten
kaldırmış, devlet-din birliğinin en gülünç örneğini ver
miştir. 12 Eylül Anayasası, halk-devlet ilişkisini din-dev-
let özdeşliğinin denetimi altına vererek yozlaştırmıştır.
İslamcıların savlarına bakılırsa, İslam dini bilime, sa
nata, uygarlığa, tüzeye, yasaya en çok değer veren bir ku
rumdur. Oysa bütün İslam ülkelerinde sürdürülen uygu
lamalar ışığında sorunlara yaklaşılırsa, büsbütün tersinin
benimsendiği görülür. Bugün hangi İslam ülkesinde, ça
ğın uygarlık anlayışına, bilim dizgelerine uygun, verim
li bir gelişme vardır? Hangi İslam ülkesinde fizik, kim
ya, tıp ilaç üretimi, teknik, felsefe, dirimbilim, tinbilim,
toplumbilim, tarih gibi daha ince başarı alanında övünü
lecek bir gelişme gözlenebilir? İslam dininin kadına bü-
36
yük değer verdiği, onu yücelttiği ileri sürülür. Peki top
lumun hangi aşamasında, hangi uygulama alanında ka-
dın-erkek eşitliği, kadının yüceltildiği öne sürülebilir?
RP'li kadınların (bir bilim kurulunun araştırmalarına gö
re, gazeteler aralık 14-17) yüzde seksenden yukarısı "ka
dının görevi çocuk yetiştirmektir" demiş, erkeğin kadı
nı dövebileceğini savunmuş. Bu sav Kuran'dan kaynak
lanıyor. Peki, doğurmak, yavru büyütmek, geliştirmek
doğada yalnız kadının işi mi? Görevi mi? Doğada yav
rusunu doğurur doğurmaz kaldırıp atan, bakmayan, kol-
lamayan, onunla ilgilenmeyen kaç yaratık türü vardır?
Ana olmanın, doğal bir anlamı da yavrusunu, belli bir sü
re bakmak, yetiştirmek, kollamak değil midir? Bir kedi,
bir köpek, bir çakal, bir tilki, bir kurt, bir domuz, bir ge
yik, bir arslan doğurduğu yavruya bir süre bakmaz mı?
Doğuruculuk toplumun değil doğanın verdiği bir yeti, bir
görevdir, doğum gücünün kaynağı toplum, yönetim de
ğildir. Kadını, yalnız doğurup çocuk bakmakla görevli
sayarsak, öteki dişi yaratıklar ötesinde, bir insan olarak,
değeri, ayrıcalığı kalır mı? İşte 12 Eylül yönetiminin ge
liştirdiği toplumsal anlayışta, aile düzeni, kadının top
lumdaki yeri böyle nitelenir.
Çağımızda bütün tek Tanrılı dinlerde bir değişme,
bir başkalaşma görülmektedir. Bu durum bir gelişmenin,
ilerlemenin dışa vurmuş görüntüsü değildir; dinin ayak
ta durabilmesi için çağın buluşlarından yardım istemesi
gizlice onların koruyuculuğu altına sığınmasıdır. Nite-
37
www.cizgiliforum.com enginel
kim, özellikle giyim kuşam bakımından, çağdaş kılığa
karşı çıkarak sarık, cübbe, peçe, şalvar, çarşaf, başörtü
sü giyenlerin nerdeyse hepsinin çağdaş donanımlı konut
larda oturdukları, oturmak istedikleri, çağdaş buluşlar
dan (tıp, teknik, araç-gerç bg.) yararlanmada şaşırtıcı bir
yarışmaya girdikleri gözden kaçmamaktadır. Batıya öy
künme (Batı taklitçiliği) diyerek alanlara, yollara dökü
len bilinçsiz gericilerin hangisi çağdaş buluşlardan ya
rarlanmıyor, "gâvur işi" dedikleri araç-gereçlere sarıl
mıyor? Dahası, bu Müslüman geçinen bilinçsiz sürüle
rin hangisi "dolar" , "mark" , " s ter l in" gibi yabancı ak
çelerin tutsağı değildir? Son yöresel seçimlerde, kimi
bölgelerde RP büyük bir başarı sağlamış gibi gösterili
yor. Bu bir kandırmacadır. Seçim bölgelerinin toplum
sal aşamaları, inanç yapıları, yaşama biçimleri yansız
bir tutumla incelensin, bütün başarının çarşaf-peçe-sa-
rık-cübbe-başörtüsü gibi giyimlerden kaynaklandığı ko
layca görülür. RP ile benzeri kuruluşların kazancı, başa
rısı bilinç ışığından yoksun kalmayı İslamın bir beceri
si, öze değgin tutumu sayan anlayıştadır. Aşırı dinci ki
şi, varlıklıdır, alışverişçidir. Eczane, sağlık evi, sağıltım
kurumu açmıştır, kurumun girişinde, kapının üstünde
" ihlas","tekbir", " tevhid" gibi Arapça, dinle ilgili söz
cükler görülür. Bu kişi, kişiler dinden yararlanır, ancak
içeri girip alışverişe başlayınca "KDV fişi" vermedik
leri, atlatmaya çalıştıkları görülür, bunu hepimiz yaşıyo
ruz, görüyoruz günlük işlerimizde. İslam dini "malının
38
kırkta birini zekât olarak vereceksin, kırk devesi olan bir
deve yavrusu zekât diye vermelidir" kuralını getirmiş
tir. Bugün, bu din kuralına uyan, islam dininin beş ko
şulundan (namaz, hac, zekât, oruç, tevhid) biri olan "ze
kât" görevini yerine getiren kaç dini bütün Müslüman
vardır?
İslam dininde cami, mescit gibi tapım odakları (iba
det yerleri) gösteriş için değil, gereksinme sonucu yapı
lır, kullanılmak içindir, kazanç sağlamak, gelir edinmek
için değildir. İslam dininde şundan bundan yardım top
layarak, akçe dilenerek "ibadet yeri" yapılmaz, böyle bir
kural yoktur. Oysa günümüzde gösteriş için yapılıyor
bunlar, 12 Eylül yönetimiyle bu tür yapıların yapımı hız
landırılmıştır. İstanbul'dan Van'a, Trabzon'a giderken
büyük yolların kıyılarında, sağlı sollu dizilmiş camiler
ot biter gibi ortaya çıkmaktadır. Oysa, cami insanların yo
ğun oldukları, namaz kılmak gereksinimi duydukları yer
lerde yapılır, Müslüman görünmek için değil. Yol kıyı
larına dizilen camilerde, çoğunlukla öğle-ikindi namaz
ları kılınıyor, sonrası boş. Bu görev yerlerinde çalışan
ların hepsi devletten aylık alırlar. Bir günlük namazların
süresi iki saati bulmaz. Görevli, aralıklı olarak, günde i-
ki saat camide kalır, öteki çalışma süresini alışveriş ye
rinde geçirir. Peki bu davranış tslamın özüne uyar mı?
İslamda akçeyle namaz kılmak, akçeyle Kuran okumak
var mıdır? Yoktur (Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin bu
konuda yasaklayıcı fetvaları vardır). .
39
12 Eylül yönetimiyle gelen tutarsızlık arasında bir
de "vakıf" kurma yansı başlamıştır. Yalnız İstanbul'da
kurulan bu " v a k ı f l a r ı n sayısı yüzün üstündedir. Bu ku-
ruluşlann en büyük, en varlıklı bölümü dine dayalıdır.
Bunlar arasında "İlim Yayma Cemiyeti" gibi çok geniş
bir alana yayılan, saylav, bakan, genel müdür gibi toplu
mun en yüksek görev aşamasında üyeleri bulunan kuru
luş oldukça ilginçtir. Bu kuruluş "i l im"den ne anlıyor?
Anladığı açık: Yalnızca İslam diniyle ilgili konular. Pe
ki, bir çağda, bir toplumda " i l i m " denince yalnız dine
değgin sorunlar anlaşılırsa, bu kuruluşları ayakta tutan
kaynakların, o kaynakları ellerinde bulunduranların ya
şama biçimleri ne olmalıdır? Benimsedikleri söyledik
leri İslam dininin koşullarına uygun bir yapı değil mi?
Şimdi soralım, bunlardan hangisi Islama uygundur? Ev
lerin donanımı, taşıtları, alışveriş olanakları, iletişim
araçları arasında Islamın ürettiği var mı? Konuyu biraz
daha genişletelim, devletin genel bütçesini oluşturan ver
gi düzenine geçelim.
Devlet ufaklı büyüklü bütün işletmelerden, işyerle
rinden vergi alır. Bunlar arasında yasaya dayalı genelev
ler, kumarhaneler, meyhaneler, bütün içki türleri, siga
ra, tütün, gece kulüpleri, dinli-dinsiz, imanlı-imansız,
ayık-sarhoş gibi saymakla bitmez vergi odakları vardır.
Öyleyse bütün RP saylavlarının, cami görevlilerinin ay
lıklarında, burada İslama aykırı sayılan, dahası dince ke
sinlikle yasaklanan nesnelerden toplanan vergilerin bir
40
bölümü vardır. İslamın "haram" diyerek yasakladığı ver
gi odaklarından toplanan akçelerin de içlerinde bulun
duğu "bütçe"lerden müftüye, imama, hocaya, "İlim Yay
ma Cemiyeti"nin aylık görevlilerine, "Aydınlar Oca
ğının devletten aylık alan sayın üyelerine, yandaşları
na gerekli bölüm düşmektedir. Demek ki akçenin ucu
keskin, sivri kargısı "İslama hizmet" için çalıştığını ile
ri sürerek oy toplamaya, seçim kazanmaya çıkan yüksek
görevlilerin, "adil düzen" çığırtkanlarnın "İslamın ima
nı "yla -pekiştirilmiş, berkitilmiş gönüllerini kolaylıkla
delebiliyor, bir yanından girip öte yanından çıkabiliyor.
Akçenin gücü " i m a n " ı n üstesinden geliyor. Bu olumsuz
bir gelişmedir, içeriği anlamsızlıkla sulandırılmış kav
ramların arkasına sığınma eğiliminden doğan, olumsu
zu olumlu gösterme çabalarından kaynaklanan yüzeysel
yansımadır. 12 Eylül sorumluluları, böyle bir yansıma
nın gelecekte, ulusun başına ne denli işler açacağını bi
lemediler, bilmeye bilimsel güçleri yetmedi, yetemezdi.
Onların yaşadıkları dünyaya, ancak omuzlarına yerleş
tirilmiş sanların, Atatürk'ün yarattığı Cumhuriyet Tür-
kiyesi'nde geçerlik kazanan yetkilerin gözlüğüyle bakı
lıyordu. Oysa Atatürk böyle düşünmemişti, devrimin ta
bandan, Cumhuriyet'le gelen kurumları oluşturan bilinç
li odaktan gelmesi gerektiğini vurgulamıştı. Tarihte bir
çok büyük önder, büyük devrimci, büyük devlet kurucu
kimseler gelmiş geçmiştir. Ancak, ülkenin geleceğini,
güvenini "gençlik"e bırakan onu devletin koruyucu güç
lü odağı diye anlayan bir önder daha görülmemiştir.
41
Ulusların tarihlerinde, büyük devrimcilerin bize ka
lan düşünsel yapıtlarında, yurdun geleceğini yetişecek
gençlere bırakan bir devlet kurucusu bilinmiyor, bilini
yor diyen beri gelsin. 12 Eylül yetkilileri bu gerçeği an
layabilecek olgunluk aşamasında değildi. Çok bildikle
rini, çağın en ileri yönetimlerini çok iyi anladıklarını sa
nan bu yetkililerin yüreklerini ezen, bilinçlerini kavra
yış gücünün ötesine iten biricik etken 27 Mayıs olayıy
dı. Onlar, 27 Mayıs döneminde de, 27 Mayıs'ı gerçek
leştirenlerin yetiştikleri ocaktaydı, seslerini bile çıkarma
dan, kimi yerde yalvarmajarla, yakarmalarla durumu
kurtarmaya çalıştılar. Sonra, 27 Mayıs'ın yerlerde sü
rüklediklerini nerdeyse Atatürk'ün bile ilerisine götür
meye çalıştılar, sözün kısası uzun süre "musalla taşında
bekleyen" birer "cenaze"nin kaldırıcısı olmanın tadına
varmakla övündüler, kendilerine tarihte bu yolla yer edin
meye çabaladılar, uğraştılar, didindiler, hepsi bu.
Atatürk'ün, Cumhuriyet'in koruyucu, yaşatıcı gücü
olarak nitelediği "gençlik" toplumun tabanından gelen
bir birikimdir. Bu birikimin yönlendirilmesi, eğitimin
çağdaş uygarlık anlayışının ilkelerine göre olabilir. Bu
nu çok iyi bilen Atatürk'ün yurdumuzu "çağdaş uygar
lık düzeyine ç ıkarma"nm koşulunu da gençlikte gör
müştür. 12 Eylül yönetimi, nedense, bu ince görüşü do
ğal eğilimiyle seziverdi. Açıktan açığa Atatürk'e karşı
çıkmayı göze alamadı. Ne yaptı, işe tabandan, gençlik
ten başladı, bunun için de "din eğitimi"ni gerekli gör-
42
dü. Bu eğitim, eğitim çağında olan kimselere verilebilir,
tabanı oluşturan, ulusun geleceğini güvenceye alan da bu
kesimdir işte. Dine dayalı eğitimin çağdaş olamayacağı,
çağın gerilerinde bol otlu. sulak bir otlama alanı bulaca
ğı belliydi. Bu sulak, otlak alanı, Adnan Menderes sağ
lamıştı. Bu yüzden, Atatürk'ün üstün görüşünü kavraya
cak güçte olmayan eski Osmanlı artıkları Menderes'in
çevresinde toplandılar. Böylece, 12 Eylül yıkımının güç
lenmesine yarayışlı otlaklar sağlanmıştı. İş, bu bol otlu,
sulak otlaklarda yayılacak sürüleri bulmaya kalmıştı. İş
te 12 Eylül yetkilileri bu görkemli otlağı bulup sürüleri
ni yayladılar.
Din, hangi ortamda olursa olsun, kendi değişmez il
kelerine bağlı kalınmasını, onların eksiksiz uygulanma
sını ister. İslam dininde, yönetimi ele geçirme, devlet
kurma eğilimi ağır basar. Nitekim Muhammed bir dev
let kurucusu sayılır. Onun yaşadığı dönemde toplumu
(daha sonra devleti) yönetebilecek kişi "halife", ya da
"imam"dı. Muhammed, kurucu olarak " i m a m " , ondan
sonra gelenler yönetici olarak "hali fe" sanını taşıdılar.
"Hali fe" öncekinin yerine geçen, sonradan yönetimi eli
ne alan, ardıl gibi anlamlara gelir. Bu nedenle Muham-
med'e "halife" denmez. Yavuz Selim, Mısır'ı ele geçir
dikten sonra yönetimi ardılların (halifelerin) ellerinden
aldı, Osmanlıya bağladı, böylece Osmanlı padişahı "ha
life" sanını da kazandı. Nitekim, 12 Eylül yönetiminin
başı Evren'in Trabzon'da tanıdığı söylenen Necmettin
43
Karaduman, "Meclis Başkanı olur olmaz, Meclis'in ya
nında bir de cami yapılmasını kolaylaştırdı. Arkasından,
kimi saylavlar, burada "cuma namazı" kılmaya başladı
lar. Bu uygulama Islamda " Halifenin cuma namazı kıl-
ması-kıldırması" geleneğinin yüzeysel, bilinçsiz bir sap-
tırmasıydı. Nitekim ANAP başkanının ilk işi, bu cami
de cuma namazı kılmak olmuştu, sonra Nakşibendi tari
katı yandaşları saylav seçilince, imamın arkasında top
lananların sayısı arttı.
Bu olay çok ilginçtir, basınımızın ünlü yazarları,
sözde yetkilileri bu olayın tabanını bilmediklerinden,
Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olduktan sonra, Ameri-
ka'dakine benzer bir "başkanlık yönetimi "nden yana ol
masını, bu konuda direnmesini gereğince anlayamıyor
lar. İslam dinine göre, Muhammed döneminde " i m a m " ,
ondan sonra "halife" sınırsız yetkileri olan "başkan"dır,
toplumu tek elden yönetir, son sözü o söyler. Bu yöne
tim biçimi yüzeysel görünümde Amerika yönetimine
benzer, içerik bambaşkadır. Bu nedenle "başkanlık" ku
ramı, îslamın "halifelik" uygulamasına yakındır (sığ bir
yorumla), ayrılıküretim-tüketim ilişkilerinde, toplumsal
kurumların iç yapısında görülür.
Yine çok ince, duyarlı bir konuya değinelim. Osman
lı yönetimi dine dayalıydı, ancak ilk dört padişahın dı
şında, hepsi (padişahların) " S ü n n i " görüşe dayanıyordu.
(Üçüncü Selim, Abdülaziz, Beşinci Murad dışında. Bu
padişahlardan ikisi Mevlevi, Abdülaziz Bektaşi diye bi-
44
linir). Oysa bütün padişahlar (adı geçenler dışında, ilk
dördü, son üçü) tarikatçıydı, bu tarikatlar da " Sünni "ydi.
Osmanlı yönetimi (padişah) bu inceliği sezdi, onun için
şeyhülislamlık kurumunu oluşturdu. Padişah "tarikat
ç ı " olabilirdi, ancak şeyhülislam olamazdı. Durum, gö
rünüşte, kurtarıldı. 12 Eylül yöneticileri, çok iyi bildik
lerini sandıkları bu gerçekleri duymadıkları için, öğre
tim kurumlarında " d i n " e yer verilmesinden yana ağır
lık koydular. Bunun sonucu, "Nakşibendi tarikatı" yan
daşları ağırlık kazandı. (İlim Yayma Cemiyeti bu tarika
tın elindedir, çoğunlukla). Durum ne oldu, 12 Eylül yö
netiminin üstün, Atatürkçü örtüsüne bürünerek "Nakşi
bendilik" Çankaya'ya değin tırmandı, önce gizlice, son
ra açıkça. Bu tarikatlara göre toplumun en yüksek görev
aşamasında bulunan kimsenin " S ü n n i " , dolayısıyla,
"ehl-i ibadet" olması gerekir. İşte, bugün, ülkemizde
"cuma namazları"nın sığmağına böyle girilir. 12 Eylül
yönetiminin güçlendirdiği "Nakşibendilik" tarihin bü
tün evrelerinde, bugün ülkemizde görülen, etkinlik aşa
masına ulaşamamıştı. Doğu Anadolu'da yaşanmış ayak
lanma olaylarının büyük öncülerinin hepsi "Nakşiben
di 'yd i . Kürt yurttaşlarımızın bugün PKK yanında bulu
nanların, nerdeyse hepsinin, büyükleri "Nakşibendi 'ydi.
12 Eylül yetkililerinden birinin büyük babası Trabzon'un
Akçaabat-Vakfıkebir ilçelerinden Merzifon'a göçen bir
kişinin torunudur (bu ilginç olayı burada değil, başka bir
yazımızda açıklama gereği duyduk). Durum pek iç açı-
45
cı değil, yetkililer görünüşte kurtarıcı, ancak birbirleri
nin düşünsel inançla bağlantılı kökenlerini bilmedikle
rinden, uçurumun sisleriyle kapalı yolunu da göremedi
ler.
Osmanlı yönetiminden beri, istanbul'un Fatih yöre
si, tarikatçıların ağırlık gösterdikleri bir alandır. Bu alan
da Nakşibendilik, Halvetilik, Rifailik gibi kuruluşlar et
kilidir. Karagümrük yöresinde, Kadirilik varsa da yay
gın, etkin değildi, ikinci Abdülhamid döneminde, "de
lidir" nedeniyle Toptaşı tımarhanesine atılan, Said-i Nur-
si (Bediüzzaman) da koyu bir Nakşiydi, sonradan adının
" n u r " (gerçekte Nors, bir köydür Doğu'da) sözcüğünden
dolayı "Nurculuk" adlı kuruluşun öncüsü sayılmıştır,
yanlıştır. Bu kişi, gerçekte, Doğuda "bağımsız bir Kürt
devleti" kurmaya yönelik girişimlerin "silahlı öncüle-
ri"ndendir. Nitekim, Necib Fazıl Kısakürek'in çıkardığı
"Büyük Doğu" dergisinin besleyici kaynağı da Said-i
Norsi 'nin (gerçek adı budur, Nors köyünden gelen Said
demektir) çevresinde toplananlardır. Bu kişi, oy toplamak
düşüncesiyle, Menderes döneminde büyük ilgi görmüş
tür. 12 Eylül yetkililerinin, Said-i Nursi 'nin özlemleri
doğrultusunda, eğitim kurumlarına "din kültürü" ya da
"din dersi" koyma gereğini duymalarının tabanında, bu
yeterince bilinmeyen, örtülü eğilimlerin derin izleri var
dır.
Din birey için gerekli olabilir, toplumların düşünsel
yapısına göre, yararlı olduğu çağlar da vardı. Ancak, uy-
46
www.cizgiliforum.com enginel
garhğın hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu gi
rişimleri karşısında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir
inancın kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku du
yulmamak Bir inanç kaynağında ne denli güçlü olursa
olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlı
ğın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka
yol bulamıyorsa, çökmeye, yıkılmaya yönelmiş demek
tir. İslam böyle bir döneme, Ortaçağın bitiminden sonra
girmiş, belli alanlarda gerici olsa bile, kilisenin başarı
larını sağlayamamış, onlar karşısında yenik düşmüş ezik
kalmıştır. Kutsal saydığı "zemin" i bile "gâyur"un yap
tığı kapta saklayan, başka ülkelere götüren, yakınlarına
sunan bir dinin tabanında beliren büyük çatlakları gör
mezden gelmek sarsaklıktan öte bir anlam taşımaz. Bu
gün İslam dini, alanlarda, kalabalıklarda dinlediğimiz,
gördüğümüz gibi, hep "gâvur kasetleri"yle yayılmaya
çalışıyor, var olduğunu kanıtlamaya çabalıyor. 12 Ey-
lül'ün, İslama en büyük yardımı da, "gâvur buluşuyla
beslenme" eğilimini yasallaştırmasındadır. Türk din gö
revlilerinin aylıklarını Suudi Arabistan'ın ödemesini ola
ğan karşılayan 12 Eylül yetkilisinin tutumu, çağın uygar
lık gelişimlerini göremeyen gözleri bunun kanıtıdır. 12
Eylül yönetimi, bütün atıp tutmalarına, güçlü görünmek
istemelerine karşın Trabzonlu genç bir ozanın, bir şiirin
den korkarak, eli ayağı titreyerek Türk Dil Kurumu'nu
kapatmıştır, bir yönetim için bundan daha acınası işlem,
bundan daha güldürücü eylem olabilir mi?
47
TÜRK-tSLAM SENTEZİ
Son yıllarda, özellikle 1950 yönetiminin egemenli
ği altına girişin ardından, islamcı çevrelerde, "Türk-Is-
lam sentezi" başlıklı bir akım oluşturulmak istendi. Bu
akımın öncülerinin çoğu, Türkiye'ye sonradan gelen,
geçmişleri komşu ülkelerde kökleşen kimselerdir. Bun
ların önemli bir bölümü tarihçidir, adlarını burada anmak
istemiyoruz. Bunlara göre Türk denen insan ancak islam
inançlarını benimsedikten sonra yerleşik yaşama düze
nine geçmiş, uygarlığa ilk adımım bu geçişle atmıştır.
Türkün anayurdu, atalarımın ocağı Orta Asya'dır. Türk
ler, sonraları büyük-geniş yaylalardan büyük obalara bö
lünerek B a t i ya göçmeye koyulmuş, Çin'den Avrupa or
talarına değin değişik bölgelerde birçok devlet kurmuş
tur. Bu Türk devletlerinin bilinen en güçlü kolu Hun-
lar'dır, başlarında Avrupa'yı sarsan Attila vardır. Bugü
nün Avrupasinda yaşayan Macarlar, Bulgarlar, Peçe-
nekler, Kumanlar eski Türk boylarının torunlarıdır, bu ad
larla anılan ülkeler de eski Türk yurtlarıdır, dolayısıyla
bu ulusların kökenleri Türk'tür, kiminin adı sonradan
değişmiştir, bu da Hıristiyanlık'ı benimsemelerinin so
nucudur. Özellikle Doğu Avrupa devletlerinin çoğu Türk
kökenlidir. Şimdi bu görüşü birçok tarihçinin benimse
diğini biliyoruz. Başta Bulgarlar, Macarlar, Çekler olmak
üzere birkaç Avrupa topluluğunun Türk kökenli ya da Or
ta Asya çıkışlı olduğu onaylanmaktadır. Bu sorun tartı-
49
şılmış, değişik görüşler öne sürülmüş, ancak Doğu'dan,
Asya'dan gelip Balkanlar'a yerleşen büyük konar-göçer
toplulukların varlığı, etkinliği yadsmmamıştır. Biz, bu
rada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz, üstelik bi
zim için, burada, gerekli-değildir. Ancak, kendilerini
"Türkçü", "İs lamcı" diye niteleyen Türk aydınlarının
hepsi bu konuda birleşir; kimi Türk'e kimi İslama üstün
lük tanır, o da ayrı bir sorundur.
Türkler, ancak Arap komutanı Kuteybe'nin Asya'ya
özellikle Uygurlara saldırmasından sonra İslam dinini
benimsemeye başlamışlardı, ondan önce doğa dinlerin
den birine bağlıydılar, bunu Orkun Yazıtlarından, Kül-
Tigin'in sözlerinden öğreniyoruz. Bir başka görüşe gö
re de Türkler " Şaman inançlarına" bağlıydılar. Bu da çok
Tanrılı bir inanç öbeğidir. Demek, Türk topluluğu İslam
inançlarıyla ancak 8. yüzyıl başlarında karşılaşmıştır. Bu
karşılaşma daha çok Batı Türk boylarıyla olmuş, Gök-
Türk topluluğu bundan pek etkilenmemiştir. Burada il
ginç olan yan Türk topluluklarının İslam inançlarıyla
alışveriş işine girmeleridir. İşte Türk-İslam sentezi yan
daşlarının konuyu başlattıkları evre bu "İs lamlaşma"
dönemidir. Türkler, İslam inançlarıyla karşılaşmadan,
yakınlık kurmadan önce, başka topluluklarla pek karışıp
kaynaşmış değillerdi, kendilerinde bir "soy arınmışlığı"
vardı, bu da onların yüksek yaylalarda konar-göçer ol
maları yüzündendi. Bu Türk topluluklarında yerleşik ya
şama düzenine geçişle başka topluluklarla karışma ey-
50
lemi de başlamıştır. Eski Türk topluluklarının soy bakı
mından, kan yönünden saltlığı, annmışlığı gittikçe yok
olmuştur, işte İslamcıların savundukları savlardan biri de
budur: Islamı benimseyen Türkler hızla uygarlaşmaya
başlamışlar, yerleşik yaşama düzenine girmişler, büyük
devletler kurmuşlardır.
Türk-İslam sentezi yandaşlarının en güçlü, en sağ
lıklı dayanağı bu anlatılan olaydır, bunda tarih bakımın
dan gerçeğin etkinliği yadsınamaz. Ancak bütün Türk
lerin islam inançlarıyla uygarlaştıklarını savunmak da
pek tutarlı değildir. Nedeni de bu " is lamlaşma" girişim
lerinin başka topluluklarla karışıp kaynaşma sorununu
gündeme getirmesidir. Türkler İslam inançlarıyla yakın
lık kurmaya başlayınca, bu adı geçen karışıp kaynaşma
lar da hızlanmıştır, bu tartışma götürmeyen bir olaydır.
Türk topluluklarının büyük obalar durumunda B a t i y a
göçmeleri İslam inançlarıyla tanışmalarından çok önce
dir, bu göçüşler genellikle Rusya yaylalarından, ovala
rından geçerek gerçekleşmiştir. Bugün Doğu Avrupa
uluslarının Türk ya da Orta Asya kökenli sayılanları çok-
tanncıydı, sonraları Hıristiyan inançlarını benimsemiş
lerdir. Önceden onların Müslümanlıkları söz konusu de
ğildir. Anadolu'ya göçen Türk topluluklarının ise (11.
yüzyılla başlayan akınlara katılanlar) hepsi Müslüman-
dı. Bunların en güçlüleri, Anadolu'nun "Türkleşmesi"ni
gerçekleştireni Selçuklular olmuştur. İmdi ortada iki du
rum vardır: Asya'dan Anadolu'ya gelmeden önce Islamı
51
seçen Türkler, yine Asya'dan Batı Avrupa'ya göçtükten
sonra Hıristiyanlaşan Türkler, Türk-İslam sentezi yan
daşlarının üzerinde önemle durdukları sorun, birincisi
dir.
Burada konuya açıklık, anlaşılmada kolaylık sağla
mak amacıyla yeniden "İs lam' kavramına, bu kavramın
içerdiği inanç odağına dönelim, bir açıklamayla soruna
yaklaşalım. İslam sözcüğü İbrani dilinde geçen " s a l e m "
kökünden gelir. O dilde "kurtuluş", "güven", "sağlam
lık", "sağlığa kavuşma" gibi değişik anlamları içeren bu
"salem-salam-salm" sözcüğü Arapçaya geçerken epey
ce anlam değişikliğine uğramıştır. Nitekim, daha önce
leri Arapçada, şimdiki anlamda böyle bir sözcük yoktu.
Arapçada bu sözcük salt bir din kavramıdır, köken anla
mını yitirmiştir, insanla Tanrı arasındaki tinsel bağlantı
yı vurgular, sayısız yoruma uğratılır. Sözgelişi bir nes
neyi başkasına vermek, bırakmak, adamak, ödünç ola
rak yanında saklamak, kendini birine vermek, özgürlü
ğünden, bağımsızlığından geçmek, kadının kendini er
keğe vermesi, onunla yatması, dölleşmesi, tutsak olma,
güvence sağlama, Tanriya bağlanma, birinin ardından
gitme gibi genelde dinle ilgili anlamsal yorumlara çeki
lir. Bu yorumların hepsine din açısından bakılır, burada
o da önemli değil.
İslam sözcüğünün kökeniyle ilgili bağlantılı olma
dığını, Arapçada ayrı bir içerik kazandığını vurguladık
tan sonra etki alanını görmeye çalışalım. Bu sözcük, bir
52
din kavramı olarak, Peygamber'in ortaya çıkışıyla, Tan
rısal buyrukları çevresine bildirmesiyle, sözün kısası
" Müslümanlık" ı yaymakla görevlendirilmesiyle günde
me getirilmiştir. İslam dininde, bu sözcüğün içerdiği an
lamlar birer koşul, birer kural niteliği taşır; bu nedenle
bu sözcük yönlendirme, biçimlendirme karşılığındadır.
İslam denince, Muhammed'le gelen, insanları bir bütün
lük içinde anlayan din söz konusudur, daha açığı bir
inançlar birikimidir, yalın anlamlı değildir. Bu biriki
min, birer Tanrısal buyruk niteliğinde düşünülen öğele
ri şunlardır: Tanrının birliğine inanmak, namaz, oruç,
hac, zekât. Bunlara "İslamın beş koşulu" denir. Bu ko
şullara uymayan, bağlanmayan, bu koşulların genel içe
riğini benimsemeyen bir kimse İslam kavramının dışın
da kalır, " M ü s l ü m a n " olamaz. İş bununla bitmez. Tüze,
aktöre, yasa, uygulama, yaptırım, yönetim, birlik, bütün
lük, doğruluk, bilim gibi daha nice vurgulama bu sözcü
ğün kabuğu içine alınır, böylece "İs lam' sözcüğü geniş
kapsamlı bir kurum niteliğine bürünür.
Bu kurumun başlıca özelliği "değişmezlik"tir. Yu
karda sayılan, İslam sözcüğünün kapsamı içine giren
öğelerin birini bile değiştirme olanağı yoktur, hepsini
gündemde tutmak, onlara uymak dinin getirdiği kesin,
tartışılmaz bir yasa durumundadır. Sözün kısası İslama
ne bir nesne eklenebilir, ne de ondan bir nesne çıkarıla
bilir. Sözgelişi sağlık bakımından, geçim yönünden
önemli bir sakınca yoksa namazı azaltmak, oruç tutma-
53
mak, hacca gitmemek, bir sevgiliyi Tanrı yerine koymak
gibi işlemler yapılamaz mı? Yapılamaz, Kuran bu tür iş
lemlerin hangi koşullar altında sürdürüleceğini kesinlik
le vurgulamıştır, bu vurgulama değiştirme şöyle dursun
tartışma konusu bile edilemez. Bu niteleyici, belirleyici
bir özelliktir. Bu özelliğin görülmediği, bilinmediği yer
de İslam sözcüğünün anlamı yoktur.
Kuran İslam sözcüğüyle yansıtılan inanç kurumunun
anlamını, kapsamını, içeriğini oluşturan kurucu öğeleri
kesinlikle saptamıştır, belirlemiştir. Bir düşünür, ne den
li güçlü olursa olsun, Kuran'ın öngördüğü koşulların öte
sinde bir din öneremez. İslam konusunda yapılması, dü
şünülmesi, anlaşılması gereken ne varsa hepsini Kuran
ortaya koymuştur. Bu nedenle, bir Müslüman için düşün
mek Kuran'ın gösterdiği yolda yürümek demektir. Ku
ran'ın özüne aykın gelen bir kurum, bir görüş İslam kav
ramının içine sokulamaz. Aşın İslamcı düşünürlere gö
re, İslam dini istenç özgürlüğünü, us egemenliğini değer
lendirmiş, geçerli kılmıştır. Bu tutarlı bir sav değildir, is
tenç özgürlüğü, us egemenliği Kuran'la çizilmiş çizgiler
içindedir, belirlenmiş yargılara, önyargılara göredir. Bun
ların dışına çıkan karşısında ölümü bulur. Nitekim İslam
tarihi boyunca öldürülen yazarların, düşünürlerin, ay
dınların hepsi Kuran yargılarını, İslam koşullarını aş
makla, çiğnemekle, İslamdan sapmakla suçlanmıştır, yi
ne Kuran yargılarına göre öldürülmüştür. Peki, burada,
düşünme istenç özgürlüğü nerdedir? Yanıtı açık: Ku-
:S4
ran'ın gösterdiği çizgiler içinde, bir İslamcıya göre Tan
rı insanı yaratmıştır, ona us, istenç vermiştir, bunları da
düşünmek için vermiştir. Peki hangi koşullar altında bu
yetkileri kullanarak düşünebilir insan? Kuran'ın, Tanrı
nın gösterdiği yolda, uygun bulduğu anlayış ortamında.
İslam anlayışı felsefeye karşıdır, nitekim bugün övünü
len İslam bilgelerinin hepsi çağlarında suçlanmış, dine
aykırı davrandıkları ileri sürülerek kınanmıştır.
İmdi "İslam' sözcüğünün bu genel niteliklerini açık
ladıktan sonra, gelelim "sentez" kavramına. Bu kavram
Batı dillerine eski Yunancadan, Türkçeye de Batı dille
rinden geçmiştir. Sözcüğün açık anlamı şöyledir: Birleş
tirme, uzlaştırma, yan yana getirme, kaynaştırma, bütün
leştirme, dizileme, bağdaştırma, birlikte koyma, birlik
te öne sürme, bitiştirme, birbiriyle katıp karıştırma
(uyum sağlama). Bu süzgünün ilk bölümü " s y n " birlik,
bütünlük, topluluk gibi anlamları içerir. İkinci bölümü
" these" ise koyma, yerleştirme, taban oluşturma, yere
oturtma gibi anlamlarda söylenir. Bu iki sözcüğün bir
leştirilmesinden oluşan "synthese", dilimizde "sentez",
kullanıldığı bilimsel alana göre yorumlanır. Ancak ke
sin anlamı birleştirme, uyum sağlama, iki ayrı düşünce
den bir düşünce, bir görüş oluşturma, düşünsel bakım
dan yeni bir öğe üretme, iki ayrı düşünsel öğeyi bir odak
ta toplama. Sözcüğün yorumlamasıyla anlam alanının
genişlemesi doğaldır, ancak oluşturucu öğelerin birleşe
rek yeni bir bütün yaratma gereği vardır. Başka bir an-
55
lamda, sentez düşünsel üretimle sağlanan yeni bir buluş
tur. Bir felsefe kavramı olarak "sentez" daha değişik bir
anlam içerir, değişik çığırların, değişik görüşlerin ürün
lerinden kurulu yeni bir düşünsel bütün diye açıklanır.
İmdi, bu kısa açıklamadan sonra, Türk-İslam sente
zi konusuna gelelim. Böyle bir sentezin gerçekleşmesi
için, önce Türk'ün yukarda anlatılan "İs lam' kavramı
nın içeriğini değiştirerek, ona yeni bir katkıda bulunma
sı gerekir. Peki kökeninde değişmezlik, kesinlik bulunan,
bütün değişmelere karşı çıkan bir din kurumuna Türk'ün
yapacağı katkı ne olabilir ki bir " sentez" ortaya çıksın?
Türk, bu değişmeden İslama ne katabilir, onun neresini
değiştirerek yeni bir bütün, yeni bir birikim oluşturabi
lir? Türk, İslama yardımcı olmuştur, onun yayılmasın
da, tutunmasında, güçlenmesinde büyük emek tüketmiş
tir, büyük özveriler göstermiştir, ancak ona " s e n t e z "
kavramıyla açıklanabilecek bir katkıda bulunmamıştır.
Cami, mescit, çeşme, sebil, han, imaret, kervansaray,
hastane (darüşşifa), türbe gibi genelde dinle ilgili yapı
ları kurmak "sentez" anlamına gelmez.
Selçuklu, Osmanlı devletleri Müslümandı, bu dinin
etkisi altında birçok ürün ortaya koydular, özellikle sa
nat alanında çağlarına göre büyük, üstün başarılar gös
terdiler, uygarlığa belli alanlarda katkıda bulundular. An
cak bu saygıdeğer başarıları " sentez" değildir. Sözgeli
şi Osmanlı ozanlarından birinin şiirlerini, sanatta, üstün
bir yere koyabiliriz, başarılı sayabiliriz, ancak bunu han-
56
www.cizgiliforum.com enginel
gi "sentez"le açıklayabiliriz? İslam denince anlaşılan
Kuran'la gelendir, buna Türk'ün düşünsel alanda katkı
sı ne olabilir ki " sentez" niteliğinde yorumlansın? Türk
kökenli düşünürler, yazarlar, ozanlar, sanatçılar (mimar,
ressam, hattat bg.) İslam kavramının kapsamına giren ko
nuları işlediler, ürünler verdiler, ancak bunlar birer "sen
tez" değildir, ortada bir Kuran'la düşünürün görüşünü
uzlaştıran yeni bir ürün görülmüyor. İmdi Mimar Sinan
Süleymaniye Camii'ni yaptı diye, bunu "İs lam' kavra
mının düşünsel kapsamında bir " sentez" olarak görmek
doğru değildir. Nedeni de bu ünlü yapının nesnel bir var
lık oluşudur. Bu tür örnekleri istediğimiz nicelikte çoğal
tabiliriz. Sözgelişi bir Hind-îslam sentezi düşünülebilir,
onun ardından Ispanya-İslam, Iran-İslam, Mısır-İslam,
Pakistan-lslam, Kuzey Afrika-İslam sentezleri günde
me getirilebilir. Ancak, bilimsel gözlükle bakılınca, bi
zim Türk-lslam sentezi yandaşlarının ekmeğine yağ sü
recek bir sonuca varma olanağı bulunamaz.
Bu konudaki yanılmanın kaynağı, sorunlara bilinç
li bir anlayışla yaklaşılmamasıdır, ortada kavram karga
şalığından yararlanma vardır. Süleymaniye Camii'ni ya
pan mimar Müslümandır (sonradan), dolayısıyla Osman
lı uyruğundadır, ancak yaptığı yapı İslam değildir, İslam
ortamında yaşayan bir topluluğun ürünüdür, daha açığı
Müslüman bir aydının yapıtıdır. Taç Mahal, İslam inanç
larının çevresinde ortaya konmuş bir üründür, dolayısıy
la Müslüman bir aydının yapıtıdır. Bunu "İs lam' kavra-
57
minin kapsamına alarak açıklama yanıltıcıdır. Nedeni de
bu yapısal biçimlenmelerin kaynağı islam kavramı kap
samında değildir, îslamın ortaya çıkışında böyle bir ya
pı geleneği bilinmiyordu. Islamm doğduğu yörede bir mi
marlık anlayışının varlığını kanıtlayacak bir belgemiz
yoktur. Böyle bir mimarlık gelişiminde Hindistan'da gö
rülen "stupa"ları, Iran yapılarını (Islamdan önce), Hıris
tiyan yapılarını, sözgelişi, Ayasofya'yı nereye koyacak
sınız? Daha doğrusu bugünkü "islam sanati 'nı hangi Is
lama özgü kaynaklara dayanarak açıklayacaksınız? Bu
başarılar İslamın mı, yoksa Islamı benimsemiş topluluk
ların mı? Bütün sorun burada odaklaşıyor, yanıtı da is
lamcı anlayışla bakılırsa, çok güçtür. Gerçek şudur, is
lam inançlarını benimseyen ulular, islamın yayılması,
tutunması için büyük başarılar sağladılar, büyük ürünler
ortaya koydular, ancak bunlar islam kavramının, içeri
ğiyle kapsamıyla bağlantılı değildir, nedeni de böyle bir
sanat anlayışının İslamda bulunmayışıdır.
İslamcı aydınların yanıldıkları önemli bir konu da
ha var, o da ortaya konan ürünün özgünlüğünü, İslam söz
cüğünün içerdiği dinci anlama bağlamalarıdır. Burada
din içerikli anlamla sanatta özgün yaratıcılık birbirine ka
rıştırılıyor. Sözgelişi Anadolu'da büyük su kemerleri, bü
yük tiyatrolar vardır. Bu tiyatroları yapanlar Anadolu
yerlileri iseler de, yaptıran yöneticiler ya Roma'lıdır ya
da ona komşu bir toplum. Selçuklu, Osmanlı dönemle
rinde yapılan su kemerleri Müslüman aydınların ellerin-
58
den çıkmıştır, ancak Ìslam ülkelerinde, İslamla başla
yan, salt Islamm buluşu denebilecek böyle bir yapı ge
leneği yoktur. Bugün, kimi İslam ülkelerinde bulunan ti
yatro, sinema, resim, yontu, mozaik kabartma, müzik,
felsefe, fizik, kimya, gökbilim, tıp, matematik ile ben
zeri bilimler, sanatlar, doğa bilimleri köken olarak İslam
sözcüğünün kapsamı dışındadır. Kuran'da birkaçının adı
geçer, hepsi bu. Bu bilimlerin hangisi İslam kavramının
kapsamından çıkmıştır? Türk-İslam sentezi yandaşı bu
soruya güvenilir bir yanıt veremez, işi kavram oyuncu
luğuna çevirerek geviş getirir. Öte yandan, yine bu ay
dınlar, İslamın yasakladığı buluşlarla övünmeyi de bir be
ceri sayarlar. Daha önce, Şeyhülislam Ebussuud Efen-
di'nin yargılarından söz etmiş, yasaklarından örnekler
vermiştik. İslam dini "suref ' i , bir yaratığın benzerini, be
timini (resmini, yontusunu) kesinlikle yasaklamış, hep
sini birer " p u t " saymıştır. Buna karşın, Selçuklularda,
Osmanlılarda bu yasakların dinlenmediği, İslam kavra
mının dışına çıkıldığı biliniyor. Selçuklularda, Osman
lılarda resim (minyatür), kabartma (hayvan, bitki), yazı-
resim (başlıca konu insandır), mezar taşlarında kabart
malı, bitki-hayvan süslemeleri yaygındır. İmdi bu insan
başarılarını, Islama karşın ortaya konan sanat ürünlerini
Türk-İslam sentezi içinde açıklama olanağı varını? Sağ
lıklı bir baş, bir sağduyu İslamın yasakladığı bir başarı
yı yine İslamda açıklayabilir mi?
Türk-İslam sentezi savunucularının başlıca düşün-
59
cesi, Anadolu'da ortaya konan, genelde, 11. yüzyddan
sonra başlayan, bütün basanların İslam kökenli, İslam et
kili olmasıdır. Oysa, biraz derinliğine düşünülürse, bu ba
şarıların çoğu İslamın özüne aykırıdır. Sözgelişi çalgı,
oyun, ezgi İslamla bağdaşmaz. Oysa, Anadolu insanla
rının, özellikle kırsal kesimlerde yaşayanların, en önem
li başarıları bu yasaklanan alanlarda görülüyor. Halk ya
zının ilginç ürünleri bu yasak kesim ortamında sergilen
miş, yeşermiştir. Mimarlık alanında görülen üstün nite
likte yapıtların kökeni de ilkçağ Anadolu uygarlığından
beslenen bir geleneğin gelişim çizgisi üzerindedir.
Türk tarihi konusunda düşünmek, onun gelişim doğ
rultusunu izleyerek, Türk insanının uygarlık alanındaki
başarılarını sergilemek gerekirse, varılacak sonuç Türk-
İslam sentezine çok ters düşer. Bugün, elimizde bulunan
nesnel belgelere göre, Türk en büyük başarısını Anado
lu'da göstermişti, en güçlü en uzun yaşamlı devletini
Anadolu'da kurmuştur. Anadolu Türkü'nün hepsi İslam-
dır, ancak önemli bir bölümü yine bu "İs lam' kavramı
nın içeriğiyle bağdaşmadığı söylenen başka bir inanca
bağlıdır. Bu bölüm, İslamdır, "Alevi "dir diye nitelenir,
suçlanır. Bu suçlama da bugün Türk-lslam sentezini sa
vunan öbeğin bağlı bulunduğu "Sünnil ik"ten kaynakla
nır. Sünni Osmanlı yönetimi Alevilik'i sapkın, dinden
çıkmış,azmış saymış, onbinlerce Alevi yurttaşın kanına
ekmek doğramıştır. Oysa bugün adı geçen İslamcı top
luluk bu sapkın sayılan kimselerin özgün ürünlerini de
60
kendi ortamında gösterir. Sözgelişi, Hacı Bektaş Veli bi
le onların ermişidir (Sünnidir). Bu yılışık çelişkiyle bir
yere varılmaz. Demek ortada olumsuz etkisi sezilmemiş
bir bilinç bulanıklığı vardır bu nedenle bütün başarılar
Tanrf ya bağlanmıştır, işte yine bu bilinç bulanıklığı bu
saptırıcı-dinci girişim ülkemizde bir tarih bilincinin do
ğup gelişmesini engellemiştir. Bu engelleme nedeniyle
bütün toplumsal olaylara İslamcı gözlüğüyle bakılmak
tadır.
Türk-lslam sentezi düşüncesinin Türk tarihi bakl
anından çok sakıncalı, tutarsız bir gelişim çizgisi üzerin
de olduğunu görüp göstermek kolaydır. Türkler Anado
lu'da 11. yüzyılda egemenlik kurmaya başlamış. Anado
lu'nun bütününü neredeyse dört yüz yıla yakın bir süre
de ele geçirmişlerdir. Daha önce Anadolu Hıristiyandı.
Türk değildi, karışık insan topluluklarının yaşadıkları
bir yerdi. Anadolu'nun ilk yerlileri de tarih öncesinden
günümüze değin gelen kimselerdi, biz onların torunları
yız, çok değişik kökenlerden gelenlerin karışımından
oluşmuş bir bütünüz, böylece Türküz. Bu Türk Anado
lu demektir.
İmdi, tarihe böyle dinci biracıdan bakılırsa, Anado
lu ancak 11. yüzyıldan sonra " b i z i m " olmuştur diyebi
liriz. Bu "b iz im" sözcüğü de Türk-lslam sentezi sonu
cu "Müslüman Türkiye" anlamındadır. Peki üzerinde
yaşadığımız bu topraklar kimindir? Biz bu topraklar üze
rinde belli bir yılla oturmaya başlayan göçebeler miyiz?
61
Türklerden önce Anadolu'da yaşayan insanlar ne oldu
lar, onların torunları kalmadı mı, soyları sürmedi mi?
Anadolu'yu Müslüman Türkler kimlerden aldılar, bu al
dıkları insanlar ne oldular? Anadolu 11. yüzyıldan son
ra "b iz im" olmuşsa, bu toprakların gerçek egemenleri,
gerçek iyeleri (sahipleri) kimlerdi, şimdi bu toprakları
bizden isterlerse vereceğimiz karşılık ne olabilir? Bu tür
soruların benzerlerinin karşılıklarını bugün Almanya'da
"Hitlerci dazlaklar" vermeye çalışmaktadırlar, işte Bi
rinci Dünya Savaşı yıllarında, bütün Avrupa uluslarının
Türkleri Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Ana
dolu'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek is
temelerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularının,
bütün Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Anado
lu'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek iste
melerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularını, bütün
Avrupa uluslarının yardımlarıyla, Polatlı yakınlarına u-
laştıran böyle sarsakça, savruk bir anlayıştı. Bir ulusun
varlığını inandığı dinle bağlantılı kılmak, tarihini diniy
le başlatmak, yalnız sağıltım görmesi gereken bilinçsiz
sayrıların işi olabilir, bu da ülkemizde olmuştur. Yugos
lavya'da kesilen Müslümanlar oranın yerlileridir, oraya
Anadolu'dan, Arabistan'dan gitmediler. Buyursun islam
cı sürüler kurtarsınlar onları, dindirsinler, iniltilerini. Ne
den hep Türkiye yardımcı olsun, Sırbistan Müslümanla-
rını kurtarsın deniyor. Nerde îslamın Tanrı yardımıyla
yeryüzünü sarsacak orduları, nerde Arabistan petrolleri-
62
ni sömüren Avrupa karşısında kuyruğunu kıvırıp oturan
görkemli Arap şeyhleri? İşte Türk-İslam sentezinin ta
banı da böyledir. Sen üzerinde yaşadığın, İslam olmak
la övündüğün toprağın tarihine karşı çıkıyorsun, onu
kendinden saymıyorsun, sonra dönüyorsun "toprakları
mızda gözleri var" demek saçmalığını gösteriyorsun. Bu
saçmalıklarla Avrupa aydınının, uygarlığın karşısında
yerin yoktur.
Burada bir tarih kuramı, sözde yeni bir görüş sergi
lenmek isteniyor, bu bilimsel bir anlayış tabanına otur
sa sevindiricidir, ancak bu görüşü ileri sürenlerin hızla
bilimden kaçtıklarını görüyoruz, kendilerini yakından
tanıyoruz. İmdi, bütün duygularımızı, usla bağdaşmayan
eğilimlerimizi, gücümüz yettiğince bir yana iterek düşü
nelim. Hepimiz, inansak da, inanmasak da Müslüman bir
bireyler topluluğu içinde yaşıyoruz. Geçmişten gelen
birtakım geleneklerimiz, alışkanlıklarımız, uygulamala
rımız vardır. Bunları eleştirebiliriz, yetersiz görebiliriz,
gereksiz sayabiliriz, ancak hepsini birden kaldırıp atama
yız, kendimizi birden bire bir boşluğa bırakamayız. Çev
remizde toplanan, bizimle komşuluk kuran, yakınlık sağ
layan, az çok düşüncelerimize katılan insanlar vardır,
gönüldeşlerimiz, arkadaşlarımız vardır, bunların hepsin
den kopmamıza da gerek yoktur. Ancak düşünen, bili
min, uygarlığın tadına varan bir kimse için geçmişten ge
len değişmezliklere bağlanmak da saçmalıktır. Geçmi
şimize, geleneklerimize, alışkanlıklarımıza saygı göste-
63
receğiz, hepsini tepmeyeceğiz, onlara bilinçsizce de bağ
lanmayacağız. Ben bunları yazarken kendimi, geçmişi
mi, çevremi düşündüm, belleğimin çekmecelerini açtım,
ne varsa ortaya döktüm. Şu sonuca vardım: ben, geçmi
şine saygı duyan, ancak sarsakça, savrukça bağlanan bir
kimse değilim. Anamın, babamın, dedemin, ninemin,
bütün büyüklerimin inançlarına, davranışlarına, uygula
malarına saygılıyım, onların anısına istediklerini de yap
mayı kendime bir insanlık borcu diyebilirim. Öte yan
dan onların inandıklarına inanmıyorum, onları gerçek
saymıyorum. Onlarla ortak bir geçmişim, ortak bir çev
rem vardır, kendim onlara borçluyum, onlar olmasalar
dı ben de olmazdım.
Yukarda söylediklerimle şimdiki durumum arasın
da bir karşılaştırma yaparsam çelişkilere sürüklendiği
mi anlarım, bu çok kolay. Ancak, bu çelişkiler bende,
kendi kişiliğimi yansıtan, biçimlendiren düşüncelerin
doğmasına, gelişmesine engel değildir. Geçmişime duy
duğum saygı geçmişimi olduğu gibi uygulamamı gerek
tirmez. Ben, geçmişini belleğinin çekmecelerine yerleş
tirerek çağının bilimsel, düşünsel odaklarına inanan, bağ
lanan bir insanım. Bu durum, ilk bakışta kötü bir çeliş
me sayılabilir, ben öyle düşünmüyorum. Üretici düşün
menin boyutları vardır, bu boyutların birincisi yönlendi
rici olan, geçmişten geleceğe doğru gelişim çizgisi üze
rinde uzanandır. Bu gelişim çizgisi kopuksa, geçmişin
yaratıcı düşünme odaklarıyla bağını sürdüremiyorsa atıl-
64
ması kaçınılmazdır, engelleyicidir, anlamsızdır. Bu an
lamsızlık geçmişe duyulan, az önce açıklanan, saygıyı
saygısızlığa dönüştürür, çıkar tutkusu geçmişe duyulan
saygının örtüsüne bürünerek kişiyi yozlaştırır.
Geçmişe saygı, bağlılık konusunda çarpıcı bir örnek
verelim: kimi büyüklerimizin gömüldükleri yerlere gi
diyoruz, onları anıyoruz, anılarıyla kendimizi onlara bağ
lıyoruz. Yasal uygulamalarda, kamuya özgü büyük tören
lerde, Atatürk'ün gömülü olduğu yeri, anıtı da görmeye
gidiyor, ona saygı duyuyoruz. Atatürk, bugünkü varlığı
mızın, bağımsızlığımızm, daha açığı ulus olarak kişili
ğimizin tarihin gücüyle özdeş odağıdır. Hangi güç, han
gi etkinlik olursa olsun, Atatürk'ü tarihteki yerinden in
dirme olanağı yoktur. Buna en güçlü sayılabilecek bir di
nin de gücü yetmeyecektir. Bu açık, kesin, evrensel bir
gerçektir. Atatürk, birçok İslam aydınının, düşünürün,
yöneticisinin de söylediği gibi, "Islamın namusunu kur
taran adamdır"; bu yargı, bu açıklama benim değildir.
1950 yönetimiyle, Türk tarihi bakımından çok utanç ve
rici bir uygulama başladı; kimi İslam devletlerinin bü
yüklükleri, uluslararası ilişkiler nedeniyle, ülkemize ge
lince Anıtkabir'e gitmiyorlar, bir çiçek bırakmıyorlar.
Bu saygısız, soysuz konuklara uyan, onların davranışla
rını doğru sayan, onlardan daha soysuz yetkililerimiz
vardır. Üstelik bu yetkililerin çoğu, "Türk-İslam sente-
zi"nden yanadır. Peki İslam dininde, özellikle Kuran'da
ölülerinizi iyilikle anın, onlara Tanrıdan iyilik dileyin, gö-
65
www.cizgiliforum.com enginel
müldükleri yerleri gidin görün, onları anın gibi anlam
lara gelen öğütler yok mu? Vardır, hadislerde de böyle
öğütler birer din görevi sayılmıştır.
Yukarda anlatılanların etkisiyle, Türk-lslam sente
zini savunanlara soralım: Asya Türklerinde özellikle Uy-
gurlarda, Göktürklerde ölüler adına, yönetici büyükler
adına dikilmiş anıtlar yok mu? Göktürk yazıtları çevre
sinde anıt yok mu? Türklerde "Balbal" ne anlamda söy
lenirdi? Bu gerçeği günümüzün İslamcı Türk aydını öğ
renmek, bilmek istemez, bağlandığı Arap inancı onu,
"milliyetçi" geçinmesine karşın bütün ulusal bağların
dan, erdemlerinden uzaklaştırmıştır. Onun bilebildiği
Türk tarihi, ancak İslama kullukla başlamıştır. Böyle bir
kimsede, böyle bir toplumda tarih bilinci yok demektir.
Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, dü
şünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. İslama bağla
nan, bu inanç kurumunun değişmez ilkelerine saplanan
bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tari
hi de yoktur. Bu nedenle İslamın da tarihi yoktur, ancak
tarihe konu olabilecek olayları vardır. Biz bu görüşü "Ta
rihin İlkeleri, 1991, Say, yay." adlı çalışmamızda ayrın
tılarıyla inceledik, kimin tarihi olabileceğini, hangi ge
lişmelerin tarihin kapsamı içine girdiğini örneklerle gös
terdik. İslam toplumlarında, felsefe ilkelerine dayanan,
bilgi öğeleriyle beslenip gelişen bir tarih anlayışı doğ
mamıştır, buna başlıca engel dindir.
Özellikle İslam dini birtakım değişmezliklere daya-
66
nır, onlarla kalıcı olabileceğine inanır. Değişmezliğin
egemen olduğu yerde tarih de yoktur derken, tarihi ya
pan olayların bulunmadığını vurgulamak istedik. Bu ne
denle bir "İslam tarihi" söz konusu değildir, o ancak bir
"İslam öyküsü" olabilir, tarih kavramının içerdiği anla
mın dışında kalır. Bu nedenle de bir Türk-îslam sentezi
düşünülemez, çelişmelere düşülür.
Anadolu'ya yerleşen Türklerin hepsi Müslüman de
ğildi, bunlar arasında büyük bir Hıristiyan Türk toplulu
ğu da vardı. Bu topluluk, birdenbire ortadan kalkmadı,
Hırisityan olurken benimsediği yöresel gelenekleri de or
tadan kaldırmadı, peki ne oldu? Kuşkusuz İslam kavra
mının içine aktarıldı.
"Anadolu'da ne kadar Hıristiyan Türk mevcut oldu
ğu hakkında hiçbir şey tahmin etmek mümkün değildir.
Yalnız onların öteden beri İslamlar ile harb etmek üzere
hudut bölgelerine yerleştirildiğini ve Kapadok'ta ve To-
ros geçitlerinde mühim bir kesafete malik olduklarını
tahmin edebiliriz. Bu Hıristiyan Türklerin bir kısmı ls-
lamiyeti kabul ederek fetihlere karışmışlar ve Müslüman
elan her fert gibi vatandaş hukukuna malik olmuşlardır.
Müslüman olmayanlar ise Türkçeden başka bir dil bil
medikleri halde mensup oldukları kiliselere isnad edile
rek Rum ve Ermeni adlarını haksız yere taşıyıp zamanı
mıza kadar gelmişlerdir. (Prof. Mükrimin Halil Yınanç,
Türkiye Tarihi Selçuklular Devri. 1944, s. 176). Bu alın
tı çok ilginçtir, üstelik bu yapıtın yazarının öğrencileri,
67
Türk-îslam sentezinin öncüleridir, imdi bu alıntıya gö
re, günümüzde bile Rum-Ermeni diye nitelenen yurttaş
larımızın bir bölümünün Türk olduğu gündeme geliyor.
Biz buna, Doğu Anadolu'da yaşayan, Kürt denen yurt
taşlarımızın önemli bir bölümünü de katabiliriz. Nedeni
şudur: bugün "Kürt topraklan" denen yörelerde, daha
önce Kürt olmayan halklann devletleri vardı, sözgelişi
Diyarbakır yörelerinde bir Ermeni Krallığı'nın bulundu
ğunu, bu ili Tigranes adlı kralın kurduğunu, ona "Tigra-
nokerta/ Tigranes i l i" dendiğini biliyoruz. Bu yöreler
sonralan Türk egemenliği altına girmiş, Islamlaşmış, es
ki toplumsal özelliklerini yitirmiştir. Bugün, o yöreler
de yukarıdaki alıntıya dayanarak konuşursak, Hıristiyan
Türklerin, başka insanlann inanç değiştirmiş torunları
yaşamaktadır, ilkçağda, Doğu Anadolu'da, yoğun bir
Türk topluluğunun bulunduğunu gösteren kaynaklar, yok
elimizde. 13. yüzyılda yaşadığı bilinen Abu'l-Farac'ın
bildirdiğine göre, Kürt topluluğunun önemli bir bölümü
Medya dağlannda yaşarlardı, daha büyük illere inmemiş,
yerleşik yaşama düzenine geçmemişlerdi. Öte yandan
Urfalı Mateo da "Vakayi-name "sinde Türk toplulukla
rının daha 10. yüzyıl bitimiyle 11. yüzyıl ortalarına de
ğin, Iran üzerinden gelen Türk ordularının bu yörelere
akınlar düzenlediklerini, Ardze (Erzurum) ilini aldıktan
sonra "...Müslümanlar, kılıçlarını kaldırmış oldukları
halde şehre hücum ettiler ve 150.000 kişi kadar olan hal
kı kamilen kılıçtan geçirdiler, (s. 86)." Bu olayın 1050
68
dolaylarında.Sultan Tuğrul döneminde olduğu biliniyor.
Bu alıntının bulunduğu yapıt (Vakayı-name) Türk-lslam
sentezi öncülerinin egemen olduğu "Atatürk Kültür, Dil
ve Tarih Yüksek K u r u m u " aracılığıyla, ikinci kez
1987'de yayımlanmıştır, başkalarını suçlama gereği kal
mamıştır artık. Bu tarih gerçekleri karşısında Türk-lslam
sentezinin söyleyeceği ne olabilir? Hıristiyan Türkleri,
onlardan önce Anadolu'da yaşayan Hitit öncesi insanla
rını, Hititleri, Hunileri, Luvileri, Urartulan, Frigleri, Lig
leri, Persleri, Arapları, Ermenileri, Kürtleri, Rumları, Ya
hudileri, Gürcüleri bunlar gibi daha nicelerini bu Türk-
İslam sentezini savunan ünlü "beşik uleması" nereye
koyacak, hangi tarih, hangi bilim anlayışına göre değer
lendirecek? Bu soruya sağduyunun verebileceği bir ya
nıt yoktur.
Türk-lslam sentezi yandaşlarının, düşüncelerini sa
vunurken, hep tarihe dayandıklarını, kendilerine göre
kaynaklar bulduklarını da biliyoruz. Ancak, yine kendi
aralarında büyük çekişmelere yuvarlandıklarını da biz
söyleyelim. Onların, gerçekten geniş bilgisiyle ün kazan
mış öncüleri, bizim de yakından tanıdığımız, Beyazıt
kahvelerinde uzun uzun söyleştiğimiz Mükrimin Halil
Yınanç'tı. Bu saygıdeğer kişi tarih olayları karşısında
belgesiz konuşmayı pek sevmez, varsayımlarını bile bir
takım kaynaklara dayamaya önem verirdi. Onun yukar
da adı geçen yapıtında şöyle bir vurgulama var: "Bu tak
dirde bu açılış zamanında Anadolu'ya gelen Türk ve
69
Müslümanların miktarının l.OOO.OOO'u geçtiğini kabul
etmek mümkün olur. (s. 176)."
Bu alıntı üzerinde uzun boylu durmanın gereği yok-
tur.Türk egemenliği 1071 olayıyla başlamış, evre evre
1461 'de, Trabzon'un alınmasıyla doruğa ulaşmıştır. İm
di 1071 ile 1461 arasında 390 yıllık bir süre vardır. De
mek ki Anadolu'da Islam-Türk egemenliğinin sağlan
ması en az 390 yıl boyunca savaşmayla olmuştur. Peki,
Türkler üç yüz doksan yıl boyunca, Anadolu'da kimler
le savaşmışlar, bu savaştıkları insanlar ne oldular? Ana
dolu'nun ıssız kaldığını, böyle bir dönemin yaşandığını
bilmiyoruz, elimizde bir kaynak yok. Öyleyse bu insan
ların, bu Müslüman Türk olmayan toplulukların, İslam-
Türk sentezine katkıları ne olabilir? Ortada bir tutarsız
lık, öne sürülen görüşle varılan sonuç arasında uyumsuz
luk açıktır, bu da seçilen kavramların içeriğini yeterince
bilmemekten geliyor.
Yurdumuzda, özellikle yüksek öğretim kurumları
nın etkinliğinin çoğalmasıyla başlayan, Osmanlı medre
selerinden kaynaklanan bir "ucuz konuşma geleneği"
vardır. Bu geleneğin bilimsel öncüsü Fuad Köprülü'dür,
nitekim Türk-tslam sentezi yandaşlarının, tarih, edebi
yat öğrenimi görenleri, onun öğrencileridir. Bu ucuz ko
nuşma geleneğinin başlıca özelliği, seçilen kavramlar
konusunda dil sorumluluğu taşımamaktadır. Dilimizde
"dilin kemiği yoktur" atasözü kapsamınca bu geleneğin
bir tabanı var demektir. Önce Anadolu'nun uzak geçmi-
70
şini, tarih öncesini, tarih dönemlerini iyi bilmek gerekir.
Bu topraklar üzerinde yaşamış insanları belli bir kökene
bağlama, hepsini bir kökten türetme olanağı yoktur. Ana
dolu, insan toplulukları bakımından, sayısız karışıp kay
naşmaların yarattığı bir birikimdir, biz bu birikime bu
gün " T ü r k " adı altında "Türkiye Cumhuriyeti ulusu",
ya da Türk ulusu diyoruz. Bu ad, belli bir soyun, belli bir
kan özdeşliğinin değil, çağların oluşturduğu bir bileşim
(synthese) niteliğindedir, bu nedenle Anadolu ulusu- bir
"bileşim"dir. Bunda, bu bileşim olayında, Islamın oldu
ğu gibi, başka dinlerin, başka inançların, başka gelenek
lerin de etkileri, katkıları vardır, bütün başarıyı Islamda
görmeye çalışmak, bilim adına bir sapkınlıktır. Bugün
yaşadığımız üzücü, acıklı, tatsız, tedirgin edici, uygar
lıkla bağdaşmayan olayların kaynağı bizde bir tarih bi
lincinin uyanmaması, bilim kurumlarımızda felsefe ilke
lerine dayalı bir tarih anlayışının bir tarih felsefesinin
doğmayışıdır.
Yeryüzünde aydınları, dışadönük düşünen bir ulus
varsa o da biziz, bilimsel kavramların kabuklarına bak
maya alışmışız, kavramı söylerken bilimle uğraştığımı
zı, kapsamlı bir düşünce, derin bir görüş sergilediğimi
zi sanmanın karanlığı içindeyiz. Dilimize doladığımız
kavramların gerçek içeriklerinin ne olduğunu, konuşu-
ruken ne dediğimizi kendimiz bile bilmeyiz. Nedeni de
bilmeden konuşmaya, anlamadan dinlemeye alışmamız-
dır. Nitekim dinimiz öyle buyuruyor, öyle gerektiriyor.
71
Kutsal kitabımızda binbir anlamlı sözcüklerin bulunma
sı, bizi anlamadan dinlemenin yüce erdemine ulaştırmış
tır. Bu yüzden Müslüman olmakla "gurur duyuyoruz"
diyor bütün anlamadan konuşmaya alışmış büyüklerimiz.
Nerede utanç duyulacağını bilemeyen bir yüksek görev
linin İslamla övünmesi (gurur duyması) doğaldır, eşek
öldükten sonra onu ister kurt yesin ister çakal, önemli de-
ğil-
Anadolu'da bir bireşim (synthese) düşünülebilir, an
cak bu dinle olmaz, bu topraklar üzerinde yaşamış, ya
şayan değişik toplulukların emekleriyle ortaya konan uy
garlık ürünlerinden oluşan geliştirici bütün Anadolu in
sanlarının ortak yaratışıdır. Son yıllarda, yine Anado
lu'da, bilim örtüsü altında, Türk-İslam sentezine benzer
kuramlar sergilenmektedir. Bu kuramlara göre Anado
lu'nun belli yörelerinde bağımsız uygarlık, bağımsız bir
ekin ortaya konmuş, böylece ulusal bir dayanak yaratıl
mıştır. Bu, bilim adına, utanç verici bir girişimdir. Ana
dolu'da bağımsız bir Türk ekini (öteki insanları dışlaya
rak, Asya'ya bağlanarak), bağımsız bir Çerkez ekini, yi
ne bağımsız bir Kürt ekini, daha başkalarını aramak bi
limsel anlayışla bağdaşmaz. Ekinde bağımsızlık söz ko-
unsu olsa bile, konar göçer toplulukların karşılaştığı köp-
rübaşlarında olmaz bu iş. Özellikle Doğu Anadolu'da
bağımsız bir ekin, ulusal bir ekin birimi aramak, böyle
bir gerçeğin bulunduğunu savunmak, bilinç bulanıklığın
dan öte bir anlam taşımaz. Doğu Anadolu, tarihi boyıı-
72
nuca bir konar göçer obasıdır, bir konaklama yeridir. O
konaklama yerinden gelip geçmiş obaları, bilimsel ka
nıtlara dayanarak, belge göstererek saymamıza olanak
yoktur, ancak belli belirli olanları bilebiliriz. Bunlar da:
Persler, Urartular, Luviler, Hurriler, Araplar, Süryaniler,
Gürcüler, Ermeniler, Türkler, Grekler, Romalılar, daha
adı bilinmeyen nice topluluk. Bu toplulukların Kürtçe dı
şında, hepsinin özgün bir dili vardır. Kürtçe yapısı, içe
riği, dizini bakımından Farsçanın epeyce değişmiş bir
uzantısıdır, özgünlük savıyla ortaya atılarak yanıltıcı,
kandırıcı odaklar aramayalım. Bilimsel savlarla ortaya
atılan, bilime gerçekten saygısı olan bir araştırıcının, ulu
sal birlik düşüncesi güdüyorsa, yapacağı ilk iş, Doğu
Anadolu'daki il, ilçe, bucak, köy, yaylak, oba, dağ adla
rının kökenlerini araştırmaktır. Bir yerleşme yerinin adı
hangi dille açıklanabilirse, onun kurucusu, yerleştiricisi
(insanlara bir yerde oturma olanağı sağlama), düzenle
yicisi o dili konuşan topluluktur. Konuya bu açıdan ba
kılırsa, bugünkü ulusal savların hepsi boşlukta kalır.
Yeryüzünde değişik kökenli toplulukların en çok ka
rışıp kaynaştığı yeni birikimler oluşturduğu bir iki böl
ge Doğu Anadolu'dur. Bu bölgede Kafkasya, Mezopo
tamya, Hind, İran, Batı Anadolu gibi değişik yönlerden
gelen topluluklar birbiriyle yoğurulmuş, bireyler köken-
sel özelliklerini yitirmiştir, bu nedenle bu bölgede özgün
bir toplululuk yoktur. Bugün, çözülmesi çok güç bir so
run varsa o da Kuzeydoğu Anadolu ile Güneydoğu Ana-
73
dolu insanları arasında bir köken birliğinin, soy özdeşli
ğinin varlığını savunmaktır, buralarda konuşulan dil
önemli bir etken, inandırıcı bir kanıt değildir. Dilin bi
limsel kanıt olmayışını söylememizin nedeni şudur: bu
yörelerde bugün Türkçe, Çerkezce, Gürcüce, Arapça,
Kürtçe, Süryanca konuşan topluluklar vardır, bunların
hangisi bilimsel taban olarak alınabilir? Bu toplulukla
rın hangisi İlkçağda bu bölgede yaşamış, devlet kurmuş
topluluklara bağlanabilir? Bilim bu sorular karşısında
susmaktan başka ne yapabilir?
Konuyu epeyce genişlettik, ilk bakışta başka sorun
lara değinerek, taban sorundan ayrıldığımız sanısı uya
nabilir, ancak Türk-lslam sentezini yargılayabilmek için,
bütün karşıt görüşleri sergilemekte yarar var kanısında
yız. Bugün Anadolu'da özgürlük, bağımsızlık savları ar
dında koşan aydınlarımızın sayısı az değildir. Bu saygı
değer uygarca bir davranıştır, özgürlük, bağımsızlık uy
garlığın kurucu ilkeleridir. Bu konularda bilimsel içerik
li bir tabana dayanılmazsa, sorunlar duygusal etkinlik
ler altında gündeme getirilirse düşünme ortamında kar
gaşa başlar. Sorunlara yönelen kişinin bir takım önbilgi
ler edinerek, uğraşacağı konunun çevre çizgilerini belir
lemesi, araştırmada, varılan sonuç gerektirirse, bu çizgi
leri daha genişletmesi doğaldır. Türk-İslam kavramları
nı yan yana getirmek kolay, birini ötekinin içeriğiyle dol
durmak güç, dahası olanaksızdır. Bu tutum son yıllarda
ortaya çıkan kimi aydınların, bütün Doğu Anadolu'yu
74
www.cizgiliforum.com enginel
belli bir oymağın uygarlık alanı saymasına, bütün geç
mişi o oymağa bağlamasına benzer.
Toplumları yönlendiren, düzenleyen, onlara yaşa
ma olanakları sağlayan dinler değildir, çağımızda dinle
kalkınan, mutluluğa ulaşan bir toplum görülmemiştir.
Uygarlık, dinlerin dışında, daha etkili, daha çekici sorun
lar getiriyor, yaşamı tinsel değil nesnel üretim odakları
nın egemenliği altında görüyor, dinler genelde bireysel
eğilimler olarak anlaşılıyor. Bugün İslam ülkelerinde bir
lik, bütünlük, yardımlaşma, birbirini koruma, belli bir i-
nanç odağında toplanma gibi olumlu girişimler yoktur.
Bu durumda Türk-Islam sentezi yoldaşlarının olumlu bir
sonuç alacaklarını sanmıyorum, nedeni de bütün sorun
ları nesnel ortamdan tinsel ortama kaydırmaları, özellik
le üretim-tüketim ilişkilerinin etkinliğini gözardı etme
leridir. Nedense, bu dine bağlı çevrelerde bütün sorun
ların, toplumsal bunalımların yukardan aşağı doğru ön
lemlerle çözüme ulaşacağı kanısı yaygındır. O çevreler
de taban sorunlarına ilişkin kavramların geçerliliği yok
tur, bir altyapı düşüncesi doğmamıştır. Bütün yaşamasl
gereksinimlerin Tanrı buyruğuyla karşılanacağını sanan
bu İslamcı görüş Arap petrollerinin önemini, etkinliğini
anlayacak bilinç aşamasına bile ulaşamamıştır. Avrupa
uluslarının, Amerika'nın petrol çıkaran İslam ülkelerine
yakınlaşmalarını bile İslam inançlarına duyulan etkilen
me gibi gösteren İslamcı aydınlarımız, bilginlerimiz az
değildir, hepsi de Türk-İslam sentezi ardınca yayılırlar.
75
Gündeme getirilen bir sorunun önce kendi içeriğiy
le bağlantılı olması, çevre sorunlarla çelişik duruma düş
memesi gerekir. Bir sorun ele alınınca onunla ilgili yan
sorunlar dışlanamaz, nedeni de sorunların yalnız olma
yışı, yeterince görülemezse bile bir çevreyi taşımasıdır.
Çevresiz sorun olmaz, bir sorun da çevresinden soyutla
namaz. Türk-Islam sentezi, bir sorun olarak düşünülür
se, önce yan sorunlarını da saptamak gerekir. Bu yan so
runlarla kurulan bağlantı önemlidir, kimi sorunlarda o-
dak soruna girebilmek için yan sorunları aralamak, bir
yol açmak gerekir. Burada İslam sözcüğü gündeme ge
tirilirse ilk soru şudur: Hangi islam? Sözgelişi Hanefi
mezhebinin anladığı islam mı? Türk-Islam sentezini öne
sürenler, islam mezheplerinden birine bağlıysa iş deği
şir, İslam kavramının kapsamı içinde bir mezhep düşü
nülür, bü da islam sözcüğüne o mezhebe göre bir yorum
getirmeyi sağlar. Bu durumda sorunlar birbirine dolaşır,
içinden çıkılmaz. Türk-Islam sentezi, yandaşlarının dü
şüncelerinden, davranışlarından anlaşıldığına göre, Ame
rika güdümünde bir görüştür. Amerika, petrol nedeniy
le İslam ülkelerine özel bir yakınlık duymaktadır. Petrol
çıkarmayan ülkeler bu yakınlıktan yoksundur. Bu petrol
ülkeleriyle kurulan özel ilişkiler sonucu, Amerika bu ül
kelerin hep dine bağlı kalmalarını, hep dinle yönetilme
lerini ister bu isteğini yerine getirmek için de çok yönlü
uygulamalara girişir. Sözgelişi, Amerika yüksek düzey
de bir görevliyi, bir komutanı istemiyor diyelim, gecik-
76
meden o komutan düşüncelerine karşıt bir uygulama
gündeme getirilir. Bizde imam-hatip çıkışlıların Kara
Harp Okulu'na alınmamaları, nedense îslartu çok seven
petrol kokuşlu Amerika'yı tedirgen eder. Ona göre Türk
ordusuna imam-hatip çıkışlılar girmeli, Müslüman bir or
du kurulmalı, Atatürk'le gelen bütün yenilikler ortadan
kaldırılmalı, Osmanlıya dönülmeli, daha açık, daha se
çik bir Amerika egemenliğinin altına girilmeli, manda
cılık yasallaşmalı. Bu durum çok açıktır, oysa bizde din
ci geçinen bir topluluk da böyle düşünüyor, ordu îslam-
laştınlmah. Peki orduyu oluşturan bireyler Müslüman de
ğil mi? Kuşkusuz Müslüman, genelde geleneklerine bağ
lı, ancak katı yobaz değil, şeriatçı değil. Amaç belli, bü
tün yurt düzeyinde etkinliğini sürdüren bir " is lam dev
leti" kurmak. Bu devletin kurulması ordunun Islamlaş-
tırılmasına bağlı değildir. Türkiye'de İslamcı anlayışa, şe
riatçı gericiliğe karşı çıkan büyük bir oy birikimi vardır.
Aleviler vardır, yine şeriat yönetimine karış güçler var
dır. Bu çağda, bunların hepsini bir yana iterek bir "şeri
at devleti" kurmak pek kolay değildir, öte yandan İran,
Suudi Arabistan, Amerika istiyor diye bütün Türk Müs-
lümanlarını sürüye dönüştürerek başkalarının güdümü
ne bırakmak pek kolay değildir. Şunu çok iyi bilmeliyiz
ki imam-hatip okulları da, günün birinde, Osmanlı med
reseleri gibi kendi kuyusunu kazacak, kendi başını yiye
cektir. Nedeni de, bu kuruluşların amaçları dışına taşma
sı, kuruluş ilkelerine aykırı bir taban üzerinde durmala-
77
ndır. Bu okulların altyapısıyla üstyapısı arasında yaşam
sal bir bağlantı, bir uyum yoktur. Bugün, ayakta duran
Müslüman devletlere bakıldığında, düşünce bakımın
dan, yönetim bakımından bağımsız, Amerika ya da Av
rupa güdümünde olmayanı görülmez, peki hangisi ken
dini kurtarabiliyor? Yanıt yok.
Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olayın
içindeyiz. Dinciler, şeriatçılar birleşerek ülkemizi Birin
ci Büyük Savaş öncesine getirmeye çalışmaktalar, Os
manlı devletini yıkan, ondan irili ufaklı birçok bağımsız
devlet oluşturan dış güçlerin denetimi altına girmeyi Tan
rının buyruğu gibi görmekteler. Amerika, ülkemizin bu
günkü durumundan çok kıvanç duymaktadır. Ülkemiz bir
yığın çözümü güç sorunlarla karşı karşıyadır: Kıbrıs so
runu, Kürt sorunu, üretim-tüketim ilişkilerinin dengesiz
liğinden doğan, şu "ekonomi" kavramının kapsamına gi
ren olaylar sorunu. Bu içinden çıkılması yalnızca Türk
yönetiminin elinde olmayan sorunlar: devletimiz daha
çok sarılsın, daha çok güçten kesilsin diye çalışanların,
İran, Suudi Arabistan, Al-Baraka yardımlarıyla beslenen
dincilerin yarattıkları İslam sorunu. Geçmişe bakılırsa bi
rinci Büyük Savaş öncesinde, Kurtuluş Savaşı dönemle
rinde yine bu tür sorunlar ortaya atılmıştı, bunların kay
nağı yine kimi dış devletlerdi. O dönemlerde şunlar gün
demdeydi: dış borçlar (duyûn-i umûmiye-kapitülasyon-
lar), Osmanlı yönetimine bağlı kimi ulusların bağımsız
lık sorunu, Osmanlı yönetimi altında yaşayan azınlıkla-
78
nn sorunları, ülkemizde başta Amerika-lngiltere olmak
üzere kurulan yabancı okullar sorunu. Bu sorunlar kar-
şılaştınlırsa, değişmedikleri, hep Türkiye'nin gündemin
de bulunduruldukları anlaşılır. Kurtuluş Savaşı evrelerin
de de yine bu tür sorunlar gündeme getirilmişti. Doğu
ayaklanmaları, hepsi Nakşibendi tarikatının etkisiyle,
Kürt sorunu, Musul petrolleri sorunu, din sorunu, dış
borçlar sorunu. Sorunlar tükenmiyor, özden değişmiyor,
yalnızca kabukları boyatılıyor, başka bir görünümle su
nuluyor, öneriliyor. îmam-hatip çıkışlı dinci şeriatçı yurt
taşımız bu öldürücü gerçeği göremiyor, düşünemiyor.
Geçen yüzyıl sonlarına doğru, ülkemizde Osmanlı
cılık, İslamcılık, Turancılık adlarını alan akımlar doğ
muştu. Bugün, bu akımların doğuş nedenleri araştırılın
ca, hepsinin dış kökenli olduğu, başka devletlerce bes
lendiği anlaşılmıştır. Osmanlıcılık akımının besleyicile
ri, kurucuları hep dönme yurttaşlardı, sonradan Müslü
man olan, yurtdışından gelen kimselerdi. Turancılık'ın
öncüsü Alınanlardı, islamcılığın kılavuzu da İngilizler,
Amerikalılardı. Hepsinin ereği Osmanlı devletini içinden
çökertmek. Nitekim "Osmanlı Bankası"nı kuranlar da
yabancılardı. Osmanlı devletinde ileriye dönük kıpırda
malar sezilince, Avrupa başını kaldırır, azınlık sorunla
rını gündeme getirir, ülkede bir yönetim tedirginliği ya
ratırdı. Bugün durum değişmemiş, yalnız kullanılan bi
linçsiz uşaklar değişmiştir.
Türkiye bugün bir sorunlar karmaşası içindedir, bu
79
burgacın en güçlü döndüğü evrede, çevrintinin en çok baş
döndürdüğü aşamada, beklenmeyen bir dönemde, Türk-
İslam sentezi gündeme getirildi. Daha önce, ilk kuruluş
öğeleri 1950 yönetimi evrelerine uzanan, İlim Yayma
Cemiyeti kurulmuştu, onun ardından Aydınlar Ocağı
oluştu. Bu üç kuruluşta bulunan, görev alan kimselerin
çoğunu yakından tanırız, biliriz. İlim Yayma Cemiyeti,
Nakşibendi tarikatına eğilimli bir kuruluştur. Biz bu ku
ruluşları kötülemeyi, yermeyi düşünmüyoruz, ancak hep
sinin çağdaş bir anlayış içinde olmadığını, Atatürk'le ge
len yeniliklere sıcak bakmadığını Osmanlı yanlısı oldu
ğunu söylemeliyiz. Burada ilginç bir olayı öyküleyip ge
çelim:
Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, 1970-1973 evresin
de, Meydan-Larousse Ansiklopedisi'nde, tarih bölümün
de çalışan, sevecen, tatlı dilli, güler yüzlü, çekingen bir
asistandı, öğretmeni Prof. Dr. Şahabeddin Tekindağ'ın
sevdiği, doçent olması için ağırlığını koyduğu bir kim
seydi. Aradan yıllar geçti ilerledi, tarih profesörü olarak
görevini sürdürdüğü dönemde akciğer kanserine (bir söy
lentiye göre beyin kanserine) yakalandı. Sağıltım girişim
leri olumlu sonuç vermedi, yüzü çarpıldı, tanıyanları
üzen bir duruma geldi. Artık ölüm, kendisine son uyarı
sını yapmıştı, görevine şöyle böyle gidip geliyordu. Ay
dınlar Ocağı ne yaptı bilir misiniz? Bu ölümle buluşmak
üzere olan arkadaşımızı, Turgut Özal'ı yanıltarak, rek
tör seçtirdi bir süre sonra da musalla taşında selamladı.
80
Bu üzücü bir olaydır. "Bizden olsun da ne olursa olsun"
düşüncesinin anlamsız bir uygulamasıdır. O da Türk-İs-
lam sentezinden yanaydı, toprağı bol olsun.
Ülkemizde, böyle değişik başlıklar altında oluşan
derneklerin, özellikle dinci, "mil l iyetçi" kuruluşların
çağdaş uygarlıktan yana bir tutumu benimsemeleri dü
şünülmemeli, eğilimleri buna elverişli değildir. Yeri gel
mişken bir anımı daha aktarayım. İstanbul'da, Laleli Ca
mii karşısında özel sayrı bakım yeri (muayenehane) olan
ünlü bir doktorumuzu tanırım, tinsel sayrılıklar (ruh has
talıkları) uzmanıdır, bu alanda epey ün sağlamıştır. Bu
eski arkadaşımız, sayrılarını "Kuran'dan ayetler" okuya
rak sağıltmaya çalışır, sonra bilimsel gereçleri uygula
maya koyulurdu, gereğini yapardı (reçete yazardı). Bu
uzmanımız, bir gün*, Çemberiitaş'ta, "Muallimler Birli
ği "nde, "Bir Komünistin Beyin Anatomisi" adlı bir ko
nuşma sergilemişti. İlgilendim gittim, en arkada sessiz
ce oturup dinledim. Konuşmanın odağı şuydu: "Bir ko
münistin beyin dokuları incelendiğinde, sağlıklı düşünen,
böyle aykırı yollara sapmayan bir kimsenin beyin doku
larından kolaylıkla ayrılır. Tanrı komünistin beynini oluş
turan dokuları dinine, ulusuna bağlı bir Müslümanınkin-
den çok başka, değişik düzende yaratmıştır..." Bugün
Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti gibi kuruluşlarla
yakın ilişkisi olan bu yurttaşımızın Tevfik Fikret için "O
bir ruh hastasıdır" dediğini de anımsatalım. İşte Türk-
îslam sentezi yandaşlarının bilim, uygarlık, insanlık aıı-
81
layışları. Bu adı geçen kuruluşlara bağlı yurttaşlarımızın
hepsinin Amerika anlayışından yana olduklarını, onun
izini sürdüklerini söylemenin gereği kalmamıştır.
Bu alıntılardan çıkarılmak istenen sonuç şudur: Av
rupa, Amerika kalkınmış, gelişmiş, güçlü, bayındır, uy
gar bir Türkiye istemiyor, onların bu tutumu Osmanlı
dan bu yana değişmeden sürdürülmektedir. Türkiye han
gi yıkımlara, hangi olumsuz olaylara karşı çıkarsa han
gi sıkıntılardan sıyrılmak isterse Amerika da, Avrupa da
olumsuz karşıt yolu benimser, Türkiye'yi kurtulmak is
tediği durumun içinde kalmaya iterler. Türkiye aşırı din
cilikten kurtulmak isterse onlar aşırı dincileri beslerler,
Türkiye bütün alanlarda bağımsız, özgür davranmak is
terse onlar özgürlüğü, bağımsızlığı önleyecek güçlü, et
kili odaklar bulmakta gecikmezler, üstelik bu engelleyi
ci odakları Türkiye yararmaymış gibi göstermekte bece
rili, başarılı olurlar, ülkeyi içinden sarsmak için özveri
li uşaklar, beslemeler, yanaşmalar, odalıklar bulurlar, en
yüksek görevlere getirme çabası gösterirler. Türk-İslam
sentezi diye sergilenen görüşün besleyici toprağı bu ya
bancı kökenli gübrelerle verimli kılınır, başka neden ara
manın önemi kalmamıştır.
82
NURCULUK DEDİKLERİ
Ülkemizde, özellikle 1946'dan beri, toplumu tedir
gin eden bir uyanışın ağırlığı sezilmektedir. 1950 yöne
timinin güçlendirdiği, Adnan Menderes'in "Siz isterse
niz hilafeti bile getirirsiniz" sözleriyle yüzeye yansıyan
gericiliği okşayan tutumuyla yönlendirdiği çağdışı akım
lar arasında bir eskiye dönme yarışı başlamıştır. Bu ya
rışta halkımızın olayların derinliğine inme alışkanlığı ol
madığından, kimin neyi istediği açıkça bilinememiştir.
1980 yönetimiyle, ülkemizde yasalar bir yana itilmiş,
Cumhuriyet ilkeleri geçersiz kılınmak istenmiş, ortalık
tslamın özüne bile aykırı akımlara bırakılmıştır. Burada,
üzerinde duracağımız Nurculuk denen girişimdir, sinsi
gericiliktir.
Bu yazının yazarı, 1939 yılında, daha on dört yaşın
dayken Nakşibendi tarikatına girmiş, orada altı yıl (yir
mi yaşına değin) kalmıştır. İmdi "Nurculuk" denen akım
bu tarikatın yüzyılımızın ilk dörtte birinde ortaya çıkma
ya başlamış, 1946'da açık adını saptamış bir akımdır.
Bunun kurucusu Bitlis'in Ncrs köyünde doğan, doğdu
ğu yere göre "Nersi-Nursi" adını alan, Said'tir. Sonra
"Said-i Nersi/Nursi" diye tanınmıştır.
Bizim tekkede bulunduğumuz sürede (1939-1945)
bu kişinin adı Şıh Said-i Kürdi idi. 1870 yıllarında do
ğan Said düzenli bir öğrenim görmemiş, çevresindeki
yaşlılardan Kuran okumayı, biraz da Arapça öğrenmiş,
83
www.cizgiliforum.com enginel
daha sonra "Teali-i Kürdistan Cemiyeti" üyeleri arası
na katılmış, özellikle Derviş Vahdetimin çıkardığı "Vol
k a n " dergisinde dini savunan yazılar yayımlamıştı. Bu
evrede Sultan İkinci Abdülhamid'in ilgisini çekince gö
zaltına alınmış. Bir süre Toptaşı Tımarhanesi'nde yatı
rılmıştır. Burada geçen günlerini "İki Mekteb-i Musibe
tin Şahadetnamesi"" adlı yazısında bozuk, karışık bir dil
le anlatmaya çalışmıştır.
Said-i Kürdi, başlangıçta, ingilizlerin yanını tutmuş,
doğuda bir Kürt devletinin kurulması için çalışmaya ko
yulmuş, başarısızlığa uğrayınca bir süre susmuştur. Da
ha sonra 31 Mart diye bilinen gericilik olayına katılmış,
tutuklanmış, sonra sürgüne gönderilmiş, yakalanan ar
kadaşı Derviş Vahdeti asılarak öldürülmüştür. Şıh Said-
i Kürdi 1925'te, yine İngiliz kışkırtmalarıyla başlatıldı
ğı söylenen, Şeyh Said Ayaklanmasına katılmış yargıla
nıp yine sürgüne gönderilmiştir.
Şıh Said-i Kürdi, başlangıçta Kurtuluş Savaşımdan
yana görünmüş, Ankara'ya gelmiş, ancak Cumhuriyet
kurulunca, umduğunu bulamamış, özellikle Halifeliğin
kaldırılışında büyük sarsıntıya uğramış, Ankara'dan ay
rılıp Van'a gitmiştir. Onun, Kurtuluş Savaşı'ndan yana
olduğunu söyleyen yandaşlarının ellerinde bulunan, Ata
türk'le İnönü'nün adlarının da geçtiği belgeler bu dönem
le ilgilidir. Şıh Said-i Kürdi'nin geçmişi araştırılırsa
olumlu bir yanının bulunmadığı, sağlıklı bir eğitim gör
mediği, İstanbul'a geldiğinde "Sebilürreşad"çı Eşref
84
Edib'le görüştüğü, Fatih Camii yanında, çokluk Doğulu
yurttaşların bulundukları kahvelerde oturduğu anlaşılır.
Gençliğinde beli bıçaklı, kamalı, göğsü armalı, kolunda
uzun namlulu Osmanlı beşlisi bulunan fotoğraflar çek
tirmiş, değişik dergilerde yayımlatmıştır. İşte bugün, o-
nun gençliğinde yurtsever bir "kahraman" olduğunu ile
ri sürenlerin ellerinde bulunan bu fotoğraflardır. Bura
da, onun bu yanıyla daha ilgilenmeyip düşüncelerini ser
gilemeye çalışacağız.
Onun, adına eklenen " n u r " sözcüğü, sonradan, Ku-
ran'ın " N u r " adlı bölümünden alınmıştır. "Ners/Nurs"
sözcüklerinin bozulmuşu değildir. Yazılarına "Risale-i
N u r " demesinin nedeni de Kuran'ın adı geçen bölümü
dür. Nitekim kendisi de bir "Yeni Kuran" yazma amacı
nı güdüyordu. Said-i Nursi (Kürdi)nin, bizim bildiğimiz
evrede, yüz on dört yazısı (risale) vardı. Bu sayı gelişi
güzel değildir. Kuran 114 bölümdür (sure). Bu nedenle
Said-i Kürdi'nin "Risale-i Nur"u 114 bölüm olarak dü
şünülmüştür. Onun, bu gizli düşüncesi açıklığa kavuşun
ca, koyu dincilerin tepkisini çekmemek için anılarının da
katılımıyla bu yazıların sayısı 130 dolaylarına yükseltil
miştir. Ancak, yalnızca, "Risale-i N u r " adı verilen, Ku
ran'ın sözde çağdaş bir yorumu diye gösterilen bölüm
114 kesimden oluşur.
Şimdi Nurcular, bu art düşünceyi örtbas etmek için,
114 sayısını Kuran'a, onda geçen "sure"lere bağlarlar.
Oysa, iyi bir okuyucu bunun ne denli yalan olduğunu ilk
85
okuyuşta sezebilir. Nitekim, Said-i Nursi bütün "sure"le-
ri yorumlayamamıştır. Nedeni'de, Kuran'ın bütün ince
liklerini, ayrıntılarım kavrayacak oranda Arapça bileme-
yişidir. Onun çevresinde toplananların nerdeyse hepsi
okuma yazma bilmeyen kimselerdi. Sonraları, genellik
le Doğu illerinden İstanbul'a yükseköğrenim görmeye
gelen gençler, ailelerinin etkisiyle " N u r yazılarıyla" il
gilenmeye başlamışlar. İşte, bu akımın yayılma serüve
ni böyle başlamıştır.
İlkin, çok yakından tanıdığımız, değişik adlarla der
gisinde yazı yayımladığımız Necip Fazıl Kısakürek, As-
malımescid kahvelerinde, oyun oynanan yerlerde elinde
avucunda bulunanı kaptırınca para sıkıntısı çekmeye baş
lamıştı. O dönemde, Said-i Nursi'nin yazılarını yayımla
maktan kaçınan Eşref Edib'in önerisi üzerine, Necip Fa
zıl Kısakürek, yalnızca gelir sağlamak, sürüm sağlamak
umuduyla işe girişti. Onun yazılarını "Bediüzzaman Sa
id-i Nursi hazretleri" başlığı altında sergilemeye koyul
du. Artık geçim yolu açılmış, özellikle padişahçı çevre
lerde büyük bir ilgi uyanmıştı. Büyük Doğu dergisini,
okuyanların çoğu Necip Fazıl'ın dinci içeriklerle dolu şi
irlerinin yayımlanmasıyla toplanan kimselerdi. Bunlar
Beyazıt kahvelerine, Marmara Kıraathanesi'ne, Küllük'e
gelen gençlerdi, önemli bir çoğunluğu Doğu illefimizden-
di.îşte "Nurculuk" bu yazıların yayımlanmasıyla etkisi
ni göstermiş, bir inanç akımı niteliği kazanmıştır. Şimdi
onun gerçekten bir akım olup olmadığını araştıralım.
86
Nurculuk derli toplu, düzenli, sağlam ilkeleri, kural
ları bulunan bir akım değildir, gelişigüzel bir topluluk
tur. Bu topluluk için bilinçli denemez, duygusaldır, bü
tün güç, bütün etkinlik "Şeyh" in (önceleri şıh denirdi)
ardından gelmektedir. Bütün nurcular, kendilerine belli
görevler seçmişlerdir, onlar da özetle şöyledir:
A- Said-i Nursi adı çevresinde tartışmadan, eleştiri
ye sapmadan toplanmak, kesinlikle ona bağlanmak, onu
savunmak.
B- "Risale-i N u r " u okumak, okuma bilinmiyorsa
okutup dinlemek. Bir kimse bu yazıları okumayı bilme
yebilir, ancak, okuyanı bulup, ona okutarak dinlemesi ka
çınılmazdır.
C- Hangi koşullar altında olursa olsun, Said-i Nur
si'yi savunmak, onun bütün eksikliklerden arınmış, yü
ce, ulu bir kişi olduğunu yaymak, başkalarını buna inan
dırmak, bu yolda elinde avucunda ne varsa hepsini dü
şünmeden tüketmek.
Ç- Tartışmalara girmemek, aşırı olaylara karışma
mak, özellikle kadından, kızdan uzak kalmak, onların
arasına katılmamak, onları aralarına almamak.
D- Said-i Nıırsi'nin Tanrısal kişiliği konusunda tüm
kuşkulardan, kaygılardan uzak kalmak. Nitekim, Said-i
Nursi yazılarında, Tanrısal bildirileri açıklarken "... mü
ellife buyurdu ki..." sözlerini söyleyerek kendinin doğru
dan doğruya Tanrıdan buyruk aldığını vurgulamıştır, an
cak Tanrısal bilgiye varmayanlar bu sözleri anlayamazlar.
87
E- Said-i Nursi'nin "Risale-i N u r " u îslamın özüdür,
yeni bir Kuran'dır, yeni bir yorumdur. O, bunu Tanrının
buyruğuyla yazmış, açıklamıştır, bu konu tartışılmaz,
geciktirilmez.
F- İnanmış, arınmış, kendine güvenmiş bir nurcunun
(onlar Nur talebesi derler) başlıca görevi nereye giderse ora
da bir yeni "nurcu" yetiştirmek, birliğe kazandırmaktir.
G- Ülkenin neresinde olursa olsun, nurcuların top
lanarak "Risale-i N u r " okumaları gerekir. Toplantılarda
sesi güzel, uyumlu, uygun kimse okur, ötekiler dinleye
bilirler. Bu toplantılarda, Tanrı adlarından sonra Said-i
Nursi 'nin adını söylemek gerekir. Bu ad, gizli bir sesle
de yansıtılabilir, bilgisizler anlamasın diye.
G- Bir nurcunun evinde Kuran olmayabilir, ancak
"Risale-i N u r " u n bulundurulması kesindir.
H- Risale-i Nur okumak isteyip de almaya gücü yet
meyen olursa durumu iyi bir nurcunun ona bir takım alıp
bağışlaması büyük iyiliktir. Nedeni de bir nurcunun gö
revi topluluğa üye kazandırmak, Nurculuğun gelişmesi
ne de katkıda bulunmaktır.
K- Bir ülkede Nurculuğa karşı çıkanların hepsi din
sizdir, şeriattan ayrılmıştır. Nurculuk gerçek Müslüman
lıktır, Nurculuğa karşı çıkmak İslamı yıkmaktır.
L- Nurcuların Doğu'da çoğalmaları, Batı'da azalma
ları uygundur.
M- Risale-i Nur, çağın anlayışına, gereksinimine gö
re bir "Yeni Kuran'dır", ona göre davranıla.
88
N- Devlet şeriata dayanırsa doğru, dayanmazsa eğ
ridir. Bütün devlet kurumlan şeriat buyruklarına, daha
açığı Risale-i Nur bildirilerine dayanmalıdır. Tüm yük
seköğrenim kurumlarının adları "Medrese-i N u r " ola
rak değiştirilmelidir, namaz kılınmayan yerde öğrenim
olmaz.
Örnekleri daha çoğaltabiliriz. Nitekim Risale-i
Nur 'u okuyanlar burada dizilenlerin karmaşık, bozuk bir
dille yazıldığını görseler bile amacı anlamakta güçlük
çekmezler.
Nurculuk, yukarda özetlendiği gibi, dizgeli bir akım
değil, ancak ulus yönetimini elinde bulunduranların oy
toplama tutkusu nedeniyle çok ilgi toplamıştır. Nurcu
luk Islama uygun, İslama bağlı, Kuran'a dayalı bir ku
ruluş değildir. Nakşibendi tarikatının bir kolu olması,
kendisinden de "Aczmendilik" diye bir kolun doğması
Islamı dışladığının nesnel örnekleridir. Islamın kaynağı,
odağı Kuran'dır. Şimdi bu kuruluşun neden Islanfa, Ku
ran'a aykırı olduğunu görelim:
A- İslam dininin kaynağı olan Kuran'da mezhep, ta
rikat yoktur. Kuran bütünleştiricidir, bölücü (tefrikacı)
değil. Oysa tüm mezhepler, tarikatlar bölücüdür, ayrı ay
rı topluluklar oluşturmayı yeğler.
B- Islamda bütün tapımlar (ibadetler) Tanrı adına
sürdürülür. Kuran'da adı sanı geçmeyen kimseler adına
değil. Oysa Nurculuk'ta kurucusunun adı, Tanrı adları
yanında anılır.
89
C- Islamda biricik kutsal kitap Kuran'dır, onun "ye
nisi", "eskisi" olamaz, benzeri, örneği yazılamaz, baş
ka bir kitap Kuran anlamında alınamaz, yorumlanamaz.
Oysa Nurculuk'ta "Risale-i Nur" , "... müellifin..." gibi
Kuran yerine de okunmaktadır. Bu tutum, şeriata göre
"Küfr-i kebir/büyük suç "tur, ölümü gerektirir.
Ç- Kuran'da bütün inananların kardeş oldukları, Tan
rının bütün evrenin yaratıcısı olduğu bildirilir, insanlar
arasında üstünlük-aşağılık ayrımı gözetilmez. Oysa Nur
culuk'ta Said-i Kürdi üstün yaratılışlı, Tanrıyla dolaysız
ilişki kuran bir kimse diye nitelenir.
D- Kuran'a göre tapım belli bir düzene göre, alçak
gönüllüce sürdürülür. Nurculuk'ta değişik kılıklara bü
rünmek, olduğundan başka türlü görünmek, ilgi çekici
giysilerle donanmak, elde değnek (asa) bulundurmak, ca
milerde oyun andırır nitelikte tören düzenlemek vardır.
Bu tür davranışlar Islamda yasaktır, inanca aykırıdır.
E- Islamda belli bir dinciler kesiti (sınıf) yoktur, bü
tün insanlar eşittir. Oysa Nurculuk'ta " N u r talebesi" de
nen özel bir topluluk, ayrı bir dernek vardır.
F- Islamda tapım açıktır, gizli kapaklı değildir. Nur
culuk'ta tapım gizlidir, toplumun gözünden uzaktır, içe
kapalıdır. Nitekim, ülkemizde, Nurcuların oluşturdukla
rı toplulukların hepsi gizlidir.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz, ancak gerek
mez. Nedeni de "Risale-i Nur" denen yazıların düzen
siz, dağınık olmasıdır. Buna karşın, Said-i Nursi, özel-
90
likle "Sikke-i Tasdik-i Gaybi" adlı "risale"sinde kendi-
yazılarını Kuran'la özdeş sayar, kendini Tanrıyla konu
şan, Peygamber'le, Abdulkadir Geylani ile, Muhyiddin-
i Arabi ile eş tutar. Nitekim şöyle bir yorum getirir: "Ri-
sale-i Nur'u, cenabı Allah Kuranıkerim'de imzalamıştır.
Başta Hazreti Muhammed olarak, Hazreti Ali, Abdulka
dir Geylani, Muhyiddin Arabi ve öteki büyükler de Ri-
sale-i Nur 'a imza koymuşlardır." Bu sözler böyle düz
gün değil, karmaşık, dağınık niteliktedir. Nurcular bu dil
bozukluklarını anlam derinliğine, Tanrısal bildirilerle
gelen ürperişlere yorarlar.
Said-i Kürdi, sürgün olarak bulunduğu İsparta'da
yazdığı "Lemalar"da şunları söylüyor: "Risale-i Nur gir
diği her yeri kutsal laştırmış (mübareklendirmiş), bu ara
da... İsparta'ya mübareklik mekânı kazandırmıştır... Ri
sale-i Nur, İsparta'ya bütün illerin üstünde bir dindarlık
meziyeti sağlamıştır." Özetlenerek alınan bu alıntıda ya
zar kendinin bulunduğu yerin kutsallaştığını söylerken,
üstü kapalı olarak Tanrısal bir niteliğe büründüğünü vur
gulamaktadır. İslam dinine göre yalnız Tanrı "müba
rek", "mukaddes" bir varlıktkır, il, ilçe "mübarek" ol
maz.
Kendi kendini "mübarek" diye niteleyen Saıd-i Nur
si "Sönmez Risalesi"nde, şu sözlerle "Risale-i N u r " u
övmektedir: "Risale-i Nur Kuran'ın aynasıdır, bir muci
ze niteliğindedir." İslam dininde, Peygamber "benden
mucize beklemeyin" derken bizim "mübarek" yazari-
91
mız yazılarını bir yandan Kuran'la karşılaştırıyor, bir
yandan da " m u c i z e " diye niteliyor. Yine bu "risale"nin
başka bir yerinde şöyle diyor: "... Risale-i Nur 'a kimse
karşı koyamaz, onunla boy ölçüşemez, ona denk tutula
maz." Bu sözler önceleri Kuran için söylenmişti, onun
"bir benzerinin yazılamayacağı" vurgulanmıştı.
Said-i Nursi'ye göre "Risale-i N u r " kendisine Tan
rının isteği üzerine, dolaysız olarak indirilmiştir. Nitekim,
"Bediüzzaman Cevap Veriyor, 1960" adlı yazıda: "Risa
le-i Nur, Said-i Nursi 'ye Allah tarafından verilmiştir"
denmektedir. İslam dinine göre Tanrı dört yalvaca (Pey
gambere) kitap indirmiştir: Tevrat, Zebur, İncil, Kuran.
Bunlardan birincisi Musa'ya ikincisi Davud'a üçüncüsü
İsa'ya, dördüncüsü Muhammed'e indirilmiştir. Bunların
indirilmesi "vahy" yoluyladır. Bunların dışında kalan, yi
ne Tanrısal sevgiden kaynaklanan kitapların yazılmasın-
daki gizemsel etkinliğe "İlham/esin" denir. Oysa Nur
cu önderi burada, Kuran'da geçen " insa l " sözcüğünü
tersine çevirerek kullanıyor. Nitekim "Emirdağ Lahika
s ı" adını verdiği yazısında da "Kuranıkerimin ruhu, Ri
sale-i Nur 'un cesedine girmiştir" demekten kendini ala
mıyor. Bu sözler yorum gerektirmez, anlamları açık. Ya
zar, benim yazdıklarım "Kuran,'dır" açıklamasını geti
riyor, sağlıklı bir sağduyunun bunlara verebileceği baş
ka bir anlam yoktur.
Bu tür sözleri öne sürerek, Tanrısal bir nitelikle do
natıldığını söyleyenlerin öncüsü Muhyiddin-i Arabi'dir.
92
www.cizgiliforum.com enginel
O da kimi yazılarında, kendisinin Tanrıyla dolaysız gö
rüştüğünü, Tanrının bir insan kılığına (özellikle yatağa
girmiş güzel bir kadın) bürünerek kendisine yaklaştığı
nı ortaya atmıştı. Şeriat, onun, Gazzali'nin yazılarını suç
lamış, yasaklamıştı. Said-i Kürdimin söyledikleri de baş
ka türlü değil. İmdi, yine Nursi 'nin "Mesnevi-yi Nuri
y e " adlı yazısından, özetleyerek şunları aktaralım: "Ri-
sale-i Nur, Kuran'ın bir mucizesi olduğundan her şeyde
bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap Kuran'a ait bir
sırrı çözerek bir yıllık işi bir saatte bitirecek duruma gel
miştir... Risale-i Nur, Musa peygamberin asası gibi ne
reye vurmuşsa oradan su çıkarmıştır."
İslam dinine göre, başta insan olmak üzere, bütün
yaratıklar kendi dillerince Tanrının adını anarlar, ona
karşı saygı-sevgi duyarlar, işte bu yorumu "Risale-i Nur"
yazarı tersine çevirerek, kendi yazısını da Kuran'a eş tu
tarak şöyle söylüyor: "Risale-i Nur'u yalnızca kuşlar de
ğil, gökte ve havada bulunan tüm varlıklar alkışlar." Bu
rada da anlatılmak istenen çok açık, yorumsuzdur. Ya
zarın dilinin altında, yapıtının Kuran olduğu savı okuyu
cuya göz kırpmaktadır.
Said-i Nursi büyük bir birikime ulaşan yazılarının
hepsinde, kendini kimi yerde üstü kapalı, kimi yerde çok
açık olarak paygamberlerle karşılaştırır. Tanrıyla dolay
sız konuştuğunu vurgular. Onun "Hizmet Rehberi" de
diği yazısından, gelişigüzel birkaç bölümcüğü özetleye
rek aktaralım: "Ama onda (Risale-i Nur'da) yazılanlar
93
Kuran'ın malıdır. Hepsi Allah'tandır... Peygamberimiz
Kuranıkerim'in sadece bir tercümanı idi. Üstat da (Sa-
id-i Kürdi) Risale-i Nur 'un sadece bir tercümanı gibi
dir." Bu alıntıların amacı Kuran'la "Risale-i N u r " arasın
da bir özdeşliğin, Peygamber'le Said-i Nursi arasında
bir yakınlığın bulunduğunu vurgulamaktı. Risale-i Nur
dizisinin tümünü okuyanlar, bu alıntıların bu nicelikte
kalmadığını, oldukça bozuk, dengesiz bir dille bütün bö
lümlere serpiştirildiğini görmekte güçlük çekmezler. O-
nun "İman Hakikatleri" başlıklı yazısında söyledikleri
ürperticidir: "Risale-i Nur, peygamberimizin risaletinin
yani peygamberliğinin bir mirasını üstada verir." Açık
lamaya, uzun yorumlara gerek kalmıyor, Nursi ile Mu-
hammed özdeş ortamda bulunuyor. İslam dininde Ku-
ran'a "sağlam i p " , "sağlam tutacak/kulp" anlamında
"urvetü'l vüska" denir. Nitekim Nursi de, gerek "Hiz
met Risalesi", gerekse "Meyve Risalesi" adlarını taşı
yan yazılarında, özetle şunları dile getirir: "Risale-i Nur...
urvetü'l vüska kopmayan kulptur., bir Allah ipidir, bu Al
lah ipine tutunan kurtulur." Bu sözlerden çıkan anlam da
açıktır. Okuyucuyu duraksatan yalnızca Arapça "urvetü'l
vüska, hable'l metin" gibi sözcükler olabilir. Nitekim "h-
abl 'el metin" de sağlam ip, Tanrının ipi, Kuran anlamın
dadır. Bu alıntıya göre "Risale-i N u r " bir Kuran'dır, sö
zün başka bir yorumu yoktur.
Said-i Nursi çevresinde toplanan, Anadolu'nun göz
lerden uzak bucaklarına dağılan " n u r talebesi", özellik-
94
Ie şeriata bağlı kimseler arasında tepki uyandırdı. Nite
kim, 1970'li yıllarda, bu konuda yayınlar da görüldü. Bi
zim bu konuyla ilgili yayınlar arasında en çok ilgimizi
çeken "Muğla îmam Hatip Okulu Müdürü, Ali Gözü-
tok"un yayımladığı "Müslümanlık ve Nurculuk, 1971"
oldu. Yazar, "Risale-i N u r " u baştan aşağı okumuş, ince
lemiş, Kuran'la karşılaştırmış, ilginç alıntılarla sergile
miş, "Nurculuk" denen akımın tüm ayrıntılarını sergi
lemiştir. Bu yazıyı yazarken başvuru belgelerimizden
biri de o çalışma olmuştur.
"Risale-i Nur 'un, Hizmet Risalesi" bölümünde ge
çen şu sözler de ilginçtir: "Risale-i Nur 'a karşı çıkıla
maz (itiraz). Yapılacak her itiraz. En ulu kişilerden, Kut
bu'1 Azam'dan da gelse aldırış edilmemeli." Bu alıntıda
da Kuran'a değgin bir özellik vardır. Nitekim İslam
inançlarına göre Kuran buyruklarına, açıklamalarına,
bildirilerine karşı çıkılamaz, Kuran eleştirilemez, tartı
şılamaz. Kuran konusunda gündeme gelebilecek bir kar
şı çıkış (itiraz) kesinlikle sutur, bunu yapan çağının en
büyük bilgini, en büyük ermişi (evliyası) tinsel bakım
dan en üstün sayılan kişisi olsa bile sözleri geçersizdir.
İslam dünyasında Peygamber'e de "Kutbu'l a ' zam" den
diği unutulmamalı. "Kutbu'l a ' z a m " en yüce, en üstün
yetke, çağına yön veren, ışık tutan gibi anlamlarda da
söylenir. Burada "Risale-i Nur "la Kuran yanyana geti
riliyor. Bu tutum İslam dinine göre çok ağır bir suçtur.
Oysa, "Risale-i N u r " yazarı buna aldırmıyor bile.
95
Ali Gözütok'un, yukarıda adı geçen çalışmasında,
Said-i Nursi 'nin yazılarından yapılan alıntılar, onlarla il
gili açıklamalar çok ilginç niteliktedir. Yazar, "Risale-i
Nur"da geçen yorumlarla Kuran ayetlerini karşılaştırıyor,
Said-i Nursi 'nin "Yeni Kuran" yazma tutkusunu bütün
açıklığıyla sergiliyor. Birkaç alıntı verelim:
"Kuranıkerim ve Risale-i Nur Rahman ve Rahim
olan Allanın bir indirişidir, s. 38)" , alıntılarını sürdüre
lim: "Kuranıkerim ve Risale-i Nur 'un indirilişi aziz ve
hakim olan Allah'tandır... işte o nur hem Kuranıkerim'dir,
hem de Risale-i Nur'dur... Risale-i Nur 'un 129 parçası
Kuran'dan uzanan elektrik telinin ucuna takılan 129
elektrik lambası gibidir... Bu öyle bir kitaptır ki, insan
ları karanlıktan ışığa çıkarasın diye sana indirdik. (Ku
ran Secde Suresi)... Said-i Nursi'ye göre: Bu ayetlerde-
ki nur, yani ışık sözüyle anlatılmak istenen yine Risale-
i Nur'dur... Bu öyle bir kitaptır ki sen onunla insanları
Risale-i Nur 'un ışığına çıkarasın diye onu sana indirdik.
Allaha çağıran, güzel işler yapan ve ben Müslümanlar-
danım diyen kimsenin sözünden daha güzel ne olabilir
(Kuran Fuss. Suresi ayet 33)... Said-i Nursi 'ye göre: Hiç
bir sözün kendisininkinden daha güzel olamayacağı
" s ö z " , Risale-i Nur Külliyatından olan "Sözler" adlı Ri
sale yani kitaptır. Ayetle, işte bu kitap anlatılmak isten
miş ve övülmüştür. Allah'a çağıran, güzel işler yapan ve
ben Müslümanım diyen Said-i Nursi'nin: Sözler adlı ki
tabından daha güzel ne olabilir? s. 38-40."
96
Yukarıda sergilenen alıntılar iyice okunur, üzerinde
düşünülürse, İslam dininin, özellikle Kuran'ın ne gibi
çarpık yorumlara uğratıldığı Said-i Nursi 'nin Kuran'ı
bile kendi sözlerine, eylemlerine tanık gösterdiği, "Ri-
sale-i N u r " u n Kuran'da bile anıldığı, bir Tanrı buyruğu
diye tanıtılmak istendiği kolayca anlaşılır. Biz, burada
uzun yorumlara dalmak istemiyoruz. Ancak, Sadi-i Nur
si'nin ne olduğunu, hangi isteklerin ardınca sürüklendi
ğini anlamak için, öğrencilerinin (Nur talebesi), yandaş
larının sözlerini dinlemekle değil yazılarını ilgiyle oku
makla sağlanabileceğini vurgulayalım.
Yazılarının Kuran'la, bin üç yüz elli yıl önceden bil
dirildiğini söyleyen, yüzlerce sayfa tutan "Risale-i
Nur"un pek çok yerinde, oldukça karışık, bulanık bir dil
le sergileyen bir kimsenin "Müslüman" kavramı içine so
kulmak istenmesi, bir de adının başına "bediüzzaman/ça-
ğın tansığı" gibi bir niteliğin eklenmesi sağlıklı bir sağ
duyunun işi değil kanısındayız. Bir kimse durup durur
ken, "beni Tanrı söyletiyor, bana yeni bir Kuran yaz di
yor, bana esinler, vahiyler gönderiyor, bugün yapacağı
mı önceden Kuran'la bildirmiştir" savını ileri süren ki
şiye ne denir bilemiyoruz.
islam ülkelerinde, Tanrıyla yakınlık kurduklarını,
ondan dolaysız olarak esin-aldıklarını, Tanrısal esinle
yazı yazdıklarını, konuştuklarını söyleyen nice düşünü
rün, ozanın, ermişin öldürüldüğünü biliyoruz, yazılı kay
naklardan öğreniyoruz. Sözgelişi Hallac-ı Mansur, Sey-
9 7
yid Nesimi, Şeyh Bedreddin, Oğlan Şeyh İbrahim daha
nicesi inançlarından dolayı ölüme gönderilmiştir. Onla
rın söyledikleriyle Said-i Nursi 'nin "Risale-i Nur"da
yazdıkları arasında bir karşılaştırma yaparsak, öncekile
rin salt aydın, suçsuz kimseler olduklarını, Said-i Nur
si'nin ise "Şeriat" anlayışına göre İmam Gazali, Muh-
yiddin-i Arabi gibilerden çok daha derin bir "Günah uçu
rumuna" yuvarlandığını anlamakta güçlük çekmeyiz.
Şeyh Bedrettin suçlanırken gerici Şeyhülislamlar: "Bu
adam ben peygamberim diyor, bana bunları söyleten Al-
lahtır diyor, yeni bir din getirmek istiyor..." çığlıklarını,
yaygaralarını koparmışlardı. Şimdi "Risale-i Nur 'u oku
yunca insanın parmağı ağzında kalıyor. Eksiksiz "Müs
lüman" geçinen bir kimsenin Kuran karşısındaki tutumu
böyle mi olmalıydı?
Bugün, Batı uygarlığının İslamdan doğduğunu, bü
tün buluşların Kuran'dan alındığını söyleyen sözde bil
ginlerimiz az değildir. Ancak sağduyunun sorduğu şu so
ru da yanıtsız kalmaktadır: Bütün buluşlar Kuran'dan
alınmışsa, neden hepsi Kuran'a inanmayanların, onun
varlığını bile duymayanların, onu okumayanların ellerin
den çıkmıştır. Neden Kuran'ın indiği toplumda, ona bağ
lanan uluslarda böyle bir kimse çıkmamıştır?
İlkçağ Yunan-Roma uygarlığının, Avrupa'da tanın
masında, özellikle Ortaçağ'da İslam aydınlarının etkisi
yadsınamaz, çalışmaları önemlidir. Ancak bu etki, bu
çalışmalar Yunan kaynaklarının bilinmesinde, öğrenil-
98
meşinde yardımcı olmuştur. Batı uygarlığı kısa bir süre
de tüm Ortaçağı, Islamı aşmıştır. Tüm İslam buluşları,
yenilikleri on üçüncü yüzyıl ortalarına bile ulaşamamış
tır. On beşinci yüzyıl ortalarında Avrupa'da şaşırtıcı bir
gelişme, deneyci bir atılım yaşanmıştır. Gökbilim, fizik,
matematik, kimya, tıp alanlarında önemli buluşlar sergi
lenmiştir. Elimde "Modern Çağ Öncesi Fizik, J.D. Be-
mal, Çev. Deniz Yurtören, 1995" adını taşıyan ilginç bir
yapıt var. Bunda, uygarlık tarihi boyunca sürdürülen bi
limsel gelişmeler, buluşlar anlatılıyor, İslam aydınlarının
emeklerinden saygıyla söz ediliyor. Ancak, bu İslam uya
nışı, bilimsel aracılığı pek uzun sürmüyor, Ortaçağ'la
kapanıyor, unutulup gidiyor.
Peki islam dünyası, Ortaçağ'daki olumlu gelişimi
neden sürdüremedi, neden günümüz İslamcılarına yal
nızca o döneme özgü bir övünme kaldı? Bu duraklama
nın, gerilemenin nedenleri neler olabilir? Bunları bizim
Nurculara, gericilere, "Kurtuluş İs lamda", "Anayasa
Kuran olmalı" diyenlere sorarsanız alacağınız yanıtlar
bellidir: "A- Masonlar, B- Tanzimat Döneminde Batılı
laşma girişimi, Mustafa Reşid Paşa, Mithat Paşa, daha
sonra ittihat ve Terakki topluluğu, en sonra da Atatürk.
Bu engeller olmasa İslam inançları çağdaş dünyaya ege
men olacaktı. Şimdi, biraz daha genişleyelim, şunları so
ralım: Atatürk, ondan önceki engeller yalnızca Türki
ye'de görüldü. Öteki İslam ülkelerinde böyle bir durum
yoktu. Sözgelişi Suudi Arabistan, Pakistan, İran, Endo-
99
nezya, Fas, Cezayir, Tunus, Irak, Suriye gibi İslam ülke
lerinde Atatürk yoktu, ondan önce gelen Reşid Paşa, Mit
hat Paşa yoktu. Neden bu ülkelerde, çağdaş Avrupa öl
çüsünde bir uyanma, bir silkinme, kendine dönüş olayı
yaşanmadı, yaşanmıyor da? Bu ülkelerin hangisi Atatürk
Türkiyesi'nden daha ilerde, daha saygın, daha güçlü, da
ha özgürdür?
Nurculuk'ta nedense "tarikat" sözcüğü kullanılmaz,
Nurcular kendi topluluklarına "cemaat" derler. Bu bir kan
dırmacadır. Nedeni belli: İslam inançlarına göre bu dini se
çenlerden oluşan topluluğa "cemaat" denir. Peygamberin
çevresinde toplanan, Kuran'a bağlanan kimselerin birliği
"cemaaf'tır. Said-i Nursi de yeni bir din kurduğunu ileri
sürdüğünden ona bağlı topluluğa "cemaat" demiştir.
"Risale-i Nur" , bir yorum olmakla birlikte, Kuran'ın
bütününü kapsamaz, gelişigüzel seçilmiş ayetlerin, gö
reli açıklamasını getirir. Ancak bu açıklamalar da, yu
karda aktarılan alıntılardan anlaşıldığına göre gelenek
sel Kuran yorumlarına uygun değildir, birtakım aykırı dü
şünceleri içerir. "Risale-i Nur"un "Miftahü'l-iman" bö
lümünde geçen şu sözleri de özetleyerek aktaralım:
"...Risale-i N u r " ab-ı hayattır... Musa Peygamber'in asa
sı nasıl dokunduğu taştan oniki pınar akıttıysa, gerek
Hazreti Musa'yı, gerekse yanındakileri nasıl susuzluk
tan kurtarmışsa, "Risale-i N u r " da onun gibidir. Bir Ku
ran asasıdır". Bu sözlerin anlamı belli, yazar "Risale-i
Nur"la Kuran'ı özdeşleştiriyor.
100
Saidi-i Nursi, " N u r Meyveleri" adını verdiği yazı
sında şöyle diyor: "Risale-i Nur okumak veya yazmak,
alim olmak için yeterlidir, başka bilgiye gerek yoktur."
İmdi, bu sözleri okuyan bir kimsenin bilimden ne anla
şıldığını sorması, üzerinde düşünmesi doğaldır. "Risa
le-i Nur"da hangi bilimsel bilgiler vardır? Yukarda ser
gilenen örneklere bakılırsa, bunların bir teki bile düzen
li, sağlıklı bilgi değil, birtakım sanılar, sanrılar, sayıkla
malar. Bilim us ölçülerine, düşünme kurallarına, bilim
sel koşullara göre sağlanır. Bilim kavramının kapsamın
da tarih, fizik, kimya, gökbilim, yerbilim, kazıbilim, sağ-
lıkbilim, dirimbilim, toplumbilim, coğrafya, matematik,
geometri, mekanik daha nice deney bilimi vardır. Peki
"Risale-i Nur"da bunların hangisi bulunur, bulunabilir?
İnsan bilimlerinde, özellikle insanın tinsel varlığını
ilgilendiren sağlık korumayı amaçlayan bilimlerde şaşır
tıcı saptamalar vardır. Kimi sayrılıkların, denge bozuk
luklarının saptanmasında konuşmaların, yazıların, yazı
larla anlatılan konuların önemi büyüktür. Sayrılığın be
lirtileri konuşmaya, yazıya, çizime yansır. Nitekim Fre-
ud ile öğrencilerinin önemle vurguladıkları bilinçaltı ev
reni insanın anlaşılmasında tükenmez bir birikim kayna
ğıdır. Bugün tinsel sayrılıkların, bilinç bozukluklarının
çoğu bu bilinçaltı alanına inmekle, oradan çözümleme
ler getirmekle açıklanmaktadır. Bilinçaltı kişiliğin, ıra
nın sığınağıdır. Oraya inmeyi başaran bir uzman, kaça
ğı yakalamakta güçlük çekmez. Yukarıda söylenenlerden
yola çıkarak, Said-i Nursi'ye yaklaşmaya çalışalım:
101
1- Said-i Nursi "Risale-i Nur"da geçen sözlerinin
Tanrıdan geldiğini, esin kaynağının Tanrı olduğunu sa
vunmaktadır. Bu sav, onun dolaysız olarak, Tanrıyla iliş
ki kurduğu anlamına gelmektedir. Peki Tanrıyla dolay
sız ilişki kuran kimselere "peygamber" denmez mi? Bü
tün peygamberlerin öne serdikleri savlar böyle değil mi?
Böyledir. Öyleyse, durup dururken peygamber olduğu
nu savunana ne derler?
2- Said-i Nursi, yine örneklerden anlaşıldığına gö
re, yeni bir Kuran yazma yolundadır. "Risale-i N u r "
Tanrısal esinlerle bütünleşen "kutsal kitap "tır, ona kar
şı çıkılmaz, değiştirilemez, eleştirilemez. Bu niteliklerin
hepsi Kuran için geçerlidir. Oysa, yazdığı kitaba üstü
kapalı olarak "Kuran"dır diyen kişiye ne derler? Bu so
runun yanıtını Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin "Fet
vaları "ndan buluyoruz "Katli vacibtir." Yargı bununla
bitmiyor, "anın mezhebinden olanlar dahi katledilir." İş
te şeriatın Said-i Nursi ile yandaşları, "nur talebesi" ko
nusunda söyledikleri bunlardır.
3- Said-i Nursi İslamı savunurken, onun getirdiği ko
şulların birine bile uymuyor. Bu kişi, lslamın öngördü
ğü "a i le " birliğinden yoksundur, Tanrının bu konudaki
buyruğunu yerine getirmemiş, Peygamber'in yoluna
(sünnetine) bağlanmamıştır. Bu nedenle nurcuların ner-
deyse büyük bir bölümü evlilikten kaçınmaktadır.
4- tslamda özel bir giyim, toplumda ayrıcalık doğu
racak nitelikte giyinip kuşanma yoktur. Oysa Nur tale-
102
besi toplumun ilgisini çekecek biçimde dışadönük giy
silere bürünmektedirler.
5- İslamda çalışmak bile "ibadetten sayılır"ken Nur
cular çalışmazlar, tarla işlemezler, hayvan yetiştirmez
ler. Peki neyle geçinirler, bu geçim kaynağını nerden sağ
larlar? İslamda sömürü, dilenme, çalışmadan geçinme,
daha açığı " takva" denen toplumdan el etek çekerek e-
mek tüketmeden, kazanmadan yaşama yoktur, yasaktır.
"Müminler takvayı sevmezler". Oysa Nur talebesi hep
gizlilikler içinde, görünmeyen, bilinmeyen yerlerde ça
lışmadan yaşar.
6- "Risale-i N u r " yayınlarıyla bu yurtların, okulla
rın, derneklerin ayakta durmasına, yeni görkemli yapı
ların, konutların yapılmasına olanak yoktur, bunlar kişi
sel yardımlarla da olacak işler değil. Burada "değirme
nin suyu nereden geliyor" sorusu bütün ağırlığıyla kar
şımıza çıkıyor. İlk bakışta önemsiz gibi görülen bu son
sorun, hepsinden önemlidir. Nedeni şu: Düşünsel çalış
malarda, güdülen amaç sorunların gerçeklere uygun, bi
limsel yöntemlere dayalı olarak gündeme getirilmesi,
onlara yanıt aranmasıdır. Bu işte kapalılık, gizlilik yok
tur.
Topluma açık, belli ereği, anlamsal içeriği olan bir
kuramın çevresinde toplananlar için kazanç, sömürü söz
konusu olamaz. Ancak, Nurculuk öyle değil. Toplumun
belli bir kesimini ele geçirerek yönlendirmek, çağdaş
anlayışla gelen görüşleri, oluşan kurumlan ortadan kai-
103
dırmak, sözde bir "şeriat devleti" kurmak. Durum böy
le olunca, bilimsel çalışmanın, görüşün ötesine geçilir,
örtülü amaç gündeme gelir. Durum böyle olunca geçim
olanakları, tüketim kaynakları ister istemez sorular dizi
sine dönüşür, değirmenin suyunun kaynağı aranır.
Biz, yakından tanıdığımız Nurcuhrdan sezinlediğimi
ze göre, Nurculuk Ortaçağ'da, İran'da ortaya çıkan, Hasan
Sabbah'ın kurduğu derneği "Haşhaşiye" diye nitelemek
yaygın bir gelenektir. Hasan Sabbah, İran'da "Alamut Ka
lesi" denen dağlık yere çekilmiş, orada çevresinde topla
nanlara "haşhaş" vererek uyuşturuculuğu aşılamıştır. Bu
na alışan kimseleri, istediği gibi kullanmada, ölüme gön
dermede güçlük çekmemiştir. Onun sonradan "Batınilik"
diye anılan çığırı İslam ülkelerinde uyuşturucu kullanma
yı bir gelenek durumuna getirilmiştir.
Batinilikte, Kuran'ın görünen değil, görünmeyen
yanına, anlamsal içeriğine önem verilir, böylece alışıl
madık bir yorum türü ortaya çıkar. Birliğin "başında bu
lunan kimse Tanrılaştırılır, sözleri Tanrısal kaynaktan
gelmiş gösterilir, karşı konulmaz, tartışılmaz, eleştiril
mez, yalnızca toplu olarak okunur, dinlenir.
Nurculuk, ister tarikat, ister topluluk (cemaat) olsun,
hangi görüşü benimsemiş, hangi ereğe yönelmiş, kısaca
sı ne istiyor? Bu sorunun yanıtı yoktur. Nitekim "Risale-
i Nur"u sıkılmadan, bunalmadan okuyan bir kimse yaza
rının ne istediğini bunları neden yazdığını anlamakta çok
güçlük çeker. Nurculara sorarsanız amaç, Türkiye Cu-
104
muhriyeti yerine bir "şeriat devleti" kurmaktır. Ancak, al
tı yüz yıl İslam geleneğine bağlanan Osmanlı Devleti'nin
sonu nereye vardı? diye sorulunca yanıt yoktur. Bugün, şe
riata bağlılığını savunan İslam devletleri içinde Ameri
ka'ya Avrupa'ya el açmayanı, dilenmeyeni yoktur. Türki
ye'nin şeriat devleti olması, dilenci İslam devletlerinin sa
yısını arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Diyelim ki gerçek amaç, Kuran içeriğine uygun bir
toplum düzeni kurmak, insanları ona göre eğitip yetiştir
mektir. Oysa "Risale-i Nur"un Kuran'a uymadığı, onu ye-
nidenyazmayı düşündüğü ortada sergilenen yorumlardan
belli. Kuran'ın Nurculuğun isteklerini doyuramadığı, gi
deremediği Said-i Nursi'nin açıklamalarından belli. Son
ra, Müslümanlığa gönül vermiş bir kimsenin Kuran du
rurken "Risalei-i Nur" okumasına gerek var mı? Bir in
sana Müslüman olması için Tanrının kitabı yetmiyor mu?
Nurculuğun açık bir ereği, anlamı görülmüyor. Yük
seköğretim kurumlarının "medrese-i nûriye" adıyla anıl
masını isteyen Nurculuk o kurumlarda bilim adına ne
okutacak? Yalnızca "Risale-i N u r " okumak için yükse
köğretim kurumuna gerek kalmamıştır.
Çağdaş bir toplumu, üstelik onlarca milyon insan
dan oluşan büyük bir birikimi yönetmek için yalnızca
"Risale-i Nur" okumak yeter mi? Tüm toplumsal kurum
ların yönetimi, düzenlenmesi, yaşatılması, gelir-gider iş
lemleri, denetimi hangi ilkelere göre uygalanacak? Çağ
daş dünyada içine kapanıp kendi başına yaşayabilen bir
105
devlet yoktur. Uluslararası ilişkiler, sözleşmeler, anlaş
malar, hep çağın anlayışına, uygarlığın gidişine göredir.
Türkiye bunların dışına çıkarsa, bunları yadsırsa kom
şularıyla hangi koşullar altında barış sağlayacak, birlik-
düzen kurabilecek?
İslam çağımıza yetmiyor. Bütün buluşlar, gelişme
ler, yenilikler toplumlararası ilişkiler Ortaçağdan beri
dinlerin dışına taşmıştır, hepsi Islamın dışında,.uzağın
da varlığını sürdürme olanağı sağlamıştır. Bugün, topra
ğının altındaki petrolü kendi olanaklarıyla, kendi buluş
larıyla çıkaran, işleten arındıran, satabilen bir İslam dev
leti yoktur. Yine bugün sağlığını kendi olanaklarıyla sa-
ğıltan bir İslam devleti yoktur. Varlıklı yöneticiler, "pet
rol zenginleri" başları ağrıyınca hep Avrupa'ya, Ameri
ka'ya koşuyorlar, sağıltım gereçlerini Kuran'da, "Risa-
le-i Nur"da aramıyorlar. Çağımız bütün dinleri aşmış bir
uygarlık anlayışının aydınlığında yürüyor.
Said-i Nursi bir yazısında: "Risale-i Nur, Kuranıke
rim'in en hakiki tefsiridir. Risale-i Nur, kendisine hiz
met edenler, başta talebelerini mutlak cennete götürecek"
demektedir. Oysa İslam dinine göre kimin cennete gide
ceğini yanlınzca Tanrı bilir. Ortaçağ Avrupası'nda geçim
sıkıntısı çeken kiliseler varlıklı kimselere büyük gelirler
karşılığında "cennet satarlardı", bunu tarih kaynakla
rından öğreniyoruz. Burada da, ona benzer bir açıklama
görülüyor, "Risale-i N u r " okuyanlar, onu yaymaya ça
lışanlar kesinlikle "cennete gidecekler." Böyle bir sav
106
sağlıklı bir düşünme odağından çıkamaz. Bu "cennet"
sözcüğünün arkasında yüklü bir çıkar, kazanç tutkusu
nun pusuya yattığı besbelli. Kuran'da bile, "Kuran oku
yan cennete gidecek" denmemiştir. Nitekim Kuran'ı, il
gi duyunca bir papaz da okuyabilir.
Burada, Said-i Nursi'nin derin bir bunalım içine düş
tüğü, sarsıldığı, dengesinin bozulduğu anlaşılıyor. Nite
kim yazılarında, tümceler arasında sağlıklı bir anlam
bağlantısı görülmüyor, kavramlar yan yana dizilmiş, an
cak içerikleri birbirinden kopuk. Bu kopukluk düşünme
eyleminin sık sık kesintiye uğraması sonucudur. Düşün
me eylemi sağlıklı işlemiyor, sıçramalara, sapmalara,
anlam kaymalarına yöneliyor.
Durum düşünce yetersizliğinden doğuyor, bilinç bu
lanıklığı düşünme eylemini saptırıyor, buna bilgisizlik,
kendini beğenmişlik, çevrede toplananların savrukluğu,
sarsaklığı eklenince iş içinden çıkılmaz bir bulaşıklığa
dönüşüyor. Said-i Nursi 'nin çok üstün düşünceler üret
tiğini savunanlar, bü üstün düşüncelerin neler olduğu so
rulunca, bir örnek istenince konuyu saptırıyor, anlamsız
sözcükler sergileyerek gerçek bir çözüm getirdiklerini sa
nıyorlar. 1950 yılında, Edebiyat Fakültesi'nin Felsefe
Bölümü'nde öğrenciyken Muhsin Alev adlı nurcu bir ar
kadaşımız vardı. Sonradan Berlin'e giderek, orada yeni
bir "nur derneği" kurdu, adını da "Muhsin Elkovani"ye
dönüştürdü. Bu arkadaşımız, Almanca yayımladığı bir
yazısında, Nursi ile Kant' ı karşılaştırmış (biz yazıyı gör-
107
medik, yalnızca işlenen konunun aktarılmışını dinledik),
Nursi'yi Kant'tan daha üstün bulmuş. Biz, Kant'ın tüm
yazılarını okuduk, Nursi 'nin "risale'Merini de biliyoruz.
İkisini karşılaştırmak şöyle dursun adlarını yan yana yaz
mak bile çılgınlıktır. Kant'ın görüşlerinden birçok felse
fe çığırı doğmuş, Avrupa düşüncesi yeni bir içerik ka
zanmış. Üstelik Kant bir yorumcu değil çığır açıcı düşü
nürdür. Oysa Nursi yeterince öğrenim görmemiş, bilgi
edinmemiş, yalnızca Kuran'ın kimi yerlerini açıklama
ya, yorumlamaya yeltenmiş, dağınık düşünceli, sağlık
sız dilli bir kimse. Ayrıca Nursi dinci, kendinden bin üç
yüz elli yıl önce gelmiş bir dinin özünü kavrayamadan
savunucusu olmaya kalkışmış bir kimse. Kant, bizim Sa-
id-i Nursi'nin bir "yeni Kuran" yazmaya kalkışması gi
bi "yeni İncil" yazmayı düşünmemiş. Neyse sözü uzat
mayalım, bu söylenenlerle yetinelim.
Said-i Nursi'nin başlıca özelliği yetiştiği çevrenin
gereğince aydınlanmamış olmasıyla bağlantılıdır. Nite
kim bütün İslam ülkelerinde durum böyledir. Kendini
Tanrının özel elçisi sayan, peygamber niteliğinde görüp
göstermeye yeltenen tüm dinciler bilgisiz, dengesiz, sav
ruk anlayışlı kimselerdir. Uygarlık tarihi, din kurucula
rının çoğunun birtakım dengesizlikler içinde çırpındığı
nı gösteriyor. Düşünce üreten, geleceği aydınlatıcı, ge
liştirici yapıt bırakan, düşünce çığırı açan bir din kuru
cu görülmemiştir. Hepsi Tanrı adına konuştuklarını ile
ri sürmüş, tutarsız kişiliklerini Tanrı kavramı arkasında
108
gizlemişlerdir. Bu yüzden, yeryüzünde, din kurucu bir
bilgin, bir bilge görülmemiştir. Dinlerin hepsi yoksul
çevrelerde, üretim-tüketim dengesizliğinin egemen oldu
ğu bölgelerde, karanlıkta yaşayanlar arasında doğmuş
tur. Varlıklı bir din kurucu bilmiyoruz. Demek yoksulun
başarısı Tanrı adına konuşmasındadır.
İmdi, buraya değin anlatılanların hepsi Said-i Nur-
si'nin bir din kurucusu, inanç, yayıcısı olarak ortaya çı
kışıyla, eylemleriyle ilgili bilgi kırıntılarıydı. Peki, din dı
şında, dinden kaynaklanmayan hangi çağdaş girişimler
le bu alanda başarı sağlanacak, toplum gelişmesinin önü
açılacak? Bu sorunun olumlu yanıtı yoktur. Said-i Nur-
si'nin dedikleri en ince ayrıntılarına değin toplumsal ku
rumlara uygulanırsa, Türkiye yeryüzünün en bayındır ül
kesi olurmuş. Peki tarihte yalnızca dinsel uygulamalarla
varlığını sürdüren, bayındırlaşan, gelişen, yükselen bir
devlet var mı? Bir Nurcu neyi örnek alarak, hangi çağdaş
verilere dayanarak Türk toplumunu yükseltecek? Bunu
düşünen bir kimse çıkmamıştır. Atatürk'ü yermekle, cum
huriyet yönetiminin dine baskı yaptığı yalanını diline do
lamakla ülke kalkınmaz. Ülkeyi kalkındıran belli kay
naklar, odaklar vardır. Bunların başında üretim gelir.
Okullara din dersi koymakla, din görevlilerinin aylıkla
rını arttırmakla, bütün toplum kurumlarını dine bağla
makla kalkınma olur mu? Bir Nurcu hangi üretim alanın
da verimli, varsıl olabilmiştir? Hepsi olumsuz.
Üretim kalkınmanın birinci koşuludur. Ürettiği ken
dine yeten, artığını başkalarına satarak gelir sağlayan, baş-
109
kalanndan yardım beklemeyen, ürünlerine dünya satak-
lannda alıcı bulan, toprağın altındaki gelir kaynaklarını iş
letmeyi bilen bir ulus kalkınır. Kalkınmanın başka bir ola
nağı yoktur. Yeryüzünde dinle sağlanan geniş kapsamlı bir
üretim yoktur. Şeriat yanlısı devletlerin yeraltı kaynakla
rını bile, İslama inanmayan uluslar işletip sömürmektedir.
Kadınları eve kapamakla, kara örtülerin altına sok
makla, kızları yalnızca din-tarikat bilgileriyle aydınlat
maya çalışmakla ne üretim sağlanır, ne de dilencilikten
kurtulma olanağı bulunur. Türk kadını kırsal kesimde kaç
göç bilmez, kara örtülere bürünmez. Türk kadını tarla
sında, çayırında, harmanında, ağılında erkeğiyle yan ya
nadır, komşularıyla uzlaşım içindedir. Kapanma, örtün
me büyük yerleşme yerlerinde, işsiz güçsüz oturmakla
başlar, bu nedenle gericiliği besleyen kaynaklar da bu
ralardır. Kırsal kesimin üretici kadını, büyük yerleşme
yerlerine göçünce gecekonduların tüketici dişisi durumu
na getiriliyor, benliğinden, kişiliğinden uzaklaştırılıyor.
İkinci Abdülhamid'in delidir, sapkındır diyerek,
Toptaşı Tımarhanesi'ne attırdığı Said-i Kürdi, Cumhu
riyet döneminde Tanrıyla konuşan, ondan buyruklar, bil
diriler, öneriler alan bir olağanüstü kişi durumuna geti
riliyor. Peki bütün delilerin yazgısı böyle değil mi? Tan
rıyla konuşmak, Tanrılaşmak deliliğin en yüksek aşama
sıdır? Tanrı, bilinmeyen bir nedenle, cumhuriyetten son
ra ülkemize gönderdiği böyle ermiş delilerle ulusumu
zu çok sevdiğini kanıtlamıştır.
110