106
Katliama Sessiz Kalma! Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl:8 Sayı:161 15 Ekim 2014

EMEĞİN SANATI E-DERGİ 161. SAYI

Embed Size (px)

DESCRIPTION

SOSYALİST SANAT DERGİSİ 15.10.2014

Citation preview

Katliama Sessiz Kalma!

Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl:8 Sayı:161 15 Ekim 2014

EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH KARABAĞABDULLAH ORALADNAN DURMAZASIM GÖNENAZİZ KEMAL HIZIROĞLUBURCU TÜRKERBÜLENT AYDINELERCAN CENGİZ

HAKAN KAYAHALDUN HAKMANHASİBE AYTENİRFAN SARİMELİH COŞKUNMERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN MUHAMMET DEMİR

MUSTAFA DEMİRNECİP TIRPANNECMETTİN YALÇINKAYANEDİM ELÇİÖZER GENÇSEMA LALESERKAN ENGİNTAN DOĞAN

TEMEL DEMİRERTEMEL KURTVEDAT KOPARANVİLDAN SEVİLYAŞAR DOĞANYAVUZ AKÖZELALİ ZİYA ÇAMUR

İçindekiler2

Sunu3

Bu Sayının SavsözüHAYATİ BAKİ

4Küflü Ay Şehri

ADNAN DURMAZŞİİR

5İç Kanama

TAN DOĞANŞİİR

7Boşanalım Artık Türkiye

SERKAN ENGİNŞİİR

8Biberon ve Kalaşnikof

NEDİM ELÇİŞİİR

9Kobanî İçin

İRFAN SARİŞİİR

10Biz Geliyoruz

BÜLENT AYDINELŞİİR

13O.Y.Muhammed’in Çığlığı

HASİBE AYTENŞİİR

14Yenge

NECMETTİN YALÇINKAYAÖYKÜ

15Marks Tablosu

ADNAN DURMAZGÖRSEL

17Ateş ve suHALDUN HAKMANŞİİR18Yaşamak içinMERİÇ AYDIN ŞİİR19Küpeli ŞiirTEMEL KURTŞİİR20T.S.A.B. Kum GibiMUHAMMET DEMİRÖYKÜ21CHE TablosuADNAN DURMAZGÖRSEL22GüverteYAŞAR DOĞANŞİİR23Olmaz Rengi ÖlümünBURCU TÜRKERŞİİR25Gamze’nin Düş’üYAVUZ AKÖZELÖYKÜ26Ufuk ÇizgisiSEMA LALEŞİİR30Kevok û ZarokA. KARABAXŞİİR (KÜRTÇE)31

Çocuk ve Güvercin ABDULLAH KARABAĞ

ŞİİR32

Güz Ateşi VEDAT KOPARAN

ŞİİR33

Şafağa Çıkan ÜlkeyimERCAN CENGİZ

ŞİİR34

Savaş… Savaş… Savaş VİLDAN SEVİL

DENEME36

Ey Zulüm MELİH COŞKUN

ŞİİR38

Bir Duruşa ASIM GÖNEN

ŞİİR40

Yılmaz Güney’i... Anıyoruz!..Mustafa DEMİR

İNCELEME42

Bir Gün MutlakaABDULLAH ORAL

ŞİİR45

-De Hali ÖZER GENÇ

ŞİİR46

Ört Ki ÖlemNECİP TIRPAN

ŞİİR47

Sanatın Devrimcileri, Devrimin SanatçılarıTEMEL DEMİRERİNCELEME48Sonsuz Göçün KanatlarındaMUAMMER ERTURAN ŞİİR76ÇağrıHAKAN KAYAşiir76Dizelerde “şiir ve şair”A.Z.ÇAMURSEÇKİ77YAŞAM VE SANATTABİR AYIN İZDÜŞÜMÜHABERLER78Neşideler Neşidesi/ARAGONADNAN DURMAZGÖRSEL100Kan TürküsüJACQUES PREVERT ÇEVİRİ ŞİİR101Yvonne’a TürküRENE CHARÇEVİRİ ŞİİR103Blanki’ye AğıtEUGENE POTTİERÇEVİRİ ŞİİR104İnsan NeresiAZİZ KEMAL HIZIROĞLUKONUK ŞİİR106

EMEĞİN SANATI’NDAN 161. MERHABA

Merhaba,

Ülkemiz ve dünya yoğun bir karmaşa içinde… Emek sermaye arasındaki çelişkilerkeskinleşirken, ezilen halkların; emperyalistler tarafından üzerlerine salınan yozçetelere karşı direnişi yeni bir devrimin kızıl şafağını gösteriyor…

Rojava’da oluşturulan bu devrim, şimdi ülkemizdeki faşist diktatör ve ABDemperyalizmi tarafından boğulmak isteniyor. Kobanî’de IŞİD gerici-faşist çetelerinekarşı bir onur mücadelesi veren halk, özgürleşmesini boğmak isteyenlere karşı, kadın-erkek omuz omuza kahramanca direnerek Kürt halkının atasözü, "Şêr şêre; çi jine, çimêre"(Aslan aslandır ha erkek ha dişi) Kobanî’de tam anlamıyla hayata geçiyor.

Bizim sanatımız, elbette bu direnişe seyirci kalmayacaktır. Bu sayımızda, bu konuyaağırlık verdik. Elbette bizim anladığımız sosyalist gerçekçilik, dünyayı durağan olarakdeğil, tarihî gelişimi içinde görür; bunun sonucu olarak bugünkü durumu mutlak kabuletmez, tam tersine yarının bir nedeni, bir başlangıcı olarak kabul eder, öyle yansıtır.

Başka bir deyişle, emeğin sanatı, Devrimci sanat, var olanı zamanın akışı içindeçatışa değişe evrimleşmekteki niteliklerini çelişkileriyle yakalama çabası içindedir.

İsmail Mert Başat, peşinde olduğumuz sosyalist gerçekçiliğin yönünü şöyle ortayakoyuyor:

«Toplumcu gerçekçiliği unutturulduğu/kaybettirildiği yerde değil, o büyük birikimibugünün somutunda dönüştürerek yalan perdesinin gerçek ile yanıtlayıp-yırtan ,üzerimize kapatılan kapanı göğüslemek üzere ciğerlerimizi genişleten, teyit ve itaatidirence dönüştüren, dayatılana başkaldırmayı kelimelerde değil zihinselde dokuyanbir hayatiyetin içinde yeniden kurarak var kılabiliriz.»

Sanat ve kültür, yaşamda güzelle ilişkiyi bir içsel gereklilik ve gereksinmeyedönüştürerek, bilincin, güzellik yasalarına göre değişmesi ve gelişmesi yönündeişleyecek, yarınlar adına, doğrunun arılığı uğruna mücadele verecektir.

Bir anlamda da sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardımedebilmelidir. Ancak, Sanatın yoğun ve gerçek bir yaşantıdan doğması yetmez, ayrıcakurulması, nesnel bir biçim alması da gerekir.

Son sözümüzü Van Gogh’a verelim:«Politikayla sanat yapılmaz; sanatla politika yapılır.»

Ali Ziya ÇAMUR

şairin kimliği

şair aydındır ve elbette muhalif. burada muhaliflik, ille de muhalif olma değildir; zorunlulukla ilgisi yoktur; olması gerektiği için değil, öyle olduğu için muhaliftir; öncelikler siyasal erk’e karşı muhaliftir. siyasal erk, ne denli bütünsel, ilerici, demokrat, sivil, insancıl olsa da, yönetme amacında olduğundan, ‘ayakta durma’ya zorunludur. görülüyor ki, şair, zorunlu muhalif değil, gerektiği için öyledir; siyasal erk’se, zorunludur ve muhalifliğin karşısındaki’ ‘tutucu’ mahaliftir. (önemli not: şairlerin devleti yoktur. bu bağlamda bütün belirleyici/zorunlu yaptırımların karşısında bulur kendini. unutmamalı: devlet, boyun eğme ister; şair, başkaldırı.)

bir yanılgı: şiiri, şairin kimliğiyle irdeleme, yorumlamadan bilinçli olarak kaçılıyor (kaçınılıyor). oysa, dilsel ve zihinsel dizgede yansıyan olgu, içduyumların belirten’i değil; dış dünya tasarımının bilinçsel belirtileni’dir. bilgi ve bilim, dışardan somut değerlerin yazınsal (burada şiirsel) üretimidir. şair, ancak, üretilenin (başkalarının ürettiği de) insanı sarmalaması, evrensel olanı kucaklaması, dünyayı kurması (değiştirip dönüştürmesi). ’hayır’ın öteki adıdır.

Şiirin amacı

şiirin amacı, insan’dır. (önemli yanılgı/yanılsama: tek insanı öne çıkaran/alan ve bu tek insandan yeni insanlar yaratan insan değil.) şiir. önceden varolan ya da sonradan biçimlendirilen tek bir insanla varoluşunu gerçekleştir(e)mez; değişen dünyanın tasarlanıp çoğullaştırılması sonucu doğar: yaşarken, değişirken, baş kaldırırken; insanca…

şiir, kendisi olan bir başka ‘kendi’nin amacıdır. bir dünya tasarımından tasarım dünyasına devinimde (ya da bu iki nesnenin yer değiştirmesiyle) öncelik nerede olmalı? üreten için önce tasarım gelir; tüketen için algılama; tasarılarını algılama. belirleyici olan, şairin öznesi olduğuna göre, algılama eşittir tasarımdır. tasarı ile algılama arasında bir koşutluk değil, özdeşlikten/çakışmadan söz edebiliriz. sunu ve istem, kültürel (burada şiirsel yaratım) olguyu dünyalaştırır; nesnesi kılar insanın. böylelikle, toplumsal, kültürel, siyasal ahlâksal….. kılgısallığın üretilerek dönüştürülmesi, şiirin uzun varoluş sürecini açıklıyor. amaç: bireysel imgelemin dilsel/zihinsel üretimle toplumsallaştırılmasıdır. kuşkusuz; popülizmi, geleneği, tarihi dışarda bırakmak koşuluyla.

‘hamiş’

şiir ‘hayır’dır; şairi, hayır’ın üreticisi. HAYATİ BAKİ

BU SAYININ SAVSÖZÜ

Yazarın Şair ve Otorite Şiir Ve Yanılsama kitabından alınmıştır. Yazıdaki yazım özellikleri yazara aittir.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

KÜFLÜ AY ŞEHRİ / Adnan DURMAZ

şu küflü ayeski bir symirna sikkesigiritli bir korsanın zamana verdiği baçfesleğen tüten gecedegök susuz bakraçcaddeler ten çiçeği sesikanıyor sarı ışıklar kalabalık ıssızlığın ayak altındasilinmiş bulvarlarda sevdaların esamisisarı sokak lambaları kanırtıyor ha birekimsinyabancı gelmedi yüzünaşka dair izler aramaksa meramınuzak dur buralardan

Sayfa 5

hemen kaçkoltuk altlarında yapay aşklar usaresidipsiz karanlıklardakaçıncı kaybolan kayıktır hüzünşiirsiz kesilmiş mehtabın yüzdüğü sonsuzürperen dalgaları dizeler okşamayalı berişairler terk edeli düş yurdu gecelerihüzün hüzün dediklerimehtabın sırtına ha bire inen kırbaç

yollarla düşmeklerin bir şarkısı olurduyürüyen kalabalıkların bir senfonisikederin bakışları

birbirinin yüz kıvrımlarındanbit ayıklar gibiacıyı paklardıimbatlar ince bir kızhoyratlıklarının zulasındakorsan gülüşler saklardı delikanlılaryedi deryanın coşkusudalga dalga yalar gelir dilleri aşk yalımıgayri kör uçurumlar keser yolunubütün sokaklar hicranbütün yürekler virangülüşler kıraçduyguya çıplaksevgiye açşehir dileniyor sokak sokaksevdaya muhtaç

körfezinde her gecegökyüzü inip de yıkanmıyorsasırtı yanıreli yüzü param parça emekayaklar altında çiğneniyorsakodaman sütunlu saraylarkan emip doymuyorsaaşk apış arasındatuzu kuru takımıahrazbir şehir artık özlemiyorsasarılmıyorsa kavuşuncagörünce sevinmiyorsadeli ırmak döne döne aramademek ki öldü turaç

ADNAN DURMAZ

Emeğin Sanatı 161. Sayı

tan doğan

iç kanamabana bir şey öğretme ey şâir

kitap mısın senyağmur damlasının tarihini yaz

yaprağın serüveninibulutun acısını

yüreğince

bana bilgiçlik taslamafilozof değilsin ki

felsefe yapasın

bir şâir öldüğünde ahkâm kesmebir sandal battığında konuşma bilimsel

kırıldığında bir kuşun kanadı ağıt tut yeter

ve mümkünse susateş kül olunca ol diyârda

bana bir şey gösterme ey şâirkör olurum yoksa

‘hayât’ın çığlığını sezdir -bu yeteroynama zarıyla gönlümün

âh şâir: seni kim bu hâle getirdikim tanrılaştırdı bu yüzyıllardagölgeni koklamak isterdim oysa

birkaç dizenin masumluğunda

Sayfa 7

BOŞANALIM ARTIK TÜRKİYE

(Allen Ginsberg ve k. İskender’den araklama içerir)

Boşanalım daha da çirkinleşmeden ilişkimizŞiirler bende kalsın, kırık heveslerimin velayeti sendeÇok aç kodun ya beni, götüne sok şimdi gemicikleriniKutu kutu pense oynatmadın ki bize hiç tomar tomar dolu içiBiz canım hani, iyi tanırsın, 14 yaşındayken Lice’de roketle patlattığın 12 yaşında 13 kurşunla taradıkların, sabahın ayazındaYollara dökülüp ekmek kavgası verenler, ekmek almaya giderkenVurulan çocuklar hani, senin gebeşlerininİşkembelerini şişirenler, yani ne önemimiz var, sen emretŞak diye gebeririz biz gene maden ocaklarında, inşaatlarda, fabrikalarda,Siktir et, ne hükmümüz var ki zaten kar mârjı karşısında, Hani biz işte yahu,Mutluluğu kayıt dışı yaşayıp sigortasız sevişenler,Iskalanmış gençliklerini yarına buruşturup sana yeni köleler üretenlerKravatlı gavatların fark etmeye dahi tenezzül etmediği Çöpten karton toplayarak çocuklarına bakan kadınlar, Çeyizlerine taksitle hüzün iliştiren tezgâhtar kızlar, Döve söve arabeske ve intihara biriktirdiğin çırak çocuklar,

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Boynundaki göt içi kadar işporta tablasında Koca ailesinin açlığını ertelemeye çabalayanlar,“Biz allahın üvey çocukları, arkasızlar...”“Biz sökük düğmeliler, şezlongsuzlar, şarapsızlar;” *

Kutunu açıyorum Türkiye, başka seçimin yokSarı kızın tezeği çıkıyor ortaya, afiyet bal şeker olsunBeni ya kederle örülü bir şiire gömersinYa da boşayacağım seni ilk fırsattaAnd olsun!

Serkan EnginHaziran 2014

* Yılmaz Odabaşı (Allahın Üvey Çocukları)

Sayfa 9

GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ

KOBANÎ İÇİN / İrfan SARİ

yanlış yazılmış zorba bir tarihsüpürün çocuklar süpürün

kardeşlerini taşıyan çocuklarlatellerle ayrılanmayınlı toprakları var çünkü Kürtlerin

gökyüzüne bakmayınyeryüzünde direnen yaşam ustalarına bakın

köyden kışlıkları alıp da gelingüneşin altında üşümek mümkünsonrabileğinden annenin eteğine bağla kendini

Emeğin Sanatı 161. Sayı

ibre kara kirli sakalları gösteriyor şimditanıdık oyunlar oynanıyorher kes Allahı tanıyorama kimse inanmıyor

bu kışkurşun yağabilirtank paletleri iz bırakabilir bulutlaraama sizde varsınız çocuklaralnınızda tergökkuşağı sarın belinize

kafaya takılmış kadınları var onlarınkara kirli ve uzamış sakalları arasında kaybolmuşkafaları ki kocaman oyuncaklarla doldurulmuşküçük ayarlar çekilmiş

oysa kadınlarKürdistan da toprakla yatıp toprakla uyanırlaronun içinçiçek fışkırır gözlerinin renginden

bu günkobanîde vahşi köpekler omurgasıziğrençKansız

ölü hikayeleri var her birininher biri devşirilmiş soysuz yok ceddi

mızrakla geldiler potinleşimdi ellerinde gladiustarih terbiyesiz naralar atıyordurmadan kanayan topraklar üzerinde

Sayfa 11

karanlık çöküyorsen dağları beyaza boya çocuksınır dedikleri diğer yarındırelini bırakma

üstelikyüzünü senin topraklarında petrolle yıkayanlarcihanın önündekürdün katline fetva verenler de

dumanlar yükseliyordumanı da süpür

gerçi her ateş önce kendini yakaramaateş sönmezse etrafını da sıçrar

hadi çocuk söndür ateşisarılsevkobanî avucunun içidir çünkü

İRFAN SARİ

Emeğin Sanatı 161. Sayı

I Ey çelişkilerin dönüşüme uğradığı dev volkan Ey miladını yazamayan tanımsız tarih Kuruyan dallarını kendi budayan sır ormanı ey Çaresiz gözlerle belirsiz düşlerin kundağında ufku gözleyen eçhel mahkumiyetlerin mimarı vahşi gözardılardan sızan tehdit Seni tarlaya beni sofraya hepimizi dünyaya sığamaz eden kayıp önemseyişlerin yorgun vakanüvisleri konuştu Gülü şehirden atın bülbülün isyan saatidir Yabani sürülerin salındığı kaçak çayırlara dökülen suları kesin Kökünden kesilmiş kaktüsleri zulümden korkan aşk sürgünü kapılara bırakın Muzaffer komutanların fütursuz edalarıyla girsin kuşatılmış karanlık kapılardan iblis Çelik ve ahşap ve kemik ve kan yığınağı kapıları açın Şimdi yerkürenin mahşere mahşerin ızdıraba tahammülsüzlüğünü konuşma vaktidir Şehre ses veren bütün kanalları açın Ey güvercini göçer kaçar korkar belleyen acemi ebced çözücüleriII Düş serüvencileri Bize tanım koyup söylediler Yola revan olup sevda kuşları biriktiren iki cansınız Tutuksuz yargılanan iki dal heyecansınız Artık bunu kirli ama görkemli giysilerimizle çıplak ayak yürürken Çakıl taşlarının üstünden Sevdaya dönüşen yeteneklerimizin tümüyle biliyoruz Toplayın getirdiğiniz ne varsa zemheri zindanlarınızdan ve terk edin şehri Çıkınlarımızda ışıktan sözcüklerle biz geliyoruz

BİZ GELİYORUZ

BÜLENT AYDINEL

Sayfa 13

bi denecik canımdan özge neyim varvurmayın amcalar ekmeğimi ısırayımyarısını da size vereyimaz önce melek olan berivan verdiydianamı babamı kardeşlerimi yitirdimevimizi bulamıyorum

okullu arkadaşlarım nerdesinizekmeğimi ısırayım yarısını da size vereyimvurma bana abiciğim taş bile atmadım kibi denecik ufacık canımdan özge neyim varbi de yanağımı ıslatan şu arsız gözsularım

ışid dene ki amcalar bilemem kitee tepede oturan arap amcalar da ölmüşölüm de ne kidedem oğulcuğum insanız insan dediydihepimizin bi denecik canı var dediydi

neden gökten ateş yağıyor, bombalar,panzerlermermiler hav hav havlıyorkolumu kırdılar anneeeeeeeanneeee canım yanıyorabiciğim ne yaptım size taş bile atmadım ki

ON YAŞINDAKİ MUHAMMED’İN ÇIĞLIĞI/SAVAŞA HAYIR

HASİBE AYTEN

Emeğin Sanatı 161. Sayı

YENGE / Necmettin YALÇINKAYASabah erkenden Mehmet Ali bakkala toz şeker almaya gittim. Elimdeki para, bir kilo şekeralmama yetmemişti, zamlanmıştı çünkü. Annem elimdeki naylon poşeti görünce:

“Burada bir kilo yok” dedi, gözlerini iri iri açarak, “yanlış mı tarttı ne!”

“Yok yok” dedim, “hemen adamın günahını alma; şeker zamlanmış!”

Kahvaltıdan sonra podyamı giyip okulun yolunu tuttum. Koridorda birkaç arkadaşım aralarındahararetle konuşuyorlardı.

“Oğlum” diyordu Cesim, “bizim sokak Buca’ya bağlandı.” “Bizimki de İzmir Konak’a” diyorduMehmet.Beş metrelik yolun sağı Konak, solu Buca oluvermişti. İzmir’e bağlanmış olan yerler gecekondustatüsünde, Buca’ya bağlı olanlarsa altın değerine çıkmıştı.

“Ulan şansa bak” diyordu Memo Bakkal, “dükkânım Konak’ta, beş metre karşımda olan depomda Buca’da!” Gevrek gevrek gülüyor, ardından kahkahayı basıyordu.

“Ulan Memo çok şanslısın” diyordu Şehriban Ana, “kedi gibi hep dört ayak üstüne düşüyorsun”Göbeğini hoplata hoplata gülüyordu Memo. Terazide un tarttığı sırada, işittiği bir haber üzerinedonup kaldı âdeta. “Yapma ya! Nerede, ne zaman olmuş?”

“Bu sabah Basmane’de, hemzeminden geçerken trenin altında kalmış Yaşar. Feci, çok feci birölüm” diyordu Zurnacı Halil, ağlamaktan gözleri kızarmış bir vaziyette.

Sayfa 15

“Tren düdük çalmamış mı, görmemiş mi makinist?”

“Hem de delicesine… Duymamış zavallıcık. Kim bilir aklından ne planlar geçiriyordu… Kimbilir”

“Yazık, çok yazık oldu Yaşar’a! Sen çık Erzincan’dan İzmir’e bir umut diye gel, git trenin altındakal… Hay ben böyle şansın içine!” dedi Memo. Duraksadı, elleri titredi, ağlayacak gibi olmuştu.“Ardından gözü yaşlı bir kadın ve iki sebil bıraktı. Az bir borcu vardı bana; benden yana helalhoş olsun” dedikten sonra veresiye defterinden adını bulup tükenmez kalemle çizdi. Budavranışı bakkalda bulunanlar tarafında takdirle karşılandı.

“Bravo Memo” dediler, “sana da bu yakışır”

Mütevazı bir edayla: “Benim yerimde kim olsa aynısını yapardı” deyip dükkânını kilitledi.Bir sokak ötedeydi rahmetli Yaşar’ın evi. Olayı duyan koşuyordu. Evin önü bir anda panayıryerine döndü. Ağlamalar, sızlamalar, ağıt sesleri…

Morgdan getirilen cenazeyle herkes helalleştikten sonra Buca Mezarlığına götürüldü.Defnedildikten sonra herkes sessizce dağıldı. Başsağlığı, kırk yemeği derken Yaşar unutulupgitti. Herkes işinin başına dönmüş, zaman akıp gidiyordu. Yaşar’ın bir küçüğü Hasan, bazenbaşının üstüne koyduğu tepsi üzerinde bazen de bir sırığın ucuna taktığı gevrekleri satarak,eve, yengesi ve yeğenlerine yardımcı oluyordu.

Abisi Yaşar çalıştığı fabrikada çok sevilen biriydi. Patronu da çiğ süt emmemiş biri çıkmıştı.Yaşar’ın ailesine hatırı sayılır bir para yardımında bulundu. Ayrıca çocuklarına giysi, eve erzakgöndermişti. Hasan sabaha karşı kalkıyor, arkadaşlarıyla bir gevrek fırınına gidiyor, oradanaldığı gevrekleri satıp eve dönüyordu. Yine böylesi bir günde, şansı yaver gitmiş, elindekigevrekleri kısa sürede bitirip eve dönmüştü. Ev kalabalıktı; aile büyükleri bir araya toplanmış,yengesi onlara hizmet ediyordu.“Hoş geldin” dedi amcası, “gel otur yanıma. Seninle önemli bir konuyu konuşacağım.”

Sessizce aralarına oturdu Hasan. Kafası karışıktı. ‘Önemli konu ne olabilir ki?’ diyedüşünüyordu. Babası suskundu, annesi tavana bakıyordu. Odaya kasvetli bir sessizlikçökmüştü. “Oğlum” dedi amcası, “biliyorsun abin aramızdan zamansız ayrıldı. Yengenle bukörpe yavrular bize emanet bıraktı. Çok şükür patronu yeterince para da bıraktı.” Gözleri geliniaradı, bulamadı. Mutfağa çayları tazelemeye gitmişti. “Gençtir, nasıl olsa günün birindeevlenecektir.” diye ekledi. ”Ama yabancı birine varırsa hem abinin parasını hem de çocuklarınıkaybederiz. Hele bir de kalkıp elin adamına “baba” derlerse buna gönlün razı olur mu evladım?İyi düşün, son pişmanlık para etmez!““Olmaz tabii emmi, olur mu hiç? Hem amca babanın yarısı demektir!”“Aferin yeğenim, senden de bu beklenir zaten.”

Gururlandı Hasan, koltukları kabardı. Yanakları al al olmuştu. “Bana söyleyeceğin bittiyseamca, biraz uyuyacağım”

Emeğin Sanatı 161. Sayı

“Yok yok bitmedi. Daha yeni başlıyor…”

Merakı artıyordu Hasan’ın. Amcası dostça elini omzuna koydu, saçlarından öptü:

“Yengen ele varmasın, çocuklar da başkasına baba demesin. Yengenle evlen, çocuklarınababalık yap!” dedi.

Hasan’ın kafasında şimşekler çaktı birden, soğuk soğuk terledi. Kalbi hızlanmış, bayılacak gibiolmuştu. Gözlerini amcasının gözlerine dikerek, “Amca sen ne dediğinin farkında mısın?” dedi.Babasına baktı; bakışlarını kaçırdı o. Annesi hâlâ tavana bakıyordu. “İnsan hiç abisinin karısınıalır mı? Bu nasıl bir insanlık, nasıl bir adalet?” Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Amcası:

“Bir sen misin sanki yengesiyle evlenecek olan? Bak etrafımızda kaç kişi var. Töredir, âdettir!”diye üsteledi.

Mutfakta çayları tazelemekte olan yengesi konuşulanları duymuştu. Elleri titriyor, tepsidekibardaklar sallanıyordu. Söz bitmişti. Konuşmaya hakkı da yoktu zaten. Büyükler ne dersedoğrusu odur!

“Lemi cimi yok, biz ne dersek o olacak!” dedi amcası.

Hasan kalktı, doğruca odasına geçti. Vücudunu sedire, başını mindere koyup ağladı. “Allah’ımne olur, bu bir rüya olsun” diyordu. Irmak gibi çağlayan gözyaşları minderin üstüne aktı.

NECMETTİN YALÇINKAYA(Yazarın Ozan yayıncılıktan çıkacak olan Çalınmış Hayatlar kitabından)

Sayfa 17

BİBERON VE KALAŞNİKOF

Kobani’de biberon yerineKalaşnikof varsa anaların elindeBu, bir nesilİntikamla büyüyecek demektirDüşmanların vay haline!

NEDİM ELÇİ

ATEŞ VE SU

sonbahar yangınken biz kışı yakmışızbembeyaz yüzlerimizle bakmışız yangınakopardığımız canımızı yakıt diye kullanıpcanımıza bakmışız bilinsin diye değil içimiziçimizi tutuşturan bilinç vaktine hep sönmüşüzsönerken yanan kendimiz olmuşuz bildiniz mi ?

yangınımızı söndürecek tek şeydi ateşsu da yandı o daateşi suyla söndüremiyeceği denli yanıyordusu kendiydi zatenateşle suyun ilk ve son dokunuşundaki sesi dinliyordueş zamanlı bir sevda...

okyanus ve güneş sevişmesine kanayan bir seherhepsi bir göz kırpması ve sonsuz arasındaki varoluş..

güneşini isteyen bir evrim peşindeki suya eyvallah..devrim yapacak bir güneşin suya düşmesine de..

HALDUN HAKMAN

Emeğin Sanatı 161. Sayı

YAŞAMAK İÇİNgünlerin böyle sıradan geçmesi ne tuhaf değil mi?içimizi kazırken dünden kalma hiçliğimizbir sigara bastırır her sabah açlığımızıişe mi gidiyoruz, savaşa mı belli değil

imliyor geceye onanmaz isyanımı yel değirmenleriboşa değil coşkusu ağaç dallarında serçelerinboyumuzun ölçüsünü aldık payımıza düşen yalnızlıklardankör bir terzinin yamağıdır düşlerimizin dikiş tutmaz sanrısı

benim, tuhaf bir sırrım var mesela kimsesin bilmediğibabamın benden öncesiyim annemin sonra ki yürek sızısı

şeytan ateşten yaratılmıştır diyor annemüşüyorum anne bu ateşte neyin nesiorta yaş durgunluğudur oğulyaş otuz beş bu neyin zorudur

görüyorsun işte sevgilimuymuyor bize hiçbir diyeto halde ölürüz ne var bundaküçük bir sevinçle büyüyerek-yaşamak için. MERİÇ

AYDIN

Sayfa 19

KÜPELİ ŞİİRArdıç kuşlarını kovalıyor çocukluğumGökkuşağına boyalı bir bulutun peşi sıra.Öpüştüğüm yerde şiir yarasıKeskin bir bıçağın kanattığı hece.

Ayakkabı bağcıklarımla intihara meyilliKurşuni bir sabahın bukağısı kaplarken içimiGüvercinlerin üç adım berisi suskun şu şehirdePenceremde yağmur damlalarının aceleciliği

Tak kulağına şu mayıs yeliniKanasa süt kokar puslu havalarSürgün vermiş kiraz çiçeği olur ellerinBirleşince halkın geleceği için.

TEMEL KURT

Emeğin Sanatı 161. Sayı

TIPKI SELİN ARDINDA BIRAKTIĞI KUM GİBİMuhammet DEMİR

Dışarıda geceden beri yağmur yağıyordu. Mahir bilgisayarın başına geçmiş, yıllar sonradostluklarına kaldıkları yerden devam ettiği arkadaşına bir öykü için taslak hazırlıyordu.“Yağmurda sırılsıklam olmuş üç arkadaş e-mail profilindeki resmin gibi üç arkadaş. Belki de ogünden başlayabilirsin. Fotoğraf albümüne bakarken bu fotoğrafla karşılaşmışsın örneğin.Belki bir piknik sonrası, belki bir ziyaret sonrası... Muhakkak kırda bir yerde… Orta Anadoluda bir yer. Sığınacak bir yer yok. Ya da bir kulübe var ilerde, çok ilerde bir yerde. Kulübeyeulaşınca bir ateş yakılacak. Ortalığı önce hafif bir duman kaplayacak. Ateş harlanacak.Muhakkak kahkahalar patlatılacak. Şakalar yapılacak. Anlamsız bir şarkıya başlayacaksınız.‘Çadırımın üstüne şıp dedi damladı, çadırımın üstüne şıp şıp dedi damladı, çadırımın üstüneşıp şıp şıp dedi damladı...’ gibi bir şey. Uzayıp gidecek.

Uyku bastıracak... Dışarıda yağmur bir süre sonra dinecek yerini hafif bir güneş alacak. Vesonrası gökkuşağı… Daha fazla devam edemedi. Bilgisayarın başından kalkıp çocuklarınınyanına gitti. Mahir çocuklarına; “Mahallede çocuklarla yağmur dinince çivi ile pes denilen biroyun oynardık” dedi. Yağmur dinmişti. Oğlunu ve kızını yanına alıp dışarıya çıktılar. “Buradabeni bekleyin” dedi çocuklarına. Kömürlükten bir çivi alıp geldi. “Hadi size bu pes oyununuöğreteyim dedi.” Çocuklarıyla pes oynamaya başladı. Çocuklarının gözlerinde kendini gördü.

Sayfa 21

Sevindi. Eşinin “Hadi gelin sofra hazır” seslenmesiyle daldıkları oyundan uzaklaştılar. “Hemengeliyoruz” dediler hep bir ağızdan; “Hadi çocuklar eve geçelim geç oldu sonra devam ederiz…”

Eve girer girmez tekrar yağmur başladı. Yemeklerini hep beraber yediler. Çocuklar erkendenyattı. Eşiyle bir keyif çayı içtiler. Eşi çayı nadir içerdi. İçince de keyfini çıkartarak içmeyiseverdi. O ise oldum olası çay içmeyi severdi. Çokça eşi ve nadir dostları şekersiz çay içmesineşaşarlardı. O ise alışkanlık yapmıştı. Kendisini en zor koşullarda yaşamak için alıştırdığı o eskigünlerinin, o havai günlerinin, o adanmışlık günlerinin bir eseriydi hâlbuki. Ancak uzun süredireşinin kendisine yarattığı bu konfora alışmıştı. Önceleri bu yeni hayatına adapte olmaktazorlanmıştı. O çayın bahane olduğu gecelerde eşiyle saatlerce mırıl mırıl konuşurlardı. Belkikonuştukları incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerdi ama olsun. Her seferinde bu uzunsohbetlerinden eşi de kendisi de mutlu olarak kalkarlardı. Yenilenirler, hayata daha sıkıbağlanırlardı. Değil mi ki oğlu ve kızı ile birlikte eşi vardı bu hayatta.

Biricik amacı bu olmuştu, onca badireden, çileden, mücadeleden sonra. Tıpkı selin ardındabıraktığı kum gibi... Eşi yattıktan sonra bir iki cümle daha yazmak için bilgisayarının başınageçti. Ama tek bir satır dahi yazamadı. Bilgisayarı tekrar kapatıp, yatağına uzandı. Kendiniuykunun kollarına teslim etti.

MUHAMMET DEMİRGÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ

Emeğin Sanatı 161. Sayı

GÜVERTE / Yaşar DOĞAN

Seni taşırken günden güne yüreğimdeDünyalar canlanıyor gözlerimin önündeHer biri birbirinden farklı bir gezegendeKiminde TürkçeKiminde FransızcaKiminde Esperanto konuşuyoruz birbirimizleVe yeryüzünde yaşayanlar anlamıyor bizi

Sen o dünyaların hepsinde öyle farklısın kiSırat Arapların kanla kuruttuğu bir nehirNe köprüsü kıldan ince ne de kılıçtan keskinAyni Kerbela ayni su içmek istediğin

GÖRSEL: «Özgür Gelecek» dergi kapağından

Sayfa 23

Bir tanem Farkında mısın? Her şey bir kahır gecesini andırıyorUzatıp elimi Seni sevdiğim her yerdeSerilip seninle kumsalına Egenin Egenin her iki yakası gasp içinde

Seni sevdiğim her yerde Uyutuyorum Siyonizm’iİbrahim’in atıldığı ateşlerdeArasat’a dönmeyen yeryüzündeKendim koparıyorum kıyameti

Ve Pir konuşuyor Arafat’ta Usul / usul yozlaştırılmış sözleriBu günlere getirirken biziHer şey yine iyiyle kötünün kavgasıHer kaldırımın uzandığı yerde

Senin de şimdi aldığın nefesTüketilmek üzere nefsindeHayır, Eylülde değil sonra gelEylül sabotaj ayı sevgiliGel de Esperanto sevişelim güzelimHer mahzeninde sezonlarınVe şezlonglarında plajların Onlar deliye dönerken alıp ahımızıMartılar uçsun mutluluk çığlıklarımızı

Güvertesinde seninle her dünyanın

YAŞAR DOĞAN

Emeğin Sanatı 161. Sayı

OLMAZ RENGİ ÖLÜMÜNBağrımda yanan diliyle uzaklaraaçıyorum sesleri kalbimebağırıp duruyor isyanı çocuklarıngeriyorum göğsümü hüznün sonsuzluğunacayır cayır yanan şehirdedikince gözlerimibulutlararüzgarabir çığlık kuşların kanadındayankılandırengi olmaz ölümün!dedik bizbiz demiştikyıllar da hızlıca geçmemiş kioysagöç vakti ölüme

Boyu alçak sevgilerinancak bir şiir uzatırvicdanı

ölüme göç vaktikurşunları yağdıkçaüzerime üzerineolmazçocuklarasustur ölümü

BURCU TÜRKER

Sayfa 25

GAMZE’NİN DÜŞ’Ü / Yavuz AKÖZELElindeki kırmızı, beyaz güller ağlıyordu. Her demette dört tane vardı ve üç liraya satıyordu.

Çankaya’da Fevzipaşa Bulvarının tam metro çıkışına tezgahını kurmuştu. Caddeler insan vearabalarla tıka basa doluydu. Gamze’nin bağırtıları inmekte olan akşamın hüznüne acı birçığlık gibi iniyordu. Gökyüzünde gruplar halinde uçuşup avlanan kırlangıçların hiç umurundadeğildi bu aşağıdaki insanların hengameleri, boğuşmaları, koşuşmaları, bağırtıları, çağırtıları,klakson sesleri. Kırlangıçlar mağazaların sundurmalarında özenle inşa ettikleri güzel, sağlamyuvalarında kendilerini bekleyen yavrularına işte bu akşamın son soluğunda pikeler yaparak,türlü uçuş ve avlanma ustalıkları sergileyerek yiyecek ayarlamaya çalışıyorlardı.

Bir güzel günün sonundaki akşam zamanı mıydı bu? Romantik, tatlı bir yorgunluğun bedeneyayıldığı ve artık eve gitme zamanının geldiğini hatırlatan bir güzel günün son demleri mi ?

Güller? Gamze, içine su doldurduğu bir pet şişesinin kapağına delikler açmış, solmamaları,pörsümemeleri için ara sıra güllere su serpiyordu ve serpilen sudan ötürü güller solmuyor,hep gülümser gibi duruyorlardı. Gamze buna bir çözüm bulmuştu da ne kendisinin ne degüllerin görünmeyen gözyaşlarına bir çözüm bulamamıştı. Güller ve Gamze çökmekte olanakşamın bu en kalabalık hengamesindeki en büyük yalnızlığında birlikte usulca ve gelip geçenbu insan seline belli etmeden ağlıyorlardı:

- Ablalar, abiler kıpkızıl güllerim var!- Ablalar, abiler bembeyaz güllerim var! Başlayan aşklar için, biten ayrılıklar için, kavuşmalariçin, biten gözyaşları için güllerim var!

Karanlık iyice çöktü , ortalık giderek duruldu, sessizleşti. O kalabalık, o hengamenin yeriniyorgun bir tenhalığın hüznü kapladı. Kırlangıçlar da yuvalarına çoktan dönmüşlerdi. Gamzede arta kalan güllerini sepetin içerisine yatırıp, kendisini almaya gelecek üvey babasınıbeklemeye başladı.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

‘Bu kadar satabildim’ dedi ve koynundan çıkardığı pörsümüş pembe cüzdanından tüm paralarımasanın üzerine boşalttı. Annesi parayı daha saymadan satışın hiç de iyi olmadığını anlamıştı‘ay yarılandı ama daha kirayı dahi veremedik’ diye kendi kendine söylendi.

‘Bana para ver’ diye 12 yaşlarındaki oldukça esmer, çelimsiz çocuk annesine diklendi. ‘Dünverecektin, vermedin, bugün ver bari !’

‘Ben de istiyorum’ diye 13 yaşlarındaki sarışın, yeşil gözlü kız çocuğu kendisini kardeşininönüne attı.

Anne, ‘ durun hele.. daha kirayı yatıramadık, ev sahibi sıkıştırıyor ! Evden çıkarırsagörürsünüz gününüzü. Akşama ne yiyeceğiz ? Önce onu düşünün! Böyle giderse ac kalacağızaç !

Çocuk, ‘Öyleyse ben okula gitmiyorum artık! Okula para götürmem gerekiyordu!’ Kız çocuğu,‘Ben de gidemem para olmayınca’ dedi.

‘Anne ben şeylere gidiyorum, televizyon bakmaya’ dedi Gamze. ‘Kardeşlerin okulagidemeyecekler’ diye yanıtladı annesi. Gamze omuz silkti, ardından da ‘okuma yazmabiliyorlar ya yeter! Sibel yarın benimle gelsin, kardeşim de gidip bir yerlerde çıraklık falanarasın, meslek öğrensin! Çocuk, ‘Ben ne yapacağımı biliyorum’ diye, diklenerek karşılık verdi.

Karanlık iyice çökmüştü , elektrikleri kesik olduğu için önce anne bir mum yaktı. El ayak iyiceçekildikten sonra çocuk sokaktaki elektrik ana hattından eve kabloyla kaçak elektrik çekti.Anne mumu söndürüp elektrik ocağında biber domates kızartmaya girişti. Radyoyu daaçmayı ihmal etmemişti. Hep aynı istasyonu dinliyordu.. 24 saat sürekli şarkı çalan biristasyondu.

Çocuk, ‘Her gün aynı şeyler hep: Biber, domates, biber domates! Çalışmaya başladığımda etalacağım ’diye Sibel’in saçını usulca çekti. Kız, ‘hele iş bul da !’ diye kıkırdadı.Yemek pişmiş, sofra kurulmuştu. Sibel komşuya Gamzeyi çağırmaya gitti. O sırada sankisofranın hazır olduğunu haber almış gibi üvey baba da kapıdan içeri girdi. ‘Kaynanamseviyormuş’ deyip hemen altına plastik sandalyelerden birini çekip oturdu. Sandalyenin birayağı kırıktı oturur oturmaz ayak tamamen büküldü ve adam kıç üstü yere yığıldı. Kadınkoşup masayı tutmasaydı, biber domates kızartması ve yoğurttan oluşan yemek gümbürtüyegidecekti.

“Erkek müsveddesi” dedi adamın suratına nefretle bakarken kadın; ‘şu evceğizime üçsandalye bile alamadın!’

Adam hiç ses çıkarmadan pis bir gülümsemeyle ekmekten koca bir parça koparıp biberdomates kızartmasına daldırdı ve koca lokmayı bir seferde ağzına tepti. Yanakları her ikiyandan balon gibi şişmişti. Ağzına sokmuş olduğu o devasa lokmayı bir iki çiğnedikten sonra

Sayfa 27

hoop mideye indiriverdi.. Sonra da “İş bulur da girersem sandalye de alırım, televizyon daalırım, çamaşır makinesi de alırım, sen ne istersen alırım!”

Kadın, “bu mavraları yıllardır dinliyoruz.! Kahve köşelerinde akşama kadar okey, pişpirikoynayan adam nasıl iş bulabilir?”

Gamze ve kız kardeşi de komşudan geldiler. Yemeği yerken çocuk bir kez daha çalışınca etalacağını yineledi. Babalık, eliyle havada anlamsız hareketler yaptı ve manalı manalı kıkırdadı.Çocuk, ‘görürsünüz’ diye babalığına düşmanca bakarken bardaktaki suyu masaya döktü.Anne tatsızlık olmasın diye el bezine dönüştürülmüş üzerinde çiçek desenleri olan bir bezparçası ile dökülen suyu temizlemeye girişti.

Ertesi gün çocuk İkiçeşmelik’ten başlayarak ta Kemeraltı’ndaki bakırcıların olduğu küçükatölyelere kadar her yeri tek tek dolaştı. Bakırcılar, davlumbazlar, mangallar, ibrikler, kültablaları. Sahanlar, tencereler ve daha çeşitli hediyelik eşya malzemeleri işliyor ve hemenorada dükkanlarının önüne kurdukları iğreti tezgahlarda müşteriye sunuyorlardı. Bir bölümimalatçı da paslanmaz çelikten aynı malzemelere benzeş şeyler imal ediyor ve yine hemimalathane hem de satış yeri olarak kullandıkları dükkanlarının önünde sel gibi akıp gideninsan kalabalığına sunuyorlardı.

Çalışanların çoğu çocuk sayılacak yaştaydı ve yüzleri gözleri kömür karasına batmış buçocuklar her iş sorduğu yerde onu tepeden tırnağa yabancıl bakışlarla süzüyorlardı. Çocuğu,her iş sorduğu yerde patronlar da tepeden tırnağa alıcı gözüyle süzüyor ve bu esmer, kılıksızçocuğa ‘iş yok’ diye hep olumsuz yanıt veriyorlardı.

İş yoktu işte ! İş vermiyorlardı !

Çocuk, o, yüzleri gözleri kömür karasına batmış solgun bakışlı çocukları nasıl da imreniyordu.Onlar, bir işleri olduğu için kim bilir nasıl mutluydular !

Eve gitmeden önce Agoranın yıkıntılarında oturup gelen geçeni, acele acele koşuşturanları,bağırıp çağıran, küfreden, birbiriyle ha bire didişen, alt üst olan tinercileri gözlemeye daldı. Buevsiz barksız ve hiç kimse tarafından gerçek anlamda sahiplenilmeyen adları tinerciye çıkmışçocuklar da kendi taydaşıydı. Hatta aralarında kendisinden çok çok küçük olanlar vardı amaonlar hiçbir şeyi umursamadan güle-bağıra oynaşıyor, takatsız kaldıklarında da yıkıntılarınkuytuluklarında büzüşüp uyuyorlardı. Çocuk bir an, içinden ‘ tinerci olmak en güzeli aslında ’diye geçirdi.

Giderek karanlık çöktü. Çocuk oturduğu yerde gecenin bu ağıtımsı hüznünü dinledi. Aslındahüzün ve acı kendisiydi. Aslında o geceyi dinlerken kendisini dinlemiş oluyordu. Cefakarannesi, hayırsız üvey babası, bacıları gözlerinin önünden bir an gelip geçiyordu. Ve onlarıdinliyordu.

İş yoktu işte ! İş vermiyorlardı !

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Gamze, kardeşinin saçlarını okşayarak ‘üzülme’ dedi. ’ümidini yitirme, yarın daspotçulara git, tek tek sor! Olmadı lokantaları dolaş komilik sor, bulaşıkçılık olsun! Sor!‘Sonra mutfağa gidip kardeşi için sakladığı akşam aşını getirdi. Çünkü onlar akşamıçoktan savmışlardı.

Sabah Gamze kalktığında içinde bir sevinç, bir heyecan vardı. Gece güzel bir düşgörmüştü. ‘Hayırdır inşallah! Bu nasıl bir düş ki böyle?‘ Diye içinden geç irip, yataktabir sağa bir sola dönerek gördüğü o güzel masalımsı düşü yorumlamaya çalışıyordu.

Gamze o hayırlı düşünde kocaman bir dükkan sahibiydi. Çankaya’daki Fevzi paşaCaddesinin en güzel yerinde kocaman bir çiçekçi dükkanı açmıştı ve dükkan rengarenkçiçeklerden adeta görünmüyordu. Gamze bacısıyla beraber durmaksızın demet demetçiçek satıyor, görünmeyen paraları bir çuvala ha bire dolduruyordu. Paragörünmüyordu ama çuvala doldurduğu o görünmeyen nesnelerin para olduğunaemindi.

‘Çiçek hem mutluluk hem de büyük bir kısmettir. Görünmeyen para ise zenginlik!‘ diyeiçinden geçirdi. Düşünü kimseye anlatmamaya karar verdi. Anlatırsa düşününgerçekleşmeyeceğinden, bu olağan üstü güzel tılsımın bozulacağından korkuyordu. Biryerlerden de böyle duymuştu gerçi. ‘ Anneme bile anlatmayacağım’ diye kendi kendinemırıldandı.

O gün bacısını da yanına katıp işe, yani çiçek satmaya giderken Gamze en güzelgiysilerini giymiş, dudağına kıpkırmızı bir ruj sürmüştü ve neşeli bir roman türküsümırıldanıyordu.

YAVUZ AKÖZEL

11.10.2014 Narlıdere,İzmir

Sayfa 29

UFUK ÇİZGİSİEstiği zaman rüzgara benzememek içinSordu dünyayaGök kuşağı ne için

Tramvaylar kalabalıktıFilm insanı susatan cinsinden

Gazete almayacağım bugünDünya buruşturulup atılmaz

Gene gereksiz hatır sorma, hayra yormalarTelefonu satıp kaşar peyniri almalı

Kediler de ihtiyarlıyorBıyıkları beyazlaşmış

Bu oyuncaklar kanser yapıyormuşBence oyuncakları kanser yapıyorlar

Kapalı mekanlarda sigara içmek yasakAçık havalar Amerikan kahvesi

En iyisi best seller okumakGülhane parkı, hayvanat bahçesi

Annem kekik getirmiş köyden mis gibi kokuyorAnnem köyün delisi

Rakı olsan içilmezsin arkadaşHer sözün süt mavisi

Uygun bir yerde binecek var kaptanHedef ufuk çizgisi

SEMA LALE

Emeğin Sanatı 161. Sayı

K e v o k û Z a r o kTu kevokan nedikarîn weke wan bireqisin,Li hêlînistana kevokan û ji kevokan komekRoj bi roj nav û navdariya wan bilind dibû.Wext û saet hatiye, êdin welatê hêlînistanêBiçûk û bêliv xuya dikir li ber fir û baskan.

Ceylan, Ûxur, Berkîn...sê zarî wek kevokan bi fir û bask in.

Kevok, li dik û deriyan reqsvanên aştiyê neKu jan û hesretên dayikan didin sêwirandin,Û li meydan û xwepêçandinan serfiraz dibinPêlên kerr jî pê re radibin ser xwe, direqisin.

Bo azadiyê zarok jî bê dem dikevin,her ketin bêr giran, şevereşiyê ronî dikin.

Li dikan kevok hene ku ji kevokan narîntirBi rêber, bi raman û bê tirs dikevin reqsan.Pê re pêlên bejnan û destên bi şal û serpoş,Û lîlandina dirûşman ku awazên derûnî ne.

Karwanên azadiyê bi bar û bedelên giran inBi helînên xwe, mûm vêdikevin û direqisin,Reqsên kevokan dîmenên emrên zarokan in.

Ceylan, Ûxur, Berkîn...Xema min çi ye, zarokino;

ger rojek bê û şoreşa we bê dizîn,ez ê wê demê bê helbest bimirim,

bi şêweyeke din ne ji we re û ne jîji min re mirin nîn in!

A. KARABAX13.03.2014

Berfîn Dibarin Li Reşiyan,

Sayfa 31

Emeğin Sanatı 161. Sayı

ÇOCUK VE GÜVERCİNHiçbir güvercin beceremezdi dansı onlar gibi Güvercinlerin ülkesinde ve bir grup güvercinKi günden güne yayılıyordu şan ve şöhretleri.Vakti ve saati gelmiş olmalı ki güvercinistan,Küçük ve monoton görünüyordu kanatlarına.

Ceylan, Uğur, Berkin...üç çocuk güvercin gibi kanatlıdırlar.

Sahne ve her yerde dans edenlerdir güvercinKi acı ve özlemlerini canlandırırlar annelerin,Onur duyarlar alan ve yürüyüşlere akmaktan, Sağır dalgalar da kalkar, dans ederler birlikte.

Özgürlük uğruna çocuklar de düşerve her düşüş yükü ağırlaştırır,

karanlıkları aydınlatır.

Sahnelerde güvercin vardır güvercinden alımlı Öncüyle, bilinçli ve korkusuzca girerler dansa.Beden, şal ve yazmalı ellerin o güzel uyumları Ve zılgıtlı sloganlar, ki yürekten haykırışlardır.

Özgürlük kervanlarının yük ve değerleri ağırdır,Tutuşan mum erir ve erirken aleviyle dans eder Ve çocuk ömrü gibidir güvercin dansı figürleri.

Ceylan, Uğur, Berkin...Kaygım nedir, çocuklar;

eğer bir gün devriminiz çalınırsaişte o zaman şiirsiz ölürüm, başka türlü

ne size ne de bana ölüm yoktur!

ABDULLAH KARABAĞ13.03.2014

Kardelen Yağar Karın Alacasına

lLlLl

GÜZ ATEŞİ / VEDAT KOPARAN

-Yaşama Dairde Hep Bir Eksikle-

(İnsanlığı kucaklayan ateşin yaktığı acının-hüznün, yoksunluğun yaşandığıyerde umut etmek beklentilerde iyi şeyler umarak yaşama tutunmaktı. Sevgi enyüce duygumuzdu hiçbir hesaba katmadan hep verdiğimiz. Bize iyi gün dostlarıdeğil zor günün dostları lazımdı. Zor zamanda destek ve birlik olmayanın iyigünde olmasını ne edeyim…)

Yanı başımızdaKan akıyorUmut ve sevgi çocukVurulmuşAğlıyor ve ölmekteKanıyor insanlığımDuyuyor musun?

Dayanamıyor gözlerimGülmeyi uzak tutuyor yüzümŞimdi edebiyatın zamanı değilDiyorum kendimeAğlamayı kesen gözlerime

Ateşten uzaksınNe bilir ne anlarsınSen ne yapıyorsunDuyuyor musun?

Bu ses eğlence sesi değilYaşanan acının ölümlerin sesiUmut ve sevgi çocuğunAğlamaması ve ölmemesi içinKanıyor acıyor mu içerinDuyuyor musun?

Bir top gözyaşıYağıyor gökten yağmurlarlaIslanıyor musun?

Bu gün güz güneşiKüskün mü doğdu pencereneUyuyor musun?

Bu gün umut ve sevgiAğlasa kanasa daVurulmuş olsa daŞehirlerde dağlardaDirenişteDuyuyor musun?

Sayfa 33

ŞAFAĞA ÇIKAN ÜLKEYİM Ercan CENGİZ

dört nokta bıraktım dünyayahava gibi, su gibitoprak gibi, güneş gibiönce çarmıhlılar düştü koynumasonra sarı mekaplılar birer birerbir bilseniz, ne adlar takmıştım onlara

şafağa çıkan ülkeyimatlılar tepinip durdu üstümde, yıllarcaneslime bilendi kılıçlarsonra tüfek icad oldutanklarla gelip vurdular böğrümebombaladılar dağ – taşvurup ayırdılar dört parçatel çekip, mayın döşediler ki arayayanıp yanıp karışayım toprağa

aç kaldım ekmeğe – suya – seviyekefensiz gömdüm ölümüdilimi tanımayanla komşutanıyanla dost oldum nicedirmeyvesiz piç ağaçları boy veripgölgesini düşürdüler tarlamasuyum kirlendi

balıklar alıp gitti başınıyalnız kaldım dört noktadayaşım küçültülüp asıldımyaşım büyütülüp asıldımkötülükten kötülük beğen dedilercennetlerine tükürüp de geldimkırıldım, sürüldüm, ağladımçocuklarım oldu kızlı – erkeklikimi kayıpkimi cansız bedenleri ileatıldılar üst üste

şafağa çıkan ülkeyimkim bilir kaç kez taht kurdulardeğişti yurdumun adı – tadıkim bilir kaç kezdüşenlerin adını çocuklara verdimher döndüğümde toprağakapısını açık koydum eviminkayıplardan biri gelir diyedilimi konuşanla değilanlayanla yar oldum, yoldaş oldumduvar örmedim araya

Emeğin Sanatı 161. Sayı

geldim bugüneatom bombası denenmişHalepçe’de can vermişim elma tadındabüyük iş makinaları ilemezarımı kazmışlarbüyük iş makinaları ilegözlerime doldurmuşlar toprağı

‘mezarın nerde ise yurdun oradır’mağaralarda bulmuşlar kemiklermikuytuluklardakarakol bahçelerinde faili belliyol kenarında ya daama uzağa gitmemiş ayağımkemiklerimi buluncasıkı sıkı sarılmış çocuklarımöpmüş, koklamışlar usulca

kim bilir kaç kez öldümdilsiz, sağır, kör bir dünyadakim bilir kaç kezumutla, inatla doğmuşbeslemişim yarınıhey hawarklamlarım vurulmuş iki kaşın arasındanşiirlerim yakılmış cenazemin üstündekülümü alıp savurmuş rüzgarkim bilir hangi çalı dibindeyatar olmuşuz yıllarcakim bilir hangi mağaradakapıya çevrili başımızlakemikten dökülmüş etimiz

şafağa çıkan ülkeyimtanımamışım yasağı, sınırıkendi dilimle ad vermişim dağlarayüzümü sürmüşümayak izlerim kalmış yollardaçığlığım orada haladuyuyor musunuz

derwişler doğurmuşum üst üsteüç telli saz olmuş, gönül almışımbeyaz kumaşla örtmüşüm çıplak ruhumuama kıymamışım canaacı tütün sarmışımaçlıktan, susuzluktan ölmüşümel açmamışım münkürene çok ölmüşüm, ne çokne çok doğmuşum inatlaadım geçmiş torunaoğullar – kızlar vermişimkahpe kurşunakim bilir kaç işgalcigörmediğim yerlerden gelipkim bilir kaç kez, kirlettiler toprağıkim bilir kaç kitaplabaşıma vurup kırdılar sazımı

şafağa çıkan ülkeyimdört parça bir candayımhava, su, toprak, güneşim bugünbiri olmazsa, anlamsızdır diğerisınırları yıkmışımselamı kesmişim soysuzdansöküp atmışım tel örgüleritükürmüşüm sapınabir daha denerse işgalcilerbir daha denerse eğerişte sen, işte su, işte hava, işte güneşyüzüm sürdüm toprağadedim ki yarıl, yarıl tam ortadanbil ki, artık ağıt yakmayacağımyarıl, zalimin ayağının değdiği yerdenöyle bir yarıl ki sen, ey toprak anaartık yeterbilmem kaç asırdır sana dönerimdeğil seni vurup geçmekbir köprü dahi kuramasınlar üstüne

ERCAN CENGİZ

Sayfa 35

SAVAŞ… SAVAŞ… SAVAŞ … ÖLÜM… ÖLÜM… ÖLÜM…

Vildan SEVİLSAVAŞ… SAVAŞ… SAVAŞ…

ÖLÜM… ÖLÜM… ÖLÜM…

Bölgedekiler yetmedi, şimdi iç savaşa itiliyor ülkem.

Bin bir çeşit oyunla, hileyle…

Bin bir çeşit hamasetle…

Kutsal amaçlar(!) uğruna…

Öfke , kin, öç yeşeriyor, boy atıyor durmadan, durmadan…

Petrol varilleri doluyor, petro dolara dönüşüyor.

Petro dolarlar, kimlerin cebini dolduruyor?

Silah ticaretinden kimler köşeleri binlerce kez dönüyor?

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Yeniden çizilen sınırların efendileri kimler olacak?...

Türk, Kürt, Arap, Türkmen, Ezidi, Alevi, Sünni , Şii kanlarıyla doluyor ev ve banka kasaları ve ayakkabı kutuları ve kimbilir daha nereler…

KANLI KANLI PARALAR… KANLI KANLI VİLLALAR… KANLI KANLI ARABALAR, KANLI KANLI UÇAKLAR…

Savaşların kanıyla beslenen vampirler sarmış dört bir yanı…

Tek gerçek var, tek gerçek:

ÖLÜM!

ÖLEN İNSANLAR…

KATLEDİLEN, TECAVÜZE UĞRAYAN, ALINIP SATILAN KADINLAR, ÇOCUKLAR…

YERSİZ YURTSUZ BIRAKILAN İNSANLAR… İNSANLAR… İNSANLAR…

YAKILIP YIKILAN, TALAN EDİLEN KENTLER KÖYLER…

VE İNSANLARIN KANIYLA YUNUP YIKANAN KUTSAL AMAÇLAR, İNANÇLAR!...

Tut ellerimden, çek götür başka bir dünyaya… Başka bir dünyaya…

Burada kan kusuyorum.

Kan kusuyorum burada…

VİLDAN SEVİL(08.10.2014)

Sayfa 37

EY ZULÜM Zulüm Sessiz günlerin Ekinlerini toplamakta bugün tarlalarımızdan

Bu toprağa su yerine kanını Tohum yerine ölülerini saçmış ülkenin Yeni yeşillenen tarlaları üzerinde Tarla kuşları dolaşmakta

II.

Siz yarattınız kaburgalarınızın üzerine çöken O çelikten canavarı, Kendi ellerinizle boşalttınız kanınızı şişelere Ellerinizle işlediğiniz yaşamın meyvelerini Kendi ellerinizle doldurdunuz Zulmün sepetlerine

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Sormadınız kaptırdığınız kolun hesabını Bir zamanlar dost elinizi uzattıklarınızdan

III.

En güzel çağına çığlar indi gençliğimizin Bir hiçe endekslenmiş hayatların boşluğunda Bağırsam avazım çıktığı kadar Çıkmaz bir duyan Boğazımı yırtıp taşan sesimi Ses geçirmez duvarlarla kaplanmış her yanım

Dağları aşıp gitmiştir çoktan inandıkların Seslensen sessizliğe Sessizliğin bir dağ olup döner kimsesizliğine

Ey zulüm Yalnızda olsam da bağırıyorum İnandıklarım, Dağların ardından sizi çağırıyorum İnadına İnadına İnadınaHaykırıyorum...

MELİH COŞKUN

Sayfa 39

BİR DURUŞA / Asım GÖNEN

ne şiire sığar bu duruşne de sesine meylerindevrilmiş şu çınarın ölüme uzandığne mezarına sığar eskimiş adetlerin ne de uluyan ağzında acılarındişlerini sıkan öfkesinederisi yüzülmüş devlerin

seni bir ben sevdim halkımbir de ustura ağzı işten atılmalarınseni bir ben sevdim halkımbir de insan öğüten dişleri çarklarınaltın kupalardan içtiler kanını dayerinde izi kaldı kırmızı dudakların

Emeğin Sanatı 161. Sayı

bir yoksulluk dediler sana bir ayrılık bir ölümgel otur karşıma ey benim diyarı efkarımdalgaları kükremişkulaçların feryadı gel otur karşımaen kuru kurnasından asgari ücretinkerbelanın en serin suyunu akansıtmalar serabı gel otur karşıma

hangi karanlık gizleyebilir bu bakışıduruşunda baykuşlar ötenbu ören yerinde oğul büyütmeninhangi bıçağıdır boyunlarda bilenenhangi güneşe desemacıları aydınlatan bir yangın olur günlerbir grev kırılırdüşer dalından en son yaprakbir halkın bedenini öğütür değirmenler

ne şiire sığar emzikten düşmüş bu bakışne de kandilleri ciğerde yananağıtına yüreğine taştan mezar oyanlarınbiz ki yaşamı işçilerin gülücüğünde sevdikonlarki torda balıkta sevdiler ölümüağlamak kadar temiz görmek kadar gerçekseni tenime metal korla mühürlediler halkımvaridatlar sağdılar memelerinden ve yokluğu bıraktılar

ASIM GÖNEN

Sayfa 41

YILMAZ GÜNEY’İ TÜM İYİLİĞİ, İNCELİĞİ VE SICAKLIĞIYLA ANIYORUZ!..

Mustafa DEMİR

Yağan yağmurEsen rüzgar

İlle de fırtınalarSeni hatırlatıyor

Otuz yıl önce yakalandığı amansız hastalıktankurtulamayarak bedenen aramızdan ayrılan;eserleriyle, fikirleriyle ve anılarıyla milyonlarcainsanın yüreğinde yaşayan Yılmaz Güney’iOzan Emekçi yukardaki dizelerle dile getiriyor.Evet, Yılmaz Güney adı ancak fırtınalarla ifadeedilebilinir. Yılmaz Güney’in Adana’nın yoksulbir köyünde Nisan 1937 yılında başlayan, 1984yılının 9 Eylülünde Paris’te sona eren kısayaşamı, gerçekçi fakat imkânsızları olur kılmışonurlu bir yaşamdır. Yakınlarını, dostlarını hiçutandırmamış, gururlandırmış bir yaşam!..

Onun erken ölümü milyonlarca insanı hüzneboğdu. Yılmaz Güney’i bu kadar sevdiren neidi? Yılmaz Güney halka ve hayata bağlıydı.Yüreği tükenmez bir enerji ve halk sevgisi do-

luydu. Azimliydi, disiplinliydi, çalışkandı... Olumsuzu olumluya çevirme becerisine sahipti,korkusuzdu... Usta bir gözlemciydi. Dik başlı ve alçak gönüllüydü... Özgürlük ve bağımsızlığasevdalıydı. İnanç doluydu, sabırlıydı, savaşkandı... Kısacası Yılmaz’dı O!..

Yılmaz Güney herhangi bir sanatçı değildi. O romancıydı, hikâyeciydi, senaryo yazarıydı, şairdi,hele hele sinemacıydı. Bütün bunları bir devrimci olarak icra ediyordu. O sadece savaşan birdevrimci de değildi. Devrimin teorisine kafa yoran, siyasi değerlendirmeler yazan birdevrimciydi. Devrimci fikirlerle ilk ilişkisini ilk romanı Boynu Bükük Öldüler’e yazdığı önsözdeşöyle dile getiriyor:

“945’lerde, Adana’da İnönü Caddesi’nde bir kolonyacı dükkânında çalışıyordum. On yediyaşlarında idim. Genç bir adam, işçilerden, köylülerden, söz eden, İspanya iç savaşının acılarınıanlatan şiirler okudu bana. Küçük, kırmızı kaplı bir cep defterine özenle yazılmış şiirlerdibunlar. Kim yazmıştı yüreğime coşku dolduran bu etkili şiirleri? İlk kez duyuyordum; bir adamvardı, adı Nazım Hikmet’ti.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Bir yıl öncesine kadar, yaz tatillerinde, romanda anlatmaya çalıştığım, Yenice Köyü’ne döner,ırgatlık yapardım. Orda doğmuş, orda büyümüştüm. Kürt asıllı, topraksız, yoksul bir aileninçocuğuydum. Limon çiçeği kokan o küçük kolonyacı dükkânında içime düşen ateşin adını vehangi sınıfın adamı olduğumu öğrendim. Köylüydüm ben ve kurtuluşum ancak sınıfımınkurtuluşuyla mümkündü. Peki, nasıl kurtulacaktı sınıfım? Berraklık kazanmayan bir soruydubu benim için.”

Yılmaz Güney, bu bilince eriştikten sonraki bütün yaşamı boyunca bu soruya cevap aradı.Yaptığı bütün filmlerinde, ilk zamanların vurdulu kırdılı filmleri de buna dâhil, yazdığı bütünedebi ürünlerde yoksul halkın kurtuluşuna çare aradı. Çıkmasına önayak olduğu Güney,Yurtsever-Devrimci-Demokrat, Demokrasi Bayrağı ve Mayıs dergilerinde bu çareler üzerineteorik çözümlemeler getirdi. Bu yazıları ölümünden sonra Siyasal Yazılar adıyla üç kitaptatoplandı.

Yılmaz Güney düşünceleri için rizikodan çekinmiyordu. 12 Mart yönetimi onu Türkiye HalkKurtuluş Partisi/Cephesi’ne (THKP/C) yardım ettiği gerekçesiyle tutukladı. Böylece YılmazGüney’i yıldıracaklarını, susturabileceklerini sanıyorlardı. Elbette yanıldılar. O; Selimiye’den,ölümünden önce ve sonra hep Yılmaz Güney’in ideallerini, onurunu, acılarını paylaşmış,anısına büyük bir saygıyla bağlı eşi Fatoş Güney’e yazdığı mektupta şunları söylüyordu:

“Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki,ilk fırsatta yıkılmalıdır, dünyayı daha iyi kavrayabilmek için! Ben bu barajı aştım, her şeyönümde bütün açıklığıyla oynuyor. İçimdeki hırs ve inat damgasını öyle silinmez, öylesinesağlam basacaktır ki hayata, şu uzun hapishane yıllarının beni yeniden yaratacağına sen detanık olacaksın. Zorluklar, sıkıntılar, haksızlıklar, benim için, sanatım için öyle yararlı olmuşturki, bütün dünyada sözü edilen filmler yapacağım. Bir gün Türkiye sinemasını dünyaya ben vebenim gibi düşünenler götüreceğiz. Hapis olan benim fiziğimdir. Kafam hapis değil ve onukimse durduramaz!”

Kimse durduramadı onu. Ne 12 Mart generalleri, ne de onu sürgüne zorlayan On iki Eylülcuntacıları. Yol filmi çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının dünyaya açılan penceresi oldu. Sürüfilminin neredeyse gösterilmediği ülke kalmadı. Yılmaz Güney Türkiye’den ayrılışını şöyleanlatıyor:

“Ülkemden ayrılmamı gerektiren esas neden düşüncelerimden ötürü açılan ve yüzyılı aşandavalar değildir. Bunlar 1978 yılından beri süregelmektedir. Benim için, cezaevlerinde dahauzun süre kalma korkusu olsaydı, yurdumdan daha önce ayrılırdım. Çünkü her zaman, hangikoşullarda olursa olsun, ister kapalı, ister açık, ister askeri, ister sivil, aşamayacağım cezaevi,duvar yoktu. Bu olanaklara hep sahip oldum. Her zaman da, bir yurtsever olarak, ülkemin enkötü bir cezaevinde, en kötü hücresi, başka ülkenin en güzel, en rahat yerlerinden daha iyidirdedim kendime. Gelgelelim bu iyimser bakışımı karartan çok şeyler oldu son zamanlarda. Benbir sanatçıyım ve sanatımın odak noktası sinema. Sinema yapmak benim için bir hayatbulmaktır, yeniden hayat kazanmaktır. Ne yazık ki, son uygulamalar beni can damarımdankoparttı.”

Sayfa 43

YILMAZ GÜNEY’İN ARDINDAN...

Yılmaz Güney’in ardından çok şey söylendi, söyleniyor, söylenecek. Ben sizlerle otuz yıl öncesöylenmiş birkaçını paylaşmak istiyorum. O zaman Türkiye’de neredeyse Yılmaz Güney’in adınıanmak, resimlerini, kitaplarını taşımak, acısını paylaşmak yasaktı!..

Onat Kutlar bu ortamı şöyle anlatıyor:

“Çünkü o gittikten sonra, bir Zekeriya sofrasının başına tüm dostlarıyla oturmuşuz. Hepimizayrı ayrı, yapayalnız... Yüzlerinde ne sevinç, ne hüzün, ne de endişe. Kuşkunun gölgelerinitaşımayan derin bir dostluk duygusuyla. Çünkü o duyguda ortaktır.”

Mahmut Tali Öngören “Ey Dostum Nereye” adını verdiği yazısında:

“Dostumdu o. Bir arkadaştan daha yakın ve daha duyarlı... Arkadaşınızla çok anıyı, olayı veduyguyu paylaşabilirsiniz. Ama dost olduğunuz bir insanla sevgi ve saygıdan başka paylaşacakşey bulamıyorsunuz. Bu da bir ömür boyu size yeter... Ben Yılmaz Güney’i tüm iyiliği, inceliğive sıcaklığıyla anıyorum.”

Yılmaz Güney’in cenaze törenine katılan, herkesi ağlatan Server Tanilli’nin konuşmasına girişinihiç bir zaman unutmayacağım:

“Arkadaşlar, dostlar, yoldaşlar, sinemamızın bir büyük ustasını, - doğrusunu söyleyeyim- enbüyük ustasını, Yılmaz Güney’i kaybettik. Ve buraya, onu son yolculuğuna uğurlamak içintoplanmış bulunuyoruz. Hepimiz adına ona ‘elveda’ demenin görevini ben üstlenmişbulunuyorum. Yaşamımın en acı anlarını yaşayarak yapacağım bunu.”

Ömer Polat’ın “Paris’te Bir Ordumuz Vardı” başlıklı yazısında şu cümleleri okuyoruz:

“Bizler, yurtdışında olan bizler. Alın teri döken, senin uğruna canını verdiğin insanlarımız.Aydınlarımız, gençlerimiz, yiğitlerimiz. Yurtdışında, sürgünde, ekmek parası peşinde olan bizlerdoya doya yanıyoruz acına. Acını aramızda paylaşmaya çalışıyoruz. Yaşı kırkı geçmiş bir Kürtişçi ne dedi ardından biliyor musun? ‘Yılmaz sağken, öyle biliyordum ki, Paris’te bir ordumuzvar, ama şimdi?’ İşte aynen böyle söyledi, yaşı kırkı geçmiş, beli el kapısında kamburlaşmış birKürt işçi.”

Halk ozanı Zamani şu şiiri yazdı Yılmaz Güney’in ardından:

Ömrünün yarısı geçti hapisteDevrimi haykırdı en son nefesteKürdistan’da doğdu, öldü Paris’teO bizden biriydi, bizim kalacak

Gömdük kalbimize yaşar bizimleDevrim kavgasına koşar bizimleBir zafer sabahı coşar bizimleO bizden biriydi, bizim kalacak

MUSTAFA DEMİR

Dikenler içinde gül gibi bittiO bizden biriydi, bizim kalacakBirgün aramızdan ayrılıp gittiO bizden biriydi, bizim kalacak

Emeğin Sanatı 161. Sayı

BİR GÜN MUTLAKA

Kıvılcımlar bedenimi sardığındaGözlerinden bulutlar yavaşça kalkar Her yer on dokuz aralık sabahıDalgaların sesinde köpük köpük olur sulariçimizden geçen alev kuşlarıdır isyanın..

O gün geldiğindeRüzgarlar özgürce dağları dolanarak eser!Gayrı yüreğinde usulca ırgalananBir başka sevdadır’İçimizde büyüyen denizlerde volta atan…

Gün gelir Rüzgarlarda susarSütliman olur yakamozlarBaşlar gök yüzü iklimlerinden kaymaya yıldızlar…

Bahar sonrasına tohumlansın diye Yeniden tomurcuklanır umut Ve sonra yeniden!Ayaklanır çiçekleri, ilkbaharın…

Bir gün mutlakaEşsiz bir bahar sevdasıyla Suların coşkusun da Denizlere karışırİnsanlığın nehirleşen alın teri ….

ABDULLAH ORAL

Sayfa 45

-DE HALİ

düşen sarı yapraklar değilmişeylül melankolisinin nedenibetonlar içinde sevda hallerindeyiz

bulutlar da bizim gibi bu akşam üstüdokunsan ağlayacakyağmur şiir olup yağacakbu kirli coğrafyadaıslanmak eğilimindeyiz

‘işte geldik gidiyoruz’un gitme tarafındayızsokak satıcısı gördüğümüzdekiçocuk sevinçlerimizi anmakbir de anne kokusunu özlemek hallerindeyiz

bizi bize tanımlarlar tersindenkinleri binlerce volt düşmanlıkyüksek gerilim kablosuna tünemişserçe keyfindeyiz

kızıl bir haziran arka cebimizdeondörtlü namlu gibibelayı beklemek günlerindeyizbetonlar içinde sevda hallerindeyiz

ÖZER GENÇ

Emeğin Sanatı 161. Sayı

ÖRT Kİ ÖLEM / NECİP TIRPAN

Ömrünün karnını doyururken zamanYüküdür düşlerin kanatlarımınAydınlığımın arasından düşer payıma sayrılı özneler Flulaşır kırılmış aynası ufkunSıyırır elbisesini beyaz karanlıkYaşamın deltasına gömülür ömürlerÖmrünü doldurur, dualarla yakılan kutsal tütsüler.Zaman toplar, vurulmuş sislerini,Ömrün kalbinden geçer.Tüm varsılımız barikattadırHançeri sapında gizliDolan gülün ardındanÖmrün karnını doyururken zaman.Sökülür pasın,Uzatır başını çeliğin suyu,Hüzünler kınıdır, sorar dününü. Bırak susuz kalsın ektiğin tanrılarKes bulutların ipiniÇivilerini sök çarmıhından,Soğuk kış gecelerini ısıt zamanın.

Bin ağacın dallarından bu yaprakYapraksız ‘komaz’ dallarını,Yapraksız mevsimi yok onların.Ne zindanlar ördün üzerine,Ne karanlıklar yırttın Ömrünün karnını doyururken zaman.Tanrılar yakmaz cehennem ateşini/yakan sen,Sen, zamansız süzme kendini toprağa.Gönüllü giderim kurşuni bozkırlara,Yeter ki sen, neden öldüğümü bil,İşte o zaman ‘Haziran’da da ölünür/ört ki ölem…

RESİM: CUADRO BERNİ

Sayfa 47

SANATIN DEVRİMCİLERİ, DEVRİMİN SANATÇILARI[1]/

TEMEL DEMİRER

“Özgürlük, daima farklıdüşünenin özgürlüğüdür.”[2]

Sizlere, sürgünlüğümün 11 yıl 8 ay 23 gün 8 saatine tanıklık eden Paris’te, sanatındevrimcilerinden ya da devrimin sanatçılarından söz etmeye başlamadan önce, Père-Lachaise’deki Komünarlar’a emanet ettiğimiz, Onlarla yan yana olan Yılmaz Güney ve AhmetKaya şahısında tüm devrimci sanatçıların anısı önünde eğildiğimi ifade etmeme izin verin…“Devrimci sanat” dedim; sanat, zaten doğası gereği, devrimcidir, silahtır; hayata organikbiçimde bağlıdır.Sanat, hayat ve mücadeleyle buluştuğu oranda sanat olabilir; sanatı özgürleştirmek, onumücadeleden arındırmamakla mümkündür.İnsanın duygu ve düşüncelerini, kendisinden bağımsız olarak gördüğü nesnel dünyayı kafasındayorumlaması, sorgulaması ve duyguları ile bağdaştırması ve somutlaştırması olarak sanatbaskıya başkaldırıdan doğar.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Sanat, bilinçli bir eylemdir; duyguların, düşüncenin dışa vurumudur; duygu, düşünceyoğunluğu olmadan sanat olamaz.F. W. Nietzsche’nin, “Sanat ve yalnız sanat; gerçeğin elinden ölmemizi engelleyecek bir şeyvarsa o da sanattır,” diye tanımladığı gerçek, dünyayı ve evreni estetik olarak algılamayaçalışmaktır. Bir bakıma insanlık tarihinin toplamıdır.Nihayetinde bir meydan okumadır sanat ve meydan okuyanlar, başkaldıranlar içindir;insan(lık)ı ayakta tutabilecek en büyük direnç noktasıdır.Sanat, çağını sorgular, öncü düşünce üretir. Bu düşünceler zaman içinde toplumsaldavranışlara yansır.Susan Sontag’ın, “Sanat sadece bir şey hakkında değildir; kendisi de bir şeydir. Sanat yapıtı,yalnızca dünya üzerine bir metin ya da yorum değil, dünyanın içinde bir şeydir,”[3] diyebetimlediği sanat eseri, onu yapanın kendini ifadesidir. Bir lisandır, ifadedir…Sanat, sadece dünyaya bakmak, yansıtmak, yorumlamak değil; tüm bunlarla birliktedeğiştirmektir...György Lukacs’ın, “Sosyalist gerçekçiliğin belirgin özelliği, yeni bir toplum düzenini kurmak içingerekli olan insan niteliklerini bulup çıkarma amacını gütmesidir,”[4] diye tanımladığı sosyalistgerçekçilikte, sanat da, yeni bir toplum düzenini kurmak için, proletarya davasına hizmet edenbir işlev üstlenir.İş bu nedenle de devrimci sanatçı, mücadelenin hedefleri ve görevlerine bağlıdır. Ama o bir“memur” değildir. Sanatçı sıradan bir olayı olağandışı göstermeyi başarabilen bize bu dünyayıdeğil göremediklerimizi hissedip anlatan insandır.Sanat; insanın olmayana, olmasını istediğine olan açık özlemidir ve bu özlem doğrultusunda,kendi bakış açısı doğrultusunda kendini var eder.Sanat yapıtının en temel özelliği bizi farklı bir deneyime davet etmesidir.Bu farkındalıkla çıkılan her yol sanatı anlatır. Bu nedenle sanatçı aşkın duyguları, vicdanı,ölümü, varoluşu, hayatı, evreni konu edindiği müddetçe kendini aşmaya muktedir olacaktır.Böylesi bir duruş asla vazgeçilemeyen özgürlükle mümkündür.Sözü edilen özgürlük ise, iktidar, pazar ve parayla arasına koyduğu/ koyabildiği mesafe ilegerçeklenebilir.Tıpkı Dücane Cündioğlu’nun tarifindeki üzere:“Sanat ve sanatçı mı istiyorsunuz, dua edin de belalar yağsın üzerinize gökten! Açlıktannefesiniz koksun! Hüznünüz olsun mesela. Yoksunluklarınız. İncinmişlikleriniz. Güçsüzlüğünüz.Kuşkunun pençesinde kıvranın. Dualarınız hep geri çevrilsin. Kahrolunuz... Kahrediniz. Tadınihaneti. Reddedilin. İnkâr edin ve edilin. Tereddüt edin. İncindiğinizi düşünün… yaşayın yani,çelişkiyi ve çileyi…Bakın o zaman nasıl da göğün kapıları açılıyor… ve işte o zaman sanatçı yaratmaya, elegeçirilemez olanı fethetmeye başlar...”[5]Bu noktada siz bakmayın, “Eskiden de benzer bir zırva vardı: Devrimci sanat! Sanatçıların,topluma mesaj verme mecburiyeti olduğuna, bu mesajın da hâli ile toplumu ileri taşıyacak‘devrimci ruh’ olduğuna iman ederdik!” diyen Cüneyt Ülsever’in zırvasına! Bu ifadeler, olsa olsakendini anlatan bir acz ve vazgeçmişliğin mızıldanmalarıdır. Ne devrimin, ne de sanatınkıyısından geçemezler.

Sayfa 49

Kolay mı? Her devrimci sanatçı yetkin bir sanatsal görüye ulaşmış kişidir. Bu da ancakfelsefenin sağlayacağı bakış açısıyla olasıdır. Her sanatçı kendi koşulları içinde filozoftur.Yani “Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleribiçime dönüştürmek gerekir. Duyuş her şey değildir sanatçı için; işini bilip sevmesi, bütünkurallarını, inceliklerini, biçimlerini, yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın doğayı uysallaştırıpsanatın bağıtlarına uydurması gerekir. Sözde sanatçıyı tüketen tutku, gerçek sanatçınınyardımcısı olur: sanatçı çıldırmış canavara boyun eğmez, onu evcilleştirir,”[6] Ernst Fischer’inifadesiyle…Evet sanatta estetik kaygı olmalıdır. Çünkü o, somut gerçeklikten farklı bir gerçeklik anlayışınasahip kavramdır.‘Ertesi Günce’ başlıklı yapıtında “Sanat ne işe yarar?” sorusuna, İlhan Mimaroğlu’nun, “İşeyaramaktan ne anlaşıldığına bağlıysa da, sanatın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir iş görmediğidoğru değildir. Sanat alınır, satılır. Sanat zenginleştirir, yoksullaştırır. Alçaltır, yükseltir. İşbuldurur, işsiz bıraktırır. Yüze güldürür, arkadan vurdurur. Kiminin heykelini diktirir, kimininmezar taşını bile yok eder,”[7] diye betimlediği sanat yakılıp, yıkılan olduğu kadar direnen vebaşkaldırandır da...Sanat direnmektir/ başkaldırmaktır, direnmek/ başkaldırmak da sanatın bizatihi kendisidir.Bize şarkılar söylüyorlar, içinde biz yoksak; o ne şarkı ne de müzik sanatıdır!Bize, bizsiz filmler yapıyorlarsa; ne o film ne de sinema sanatıdır!Bize oyunlar sahneliyor, sergiler açıyor, şiirler, romanlar yazıyorlar, ama bizden azade ve içindebizim hikâyemiz/ gerçeğimiz yoksa; yaptıkları bizi daha da görünmez kılmak içinse; buna sanatdeğil; egemen -kara- propaganda denir!“İyi de biz kimiz” mi?Biz bu dünyanın yoksulları, ezilenleri, sömürülenleriyiz…Biz, adına “halk” denenleriz…Tam da bu noktada sözü, ‘Direnişte Sanat Kolektifi’nin, 25 Haziran 2011 tarihli Ankara’dakiaçıklamasına bırakmakta yarar var:“Sanatçı, halktan başka biri değildir. Sanat hep halkın ürünüydü ve boynumuzdan piyasanınboyunduruğu, sırtımızdan sömürenlerin ağırlığı söküldüğü zaman, yine bütün varlığıyla sadecehalkın olacak. Bizim olacak…Belleğimizde Şili diktatörlerine “Venceremos/ Kazanacağız” haykırışıyla ölen sanatçı VictorJara’nın sözü var: “Halka inilmez, çıkılır.” Biz daha ötesini söylüyoruz: biz halk basamağındaduruyoruz, üstümüzde göğün özgür ufukları, altımızda sömürenler ve taraftarları var. İnecekyerimiz yok ve çıkacak tek yerimiz var: insanın insanı sömürmediği bir dünya.”Tam da Enver Gökçe’nin ifade ettiği gibi, “Bir sanatçının, doğru devrimci bir yönde birşeylerverebilmesi, yansıtabilmesi için pratik ile teori arasındaki birliği daima göz önünde tutmasıgerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabilir. Hattasanatta, bilinci ve duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tekbaşına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci birgörüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı, insanımıza yaşanılabilecek bir hâlegetirebilmek için şiiri ve sanatı, sosyo-politik bir mücadelenin tamamlayıcı araçları olarakgörüyoruz. Bu açıdan bakıldığında asıl mesele insanın bir bütün hâlinde kavranılması vebütünselliğin dile getirilmesidir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namus-

Emeğin Sanatı 161. Sayı

lu, hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, kuşkuların, küçükhesapların insanı değildir ve olamaz da…”Geçerken anımsatalım: Toplumun yozlaşmaya başladığı yerlerde, sanat can çekişiyordur.Düşünen, hayal eden, üreten özgür bireyler, yok olmaya yüz tutmuştur. İnsanlar, açılan yollardanbile gitmeye üşenir hâle gelmişlerdir. İnsanların hayal etme, sevme, üretme olguları körelmiştir.“Nasıl” mı?J. Baudrillard’ın ifadesiyle, “Bugün sanat olarak adlandırdığımız şey sanki yerine koyacak bir şeybulamadığımız bir boşluğa benzemektedir.”“Çağdaş sanatın ikiyüzlülüğü özetle: Zaten beş para etmez bir şeyken beş para etmeyen,anlamsız, saçma sapan bir şey olmayı kendine bir hak olarak görmek; beş para etmez bir şeyolmaya çalışmak ve yüzeysel terimler kullanarak yüzeysel bir şey olduğunu iddia etmektenibarettir.”“Belki de sanat her şeyin estetik bir nesne olarak sunulabileceği ilkel bir ritüel, evrensel birkitsch nesne görünümüne bürünerek ortadan kaybolacaktır.”Evet sürdürülemez kapitalizm koşullarında sanat ve bilimin hâli içler acısıdır.Verili tabloda entelektüel, sanatsal yaratımı imkânsızlaştığını görüyoruz. Bunun sonucunda,yalnızca sanat eserinde değil, “sanatsal” kişilikte de yavaş yavaş su yüzüne çıkan bir değeraşınması meydana gelmektedir.Bu koşullarda sanatsal muhalefet, insanlığın elindeki en önemli güçlerden biridir. Bu güç, ezilensınıfların daha iyi bir dünya taleplerinin yanı sıra, insanlık onuruna, insanlığın yüceliğine dair tümduyguları aşındıran rejimlerin gücünü kırmaya ve onları yok etmeye yarayacak bir güçtür.Çünkü sanat, kendinden ödün vermedikçe, ona ters gelen hiçbir buyruğa boyun eğmez;kendisine dayatılana boyun eğmez.Çünkü devrimci sanatçı, doğmakta olan bu kültürü konu alır. Tarihte yaratılmış tüm ileri değerlerisahiplenirken; evrensel bir misyonu da sahiplenir.Devrimci sanatçının esin kaynağı, “Sanatta Devrim Devrimde Sanat” perspektifiyle örgütlümücadeledir.Sanatta devrim denince, sanattaki köklü değişim ve sanatın dışında, yaşamda gerçekleşendevrim ve devrimci durumların sanatlaştırılması, sanatçının kendine özgü sanatıyla onuşekillendirmesi, özlendirmesi akla gelir. Bu durum sanatın aldığı yeni bir biçimdir.Bunun için de sanat ya devrimcidir ya hiçtir!Veya sanatçı ya devrimcidir ya pazarlamacı/ propagandisttir!O hâlde burada durup, göksümüzü gere gere; müziğinde de, sinemasında da; resiminde de,edebiyatında da; şiirinde de, mizahında da, tiyatrosunda da bizimkilerin, devrimci sanatçıların,yani estetiği geleceğin ahlâkı kılma kavgası vererek “11 Tez”in gereğini layığıyla yerinegetirenlerin farklı olduğunu haykırmalıyız…

KULAĞIMIZDA ÇINLAYAN DEVRİMCİ SESLER…

Ludwig van Beethoven’in, “Asıl müzik gerçeğin kendisidir”; W.Shakespeare’in, “Müzik, aşkıbesler”; Longfellow’un, “Müzik insanların evrensel dilidir”; Konfüçyus’ün, “Bir milleti tutsaketmek isterseniz, onun müziğini çürütün,” dedikleri müzik deyince aklıma hemen Paris’in Père

Sayfa 51

-Lachaise’inde Komünarlarla yan yana yatan Ahmet Kaya, Şili’de Pinochet darbesinin teslimalamadığı Victor Jara, 12 Eylül darbesinin bir biçimde katlettiği ustaların ustası Ruhi Su,Çernobil’in katlettiği Karadeniz’in asi çocuğu Kazım Koyuncu, Sivas’ta yakılan canlarımızdanNesimi Çimen, devrimcilerin gür sesi Rahmi Saltuk ve nihayet Kürdistan’ın savaş ve zafernarası Şiwan Perver ile daha ismini zikredemediğim niceleri gelir…Sormadan geçmeyeyim?Dağlarda, varoşlarda yankılan Ahmet Kaya’nın o gür sesi, nasıl olur da, kulağınızda çınlamaz?Ya 1999’daki ‘Magazin Gazetecileri Derneği’ ödül töreninde “Kürtçe şarkı söyleyip, klipçekeceğim,” dediği için O’na yaşatılanları, o linç girişimini nasıl unutabiliriz?‘Magazin Gazetecileri Derneği’nin, 2012 yılında Ahmet Kaya anısına “özel” ödül vermesi neyideğiştirir ki?Gerçek meydanda ve asla unutulmayacak: “Başkaldırıyorum” diyen haykıran O, özgürlük,eşitlik ve kardeşlik için başkaldırdığı zulüm tarafından Paris sürgününde katledildi.Ahmet’i hep isyankâr gülümseyişiyle anımsadık ve anımsayacağız da…Ya “Gitarım burjuvaya değil, halka çalar…” “Çocukların neşeyle şarkılarını ve türkülerinisöyleyecekleri tek sistem sosyalizmdir,” diyen, Şili’de Pinochet darbesinin katlettiği şair/ şarkıcıVictor Jara (1932-1973).12 Eylül 1973 günü, işkence edilmek için Şili Stadyumu’na götürülen binlerce devrimciinsandan biri de öğretmen, tiyatro yönetmeni, şair, şarkıcı, şarkı yazarı olarak çok yönlüsanatsal ve entelektüel mücadelesini, üyesi olduğu Şili Komünist Partisi’ndeki siyasalaktivizmiyle tamamlayan Victor Jara’ydı.Şili’de cunta beş bini aşkın devrimciyi bir stadyuma doldurmuştu. Bunlar arasında Şili’nindevrimci şarkılarının simgesi Victor Jara da bulunuyordu ve tüfek dipçikleri eşliğinde alelacelestadyuma tıkılan Jara’nın elinde gitarı da vardı. Bir şarkı söylemeye koyulan Jara’ya, subaylarınateş açma tehdidine rağmen stadyumdaki diğer tutuklular da eşlik etmeye başladılar.Onunla birlikte alınan diğer siyasi tutukluların anlattıklarına göre işkenceciler, kaburgaları veparmakları kırılmış vaziyetteki Jara’yı kendileri için gitar çalmaya zorladıklarında Jara, halkcephesinin marşı olan ‘Venceremos’u söylemişti. Jara’nın cesedinin, 16 Eylül 1973’de, üzerinde44 kurşun deliğiyle çıkarıldığı stadyuma, 30 yıl sonra Estadio Victor Jara (Victor JaraStadyumu) ismi verilecekti.Mahvedici bir yoksulluğun ve aile trajedilerinin kararttığı bir hayattan gelen Victor Jara,zamanında ekonomik nedenlerle bıraktığı eğitimine geri döndü ve Şili Üniversitesi’nde tiyatrookudu. Müziğe başlamasında, bir başka efsanevi Şilili müzisyenin, Violeta Parra’nın önemli rolüoldu. Jara, 1966’da kendi ismini taşıyan ilk albümünden bir yıl sonra, Quilapayún’la birlikteLatin Amerika halk şarkılarından bir derleme kaydetti. Bir yıl sonra çıkardığı ‘Desde LonguénHasta Siempre’nin açılış parçası ‘El Aparecido/ Hayalet’, ölümünün ardından Che Guevara içinyazılmıştı.Bir sonraki albüm ‘Pongo En Tus Manos Abiertas’ adını, Jara’nın Şili emekçi hareketinin veKomünist Partisi’nin kurucusu L. E. Recabarren için yazmış olduğu şiirin açılış dizelerindenalıyordu: “Bıraktım uzanmış ellerine şarkıcıların gitarını, işçilerin orağını ve çiftçilerinsabanını...”Victor Jara’nın şarkılarındaki gerçeklik bizlere, onun neyin uğrunda öldüğünü hatırlattığı kadar,bizim neyin uğrunda yaşadığımızı da düşündürebilirse eğer, muhtemelen bu, üzerinde “HastaLa Victoria / Zafere Kadar” diye yazan mezarına bırakmayı dileyeceğimiz o bir demet çiçekten

Emeğin Sanatı 161. Sayı

daha çok okşayacaktır ruhunu...Ve ustaların ustası Ruhi Su; Onun katili de lanetli egemenlerdi…12 Eylül koşulları altında yurtdışında tedavi görmek için pasaport alamayan ve hayatınıkaybeden Ruhi Su, türkülere kazandırdığı yeni formla kendisinden sonraki bütün kuşaklarıetkiledi.Aslı sorulursa Ruhi Su, ulu bir çınarın hikâyesidir. Tüm hayatı kardeşliğe, eşitliğe özgürlüğeadanmış, bu yolda yürürken türkülerle benzenmiş bir hayatın hikâyesidir. Kökleri yerin endibinde, dalları göğün tepesinde olan, özünü Anadolu’dan alan, ruhunu kardeşlikle besleyen ulubir çınarın, bir devrimcinin hikâyesidir. O tok sesiyle kimi zaman sevgiliyle deniz kenarında, günbatımında aynı anda mırıldanan; kimi zaman dostların arasında, güneşin sofrasında hep birağızdan coşkuyla söylenen, kimi zaman meydanlarda, safları sıklaştırdığımız zamanlarda,mücadelenin en kızgın noktasında yüksek sesle haykırılan türkülerin sahibidir. Varlığıyla kuvvetaldığımız ağabeyimizin, babamızın, kardeşimizin hikâyesidir.Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Ruhi Su, işlenmiş sesin ötesinde başka bir şey. Örneğin bilinç,örneğin sesin başkaldırısı, örneğin halkın diri yanı, durmadan yenilenen yanı. Su’yu dinlerkentarih bilinci ile coşmamak elde değil”; Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’nin, “Ruhi Su, anonim halkozanlığı geleneğiyle bireysel sanatçı özgünlüğünü, sesi, sazı, sözü ve yüreğiyle, ödünvermeksizin bir kuyumcu gibi işleyerek araştırarak, titizlenerek bir kapta kaynaştırmasını bildi”;Melih Cevdet Anday’ın, “Yeni Türkiye’nin yarattığı, geleceğe dönük bir sanatçıdır. Onun önemiburadadır,”[8] diye betimlediği bir sonsuzluktu Ruhi Su usta…Karadeniz’in asi çocuğu ve hepimizin yoldaşıydı ve “Benim için Diyarbakır ve Karadenizarasındaki tek fark Karadeniz’de deniz olmasıdır,” diye haykırırdı O…Kazım Koyuncu, 25 Haziran 2005’te hayata veda ettiği gün ölümsüzleşti. Ardından da bir efsanehâline geldi. Onu ölümsüzleştiren ve çok kısa bir sürede de efsane hâline getiren taşıdığı kimliğive verdiği mücadeledir. Yaşarken sergilediği duruş çok önemlidir. Şan, şöhret ve parayatapmadı. Koyuncu’nun mirası yalnızca; sesi, sanatçılığı ve albümleri değil. Onun müzikalitesikonusunda son kararı şüphesiz müzik otoriteleri verebilir. Bizi ilgilendiren ve hep önplanaçıkarmamız gerekense; Koyuncu’nun duruşu ve mücadelesidir. Onun mirası budur. Koyuncu’yusağken de, günümüzde de önemli ve aranır kılan bu mirasıdır.O, politik söylemlerini ve hak mücadelesini hiç bir zaman bırakmadı. Zaten onu ölümsüzleştirende yalnızca söylediği şarkılar değil, bu söylem ve mücadelesiydi. Ona bu şarkıları söyletenin deo söylem ve mücadelesi olduğunu hatırlamak gerek. Şan, şöhret, para kazanayım da keyfimebakayım, demedi. Tam tersine fedakârca mücadele etti. Lazca şarkılar söyledi. Diğer dillerdeşarkılar söyledi. Lazca’nın farklı bir dil olduğunu Türkiye’de çoğu kişi ondan öğrendi. YalnızcaLazca şarkı söylemekle kalmadı; Lazca’yı çeşitli platformlarda savundu. Doğayı kirletenlerlemücadele etti. Karadeniz otoyolunun doğaya zarar vereceğinin düşünüyordu. Buna karşı dakavga verdi. Emek mücadelesinde yerini aldı. Ülkemize barışın gelmesi için mesaj vermekamacıyla Diyarbakır’a gitti ve kardeşlik şarkıları söyledi.Koyuncu, insani değerleri tüketen ve sömüren kapitalist yabancılaşmaya yakın bir yerlerdedurmuyordu. “Sistemin şarkıcıları”ndan birisi hiç de değildi. Onun onurlu mirasına sahipçıkabilmek için, bu mücadelenin bilincinde olmak ve Kazım Koyuncuları çoğaltmak gerekiyor.“Nedir Alevi-Sünni/ Nedir Yahudi/ Nedir bu gâvur-Müslüman/ Nedir Bedevi/ Her doğuşmasumdur, bura bir insan evi/ Herkesi kardeş görüp gülmeliyim yine,” diye haykırırdı 20 yılönce Sivas’ta yakılıp, katledilen Alevi-Bektaşi halk ozanı Nesimi Çimen…

Sayfa 53

‘Gittin Gideli’ de, “Öyle ağırım ki kendime/ Sen benden gittin gideli/ Terim küs olmuş tenime/Sen benden gittin gideli,” diyen Nesimi’nin oğlu Mazlum Çimen, “O bugün yaşasaydı GeziParkı’nda curasıyla ‘Barış Güvercini’ni söylerdi” deyip, babasının şu sözünü hatırlatır hepimize:“Aşkı olmayanın dini imanı olmaz”!Ya “Bayram benim neyime/.../ Kan damlar yüreğime/.../ Bitsin artık kara zulüm/ Bayrambenim neyime/ Hep bize mi bunca ölüm/ Kan damlar yüreğime.../ Bayram benim neyime,”diye haykıran Rahmi Saltuk’u unutmak mümkün mü?Saltuk’un o türküsü 1969 tarihindeki işçi direnişinde katledilen Şerif Aygün içindi…Saltuk (1945 Dersim) küçük yaşlarda saz çalıp türkü ve deyiş söylemeye başladı. A.Ü. HukukFakültesi’nden mezun oldu. 1968 kuşağındaki çok sayıdaki genç gibi siyasete ilgi duydu.1966’da Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Ruhi Su’nun tok sesine benzeyen sesi ile söylediğitürküler, sol-sosyalist çevrede tanınmasını sağladı. İşçi hareketinin, öğrenci hareketinin,işgallerin, direnişlerin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının üniversitelerdeki eylemlerininvazgeçilmez sesi oldu.1971 askeri darbesinin ardından yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. 1974’te Türkiye’ye döndü vemücadelesini sürdürdü…Nihayet “Yaşayan büyük bir efsane”[9] diye nitelenen Kürt ozanı Şivan Perwer…“Müzikle tanışması zor olmuyor Şivan’ın, nitekim dengbéj bir anne ve babaya sahip. GelenekselKürt müziği ve o otantik nağmelerle büyüyor. Gelecekte profesyonel müziğe adım attığında dahakkını veriyor bu nağmelerin. Ve onlara asla ihanet etmiyor.”Birçok dönüm noktası var Şivan’ın hayatında. Bunlardan bir tanesi Ankara Güney Park’takiGüneydoğu Gecesi... Yıl 1975, onca yasağa karşın Türkiye’de ilk kez Kürtçe şarkı söylediği içinarka kapıdan çıkarılır.”[10]Ancak sürdürür mücadelesini. Gerillanın, isyanın dilinden düşmez türküleri. Çünkü Oözgürlüğünü haykırır Kürtlerin.Ve ulaşır bugünlere dek Kürdistan’ın savaş ve zafer narası olarak…

DEVRİMCİ SİNEMANIN “ÇİRKİN KRAL”I: YILMAZ GÜNEY

9 Eylül... Aklımın ve gönlümün bir yanı da 29 yıl önce yitirdiğimiz yeri doldurulmaz bir kayıpta,yoldaş(ımız) Yılmaz Güney’de... O, 29 yıldır Paris Komüncüleriyle yan yana yatıyor…“Yılmaz Güney’i, sinemamızda açtığı çığırla, söyleyecek sözünü mutlaka söyleme kararlılığıylave ezilen halklardan, ezilen insanlardan, ötekileştirilenlerden yana hiç ödünsüz tavrıylahatırlıyorum, hatırlayacağım.”[11]“Hadi takas edelim bir şeylerimizi. Mesela gülüşünden ver, ömrümden al,” diyen insanîduyarlılıklarıyla hepimizi: “Arkadaşlar! Dışarıda bir şeyler oluyor farkında mısınız? Uykudaolanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta neyapacaksınız?”“Göğsümü gere gere ben sosyalistim demiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. Safımaçık ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizminacemi sanatçısıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım. Buyüzden başıma gelebilecek belaları şimdiden göğüslemeye hazırım. Halk yolunda halk içinölüm, şerefli bir ölümdür…”

Emeğin Sanatı 161. Sayı

“Umut dışta değil, içtedir. Umut kendi toprağımızda ve kendi halkımızdadır...”“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü,” diye uyarak O, öncelikle birMarksist-Leninist’ti…“Yılmaz Güney büyük bir sinemacıydı, hatta daha önemlisi Asya-Afrika-Latin Amerika’da içindeolmak üzere, üçüncü dünyanın sözcüsü direnişçi bir geleneğin önderi olmuştu. Bütün bunlardoğru, ama Yılmaz Güney’in en büyük şiiri yaşamı, direnci ve boyun eğmemesiydi, hayatıboyunca vicdanına sadık kalması ve inanılmaz dürüst ve insanın gözlerini kamaştıran birsüreçle tüm Türkiye tarihinin yeniden yazılmasına neden olacak bir varoluş alanı yaratmıştı.Güney’in sanatı ve yaşamı, bütün Türkiye’ye ayna tutan ve tarihimizin yazılırken bileşenlerin,olayların, tarihin ve siyasi iktidarın mantığının en iyi anlaşılabileceği örnekleri veriyordu.Hakikât şudur: Yılmaz Güney bir marabanın, topraksız köylünün, bir evdecinin oğluydu ve birbütün Anadolu Halkları adına isyan ettiğinde ve siyasi iktidarın onu biat ettirmek için elindengelen her şeyi yaptığında davasından vazgeçmeyerek direnmesi Cumhuriyet’in anti-teziolmasına yol açmıştı. Aynı şekilde yazdıklarından, yaptıklarından ve söylediklerindenanladığımız kadarıyla Osmanlı için de çok daha radikal düşünceleri ve sezgileri olan birisiydi.Yılmaz Güney Türkiye’de siyasi iktidarın, resmi tarihin, tarihçilik yazımının bir anti-teziydi, bunedenle ne muhalifler ne de siyasi iktidar onu kabul edemedi, çünkü Güney sınıfsal kökenine,o insanların hayatına her zaman vicdanen sadık kaldı.”[12]Ve hepimize örnek oldu, oluyor ve olacak da…

EPİK TİYATRO USTASI BERTOLT BRECHT

“Karanlık zamanlarda/ şarkı da söylenecek mi?/ Elbette, şarkı da söylenecek,/ karanlıkzamanları anlatan,” diye haykıran biriydi…Hepimizi uyarırdı bilge bir militanlıkla:“Akıllılar ahmaklardan yaşıyor, ahmaklar da çalışarak...”“Biz olmasaydık onlar zengin olmazdı...”“Ne çok insan vardı her şeye evet ve amin diyen...”“Hiçbir şey bilmeyen cahildir, ama bilip de susan ahlâksızdır...”“Aç adam, kitaba davranır: Çünkü o silahtır...”“Bilimin amacı sonsuz bilgeliğin kapısını açmak değil, sonsuz hataya sınır koymaktır...”“Büyük sıçrayışı gerçekleştirmek isteyen, birkaç adım geriye gitmek zorundadır. Bugün yarınadünle beslenerek yol alır...”“Bir tabiat kanunu değildir savaş, barışsa bir armağan gibi verilmez insana; savaşa karşı barışiçin katillerin önüne dikilmek gerek, ‘Hayır yaşayacağız!’ demek. İndirin yumruğunuzusuratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek...”“Vay o milletlere ki kahramanlara muhtaç kalırlar!”İnsan(lığ)a umut, cesaret ve bilinç aşılamıştı her daim…Ve sorardı hepimize:“Doğrusun, söylersin düşündüğünü,/ Ama düşündüğün ne?/ Yüreklisin,/ Kime karşı?/ Akıllısın,/Yararı kime?”“Özgürlük neye yarar,/ yaşarsa bir arada/ özgürlerle tutsaklar?”

Sayfa 55

Şunu hatırlatırdı hepimize:“Ama barış ağaç değil,/ ot değil ki yeşersin;/ Sen istersen olur barış,/ İstersen çiçeklenir...”Adı Bertolt Brecht’ti…Epik tiyatronun dahisi, ölümsüz bir komünist sanatçıydı…“Böyle oluyor büyük sanatçılar; dün bugün, geçmiş gelecek, eski yeni dinlemiyorlar; her zamantaze, hep yeni şeyler söylüyorlar okuruna, izleyenine.Bertolt Brecht de bunlardan biri…Brecht ilk şiir örneklerini verdiğinde on altı yaşındaydı ve yıl, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı1914’tü. Varlıklı bir aileden, Bavyera’nın doğa güzellikleri içinde yaşayan, ozan ruhlu, avare liseöğrencisiyken savaş onu bambaşka dünyalara sürükledi. Tıp öğrenimine başlar başlamaz sağlıkgörevlisi olarak askere alındı. İnsan hayatının sermaye düzeninde kolayca harcanıveren ne denliucuz bir şey olduğunu gördü. Savaşta ölmek, yüce bir amaç değil, gülünç, zavallıca birdurumdu.Savaş sona erdiğinde bütün kurumlarıyla yıkılmış Alman toplumu içinde Brecht, anarşizmevaran, alaycı başkaldırı şiirleri yazıyordu. Tanrı, halk, vatan gibi kutsal sayılan değerleri, utanmave sıkılma duygularından arınıp toplum dışı bir anlayışla yerden yere vuruyordu. Sokak dili,imgeden uzak düz anlatım, doğaya ve egzotik dünyalara yakınlığın bireşiminden yepyeni bir şiirdili yaratmıştı. Kutsal kitapların açık sözlülüğünden sokak şarkıcılarının ağır duygusallıklarınadek türlü anlatım biçimlerinin özellikleri yer alıyordu bu şiir dilinde.Brecht’in başkaldırı dünyası 1920’lerin ikinci yarısında Marksizmi öğrenmesiyle sınıfsal birtemele oturdu. Artık sermaye düzeninin bilinçli bir karşıtıydı. Aynı dönemde Çin şiirine duyduğuilgiyle şiiri dingin bir olgunluğa kavuştu. Yalın söyleyiş içinde patlayan zekâ kıvılcımlarıylaetkiledi okurlarını. Oyunlarının kazandığı büyük başarının ardında bu parlak şiir dilinin payıbüyüktür.”[13]Nihayet şöyle anlatırdı sosyalizmi o bilge hepimize:“Kolaydır sosyalizm/ Yatar aklına herkesin/ Herkes anlar onu/ Sömürücü değilsen anlarsın sende/Bak bakalım sana bir yararı var mı?/ Cahillere göre içinden çıkılmaz bir şey/ Kötülere göreberbat mı berbat/ Oysa cahilliğe de, kötülüğe de karşıdır o/‘Sosyalizm suçtur’ der sömürenler/ Ama biz biliriz onun ne olduğunu/ Sosyalizm kuruduğuyerdir suçların/ Sosyalizm çılgınlığın sonu/Kim demiş ‘sosyalizm kargaşadır’ diye/ Tersine kargaşanın çözümü/Sosyalizm gerçekleşmesi güç/ Ama en basit şeydir der/ Bitiririm sözümü...”

TUVALE NAKŞEDİLEN UMUT, SEVDA, DİRENÇ, ACI VE ZAFER

Tuvale nakşedilen umut, sevda, direnç, acı ve zafer deyince aklıma hemen EugeneDelacroix’nın, “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosundaki barikat gelir… Sonra da Jak İhmalyanile Frida Kahlo sökün eder…“Rüyaları asla resmetmedim. Canlandırdıklarım benim gerçeklerimdi,” derdi Frida Kahlo veeklerdi: “Bir sürrealist olduğumu bilmiyordum, ta ki Andre Breton, Meksika’ya gelip de bana‘Öylesin,’ diyene kadar…”[14]

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Hayatının büyük kısmını Meksiko Coyoacanda’daki Casa Azulde geçiren O; 6 Temmuz 1907’dedoğmuş olmasına rağmen doğum gününü 7 Temmuz 1910 ile yani Meksika devrimininbaşlangıcı ile değiştirmiştir. Hayatını devrimle başlamış sayan Frida, hayatı boyunca toplumsalhareketlerden, sol düşünceden uzak kalmamıştı.Frida, yaşamını biçimlendiren parçalanmış omurgasına mündemiç hikâyesini şöyle anlatırdı:“Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak içinindik, beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu... İnsanın çarpışmanınfarkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk,kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti.”Dillendirdiği kazanın reçetesi üçüncü ve dördüncü omurga kemikleri kırılması; kalçada üç, sağayakta onbir kırık, sol kalçadan giren ve vajinadan çıkan demir çubuğun yol açtığı derin yara,cinsel organda sol dudak yırtılması olan Kahlo, uzun süreler alçı ve acı korsesi içinde yaşamınadevam etse de, aktif siyaset hayatından bile geri durmamış, Zapata’nın bir mirasçısı olarakKomünist Parti’ye üye olmuştu.Yaşamında çektiği acıların temelinde yakalandığı hastalıklar ve Diego Rivera vardı.“Acımı boğmak için içtim; ama lanet olası acım yüzmeyi öğrendi,” derdi Frida KahloDiego Rivera ile olan aşkı “güvercin ile filin aşkı” olarak nitelendirilen O; kendi ifadesiyle“Uçmak isteyip de uçamayan bir kuş”tur...O, eserleri dahil her şeyiyle demir kadar sert ve bir kelebeğin kanatları kadar hassas birkadındı; ressamlığın, sosyalistliğin, feministliğin, şairliğin, yazarlığın vücut bulmuş hâliydi...“Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım,” diyerek yaşamının en yalın ve anlamlı özetiniyapmayı başarabilen; acı içinde, aşk yoğunluğunda, toplumsal muhalefetin merkezindeyaşamıştı.“Ayaklar, uçmak için kanatlarım varken sizi neden arayayım?” diyen Onun için Pablo Picasso,“Hiçbirimiz onun gibi insan yüzleri çizemiyoruz” demişti.Hiçbir görüntüde bu kadar rengarenk işlenmiş bir kasvet bulamayacağımız resimlerin sahibiydi.XX. yüzyılın sürrealist Meksikalı kadın ressamıydı; karizmatikti; gerçek adı: Magdalena CarmenFrieda Kahlo Y Calderon idi…Resimleri kesinlikle rahatsız edici, bunaltıcı, insana sıkıntı veren ama etkisi altına alan ve buetkisini uzunca bir süre hissettiren tarzdaydı.Albert Einstein bilim dünyası için ne kadar değerliyse, Frida Kahlo da resim sanatı için o kadardeğerliydi; mükemmeldi, müthişti, fevkâlâdeydi…Hayatın bilinen bilinmeyen bütün renkleriyle düşünen, yaratan kadındı. Meksika’nın renklikültürünü ve devrimciliği ve hüznü ve sürrealizmi bir arada barındırırdı yapıtları.Politik ve sanatsal anlamda devrimci bir sanatçıydı. Andre Breton onun resimlerini görünceyıllarca sayfalar dolusu anlattıkları şeyleri bir tek tabloda gördüğünü ve hayran kaldığınısöylemişti.1953 yılında Diego Rivera, “Frida Kahlo, yoğunluk ve derinlik bakımından Meksika’nın en büyükressamlarından biridir. Kişiliğini saç modelleriyle, kıyafetleriyle, pahadan çok tuhaflıkları vegüzellikleriyle dikkati çeken takıları bol bol kullanmasıyla ortaya koyar. Giyinişiyle ulusalihtişamımızın canlı timsalidir. Ulusunun ruhuna ve kimliğine asla ihanet etmemiş, beraberindeNew York ve Paris’e taşımış, eserleri oralarda ustaların takdirini kazanmıştır,” derdi.Haksız da değildi…Ve bizden birisi, Anadolu Ermenisi, bir komünist ressam Jak İhmalyan…

Sayfa 57

Mayda Saris’in, ‘Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam’[15] başlıklı yapıtı ve sergisiyle hatırlandıbir kez daha O…Mayda Saris’in, “Resimlerinde yaşamın hem gündüzü hem gecesi var,” dediği O; “Hemkomünist, hem Ermeni”ydi…Nâzım Hikmet’in, Abidin Dino, Aziz Nesin’in arkadaşı, hep sürgünde yaşamış bir ressamİhmalyan.Şiir kitabını resimlediği Nâzım’ın, ona “Günün birinde onlara layık şiirler yazmaya çalışacağım,”diye teşekkür ettiğiydi.Aziz Nesin’in Sansaryan Han’ın hücrelerinde karşılaştığı Jak ve Vartan İhmalyan kardeşlerleilgili şöyle bir tespiti var: “Polisler en çok bu iki kardeşe kızarlardı, hem de iki kez kızarlardı; birkomünist oldukları için, üstelik bir de Ermeni oldukları için...” diyordu.Şöyle söz ederdi kendinden: “Kendimi bildim bileli, değil bir toplumda, bir ailede bilehaksızlığa, güçlünün güçsüzü, kurnazın temizi ezmesine dayanamamışımdır. Bundan ötürü,sevdiğim ve savunmak istediğim kişileri, canlıları çizer dururum. Natürmort bile yapacakolsam, kristal vazolarda soylu yemişlere pek elim varmaz da, mutsuz ya da yarı mutluçoğunluğun alçakgönüllü sofrasına gidi-gidiverir fırçam.”Evet, evet bu sözler, gizli Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyelerinden, Konya 1913 doğumluTürkiye Ermenisi ve çocuk masallarıyla tanınan yazar Vartan İhmalyan’ın (İhmal Amca) 1 Nisan1978’de sürgünde, Moskova’da ölen ressam ve TKP üyesi kardeşi Jak İhmalyan’a aitti.Ve “Her sanatın olduğu gibi, resmin de kendine göre bir dili, bir okunuşu var. Bu diliedebiyattan uzaklaştırabildiğim kadar uzak, musikiye yakın bulurum. Başarılı bir tablo,kompozisyonu, siyah boyası, ışık-gölgesi ve renkleriyle görücüsünü hipnotize eden, ancaksonra içini karşısındakine yalansız, büyük bir içtenlikle açan, dolambaçsız söz eden ve kolaysindirilen bir tablodur,” derdi O…Metin Deniz, Jak İhmalyan’ın 1993’te, ölümünden tam on beş yıl sonra İstanbul’da açılacaksergisi için Abidin Dino’dan bir yazı istemişti. Dino’nun, “Hoş Geldin Memleketine Jak” ve“Anadan Doğma İstanbullu” başlıkları arasında kararsız kaldığı bu yazı, “Yok Beyrut, yokMoskova, yok Pekin... Hepsi nafile, aklı fikri İstanbul’daydı” der ve ekler:“Türkiye öylesine işlemişti ki yüreğine, yapılacak bir şey yoktu, nereye giderse gitsin, neyaparsa yapsın, resimleri İstanbul’un silinmez damgasını taşıyacaktı sonuna dek.”Ama, “Sakın bu söylediklerim yüzünden Jak’ın sabah akşam Sarayburnu, Kızkulesi, Üsküdarkonulu resimler yaptığını sanmayın, hele Haliç’te güneşin batışı filan değildi onu ilgilendiren.Onun sevdiği kent, Sait Faik’in -hangi şeyden söz ederse etsin- her satırında var olangösterişsiz, halis ve sade bir İstanbul’dur...”Sonra da, 1940’lı yıllarda düşünceleri yüzünden uğradıkları baskıları da paylaştığı dostuylaHaliç kıyılarına uzanıyor Dino: “Bir zamanlar Jak’la, az mı dolaştık Haliç kıyılarında! Oralardarastladığı insanları ustalıkla çiziyordu peşpeşe.Defterler dolusu insan topluyordu Jak. Şimdi düşünüyorum da, belki içine doğmuştu ayrılık dabir ömür boyu yetecek kadar imge biriktiriyordu, ne olur ne olmaz. Belleğinin debboylarındaimge balyaları yığılıyordu böylece, tepeleme...Evet, Jak’la bir zamanlar karaya çekilmiş çürük tekneler arasında, yıkık dökük atölyeleryamacında az mı sürttük... Bir deniz kokusu, bir de o renkler...”

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Aziz Nesin ise şunlardan söz ediyordu:“Sevgili Jak İhmalyan ve ağabeyi Vartan İhmalyan, birlikte öldüklerimdendir. Bu kitapta,kendileriyle birlikte öldüğüm insanları anlatacağım. Jak’la Vartan birlikte öldüklerimden ikikardeştir. Has Türkiyeli yurttaşım iki Ermeni...”Jak İhmalyan’la yedi-sekiz ay birlikte hapis yatmış olan Aziz Nesin, o günleri anımsarken,İhmalyan’ın çok sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kalışına, 1940’ların Türkiye’sini olancaacılığıyla betimleyen bir yorum getiriyor:“Beni bir başka cezaevine göndermişlerdi. Aradan zaman geçti, başka bir cezaevinde yinebuluşmuştuk. Sonra uzun yıllar göremedim Jak’ı. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi, NâzımHikmet’in yurtdışına çıkmak zorunda kalışı, Türkiye’de pek çok ilerici aydını etkilemiştir. İşçisınıfı davasını benimsemiş olan yazarlar can güvenliği duymuyorlardı. İşte bu etkiyle olacak,Jak da canını yurtdışına attı. İyi mi yaptı kötü mü? O dönemin koşullarını iyice bilmeden birşey söylenemez... Bizler solcu olarak aşağılanır ve aşağılanmaya uğrarken, Ermeniarkadaşlarımıza bize yapılanın çok daha ağırı yapılmıştır. Solculuk bir suç, ama solcu Ermenilikyasa önünde değilse de, yasaları uygulayanların gözünde daha da ağır bir suçtu. İşte Jak’ınyurtdışına canını atmasında bütün bunların etkisi vardır sanırım.”Mayda Saris’in kitabında, İhmalyan’ın dünyaya, yaşama, sanata bakışını gözler önüne seren“Kimliğim, Dünya ve Sanat Görüşüm” başlıklı bölümde şunları der İhmalyan:“1922 doğumlu, doğma büyüme İstanbulluyum. Anam babam Anadolulu olduğundan,gelenek ve görenek bakımından, kentlilik yanında bir dereceye kadar Anadolu uşağı dasayılabilirim. Demem şu ki, Anadolu’yu hiç yadırgamam...”“Daha 15 yaşındayken Abidin Dino, Nuri İyem, Selim Turan, Avni Arbaş, Haşmet Atay, TurgutAtalay gibi benden 10-15 yaş büyük olgun ressamlardan hocam, arkadaşım dostlarım, 17yaşında ise genç ihtiyar yoldaşlarım vardı.”“İstanbul’daki önemli sergilerin açılış törenini bir gelenek olarak önemli kişiler açar. Vali,belediye başkanı, büyük yazarlar gibi. Biz ise ilk kez geleneği bozmuş, balıkçılar birliğindenbasit bir balıkçı çağırmıştık. İş elbisesi, çizmeleri ve muşambasıyla geldi ve kurdelayı kesti. Busergi İstanbul’un gerek sanat hayatına gerek politik hayatına unutulmamak üzere giren birolay oldu. O kadar büyük rağbet gördü ki gerek sergiye katılan ressamların çoğununsolculuğu, gerek sergideki resimlerin konularının iktidarın hoşuna gitmemesi yüzünden üçdört gün sonra sergi polisçe kapatıldı. 1944 komünist tevkifatında ‘Liman’ sergisi ve sergiyekatılanların adı çok geçmiştir...”Unutulmasın diye tekrarlıyorum: Jak İhmalyan bir TKP’liydi…

EZİLENLERİ SESİ, SOLUĞU: EDEBİYAT

İlhan Berk’in, “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz”; Gustave Flaubert’in, “Yazmakyaşamanın bir biçimidir”; Mehmet Ercan’ın, “yaşamak için yazmak, yazmak için yaşamakgerek,”[16] diye betimlediği eylemin edebiyat boyutu için “Resim için ışık neyse, edebiyatiçin de düşünceler odur,” der Paul Bourget…Devrimci edebiyat deyince akla hemen Maksim Gorki, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, YaşarKemal, Mehmet Uzun, Musa Anter ile diğerleri gelir…

Sayfa 59

‘Ana’sı ve ‘Benim Üniversitelerim’ ile hepimizin belleğinde ölümsüz bir yer edinen MaksimGorki’nin yapıtlarındaki parlak betimlemeler her zaman başköşededir:“Hep ileriye giden insan ölüme giden insandır. Zaman zaman arkana dönüp bakmazsanyaşayamazsın…”“Felsefesiz yapamayız, çünkü her şeyin bilmemiz gereken gizli bir anlamı vardır…”“Mutluluk, elindeyken her zaman küçük görünür; ama elinden gitmeye görsün, o saatanlarsın ne kadar büyük ve değerli olduğunu…”“Kader, fakirlerin isteklerini bastırmaktan, iradelerini yok etmekten başka bir işe yaramaz…”gibi!Türkiye edebiyatında iki usta isim Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali: Onlar ‘Fedailer Mangası’nın ikiüyesiydi.Tahir Şilkan’ın ifadesiyle, “Sabahattin Ali, edebiyatımızın büyük ustası, öyküleri, bugün bile ençok okunanlar romanlar arasında yer alan ‘Kuyucaklı Yusuf’ ve ‘Kürk Mantolu Madonna’sıneredeyse tümü şarkı sözü olmuş şiirleri ve yazdığı direngen, eleştiren, yol gösteren,mücadeleye çağıran yazılarıyla unutulmayan, tek parti iktidarlarının hedef tahtasına koyduğu,zulmettiği ve katlettiği aydındır.”Ki tam da bundan ötürü Sabahattin Ali, Türkiye’de “faili meçhul” cinayetler denince ilk aklagelen isimlerden. Kısa yaşamına epey ürün sığdıran, fikirleri ve yaşamıyla hep ilgi çeken biryazın ve düşün emekçisiydi.Hatırlayın: Sinop cezaeviydi ve kaleme aldığı ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’la, “Sinopkalesinden uçtum denize/ Tam üç gün üç gece göründü Rize/ Karşıki dağlardan gel oldu bize/Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz...”‘Geçmiyor Günler, Geçmiyor’unda, “Burda çiçekler açmıyor/ Kuşlar süzülüp uçmuyor/ Yıldızlarışık saçmıyor/ Geçmiyor günler geçmiyorAvluda volta vururum/ Kah düşünüp otururum/ Türlü hayaller görürüm/Geçmiyor günlergeçmiyor...”‘Aldırma Gönül’ün de, “Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül, aldırma/ Ağladığın duyulmasın,/Aldırma gönül, aldırma...”Nihayet henüz 24 yaşında yazdığı ‘Dağlar’ında, “Bir gün kadrim bilinirse/ İsmim ağza alınırsa/Yerim soran bulunursa/ Benim meskenim dağlardır...” diye haykırıyordu.Nâzım Hikmet’in, “Türk edebiyatının ilk devrimci-gerçekçi hikâyecisi ve romancısı” olarakselamladığı Sabahattin Ali’nin, “Edebiyata nasıl başladınız?” sorusuna yanıtı kısa olmuştu:“Kitap okuyarak.”O bıkıp usanmadan okudu, yazdı, düşündü. Toplumsal çelişkilere tepkisini sanat yoluylagösteren yetkin bir yazar oldu. Öyküden romana şiirden oyuna kadar çeşitli edebi türlerdeyapıtlar verdi. Yapıtlarında insanın trajedisine, toplumsal yaşamdaki çelişkilere, yaşamın acıgerçeklerine emekçi insanların sorunlarına ışık tuttu. Öykü ve romanlarının arka planındadönemin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısındaki çarpıklıklar, yozlaşan değerler yer alıyordu.Çünkü Ona göre, “... Sanatın biricik amacı, insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzeleyükseltmektir”, “Sanat, insana insanı, hayatı ve bunların anlamını öğretmekle görevlidir.Sanatçı kitle ile birlikte ıstırap çekecek, halk ile birlikte gülecek, onunla birlikte isyanakalkacaktır. Sanatçı geniş kitlelerce anlaşılmak istiyorsa, süslü ve oyunlu, karışık bir anlatımyerine yalın bir anlatımı seçmelidir. Ve sanatı, bilimi, kültür varlıklarını yalnızca belli sınıflarınhizmetinden kurtarıp bütün milletin malı hâline getirmek gerekir...”

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Yine O, “Sanatın bu görevi yerine getirebilmesinin koşullarından birisi, ‘gerçekçi’ olmasıdır.Ama bu, tümüyle romantizme sırt çeviren ve natüralizme yüz veren kuru, aldatıcı ve edilgenbir gerçekçilik değildir. Etkin, ‘namuslu ve samimi’ bir gerçekçiliktir. Gerçekçiliğin bir başka birözelliği de ‘inandırıcı’ olmaktır...” demektedir.Nihayet Sabahattin Ali, ‘Ali Baba’ dergisinin 25 Kasım 1947 tarihli nüshasında yer alan ‘Ne ZorŞeymiş’ başlıklı yazısında (devrimci sanatçının ne ve nasıl olması gerektiğini anlatırcasına)diyordu ki:“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuzbaskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık,makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak,sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızdakendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarındataşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdanbağıracaklar: ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizibozuyor…’Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadanyaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!”Sabahattin Ali gibi, devletle cebelleşerek yazan Orhan Kemal de yaşam koşullarının çetinliğinekarşın yazmak tutkusunu, inadını hiç elden bırakmayan bir yazın insanımızdı. Şiirle başladığıyazı serüvenini, emek insanlarının yaşantılarını konu aldığı hikâye ve romanları ile sürdürdü.İşçilerin, yoksulların yanında yer alışı yüzünden dönemin siyasi polisini yanı başındaduyumsadı hep. Her taşın altında solcu arayan devletin soluğunu da… Kimi zamankomünistlik suçlamaları ile karakollarda buldu kendini. Kimi zaman cezaevinde… Yılmadı.Hikâye ve romanları ile ezilenlerin, işçilerin, ırgatların, yoksulların yanında oldu. Orhan Kemal’itanımlarken “...O, her zaman ekmeğin ve işin, insanın ve umudun da yazarıdır” derdi TarıkDursun K.Orhan Kemal de tıpkı Gorki gibi çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazandı. Tıpkı Gorki gibiinsanlığın ortak sorunlarına, sıkıntılarına, umutsuzluklarına değindi, o yüzden hem kendilerihem kahramanları birbirine benzeşti…Orhan Kemal, gerçekçi biçemden uzaklaşmadan yaşamın gerçeklerini yazmış, bize insanainanmayı salık verebilmiştir. Baba Evinde dediği gibi:“Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın küreyvelerinde duydum. Ve sen, benim iyi,benim şefik ve rahim olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!”

O bizdi. Hep bizleri yazdı. İşçi, kâtip, memur, emekli, üçkâğıtçı, hamal, amele, yosma, çamaşırcı, bulaşıkçı, çapacı, ağa, bey, işsiz güçsüz, kadın, kız, gelin, Tatar ağa, Kabak Hafız… Kalemini bir spot gibi kullandı. Işığı onlara tuttu ve bize gösterdi. Bizi bize anlatan kalemlerimizdendi.

Sayfa 61

Gösterişsiz, yalın edebiyatın doruklarında dolaşmıştır Orhan Kemal. Anlatacağını “oyun”lara,“numara”lara sığınmadan dosdoğru anlatmıştır. Gücünü, sıcaklığını “insan”dan almıştır.Edebiyat aracılığıyla insana ulaşmamış, insan aracılığıyla kendi edebiyatını yaratmıştır.Orhan Kemal Çukurova’dan geliyordu. İşsizliği, açlığı, acıyı, sömürüyü görmüş, yaşamıştı.Kitaplarda okumamıştı bunları. Toplumsal gerçekçilik denen şeyden haberi bile yoktu belki.Yazarlık içgüdüsü gözlemciliğiyle birleşip yeteneğiyle de beslenince, kendini Gorki’lerin,Steinbeck’lerin çizgisinde buldu. Öykünmeyle değil, kendiliğinden oluveren bir şeydi bu.Gerçekten de “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı adamı için çokgereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak... Hatta değişimi yakalamak,bu değişimin dışına düşmemek,” diyen Orhan Kemal, emekçi sınıfın yazarıdır. Hayatı veinsanları tanıdığı, sınıf bilinci kazandığı ilk günden itibaren, kaderini bağladığı insanların,emekçilerin gerçeğini anlatmıştır.Orhan Kemal, gerçek bir yaratıcı yazar olarak, yazdığı öykü, oyun ve romanlarında; tanıdığı,sevinç ve korkularını, özlemlerini, beklentilerini, kaygılarını çok iyi bildiği insanları anlatmıştır.Anlatmak için çok iyi gözlemlemek, bilmek, tanımak önemli ve gereklidir ancak yalnızcabunların yetmeyeceği de açıktır.Çok iyi tanınan fabrika işçileri, çırçır, patoz, tarım işçileri, ırgatlar, sokak satıcıları, küçük esnafve zanaatkârlar, onların çalışma koşulları, yaşadıkları çevre, gittikleri kahve, kebapçı, genelev,şu bu... Yazmak için bunları görmenin dışında yazar tarafından bunların anlamlandırılmasıgerekir. Bunun için bilgi, içselleştirilmiş bilginin, bilincin bulunması zorunludur.Orhan Kemal hayatı yaşayarak öğrenenlerdendir. 1950’den sonra birbiri ardına yazdığı öykü veromanlarında, iyi bildiği insanların hayatını çok etkileyici, yaşayan roman kahramanlarıyaratarak anlatmıştır. Onun öykü ve roman kahramanları canlı gibidir. Okuduğunuzda hikâyelerianlatılan kişileri çok iyi tanıdığınızı, bildiğinizi duyumsarsınız. Edebiyatımızın en iyi anlatılmışroman kahramanları arasında Orhan Kemal’in anlattıkları ilk sıralarda yer alır.Onun öykü ve romanlarında; geçimlerini sağlamak için en güç, en ağır çalışma koşullarındaçalışmak zorunda kalan çocuk, genç, yaşlı, kadın erkek emekçiler vardır. Sınıf değiştirmekisteyen, yükselmek daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak isteyen genç kızlar, köyden kenteekmeğini kazanmak ve üretilen değerden payını almak için gelmiş, mücadele eden, çoğuzaman örgütsüz, örgütlenmek istediğinde başına patronun ve patronun destekçisi devletinsopasını yiyen insanlarımız vardır.Yalın ve kısa cümlelerle yazmıştır. Açık seçik, anlaşılır, dolaysız metinlerdir yazdıkları... Girift,karmaşık anlatımlar yoktur. Edebiyatta özün biçimden daha önemli olduğuna inandığını ifadeeden Orhan Kemal, “Biçim ve deyiş oyunlarıyla okuyucuyu aldatmayı sevmem. Sanatı ya birakrobat gibi ya da insan olma haysiyeti ile bir ödev gibi kabul etme var. Ben ikinciyeinanıyorum.”Öncelikle bilinçli bir okuyucudur Orhan Kemal. Dünya ve ülke edebiyatından haberlidir. ÇünküOrhan Kemal’e göre, “... İyi bir hikâyeci, romancı, çok iyi bir sanatçı olmak bir yana, çağınınileri kültürünü edinmiş olmalıdır.” Orhan Kemal, geçtiği yolları, sokaktaki, kahvedeki, parktakiinsanı gözlemleyen, dinleyen, anlamaya çalışandır. İnsancıl bir yazardır Orhan Kemal. Bunu,bütün yazdıklarında ortaya koymuştur, söylemiştir de: “... 72. Koğuş’un Ahmet Kaptanı’nısevdiğim kadar, Berbat Tevfik’i de severim. Vukuat Var’ın, Elçi Çemşir, Hamza ve Berber Reşit’

Emeğin Sanatı 161. Sayı

ini de severim. Çünkü, en fena insanlar bile, ellerinde olmayan sebeplerle kötü olmuşlardır.Sevilmeye, savunulmaya muhtaçtır...”Bu nitelikleriyle “Orhan Kemal milyonlarca sessizin sesidir”, diyen yazarın oğlu Işık Öğütçüekler:“O toplumsal hafızada canlanıyor. Milyonlarca sessizin sesi var bu ülkede. Orhan Kemal deonların sesi. Çünkü söylenemeyenleri ilk kez o yazmış.”“Her türlü insanı, sosyal sınıfı yazmıştır. Daha çok da iyi bildiği tanıdığı kesimleri ele almıştır.Tüm fakir fukara, dar gelirliler, küçük insanlar onun kahramanı, çevreleri kitaplarının mekânıolmuştur. Köydeki köylüyü yazmamıştır. Ama köyden kente göç eden büyük işgücünügözlemlemiş, onların sorunlarını, sıkıntılarını, sömürülmelerini irdelemiş, bunları yazarakinsanlığın daha iyi bir dünyaya, düzenli topluma kavuşmaları için kalemiyle mücadeleyekatılmıştır. Kaleme alırken eserlerinin estetik yapısına dikkat etmiş, süslemelerden, uzuntiratlardan, akıl vermelerden kaçınmış, sorunun temeline sabırla, anlaşılır cümlelerle inmiştir.Toplumcu bir yazardır. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplumdüzeninden gelebileceğine inanır. Bundan dolayı pek çok kitabında okuyucu probleminçözümünü de bulmaktadır.”Özetle Orhan Kemal, sınıfsal ayrılıkların serbest piyasa ekonomisinin liberal atmosferindeyeniden tanımlandığı günümüzde, uluslararası literatürde geliştirilen modern yaklaşımlaradayanarak çalışan fakirlerin yazarı olarak nitelendirilebilecek bir yazardır.Orhan Kemal’in yapıtlarının kurgusunun temelinde, iş dünyasının acımasız şartlarında sınırlısosyal güvenceyle ayakta kalmaya çalışan düşük gelirli insanlar yatar: Memurlar, tarım vefabrika işçileri, büyük şehirlere göç edenler, seks işçisi olarak ayakta kalmaya çalışanlar vesokağın amansız koşullarına hapsolmuş çocuklar. Mağdur edilmiş kesimin hayatlarıylaözdeşleşerek Türkiye’de gelişen kapitalizmin canlı bir portresini çizen Kemal’in kısa öykülerininçoğu zenginliğin eşitsiz dağılımının ve büyük şehirlere yapılan göçün sonuçlarını ortaya koyardı.Bir başka Kemal’e gelince; Muzaffer Oruçoğlu’nun, “Yaşar Kemal, savaşın amansız düşmanıdır.Savaşın, baskının yarattığı korkuyu, yani insanın ve ayrıntının gizini anlatırken anlıyoruz onunhalis bir barış havarisi olduğunu,” notunu düştüğü “Yaşar Kemal’in destanında iyiliğin gücüyenik düşmez… “Yaşar Kemal dilin ve düşüncenin tüm olanaklarını zorlayan ve yenilik getirenbir yazardır. Hiç kimse Anadolu’nun doğasını ve insanını onun gibi anlatamaz. Onun gibihissettiremez.”[17]Tüm bu konularda O der ki…“Evrende iki sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığınıyitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir. Doğa da insan da yokolacaklardır. Biz, sosyalistler olarak insanları yitirmiş oldukları yaratıcılıklarına kavuşturmakamacındayız. Yeryüzünde en büyük çabamız budur. Çünkü sömürgenlerin ilk ve başlıca işleriinsanları kişiliklerinden sıyırmak olmuştur…”[18]“Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Yıllarca ben Savrun Çayı kıyılarındadağlara yürürken doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptımda... İşte o zamanlar yavaş yavaş, bir daldaki bir çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenliktehiçbir yaprağın, bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslar’dan ovaya inen Savrun Çayı gibi

Sayfa 63

birçok çayın hiçbirinin biribirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini de SavrunÇayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim...”[19]Doğayı, insandan, insanı da umut ve isyandan asla ayrı düşünmeyen, ayırmayan Yaşar Kemal‘Bu Bir Çağrıdır’ başlıklı yapıtının önsözünü şu sözlerle noktalar: “Çok hatalar yaptık amaumutsuzluğa düşmenin bir gereği yok. Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu, güzelliğiseçecekse, bu, evrensel insan haklarından, düşünce özgürlüğünden geçer. Dilini ve onurunuistemek en temel ve doğal haktır…Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, bu yaraların sağılmasıbizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde… Gelin dedoğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu birçağrıdır. Sözüm sizedir!”“Benim taraf tutmam kadar doğal ne var ki... Kendimi bildim bileli Türkiye’nin halklarınınyanındayım. Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acıçekenlerle, yoksullarla birlikteyim.”[20]“Gerçek bir demokrasiye ulaşmak kolay olmuyormuş. O da, kan ve gözyaşı istiyormuş. O da,akıl ve düşünce çabaları istiyormuş. Gerçek bir demokrasiye ulaşmak bir topluluğun, birkaçtopluluğun iyi niyetli çabasıyla gerçekleştirilemiyor. Dışarıdan demokrasi de bir süs olaraktan,bir yalan olarak kalıyor. Demokrasiyi bilinçlenmiş halklar yaratır. Çünkü demokrasiyleyönetilmek en çok onun çıkarınadır.”“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korkuistemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanınüzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerilerine düşeceğinden korkuyor,düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidinderdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.”Yazmak ve yazarlık babında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki onursal doktoratöreninde yaptığı konuşmasında şunları da der Yaşar Kemal:“Bana onursal doktora verilmesinden dolayı çok mutluyum. Bugün bu ödül beni 20’li yaşlarımagötürüyor. Geçmişte öyle bir dünya, öyle bir devlet kuruldu ki şimdikinden daha kötüydü. Birgünde 150 yazarı aç bırakmışlardı. Bunlardan biri de bendim. Bizler sanatın ve sanatçınınsorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sanatın dünyamızı zenginleştireceğini biliyorduk. Bizedebiyat aracılığıyla inatla yaşama sarıldık. Bu topraklarda yaşanan acıların, duyguların,özlemlerin sesi olmaya çalıştık. İnatla kendimize dönüp kendimizi gerçekleştirmeye çalıştık,çoğumuz bedel ödedik.”Nihayet “Tek düşüm daha güzel yazmak” vurgusuyla ekler Yaşar Kemal:“Ben edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok âşıklar, destancılar gelirdi.Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde ben onun yanındaydım, sonra onlar gibişiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne türkülersöylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hâlâ yaşadığı böyle bir dünyadabüyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım -ki karşılaşmam tesadüftür - bir destancıolurdum. 16 ya da 17 yaşlarımda folklor derlemelerine başladım. Bir de tekerlemeler, destanlar,masallar derledim. (...)

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens debenim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğuustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir? Bana hep sordular, sen romanı niçinyazıyorsun? Bilemem dedim, bilsem de söyleyemem. Bir tek şey biliyorsam o da yaşamımboyunca bir tek düşüm olduğu, bundan sonra biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek. (...)Çağımızda dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler altüst olmuş. İnsanı insan yapanbirçok değer yok oluyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnek veririm. Çünküyılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir, yürek paralar. Yılan kabuğunudeğiştirirken yerine başka bir kabuk gelir, eskisini atıp gider yaşamını sürdürür. Ölen değerlerinyerine ise o çapta bir değer gelmiyor. İnsan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu?Bugünkü dünya düzeni dünyamızı bitirebilir. Doğa kırımı, savaş kırımlarıyla başa baş gidiyor.Savaş ve doğa kırımı sürdüğü sürece insanlığın sonu gittikçe yaklaşıyor korkarım. (...)Bir yazarın sorunu yalnızca umut vermek değildir. İnsanların yaşadığı derin ve birbirinden farklısorunlar vardır. Onun için bir yazar insanların macerasını çok iyi bilmelidir. Ancak insanlarınmacerasını çok iyi bilen bir yazar iyi bir yazardır. Bu romanın bitişi yazara ait bir bitirmedir.Yazar böyle bitirmek istemiştir. İnsan çok zengindir, başka bir yazar başka türlü bitirecektir.”Ve “Ben de kendimi azıcık bir yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olaraktan miti, düşügetirdiğimdendir,”[21] der O; bir Kürt, bir komünist olarak…Sonra bir başka Kürt Mehmed Uzun… “İsmim yasak olduğu için” der ve eklerdi:Onun kendi gerçeğini anlattığı şu satırlar bir halkın ortak trajedisini de anlatır niteliktedir;“İsmim Mehmed. Soyadım Uzun. Doğum tarihim 01.01.1953. Herkes beni böyle biliyor... Amabunların hiçbiri gerçek değil. İsmim Mehmed değil, soyadım Uzun değil, doğum tarihim burakamlar değil.Mehmed Uzun ne yazık ki, dünya edebiyatında sıkça görülen, özellikle totaliter rejimlerin baskı,yasak ve sansürlerinden kendilerini korumak için yazar ve aydınların ister istemezbaşvurdukları türden bir müstear isim de değil. Bu tür müstear isimlere öteden beri alışkınım,doğduğum ve büyüdüğüm yörelerde herkesin birden fazla hayatı vardı ve bu hayatlarınbirçoğu gizliydi. Gizli hayatların da kendine özgü kodları, isimleri vardı; neredeyse tüm Kürtyazarların ismi takmaydı ama Mehmed Uzun, böyle bir isim değil. Mehmed Uzun, aynızamanda benim de, ancak ben’i esir almış bir ben.Esas ismim yasak olduğu için Mehmed oldum. Esas soyadım yasak olduğu için Uzun oldum. Birinsan olarak hiçbir değerim olmadığı, sadece ehlileştirilmesi gereken bir sürünün mensubuolarak görüldüğüm için de, en rahat şekliyle, künyeme 01.01.1953 yazıldı. Önadım Mehmed,dedemin ismi Hemê’den geliyor. Hemê, Meme, doğduğum yörelerde gündelik yaşamda en çokkullanılan isimlerden. Ama bu isim resmi hayatta yasak; bu ismi alamazsınız, bu isimle nüfuskaydı yaptıramazsınız, bu isimle hiçbir resmi kuruma başvuramazsınız.Soyadım Uzun’a gelince, bu da yine dedemden geliyor. Biro dedemin dedesinin ismi. Direj deonun lakabı, yani uzun. Biroyê direj, yani uzun biro. Ama yine isimlere ilişkin yasalara görehem biro ‘Türk örf ve adetlerine’ uygun değil hem de direj Kürtçe olduğu için yasak. Bunedenle resmi kurumlar tarafından Biro tamamıyla atılıyor, Direj de Türkçe’siyle ‘Uzun’ hâlinegetiriliyor. Bir hafızanın yok oluşu dikkat çekmeyen küçük değişikliklerle gerçekleşiyor işte...”

Sayfa 65

Evet O, ömrü boyunca, yasaklı olan Kürt halkının dili, kültürü ve kimliğine; direnerekeserleriyle hayat vermeye çalıştı. Bu çalışmalarıyla ölümsüzleşen Uzun’un en önemliözelliklerinden biri de edebiyatta işlenmemiş bir dili yazdıklarıyla evrensele taşıyabilme çabasıoldu.Uzun Kürtçe’ye hayat vermeye çalıştı…“Ölümsüz birey yoktur ama bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerintümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır,” diyen Onu 2007 sonbaharında yitirdik. Evet...Kürtçeye romanlarıyla hayat veren O bir kültürün militanıydı…Hapisler ve sürgünler yaşadı. Yaşadığı sıkıntılar bir halkın, bir kültür ve kimliğin sıkıntılarıydı.Sürgün edilmiş dünyasında bile memleket kadar sıcak bir yürekti.Sürgünde köklerine tutunan Mehmed Uzun çalışkan ve üretken bir yazar profili çizdi hep...Sonra da Musa Anter…“Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi?Değil! Sanığıyım, mahkûmuyum ve davacısıyım,” diye haykıran Musa Anter’in, faili belli bircinayete kurban gitmesinin şokunu söyle ifade etmişti dostu Yaşar Kemal:“Benimki belki tuhaf bir inanç. Ben hiçbir insanın, gözlerini kan bürümüş de olsa, yüzlerceinsanın katili de olsa Musa Anter gibilerine kıyabileceğine inanmazdım.”Gazeteci arkadaşı Ragıp Duran ise ,“Musa Anter denilince aklıma üç önemli niteliğigelmektedir. Bu niteliklerden en önemlisi, Türk-Kürt kardeşliği militanlığıdır. Bu tavrıduygusallıktan öteye akla dayalı olmasıdır. İkinci özelliği, mizahçılık yanıdır. Bu da hayatfelsefesiyle ilgili olup adeta kendiliğinden gelişmiştir. Bu gelişmeye yardım eden etkenlerinbaşında ise, kendisini iyi yetiştirmiş olması, bilgi hazinesinin dolu olması ve çevresini çok iyitanıması ve özgüveni gelmektedir. Son özelliği, gazeteciliğidir. Kısa fıkra dalının erişilmezustası ve hepimize örnek bir insan oluşudur,” demişti.Apê Musa 1918 yılında Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Ziwinge köyünde dünyaya geldi.Ziwinge’nin adı daha sonra Eski Mağara olarak değiştirildi.Doğum tarihi kesin olarak belli değil ama büyüklerinin dediğine göre “Berfa Sor” veya“Ermeni katliamı” zamanında Ziwingê’de dünyaya gelmiş. Bu da tarih olarak 1915 ile 1917seneleri arasındadır. Ailenin ilk erkek çocuğu. Annesi erkek çocuk doğurmak isteyince SultanŞeyhmuz’a gidip dilekte bulunuyorlar. Onun için nüfustaki adı Şeyhmus olarak geçer. Soyadıkanunu dolayısıyla da soyadı Elmas’tır. Zamanla adını ve soyadını değiştirir ve Musa Anteryapar. Aile olarak soy ağacını kendisi şöyle ifade eder: “Botan aşiretinin, Temikan kolunun,Mihoteze dalının Anter ailesindeniz.”Apê Musa ‘Hatıralarım’ başlıklı yapıtının önsözünde doğumuyla ilgili şöyle der: “Kürdistan,Türkiye’nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan’ın en geri ilidir; Nusaybin, Mardin’in en dertliilçesi; Stilîlê (Akarsu), Nusaybin’in en fakir nahiyesi; Zivingê, Stilîlê’nin en geri kalmış köyüdürve işte ben, bu köyün, nüfus kütüğüne göre, iki numaralı mağarasında doğmuşum.”Değişik dönemlerde toplam 11.5 yıl hapis yattı. Devrimci Doğu Kültür Ocakları, TİP, HalkınEmek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurucularındandı.20 Eylül 1992’de Diyarbakır’ın Seyrantepe Mahallesi’nde devlet içindeki “derin güçler”tarafından katledildi!Orhan Miroğlu, ‘Kuşatmadan İnfaza’[22] başlıklı yapıtında Musa Anter cinayetine gidensürecinde yaşananları, “Önce kuşatıldı, itibarsızlaştırıldı ve sonra da infaz edildi… Musa Anter’

Emeğin Sanatı 161. Sayı

in JİTEM tarafından öldürüldüğüne artık hiç kuşku yok.” “Bizi Vuran Hamit Yıldırım’dır,” diyeanlatmıştı…Ve Asım Bezirci… O eleştirmendi. Yapıtları titizlikle inceleyen gerçek bir edebiyatçıydı. Eleştiriile yetinmemişti...Asım Bezirci’nin şiirleri de vardı. Şiirle karşılaşmamış kişi güzellikleri anlamaz… Amayayımlamadı onları. Çekindi, istemedi.“Yok sığınacak anılarımız/ Bütün gemileri kaçırmışız/ Yolcular gitmiş rıhtımda kalmışız/Bilinmez nedendir Bir pembe bulut hâlâ gülümser/ Üstünde ıslak mendillerimizin/ Yeterbeklediğimiz gelecekler/ Yeşersin tohumu artık Gecemizin/ Zambaklar gibi uçsun sevgimiz/İnce iyi uzun Buluşunca yoksul ellerimiz/ Ürkekliğinde sevincimizin,” bunlardan birisiydi…Bezirci bu şiiri hapiste mi yazdı? Çünkü, o da üç kere tutuklanmış, 9 kez soruşturmageçirmişti.Bezirci, Sivas’taki korkunç canavarlığın kurbanı olarak uçup gitti, ardında yazılar, şiirlerbırakıp…

EGEMENLERİN BAŞ EDEMEDİĞİ ŞEY: MİZAH

John Lennon’ın, “Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır,”dediği itiraza gelince, O:T.S. Eliot’un, “Mizah, ciddi bir şey söylemenin de yollarından biridir”; Mark Twain’ın,“İnsanlığın tek bir etkili silahı vardır: Kahkaha”. “Mizah müthiş bir şeydir, kurtarıcıdır. Ortayaçıktığı anda ne üzüntü kalır, ne öfke; gönlümüzde güneş açar”. “Mizahın gizli kaynağı sevinçdeğil, hüzündür”; Moliere’in, “Mirov, bi qasî kenînê xwe mirov e/ İnsan, güldüğü kadarinsandır”; Victor Borge’nin, “Gülmek iki insan arasındaki en yakın mesafedir”; BobMurphy’nin, “Dünyaya gülümseyen gözlerle bakmak gerekir,” diye tanımladığı güçtür.Bu gücü en iyi kullananlardan birisi de, “İnsanın kulağı yalnız alabileceği sesleri alıyor. Yüzçeşit ses çıkıyor, bizim kulağımız bunların içinden üç tonu seçip alıyorsa, öbürlerine sağırkalıyoruz…”“Halkımı sevmediğimden bu halkın değişmesini istiyorum. Halkımı sevsem ne diye halkımındeğişmesini isteyeyim…”“Beni herkes, doğru bildiğini açıkça ve çekinmeden söyleyen bir insan sanıyor. Ya söyleyipyazamadıklarım? Bu yüzden içimde gerçeklerin dinamitlerini taşıyorum da sanki patlayacakgibiyim. Dahası inandığım gerçeklerin hepsini açıklayamadığım için kendimdenutanıyorum,”[23] diyen Aziz Nesin’dir.Egemenler karşısındaki dik duruşu ve diklenişiyle Aziz Nesin, 1995’teki ölümüne dek türlüözellikleriyle efsane bir kişilik olarak yaşamını sürdürdükten sonra, verimli bir ömrün ürünüolan yüz kadar yapıt bırakarak aramızdan ayrıldı.

Ancak mizah yazarlarının yazgısı mıdır bilinmez, Aziz Nesin’in hayatı boyunca edebiyatçı sayılıp sayılmama gibi bir sorunu oldu. Aslında bugün de bu sorunun sürdüğü söylenebilir.Çağdaş edebiyat üstüne yapılmış inceleme ve araştırmalarda, derlemelerde, seçkilerde Aziz Nesin’den örneklere pek rastlanmaz…

Sayfa 67

Aslında temel sorun belki de Aziz Nesin’in bütün kişiliğiyle edebiyatın sınırlarını aşıp, çağdaş biraydın kimliğine bürünmüş olması. Toplumumuz onu kendi adıyla deyimleşmiş, “Aziz Nesin’lik”olaylarla anmıyor yalnızca; 1940’lardan ölümüne dek bütün iktidarlara karşı muhalif aydıntutumuyla tanıyor…Aziz Nesin’in bir hayata sığdırdıkları kolayca kavranamayacak genişlikte bir yüzeye yayılıyor.Edebiyat içi ve dışında öylesine çok alanda türlü eylemlerle sürdürülmüş bir hayat, ki ucubucağı belirsiz…Aziz Nesin’den bizlere kalan temel sorulardan biri de, “Edebiyatçılar, sanatçılar, aydınsorumluluklarını, topluma karşı yükümlülüklerini nasıl yerine getirecekler?”[24] sorusudur…

AŞKIN, HAYATIN, DEVRİMİN ÇIĞLIĞI ŞİİR

Şiiri nihai kertede aşkın, hayatın, devrimin çığlığıdır benim için… Böyle algılarım…Şiir bir ustalıktır; alıp götüren ve ulaştıran bir ustalık.Tıpkı Şükrü Erbaş’ın, “Susan bir türküyüm nicedir/ Evler çarşılar içinde/ Duruşum gurbetyürüyüşüm el/ Gülüşüm hayat kırgını, kapalı, yarım/ Kederim uzak insanlara.../ Yaşamak buiğdiş göklerde buruşuk/ Yağmuru alınmış bir güz bulutu/ Al, rüzgârının mavi kanatlarına/ Beniülkene götür çocuğum,” diyen ‘Aykırı Yaşamak’ dizelerinde…Veya “Güneş tanrım,/ Yağmur annem./ Toprak ömrüm./ Bir su damlasından sonsuzluk verenhayat…/ bir su damlasına kur mezarımı,”[25] haykırışındaki gibi…Ustalıktan söz edince, “Lenin-/ yaşadı,/ Lenin-/ yaşıyor,/ Lenin-/ hep yaşayacak,” diyenVladimir Mayakovski; Onun ‘Lenin Destanı’ndan şu dizeleri nasıl unutulur?“Dünya artık/ dar geliyor/ SERMAYE’nin hırsına,/ patlayıncaya/ kadar/ kazanma hayalleriyle/milyar/ dolarlık/ yüzükleri/ geçirmiş parmağına,/ koca göbeği/ ve kirli elleriyle/ uzanıyor,/hakların/ gırtlağına.Çıkıp geliyor işte!/ Yağma/ susuzluğuyla/ çapışıyor demirler./ ‘Vuuuur’/ Dünyayı paylaşamıyor/iki para babası.Her köyde/ bir mezarlık,/ yatıyor şehir erler./ Her kentte,/ kuruluyor/ bir kol-bacak fabrikası.Savaş bitti, kuruldu/ masalar,/ zafer pastasını/ sofrada bölüşüp/ paylaştılar…”“Elbet ya,/ ‘kapitalizm’de/ incelik/ letafet ne arar?/ ‘Bülbül’ lafı/ kulağı/ çok daha güzel okşar.Yok canım!/ Ben yine/ bildiğimi okuyacağım./ Mısralardan/ savaşçı/ sloganlar yapacağım.Konu sıkıntısı/ çekmem/ bilirsiniz./ Bilirsiniz de…/ Ne muhabbet/ zamanıdır/ yaşadığımızzaman,/ ne de/ bir işe yarar/ boş lafın/boş kılıfı.Ben şair olarak/ her şeyimi,/ tüm gücümü,/ sana/ ve haklı davana/ adıyorum, işçi sınıfı!”Her şeyini işçi sınıfına adamış bir şairdi Vladimir Mayakovski, tıpkı “öğrencisi” Nâzım HikmetRan usta gibi…“Ben,/ bir insan,/ ben,/ Türk şairi/ komünist/ Nâzım Hikmet/ ben,/ tepeden tırnağa iman,/tepeden tırnağa kavga,/ hasret ve ümitten ibaret ben.”“Komünistim çok şükür./ İşin bir tarafı böyle, Kerim,/ her komünist gibi de su katılmamışvatanperverim/ hem de bir tarih/ bütün bir devir/ bir insanlık merhalesi boyunca daha gerçek/daha ileri...Başkasının sırtından geçinenlerin değil,/ çalışan insanların vatanperverliği bu,/ bu seninvatanperverliğin,/ ondört yaşındaki işçi Kerim./

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Ne kendi milletimden aşağı/ ne de üstün görürüm başka milletleri./ Kozmopolit değilim./ Herkomünist gibi haykırırım fakat,/ Bütün ülkelerin proleterleri birleşin,” diyen bir komünistti O…“Dünyayı verelim çocuklara/ hiç değilse bir günlüğüne/ allı pullu bir balon gibi verelimoynasınlar/ oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasındaDünyayı çocuklara verelim/ kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi/ hiçdeğilse bir günlüğüne doysunlar/ bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı/ çocuklardünyayı alacak elimizden/ ölümsüz ağaçlar dikecekler,” diyen bir sevdanın insanıydı O…“Kalbimin yarısı burada ise doktor/ Diğer yarısı da Çin’dedir./ Ordular sarı ırmağa iniyor/ Vesonra bütün sabahlar doktor/ Her sabahlar şafakda/ Kalbim vurulmuştur/ Yunanistan’da/ /Çokuzakta bir yıldızla kalbim atıyor,” diyen enternasyonalist bir kavganın militanıydı O…Nâzım Hikmet Ran’dı…AKP Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ’ın, ‘Vakitsiz Yazılar’ başlıklı kitabında “vatanın ve dinindüşmanı”, “ahlâki yapısı tartışmalı” ve “komünistliğin sergerdesi (olumsuz işlerde elebaşı)”olarak nitelendirip, “Nâzım Hikmet neyin kahramanıdır? Nâzım Hikmet dilimizin, vatanımızınve değerlerimizin düşmanıdır,” diye öfke kustuğu bir devrimci sanatçıydı…Yevtuşenko, unutulmaz şiiri ‘Nâzım’ın Kalbi’nde, “Bazıları için şiir/ bir roldür,/ bir dükkâncıktırbazıları için/ kârdır./ Onun gibileri içinse/ ağrıdır şiir/ rol değil” diye yazmıştı Onun için.Ancak Nâzım Hikmet sadece bir şair değil; yüreği işçi sınıfı için atan bir komünist, birdevrimciydi. Dizelerinde sevdalandığı kadınlara olan aşkını, özlemini de anlattı; gündüzlerindesömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya özlemini ve mücadelesini de. Onundünya çapında ünlü bir şair olmasını sağlayan şey, Avrupa’dan Amerika’ya, Uzakdoğu’danOrtadoğu’ya kadar tüm ezilen ve sömürülenlere karşı duyduğu sevgi, tüm ezenlere,sömürücülere ve zorbalara karşı duyduğu öfkeydi. Nitekim hayatının ne yönde, nasılakacağını belirleyen de işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele oldu. Bunun içinsevdiklerini arkasında bırakmayı göze alabilen bir devrimciydi Nâzım Hikmet:“Düşmesin bizimle yola:/ evinde ağlayanların/ gözyaşlarını/ boynunda ağır bir/ zincir/ gibitaşıyanlar./ Bıraksın peşimizi/ kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!Özetle Gonca Özmen’in, “Türk şiirine bir büyük rüzgârı üfleyerek, onu kanatlandırmış bir şairNâzım Hikmet. O zamana kadar söylenmemiş şeyleri söylemeyi ve o öze uygun yeni biçimlerbulmayı amaçlamış bir büyük inat...”Yücel Kayıran’ın, “Nâzım Hikmet’in birçok dizesine, yüzyılın dizesi, diyebiliriz. ‘Anlamak gidenive gelmekte olanı’ da onlardan biri. Sanki yüzyılda bir tekrar etmekte olanı dile getirmektedirbu dize. Gitmekte olanın gitmesini istediği için ve gelmekte olanın gelmesini istediği için, budize, yüzyılın başında, bir coşkunun özgür tin hâline gelmesinin ifadesiydi…”Cenk Gündoğdu’nun, “Nâzım, yerliliktir, Anadolu’dur, hasrettir, Hiroşima’da ölen bir çocuktur,güçlü bir sestir. Şiiri anlamdan öte bir büyük sestir ve o sesle yürür. Nâzım; dünyayı emeğe/alınterine çağıran, inandığı davadan vazgeçmeyen ve politik mücadelesi uğruna şiirini deyenilemeyi başarmış cesur bir büyük hayat demek,” diye tanımladığı Nâzım Hikmet bizedünyadan ve insandan umut kesmemeyi söyler. Nedensiz yere hapislere konup, bırakınyazdığı şiirleri, adının anılması bile yasaklanmışken dört duvar arasında, oradaki insanlarla,mektup arkadaşlarıyla, yaşayan bir dünyanın nasıl kurulabileceğini gösterir.

Sayfa 69

Öyle bir dünyadır ki bu, sanki bir cezaevi hücresi değil, bütün dünyaya açık bir özgününiversite kampusudur. Bir köşesinde Balaban resim yapmayı öğrenir, bir köşesinde OrhanKemal Fransızca çalışır, bir köşesinde ortak ihtiyaçlar için iplikler bulunup kumaşlar dokunur,bir köşesinde çağın en büyük yapıtlarından “Memleketimden İnsan Manzaraları” yazılır, birköşesinde mektuplarla çocukluktan gençliğe geçmekte olan Memet Fuat yetiştirilir, birköşesinde yeryüzünde bulunabilecek en vefalı sevgili Piraye’ye benzersiz lirik şiirler yazılır, birköşesinde duvara asılı bir harita üzerinden İkinci Dünya Savaşı’nın gelişimi izlenir, Fransa’dakurşuna dizilen Gabriel Peri için üzülünür, Aragon’un “Mutlu Aşk Yoktur”u okunur, Tolstoy’un“Savaş ve Barış”ı Türkçeye çevrilir, oyunlar, senaryolar yazılır.“Dünyadan memleketinden insandan/ umudun kesik değil diye/ atılırsan içeriye/ yatarsan onyıl on beş yıl/ daha da yatacağından başka” orayı kendine benzetebilirsin. Çünkü birdevrimcinin olduğu her yerde devrim süreci ilerlemektedir.Nâzım Hikmet bize, içinde bulunduğumuz koşullar ne olursa olsun, her durumda yalnızcagerçeği söylememiz gerektiğini hatırlatır. Yalansız bir dünyayı ancak dürüstlüklekurabileceğimizi gösterir.Komünizmin yasalarla yasaklandığı bir ülkede, düşüncelerini açıkça savunabilmesi, yargıçlarınkarşısında “Ben komünistim” diyerek kendini yüreklice ortaya koyması bu dürüst tutumun birgöstergesidir.[26] Hepimize yol gösterir.Hızla devam edersek, karşımıza “beni yiğitler götürür/ katlarına/ sevda ile varılan/yiğitler ki,/dillerini tükürmüş/ yiğitler ki,/ hâyaları burulan,” diye haykıran TKP’li Kürt Ahmed Arif dikilir.Hani “Hasretinden prangalar eskittim” diyen; kalbi dinamit kuyusu olan. Kendi deyişiyle‘Halkının mazlum ve gariban şairi’ Ahmed Arif…,Haziran 1991’de kaybettik Onu. Ama O’nun şiiri zulasında sevdasıyla volta atmaktadır hâlânamus bildiği yolda...Türkiye şiir geleneğinde hapishanede şiir yazma ve edebiyat yapma çok eskilere dayansa dabu izleği görünür hâle getiren Nâzım Hikmet’tir. Bu süreç bir süre sonraki 40 kuşağı şairleriyledoruğa çıkmış bir duyarlıktır. Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Niyazi Akıncıoğlu, EnverGökçe, Ahmed Arif, Arif Damar gibi isimler bu duyarlığı işleyen şairlerin başında gelir. Amadenilebilir ki hiçbir şair, Ahmed Arif ve şiiri kadar mahpushaneye ilişkin değildir. İsterhapishane desin, ister mahpushane, zindan, içeri ya da dört duvar...Mahpushane onun için ‘Makamı Yusuf’tur... Bu makam tıpkı Hz.Yusuf’ta olduğu gibi birmedrese, bir okul gibidir... Nefsin terbiye edildiği bir mekândır. Kendini imaja aldığı; kendinisınadığı, tarttığı, yüzleştiği ve hesaplaştığı yerdir. Bu yüzden aşkındır ve yattığı ranza,Muhammed ve İsa derecesinde kutsaldır.Ahmed Arif’te mahpushane imgesi mahpusluğun tüm hâllerini kapsayan bir imgedir. Ondaki‘ben’, yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı kalmayan bir tikelliktir.Eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir zenginliktedir. Bir karanfilnaifliğinde, bir Munzur öfkesinde, bir dolu sigara dumanındadır. Reel olduğu kadar düşseldirde... Mahpusluk dört duvarla sınırlı bir hâl değildir. Çok geniş bir mekâna dönüşebilmektedir.Şair uzun yolculuklara çıkabilmekte, dere tepe gezebilmektedir. Bazen Altındağ’da, bazenDiyarbekir’dedir. Ufuk geniştir, tekmil ufuklardır. Dört yön, on altı rüzgâr, yedi iklim, beşkıtadır: “Şafakları ben balığa çıkarım/ Akan akmayan sularda/ Benim, bütün tezgâhlarda pay-

Emeğin Sanatı 161. Sayı

dosa giden/ Bir bahar akşamı dünyada/ Ben dört duvar arasında değilim/ Pirinçte, pamukta vetütündeyim/ Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de...” Tel örgüler, duvarlar, demir parmaklıklar budüşselliğe vız gelir... Lirizmin doruğundadır, tek bir dize bile kekelemeden, anlatım sıkıntısıçekmeden.Beyin ve yürek bir olmuştur. En acılı, en hüzünlü ama en umutludur. Her zaman ‘umut ilesevda ile düş ile’dir. ‘Onur’ bu duyarlığın nirengisidir. Onu mahpushane karanlığında aydınlatanbir çift göz vardır. Zaman zaman yangın mavisine çalsa da asıl rengi yeşildir. Çünkü yeşil güzelbir dünyaya duyulan özlem ve sevgilinin gözlerine bir göndermedir.Ahmed Arif şiirindeki özne, bildik anlamda savaşan, kurşun atan, kılıç sallayan bir özne değil,daha çok baskı altına alınmış, hapsedilmiş, hakları ve özgürlükleri kısıtlanmış bir mazlumdur.Ama bu özne teslim olmayı asla düşünmeyen, dayatan ve direnen bir kişiliktir. CemalSüreya’nın deyişiyle Ahmed Arif’in şiiri ‘Yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, bunafelsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir... İçerisi ve dışarısı, düş ve gerçek,kavga ve sevda iç içe girmiştir... Her şey ‘Umut ile sevda ile düş ile’dir.Tarih, bir bakıma insanlığın hafızasını elinde tutar. Günlük hayatın içinde yaşanan acılarıunuturuz, zaman içinde üstü küllenir. Neyse ki tarih var, hafıza var. Bütün bir ömrün tümrüzgârları ve sabıka kayıtları var orada... Tarihin hafızasında kayda geçen sayısız olaylardan biride tıpkı Roboskî gibi ama yıllar önce - 30 Temmuz 1943’te - böyle bir yaz sıcağında yaşanan“33 kurşun olayı”... 33 köylünün yargısız infazı daha çok Ahmed Arif’in ‘33 Kurşun’ şiiriylekamuoyunun ve birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir.[27]Unutulmamıştır, unutulmayacaktır ve hâlâ yaşamaktadır Ahmed Arif; tıpkı Enver Gökçe gibi…O da, edebiyatımızda “acılı kuşak” olarak bilinen 1940 kuşağındandır. Bu kuşağın “acılı” olarakanılmasının nedeni, her birinin başlarına gelmedik belanın kalmamış olmasındandır.Bu dönemde Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Niyazi Berkes gibi üniversite hocalarıişlerinden kovulmuş, yurdu terk edip başka ülkelerde yaşamak zorunda kalmışlardır.Rıfat Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in başlarına gelenler anlatmakla bitmez. Bu baskıların doruk noktasıda tarihe “1951 Tevkifatı” olarak geçen yaygın tutuklama, işkence ve yargılama sürecidir.Bu korkunç baskı günlerini Enver Gökçe, “Biz mapusta gürül gürül yatardık/ Yılan, çıyaniçinde” dediği, İstanbul Emniyeti’nin “tabutluk” adı verilen 60x40x180 cm. ölçülerindeki tabut-odalarından birinde iki yıl inanılmaz fiziksel işkence altında geçirmiştir.Sonrası? Sonrası yedi yıl mahkûmiyet, ardından iki buçuk yıl sürgün.Sonrası? Hep işsizlik, yoksulluk, yalnızlık, hastalık...Tıpkı benzer baskılara uğramış kuşakdaşı Ahmed Arif gibi, Enver Gökçe’nin şiirlerinin de basılıpgün yüzüne çıkması yıllar sonra olmuştur. 70’li yıllarda ancak şiirleri basılabilir. Önce “Dost Dostİlle Kavga”, sonra “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitapları. Cezaevinde yazılıp dışarıyagönderilmiş, “Yusuf ile Balaban” destanı ise kaybolup gitmiş. Kendi gitmiş adı kalmış yadigâr.1951 Tevkifatı, o denli silinmez izler bırakmıştır ki şair üzerinde, 1977’de kendisiyle yapılan birkonuşmada da, “Ömrüm vefa ederse, bundan sonra 951 Tevkifatı’nın destanını yazacağım”demiştir.Gördüğü işkenceler sonucu Enver Gökçe’nin bedeni erken yaşta pes etti. Erzincan’ın Çitköyünde başlayan yaşamı Ankara’da bir huzurevinde sona erdi.Güray Öz, “halk denilen ağır mağmanın” bir sözcüsü olarak görüyor Onu, “taşıdığı ateşi dönüpdönüp hatırlatan…”

Sayfa 71

Ya A. Kadir? O da komünistti…A. Kadir, Kuleli Askeri Lisesi ve Ankara Harp Okulu’nda okurken, Orhan Seyfi Orhon 1935-1936 yıllarında ‘Aydabir’ adında bir dergi çıkarmaktadır. Dergide Sabahattin Ali’nin hikâyeleriile Nâzım Hikmet’in şiirleri yayınlandığı için A. Kadir de, öteki arkadaşlarıyla ‘Aydabir’iokumaktadır.Bir süre sonra A. Kadir’in başından “38 Harp Okulu” olayı geçecek ve Nâzım Hikmet ileyargılanacaktır. Sonrası hapis ve sürgünlerdir.Orhan Seyfi’nin A.Kadir’in şiiri üzerine yazdıkları şöyledir:“Anlaşılıyor ki, bu şiir, kapitalist rejimde askere alındığı için dövüşmeyen ve bu yolda canını

veren menfi bir kahraman yoldaşın destanıdır. Şairi A.Kadir’i tebrik ederiz, doğrusu Türkgençlerine güzel dersler veriyorsunuz. Bizimkiler de böyle yapsınlar öyle mi?”Gerçekten de şiiri bir “namus” şiiriydi, hayatı da...12 Eylül karanlığında, evinden alınıp yaşlı yaşında gözaltına alınırken de o “namus”işçiliğinden zerre ödün vermemişti.Dünyaya “mutlu olma”nın penceresinden bakan, ekmeğin ve aşkın ve özgürlüğün şairiydi...[28]Sonra “herşey bitti onlar için/ değil mi ki kırdılar bu fidanları/ değil mi ki ağlattılar bu anaları/onlar için bitti her şey/ ne bir tutunacak dal/ ne bir dayanacak duvar/ bir kara haberin ölüyankısıdır onlar gözlerimizde/ demirparmaklıklar arkasından bakar gibi bakan gözlerimizde,”diye haykıran TİP’li Hasan Hüseyin Korkmazgil…Kavel’i yazandı O… 26 Şubat1984’de ayrıldı aramızdan…“çalışmışım onbeş saat/ tükenmişim onbeş saat/ acıkmışım yorulmuşum uykusamışım/

anama sövmüş patron/ ter döktüğüm gazetede/ sıkmışım dişlerimi/ ıslıkla söylemişimumutlarımı/ susarak söylemişim/ sıcak bir ev özlemişim/ sıcak bir yemek/ ve sıcacık biryatakta/ unutturan öpücükler/ çıkmışım bir kavgadan/ vurmuşum sokaklara,” diye haykırdı...“dostum dostum güzel dostum/ bu ne beter çizgidir bu/ bu ne çıldırtan denge/ yaprak dökerbir yanımız/ bir yanımız bahar bahçe,” derdi…Sennur Sezer’e, “Ağıt yakmak yakışmaz. Sen ağız dolusu kahkahaları yutkunarak konuşurdunsanki. Acıyı bal, ekmeği bol eyleyip dayananlardandın…Sen yalnız emeğin değil sevdanın da şairiydin. (Malum sevda emek ister) “Sen aşk şiiriyazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk şiirden önce gelir sende/ Oysa şiir önünde gitmelidirher şeyin// Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin/ Çünkü aşk/ Kavganın içindedir/ Çünküsen /İçindesin kavganın” desen de kavga şiirleri gibi öfkeli aşk şiirleri yazdın ve aşk şiirleri gibiateşli kavga şiirleri. Sevmek sıradan bir fiil değildir. Durmadan tüketilen bir kavramdır. İçiboşaltılan bir kavram. Bu yüzden gerçek anlamıyla sevmeyi anan olursa dayanamayanlarvardır hep: “ne zaman sevmek desem bir tedirgin bulvar iti gecede”. Sevilen de dayanamazkimi zaman böylesine sevilmeye. Alır başını gider:”o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü,bitti,” dedirtendi…Bu listeye Can (Yücel) Baba’yı eklenmezsek olmaz.O haksızlıklara karşı he öfkeyle doluydu…“Bir Numaralı Halk Düşmanı” şiiri şu dizelerle sona eriyordu: “Biliyorum suçluyum razıyımcezama/ Çalmadım öldürmedim ama daha kötüsünü yaptım/ Na’aptım biliyor musunuz ReisBey/ Tuttum insanları sevdim.”

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Devrimci ve özgürlüklere tutkun bir şairdi Can Yücel; hem şiirlerinden hem yaşamkarşısındaki duruşundan. Ne var ki bedeli hapisti, zindandı, işkenceydi devrimci veözgürlüklere tutkun bir şair olmanın. Can Yücel’e de ödetildi bu bedel. ‘Bir Sen EksiktinAyışığı’ başlıklı şiiri yaşadıklarının yakın tanığıydı. “Bileklerimizi morartmış yeni/ Almankelepçeleri,/ Otobüsün kaloriferleri bozuldu/ Kaman’dan sonra/ Sekiz saat oluyor karbonatlıbir çay bile içemedik,/ Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş./ Niğde üzerinden/ AdanaCezaevi’ne gidiyoruz…/ Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!” Yalnızdeğildi tutsaklıkta ve bunu da yazdı şair. Sardunyaya Ağıt şiirinde, cezaevlerindeki çiçekyasağını dile getirirken “yeşil ölümle dalaşta” dizesiyle genç ölümlere olan tepkisini de ortayakoymuştur. Şiir şu dizelerle sonlanır: “Canların gözü yaşta,/ Aklı idamlık yoldaşta/ Yeşil ölümledalaşta/ ikindiyin saat beşte.”Farklı dönemlerde farklı partilerde yer alan şair, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle hayatıdeğiştirebileceği inancını hep korudu; tıpkı ‘İşçi Marşı’ başlıklı şiirinde haykırdığı gibi: “Havadöndü, işçiden işçiden esiyor yel/ Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı/ Bahar yakın demekki mevsim böyle kışladı/ Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel/ Hava döndü işçiden, işçidenesiyor yel.”Can Yücel, yaşama, mücadeleye olduğu kadar sevdaya da tutkuluydu. Yaşamını paylaştığıGüler Yücel için yazdığı pek çok sevgi dizesinin yanı sıra ‘Kadınım Akdeniz Yaraşıyor Sana’başlıklı şiirindeki dizeler de sevdayı bütünsel olarak algıladığını ortaya koymaktadır:“Senle yaşadığım günler gümüş bir çevre oldu ömrüm değince güneşine.”[29]Kolay mı? “Dolu dolu yaşayacağız ve öleceğiz/ Metin gibi bir boşluğu doldurmak için” demişti,20 Ocak 1996 tarihli Evrensel’deki köşesinde yer alan ‘Boşluk Yoktur’ şiirinde O…1999 Ağustos’unda da Can Yücel’i kaybetmiştik; bu dünyada tanık olduklarının dışında ‘BaşkaTürlü Bir Şey’ isteyen bir şairdi O.Çünkü özümsemiş ve içselleştirmiş ‘Başka bir dünya mümkün... Onun da raconu bu;haksızlığa ve sömürüye karşı düzenden öç alırcasına öfkeli bir direniş sanki... Her demsisteme karşı Can’siparane...O parlak zekâ ve entelektüel birikim sokak ağzıyla yoğrulunca söylem ve biçim zorluğu daçekilmiyor demek ki... Cin de şiir de çıkıveriyor şişeden...İçemediği zamanlar serap yerine şarap gören bir akşamcı... O’na göre komünizmin yokedemeyeceği tek sınıf akşamcı sınıfıydı.Kartviziti olmadı hiç. Resmiyeti de resmi ideolojiyi de hiç sevmedi. Musa Anter katledildiğindeO’na yazdığı ‘Musa Beğ’ adlı şiirde O’nun filozofisinde yer alan ve argümanından hiç eksiketmediği kardeşlikten söz ediyordu:“Musa Peygamber Kızıldeniz’in dalgaları arasından/ nasıl ulaştıysa o da kardaşlıkla/ dünyakardaşlığıyla ulaştı karşı kıyıya”Can Yücel’de yüreğin bir dili vardır; imgesi, duygusu, heyecanı, düşüncesi, mizahı, alayı veitirazı vardır. Başkaldırısı, eleştirisi, özlemi ve öznesi vardır. Tatlı sert şarap gibi yoğundu O’nunyüreğinin aroması…Emekten, dostluktan, mücadeleden, dayanışmadan, hasılı halktan yanaydı O; “Dandinidandini dastana/ Mandalar girmiş vatana/ Kov bostancı camızı/ Yemesin aşımızı/ Elele tutuşa/Dayana dayanışa,” dizelerinde altını çizdiği gibi…Nihayet Cigerxwîn…

Sayfa 73

1903’te, Mardin Gercüş’ün bir köyünde dünyaya gelen büyük Kürt şairi Cigerxwîn, “Kürt DilininNâzım”ıydı…Yüzlerce şiirden oluşan on divanı, birçok öyküsü, Kürt kültürü ve tarihi üzerine araştırmaları,sözlük çalışmaları var. Cigerxwîn için Kürt ulusal şairi sıfatı yakıştırılabilir.Lorca’yla, Neruda’yla, Brecht’le ve Nâzım Hikmet’le aynı kulvardadır. Yoksulluk içinde büyüdü.Önce işçi olarak demir yollarında çalıştı.Dini eğitimini tamamlamak için Diyarbakır’a gitti. Daha sonra Kürtlerin yaşadığı bütün bölgelerigezdi, insanların acılarını, yoksulluklarını gördü. Ve bunları şiir estetiği içinde, müthiş birlirizmle işledi. 27 yaşında imamlığı bıraktı. Suriye’ye geçti.Orada Kürt Gençlik Derneği’ni kurdu. 1946’da komünizmle tanıştı. Tutuklandı, işkence gördü.Arkadaşlarıyla birlikte Azadî örgütünü kurdu. Kısa süre sonra Irak’ta, Bağdat Üniversitesi’ndeKürtçe dersler verdi.Irak hükümeti ve Kürtler arasında anlaşmazlık çıkınca Irak’tan sınır dışı edildi. Suriye’ye geçti.Ancak Suriye hükümetinin baskıları sonucu İsveç’e gitmek zorunda kaldı.1984’te vefat edene kadar orada yaşadı ve son anına kadar şiirlerini yazdı. Cigerxwîn geniş biryelpazede şiirler yazdı. Şiirlerinde sınıf çatışmasından Kürt ulusalcılığına, oradan barış vekardeşliğe ve aşka, bir insanın ilgilenebileceği her konuyu işledi.Tıpkı Onun yoldaşı bir diğer Kürt ozanı A. Hicri İzgören gibi…Evet, evet (Şerko Bêkês ile) bir A. Hicri İzgören vardır; “Bozdurup bozdurup harcadımömrü/Yanlış adresler çıkmaz sokaklar/Bütün replikler şiirler ve şarkılar/ Bir ezginin bütünhatıraları,” diyen…Ahmed Arif’in soyundan, ekolünden, yolundan ve “Arsız bir dizenin kütüğüne kaydedin/Kimvurduya sayın beni/ Ve şimdi söz savunmanın/ Hayat işgal altında,” diye haykıran Siverek’liKürt şair…Sennur Sezer’e, “Coğrafyanın yaşadığı ne kadar acı varsa ağırlığını duyuyor gibisin: Yezidiler,Çingeneler, Ermeniler, Süryaniler ve onlarla ilgili onca öykü bir ilmik boğazında. Yaşadıklarınınizlerini ne kadar yıkasan silemezsin gözlerinden,” dedirten…Sonra 1946’da Çankırı’nın Eskipazar ilçesinde doğan… Hasanoğlan ve Pazarören öğretmenokullarında eğitim gören… Öğretmen okulundan sonra dört yıl ilkokul öğretmenliği, daha sonrada Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmesinin ardından çeşitli il ve ilçelerde Türkçe-Edebiyatöğretmenliği yapan… 1981’de sıkıyönetimce tutuklanarak görevine son verilip, aynı yıl, TCK’nın141, 142 ve 146. maddelerinden yargılanan… Cigerxwîn’un şiirleri üstüne yazdığı biryazısından ötürü 142. maddeden kısa bir süre hüküm giyen Ahmet Telli…‘Kalbim Unut Bu Şiiri’nde, “Anlamını yitiren bir şeyler mi var şimdilerde/ Yazdığım şiirlereyabancıyım, sokaklara yabancıyım/ Taşı delemiyor bir çığlık ve apansız bir/ Su oluyorum ipince,kendime sızıyorum/ Dünya yetmiyor bazen, bırakıp gidebilir miyim,” diye haykıran Onu, “Aşk’ıve Devrim’i yaşatmıştır. Neden mi Aşk ve Devrim diyorum; Ahmet Telli’yi anlatırken iki kelimegeçiyor aklımdan, Aşk ve Devrim... İşte Telli’yi bu şekilde tanımlayabiliriz,” diye betimler ElifGamze Bozo; haksız da değildir…Dediklerimi, Jack Kerouac’ın “Çünkü benim insan dediklerim sadece çılgınlardır, yaşamaçılgınları, konuşma çılgınları, çok şey isteyen, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen tipler,yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenlere ‘vaycanına!’ dedirten o muhteşem sarı maytaplara benzettiğim kişiler,” sözünü anımsatan sanatındevrimcileri, devrimin sanatçılarının önünde bir kez daha saygı ve minnetle eğilerektamamlayayım…

Emeğin Sanatı 161. Sayı

TEMEL DEMİRER

N O T L A R[1] 29 Eylül 2013 tarihinde ‘Demokrat Sanatçılar Birliği’nin Paris’te düzenlediği “DevrimciSanatçıları Anıyoruz” etkinliğinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014…[2] Rosa Luxemburg.[3] Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Yayıma Hazırlayan : Müge GürsoySökmen, Yurdanur Salman, Metis Yay., 3. baskı, 2008.[4] György Lukacs, Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, Çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 1979.[5] Dücane Cündioğlu, Sanat ve Felsefe, Kapı Yay., 2. baskı, 2013.[6] Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, çev: Cevdet Çapan, De Yay., 1968.[7] İlhan Mimaroğlu, Ertesi Günce, Pan Yay., 1994.[8] Tavır, No:124, Ekim-Kasım 2012, s.54.[9] Şilan Bulut, “Diana, Whitney ve Şivan”, Taraf, 18 Temmuz 2012, s.17.[10] Abdullah İncekan, Şivan Perwer - Efsaneya Zindi/Yaşayan Efsane, Nûbihar Yay., 2012.[11] Ayşe Emel Mesci, “Bilmezdim Yalnızlığı...”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2013, s.14.[12] Zahit Atam, “Eleştiri”, Birgün, 10 Mart 2013, s.9.[13] Turgay Fişekçi, “Brecht’in Renkli Dünyasında”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2012, s.14.[14] Gerry Souter, Kahlo, çev: Şeyda Öztürk, YKY, 2013.[15] Mayda Saris’in, Jak İhmalyan: Sürgünde Bir Ressam, Birzamanlar Yay., 2013.[16] Mehmet Ercan, Aforizmalar III, http://www.insanokur.org/?p=39016[17] Asuman Kafaoğlu-Büke, “Yaralar Kapanır Ama Ya İzler”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:603, 5Ekim 2012, s.22-23.[18] Yaşar Kemal’in 1971’de Abdi İpekçi’ye verdiği röportajdan.[19] Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından.[20] Yaşar Kemal, Türkiye’nin Üstündeki Kara Gökyüzü, 1995.[21] Yaşar Kemal, Fethi Naci’nin 1993 tarihli röportajından.[22] Orhan Miroğlu, Kuşatmadan İnfaza, Everest Yay., 2012.[23] Aziz Nesin, Sanat Yazıları, Nesin Yayınevi, 2011, s.148.[24] Turgay Fişekçi, “Edebiyatçı Aziz Nesin”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2011, s.14.[25] Şükrü Erbaş, Bütün Şiirleri 3, Kırmızı Kedi Yay., 2013.[26] Turgay Fişekçi, “110 Yaşındaki Nâzım Hikmet Bize Ne Söyler?”, Cumhuriyet, 18 Ocak2012, s.14.[27] A. Hicri İzgören, “Bir Şair Bir Mekân Bir Katliam”, Gündem, 5 Haziran 2013, s.15.[28] Refik Durbaş, “Şiirimizin Kadir Abisi”, Birgün, 1 Mart 2012, s.2.[29] Gülsüm Cengiz, “Bendeki Can Yücel Resimleri”, Evrensel, 17 Ağustos 2013, s.2.

21 Eylül 2013 11:37:32, Ankara.

Sayfa 75

SONSUZ GÖÇÜN KANATLARINDA

O sonsuz göçün kanatlarında uçmak varmış yıldızdan yıldıza...Kısa soluklu mutlar yapışsa da paçama kimi en şirin maskelerini takınarak,her birinde bir parça bırakmak pahasına kendimden düşmek varmış yollara yeniden...O sonsuz göçün kanatlarında koca bir ömür... Sapına kadar özgür çöpüne kadar yalnız... MUAMMER ERTURAN

ÇAĞRI

Sen gelsen adına hangi şehirler ayaklanmazüzerlerimize gelen duvarlar yıkılmaz mıYa çiğdemsi bir renge bürünmez mi yeryüzü.

”Çağırıyorsam haylazlığıma sayma..Şimdiler de dipçiklerini halkının sırtındaParçalayan bir ülke var..”

Unutma!

HAKAN KAYA

Emeğin Sanatı 161. Sayı

DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR”Her şey şiirdir, çağrısı aşkınBahar toprağında yükselen tütsüUmut ve acı, başlayan ve bitenYağmurun ve akıp giden hayatın türküsü

ATAOL BEHRAMOĞLU

(Şiir) tarlanın başağıdırkanyonlar açar anlamlarına

HİDAYET KARAKUŞ

Zamanda kımıltısız olmalı şiirAyın tırmanışı gibi,

Geceye takılan ağaçları dal dalÖzgür bırakır ya ay,

ARCHİBALD MACLEISH

Sünger avcılarının aradığıBulanık su diplerindekiKirli elleri kirli dudaklarıyla aradığıŞiir

ANIL MERİÇELLİ

Şiirlerin söz açmazDüşten, yapraktan,Doğduğun ülkenin Koca yanardağlarındanGel de gör caddeler kan revanGel de gör caddeler kan revan

PABLO NERUDA

Elinde parlak bir yıldız vardırŞairin ve herkes şaşırır bunaBir de önüne her çıkan taşaTakılmasa.

ALTAY ÖKTEM

İleri hep birden ozanlar, ileriHalkla birlik ateşi ve suyu aşınLânet olsun artık düşürenlereElinden bayrağını halkın.

SANDOR PETÖFİ

Şiir örümceğin sesidir,duvarın şarkısı.

Duvarcının türküsüdür şiir.ÜLKÜ TAMER

Bir sonsuz inceltmedir hayatı şiirKi ne varsa sevginin ürettiği.”

HALİM UĞURLU

Denize atılanBir gül yaprağıdırYazılan her şiirAşıp dalgalarını zamanınKaçı kıyıya ulaşabilir?”

İSMAİL UYAROĞLU

Bilirim gücünü sözlerin boş şeyce görünürDökülmüş yaprak gibi ökseleri altında dansınAma insan ruhuyla, ağzıyla, iskeletiyle görünür.

MAYAKOVSKİ

DERLEYEN: A.Z.ÇAMUR

Sayfa 77

YAŞAM VE SANATTA

1 AYIN İZDÜŞÜMÜHAYATA DEVRİMCİ YORUM KATAN

ŞAİR METİN DEMİRTAŞ’I SONSUZLUĞA UĞURLADIK…

İşçi sınıfının değerli şairi Metin Demirtaş’ı24.09.2014 günü geçirdiği kalp krizi sonucukaybettik.. İnanıyoruz ki şimdi o sonsuzluğundağlarında CHE ile birlikte at sürüyordur.Metin Demirtaş, 1938'da Antalya'nın Elmalıİlçesine bağlı Akçay köyünde doğdu. İlkokuluköyünde okudu. Antalya Erkek Sanat Enstitüsü,Torna Tesviye Bölümü'nden sonra Ankara AkşamTeknikerlik Okulu Makine Bölümünü bitirdi. AnkaraEtlik'te, Ana Tamir Fabrikası'nda tornacı olarakçalışma yaşamına başladı. 12 Mart'ta ve 1988yılında tutuklandı, Adana, Ankara’da kısa süreligözaltında tutuldu. Bırakıldı. Yargılandı. Sırasıyla,Makine Kimya Endüstrisi, Ortadoğu TeknikÜniversitesi Fizik Atölyesi ve Ankara Fen FakültesiAtom Araştırma Laboratuvarı’nda teknisyen olarakçalıştı. Bir rahatsızlık sonucu sol bacağı üsttenameliyatla alındı. Yaşadığı bunalım sonucu birsüre doğduğu yörelere, kırlara çekildi. Bir arademir atolyesi açtı. Daha sonra Antalya Köy KoopDemir Sera Yapım Atölyesi, Antalya BelediyesiHurma Şantiyesi'inde teknisyenlik yaptı. SSK'danemekli oldu ve Antalya’da yaşıyordu.

İlk şiirleri Varlık Dergisi’nde yayımlandı. İmece, Türk Solu, Yeni Adımlar, Militan, Sanat Emeği,Yansıma dergilerinde yayınlanan şiirleriyle tanındı. Türk Solu dergisinde yayımlanan CheGuevara ile ilgili bir şiiri nedeniyle tutuklandı. Yugoslavya Struga’da her yıl gerçekleştirilenStruga Şiir Akşamları Şenliği’nde Hasan İzzet Dinamo, Arif Damar’la birlikte Türkiye'yi temsiletti. Avustralya Kültür Bakanlığı ve Sidney Türk Halkevi’nin çağrılısı olarak, Nazım’ın 25. ÖlümYıldönümü Anma Etkinliklerine katıldı. Sydney ve Melbourne’de Nazım’ın son eşi Vera ve Abazayazar Fazıl İskender ile değişik toplantılarda Nazım ve şiiri üstüne konuşmalar yaptı. Şiirlerideğişik dillere çevrildi.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Yapıtları: Görüşme Yeri Memleket(şiir), Hazır Ol Kalbim(şiir), Hançer ve Lirik(şiir, Bir MendilGökyüzü(şiir) Şiirimsi Nasrettin Hoca Öyküleri, Tersinden Okunan Masallar, Çocuklar KedilerUskumrular, Hazırol Kalbim (Toplu Şiirler ), Ve Erenler Böyle Dedi (Bektaşi fıkralarındanuyarlamalar) Dağınık Satırlar (Yazılar), Şiirin Kanadında Mektuplar (Ataol Behramoğlu ileBirlikte)

Şair Ahmet Özer, Demirtaş’ın şiirleri için şöyle yazıyor: “Metin Demirtaş, sözcükleri damıtarakşiirine nakış yaptığı gibi, ülkesinin güzelleşmesine katkıda bulunanları da milyonlarca insanınarasından çekip çıkarır: Dünyanın dört bir yanında halkı için vuruşanları, döğüşüp ölenlerişiirine kattığı gibi… din, dil, ırk, cinsiyet, ülke farkı gözetmeksizin güzelliklere adananyaşamların kişileri onun için birer dosttur. Arkadaştır, yürekdeştir. Yusufçukların ötmediği,turnaların geçmez olduğu yerlerin nice acılarla çınladığına, yıllar içinde oluşan acılara yürekkabartarak tanık olmaya çalışır. Evet Demirtaş’ın şiiri bir tanıklıktır. Tarihe tanık, insana tanık,doğaya tanık, haksızlığa uğrayan nice güzel insana arka çıkan bir tanıklık…”

Muzaffer İlhan Erdost ise Demirtaş’la ilgili şunları söylüyor: “Demirtaş’ın şiiri, çağrışımlarla içiçe dalgalı, fırtınalı bir şiir de değildir. Algılananlar, bilincin toplumcu süzgecinden süzülerek ,yan besleyicilerden arıtılarak üretilmiştir. Yaşam felsefesinin veya siyasasının denetlediği ve buanlamda ekstra sistollerin (çarpıntıların) değil, düzenli yürek çarpışlarının şiiridir.

Eleştirmen Mehmet Yaşar Bilen ise, onun şiirini şöyle tanımlıyor: Şiirlerinin içeriğinde yer alambireysel ve toplumsal olguları , organik hayatın “bütünü” içinde tüm ayrıntılarıyla algılayanozan; onları estetiksel coşkunun kollektif duyarlığı ve bilinciyle yansıtır.

A. Behramoğlu ile mektuplaşmalarında devrimci sanatı şu sözlerle açıklıyordu. “DEVRİMCİSANAT, HAYATA DEVRİMCİ BİR YORUM GETİREN SANATTIR.”

2010 Yunus Nadi Şiir Ödülü töreninde yaptığı konuşmadan:“Ulusal bütünlüğümüzün özgür ulus olarak Cumhuriyetimizin yaratıcılarına… 1 Mayıslarla, 1Mayıslara yürüyen işçi sınıfımıza…. Sürgünde, işkencede, mahpusta can veren, direngenkızlarımıza, delikanlılarımıza… Yazının, sanatın, estetiğin kulvarında ve kavgasındaaramızdan ayrılanlara, yaşamdan koparılanlara… Bilgimize bilgi, bilincimize bilinç, yüreğimizesevgi katan, aydınlanmanın engin bilgesine, İlhan Selçuk’a… Benim gibi yüz binlerce köyçocuğunu dilimizin dönmediği bir dilin rahlesinden kurtarıp, Karacaoğlan Türkçesiyle eğitim,okuma-yazma öğreten, özgür bireyler olarak yetiştiren Köy Enstitülü öğretmenlerime… Yurthasretiyle yanıp tutuşarak bu dünyadan ayrılan, yurtseverliğin okulu, dilimizin büyük ustası;barışın, kardeşliğin, insanlığın büyük dostu Nâzım Hikmet’in yüce anısına adadım, adıyorum.”(Evrensel - 09.05.2010)

“Bizim de dağlarımız vardır Che GuevaraBakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsaYorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştırYani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsaAlaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmağaBizim de dağlarımız vardır Che Guevara

Sayfa 79

Bizim de halkımız vardır Che GuevaraUnutulmuş uzak tarlalar yalazındaSazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgunBütün ulusların halkları gibiVe yalnız büyük fırtınalarla kımıldayanBizim de halkımız vardır Che Guevara

………………………………………….

Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ıKongo hepimizin Kongo’suBir kere özsu yürümüştür dallaraPatlayacaktır ağır sancılarla karanlıklarVarmak için o güzel yarınlaraBizim de dağlarımız vardır Che Guevara»

METİN DEMİRTAŞ

DEĞERLİ EĞİTİM EMEKÇİSİ, YAZAR, ŞAİR TALİP APAYDINI SONSUZLUĞA UĞURLADIK

“Kahrın Ağır İşçisi Talip Apaydın”Dostlarından Mehmet Başaran, bir yazısındaonu böyler tanımlıyordu. Talip Apaydın, “Niceiğne deliklerinde geçip tüyünü vermeyen” yiğitkuşağın temsilcilerinden biriydi: “Ne rüzgârlaresti karşıdan/Gözümüzü kırpmadangöğüsledik/Bin yılların açığını kapatmak/Nedemektir, onu öğrendik.” Bu yiğit sesi 28Eylül’de sonsuzluğa uğurladı.

O, Köy Enstitülüydü. Edebiyatımıza hayatınsesinin bir başka yankısını getirmişti… DoğanHızlan, arkasından yazdığı yazıda, onu vekuşağını "O kuşak yazarlar, gerçekAnadolu'yu, sahih Anadolu insanını yazdılar.Meşekkat kavramını inanca dönüştürdüler,Türk Edebiyatında yeni bir gerçekçilik yoluaçtılar" diyordu.

Edebiyata şiirle başlayan Apaydın daha sonra öykü ve romana yöneldi. İlk şiirleri ve öyküleriKöy Enstitüsü Dergisi’nde yayımlandı. Ayrıca Fikirler, Yeditepe, Beraber, Yeni Ufuklar, Varlık,İmece ve Türk Dili dergilerinde de yazıları şiirleri yayımlandı. Köy Edebiyatı akımının temsilcileriarasında yer aldı. İlk romanı Sarı Traktör ile tarımda makineleşme konusuna bir umut olarakyaklaştı. Yarbükü'nde ise köylüler arasında toprak ve su paylaşımı ile ilgili çekişmelerin olduğuzorlu yaşam koşullarını anlattı. Öykü ve romanlarında doğa betimlemeleri ve insanilişkilerini tüm doğallığı ile yansıttı. Anı, oyun, çocuk edebiyatı türlerinde de eserler verdi. 90'liyıllarda, dergilerde yeniden şiirleriyle görünmeye başlamıştı...

Edebiyatımıza; şiir, anı, öykü, oyun ve roman dalında 42 yapıt kazandırmış usta yazar TalipApaydın “Tütün Yorgunu” romanıyla 1976 Madaralı Roman Ödülü’ne, “Köylüler” adlı eseriyle1992 Orhan Kemal Roman Armağanı’na, “Yapılar Yapılırken” ve “Otobüs Yarışı” eserleriyle de1975 TRT Yayınlanmamış Radyo Oyunları Sanat Ödülleri’ne layık görülmüştü.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Köy Enstitüleri üzerine yapılan bir söyleşide Köy Enstitülerindeki eğitimin, düşünmenin vesorgulamanın önemini şöyle dile getirmişti:

"Demokratik eğitim… Hep bize hep şu dendi: Kalkın, konuşun, soru sorun, merakedin, eğer haklıysanız bağırın. Demokratik eğitim bu. Fakat çok konuştuğumuz içinbaşımıza gelmeyen de kalmadı. Konuşan, düşünen; iyiyi, daha iyisini isteyen insanolmak gerek, Köy Enstitüleri`nde biz bunu yapıyorduk. Ama halkın düşünmesinden,konuşmasından, kalkıp bağırmasından çıkarı bozulacak sınıflar vardı. Ağalar, dinadamları, yöneticiler, bunu istemiyordu. Halk, bizim istediğimiz gibi olsun ve bize oyversin diyorlardı. Uyanık bir halk bunlara oy verir mi? İşte Köy Enstitüleri`nin sırrıburadaydı: Demokratik eğitim. Kendine güvenen, başkasının önünde eğilmeyeninsan, doğru bildiğini herkesin içinde savunan insan… Biz Köy Enstitüleri mezunlarıbunları yaptık hayatımız boyunca. Doğru bildiğinden geri durmayacaksın, karşındakikim olursa olsun, sen bağıracaksın, susmayacaksın…"

Talip Apaydın’ın edebiyatımıza ve eğitime yaptığı katkılarla, şiirleriyle, öykü ve romanlarıylahep yaşamaya ve yaşatmaya devam edeceğiz.

GELECEĞE BAKIP

Sabah sabah bu türkülerTozun toprağın üstüneTemiz bir yağmur sankiİnsana gönenç verenBeklediğimiz güzel haber

Kımıldanır içimde yavaşçaEski birikimlerin gücüO karabasan gibi günlerGerilerde kalsın artıkGelecek güzel

Nice köprülerden geçtik, Uçurumların kıyısındanTanıktır bu türkülerDaha yakın görünüyor şimdiÖzlediğimiz yerler

TALİP APAYDIN

İHSAN ÜREN; GÜZÜN SON DÜŞEN ŞİİR YAPRAĞI OLDU!..

Şiirimizin Bursa’daki köşe taşı İhsan Üren’i 12 Ekim günü yitirdik.

İhsan Üren 1939 yılında Çorlu'da doğdu. Bursa Eğitim EnstitüsüEdebiyat Bölümü'nü bitirdi. Yirmi yıl Türkçe / Edebiyat öğretmenliğiyaptı. 1980 Temmuz'unda görevinden ayrıldı. 1981 - 1991 yıllarıarasında Çorlu'da kitapçılık yaptı.

Sayfa 81

O günden bu yana şiir çalışmalarının yanı sıra dergilere şiir eleştirileri de yazmaktaydı. İlk şiiri1956'da Edirne'de, Damla dergisinde yayımlandı. Şiirleri; Biçem, Yeni Biçem, Düşlem, Akatalpadergilerinde yayımladı. Halen Bursa'da yaşayan Üren, şiir çalışmalarının yanı sıra dergilere şiireleştirileri de yazmakta, 1998’den başlayarak her yıl, "Şiirimizde Ufuk Turu" adıyla şiir seçkisihazırladı. Yaşamı boyunca şiiri öne çıkardığı bilinse de pek çok dergiye şiir eleştirileri deyazmaya devam etmektedir. Biçem, Bir Yeni Biçem, Akatalpa ve Eliz Edebiyat Dergi'lerine olankatkılarıyla Bursa Edebiyat yaşamına attığı sessiz ama güçlü imzasıyla adından sıkça sözedilen bir entellektüeldi İhsan Üren.

Yapıtları: Sevmek Mevmek (şiir), Harman Yangını (şiir), Bilge Zakkum (şiir), Kirli Cam (şiir), ÇiğBir Çığ (şiir), Gözyaşı Şişesi (şiir), Japongülü Gibi Haikular (şiir), Yaşamdan Savrulan (şiir),Milenyum Haikuları (şiir), Sis Zaman, Düş Zaman (şiir), Sıradaki (şiir)

ALDIRIŞSIZ ZORBA ZAMAN

Zorbam, aldırışsız zaman;koparılan çiçeği hızla solduran.

Yaraları sağaltacağı sanılıpumutları boşa çıkaran.

Aldırışsızlığından gizlice keyif alan,sevimli canavar zaman.

Aldırışsız zaman, zorbam;vareste tutar kendini her türlü ilişkiden,

kaygıdan, beklentiden…Kendince ilgilisi değildir hiçbir şeyin:

İyi, güzel, çirkin, kaba…aynı şeydir ona göre.

Ve beceri sayar, bu zorba davranışını,incedir anlayışı!

Derecelendirilmiş davranışlarla yoktur ilişkisi.İyiye ve kötüye karşı tavrına bakılırsa, tarafsızdır.Aldırışsız zorba zaman varestedir:

doğum sevincinden, ölüm acısından.Sözlüğünde aşka ve kine ilişkin tanılar yoktur;

yoktur, bir kıpı umarın adı. Tuhafı, dahasemtine uğramamıştır korku.

Tarafsız olduğunu duyurur, sık sık zorbam, Vareste olduğunu duyurur;

Hızır’dır ne yapsın, elinden gelen budur.Görmesek de biz, kanlıdır elleri:

Bir Vandal yürektir zaman.

205 AYDINDAN KOBANÊ BİLDİRİSİ

Emeğin Sanatı 161. Sayı

205 aydın ortak bir bildiriye imza atarak Türkiye’nin DAİŞ politikasına tepki gösterdi.“Türkiye’nin Kobanê’ye yönelik politikaları Kürtlerle barışın önündeki en tehlikeli engel” diyenaydınlar “IŞİD’e karşı başlatılan askeri operasyon dikkatlerimizi dağıtmamalı, bizleri bölgehalkları, Kürtler ve özellikle Kobani halkı ile dayanışma konusunda tereddüde düşürmemeli”uyarısında da bulundu.Bildiride, “Din adı altında faaliyet gösteren ve militan devşiren IŞİD’in yaydığı barbarlık vevahşeti birlikte ve yüksek sesle mahkum etmek bölgemizde demokrasi ve barış istemeninöncelikli koşulu haline geldi” şeklinde başlayan bildiride, Müslümanlar açısından karşıçıkılması gereken “IŞİD gibi bir barbarlık ittifakının dini değerleri ve sembolleri rehin almaçabası olmalıdır” denildi.

Bildiride şunlar belirtildi: “Başta ABD olmak üzere, Ortadoğu’da siyasi hegemonya peşindeolan bölgesel ve uluslararası tüm güçlerin yarattığı bu ucube siyasi oluşumun büyümesinde,bölgesel hegemonya peşinde olan Türkiye’nin siyasi hesaplarının da rolü olduğu inkaredilemez. Bir yandan Kürtler ile müzakere başlatan Türkiye, diğer yandan Kürtlerin Suriye’dekikazanımlarını boğmak için arayışlara girdi, gerici güçlerle işbirliği yaptı. IŞİD’in Kobanisaldırısı, bölgede ve Türkiye’de yaşanan siyasal-toplumsal krizlerin kesişme noktasıdır. Türkhükümeti IŞİD’den kaçanlara insani yardım sağlayarak siyasi sorumluklarını göz ardı edemez.

İnsani değerleri, barışı, bölgede yaşayan tüm halkların özgürlüklerini ve nihayet Kürtlerinhaklarını ve kazanımlarını savunmak adına IŞİD’e karşı çıkmak en hafifinden vicdani birzorunluluktur.”

Bildirinin sonunda, “Aynı nedenlerle, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararasıkurumları da Kobani’ye sahip çıkmaya çağırıyoruz”denildi.

ATTİLÂ İLHAN, ESERLERİYLE ARAMIZDA HÂLÂ...

10 Ekim 2005’de yitirdiğimiz Attila İlhan, 15 Haziran 1925tarihinde Menemen (İzmir)' de doğdu. İzmir'de KarşıyakaCumhuriyet İlkokulu' ve Karşıyaka Ortaokulu'nu bitirdi. İzmirAtatürk Lisesi'nde öğrenci iken, Türk Ceza Kanunu'nun 141.maddesine aykırı davranma savıyla tutuklandı, okulundanuzaklaştırıldı. Danıştay kararı ile yeniden öğrenim hakkıkazanarak İstanbul Işık Lisesi'ni bitirdi. İstanbul ÜniversitesiHukuk Fakültesi'nde başladığı yüksek öğrenimini yarıdabırakarak 1949-1965 arasında aralıklı olarak altı yıl Paris'teyaşamını sürdürdü. Dönüşünde gazetecilik, yayın yönetmenliği,yayın danışmanlığı, yazarlıkla yaşamını kazandı.

Sayfa 83

Yeni Edebiyat, Yücel, Genç Nesil, Fikirler, Varlık, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikâyeler,Kaynak, Ufuklar, Mavi, Yeditepe, Dost, Yelken, Ataç, Yön, Milliyet Sanat, Sanat Olayıdergilerinde şiirleri yayınlandı. Garip ve İkinci Yeni şiirine karşıydı. Mavi dergisinde Mavicilerdiye bilinen toplumsal gerçekçilik akımının sözcüsü oldu. Şiiri başlangıçta Nâzım Hikmet vehalk şiirinin biçimsel özelliklerinden etkiler taşıyordu. Ömer Faruk Toprak'tan da oldukçaetkilenir, taşradan mektuplaşırlar, ondan şiirle ilgili pek çokj şey öğrendi

Zamanla taşkın, çarpıcı, belleklerde kolay yer eden imgelerle örülü, toplumsallaşmış bireyitemel alan, kimi zaman öykülemeye dayalı, divan şiiri olanaklarından da yararlanmayı bilen,duyarlılığı yüksek bir nitelik kazandı.

Attila İlhan'ın, salt şair yönünü değil; romancı ve düşün adamı, senaryo yazarı olarak da iyitanımak gerekir. "Aynanın İçindekiler" serisinde, "Zenciler Birbirine Benzemez","Dersaadette Sabah Ezanları", "Bıçağın Ucu", "O Karanlıkta Biz", "Sokaktaki Adam", "AllahınSüngüleri", "Fena Halde Leman", "Haco Hanım Vay" gibi önemli romanlara imza atmıştır.Romanlarında inanılmaz bir sinema tekniği kullanır, okunmuyor da izleniyor gibidir.

Gerçek şair ve yazarların, dikenlerle dolu bir bahçede işlerinin zor olsa da, ancak Anadolu'dayetişebileceğini dile getirir:"Post/modernizm, Asya ve Avrupa'nın zengin edebiyat sanat geleneğine karşı, cahilve biçare kalan abd'nin uydurduğu, bir cahil ve aciz hareketidir ki şimdiden gülünçolmuş, ona uyan yazarları ve şairleri de gülünç etmiş, okunamaz hale getirmiştir. haunutmayalım, bir de tabii, Orhan Pamuk gibi bir yeni yetmeye, ülkesine ve halkınaalenen ve resmen sövmek imkanı sağlıyor; yurt dışında sürgünde bulunan NazımHikmet'in uğradığı onca belaya karşı, memleketi aleyhine ne bir tek söz söylediği, nede aleyhine bir şiir yazdığı düşünülürse, bu delikanlının handiyse el üstü gül üstüdolaştığı edebiyat ortamında, 'sahici' Türk şair ve yazarlarının epeyce zorluklakarşılaşacağı anlaşılır.«

O SÖZLER Kİ

O sözler ki acıdırMapusane avlularındaDemirli kırbaçlar gibi şaklarO sözler ki sırasındaÇiçek açmış bir nar ağacıdırDağ ufkuna vuran deniz aydınlığıSırasında gizemli bıçaklar

O sözler kiİmgelem sonsuzluğununAteşten gülüdürlerKelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürlerO sözler ki kalbimizin üstündeDolu bir tabanca gibiÖlüp ölesiye taşırızO sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdanUğrunda asılırız

ATTİLA İLHAN

Emeğin Sanatı 161. Sayı

İNCE DUYARLIKLARIN AÇIK SÖZLÜ ŞAİRİ: METİN ELOĞLU...

Kendine özgü şiirleri, ironiyi öne çıkaran şiirtarzıyla kendince bir gerçeklik analayışı kuranŞair, ressam Metin Eloğlu’nu, 58 yaşında 11Ekim 1985’te yitirdik.

Metin Eloğlu, ortaokuldan mezun olduktansonra, 1943’te Güzel Sanatlar AkademisiResim Bölümü'ne girdi. 1946’da siyasinedenlerden dolayı iki ay tutuklu kaldı. Olayüzerine Akademi’deki kaydı silindi. 1947’debaşladığı askerlik hizmetini, disiplinsizliknedeniyle aldığı uzatma cezaları nedeniyleancak 5 yılda tamamlayabildi.

Edebiyata öyküyle adım attı. 1942’de Servetifünun-Uyanış dergisinde ilk öyküsü yayınlandı.1943’te İzmir’de basılan Kovan dergisinde de Mehmet Metin imzasını taşıyan "Sabah Şarkısı”şiirine yer verildi. Ressam olarak birçok çalışma ve sergiye imza attı. 1967’de düzenlenen 1.DYO Sergisi ile ve 1976’da yapılan Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödüllerine layık görüldü.Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil ve NilMeteoğlu imzalarını kullandı. Ayrıca birçok eleştiri yazısı kaleme aldı. 111 ekim 1985'teİstanbul'da sonsuzluğa göçtü

Eloğlu'nun ilk kitabı, Orhan Veli'nin 'Şoförün Karısı', 'Dedikodu' (bkz. Garip) ve 'Tahattur', 'AltınDişlim', v.b. (bkz. Yenisi) gibi, lümpen ortatabakanın dilini ve duyarlılığını yansıtan şiirlerindenesinlenmiş bir şairin ürünlerini içeriyor. Fakat yine bu kitabında Nazım Hikmet'in 'İnsanManzaraları'nı bilen bir şair de seziliyor. Eloğlu ilk kitabıyla, lumpen çevrelerin, kenar mahalleinsanının dilini, sözcüklerini, duyarlılığını, çok başarılı bir konuşma dili, edası ve özgün birironiyle yansıtmayı başarıyor. Orhan Veli'de dilsel alanda kalan bir tutumu geniş bir alanaçıkararak şiirimize yeni bir ufuk kazandırıyor.

"Sultan Palamut"ta konuşma dilinin engin tatlarını, edalarını, tonlamalarını çok başarıylakullanan bir şair kimliğiyle şiirini geliştiriyor. Şiire ustalıkla özümsetilmiş bir argo, humor veironi'yle, yeni şiirimize getirdiği olanakların alanını daha da genişletiyor.

"Horozdan Korkan Oğlan"da gittikçe artacak olan dil soyutlamacılığının, kurmaca bir dil yaratmaeğiliminin ilk belirtileri var. Yine de bu kitabına bir denge ve sentezin ürünü diyebiliriz."Türkiye'nin Adresi"nde İkinci Yeni'ye (Ece Ayhan vb.) yakın bir dil deneyciliğinin ürünleri yeralıyor. "Yumuşak G"de, Behçet Necatigil'in son şiirlerini andıran bir dilci tutum bu. Denebilir kibir kavramı irdeliyor, sözcük birimlerine indirgiyor, sonra en güç anlaşılır biçimde olabildiğinceuzak çağrışımlarla geri kuruyor, bu tutumuyla “Türkiye'nin Adresi”nde olduğu gibi, yine EceAyhan'a yaklaşıyor.

Sayfa 85

Metin Eloğlu, İkinci Yeni'nin resme ve görselliğe en açık şairidir. İlk kitaplarıyla, kendi döneminive kendinden sonraki kuşakları büyük ölçüde etkilemiş bir şair. Metin eloğlu, Garip'le gelençarpıcı, şaşalatacı şiire bambaşka bir hava vermeyi başardı. Kentin alt tabaka yaşamına birorta tabaka aydını olarak bakmıyor, başkalarının dilini kullanıyordu... Metin Eloğlu, 1960sonrasında ikinci yeni sarsıntısı atlatılmak üzereyken, şiirini değiştirmek, yenilemek gereğiniduydu. sözcük seçimine büyük özen göstererek yaşamdan kitaplara doğru kaydı. yeni bir şiirdili kurma yolunda aşırı deneylere girişti. kapalılığa, soyuta çok yaklaştı. bu deneyleri aştıktansonra da, başlangıçtaki, yoksulluğa kafa tutarcasına yaşama sevinci dolu, olaylara bağlı şiirinedönmedi."

Humor, ironi ve toplumsal eleştiriciliğiyle Can Yücel, Cemal Süreya v.b. şairleri, lumpençevrelerin, orta tabakanın dilini şiirleştirmesiyle dolaysız konuşma tonu ve yine ironi vetoplumsal eleştiricilik özelliğiyle Ataol Behramoğlu'nu etkilemiş olduğu söylenebilir.

Eserleri: Düdüklü Tencere (Yeditepe, 1951), Sultan Palamut (Seçilmiş Hikâyeler, 1957), Odun(Alpaslan Mtb., 1959), Horozdan Korkan Oğlan (Dost, 1961), Türkiye’nin Adresi (Yeditepe,1965), Ayşemayşe (Yay, 1968), Dizin (Güney, 1971 TDK Şiir Ödülü), Yumuşak G (BahaMtb.,1975), "Rüzgâr Ekmek" (Ada,1978), Hep (Adam, 1982), Yine (ilk altı kitabının birliktebasımı, Adam, 1982), Şiirce, (son üç kitabının birlikte basımı, Adam, 1982), Ay Parçası (Yazko,1983), Önce Kadınlar (Adam, 1984), Bektaşi dedikleri, (O. Tansel ile; şiirleştirilmiş Bektaşifıkraları, Türkiye İş Bankası, 1970), Derleme: Garip Şiirler Antolojisi, (Ü. Y. Oğuzcan ile, Yay,1957)

ÖMÜR TÖRPÜSÜ

yaşamak istiyorumyaşamak istiyorsunyaşamak istiyor

böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.ama böyle dünya olur mu?böyle barış olur mu?böyle hürriyet olur mu?böyle kardeşlik olur mu?biliyorum ki, katlanıver, diyeceksin;ama böyle yaşamak olur mu!

METİN ELOĞLU

DİKENLİ YOLU AÇAN ADAM,MEHMED UZUN, ANADİLİNDE YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR…

Yaşamı sürgünlerde geçen, Kürt yazarı, romancı Mehmet Uzun’u 11Ekim 2007 tarihinde yitirmiştik. Ana dili Kürtçe’siyle yazdığı romanlarıhalkının arasında yankılanmaya devam ediyor.

Mehmet Uzun, Kurmanci, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiyeyakın dilde yayınlandı. Uzun hakkında, Türkiye'de çok sayıda dava açıldı.1981'de Türk vatandaşlığından atıldı ve 1992 yılına kadar Türkiye'yegelemedi.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Kürt edebiyatı ve kültür yaşamında yeri doldurulamayacak olan Mehmet Uzun, çağdaş Kürtedebiyatının kurucusu ve öncüsüydü. Kürt halkının yaşadığı sosyal ve politik dramın canlı birtanığı ve bu tanıklığı evrensel dile aktaran büyük bir sanatçıydı.

Yasaklar, yokluklar, cehalet ve acılar içinde yaşamaya mahkum edilmiş bir halkın içindençıkan Mehmet Uzun kendi çabalarıyla kendisini var eden bir değerdi. Tarih onu yalnız Kürtlerin,yalnız Türklerin değil tüm dünyanın en büyük yazarı, kültür adamı, barış ve özgürlük savaşçısıolarak anacaktır.

HAYATI DEĞİŞTİRME AMACINA YÖNELMİŞ BİR SANAT İNSANI OLARAK: FAKİR BAYKURT…

Fakir Baykurt, Akçaköy’de başlayıp Köy Enstitüleriyleonlarca kitaba uzanan zorlu bir Anadolu türküsüdür.Köy Enstitüsünde başlayan sınıfsal uyanış, -sınıfbilincine tam olarak ulaşamasa da- onun yolunu vebakışını içinden geldiği topraklara döndürdü. Tanıkolduğu, yaşadığı insanları anlattı yapıtlarında. TürkiyeÖğretmenler Sendikası TÖS’ün kuruluşuna emekverdi. Başkanlığa seçildi. Yolu sürgünlere, cezaevlerineuğrasa da halk için halkı yazdı.

Köyler boşalıp Almanya’ya göç etmeye başlayınca, oda kalktı gitti Almanya’ya. Bu sefer göçmen işçileriyazdı. Romanlarında Türkiye'deki köylü yaşamınıhalkçı ve devrimci bir bakış açısıyla ele aldı. Köylününbilinci ve bilinçaltındaki istekleri, tepkileri, çelişkileriyansıttı. 1950–1970 döneminde etkili olan "köy edebi-

yatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi oldu. Aziz Nesin, 1989 Nesin Yıllığında onun için şutespiti yapıyordu: “On yıldan beri, Almanya’da yaşayan Fakir Baykurt’un yeni yapıtlarınıokuyamamış olmam eksikliğimdir. Bu yüzden yazınımızda hangi düzeye vardığını, kendiniyenileyip yenilemediğini bilemiyorum. Fakir Baykurt’un yazın yaşamını incelerken, onunçağının salt tanığı olmakla kalmayıp, tanık olduklarına yorum getirdiğini, böylece okurlarını birtoplumsal değişime özendirme çabası güttüğü görülecektir. Bu çabalarını salt yazar olarakdeğil, toplumun durumundan kendini sorumlu duyumsayan bir aydın olarak da toplumsaletkinliklerle sürdürmüştür.”

Yaşamının her anında, “Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır” diyen Baykurt’u,11 Ekim 1999’da günü sonsuzluğa uğurlamıştık.

Fakir Baykurt, kıvrak dili, güçlü gözlemlerini kendi bakışıyla buluşturan güçlü anlatımıylaedebiyatımızın önemli roman ve öykücüleri arasında yer aldı. Sanat anlayışını belirten şu söz-

Sayfa 87

leri, onun sanatsal ve toplumsal bilincini en iyi biçimde yansıtmaktadır: “Kitaplarımız bize ünsağlamak ya da kalıcı olmaktan önce toplumu devrim yönünde etkilemelidir. Hayatıdeğiştirme amacına yönelmiş bir sanat insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardımeder…”

Bir yazısında da romanla ilgili düşüncelerini şöyler açıklıyordu:«Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidirroman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme... Biryaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; birromancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererekyazılması.” FAKİR BAYKURT

NAİL V. YAPITLARINDA VE YAPILARINDA UMUT SAÇMAYA DEVAM EDİYOR!

Sosyalistlerin Nail V. olarak bildiği, Ağahan Mimarlıködülünü almasından sonra herkesin tanıdığı NailVahdet Çakırhan, Attila İlhan’ın deyimiyle FedailerMangasının ilk erlerindendi. Mustafa Suphi ve 14yoldaşından sonra Türkiye’nin 2.kuşakkomünistlerindendi.

Konya’da lise öğrenimini sürdürürken “Kervan” adlıdergi çıkarır. “Halka Doğru” dergisinde yayınlanan“Alev Yağmuru” şiiri nedeniyle ilk kez polisle tanışır.Daha sonra Çakırhan, felsefe eğitimi için İstanbul'agelince -gıyaben şiirlerine hayran olduğu- Nâzım Hik-met ile tanıştı. Ona son şiirlerini gösterdi. Nâzım Hikmet, bu genç öğrencinin şiirlerini beğendi.1+1=1 adını verdikleri mini kitapta son şiirlerini yayımladılar. Ne var ki bu kitap toplattırıldı. Veşairleri hakkında takibata geçildi. Şairler, cezaevinden çıktıklarında buluştular, dostluklarınıdevam ettirdiler.

Çakırhan, uğruna işkence gördüğü, hapislerde yattığı sosyalizmin ne olduğunu tam olarakbilmiyordu. Öğrenebilmek amacıyla 1934'te kimseye haber vermeden ortadan kaybolur.İstanbul'dan Hopa'ya, oradan da bir arkadaşının yardımıyla Sovyetler Birliği'ne gider.Komintern'le ilişki kurar ve Moskova'da Puşkin Meydanı'na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir.Ardindan Moskova Doğu Halkları Üniversitesi'ne (KUTV) girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm veekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kruşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür.Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakındangörmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir.

Dönüşünde gazetecilik yapmaya başladı. Tan ve Resimli Ay’da 2. Dünya Savaşıyla ilgili etkilive yerinde yorumlar yapar. Arkeolog Halet Çambel’le evlendi. Onun kazılarında ilk mimari dene-

Emeğin Sanatı 161. Sayı

melerini gerçekleştirdi. 1970 yılında, doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka’yayerleşen Çakırhan, burada iki ustanın yardımıyla projesini kendi çizdiği evler yapar. Yaptığıevler beldede yaşayan insanların ve turistlerin ilgisini çeker. Ardından çok sayıda insan, “NailÇakırhan Mimarisi” adı verilen bu evlerden yaptırmaya başlar. Geleneksel mimariyi korumakiçin yoğun çaba harcayan ve insanlara örnek olan Çakırhan’a 1983’te, dünyanın en saygınmimarlık ödüllerinden “Ağa Han Uluslararası Mimarlık ödülü” verildi.

Hapishane yıllarında eşi Halet Çambel’e gönderdiği mektuplar, “Üç Hapishaneden Mektuplar”adıyla yayınlandı. 2. Dünya savaşının eşiğinde gazetelerde yazdığı yazıları “Harbin eşiğindekiTürkiye “ adıyla yayımlandı. Şiirleri de “Daha Çok Onlar Yaşamalıydı”adıyla yayınladı. 98 yıllıkyaşamının her anını ülkesi ve inancı için dolu dolu yaşayan bu güzel insanı saygıylaselamlıyoruz.

DİYORLAR Kİ"Diyorlar kiYerler yavrum başınıGenç yaşınıkurşuna dizerler yavrumVaz geçŞairsen eğerYaz geçDiyorlar kiParaya tapmalıymışımOlup bilmem hangi baltaya sapyağlı ballı bir kapkapmalıymışımDünyalığımı yapmalıymışım." NAİL VAHDET ÇAKIRHAN

İNSANÎ EDEBİYATIN ÖNCÜLERİNDENHALİKARNAS BALIKÇISI YAPITLARIYLA YAŞIYOR!

Halikarnas Balıkçısı ya da gerçek adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı,Oxfort Üniversitesi “Yeni Çağlar Tarihi” bölümünde tamamladıktansonra(1908) Resimli Ay, Resimli Hafta, Diken, İnci gibi dergilerdeyazılırı, çevirileri ve karikatürleri yayımlandı. 1925’te Resimli Haftada Hüseyin Kenan imzasıyla çıkan “Hapishanede İdama MahkumOlanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Gider?” yazısından dolayı İstiklalMahkemesi tarafından yargılanır. Bu öyküde balıkçı Kurtuluş Savaşıyıllarının hamasî havasının tersine İstiklal Mahkemeleri tarafındandoğru düzgün yargı ortamı kurulmadan idam cezasınaçarptırılanların asılmaya gidiş dramlarını gerçekçi bir dille yansıtır.Ama bu öykü zamanın yönetimi tarafından Mustafa KemalHükümetine ve Cumhuriyete hakaret kabul ederek o çağın henüzbilinmeyen, yolu izi olmayan uzak bir yurt köşesi Bodrum’da 3 yılKalebentliğe sürgüne gönderilir.

Sayfa 89

Halikarnas Balıkçısı tüm acıları ve yalnızlıklarını adeta bir tragedya kahramanı direnişiyle binbir olanağa ve üretkenliğe dönüştürecektir bu sürgünde. 1920’lerde magazin öyküleri yazanHalikarnas Balıkçısı, yazar ve düşünce adamı olarak asıl kimliğini Bodrumdaki sürgünyıllarında buldu. Mitolojisi, tarihi, doğasıyla Ege’yi; süngercisi, balıkçısı gemicisiyle hayatlarınıdenizden kazanan insanların mücadelesini konu alan Ege Kıyılarında deniz emekçilerinianlatan romanlar yazdı. Yazılarını coşkulu, içten, kimi kez savruk, şiirsel bir üslup ile yazdı.Halikarnas Balıkçısı Anadolu efsaneleriyle mitolojisini inceleyen kitaplar da yazdı.

1947'de İzmir'e yerleşen Kabaağaçlı, 13 Ekim 1973'te bu kentte ölür çok sevdiği Bodrum'agömülür. Nâzım’ın «En büyük şairimiz…» dediği Balıkçı’nın sanat anlayışı şu sözlerindegizlidir:

“Halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardanetkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.”

Motor adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek kocadağın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarınıntabanlarıyla, şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artıkadam akıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince koca dağ düştü. Patavatsız taşlarkuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her deliktenhavaya sular fışkırdı. Kocadağ sırıl sıklam oldu. Sudan kaçınayım derken çalılara daldı.Adanın tüyleri diken diken oldu. Santal çalıları Kocadağ’a çelme taktı. Kocadağdurmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gaydakesilmişti. Her deliği dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu.Adanın siniri tutmuştu. Ada yapayalın sertliği ile, sipsivri sokuculuğu ile kapkancatırmalayıcılığı ile Kocadağ’ı kaktı, tekmeledi, tokatladı ve daladı.» (‘Gülen Ada’öyküsünden) HALİKARNAS BALIKÇISI

EMEĞİN RESSAMI AVNİ MEMEDOĞLU'NUUNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ!..

1924 yılında Erzurum'un Aşkale ilçesinin Taşağıl köyünde,yoksulluklar içerisinde dünyaya geldi. Kendisinin deyişliyleçevreyi ve dünyayı, sırtında yırtık ve yamalı bir entari,yalınayak ve başı kabak, köyün tozlu yollarında, insan vehayvan pisliklerinin, kül ve çöp birikintilerinin oluşturduğuçöplüklerde, tezek kalaklarının arasında, köy koşullarınınzoruyla çocuk yaşta peşine koşturulduğu kuzu ve danalarınçobanlığında, Temmuz ve Ağustos aylarının amansız sıcağıaltında bir iki urup buğday karşılığı, onun bunun tozluharmanlarında döven sürmede tanıdı.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Çok küçük yaşlarda, köyünde, yumurta üzerine çizdiği portrelerle, sanata olan ilgisini veyeteneğini açığa vurmuş oldu. Orta öğreniminden sonra, 1944'te İDGSA Resim Bölümünegirdi. Galeri bölümünde Seyfi Toray'ın, atölyede Cemal Tollu'nun öğrencisi oldu. 1950'deresimleri nedeniyle tutuklandı ve salıverildi. 1953'te İzmir'e yerleşti. Bir yıl sonra, burada ilksergisini açtı. 1957'de geldiği İstanbul'da, bir süre reklamcılık ve tabelacılık yaptı. İl İmarMüdürlüğünde çalıştı. 1959'da arkadaşları Marta ve Nejat Tözge, İhsan ve Vahi İncesu,Hikmet Aksüt ile Yeni Dal Sanat Grubunu oluşturdu. Grubun sanat bildirgesini kaleme aldı.1961'de bu grubun ikinci sergisi nedeniyle, öteki arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı. 1962'deTİP'in ilk üyeleri arasında yer aldı. Dersimli olan ressam, "Öztürk" olan soyadını "Memedoğlu"olarak değiştirdi.

Avni Memedoğlu'na göre; "Sanat sosyal bir olaydır''. O nedenle de sosyal bir amaca bağlıdır.Bu amaç, sanatçıyı, içinde yaşamakta olduğu topluma ve çevresine karşı sorumlu tutar.Resimlerinde, bu amacına uygun tema ve üslup karakteri ağır basar. Sosyal-eleştirel birtutumla, topluma ayna tutar. Resimlerine yansıyan konular, çevresinde tanık olduğu ve bizzatgözlemlediği yaşam sahneleridir. Resim sanatımızda Ruhi Arel, Turgut Zaim gibi sanatçılarlabaşlayıp Neşet Günal, Balaban, İrfan Ertel, Mümtaz Yener ve Nuri İyem gibi sanatçılarlasüren toplumsal-gerçekçi sanat anlayışının, orta kuşak temsilcileri arasında yer alır. Sosyalistve insancıl bir sanat anlayışını benimsedi.

Kendisi gibi düşünen sosyalist ressamlarla birlikte Yenidal grubunu kurdu. Yenidal Grubununkısa öyküsünü ressamın kendisinden dinleyelim. "Fantastik Burjuva Sanatına karşı tepkiolarak kurulmuş Sosyalist Realist bir gruptur. Tanzimat döneminden bu yana kökü dışarda,öykünmeci sanat anlayışından son derece rahatsız olan biz yedi kurucu arkadaş -RessamAvni Memedoğlu, Seramist Nejat Tözge, Ressam Marta Tözge, Ressam Kemal İncesu,Ressam İhsan İncesu, Ressam Hikmet Aksüt ve Yontucu Vahi İncesu- birlikte YenidalGrubu'nu kurduk. İlk sergimizi Nisan 1959'da Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açtık. Bu birlikteliğinoluşmasında Polonyalı meslektaşımız Marta ve eşi Nejat Tözge'lerin üstün gayret, teşvik vemoral destekleri unutulmaz. Ayrıca sergilerimizin giderlerini, çağrılarımızın basım, dağıtım veposta giderleri konularında bize desteklerini esirgemeyen o dönem Basın İşçileri Sendikasıyöneticileri İbrahim Güzelce ve Salih Özkarabay'ın anısını yüreğimin en derin köşesindeömrüm boyunca saklayacağım."

Sergileri hep polisin takibinde olan Yenidalcılar, "Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflarüzerinde tahakkümünü tesis etmek, veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak için propagandayapmak 2- Halkı askerlik hizmetinden soğutmak yolunda telkinde bulunmak." suçlamasıylayargılandılar.

Savunmasına Memedoğlu, özetle şunları dile getirmişti:

"Picasso, H. Matisse gibi Fransız Komünist Partisine üye olup tabloları milyonlarca frangasatılan ressamlar, partilerine büyük para yardımları yaparlar. Sayın bilirkişiler bu ressamlarınresimlerini havi kitap, baskı ve reprodüksiyonlarının Türkiye'ye sokulmasına, onbinlercesatılmasına ve hattâ hocası bulundukları akademinin kütüphanesine bizzat kendileritarafından satın aldırılmasına ne buyururlar? Akademi atelyelerinde bu ressamların tarzında

Sayfa 91

çalışma tavsiye edilip, resimlerinin incelenmesi, talebeye öğütlenmez mi? Bu ve bunlar gibiressamların resimleri sosyal realist tarzda mıdır? Sayın Bay Zeki Faik ihtilâlci ressamDölakruva'yı kopye ve adapte etti diye kendisini ihtilâlci ve komünist olarak mı suçlamamızgerekir?

Biz bu memleketin çocukları olarak, bu memleketin gerçekleri üzerine eğiliyor ve bu yurdunsevinçlerini, dertlerini sanatkârane bir şekilde paylaşıyor ve bunu esas ittihaz ediyoruz. SayınCevat Dereli ve Zeki Faik İzer'in sanat hayatları boyunca birer Türk ressamı olarak tarihî, millîtablolarının sayısı tek elin parmaklarının sayısını geçer mi?... Sayın hocalarımızın da, boşdurmadıklarına yine çiçek, manzara, çıplak kadın ve anlamsız resim yapmakta devamettiklerine, mezkû (söz konusu) sergimizden evvel mensup gruplarla aynı galeride açmışoldukları sergide bir defa daha şahit olduk. Onlar sanki Türkiye'de değil, Kaf Dağı'nda PeriPadişahının sarayında yaşıyorlar."

Ahmet Köksal, "Onun resimleriyle ilgili şu saptamalarda bulunuyor: Memedoğlu'nun resimleriAkademik, etüdlere dayanan sağlam bir form anlayışıyla Mısır Sanatı'nı örnekseyen yalın veoylumcu bir tutum vurguluyor. Çalışan insanlarımızın yaşamını yansıtmaya öncelik veren birFigür Anlatımcılığı resimlerinde ağırlığını duyuruyor. Kenar çizgilerini yitirmiyor. Kenarçizgilerini yitirmeyen ölçülü bir deformasyon, yer yer nakışsı bir usluplama, simgeci ögeler,renkçi bir tutumla Latin Amerika ustalarını anımsatmaktan geri kalmıyor." (15 Ekim 1985,Milliyet Sanat). Kemal Bilbaşar da şöyle anlatıyor Memedoğlu'nu: "Avni Memedoğlu'nun sanatanlayışı Akademi tahsili ile bir Alafrangalık hastalığına tutulmamış olup, Avni Memedoğluolarak kalmış. Kilim, heybe, motiflerinden halkı aramak ihtiyacını duymuyor, bizzat kendisi birhalk çocuğu olarak fırçasını kullanıyor." (13 Şubat 1956 Demokrat İzmir)Avni Memedoğlu ile ilgili ayrıntılı bilgiye ve resimlerine şu linkten erişebilirsiniz:http://www.avnimemedoglu.com/

Emeğin Sanatı 161. Sayı

1940’LARDAFAŞİZME KARŞI ŞİİRLEBARİKATLAR KURAN ŞAİR: ARİF DAMAR

20 Ekim 2010 günü sonsuzluğauğurladığımız 1940 kuşağının özgün veşiirini geliştirme imkânı bulabilen şairi ArifDamar, 1951 yılında bir şiiri nedeniylegizli örgüt üyesi olma suçundantutuklandı. İki yıl hapis yattı. Arif Damar’ınşiiri, sanat anlayışındaki değişime bağlıolarak iki döneme ayrılır. İlk dönemini1940-1956 yılları arasında “Arif Barikat”adıyla sosyalist gerçekçi çizgide yazdığışiirler; ikinci dönemini ise, 1956’dangünümüze sanat kaygısını daha önealarak yazdığı şiirler oluşturur. Kavgacıama barışçıl ve insancıl yanı ağır basan,dil öğelerini ve biçim kaygısını eldenbırakmayan bir şiir kurmaya yöneldi.Sonraları İkinci Yeni şairlerinin yanında, imgeye ağırlık veren, biçim ve dil araştırmalarına girmişbir şair olarak göründü. Bu yönüyle 1940 kuşağından ayrıldı. 1956 sonrası şiirlerinde geçirdiğiiki dönemin özelliklerine dikkat çeker. Behçet Necatigil'in saptamasıyla “Toplumsal içeriğiyoğun; dilde, biçimde yoğun, titiz” şiirleriyle tanındı.

Arif Damar’ın dünya görüşü ya da şiirinin içeriği değişmemiş; ancak, sanatı algılayış biçimindebüyük değişiklik olmuştur. Sanatçı, şiirinin içeriği kadar biçimine, üslûbuna ve imgeye de ağırlıkvermeye başladı. Bu tutumuyla, yalnız duyguların değil, her türlü düşüncenin de şiire konuolabildiği Tanzimat sonrası şiirimizde, düşüncelerin sanatın işlevine ve ruhuna uygun olarakestetik sınırlar içinde nasıl ele alınması gerektiğinin en güzel örneklerinden birini verdi.

Devrimci mücadelenin yükseldiği, işçi sınıfının eylemleriyle düzeni sarstığı 70’li yıllarda “ÖlümYok ki” kitabında topladığı şiirleriyle devrimci şiirin en güzel örneklerini verdi. Geniş, zengin,evrensel bir şiirle akrabalık kurdu; bu kalabalık içinde her durumda yalınlığıyla, dupduru diliyleve “ölüm yok ki!” diyen hayat yanlısı kararlılığıyla tanındı. Şükran Kurdakul, O’nun şiirdeulaştığı aşamayı şu sözlerle saptıyordu: "Yüksek sesle okunacak coşkun söyleyişler yerine özyönünden toplumsallığı yitirmeyen, değişik duyarlılıklara açılan temiz, etkili, kendine özgübuluşlara ve imge gücüne dayanan bir şiir kurmayı başardı.''

Arif Damar, yaşamı boyunca sosyalist duruşundan taviz vermedi. 1990’larda kimi tatlı su şair veyazarları “Kürt” sözcüğünün olduğu yerden kaçarken, O, Kürt basınında, Gündemgazetelerinde yazmaktan çekinmedi. TAYAD’ın etkinliğinde tecride karşı, ölüm orucu eylemcisiSevgi Erdoğan için yazdığı şiiriyle desteğini sundu. Bu devrimci tavrını şu sözlerle ortayakoymuştu: "Gerçek şair, kendisine dayatılan değerleri içine sindiremez, tüm baskılarabaşkaldırır. Çünkü şiir bir başkaldırı, bir ayaklanma, çağdaş aklın ve ilkelerinsavunulmasıdır."

Sayfa 93

“Karşı koymazsak eğertehlikededir günlük ekmeğimizbacamızın tütmesi tehlikededirevimiz, aşkımız, çocuğumuzpencerede saksıkitap sevgisi, insan sevgisitehlikededir.

Gözlerini ölüm bürüdü onlarınuyumak, uyanmak tehlikededir,tehlikededir çiçek koklamakbardakta su, ateşte yemekbahçede güneş tehlikededir.

Tehlikededir gözbebeklerimizAdana'nın pamuğunu yabancılar işliyordokuma tezgahları tehlikededir.İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'unSamsun'un tütünü tehlikededir.Kapanıyor fabrikalar birer birervarımız yoğumuz tehlikededir.”

“Dayanılmaz” şiirinden…

40 KUŞAĞINDAN, ÇOKSESLİ TOPLUMCU ŞİİRİN ÖZGÜN ŞAİRİ: SABRİ ALTINEL

19 Ekim 1985’te İstanbul’da yaşamını yitiren Sabri Altınel,edebiyat öğretmenliği yaparken çeşitli dergilerde şiirleryayınlamaya başladı. Derin bir kültürün ve duyarlığın ürünüyapıtlarını onurlu bir geride duruşla hiçbir çevrenin rüzgârınaaçmamış, yalnızca şiirin gücüne yaslanarak yükselmişgözlerden uzak bir şair olarak önce çıktı. İlk şiirlerdeyalnızlık ve yabancılaşma gibi temaları ele aldı. 1940kuşağının etkisiyle Garip akımına, ve romantik şiirgeleneğine karşı çıkarak barış, özgürlük, yaşama sevincigibi duyguları dile getiren şiirler yazmaya başladı. 1958'densonra şiirini değiştirerek yeni bir anlatıma yöneldiği görüldü.

1959'da yayımladığı Kıraçlar adlı kitabında yalnızlığı, içinekapanık bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını, doğa

öğelerinin simge olarak kullanıldığı hüzünlü bir dille seslendirdi. 1967'de 'Soyut' dergisindeyayımlamaya başladığı 'Yaban Yazıları' adlı şiir dizisinde neredeyse insancıllaştırılmış bir doğalçevreyle bütünleşmiş köy yaşamının süregelen yalnızlığını, destanlarda, ağıtlarda görülen birdille aktardı. Sabri Altınel, Türk şiirinin çeşitli akımlarından hiçbiriyle çakışmayan, amatoplumcu bir yönelişin ürünü olan şiirleriyle, özellikle kırsal yöre halkının dramını özgün bir şiirdiliyle işledi… Onu, “sessiz sosyalist gerçekçi şair” olarak tanımlayanlar da oldu.

Lorca çevirileri ile ün kazandı. Doğan Hızlan'a göre, Lorca'dan yaptığı çeviriler edebiyatımızdayapılmış en iyi çevirilerdir.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Cemal Süreya, onu şu sözlerle tanımlıyor: “Türkçenin tadını çıkaran bir şair. Düşüncenin şairi. Çoksesli bir toplumcu şiir için kusursuz bir yapı hazırladı….. Kendi yatağında sessizce aka aka getiridiği alüvyonlar işte orada duruyor.” Adnan Benk ise, “Umudu yeryüzüne indirirken, insanoğlunun bütün bırakılmışlığını da içten duymuş olmalı ki, acı, keder, hüzün, şiirlerindeki bütün dizelerin kaçınılmaz bir yoldaşı, bir yananlamı gibi sürüp gidiyor. Bu yoldaş, bu yananlamişte biziz, biz, bir insan açısı, gerçeklerden bir gerçek” diye yorumluyor onun şiirini.

Asım Bezirci, onu, şu sözlerle anlatıyor: "... anlatımı etkili bir havayla donatır. Belki bu taşkın bir duyarlık değildir, ama derindir. Alttan alta kanayan bir yaraya benzer: Ağrısı git gide içine oturur insanın. Buna iyice arınmış esnek bir dil, sesleri ustaca değerlendiren bir orkestra tekniği ve ağıtlara özgü o iç sızlatıcı ezgi de katılınca şiirler alımlı bir evrene çekiverir bizi. (...) Bu eşsiz hikâyeyle (Kıraçlar) Altınel, şiirimizde bağımsız bir ada gibi durur. Altınel'in dumadan arayan, kendini tazeleyen ve geliştiren cins bir sanatçı olduğunu gösteren şiirlerdir..." Şükran Kurdakulise şiirimizdeki yerini şöyle saptıyor: "Yalnızlığı, içine kapanan bir halkın çağlar boyu sürüp giden acısını işlerken bireysel ve toplumsal tepkileri özümlemede güç rastlanır bir düzeye ulaştı."

Sabri Altınel ise şiire bakışını şu sözlerle anlatıyor: “Şiir bir hayat deneyidir, bir yaşama anlayışıdır. Şair, doğru gönlünce, doğru kafasınca yaşamasının şeklini anlatır, deneyini anlatır."

UZUN YOL ÖLÜLERİ

Kentin üstünde bir bulut sesi uğultuluKimsesiz yollarda uzun gündeYaralı insanlar iniyor gölgelere"Sokaklarda yalnızlık kaldı"Güz soğuğunda beyaz bir ışıktaSürüyorum yüreğimi ellerimdeYitik günün belleğiÖlüler, ölüler, ölüler.

Akşamın sonunda kanayanBir yüreği duyar gibiEvlerin hastanelerin yanındaYanık günlerin kirecin yanındaBeyrut'ta kimsesiz bir rüzgardaDuyuyorum ağlayan yüreği.

Afrika'da, Asya'da, Amerika'daÖlü yüzleri sokaklardaYıkılmış duvarlar, atılmış yollarSoğumuş beden sonsuza kadar susmuş ağızKiminle konuşacağım kiminleKan sızıyor toprağa.Yanık gövdeler kül yığını evlerKimsenin çıkmadığı kırık merdivenler evlerdeKimsenin açmadığı kapılarGözyaşsız gözler karanlıkta, sessiz gölgelerSuyunu içmek için öldürdüler seniEkmeğini yemek için.Anaların yasları kapıları çalıyorduÇığlıklar geçiyordu sokakları baştan başaÇekilmiş yürekleri içinden örtülmüş düşüncelerinGözsüz umutların toprağa düşen yıldızlarınSoğuk taşların içinden.

Özgürlük için savaştınız, yurtlarınız içinEsinlendi yaşamYiğitçe ve hazin ölümünüzdenOnurlandırdınız çağınızı

SABRİ ALTINEL

Sayfa 95

KÜRT HALKININ VE KIR EMEKÇİLERİNİNDEVRİMCİ ŞAİRİ: CİGERXUN

22 Ekim 1984’te sonsuzluğa uğurlanan devrimciKürt şairi Cigerxun’ saygıyla anıyoruz.

Cigerxun(1903-1984) Mardin'in Gercüş İlçesinin(şu anda Batman'a bağlı) Hesar köyünde doğdu.Asıl adı Şeyhmus Hasan'dır. Yoksul bir aileninçocuğu olan Cigerxun küçük yaşta anasızbabasız kalır ve yoksul ablasının yanındayaşamaya başlar. Ancak çocukluğunda, varsılağaların yanında çobanlık, ırgatlık yapmakzorundadır. 1. Dünya Savaşı şartlarındaSuriye'deki Kamışlı yakınındaki Amud köyünegider. Yaşam Mardin'den farksızdır. Okumatutkusu onu oralarda dinsel eğitim verenmedreselere yönlendirir. Ve zor şartlarda camiimamı belgesi alır. Cigerxun köy köy dolaşabilecek, köylülerin yaşamını daha çoktadabilecektir.

Cigerxun'un çocukluk yaşından beri sınıf çelişkilerini yaşayarak büyümesi, onu 1924'deyazmaya başladığı şiir'de ezilenlerin safına kor. Onun kullandığı rumuz bundan böyle"Cigerxun (ciğerikanlı)"dır. Tüm yazdıkları, genelde dünya yoksulları özelde tarımemekçilerinin çektikleridir: "Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmadı iş// Kızıl buğdayın orakmevsimi/ Homurdanıyor biçerdöğerler/ Irgatlar sarmış çevresini/ Mal sahibinin kördür gözleri//Hey ırgat ırgat ırgat/ Orağa kalmamış iş (...)«

Cigerxun, dünya görüşü ve imgelerini tüm dünya yoksulları için seçer. Son amacı sömürününolmadığı bir dünya yaratmaktır. Tüm ezilenler ezenlere karşı birleşmelidir, bu birleşme ağa,bey, molla, şeyhlere başkaldırı için olmalıdır: "Kardeşlik buysa, istemiyoruz böyle kardeşliği/Eşek semerine bağlı kaldıkça yularımız/ Onlar ağa, bey; bizler zayıf, köle,/ Onlar düşmanın,biz de onların rençperleri oldukça.../ Hey işçiler, köylüler, ne zamandır, kalkın yeter// Ne günedek ağa ve beylerin işçileri olacağız/ Ne güne dek köpeklerin ayakları arasında kemik?(...)"

Savaşa karşı, barış yanlısıdır Cigerxun. Çünkü o biliyor ki, tüm savaşların asıl galibi varsıllardırve yine o biliyor ki, tüm savaşların kaybedeni yoksullardır. "Yiğit arkadaşlar, güzelim gençlerbarış ister/ Gül, çiçek, gülnaz ve nesrin barış ister(...)Sevenler, Şirin'le Zin barışister(...)Düğün-halay mı; yoksa savaş mı istersiniz?/ Bahçe, bostan, bağ mı; yoksa savaş mıistersiniz?(...)"

Sosyalist gerçekçi Kürt şairi Cigerxun, tüm ezilenlerin kurtuluşunu istemekle evrenselleşen biredebiyatçıdır: "Doğu cennet bağının gülüyüm/ Güneşim, ışıdım karanlığında gecenin/ Fışkır-

Emeğin Sanatı 161. Sayı

mışım çağın sinesinden/ Fırat'ım, geniş tarihlerden geldim/ Hayat doluyum, güzel yaşamakisterim/ Bin dokuzyüzlerde yeşeren bir ekinim/ Yıldırımım, çok kıvılcımlı, bulutla gökgürültüsü/Görkemli bir sesle geliyorum vatanın göğünden/ Selim ben, dalgalarla çağlarım/ Yenilemekisterim toplumumu(...)"

Şiirlerinde "Kimim Ben?" diyerek silinmek istenen Kürt kimliğini haykıran Cigerxun, aynızamanda yazdıklarıyla evrensel bir ozandır.(Kaynak: www.cafrande.org)

KİN EM ?

Türkçe çevirisi ile beraber...

KÎNE EM? — KİMİZ BİZ?

Cotkar û karker — Çiftçi ve işçi,Gendî û rêncber — Köylü ve emekçi,Hemû proleter —Tümden proleterdirGelê kurdistan — Kürdistan Halkı.

........

CİGERXUN

Şoreş û volqan —Devrim ve volkan,Tev dînamêt in — Tümü dinamittir.Agir û pêt in — Ateş ve alevdir.Sor in wek etûn, — Benzersiz kızıllıktır.Agir giha qepsûn — Alev kapsüle ulaştı.Gava biteqin — Patladığı andaDinya dihejî — Dünya sarsılıyor.Ev pêt û agir — Bu alev ve ateş

Dijmin dikujî — Düşmanı öldürüyor.Kîne em? — Kimiz biz?Hey hey hey hey kîne em? — Hey Hey HeyHey Kimiz Biz?

BEHİCE BORAN SOSYALİZM UMUDUMUZAIŞIK TUTUYOR HÂLÂ

Türkiye Sosyalist hareketinin en önemli ve en yürekliadlarından biridir Behice Boran… Hiç kuşku yok ki, insanlaröldükten sonra kötü anılmazlar. Ölüm gibi duygusallıkyaratan bir durumdan sonra bir çokları belki de haketmedikleri övgülerle anılmışlardır. Ancak kimileri için övgübile yetersizdir. İşçi sınıfımızın yiğit evladı BehiceBORAN’da bunlardan biridir. Çünkü Behice BORANtartışmasız çevresini aydınlatan, inat ve kararlı kişiliği ileövgüyle anılmanın çok ötesinde şeyleri hak etmiştir.

Onun hem bir bilim insanı hem bilimsel sosyalizmi savunanbir önder olması nedeniyle gönlümüzde ayrı bir yeri vardır.Savunduğu düşünceler ve eylemli kişiliği yüzünden fırtınalıbir yaşamı olmuştur. Ancak, bütün zorluklara karşıninandıkları uğruna verdiği savaşımdan milim bile geri adımatmamış ve ağır bedeller ödemekten çekinmemiştir.

Sayfa 97

BORAN’nın bu konuda söyledikleri bir çoklarının böyle yaşamayı göze bile alamadığı amaBehice BORAN’ın göze alarak yaşamının son anına kadar sürdürdüğü bir gerçekliktir. O, bunedenle; “Sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır!” diyordu

Kimler yükselen değerlere teslim olup kendileri için acıklı bir yaşamı içselleştirmedi. Koca kocaprofesörler, bilim adamları, politikacılar sermayeden esen rüzgarlarla “değişen değerler” tanımıyapıp eşiği aşarak kendisini sermayeye pazarlamadı mı? İşte Behice BORAN gibi işçi sınıfınınyüce davası sosyalizm için savaşanlar bu yüzdendir ki ölümsüzdürler. Sonsuza kadar anılmayıda bu yüzden hak etmişlerdir.

BAŞ EĞMEZ DEVRİM SAVAŞÇISI HİKMET KIVILCIMLIÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR…

Türkiye Devrim Tarihi'nin önemlikişiliklerinden biri olan Dr. HikmetKıvılcımlı'yı, ölümünün 43. yılındasaygıyla selamlıyor ve anıyoruz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılındaPriştine'de doğdu. Ailesi, BalkanSavaşı'ndan sonra Anadolu'ya göçetti ve Kuşadası'na yerleştiler. Liseöğrenimi sürecinde İstanbul'a gelenHikmet Kıvılcımlı, burada VefaLisesi'nde okudu. Kıvılcımlı, İstanbulTıp Fakültesi'ndeki öğrenimyıllarında sosyalist mücadeleyekatıldı.

1925 yılında gerçekleştirilen TKP 2.Kongresi'ne delege olarak katıldı.Aynı yıl, Şeyh Sait İsyanı nedeniyleçıkarılan "Takrir'i Sükun Y asası",ülke çapında bir terör ve baskı dalgasının yükselmesine sebep oldu. Bu arada Hikmet Kıvılcımlıda tutuklandı ve 10 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Fakat bir yıl sonra ilan edilen bir aftanyararlanarak, tahliye oldu. 1929 yılında tekrar tutuklandı, bu kez 4,5 yıl hapis cezasınaçarptırıldı. Bu sürenin bitmesine çok az kala, yine bir aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuştu.Kendisi bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi MK üyesidir. 1938'de, Donanma Davası'ndantekrar tutuklandı ve 15 yıla mahkum edildi. Bu kez, 12 yıl yattı. 12 Mart 1971 Açık FaşizmiDönemi'nde arandığı için yurtdışına çıktı ve çok kısa bir süre sonra, 11 Ekim 1971'de,Belgrad'da öldü.

Emeğin Sanatı 161. Sayı

Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının her anını devrimci disiplininden ödün vermeden yaşamış; ölümünedeğin okuma, araştırma, öğrenme ve öğretme eyleminden vazgeçmemiştir. 36. ölümyıldönümünde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı, onurlu yaşamını ve mücadelesini saygıyla anıyoruz.Türkiye sosyalist hareketinin en özgün ve üretken isimlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlıörgütlü mücadele kararlılığı ile bugün de sosyalizm mücadelesine ışık tutmaya devam ediyor.

Onun kararlı ve yiğit devrimci yönünü en iyi şu sözleri yansıtıyor:“Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut maviyahut yeşil, elâ gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığıdışında hiçbir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık.Görev yapıyorduk, muhallebi değil... Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak ta vardır,vurulmakta. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.”

CHE GUEVERA, KAVGAMIZA, BİLİNCİN VE DİRENCİN GÜCÜNÜ KATMAYA DEVAM EDİYOR…

Arjantin'de doğan devrimci ErnestoChe Guevara 20'nci yüzyılı etkileyenen önemli adların başıda gelir.Buenos Aires'te tıp okuduğu sıralardaLatin Amerika'nın pek çok bölgesinidolaşan Che, bu coğrafyanın enbelirgin iki özelliğine yoksulluğa vebaskıcı rejimlere tanıklık etti.Marksist görüşleriyle birleşenisyankar ruhunun gösterdiği yön,silahlı devrim hareketiydi. 1954'teMeksika'da Fidel Castro ile tanıştı,Castro'nun liderliğini yaptığı 26Temmuz hareketine katıldı.

Bu hareket Kübalı diktatör FulgencioBatista rejimini alaşağı etti, Castroartık sosyalist Küba'nın devrimcilideriydi. Che, 1959-1961 yıllarıarasında Küba Ulusal Bankası'nınbaşkanlığını yaptı, daha sonra daSanayi Bakanı oldu. 1965'te devriminkızıl rengini diğer coğrafyalarayaymak için Küba'yı terk etti.

Sayfa 99

Afrika'da isyancı güçlere gerilla eğitimi verdi ancak çabaları sonuçsuz kalınca 1966'dayeniden Küba'ya döndü. Aynı yıl Bolivya'da Ortunyo yönetimine karşı mücadele başlattı. Bumücadele onun son devrim macerasıydı. Che Guevara, 41 yıl önce bir çatışmadaBolivya'nın La Higuera köyünde katledildi.

Ama düşünceleri ve devrimci tavrı dünyanın her yanında, her dağda yankı buldu. Bulmayada devam ediyor. Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur: CheGuevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladıkları tişörtün bağrından alev alevbakmaya devam ediyor. Ve o zalimlere haykırmaya devam ediyor:“ Bir çiçeği ezebilirsiniz,baharı asla!”

GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ

Emeğin Sanatı 161. Sayı

LA SORGUEYvonne’a Türkü

Çok çabuk giden ırmak, birden yoldaşsız,Tutkunun yüzünü ver ülkenin çocuklarına.

Şimşeğin bittiği, evimin başladığı ırmak,Usumun çakılını unutuşun basamaklarına yuvarlayan.

Irmak toprak bir titremedir sende, güneşse kaygı.Ekmeğini yapsın her yoksul, gecesinde, senin ekininden.

Çoğu zaman cezalı ırmak, yüzüstü bırakılmış ırmak.

Elleri nasırlı çırakların ırmağı,Kırılmayan yel yoktur dalgalarının doruğunda.

Boş ruhun, paçavranın ve kuşkunun ırmağı,Çözülen eski acının, karaağaç fidanının, acımanın ırmağı.

Zirzopların, coşkunların, taş yontucularının ırmağı,Yalancıya alışmak için sabanını bırakan güneşim.

Kendinden iyilerin ırmağı, çiçeklenen sislerin ırmağı,Şapkasını saran boğuntuyu gideren lambanın.

Düşlü ilgilerin ırmağı, demiri paslandıran ırmak,Denizleri tersleyen gölgeli yıldızların ırmağı.

Aktarılmış güçlerin ırmağı ve suları fışkırtan çığlığın,Asmayı çiğneyen ve yeni şarabın habercisi kasırganın.

Bu çılgın zindan dünyasında hiç yıkılmamış yürekli ırmak,Hem amansız hem de dost tut bizi ufkun arılarına.

RENE CHARÇEVİRİ: ÖZDEMİR İNCE

Sayfa 101

KAN TÜRKÜSÜ / JACQUES PREVERTBüyük kan birikintileri var dünyadabu dökülen kanın tümü nereye gideryeryüzü mü içer içip de başı mı döneröyleyse tuhaf bir baş dönmesidir buöylesine bilgece… öylesine tek düzeYoo başı maşı döndüğü yok yeryüzününyeryüzü tersine dönmüyorküçük el arabasını mevsimleri itiyor düzenleyağmuru… karıdoluyu… güzel havayıhiç mi hiç esrik değil yeryüzüarada bir o da gücüngöz yumuyor püskürmesine küçük bir yanardağınDönüyor yeryüzüdönüyor ağaçlarıyla… bahçeleriyle… evleriylebüyük kan birikintileriyle dönüyorbütün canlılar birlikte dönüyorlar, kanıyorlarBoşveriyordönüyor yer yüzübütün canlılar ulumaya başlıyorlarvızgeliyor onadönüyordönüyor durmadankan da durmadan akıyorŞu dökülen kan nereye gideröldürülenlerin kanı… savaşların kanıyoksulluğun kanıtutukevinde işkence edilenlerinana babaların kolayca işkence ettikleri çocukların kanıya hücrelerde başları kanıyanlarınya çarı işçisinindamdan düşen işçinin kanıyeni doğan çocukla… yen i çocukla gelendalga dalga akan kanana bağırır… çocuk ağlarkan akar… dünya döner

Emeğin Sanatı 161. Sayı

yeryüzü durmadan dönerkan durmadan akarDövülenlerin… ayaklar altına alınanlarındökülen kanları nereye giderkendini öldürenlerin… kurşuna dizilenlerin… cezaya çarptırılanların kanıya pisi pisine kazara ölenlerin kanıSokakta yürürken bir adamtüm kanı içindebir bakıyorsunuz ölüvermiştüm kanı yerlerdeötekiler yok ediyorlar kanı kaldırıyorlar herifiama kan inatçıölünün olduğu yerdeneden sonra kapkarabiraz kan fışkırır daha…pıhtılaşmış kanyaşamın pası… bedenlerin pasısüt gibi kesilen kansüt gibi bozulurkenbozulurken yer yüzü gibiyeryüzü gibi dönerkensütüyle… inekleriyleağaçlarıyla… yaşayanlarıyla… evleriyle dönüyor yeryüzüevlenmeleriylecenazeleriylekalıntılarıylayığınlarıyladönüyor… dönüyor… dönüyor yeryüzübüyük kan ırmaklarıyla

JACQUES PREVERTÇEVİRİ: TEOMAN AKTÜREL

Sayfa 103

Aç ve çıplak halkım için dövüştütaş yürekli hain insanlara karşı.Dört duvardı tek malı sağlığında,ölümündeyse dört çam tahtası.

Dördüncü kattaydı öldüğü oda.Ağır ağır tırmandı insanlar merdiveni,kadınlar, çocuklar, solgun yüzlü halk,çalışan Paris, sırtında işçi gömleği.

Beri dursun günlük ekmeğimizi çıkarmak,insanlarımız yeni bir yasa girdi,

geldiler koşa koşa kardeşler bütün,bense bir kenarda bekledim sıramı,

düşüne kura sahanlığında merdivenin.

Ey sağır insanlar, duyun bu sesi!Duy sen de buruşuk suratlı köle,

kafesinde sincap gibi dört dönen yeryüzü!yalnız kardeşlik için çarptı,

yalnız eşitlik için.

Belki duyarsınız şimdi onu,çünkü çoktan durdu nefesi,

zindandan çıkıp mezara giren bu savaşçıbağırmakta size derinliklerinden

sessizliğim:“Ne tanrı, ne efendi!”

BLANKİ’YE AĞIT

EUGENE POTTİERÇEVİRİ: A. KADİR-ŞERİF HULÛSİ

Emeğin Sanatı 161. Sayı

EMEĞİN SANATI E-DERGİAylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi

15.10.2014 Yıl: 8 Sayı: 1601

Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi© Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkışair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir.Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir.

Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, [email protected] gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=tsTwitter adresi: http://twitter.com/emeginsanatiEmeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanatiEmeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi

DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ:RENÉ CHAR:(197-1987)Fransız en önemli şairlerindendir. 1930’da gerçeküstücülerekatıldı. 1938’de onlardan ayrıldı. Şiirsel anlayışında Gerçeküstücü çizgiyekatkılar sunsa da savaşı ve toplumsal olayları kendine özgü bir simgecilik vekapalılıkla yazmayı sürdürmüştür. Buna rağmen şiirinin gücüyle dünyanın enbüyük ozanları arasında yerini almıştır.

JACQUES PREVERT:(1900-1977) Ünlü Fransız Şair. Başlangıçta sürrealizm akımı içinde bulundu.Daha sonra her türlü zorbalık ve baskı gücüne karşı çıkan şiirleriyle ünlendi.Özgürlük, mutluluk, adalet temalarını konuşma diliyle işlediği yapıtlarıylaülkesinin en yaygın şiirini ortaya koymuştur.

EUGENE POTTİER:(1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmi türküleri ve şiirleriyle dünayayayayan şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarakçalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 Paris Komünü’nde milletvekiliseçildi. Komün yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben ölümcezasına çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti.1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2.kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde öldüama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı.

Kaynak: Dünya Şiirleri Seçkisi (Mill. Yay.) AnonimDünya H. Ve D. Şiirleri I – A. KADİR

insan

en azı göremeyen hangi çoğuakar gibi su, ihanet duruşu –çağdan kirsevmek denenmeyeöpmek bilinmeyeselam verilmeyesonsuzu sonlu yaparken yıkanıp kalmış dokunuşve hiç kurcalanmamış kayıp dilköhne çıkınıyla gövdeden söze nasılgüvençle yoğrulmamışsa erkek gülüşügöz unutulmamışsa nahif kızın saçındaaydınlık hanidir sabah neresi

ölüm ilmekli askerse çoğuokşar gibi parmak, tetik duruşu –arpacıktan gezgül koklanmayabahçe kurulmayaoyun oynamayayası şölene çevirecek çocuk dağları kırılmışve yavru kekliği büyütememiş ovakanlı gövdesiyle mezardan mezara niçinduvarlar arası yolcuysa bir annenin çığlığıgöğüs ayazını ısıtamamışsa bebeğin başıinsanlık hanidir insan neresi…

AZİZ KEMAL HIZIROĞLU

neresi