13
ÖZGE ERKİN DESTAN

Destan ön okuma

Embed Size (px)

DESCRIPTION

 

Citation preview

ÖZGE ERKİN

DESTAN

Destan

9

1. KAÇAMAK

Geçmişin yükünü, kara bir peçe misali yüzüne sarmış adama baktı Yavuz. Bugününü, yarınını avuçlarına,

iki dudağının arasına bıraktığı adama... Hangi ruhunun göz-bebeğine ulaştığını bilemediği adama: Devran’a, Destan’a…

Daha on yedisindeydi Yavuz onun adını duyduğunda. Ba-basından dinlemişti onu; şair Devran’ı...

“Tüm İstanbul’u tek lafıyla dize getiren Yaman Ali’ye pos-ta koydu oğlu bugün. Hiç müdana etmedi,” demişti.

Çok merak etmişti o zamanlar. İlk tanışması ise cenazelerin hemen ertesinde olmuştu.

Yaman Ali’nin can dostu Aziz Bey, “Ruhunu kara yangın-lar sardı oğlanın, söndüremedim,” demişti bir keresinde.

Eline silah değmeyen, sırf bu yüzden babasına sırtını dö-nen Devran’ın o gün miladı oldu. İstanbul’u yaktı yıktı o gece. Yapanları buldu. Kanlarında banyo yaptı ama sönmedi yine de içinin yangını. Tüm âlem onu konuştu.

“Yaman Ali’nin oğlu Devran ‘destan’ yazdı,” dediler.

Ve nam-ı Destan olarak yürüdü Devran’ın.

Bir yanı katil, bir yanı şair; bir bedende iki ruh...

“Ne konuşuyorsun yine kafanın içinde Yavuz? Kimle ko-nuşuyorsun be aslanım?”

Özge Erkin

10

Yavuz beyninin köşesine yer etmiş olan Destan’ın hikâ-yesinden koptu bir anda. Karşısında ona bakan orman gözlü adam Devran’dı.

“Kimle konuşayım abi? Düşünüyordum öylesine...”

“Gözlerini bana diktiğine göre pek hayır şeyler düşünmü-yordun sanırım.”

“Hatun meselesi desem kızacaksın. İşler desem, rakı sofra-sına getirme işi gücü diyeceksin. Beni de şaşırttın be abi.”

“Az düşün çok iç, hadi oğlum... Düşünme, kafanı dağıt diye getiriyorum buraya, senin tilkilerin kuyrukları halay çe-kiyor. Bak, yarın mezun oluyorsun. Bu ön kutlama; sana söz, diplomayı eline al, sazlı-sözlü, dansözlü bir gece yapacağım cümle âleme karşı...”

“Aman abi, dile düşüreceksin illa beni. Bebeye bak dedir-teceksin. Ne kutlaması, kutladık ya işte.”

“Peki koçum, öyle olsun. E hadi o zaman, küstürme rakı-nı.”

Devran sözünü tamamlarken rakı bardağını eline aldı, iki kere masaya vurdu ve bir dikişte içip bardağı ters çevirip tekrar masaya koydu. Bilirdi herkes; Devran’ın ayak bastığı mekânlar bilirdi: Devran sadece bir duble rakı içer; onu da bir kerede içip bardağını ters çevirip masaya koyardı. Sadece bir yudumda... Sadece bir nefeste... Kendisine verdiği izin bu kadardı. Çünkü içtikçe bilinci bulanıklaşacak, içtikçe yüzleri silikleşecekti. Bir tek onlar tutuyordu ruhunun Devran’a ait olan kısmını ayakta. Onların da yüzü silinip giderse sadece Destan kalırdı geriye. O da, tüm barutunu İstanbul’un üzerine serpmişti bir gecede. İçi boş bir kovandı sadece.

Destan

11

“Abi, bir şey sorabilir miyim?”

“Sor.”

“Birini bile okumama izin vermeyecek misin?” diye sordu, yanından hiç ayırmadığı deri kaplı defteri göstererek.

Devran’ın gözleri yumuşadı. Yavuz, yanında yamacında olan, sorumluluğunu omuzlarında hissettiği nadir insanlardan biriydi. Babası Cevdet Bey’den emanet aldığı günden beri sağ yanındaydı. Okumaya hevesi dikkatini çekmişti ilk olarak. Bu yüzden de üstüne düştü. Okuttu, yurtdışına yolladı. eğitiminin donanımlı olmasını sağladı. Ona sarıldı. Çünkü farklıydı. Kirin pasın içinde tertemiz, zehir gibi bir delikanlıydı. Silahla değil, akılla dize getirenlerdendi. Şu an yanındaki tek sıcaklık, tek candı.

“Biliyorsun, tek bir kişi okudu bu zamana kadar...”

“Biliyorum, Aziz Baba okumuş. Ama hani mezun oluyo-rum ya abi. Hediye gibi düşünsen... “

“Senin hediyen orada oğlum, park halinde.”

“Ah be Devran abi, sanki araba görmedim bu zamana ka-dar.”

“Ne yapacaksın oğlum benim yazdıklarımı okuyup da?”

“Gerçek Devran’ı hissedeceğim.”

Devran bir an şaşkınlıkla bakakaldı. Ne demeliydi? Dev-ran’ı ben bile hissedemiyorum mu artık, deseydi? Kaç zaman olmuştu kaleminden kelimeler dökülmeyeli? Kaç zaman geç-mişti kalp atışlarını hissetmeyeli? Destan kovmasa da sindiri-yordu işte içindeki şairi.

Gönlünde koca koca masalar kurulsun istiyordu halbuki,

Özge Erkin

12

hoşsohbetlerin meze yapıldığı... Aşka kadehler kalksın, Mü-zeyyen Senar söylesin istiyordu. Ama olmuyordu. Gönlüne baktığında kömür karası zindanda buluyordu her seferinde kendisini. Böyle anlarda içindeki karanlığa ateş olsun diye daha bir Destan’a sarılıyordu..

“Bu kadar yeter, hadi bakalım koçum. Seninle gitmemiz gereken bir yer daha var.”

“Neresi?”

“Bir adamı ziyaret edeceğiz.”

“Kim ki?”

“İsime gerek yok Yavuz. Adam işte...”

“Bu adamın benimle ne ilgisi var abi?”

“Gidince anlarsın.”

Her yeni gün, bir öncekinin yansımasıydı sanki. Aynada kendisine kısa bir bakış atarken düşündüğü tam olarak buydu kadının. İsyankâr olmanın bir fayda sağlamayacağını o da çok iyi biliyordu. Arabasından inip kendini dışarı attığında, topuk-larının mermer zeminde çıkardığı sese odaklandı. Hâlâ alışa-mamıştı içten içe. Şu an ayağında topuklu ayakkabılar yerine, acil serviste rahatça koşturabileceği spor ayakkabıları olmalıy-dı. Oysa o, acil servis yerine şirket binasından içeriye giriyor ve babasının son nefesinde emanet ettiği aile şirketini ayakta tutmaya çalışıyordu.

Efsun Şahiner; gençliğinin baharında kendi ideallerinden vazgeçmiş, hatta kendine bile yabancılaşmaya başlamış, diğer-lerinin değimiyle “Karabüyü”, sıradan bir güne daha bitkince adım atmıştı.

Destan

13

Babası bin bir emekle kurmuştu bu şirketi. Bu şirket saye-sinde okumuş, doktor olmuştu. Fedakârlık yapan hep babası olmuş; o ve kardeşi rahatça okullarında okumuş, hiçbir eksik-leri olmadan hayatlarını gönüllerince yaşamışlardı. Ta ki baba-sı Nihat Bey kanser illetine yakalanıncaya kadar. Efsun onu en iyi doktorlara götürmüş, okuldaki hocalarından destek almıştı. Ama en son gittikleri onkoloji uzmanının; 4. Evre pankreas kanseri teşhisini doğrulamasıyla yıkılmıştı. Bir doktor olarak ne büyük bir ıstıraptı her şeyin farkında olmak. Okuldayken dünyayı bile yerinden oynatabileceğini sanırdı oysa. Ama dok-tor değil de hasta yakını olduğunda elinden hiçbir şeyin gel-meyeceğinin farkındalığı tokat gibi vurmuştu yüzüne. Ve son çabuk gelmişti.

“Efsunum, şirketin başına geç. Alın terimin, sizlerden ayrı kaldığım günlerin hatırına kurda kuşa yem olmasına izin ver-me. Benim için, son dileğimi kabul et kızım,” demişti son ne-fesinde babası ve üç gün sonra da gözlerini hayata yummuştu. Efsun kaybının üzüntüsünden hiçbir şey düşünemez haldeyken kısa süre sonra şirket avukatının görüşme talebiyle, şirketi al-mak isteyenlerin olduğunu öğrenerek gerçek hayata hızlı bir geçiş yapmıştı. Babasının dediği gibi kurda kuşa yem olacaktı tüm emekleri. Şirketin başına geçeceğini söylemişti avukata ama o ne anlardı lojistikten, gümrükten falan?

Babasının eski bir arkadaşı olan avukatın, “Her durumda size yardımcı olacağım,” demesiyle güç bulmuş ve deli cesare-tiyle tıbba veda etmişti. Son üç senedir şirketin başındaydı ve az da olsa büyütmeyi başarabilmişti. İşte bugün de, sıradan bir günmüş gibi başlamıştı Efsun için. Sanki üç yıl önce üzerinden çıkardığı beyaz önlüğüyle birlikte ruhunu da çıkarıp asmıştı dolaba. Kanla kaplıydı gömleği hâlâ.

Özge Erkin

14

Acil tıp uzmanlığını alır almaz “sınır tanımayan doktor-lar”a başvurmuştu Tayfun’la birlikte. Öğrencilik yıllarından beri sevgiliydiler. Başvuruları kabul edilir edilmez soluğu Fi-listin’de, savaşın tam ortasında almışlardı.

Efsun, sanki barut kokusu duymuşçasına titredi olduğu yer-de ve o güne gidiverdi birdenbire.

“Dökme Kurşun Operasyonu”nun hemen ertesinde Gaz-ze’ye doğru yola çıkmışlardı. Sadece ilaç yardımında buluna-cakları söylenmişti. Ama oraya vardıklarında karşılaştıkları manzara, savaşın tüm vahşetini gözler önüne sermişti. Çarpış-malar devam ediyordu. Birlikte hareket ettikleri askeri ekip, yola çıkmadan birkaç hafta önce doktorlar da dahil herkese en basitinden silah eğitimi vermişti. Eline daha önce hiç silah almamış olan Efsun için o soğuk çeliğin hissi garip bir şekilde güven vermişti. Birinin canını yakma fikri her ne kadar kabul-lenemeyeceği bir durum olsa da ister istemez güvende hisset-mişti kendisini.

Gazze’de derme çatma oluşturulmuş hastaneye vardıkla-rında gördüklerine inanamadı Efsun. Her yerde yaralılar, kay-bettiği yakınlarını arayanlar ve kokmaya yüz tutmuş cesetler vardı. O anda sekiz doktordan oluşan ekipteki herkes sadece ilaç yardımının yeterli olmayacağını anlamıştı. Kimse, birbiri-ne danışma gereği bile duymadan çantalarını sırtlanarak ya-ralıların yanında almışlardı soluğu.

Bir iki yaralıyla ilgilendikten sonra sürekli ağlayan bir ka-dının yanına gitti Efsun. Kadın, yanı başında artık nefes al-mayan ve alt gövdesi neredeyse paramparça olmuş bir adamın elini tutuyor ve kimse onları ayıramıyordu. Kadının da yarası çok ağırdı. Elinden bir şey gelmeyeceği belliydi. Muhtemelen sadece morfin verebilecekti.

Destan

15

Soluk gri gözlerini kendisine diktiğinde nefesi kesildi ade-ta. Kadının gözlerinden tarifi mümkün olmayan bir acı taşıyor-du.

“O... Kocam... Öldü mü?” Kadının Türkçe konuştuğunu duyunca şaşırdı Efsun ve birkaç saniye cevap veremedi.

“Bilmiyorum. Kontrol etme fırsatım olmadı.”“Türk’sün sen de...“Evet”“Tek istediği vatan toprağına dönmekti. Yardım getirmeye

gelmiştik buraya. Bir an evvel dönmek istiyordu. Kocam...”Kadının kaybının acısı can acısını bastırıyordu. “Eğer öldüyse ölmeme izin ver. Lütfen..”Efsun ne söyleyeceğini bilemedi. İnsan, birlikte ölecek ka-

dar sevebilir miydi ki birini? Cevabını kendi içinde veremese de, karşısında bunu soru olarak bile kabul etmeyecek biri vardı.

“Ama...”“Onsuz nefes almamın bir anlamı yok. Onu ilk gördüğüm-

den beri kaderimizin bir olduğunu biliyorum. Birlikte ölece-ğiz.”

“Yormayın kendinizi, izin verin yardım edeyim size.”“Hayır. Lütfen, bırak öleyim.”Efsun hayatında ilk kez mesleki açıdan büyük bir ikileme

düşmüştü. Kadının isteği o kadar gerçekti ki. Aklı almıyordu. Tekrar konuşmaya başladığında nefesi kesik, sesi hırıltılıydı.

“Anlamıyorsun biliyorum. Ama aşk böyledir. Birlikte ya-şamayı dilemek herkes için, ama birlikte ölmeyi istemek sa-dece aşk için... O aşkı gördüğün anda tanıyacaksın... Bir gün anlar...”

Özge Erkin

16

Kadının son nefesini verirken başını kocasına çevirmesi ve yüzünde oluşan tebessüm yerle bir etti Efsun’u. Anlamak bir tarafa, şoke olmuştu adeta. Savaşın ortasında, insanın isyan etmesi, lanet etmesi gereken bir anda, ölüm anında bir kadının sevdiği adama ölümde de eşlik etme isteği sarsmıştı Efsun’u. Bir gün anlarsın, demişti son nefesinde.

O gün henüz gelmemişti ama o kadının son bakışı ve son nefesinde söyledikleri silinmemişti aklından.

Efsun geçmişin sisinden sıyrıldı birdenbire. Bu kadar kısa zamanda ne çok şey değişmişti, sıradanlaşmıştı. Ruhsuzca ge-çen her gün bir öncekinin aynıydı işte. Kapıda onu karşılayan ve arabasının anahtarını almak için bekleyen güvenliğin bile her gün yaşadığı telaş aynıydı. Şirketten adımını içeri atar at-maz alt kattan yukarıya doğru dalga dalga yükselen mesaj da: “Karabüyü giriş yaptı.”

Asansörde, neden aklına o kadının geldiğini düşünüp dur-du. O günleri anmazdı kolay kolay. Kimseye öyle ayrıntılı an-latmışlığı da yoktu. Çok zor zamanlar geçirmişti; parçalanan vücutlar, ölen çocuklar, kurşunların altında korkuyla geçen günler... Tüm bunları tekrar hatırlaması ne kadar yorulduğunun bir göstergesiydi belki de. Renksiz hayatı yoruyordu Efsun’u. Griye boyalıydı sanki her şey; bir renge, bir değişikliğe ihtiyacı vardı.

Ofisinin olduğu kata vardığında, büyük camlı bölmenin ar-kasındaki asistanına takıldı gözü. Onun da canı sıkkındı sanki.

“Günaydın Zümrüt. Toplantıya kadar telefon kabul etme. Hepsini Ayşenur’a yönlendir. Sonra da iki sade kahve kap ve yanıma gel.”

Zümrüt, adının tam zıttı olan kara gözlerini kocaman aça-rak durakladı.

Destan

17

“Zihin gücüyle çalışır bir kahve makinemiz mi var Züm-rüt? Dondun kaldın... Hadi...”

“Hemen geliyorum Efsun Hanım.”

Efsun odasına girdiğinde anlık bir ferahlık yaşadı. Sabah sabah üzerini saran geçmişin kasvetini çıkarıp atabilirdi belki. Duvardaki plazmanın tuşuna bastı ve ekonomi haberlerini si-lip attı gözünün önünden. Onun yerine daha iyi bir fikri vardı. Müzik setinin içinde hangi CD olduğundan gayet emin bastı tuşuna. Odanın içini Dvořák’ın “New World” senfonisinin tüm notaları doldururken, “Bugün farklı bir şeyler olmalı,” dedi yüksek sesle.

Zümrüt elinde fincanlarla içeriye girerken, “Anlamadım Efsun Hanım, bana mı dediniz?” diye sordu.

“Sana demedim Zümrüt, sıradanlık artık canımı sıkmaya başladı, kendi kendime bugün farklı bir şeyler olmalı diyor-dum.”

Kahvesinden bir yudum aldı. Acımtırak tadın damağında yayılmasının zevkini çıkardı.

“Keşke bademli çikolatalardan da koysaydın Zümrüt.”

Zümrüt inanmayan gözlerle baktı.

“Ama Efsun hanım siz...”

“Biliyorum Zümrüt, çikolatadan uzak duruyorum uzun za-mandır... Ama bugün bir garibim. Farklı bir şeyler olsun istiyo-rum. Tıpkı çalan senfoni gibi ‘Yeni Dünya’... Yeni bir dünya-ya ihtiyacım var. Otuzuma merdiven dayadım. Annem ve ele avuca sığmayan, şöhret rüzgârına kapılmış kardeşimden başka kimsem yok. İş haricinde bir tek piyano çalmaktan anlıyorum. Üç yıldır yanımdasın, kaç kere tatil yaptın?”

Özge Erkin

18

“Üç kere. Bir kere de Brüksel’e giderken sizinle gelmiştim. Bana ihtiyacınızın olmadığı iki gün boş boş şehri gezmiştim. Onu da sayabiliriz.”

“Ben kaç kere tatil yaptım? Hiç. Üç yıldır, değil bir hafta-mı, bir günümü bile kendime ayırmadım. Bir kere bile dışarıya çıkıp eğlenmeye gitmedim. Magazin basınının beni neden me-rak ettiğini daha iyi anlıyorum şimdi. Onlar bile bana ‘Karabü-yü’ diyor. Sarı meleğin karabüyü ablası...”

Kardeşi Eslem, onun tam tersine sapsarı saçlı, melek gibi bir kızdı. Ablasının gözlerinin karasına karşın mas maviydi gözleri. Herkesin peşinden koştuğu ünlü bir manken olmuştu, Efsun ise babasının vasiyeti üzerine işkadını!

Zümrüt içinden şükretti. İstediği ortam kendiliğinden sağ-lanmıştı. Efsun Hanım’ın bu ruh hali, onu tatil yapmaya yön-lendirmesi için biçilmiş kaftandı. Böylece A planını es geçerek B planını devreye sokabilirdi.

“İzniniz olursa bir şey sorabilir miyim?”

“Off, sen yapma bari Zümrüt. Beni en çok gören, benimle en çok vakit geçiren tek insan sensin, hâlâ yalnızken izin isti-yorsun...”

“Peki. Sizin işten, hatta İstanbul’dan uzaklaşmaya ihtiyacı-nız var. Şöyle kendi başınıza kalıp dinlenebileceğiniz, doğayla iç içe olabileceğiniz bir yere gitseniz...”

Efsun hafifçe kaşlarını çatarak karşısındaki çıtı pıtı kıza, “Günlük, haftalık, hatta aylık tüm takvimim senin elinde Züm-rüt, sen söyle, mümkün mü böyle bir şey, “ diye çıkıştı.

“Sizin için bir-iki düzenleme yapabilirim. Buna ihtiyacı-nız var, belli. İki haftalık bir mola işleri aksatmayacaktır. İş

Destan

19

yoğunluğumuz nisan ayının ortalarında başlıyor. Sizin için bir yer ayarlayayım. Öyle otel falan da değil. Sadece kendinizle kalabileceğiniz, kitap okuyup yürüyüşler yapabileceğiniz size özel bir kaçamak...”

“Öyle bir yeri nereden bulayım şimdi kışın ortasında Züm-rüt. Hem bulsam bile...”

“Siz onu bana bırakın. Bildiğim harika bir yer var. Bir iki telefon görüşmesi yapmama izin verin yeter.”

“Sen ciddisin...”

“Elbette Efsun Hanım. Ne zamandır sıkkın haliniz gözü-me çarpıyor, bugün siz dile getirmeseydiniz ben kendiliğimden önerecektim benzer bir şeyi.”

“Ama...”

“Cümleye o şekilde başlamayın. Biliyorum; ama işler ak-sar, toplantılar, sözleşmeler, diyeceksiniz. İnanın ben bütün yükü alacağım sizden. Finans müdürümüz Mehmet Bey zaten tüm sözleşmelerden haberdar. Ekip olarak her şeye hâkimiz Efsun Hanım. Kendinizi aksine ikna etmek için bahane üret-meyin lütfen.”

“Bilemiyorum.”

“Lütfen izin verin. Söz veriyorum pişman olmayacağınız bir yer ayarlayacağım size. Bildiğim, gittiğim bir yer. O yüz-den sürprizle karşılaşmayacaksınız.”

“Peki Zümrüt. Sen bir sor soruştur, sonra tekrar değerlen-direlim.”

Zümrüt tamam diyerek yanından ayrılırken Efsun, ne kadar belli etmek istemese de heyecanlandığını fark etti. Zümrüt’ün bahsettikleri çok cezp ediciydi. Ve o anlattıkça buna aslında

Özge Erkin

20

ne kadar ihtiyacı olduğunu fark etmişti. Koltuğunun arkasına, yaslandı gözlerini kapadı; geçmişin yükü, şimdinin ıssızlığı ve geleceğin belirsizliğiyle kararını verdi Efsun. Evet, ufak bir ka-çamak iyi gelecekti ona.

Çalan telefonla sıyrıldı düşüncelerinden. Zümrüt toplantı için herkesin hazır olduğunu haber veriyordu. Önündeki dos-yayı alarak toplantı odasına geçti. Toplantı süresince aklında sadece Zümrüt vardı. Yarım saat süren görüşme bitmek bilme-mişti. Son düzenlemeleri yapıp hızla odasına geçerken gözü Zümrüt’ü aradı ancak Zümrüt yerinde yoktu.

Masasına geçip tam elini telefona uzattığı sırada kapı çaldı ve Zümrüt yüzünde kocaman gülümsemeyle içeri girdi.

“Efsun Hanım, bir iki telefon görüşmesi yaptım. Bana saat dörde kadar izin verin. Tüm ayrıntıları tamamlayıp sizi bilgi-lendireyim.”

“Tamam Zümrüt, sana bırakıyorum. ““Pişman olmayacaksınız. “

“Her şeyi ayarladım efendim.”“Tamam, tam adresi almış olmalısın.”“Evet efendim, gerekli görüşmeleri de yaptım.”“Hata olmasın...”“Merak etmeyin efendim,” diyerek odadan çıkan Zümrüt,

zafer elde etmenin verdiği hazla küçük bir kahkaha attı. Tele-fonda görüştüğü adamın istediği gibi, tüm ayrıntılar kolayca halledilmişti. Ve plan tıkır tıkır işliyordu.

Efsun Hanım söylenildiği gibi oraya gidecekti. Onun oldu-ğu yere.