447
CHARLES SEIGNOBOS Mm^ 4 Y{ 5 ELr m |aiK-YAYim RI

Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi, Charles Seignobos

Embed Size (px)

Citation preview

CHARLES SEIGNOBOS

Mm4Y{5ELr

m | a i K - Y A Y i m R I

CHARLES SEIGNOBOS

AVRUPAMiLLETLERtNiN MUKAYESELİ

TARİHİ(ES8AI lyUNE HISTOIBE COMPAKEE »E S

PEÜPLES DE L’EUBOPE)

Çeviren; iSAMtH T lB yA iaO Ğ I.U

V A R L I K Y A Y I N L A R I Ankara caddesi, İstanbul

FAYDALI KlT,.\PLAR ; 6

Varlık yayınlan, sayı ; 766 Istanbulda Ekin Basımevinde basılmıştır.

Haziran, 1960

B A Ş L A R K E N

“Framstz MUletinm Samimi Tarihi" adM kitabıma Fran­sa’da gösterilen ilgi, henh daha cüretli bir teşebbüs yapmağa şevketti; en eski çağlardcm gilnümüiie kadar bütün Avrupa kai- vimler^inin mukayeseli tarihini bir tek ciltte toplamağı dene­dim. Bu kitabıma yayınlarken, böyle bir mMcerayı neden göse ald%ğvtm ve ne yapmMk ni/yetinde olduğumu da açıkça a/nIMmak ihtiyacını duyuyorum.

Bütün memleketlerin tarihlerini incelem ek ve öğretm ekle geçen 60 yıl bana, bütün Avrupa kavimlerini, tarihlerinim, her safhasında birbirleriyle kıyaslamak imkânını verdi. Bu kıyas­lama da onlarm yaşayışlarının m üşterek yönlerini bana gös­terdi ki bu, yaln/ıa bir m em leketi veya bir devri inceliyen ta­rihçilerin pek gözüne çarpmua.

ÇesitU kavimîerin maceralarını ve yaşayış sartlannı kı­yaslarken, uzmanlar tarafından derlenen muazzam bilgi yığını içinden bazı genel benzei'likler çıkarmak ve bu benzerliklerim nasıl vücut bulduklarmı ayırdetmek imkânına kavuştum. Bun­lar arasında gözüme, iki türlüsü çarptı: Birisi, benzer fakat bağımsız şartlardan ileri geleni, öteki de tek kavim tarafından yaratılan tek örmeğin taklidi suretiyle, edinileni idi.

Bu kıyaslamanın içine, özel tar'ihlere konu olan türlü çeşit yaşayış şartlarını da sokmağa özen gösterdim : Böylelikle hal- km faaUvetlerİMin çeşitli kolkurmı, geçim şartlarını, ekonomik çatışmayı, töreleri, politik ve sosyal rejimi, dini, ilimi, edebiyat ve güzel sanatları da bir bütün halinde ele almak mümkün ol­du.

Değişmeler-in iki muhtelif menşeini aytrdederek, bu yasor yış şartlarının nasıl istihale geçirdiklerini anlatmağa çaİAstım. Bu değişikliklerin bazıları (adına tesadüf veya kaza denen ve) savaşlar, ihtilâller, reform lar gibi tarih hâdiselerini teşkil eden birbirlerinden bağımsız bir sıra olaylarm aynı ânda rastlaş- malarvnvn sonucu olmuştur ki, bunlarhn kökü çoğu zaman fert­lerin, inisyatifi ile meydana gelir, ö tek i değişiklikler ise, canU- larm tekâmülüne benzeyen bir teakup sırasına göre, daha ön­ceki şartlardan doğmuşlaradır ki bunlar da bir iktidarın art­

mam, bir tekniğin ilerlemesi, bir dinim veya bir miiessesenm ]/at/Umam gibi şeyler'dir.

’ Bütün bu değis-lktihler beser fiillerinin meyvesidir. Fakat bu fiMlerin kendileri de ihtiras, arzu, inanç, bilgi, hal ve gidiş gibi şeylerden ve bilhassa - geleneklerle kuralları yaratan - geçmJiÿin hatvı^ammas'mdan; yahut da teşebbüsleri ve ilerle^ meleri doğuran gelecek düşüncesinden ilham atmışlar veya bunlar tarafından sevk ve idar<e ı edilmişlerdir. Ben sadece s'o- nuçlan müşahede ve tesbitle yetinmedim, sebepleri gösterei'ek fiilleri anlatmağa çahştım ; onun içindir ki göze görünmeyen bu iç teferruatı, tarih kitaplarındd yapılması âdet olundan çok daha fazla ,açığa vurdum.

İncelem eyi (bazen “ élite ^ seçkinler” adı da verilen) im­tiyazlı küçük azmlığa hasretm ek istemedim, ki tarih belgele­riyle eserlerinde en çok bunlarım yapıp ettikleri yer tutar. Ter­sine olarak ben, bizim bilebildiğimiz - ve ne yazık ki çok ye­tersiz olan - ölçüde, halk yığınının yaşama şartlarını tası^.r et­m ek imkânım araştırdım.

Basma-ikahp şekiller arasında değil de gerçek hayat şart­lan arasında kıyaslama yapmağa önem verm ekte olduğumdan resmi kurallara,, müesseselere, emirnamelere, kennun ve talimat­lara uzım boylu aldırış etm edim : Zaten bunlar, çok yeni za­manlara kadar, otoritelerim, uyruklarının fiillerini değil de, »bu. otoritelerim arzularını veya ülküsünü gösteregelm işlerdir; ben daha ziyadë politika, din ve hal ve gidiş konularındaki gerçek usulleri ve tatbikatı tasvire çalıştım.

H er bir faaliyet koluna ne kadar yer ayırmak gerektiği konusunda karar verm ek için kendi .i'ahsi takdirimden başlca kılavuzum olamazdı ve bu da, tabii, münakaşa götürür bir şey ­di; onum için, takibettiğim prensipi de açıklamam gerekiyor.

Başlıca yeri olaylara ve politika rejimlerine, sdvasiara, ih­tilâllere, hükümetlerin icraatlarına ayırdım. Son savaş (Bi­rinci Dünya Harbi) da politikanın bir kavmin bütün hayatım nasıl kuvvetle etki altında bıraktığını v6, onun bütün öteki faaliyetlerime nasıl hâkim olduğunu göstermiş bulunmaktadır.

Ekonom i tarihi alanındaki son çalışmalar sayesinde tanm ve endüstrideki istihaleye, ticaret v e krediye, tekniğin ilerle­melerine geniş bir yer ayırabildim; hattâ çoğu zaman yeni­liklerin menselerini gösterm ek ve bunların hangi şartlar altın­da mèvàana geldiklerini anlatmak imkânını buldum.

4 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Toplumun yap-mnı, maddi hayatın sartlariyle berabetl (po­litik ve ehonomik sartlarm sonucu olan) sınıflara bölünmeu% töreleı'l, sosyete münasebetlerini, aile ve mülkiyet hukrıkunu tek ve aynı bölümde toplamak suretiyledir ki, “ sosyal” diye va- sıflandvrılaın olaylar yığınmı inceledim.

Entelektüel hayat adı altında bilhassa kavimlerin hal ve gidişlerimi idare eden fikir çalınmalarını, din inançlarını, ahlâk anlayışlarını, eğitimm. meydana getirdiği ülküyü ve son çağ­larda da politik formüllerle ilm bilgileri topladım. İnsanlann büyük çoğunhığunun yaşayışında pek om yer tutan edebiyatla güzel sanatları sükûtla geçiştirm eğe cesaret edemedim ; fakat bunlankn genel vasıflarını ve çeşitli devirlerdeki başlıca nevi­lerini gösterm ekle yetindim.

İnsana çok öğretici hıyaslamM unsurları veren küçük ka- vimlere yeteri kadar yer ayırmadım. Gündelik hayatın âdetle­rine, yem eklere, giyim^kusama, mesken şartlarına, ev eşyasına, vakit geçirm e tarzına, aile hayatına, sosyal münasebetlere, eğ­lencelere daha fazla yer ayırammdığımM daha çok üzülüyorum: Çünkü bunlar her zaman, bütün miUetlerin hayatında başlıca ilgi çeken noktalar olagelmişlerdir. Bu iki boşluğun ansım bil­hassa duymaktayım.

Çağlarm sıralanısınt devirlere ayırdım ki, ' bunların çoğu da kitabın bölümlerine tekabül etm ektedir. Bu devirlerin süre­lerini çok eşitsiz Wj1 sehilde tertipledim. Zamamımıza yaklaş­tıkça tophımi daha çapraşık, faaliyetler daha değişik bir hal aldıkları ve esasen olaylar da daha iyi bilinmekte oldukları içim,, bunları, g ittikçe kısalttım. Çeşitli faaliyet kollarındaki değişik­liklerin çabuklukları esiü olmadığından, ^ a n i bunlar ekonomik ve sosyal hayatta, politik hayata göre daha yavaş ohtp bittik­lerinden,- bazı zamanlar tekrarlardan sakınmak için okuyucu­dan, bu konuda bas'ka bir bölürn,de verdiğim tafsilâtd başvur­masını rica ettim.

Genel yaşayış şartlan ara.sındaki bir kıyaslamada ancak umumi tcufsilât buhmabileceğinden, tarihin çekici tarafını me{/- da/na getiren her şeyden, bazı kişilerdin maceralarındaki dramon tik taraflardan, teferriiat tasvirlerindeki hoşluklardan bile bile vazgeçtim. Bu kitap, tarih olaylarının gerçek vasfına ve zin- cirlenisine ilgi duyabilecek çaptaki oktwuculara hitabetm ekte- dir.

Genel şartlan kıyaslamak durumunda olduğumdcm (sef,

M UKAYESELİ TAKİHÎ 5

vekilj temsilci, delege, mebus, savaşçı, rahip, hükûm-et, ordıo, savaş, din, rejim gibi) genel terimler kullanmak morunda kal­dım ki bu, eserim e görünürde m ücerret bir eda vermekteki-/'. Fakat herkes tarafından anlaşılan, sade v e teklifsiz Hr dil kul- hmarak, hiç olmMsssa eserimin halayca okunmasını sağlamağa çalıştım. Hitabet üslubunun genzeği değistin'en basmMn)kahp şekillerinden; sahte bir dakiklik intibaı veren sözde ilm te­rimlerden, m ücerret formülleri gerçek kişiler haline soka/n me­caz ve istiarelerden kaçındım. Fiilleri ve düşünceleri sebepler veva duygularla izah ederek bunları gerçek insamlara bağla­mağa özen gösteM^fn"

Kitaba bir isim indeksi eklem ek,, bana faydasız göründü. Çünkü özel bir tarih noktası üzerinde bir bilgi bulmak için başvm^lan bir müracaat kitabı yazmak istemiş değilim. A v­rupa’nın geçmişinin, genel bir fikir verm ek amacım güden, umumi bir tablosunu çizm ekten başka'şey düşünmedim.

Bir bibliyografya yapmağı mümkün görm edim ; tam ola­bilmesi için, bunun hemen hemen kitabın m^tni kadar uzun, olması gerekecekti. Yalnız su kadarını söytiyeyim ki Gotha külliyatımn (Almanca) Devletler tarihlei'inden, Oncken külli­yatının (Almanca) tarihlerinden; LavisseHn idare ettiği “ Fran­sa Tarihi" gibi büyük milletler tarihlerinden, yahut “ İngiltere’­nin Siyasi Tarihi’ (Political H istory of Englam,d), Fransvs dün­ya tarihleri küUiyatlanndan faydalcmdım. Ayrıca Dottin, Kroeber, Niederle, F. Lot; Delbrück ve Hoetmsch’ün çalışmalar- rina ve ekonomi tarihi için de 8ee, Siegfrted, KuUscher ve bil­hassa Sombartj Lipson ve H eckscher’in eserlerine çok şey borç­luyum.

Kaide olarak, ancak uzmanlar arasında vücut bulan an­laşma, suretiyle gerçekleşip yerleşen tarih çdkşmalarmı izah ettim ; bana muhakkak gibi görünen, fakat üzerlerinde tam bir anlaşmanın bulunmadığı olaylar için de şüpheli terimler kul­landım. Bununla beraber yine de benim, yahut kendisine uy­mak hdtasını işlediğim bir tarihçinin yaptığımın, teferruatla ilgili bazı yanlışlara rastla/nacağından eminim. Fakat bu yan- lışlann, genel görüsle^'in vei umumi sonuçların değerlerini hiçe indirecek derecede olmadıkla-nnı sanıyorum. Beri yomdan bu kitapta, Avrupa kavimlerinin, bugünkü hale gelinciye kadar geçirdikleri değişikliklerle hâdiselerin tam bir tablosunu ver­m e işini başardığımı da umuyorum.

6 A V R U PA M İLLETLERİNİN

ÜLKE VE NTJFUS. — AVRUPA

Yunanlılar tarafından bulunmuş olan Avrupa adı, başlan­gıçta yalnız Asya’ya yakın olan Güney-doğru bölgesini göster­meğe. yararken, Akdeniz’in kuzey kıyılarındaki memleketlere, sonra Okyanus’a kornşu memleketlere ve nihayet, bunlaı* A k­deniz dünyasıyle münasebetlere giriştikçe. Merkezle Doğu’da ki memleketlere de yayıldı. Bu bir coğrafya terimi idi kİ, böl­gede oturanlar arasında hiçbir müştereklik fikri vermiyordu. Ancak m odem çağlarda,“A vru pa milletlerini öteki kıtaların halklarıyla kıyaslıyaraktır ki, bunlarda müşterek bir duygular ve âdetler temeli bulunduğu sonucuna varıldı ve bu da o mil­letlere, zaten epiyce müphem olan, bir Avrupa topluluğ"a şuuru verdi.

Coğrafya şartlan. — Terimin m odem anlamıyla Avrupa,10 milyon kilometre karelik bir yüzeyle, kıtaların en küçüğü­dür. Asya’ya 4.300 kilometrelik, çok genig bir berzahla bağlı­dır ve Afrika’dan bir iç denizle (Akdeniz) ayrılmaktadır. Üze­rinde birçok küçük adalar bulunan bu denizi, hattâ küçük .san- dallarla dahi, aşmak kolay bir iştir. Avrupa kıtası Amerika’­dan da çok geniş bir Okyanua’Ja aynlmı,ş bulunmaktadır ki, burada yalnız gemiler sefer yapabilir.

Avrupa’nın yüzeyindeki girinti-çıkmtdar pok eşitsizdir. Güney’de, Akdeniz yönünde bu yüzey çok sarptır. Pirene, Alp, Aponnin gibi sıradağlar bu bölgede yükselirler ve bunların sarp yamaçları ancak dar vadilere, küçük ovalara yer bırakır ki, bunlar da birbirlerinden sıradağlarla ayrılmıştır. Okyanus’a bakan Batı, bölgesi çok daha az sarptır, burada yer yer çok yıpranmış dağ kümeleri, hafif yamaçlar görülür. Bu bölge da­ha fazla yaylalardan ve hafif meyilli ovalardan meydana gel­miştir. Orta bölg-e ile Doğu bölgesi (ki Avrupa’nın en büyük parçasını bunlar kaplar) uçsuz bucaksız ovalar halindedir. Bu­radaki yüzeyin girinti-çıkıntısı ancak Harz ve Karpatlar böl­gesiyle İskandinav yanmadasm da sarplaşır.

Deniz toprakların içerisine pek eşitsiz bir şekilde girer.

I

Güney yönündeki körfezlerle Akdeniz, çok içerilere kadar iler­ler ve bunlar, kıtayı yarımadaları geklinde keserler, ayrıca Ak­deniz’in üzerine birçok ada serpiştirilmiş durumdadır; kıyılaı^ da birçok koylar vardır ki bunlar, tabiî limanlar halindedir. Ok­yanus yönünde kıyı çok daha az girintili çıkıntılıdır ve alçak­tır ama, med zamanı sular kabarınca, nehirlerin, ırmakların de­nize döküldükleri yerlerden, çok mahfuz iç limanlara kadar yükselir. Kuzey-Batı’da Okyanus, Avrupa’nın en büyük iki adası olan Büyük Britanya ile İrlanda’yı çevreler. Orta bölg’e ile Doğru’nun ancak ufak bir parçasının kıyısında denizler vaı^ dır, ki bunların yalnız bir tanesi (Kuzey Denizi) açıktır, öbür İkisi (Baltık Denizi ve Karadeniz) ise hemen hemen kapalı­dır. Norveç müstesna, kıyılar alçak, limaJilar seyrektir.

Öbür kıtaJara göre iklim, daha eşittir. Ortalama ısı -f- 18 ile 9 arasında değişir. Fakat yine ¿0 çeşitli bölgeler arasında çok büyük farklar vardır. Akdeniz bölgesinin iklimi sıcak ve kurudur, bufada seyrek olarak tufanı andıran yağ-murlar ya­ğar. Okyanus bölgresinde ise Am erika’dan gelen sıcak akıntı sa­yesinde ısı farkı azdır, yağmurlar sık ve muntazamdır. Avru­pa’nın geri kalan kısımlarında ise iklim çok daha fazla sert- t i j: Mevsimler arasında büyük ısı farkları, yazın uzun kurak­lık, kışın da şiddetli don devreleri görülür.

Kıtanın yüzeyinin ve iklimin gereğinden olarak, Akdeniz bölgesindeki akarsuların hemen hepsi kısadır ve seli taıdırır şekilde aktıklarından, gemi seferlerine elverişli değillerdir. Ge­mi seferlerine elverişli olan nehirler med ve ceziri olmayan bir denize dökülürler ki, bu nehlilerin ağızlarında, girmeğe engel olan birer delta da vardır. Okyanus bölgesinde nehirlerin akı­mı daha muntazamdır, bu nehirler, Amerika’ya bakan iyi birer liman olan haliçlerle son bulurlar. Doğu bölgesinde nehirler muntazam akımlı ve geniştir ama, kapalı denizlere dökülür­ler.

Yerin ve yeraltınm niteliği de bu şartlara bağlı olan bir şeydir. Akdeniz bölgesinde yeni kabartılarla meydana gelen ve yağmurlar yüzünden az aşınan (erozyon) zeminde, derin allüv- yonlar pek az toprak vardır. Bu bölge pek sulak değildir ve ancak ince bir humus tabakasıyla kaplıdır. Yeraltı, maden ya­takları bakımından yoksuldur, maden kömürü bulunmaz. Ok­yanus bölgesinde, ovaların allüvyonlardan meydana gelmiş olan zemini oldukça kah» bir humus tabakasıyla kaplıdır. Yeral­tında büyük toiktSırda maden cevheri ve bilhassa demirle - en

8 AVRtrPA M İLLETLERİNİN

çok İngiltere, Hollanda ve Almanya’da olmak üzere - genig ma­den kömürü yataklan vardır. Doğu bölgesinin eskiden buzullar­la kaplı olan Kuzey ucu ise kısır çakıllar ve kumlarla kaplı­dır. Buranın büyük kısmı eskiden çayırlarla kaplı g-eni§ ovalar­dır ki, bu cayırlar zamanla, çürüyerek çok verimli ve kalın bir humus tabakası bırakmışlardır. Dağlık (Karpatlar, K afkas­ya) bölgelerin eteğinde, yeraltında maden kömürü yataklan, petrol tabakaları bulunur.

Fizik şartlann etkisi. — İnsanlar pasif olarak çevrenin (1) etkisine boyun eğdiklerine ya da memleketlerinin maddî şart­larından faydalanmayı öğrenmiş olduklarına göre, bu şartlar kavimlerin hayatları üzerinde ayrı ayrı etkiler yapmıştır.

Akdeniz bölg-esi zayıf üretim, ulaştırma, savunma vasıta­larına sahip kavimler için elverişli şartlan bir araya getirmek­teydi. Hayat için çok lüzumlu olan ve yiyeceğin, giyimin, otu­racak yerin sağladığı sıcaklık ihtiyacı, sıcak ve kuru bir ik­limde daha kolaylıkla karşılanabiliyordu. Halk, düşük verimli, zayıf bir toprakla yetinebilmekteydi. Çok sarp olan memleket fazla sayıda ufak bölgelere ayrılmıştı ki bunlar, istilâlara kar­şı kuvvetli engellerle korunmaktaydılar. Aşılması kolay olan deniz memleketi devamlı olarak Doğu kavimleriyle temas ha­linde tutuyordu. Bu Doğu kavimleri daha önceden medenileş­miş ve zana.atların tekniğini kavramışlardı. ;

Böylelikle Akdeniz kıyılarında bağımsız, küçük kavimler- den meydana gelme eski âlem vücut buldu. Bu kavimler iki yılda bir ürün veren ve en çok keçilerden, koyunlardan, çelim­siz öküzlerden, az süt veren ineklerden meydana gelme davar sürülerini ancak besleyebilen yoksul bir toprak üzerinde yeı§ı- yorlardı. Çok büyük bir el gücüne muhtaç olan bu medeniyet, mamul ve ürün bakımından yoksuldu ve ufak bir azınlığa mün-- hasırdı; bu medeniyet, Avrupa’nın hayatı üzerinde bilhassa ze­kânın çalışması ve sanat eserlerinin yaratılması bakımından et­ki yapmıştır.

Okyanus bölgesinde daha soğuk, daha nemli olan iklim ortaya daha büyük ihtiyaçlar çıkarıyor, daha fazla çahsılma-

M U K İy ESELİ t a r i h î 9

(IJ İnsoMların içinde yasadıkları “ çevre” onlara fiillerim zorlamaz, sadece hu fUlleri mümkün hale sokar. Nitekim mü­kem m el Ümranlara sahip m em leketler uzun zaman bahriyesiz kalmışlar, kömür yatakları ise yeni çağlard kadar* hiçbir ma­denci tarafından imletilmemişlerdir.

smı gerektiriyordu. Deniz yolundan ulaştırmalar daha grüstü ve Amerika’ya kadar uzayamıyordu; bu yüzdendir ki, Okya- nus’a bakan memleketlerden hiçbiri, antik medeniyet toplu­luğuna girmiş değildir. Fakat tekniğrin ilerleyişi insanlara, memleketin tabiî kaynaklarından faydalanmak imkânını ba­ğışladıkça, şartlar da daha elverişli hale geldi. Daha kalın, dar ha verimli olan toprak, daha derinden sürüldü, üç yılda iki yıl ürün vermeğe başladı; daha iyi sulandığı için de süt veren inekler, kasaplık sığırlar, domuzlar gibi daha iyi kalitede hay­vanların beslenmesini mümkün kıldı. Maden cevherinden ya­na daha zengin olan yataklar, ormanların verdiği odun kömü­rü sayesinde yapılan demir istihsalini geniş ölçüde arttırdı. Muntazam akımlı nehirler sayesinde, ticaret, memleketlerin içe­rilerine girmek imkânını buldu. Akdeniz’le Kuzey denizi ya­bancı memleketlerle ticaret için gerekli yolları sağladılar, dar ha sonra Okyanus’ta da Amerika’ya, A frika’ya ve Uzakdoğu’ya giden yollar açıldı. X IX . yüzyılda, maden kömürü ve demir yataklarının geniş ölçüde işletilmesi, endüstri maddeleri istih­salini arttırmak imkânını verdi ve buharla yapılan taşıt işleri do hayat şartlarını altüst edecek hale seldi.

K ıta bölgesi, az medenileşmiş kavimler için çok elverişsiz olan şartlar yüzünden geri kaldı: İklim sert. Ormanlar aşılmaz haldeydi. Nehirlerin, ırmakların kıyıları boyunca bataklıklar vardı. Ovalar, atlı kavimlerin istilâlarına açıktı, bunlar burar larda devamlı bir ulus kurmaksızın memleketi yakıp yıkarak talan ediyorlardı. Medeni âlemle ulaştırma, güçtü. Bu uçsuz bu­caksız alanın en büyük kısmı uzun zaman hemen hemen ıssız kalmış ve ancak XVII. yüzyıla doğru yavaş yavag meskûn hale gelmiştir. Batı ile Güney bölgelerine, medenileşmiş Avrupadan gelme zaöaatkâr, tâcir, rençber gibi ya,bancılar yerleşmişler ve yerli halkın içinde bir türlü eriyemiyen topluluklar meydana getirmişlerdir. Bu da, Tuna bölgesinde sık millet birliklerinin doğmasına engel olmuştur. En eskiden medenileşmiş olan GÜ-. ney-Doğu yarımadası ise, Türk hâkimiyeti altında, Avrupa’nın en geri memleketi haline gelmiştir. (1 )

10 AV R U PA M İLLETLERİNİN

f l j Yazarın kendi görilsünil belirten bu yargılan buraya olduğu gibi aldık. Fakat Türklerm her gittikleri yere medeni­yet götürmüş ioTduklan da yine birçok Batilı tarihçiler tara­fından kabul edilmiş biı\ gerçektir (Çeviren).

X IX . yüzyılın sonundan itibaren çok. daha çoğalan Doğu Avrupa kavimleri, Batı kavimlerinin yarattıkları yeni tekniği uygulıyârak topraklarının büyük veriminden ve topı-ak-altının çok genig olan demir, maden kömürü, petrol gribi kaynakların­dan faydalanmayı öğrendiler.

Avrupa’nın em eshi nufuslan. — Avrupa’da en eskiden otu­ranlar hakkında tarih bize hiçbir §ey öğretmemektedir; çün­kü tarih normal olarak yazılı belgreler üzerinde çalışır, AVrupa ise yazmm kullanılmağa bağlanmasından önce zaten insanlar­la meskûn bulunmaktaydı; onun içindir ki, yazıdan önceki çağ­lara tarih öncesi çağı adı verilmiştir. Bu zamanlar hakkmdaki bütün bilgilerimizi, üç özel bilim halinde teşkilâtlanmış olan üs öğrenme usulüne borçluyuz:

Antropologya, ki insan vücutlarının vasıflan bakımından, insanları »rfc’lara ve çeşitlere ayırmağa çalışır.

Etnografya, ki insanlann törelerini inceliyerek, onları feo- vinüer halinde sınıflandırmağa çabalar;

Dilbilim, ki kavimleri, dilleri arasındaki benzerlik bakı­mından sınıflandırmağa gayret eder.

Bu üç bilimin edindikleri bilgiler bize, tarihöncesi kavim­lerinin tariliini yeniden ortaya koymak imkânını vermemekte- lerse de, onların yaşayışlarındaki ör.elliklerin hiç olmazsa bir­kaçını şöyle böyle g'örmek iınkâmnı bağışlamaktadırlar.

Antropologya/ya göre ırklar. — Avrupa’daki kavimlerin hepsi. Batı Asya iîe Kuzey Afrika’da da oturmakta olan beyaz ırktandırlar ama antropologya bilginleri, Avrupa’da (iki üç çe­şidi saymaksızın) adına ırk deneceit başlıca üç grup bulundu­ğunu kabul etmekte hemen hemen birleşmişlerdir. Bunların herbiri, o ırkın ideal tipini meydana getiren birkaç özellikle vasıflanmış bulunmaktadır. Bu ırklar, arzın enlemi yönünde bulunan üç bölgeye yayılmış dağılmışlardır.

Akdeniz’in iki kıyısında. Kuzey Afrika ile Avrupa’da bu­lunan Güney bölgesi, adına Akdenizli denen ırkın bulunduğu yerdir. Bu ırk ufak boylu, uzun kafataslı (dolikosefal), küçük el ve ayaklı, çok esmer tenli, kara gözlü, kara saiilınır.

Kıta boyunca dağlık kesimlerden geçerek Fransa ve Büyük Britanya’da Okyanus’a kadar uzanan orta bölgede, adına alpli denen ırk oturur ki orta boylu, tıknaz, kısa kafataslı (brakise­fal), koyu renk göz ve saçlı, uzun sakallıdır ve saçları kıvır­cıktır.

Rusya’dan Doğu İngiltere’ye kadar Avrupa’nın Kuzeyinde

MUKAYESELİ TAR İH İ 11

adına nordik (kuzeyli) ya da (Avrupa’da bulunduğu için) Av­rupalI denen ırk oturur; uzun boylu, iri yapılı, kocaman el ve ayaklı,' beyaz tenli, san saçlı ve mavi gözlüdür (ki bu vasıflara dünyanın başka hiçbir nufus topluluğunda rastlanmaz).

Şurasını da asla unutmamak gerektir ki, saf ırk tipleri, antropologya ilmi tarafından ideal bir şekilde ortaya konmuş­tur. Cîerçek hayatta ise tek ve aynı tipin bütün vasıflarını top­layan kişilere pek az rastlanır; hemen hemen bütün insanlarda aynı zamanda çeşitli birkaç tipin vasıfları görülür (örneğin bunlann gözleri açık renktir de saçlan siyahtır); hemen daima aynı ailenin fertleri olan baba, ve oğul ya da; kardeşler, aynı ırk vasıflanna sahip değillerdir. Bu ise, AvrupalIların saf bir ırktan olmadıklarını isbat eder: Bunların tipleri, ayn ırklardan ana-babalarm birleşmesinden meydana gelmedir. Bunlar melez­dir ve tarihöncesinden kalma İskeletlerin incelenmesi göster­miştir ki daha çok eski zamanlarda, aynı mezarın içinde ayn tipte insanlar toplu halde yatmaktadırlar. Onun için antropo­logya bize ancak değerleri münakaşa götürebilir bir takım bil­giler vermektedir.

Etnografyaya göre m edeniyet çağları. — Kazılar yapılma­ğa başlıyalıdanberi, ilk zemine ulaşıncaya kadar bütün yıkıntı tabakalarını temizlemek suretiyle, etnografya ilmi aynı yerde birbiri peşi-sıra yaşamış olan kavimlerin çeşitli tabakalarda bıraktıkları milyonlarca gey üzerinde çalışmak imkânına ka­vuşmuştur. Böylece etnografya, eşya imali için kullanılan tek­nikler arasındaki farkla meydana çıkan ve birbirini takibeden yaşayış tarzlarını ayırdedebilmiştir.

Aletleri imal etmek için kullanılan maddeye dayanılarak X IX . yüzyılda yapılan ilk bir sınıflama, tarihöncesi zamanlann süresini, birbirine eşit olmayan, dört devire bölmek gibi bir so­nuç vermişti. Mezarlann ve hele - birbiri üzerine yığılan yıkın­tı tabakaları içinde biçimleri ve süsleri değişen - çans,k çöm­leklerin metodlu şekilde incelenmesiyle, bu sınıflama İşi düzel­tilmiş ve tamamlanmıştır. Böylelikle de her hayat tarzının memleketin hangi bölgesinde cereyan etmiş olduğunu aşağı yu­karı meydana çıkarmak mümkün olmuştur. Pakat, bir kavmin yabancı törelerini benimsediği de çoğu zaman görülegelen bir şeydir; onun için, aynı yer üzerinde cereyan etmiş olan hayat tarzlan meydana ayn ırklardan toplulukları değil, birbirini takibetmiş olan medeni halleri çıkarır.

En eski tabakalarda paleoUtik devrin kalıntıları vardır ki

12 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

bu, sok uzun sürmügtür ve buz devrelerinden birine kadar da- yanır. Bu devir, adlarını araştırma yerlerinden alan on kadar daha kısa devreye bölünmüştür. Bütün bu devir boyunca Av­rupa’da oturanlar ham sileks, kemikler, sinirler, hayvan post^ lan gibi ham maddeler kullanıyorlardı; hiçbir evcil hayvana sahip değ'üdiler; avlanarak, balık tutarak karın doyuruyorlar­dı. Avrupa’da nesilleri tükenmiş ya da kaybolmuş mamut g'i- bi, yabanöküzü, ren geyiği gibi vahşi hayvanları biliyorlardı; nitekim bunların resim veya heykel halinde tasvirlerini bırak­mışlardır. Yabaniler gibi yaşamaktaydılar ve pek seyrek bir nufus topluluğu halindeydiler.

Neolitik devri bambaşka tarzda hayat sürmekte olan halk topluluklarıyla başlar ve şimdiye kadar da bunlarla paleoUtik devrinin yabanileri arasında emin biı‘ intikal devri bulunama­mıştır; oysa ki neolitik devrinden itibaren halk topluluklarının yaşama tarzı, devamlı bir derecelenme ile değişmiştir. Bu de­vir üzerindeki en bol bilgileri, adlarına “göl evleri” denen köy­lerde bulunan eşya sayesinde edinmek mümkün olmuştur. Bu "göl evleri” İsviçre’deki birkaç gölün kıyısında kurulmuşlar­dı. Yine bu bilgiler. Kuzey İtalya’da, tümsekler üzerine kurul­muş olup adlarına “terramare” denen köylerde bulunan eşya sayesinde de elde ı edilmiştir. Avrupa’daki mezarlarda, Asya’da, Sus’ta, Trova’da, Anau’da bulunan benzeri eşya ile tamamlan­mıştır, ki buralardaki en eski tabakalar M .ö. 40 ya da 50. nci yüzyıla kadar dayanmaktadır.

Bu kavimler, vahşiler gibi yaşamıyorlardı. K öy halinde gruplanmış daimi meskenleri vardı. Bu meskenlerden İsviçre göllerinde bulunanlar göle çok derinliğe çıkıh sivrij^ğaç kütük­lerinin üzerine oturtulmuş bir döşemenin üstüne kurulmakta, Italy^’dakilerin çevresinde ise bir duvar bulunmaktaydı. Bu in­sanlar daha o zamandan bizim köpek, keçi, koyun, inek, domuz gibi evcil hayvanlarımıza sahiptiler. Onlar da çavdai, arpa, yulaf, darı, hattâ buğday gibi, bizim tahıllarımızı ekiyorlar; ta­neleri dibekte döverek un yapıyorlardı. Yünle keteni eğirip ip­lik yapıyorlar, kumaş dokuyorlar, ipler ve ağlar imal ediyorlar­dı. Balçıktan çanak-çömlek de yapmaktaydılar. Bu hale göre bu kavimler, ürünleri ve hayvanlarıyla geçinen “oturgan” in­sanlardı. Bitkileri ile hayvanlan Avrupa’da cilâlı taş devrinden önce yoktu, fakat bunlar muhakkak batı Asya’da var oldukla­rına göre, Avrupa’ya, kendisi de Asya’dan gelme bir kavimle birlikte gelmiş oldukları şüphesiz görünmektedir.

m u k a y e s e l i t a r Ih I 13

14 AV RU PA M İLLETLERİNİN

En eski tabakalarda aynca cilâlı taştan âletlerle silâhlar da vardır; bunlardan başlıcası baltadır ki, hem odun kesme­ğe, hem savaşmağa yarıyordu. Daha yeni tabakalarda ise gitgi­de madenî eşya da ortaya çıkmaktadır. İlkin, süs eşyasında kullanılan altunu, sonra bakırı, daha sonra da bir kalay karı­şımı ile bakırdan yapılan tuncu görüyoruz. Cok uzun bir süre, belki de yirmi asır boyunca, âletlerin, (balta, hançer, mızrak ve ok ucu gibi) silâhların, (gerdanlık, bilezik, yüzük, toka gi­bi) süs eşyasının ham maddesi, tunç olmuştur.

Adına megalitik denen yapılar da bu devirde inşa edilmiş­tir. Bunlar Yunanistan’da (Mikeneile Tirente’deki) iri ham taş külçelerinden yapılma sur duvarları; İngiltere’deki muaz­zam Stonehenge taş anıtı; Fransa’da, adlarına breton’cada dol­men (!'} denen, toprakla örtülü ham taştan mezarlar (ki bun­lar dar bir dehlizin ucundaki odadan meydana gelmeydi, ölü­ler silahlan ve süsleriyle buraya yerleştirilirdi, aynı odada ölü­lere getirilen yiyeceklerin içlerine konacağı çanak-çömlekler de vardı). Avrupa’da tunç devrinin ne tarihini, ne de süresini bizler iyice bilmemekteyiz.

Bu iyice belirmiş olaylardan, bu kavimlerin yaşayışlarının iki önemli vasfını anlamak mümkündür. Mezarları yapmak İçin harcanan büyük iş gücü ve toprağa gömülü kalmış altun ziy­net eşyasıyle silâhlann değeri, bu insanların ölüler için büyük fedakârlıklar yapmak ıjerektiğine inandıklannı isbat etmekte­dir. Anıtlarının kocaman taş külçelerini çıkarıp taşımak için harcanan büyük gayretler ise çok sayıda insanların tek bir kumanda altında hep beraber çalişıp çabalamalarını gerektir^ miştir, bu i«e sözlerini dinletebilen şeflerin varlığını gösterir.

Girit’te ve Yunanistan’da yapılan buluşlar göstermektedir ki, tunç devri sona ermezden çok önce, çağımızdan evvelki X X . ve XV. yüzyıllar arasında, yunan adaları halkı büyük saraylar, muhteşem mezarlar, kuvvetli surlar yaptıracak kadar nufuzlu kralların hükmü altındaydılar. Nitekim bunlarla ilgili anılar, Girit kralı olan Minos ve Miken kralı olan Agamemnon’la il­gili efsanelerde de kalmıştır.

XV. yüzyıla doğru olan zamana, kadar, hattâ Mısır ve Kal-

(1) Suriue’den itibaren bütün Kvızey Afrika boyunca^ Is­panya’da, Framsa’da, Büyük Britanya’da ve hattâ İsveç’ te dol- men’ ler bulunduğuna aöre, bunun çeşitli kavimler tarafmdrm benimsenip k‘u,ll<m‘iildâğı anlaşılmaktadır.

de’nin en medeni kavimleri dahi altun, bakır, gümüş, kalay gi­bi işlemesi kolay madenlerini kullanmağfı biliyorlardı. Toprak­tan çıkartılması daha güç olan demir, daha yeni bir devirde ve ilkin süs olarak kullanılmıştır. Avrupa’da X. yüzyıla doğru önce kısa, sonra uzun olan demir kılıç ortaya çıkar ki, bunla­n n en eskileri Avusturya’da bulunmuştur. Aynı zamana doğru, mezar yeni bir biçim olan tilmülüs şeklini alır ki bu,, yuvarlak bir tümsektir ve savaşçı da buraya silâhları, bazen de hiz- metkârlan veya kansıyla birlikteı gömülür. Bu mezarlara Rus­ya’nın Güneyinden itibaren (ki orada bunlara Kurgan adı ve­rilir) bütün Avrupa boyunca, ta Fransa’nın Kuzey ve Doğu-

gsuna ve İngiltere’ye kadar birçok yerlerde rastlanır. Demir kı­lıç, adına Grek’lerin Keltai, Romalıların Galli dedikleri bir kavmin silâhı, tümülüs del bu kavmin şeflerinin mezarıydı.

Avrupa dOler^min menşei. — Dilbilim, Avrupa’da konuşu­lan hemen hemen bütün dillerin şimdi kaybolmuş müşterek bir dilden geldiklerini, İran’ın çok eski dili (Zend) ile Hindistan’­ın çok eski dili /’Sanskritçe) nin de aynı dilden gelme olduk- lannı kabul etmektedir. Hattâ İranlIlarla Hindular, Arya adı altında birleşmiş olduktan bir zamanda kendilerini Asya’ya ge­tirmiş olan göçün hâtırasını da muhafaza etmişlerdi.

Dilciler ana-dllin meydana gelmiş olduğu merkezi araştır­mışlar ve bunu Asya’da değil de, Kuzey-Doğu Avrupa’nın bir bölgesinde bulduklannı sanmışlardır ki burada meşe, kayın ve gürgen ağaçlan bitmekteydi. Dilciler böylece, ana-dilden gelme bir dili konuşan çeşitli kavim gruplarının hangi sıra ilo birbirlerinden aynldıklannı öğıenmişlerdir: İlkin Asya’ya göç­müş olan Arya’lar, sonra adına “doğu grupu” denen İslav, Sal­tık (L/itvanyaca), Arnavut, Ermeni dilleri - daha sonra adına “batı grupu” denen Cermen (İskandinav, Alman, Anglo-Sak- son) dilleri - onun peşinden hellenik diller - son, olarak da İta­lik (Osk, Samnit, Lâtin) ve Keltik (Gol, Gaelik, Britanik) dil­leri. '

Şu halde Avrupa kavimleri aynı asıldan gelme diller ko­nuşmaktadırlar ki bunlar, "Hind-Avrupa” adı altında toplan­mıştır. Pakat buna bakarak, bu kavimlerin aynı ırktan olduk- lan gibi bir sonuca vanlmamalıdır; çünkü dil doğuştan miras yoluyla edinilmez, eğitimle elde edilir. Atalarınınkinden başka bir dil konuşan kavimler bulunduğunu gösteren birçok örnek­ler vardır. Çoğu zaman dil, yerli halka yabancı bir azınlık ta,- rafından getirllmietir; Fransa’ya çok az sayıda Romalı gelmiş­

M UKAYESELİ TAR İH Î 15

16 AV RU PA M tLLETLERİKÎN

tir ama, bu memlekette Rom a asimdan bir dil konuşulmak­tadır. Yalnız §u kadarı söylenebilir ki ,bu aynı asıldan dillerin kullanılışı çeşitli Avrupa memleketlerine türlü yönlerde göçmüş olan ve bu dilleri konuşmakta bulunan insan grupları tarafın­dan getirilmiştir.

Dikkat edilecek bir nokta da şudur: Antropologya ilmi vü­cut bulmadan önce, Avrupa kavimlerinin ilk sınıflandırılması işi, Alman dilcileri tarafından yapılmış, bunlar da halk toplu,- luklannı dillerine dayanarak, fakat aynı dili konuşan her topluluğa ırk adını vererek bir sınıflama yapmışlardır. Kelt, Cermen, İslâv, hattâ Lâtin ırkından sözetmek âdet olmuştur. Dilcilere göre esmer ya da sarışın bir tasriften (conjugaison ;= çekim) sözetmek de aynı kapıya çıkar. Avrupa’da dille ırk ara­sında hiçbir münasebet yoktur. İsbatı da gudur ki ırklarla dil­ler Avrupa kıtası üzerine birbirine aykırı iki yönde yayılmış­lardır, ırklar (Alpin, Nordik, Alpin, Akdenizli) enlemleri, yani arz dairelerini takiben Kuzey’den Güney’e doğru olan bölgelere yayılmışlar, diller ise (Keltçe, Cermence, İslâvca) boylamları, yani tûl dairelerini takiben Batıdan Doğuya doğru yayılmışlar­dır.

Avrupa’nın birbirine zıt iki ucunda Hind-Avrupa dillerin­den ayrı diller konuşan halk toplulukları da kalmıştır; bun­lar Güney-Doğu’da, İspanya’da Bask, Kuzey-Doğu’da, Baltık denizi kıyılarında Finlilerdir ki, dilleri halen de Finlandiya ve Estonya’da konuşulmaktadır.

Kavimlerin meydana geliş ve göçedinle^-i. — Cilâlı taş ve tunç devirlerinin halk topluluklarını ancak maddî kalıntılarla tanımış bulunuyoraz. Bunların ne hangi dili konuştuklarını, ne de hattâ kendilerine hangi adı verdiklerini biliyoruz. İçlerinde kavimlerin de adlan geçen yazılı belgeler, Greklerin ve Romar lılann eseridir ve en çok, savaşlarla ilgilidir. Bunlar kavml az bilen yabancılarda;n kalmadır ve bunun aslı ile geçirdiği ma­ceralar hakkında bize çok eksik bilgi verirler. Yalnız, biz nu- fus topluluklarının iki ayrı usulle meydana geldiklerini biliyo­ruz.

Normal nufuslanma, yirmi-otuz asırlık bir süre boyunca doğumların ölümlere göre fazlalığı yüzünden meydana gelmiş­tir. Henüz İS S IZ bir toprağa birkaç aile yerleşti mi, bunların çocukları sonunda aynı dili konuşan, aynı âdetlere uyan bir kavim haline geliveriyordu. Kanada Fransızlarınm ve Kap’taki HollandalI Boerlerin misâli, ıssız bir memlekette bir halk top­

luluğunun yanm. asırdan daha az zamanda iki misli çoğalabi- leceğini göstermektedir.

Nufuslanma igl bagka bir usulle de meydana gelmiştir. Bir memleketten kalkan bir kavim g-idip başka bir memlekete yer­leşmiş, burada oturanları da kuvvet kullanarak kendisine bo­yun eğdirmiştir. Yunanistan’da gelenek yoluyla kalan hâtıra­lardan anlaşıldığına göre XII. yüzyıla doğru Ku;Zey dağlarından gelen Dor’lar hemen hemen bütün Peloponez’le Girit’i işgal ve buradaki tuns devri medeniyetini yolj.etmislerdi. İtalya’da, R o ­malıların kendisine verdikleri Eti'üsk’ ler adı ile tanınan bir ka­vim, P o vadisiyle Toskana’yı işgal etmişti.

En önemli göçler, demir kılıçla silâhlanmış olan ve K elt di­li konuşan, adlarına Gol’ler dediğimiz kavimlerinki olmuştur. Kelt dili konuşan kavimler iki göçte Kuzey-Doğu’daki büyük adalara yerleşmişlerdir. Bunlardan birincisi IX . yüzyıla doğru İrlanda llo Büyük Britanya’yı işgal etmiş ve burada kendi dili, İrlanda veı Iskoçya’da konuşulan Oaelik dilinin menşeini teşkil etinlftlr. İkincisi de V. yüzyıla doğru Britamni’ lerin göçü ol- muitur kİ, bunlar da adlarını Büyük Britanya’ya vermişlerdir. Franıa'dakl Breton vo Ingiltei-û’deki Gal dillerinin menşei, bunların dili olmuştur. V. yüzyıla doğru Fransa’dan çeşitli yönlere dojrru bir takım istilâ hareketleri olmuştur; Bunlardan birinde Güney-Batı’ya doğru giden Kelt’ler, Iber’lere karışarak, Ispanya’da K eltiber denen savaşçı kavmi meydana getirmiş­lerdir. Bir kol Doğuya doğru Güney Almanya’ya ve tâ Maca­ristan’a ve Sırbiste^n’a kadar inmiş, buradai da Keltçe yer ad­ları kalmıştır. B ir başka istilâ sırasında da Gol’ler İtalya’da Po ve Apennin bölgesini işgal etmişlerdi!’. Bunların Avînıpa’ya son göçleri Belçikalılarmki olmuştur ki, Fransa’nın bütün Kuzey- Doğu bölgesini işgal etmişlerdir. Bunun üzerine Keltlerin ege­menliği aşağı Tuna’dan İspanya ve İrlanda’ya kadar Avrupa’­nın bir başından öbür başına yayılmıştır; bu egemenlikten iz olarak şeflerinin jmvarlak mezarlarıyle Keltçe yer adları kal­mıştır. Bu egemenlik, başka savaşçı kavimlerin göçleriyle ya- vag yavaş gerilemiştir.

Eski belgeler, çok nadir olmakla beraber, M .ö. V. yüzyıl­dan n . yüzjnla kadar, çeşitli kavimlerin Avrupa kıtası üzerine nasıl yayılmış olduğunu görm eğe İmkân vermektedirler. Esı- kilerin her kavime vermekte oldukları ad, bu kavimin kendine

F. 2

M UKAYESELİ TARİH İ 17

verdiği ada çoğu zaman uymamaktaydı; fakat biz bu kavlmle- ri göstermek için, eskilerin onlara verdikleri adı kullanıyoruz.

Güney Avrupa kavimleri. — Bugün adına Balkan yarım ­adası dediğimiz, Avrupa’nın Asya’ya yakın Güney-Doğu ucu ile Güney bölgesi ve Yunan adalarında medeniyet bakımından en ileri kavimler oturmaktaydılar ki bunlar, Heiien’ ler adı al­tında birlegmişlerdi (Rom alılar bunları G rek’ler diye adlandı- rıyorlardı).| Hellen’ler K ın m ve Küçük Asya’dan bağlıyarak İs- panya’ya kadar Akdeniz’in bütün kıyılarına koloniler gönder­mişlerdi.

Yarımadanın Kuzeyi ’Tuna’ya kadar, barbar kalmış ve dil­leri de kaybolmuş bulunan Trak’la.nn elindeydi. Çok güç aşılan ve Adriyatik denizine kadar ulaşan dağlık bölgede de İlliryah- lar oturuyorlardı.

İtalik yarımadasında çok eski kavimler oturmuşlar ve bun­lar adlarını iki adaya bırakmışlardı; Sardunya’da oturanlara Sard'lar, Sicilya’da oturanlara da S iton ’lar daha sonra da Si- kul’ler olmuştu ki, İber’lerin diline benzer bir dil konuşmak­taydılar. Kıtanın Güney ucu ile Sicilya adası, Grek kolonileri tarafından işgal edildi. Merkezdeki bütün dağlık bölge savaşçı kavimlerin elindeydi: Güney’de Napoli ovasına yayılmış olan Samnit’ler, Merkezde birkaç tane çok ufak kavim, deniz yö­nünde, Tiber üzerinde de Lâtin’ler vardı. Bugün Toskaaıa diye adlandırılan memleket çok uzaktan gelen Etrüskler tarafından fethedilmişti ve bunların, Grekçe yazıtlardan bilinen dilleri, bugüne kadar çözülmüş değildir ve Hind-Avrupa aslından çık­mışa benzememektedir. Bunlar töreleri ve dinleri bakımından İtalya’daki öbür kavimlerden kuvvetle ayrılmaktaydılar. Taş­tan kubbeler yapmasını biliyorlar, kâhinleri de kurbanların karaciğerlerini inceliyerek istikbal hakkında kehanette bulu­nuyorlardı. Bu iki zanaat Küçük Asya’da icra edilmekteydi ki, görünüşe göre Etrüsklerin çıktıkları memleket de burası ol­mak gerektir.

Kıtanın Apennin’lerin Kuzeyindeki kısmı - ki Eskiler bu- rasmı İtalya’dan sajrmıyorlardı - Etrüsklerden sonra Gol ka­vimleri tarafından işgal edilmiş ve bunlar Adriyatik’e kadar ilerlemişler, hattâ Rom a’y ı bile almışlardı.

Daha o zamandan adına İspanya denen Güney-Batı yanm - aclası, Iberlerin mernleketiydi. Bunlar ufak-tefek, esmer, kıvır­cık saçlıydılar, hafif silâhlarla savaşırlardı. Ancak birkaç keli­mesi bilinen dilleri, Hind-Avrupa kökünden gelmige benzeme­

18 AVBU PA M İLLETLERİNİN

mektedir. İberler çok sayıda gayet ufak kavimlere bölünmüş­ler ve Pireneler’in ötesine, Garonne’a kadar yayılmışlardı ki, burada adma Akiten detıen kavmi meydana getirdiler.

Batı Avrupa Uavimleri. — Cenova körfezinden Rhône neh­rine kadar Akdeniz kıyısında Likür adı altında birleşmiş çok küçük kavimler oturuyorlardı. Görünüşe göre bunlar, Gollerin gelişlerinden önce, Pireneler’e kadar yayılmış bulunmaktaydı­lar. Ancak birkaç kelimesi bilinen dilleri, belki Hind-Avrupa kökündendi.

Fransa’nın bütün geri kalanı Gollerin elindeydi. K eltçe k o­nuşan ve savaşçı kavimler olan bu Goller, (Başhcası Marsilya olan) kıyıdaki Grek kolonileriyle münasebetteydiler. Grekler de Gollere kendi alfabelerini ve para kullanmasını öğretmişler­di. Son gelenler olan Belçikalılar ise daha savaşçı olarak kal­mışlardı ve Seine nehrinin Kuzeyindeki memleketi işgal et­mekteydiler.

Büyük Britanya İle İrlanda da Avrupa kıtasındaki Keltler- 16 münasebet halinde olan ve Keltçe konuşan savaşçı kavimle- ıln elindeydi. Bunların, töreleri hemen hemen aynı idi ve hepsi do kudretli bir lonca halinde teşkilâtlanmış olan, adma da Druide denen rahipler tarafından öğretilen dinî bir doktrine mensuptular.

Orta Avrupa kavimleri. — Rhein nehrinin Doğusunda ve Tuna’nın Kuzeyinde Avrupa’nın Vistül’e kadar olan uçsuz bu­caksız alanlarında ve İskandinav yarımadasında çok seyrek bir halk topluluğu vardı. Bu, toprağa az bağlı olan ve Cermen dili konuşan kavimlerden meydana gelmişti. Bunların şehirleri yok­tu, aileleri ve sürüleriyle birlikte kolaylıkla uzak mesafelere gidiveriyorlardı. Romalılar bize bunlara Cermen’ler demesini öğretmişlerdir ama, bu kavimler kendilerine aynı adı verme­mekteydiler. Uzun boylan, kuvvetleri, mavi gözleri, sarı saç­ları, beyaz tenleri ve sarhoş edici içkilere olan düşkünlükleri ile Grekleri ve Rom alılan hayrete düşülüyorlardı. Şu halde gö­rünüşe göre bunların arasında oldukça büyük nisbette Nordik ırkından insanlar vardı. Goller de Eskiler üzerinde aynı inti­baı bırakıyorlardı ; fakat bunların aynı ırktan oldukları muhak­kak değildir. Bunların saçlarının rengini anlatmak için kulla­nılan Lâtince veya Grekçe terimler, sarışından ziyade kızıla daha çok uymaktadır.

Doğu Avrupa kavimleri. — Tuna’nın ötesinde, Kai'ade- niz’e kadar uzanan uçsuz bucaksız ovada, arabalar içinde yaşa­

M UKAYESELİ TAR İH İ 19

20 AVRU PA M İLLETLERİNİN

makta olan göçebe kavimler dolaşmaktaydılar, Batı’da bulunan ve Eskilerin kendilerine Çarmatlar dedikleri kavim, Iranlıla- rınkine hısım bir Hind-Avrupa dili konuşmaktaydılar. Batıda oturan ve Yunanlıların /sfcifler diye adlandırdıkları bagka bir kavim ise Kuzeye doğru tâ uzaklara kadar yayılmış bulunmak­taydılar; banlardan bazıları yerleşmişler, çiftçilik ederek buğ­day yetiştirip bunu Greklere satıyorlardı. Bu memleketin he­men her yanında tümüliis biçimi büyük mezarlar vardır ki bunlann asıllaıı bilinmemektedir. Bu mezarların içlerinde de Grek sanatının etkisi altında kalmış yerli bir sanatın yapısı olan eşyalar bulunmuştur. Bugün adına Transilvanya denen, Kuzey-Batıdaki dağlık bölgeye II. yüzyılda adına Daç’\ax de­nen savaşçı bir kavim hâkim bulunmaktaydı ki, Kelt dili ko­nuşan fâtihlerin yerlerini bunlar almışlardı.

Germenlerle Iskandinavların Doğusunda, Baltık kıyıların­da ve Rusya’nın henüz bataklıklar ve ormanlarla kaplı uçsuz bucaksız ovalarında, ço_k seyrek ve çok az medenileşmiş nufus toplulukları yayılmış bulunmaktaydılar ki Eskiler bunlann an­cak adlarını bilmekteydiler. Bunların büyük kısmının İslâv dil­lerinden birini konuştuktan sonradan anlaşılmıştır.

Baltık kıyılarında, Batıda Borusu’lar, Doğuda LitvanyaU- lar olmak üzere iki kavmin herbirinin çok eski olarak kalmış ve Hind-Avrupa ana-diline daha yakın olan dilleri vardı. Bun­lar Iskandinavlardan çok İslâv’lara benzemekteydiler. En uzak­ta olan ve sarı ırkla, hısımlıklan bulunan Finliler, Avrupa’da bilinmeyen bir Ural-Altay dili konuşuyorlar ve henüz hemen hemen vahşi bir hayat sürüyorlardı. İslâv göçmenleriyle yap- tıklan temaslar ve birleşmeler bunları sonradan AvrupalIlara daha benzer hale soktu.

Kavim le ırk arasındaki münasebetler. — gu noktaya dikkat etmek gerektir ki, çoğu zaman bir kavime verilen ad, sadece bir memleketi idare etmekte olan azınlığın adıdır ve bu mem­lekette oturanlann büyük çoğunluğu başka cinstendir, örn e­ğin, yabancı savaşçıların hâkimiyeti altına giren bh' rençber topluluğu çoğu zaman, o bölgeyi fethedip hâkim ısmıf haline gelmiş olan alınlığın adını alıp onun dilini konuşmuştur. Hat­tâ, bir istilânın hâtırası muhafaza edilen memleketlerde bui ay- n hk herkesçe bilinmekteydi. Nitekim Yunanistan’da Helot köylülerini çalıştırmakta olan İsparta D or’larmm ve TeaalyaM atlılar tarafından teşkil edilen aristokrasinin durumu da bey­leydi. Gollerde geniş çiftliklere sahip bir “atlılar" aristokrasi-

si ile, hemen hemen köle muamelesi gören bir köylüler “ pleb” ini Çesar birbirinden ayrı tutmaktaydı. Eski çağ yazarları Gol Keltlerini uzun boylu, çok yiyip içen, ateşli bir şekilde dövü­şen İnsanlar olarak tasvir ederler. Bu tablo ise şimdi Fransa^ nm Merkezi ile Batısında oturan halkın ne bedeni tipine, ne karakterine, ya da Büyük Britanya’nın Kelt bölgelerine uy­maktadır. Su halde Keltler her halde savaşçı sınıfı tegkil et­miş olacaklardır; buna karşılık da köylülerden meydana gelme yığın, burada eskiden oturanların soylarından gelmiş olacaktır.

Tunç devri, hattâ cilâlı taş devri halk toplulukları -adları­nı bilmiyoruz- toprağı ekip biçiyor, hayvan yetiştiriyorlardı; bu hale göre, mahsulü beklemek ve kışın hayvanlarını beslemek bakımından toprağa bağlıydılar. Her zaman aynı yerde kal­mak ve çok dar bir ufuk içinde kapalı bulunmak dolayısiyle bunlar, tek şefin otoritesi altında çok kalabalık bir toplum ha­linde birleşmek imkânları olmayan küçük gruplar teşkil et^, nıekteydiler. Tersine olarak, bilhassa hayvancılıkla geçinen topluluklar, otlak aramak üzere yer değiştirmek zorunda ol­duklarından ve yürüyü.ş halindeki sürülerini idare edip savun­mak için silâh kullanmağa alışık bulunduklarından, rençber- lere boyun eğdirmek ve onlann çalışmalarını sömürmek için bu silâhları kullanmaktaydılar. Asya ve Afrika’da olduğu gi­bi Avrupa’da da, her zaman, daha hareket halinde ve daha sa­vaşçı olan çoban-topluluklardır ki rençber ve oturgan olan kü­çük gruplan hükümleri altına almışlar ve onları, idare ettik­leri bir kavim halînde birlegtinnişlerdir. Cilâlı taş devriyle tunç devrinin adlan bilinmiyen eski kavimlerinin torunları, uyruk haline gelmişlerdir; yeni gelenlerden ise şefler ve hâkim sı­nıf çıkmıştır.

Hindistan’da olduğu gibi Avrupa’da da Hind-Avrupa dil­lerini getirenler, fâtihler olmuşlardır. Bu dillerde, kelimelerin biçimlerini değiştirerek münasebetleri ifade için usuller var- dt (d6cTmaÂson ve conjuaaisotî) ve bunlar kelimeleri bir sis­teme (sözdizimi i= sentaks) göre topluyor, bu sistem de cüm­ledeki yerine göre her kelimenin rolünü gösteriyordu. Bu dil­ler Avrupa kavimlorine düşünce ayırtılarını (nüans) ve fikri­ler arasındaki münasebetleri, Asya’daki sarı kavimlerin çekim­siz fsams fleyk>n) dillerine göre, çok daha açık şekilde ifade (ve dolayısiyle zihinde tecessüm ettirme) imkânını vermişler­dir.

Avrupa Toavimlerinin hayat şartlan. — Eski samanlardaki

M UKAYESELİ TARİH İ 21

22 AVRU PA M İLLETLERİNİN

nufus sayısını bulmak için yapılan hesaplar ancak güvenllemi- yecek ve çok nadir verilere dayanmaktadır. Nufus yoğunluğu çeşitli memleketler arasında bugüne göre gok daha eşitsizdi, çünkü bu yoğunluk, tamamen her memleketin vermekte oldu­ğu geçim imkânlarına dayanıyordu. Nufus yoğunluğu sıcak iklimli bölgelerde ve bütün şehirlerin bulunmakta olduğu Ak­deniz kıyılarında daha büyük; Okyanus üzerindeki daha az medeni bölgelerde daha ufak; buna kargılık toprakın daha ve­rimli olduğu Gol memleketinde İspanya ve Büyük Britanya’ya göre daha fazla; geri kalan ve Avrupa kıtasının en büyük kıs­mını İçine alan yerlerinde İse çok düşüktü.

Her kavmin yaşayış tarzı. Doğuda şekillenmiş olan bilgi­leri ve usulleri elde etmek bakımından sahip olduğu imkânla- la bağlı bulunmaktaydı. Doğululara en yakın olan kavimler teknik zanaatları, para kullanmasını, alfabe yazısını, mimari ^ heykelciliği öğrenmişlerdi. Tahkim edilmiş köylerde yaga- mak alışkanlığını edinmişler ve adına “medenî” (Medine de, sitede oturan) dediğimiz hale gelmişlerdi. Bunlar Yunanistan’­da, daha sonra da Adalarda ve Asya kıyılarında yerleşmiş olan Hellen’lerdi ki, daha sonra İtalyan kavimlerine örnek olmuşlar^ dır.

Avrupa’nın bütün öteki kavimleri, Greklerin küçümser bir deyimle Barbar dedikleri, Lâtinceye de geçmiş adla anılan hal­de kalmışlardı. Bunlar kaba-saba zanaatlar icra ediyorlardı; ne paralan, ne yazılan vardı; henüz köyler halinde toplanmış olarak yaşamaktaydılar. Hattâ Gol memleketiyle Ispanya’nın tahkimli mevkileri dahi köylerde oturanlar ve hayvanları için, savaş zamanında birer sığınaktan başka şey değillerdi. Bu­nunla beraber bu kavimler, başka kıtalardaki vahsilerinkiylc kıyaslanabilir bir halde yaşamıyorlardı.

Maddî hayat memleketin, henüz çok zayıf olan, tabiî kay- naklanyla sınırlanmıştı. Fena sürülmüş, gübreden yoksun top­rağın verimi çok zayıftı (belki 1 e 3 tü ); gUbre kötü muhafaza ediliyor, yetersiz kullanılıyordu; bu yüzden toprak cahucak ve­rimsizleşmekteydi. Tabiî otlaklardan baıjka ylyocok bulamayan hayvanlar fena beslenmekteydi, sıskaydı ve az aUt veriyordu. Mahsul az oldu mu, halk kıtlıkla karşılatıyordu. Her allo muh­taç olduğu şeyleri, unu İle ekmeğini, kuma«lanyla »lyocekleri- ni, meşini ile kunduralanm, İş âletlerini, agrog iBbanını, kab- kacağını ve ev eşyasını kendisi yapıyordu. MÜ*terllor İçin ça­lışan tek zanaatkar, demirci İdi ve otıun, ÇOjru auıman gizli tu-

m u k a y e s e l i TARİHÎ 23tulan, zanaatım horkea büyülü «aymaktaydı; demirci silâh da yapıyordu.

Şeflerin emrinde bol bol yiyecekler, sürü sürü hizmetkâr­lar, birçok süsler vardı. Halkm büyük yığını sefil bir hayat sü­rüyor; kapısı ve döşemesi olmayan küçük, loş ve nemli, saz damlı veya yuvarlak biçimli kulübelerde oturuyordu ki, bun­larda duman, yukarıdan çıkıp gitmekteydi; herkes saman ya da yaprak yığınları üzerinde yatıyor, çavdar veya yulaf lapa­sı, yahut arpa veya hamursuz buğday unundan yapılmış peksi­metler yiyor; sade su İçiyor; yünden veya ketenden yapılmış kaba-saba elbiseler giyiyor; yalnız tahtadan veya pişmiş top? raktan yapılma kap-kacak kullanıyordu. Bu kavimlerin yakı­ları yoktu, bütün eğitim, kulaktan kapma bir geleneğe dayan­maktaydı. Elimizde ka^iınlann sürdükleri hayatı bize bildiren, hiçbir belge yoktur; ama onlann ne halde olduklannı kendi­miz de tasavvur edebiliriz; Herhalde soğuk ve dumanlı, isli meskenlerde oturuyorlardı; tahılı öğütmek, yiyeceği hazırla­mak, kuma^lann İpliğini eğirip sonra dokumak, tarlalarda er­keklere yardım etmek gibi ağır işler, bunlann başlarından ag km olsa grerekti.

Bofival ve politik teşkilât. — İber, Gol, Lâtin, Samnit, Cer­men gibi ortak bir ad altında birleşmiş her topluluk, birbirle­rinden tamamen ayn olan küçük kavimlere bölünm.üş durum­daydı. Herbirinin kendi hükümeti, başkenti, ordusu vardı ve ötekilerle savaşıyordu. Bunların topraklan çok eşitsiz büyük­lükteydi; Grek veya İtalik ülkelerinde çoğu ancak bir şehirle dolaylanna sahip bulunmaktaydılar. Fakat Doğu kavimlerinde olduğu gibi hiçbirinin ne geniş bir toprağı, ne do kuvvetli bir nufusu vardı.

Her kavim tamamen bağımsız olmakla beraber, hepsinin de eş bir sosyal ve politik rejim i vardı; çünkü bu rejim, ya nu- fuaun aynı asıldan gelmesi, ya da aynı şartlar altında yaşama­sı dolayısiyle müşterek olan bir takım töreler üzerine kurul­muş bulunmaktaydı. Bütün kavimlerde aile reisi tek kadınla evleniyordu ve ailenin fertleri, babanın otoritesine tâbi idiler. Ailenin reisi olan erkek, koca olarak kansı, baba olarak ço- cuklan, efendi olarak hizmetkârlar üzerinde sınırsız bir kud­rete sahipti, isterse bunlan durdurup dinlenmeden çalıştmr, döver, hapseder, hattâ öldürürdü ve kimse çıkıp buna engel olmağa kalkışmazdı. Aile reisi kızlanna hig danışmadan bun­ları istediği kimse ile evlendirebilirdi. Ailenin malı mülkü onun

24 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

elindeydi, toprağını dilediği gibi igletebilirdi.Öldüğü zaman mal-mülk, kendisiyle oturan oğrullanna kar

lirdi. Aynı ailenin fertleri birbirlerini desteklemek ve İğlerinden birine kargı iglenen haksızlığın öcünü almak görevindeydiler. Bu öcalma görevi, KorsikalIlarla Am avutlar gibi çok m ünfe­rit bazı halk topluluklarında öylece kalmıştır. Uzun zamandan- beri aynı yere yerlegmiş olan aileler birbirlerini aynı atanın so­yundan gelmig sayıyorlar ve iglne hizmetkârların da girmek­te olduğu bir grup tegkil ediyorlardı. Bu grupa, mügterek soy­dan gelmekte olduğunu gösteren bir ad verilmekteydi kİ Grek- çede bu ad genos, Lâtincede gens, Keltçede klan’dı. Bu kavlm- lerde belki köleler de vardı ama bunlann cok sayıda olup ol- madıklannı bilemiyoruz.

Bir tek otoriteye boyun eğen bütün bu aile gnıplannın bir­leşmesiyle (dar anlamda) bir kavim, yani aynı şefler tarafın­dan İdare edilen ve tamamen bağımsız olan bir topluluk mey­dana geliyordu. Rejim ler benzeşmiyordu ama hepsinin müşte­rek bir taraflan vardı ki, bunları Doğu îm paratorluklannın rejimlerinden apayn bir hale sokmaktaydı. Bu kavimlerin heı^ biri sok küçük ve gok yoksul olduğundan, şef bir ordu ve bir hazine kurmak ve arkadaşlannı kendisine, bir taiınya olduğu gibi, boyun eğdirmek İçin gerekli maddî imkânlara sahip de­ğildi. Şef sınırsız bir kudrete sahip değildi; töreleri gözönünde bulundurmak ve önemli bir karar almazdan önce, aile reisle­rinden meydana gelen kurula, hattâ bütün savaşçılann meyda­na getirdikleri meclise danışmak ödevindeydi. Politik hayat bazen tehlikeli sayılan bir fiili yargılamak, ailelerden öcalma işini durdurmak ya da savaşla ilgili herhangi bir karar vermek gibi şeylerden İbaret kalıyordu.

Bazı kavimlerde ortaya imtiyazlı bir sınıf gıkmıgtı ki or­duyu (yahut his olmazsa süvari kuvvetlerini) o teşkil ediyor­du. Bunlar hiçbir el işi yapmıyorlar, hizmetkârlarını çalıştıra­rak yaşıyorlar, topraklannı daha aşağı seviyedeki İnsanlara ektirip biçtiriyorlardı, gurası muhtemeldir kİ daha az medeni ve en yoksul kavimlerde nufusun büyük kısmı hem rençber, hem savaşçı olan kimselerden teşekkül etmekteydi, bunlar el­lerinde silâh vardı ve gerekince savaşa gidiyorlardı; bu âdet, Grek dili konuşan en geri kavimlerde olduğa gibi kalmıştı.

Kişiler arasındaki bütün münasebetler bM kı esasına daya­nılarak kurulup idame edilmekteydi; dayak, kırbaç, hapis, sa­kat bırakma veya öldürme gibi şekillerde zor kullanılıyor, yar

MUKAYB3SELÎ TARİH İ 25hut zor kullanılacağı tehdidi ileri sürülüyordu. Zor kullanma işi okadar eski ve o kadar yaygın haldeydi ki, ast’lar buna, sanki tabiatın dayanılmaz bir kuvveti imiş gribi, katlanmak­taydılar. Babanın çocuklar, kocanın karısı, aile reisinin hizmet­kârları üzerinde zor kullanması, her otoritenin tabiî bir şekli sayılmaktaydı.

Em ir verenlerle itaat edenler arasındaki ayrılık, seviyeler arasında daimî bir eşitsizlik yaratıyordu; çünkü emir verme yetkisi mal-mülkü kullanma yetkisini de içine alıyor, bu yet- Idye malik olana sahiplik hakkı veriyordu. Hem silâhlarin, hem sahipliğin kuvvetine malik olan savaşçılar, imtiyazlı bir sınıf halindeydiler. Her toplum üst’lerle ast’lara bölünmüş durum­daydı; kavim daha medeni hale geldiği ölçüde de seviyeler arasındaki eşitsizlik artıyordu.

Bütün gidişat törelerle nizamlanmıştı, bu da büyüklerce yapıldığı görülen şeyin tıpkısı tıpkısına yapılmasından ibaret­ti. Yemek, giyinmek, evde oturmak, çalışmak, zamanını kullan­mak, eğlenmek, dil, dinî törenler, hükümet idaresi gibi şeyler hep töre ile nizamlanmaktayd. Dünya ve insan hayatiyle ilgili bütün kavramlar gelenekten alınma idi ve geçmişe yönelmiş durumdaydı. Hiç kimse ne yeni kurallar benimsemeğe, ne de haldekinden ayrı bir gelecek hazırlamağa istekli değildi. Bu yüzden de değişiklikler seyrek ve yavaş oluyordu, bu gerek­likler yeni şartların zoırlayışından doğan icaplardan, bilhassa da nufusun artmasından, savaşlardan, göçlerden doğuyordu.

Dinler. — Her kavmin kendine mahsus ayrı bir dini vardı ki bu din geleneklere dayanan âyinlerden, adaklardan, kurban kesmelerden, dualardan, bazı (pınar, orman, dağ doruğu gibi) kutsal yerlerde bulundukları farzedilen görünmez kuvvetlere yahut, (bir kılıç veya bir ateş g ibi) sembollerle ya da bir putla temsil olunan (güneş, rüzgâr, gök gürültüsü) gibi tabiat kuv­vetlerine ithaf olunan tapınma hareketlerinden İbaretti. Bu ta- biatüstü kudretlerden bilhassa, girişilen işlerde başarı ve has­talıkların iyilaşmesl gibi şeyler isteniyordu.

Bütün memleketlerde kullanılması âdet hükmünde olan muskalar, felâketleri ve bilhassa insanlarla haj^anlara has­talık getiren habis ruhları uzaklaştırmağa yarıyordu. Bu mus­kalar, İnsanlar ve hayvanlara yapılan büyüler şeklinde yerleş­miş olan, düşman ruhlara inanma hususunu, genel olarak, is­bat etmekteydiler. Doğudan gelmiş olan sihirbazlığın icrası, hastalan iyileştirmek için söylenen sözler ve yapılan hareket-

26 AVBU PA M ÎLLETLBRÎMÎÎ

lerie, habis ruhları defetm ek (yani kovm ak) amacını güdüyor­du. Ayrıca tanrılara başvurularak veya onlar tarafından gön­derildiği farzolunan alâmetler, belirtiler yorumlanarak gele­cekte olup bitenleri önceden kestirmek zanaatı da her tarafta icra olunuyordu.

Çoğu zaman özel kigiler fiil ve hareketlerini, veya hükü­metler aldıkları kararlan din yahut sihirbazlık iğlerine göro ayarlıyorlardı; hayra yorulmayan bir belirti, bir savag hare­ketini durdurmağa yetiyordu.

Birbirlerine komşu olan kavimler gogru zaman aynı tanrı­ya tapıyorlar; bazen aynı tapınakta aynı şekilde tapınmak için toplandıkları oluyordu. Fakat, sonradan hristiyan dininin yap­tığı gibi, hiçbir din Avrupa’daki nufus topluluklarını aralann- da birbirine bağlamıyordu.

Kavim ler arasındaki münasebetler. — Cilâlı tag devrinden- beri Avrupa’nın her yanmda Ispanya’nın aJtun vö gümüşüne. Büyük Britanya’nın kalayına, Baltık’ın kehribarına dayanan bir alışveriş yapılıyordu. Fakat bu, birkaç lüks metaa hasro­lunmuş bir alışverişten ibaretti.

Kavimlerin arasında ancak geçici münasebetler vardı. Bun­lar çoğu zaman aralanndaj savaşıyorlardı; ama bu, töreler ya da dil bakımından ayrı olan bir nufus topluluğuna karşı değil de, kendisine en benzer olan komşu kavimlere karşı yapılıyor­du (Atina İsparta ile. Rom a Alba ile savaşıyordu).

Kavmi idare etmekte olan savaşçılar savağı en şerefli ve itibar, kudret kazanmak, hattâ zengin olmak için en kestirme çare sayıyorlardı; çünkü galip gelen, mağlûbun ürünlerini, sü­rülerini, topraklarını, kısaca her şeyini alıyor, esirlerini köle gibi satıyor, ya da yenilen kavmi kendine tâbi hale sokuyordu. Her özel kişinin her şeyini kaybetmek tehlikesiyle karşılaştığı bir savaş tehlikesine karşı, bir kavmin bütün fertleri her za­man birleşmiş ve yurtlannı savunmağa hazır olarak ı kalmak gerektiğini hissediyorlardı.

Avrupa kavimleri dinleri, yaşama tarzlan, sosyal ve poli­tik rejim bakımından benzeşiyorlardı.- Fakat aynı asıldan gelme dilleri konuştuklarının nasıl farkında değillerse, bu benzerliğin de farkında olmuyorlardı. Savaş onları birbirlerine karşı sü­rekli bir düşmanlık halinde bulundurmaktaydı. Avrupa birliği burada oturanlann hayatında esasen vardı; aynlışm a ise ka­vimlerin birbirleriyle olan münasebetlerinde görülüyordu. Bu­nunla beraber AvrupalIlar Etoğululardan, kendilerini başka

M UKAYESELİ TARİH İ 27türlü bir medeniyet yaratmağa hazırhyan iki vasıfla ayrılıyor­lardı. - Dinleri, akla dayanan bir bilgiyi araştırmaktan bun­ları alıkoyan az çok belirli düşünceleri kendilerine zorlamıyor­du. - Hükümetleri de halk yığınını politik bir hürriyet rejimini araştırmaktan alıkoyacak kadar kuvvetli bir otoriteye sahip değildi.

II

G RÉK M ED EN lYETt VE ROM A H AKİM İYETİ

G rek sitelerinin rejimi. — Avrupa’daki nufus toplulukları­nın bir kısmı üzerinde birlik, çağımızın başlangıcına doğru be­lirmeğe başladı ve bu da Greklerin eseri olan medeniyet birli­ği, romalıların eseri olan hükümet, yani idare birliği olmak üzere, iki şekilde oldu.

Bütün Avrupa’yı kaplıyan bir mâdeniyeti hazırlamış olan kavim, Doğudaki eskiden medenileşmiş kavimlere en yakın olan memlekette oturuyordu. Yunanistan’a tunç devrinde, XVI. yüzyıldan önce, Kuzey’den gelmiş ve orada, surları hâlâ var olan (Mikene, Tírente gibi) şehirler kurmuştu. Krallar, Girit’­te yerleşmiş olup adı bilinmiyen bir kavimle denizden münase­bet halindeydiler ki buradaki sarayların yıkıntıları arasında, Asya’dan g^elme bir medeniyeti gösteren eşyalar ve resimler bu­lunmuştur.

Daha sonra, IX. yüzyıla doğru, aynı dilin çeşitli diyelekle- rini konu.şan birkaç kavmin, Heltenler diye yeni bir ad altında birleşmiş olduklarını görüyoruz ki bunlar, aynı tanrılara tap­makta ve kendilerini aynı atalardan gelme saymaktaydılar.

Avrupa’nın bütün memleketlerinde olduğu gibi, Hellenler de çok sayıda ufak, bağımsız kavimlere bölünmüş haldeydiler. Kuzey’deki Barbarların komşuları olan en-geri kalmışları, köy­ler halinde toplanmış olarak yaşamağa devam ediyorlardı. Fa­kat çoğunun (adına polis denen) tahkimli bir şehirleri vardı ki bütün ulus için pazaryeri, merkez, din ve hükümet başkenti ye­rini tutuyordu. Bunların büyüklükleri çok eşitsizdi. En kuvvet­lileri, hükümlerini bütün bir bölge üzerinde yürütüyorlardı. İs­parta Lakonya’ya, Atina da Atik ’e hâkimdi; çoğu, şehirlerinin çevresinde ancak küçük bir bölgeye sahip bulunmaktaydılar.

Kamu işleri üzerinde karar verm ek hakkı ancak vatandaş­larındı, vatandaşlık vasfı da vatandaşların oğluna mahsustu. Hükümet kuruluna ve savaşçıların saflarına ancak bunlar gir­mek hakkına sahiptiler. Bölgede oturan köle yâ da yabancıdan

doğma bütün öbür kimseler sitenin, yani şehrin digmda kalı­yorlardı.

Her kavmin bütün sitelerde hemen hemen e§ bir rejime tâbi olan, üç organdan meyda:na gelme, kendi bağımsız ve ege­men hükümeti vardı. Fakat bu organlardan herbirinin gerçek iktidarı kavimlere göre değişikti ve zamanına göre de ayni kav­inin içinde değişikliklere uğradı. İlkin, başlıca otorite sahibi, babasmdan kalma tahta geçen kral idi ki hem savaş, hem ada­let, hem din bakımından şefti. Fakat İsparta ve Makedonya hariç, kral ya ortadan kaldırılmış, ya ıfla^endisine sadece dinî bir görev verilmişti. - Gerçek iktidar ilkin, en zengin toprak sahiplerinden meydana gelme kurul’a. geçmişti. - Sonunda, hâ­kim organ, kanunları yapmak ve hükümet şeflerini seçmek için bir meydanda toplanan halk meclis’ i oldu. Böylece de üç rejim birbirini takip etti ki filozoflar bunlara, bütün Avrupa kavim- lerinde kullanılmakta olan adlar verdiler. Bunlar monarşi (tek klelnln emir vermeBİ), aristokrani ( “en iyilerin” , yani eski aile­lerin İktidarı), demokrasi (halkıp iktidarı) idiler.

Böyleco birçok Grek kavimleri, geçici şekilde bir şefe sa­hip oldular kİ bu, babadan kalma bir vasfa sahip olduğu için (lolrllı fakttt emrinde silâhlı insanlardan meydana gelme bir kıta bulunduğu İçin, mutlak bir iktidarla tek başına hüküm sü­rüyordu. Kendisine kral denmiyordu da, asyalı bir isim olan tiran adı veriliyordu. VII. yüzyılda bir ara revaç bulan tiran­lık, sonunda ahlâka aykırı bir hükümet şekli sayılmağa başlan­dı ve bu söz de Avrupa dillerine bu anlamda geçmiş oldu.

Grekler, otoritelerini ancak halkın rızasından alan ve bu otoriteyi, nomos diye adlandınlajı terimin sınırları içinde: icra eden şefleri meşru sayıyorlardı. Nomos, mecburi olarak uyul­ması gereken tutum, hal ve gidiş kurallarını gösteren terimdi.

Bu kurallar uzun zaman geleneğe dayanan bir töre halinde kaldılar, sonradan resmen yazılarak, yazılı z/asa haline geti­rildiler. Daha sonra sitelerin çoğu, yasanın, halk meclisinin bir karariyle değiştirilip yerine bir yenisinin konabileceği hususu­nu kabule başladılar. Grekler, yasadan başka hâkim tanıma­makla gururlanıyorlar; kendilerini Asya krallıklarındaki, (adı­na Grekçede despot denen) krallanmn kargısında secdeye ka­panıp ona köle gibi boyun eğen uyruklardan üstün, hür insan­lar sayıyorlardı.

HeUen medeniyetinin menşeleri. — Grekler, Avrupa’daki bütün kavimlerin içinde bulunduğu barbarlık halinden. Doğu-

M UKAYESELİ TAR ÎH İ 29

30 AV RU PA M İLLETLERİNİN

nun medenî kavimlerini taklid ederek sıkmışlardı. Bu Doğu kavimleri hayat için faydalı olan (ve adma Grekçe bir sözle telm ik dediğimiz) zanaatları uzun zamandanberi icat etmiş bulunmaktaydılar.

Orakla tekerleksiz saban; bakla, mercimek, soğan ekimi; tekerlekli saban, madenleri işleme zanaatı, kuyumculuk, cam yapm a zanaatı, topraklan ölçme, elyazmalan için uzun zaman tek madde olarak kullanılan papirüs gibi, tarım ve endüstri ile ilgili âlet ve usullerin çoğu Mısır’dan gelmeydi. Grekler bağ ve zeytinağacı yetiştirmeği, şarâp ve zeytinyağı kullanmağı, ta­pınaklar inşa etmeği, heykeller ve kabartmalar yapmağı, du­varları süslemek için boya kullanmağı, dörtköşe burçlan olan tahkimatı, surlan yıkmak için gerekli kuşatma makinelerini kullanmağı Mısır’dan ya da küçük Asya’dan öğrenmişlerdi.

Grekler Kalde’lilerden uzunluklar, ağırlıklar ve süre için ölçü sistemini, bir çemberi 360 dereceye bölmeği, zamanı ölç­mek için kullanılan (güneş saati, su saati gibi) âletleri, herblri (güneş, ay, gezegrenler gibi) yıldızların adlarını taşıyan 7 gün­lük haftayı, sabit ağırlıkta gümüş külçeleri kullanmağı -ki bu, sonradan Doğuda icadedilen şekil basma usulu ile daha da te­kâmül etmiş ve külçe, para haline gelmiştir- (1 ), insanın doğ­duğu âna bakarak başına gelecekleri önceden bilmek iddiasın­da bulunan astrolojiyi, habis ruhlan hükmü altında tutmak id­diasında bulunan büyücülük ve sihirbazlık gibi usulleri de Kai­delilerden öğrenmişlerdi. Her harfin bir sesi temsil ettiği aj- fabe yazısının icadı da Doğu’dan gelmekteydi, bu sayede işaret­lerin sayısı azalıyor ve okumaryazma çok geniş ölçüde oluyor­du.

Greklerin dini de Doğu örnek alınarak değiştirilmişti. Grekler Doğudan insan biçinjIM putlar kullanmasını, ölümden sonra bedenden ayrılan ruh’un yaşadığına olan inancı, ölülerin toprak altında kalmalan ve insanın öldükten sonra hayatta ikenki hal ve gidişi hakkında Tanrı tarafından bir yargı ve­rileceği fikrini öğrenmişlerdi; daha sonra adma fransızcada m ystère denen, müminin bir tann ile sembolik şekilde haşıme- şir olduğu gizli törenleri de benimsediler.

Greklerin öğrendikleri teknik usuller onlara işbölümünü daha ileri götürmek imkânını verdi ve böylece şehirlerde yer-

f l j Buğday ve arpa eUimi ve tanuKlarla tem m at altına ak- nan satış, kira, ü cret söslesm eleri de belki Kalde’den gelmişti.

leşmiş olan ve herbiri ayn bir cins zanaatkârlar tarafından ic­ra olunan büyük sayıda zanaatlar do&mu§ oldu, bu Grek za­naatkarlan da Doğu asıllı zanaatlan daha ilerlettiler.

Hellen kavimlerinin ya/yılması. — İlkin kendi adlarını mu­hafaza etmiş olan memlekette oturan Grekler, dışarıya kolon’- 1ar'göndererek nufuslannı, yaşayış tarzlarını ve politik rejim­lerini yaydılar. Bu kolonlar Kügük Asya kıyılarında, Sicilya'­da, İtalya’da, hattâ Gol memleketinde dahi Grek siteleri kur­muşlardı. Buralarda Yunanistan’dan daha verimli olan büyük toprakları işletiyorlardı ve memleket halkına Grek diliyle tö­relerini benimseterek bunlan hellenle-stirdiler.

IV. yüzyılın sonundan itibaren Grekler hakimiyetlerini, tö­relerini ve dillerini Avrupa dışında çok daha geniş bir alana yaydılar. Bu, MakedonyalI Grek kralı İskender’in eseri oldu. İskender, o zamana kadar D oğu’daki bütün medenileşmiş im- ptvratorluklan Uondl hükmü altında toplamış olan İran hü- kUmdannın bütün imparatorluğuna boyun eğdirdi. Hind’e ka­dar bütün A.nya’ya sahip ilarak Doğulu krallar gibi mutlak bir hUkÜRidar sıfatıylo .saltanat sürdü ve hattâ arkadaşlan olun MakedonyalIlar da dahil bütün uyruklarını, doğru töre- larinn uyjjun olarak, karşısında secdeye varmak zorunda bırak­tı.

İskender'in ölümünden sonra generalleri onun uçsuz bu­caksız imparatorluğunu krallıklara bölerek aralarında paylaş.- tılar ve buralarda Grek kral hanedanları kurdular. Çevresinde Grek saray erkânı bulunan ve Grek askerleri tarafından des­teklenen kral, yerli halk üzerinde eski hükümdarlar gribi hü­küm sürüyor; tıpkı tanrısal bir kişi oribi herkesi kendine tap- tınyordu. Mutlak bir iktidara sahipti ve bunu memurlan va- sıtasıyle icra ettiriyordu. Uyruklardan eski vergileri toplatıyor, bayındırlık işleri için onlara zorla angaryalar yaptınyor, hâ­zinesini dolduruyordu. Bu krallar tarafından kurulan şehirler Grekler, Yahudiler ve Grekçe konuşup Grek usulünce yasayan yerliler tarafından iskân edildi. Bu karışmaya sahne olan Mı­sır, Suriye, Küçük Asya krallıkları, hellenıisHik adını aldılar.

Bili/mlerin ve scmatlann doğusu. — M.Ö. VI. yüzyıldan IV. yüzyıla kadar olan süre içinde Yunanistan şehirleriyle hellen kolonilerinde, dünyada eşi görülmedik bir medeniyet vücut buldu. III. yüzyıldan itibaren bu medeniyet Doğudaki Helle- nistik krallıklara yayıldı ve yavaş yavaş Avrupa’nın öteki ka­vimlerine de geçti.

M UKAYESKLt TAR İH İ 31

32 AVBUPA M İLLETLERİNİN

Doğu’daki medeni kavimlerden pratik tecrübe yoluyla edi­nilen bilgilerden baglıyan bu medeniyet, amprik usuller altın­da başka kavimlere devredilmişti. Fakat eşyanm tabiatı ve bunlar arasındaki münasebetler üzerindeki fik ir çalışması, Mı­sır’la Kalde’deki tapınaklara bağlı rahipler zümresi tarafından yapılmıştı ve ancak dinle alâkalı görünen konuları içine alı­yordu. Doğudan topladıkları bilgiler üzerinde çalışan Grekler, öylesine yeni bir düşünce metodu yarattılar ki, buna “ Grek mu­cizesi” adı verildi ve bu, Hellen ırkına has bir dehâya atfedil­di. Aslında ise bu, bilgin, filozof, yazar gibi az sayıda liimsele- rin eseri oldu; bunlar en uzak yerlerden, hattâ çoğu, halkı Hellen aslından olmayan memleketlerden gelmiş bulunmak­taydılar. Bunlann çalışması, bilhassa Küçük Asya’da, VI. yüz­yıldan itibaren, adlarına bilge (hakim ) denen insanlann dü­şünceleriyle başladı; V. ve IV. yüzyıllarda Atina’da devam etti. Atina sofist (Bilgici) lerin, daha sonra da Sokrates’in çömez­lerinin buluştuklan bir merkez haline gelmişti kİ, bu sonuncur lar daha mütevazı olan filozof (bilgeliği sevenler) adını aldı­lar. Bu fikir çalışması III. yüzyıldan itibaren Siraküza’da ve Hellenistik memleketlerde, bilhassa İskenderiye’de III. yüzyıl­dan itibaren sona erdi. Orada (matematikçi, astronom, coğraf­yacı, filozof gibi) bilginler -sanat ve bilim tanrıları Müz’lere mahsus tesisler olan- Müs:e’y i ve bütün Grek müelliflerinin el- yazmalarmın toplu halde bulunduğu bibliyoteka (kitaplık) yı merkez edindiler.

Greklerin dinsel usul ve inançlan öbür kavimlerinkinden pek az farklıydı. Fakat Grek filozofları, daha sonra da Grek bilginleri gelenekler üzerine kurulmuş inançlan hesaba kat­maksızın, dine bağlı olmayan bir zihniyetle çalışıp müşahede V6 muhakeme (gözlem ve yargı) ile iş gördüler ve hattâ bil­gilerin pratik faydasına aldınş etmeksizin, yalnız ve yalnız gerçeği öğrenmeğe, onu anlamağa çabaladılar. Onlann men- fE ia t kaygusu gütmeyen bu görme, öğrenme merakı, bilim zih­niyetinin en eski şekli oldu. Yeryüzünde ilk defa olarak Grek­ler, nesnelerin tâ derinliğine kadar inmek arzusundan ilham alan ussal (aklî, rasyonel) bir metod kullanarak, bu nesnele­rin kendilerine has vasıflarını ve genel kanunlannı keşfetti­ler. Bunu matematiğe, astronomiye, fiziğe, hattâ tıp ve poli­tikaya dahi uyguladılar.

Bütün bilgilerimizin Yunan aslından olduğu, bunların bü­tün Avrupa dillerindeki adlarından şimdi dahi belli olmakta­

dır: M atematik, aritmetik, geom etri, mekanik, astronomi, iisik, kimya, botanik, zooloji, fizyoloji, coğrafya, historia fhistoire, tarih) g-ibi... Tıpta hâlâ kullanılmakta bulunan s in in i (cerrahi), anatomi, otopsi, senptom (âraz, belirtiler), diyagnostik ( teşhis) g-ibi terimler d© öyledir. F ikir salıgmalarmı genel kurallar ha­line getirmek iğin kullanılan bütün metodlarımız, Yunanca ad­lar taşımaktadır: Düşünme sanatı iğin filozof i, metafizik, lo- jik, kritik, sep tik ; konuşma sanatı igln gramer, retorik (beyan ilmi), m etafor (istiare, m ecaz), hiperbol (mübalâğa); adı Yu­nanca olan historia (tarih) için kronoloji, epok (ça ğ ), peryod (devir) terimlerini kullanırız <1 ).

G rekler, rasyonel metodlannı hattâ hükümet sürmek, sa­vaşmak gibi pratik sanatlara dahi uygulamışlardır. Grekse asıllı politika, monarşi, aristokrasi, demokrasi, despotizm söz­lerinin do gösterdiği Kİbi, hükümet sürme sanatının teorisini kurmuşlar, bugün dahi Grekçe adlarını muhafaza etmig olan atrateji ve taktik sözleriyle de askerlik sanatının teorisini kur^ muflardır. Uzun bir mızrakla silâhlanmış, zırh kuşanmış, kal­kanla. korunan vo sık saflar halinde savaşan piyadelerden mey­dana gelme li'alanj (alay) ı icad ederek Doğunun savag usulle­rini mükommolloBtirmiglerdir. Gürbüz ve çevik savaşçılar ye- tlftlrmek Uzero Grek hayatına mahsus bir âdet kurarak, şe­hirliler Icin glnvnazyum (jimnaz) 1ar açmışlardır ki, burada de- likanhlar cıPİak olarak koşma, atlama, güreş, disk veya cirit atma idmanları yapıyorlardı. Böylece jim nastik icad edilmiş oldu kİ, ilkin hristiyan dini tarafından kaldırılmakla beraber, yavag yavag bütün Avrupa’ya- mahsus bir sanat haline gal- mektedlr.

Bu rasyonel metod zihniyetini Grekler, hattâ dinlerinin bayramlan veya anıtları için çalıştıkları zaman dahi, sanat eserlerine bile sokmuşlardır. Onlar, Doğuda olduğu gibi, eser­lerin azametiyle gözleri şaşırtmak değil, biçimlerin mükem­melliği ve kısımlar arasındaki ahenkle aklın hoşuna gitm ek ça­relerini araştırıyorlardı. Eserleri, vasıtaların sadeliği ve nls- betlerln doğruluğu dolayısiyle güzel görünmektedir.

MÜKAYESELt TARİBtÎ 33

(1) M odem çağlarda da yeni bir bilim kolu meydana gel­di mi buna -psikoloji, antropoloji, paleontoloji, sosyoloji gibi- Ch-ekçe bir ad verm ek âdet olmuştur.

F. 3

i l

34 A VRU PA M İLLETLERİNİN

Bütün ifade sanatları ya Grekler tarafından İcad edilmiş, , ya da onlar tarafından mükemmelleştirilmistir. Grekler poee i (sür) i icad etmişlerdir ki bunun epik, lirik, didaktik, tiyatıio, komedya, tragedya, d-rarm, ode (türkii), eleji (eîege'.a = mer- siyeıj gribi bütün çeşitleri Grekge birer ad tagımaktadır. Şair­lerinin eserleri, hatiplerinin söylevleri, tarihçilerinin anlatış­ları bütün Avrupa kavimleri tarafından taklid edilen örnekler haline grelmiştir.

Grekçe koro, hymne (hümnos) adlarının da gösterdiği üze­re, şarkı yolundan, şiirle birleşmiş olan m üAk sanatına da adı­nı Grekler vermişler ve bu sanatın teorisini kurmağa başla­mışlardır. Aynı cinsiyetten (kadiri veya erkek) insanların teş­kil ettikleri bir ffrup halinde, müziğin aheng-lne uyarak eg ha­reketlerle yer değiştirmek demek olan dansı (raksı) müzikle birleştirerek, bunu bir sanat haline koymuşlardır. Grekler, sırf seyredenler zevk alsınlar diye, bir dansörün (ya da çoğu zaman bir dansözün, rakkasenin) yer değiştirmeksizin, yalnız vücudu­nu hareket ettirmesiyle yapılan Doğu usulü raksı da bilmek­teydiler.

Mimarî, heykelcilik duvara resim yapma, seramik gibi plâstik sanatlar Doğu kavimleri tarafından icad edilmişlerdi. Grekler detayların mükc;mmelliği, huzur dolu bir sadelik, kı­sımlar arasındaki ahenk sayesinde bu sanatlara yepyeni bir çegni verdiler. Bir tanrının evi olmak üzere yapılan Grek ta­pınağı, insan şnklinde bir tanrıyı temsil eden bir Grek heykeli, plâstik grüzelllğin klâsik tipleri olarak kalmışlardır.

Düşünce ve sanatın bütün alanlarında, bilimde, edebiyatta, ifade sanatlarıyle plâstik sanatlarda, Grekler öteki kavimlere ustalık ve örneklik etmişler, Avrupa’nın bilim ve sanat bakı­mından birliğini hazırlamışlardır.

Rom a kavmiMin teşekkülü. — Yalnız ortak bir medeniyet­le birleşmiş olan Grekler, hattâ kendi aralarında dahi, politik bir birlik yaratamadılar; her kavim fazla kapalı bir topluluk teşkil ettiğinden, ortak bir idareyi kabul etmiyordu. Avrupa’­nın büyük kısmına politik ve sosyal birliği kabul ettiren, İtal­ya’daki bir kavim olmuştur, Lâtinlerin dilini konuşan bu kav­min merkezi, Tiber nehri kıyılarında küçük bir şehir olan R o­m a idi. Başlangıçta, yani VIII. yüzyıldan VI. yüzyıla kadar bu kavim pek ufaktı, Greklere gröre de çok daha az medenî idi, hayvanları ve ekinleriyle yoksul bir hayat sürüyordu; sanatla/-

MÜKAYESELÎ TARİHİ 35n, yazısı, parası yoktu. Medeniyet Romalılara ilkin komşusu olan Etriisk kavm l tarafından getirilmiş; bunlar Romalılara kubbeler yapmak sanatı ile, kuşların uçuşuna ve kurbanların karaciğerlerine bakarak gelecekten haber verme sanatını öğ­retmişlerdi.

Rom a da Yunanistan’la İtalya’daki öbür küçük kavimlerin aynı rejime sahipti. Surlarla çevrili şehir bütün toprağı Jdare ediyordu. Bu topraklarda da ailelerin tarlaları, sürüleri, evleri bulunmaktaydı. Kavim (populus), site (cité, civitas) nin üyele­ri olan ve kendilerine şehirli (citoyens, cives) denen kişilerden meydana gelme kahtsal (yami irsi, héréditaire) bir toplumdu. Kamunun ortaklaşa işleri hakkında karar veriyordu, pubticus ve reapublica fka/t>min iÿi, nesnesi)t sözleri, anlamlarını buradan almaktadırlar.

Roma. İlkin adına i'ex (kral) denen tek bir şefe sahip olmuş­tu "kİ bu ad bütün d'llcfi! Kb'miş bulun maktadır-j» kralın öde- »I Hava* httIliKİM kumundu etmekten ya da halk meclisini top­lantıya eakirıımktıın lbın'ı?ltl. VI. yüzyılda kralın yerini, şehir- lll«r llltKilİMİ lni'iıfındııtı yıılm/, bir yıl için seçilen iki konsül •Imilltl. Oır.el Kİlrııvlnr İçin yavaş yavaş magistratus’hxkXB.r Ih- 4âll i'dllıll kİ, bıııılıır dn yalnız bir yıl için ve aynı göreve birkaç tlım» olıımk Uzoı-o Hoçllnıekteydiler. Konsül’ler hemën hemen nıutluk, fakat kısa süreli yetkilere sahiptiler. Genel bir tehlike halinde, bunlann yerini yalnız altı ay için seçilen ve adına dik­tatör denen magistratus alıyordu. Şehirliler meclisi magistra- tuslan seçmek ve kanunları oylamak için toplanmaktaydı; meclisin ödevi, magistratuslarm tekliflerini onaylamaktan iba­retti. Adına Senato denen âyan meclisi -ki başlangıçta en zen^ gin ailelerin reislerinden, sonra da bütün eski magistratuslar^ dan meydana gelmişti- bir konsül ^ra fın dan , kamu işleri hak­kında düşündüğünü söylemesi için (senatusconsulte) toplantıya çağınlıyordu. Hiçbir resmi yetkisi olmamakla beraber, Sena­to hükümetin fiili idaresini ele aldı. Rom a da daima bir aris­tokrasi tarafından idare edildi.

OrdAi. — ötek i İtalya kavimlerinde de olduğu gibi. Rom a ordusu başlangıçta politik şeflerinin (konsüllerin) kumanda­sındaki silâhlı bir kavim olmuştu. Bütün şehirliler teçhizatla­rını, silâhlarını kendi paraları ile sağlamak zorundaydılar. H e­men hepsi de bir zırh, dizlikler ve bir m iğfer giymiş, bir kal­kanla korunmuş oldukları halde, kısa bir mızrakla yerde, yani piyade olarak savaşıyorlardı. Bunlar da tıpkı Grek falanjı gibi

36 AVİRÜPA M ÎLLETLERİNİN

sık ve derin bir yığın halinde teşkillenmekteydiler. Kolordunun adı Lejyon’du.

Rom a kavmi Avonıpa’nm politik birliğini, devamlı aava§ halinde olan bir âlemde en kolay usulle, yani öteki kavimleri de savaş yoluyla kendine boyun eğdirerek sağladı, İlkin kendisiy­le aynı törelere ve aynı savaş usullerine sahip olan kavimlere boyuri eğdirdi. Her biri dize geldikçe, Rom a bunlan, aynı silâh­larla savaşan, fakat Rom alı bir generalin kumaiida ettiği mAlt- tefihler (socii) sıfatiyle, kendi ordusunun içine alıyordu.

Sonradan lejyon, herbiri 60-120 kişilik, ayrı ayn hareket ka­biliyetine sahip olan küçük gruplara bölündü ve sonunda lOOO kişilik bir tabur kuvvetinde cohorte’ la.va. taksim edildi. Ayrıca adlarına yardımcı denen ve illlhassa süvari olarak ya da sapan­la taş atarak hizmet gören ücretli yabancılarla da takviye edil­di.

Orduda Îiizmet, bütün yurttaşlar için mecburî olarak kal­dı, fakat M. Ö. I. yüzyılda yalnız yoksul şehiıliler ,iıskere alın­mağa başlandı. Bunlar bir aylık karşılığında gönüllü yazılıyor­lar ve meslek askeri haline geliyorlardı. Kumandan, Rom a kav­mi tarafından seçilen sivil bir magistratus olarak kalmaktay­dı, kendisine aristokrasiden delikanlılar da yardım ediyorlar­dı. Tek meslek subayı, adına centurion (bölük kumandanı, yüz­başı) denen bir ast’tı ki, erlikten yetişme bir halk adamıydı.

Görünüşe göre Romalılar, Italya’lı komşulanna göre ne fazla yiğit, ne de fazla becerikli olmuşlardır. Gol’lere göre da­ha az kuvvetli ve daha az ustaydılar ve sık sık da yenildiler; fakat hiçbir yenilgileri kesin olmadı, Rom a da son başarıyı kazanmcaya kadar savaşa devam etti. Bunu, çok sıkı bir disip­linle elde etti. Başkumandan, maiyeti üzerinde “hayat ve ölüm” hakkına sahipti ki bu hak ,^ aatsiz lik eden herhangi bir kim­senin kellesini uçurmak için baltalarla silâhlandırılmış Uktör’~ ler kıtasıyla sembolleştirilmiş bulunmaktaydı. Bu mutlak yetki askerleri, kesici silâhlarla savaşa kadar, bütün durumlarda bir­leşmiş halde tutuyordu. Ayrıca bunlara, öteki memleketler sa­vaşçılarının yapmağa yanaşmadıkları, toprak kazma ve kal­dırma işlerini zorla yaptnm ak imkânını da sağlıyordu. Sefer halindeki ordu hendekle çevrili, üzerinde tahta parmaklık bulu­nan toprak sedle korunmuş bir kamp’a, çekiliyor, böylece her­hangi bir baskına kargı siperde bulunuyordu. Bu ordu hattâ yıllar boyunca çabuk ve devamlı şekilde harekâtta bulunabi­lirdi.

Rom a askeri uzun jimnastik idmanları ve silâh kullanma talimleriyle savağa hazırlanmaktaydı. Daha sonra, gefler daha büjrük kaynaklara sahip oldukları zaman, ordu ikmal debboyla­rı ile; bugünkü topçunun yerine geçen ve taş atan mancınıTclar- la; sedleri, surları yıkmağa yarayan 'koç'kafalan ile, silâhları o- naran demircilerle, köprüleri kuran mühendislerle kuvvetlendi­rildi. Daha kötü teçhiz edilmiş olan ve uzun zaman gayret gös- teremiyen Barbar savaşçılara kargı yapılan uzun bir savaşta, bu teçhizat Rom a ordusuna kesin bir üstünlük sağlıyordu.

Roma’mn fetihleri. — R om a kavmi yedi asır boyunca (M.Ö. VII. yüzyıldan M.S. I. yüzyıla kadar) sürekli savaş halinde ya­şadı ve (uzun zaman sanıldığı gibi) önceden hazırlanmışı bir fetih plânına sahip olmaksızın, hemen hemen bütün öteki kar vimlere boyun eğdirdi. Yerine göre ya ganimet elde etmek, ya köleler ele geçirmek, ya da bir generale «a /er töreninde hazır bulunmak İmkAnmı sajtlanıak üzere savaştı; daha sonraları ise Do|m kmlları tarafından biriktirilmiş hâzineleri elde etmek ya dft ia.pınnklıı.i'cla muhafaza edilen altun ve gümüşü elde etmek İflln harbotll, Nihayet öyle bir zaman geldi ki, general bir or­duyu kendİKİno banlamak İçin savaştı; sonra bu orduyu, ikti- dnrı «lo ıırglnıuık İçin kullandı. Böylece Kom a Akdeniz çevre- ■lyl* OkyanuM'un kıyılarındaki bütün memleketlere, İtalya’ya, Orok dili konuşan ülkelere. Doğu krallıklarına, Avrupa’nın Gü­neyi ile Batı’sındaki Barbar kavimlere hâkim oldu. Bu uçsuz bucaksız toprakların fethedilmesiyle Rom a’nın nuîusu da de­ğişti. Komşu memleketlerde oturanlar, bu memleketler dize gel­dikçe, Rom a tarafından yutuldu; bunlar ilkin pleb smıfına alındılar ve uzun zaman aşağı tabaka olarak muamele gördü­ler; fakat sonunda pleb de Rom a kavmi ile eşit haklar elde et­ti. Sonradan da vatandaşlık vasfı, fethedilen topraklar halkı­nın bir kısmına ve genel olarak zengin kimselere ya şahsî bir imtiyaz olarak bahşedildi; ya da bu vasıf, efendileri tarafından ûzad edilen kölelere verildi. Rom a vatandaş topluluğu durına- dan büyüyerek uzaklara da yayıldı ve E*onunda, Alp dağlarının Güneyinde, İtalya’da bulunan bütün hür insanları içine aldı.

Rom alılar mağlûplardan aldıklan şeylere, yani uçsuz bu­caksız topraklara, altun ve gümüş hâzinelerine, savaşlar sıra­sında ele geçirip sattıkları sürülerle kölelere sahiptiler. Fakat bu zenginlik: ancak çok küçük bir imtiyazlılar azınlığının işine yarıyordu. Eski magistratus’la n « ailelerinden meydanşı gelen üst sınıf,- noblesse (asiller) adını aldı ve bu adı, bütün Avrupa’-

M UKAYESELİ TARİH İ 37

38 AV RU PA M î l l e t l e r i n i n

daki üst sınıfın ismi olarak kaldı. Adlanna şövalye denen zen­ginlerden, yeni bir imtiyazlı smıf daha meydana gelmişti ve bunlar paralarını ya deniz ticareti yapmak, ya kamu vergri ve gelirlerinin mültezimliğini etmek, ya da Rom a’ya boyun eğen prenslere ve şehirlere çok yüksek faizle ödünç verm ek için kullanıyorlardı. Çünkü asiller kazanç gayesi güden hiçbir iş yapmağa izinli değildiler.

Rom a jnuazzam bir İtalyan halk kitlesiyle; muntazam ge­çim vajsıtaları olmayan, sadece zengin magistratus’lann yap­tıkları yiyecek ya da yahut para dağıtımlarıyla geçinen, Doğu ya da Barbar asıllı, âzad edilmiş veya edilmemiş kölelerle dolu çok büyük bir şehir haline geldi. İtalya’nın köylük bölgelerin­de nufus azalmıştı, buralarda ancak' vatandaş vasfına' sahip küçük toprak sahipleri kalmışlardı.

İtalya'nın dışında boyun eğdirilmiş olan kavimler henüz Rom a kavminin topluluğu içine girmemişlerdi; bunlann mem­leketleri provitıcia (eyalet) halinde teşkilâtlanmıştı (ki bu ad, modern dillerde de yer almış bulunmaktadır). Bunlann herbi­ri çok geniş yetkiye sahip Rom alı bir magistratus tarafından idare ediliyor; o da genel olarak bu yetkiyi, halkı sömürerek kısa zamanda zengin olmak için kullanıyordu.

Rom a kavminin politik rejimi resmen aynı olarak kalmak­taydı; fakat ordu artık meslek askerlerinden meydana geleli- denberi, yalnız generalinin sözünü dinliyordu. Seçilen magis- tratus’lar, ordulann şefleri olunca, kendi aralarında yüzyıla ya­kın bir zaman harbettiler. Ancak rakiplerini yenen bir general İktidann tek sahibi olarak kalınca, banş yeniden kurulablli- yordu.

Rom a İmparatorluğu. — Galip gelen Augustus dinî admı ve imparator (kumandan) unvanını aldı, rejime de bunun üre­rine imparatorluk adı verildi ki bu, m odem dillere de girdi. Te­meli Çesar tarafından atılıp kuruluşu Augustus tarafından ta­mamlanan İmparatorluk hem imparatorun Rom a kavmi üze­rindeki mutlak yetkisinden, hem de Rom a kavminin öteki ka­vimler üzerindeki mutlak hâkimiyetinden meydana gelmektey­di. İmparatorlar, Barbar kavimlerin geri kalanlanna da boyun eğdirerek fetih işini tamamladılar; öyle ki, imparatorluk, sa­vunması kolay olan tabiî sınırlara gelip dayandı; A frika ve As­ya’da çöl vardı; Avrupa’da da Rhein ve ’Tuna nehirleri vardı ki bunlann ötesindeki ülke, işgal edilmek zahmetine değmiyor^ du. (Bir ara Augustus tarafından Elbe nehrine kadar boyun

eğdirilmiş olan Cermanya, tericedildl.) Hattâ II. yüzyılda sı- ’ ntrlar aşıldı bile: Almanya’nın Güney-Batısma kolonlar yerleş­

tirildi, Transilvanya’da da Daç kavmi Rom a’ya boyun eğdi.Resmî olarak Rom a hükümeti halkın geyi, nesnesi (respub-

lica) olarak kalıyordu. Asiller arasından alınan m ajistratus’- 1ar, bir yıl için segilmeğe devam ediliyordu; Senato yine eski nıagistratus’lardan kurulu bulunmaktaydı. Fakat, kavmin tem­silcisi haline gelen İmparator, onun bütün yetkilerini eline al­mış, yani mutlak bir iktidara sahip oimugtu. Kavmin, seçmesi gereken magistratus’ları o seçiyor, kanunları çıkarıyor, ordula­ra kumanda ediyordu. Bununla beraber, kendisi de bir magis­tratus olarak kalmaktaydı; iktidarı ömür boyunca idi ve miras yoluyla başkasına geçmiyordu. Yerine kimin geçeceğ'ini önce­den tesbit eden hiçbir kural yoktu; İmparator bazen Senato tarafından seçildi, fakat çoğu zaman biri general, askerleri ta­rafından İm pıım tof ilân edildi. II. yüzyıldaki İmparatorların en İyileri (Hadrian, Antonlus, Marcus-Aurelius) selefleri tara- fındıın Mcgllnılıslerdl,

Boytın oftı n Ijütün kiivimlcre İmparatorluk bir itaat birliği kabul Pttlrdl Ul, nihayet bu, her yanda aynı politik rejimin ku- l'UlmaNi Klhl bir Honuç verdi. Rom a’nm doğradan doğruya ida­re oltlftl Itıılyıı. kavimleri hariç olm ak üzere, bütün İmpara­torluk fımıvlnriıı, (eyalet) lara bölünmüştü, bunların herbirl- nln çok frcniş toprağı vardj ve İmparator’un, yaı da Senato’nun temailcisi olarak Rcm a’dan gönderilen eski bir magistratus tarafından idare edilmekteydi. Bu geniş imparatorluk için R o­ma çok az sayıda memur kullanıyordu: Her eyalette bir tek va­li vardı ki hizmetinde birkaç memur, bir tabur da asker bu­lunuyordu. Bütün ordular sınır eyaletlerinde, Rhein ve Tuna boylarında yahut Iskoçya’nm Güneyinde toplanmışlardı. Bun­lar Rom a hükümetinden para alan meslek askerlerinden mey­dana gelmeydiler; askerler de en az medenî ve en savaşçı ola­rak kalmış halk toplulukları içinden devsiriliyordu.

Rom a hükümeti kendisine boyun eğmiş kavimlerden bir­birleriyle savaşmamalarını, cizyelerini ve orduların masrafla­rım karşılamak için ihdas olunan, satışlar ve miraslar üzerin­den alınan vergiyi ödemelerini istiyordu. Bu kavimlerin iç iş­leri ile meşgul olmamaktaydı. Her kavim, nizamı sağlamak ve vergileri toplamakla görevli olan, kendi mahallî hükümetini muhafaza ediyordu.

Rejim, hele Grek dili konuşan memleketlerde, her ülkeye

M UKAYESELİ TAR İH İ 39

göre desişiyordu. Fakat Avrupa’nın Barbar kavimleri de "Ro-f ma’nın rejimini taklid ettiler. Her kavmin merkez olarak bif sife'si vai’dı ki, bütün topraklarım idare ile görevli personel orada çaUgıyordu. H er görev için R om a’da olduiru 3"ibl iki ta­ne olmak üzere bir yıl için seçilen magistıutus’lar, adına evr ria denen ve bellibaşh toprak sahiplerinden kurulan bir Senato ile anlaşma halinde kamu iğlerini yürütüyorlardı. Rom a mas­raflar isin higbir gey vermiyordu; Site’nin naagistratus’lan, masraflar lî,ısmen kendilerine ait olmak üzere, bayındırlık iş­lerini yaptırıyorlar, pazaryerleri, tapınaklar, tiyatrolar, su ke­merleri inşa ettiriyorlardı. Halk meclisi gerçek hiçbir yetkiye sahip değildi. Rom a’da olduğu gribi her yerde rejim, bütün ka^ mu işlerini zenginlere m_ahsus tutuyordu.

İmparatorluk iğinde savaş kesilmiş, bütün kavimler silâh­sızlandırılmış ve barış içinde yaşamağa başlamışlardı ki, bunun adına Pax romana (Rom a barışı) adı verildi. Bu bang hali, Av­rupa’nın hiçbir zaman tanımadığı şartlar yaratıyordu. Rom a’- nm bütün uyrukları güvenlik içinde çalışabiliyorlar, malların­dan mülklerinden faydalanıyorlar, denizden ya da ordu tara­fından yapılan yollar üzerinden, İmparatorluğun bir başmdan öbür başına gidebiliyorlardı. Şehirler surlar içine kapalı kal­mak zorunda olmaksızın yayılıyorlardı.

Bir'ik. - - Rejimlerin tıpkılığı İmparatorluğun bütün ka­vimlerini biıliğe hazırlamıştı. III. yüzyılın bagmda çıkan bir kanftn, bütün hür insanların Rom a vatandaşı olduğunu ilân edince. Birlik de III. yüzyılın başında resmî hale geld i Ondan sonra bütün yurttaşlar Bom ah adını taşıdılar (ki bugün dahi bu ad bazı ülkelere bağlı olarak kalmıştır). Birliğin dışında henüz hemen hemen ıssız olan Kuzey memleketlerinden başka­sı kalmadı; buralarda da Kelt, Cermen, İslâv dili konuşan Bar­barlar oturuyorlardı.

Politik birlik, dil ve hukuk birliğini getirdi. Hükümetin ve ordunun dili olan Lâtince, medenî hayatın geçer dili haline gel­di. G-üney-Doğu’daki Hellenleşmiş ve Grekçeyi kullanmağa de­vam eden memleketler hariç, tek yazılan dil Lâtince idi. Eski diller ise ancak birkaç münferit kavimde kaldı ki bunlar, Is- koçya ile İrlanda’da Gaelik dili, Bretonca, Arnavutça ve Baskça idi.

Roraa hukuku bütün İmparatorlukta evlilik, mülkiyet, ve­raset ve sözleşme törelerini nizamladı. Rom a kavminin, adalete ve insanlığa aldırış etmeksizin, geleneğe dayanan kurallannı

40 AVRU PA M İLLETLERİNİN

uygulayan eski millî hukuku değildi bu artık. Vatandaşlarla yabancılar arasındaki dâvalar sırasında verilen kararlar top­lanarak. yavaş yavaş yeni bir hukuk meydana gelmişti; bu hu­kuk, Grek filozoflarının çömezleri olan hukukçular tarafından çeşitli kavimlerin, bilhassa Doğu ile Grek memleketlerinin tö­releri birleştirilmek suretiyle sistem halinde teşkilâtlanmıştı. Eski Rom a hukukunun ancak diliyle formülleri muhafaza edil­mişti. Böylece yeni hukuk (adına "uluslar hukuku” da denen) bir "tabiî hukuk” haline gelmişti, ortak bir nısfet ve insaniyet ülküsü üzerine kurulmuş bulunuyordu. İşte onun, Grek bilim zihniyetine benzeyen bu rasyonel vasfıdır ki, bu hukuka “yazılı akıl" adını verdirmiştir.

Rom a medeniyeti. — Romalıların ne edebiyatı, ne de güzel sanatları vardı. İlkin Greklerin eserlerini çevirerek işe başladı­lar, sonra da Grekler tarafından yaratılan çeşitleri yazarak on­ları taklld ettiler. Virgllius, Horatius, Cicero gibi en tamnmış- lan bllo Grek modellerini örnek alarak çalışıyorlardı. İmpara­torlukta bllinon bütün ilimler, bir Grek ilminin benimsenişi ol­du. Hoykolclldflü rnsaamlar, Hellenistik sanat eserleri meydana gotii’tyorlnrdı, hattâ sanatçıların çoğu da Greklerdi.

Tok orijinal Rom a sanatı, mimari oldu ama o da Grek ta- pmııklannın, tiyatrolaıının biçimini taklid etti. Fakat Roma- lıln r daha az pahalı malzeme, birbirlerine i kireç ve kumla ya­pılmış bir harçla tutturulan tas ve tuğlalar kullandılar ve (Et- rüsk'lerden gelmiş olan) hemer ve kuhhe inşa etmek sanatı­nı icra ettiler. Böylece çok daha büyük ve çeşitli yapılar, za­fer takı, sıcak hamamlar, kubbeli tapınak, amfiteatr, sirk, su kemeri gibi şeyler inşa ettiler. Bunlar okadar sağlamdılar ki, birçoğu bugün dahi ayaktadır. Hükümetin askerlerini ve pos­tasını taşımak için, İmparatorluk askerler tarafından yapılan bir yol şebekesiyle kaplandı. Bunlar, tas ve kireçle yapılmış çoselerdi, kemerli köprülerle ırmakların üzerlerinden aşıyor­lardı; bunlardan şimdi dahi birçok kalıntılar vardır. (1 )

Çeşitli memleketlerde oturanlar arasında deniz veya kara yollarından yapılmakta olan ulaştırma işleri sonunda, bütün İmparatorluktaki töreler, dil, hukuk, teknik, bilimler, edebiyat ve sanat alanlarında bir birlik meydana getirmişti. Adına hâ-

MTJKAYESEI^Î T A R iH t 41

(I j Bu çok güzel, fakat duvar gibi sert olan şoseler, havor mn ve suyun etkisiyle çatlıyorlardı ve ta.? döşeli yollar ayarın­da değillerdi.

42 AVRU PA M İLLETLERİNİN

kim kavmin adıyla Rom a medeniyeti denen bu mügterek me­deniyet bütün eski âlemden, bilhassa Doğu Ue Grek, memleket­lerinden gelen icatlardan ibaret bulunmaktaydı. Romalılar, ör­nek olarak aldıkları Greklerden daha aşağı taklitlerle, bu me­deniyetin bütün halk tabakaları arasına yayılmasına hizmet ettiler; bunun iğin de Cicoro’yu Demosten’le, Virgilius’u Homi- ros’la, Horatius’u Pindarus’la kıyaslamak yeter. Bu medeniye­ti tarif etmek üzere, ötedenberi din terimi olarak kullanılan ve ‘ ‘birkag mezhebin, doktlrinin bir araya gelmesinden çıkan sis­tem” anlamına olan Grek asıllı “ syncrétisme” sözünü kullan­mak yerinde olur. Yani Rom a medeniyeti, kendine) mahsus bir canlılığı olmayan monoton, basma^kalıp bir karışımdır. İşte Grek aslına göre daha az güzel olan, fakat o zamanın zeltâla- rının düşük seviyesine daha uygun bulunan bu şekil altında.- dır ki medeniyet, Avrupa kavimlerine ulaştırılmıştır; onlar da bugüne kadar bunun etkisini hissetmişlerdir. (2)

Toplumun değişmesi. — Toplum otoriter ve aristokratik bir yönde değişmeğe devam ediyor; bütün zenginliklere, bütün iktidara sahip çok küçük bir azınlıkla, zulüm altında inliyen çok büyük bir yığın halinde gittikçe ayrılıyordu. Rom a Sena­tosunda bir ataya sahip olmuş ailelerden meydana gelme asil­ler sınıfı, “ senato sınıfı” haline geliyordu. Ticaretle ya da ka­mu gelirler;ni sömürerek zeng:inle§en aileler, “ şövalyeler sını­fı” nı meydana getirmekteydiler.

Bu imtiyazlı sınıflar çok geniş topraklara sahiptiler ki bunlar kısmen sürüleri beslemek İçin kullanılıyor ve buralarda oturanlann hepsi, malsahibinin hükmü altında yaşıyordu. Asil­lerle şövalyeler. Doğudaki kralların ve önemli kişilerin debde­beli yaşayış tarzını benimsemişlerdi. Doğu saraylarının taklit­leri olan evler, köylük yerlerde de muhteşem viîto’lar yaptır­mışlardı. Bunlar resimlerle, heykellerle süslü, döşemeleri mo- zayiklerle kaplıydı; sahipleri de buralarda şölenler veriyorlar^ dı. Bunlar evlerinde şarkkâri bir mücevher, ipekli kumaş, ko­kular, altun ve gümüşten tabak-çanak bolluğu içinde hayat sürüyorlardı. Ancak, bütün bunlar insanın gururunu okşuyor­du ama, hayatı daha rahat hale sokmuyordu. Yine bunlar, ken-

(2) Lâtincenin Avrupa’da m üşterek dm diU olması ve Av*- rupa’da öğrenimm^ Lâtin yasarlar incelenip okututaı^uh yapıl­ması dolayısiyle, Bomrı edebiyatı bütün dünyada itibar kapan­mıştır.

di özel hizmetleri için sürülerle köleler beslemekteydiler; top- raklarmda eahşan ya da çeşitli zanaatlar yapan binlerce kö­leleri vardı ki, bunlann elde ettikleri ürünleri yahut yaptıkla­rı mamulleri, sahipleri sattırmaktaydı.

Birkaç imtiyazimm yararına olarak zenginliklerin böyle muazzam şekilde toplanması, şartlar arasındaki eşitsizliği va- himleştirmişti. Toprak, muazzam malikâneler halinde toplan­mıştı. Hele Güney memleketlerinde, yeni iyeni şehirler meydar na çıkmıştı. Eski pteb adını muhafaza etmekte olan şehirler halkı zanaatkârlardan, dükkâncılardan, işçilerden ve işsiz kimselerden teşekkül etmekteydi. Bunların çoğu köle soyundan gelme, yan-aç yarı-tok, üstbaş'arı perişan, sefil evlerde oturan ve kısmen Devlet’in yaptığı un ve zeytinyağ dağıtımlarıyla ge­çinen kimselerdi.

Imparatorluk’ta oturanların büyük çoğunluğu azadl<mnı%s kölelerden ve büyük malikânelere yerleşmiş olan kolonlardan ibaretti. Köleler, eski çağlardaki Barbarlar, Grekler, Rom alılar­la basit ya-sayışlı kavimlerde az sayıda idiler. Fakat esirlerin satılmasıyle, Roma fetihleri sırasında bunların sayısı ölçüsüz bir şskilde artmıştı. İş gücünün ancak hayvanlarla insanlar ta­rafından sağlandığı bir devirde köleler un değirmeninin taşla­rını çevirmek, madenleri topraktan çıkarmak, yükleri taşımak gibi ağır işlei'de kullanılmaktaydılar. Bunlann “ köy köleleri” diye anılan çoğunluğu toprağı ekip biçiyor ya da sürülere ço­banlık ediyordu.

Hukuk bakımından bir “ayn” a, bir şeye benzemekte olan köle evlenemiyor, aile ya da mülk sahibi olamıyordu. E fen­disinin iktidarına tâbi idi ve o da kanunen onu hapsetmek, zincire vurmak, kırbaçlatnıak, sakatlatmak veya öldürtmek hakkına sahipti. Nufusun çoğunluğunu teşkil eden bu kadınlı erkekli muazzam yığın hakkında ancak çağımızın I. yüzyılından itibaren edebî eserlerde verilen bilgilere sahibiz, ki bu eserler, kölelerin yaşayışının korkunç bir tablosunu çizmektedirler. Köylerde bunlar çoğu zaman zincire vurulmuş ya da geceleri bir yeraltı mahbesine kapatılmış oldukları halde, haftada bir gün dahi dinlenmeksizin çalışmaktaydılar. Şehirde ise efendi­lerinin gözleri önünde ve bunların kaprislerine bağlı bir şekil­de, her an korkunç ceza korkusu altında yaşıyorlardı. Efendi öldürüldüğü zaman, evindeki bütün köleler de öldürülmektey­di. Kölelerin içlerinde bulundukları şartlar o kadar aşağı gö­rülmekteydi ki, kölelerin durumlarını anlatan servile terimi,

m u k a y e s e l i t a r Ih î 43

44 AVRU PA MÎLLBÜTLS3RÎNİN

“agağılatıcı” sıfatiyle aynı anlama gelmekteydi.Eski medeniyet ancak küçük bir azınlığın yagayı§ gartlar

nnı iyileştirebilmişti; insan cinsinin yansını kendi faaliyet sa­hası dıgmda bırakıyordu. Antik çağda kadınlann yaşayıştan üzerindeki çok nadir belgeler (ki bilgilerimiz arasında bu, en vahim boşluklardan biridir) bize bunlann ne çocukların eğiti­minde, ne de köylerdeki çalışmalarda oynadıkları rolü öğret- memektedir. Rom alı yazarlann ahlâk düşüklüğü hakkındaki şikâyetleri ancak aristokrasiden olan birkaç kadınla İlgilidir, ki bunlar da zaten rezilce bir hayat sürmekteydiler, öteki, yani hemen hemen bütün kadınlar ise, antik kavimlerin törelerinin emrettiği sâde ve kapalı hayatı sürmekteydiler. Bunlar evle­rinde oturarak öreke ile yün yahut keten eğirip kumag doku­yorlar, ekmeği yuğurup pişiriyorlar, yem ek hazırlıyorlardı ki bu yemek pişirme işi, bütün Antik çağ boyunca kaba saba bir iş olarak kalmıştı.

Kadınlar okula gitmiyorlar, okumuyorlar, umumî temaca yerlerine giremiyorlar ve entelektüel (aydın) hayata hiçbir su­retle katılamıyorlardı. Kadınlar, erkeklerin hal ve gidişi üze­rinde pek fazla etkiye sahip olmuşa benzememektedirler. Grek- lerle Rom alılar ancak meşru çocuklara sahip olmak için evle­niyorlardı; Rom a’da kadın sadece matrone, yani aile anası sı- fatıyle saygı görmekteydi. Akdeniz memleketlerinin erkekleri hiçbir zaman evlerinde fazlaca oturmağa, k an lan ile meşgul olmağa ve ne de onlara fazlaca serbestlik vermeğe meyilli de­ğildiler.

Şehirlerde köleliğin genişlemesi, kadınların büyük bir kıs­mının yaşayış şartlannı daha da kötüleştirmigti; bu genişleyi­şin, efendisinin bütün kaprislerine boyun eğmek zorunda olan köle kadına yüklediği aşağılatıcı hayatı anlıyabilmek İçin, bi­raz düşünmek yeter. Belki de, kölelerin nadir olduğu Barbar kavimlerde, erkekler kadınları hayatlarma daha fazla ortak etmişlerdi. Fakat bütün kavimlerde kocaları karılarını dövme­ğe, babalar da kızlanna koca seçmek hakkını vermeksizin on­ları evlendirmeğe devam etmişlerdir.

İmtiyazlıların muazzam zenginliği kavmin büyük yığınına yaramıyordu. Şehirler bilhassa, dolaylanndaki topraklann ürünleriyle yaşayan hükümet merkezleri olarak kalmaktaydı­lar. Ticaret törelerinde (komandit ortaklık, banka mevduatı, vadeli satış, deniz sigortası gibi) m odem işlemlere benzer bir­kaç usule rastlamak mümkün olmuştur ama, elde edilen, var-

M UKAYESELİ TARİH Î 45hklar ve zenginlikler, istihlâk isin istihsal sermayesi haline getirilmemekteydi.

Etkileri bakımmdan en önemli olan yenilik, mahalli ve şifahi (sözlü) töre’nin yerini, İmparatorun bir edictum/n (ira­desi, fermanı) şeklinde, genel ve yazılı bir yasa’nın (kanunun) almış olmasıdır. Yasayı, kanunu özel durumlara uygulamak için daimî bir tribunal (mahkeme) kurulmuştu ki bunda, dâ- vacılann yerine konuşan avukatlar hizmet etmekteydiler. Bu işlemler Batı kavimlerini, adaleti kamu otoritesi tarafından uy­gulanan genel bir kural olarak saymağa alıştırıyordu. Mahke­menin yetkisi, topluma zararlı oldukları için yasak edilen fiil­lere de şâmildi; mahkeme cezalar veriyor ve sanığı itiraf et­tirmek için eziyette bulunma, ıztırabını uzatmak için zalimce İşkenceler yapma, sakatlama, çarmıha ıjerme gibi usuller kul­lanıyordu.

Rom a’nm barış içindeki birliğinin kötü tarafı, halkm se­faleti idi. Bu halk savaştan kurtulmuştu ama, köle mertebesine düşmüştü. Medeniyetin ilerlemesi ancak küçük bir azmlığın işine yarıyordu, ki lüks hayattan ve zekânın zevklerinden yal­nız o faydalanmaktaydı. Lâtin yazarlar eliyle meydana gelmiş olan Avı-upa usulü eğitimimiz bizi, bu imtiyazlılardan başka­larını düşünmemeğe alıştırmıştır; fakat, genel olarak bakıldı­ğı zaman Rom a toplumu, çok ince bir medenîler tabakası ha­linde ortaya çıkmaktadır ki, hemen hemen Barbar’lar kadar cahil ve yoksul, üstelik onlardan daha fazla zulüm ve istibdat altında bulunan büyük bir yığının üzerine yerleşmiş bu tabaka, daha çok, artistik alanda medenileşmişti, insanlar arasındaki münasebetlere, İmparatorluk devrinden önce olduğundan da­ha da fazla, kuvvet hâkim bulunmaktaydı; çünkü otorite daha kuvvetli bir iktidarla silâhlanmış haldeydi. Barbar hayatın ta bil hürriyet ve eşitliği kaybolmuş; zulüm ve istibdatla eşitsiz­lik genel bir hal almıştı.

III

BiZANS İM PARATORLUĞU VE H RtSTİYANLIĞIN DOĞUSU

Rejimin sarsılması. — Avrupa’nın büyük bir bölgesi üze­rinde Rom a idaresi ve Rom a medeniyeti tarafmdan kurulmuş olan birlik, III. ve IV. yüzyıllarda, Doğu’nun doğrudan doğru­ya yaptığı etki altında değişti ve bu, im paratorluğu bir Doğu monarşisi haline koyarak, buna bir Doğu dinini de soktu.

Eski Romalı asil aileler çoktan sönüp gitmişti. Şövalyeler sınıfı asillerle karışarak adına “senatorial” denen bir sınıf haline geldi ki bu sınıf, atalarından birisi senatör vasfını al­mış olan ailelerden teşekkül etmekteydi; bütün İmparatorlu­ğun büyük toprak sahiplerini de bir araya toplamış bulunmak­taydı. -Hali vakti biraz yerinde olan toprak salıiplerinin hepsi sonunda kendi sitelerindeki cMj-to’ lara girmişlerdi ve adına cu- rial denen orta bir sınıf halindeydiler.- En çok şehirler halkın­dan (belki de küçük toprak sahiplerinden) meydana gelen ve plebs adı altında toplanmış olan hür insanlar yığını, resmen “humilis” 1er (aşağılar, âcizler) diye adlandırılmaktaydı ve mahkûmiyet halinde en ağır cezalara çarptırılmaktaydı. Savaş esir pazarlarına köle gönderemez olalıberi, toprağı ekip biçmek için köleler artık yetişmiyordu. Büyük bir malikaneye yerleş­miş hür ve yoksul insanlar olan fcoîoM’lar burada babadan oğu- la kira ödeyerek bir toprak parçasını ekip biçiyorlardı; aslında onlann efendisi, asıl büyük toprak sahibiydi.

Ordular hâlâ para şeklinde bir ulûfe (ücret, aylık) alan gönüllülerden meydana gelmeydi. Fakat Rhein, Tuna ve Suri­ye sınırlarındaki ordular III. yüzyılda, hangi generalin impara­tor olacağını kararlaştırmak üzere, kendi aralarında savaşa tutuşunca bu rejim sarsıldı. Hattâ bir zaman için, blrblrleriy- le savaş halinde olan birkaç imparator da var oldu.

Ordular savaşla uğraşırlarken. Tuna ve Rhein nehirlerinin ötesindeki, o zamana kadar hep püskürtülmüş olan Barbar kavimler, Kuzey eyaletlerini istilâ ettiler, köylük yerleri yağ­ma edip şehirleri yıkarak buralarda oturanları öldürdüler. Nu-

fus azaldı ve yoksullaştı; şehirler de ancak dar surlar İsine sıkışarak yeniden yapıldı ve ufak olarak kaldı.

İmparatorluk Doğru’da krallar tarafından biriktirilmiş olan altun ve grümügü, fetihlerle Rom a’da toplamıştı; fakat artık hemen hemen altun ve gümüş istihsal etmiyordu ve Hind’le Çin’in değerli taşlar, baharat, kokular, İpekliler gibi mallarını satın alabilmek için durmadan dışarıya altun ve gümüş gön­dermekteydi. Barbarlar yağma ettikleri değerli madenleri ken­di memleketlerine götürdüler; yeril halk da hâzinelerini gizli bir takım yerlere gömdüler kİ, bunlardan çoğu sonradan tek­rar bulundu. İmparatorlukta tedavül etmekte olan paranın ça­bucak değerden düşmesi de, güm^g kıtlığının büyük olduğunu İsbat etmekteydi. 3-4 gram saf gümüşten yapılan gümüş sikke­nin (denarius) halitasına bakır da katıldığından, bunun değeri gittikçe düşmekteydi; II. yüzyılın sonundan İtibaren yarı yarıya olan bu düşüş, III. yüzyılın sonunda % 95 i buldu.

Ordunun ücreti para İle ödendiği sürece ordu mevcudu as­kerlik fenni bakımından Barbarlara üstün meslek askerleriy­le sağlanmaktaydı; zira bu askerler yürümesini, kamp kurma­sını, hep birlikte hareketler yapıp savaşmasını bilmekteydiler. Fakat sık sık talim yapmak ve sıkı bir disipline tâbi olmak da gerekiyordu ki bu yüzden ordunun daimî olarak bir yerde ka­rargâh kurması gerekiyordu ve buralarda da askerler yalnız kendi zanaatlarıyla uğraşmaktaydılar. Para kıtlaşınca hükümet aylık yerine yiyecek ve toprak verir oldu ve askere, toprak üze­rinde ailesini de yanında bulundurmak iznini verdi. Böylece de sınırlardaki kıtalar, harekât harbine elverişsiz bir köylü-asker mllial haline geldi. Muvazzaf oıdu birkaç kor’a İndi; bunun en büyük kısmı da Barbar yardımcılardan meydana gelmiş bulun­maktaydı.

İmparatorliiğmi dir’iMşi. — İmparatorluk III. yüzyılın son çeyreği İçinde birbirleri ardınca İşbaşına gelen imparatorlar, İllirya’dan toplanan Tuna ordusu askerleri, generalliğe yükse­len halk adamları tarafından kurtarıldı; bunlar cahil ve kaba- subaydılar ama yiğit ve çalışkandılar, sade ve zahmetli bir ha­yat sürüyorlardı. Barbarlan püskürttüler, b a n ş ı. kurdular ve hükümeti yeniden teşkilâtlandırdılar.

Bir tek adam tarafından İdare edilemiyecek kadar geniş olan İmparatorluk toprakları, Agustus unvanını taşıyan İki İm­parator arasında bölündü; Bunlardan biri İtalya’da oturup Batıya hükmediyor; öteki de Konstantjp’in kurup kendi adını

M UKAYESELİ T A R İH Î 47

48 A V llU P A M İLLETLERİNİNverdiği (Konstantinopolis) yeni bir başkentte oturup Doğruya hükmediyordu. IV. yüzyılda geçici olarak kalan bu bölünme, kamu evrakı üzerinde iki imparatorun adının yanyana bulun­ması suretiyle İmparatorluk henüz birliğini resmen muhafaza etmekle beraber, V. yüzyılın başında kesin bir hale geldi. Lâ­tin dilinden olan bütün memleketlerden meydana gelme olan Batı, Balkan yarımadası hariç, bütün Avrupa eyaletlerini içine almış bulunmaktaydı. Yabancı asıldan olan medeniyetin, R o­ma şekli altında henüz yeni olduğu Avrupa, Asya’dan ayn ola­rak kalmaktaydı ve Asya’da çok daha eski olan medeniyet de Grek şeklini muhafaza etmekteydi.

Asya’nın sınırına yerleşime, Konstantin Doğu krallarının hepsinin uydukları, Grek krallarının da muhafaza ettikleri bü­tün töreleri benimsedi, imparator, ömür boyunca bir magistra- tus olmaktan çıktı; başında bir taç taşıyan, bir tahtta otur'an, Doğu usulünce secdeye kapanılarak selâmlanan ve veraset yo­luyla işbaşına gelen bir hükümdar oldu; sarayı, odası, malikâ­neleri gibi kendi 'malı olan nesi varsa hepsi kutsal olarak va­sıflanmaktaydı. Hükümdar, tıpkı Mısır ve Suriye’deki Helle- nistik saraylardakine benzer unvanlara ve görevlere sahip bu­lunan saray ileri gelenleri arasında ömür sürüyordu.

İmparatorun hizmetinde, kısa zaman için seçilen Romalı magistratus’lar değil de, herbiri yalnız bir çegit iğle görevli daimî bir memurlar topluluğu vardı. Bunlar da, kalemler (scrinia) halinde teşkilâtlanmış, daha aşağı rütbede memurlar^ dan yardım görmekteydiler. Servis şefleri, görevlerinin unva­nından ayn olarak, rütbelerini gösteren (1 ) bir vasıf taşımak­ta ve adma hiyerarşi denen bir sıraya uyarak bir rütbeden öte­kine yükselmekteydiler. Bunft da “Doğu ve Batı büyükleri tez­keresi” adını taşıyan bir çeşit saray yıllığından biliyoruz ki bunda, bütim saray ileri gelenleriyle hükümetin ve ordunun bü­tün memurları ayn ayn sayılmış bulunmaktaydı. Bu da Avru­pa’da bir memurlar hiyerarşisiyle idare edilen hükümet sek­linin en eski örneğidir.

Maliye işlerinin, İmparator’un sarayı ile topraklarının ida­resi gibi daha yüksek görevler, İmparator’un çevresinden olup adlarına arkadaş (kom it) denen kimselere verilmekteydi ki, bütün Avrupa’da asalet unvanlarından biri haline gelmiş olan

f l ) Eskiden Osmanh D evletinde olduğu gibi devletlû, acuir detlû nev’ inden unvo'n^r. ( Çeviren)

kont unvanı, bu kökten gelmedir. Eski eyaletler daha küçük birkaç eyalete bölünerek herbirinin bagma büyük toprak sa­hipleri aristokrasisinden alman ve buraları idare etmek, ada/- let dağıtmak, maliye iğlerine göz-kulak olm akla görevli valiler getirilmişti. Askeri şefler, meslek askerleri arasından devgiri- len daha aa asil kimselerdi. Sınır eyaletleri adına sef fduxj de­nen bir kumandana emanet ediimigti, ki bütün Avrupa’da kul­lanılmakta olan dük>. unvanı, bu kökten gelmektedir.

Para ve asker kaynaklarım yeniden kurmak üzere, impa­ratorlar malzeme ve asker tedariki için kullanılan usulleri kuvvetlendirdiler. -Arazi vergisinin toplanmasını sağlamak için tarım araçları, ürünleri ve toprağa bağlı rençberleriyle birlikte bütün topraklar, bir deftere yazıhyordu.- Ticaret ve endüstri için de, her beş yılda bir toplanan “altun ve gümüg” vergisi ihdas edUmlgti. Memurlar vergileri toplarken sertlik göster­mekteydiler; hrıstiyan yazarlar borçlarını ödemeyenlere kargı bu memurlar haciz ve kırbaç, belki de igkence yollarına baş­vurdukları için bunlara takaza etmekteydiler ama bu usullere Doğu krallıklarında eskidenberi başvurulmaktaydı.

Para çok kıtlaştığından hükûmot memurlarıyla askerlerinin aylıklarını ekmek, garap, zeytinyağ'i, domuzyağı, hayvan, yem, kumaş, odun gibi s&ylerle, “ayniyat” olarak ödüyordu. O da bunları halktan tekalif halinde egya toplıyarak elde etmektey­di. Ayrıca hükümet halka taşıt işleri iğin araba katarları, mek­tupları taşımak için posta servisi kurmak, yolların bakımı ve onanmı, bir bölgeye uğrayan memurların barındırılıp doyurul­ması gibi angaryaları da yüklemekteydi (ki bunlar, Ortaçağ’da da devam etmiştir). Bu şekilde yedirilip giydirilen lejyonlar daha küçük kollara böiünmüg, bunlar da snnır eyaletlerine yer­leştirilmişti. Savaşan orduda Barbar yardımcılar gittikçe dar ha genig ölçüde yer almaktaydı. Rom a rejiminden çok bir Doğu krallığına benzeyen bu rejime Bizans İmparatorluğu adı veril­miştir.

Bizans İm,paratorhığunun eth'Jlevi. — Tekâlif daha ağır­laşmış olduğundan, İmparatorluğun uyrukları bunlardan kur­tulmağa çalışıyorlardı. Sitelerinin, p.razi vergisinin ödenmesin­den müteselsil o’ arak sorumlu bulunan curiaVler yani toprak sahipleri mülklerini terkeyliyorlardı. "Altun ve gümüg” vergi­sine tâbi tutulan tacirlerle zanaatkarlar, zanaatlarından ya da ticaretlerinden vazgeçmekteydiler. Bu kaçığı önlemek için hü-

F. 4

MUKAYEÎSEUt TAR İH İ 49

50 A.VRUPA MİLLETLERİNİİS

kûmet, Mısır krallığından taklid edilınige benzeyen bir usul kullandı; sosyal şartlarla meslekleri mecburi ve babadan oğııla g-eçer hale soktu. Curianer kendi sitelerinin, cw io ’sına, zanaat­kârlar k ö le fe (zanaatlarının loncasına), asker oğullan da or­duya bağlandılar. Veriji defterlerine yazvU bulunan çiftçiler, köleler yahut hür kolon’lar, toprağ-ın aynimaz bir tâbli haline g-etirlldiler ve bunların topraktan aynim alan yasak edildi.

İmparatorluğun bütün toprakları artık yalnız aynı hâkimi­yet altında değil, fakat aynı sosyal rejim altında da birleştiril­di ve aynı kuralları takibederek i§ gören aynı memurlar kad­rosunun hizmet ettiği, merkezlc.smi§ bir hükümet tarafından idare edildi. Bir Lâtin adı altında ve Rom a unvanlanyla bu, babadan oğula geçen ve Doğu usulünce kutsal olan mutlak bir monarşi idi ki, k u ş e t le aynimi,s sınıflara bölünen bir toplumu mutlak iktidan altında tutuyordu ve bu toplumda bütün men­faatler, büyük toprak sahiplerinden meydana gelme bir aris­tokrasiye mahsus bulunmaktaydı.

Bu rejim halk üzerinde, Doğu krallıklarmm uyruktan üze­rinde yaratmış olduğu aynı etkiyi yarattı. Küçük kavimler in­sanlara, kendilerini faal uzuvları saydıkları ve onu savunmak için savaşa haiîir olduklan bir toplum için fedakârlıkta bulun­mağı ilham ederlerken; yüzlerce yjidanberi silâhsızlandınlmış olan ve kendilerini kamu i.glerine hiçbir suretle kanştırtmayan uzaktaki bir hükümete tâbi İmparatorluk sakinleri boyun eğ­meğe alışık, mukavemetten âciz, vatanseverlik duygulanndan yoksun ve kamunun iyiliğine karşı ilgisiz uyruklar haline gel­mişlerdi. Kimse kendi özel işlerinden ve şahsî selâmetinden beişka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu.

Durgunluk ve tei?ıbellik sanat ve edebiyata da bulaiîinıştı, artık hiç kimse orijinal bir eser yaratacak halde değildi. Sa­natçılar eski eserleri kopya etmekle yetiniyorlardı; o çağın sa­natı insanda usandırıcı bir monotonluk duygusu uyandırmak­tadır. Yazar’ ar artık sadece yapm acık bir dille yazümış taklit eserler vormekteyâiler. Bu eserler de yalnız dil ustalığından başka şoye değer vermiyen ufak bir meraklı topluluğu için ya­zılıyordu. Basmakalıp şeylerle dolu olan edebiyatları, iddialı ve karanlık bir şek'.e bürünmüştü; içinde düşünce namına bir şey yoktu. Bazen hristiyan yazarlarda içten bir din duygusun­dan ilham alan şairane bir heyecan görüldüirti oluyordu ama, onlar da. usanç verici, kuru bir üslûpla yazı yazmaktaydılar.

Zengin ailelerin oğullanna mahsus okullar "gramer” ve

"beyan.” dan bagka §ey öğretmiyorlardı; bu okullar Lâtia ya­zarları İncelemeği ve devrin zevkine uygrun gürlerle söylevler hazırlamağı da öğretmekteydiler. Greklerin rasyonel (aklî) dü­şüncesi, Avrupa’daki Lâtin okullaı-a grirememişti. Grek dili ko­nuşan memleketlerde dahi bilim araştırmaları durmuştu. “Néo- Platonicien” ekolden (1) ibaret kalmış olan felsefe, doğulu bi­çimlere doğru geriliyor ve rakamların büyülü bir kudrete sa­hip olduklarını öğı-etiyordu.

Hristiycmlık. — Χte hiçbir orijinal fik ir hayatına sahip olmayan bu tembel ve âtıl halka, tıpkı Bizansı İmparatorluğu­nun rejimi gibi Doğu’dan gelme yabancı bir din getirildi. Bü­tün dinsel alışkanlıkları, hattâ ahlâkın ana kavramını dahi al­tüst eden bu din, sonunda Avrupa kavimlerine, bütün gelenek­lerine zıt olan yeni çegit bir birliği zorla kabul ettirdi. Bu din ve ahlâk devriminden önce, İmparatorluktaki çeşitli halk top­luluklarının dinleri arasında yakınlık kurmak için yavaş bir çalığıma başlamış bulunuyordu.

Avrupa’nın amUh dinleri. — Avrupa’nın bütün dinleri genel bir doktrine ve (öğretimleri artık durmuş olan Gol ve Britan­ya Druide’leri belki hariç) dini öğretmekle görevli bir kadroya dayanmaksızın, her zaman için, her kavimae geleneklerle dev- rolunagelen bir takım âyin ve törenlerle mahalli bir takım inançlardan ibaret kalmıştı. Rahip yani papaz, törenleri icra ile görevli bir tapmak bekçisinden başka şey değildi. Dinin, hattâ mecburî olan tören ve âyinleri, hiçbir belirli inanca sa­hip olmak mecburiyetini koymuyordu. Bu dinlerde başka asıl- lardan gelen ve daima ayrı kalmış olan iki çeşit âyin ve tören­le inançlar sistemi vardı.

Neolitik çağda zaten uygulanmakta olan ölülere tapınış, bunlann zararlı hale gelmelerini önlemek için, ölüleri usulüne uygun şekilde gömmek mecburiyetini koymuş bulunuyordu. Lâ­tin yazarların da teyit ettikleri hortlak korkusu, bütün Avm- pa’da kuvvetle kökleşmiş bulunmaktaydı.

Öteki tatbikat sistemi ise gözle görülmeyen, insanüstü ta­biî kuvvetlere inanmağı emrediyordu ki bu kuvvetler kendile­rini gök gürültüsü ve çoğu zaman bir hastalığın iyileşmesi gi­bi kudret gösterileriyle açığa vurmaktaydılar; bu ise dine pra-

MUKAYESEÎLt TA B ÎH İ 51

(1) M.S. III. >- VI. yüzyillardai İskenderiye’de) dağmııs olan fe lsefs dokiHmi ki, mensuplan Eflâtun’un fikirlerin i bazı mis­tik düsiimceleri de karıştırmaktaydılar (ÇevirenJ.

52 A V R U PA M İLLETLERİNİN

tik bir degrer vernielcteycii. Bu bilinmeyen kuvvetlerin yardım- larmı elde etmek için dualar ediliyor, adaklar adanıyor, kur^ banlar kesiliyordu. G ıekier bunlara tanrı veya tanrıça adlarını vermişlerdi; herbirini insan şekilleriyle tasvir ediyorlar, bun­lara birtakım macei’aiar yoruyoı-lardı ki bu, 'mitologya’y\ mey­dana getirmekteydi.

Başlang-ıçta çok daha müphem tanrılara tapınmış olan R o ­malılar, bunlara aynı şekil ve aynı tarihi vererek, fakat lâtince adlarını muhafaza; ederek, kendi tanrılarını da Grek tanrıları­na benzetmişlerdi; nitekim zamanımızda dahi (Mars, Mercure, Jupiter, Vénus, Saturne gibi) bazı tanrıların adları, bir takım Batı dillerinde haftanın günlerini belirtirler, Rom a’ya tâbi Bar­bar kavimler de kendi tanrılarını Rom a adı taşıyan bu Grek tanrılarına benzettiler ve bu tanrılar, bütün İmparatorluk için müşterek hale geldi.

Hiçbir din, tek bir tanrıya inanümasını istemiyordu. Bir tanrının kudretine beslenen inanç, başka bir tanrının kudre­tine de inanmağa engel olmuyordu; bir tanrıya tapınmak, baş­ka bir tanrıya tapınmağı yasak etmemekteydi. Rom a resmî mar kamları tarafmdan tertiplenmekte olan dinî törenler, bir takım kutsal yerlere bağlı olan mahallî tanrılara tapınma işini orta­dan kaldırmış değildi. Doğu tanrıları ve bilhassa Mısır tanri- çesi İsis, Küçükasya tanriçesi Kybele ve İran tanrısı Mithi^’- ya Avrupa’da da tapınanlar vardı. Adına syncrétism e denen bu dinler karışımı tam Avrupa’da din birliğini hazırlar gibi görün­mekteydi ki, bambaşka cinsten bir din sistemi ona baskın çıktı.

Hristiyanlığm 7nii,}deciîeı'k — Yeni din, Asya’nın Kaide %'e Mısır’la temasta olan hellenleşmiş memleketlerinde vücut bul­du; bu memleketlerdeki rahip loncaları Tanrı’nın niteliği ve insanın ölümden sonraki kaderi hakkında esasen bir doktrin kurmuş bulunuyorlardı. Bu eski dinlerden ^ınm a inançlar, adına fransızcada m ystère, grekçede müsterion denen, fakat gizli tutulduklarından iyice bilemediğimiz, başka asıldan bir takım dinî usul ve âyinlerle mezcedildi,

Yunanistan’a yabancı memleketlerden gelmiş olan mystère, müsterion’lar, (ki İsis’inkiler Mısır’dan, Adonis’ inkiler Suriye’­den grelmiglerdi) dinsel inançlara bağlı ve Avrupa kavimlerine bilhassa yabancı bir takım duygulara dayanan gizli törenlerden ibarettiler. Kendisini kötülük kuvvetlerinden kurtaracak olan ruh ve beden temizliğini sağlamak ve çile doldurmak için ya­pılan bir takım sembolik denemelerden sonradır kİ, mümin i§in

sırrına erebiliyordu. Tanrısal bir vahiy seklinde beliren bir öğ­renime tâbi tutuluyordu ki bu, tabiatüstü kudretlerin şefaatiy­le, kendisine selâm ete kavuşmağı vaadetmekteydi. T ann ’nın ölüşünü, sonra yine diriliğini temsil eden sembolik törenlere katılıyor ve bir erine (1 ) sembolü ile, tanrının öz varlığına ka­tılmak gibi bir his duyuyordu. Mystère, yahut müsterion, ay­nı tanrıya tapanlar arasında bir kardeşlik bağn yaratıyordu.

Dünyanın izahı, İranlIların dininden iki tanrısal kudret arasındaki sürekli savaş şeklinde gelmişti, ki bunların biri ışık ve iyilik T ann ’sı, öbürü karanlıklar ve kötülük Tanrısıydı. Bu kötülük fikri yahudilerin inançlarına satan (şeytan), hellenis- tik memleketlerin inançlarına da diable (yani G rekçe diabolos) adı altında geçmişti, geytan fikri, ölülerin ruhlarının yeraltın­da kaldıkları inancıyla ve bir tanrmm şefaatiyle selâmete eriş­mek gibi mistik bir kavramla birleşerek, sonunda dualisme’e varıyordu ki, bu da sonradan yeni dinin temel bir doktrini haline geldi.

Bu kavramlar, Doğuda çok kuvvetli olan. Kötülük kuvvet­lerinden korkma, bunlara karşı sonsuz bir kudi’ct tarafından korunma ihtiyacı, kefaret (çile dolduryna) yolu ile günahlarını bağışlatmak ve yaşanan hayattan sonra tam mâ,nasıyla mutlu, sonsuz bir hayata erişmek umudu gibi duygulara cevap veri­yordu. Cehennem’in hâkimi olan ve iblis adlı daha aşağı ratbe- de ruhlardan yardım gören geytan’a karşı duyulan korku, bun­dan böyle, Avrupa’daki insanları ebedî ıztıraplarm dehşet ve­rici tehdidi altında yaşatacaktı.

Grekçeden gelme "filozof” adım taşıyan bir takım insan­ların, Doğunun hellenleşmiş kısmına ve Hind’e mahsus olup adına (grek kökünden bir kelimeyle) ascétisme (idman) denen bir hayat tarzını benimseyerek örnek olmaları üzerine, hellenis- tlk âleme başka şekilde bir takım usuller ve âdetler de girmiş­ti. Bu usul ve âdetlerin amacı, ruhu bedenin bağlarından kur­tarıp bir vecid, cezbe haline getirmekti ki, bu durumda ruh, tanrısal âleme eriştiğini hissediyordu. Ascétisme bedeni oruçla, uyumamakla, hareketsizlikle, susmakla zayıflatıyordu, nitekim Hind fakirleri de bu usulleri kullanmaktaydılar. “ Filozoflar”

MUKAYESELİ TARİH İ M

(1) Bu “ Tanniile şahsen ve doğrudan doğruya buluşmak” duygusu, mistik teriminin doğru anlammı da tesbit etm ektedir ki, bu terim zamMmmızda, yeı^U yersiz, her çeşit irrasyonel dil^ncei&ı* içim, kuTtomvlmaktadır,

nr54 AV RU PA M lLLBTbEBiW lN

böylece bir takım mucizeler (ve bilhassa hastalann iyilegıne- leri), hattâ bir ölünün dirilmesi ile beliren tabiatüstü bir kud­rete eriştiklerini iddia etmekteydiler. Bunlar “ Mucize yapıcı­lar” diye adlandırılıyor ve kudretlerini anlatmak için Lâtinceyc vvrtus (güc, kuvvet) sözüyle çevrilen Grekçe bir kelime kul­lanılıyordu. Bunlann yaptıkları işler, ötedenberi g-eı çeklere al- dınş etmiyen Doğulular tarafından yazılan biyosTafyalarda, dinsel heyecanları tahrik etmek üzere, uzun uzadıya anlatıl­maktaydı. Okuyanların inançlarını pekiştirmek için, yazarlar mümkün olduğu kadar çok mucize anlatmağı makbul bir 1.5 sayıyorlardı. Bu ascête’lerde hristiyan ke.şişlerin öncülerini; mucize yapıcıların (thaumaturge) biyografyalannda da “Veli­lerin Hayatı” ve “Mucizeler Dergisi” gibi yayınların başlangı- cmı gördüklerini sananlar olmuştur.

Hristiyan dininin kökleri. — Yeni din, yahudi kavminden çıkmıştı. Bu kavmin, kutsal kitapların açıkladıkları bir doktrin üzerine kurulmuş olan dini, henüz ulusal bir din olarak kal­mış bulunuyordu. Yahudiler öteki kavimler arasında da bazı kimselere kendi dinlerini kabul ettirmişlerdi ama bunları ya­hudi âdetlerini, bu arada sünnet olmağı da kabule zorluyorlar- dı.

Hristiyanhk, muhalif bir yahudi topluluğunda başlamıştı; bu topluluk, yahudi millî âdetlerinden, usullerinden vazgeçe­rek, hristiyanlığı evrensel bir din haline gelecek şekle sokmuş­tu. Hristiyanlığa bu sınırsız faaliyet alanını vermiş olan aziz Paulus’a, “Uluslar havarisi” adı takılmıştır. Hristiyanhk Suri­ye’deki Antakya, Mısır’daki İskenderiye gibi hellenleşmlg Doğu şehirlerinde, bu memleketlere yayılmış olan duygulara uyarak vücut bulmuştur ki bu duygular, selâmete erişmek için bes- hemen ateşli arzu, ölümden sonra dirilmek umudu, ascétism e (sofuluk, perhiz, oruç), mucizelere olan inanç gibi şeylerdi.

Bu dinin yahudi kökünden Paskalya yortusu, Sabbat (yani cumartesi) dinlenmesi (ki sonradan pazar gününe çevrilmiş­tir), Yahudilerin İbranice yazılmış olan Kutsal kitabına besle­nen saygı gibi şeyler kaldı. (Grekçe yazılmış olup “Ahd-1 Ce­dit” yani “ İncil” adı altında topİEmmış olan kitaplardan ayır- detmek için, bu kitaba “Ahd’i Atik” , yani “Tevrat” adı verildi). Fakat Yahudi peygamberleri, Hz. Davut’un soyundan gelme bir Mesih’in çıkacağı kehanetinde bulunmuşlardı; Çok yakın olan kıyamet grününe intizaren bu Mesih gelip öbür kavimler üzerinde hüküm sürecek ve "T an n ’nın Saltanatı” nı gerçek-

legtlrecekti. Fakat olayların tamamen aksini çıkardıkları bu umuttan vazgeçmek icabetti. Mesih kral olmaktan çıkarak, ge­lip müminleri Kötülüğün kudretinden liarás edecek olan Kur­tarıcı oldu, kıyamet günü de belli olmayan bir geleceğe bıra­kıldı. Yahudi âdetlerinden hristiyanlarca mulıafaza edilenlerin en önemlisi, müminlerin kutsal kitapları okumak, bunları söy­levlerle yorumlamak ve mezmur’lar teganni etmek için sık sık yaptıkları toplantılar oldu. Bu toplantılara Grekçe sinagog Itoplantı) adı veriliyordu ki, sonra,dan adı “kilise” oldu.

I. yüzyılın sonundan itibaren hristiyan dini hellenistik bir hal almıgtı. Bu dini meydana getiren her şey Grekçe bir ad alarak (bazen Lâtinceye çevrilmiş bir halde) bütün Avrupa dillerine girmişti: İsa’ya H ristos; ona tapınanlara hristiyan; dinin kutsal kitabına (iyi haber, müjde anlamına) İncil; doktri­nine dogma, ortodoksluk, kurtarıcı; inançlarına şeytan, me-

• lekler, iblisler; usul ve âdabma vaftiz v.s.; kuruınlarma kilise, sinod V . S . ; din adamlarına havari, piskopos, rahip, diyakos, ke­siş v.s. denmişti. En eski kiliseler hellanlegmiş şehirlerde ku­rulmuş, ortodoks dogmalarını tesbit eden ilk ökürnenik (evren­sel) sinodlar, bu şehirlerde toplanmıştı. Kilisenin en eski kuru­cuları (“ imam” lan), bu şehirlerde konuşup yakarak hristiyan inançlarına kesin formüllerini vermişlerdir. Dinin evrensel ni­teliğini belirten katoUk deyimi de Grekçe bir sözdür. Avrupa’da dahi uzun zaman, ancak Doğu’lulann yaşamakta oid’.ıkiarı şe­hirlerde kiliseler vardı, müminler âyinlerini Grekçe yapıp Grekçe konuşuyorlardı. İlk yüzyıllardaki Rom a papa’lan hep Grekçe adlar taşırlar; din şehitleriyle ilgili en eski hikâyeler, Grekçe yazılmışlardır.

Doğudaki hristiyanlarm hemen hemen hepsi başlangıçta aşağı tabak:adan insanlar, hattâ kölelerdi; ebediyen mutlu bir hayat sürmek umudu onları, o andaki yaşayışlarının sefaletine kayıtsız bırakıyordu. Bunun bir izine Incil’de ve bilhassa Lur kas’ın Incil’inde rastlanmaktadır ki kitap, zenginliğin şiddetle aleyhinde bulunmakta, zenginleri ebedî cehennem azabıyla teh­dit etmektedir. Incil’deki “Lazar ile kötü zengin” remzi, gele­cekteki hayatta yoksulların öcalacaklan umudunu açığa vur­maktadır. Incil’deki bazı ibarelerde öylesine bir ateşlilik vardır ki, bunlan sosyalist ve komünist formüllere benzetenler vo In­cil’de "ihtilâl tohum lan” bulunduğunu ortaya atanlar olmuştur. X II. yüzyıldanberi Incil’in açık dile, ha,lk diline çevrilip de halka yayıldığı her sefer,-.sosyal eşitsizliğe karşı itiraalar yük-

MXJKA-YESELI TA.RÎHÎ 55

8C AVRXJÎ=A M ÎLLETLEEtNtN

gelmiştir. Fakat kilisenin yatkill şefleri bu bozguncu yorumlan her zaman için reddetmişler ve aziz Paulus’un misaline uyarak, müminlere resmî makamlara boyun eğmeği ve yaşayış tarzın­daki eşitsizliği kabul etmeği emreylemişlerdir.

Bununla beraber Doğruda hristiyanlık mensuplarını, ara­larındaki seviye farkına rağ'men, bir çeşit kardeşçe egitliğe ahş- tırmıgtır. Kadm lann agağı durumlarını düzeltmeği, hattâ köle­liği kaldırmağı denemiş değildir; fakat hristiyan, efendiyi kö­lelerine insanca muamele etmeğe, kölelerin aralannda hristi­yan usulünce evlenmelerine ve bunların bir aile sahibi olmak­ta serbest bulunmalarına saygı g-östermeğe zorlıyabilmlştir. Grek filozofları, el i§i yapmağı hür bir adam için aşağılatıcı bulmaktaydılar, fakat havarilerin verdikleri örnekler el işinin yine itibar sahibi olmasına yol açmıştır. Kadın-erkek arasın­daki münasebetler için konulmuş olan sıkı kurallar, hristiyan-, lan sert ve sıkı bir ahlâk sahibi etmiştir.

Hristiyan dini Doğudaki hellenleşmiş kavimlerin duygula­rına cevap vermekteydi; nitekim manevî hayat üzerindeki har yırlı etkilerini de orada göstermiştir. Avrupa’da bu din, yaban­cılar tarafından getirilmiş, büyük şehirlerdeki yabancı koloni­lerinde yabancı dille öğretilmiş bir din olarak ortaya çıkıyor^ du. 'Dinin hemen hemen bütün şehitleri yabancılardı ve IV. yüzyılın başlangıcına kadar bu din, bütün yerli haikm aşağı yukan meçhulü olarak kaldı. Fakat bir imparatorun, yani Kostantin’in şahsî isteğiyle bu din, hükümet nizamının üzerine birdenbire yerleşiverdi, İlliryalı bir generalle aşağı tabakadajı hristiyan bir ananın oğlu olan Kostantin, bu işi meçhul kalmış sebepler yüzünden yapmıştı; çünkü bunda menfaati olduğunu pek göremiyoruz.

HrisHvanhĞm Avrupa’ya verlesmesi. — Kostantin öteki dinleri yoketmeğe kalkışm adı; fakat başkentini hristiyan diyar nndaki bir Doğu şehrine taşıdı ve hristlyanlar arasında Hrla- tos’un niteliği ile ilgili dogma yüzünden çıkmış olan glddetll çatışmaya son verm ek için, Asya’daki İznik’te İlk defa olarak İmparatorluğun bütün piskoposlarının katıldığı bir genel ku­rul topladı. Genel kurulu "İm ik sembolü” adıyla anılan ve bü­tün hristlyanlar için ujTilması mecburi olan bir “âmentü” har zırlaması için zorladı; böylece de bir tartışma konusu olarak kalan dinsel fikirlere, emredici bir hukuk kuralı şeklini ver­di. İmparatorun, hristiyan kilisesinin şeflerinin cebreylediği

otoriter disiplin, Avrupa’da inancın tek olması mecburiyetini hazırlıyordu.

İmparatorun din haline gelen hristiyan dini IV. yüzyı! boyunca ilkin imtiyazlı, sonra mecburi din olarak, herkese kabul ettirildi. Hükümet piskoposlara yüksek memur muame­lesi yaparak onlan korudu; hattâ kendilerine müminleri yar­gılamak yetkisini bile tanıdı. Derken sonunda başka dinlerin âyinlerinin yapılmasını yasak etti ve eski dinin tapınaklarının yıkılması emrini verdi.

İmparator Kilisenin en yük reisi gibi davranıyor, dogîna üzarindekl çatışmalarda taraf tutuyor, karar veriyor, doktrini kendisi tesbit ediyor, söz dinlemiyen piskoposları işlerinden atıp yerlerine hasımlarmı geçiriyordu. Hristos’un niteliği yü­zünden patlak veren kavgada bazen Teslis (Trinité) dogma­sına taraftar olanları, bazen de buna aleyhtar olanları destek­ledi. Başka dinler âyinlerinin yapılmasını nasıl yasak ettiyse, adına ortodoks (doğru fikir) denen dogmadan başka herhangi bir doktrinin yayılmasını da yasak etti. Başka bütün doktrin­ler Grekçe hairesis sözünden gelme hérésie (özel fikir) deyi­miyle vasıflandırıldı ve böyle özel dini fikirler besliyenler zın- dik sayılarak ölümle cezalandırıldı. İmparatorluğun resmî bir müessesesi haline gelen doktrinin Kilise içindeki mutlak bir­liğini sağlayan, hrlstiyanlarm içlerinden "gelme inanç değil de, İmparator’un maddî bakımdan sahip bulunduğu kudret olmuş­tu.

Şehirlerde KMse^ni/n teikilâtlanması — IV. yüzyılda Av­rupa’da henüz yalnız şehirler halkı hristiyan diniyle amel et­mekteydi; köyler halkı ise eski din ve tapınma usullerine bağ­lı kalmıştı. H er hristiyan cemaatinin kendi şefleri vardı ve kendi dinini bir sitenin merkezi olan şehirde icra ediyordu. Heı sınıftan bütün hristiyanlar, hattâ köleler dahi bu cemaatin üyeBiydiler; hepsi aynı inançlara ve aynı kurallara tâbi idiler; Tann ’nın çocukları olarak hepsi eğittiler ve Hristos’ta blrle.ş- mlg birer kardeş halindeydiler. Fakat aslında hristiyan cemaati, tıpkı Rom a toplumu gibi, İdare edenlerle uyruklara bölünmüş bulunmaktaydı. Yunan kökünden clergé (lâtincesi; Clericatus) yani Bühban adı altında toplanan ve bütün yetkilere sahip bu­lunan İdareciler, İmparatorluğun memurları gibi, mutlak bir iktidara sahiptiler. Grekçe lâik (halk) ya da lâtince plebs adıy­la anılan uyruklar, papazlara körükörüne boyun eğmekle ödev­liydiler. Bu ilti 6in ıf arasındaki münasebetler, bugüne ka^iar

MUKAYESELİ TAR İH İ Wl

ı n

58 ATR U PA M ÍLLETLERÍNiN

dilde kalmış olan iki sert deyimle anlatılıyordu: Papazlar "ffo- bam,” ; plebs yani halk ise "sütü" idiler.

Cemaatin şefi, reisi olan piskopos, bütün yetkileri elinda toplamış bulunmaktaydı. Müminler kuruluna başkanlık ediyor, papazlarla yardımcılarını ve ast’lannı o tâyin va takdis edi­yordu. Kilisenin mallarını idare ediyor, yoksullara sadaka dain- tıyordu. Çömezlerle müstakbel papazların pğitimini idare edi­yor, müminler topluluğu önünde vaazlar veriyordu. Vaftizle komünyon da dahil, bütün takdisleri yalnız o yapmaktaydı. Müminleri itaata zorlamak için onlara çok ağır çileler doldur- malarvm emretmeğe ve zmdik, ya da çok ağır bir suçtan suçlu saydıklarını da aforoz etm eğe, yani cemaatten çıkarmağa yet­kisi vardı. İmparatorluk makamlarına karşı cemaati o temsil ediyordu. Sitenin arazisindeki bütün hristiyaîılar üzerinde, tıp­kı İmparatorluğunki gribi, sınırsız ve kontrolsuz bir kudrete sahipti.

H er eyaletin piskoposları bir sinod (Lâtincesi: Concilinım, kurul, meclis) halinde toplanıyorlardı ki bu, İmparatorluğun eyalet kurulları örnek alınarak yapılmaktaydı. Binod’a, eyd- letin merkezi, başkenti (Grekçede “£una” ve “ şehir” anlamına m êtêr ve polis sözlerinden g-elme) metî'opoîe'ünün piskoposu (metropolidi) başkanlık etmekte, disiplin tedbirlerini o karar­laştırmakta, papazlar arasındaki anlaşmazlıkları o yargıla­maktaydı. İznik misaline uyai'ak bütün İmparatorluğun pisko­posları bazen de adına öküm enik (evrensel) denen bir meclis (concilium ) halinde toplanıyorlar, bu meclis de bütün hristi- yanlar için mecburî olan tek bir doktrini formülleştlrlycrdu. Batının Lâtin dilindeki bütün kiliseleri, adına Doğu usulünce Papa denen Homa piskoposuna bir üstünlük tanıyorlardı.

Kesişler. — Mümin cemaatlerinin dışında olarak Avrupa’da IV. yüzyılın sonundan önce Doğu asıllı yeni çeşit din adamları belirdi. Bunlann, Avrupa’da yeni olan yaşayış tarzlan, toplumun tamamen kötü olduğu ve insauı tabiatınm kötülüğe meyilli bu­lunduğu düşüncesi üzerine dayanmaktaydı; gu halde grerçek hristiyanın, dünyadan tamamen elini eteğini çekmesi ve tablar tın eğilimlerine karsı, Grekçeden gelme adıyla ascétism e (peı^ hiz, oruç, sofuluk) ile savaşması lâzımdı (ki Grek " fi lo z o f ’ la- rı da zaten daha önce aynı yolu tutmuşlardı). Bunlar Doğu’da çöle çekilmekle İşe başlamışlardı; münzevi, keşiş anlamına ge­len adlarını, Grekçedeki “ monakhos” (Fransızcada: moine) sö­zünden almışlardır. Sonra Suriye kökünden gelme (Lâtincede

abbas, fransızcada abbé adlı) yine kendilerinden olan bir rei­sin enari altında hep birden perhiz, oruç ve ibadetle hayat .giirmek için toplanmışlardı. Bunların cemaati de Grek kökün­den "m onasterion" dan gelme olan “ manastır" (topluluk) admı aldı.

Kegi.gler o çağda hayatı hog hale g-etirir görünen her goy- den el çekmeği taahhüt ediyorlar; itaatli olacaklarmp, afiî ve yoksul kalacaklarına dair resmen and içiyorlardı. Ancak kabâr saba elbiseler giyiyorlar, sadece yağsız yiyeceklcr yiyorlar ve tenlerine vo kötülüğün kaynağı olan tenlerine (yani bedenle­rine) eza etmek için oruç tutarak, uykusuz kalarak, bellerine kaba kıldan sert bir kuşak dolayarak, kendilerini değnek v^ya kırbaçla dövdürerek ıztırap cekiyoriaxdi.

IV. yüzyılın sonuna doğru kegigler çölden çıkarak şehirler­deki halka vaizlar vermeğe ve eski dinlerin tapınaklarını yık­mağa başladılar. Bunların hal ve gidişleri, Avrupa piskopos- larınm hoşuna gitmedi. Papa, “kendilerine keşiş adı veren ve ya.5ayışlan, hattâ vaftiz edilip edilmedikleri bilinmeyen bu göçebe insanların” tutumlarını ayıpladı. Pakat keşişler çok geçmeden, tıpkı Doğunun “mucize yapıcıları” (Thaunıaturge’- 1er) gibi ve aynı vasıtaları kullanarak, çok geçmeden halk ara­sında tutundular; mucizeler yapıyorlar, bilhassa hastrilan iyi­leştiriyorlardı; halk bu mucizeleri keşişlerin oruç ve ibadetle hayat sürerek edindikleri ve onları alelade insanların üzerine çıkaran tabiatüstü bir kudrete yoruyordu. Bunlara kutsal ya­ratıklar olarak bakıldı ve keşişler hiçbir resmî yetkiye sahip olmaksızın, müminler üzerinde papazlannkine eşit, hattâ on­larınkinden daha da üstün bir nufuz icra etmeğe başladılar. Papazlar ise “kurala, nizama tâbi papaz sınıfı” anlamına gelen, fransızca “ clergé régulier” adını aldılar.

HrisHvan birliği. — Hristiyan dini, Avrupa’daki dinsel töreleri altüst etmekteydi. Avrupa kavimlerinden hiçbirinin ho­şuna gitmeyen Doğudan gelme secdeye kapanmak usulünü zorla kabul ettiriyordu. Bu yeni din, ahgılmış âyin ve törenler­le, belirsiz ve değişken inançlarla yetinmemekteydi; her şeyden önce vnanç istiyordu ki bu, kurtancı-Hristos’un sayesinde se­lâmete erişileceğine beslenen imanla beraber, sarih bir “âmen­tü” de ifade edilmiş bulunan bir doktrinler sistemine inanmak­tan ibaretti. Bu “ âmentü” Tann ’nın niteliğini ve insanın ölüm­den sonraki kaderini izah ediyordu; öteki hayat için Cennet’te ebedî bir mutluluk, ya da Cehennem’de ebedî bir ıztırap vaaiet-

M U K A YE SE U t a r í h I 59

50 AVRU PA Mlt<tB!TL.EEtNÎN

inekteydi. Hristiyanhk, Tann ’nm nitehğinden şimdiki hayat için bir takım hal ve gidiş kuralları çıkarıyor ve bunları da, sırf gelecekteki hayat için, bir hazırlık olarak ortaya koyuyoi"- du; böylelikle bu|din, müminin inancıyla hal ve gidişini ebedî mükâfat ya da mücazat gibi müeyyidelerin tehdidi altında bu­lundurmaktaydı.

Hristiyanlık, başka tanrılara tapınmağı bir suç sayarak yasak ediyordu. Hristiyanlar bunlara “fsahte tanrılar” adını vermekteydiler: böylelikle bunlann varlıklarını inkâr etmiyor­lar, fakat Habis Ruh tarafından gönderilmiij olduklarını anla­tıyorlardı. Doğu usulünce bir temizlenme banyosu demek olan vaftiz, hristiyan dinine kabul edilebilmek için gerekli bir tören haline gelmişti; vaftiz olan kimseı yeni br hayata girmiş sayılı­yordu ve piskopos; nĞophyt&e (yani dünyaya yeni gelene, müh- tedi’ye) şunları soruyordu; “ Şeytan'dan ve onun debdebesin­den, onun fiillerinden (birçok tannya tapmaktan) vazgeçiyor musun?”

Hristiyan dini İmparatorluğun coğrafi çerçevesinde, site­de ve eyalette teşkilâtlanmı-stı; İmparatorluğun politik rejimi­ni, yani pasif bir yığın üzerinde şeflerin mutlak iktidannı ka­bul ediyordu; aynı zamanda İmparatorluğun aristokratik re­jimini de kabul etmişti; zira ötedenberi piskoposlar, büyük aile­lerden seçilip alınmaktaydı. Fakat bu din toplumun teşkilâtını muhafaza etmekle beraber, Avrupa kavimlerinin yaşayışındaki değerlerin nizamını altüst etmekteydi. Tabiat içgüdüsüne göre, şimdiki gözle görülen hayatın değerini meydana getirmiş olan şan ve geref, iktidar, zenginlik, zevk ve safa gibi her §ey hor görülen bir hala geliyordu. Eskiden hor görülen âcizlik, itaat, yoksulluk, yoksunluklar ise, gözle görülmiyen müstakbel ha­yatta mutluluğa erişmek için en emin çare olarak itibar bul­maktaydı. Alâka, duyularla tanınmakta olan gerçek âlemden. Vahiy’e dayanılarak tahayyül edilen öteki âlemin üzerine nak­lediliyordu.

Böyloce de, Avrupa’nın İmparatorluğun hâkimiyeti altında bulunan bölgesinde, fakat ilkin yalnız şehirler halkı üzerinde, dar bir din birliği meydana geldi ki bu, gelecek yüzyılları bo­yunca bütün halk arasına girecek ve Avrupa’nın tümiin© ya­yılacaktı,

BA RBA RLAR IN İM PARATORLUĞA YERLEŞM ESİ VE H RİSTİYANLIĞ IN G İRİgİ

Değişikliğin kökleri. — Rom a hâkimiyeti Avrapa kavimle­rini iki âleme bölmüştü: Bir yanda Güney’in ve Batı’nm mede­nileşmiş ve banşçı âlemi vardı ki, Doğu’datı ve Yunanistan’­dan gelmiş tek ve aynı medeniyetin içinde, aynı mutU;k idare sistemi ve aynı aristokratik sosyal rejim altında birleşmiş bu­lunuyordu ; öbür yanda ise çok seyrek nufuslu olan ve şehirler­den yoksun bulunan, Kuzey’in ve Doğu’nun Barbar ve savaşçı âlemi vardı ki, basit ve çetin bir hayat sürüyordu. Bu âlem, bağımsız bir takım küçük kavimlere bölünmüştü; bunların şef­leri ise ancak törelerle sınırlanmış bir kudrete sahiptiler. Do- èu ’dan gelen yeni din henüz ne Barbarlar' âlemine, ne de Im- paratorluèun köylerindeki halk arasına girmişti. Bu durumV. yüzyıldan VII. yüzyıla kadar olan sürede aynı anda meyda­na gelen, fakat birbiriyle ilgisi bulunmayan iki ayrı olay yüzün­den altüst oldu: Bunlardan birisi, İmparatorluk topraklan üze­rine Rom a medeniyeti dışında kalmış yeni bir halk topluluğu­nun yerleşmesi; öteki ise hristiyan dininin gehirlei'in dışma dâ .yayılmasıydı.

Avrupa’daki hayatın değ-işmig olduğu bu zamanlar üzerin­de ancak pek nadir ve güvenilmez bilgilere sahip bulunmakta­yız. Barbarlar yazı bilmiyorlardı; biz onlann ancak, Grek ve Rom alı yabancılar tarafından anlatılan ya da yorumlanan, fail­lerini biliyoruz; fakat onlaım kendi sebeplerini nasıl izah ve duygularını nasıl ifade edecek olduklanftı bilememekteyiz. Bü­tün hikâye ve rivayetler Kilise adamlaıı, tarafından yazılmıştı ve bunlar bize ancak lâiklerin duygularıyla hal ve gidişlerini papazlann ne şekilde anladıklannı öğretmekteydiler. Bu hi­kâye ve rivayetler, müminleri aydınlatmak için yazılmış “Veli­lerin H ayatlan” ndan, çok ilkel şekilde hazırlanmış birkaç “ve- kaylname” den ve üç asır boyunca üç memlekette dört tarihçi tarafından vücude getirilmiş eserlerden ibaretti ki bunlar, Gol memleketinde Tours’lu Grégoire; İtalya’da Jordanis ve (War-

IV

'İr'62 AVKUPA M İLI-ETLERİNİN

ııefrld); İngiltere’de de Bed© İdiler.Avrupa’daki değişiklik İmparatorluğa birgok Barbar ka­

vimlerin girmesiyle başladı ve bunu da Avrupa’nm Barbar kal­mış kısmındaki kavimlerin gene! bir yer değiştirmesi takibetti. Avrupa’nm îıufusunu yenilemiş olanların hepsi beyaz ırktandı­lar ve Batı’da Cermen, Doğu’da İslâv olmak üzere iki ayrı gru­pa mensup bulunan Hind-Avrupa dilleri konuşuyorlardı. Ka­vimlere konuştukları dilin adını vermek ve bunların birine Ce-) menler, öbürüne de İslâv'lar demek âdet olmuştur; fakat ne Cermenler, ne de Islâvlar antropolojik anlamda ırklar teşkil etmiyorlardı (I, bölüme bak.). Bunlar ayrı tiplerde insan top­lulukları idiler, yalnız dilleri ile töreleri müşterekti. ”

Germen kavimleri. — Cermen dili konuşan kavimler ve bil­hassa bunların Kuzey’den olanları, adına Nordik denen tipin vasıflarına, ötekilere göre daha büyük ölçüde sahip görünmek­teydiler; Yani uzun boylu, sağlam yapılı, İri el ve ayaklı, beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlı idiler ki insanlıkta bu, tek bir tip­tir. Diyeleklerine ve törelerine göre bunlar iki kola ayrılmıştır.

Kuzey-Doğu kolundan olanlar, kendi geleneklerine göre, İs­kandinav yarımadalarından geliyorlardı ki orada ancak Dani­markalIlar, Norveçliler ve İsveçliler yerlerinde kalmışlardır ve bunlar, Nordik ırkın en saf, yalın temsilcileridir. Bunlardan bi­ri olan Langobard’lar, Elbe nehrinin denize döküldüğü yer ya­kınında kalmışlardı. Çoğu ve en tanınmışları olan Burgond’ - 1ar, Vandal’lax, Got’lar Baltık denizinin Güney kıyısına geçmiş­ler ve ilkin (I. ve II. yüzyıllarda) Vistül ¡ve Oder bölgelerinde yerleşmişler; sonra Avrupa’yı baştan başa aşıp Tuna ovalarına kadar göçetmişlerdi. Orada Romalıların 8armat’].a,r (ve Alain’- 1er) diye adlandırdıkları, bir Hind-Avrupa dili konuşan kavim­ler bulmuşlardı ki bunlar çok iyi ata binip savaşıyorlardı.

Öteki kavimlerde ise, süvariler ayaklarında nal olmayan atlara üzengisiz ve eğersiz olarak binmekteydiler ve kılıçla sa­vaşıyorlardı. Maden halkalar veya levhalarla kaplı zırhlar ku­şanan Alain’ler (1) ata binerek uzun bir mızrakla savaşmak­taydılar’ ; belki üzengileri, eğerleri ve ayaklan naili atlan da vardı. Cermen kavimleri bu âdetleri benimsiyerek Batı Avru­pa’ya götürdüler veS bu usuller de tâ Ortaçağ’ın sonuna kadar

(1) Bu sır A daha önce İran’da yeı-le§mÂs olan Parth’ lar {Horasanlılar) tarafından da kullanılmaktaırdı, fakat bunlar ok atarftk ve düşmandan ufaklaşarak savaşmaktaydılar.

ordular tarafmdan evrensel olarak kullanıldı.Batı kolundan olan kavimler ise Elbe , İle Rhein arasında,

Kelt dili konuşan bir halkın oturduğu memleketlere yerleşmiş­lerdi (ki bu kavmin izlerine bazı yerlerin adlarına rastlan^ maktadır), ve bu memlekette Nordik tipten insanlar pek na­dirdiler. Bu insanlar çok değişmişlerdi, çünkü -Karadeniz kıyı­larında kapanıp kalmıg Frison’larla Elbe kıyılarından gelip Gü- ney’e yerleşmiş kuvvetli bir ulus olan ve adlan Suab {Schwtxb) olarak kalmış bulunan Suev’ler hariç, - II. yüzyılda bilinen ka­vimlerin adlanndan hiçbirine III. yüzyılda rastlanmamaktadır. Bunlann yerine ü§ tane Veni konfederasyon adı meydana çık­maktadır ki şunlardır; Kuzey’de, Elbe ile W eser arasında Sakson'lar (Bunlara komşu olarak Doğu’da Jüt’ler, Angıl’ler, Langobard’lar diye adlandırılan küçük kavimler v a rd ı); Meı> kezde aşağı Rhein’ın iki kıyısında Frank’lar; Güney’d», Rhein'- ın yukan bölgesiyle kollarının bulunduğu yerlerde de Alaman’- 1ar; bunlara komşu olarak Kuzey-Doğu’da T'huringen’YCiev (ki bugünkü Thüringen, onların vaktiyle sahip olduklan geniş top- raklann ufak bir parçasıdır), Güney-Doğn’da da Bohemya’dan gelme Bajuvar’la.r vardı ve bunlar kendi adlarını alacak olan yaylaya (Bavyera) yayılmağa başladılar.

Gol ve İtalyan kavimlerine göre Ceı-menler toprağa daha az bağlıydılar. Arpa, çavdar, buğday gibi bazı tahılları ekip biçi­yorlardı ama bunu çok ilkel bir usulle yapıyorlar, mahsulü aldıktan sonra da toprağı terkedip otlak haline gelmesine yol açıyorlardı (1). Bunların varlıkları muhtemel olarak topraktan ziyade sümlerden ibaretti. Haklannda pek az bilgiye sahip ol­duğumuz yiyecekleri, giyecekleri, eşyalan, kap-kacakları, Av­rupa’nın eski kavimlerinde olduğu gibi çok ilkel bir haide bu­lunmaktaydı. Bunlar değei’siz tahta kulübelerde oturmaktay­dılar ve hiçbir şehire sahip değildiler. Tarımcı kavimler gibi ektikleriyle ve evleriyle bağlı olmadıklarından, topraklarını ko­layca bırakarak ve ailelerini, kölelerini, sürülerini önlerine ka­tarak gidip başka bir memlekete yerleşiveriyorlardı.

Germenler, birbiriyle sık sık savaş halinde olan bağımsız küçük kavimlere bölünmüş durumdaydılar. Öbür eski kavim­lerde olduğu ijibi, herbirinin krallardan veya savaş şeflerinden,

M UKAYESELİ TAR İH İ 63

fXJ C erm en lerm tanrm hakhm da Ceasar v e ıTacitus’ tan koh 7 «> fi ço k m üphem v e belki de birbirini tu tm a« m etinlerin en aklit, yahın yorum u budur.

64 AVRU PA M İLLETLERİNİN

bir âyan meclisinden ve bir de silâhlı hür adanüantı tegkil et tikleri kuruldan meydana grelme hükümetleri vardı.

Barbarlm-m istilâsı. — Germenler hür bir insaiıa en çok yaragan yaşama vasıtası olarak, savağı seviyorlardı. Tercihan Güney’e ve Batı’ya yöneliyorlar ve oralarda daha zengin mem­leketler buluyorlardı. M.O. I. yüzyıldanberi birçok kavimler, İtalya’ya ya da Gol memleketine zorla g-irmeği denemigler, fa ­kat her seferinde Rom a ordular ıtarafından püskürtülmüglerdi.IV. yüzyılın sonundan itibaren bu kavimler İmparatorluğa yer­leşmeğe m uvaffak oldular. Bu olay, hangri yönden yargılandı i- se, ona göre, iki ayrı ad aldı: Rom a İmparatorluğu sakinlerine göre bu, Barbarların istilâsı idi; Almanlar ise buna "havimlerm göçetm esi" adını verdiler. Gerçekten de bu, bin yıldan' fazla bir zamandır Doğu ve Kuzey’deki savaşçı kavimler! Okyanus’a ve Akdeniz’e doğru iten göçlere benzer bir göç oldu.

Bu göç, Asya’dan gelerek Ortaçağ’ ın sonuna kadar Doğu Avrupa ovalarından geçen (IV. ve V. yüzyılda< Hun’lar, VI. ve VII. yüzyıllarda Avar’lar, IX. yüzyılda Peçenek’ler, X . yüzyılda Macar’lar, X III. yüzyıldan itibaren Moğol’lar) bu göçebe kar vnulerden birinin bambaşka mahiyetteki istilâsı (1 ) ile birleş­ti. Hızlı küçük atlara binerek okla savaşan ve A vm pa Barbar^ lanna göre daha zâlim olan bu kavimler, halkı toplu halde öl- düıüyorlar, esirlere işkence ediyorlardı. Kavimleri korku içinde yaşattılar, istilâ ettikleri memleketleri de, Macaristan hariç, hiçbir devamlı bina, tesis bırakmaksızın, yıktılar.

Rom a İmparatorluğu topraklarına yerleşmeğe muvaffak olmuş Cermen kavimleri, orayaı daha önce girmiş olanlardan daha kuvvetli değildiler (Hattâ Cermanya’nın nufusunü toplam olarak 1 milyon diye oranlıyanlar bulunmuştur). Fakat İmpa­ratorluğun hükümeti daha zayıf düşmüştü. Askerlerine artık para verememekteydi (III. bölüme bk.) ve hizmetine, kendisine daha ucuza malolan Barbar savagçı sürülerini alıyordu. Ayrıca, Rom a aslından bir generalin yapabileceği gibi, bir Barbar ordu kumandanının kendisini im parator ilân etmesinden de çekin­memekteydi.

Cermen’ler İmparatorluğa çeşitli usullerle yerleştiler. İlkin

(1) Bai'bar’lann istilâsına helU bir tarih verm ek isteyen tarihçiler ST6 yıknı almışlardır ki, Hun’larm önünden kaçcm Vizigot kavmi o yıl Tu'na’mn Güneyinden Rom a İmparatorlu­ğu topraklunna hiğınmıstır.

bunlar Romalılar tarafmdan yenilip şeflerinden yoksun kalan ve hükümetin koton (rençber) olarak, nufusları boşalmış büyük topraklara yerleştirdiği sürülerdi. Sonradan yine takımlar ha­linde birleşmiş savaşçılar İmparatorluğun hizmetine girdiler ve garnizonlar halinde eyaletlere yerleştirilerek ayniyat veya toprak halinde ücret aldılar. Nihayet bütün bir kavim, kendi kralı ile Rom a İmparatoru arasındaki bir sözleşme gereğince, m üttefik unvanı altmda İmparatorluğun bir bölgesine yerleşti ve şeflerini, yahut veraset yoluyla iktidara gelmiş kralını mu­hafaza etti. O zaman hükümet büyük toprak sahiplerine, top­raklarıyla kölelerinin bir kısmını Barbar savaşgılai'a vermele­rini emrediyordu.

Barbar krallar başlangıçta resmen İmparatorun hizmetin­de kaldılar; fakat gerçekte kuvvete başvurarak, oturmakta ol­dukları topraklan genişlettiler; sonunda da bağımsız hüküm­darlar gibi davranmağa başladılar. 476 da, İtalya’ya yerleşmiş olan Barbar sürülerinin şefi bir İm prator’un iktidara geçiril­mesine yanaşmayıp İmparatorluk alâmetlerini Konstantinopo- lis’teki tm parator’a gönderince, tmparator’a olan tâbilik de so­na erdi.

Birkaç kavim İmparatorla hiçbir sözleşme yapmaksızın, ya Ispanya’daki Vandal’lar ya da VI. yüzyılın sonunda İtalya’daki Langobard’lar gibi R om a.ordulan ile savaşarak; yahut Büyük Britanya’da Sakson’lar ve Angıl’ler gibi. Rom a hükümetinin terkettlği bir memlekette kuvvet kullanıp yerli halkı dize geti­rerek, İmparatorluk topraklanna yerleştiler.

İstilâ hiçbir genel plân olmaksızın, birkaç Barbar eefin te­şebbüsü İle yapılan bir sıra taarruzlar halinde, iki yüzyılı aakın bir süre içinde olup bitti. Birkaç kavim birçok defa yer değiştirdi; Tuna’yı aşaraJt giren Vizigot’lar İtalya’ya, sonra Gol memleketine geçtiler ve sonunda Ispanya’da yerleştiler.

Cermen kavimleri geçtikleri memleketler göre ayn ayn şe­killerde savaşmaktaydılar. Tuna ovalarından gelmiş olan Van- dal, Burgond, Got, Alaman ve Langobard gibi kavimler mızrak­larla silâhlı olduklan halde at üzerinde savaşıyorlardı. Kuzey denizi kıyılarından gelmiş olan Frank, Sakson, Angıl gibi ka­vimler yaya olarak kargı ve balta ile savaşıyorlar, sol ellerinde tuttuklan bir kalkanla korunuyorlar, sıkışık ve derinlemeBine bir yığın halinde birlegerek düşmanın üzerine atılıyorlardı. Yal­nız şefler ata binmekteydiler; savaşçıların süvari teçhizatı edin-

P. 5

MtTKAYEISELÎ TARİH İ Q5

66 AVRU PA M İLLETLERİNİN

mek imkânlan yoktu, ancak ucuz silâhlara sahiptiler, tahtadan bir kalkan hariç hiçbir koruyucu silâhları yoktu.

İslâv kavimlerinm istilâsı. — İslâv dili konuşan kavimler daha sonra göçettiler ve İmparatorluğun Avrupa’daki toprak- lannın ancak çok küçük bir parçasını işgal ettiler, Kelt’lerle Cermen’ler gibi bir ırk teşkil etmemekteydiler. BizanslI ve arap yazarlar bunları kırmızı i (ya da san) saçlı olarak tasvir etmekteydiler. Bıjgün ise bunlar arasında pek ayn birçok tip­ler bulunmaktadır; Güneydekilerin hemen hepsi esmerdir; Ku­zeyde sarışınlar çok sayıdadır ama bunlar Nordik tipinden ay­rı, külreng-ine çalan bir sarışınlıktadırlar.

İslâv dilleri Hind-Avrupa kateg-orisinden olmakla beraber, bunun Doğu grupundandırlar. Çeşitli İslâv kavimlerinin dilleri kollara ayrılnugtır ama Kelt ve Cermen, ailelerinden gelme dil­lere göre bunların aralannda daha az ayrılıklar vardır.

İslâv’ların yaşayış tarzlan hakkında, eşya bakımından çok yoksul mezarlarda yapılan araştırmalar ve bazı yabancı yazar- lann eserlerindeki parçalar sayesinde (ilkin bunlar Bizanslı ya da Arap, çok sonra da Alman yazarlan olmuşlardır), fakat pek az bilmekteyiz. Adlan geçen yazarlar da yalnız Güney ve Batı Islâvlarından sözetmişlerdir (1 ).

İslâvlar daha yoksul bir hayat sürüyorlar ve öteki Barbar kavimlere göre daha zayıf gruplar teşkil ediyorlardı. Bilhassa dan ekiyorlar, kısmen süt ya da peynirle besleniyorlar, hayvan postlan ya da kaba yün kumaşlarla giyiniyoplardı; saçlan İle sakallan uzundu. Duman çıksın diye bir deliği olan, içinde eşya bulunmayan basık kulübelerde oturmaktaydılar; sedirler üzerinde yatıyorlardı. Savagçılan kötü silâhlanmıştı ve hiçbir koruyucu silâhlan yoktu; en çok baskın savaşı yapıyorlardı. İmparatorluk topraklanna girenler, başlannda veraset yoluy­la İktidara geçmiş şefleri bulunmayan, çok ufak kavimler ha­lindeydiler. BizanslIlar bunlann rejimlerine “demokrasi” admı vermekteydiler; İslâv dillerinde daha sonra kral ve prens an­lamına kullanılan kelime {Knes» bir Cermen dilinden alınma^ dır.

Bunlann, üzerinde hâlâ tartışma olan, ilk memleketleri.

ÎU tslâvlar'm havatlannm çeşitli cepheleri bince ancak birkaç kavim için bilinmektedir) bu hayat tarzının öbür kavimr lerinki ile ne dereceye kadar m üşterek olduğunu bilemem^ektö- yia.

görünüşe göre yukan ıVistül’le Dnieper arasındaki, Karpatla- rın Kuzey bölgesidir; onlar da buradan üs yöne doğru yayıl­mış olsalar gerektir. Gerçekten de Islâvlar Güney, Batı ve Ku­zey adlan altında üç grupa bölünmüş olarak kalmışlardır.

Adları ilk defa 627 de geçen Güney Islâvlan, o zamanlar hemen hemen ıssız bir bölge olan lllirya’ya VII. yüzyıldan iti­baren yerleşmiş bulunuyorlardı. Sonraları hemen hemen bütün Balkan yanmadasına yayılarak bunun tâ ucuna, Peloponez’e kadar girdiler. Daha önce burada oturmakta olan nufustan an­cak küçük Arnavut kavmi kaldı ve (adı gkiptar olan) dilini muhafaza etti, - Daçya (Transilvanya) kolonlarının, R om ence’­nin (1 )' geldiği bir lâtince konuşan artıklan ile kıyılarda ve Yunanistan adalarında henüz Yunanca konuşmakta olan grup­lar da burada daha önce oturan ve İslâv yayılmasından sonra da kalan kavimler arasındaydılar. Fakat İslâv’lar ancak daha sonraları daha kesif kavimler halinde teşekkül etmişe benze­mektedirler.

Batı Islâvları (2) Cermen’ler tarafından boşaltılan memle­ketleri, bütün Bohemya’yı ve Vistül’den Elbe’ye, hattâ Saale’ye kadar olan bölgeyi işgal ettiler; buralarda VI. yüzyılda kendi­lerini belli ettiler. Bunlar tarihçi ve vakanüvislerin (populus, gens, natio gibij müphem lâtince adlarla gösterdikleri gruplar teşkil etmekteydiler, savaş şeflerine de “ prens” denilmektey­di. Kuzey Islâv’lan ise daha sonra ortaya çıkmaktadırlar.

istílánm etkileri. — Barbar’ Iann istilâsı Avrupa kavimle-

MUKAYESELİ TARİH İ 67

f l j Şimdi Tuna’nın Kuzet/indeki ovayı Lsgal etm ekte olan Rom en kavmi, Ortaçağdın sonunda Transilvanya dağlarından gelmi-iti ve bu kavmin ataları burada çobantuk yapıyorlardı; fakat Rom en dilinde kalnidş otan Amavutçaı sözlerden anlasıP dığına göre bu kavim', ilkin Tuna’ntn Güneylinde oturmuş ve daha sonra da oradan, İsidv istilâları dolayısiyle boşalmış olatn, Transilvanya’ya uöçetmisti.

(Û) İslâv adma çeşitli memleketler-de rastlanmaktadır: Alp’lerde Isloven’lerj Adriyatik ktyılartnda da İslâvon’lar vardır ki bunlann-adı Avrupa dillerine köle (esclavej anlamında geç­miş ve esir pazarlartnm bilhassa İslâv kölelerini sattıkları snp,larda, Lâtince "köle” anlamına gelen servus sözünün yerini almıştır. Vende (Wendeı) adı ise Batı İslâv’larına yabancılar tarafından verilmiş ve Almanya ile Avusturya’daki k ö y le r i ad- lannda windisch şekli altında muhafaza edilmiştir.

AVRU PA MİLLEİTLERÎNİN

rlne yer değiştirtti ve halkın yaşayış tarzını değiştirdi. Ku­zeyde, Elbe’nin ve Saale’nin Doğu’sundaki hemen hemen ıssız bölgelerde bu İstilâ yüzünden Cermen kavimlerinin yerini da­ha barbar yaşayışlı ve çok daha zayıf olan İslâv kavimler! al­dı. - Rhein ile Meuse, Tuna ile Alp’ler arasmdaki memleketler­de ve İngiltere’de bu istilâ, Romalılaşmış nufusu ya yoketti, ya dize getirdi ve bunların yerine, dilleriyle törelerini muhafa­za etmiş olan, Cermenleri geçirdi. - Hattâ Rom alılar tarafından medenileştirilmiş olan Büyük Britanya’daki, Gol memleketin­deki, Ispanya’daki halk yığınları imparatorluk hükümetinden artık emir almaz olduklarından veı istilâcılarla temas halinde yaşadıklarından, kargaşacı ve savaşçı huylar edindiler, bu yüz­den de hemen hemen barbar bir hale döndüler. Böylelikle, istilâ- nm, barbar ve savaşçı kavimler tarafından işgal edilmiş alanı genişletmek ve medenî hayat sahasını daraltmak gibi bir etki­si oldu. İstilâ Rom a B anşı’na da son vermiş ve Avrupa’yı ye­niden sürekli savaş haline sokmuştu.

Bu halin hemen doğ^irduğu etki, çağdaşlara pek felâketli göründü. Barbarlar köy bölgelerini yağma edip burada nufus bırakmamışlar, şehirleri yağma ve tahrip etmişlerdi. Eski usu­le uygun medenî hayat şartlan, hattâ Lâtin memleketlerde da­hi, yavaş yavaş kayboldu. V. yüzyılın sonundan itibaren burar larda ne tiyatro, ne gimnazyum, ne de okul kalmıştı. Medeni­yetin merkezleri olan şehirler artık (10-15 hektarlık yüzölçüm­leri olan) dar bir sur içine kapanmış küçük kasabalardan iba­rettiler ve dört asır boyunca hiçbir yeni gehir kurulmadı. Yol­lar kalmıştı ama bakımları, onarımlan kötü idi. Doğu ile de­nizden biraz ticaret yapılıyordu ama tâcirler ya Suriyeliler, ya da Yahudilerdi.

Barbar’lar okuma bilmiyorlardı ve hattâ Kilise mensuplan bile gittikçe barbarlaşan bir Lâtince ile, az yazı yazıyorlardı. Konuşulan Lâtince, kullanıldıkça değişmekteydi; o derecede ki, halk artık yazarlann Lâtincesini anlamaz olmuştu. Eski İm ­paratorluğun halkı, Barbar’lann yaşayış şartlanna dönmektey­di.

Ancak istilâdan masun kalmış olan, Avrupa’nın uc bölge­lerinde, bir hristiyan şekil altında, medenî! hayatın bazı gele­nekleri muhafaza edilmiş bulunmaktaydı. Buraları da Güney İtalya ile İmparator’un hâkimiyeti altında ve denizden Kons- tantinopolis’le münasebet halinde kalmış olan Adriyatik kıyı­larıydı. Bir de “Azizler Adası” diye adlandınimış olan İrlanda

vardı k i buradaki manastırlarda yagayaiı kesigler, yaza yazma­ğı ve elyazmalarını Do&u usulünce süsleme sanatını muhafaza etmişlerdi.

İstilâ edilmiş memleketlerde ırkın ne ölgüde değişmiş ol­duğunu oranlamak için hiçbir vasıtaya sahip bulunmuyoruz. Barbar’ lann sayısını bilmemekteyiz; Rom alı yazarlar tarafın­dan verilen sayılar, saçma denecek kadar asındır. Bu kavimle­rin çoğunluğu çok sık olarak ve çok uzaklara kadar yer de­ğiştirdiklerinden, büyük yığınlar halinde göçedememiglerdir. 378 de Andrianopolis (Edim e) deki Vizigot’lann ordusu, ara- balanyla çevrelenmiş iki kampa sığacak kadardı. Fakat Ame­rika’daki Kanadalılann ve Afrika’daki Boer’lerin örneğinin de isbat ettiği üzere, içinde kimsenin oturmadığı bir memlekette birkaç bin göçmen, birkaç yüzyıl içinde kalabalık bir nufus yığınının doğmasına yol açabilir. Bu yüzden de biz ancak bu­ralarda oturanlann şimdiki tiplerini, dillerini, yerlerin adlan- nı, evlerin biçimini izlemek durumundayız ve her Barbar kav­min yerleştiği memlekete getirmiş olduklarını ancak bu yoldan öğrenmeğe çalışmak dummundayız. Bunların etkileri, bölgelere göre birbirinden çok ayn olduğu intıbamı uyandıracak şekilde­dir.

Bütün Güney’de, Ispanya’da, İtalya’da, Gol memleketinde v© "M assif Central” e kadar olan bölgede Vandal’lardan, Vizi- got’lardan, Ostrogot’lardan hiçbir iz kalmış değildir; Burgond’- larm ve Langobard’lann adlan memlekete kalmış olmakla ber raber bunlardan da hemen hemen hiçbir iz bulunmamaktadır; bunlann hepsi binici kavimlerdi, dil ve hukuk Rom alı olarak kaldığına göre, bunlar Romalılaşmış bir nufusun ortasında az sayıda bir aristokrasi vücude getirmişlerdir.

Kuzey bölgelerinde, Büyük Britanya, Kuzey Fransa, Bel­çika, Güney Almanya’da bugün dahi çok sayıda Cermence yer adlanna^ Cermen özel hukukundan kalma törelere, hattâ çoğu zaman Cermence bir dile rastlanmaktadır ki bunlar Ingiltere’­de Saksonca., Belçika’da Flamanca, Bavyera’da, Baden’de, İs­viçre’de ve Rhein nehrinin sol kıyısında Almancadır (Burada­ki Lâtin dilinden memleketler, 82.000 kilometre kare nisbetin- de u f almışlardır). Rom an dillerine çok sayıda Cermence söz­ler girmiştir (ki Fransızcada bunlann sayısı 500 den fazladır). Hattâ bazı memleketlerin nufuslannda hatın sayılır miktarda Nordik tipli insanlar da kalmıştır. Bunlar Impsıratorluğun, is­tilâlar yüzünden boşalmış, şehirlerinin bile tahfip edilmiş ol­

m u k a y e s e l i T A R ÎM 90

70 AVRU PA M İLLETLERİNİN

duğu bölgelerdi. Bu bölgeler bilhassa Frank’Iar ve Sakson’lar tarafmdan tekrar nufuslandınimıştır. Bu İki kavimde yaya ola­rak dövüşmekte olan savaşçılar, yanköylü bir hüı^ insanlar yığını teşkil etmekteydiler ve hepsi de asıl çıkmış oldukları memleketin yanmda oturmakta olduklanndan, buradan göçmen­ler kabulüne devam ediyorlardı. Tekrar ıssız hale gelmiş bir memlekete yerleşen Alaman’larla Bavyeralı’lar Bavyera ile İsviçre’de (Nordik tipten değilse bile) Cermen dili konugan bir nufus topluluğu meydana getirdiler, - yalnız adma Roumanche denen Roman dilinin kalmış olduğu Grison dağlan bölgesi bun­dan hariçti.

Büyük Britcmya’daM istilâ. — Rom alılar Büyük Britanya’­nın Kuzey ucu ile İrlanda’yı hiçbir zaman hükümleri altına alamamışlardı. Ordularını geri çektikleri zaman. Barbar ve sa­vaşçı olarak kalmış bulunan Kelt dilinden kavimler, komşu bölgeleri istilâ ettiler. İrlanda’dan gelen İskot’lar Iskoçya’nın bir parçasını işgal ettiler ve burası oîıların adını muhafaza et­ti. Kelt dillerini muhafaza etmekle beraber hristiyan olan Bre- ton’lar uzun zaman bağımsız kaldılar ve blrbirlerlyle savaş ha­linde olan birçok küçük yerli krallar arasında taksim oldular.V. yüzyıhn ortasmdan itibaren deniz yoluyla gelmiş olan Cer­men Barbarlan, ufak topluluklar halinde kıyılara yerleştiler ki bunlar Güney-Doğu’da Jut’lar, Güney’de Sakson’lar, Doğu’­da da Angıl’lerdi. Bunlar yavaş yavaş. Merkezde ve Batı’da nu- fustan boşalmış olan bölgelere doğru yayıldılar; çünkü bura­lardaki yer adlan Cermencedir. Cermen Barbarlan buralarda ufak hâkimiyet ■,merkezleri kurdular ve bunlar coğrafya adlar n yla anılır oldu: Üç Sakson arazisinden Doğu’daki Essex, Gü- ney’dekl Sussex, Batı’daki W essex; iki Angıi memleketi de N orfolk ve Suffolk adın* aldılar.

Cermenlerle Iskoç’lann iki yandan hücumuna uğrayan Breton’lar yavag yavaş içerilere doğru çekildiler. Birçok grup­lar Mans denizini aşarak Gol memleketinin ucuna yerleştiler ki nufussuz kalmış olan bu memlekette bugün dahi Keltçe olan dilini ve Breton ’lav adını muhafaza etmekte bulunan kavim meydana fe-eldl.

Politik rejim. — Bir Barbar kavim tarafından işgal edilen memleketlerde, kral bir toprak parçasını idare eden şef haline geldi, böylece de İmparatorluk birçok küçük krallar arasında bölüşüldü. Fakat İskender’in İmparatorluğu gibi, Rom a İmpa­ratorluğunun da krallıklar halinde parçalandığı söylenemez.

' Tarlhsllorin kullandıkları bu “krallık” terimi, yerinde değildir; krallık deyinceı sâbit bir veraset kuralı gereğince elden ele ge­çen daimî bir toprak parçası anlaşılır. Aslında ise kral unvanı her zaman şahsî olarak kaldı; her krala boyun eğen toprak ise her zaman değişti: Bu toprak bazen birkaç oğul arasında bö­lüşüldü, bazen tek bir oğulun hükmü altında birleşti, bazen bir fetihle büyüdü, bazen de ayalılanmalarla küçüldü. Böylece de Avrupa’da XI, yüzyıla kadar ancak, topraklarının adını değil de, kavimlerinin adını tagıyan krallar görüldü (Örneğin, Fran­sa kralı değil, “Frankların kralı” gibi).

Bu hâkimiyetlerin çoğu savaşlarla son buldu: Gol memle­ketindeki Burgond’lann hâkimiyetini Frank’lar; İtalya’daki Ostrogot’lar krallarının hâkimiyetini, VI. yüzyılın ortasından önce. Rom a İmparatorunun ordulan; Ispanya’daki Vizigot’- lann hâkimiyetini de VIII. yüzyılın başlangıcında Müslüman- 1ar yıktılar. Bu hâkimiyetlerden ancak Kuzey İtalya’da Lan- gobard’lannki, Büyük Britanya’da da Angıl ve Sakson kralla- nnınki kaldı. Bu hâkimiyetlerin en kuvvetlisi. Frank kralla- nnınkifoldu ki bu, küçük bir grupun kralı olan ve hemen he­men bütün Gol memleketine boyun eğdirmiş bulunan Klovis’in şahsî eseridir. Onun oğulları da Burgond’lar kralının toprakla­rını fethetme işini tamamladılar; Güney Almanya’daki Ala- man’larla Bavyeralılan dize getirdiler, Thuringen’lilerin kra­lının hâkmiyetini yıktılar ve sonradan adına FranUmya donen Mein bölgesini işgal ettiler. Bu, en yaygın ve en sürekli hâki­miyet oldu.

Breton’ların çok yavaş boyun eğdikleri Büyük Britanya’da ise VII. yüzyıldaki en kudretli krallar, memleketin iki ucunu işgal altında tutanlar oldu: Bunlardan biri, Kelt yerlileri aşa­ğı sınıf haline indirerek topraklarını büyütm.üş olan, Wessex’in Sakson kralı; öbürü de (Humber’in Kuzeyindeki) adına Nort- humberland denen bütün memleketi birleştirmiş olan Angıl kralıydı. Cermen dili yavaş yavaş Kelt dilinin yerini aldı ve bu sonuncu dil ancak Iskoçya ile Gol memleketinde muhafaza edildi, im paratorluk devrindeki özel memurlarla idare tarzının yerini çok daha basit bir rejim aldı ve bu rejim, çeşitli nufus topluluklarının orantısına göre değişti. Az sayıda bir Barbar kavmin “Rom an” bir halk topluluğunun ortasında yaşadığı yerlerde (İtalya’da Ostrogot’lar, Ispanya ile Gol memleketinin Güney’inde Vizigot’lar), kral Rom a imparatorluğu rejiminin usullerini kısmen muhafaza etti. Fakat bu gayrı şahsî iktidar,

'i M UKAYESELİ TA R İH İ 71

73 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

yalnız ve yalnız kişiler arasındaki, şahsî duygular üzerine ku­rulmuş münasebetlere alışık olan Barbar savaşçılar üzerinde idame edilemedi. Bu yüzden de hükümet bilhassa kralın şahsına bağh kaldı; kral ise, iyice tarif edilmemiş olan iktidarını Bar­bar olsun, Romalı olsun, bütün uyrukları üzerinde eşit olarak icra etmekteydi.

Veraset yoluyla savaş şefi olan kral, silâhlanabilecek du­rumda olan bütün hür erkeklere, savaşa gitmek için buluşma yerir olarak tesbit edilen mahalle silâhlı olarak gelmesini emre­diyor; g-elmiyenler çok yüksek bir para cezasına çarptırılıyor­du. Kral ayrıca daimî hizmet halinde kendi şahsına bağriı, sa­vaşçılardan meydana gelme bir maiyet de bulundurmaktaydı. Değerli madenlerden meydana grelme bir hazîneye sahipti ve maiyetine ödemek için ayniyat ve para olarak bir takım kay­naklara sahipti. İmparatorluğun eski memleketlerinde, İmpa­ratorluk mâliyesinin Cfisc) topraklarını o ele geçirmişti; bun­ların gelirlerini topluyor, bazen de eski vergileri tahsile çalı­şıyordu.

Kral, toprağmdaki uyruklarına hükmünü geçirebilmek için, site merkezi olan her şehire, yetkilerini kendi adına kul­lanmakla görevli, bir Rom a unvanı taşıyan bir savaş adam, ya­ni asker gönderiyordu, (Gol memleketi ile Ispanya’da bunun adına kont, Lombardiya’da dük denmekteydi). Kralın bu ve­kili savaşçıları çağırıp onlara kumanda ediyor, cizyeleri ve pa­ra cezalarını tahsil ediyor, krallığın emlâkini ve dâvalarla suç­lara bakan mahkemeyi idare ediyordu. Şehirlerin bulunmadığı memleketlerde bir kantonu idare etmekte olan savaşçı, bir Cer^ men unvanı taşıyordu ki Almanya’da bu (Lâtlnceye comes, kont diye çevrilen) Graf, İngiltere’de de Sheriff’tl.

Kralın gerçek iktidan kendi şahsî enerjisine bağlıydı. Bu iktidar, Prank’lann kralı olan Klovis, ya da Ostrogot’ların kra­lı olan Teodorik gibi bir kral sözkonusu oldu mu mutlak; Me- rove hanedanının son mensuplan gibi âciz veya çocuk yagta bir kral sözkonusu oldu mu da zayıf olur veya iktidar diye bir şey bulunmazdı. Kralın sülâlesi kuruyup kral unvanı için ra­kipler arasında kavga başladı mı, iktidar da zayıflayıveriyor- du.

H ukuk V0 usulün değişmesi. —• Rom a dili konuşan memle­ketlerdeki Rom alı ve Barbar nufus topluluklan üç asır bo­yunca birbirlerine kanşmaksızın yanyana yaşadılar. Bunlann herblri kendi giyeceğini, kendi yaşama tarzını, kendi aile ve

veraset hukukunu muhafaza edlyördu. Dâvalar herbirinin ken­di kanununa uygun olarak, ya Rom a hukukuna, ya da Barbar kavminin (Frank, Got, Burgond, Langobard, Alaman, Bavyera- lı) törelerine göre yargılanmaktaydı. Kral, İmparatorluk dev­rinde olduğu gibi, adlarına ferman denen emirnameler çıkarı­yordu kİ bunlara uyulması, Barbar olsun, Rom alı olsun, bütün uyrukları için eşit olarak mecburiydi. Böylece bir kurallar, ni­zamlar topluluğu meydana geldi ve bu da memlekette ortak bir hukuk kurulmasını hazırladı. Fakat, Rom a hukukundan çok ayn olan Barbar töreleri, sonunda mülkiyeti anlayıg şekli ve hattâ adaleti tevzi sureti üzerinde tepki yaptılar.

Rom a hukuku toprak sahibi olan kimseye bunu satmak, hi­be etmek, vasiyet yoluyla bırakmak hakkını mutlak olarak ve­riyordu. Anababalara, kızlarını evlendirirlerken, bir drahoma verm eğe yetkili kılıyordu ki, kocanın bu drahomayı devr-ü fe­rağ etmeğe hakkı yoktu. Barbar kavimlerin töreleri toprağı genig anlamda bölünemez bir mülk sayıyorlar ve kişiye bunu hibe etmek veya satmak hakkım vermiyorlardı (Yahut hiç ol­mazsa hısımların bunu tekrar satın almaları hakkını mahfuz tutuyorlardı). Bu töreler koca ile karının mallannı bir ortah- hh halinde birleştirmekteydiler ve ancak, yalnız koca buna ta/- sarruf etmek hakkına sahipti; kadın, ana-babasından draho­ma almıyordu.

Rom a hukukunun yürürlükte olduğu memleketlerde, bir toprağın sahibi bunu canının istediği gibi ekip biçmek hakkı­na malikti. Cermen kavimlerinin toprak rejimi ise aynı köyde­ki bütün toprak sahiplerini toprağı ekmeğe mecbur tutmak­taydı (V. bölüme bk.).

Suçlar konusunda. R o m a , hukuku memurlara bir suçtan zan altmda bulunan her uyruk hakkında kovuşturma yapmak, onu -hattâ ölüm cezasıyla dahi- ce2a,landırmak hakkını veriyordu. Barbarlar ise bu konuda Avrupa kavimlerinin eski rejimine bağlı kalmışlardı: Bu kavimler, örneğin savaştan kaç­mak gibi, kavme zararlı sayılan fiilleri cezalandırmaktaydılar; aynca kral, bir fermanla yasak etmiş olduğu fiilleri de cezalan­dırıyordu. Fakat özel kişilere karşı işlenen suçlar, aileleri il­gilendiren bir mesele olarak kalıyordu; mağdurun hısımları suçluya ve hısımlarına savaş açarak onun öcünü almakla görev­liydiler. Aileler arasındaki bu savaşları önlemek için, resmî makamlar suçluyu yahut ailesini, mağdura veya ailesine bir tazminat vererek uziasmağa zorluyorlardı; bu tazminat, za-

MTJKATESELÎ TAR İH İ 78

74 AV RU PA M İLLETLERİNİN

rantı vehametine veya mağdura bigilen değere göre (hattâ, bel­ki bir öcalmanın az veya (çok büyük olan tehlikesi gözönüne ahnarak) hesaplanmaktaydı. Lâtincede adına “ insanın değeri, Cermence de "w eregeld” denen şeyi, onun toplumdaki yerine göre, töre tayin ediyordu. Töre, vücudüm el, ayak, göz gibi her parçası için de bir fiyat biçmekteydi.

Hür bir insan bir başkasını suçla itham ettiği zaman, it­ham edilen, mahkemeye sayılan töre ile tesbit edilen saygıde­ğer insanlar getirerek kendini temize çıkarmak hakkına sa­hipti: Bu gelenler, itham edilenin suçlu olmadığına dair yemin ediyorlardı. Frank’larda mahkeme aynı şekilde silâhlanmış olan iki hasıma savaşmalarını emrediyordu; yenilen, mahkûm edil­mekteydi. Bu, Eski âlemin bilmediği düellonun köküdür ki sonradan Avrupa’da yaygın bir âdet haline gelmiştir.

Aşağı tabakadan insanlar, -ve genel olarak kadınlar,- bir suçla itham edildiklerinde masumluklarını isbat için, kızgın bir demiri taşımak ya da elini kaynar suya batırmak gibi, bir imtihandan geçirilmekteydiler. Adına Cermence urteil (hü­küm) sözünden gelme olarak ordalie denen bu usule “Tanrı’nın verdiği hüküm” gözüyle de bakılm aktaj'dı; Kilise de bu usulü kabul etmişti ve dinsel bir törenle takdis ediyordu.

W eregeld’in kişilere göre ayrı değerde oluşu, toplumun eşit olmayan sınıflara bölünmüş olduğunu göstermekteydi: Altta köleler (senevi); daha üstte azadlanmıg köleler (ki Sak- sonlar bunlara îete’ler diyorlardı); onun üstünde de savaşçı olan hür insanlar vardı. Üstün sınıf, kavimlere göre değişmek­teydi. Frank’larda eski asilzadelik yoktu ve Rom a İmparator­luğuna yerleşmiş olan öteki kavimlerde de asilzadelik kaybol­du. Almanya’daki Sakson’larda ve İngiltere’de asilzadeler kal­dı (ki İngiltere’de bunlara eari deniyordu}. Frajık ’larda, Lan- gobard’larda, Vizigot’larda kralın yakınlarından, vekillerinden, piskoposlardan ve büyük arazi sahiplerinden meydana gelen üstün bir sm ıf kuruldu ve bu, eski Rom a asilzadeleriyle birle- şip karıştı. Rom a asilzadeleri Cermen kılığını benimsediler ve çocuklanna Cermen adlan verdiler. Yazarlar bu imtiyazlıları “büyükler” aj|lamına gelen müphem bir Lâtince adla anıyor­lardı.

Sınıflar arasındaki orantıyı bilmiyoruz. Toprağın çok bü­yük parçalara bölünmüş olduğu İmparatorluk memleketlerin­de belki de nufusun büyük çoğunluğu köle ya da kolon kiracı­lardan meydana gelmekteydi ve bunlar da ihtimal daha az sar

yıda bir mülk sahipleri ve savaşçılar sınıfına tâbi idiler. Sa- vagçı ve mülk sahibi gibi orta knıftan hür insanların, Cermen dili konuşan memleketlerde, İngiltere’de, Almanya’da ve Fraxık’lann oturmakta oldukları Rhein ile Meuse arasındaki bölgede çok daha fazla sayıda oldukları muhakkak gibi görün- ırielctedir.

Rom a ülkesinde hristiyamUğın değişmesi. — Yeni kavimle­rin istilâsı bir yandan Avrupa’nın nufusunu yeniler ve politik rejimini altüst ederken, öbür yandan da tâ köylere kadar so­kulan ve İmparatorluk dışına da yayılan yeni dinin etkisi al­tında manevî hayat da değişmeğ'e. başlıyordu.

Hristiyan dini D oğu’dan Avrupa’ya geçerken, mahiyet de­ğiştirmişti. İlk hellenleşmiş hristiyanları harekete getim üş olan duygular, Bizans İmparatorluğu uyruklarının seviyesi üstünde kalmaktaydılar. Cehennem korkusu. Tann sevgisini gölgede bırakmıştı; kardeşçe sevgi (Lâtince caritas) resmi bir merha­m et haline geliyor, bu da yalnız hibeler şeklinde, büyük sefa­letlere verilen bir sadaka’da.n ibaret kalıyordu.

Doğu’daki hristiyan Grekleri pek ilgilendirmiş olan, H ris­tos’un ve Meryem’in niteliği hakkındaki ilahiyat çatışmaları, Avrupa hristiyanlannı pek az alâkalandırıyordu. Bunlar ara­sında aıncak bir tek ayrılık çıkmıştı ki, V. yüzyılda Rom a’da yaşamış bir Breton papazı olan Pelaj’ın ortaya attığı bu ayrı­lık, insan hürriyeti ve günah doktrini hakkındaydı; ancak bu da amelî bir meseleyle, insanın iman selâmetini sağlama çaresi ile ilgiliydi.

Romalılaşmış kavimlerin değer verdikleri şeyler dinsel tö­renler, tapınma usulleri ve bilhassa hal ve gidiş kuraüartydı ki bunlar da tıpkı Rom a hukukundaki kurallar gibi emirler ve yasaklar şekli altında ortaya çıkmaktaydı; örneğin, âyinde hazır bulunmak ve takdis edilmek, oruç tutmak, perhiz ve im­sak, sadaka vermek mecburi idi. Buna karşılık pazar günleri çalışmak, hısımlar arasında evlenmek, evlilik dışında kadın er­kek münasebette bulunmak, eski dinlerle ilgili herhangi bir fiil işlemek ve büyü yapmak yasak edilmekteydi.

Bu kuralların amelî bir müeyyidesi vardı, bunlann her hangi bir şekilde ihlali günah sayılmaktaydı ve günâhkân ebe­diyen azap çekm eğe mahkûm ediyordu; bir günah ancak çile çekmekle iptal edilebUiyordu, bu- çile ise çoğu zaman pek sert bir ceza ile birlikte yerine gfetii’ilen bir nedamet fiili idi. Vahim günahlar aforoz ile cezalandırılıyordu ki bu, günahkân din ka-

M UKAYESELİ TAR İH İ 75

78 AVRU PA MÎLLETLERIOTN

nunlan dışında bırakmaktaydı.. Bu müeyyidelere karar verme yetkisi rülıban sınıfına “gile mahkemesi” nin seiâhiyetini veı> mekteydi.

Dini kaba ve cahil kavimlere uydurmak için, Avrupa’daki rühban sınıfı doktrinin öğ-retimini kısa bir "âmentü” de i t i ­lanmış olan birkaç maddeye indirmişti. A yn ca âyinler de ge­niş ölçüde basitleştirilmiş bulunmaktaydı.

Halkı yerli dinlerden vazgeçirmek için rühban sınıfı esld inançları kaldırmağa ihtiyaç hissetmedi; bu dinlerin âyinleri­ni, gerçek Tanrı’nm düşmanlan olan iblislere yapılmış tapın­malar sayarak mahkûm etmek kâfi geliyordu. Papazlar putlan kırdılar ama halkın mucizeler yapıldığını, hastalıkların iyileş­tiğini görmeğe alıştığı yerleri ı muhafaza ettiler, sonra da hri& tiyan âyinlerini buralarda yapmağı ve bu gibi yerleri birer hris­tiyan azizine izafe etmeği âdet edindiler.

Dinin kurallannı tek ve aynı şekilde uygulatmak için, pa­pazlar tek bir otorite kurma çarelerini araştırdılar. Bütün mü­minler için uyulması mecburi olan doktrin concU eler (kurullar) tarafından kararlaştırılacaktı. Fakat IV. yüzyılda hristiyanlar. Teslis dogrması üzerinde anlaşmazlığa düşmüşlerdi ve ilk ola­rak hristiyaniığı kabul eden (Got, Vandal, Burgond, Laaıgo- bard’lar g ibi) Barbar kavimler, İmparatorun henüz Arius’un ayrılıkçı dogmasına inanmakta olduğu sırada din değiştirmiş­ler ve onlar da Arius taraftan olarak kalmışlardı, kendi ka^ vimlerinden papazlara sahiptiler ki, bunlar belki de âyinleri onların dilinde icra ediyorlardı. Ortodoks doktrinine sadık ka­lan İmparatorluk halkı, bu kavimlerden ,mezhep ayrılıksız! ol­dukları için, nefret ettiler. Bu yüzden de Barbar krallarla bun­lann Rom alı uyruklan arasında derin bir düşmanlık başgös- terdi. Almanya’ya daha sonra gelen ya da orada kalmış olan Barbar kavimler (Frank’lar, Sakson’lâr, Alaman’lar, Bavyera- lılar, Frison’lar) Cermen taunlarına tapınma âdetini muhafa­za etmişlerdi. Arius taraftan krallara karşı. Gol memleketinde­ki piskoposlar, hâlâ putlara tapmakta olan Frank krallanndan biri olan Klovis’le anlaştılar, bunun üzerine Klovis vaftiz oldu. Romalı hristiyanlar arasına yerleşmiş olan Frank’lar onlann dinlerini benimsediler; fakat Kuzey Frank’lan ile Almanya’da kalmış olan bütün kavimler daha uzuff zamân eslci dine bağlı kaldılar.

Arius taraftan olan Ispanya’daki Vizigot’lann ve İtalya’­daki Langobard’lann krallan da, uyruklan gibi ortodoksluğu

kabul edince, Arius’cülerle ortodokslar arasındaki anlaşmazlık dolayısiyle bozulmuş olan din birliği, sonunda eski İmparator­luk memleketlerine yeniden yerleşti. Hristiyan uyrukların şef­leri olan piskoposlar, Barbar krallara boyun eğmiş bütün mem­leketlerde, kraldan kontlara eşit önemli birer şahsiyet muame­lesi gördüler.

Müşterek bir otoriteye ihtiyaç duymakta olan papazlar, öbür piskoposların üst’ü olarak Rom a’daki Papa’yı tanıyorlar­dı; onun Lâtince decretum, diye adlandırılan kararlan, Avrupa kiliseleri tarafından mecburiymiş g-ibi kabul edilmeğe başlan­mıştı. Papa Konstantinopolis’teki İmparatorun uyruğu kalmış olmakla beraber, bağımsız bir hükümdar gibi davranmağa başlıyordu. VI. yüzj'ihn sonunda (Büyük adı ile anılan) ve gok geniş topraklara sahip bulunan Papa I. Gre^orlus, elindeki kaynaklan, Rom a’nm surlarını onarmak ve şehir halkını bes­lemek içirı kullanıyordu. Grekçe bilmiyor, puta tapan yazarları horgörüyordu. Müminleri günhtan korku yoluyla vazgeçirmek için ikili Konuşmalar tertiplemişti ki bunlarda, öbür dünyadan gelmiş olan bir kimse, Cehennem’deki azaplan tasvir etmek­teydi.

Köylerde kiliselerin kuruluşu. — ■ V. yüzyıla kadar hristi­yan dini ancak şehirlerde uygulanmıştı. Fakat İtalya ile Gol memleketinin Güney’inde hristiyanlar, İspanya, Kuzey Gol ve Büyük Britanya’ya göre çok daha kalabalıktılar ve bu son memleketlerde şehirler nadirdi; şehirsiz memleketlerde hristi­yan yoktu. Şehirlerden yola çıkan din, hem İmparatorluğun köylük bölgelerinde, hem de putlara tapan Barbar kavimler arasında yayıldı. Aynı zamanda hem piskoposlar, hem keşişler tarafından yapılan bu çok yavaş çalışma, V. yüzyıldan IX. yüz­yıla kadar sürdü.

Her şehire yerleşmiş olan piskoposun maiyetinde, yardım- cılan olan bir papazlar grupu vardı. Piskopos, sitesinin toprak­lan üzerine, âyinleri icra etmekle görevli papazlar göndermeğe başladı; ilkin içlerinde hür insanlar kalmış olan kasabalara; sonra da büyük arazi sahibinin ailesi, uşak ve hizmetçileri, köylüleri için bir oratormm (lâtince: Dua yeri) yaptırmış ol­duğu büyük malikânelere papazlar yolladı. Piskopos buralara temsilci olarak papaz yollamakla, ilkin, hattâ komünyon ve vaftiz de dahil, bütün takdisleri yapma yetkisini kendine sak­lamıştı. Bu dolaylann bütün müminleri yortulan kutlamalc ve kendilerini takdis ettirmek için gehire gelmek zorundaydılar.

MtJKAYESELÎ T A R ÎH l 77

78 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Daha sonra papazlara da -çömezleri papazlığa terfi ettirmek ve vaftizden sonraki “ konfirmasyon” hariç- diğer takdisleri yapmak yetkisi verildi; son iki iş ise piskoposa mahsus olarak kaldı.

Site’nin bütün topraklan papazlarla dolunca, bu topraklar­daki her papaza bir bölgre ayrıldı ve VII. yüzyıldan itibaren bu bölgeye Grekçeden gelme paroisse (Ruhanî daire), piskoposun kaza dairesine de diocèse adı verildi (Bu iki ad ilkin Grek ül­kesinde birbirine bir zıt anlama sahip olmuşlardı).

Her ruhani dairenin toprağa da sahip bir kilisesi vardı; bu toprağın ürünleri papazı doyurmağa ve âyinlerin masraf­larını karşılamağa yarıyordu. Kilise, patron’u yani koruyucusu olan bir aziz’e tahsis edilmişti ki, müminler bu azizi, gerçek­ten hazır-nâzır bir koruyucu gibi takdis ediyorlardı; bu koru­yucu, hastalan iyileştiriyor, salgın hastalıkları, su baskınları­nı, kuraklıkları defediyordu. Böylece bir aziz’e tapınmak key­fiyeti, ruhanî dairenin sakinlerini, tabiatüstü kudrete sahip, görünmeyen bir şef tarafmdan korunan mistik bir cemaat ha­line koyuyordu.

Din aynca, insanlardan kaçmak için köylük bölgelere yer­leşmiş olan keşişler tarafından da şehirler dışında yayılmıştı. Bilhassa Doğu’da perhiz, om ç, sofuluk gibi fiillerle hiçbir iş görmeksizin tefekküre dalmaktan ibaret bulunan manastır ha­yatı, bunu Avrupa’nın duygularına uyduracak şekilde değişti­rilmişti. VI. yüzyılın sonuna doğru papazlık eden Benedictus adında Italyan bir aziz keşişlerine, günün saatlerinin nasıl kul­lanılacağını açık ve sarih bir şekilde gösteren bir kural ver­mişti. Bu kural zamanı (dua, kutsal teganniler, sofuca okuma­lar gibi) dinsel fiillerle el işi arasında taksim ediyordu. Keşiş­ler toprağı ekip biçiyor ya da bir zanaat icra ediyorlar, dinsel bakımdan gerekli eşya imâl ediyorlar, hattâ elyazmalannı kop- ye ediyorlardı.

“Aziz Benedictus kuralı” çok geçmeden Avrupa’nın bütün manastırlarınca kabul edildi; bunlara Benedictin’ lev adı veril­di; aynı örnek üzerine, kadın başrahibeler tarafından idare edi­len, kadın manastırları da kuruldu. Manastırlar, devirlerinin toplumunu hristiyan ülküsüne göre çok farklı bulmakta olan müminler için birer sığınak haline geldi. Bunlar aynı zamanda, içlerinde antik çağ medenlyetinm az-çok muhafaza edildiği merkezler de oldular; herkes, keşişlerin ikametgâhlarının yanı-

başında kendi tahıl ambarlarına, ahırlarına, atelyelerine sahip bulunmaktaydı (1 ).

Hemen hemen bütün manastırlar büyük bir mülk sahibi tarafından verilmiş olan ve İçinde bunu ekip biçen köylüler de bulunan büyük bir arazi üzerine kurulmuştu. Keşişler bil­hassa. malsahibi rolünü yapmaktaydılar. Fakat köylük bölge­ler halkı arasında yaşamaktaydılar; her manastırın bir kilisesi vardı ve lâik’ler de buraya gelerek âyinlerde hazır bulunuyor­lardı. Bu kilise, o dolaylardaki halk için bir hristiyan propa^ granda merkezi haline geliyordu. Manastırların kiliseleri, yavaş yava^ bütün memlekette kurulmağa başlayan ruhanî bölgeler şebekesini tamamlamağa yarıyorlardı.

Hristiymniığin yayüması. — Hristiyan dini bir yandan, res­men Kilise’nin otoritesine tâbi memleketler halkı arasına git­tikçe daha derinlemesine girerken, öbür yandan da eski İmpa­ratorluğun dışında Barbar kavimler arasına da yayılıyordu. Papazlar ve bilhassa keşigler Cermen dili konuşan putperest memleketlere giderek burada Hristos’un dinini yayıyorlardı. Bunların bazıları, herhangi bir bayram vesilesiyle toplanmış olan kalabalığa hltabediyordu; hattâ içlerinden birkaçı ora­larda şehid edildiler ve aziz mertebesine yükseltildiler. Fakat sürekli bir başan ancak, bir misyoner Barbar bir kralın yardı­mım elde ettiği zaman sağlanabildi; çoğu zaman bu yardım, kralın hristiyanlığı daha önce kabul etmiş olan karısının arar cıhğı ile elde ediliyordu. Misyoner, basit düşünceli insanları te­sir altında bırakan deliller ileri sürüyor, Cennet’e gitmek umu­dunu ve Cehennem azabı korkusunu İleri sürüyoıdu; yahut da, yerli tanrının kudretsizliğini isbat için onun putunu kırıyordu. Kral bir kere din değiştirince, uyruklarını da kendi dinini ka­bule zorluyordu. Uyruklarına vaftiz olmalarını emrediyor; on­ları çok ağır cezalar, hatt^ ölümle dahi tehdit ederek, eski di­ni uygulamalarını yasak ediyordu. Çoğru zaman, bilhassa Al. manya’da, uyruklar bu hale karşı koydular.

Misyonerler, biri öbürüyle anlaşmazlık halinde olan, çok uzak iki merkezden yola çıkmaktaydılar. Manastırlarında çe-

M UKAYESELİ TARİH İ 79

( i ) İslenmemiş toprakların keşişler tarafmdan ekilip biçil- mesi keyfiyeti, romantik tar'ihçiler tarafından biraz mübalâ- ğaland/ınlmtşa benzemektedir. Çağdaşlan tarafından toprağt verimlendir-en kesişlere karşı ifade edilen hayranlık, bu gibi­lerin nadir olduklan düşüncesini uyandırmaktadır.

80 AV RU PA M İLLETLERİNİN

tin bir hayat sürülen İrlanda’dan çıkan sofu, perhize ve oruca riayetkar keşişler, azap çekmiş olm ak için yurtlarmı terkede- rek vahşi bir çöle yerleşiyorlardı.. Bunların erdemli halleri yan­larına çömezlerin toplanmasına yol açıyor ve bazen bu keşiş­ler yerlilere din değ-iştirtiyorlardı ama bunlar, hiçbir teşkilâtlı kilise bırakmadılar (1 ).

Rom a’dan da papalar tarafından g-önderllen misyonerler VII. yüzyılda Büyük Britanya’daki Barbar kavimlere hrlstiyan- lığı kabul ettirdiler. Bunlar ayn ayn olarak, birbirine zıt iki ucdan işe g-iriştiler. Güney-Doğu’da karısı hristiyan olan Kent’- in küçük Sakson kralının yanından, Kuzey-Doğu’da da Nor­thumberland kralının yanından işe g-iriştiler. En eski iki pis­koposluk olan Canterbury ve Y ork piskoposluklan da orada kuruldu ve zamanla aralannda bütün İngiltere’nin taksim edil­miş olduğu iki merkez haline geldi.

Bütün Angıl ve Sakson kralları da yavaş yavaş hristiyan- lığı kabul ettiler.

H içbir zaman Rom a İmparatorluğunun uynığu olmaksızın hristiyan dinine grirmiş olan İrlandahlar, başın tepesindeki sağ­lan traş etmek usulü ile Paskalya yortusunun tarihini Doğu kiliseleri usulünce hesaplamak şeklini muhafaza 'etmişlerdi. Rom a’ya karşı bağımsızlıklarını gösteren bu ayrılıklara da sı­kı sıkıya bağlıydılar. Angıl ve Sakson krallanna gönderdikleri misyonerler orada Papa’nm misyonerleriyle karşılaştılar ve onlarla kavga ettiler; krallar Romalı misyonerleri haklı bul­dular. Kiliseler doktrin konusunda en yüksek makam olaxak Papa’yı tanıdılar, en yüksek yargıç olarak, Papa’nm, piskopos- lann verdikleri kararlan iptal etmeğe yetkili olmasını da k ar bul ettiler; Rom a törelerini ve âyinlerin Lâtince yapılması usulünü benimsediler.

İlkin İmparator tarafından İm]p_ş.ratorlukta kurulmuş olan tek dinsel otorite. Barbar kavimlere yayılmağa başlıyor; ge­lirken rühban tarafından dilinde, kurallarında ve törelerinde muhafaza edilmiş olan antik medeniyetin kalıntılannı da be­raberinde getiriyordu.

(1)Fransa’da Golomban; Almanya’da GaU, Kilvm, Fridolin d(i azizler arlcmna frirtoteZercWr.

BİRLİĞ İN İM PARATORLUK VE K İLİSE TARAFINDAN T E K R A R KURULMASI

Otoritenin bozulması. — VTII. yüzyılın başlangıcına kadar, Avrupa’daki genel düzensizlik hali higbir sürekli otoritenin yerleşmesine imkân vermedi. Frank krallarının en greniş top­raklar üzerine yayılmış olan hâkimiyeti, VII. yüzyılda yıkıl­mıştı. Almanya’daki Alaman, Bavyeralı, Thuringenli kavimler (vakanüvislerce dük diye adlandırılan) sava® şeflerine sahipti­ler ve bunlar artık Franklartn kralına boyun eğmiyorlardı. Gol memleketinde, kendi adlarını taşıyan bölgeye gögetmig ofan Breton’lar, tam bir bağımsızlık içinde yaşıyorlardı ve Pirene dağlarıyla Loire nehri arasındaki bütün Güney topraklan (kİ Akitanya adı buralara da şâmil hale gelmişti), kendine dük adını vermiş olan bir savaş şefinin hâkimiyeti altındaydı (Bu şef VIII. yüzyılda kral adını aldı). VIII. yüzyılın başlangıcında bütün Ispanya’yı hâkimiyetleri altına almış olan Berberiyeli veya Arap Müslüm.anlar, Pirene dağlan ile Rhône nehri ara­sındaki ülkeyi de işgal ettiler.

İtibarî olarak Frank kraüannın hâkimiyeti altında kal­mış olan kısmı ise üç parçaya bölünmüştü ki, kral oğullarının arasında yapılan taksim sırasında, tüm olarak aynı mirasçıya geçiyordu. Bunlara yeni adlaı- verilmişti: Loire’a kadar olan bölge Neustriya (Batı ülkesi) ; Rhein neîıri;-:e kadar olan böl­ge Avustraziya (Doğu ülkesi); Doğu’da da Rhône nehrinden gampanya’ya kadar olan bölge Burgondiya adlarını almışlar­dı. Çoğu zaman bir çocuk olan Frank kralı artık şahsen hükü­met sürmez hale gelmişti ve bu üç memleketin herbirinde, gerçek iktidar, kralın hizmetindeki adamların gefi olan (ve adına Lâtincede majordomus denen), kimseler tarafından kul­lanılmaktaydı ki, tarihçiler bunlara sonradan “ maire du pa­lais” yani başmabeyinci adını vermişlerdir. Fakat büyük top­rak sahipleri bu şefe pek itaat etmiyorlardı. Kargaşalık rühban sınıfı araşma bile yayılmıgtı. Savaşçı büyü ktoprak sahiplerinin

F. 6

82 AVRU PA M İLLETLERİNİN

aileleri iğinden seçilen piskoposlar, tıpkı _ hısımları gibi hayat sürerek lâik elbiseler giyiyorlar, savağa gidiyorlar, ava çıkıyor­lardı. Papazlar da artık disiplin dinlemez olmuşlar, lâik’ler gi­bi yaşamağa başlamışlardı.

Ispanya’da, Toledo'ya yerlesmig olan Vizigot kralları, mem­leketi büyükler (Âyan) meclisi halinde toplanan ve adına “concilium” denen piskoposlarla anlaşma halinde idare ediyor­lar ve kralın, uygulanması mecburi olan emirnameleri burada kararlaştırılıyordu. Bu emirnameler, müminlerin din ödevle­rini de uyrukların ödevleri gibi, aynı sertlikle yürürlüğe koy­maktaydılar. Kralın ve piskoposların mutlak otoritesi altında. Rom ahlarla Barbar’lar bir tek kavim halinde kaynaşmaktaydı­lar. Fakat Papa’dan hemen hemen ayrı, bağımsız hale gelmig olan İspanya Kilisesi, Arap fütuhatı üzerine Avrupa’dan tamar men ayrıldı. Hristiyanlar kendi dinlerini ve kendi piskoposla­rını muhafaza ettiler, fakat Müslüman hükümdarların mutlak hâkimiyeti altına girdiler.

İtalya birkaç hâkimiyet altmda paıçalanmıgtı. Toskana’- ya kadar Kuzey bölgesini işgal etmiş olan Langobard’lar, bü­yük toprak sahiplerinin çoğrunu öldürüp onların yerine geçm iş­lerdi; orada, eski Rom a halkından ayrılmış olaîı öteki Bar- bar’ lardan daha uzun zaman kaldılar. Bununla beraber, VIII. yüzyılda iki kavim kaynaşmağa başladı, çünkü 750 yılında kral istisnasız toprak sahiplerine savaş için silâhlanıp orduya gelmelerini emretti ve Romalı aileler de oğullarına (Azzo, Ga- ribald gibi) Cermen adlan vermeğe başladılar. Kavim, Lom- bard’\a.v adını muhafaza etti.

Adriyatik kıyılan ile Güney İtalya henüz hükümdar ola­rak Ko'nstantinopolis’teki İmparatoru tanıyorlardı. Bu İmpa­ratorun adına eggarhos denen çok jöiksek rütbeli temsilcisi, Ravenna’da oturmaktaydı; Müslümanlar Sicilya’yı fethettikten sonra, Grek mültecileri de gelip Güney İtalya’da yerleştiler. Böylelikle İtalya’nın bir parçası, Grek olan Doğu’ya dönmüş bulunuyordu. Fakat yeni bir İmparator hanedanı müminlere Meryem Ana ve azizlerin tasvirlerine ibadeti yasak edip, ordu­nun masraflanm karşılamak için Kilisenin malı olan toprak­ları "dünyevileştirince” . Papa ‘‘iccmociaste" lan (yani tasvirleri knanları) aforoz etti ve İmparatorla münasebetlerini kesti.

Frank’ lann otoritesinin tekrar kurulması. — Frank’larm dillcrhıi ve törelerini en iyi muhafaza etmiş olduklan Metz do­laylarındaki büyük bir arazi sahipleri ailesinden gelme Fıank

savaş şefleri, VIII. yüzyılda birbirleıi pe§i-sıra krallık otorite­sini ve kumanda birliğini yeniden kurdular. O devrin yazar­larınca "Frank dükleri” diye adlandırılan bu şefler, babadan oğula, Avustraziya’dâ, majordomus olmuşlar ve rühban ile ga­yet sıkı münasebet halinde yaşamışlardı.

Müşterek bir otoriteyi yeniden kuran, Avustraziye major- domus’u Charles oldu (ki kendisine çok sonradan Martel adı da verildi). İlkin Neustriya Frank’larma, sonra da Almanya kavimlerine, Bavyeralılara, Alaman’lara, Thuringren’lilere bo­yun eğdirdi. Ispanya’dan grelen müslümanlarla savaştı ve on­lan Gol memleketinin Güney’inden püskürttü.

Charles’m oğullan olan Carloman ile Pépin, onun eserine devam ettiler. Herbiri kendi toprağında bir piskopos meclisi (sinod) topladılar ve bu meclis piskoposların savaşa yahut ava gitmelerini yasak ederek; papazlarla keşişlere de din adamla­rının saymak zorunda oldukları kuralları zorla kabul ettire­rek, rühban arasında disiplini yeniden kurdular. Daha sonra Pépin Akitanya’da kral unvanını almış olan şeflerin ailesini yokederek Gol memleketinin boyun eğmesini tamamlamış ol­du.

Cermanya kavimlet-hım dm değiştirmesi. — VII. yüzyılda İngiltere’de Papa’nın temsilcileri tarafından başlanmış olan Barbar kavimlerin din değiştirmeleri işi, VIII. yüzyılda da Almanya’da (Angıl ve Sakson) papazlar ve keşişler tarafından devam edildi, ki bunlar artık Papa’ya itaate alışmış bulunuyor­lardı. Bunlann en ünlüleri olan ve lâtince Bonifacius adını al­mış bulunan Winifried, ilk i§ olarak Rom a’ya gidip Papa’ya sadakat yemini etti ve dinsel törenleri, âyinleri Rom a Kilisesi gibi, aynı şekilde uygulamak taahhüdünde bulundu. Sonra da Frank’larm şefi Charles’m tavsiyesini hâmil olarak Cerman- ya’ya gitti. Memlekete din değiştirtmeğe başlamış olan Irlanda’- hlarla şiddetli bir anlaşmazlık haline geldi ve Rom a usulüne uygun hristiyan dinini. Frank krallarının uyrukları olan Bav- yeralılara, Alaman’lara, Thuringen’lilere kabul ettirdi.

Bonifacius toprağı piskoposlar arasında böldü. Her pisko­posun bir şehirdeki hristiyan cemaatinin reisi olması gerekti­ğinden, fakat Cermanya’da şehir bulunmadığından, Bonifacius ilkin piskoposlan istilâdan beri yıkılmış olan (Utrecht, Kolon­ya, Trier, Mainz, Speyer, W orm s gibi) eski Rom a sınır şehir­lerinde, ya da Basel, Konstanz, Regensburg, Passau, Salzburg*- daki eski Rom a kalelerinin yanlarına, sonra da memleketin

MUKAYESELİ TAR İH İ 83

84 AVRU PA M İLLETLERİNİN

ifilerind» yeni kurulmuş olan manastırların yakınlarına yerleş­tirdi. Bunlann hepsi Papa tarafından takdis edildi ve Roma Kilisesinin kurallanna tâbi oldu. Böylece dinsel otorite birliği, sınırlann yakınındaki merkezlerle beraber, Almanya’nın en bü­yük parçasına yayılmış oldu.

Frank krallan ile Papa atiisvnda ittifak. —■ İki ayn halk topluluğu, yani piskoposlarma tâbi olan Romalılarla savaşçı krallarının kumandasındaki Barbar’lar, Batı’nm iki bağlıca otoritesi olan Papa ile Frank’lann kralı arasında yapılan itti­fak üzerine yeni bir birlik halinde toplandılar ( 1 ).

Lombard’lann, Kuzey İtalya’ya hâkim olan kralı, Papar lığın malı olan toprakları iggal etmiş, Rom a halkını vergiye ve kendi kaza yetkisine tâbi tutmağa kalkışmıştı. Güney Italyah bir Grek olan Papa Etyen, Frank’lann şefi olan Pépin’den yar­dım istedi. Pépin o sırada Frank’larm kralı olan genç merove prensi adına hüküm sürüyordu, aynı zamanda da kral unvar mm almak isteğindeydi ; adam gönderip Papa’ya akıl danıştı, o da onun düşüncesini onayladı. Bunun üzerine Pépin kendisi­ni kral ilân edip piskoposlara takdis ettirdi.

Sonra da Gol memleketin© yeni bir papa geldi ve Yahudi krallanm n örneğine uyarak, Pépin’le oğullannı ve eşini okun­muş bir yağla uğdu. Fransa krallanm n tahta çıkışlarında ya­pılması âdet olan ve başka krallar tarafmdan da taklid edilmiş bulunan takdis töreninin kökü buradan gelmektedir.

Bunun kargılığında Pépin Papa’ya, Lombard’ların işgal et­tikleri şehirlerden birkaçım geri vermek vaadinde; bulunmuştu. İki sefer tertipledi, şehirleri geri alıp Rom a Kilisesinin kurucu ve koruyucusu olan aziz Piyer’e iade etti. Böylelikle de “K i­lise Devletleri” kurulmUş oldu ki, buralarda Papa bağımsız bir hükümdarın iktidarına sahipti. Papaları, devletlerini idameye mecbur tutarak, İtalya’nın politik birliğinin gerçekleşmesine engel olan cisma-ni iktidar’m kökü buradan gelmedir.

Şarlunan’in politik alandaki eseri. — Charles ile Pépin ta­rafından başlanmış olan birleştirme işi, Pépin’in oğlu olup

(1) Bu çağı geçmiş yüzyıllara göre bira z daha iyi b'itîy<rruz. Çünkü yalnız u faktefek “ vekayinam e” terden değil, biyograf- yaüardan; kralların, papaların, piskoposların yazdıkları m ek­tuplardan VB bilhassa, Framk kraUarvmn (Emirname, tasarı, ta- limat gibi) evrak ve belgelerini bir araya toplayan ‘ ‘Oapitvr Uiire” adlı genis koleksiyonlardan da bilgi eMnmektevix.

garltnan (lA tincede; Carolus Ma^nus), yani büyük Charles diye adlandırılan hükümdar tarafından başarıldı ve Karolen- jiyen hanedanına adını, bu kral verdi. Kendisi ile birlikte bar basının mirasını bölüşmüş olan kardeşinin ölümünden sonra, garlman bütün Gol ülkesi ile Cermanya’nm büyük bir kısmını hâkimiyeti altına almıştı. Hemen hemen bütün saltanat süre­sini de fetih seferleriyle geçirdi. Ordusu atlılardan meydana seldig-ine göre herhalde pek kalabalık değildi, fakat o devrin hiçbir kavmi bu orduya karşı grelemedi.

garlman ilkin İtalya’daki Langobard’ lara boyun eğdirdi ve “Langobard’lar kralı” unvanını aldı ama. l u kavmin törele­rini ve hukukunu bıraktı. Sonra Bavyerahlann ülkesini işgal

’ etti ve bağımsız bir hükümdar gibi davranmaktan suçlu olan dükü, azletti. Asya’dan gelmiş göçebe atlılar kavmi olan Ve Theiss ovasına yerleşmiş bulunan Avar’lan yoketti ve sonra­dan Avusturya haline gelen ülkeyi, alman kolonlarına açtı. Pi­rene dağlarını aşıp Ispanya’nın Kuzey-Doğu’sundaki Barselon ülkesini fethetti (ki burası sonradan Katalonya olmuştur) ve Frank töreleri burada yerleşti.

En çetin savag, törelerine ve dinine çok bağlı olan Sakson kavmine karşı açıldı, garlman Saksonları hem Frank kralına, hem hristiyan Kilisesine tâbi olmağa zorlamak istedi. Tapınak­larını yıktı, kanton şeflerinin 'genel kurul halinde toplanmala­rını yasak etti ve bunlara, vaftiz olmalarını emretti. Bütün hür erkekleri, krala ve hri.stiyan dinine sadakat yemini etmeğe zot'- ladı. Sakeonlar birkaç defa ayaklandilar, kiliseleri yıkıp pa­pazları Öldürdüler. Şarlman bunlara yeminlerinden caymış hainler gibi muamele etti; ya öldürttü, ya da idam ettirdi; so­nunda da bunlardan bir kısmını aileleriyle birlikte memleket dışına sürüp yerlerine Frank kolonlarını yerleştirdi. Piskopos­luklar, manastırlar kurdu ve bunlar. Frank hâkimiyetiyle hria- tiyan medeniyetinin merkezleri haline geldi, Sakson kavmine törelerini ve özel hukukunu bıraktı ama bu kavmi Frank sar vagıçılanna ve yüksek rütbeli papazlarına idare ettirdi.

İmparatorlunun yeniden, kundınası,. — §arlman Avrupa kı­tasının hemen hemen bütün hristiyan ülkelerini iktidan al­tında toplamış bulunduğundan, bu kadar kudretli bir hüküm­dar için kral unvanı yetersiz görülmeğe başlandı. O sıralarda Konstantinopolis’te iktidar bir kadın tarafından gaspedilmiş olduğundan, İmparator unvanı da “münhal” gibi görünmektey­di. garlman Papa’ya kargı bir ayaklanmayı bastırmak için Ro­

MX7KA.TB»BLÎ TABÎHt »5

Fin

86 AVRU PA M İLLETLERİNİNma’ya gelince, Rom a rühbanı imparator unvanmı yeniden kur­mak için onun Rom a’da bulunuşundan faydalandı. Papa Leon Sariman’a tac giydirerek onu “Augustus” ilân etti, garlman ya- §ayı§ tarzmda hiçbir gey değiştirmedi, yine Frank’ların urba­larını g-iymeğe, Frank dilini konuşmağa ve Frank ülkesinde oturmağ-a devam etti. Fakat İmparator unvanı kudretini arttır­maksızın, ona krallannkinden daha yüksek bir paye verdi. İm­paratorun otoritesine hâlâ saygı beslemekte olan rühban sınıfı ise, Batı’da tek bir hükümdar altmda birliğin yeniden kurulmuş olduğu gibi bir sanıya kapıldı.

Şarlman\n hüküm et idaresi. — Rom a İmparatorları gibi Şarltnan da sınırsız bir kudrete sahipti. Fakat uynıkları, gö- rünmiyen bir hükümdar adına memurlar tarafından içra olu­nan gaynsahsî bir iktidara boyun eğmeğe alışmış değillerdi. Bu uyruklar ancak kişiler arasındaki münasebetleri anlıyorlar ve ancak bir şahıs tarafmdan verilen emirlere boyun eğiyorlar­dı, zaten garlman’ın kendisi de bunu başka, türlü anlamamak­taydı. Bütün otoriteleri kendi şahsî idaresi altında toplayarak, İmparatorlukta nizamı kurmağa çalıştı. Bütün hür erkekler­den, kendisine sadakat yemini etmelerini istedi, böylelikle bun­lann hepsi, kendisine gahsî bir taahhütle bağlı sadık birer ben­de oldular.

Sarlman kendisini, bütün hükümet mekanizmasının mer­kezi haline getirdi. Bütün emirleri, adma Lâtince curtis (Fran- sızcada cour, İngilizcede court) denen ve “büyük bir malikâne­nin, toprağın merkezi olan ev” anlamına gelen kendi özel ko­nutundan gönderiliyordu. Hükümet işleri için ailesinin, hiz- metkârlan'nın, dostlannın yardımlarından faydalanmaktaydı. Aşağılatıcı bir şey saydıkları şahsî hizmet için köleler kullanan Romalıların tersine olarak, Barbar savaşçılar şeflerinin şeref saydıkları hizmetlerini görmeğe can atıyorlardı. Charlemagne’- ın sarayında en büyük kigiler, hizmetle görevli olanlann dört şefi idi ki bunlar, sofra ve yemek işleri ile meşgul olan (Cer­mence simiscale’ âen) sénêcJial; içkilerle meşgul olan bouteüler; maiyet atlan ile meşgul olan (com es stabuU yani has ahırlar kontu anlamına) connétable; giyecekler, yiyecekler ve hazine iğleriyle meşgul olan (İtalyanca oda anlamına camei'o.’dan) camérier idiler (1). Bunlann (tıâtincede officia denen) görev-

(I) S^nâchal’a lâtincede (yem ekleri getiren anlamına) da- pifer, Bouteüler-'tro de (kadehe içki koyan, adkl) anlamına pin- cerna da, denmekteydi.

leri için sonradan bütün Avrupa saraylannda grands offIces adlı hizmet teşkilâtı İhdas edilmiştir.

Yalnız kâtip’lerin yapabildikleri yazı işleri İçin Chariemag'- ne’ın maiyetinde adlanna (Lâtiiıce notarius yani kâtip sözün­den) noter denen ,bir kâtip sınıfı vardı. Bunların bir rahip olan ve adına (Lâtlncedeki cancellarius’da.n gelme) chancelier de­nen şefleri, kralın evrakının yazılması işini İdare ediyor ve altlarına, .bunları muteber hale koyan, krallık mührünü bası­yordu. Bu da, bütün Avrupa’da müşterek bir âdet olan ehem- cellerie’nin kökünü teşkil etmiştir, garlman aynca yanında bir de kilise adamları topluluğu bulundurmaktaydı ki (adına c7 a- pelle denen) bu topluluk arasından piskoposlan ve rahipleri seçiyordu.

Kamu işleri hakkında karar v»rm ek için garlman adlarma conseillers (Müşavir) denen, güvendiği adamlarına danışıyor­du. Bütün Avrupa hükümdarlarının kullanmağı âdet edindik­leri hükümet consail’ i (Lâtincede consükım, yani meclis, ku­rul) bundan gelmedir. Savaşçı hür insanlardan meydana gelme olan Y*. Cermen töresince açıkhavada toplanan kurul da aynca mayıs ayında toplantıya çağınlm aktaydı; falıat Sariman bu kurula, hükümet meclisi İle birlikte almış olduğu kararlan bil­dirmekle yetiniyordu.

Emirlerini yerine getirmek için, gariman Barbar kraîlann kullandıklan usulün aynını kullanıyordu; Her site, - Cermen ülkelerinde her kanton (yani gau) - kont unvanını taşıyan bir savaşçıya tâbi idi ki bu kont, kralı ilgilendiren ordu, polis, mahkeme, toprak ve malikâneler ve gelirler gibi bütün işleri görmekle ödevliydi.

Hiçbir muntazam haberalma ve ulaştırma aracının bulun­madığı bir devirde uyruklanyla temasa gelmek için, Şarlman bir asırdanberl Prank’larda yavaş yavaş meydana gelmekte olan bir âdete başvurdu. Çok geniş arazi sahipleri, savaş şef­leri, piskoposlar ya da rahipler yaîîlannda silâhlı süvarilerden meydana gelme bir maiyet bulundurmağı âdet edinmişlerdi (1 ). Bu savaşçılar artık kralın emrini dinleyerek, masrafı kendi­lerinden olmak üzere, silâhlanıp harbe giden hür insanlar değil, fakat krala ömür boyunca şahsî bir andla bağlı hizmet­liler idiler. Bunlar krala Lâtince bir adla (eski, kıdemli anla-

M UKAYESELİ TA R İH İ 87

(1) Dfitekim Ispanya’daki Vizigoflar da (adlanna lAtim.oede buccelarii denen) savaş^% MgrnetMer kullanrmsXard,v,

88 AV RU PA M tLLETLERÎNÎN

mm a) sénior diye hitabediyorlardı ki bu, ‘ ‘efendi, sahip” anlar mma gelen dominus sözüne eşitti (Kralın eşine de domina de­niyordu). Kral da bunlan adamlanm, ya da kökü pek belli ol­mayan ve “uşak” anlamına gelen vassus (ki vaiet, bunun kı­saltılmışıdır) diye çağınyordu.

garlman senior’u kendi “adamlan” ile kral arasında res­mî bir aracı olarak tanıdı ve senyörlere, kumanda etmekle gö­revli oldukları adamlarıyla birlikte orduya gelmelerini emretti. Ayrıca bir otorite icra eden herkesin kendisine senyör sıfatiy- le hizmet edeceğini belirten gahsî bir taahhütte bulunmasını da İstedi. Düklerle kontlar, piskoposlarla rahipler, hattâ büyük toprak sahipleri dahi, kralın w ssa n eri (tâbi’lerl, uyruklan) haline geldiler ve kral da onlann hepsinin semfor’iX oldu. Bu da derebeylik rejiminin ilk,menşeini teşkil etti.

Rühbana verilen yetki. Şarlman savaş şefleri olan kont- lann maddî otoriteleriyle ruhbanın şefleri olan piskoposlann dinsel otoritelerini anlaşma halinde çalıştırtmak istiyordu. Mec­lisinde hem piskoposlar, hem kontlarla danışıp görüşüyordu ve her memlekette (adlanna “efendinin elçileri” denegó bir piskoposla bir kontu, birlikte gidip teftiş yapmakla ödevlendi- riyordu.

Bu iki otorite karşılıklı olarak birbirlerini desteklemek ödevindeydiler. Kont uyruklan rühbana itaaté zorlamak; pis­kopos da müminleri konta itaate mecbur etmekle mükellefti. Savaş şefi olan kralın maddî kudreti, müminleri Kilisenin em­rettiği görevleri yerine getirmeğe zorlamak için, dinsel şef­lerin hizmetine verilmişti. Buna karşılık da rühban sınıf çile doldurma cezası verm ek ve aforoz etmek bakımından sahip ol­duğu ruhanî kudreti, müminleri hükümdara itaata zorlamak îgln kullanıyordu. Bu da, iki iktidar arasındaki işbirliği reji­minin menşei olmuştur ki bu, Avrupa’da X IX . yüzyıla kadar devam etmiştir.

Rühban sınıfının geçimini sağlamak için gartman göyle bir kural koydu: Her kilisenin bir toprağı bulunacak, bunun geliri papazın geçimini Bağlıyacaktı; Yahudi kavmine teklif edilmiş olan örneğe uyarak, Sariman bütün uyruklannı kendi ruhanî dairelerinin papazına toprak ürünlerinin bir kısmını (prensip olarak onda birini) vermelerini emretti. Bu da Av­rupa’da, değişik nisbotlerle devam etmiş olan (Lâtince “onda bir” karşılığı decima’âa.n gelme, arapga “öğür” anlamana) “ondalık” ın mengei oldu,

Hristiyan dini sonunda garlman’m hükmü altında bulunan bütün ülkelerde yerleşti. Bütün topraklar ruhanî dairelere bö lündü, bunlann herbirinde bir kilise bulunmaktaydı ki, mü minlerin riıhlan ile megerul olmak ödevini üzerine almıg bulu nan bir rahip bu kilisede hizmet etmekteydi. Papaz, müminle­rin hal ve gidişlerine göz-kulak olmak, onlan dinsel ödevlerin yerine getirmeğe zorlamak, âyinlerde bulunmak, bagka dinse törenleri yapmak, oruçlarla imsâklere nezaret etmekle görev­liydi. Kilisenin âyinin yapılması için mihrabı, vaftizler için kur­nası, takdis edilmiş toprakta kurulu mezarlığı,, kilise binasının üzerinde gan kulesi vardı. Çan kullanmak, Doğu'dan gelme bir usuldü ve çanlar, müminleri törenlere ya da dualara çağırmak İçin çalınıyordu. Hattâ kilise, zamanla, bütün halkın, kamu ha­yatının çeşitli iğleri için toplandıkları bir yer haline de gele­cekti. Bütün hristiyan memleketlerde ruhani daire, köylerde oturanlar için mahallî vatanın sınırını da çizmekteydi. Kamu hayatının ana birll&i haline gelmiş olan, m odem anlamdaki ho- mün’ün (kamun, nahiye) menşei, işte bu ruhani bölgedir.

öğrenim in ııeniden doğusu. — Eğitim o hale düşmüştü ki papazların kendileri bile kutsal kitapları okuyamıyorlardı; yar zılan pek okunaksızdı; Lâtinceleri ise barbarlaşmıştı. İrlanda, İngiltere ve İtalya’nın bazı manastırlarında gelenekler biraz daha iyi korunmuştu, garlman bu memleketlerden bilgileriyle ün almış adamları getirtti; bunlar onun sarayında ve impara­torluğunun manastırlarında Lâtinceyi doğru olarak yazmak, hattâ bu dille nazım ve nesir yazmak usulünü yeniden dirilt­tiler. Adına "Sarlman Rönesansı” denen bu Lâtince öğrenimine dönüş devri, lâtin yazarlann ancak çocukça veya iddialı taklit­lerinin yapılmasına yol açtı. Fakat bundan, çok önemli bir ta­kım usuller kaldı.

Antik şekillere bir dönüşle ıslâh edilen yazı, çok okunaklı karolenjiyen minüsMlVii (küçük harfi) haline geldi ki bu, b i­zim matbaa harflerimize örnek oldu.- Lâtince yalnız kilise adamlannm eserlerinde ve mektuplarında değil, hükümetin resmî evrakında ve hattâ özel isler için yazılan sözlegme v.s. g i­bi belgelerde de d o iru bir hale geldi.- Bu Rönesans, antik ya<- zarlann eserlerini kurtarmağa da yaradı. Bu eserler ancak çok nadirleşmiş olan pargömen elyazmalan halinde kalmışlardı (hattâ, bazılan kaybolmuştu), garlman bunları arattınp kop- yelerini çıkarttırdı ve onun örneğine uyan birkaç manâstır, böyle kopyeler yaparak bunlan kitaplıklannda saklamak gibi

MUKAYESEILÎ TAE ÎH Î 89

rrr'

90 AVRU PA M İLLETLERİNİN

bir âdet edindiler. IX. yüzyıldanberi yazılmış olan nüshalar sar yesindedir ki, Lâtin yazarlarının hemen hemen bütün eserleri muhafaza olunabilmiştir.

öğretim i yeniden kurmak için Şarlman sarayında bir okul açm ıştı; piskopos ya da papaz olmağa aday gençler burada okuyorlardı. Piskoposlar, adlanna “katedral” denen kiliseleri­nin yanında birer okula sahip oldular; papazlar da birçok ma­nastırlarda birer okul açtılar. Bu okullarda. Rom a İmparator- luğımun sonlanna doğru Lâtin okullannda öğretilmesi moda halinde olan konular okutuluyordu, bunlar da gramerle beyan ilmi idi ki Lâtin yazarlar ve bilhassa bunların son zamanlarda yetişmiş olanlan incelenerek öğreniliyordu. Böylelikle rühban sınıfı, çöküş devrindeki tumturaklı ve müphem Lâtince kullan­mak geleneğini muhafaza etti ki bu hal, hristiyan âleminin edebî zevkine de hâkim olacaktı. Fakat bütün rühban okulla­rında Lâtincenin öğretilmesi, bütün Batı kavimleri arasında kültür dili bakımındari birlik kurdu. Dinin ve hükümetin dili olan Lâtince, Avnıpa’nm müşterek medeniyetinin dili haline geldi.

Saraydan çıkan bu rönesans (yenileşme) hareketi, çok eşitsiz bir şekilde yayıldı. En çok Loire nehrinin kuzeyindeki Frank’lar ülkesi ile Almanya’daki piskoposluk ve manastırla ra ulaştı; Loire nehrinin Güney’ indeki, Ispanya ve İtalya’daki ülkelere de ancak şöyle bir dokundu. Loire’dan Elbe’ye kadar olan eski Barbar ülkelerinde Lâtince çok daha doğru olarak ya­zıldı; eskiden en çok medenileşmiş olan “roman” memleketle­rinde İse en çok yanlışlı olarak kaldı. Beş aşıra yakın bir süre boyunca en büyük sayıda "vekayiname” 1er, en büyük miktar­da kamu evrakıyla özel belgeler Kuzey ülkelerinde yazıldı. Onun için bu ülkeler vesika bakımından çok zengindir ve bizce en iyi olarak da bu ülkelerin tarihleri bilinmektedir.

İmparatorluğun parçalanması,. — garlman’ın İmparator­luğu, şahsen yaratılmış bir devletti; emirlerini, çok kuvvetli bir şahsî otorite ile, bizzat kendisi verdiği için uyrukları da ona İtaat etmişlerdi. Fakat topraklan, bir tek kişi tarafmdan idare edilemiyecek kadar genişti, garlman’ın kendisi bile Frank kral­larının âdetine uyarak, Imaparatorluğunu tıpkı bir aile toprağı gibi, üç oğlu arasında bölmüştü. Kendisinden sonra Louis adın­daki bir tek oğlu sağ kalıp bütün mirasa konduğundan, birlik böylece muhafaza edildi. Fakat daha başlangıçta Louis sözünü geçiremedi ve ölümünden sonra üç oğlu aralannda savaşa tu­

tuştular; sonra da (843 teki Verdun andlaşmaaiyla) İmparac torlu&u paylaştılar.

İmparator unvanını paylaşmak mümkün olmadığnndan, bu unvan en büyük kardeşe geçti; öbür iki kardeş kral unvanını aldılar. Herbiri aşağı yukarı aj''nı dili konuşan bir bölgeyi his­se olarak aldı. Louis Rhein nehrinin Doğru’sundaki Cermen di­li konuşan memleketleri, Charles Meuse, Saône ve Rhône neh­rinin Batı’sındaki “ roman” dili konuşan ülkeleri aldı. Bu her iki ülke halk dilinde aynı olan Frankya (Franklar ülkesi) adıyla anılıyorlardı ama, yalnız Batı’daki ülke bu adı muhar faza etti, ö tek i Deutschîand adını aldı ama yabancılar ona LA- tince Germania adını, yahut İtalya ile Fransa’ya en yakın kar vimi olan Ala-mon’larm adını verdiler.

İmparator Lothar’ın payına ise Lombard’lann krallığı ile iki kardeşinin paylarının arasında bulunan böltje düştü ki, bu bölgede aralarında hiçbir benzerlik bulunmayan ülkeler var­dı; bu bölgenin en büyük kısmı bir "roman” dili, Rhein nehrine yakın olan kısrnı ise bir Cermen dili konuşuyordu. Bir yandan Meuse, Saône, Rhône nehirleri, öbür yandan da Rhein nehri, Jura ve Alp dağları arasında^bulunan bu uzun ve dar toprak, çok geçmeden birkaç parçaya ayrıldı. Güney’dekine Provansa, merkezdekine Burgonya, adı verildi; Kuzey’deki, Lotharengi- ya adı verilen parça ise ikiye bölünerek dükalıklar haline gel­diler, bunlard.an biri Loren adını muhafaza etti, öteki işe Bra- bant oldu. - Bu bölge, on asırdanberl iki büyük krallığın, Fran­sa ile Almanya’nın arasındaki -savaşların cereyan ettiği alan haline geldi. Sonunda Fransa bunun en büyük kısmını ele ge­çirdi; Almanya ise Rhein nehrine yakın olan bölgeyi elinde tutabildi. Geri kalanı "roman” İsviçresi ile Belçika ve Hol­landa’yı meydana getirdi.

Toplum. — Avrupa’nın bir kısmında otorite yeniden kuru­lurken, toplum da pek iyi bilemediğimiz bir rejim altında ye­niden teşkilâtlanıyordu. Biz bu rejimi hemen hemen hepsi ki­liselerin toprakları ile ilgili nadir belgeler sayesinde, ve yalnız Fransa, İtalya ve Almanya gibi, yazılı belge kullanmağı âdet edinmiş bölgelerde şöyle böyle farkeder gibi oluyoruz.

Bütün ülkelerde hâkim sınıf savaş adamlarından mürek­kep olarak kaldı; bunların seviyesi, savaşma şekillerine bağ­lıydı. Avrupa’da hâlâ yaya olarak savaşmağa devam eden kar vimler vardı ki bunlar Sakson'lar, İrlanda, Iskoçya ve Gal memleketi Kelt’Ieri, İslâv kavimleri, Ispanya’nın hristiyan

M UKAYESELİ TAR İH İ 91

92 AVRU PA MILLEÎTLBRÎNİN

dağlılarıydı; hepsi de pahalı silâh ve teçhizata sahip olamıya- cak kadar yoksuldular.

En medeni memleketlerde ordu artık yalnız süvariden meydana gelmeydi; bunlar mızrakla savaşıyorlar, demir halka­larla kaplı, meşin veya bezden bir çeşit gömleğ-j koruyucu zırh olarak kullanıyorlardı. Bunlar masraf kendilerine ait olmak üzere silâhlanmak, ayrıca araba, âlet ve yiyecek gibi şeyleri de getirmekle ödevliydiler. Küçük toprak sahipleri için bu, çok ağır bir mükellefiyet haline gelmişti. Kimisi, orduya gelmiyen insanlar için alınan çok ağır para cezası yüzünden batıp mah­volmuşlardı. Kimisi de topraklarını herhangi büyük bir arazi sahibine devretmişlerdi; bu, onlara topraklarının tasarrufunu bırakıyordu ama kendilerini sadece kiracı olarak kullanıyor­du; böylece de bu gibiler artık savaş için çağırılmaz olmuşlar­dı, Böylece de savaşçı toprak sahiplerinin sayısı büyük ölçüde azalmıştı; Fransa’nın Kuzey’inde ve Almanya’nın Batı’sında savaşçı olarak adlarına senyör (derebeyi) denen büyük toprak sahipleri ile bunların vassal (tâbi, uyruk) leri kalmıştı; bu vas- sal’ler senyörün parasıyla silâhlanıp doyuruluyorlardı ve sa­vaştan başka da işleri, güçleri yoktu,

İngiltere’de yalnız memleketin savunması için savaşa ça­ğırılan alelâde hür insanlar »yığmı üzerinde, en azından beş malikâneye sahip bir imtiyazlılar sınıfı türemeğe başlamıştı ki, bunlar da savaş adamlarıydılar; çünkü kral her birine birer zırhla birer m iğfer edinmelerini emretmişti. Zaten İngiltere ve Almanya Sakaon’larında asil ailelerden meydana gelme üstün bir sınıf kalmıştı.

Kilise adamları da lâikler yığını üzerinde fiilî bir otorite icra ettiklerinden ve bu yığının emeğiyle geçinmekte oldukla­nndan, ayn bir hâkim sınıf halindeydiler. Çok büyük araziye sahip olan piskoposlarla rahipler de maiyetlerinde birer sa. vaşçı topluluğu bulunduran büyük derebeyleriydiler. Piskopos­luk merkezi olan her şehirdeki piskoposun çevresinde toplan­mış olan papazlar (kİ bunlara Grekçe “nizama uygun” anlamı­na "kanonikos” sözünden, cJıanoine denmekteydi) toplu halde yasıyorlar ve kendilerini ibadete mecbur eden bir nizama uyu­yorlardı.

Büyük bir toprağa sahip bir manastırda oturan keglsler, - adlanna Lâtince “nonna” dan gelme olarak, “nonne” denen, bir manastıra kapanrraş rahibeler, - aziz Benedictus’un kendilerine emrettiği şekilde, lâilt âlemden ayn bir hayat sürüyorlardı. Bu

din mensuplan topluluğu Lâtince bilgisiyle birlikte kutsal kl- taplan okuma ve inceleme ve dinsel müzik icrası geleneğini muhafaza ediyordu.

Ancak, papazlar lâiklerle şahsî temas halinde yasamaktay­dılar. Onların önünde, ruhanî dairenin kilisesinde dinî âyin icra ediyorlardı. Ayrıca lâikleri, ömürlerinin çeşitli safhala- n m ilgilendiren vesilelerle - doğumdan sonraki vaftiz, ki ço- cuklann sağlıklarına iyi geldiği sanılırdı, evlenme, can çeki­şen kimsenin vücudün belirli yerlerini okunmuş yağlarla uğ- ma - gibi bir takım dinsel usul ve muamelelere tâbi tutuyor­lardı.

IX . yüzyılda Avrupa’ya yayılmış olan çile, ceza Mtaplan, yasak fiilleri saymaktaydılar ki, şunlardı; Adam öldürmek, ye­minden dönmek, hırsızlık etmek, cinsiyetle ilgili günahlar, pa­zar günleri çalışmak, yasak bir dereceye kadar hısımlar ara­sında evlenmek (hattâ kardeş çocuklan dahi birblrleriyle ev- lenemiyorlardı) ve eski putperestlik usullerince başka tanrıla. ra tapınmak. - Almanya İçin yazılmış olan ve yasak bos inanç­lan gösteren bir kitap da ölüler veya güneş, (W otan ve Thu. nar) gibi Cermen tanrılan şerefine yapılan törenlerle kutsal orman ve pınarlardaki tapınmaJan, büyü yapmağı, hasta bir uzvu gösteren adak resimlerini, hamurdan yapılma put ve tan- n tasvirlerini, sihirbazlık ve muska gibi şeyleri yasak etmek­teydi. Bu günahlann cezası olarak verilen çile cezası, Doğu’da olduğu gibi artık alenî değildi; Kilise bu çile işini Barbarlann gururuna uydurmak için gizli hale sokmuştu. Çile bilhassa oruçlardan, imsaklerden, dualardan, diz çökmelerden ve sada­kalardan ibaretti.

Kavimlerin dini nasıl uyguladıklannı gerçek olarak hiçbir belge bize öğretmemektedir. Günah çıkarma usulünün sahiden âdetler arasına girmiş olduğunu bilmiyoruz. Papazların çoğu hiçbir öğrenim imkânına sahip olmamıştı; onun için bunla­rın, müminlerin hal ve gidişlerini nasıl idare edebileceklerini insan anlıyamamaktadır.

Savaş adanılan ile Kilise adamları zenginliğe sahip olan ve bütün otoriteyi icra eden imtiyazlı sınıflardı. Halkın büyük çoğunluğu çok aşağı şartlar içinde yaşıyordu. Tacirlerle za- naatkârlar, belgelerde nâdir olarak ortaya çıkmaktadırlar; bunlar herhalde ne çok.sayıda, ne de refah İçindeydiler; çünkü gehirler çok küçük ve çok yoksuldu. Doğu ile olan ticaret, Ak­deniz’e yerleşmiş olan müslüman korsanlar tarafından durdu-

M UKAYESELİ TAR İH İ ' 93

94 AVRU PA M İLLETLERİNİN

rulmustu. Endüstri galısmalan büyük arazi sahiplerinin top­raklan üzerinde bunlann hizmetkârları, ekmekçiler, kasap­lar, demirciler, silâhçılar, kunduracılar tarafından yapılmak­taydı. Keten yahut yün ipliği, kumaşlar, elbiseler, kira bedeli olarak köylüler ya da bunların kanlan tarafından sağlanmak­taydı. Yapı isleriyle arabada taşıma işleri angarya halinde top­rağın kiracılan tarafından yapılıyordu. Sanat ve süs çalışma­ları ise en çok keşişlerin eseriydi. Bağımsız zanaatkârlar için bu yüzden hiç yer kalmıyordu.

Halkın hemen hemen tümü henüz tarla işleriyle meşgruldü ki bu, yalayışa gerekli şeyleri elde etmek imkânını veriyordu, halkın çoğu da köylük yerlerde yaşayan köylülerden ibaretti (1). Tahmin edildiğine göre Fransa’nın Güneyi ile İtalya’da, hele şehirlerin dolaylarında, küçük araziye sahip köylüler kal­mıştı. Fakat toprakların en büyük kısmı çok geniş (bir Fran­sız nahiyesinin, kamununun büyüklüğünde) malikâneler ha­linde toplanmıştı, bunlann sadece üzerlerinde oturup bunlan eken, biçen kiracılar, mülk sahibine kira ödemeğe, onun ya- ranna angaryalar yapmağa mecburdular. Bunlann hukukî durumları başka başkaydı; bir kısmı hür insanlardı ki adları­na kolon’lar deniyordu; ötekiler ise eski kölelerin torunları ya da mirasçılarıydı ki, hür kiracılara göre daha ağır mükellefi­yetlere tâbi idiler. Fakat hepsi de aynı şekilde yasadıklarından, tek bir sınıf halinde kaynaşmağa doğru yol; alıyorlardı.

Toprak rejimi. — Ekim usulleri hem toprağın vasıflan, hem de mülkün tâbi olduğu rejim bakımından değişmekteydi. Sü­rülebilir toprak tabakasınm ince, otlakların cılız olduğu Güney ülkelerinde - ki Rom a hukuku buralarda mülk sahiplerine mülkünü bildiği gibi kullanmak hakkını mutlak surette veri­yordu, - rençber toprağı tekerleği olmayan Rom a biçimi “ kara saban” la sürüyordu ki, bunun uc demiri toprağa ancak hafif­çe girmekteydi. Tarlanın ölçüleriyle biçimi ve bunu ekip biç­me şekli mülk sahibi tarafından kararlaştırılmaktaydı; öyle ki, parseller ayn ayn büyüklükte ve biçimdeydiler ve mülk sahi­binin arzusuna göre, ayrı ayrı şekillerde ekilip biçilmekteydi- 1er. Çok eski çağlardanberi buğdayı iki yılda bir ekmek, top­rağın yansını da nadas edip, ekmeksizin ve ürün almağa kal- kışmaksızın öylece bırakmak âdeti yer etmişti. Buna iki yılda

( i j Bu konuda elimizde ancak büyük arazi ile ilgili, pek a» sayıda belgeler ‘vardır.

bir yapılaa nadas denilmekteydi. A yn ca da geriye işlenmemig topraklar kalıyordu ki bunlar ya otlak diye kullanılıyor, ya da bazeıv ekildikleri oluyordu.

Kuzey ülkelerinde ekilebilir toprak tabakası daha kalın olduğundan, daha uzun zamanda verimsizleşiyordu. Buralarda mülk sahibinin hakları sınırlıydı ve törelerle nizamlanmıstı. Bu ülkeler halkı, tekerlekli saban kullanıyordu. Bu sabanın üc demiri toprağı daha derinden sürüp daha bol bir ürün verdiri. yordu.Kuvvetli topraklardaki bu sürme isi için sabana birkaç çift, genel olarak da iki çift öküz koşmak gerekiyordu; fakat her rençberin ancak bir çift öküzü bulunduğundan, birkaç aile­nin öküzlerini bir araya getirmek gerekiyordu.

İş, bütün bir köy için mügterek olan kurallara göre yapı­lıyordu. Köyün arazisi birkaç parçaya bölünmüştü. H er ailenin a§ağ:ı yukan eğit değerde bir miktar toprağı vardı ama bu top­rak tek parça halinde bir tarladan değil, arazinin çegitli böl­gelerine yayılmış bulunan (ve sayısı bazen yirmiyi, otuzu bu­lan) çok sayıda parçalardan meydana geliyordu. Her parça dikdörtgen biçimindeydi ve uzunluğu da, sabana koşulu öküz­lerin Koriyc döndürüldükleri noktaya kadar çizilen evleğin uzunluğuna ositti (1). Komşu parçalardan bir kabartı ile ay­rılmış bulunan her parsel, ufak kenanndan bir yola ulaşmak­taydı ki, parsele bu yoldan geçilerek giliriyordu. Çayırlar, bağlar, sebze bahçeleri bu tertibin dışındaydılar.

Aynı toprak parçasının bütün parsellerinin aynı zamanda ve aynı şekilde ekilip biçilmesi lâzımdı. Ekimler üç yıla bölün, müştü: İlk yıl kıgtan önce buğday ekiliyor; - ikinci yıl arpa, yulaf, çavdar gibi aşağı cinsten tahıllar baharda ekiliyor; - üçüncü yıl toprak sürülmekle beraber nadas edilmiş olarak kalıyordu. Bu, üç yıllık “nöbet” usulü idi. Mahsul kaldırıldık­tan sonra bütün tarlalarla nadas edilip bırakılmış parsellerin açık kalması lâzımdı, bunların çevresitıe parmaklık çekmek yasaktı. Tabiî çayırlar davarları otlatmağa yetişemiyeceğinden, köyün bütün çiftçilerinin hayvanlarını bu tarla ve parsellerde otlatmağa haklan vardı.

İngilizce adına openfield (açık tarla), Almancada Peldge- m enge (tarlaların karıştırılması) denen bu usul Kuzey Fransa’-

MUKA-YESELÎ TAR İH İ 95

(1) İngiliz dili Jcontısan mem leketlerde yüzey ölçüsü ola­rak kalmış bulunan acre, 200 m etre usunhikta, 20 m etre ge­nişlikte bir parçadır.

96 AVRU PA M İLLETLERİNİN

da, İngiltere’de, Almanya’nın hemen her yanında, uygulanmak, taydı ve Rusya’ya kadar bütün Doğu Avrupa’ya da yayılmış­tı; bundan, tarlalann biçimleri bakımından, gimdi de bazı izler kalmış bulunmaktadır. Buna karşılık bu rejim ne İmparatorlu­ğun Romalılaşmış memleketlerinde, ne Avrupa’nın Batı uçlan ile Gal memleketi (W ales), Iskoçya, İrlanda ve Fransa’da . kİ buralarda tarlalar yükseltilmiş toprak yığınlarıyla sınırlandı­rılmaktaydı, . hiçbir zaman uygulanmamıştır. H içbir belge bu rejimin ne zaman ve nasıl ihdas edildiğini öğrenmek imkânını vermemektedir, bu nokta bir muamma olarak kalmıştır. Şurası açıktır kİ bu, bütün çiftçilere eşit değerde topraklar vermek üzere hesaplanmıştı; bununla beraber, büyük arazi sahiplerin­ce kiracıları İçin ihdas edilmiş değildi; çünkü bu usul, büyük toprakların bulunduğu Rom a memleketlerine hiçbir zaman ma­lûm olmamıştır. Yalnız, mülk sahibinin hakkının törelerle sı. nırlanmış olduğu Barbar memleketlerde ve hattâ Ortaçağ’da İngiltere ve Almanya’daki büyük arazi parçalarında dahi uygu­lanmıyordu, ki o zamanlar derebeyinin kendi malı olan kısım, alelâde kiracılannkine benzer parsellerden meydana gelmek­teydi. Şu halde görünüge göre bu rejim, işbirliği halinde çalı­şan eğit durumda bir mâlikler topluluğu tarafmdan ihdas edil­miştir, ki bu topluluklar Barbar kavimlerde esasen vardı.

IX . yüzyıldan itibaren hiç değilse en medenileşmig bölgeler­deki toprakların en büyük kısmı çok büyük arazi halinde top­lanmıştı ki bunlara (Almancadaki H ofu n karşılığı olarak) Lâ­tincede villa ya da curtis denmekteydi. Bunun teşkilâtı bizce ancak bir tek tam örnek halinde malûmdur ki, bu da Saint- Germain des Prés manastırı topraklarının 818 de tutulmuş defteridir. Arazinin en büyük kısım (Almancada H ufe ve İn­gilizcede hide karşılığı olan) Lâtince mansus adlı işletme bir­liklerine bölünmüştür. Bunlann herbiri bir ailenin elinde olup bir evle bir bahçeyi, çayırlan ve tarıma elverişli parseller ha­linde bir miktar toprağı ihtiva etmektedir. Bu toprağı elinde tutanın, boş kısımlar üzerinde hayvanlannı otlatmağa ve muh­temelen ormandan odım almağa da hakkı vardı. Topraklann, adına Lâtincede indominicata (sahibe ait) bir kısmı, ihtiyatı teşkil etmekteydi ki arazi sahibi bunu hizmetkârlanyla birlik­te ve angaryalar yardımıyla işletmekteydi.

Her kiracı ailesi mülk sahibine kirayı bilhassa ayniyat ola­rak, tahıl, domuz, tavuk, yumurta, keten ya da kenevir vermek suretiyle öder; para olarak yapılan ödemeler, birkaç sikkeden

ibaret kalırdı. A yn ca her aile mülk sahibine ait toprakta otlan ve ekinleri biçmek, mahsulün hasadını yapmak, dövmek, anba- ra almak, hendeklerinin ve parmaklıklarının bakımını sağla, mak, araba ile taşıma ve mektuplan g-ötürme bakımından g-e- rekli angaryalan yapmak zorundaydı. Bu rejimin Avrupa’nm lıangi kısımlarında işlemekte olduğunu iyice bilmediğimiz gibi, hür insanlarla serf'lerin nisbetinin ne olduğunu da bilememek­teyiz ( 1 ).

MUKAYESELİ TAR İH İ 97

(IJ Maddi hayat şartlan hakkında VI. bölümün sonuna bh.

P. 7

VI

D E R E B E Y LİK REJİM İNİN M ENŞELERİ VE M İLLETLE- R İN TEŞEKKÜLÜ (IX. - XI. YÜZYIL)

IX . ~ XI. yüzfu^llcirda Avrupa’nm tekâmülü. — Avrupa'nm en çok meskûn kısmında VIII. yüzyılda kurulmuş olan birlik, IX . yüzyılın ortasından itibaren bozuldu, otorite de parçalanıp zayıfladı.

Aynı zamanda da. Doğru ve Kuzey Avrupa’nm henüz grayet az meskûn olup Rom a İmparatorluğundan ve Kilise’den ba­ğımsız kalmış olan geniş bölgelerinde, o zamana kadar küçük aşiretlere bölünmüş olan Barbar nufus, bir savaş şefinin po­litik ve hristiyan kilisesi şefinin dinî otoritesi altında, milletler haline gelmeğe hazır gruplar halinde toplanıyordu. Böylelikle de IX. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar, Avrupa’nın iki kısmı zıt yönlerde değişiklik geçirdi; en medenî ülkeler birlik halinden parçalanma haline geçtiler, aşiretler halinde dağılmış olan en Barbar kavimler ise milletler halinde toplanmağa başladılar.

Bu değişikliğin tarihi bizce pek az bilinmektedir. Elimiz­deki belgeler bize ancak -hemen hepsi Loire ile Elbe arasında bulunan- ülkelerle alâkalı mahallî, münferit olayları göstermek­tedirler. X . yüzyılda Almanya, Kuzey İtalya ve İngiltere üze­rinde bu belgeler daha bollaşmaktadır. Yeni İskandinav kavim- leriyle Doğu Avrupa’daki İslâv kavimleri hakkındaki bilgiler çok nadir ve çok sathidir ve bunlar, yabancılar tarafından ya­zılmış Lâtince rivayetlerden, hikâyelerden alınmadır.

Yeni istilalar. — İmparatorluğun parç8.lanması üzerine or­taya çıkan buhran, yeni Barbar istilâlanyle daha da vahim bir hale geldi. Bunlar artık V. yüzyılda olduğu gibi, istilâ edilen ülkeye yerleşmek için buraya giren kavimlerin göçleri değil, fakat memleketi yağmaya gelip ganimetlerini götüren silâhlı sürülerin, çetelerin yaptıkları akınlar halindeydi. İstilâcıların hepsi hristiyanlığa yabajıcı dinlere mensuptular ve Avrupa’nın üç ayn ucundan gelmekteydiler. Altunla gümüşün birikmekte olduğu şehir kiliseleriyle manastırlara tercihan aaldınyortardı.

Klişeleri ateşe veriyorlar, papazları, keşişleri, rahibeleri öldü­rüyorlardı.

Kuzey-Doğu’dan, Danimarka ile Noınres’ten “Kuzey adam­ları” (Norse, Northman, Fransızcada Normand) diye adlandı­rılanlar greiiyorlardı. Bunlar yaya olarak savaş baltası ve kılıçla dövüşmekteydiler. Herbiri, adına çoğu zaman “deniz kralı” denen bir şef kumandasındaki çeteler, yirm i-kırk kürekçisi bulunan gemilerden müteşekkil küçük filolar halinde gelmek­teydiler. Gemiler genel olarak kürekle yürütülüyordu, ancak elverişli rüzgârlarda kullanılan bir tek yelkenleri vardı. Dani­markalIlar kıyılar boyunca ilerliyerek geliyorlardı ve Alman, ya’da, Fransa’da, İngiltere'de iş görüyorlardı. Norveçliler ise Kuzey Denizini aşarak İskoçya’ya, İrlanda’ya kadar gidiyor­lardı.

Bunlann akınlan (bilinenlerin ilki olan ve 793 te yapılar nından itibaren) bir asırdan fazla sürdü. Bunlar ilkin seferler­le işe başladılar, her yıl seferden memleketlerine dönüyorlar­dı. Sonra da İngiltere’de ve İrlanda’da memleketin içlerine; Fransa'da da bir nehrin denize döküldüğü noktada kurdukları tahkimli bir kampa temelli olarak aileleriyle yerleştiler. Nehir­lerin anızlarında yerleştikleri zamanlar, nehirden yukanya doferu da ilerliyorlardı. Memleketi yağma ediyorlar, ya da yer. 11 nufusa para olarak bir haraç ödetiyorlar ve bunun m iktan- nı tartarak ölçüyorlardı. Bunlar Okyanus’un kıyılan ile Bel­çika’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da ve İspanya’da nehirle­rin kıyılannı yağma ve tahrip ettiler.

Bazı memleketlerde “ Kuzey adamları” temelli olarak yer­leşip nufus içinde eridiler, ki bu nufusta Nordik tipte bir mik­tar uzun boylu, mavi gözlü, san saçlı insanlara simdi dahi rastlanır. İlk yerleştikleri bölge İn gil^re ’nin Kuzey-Doğusu oldu ki burada DanimarkalIlar kendi adlannı (Danelag) taşı­yan ve toprak bölünmelerine ait özel bir rejimi muhafaza et­miş bulunan bölgeyi işgal ettiler. Norveçliler İskoçya’nm Ku­zeyindeki adalarla İrlanda’nın Kuzey-Doğu kıyısını, hattâ Fe- roe adalanyla İzlanda’yı işgal ettiler.

Fransa’da, Seine nehri üzerine yerleşen ve Rouen’da otur­makta olan çetenin reisi Rollon hristiyaniığı İcabul ederek kra­lın tâbil oldu ve topraklannda çok kuvvetli bir otorite kurdu. Norman’lar memleket halkının diniyle dilini benimsediler, fakat bunlara kendi törelerinden bazılannı ve bu arada teşebbüs fi­kirlerini de kattılar, ki bu sayede, o zamana değin adı duyul-

M UKAYESELİ TAR İH İ 99

100 A VRU PA M İLLETLERİNİN

mamıg olan bu memleket, ünlü Normandiya adım aldı.Güneyden çegltll ırklara mensup Müslümanlar geliyorlar,

d ı ki hristiyanlar bunlara toptan (ilkin araplara verilmiş olan} Sarrazm adını veriyorlardı. Bunlar Sicilya’yı. Kalabriya’yı, Sar­dunya’yı işgral etmişler, Akdeniz kıyılarında İş görerek mem­leketi yağrma ediyorlar, halkı alıp götürerek sonra köle diye satışa çıkarıyorlardı.

Doğudan Macarların istilâsı geldi: Bunlar Finlilerle aynı aileden bir dil konuşan göçebelerdi; ufak atlara biniyorlar, uzun konaklarla yol alabiliyorlar ve ok atarak savaşıyorlardı. Köyleri yakıyorlar, halkı ya öldürüyorlar, ya da esir ederek alıp götürüyorlardı. Avrupa’ya Güney Rusya’dan girerek ilkinIX. yüzyılda Moravyalılann kurdukları yeni İslâv krallığını yoketmekle işe başladılar; sonra Bavyerayı yağma edip yıktı­lar ve burada bir tek manastıı^ dahi kalmadı. X. yüzyılda bir yandan İtalya’ya, öbür yandan Almanya’yı aşarak Toulouse’a kadar sarktılar. X. yüzyılın sonuna doğru. Tuna vadisini çöl haline getirdikten sonra, nihayet temelli olarak Theiss ve Tu­na ovasında yerleştiler. Macarca olan dillerini muhafaza jgde- rek hristiyan oldular ve rengber bir nufus topluluğu tarafından bakılıp beslenen atlı bir savaşçı aristokrasisi teşkil ettiler.

İstOûlann etkileri. — Az kalabalık çetelerin, bütün mem­leketlerin tâ içlerine kadar girerek bunlan yüzyıldan fazla bir süre boyunca yağrma etmeleri, yakıp yıkmalan, Avrupa kavim­lerinin kendilerini savunmak için henüz teşkilâtlanmamış ol- malanndan İleri gelmişti. Savaşçılar artık bir çeteyi durdura­bilecek kabiliyette bir kıta halinde toplanma işini başaramıyor- lardı. Köylük bölgeler tahkimsiz olarak açıktı; hepsi çok kü­çük olan şehirlerin çok zayıf ve çok kötü savunulan surjarı vardı. iStilâlann ânî etkisi Avrupa’yı daha fazla zayıflatmak, manastırlan yıkmak, şehirleri harabetmek, altun ve gümüşü alıp götürmek, nufusu azaltmak oldu.

İstilâlar devri Avrupa için bir tedhiş, kargaşahk ve sefa­let devri oldu. Artık hiçbir büyük şehir kalmamıştı; Rom a yı­kıntı halinde bir anıtlar yığınından başka şey değildi. O sırar larda bütün medeniyet Müslüman Arap İmparatorluğu İle “gîa” halindeki Bizans İmparatorluğunda bulunuyordu ki burada Araplar, Grekler, Yahudiler eski Grek çağının bilimlerini ve sanatlarını uygulama işine devam ediyorlardı. Medeniyet mer. kezlerl, Avrupa’nın birbirine zıt ik i ucundaki İki büyük iehlr- di; - Doğruda, İmparatorun ve Patri&ln m akam olan Konstan.

tlnopolis vardı ki, Avmpalılar bu gehrin aax’ayla«na, muhte­şem Ayosofya kiliBeoine, muazzam eurlanria hayrandılar; . Ba­tıda İse Müslüman Ispanya’da K ortoba vardı ki Halife’nln ma­k a m idi ve seyyahların anlattıklarına göre, X . yüzyılda yarım milyon nufusat, 600 camie, 21 mahalleye sahipti.

İstilâlar Avrupa halkını t> derece yıldırdı ki bu halk, tah­kimat arkasında kendini koruma çarelerini araştırdı. İngilte­re’de, daha sonra Almanya’da kral müstahkem yerler inga et­tirerek bunlara, halkın yedirip giydirdiği savaşçı garnizonları yerleştirdi. Eski İmparatorluk ülkelerinde, büyük toprağa sa­hip derebeyleri, kendi oturdukları yerleri bir kale haline getir, diler. İlkin bir tepenin, üzerine tahtadan bir kule yapıldı, bu kule de etrafı bir hendekle çevrili bir tahta perde ile müdafaa ediliyordu. X I. yüzyıldan itibaren bu kale, tastan, büyük bir yapı halini aldı: Çevresinde surlar, hâkim noktalarında dört- kögei kuleler vardı; kale ya sarp bir yarın, ya da sunî şekilde meydana getirilmiş bir tepenin üzerinde inşa edilmekteydi. Kaleye ancak geniş ve derin bir hendeğin üzerindeki mütehar­rik, yaaıi gerektiğinde indirilip kaldırılabilen bir köprüden ve tahkimli bir kapıdan geçilerek giriliyordu. Bunun adma Lâtin, cede (küçük müstahkem mevki anlamına) castellum, Rom en dilinde caatel yahut şato, Cermen dilinde de burg denmektey­di.

tmparatorlu,kta otoritenm parealamst- — Frank kralları devrinde itaat birliği ancak masrafını kendileri vererek sava­şan teçhizatlı bir atlılar ordusu sayesinde idame edilebilmişti. Kral savag şeflerini hizmetinde tutmak için topraklarını onla­ra dağıtıp bitirince ordu, herbiri mahalli bir şef kumandasın­daki küçük çetelere bölündü. Resmen kralın vekilleri olan dük­lerle kontlar artık ona itaat etmez oldular; bunların herbiri kendi toprağında bağımsız bir hükümdar gibi davranmağa baş­ladı. X I. yüzyılın sonuna kadar bunlann unvanları, bir eyalete bağlı olmaksızın, gahsî olarak kaldı. Fakat bunlar iktidarlany- la unvanlarını oğullanna devretmeği âdet edindiler; kral ise bu iktidarla unvanı onlardan geri alacak kuvvete artık sahip değildi. Her eyalette de kendilerine tâbi savaşçıların şefleri olan büyük topraklara sahip derebeyleri, hele içine kapanacak tahkimli bir şatoya da sahip olduktan sonra, kontlara itaat et­mez oldular; nitekim kontlar da artık krala itaat etmez ol­muşlardı.

Bunun üzerine eski İmparatorluğun arazisi pek çok sayıda

MUKAYBeBLıİ TARİH Î 101

102 AVRU PA M İLLETLERİNİN

birçok küçük merkezlere bölünmüş oldu ki buralarda otorite, büyük bir toprağm, tahkimli bir şatonun ve savaşçı bir kıtanm sahibi olan kimsenin elindeydi. Ordu nasıl mahallî bir şef ku­mandasındaki küçük çetelere bölünmüş idiyse, sava§ da çete­ler arasmdaki binlerce küçük savaşlara bölünmüş bulunmak­taydı. H er savaşçının bir başka savaşçıya harp açması âdeti de grittikçe yerleşmeğe başlıyordu.

Ordu ile aynı zamanda olarak ,' politik iktidar da IX. yüz­yıldan itibaren parçalanmağa başlamıştı. Fransş,’da kral un­vanı bir asır boyunca (88T-987) garlman’ın torunlarıyla An- jou ’da kumandanlık etmiş olan kont Robert’den gelme bir aile­nin reisleri arasında kavgîi konusu olmuştu. Kontun Eudes adındaki, Paris’i Norman’lara karşı korumuş olan oğlu, kral olarak tanındı. Onun torunları da sonunda bu unvanı muha­faza ettiler ve sonradan adına “Capet’ler” denen hanedanı kur­dular.

Bütün düklerle kişıtlar kralı kendi efendileri olarak tanı­yorlar, tâbi sıfatıyla ona sadakat yemini ediyorlar, ayrıca kra­lın adı da henüz bütün resmi evrakta bulunuyordu ama, bunla­rın hepsine rağmen kral ancak, o zamanlar çok küçük olan, kendi şahsî toprağında itaat görmekteydi. Kralın başlıca kuv­veti .kendisine karşı olan ödevlerine sadık kalmış birkaç pis­koposun maiyetindeki savaşçılardan ibaretti.

İtalya’da Lombard’ların kralı unvanı birkaç büyük derebe­yi arasında kavgalara yol açtıktan sonra Almanların kralı ta­rafından alındı; fakat kral iktidarını gerçek olarak, ancak or­dusuyla birlikte memlekette kaldığı zaman icra etmekteydi. Şehirlerin çoğu, buralarm âyan ve eşrafı tarafmdan idare edil­meğe başlanmıştı; köylere büyük arazi sahibi olan ve birkaçı da dük, marki, kont unvanlarına sahip bulunan derebeyleri hâkim bulunmaktaydılar; bunlardan Kuzeyde bulunanlarla Toskana’dakiler kendilerini İmparatorun tâbil sayıyorlardı. Papa’ya kendi toprağında artık itaat edilmemekteydi. İtibari olarak Bizans İmparatorunun uyruğu kalmış olan Güney İtal­ya, gerçekte şehirler arasında taksini edilmiş, derebeyler de bağımsız olmuşlardı.

Lothar’m eski mirası, -ki bu mirasa göre kral unvanı, an­cak kudretsiz prensler tarafmdan taşınmaktaydı-, küçük par­çalara bölünmüştü ve burada hâkimiyet dükler, kontlar, yük­sek rütbeli rahipler ve unvansız derebeyleri tarafından icra olunmaktaydı. Alman kralı bu arazide izafi olarak 1034 de kral

tanındı am a hisbir zaman gerçek olarak hüküm sürmedi.hpanya ’nm parçalmıtşı. — Ispanya bir takım maceralar ge­

çirmişti ki bunlar onu, bütün öteki Avrupa memleketlerinden ayn hale getirdi. Vin. yüzyıldan itibaren, Afrika’dan gelen Müslümanlar burada hem askerî, hem dinî bir şef olup adına Halife denen ve Kortoba’da oturan bir Arap şefine tâbi büyük bir krallık vücuda getirmişlerdi. Bütün iktidarı yalnız bağları­na Müslümanlar kullanıyorlardı. Bunlar, adlarına emir denen askerî kumandanlar tarafmdan idare edilmekteydiler. Bu Müs­lüman hâkimiyeti altında Ispanya, Asya’dan gelmiş olan ya­bancı bir medeniyete sahipti ki bu medeniyet onu, Avrupa’dan ayn tutmaktaydı.

Kuzey ucundaki dağlarda, birkaç hristiyan savaş şefi ba­ğımsız kalmışlardı. Asturya’daki Kuzey-Batı bölgesinde bir Vi- zigot şefinin sülâlesinden gelme olduğunu iddia eden Pelaj ad­lı bir şef, kral unvanını almıştı. Onun halefleri de ilkin Galice ve Leon gibi antik adlar taşıyan hemen hemen ıssız ülkeleri, sonra da yeni bir isimle Kastilya (Şatolar ülkesi) diye adlandı­rılan, ülkeyi işgal ettiler.

Kuzey-Doğu’da, Pirene dağlan bölgesinde, küçük bir hris­tiyan kavml olan Bask'lar hep bağımsız olarak kalmışlardı.- Yükaek ovalarda, ilkin Jacca’da, sonra da Pampeluna’da, "ro­man” dili konuşan küçük bir hristiyan merkezi meydana geldi ki, buranın şefi, IX. yüzyılın sonuna doğru, kral unvanımı aldı. Bu da, sonradan toprağım büyülten Navarre’ın menşei oldu.- Şarlman tarafından fethedilen Akdeniz kıyısındaki bölge Fran­sa kralının hâkimiyeti altında kaldı ve bir kont tarafından idare edildi, o da sonunda Barselona’da yerleşti. Bu da Katar lonya’nın menşei oldu ve burada oturanlar, kendilerine ayn bir kavim teşkil ettikleri duygusunu veren bir dille özel bir takım âdetleri muhafaza ettiler.

Bir kralın birkaç oğlu olduğu zaman, toprağını bunlar* ara- smda taksim ediyor ve bunlann her biri de kral unvanını alı­yordu. Hristiyan Ispanya böylece birkaç hâkimiyet altında par­çalanmış oldu ki bu hâkimiyetlerin genişliği, kral ailelerinin geçirdikleri felâketlere göre değişti. Bu kral arazileri, yani Asturya, Galice, Leon, Kastilya, Portugal, (Portekiz) Navarre, Aragon bazen bir Fransa dükünün ya da kontunun sahip oldu, ğu topraktan daha da küçüktüler.

Saint Jacques de Compostelle kilisesi X . yüzyıldan itibaren büyük sayıda yabancı hacıyı o taraflara çekmekle beraber.

M UKAYESELİ TAR İH Î 103

104 AVRU PA M İLLETLERİNİN

memleket yine de cok yoksul ve hemen hemen Barbar olaraJt kalmıştı. Savaşçılar tam teçhizat bulundurmak için gerekil imkânlara sahip değildiler, ancak hafif bir atlı kuvveti, bsikl bir de piyade kuvveti halindeydiler ve çoğu gidip bir Müslüman şefin hizmetine gririyordu.

İngiltere’de iktidarın m erk^lesm esi. — Kamu otoritesi eski İmparatorluk ülkelerinde parçalanırken, (IX. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar olan süre içinde) Barbar ülkelerde yavag yar vag merkezleşmeğe başlıyordu; İngiltere ve Almanya’daki hris­tiyan olmuş kavimlerle Kuzey ve Doğu Avrupa’daki putperest kalmış kavimlerde bu, ayn ayn vasıtalarla olmaktaydı.

İngiltere’deki Cermen kavimleri dört asır boyunca 4 Sakson kralı ile 3 Ang ıl kralı arasında bölünmüşlerdi. Güney-Batı’daki Kelt halka boyun eğdirmiş olan Wessex kralı, bunlann en kud­retlisi haline gelmişti. IX . yüzyılın sonundan önce Wessex kral- lanndan biri olan Alfred, ülkesini DanimarkalI istilâcılann elinden kurtardı ve Sakson krallanyla hemen hemen bütün An- gıl ülkesinin topraklannı kendi iktidarı altında topladı.

Şarlman’ın büyük ölçüde yapmış olduğunu, Alfred küçük ölçüde yaptı. Büyük toprak sahiplerini, masrafı kendilerine ait olmak üzere ve koruyucu zırhlar kullanarak savaş hizmetinde bulunmağa zorlamak suretiyle silâhlı bir kuvveti yeniden teg- kilâtladı. Adlanna burh denen tahkimli mevkiler İnsa ettirdi ki, bunların içinde ufak bir savaşçı garnizonu vardı; her tah­kimli m evki (adma sMre denen) bir bölgenin, ilçenin merkezi oldu ve bu bölgeye kendi ismini verdi. İste, sonradan bütün İngiltere’ye yayılmış olan, İngiliz usulü kontluklara bölünme şeklinin menşei budur.

Koyu hristiyan olan Alfred, eğitim sahasında küçük çapta ıslahat yaptı. Memleketin ileri gelenlerinin oğullarına okum a, yazma öğretmek için bir okul kurdu. Hattâ Lâtinceyi okuya­bilen bir rühban sınıfı kurmağa bil© kalkıştı ve birkaç Lâtince kitabı, Sakson diline çevirttirdi. Kiliseler yapmak, elyazmala- n nı yaldızlamak, mücevher imâl etmek gibi islerde kullanılajı zanaatkârlan yedirip içirdi.

Onun halefleri de iktidarlannı muhafaza ettiler ve hattâ DanimarkalIlar tarafından işgal edilmiş olan ülkeyi bir müd. det için geri aldılar. FaJcat Alfred’in sülâlesinin son mensupla^ n 978 yılından itibaren çok zayıf düştüklerinden, Danimarka- lılann yine gelip memleketi hükümleri altına almalarına engel olamadılar;, birkaç yıl boyunca da Canut adlı bir DanimarkalI

hem Danimarka, hem İngiltere üzerinde hüküm sürdü. Fakat Canut hrIstiyandı ve yine bağnmsızhğına kavuşan İngiltere, Sakson sülâleden gelme Edward adlı bir tek kral altında bir. legmlg olarak kaldı ki, bu kraJ, ileri gelen şahsiyetlerin kuı^ duklan meclis tarafmdan seçilmişti.

AlmanvO' kavimlerinin birleşmesi. — Alman dili konuşan nufus (Almancada adına Stamm denen) küçük sayıda grupla­ra bölünmüş haldeydi. Herbiri kendi âdetlerini, kendi özel hu­kukunu, kendi dileyekini muhafaza ediyor ve Almancada Her- zog diye adlandırılan bir savaş şefinin otoritesini tanıyordu.VI. yüzyılda Thuringen’liler kavmi kom§ulan tarafmdan yokedileliberi, yalnız 5 kavim kalmıştı ki bunlar Güney-Batı’da Rhein nehrinin dirseğine kadar (adlanna Schwab’la.v denen) Alamanlar; Güney-Doğru’da, Tuna yaylasında İslovenlere bo­yun eğdirerek Alp’lere Jloğru yayılmağa başlayan Bavyeralı- 1ar; - Kuzey.Batı’da, Kuzey Denizinin kıyılan üzerinde Frison’­lar; Kuzey-Doğu’da, Rhein ve Elbe nehirleri arasında, Sak­son’lar; - dan ibarettiler. Almanya’nın bütün geri kalan kısmı hepsinin en kuvvetlisi olan kavime, Franklara ait bulunmak­taydı ki bunlar Rhein nehrinin iki kıyısı ile Alamanlardan fet­hetmiş olduklan Mein ülkesine yerleşmiş bulunmaktaydılar.

Bütün bu kavimler, ilkin Charlemagne’ın ailesinden almmıs olan, bir tek kral tanıyorlardı. Bu ailenin soyu 011 de tükenin­ce, yüksek rütbeli rahiplerle savaş şefleri gibi ileri gelen kİ. siler, düklerden birini kral olarak tanımak gibi bir âdeti be­nimsediler. Bu da, bir asır boyunca, Saksonlar dükü oldu. Bun­ların birincisi olan Heinrich, memleketi Macarlara karşı sar vundu. Onun oğlu Otto, M acarían kesin olarak püskürttü ve düklerin yerine, kendisine sâdık olan adamları geçirdi. Pisko­poslarla rahipleri, Kilise’nin büyük arazisine ve bir kontun yetkilerine sahip büyük memurlar haline getirdi. Bunlan hü- hûmet müşaviri olarak yanma alıyor ve maiyetleriyle birlikte hizmette bulunmaları için savaşa da götürüyordu.

Böylelikle Otto atlı savaşçılardan meydana gelme bir or­duya sahip oldu. Bunu alıp İtalya’ya götürdü. Oradaki mahalli şefler artık hiçbir krala itaat etmiyorlardı, Otto ilkin kendini Lombard’ların kralı, daha sonra da Rom a’da İmparator ilân etti. Böylelikle, Ortaçağın sonuna kadar devam eden ve sonra^ dan “ Cermen Milleti Rom a Kutsal 'İmparatorluğu” diye ad­landırılan İmparatorluğu meydana getiı-en bir gelenek kurmuş oldu. Her Alman kralının İmparator ve Lombard kralı olmağa

M UKAYESBLÎ TA R İH İ 105

106 AVRUPA M İLLETLERİNİN

hakkı vardı ama, İtalya’da tanınmak için oraya gitmek zo­rundaydı. Kendisine tâbi bütün savaş adamlarının katılmak zorunda olduklan “Rom a sefer heyeti” ni toplantıya gağınyor ve ordusuyla beraber ilkin Pavia yakınındaki Monza’da Lom- bard kralının tacını almağa gidiyor, sonra Rom a’da Papa ken­disine İmprator sıfatiyle tac giydiriyordu.

İmparator olan Alman kralı, Avrupa’da rütbe bakımından en yüksek şahsiyet oldu. Komşu ülkelerin şefleri tarafmdan,X. yüzyılda Rhein ile Meuse arasındaki, Lothar’m eski toprak- lannda, X I. yüzyılda Fransız dili konuşan ve İsviçre’den Ak­deniz’e kadar uzanan ülkelerde (ki bunlar izafi olarak, evlât bırakmaksızın 1034 te ölmüş olan bir kralın hâkimiyeti altında toplanmış bulunuyorlardı) yaVaş yavaş hükümdar olarak ta­nındı. Bunların en kudretlisi olan III. Heinrich hattâ Bohemya ve Polonya’daki İslâv milletlerinin şeflerine dahi kendini hü­kümdar olarak tanıttı. f

Bu kadar geniş bir araziye itibarî olarak hâkim bulunmak, İmparatora büyük bir prestij veriyordu; fakat uyruklan olan prensler çoğu zaman bağımsız şefler gibi davranmağa devam ediyorlardı. İmparator, hattâ Almanlara dahi hükmünü seçire- bilmek; için, onlara ordusuyla birlikte şahsen görünmek ihtiya- cındaydı. Belirli bir oturacak yeri yoktu ve ayaklananları bo­yun eğmeğe zorlamak için, zamanının büyük bir kısmını, hâ­kimiyeti altındaki ülkeleri dolaşmakla geçiriyordu.

İskandinav kavimleri. — En enerjik Barbar kavimlerin gıkmış ve halen dahi Nordik tipinde insanlann en büyük nis- bette mevcut olduğu İskandinavya’da, IX. yüzyılda üç kavim oturmaktaydı. Bunların sayıca en kalabalığı olan Danimarka kavmi, yanmadanm bütün Güney bölgesini işgal etmekteydi ki burası, Iskanya adı altında 1658 e kadar Danimarka’ya ait olmuştur; Danimarka kavmi buradan adalara, sonra da Jut- land’a yayılmıştı. Bu kavim, IX. yüzyıl başında bir şefin hâ­kimiyeti altında toplanan ilk kavim oldu ve bu şef de Cermen­ce Konung (kral) unvanını aldı. Batı’da, Okyanus’ıın dağlık kıyısında dağılmış bulunan kabileler sonradan bir kra! hane­danının hâkimiyeti altında toplandılar. Geleneğe göre bu hane­dan “güzel saçlı” Harald tarafından 872 yılında kurulmuştu; bunlara “Kuzey insanlan” anlamına gelen bir ad verildi (Nor­veçliler). Denizlerde dolaşarak savaşan ve adlarına Viking de­nen savaşçılar bu iki kavimden gıktı; bunlar Avrupa’yı yağma ve tahrip ettiler, İngiltere’nin Kuzey-Doğusu ile İrlanda ve

Normandiya kıyılarındaki nufusu değiştirdiler.Yüksek dağlarla Baltık denizi arasındaki bölge Svea (İs­

veçliler) diye adlandırılan ve Merkezde yerleşmiş bulunan ka­vime aitti. Bu kavmin, Upsala şehrinde, müşterek bir putpe­rest tapınağı vardı; fakat ancak XI. jüzyılda, Upsala’nın ve. raset yoluyla başrahibi ve bir millî şefler ailesinin halefi olan Olaf, kral unvanını aldı. Olaf iktidan ancak halk meclisiyle anlaşma halinde icra edebiliyordu.

Adlanna “deniz, krallan” denen çete reisleri yağma için tertipledikleri seferlerden dönerek, savaş ve adalet şefleri olan İskandinav krallarının otoritelerini hemen hemen hiçe indiı^ mişlerdi. Hattâ daha sonra da bu krallann iktidarlan belirli bir şekilde babadan oğula geçer hale gelmedi ve hep kendi şahsî enerjilerine bağlı bir şey olarak kaldı.

Güney’deM İslâv kavimleri. — Elbe’den Asya’ya ve Kara­deniz’e kadar çok geniş bir alana yayılmış bulunan ve İslâv dili konuşan kabilelerin herbiri daimi bir toprak üzerinde, sa- vai) şodorlnln hâkimiyetleri altnıda kavimler halinde toplandı- lai'; bu çoflor do Ccrmencesinden taklid edilmiş olan Knez un­vanını aldılar (ki bu unvan Lâtlnceye rex ya da regulus şek­linde çevrilmiştir).

Güney Islâvlan eskiden İllirya diye adlandırılan dağlık böl­ge ile aşağı Tuna ovalarında yerleşmişlerdi; buraları, halkı yokedilmiş olan ıssız memleketlerdi (ki bunun böyle olduğu, bütün yer adlarının İslâvca olmasından da. bellidir). Güney Is- lâviarı Alp’ler bölgesine ve Adriyatik’e kadar yayıldılar ve so. nunda 3 millet meydana getirdiler.

Doğuda Aşağı Tuna’da birkaç (söylendiğine nröre 7) kabile, Hazar isimli atlı kavime karşı koyabilmek iç in ,' Asya’dan gel­miş olan sarı ırktan bir kavmin, Bulgarlann şefinin emri al­tında, bir tek kavim halinde toplandılar ve bu kavim diliyle törelerini muhafaza etmekle beraber, kralının adını aldı. Çoğu zaman Konstantinopolis’e karşı savaş halinde olan kral, hâki­miyetini genişletti ve X . yüzyılda Çar (Çesar), yani İmparator unvanını aldı. Adma İslâvınya dendiğine göre IX. yüzyıldan itibaren bir İslâv ülkesi haline gelmiş olan Makidonya, iki komşusu olan Bulgarlarla Sırplar arasında bölüşülemedi ve kavga sebebi oldu.

Merkezde, Sava ovasına kadar olan bölge eski bir İslâv is­mi olan Sırplar adını muhafaza eden savaşçı kabileler tarafın­dan işgal edilmişti ve bu kabileler, zupan diye adlandınlan

M UKAYESELİ TARİH İ 107

308 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

birkaç mahalli gef arasında bölünmüş bulunmaktaydı. X . yüz. yılda bu kabileler, adına büyük zupan denen bir tek gefin emri altında toplandılar ve sırp milleti de böylece roeydajıa gelmig oldu. Sırp şeflere, sonra da Hırvat kralına tâbi olmuş bulunan Kuzey ülkesi, Bosna adı altında küçük bir bağımsız Devlet halin© geldi.

Batıda adlanna Hırvat’lar (dağlılar) denen kabileler Alp’­lerden Adriyatik’e kadar olan bölgeye yerleşmiş bulunuyorlar­dı. Bunlar da Avar atlılanna, sonra Frank krallanna boyun eğdikten sonra 14 şef (zupan) arasında bölüşülmüş olan, savaş­çı bir kavim teşkil ettiler ki bu, XI. yüzyılın sonunda bir tek kralın emri altında birleşti.

Islâvlar Alp dağlannı aşarak Batı’ya doğru, Venetia’ya ka­dar girmişlerdi. Bunlar oralarda Isloven de Wende adlan al­tmda, küçük kabilelere bölünmüş olarak kaldılar ve bu kabi­leler hiçbir zaman müşterek bir şefin emri altında birleşmedi- 1er. Bu Islâvlar yavaş yavaş Alman savam şeflerinin hâkimiyet­leri altına geçtiler, bu şefler de onlann memleketlerini İm pa­ratorlukla smırdaş ülkeler halinde teşkilâtladılar (Istirya, Ka- rintiya, Frlyul).

B an İsldvlan. — Elbe ile Vistül arasmdaki, Cermen ka­vimleri tarafından terkedilmiş bölgeyi işgal eden Kuzey-Batı Islâvlan, Almanlarla olan münasebetlerinin mahiyetine göre, başka bir kadere sahip oldular. - Almanya-’ya komşu kabile­ler ancak küçük kavimler meydana getirdiler ki, bunlann şef­lerine vakanüvisler tarafmdan “küçük kral" adı verildi. Bal- tık kıyısındaki kavimler ise hristiyan oldular, Alman kralla, nyla ittifak yaptılar ve sonunda Cermenleştiler. Bunlann reis­leri Alman Mecklenburg ve Pomeranya (ki bu ad Islâvcadır ve “deniz kıyısında” demektir) prensleri oldular; Vistül’ün sol kıyısmdaki, İslâv dillerini muhafaza eden Kashube’ ler hariç, nufus Almanca konuştu.

Saale kıyısında yerleşen ve Sırplarla aynı adı (Sorab’lar) taşıyan, 806 dan itibaren de bir tek prensin hâkimiyeti altmda toplanan kavimler, (adlanna margrwo denen) Alman smır ku­mandanları tarafından hâkimiyet altına alınarak Cermenleş. tirildiler. Bunlar, sonradan Saks krallığı haline gelen Meissen Markası (Sınır eyaleti) nin halkını teşkil ettiler. B ir kısmı Is- lâvca bir isimle Lausitz diye adlandınlan ülkeye doğru püs­kürtüldü; hattâ Spree nehrinin kaynağı yakınlarında Islâvca konuşan küçük bir “Wende” grupu bil© kaldı.

Elbe'nin sol kıyısındaki, Polab (Elbe yakınında) coğrafî adıyla isimlendirilen kavimler, iki asırdan fazla bir zaıtıan din değ-iştirmeğe ve Alman fetihlerine karşı koydular. Bunlann tahkimli şehri olan Retra ancak 1068 de zaptedildi. Sonunda bu kavim ler ya yokedildiler, ya da Alman kolonlarının köleleri oldular ve Cermenleştiler. Şehirlerinin Branibor olan İslâvca adı, Brandeburg' olaräk kaldı.

Daha Güneyde, Tuna’nın 'iki yanında yerleşmiş olan İslâv kabileleri IX . yüzyıldan itibaren adma Büyük Moravya denen geniş bir toprağın hâkimi olan kralın emrinde bir millet mey. dana getirmeğe başlamışlardı. Bu toprak, Macarların istilâsıy­la ikiye bölündü. Halkın büyük kısmı Macar savaşçılara* boyun eğdi ve bunlann dilini benimsedi. Kuzeydeki dağ bölgesi hal­kı Macar krallarinın uyruğu oldu ama konuşmakta olduğu İs­lâv dilini ve kavminin Slovak olan adım muhafaza etti. Bağım­sız kalmıy tek parça Morav’lar adını muhafaza ederek sonunda Bohemya adlı İslâv memleketiyle birleşti.

İslâv dili konuşan iki grup, bağımsız bir millet teşkil et­tiler. Dağlarla çevrili olup Bohem ya (Boyenler ülkesi) adını muhafaza etmiş olan Yukan Elbe bölgesinde Çekler adıyla bir İslâv kavmi teşekkül etti ve bunlar, IX. yüzyıldan itibaren ad­lanna dük denen şeflerin idaresi altında toplandılar. Prag dü­kü iktidannı bütün Bohemya’ya yaydı, sonra 950 de kendini Alman kralınm uyruğu ilân etti. Ondan sonra da itibarî olarak Almanya krallanm n uyruklan olan dükler, kral unvanını an­cak X n . yüzyılda aldılar.

Oder ile Wartha büyük ovasında X. yüzyılda, yalnız Polon’- 1ar (ova adamlan) coğrafî adıyla anılan' ve tek gefin emri al­tında toplanan İslâv dilli bir millet teşekkül etti (1), Bunlann hristiyan olan ve kral unvanını alan şefi ilkin Batı bölgesin­deki Posen (Poznan) de oturdu ve bu bölge Büyük Polonya admı muhafaza etti. Kral XI. yüzyılda hâkimiyetini çok genig arazi üzerinde genişletti. İlkin Yukarı Vistül bölgesinde Kra- kovi ülkesine hâkim oldu ve buraya Küçük Polonya dendi; sonra da Vistül nehrinin yatağının orta kısımlanna hâkim ol­du, burada da Varşova kuruldu.

Buslar. — Ormanlar ve bataklıklarla kaplı, hemen hemen ıssız vo çok genig arazi üzerinde dağınık olarak kalmıg bulu.

M UKAYESELİ TAR İH İ 109

f i j lAahh yahut leh adı hu millete yalnm vabemeıiar tara- Jjmckm verilmiştir.

110 AVRU PA M İLLETLERİNİN

nan Doğrudaki İslâv kabileleri deniz yoluyla İsveç’ten gelen ve kendilerine Ruslar denen yabancılar tarafından bir araya top­landı. Bunlar hem savaşçı, hem tâcir olan Iskandinavlardı ki yaya olarak, baltayla savaşıyorlardı. Baltık Deniziyle Karade­niz arasında, yol üzerinde şehirler kurdular. Kuzeyde N ovgo- rod. Güneyde K iyef adını taşıyan bu şehirler hem garnizon, hem pazar vazifesini göriiyordu. K iyef X . yüzyılda kralın ma­k a m haline geldi. Bunların çeteleri gemilere binerek Dnieper nehrinden aşağıya iniyor, hattâ Karadeniz'i aşarak Konstân- tinopolis’e kadarı gidiyorlardı.

Iskandinavca olan R w adı yavaş yavaş Doğrudaki bütün İslâv kavimleri içine almağa başladı. Fakat bu çok geniş ara­zi üzerinde töre ve dil bakımından ayrılıklar belirdi ve sonun­da, diyelekler gözönünde tutularak, üç grup meydana geldi; Batı’dakiler, Polonyalılann komşuları olan Beyaz BıtMar’di] Güney’de, adına sonradan Ukrayna denen verimli ovada Küçük Rusya vardı; Kuzey’de ise Büyük Rusya bulunmaktaydı ki, Ruslar en Kuzey’deki ormanlar bölgesine girdikçe bu kısım, daha da büyüdü. Ruslar Finli halkı da kendileriyle kaynaştır­dılar ve bunlar, Rusların töreleriyle İslâv dillerini benimsediler.

Çeşitli otorite nevileri. — ■ O devirde otorite iki ayn çeşit hukuka dayanılarak icra ediliyordii. Kamu iktidarı antik site, lerde ve Barbar kavimlerde olduğu gibi, seçilen yahut veraset yoluyla işbaşına gelen bir şef tarafından bütün kavmin toplu­luğu adına ve onun genel menfaatleri gözönünde tutularak icra ediliyordu.- Bunun tersine olarak da özel iktidar, her büyük toprak sahibi tarafından, arazisinde oturmakta olan kimseler üzerinde icra olunuyordu; o da bu hakkı kendi şahsî menfaati için kullanmaktaydı. Fakat fiiliyatta iki iktidar sadakat yemi, ni, mahkeme, vergi tahsilâtı, elkoymalar ve hattâ bazen savaş hizmetleri bakımından birbirine benzer şekiller arzediyordü; öyle ki, her özel durum bahis konusu olunca insan çoğu zaman bu halin kamu iktidannm bir devamı mı, yoksa mülkiyet hak­kı adına kabul ettirilen bir mecburiyet mi olduğunu birbirin­den ayırdedememektedir.

Otoritenin herkesin iyiliği için çalışan bir kamu hizmeti olduğu duygusu,^ Rom a İmparatorluğundan ayn ve bağımsız kaJmıs olan Cermen, İskandinav, İslâv gibi bütün Barbar ka. vimlerde müşterek gibi görünmektedir. Alman hukuk tarihçi­

lerinin iddialarına göre kralın aahip olduğu kamu otoritesi kavramı, hattâ düklerle kontlar kralın şahsî tâbileri haline geldikten sonra dahi, Almanların zihinlerinde daima mevcut olarak kalmıştır. Şefin kamu iktidarına sahip olduğu duygusu ise, Rom a İmparatorluğu arazisine yerleşmiş olan kavimlerde daha fazla zayıflamıştır.

Bütün hür insanlar tarafmdan garlman’a karşı edilen sa­dakat yemini aynı zamanda bütün kavim üzerinde otorite kul­lanmak hakkına sahip şefe itaat için de yapılmış bir vaiddi; fakat bu. Frank hâkimiyeti altındaki üjkelerde kayboldu. Bu­nun bir izi Lombard’lar ülkesinde kalmıştı: Orada kont, kral adına, ileri grelen şahsiyetlere yemin ettiriyordu. Almanların kralına uyruklarının sadakat yemini ettiklerine dair elimizde bir delil yoktur; memleketin ileri gelenleri de kendilerini kra­lın tâbil saymağı âdet edindikleri zaman, derebeyi töresine uy­gun şekilde yemin ettiler. Buna karşılık, İngiltere’de kralın, o zamanlar kendisine tâbi olmayan savaş adamlarından sadakat yemini almış olması muhtemeldir.

Barbar kavimlerde savaş hizmeti bütün hür erkekler için mecbuı-î idi. Fakat savaş artık yalnız kendilerini teçhiz edecek durumda olan atlılar tarafmdan yapılır hale gelince, Frank kralının ordusu, hükümdarın ve tabilerinin şahsî maiyetinden ibaret kaldı. Eski İmparatorluk ülkelerinde ortadan kalkmış bulunan kamu hizmeti, yaya olarak savaşmağa devam eden ka­vimlerde yani Almanya ve İngiltere Saksan’larmda XI. yüz­yıla kadar devam etti; İskandinav ve İslâv kavimleriyle Ma- carlarda da prensip bakımından muhafaza edildi. Derebeylik rejiminin girdiği ülkelerde ise bu, hiçbir zaman tamamiyle kay­bolmadı.

Barbar kavimlerde adalet, hür insanlar kurulu önünde yar pılan bir genel menfaat işlemiydi ve hür insanlar bu kurulda hazır bulunmağa mecburdular. Franklarda kurul mecburi ola­rak yılda üç defa toplanırdı ve bu âdet, Lombard’lar ülkesine de yayıldı. Mahkemeye kral adma kont başkanlık ederdi; hü­küm, ufak bir âyan ve eşraf grupu tarafında:n verilirdi. Al­manya’da adaleti tevzi etmek iktidan her zaman kralın yetkili olduğu bir iş olarak kalmış ve bu iktidar ancak bir kamu hiz­meti gören yüksekj şahsiyetler tarafından, kralın kesin ve açık olarak verdiği vekâlete dayanılarak icra olunmuştur. Aynı prensip Anglo-Saksonlarla İskandinav ve İslâv kavimlerinde de muhafaza edilmişe benzemektedir. Fransa’da kamu mahkemesi

M UKAYESELİ TAR İH İ 111

1 1 2 AV RU PA M İLLETLERİNİN

âdetler arasından sıkmıg ve Rom a usulün© uygrun olaralc bir memur tarafından tevzi edilen adalet şekli ise yalnız rühban tarafmdan muhafaza olunmuştur.

Bütün Avrupa kavimler! kamu otoritesine genel menfaat adına ve hiç olmazsa acele bir ihtiyaç halinde, para veya ayni­yat olarak bir vergi koym ak yetkisini tanımışlardır. Fakat Barbar kavimlerin şefleri daimi vergi ihdas etmemişler, hattâ eski İmparatorlukta oturmakta olan kavimlerde eski Roma vergilerini idame ettirememişlerdir. Fransa ve İngiltere’de is­tilâcı Normanlara bir fidye verm ek için bütün halktan para olarak vergi almak usulü, istilâlarla birlikte kesilmiştir. İtal­ya’da ise vergi, İmparatorun ordusu geçtiği sırada bunu bes­lemek için ayniyata yapılan elkomalardan (tekâliften) ibaret kalmışa benzemektedir. Almanya’da, kral zaman zaman şehir, lerden bir vergi almış, fakat savaş adamlan bundan bağışık tutulmuştur. Fransa’da ise bütün kamu vergileri son bulmuş­tur.

Mülk sahibinin özel otoritesi. — Büyük araziden meydana gelme ülkelerde, bir kamu otoritesinin adma yapılan işlemlerin yerine, IX . ilâ X I. yüzyılda yalnız büyük arazi sahibinin özel hakkı üzerine kurulmuş bir işlemler sistemi geçti. Büyük ara­zi sahibi, toprağındaki iki çeşit inaan, yani a.raziyi ekip biçen köyljalerle maiyetini teşkil eden savaşçılar üzerinde birbirinden ayn bir otorite icra ediyordu.

Mülk sahibi yaefından gelme en eski ve en kuvvetli oto­rite, arazi üzerinde yerleşmiş hür veya serf, bütün köylüler üzerinde icra olunuyordu. Sahip veya efendi köylülerden, fiili­yatta sınırlar olmayan bir itaat istiyebilirdi. Çoğru zaman bu iktidar, kralm bir "dokunulmazlık fermanı” na kaydedilen açık ve kesin bir hüccetle tasdik olunmuş ve mülk sahibine, top­rağında oturmakta olanların borçlu bulundukları vergiyi kral hesabına tahsil yetkisini vermiştir.' Fakat dokunulmazlık her. hangri bir kamu memuruna, herhangi bir otorite fiilini icra için araziye girmeği yasak etmiş bulunduğundan, böylece fiilen bağımsızlaşmış olan mülk sahibi ,toprağınm sâkinleri üze­rinde, kamu otoritesi memurlarından nez’edilmiş olan bütün iktidarları icra kullanabiliyordu. Böylece mülk sahibinin zabı­ta tedbirleri almak, nizamlar kurmak ,tevkif ettirmek, mev. kuf tutmak, yargılamak, mahkûm etmek, idam etmek, vergi tahsil ve tekalif vaz’etmek ve hatta - bir şatoda gözcülük et- mek ve bunu savunmak gibi . bir köylünün yapabileceği cins­

ten bir isavas hizmeti talebinde bulunmak nevinden hakları vardı.

Lâtincede adma dominus (sahip) denen mülk sahibi bu oto­riteyi bilhassa arazisinin gelirini arttırmak için kullanıyordu. Toprağın kirası olarak kiracılarının borglu bulundukları kira bedeliyle angaryaların hasılasına o, tekâlif, vergi, geçit ve iskân hakkı ile - ki bunlar Rom a rejiminden kalma şeylerdi - para cezalarını, ve mahkûmların müsadere edilen mallarını da ilâve ediyordu. Onun için, XI. yüzyılın evrak ve belgelerinde adalet, arazinin gelir kaynaklan arasında sayılıp yer almak­taydı.

Daha sonra ihdas edilmiş olan diğer bir özel otorite çeşi­di de, ömürleri süresince kendi hizmetine girmiş uyruklan olan savaşçıları üzerinde, savaş §efi olan senyör’e (seigneur, dere­beyi) aitti. Bu savasçılari kendisine bağlayan şahsi taahhüt bir yeminle yürürlüğe girmekteydi: Diz çöken uyruk aavasçı derebeyine sadık kalacağına ve ona herkese karsı hizmette bulunacağına dair yemin ediyordu; böylece onun adamı (hom- me) oluyor ve bu törenin adına da (adamı olmak, uyrukluğu, na girm ek anlamma) hommage deniyordu. İlkin Frank’larda ihdas edilen bu âdet, Almanya’ya, İtalya’ya ve İspanya hris- tiyanlarına da yayıldı.

Derebeyi ilkin “adam”lannı kendi yanında alıkoymak, on­lan teçhiz edip doyurmakla işe başlamıştı. Fransa’da IX. yüz. yılm sonundan itibaren uyruğuna, ailesiyle (1) birlikte ye!> legip kam ını doyurması ve teçhizatını tedarik edebilmesi için gerekli şeyleri sağlamak üzere rençberlerle meskûn bir toprak vererek, bu külfeti kendi üzerinden attı. Sonraları bir toprak, tan başka şeylere de uygulanan bu imtiyai, Cermenceden lâ- tinceye fevm ıs (ki tımar, zeamet anlamına fief, bundan gel­medir) yahut da feodum (ki feodal, yani "derebeylikle ilgili” sözü bundan gelmedir) diye çevrilen isimlerle adlandırıldı.

Tımar âdeti Fransa’da başlamıştı; burada büyük şahsi­yetler zaten toprağa bağlı köylülerle meskûn çok geniş arazi­ye sahip bulunmaktaydılar. Derebeyi, tımar olarak devretti­ği toprağın sahibi kalıyor ve uyruğun ölümünden sonra bunu

M UKAYESELİ TA R İH İ 113

f l ) Aileleri olmayan, yani bekâr savaşçıların ^derebeyimin evinde yatıp kalkmalar% muhtemel olduğunu gösteren bazı he- Urtiter de vardır.

F. 8

114 AVRU PA M ÎLLETLEflİNİN

geri almak hakkını muhaiaza ediyordu. Fakat uyruk kendi ye- rlnl tutabilecek bir erkek çocuk bıraktığı zaman, onun hizmB- te devamına ve tım an muhafaza etmesine cevaz vermek, tabii bir şeydi. XI. yüzyılın sonundan itibaren savaş adamı olan her uyruğa bir araziyi tımar olarak vermek ve ölümünden sonra da onun oğlunu hem uyruk, hem de toprağın sahibi olarak ka­bul etmek âdeti umumi bir hal almıştı. Dük, kont, rahip gi. bi yüksek şahsiyetler, kralın bu rütbeleri kendilerine bir tı­mar olarak bahşettiğini kabul etmiş bulunuyorlardı.

Bu âdet ilkin kralın uyıukları oian yüksek rütbeli şah.si- yetler, sonra da savaş adamları için olmak üzere, Almanya’ya da yayıldı. İtalya'da ilkin feshi kabil, sonra da ömürle kayıt­lı bir hak olarak kalan tımar sahipliği, uyruğun oğluna da ancak XI. yüzyılın sonunda imparatorun bir ferrnaniyle tanın­dı. Fransız âdetine uyan Katalonya hariç olmak üzere Ispan­ya’da tımar sarih olarak irsî haie gelmedi ve derebeylik reji­mi bütün topraklan kapsamadı.

İjyruk vasfıyla bir tımar sahipliğinin ayrılmaz bir bütün teşkil etmesiyledir ki derebeylik rejimi meydana gelmişti. Pa­kat birbirlerinden aynlm az iki âdet olan uyruklukla tımar, fiiliyatta birbirleriyle bağdaşamadılar. Uyruk savaş adamı, de- rebeyinin (efendisinin) evinde yaşadığı müddetçe kendini onun hizmetinde, ona bağlı ve itaatle görevli hissediyordu. Fakat üze­rinde evinin bulunduğu, gelirlerini sağladığı, köylülerin ken­disi için çahştıklan bir araziye babadan oğula yerleşince o, kendini her şeyden önce tımar olarak verilen toprağın sahibi hissetti ve derebeyine hizmeti sıkıcı bir mecburiyet sayarak bunu kısma, azaltma çarelerini araştırdı. Tımara bir hizmetin ödenmesinden ziyade bir arazinin sahipliği gribi bakıldığı za­man, aynı kimsenin miras, evlenme veya satın alma yolu ile ayn ayn derebeylerine bağlı birkaç tımara birden sahip ol­ması âdeti yerle.5ti. O zaman bu kimse birkaç derebeyinin uy­ruğu oluyor ve iki tımar için aynı adamın hem uyruğu, hem derebeyi dahi olabiliyordu. Hatta uyruk kendisini, birbirleriyle savaş halindeki birkaç derebeyinin tâbii haline sokan çok sar yıda tımarlara sahip olduğu zaman hizmet, yerine getirilmesi imkânsız hale dahi geldi.

Rejim in ana temeli olan uyrukluk, böylece zayıflamış ve başlangıçta uyruğun hizmetini mükâfatlandırmak için konul, m uf bir usul iken, sonradan derebeylik tarafından şeklî bir hale indlrilivermişti.

Derebeyinia, hem kraUn halk üzerindeki kamu otoritesin­den ,hem de mülk sahibinin kiracıları üzerindeki otoritesin­den farklı olan, kendi uyruklan üzerindeki otoritesi, yeni usullerle icra olunmağa başlamıştı (VII. bölüme bk.).

Putperestlerim, dm değiştirmesi. — IX. ve X I. yüzyıllai' arasında dinî birliğin dıgında kalmış olan Avrupa kavimleri de hristiyan dinini kabul ederek bu birliğe girdiler ve rühban sınıfının otoritesi hemen hemen bütün Avrupa kavimleri üze­rine yayıldı. Bu din değiştirtme işi birblrleriyle rekabet ha­linde olan iki makam tarafından idare edildi ki bunlardan b ir ri, Papa’nın ruhani otoritesine tâbi prensler tarafından des. teklenen Rom a Kilisesi; öteki de Konstantinoplis’teki im pa­ratora bağlı olan Ortodoks Kilisesi İdi. Bu din değigtirme iğinde nadiren hedefe, halka hitabeden misyonerlerin propar Randasıyla, çoğu zaman da hristiyanlığı daha önce kabul et. mİ8 bir prensesin yardımıyla ulaşıldı. Bu iş, memleketin kra­lı veya prensiyle yapılan bir anlagma ile gerçekleşiyor; kral veya prens hristiyan dinini kabul ederek halkı da bu dini k ar bule zorluyordu. Çoğu zaman ayaklanmalar ve yerli dine dö­nüşlerle yarıda kalan bu din değiştirme işi, IX . ve XI. ^ 2>- yıllar arasında, ancak pek yavaş ilerliyebildi. '

Iskandinavlar, uzun bir direnişten sonra, hristiyanlığı In­giltere’den aldılar. DanimarkalIlar, - IX . yüzyılın ortasında bir Alman havarisinin uğradığı başansızlıktan sonra - (kral Harald tarafmdan) ancak 965 te hristiyan ilân edildiler ve sırf İngiliz hristiyanlanyla olan münasebetlerinin etkisiyledir ki, X I. yüzyılın başında kesin olarak hristiyanlaştılar. - N or. veçliler, kral Hakon tarafmdan X. yüzyılda yapılan bir din de­ğiştirtme deneyinden sonra ancak esasen İngiltere’de din de­ğiştirmiş bulunan krallar tarafından kesin olarak hristiyanlaş- tırıldılar. - İsveçlilerin, XI. yüzyılda Normandiya’dan gelme İngiliz din adamlarınca hazırlanmış olan, din değiştirmeleri isi, ancak, Upsala’daki yerli tapınağın rahibi olan kralın da bu di. ni kabul etmesiyle resmileşti.

Batı Islâvlan prenslerin ve yüksek rütbeli Alman rahip­lerinin çalışmalanyle din değiştirdiler. Almanya’ya en yakın olan kavimlerden mukavemet gösterenler yokedildiler; boyun eğren yahut alman prensleriyle ittifak yapanlar da hristiyan oldular. Bunlar, VIII. yüzyıldan itibaren boyun eğen İsloven- 1er, MeckIemburg ve Pomeranya prensleri, Melssen’in alman

M-UKAYESELİ TA R İH İ 115

116 AVRUPA. M İLLETLERİNİN

margravı tarafından boyun eğdirilen Sorab’Iar oldular. Bağım, sız kalmış olan İslâv kavimleri, prenslerinin istekleri üzerine hristiyan oldular. Çeklerin, IX. yüzyıhîı bağından itibaren birçok şeflerin vaftizi il© başlamış bulunan din değiştirmeleri işi, prens Wenzeslas tarafından tekrar ele alındı, fakat prens 935 de putperéstlerin bir ayaklanmasına kurban giderek ölünce, millî bir aziz vasfını aldı. Alman kralının uyruğu olan Prag prensi Alman kralının uyruğu olup Prag piskoposluğunu kurunca. Çeklerin din değiştirmeleri işi de sona erdi. Polonya^ hların din değiştirmesi işine X . yüzyılda hristiyan bir çek prensesi ve onun, Poznan’daki ilk Polonya piskoposluğunu ih­das eden oğlu tarafından başlanıldı; bu ig, zâlim bir prens olan Boleslas tarafından sona erdirildi ve bu adam, şiddetli cezalar vererek uyruklarına dini, ahlâkı ve imsaki zorla ka­bul ettirdi.

Macarlar hristiyanlığı ele geçirdikleri hristiyan esirlerden öğrenmişlerdi. Din değiştirme iğine Konstautinopolis’ten gel­me bir hristiyan prensesin kocası tarafından devam edildi ve bu iş, onun oğlu olup Bavyera dükünün kızkardeşiyle evlen­miş olan W alk tarafından sona erdirildi. W aik 997 de bir hris. tiyafl adı olan Stefan ismini ve kral unvanını aldı, Papa’nın otoritesini tanıdı, o da ona bir tac gönderdi; Stefan’ın getirt­tiği alman kilise adamları, Almanya’dakileri örnek alarak pis­koposluklar ve manastırlar kurdular. Rom a Kilisesine bağla­nan Macar kavmi ve onunla beraber, uyruğu olan Slovaklar, Batı’nın din ve medeniyet birliğine girdiler.

Öteki dinî otorite merkezi olan Konstantinopolis de Gü­neydeki İslâv kavimlerinin en büyük kısmı ile Doğudaki bü­tün İslâv kavimlerin din değiştirmeleri işini idare etti. Bu işe, Konstantinopolis’te yetişip büyümüş bir Bulgar prensesinin teşebbüsüyle başladı ve bu prenses, misyoner olarak, Selânik dolaylarından iki keşiş gönderdi. Bunlar Grekçe K iril ve Met- hodos adlan altında “ Islâvlann havarileri” oldular. Grek al­fabesini değiştirerek İslâv dilinde ilk yazıyı ve eski “Islâvon- ca”da dua v^ âyinleri meydana getirdiler ki bu sonuncusu, or­todoks kavimlerde yerleşip kaldı. - Bulgarların kralı IX. yüzyıl­dan itibaren hristiyanlığı kabul ettiğini ilân eyledi. - Adri­yatik kıyılarındaki Islâvlar IX . yüzyıldan itibaren İtalya’dan gelen misyonerler ve Bizans İmparatorunun uyruğu olarak kalan kıyı şehirlerin piskoposları tarafından yapılan çalışnna- larla dinlerini değiştirdiler; daha igeridekiler ise sonradan

hristiyan oldular. Fakat bu kavimlerin şefleri uzun zaman iki Kilise arasında tereddüt ettiler ve bölünme ancak X II. yüz­yılda kesin hale geldi. Hırvatlarla Islovenler Rom a Katolik kilisesine grirdiler; Bulgrarlar, Sırplar (ve Romenler) ise or. todoks kilisesinde kaldılar.

Rus Islâvlannda, doğrudan doğruya Konstantinopolia’te- ki rühbandan gelme olan din değiştirme işine prenses Olg-a'- dan başlandı. K iyef’te kral olarak oturmakta olan onun toru, nu X . yüzyılın sonunda hristiyan olduğunu bildirdi ve kav- minl Dnieper nehrinde vaftiz ettirdi. Hristiyan dini sonra da Kuzeydeki Rus kavimlerle Ruslaşmış Finliler arasında yayıldı.

Dinî otoritenin birliği tamamen bozuldu. Rom a’daki Papa ile Konstantinopolis patriği arasında IX. yüzyıldan itibaren hafif bir dogma ayrılığı yüzünden baggöstermiş bulunan an­laşmazlık, 1056 da resmi bir bozuşma ile sona erdi; Papa, pat. riği aforoz ettirmek için iki elçi gönderdi. Bu §îa (aynlık) hristiyan Avrupa’yı birbirine düşman iki Kilse arasında böl­dü. İki Kilise, ortodoks memleketlerde papazların evlenmeleri ve âyinlerin halk diliyle yap!İma.sı; katolik memleketlerde ise papazların bekâr kalmaları ve âyinlerin lâtin diliyle yapılma­sı gibi halk yığınlarının pek gözüne batan usul ayrılıkları ba. kımından anlaşmazlık haline girmişlerdi. Ortodoks birliğine giren bütün Doğu Avrupa memleketleri otosefal (muhtar şef­lere sahip) Kiliselere malik oldular. Bunlar Avrupa ile din birliğinden ahkonuldular ve Batı medeniyetinden ayrıldılar. Mimarîlerini, resimlerini, edebiyatlarını Bizanslı Doğudan aldı­lar; bu ayrılık, yazının benzemezliğinde hâlâ gözle görülür biı halde kalmaktadır.

Rühban sınt/tmn geçirdiyi buhran. — Hristiyan ülkeler­deki rühban sınıfı lâik toplumun hayat şartlarına uymak zo- ınında kaldığından otoritenin parçalanmasına sürüklenmişti.

1 — Yaşayışları için gerekli şeyleri üretmiyen papazlar, lâiklerin çalışmalarıyle hayatlarını idame ettirmeğe muhtaç durumdaydılar. Her dinî müessese, köylüler tarafından ekilip biçilen bir toprağa sahip olmak zorundaydı ve bu müessesenin bağındaki kilise adanai da bu toprağın gelirlerini topluyordu. C?ok büyük topraklara sahip olan piskoposlarla rahipler, bu topraklarda oturan halk üzerinde mülk sahibinin mâlik oldu­ğu bütün iktidarları icra ediyorlardı.

2 — Piskoposlarla rahipler, tıpkı düklerle kontlar gibi Hrajın uyruklan haline geldiklerinden, ona aakerlik hizmeti

MUKA.YBSHL.Î TAR İH İ 117

118 AVRU PA M ÎLLETLEBÎIiîN

borçluydular; bir maiyete İhtiyaçları vardı ve kendilerine t :, mar arazisi vererek, hizmetlerine savaşçılar almışlardı. Böy­leco hem kralın uynı&u, hem kendi uyruklarının derebeyi olarak onlar da derebeylik rejimine girmişlerdi. Piskoposların ancak küçük topraklara sahip oldukları İtalya ile, hristiyan- lann çok yoksul oldukları Ispanya’da piskoposlarla rühbanın kudretleri daha azdı.

3 — Bir kilise görevine (o ffice) bağh olan arazinin intifa­ma bénéfice deniyordu. Uyruğun tım an nasıl hizmetinin mü­kâfat idiyse, bu da çalışmanın bir karşılığı idi. Fakat uyruk nasıl sonunda kendi tımarına babasından kalma bir miras, hiz­metine de rahatsızlık verici bir kölelik gözüyle bakmışsa, kilise bénéfice’! (yani bir ruhaniye verilen aidatlı rütbe ve unvan) de sonunda bir geçim vasıtası, o ffice (yani görev) ise, bunun sahibinin bir yardımcı kullanarak başından atmağa çalıştığı bir yük olarak telâkki edildi.

4 — Rühban sm ıfı mensupları, . kendi rütbe ve unvan­larını miras yoluyla babadan oğula devreden - lâikler gibi ve­raset yoluyla sağlanamıyordu; bu sınıf, papazları lâiklerin ço­cukları arasından tedarik ediyordu. Kudretli şahsiyetler de kendi ailelerinin mensuplarını ya da kayırmak istedikleri in­sanları rahat bir geçim vasıtasına sahip kılmak için, bu hal­den faydalanıyorlardı. Krallar, prensler, büyük derebeyleri kü­çük oğullannı yahut yeğenlerini piskoposluğa yahut rahipliğe tayin ettiriyorlardı; papaz olarak da kendi çevrelerinden kim­seleri almaktaydılar. H içbir meyil ve istidatları olmadığı halde rühban sınıfma giren bu lâikler, buraya kendi ailele­rinin alışkanlıklarını da getiriyorlardı. Savaşgılann oğullan olan yüksek rütbeli papazlar savaşmağa, ava gitmeğe, ziyafet­lerde sarhoş olmağa devam ediyorlardı. Aşağı rütbedeki papaz­larla keşişler ise meyhanelere gidiyorlar, kumar oynuyorlar, lâiklerin eğlencelerine katılıyorlardı.

Nizamı korumuş olan eşit kurala boyun eğmemek sure­tiyle, rühban sm ıfı parçalanmış ve intizamsız bir lâik toplu­mu halini alıyordu. Bu intizamsızlık hatta Kilisenin en büyük gefln© bile sirayet etti. X . yüzyılda Toskana’nın büyük dere­beyleri, XI. yüzyılda Rom a dolaylarının küçük derebeyleri Pa- pa’yı hısım lan ya da kendi ailelerinin koruduğu kimseler ara- sından seçtirmek için kuvvetlerini kullandılar. On iki yaşında bir Papa’nın ava gittiği, derebeyi gibi giyindiği görüldü. Bu rezalete ilk defa olarak 963 te Alman İmparatoru tarafından

m u k a y e s e m TARÎH l 119

nihayet verildi:, İmparator Röm a’ya gelerek Papa’yı asledlp onun yerine Rom a Kilisesinden bir adamı geçirdi. KargaşalıkXI. yüzyılda yeniden başladı; bu sefer de yine Alman İmpar ratoru buna son verdi ve Papa’yx azlederek yerine yüksek rüt­beli bir Alman ruhanisini g-eçlrdl. KiUse’nUı gefl olan Papa, böylece İmparatorun uyruğu ve yabancı bir lâik prensin tâbil haline geliyordu.

İslâhat denemeleri. — Birkaç feragatli adam ve bilhassa keşişler, rühbanm nizama uyması için çalışmağa başladılar; bunun adına reform are (ıslah etmek, yeniden kurmak) deni­yordu. Bu keşişler nizamı, o zamana kadar birbirlerine bağh değil de, tamamen bağımsız olan keşiş manastırlarında kur­makla işe başladılar. Burgonya’daki Cluny manastırından çık- Hug olan en önemli ıslahat eseri şu oldu: ö tek i manastırların sadece birer manastır mabedi haline gelerek hepsinin Cluny rahibine bağlanmağı kabul etmeleri sağlandı. Bu da büyük sa­yıda manastırları tek bir şefin idaresi altında toplayarak bu­ralarda tek bir nizamın idamesini daha kolay hale sokan bir momastvr tarikdti’nm ilk örneği oldu. Tarikatin şefi haline ge­len Cluny, iktidarını Fransa ve Kuzey Ispanya’daki çok sayıda manastırlara da teşmil etti.

XI. yüzyılda ıslahat taraflıları, lâikler arasında yaşadıklaı-ı için kendilerine dünyevi, cismcmi denen rühban arasında da nizamı ıslah etme iglne girigtiler. Bunlar ayrılıkçı olarak va­sıflandırdıkları - fakat hiçbiri de dogmaya aykırı olmayan - iki âdetle savaşmaktaydılar: B ir kilise görevi almak veya ver. mek için para vermek veya almağa simonie (yani kutsal şeyler alışverişi) diyorlardı. Papazların evlenmelerine ise nicolMtis- me diyorlar; evli papazları dinî görevlerini maJkbul ve mute­ber şekilde ifaya yetkili olmayan kirli insanlar sayarak, mü­minleri bunlar aleyhine kışkırtıyorlardı. Papazlar Batı ülke­lerinde yavag yavag evlenmemeğe başladılar. Evlenme âdeti yeni hristiyan olmug Kuzey ülkelerinde X III. yüzyıla kadar kaldı. Avrupa’nm bütün ortodoks kiliselerinde ve hatta Papa İle barışmış bulunan eski ortodoks kiliselerinde dahi bu âdet hâla carîdir.

İmparator Rom a’ya ıslahat lehinde Alman Papalar yerleş­tirdiği zaman, ıslahat taraftarları onu desteklemişlerdi. Fakat gok geçmeden, Kilise gefinln bir lâik tarafından seçilmesini da. yanılmaz bir §ey gibi görm eğe başladılar. Papayı bağımsızlaş­tırmak 19111, kendisinin bir kardincı,Uer meclisi (yani Rom a rülı-

120 AVRU PA M İLLETLERÎNÎN

banı arasında mevki ve rütbe sahibi kimseler) taraiından seçil, mesinj kararlaştırdılar. Komşu şehirler piskoposları ile Roma kiliselerinin rahip ve diyakosları da seçime iştirak edeceklerdi.

Yaşayış şartlan. — Çok yetersiz vekayinameler, külliyat­lar, birkaç resmi evrak, ferm.anlar, kilise adamları ve bilhassa keşişler tarafından yazılan eserler bize, toplumun yaşayış şart­lan hakkında pek az bilgi vermektedir. Bu belgelerin çoğu, Karolenjiyen eğritim rönesansınm devam etmekte olduğrı Loire ile Elbe arasmdaki bölgeye aittir. Maddî hayatı gözönüne ge. tirmek için gerekli vasıtaya sahip değiliz; çünkü o devrin el- yazm alannda ve sanat eserlerinde kıhklan, sil&lılan ve âlet­leri tasvir için mevcut (ve bizim ders kitaplanm ıza da geçmiş olan) kayıtlar ve işaretler, ancak Doğudaki tasvirlerin birer kopyesi olmak vasfını taşımaktadırlar. B ir Anglo - Sakson talc vimi hariç tutulursa, canlı ve tabii aslına bakılarak yapılmış en eski tasvirin, X I. yüzyılın sonundan kalma Bayeux halısı olduğu anlaşılmaktadır k i bu halının üzerinde, İngiltere’nin fethiyle ilgili sahneler görülmektedir.

Avrupa hiç şüphesiz yoksul ve herkes İçin tehlike ile do­lu, Doğunun ve Araplannkine göre çok daha az parlak, bu­nunla beraber büyük halk yığını bakımından Rom a İmpara­torluğundaki kölelerin yaşayışı kadar a§ağı olmayan ve buna göre belki daha az sefil bir hayat sürüyordu.

Bu düzensiz toplumda yine de bazı ilerlemeler olmaktay- di. Değirmen taşını döndürmek gibi çok ağır bir işi ortadan kaldırmakta olan su değirmeni, ancak antik çağın sonunda kullanılmağa bağlanmıştı; bunun kullanılması da X. yüzyılın sonuna doğru umumi bir hal eüdı ki bu devirde su değirmeni, resmi evrakta, her büyük arazinin mutad teferrüatından ola­rak gösterilmektedir. . Atı koşmak için yükü boyunda tanıt­mak suretiyle uygulanan usul, hayvanın kuvvetini çok israf ediyor ve bir araba ile taşınabilecek yükün çok ufak bir ağıı^ hkta olmasına yol açıyordu. Bu usul bilinmiyen, fakat XI. yüzyılın sonundan daha geç olmayan bir devirde değiştirildi, atlar için koşum halkası kullanılmağa başlandı; böylece yükün ağırlığı atın omuzlanna binmiş olduğundan, gok daha ağır bir yükü taşımak imkânı ortaya çıkmış oldu. At nalı ve üzengi gi­bi, bu icat da Asya’nın göçebe kavimlerinden gelmişe benze, mektedir.

ORTAÇAĞ İÇİNDE AVRUPA (XI. - X III YÜZYIL)

PO LİTİK OLAYLAR

VII

Politik hauatm veni şartlan. — ' IX. yüzyılda Charlemagne İmparatorluğunun çöküşünden İtibaren, Avnıpa’nm en medenî ülkeleri kargaşalık İçinde yaşamışlardı. Avrupa kavimlerinin yaşama şartlan o sırada, herbiri çok küçük bir toprak parça­sına münhasır kalan pek çok sayıda bir takım küçük ameliye- lerln etkisiyle yavaş yavaş değişiyordu. X I. yüzyılın ortasın­dan itibaren birçok ülkelerde ve değigik zamanlarda bir kav­min hayatı, olaylar arasındaki - adma “ tesadüf” veya “kaza” dediğimiz - rastlaşmalardan biriyle ve bilhassa şeflerin şahsî İhtiraslarından doğan savaşlarla, değişti, işte kısmen bu bek­lenmedik olayların etkisi altında toplumun ve otoritenin, insan. İlk tarihinde eşi görülmemiş olan, yeniden teşkilâtlanması meydana geldi ki bu, sürekli bir tekamülle Avrupa’nın m odem rejiminin temeli oldu.

XI. yüsyihn politik olaylan. — İlk olay, İngiltere’nin N or­mandiya dükü Guillaume tarafmdan fethi oldu. Guillaume] Pa­pa’ya kendini meşru kral olarak tanıttı ve akşama kadar so­nucu kesin olarak belli olmayan bir savaşla, harbi son erdirip İngiliz kavmine hâkim oldu. Bütün Güney İngiltere onu kral olarak tamdı ve daha sonra. Kuzey şefleri kendisine karşı sar vaşa giriştikleri zaman, Guillaume bunu fırsat bilerek Angıl ve Sakson büyük toprak sahiplerinin arazilerini zaptetti. On­ların topraklannı kendi Fransız savaş adamlanna - fakat tı­mar olarak dağıttı. Fransız asalet unvanlanna sahip bulu­nan bütün derebeyleri (dükler, kontlar, baronlar) kralın uy­ruğu oldular ve onlar da alelâde şövalyeleri kendilerine uy. ruk hale getirdiler. Sakson aristokrasisinin yerine Fransız asilleri geçtiler; halkın çoğunluğu kendi dilini muhafaza et­ti. Fransız derebeylik rejimi, bir anda, daha muntazam bir şe­kilde, İngiltere’ye aktanim ış oldu; çünkü bütün topraklar

122 AV RtrpA MİLLETLERİNİ:/tımarlar halind» dagntıldı ve bütün, savaj adamları (1) lirala tâbi hale geldiler. Fransa’da kralın uyruklan içinde bağımsız birer prens gribi davrandıklan tam bir*r eyalete sahip bulu, nurlarken, IngUiz derebeylerinin herbiri, krallığın türlü kı- sımlanna dağnlmıg topraklar alabildiler.

Vaktiyle dükün Normamdiya’da sahip olduğu gibi, kral da İngiltere’de bütün tebaasını' kendisine itaat ettirocek gekilde, olduksa kuvvetli bir iktidara sahip oldu; böylece de aralann­da savagmaJannı önledi .ve onlan kendi mahkemesi huzuruna gikmağa mecbur edebildi. Yerli rühban sınıfı Avrupa’dan grelen piskopos ve rahiplerin emrine girdi ki, bunlar Lâtince etüdler hakkında bilgi sahibiydiler ve Rom a’nın otoritesine tâbi olma­ğa hazır bulunuyorlardı. Bütün Avrupa’da İngiltere, kralın merkezî otoritesine en fazla boyun eğen bir ülke oldu.

Daha küçük olmakla beraber yine buna benzer bir mer­kezleştirme hareketi de .şövalye olan başka Normanlar tarafın­dan baganidı: Kutsal Toprak’a hacca gitmiş olan bu şöval­yeler, Güney İtalya’da kaldılar. Orada ilkin memleketin de­rebeylerinin veya şehirlerinin hizmetine girdiler, sonra Güney İtalya’ya hâkim oldular. XII. yüzyılda da Müslümanların İş­gali altında bulunan Sicilya’yı fethettiler. Şefleri (1139 da) kral unvanını aldı ve tımarlarla kralın üstün otoritesi bakı­mından orada Fransız rejimini kurdu.

Ispanya’da K artoba’daki Halife’ye itaat etmekte olan ül­ke 1035 te birkaç emir (kumandan) arasmda bölüşülünce, Müslümanların iktidan zayıflamı.ştı. Kuzeydeki hristiyan krallar bundan faydalanarak, Fransa’dan gehniş olan şıöval- yelerin de yardımıyla, krallıklarına komşu toprakları fethet­tiler. Leon ve Kastilya krah fütuhatını Toledo’ya kadar iler­letti. Fransız Burgonya dükünün oğlu olan, kralın damadı, Kuzey-Batıda fethedilen ve adma Portekiz denen ülkeyi aldı Aragon kralı Saragossa topraklannı fethederek burayı kendi

(1) Saltanatvnm sonlarına doğru Guülaume’un topladığı şövalyelerin 60.f)00 olduğu söylenrnişse de bu sayı yanlıştır ve metinlerin yanlış t/orumlanmamndan ileri gelmektedir. G erçek­ten, bu m etinleM eki Idtince (Sexaginti millia yani altmış binj rakamı sadece “ çok samda" amZamına gelmektedir. XII. yüz­yılda İngiliz ' şövalyeleıM, hakkında yapiUm bir soruşturma so­nucunda bwnlarm sayısımn 6.000 den eksik olduğu amlaşıVmAş. H r ,

m akarn haline getirdi. - Hristiyaıüarın ilerleyişi (adlanna El Morabıtîn denen) yeni bir dinî mezhebe mensup Müslümanla- ruı istilâsıyla durduruldu; Bunlar Fas’tan gelmişlerdi; bütün Müslüman Ispanya’yı hükümleri altına aldılar.

Aynı zamanda Papa bütün lâik prenslere, rütbesinin alâ­metlerini (yüzük ve asâ) vererek bir piskopos veya bir rahip tayin etmeği yasak eylediğinden, Almanların kralı olan im ­paratora karşı savaşa gitmigti. Papa VII. Gregorius kral IV. Heinrich’i aforoz etti ve onun tebaasını da sadakat yemininden âzad etti, ayaklanan alman prensleri başka bir kral seçtiler. Heinrich hasmmı yenince ordusuyla Rom a’yı iggal etti, Gre. gorius’u gaasıp sayarak Papalık tahtından indirdi, onun yeri­ne Kilise tarafından tanmmıyan bir Papa seçtirdi, o da Hein- rich’e im parator sıfatıyla tac giydirdi. Yüksek rütbeli rahip­lerin tâyin şekillerinden çıkan anlasm2izUk, iki makam ara­sında yapılan, bir konkordato ile ancak 1122 de halledildi. Bu konkordato Batı’da toplananların ilki olan ökümenik meclis tarafından tasdik edildi. İmparator yüksek rütbeli rahiplere yüzUk ve as&yı vermekten vazgeçti; fakat lâik prenslere yaı>- tıftı gibi onlara da mızrak vererek kendilerini tâyin yetkisini muhafaza etti.

Müslüman Türklerin istilâsının tehdidi altında bulunan Konstantinopolis imparatoru, hristiyan prenslerden yardım is­temişti. Kudüs’te Hristos’un (Hz. Isa’nın) mezarına hacca gi­den hristiyanlar, Müslünıanlardan kötü muamele gördüklerini söyliyerek sızlanıyorlardı. Bir fransız olan Papa Urben Cler. mont’da bir meclis toplayarak Isa’nın kutsal mezarını lıurtar- mak için mukaddes bir cihad açılmasını ileri sürdü. Gönüllü yazılanlara ayırıcı alâmet olarak elbiselerinin üzerine diktik­leri birer haç verildi; haçh adı buradan gelmig, HaçIv se fe r le ri âdeti de böylece meydajıa çıkmış oldu.

itibarî olarak Papa’nın bir elçisi tarafından idare edilmek­te olan sefer heyeti, hemen hemen hepsi Fransız olan gövaJ- yelerden meydana gelmeydi; bunlar birkaç prensin çevresinde toplanmıştı; sonradan bunlara Güney İtalya’dan Nonnan bir prens de katıldı; Haçlılar ordusu Avrupa’yı ve Küçük Albayı aştı (1). Suriye’de, Cenova, Venedik. Piza gibi ticaret aehirle-

M UKAYESELİ TAK İH t 123

UJ O mma>nda>n kalma rivayet ve hikâyeler haçhlar ordu­su için inanilmıyacah rakamla^ vermektedirler. Fakat Im ard- da bir dtay, bu ordu mevcudunun say%mm daha akla yakm

124 AVRU PA M İLLETLERİNİN

rindeki Italyanlar haçlılara surlarla çevrili şehirleri zaptede- bilmeleri için gerekli kuşatma makinelerini verdiler.

XII. yüsyıl olaylan. — Kudüs’ü zaptettikten sonra hepıen bütün haçlılar memleketlerine döndüler. Kalanlar da küçük ölçüde savaşlar yapmağa devam ederek sonunda prenslerin hâkim olduklan 4 bölge kurdular ki bunlann makarlan Ku. düs, Antakya, Trablus ve Edesse (bugünkü Urfa), de idi. Bun­lar memleketi Fransız derebeylik rejimine göre teşkilâtladı- 1ar; her şövalye prensten, tımar olarak, büyük bir arazi aldı ki bu, Grek dininden hristiyan köylüler tarafmdan ekilip bi- çilmekteydi. Fetihe yardım etmiş olan İtalyan şehirlerinden herbiri bir ticaret limanında, şehrin halkıyla meskûn ve tah­kimli bir mahalleye sahip oldu.

Kutsal Toprak’taki haçh seferleri, (1144 te Urfa’nın, 1187 de Kudüs’ün zaptından sonra) orada kalan hristiyanlarm yar. dımma koşmak üzere bütün XII. yüzyıl boyunca (1) devam etti, fakat bunlann hemen hemen hiçbir etkisi olmadı.

Papa ile İmparator arasındaki savaş iki Alman dük ailesi ve İtalya şehirleri arasmdaki rekabetle de kızışarak, yeniden başladı. Schwab dükü Friedrich kral ve İmparator olunca, kendi eşrafları tarafmdan idare edilmekte olan Kuzey İtalya şehirleri üzerinde eski Rom a İmparatorlannın mutlak ikti- dannı icra etmek istedi. Bu şehirler kargı koydular; Friedrich bunlara savaş açtı. Sonra da Papa ile bozuştu. Rom a’ya hâkim İmparator olmak sıfatiyle. Papa da kendisine uyruk olsun isti., yordu.

Papa Aleksandr da, Friedrich İmparatorluk tacını kendi elinden giydiğine göre, onun kendi uyruğu olmağı kabul ettiği iddiasında bulundu. Friedrich Kilisenin tanımadığı bir şahsı Papa seçtirdi, Aleksandr İmparatoru aforoz etti ve ayaklanan şehirlerle, Friedrich’in rakibi olan Saks dükasıyla ittifak yap­tı.

İtalya şehirleri de bu iki taraf arasında karşılıklı saf tut-

se/ele sokm aktadır: Ordu bir sabah uşaklara ve yükleriyle bir. Ukte bir kOprûden geçmiş, öğleden somra da iki tabur halimde saffa girerek s(wasmıst%.

(1) 8 Haçh seferM n, gelenek haline gelmiş olan sayısı ge- ligigüneldir: Çünkü bu sayıda 1101, in n , lltS , 1197 seterleri ift- TOilî edilmiştir, '

tular ve savaş, İmparatorun aleyhinde bir uzleıgına ile sona erdi. Böylece de İmparator, İtalya şehirlerinde iktidarını ic­radan vazgeçti. İtalyanlar İse barışrnak bilmez iki zümreye bölünerek, hatta her şehrin içinde de birbirleriyle savaşmalfa devam ettiler. Seçmen kardinallerin oyları dağıldığı zaman Pa- pa’nın seçiminin itiraza uğramaması için, (1179 da toplanan) bir ökümenik meclis, şimdi de yürürlükte olan, bir nizam koydu; Buna göre, seçilen kimsenin oyların üçte ikisini ka­zanmış olması gerekmekteydi. Almanya’da Friedrich, rakibi olan Heinrich’i mahkûm ettirdi, iki dukalığını onun elinden aldı ve dükahk ünvanını Bavyera’da Wittelsbahc’lara, Saks’ta da Meissen margravına devretti. Meissen dükünün topraklan, eski Sakson kavmiyle higbir ilgisi olmamakla beraber, Saks adını aldı ve ondan sonra da muhafaza etti.

XİI. yüzyılın ortasında İngiltere krallığı da bir Fransız pi'ensleri ailesine geçmiş ve bunlar veraset ya da evlenme yo­luyla, Batıdaki hemen hemen bütün Fransız eyaletlerine sa­hip olmuşlardı. (İngiliz hükümetinin resmî evrakında Fransız dilinin kullanılması âdetini yerleştirenler, bunlardır) Böyle. İlkle do Fransa krah, hem Fransa’da eyaletleri bulunması do- loyiBİyle uyruğu olan İngiltere kralından daha üstün, hem de zenginlik ve kudret bakımından ondan daha aşağı olmuş oldu.

. Bu durum, sonunda Fransa kralı Philippe - Auguste ile İngiltere kralı Richard arasmda bir savaşın patlak veı-mesine sebep oldu. Herbiri ötekinin uyruklannı ayaklanmaları için kışkırttı ve Almanya’da kendi aralarında savaşmakta olan iki prensten biriyle ittifak kurdu.

X III. yüzvü olaylan. — Venedik’ten gemiye binen Fran­sız derebeylerinin giriştikleri bir haçlı seferi, Venedik’liler tarafından, kendi tâcfrlerini kovmuş olan Bizans İmparatoruna karşı yöneltildi; sonunda da bu savaş İstanbul’un zaptı ve yağması gibi bir netice doğurdu. Fethedilen memleket haçlı­lar arasmda paylaşıldı; kısa ömürlü bir İmparatorluk kuran haçlılarla Venedik arasmda bölüşüldü; Venedik böylece Ad- liyatik kıyılarıyla adalarını ele geçirerek bunlan altı asır bo­yunca muhafaza etti.

İngiltere'de Richard’m yerine tahta çıkan (ve Topraksız diye adlandırılan) John, müstebid bir idare kurduğundan halk tarafından sevilmez oldu. Kendisine karşı ayaklanan İngiliz derebeyleri onu, Magna Carta’yı (Büyük Hürriyet Fermanı) imzalama&a zorladılar, bu fermanla kral, İktidannı kötüye

JMUKAYESELİ TARİH İ 125

126 AVRU PA M İLLETLERİNİN

kullanmaktan vazgeçiyordu; bu da Ingilizlerin hükümete kar­gı haklarının mensel oldu. Philippe . AugruBte John’un bagm^ daki'gailelerden faydalanarak onu, kendi uyruğu sıfatiyle mahkûm ettirdi ve onun Loire’a kadar olan bütün Fransız eyaJetlerini zaptetti. Philippe - Auguete, Kuzey’deki uyruklan olan İmparator ve İngiltere kralı arasındaki ikinci bir koa­lisyonla durduruldu ve Fransa kralının itibarına başlangıç teşkil eden Bouvlnes zaferiyle kurtüldu. - Alby mezhep ayrılı. İın a kargı (IX . bölüme bk.) yapılan haçlı seferi Languedoc bölgesini de topraklan arasına sokarak Fransa kralının kud­retini arttırmak gibi bir etki yarattı.

Ispanya’da, Müslüman memleketlerin fethi işi Fas’tan ge­len Müslümanlann birbiri ardınca yaptıkları iki istilâ hristi­yan krallar a rd ın d ak i savaşlar ve bunlann veraset yüzünden tutuştukları kavgalan yüzünden durmugtu. Hristiyanlann 1212 de Müslümanlara karşı kazandıkları bir zafer üzerine bu fetih igi yine devam etmeğe başladı. Aragon kralı Valencla krâllı- ÎTina boyun eğdirdi; Portekiz kralı da G üneyde şimdiki sım- ra kadar yayıldı. Kastilya kralı. Gırnata kırallığı hariç bütün Endülüs’ü aldı ve Kastilya derebeylerine gayet geniş toprak­lar dağıttı; bunlar da Ispanya’nın en büyük şahsiyetleri ha­line geldiler. Öteki Devletlerde hükümdar, tebaasının da ken­di dinine girmeğe zorlarken, Ispanya kralları fethettikleri ül­kelerdeki Müslüman ve Yahudi tebaalannı muhafaza ettiler; esasen bunlara, dinlerine ve törelerine dokunm ıyacaklanna da­ir söz de vermiş bulunuyorlardı.

Etkileri bakımından en önemli olay, Doğu Avrupa’nm, Doğu Asya’dan gelen ve çeşitli san ırklann topluluğundan ibaret Moğollar tarafından istilâsı oldu. Bunlar okla ve kü. çük bir kılıçla savaşan atlılardı, çok hızlı olarak uzun mesa­felere gidebiliyorlardı, hristiyan şövalyelerin kıtalarına göre daha hareketli, daha disiplinli idiler ve daha iyi idare edili­yorlardı. Kendilerine karşı gelen herf kavmeı Moğollar bir im­ha savaşı açıyorlar, evleri yıkıyorlar, kadın, e ıkek ve çocuk­ları öldürüyorlardı.

Bunlann hâkimiyetleri, dünyanın bir eşini daha görme­diği en geniş bir imparatorluk' halinde, Çin’de Pasifik Ok­yanusundan ta Almanya’nın nihayetlerine kadar yayıldı. Mo- ğollar Avrupa’daki bütün Rus prenslerini hükümleri altına aldılar; sonra Polonya ile Siiezya’yı talan ederek orada Polon , yalı ve Alman şövalyelerin ordusunu bozdular; peşinden de

Macaristan’ı, TransUvanya’yı vo Hırvatistan'ı talan ettiler. Bü­yük şeflerinin ölümü üzerine yeniden Asya’ya cağınldıiar ve Avrupa’da ,Hazer denizi yakmında, adına Tatarların Han’ı de­nen bir §ef bıraktılar ki, bütürî Rus prensleri bu Han’ın uy­ruğu olarak kaldılar. K iyef’in yakılıp yıkılması Güney Rusya prenslerine hâkim durumu kaybettirdi, bunun üzerine M osko. va prensi üstün duruma geçti. - Bu istilâ yüzünden Tuna böl- g:esinde nufus kalmadı; burasını yeniden nufuslandırmak için, prensler bu bölgeye bilhassa Alman olan, kolonlar yerleştirdi­ler, bunlar da kendilerinden daha az medenî olan yerli halkla kaynaşmadılar. Bu yüzden orada, hatta X IX . yüzyılda dahi, müşterek bir millî duygu teşekkül edemedi.

X III. yüzyılm geri kalan kısmında evlenme yoluyla Sicil, ya (ve Napoli) krallan da olmug olan Alman krallanyla İtal­yan şehirlerinin müttefikleri olan Papalar arasındaki savaş devam etti. Almanya'da savag kralm iktidarını zayıflatarak onu, prenslere ve yüksek rütbeli rahiplere yeni yetkiler ver­mek zorunda bıraktı: Böylece bunlar, kralın toprağı üzerinde tamamen bağımsız bir hale gelmiş oluyorlardı. Fransız asıllı bir Papa İtalya’ya Fransız kral ailesine mensup bir prens olan Charles d’Anjou ’yu getirtti, o da Sicilya krallığını hükmü al­tına alarak burada bir fransız hanedanı kurdu. Fakat Fransız istilâcılanna kargı çileden çıkmıg olan SicilyalI uyruklan, Aragon kralını çağırdılar ve adaya o hâkim oldu. İtalya’daki İspanyol hâkimiyeti de böylece bağladı.

Haçh seferlennin etkileri. — İki asır boyunca Batı’nm sa. vaşçılan ile tacirlerini P oğu ’ya çekmig olan haçlı seferlerinin Avı-upa kavimlerinin yaşayıgı üzerinde hiç şüphesiz etkileri oldu; fakat bunun hangi ölçüde olduğu halâ tartıgma konu- •sudur. Haçlıların Doğudaki fetihlerinden hiçbir şey kalmadı. Fakat Venedik Adriyatik üzerindeki bir toprağı muhafaza et­ti ki, 17Ö7 de Avusturya İmparatorluğunun hükmü altına gir­di ve burada, kıyıdaki birkaç şehirde yine İtalyan dilinin kul- Ianılma.sma devam edildi.

Kutsal Toprak’ta yeni çegit üç tane dinî tarikat kuruldu ki bunlann üyeleri olan gövalye-kegigler ilkin hacıları karşı­layıp hastalara bakmak, sonra da Müslümanlarla savaşmak için kullanıldılar. Bunlardan Templiers adlı tarikat mensup­lan ilkin K ıbn s’a, sonra Paris’e; Saint . Jean hospitaHer’leri 1522 ye kadar Rodos’a, sonra hristiyan ülkelerde almış olduk­ları topraklan da muhafaza ederek, Malta’ya çekildiler. Teıt-

M UKAYESELİ TARİH İ 127

128 ÀVRÜ PA M İLLETLERİNİN

toniques şövalyeleri ise sonunda asağn Vistül bölgesine leşerek oradaki putperest kavimlerden, sonralan Prusya adını alan, toprağrı zaptettiler. X II. ve X III. yüzyıllarda Avrupa’da görülen bütün yeni âdetlerle yeni şeyleri haçlı seferlerine at. fetm ek tabii bir gey gibi göründü. Fajtat Avrupa hristiyan- lan Akdeniz’deki bütün Müslüman memleketler, Sicilya, A f­rika, Mısır’la münasebet halindeydiler; bu yüzden de bu ül­kelerden gelmig olanla, haçlılar tarafından getirilmlg olanı bir­birinden ayırdetmek güçtür. Kutsal Toprak’tan bazı savaş âdetleri, geritli mızrak, ok atmağa mahsus oluklu yay, tram­pete, boru ve armaların icadı geldi ki, armalar, her ailenin alâmeti olarak kaldı. Doğudan geldikleri de, renklerinin (A- rap ağzı, Acem mavisi, Grek yegiU gibi) Doğu adlan taşıma­larından anlagıhyordu. Kayısı, karpuz ve sarmısağın bir çe­şidi de oradan gelmlge benzemektedir. Sakalı Romalılar ve Franklar gibi traş edecek yerde, Doğu usulü uzatmak modası da haçlı seferlerinden itibaren başlamıştır. ^

Avrupa kavimlerinin politik ve sosyal hayatları üzerinde dolayısiyle vukua gelen ve haçlı seferlerine atfolunan etkiler ise daha çok İtiraz götürür bir mahiyet taşımaktadırlar; K ra­lın İktidarının artması, kamun fermanları, serf’lerin azâd e- dilmesl ,derebeyliğm çöküşü, Suriye Müslümanlanyla temas neticesi dindarlığın zayıflaması gibi şeyler bu aradadır.

Yeni Avrupa. Bu olaylar sırasında, bilhassa XII. yüzyıl­da Avrupa kavimlerinin yaşayışı, bu yaşayışı Doğudakinden ve Antik çağ’dakinden bambaşka hale sokan orijinal bir ta­kım buluşlarla baştan bağa değişmişti: Asilzadelikle şövalye­lik, terbiye ve nezaket, kamunlarla burjuvazi, zanaatlarla pa­nayırlar, poliçelerle bankalar, kilise mahkemeleriyle jüriler, mezhep kanunlarıyla örf ve âdet töre hukuku, “ roman” sa­natla gotik sanat, üniversitelerle kolejler, modern diller, kah. ramanlık şarkıları ve romanlar bu aradadır.

Her ülkenin toplumu bilhassa müşterek şartlann etkisi al­tında değişti ki sonunda da bu yüzden hemen hemen birbiri­ne benzer rejimler kuruldu. Avrupa kavimlerinin teşkilâtlan­ması işi, evvelki yüzyılların kargaşalığından çıkıldığı sırada, R om a İmparatorluğu devrinde olduğu gibi, tek merkezden ge­len bir dış zorlama ile olmadı. Bu teşkilâtlanma, o zamanın İnsanlarında müşterek olan bir duygunun tesiriyle, ayn ayn yerlerde kendiliğinden vücut buluverdi: Bu 4uygu, atalar gi­bi davranmak iradesiydi. Geçmişe beslenen saygı bu Insanlan

fiiliyatta kendUerinden önce gelenlerin izinde yürümeğe, yani benzeri bir durumda yapılmış olanı araştırmağa sevkedlyor- du. Töre, her durum için bir kural vermekte, kanunu lüzum­suz hale sokmaktaydı. ’

Her insan çok uzun zaman yaşamadığından, eskiye olan aynı saygı yüzünden ölenin yerine oğlu geçiyor, o da onun de- vamcısı oluyor ve genel olarak onunla birlikte yaşıyordu, gah- sa ait olmuş bulunan her şey, mülkiyet, sahiplik ,sosyal şart, görevler ve ödevlef; unvan ve ad irsi oluyordu. Her aile, tabii ve daimî bir hal gibi görünen, aynı hayat tarzı için yerleşip kalıyordu. Babadan oğula aynı tarzda yaşamış olan insanlar sonunda bir sınıf meydana getiriyorlardı (ki buna Frnsızcada état, Almancada Stand denmekteydi) ve bu sınıf ötekilerden öylesine kuvvetle ayrılmış bulunmaktaydı ki, başka sınıftan birisiyle evlenmek, rezalet mahiyetini alıveriyordu.

Yine o çağa mahsus bir duygu da Kiliseye (yani rühban sınıfının otoritesine) tâbi olmaktı; lâik olan hükümdar dahi Kiliseye boyun eğiyor, tebaasını da ona boyun eğmeğe zor luyordu. Din, toplumun istikrarlı olmasına yardım ediyordu, çünkü rühban sınıfı mümine, Tanrı’nm kendisini yaratm ış’ ol­duğu seviyede kalmağı öğretiyordu. Değişikliğe bu kadar düş­man olan bu insanlar yine de birçok yenilikler vücude getir­diler; fakat bunu istemeksizin, hayatın getirdiği tabiî değişik­liklere uyarak yaptılar; nitekim Ingilizler de bunu yapmağa devam ettiler.

Otoritenin şekilleri. — Otorite ayn ayn şekillerde icra olunmaktaydı; büyük arazi sahibinin mülkiyetten ileri gelen otoritesi topraklarında yerleşmiş insanlar, derebeyinin féodal otoritesi kendi uyrukları, kralın ve temsilcilerinin kamu oto­ritesi, topraklarının sâkinleri üzerinde icra olunmaktaydı.

Toprak ve derebeylik rejimine tâbi ülkelerde kralın oto­ritesi hemen hemen hiçe inmiş durumdaydı. Bu otorite Al­manya, İskandinavya, Doğu Avrupa gibi daha az medenileşmiş ülkelerde daha gerçek olarak kalmıştı. Bu otoritenin en büyük kuvveti, bir fetihten sonra teşkilâtlanmış olduğu ülkelerdeydi ki bunlar Ingiltere, Sicilya, Ispanya’nın Müslümanlar tarafın­dan fethedilmiş kısımlarıydı. Fakat hiçbir yerde bir Etat’nm. (Devlet’in) mevcut olduğu söylenemez; bu terim ancak İtal­ya şehirlerinde ve X III. yüzyılda meydana çıkmaktadır.

F. 9

M UKAYESELİ TA R İH İ 129

130 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Kralın otoritesi henüz onun şahsından ayrılmaz haldeydi, İngiltere hariç, kral itaat edilmek için bu otoriteyi kendisi icra etmek zorundaydı. Kral her geyden önce bir savag şefiy. di, toplumdaki rolü ancak müphem bir gekilde anlagılmaktay- dı. İmparatorluk gansölyeliği bunu tarife çalıştı, “kralın rolü bangı ve adaleti muhafaza etmektir," dedi. Bahse konu olan bang yabancılara kargı değil, uyruklar arasındaki barıştır, ya­ni bizim adına “nizamı muhafaza etmek” ,^ya da “zâbıta vazi­fesi germ ek” dediğimiz, uyrukların birbirleriyle dövüşmelerine engel olmaktır. Adalet, kamu hayatı konusunda o zamanın bü- tUn ülküsünü özetlemektedir. Bir Fransız formülü adaletin "İyi, çabuk, sert” olmasını, yani töreye uygun bulunmasını, ça­bukluk ve sertlikle yerine getirilmesini istemekteydi. Adalet, “ herkese kendine ait olanı vermek", yani o kişinin sosyal du­rumunu ve malini mülkünü inanca altına almak şeklinde ta­rif edilmekteydi. Yargılamadan sonra müsadere hariç olmak üzere aoıaç ne mâlikten, ne mirasçıdan hiçbir şey almamak, tı.

Sefln otoritesi çegitli usullerle harekete geçiyordu. Bu oto­rite adına Cermen dilinde baaij Fransızcada “ordonnance” (emirname) denen genel kurallar, nizamlar koyuyordu ki her uyruk buna itaat etmek zorundaydı; itaat etmezse kanun dı- Si sayılıyor, yani giddet hareketlerine karşı artık korunmu­yor ve memleket dıgma sürülüyordu (“ Sürgün” demek olan banni sözünün anlamı budur). Otorite bilhassa özel bir du. rumda adi! bir karar ver»r«k hareket» geçiyor, fakat kltUe- rln «ovlyeelne göre çeşitli geklllorde davranıyordu. - Nizamî se- kilda hayat süren, memlaketta tanmjtms, betlirli ikametgâh sahibi kimselere uygulanan nizami adalet, törelerle »uurlan. mJ8 resmi sekliler altmda tatbik ediliyor, yargıç tarafından m er’I ve muteber bir gekilde verilen bir İlâmla sonuçlanıyor­du. Y argıç aynca memleketi adı tehlikeliye çıkmış, ikametr gâhı ve kefili olmayan kimselerden temizlemek için, dâva yo­luna başvurmaksızın, kestirme yoldan bir karar verm ek hak. km a da sahipti (1). Fakat kamu otoritesinin bütün şekilleri, tnUlk sahibinin kullandığı otorite tarafmdan da taklid edil-

(1) Cebir neticesi vukua gelen her öUimün sebebini tesbit için kraim, adınat coroner denen, bir memuru tarafındcm V4f- guUmam inffilis yarg% usulü, yerli tngilieîerin Franstsı ashndcm insanlan öldürmelerini önlem ek içm ihdas edilmişti.

miştl. Büyük arazi sahibi derebeyi, toprağındaki köylülere ban sekli altmda emirler veriyordu; tıpkı kralın memurlarının uy­guladıkları yargı usulüne uygun olarak, kendi memuruna za. bıta tedbirleri aldırıyor, adaleti tevzi ettiriyor ve aynı cezalan tatbik ediyordu.

Kararlarını infaz ettirmek ve itaatsizliği önlemek bakımın, dan bütün otoriteler aynı güçlükle karşılaşmaktaydılar; bunla, nn maddî zorlama vasıtaları, hele savaş adamlarına kargı ye­tersizdi. Bu otoriter uyruklardan, (tabilerden) prensin memur­larından istenen bir yemin şekli altmda, kararlarını dinî bir müeyyide ile de kuvvetlendirmek çarelerini araştırıyorlardı.

Toplum menşeleri, dereceleri, yagayış tarzları bakımından ayn sm ıflara bölünmüş olduğundan, bunu tasvir için, her sınıfı ayn ayn incelemek gerekmektedir.

Köylülerin durumu (1). — Mülke itibarî olarak sahip bu­lunan kimsenin artık geri alma hakkını haiz bulunmadığı bir toprak üzerine yerleşmiş hür İnsanlar, bu sahibe ancak ufak kiralar ödemeğe ve sınırlı sayıda günler boyunca çalışmağa mecburdular. Bunlaı- hür olarak evlenmek, hattâ toprağı ter- ketmek hakkını dahi muhafaza ediyorlardı. - Berf’ler daha ağır kiralara ve hattâ sahibin isteğine göre değişen, daha sık angaryalara tâbi bulunmaktaydılar. Fransa’da X I. yüzyıldan kalma belgelerden, para olarak ödenen kiranın tamamen mülk sahibinin keyfin© kalmıg bir şekilde arttınlabUir olduğunu an­lıyoruz. Bunlann ne topraklannı terketmeğe, ne d© sahibin, efendinin n 2ası olmadıkça, mülkün dışından biriyle evlenmeğe haklan vardı.

İngiltere hariç, köylülerin sayısı hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz. Ortaçağ’ın sonu hakkında bilinenlere bakılırsa, Fransa belki en kalabalık nufusa v© en cok irsî kiracı nlsbeti- ne sahip memleketti. Durumlan ne olursa olsun bütün köylüler orada (adma villa denen ‘mülkün adamı” anlamına) vilaMı adı altında toplanmışlardı. K üçük mülk sahibi hür insanlar İrsi kiracı haline geçtikleri nisbette, Almanya’nın rejimi de I^Van- sa’nınklne daha fazla benzemeğe başlamıştır.

İngiltere’nin nufusu üzerinde, meşhur Domesday book'ta

M UKAYESELİ TAR İH İ 131

( i ) Köylülerin menşei V., hukuki durumları da VI. bölüm­de izah edUmistir. M ense farku Rom a tmparatorhığunun ko- lon’larmm halefleri olan hür ^insanlarla İmparatorMğım köle teninin, halefleri olam serf^er arasmda mevcuttu.

132 AV RU PA M İLLETLERİNİN

yazılı rakamlara sahip bulunmaktayız, k l bu kitap 1080 e doğr- ru (en Kuzey’dekiler hariç) bütün mülkler hakkında yapılan bir verg-i soruşturmasının özetidir (1). Bu kitapta yalnız mülk sahibi derebeyinin, adaletine tâbi, angaryadan bağışık ve ufak kiralar ödeyen, hemen hepsi DanimarkalIların işgali altındaki Kuzey-Doğu’da bulunan hür İnsanlar hesaplanmıştır. - Bunlar n n çoğunluğuna viSemi ı ( % . 38) ya da bordarü (% 32) adı ve­rilmiştir. Vilmn’ler sâbit kiralara ve her hafta istenebllen an­garyalara tâbi idiler; bunlann) tımara tâbi oluş şekilleri, Fran­sa’daki serf'lerinkine göre, daha da| iğreti ve istikrarsızdı. Çün­kü mülk sahibi toprağı her an onlann elinden alma hakkına kanunen sahiptir (Bu gibilere sonradan "sahibin arzusuna bağ­lı kiracılar” adı verilmiştir), - BordarU (Fransızcada bordieı^'- 1er) ise mülkte banndınlan tarım işçileridir.

Büyük topraklann daha az olduğu İtalya’da tımara tâbi oluş şekil, uzun vadeli bir kira sözleşmesiyle tesbit edilmiş ola­rak kaldı. K ira da ürünlerin bir kısmı ve goğu zaman yarısı verilmek suretiyle ödeniyordu. (Adlarına massarii denen) kira­cıların çoğunluğu toprağa iğreti ve istikrarsız bir şekilde sa­hiptiler ve efendileri bu sahipliği onlann elinden almak hakkı­nı haizdi. İtalyan köylüleri irs yoluyla kiracı olmamışlar. Ku­zeyin birkaç bölgesi hariç, sadece mültezim veya gündelikçi olarak kalmışlardır.

Ispanya’da Galice’den Katalonya’ya kadar olan Kuzey’deki dağlık bölgede, toprak sahibi köylülerin kaldığı olmuştur. Müslümanlardan tekrar zaptediiip hristiyanlar tarafından is, kân edilen Merkez bölgesinde çoban, bahçıvan, uşak gibi aahi- bln doğrudan doğruya hizmetinde olan kimseler büyük bir nis­bette var olagelmiştir; ötekiler, toprağa bağh rençberlerdi.

Köylülerin gerçek durumları, topraklarının değeriyle de değişmekteydi. Rençberin nizamlara bağlı olduğu (Kuzey-Do. ğu Fransa, İngiltere, Almanya gibi) memleketlerde, -ki azıcık tanıdıklanmız bunlardır-, normal köylü birkaç tarlalık araziye, bir ç ift öküze, bir ahıra, bir samanlığa sahip kimseydi. Fakat ne öküzü, ne de işletme binası olmayan aşağı bir l§çi sınıfı da vardı; bu gibiler ancak bir evle çok ufak bir toprak parça, sına sahiptiler ve el âletleriyle, muhtemelen gündelikçi gibi ça­lışıyorlardı.

İngiltere’n i \nuitisunu 1.800.000 kisi olarak oranlo.ma. ğa katktsantar olmuştuı*.

Köylülerin miktar .bakımından değigik olan mükellefiyet­leri, cins bakımından aynıydı ve kira bilhassa (tahıl, domuz, tavuk, yumurta, yün ,keten, bazen balmumu gibi) ayniyat ola­rak, bazen de efendinin topra&ı üzerinde çift sürmek, ot ve ekin biçmek, mahsul yüklemek için günlüğüne çalışılarak (an­garya), X I. yüzyıldan itibaren ise miktarı çoğu zaman keyfî olan bir paral verilerek ödeniyordu. Köylü aileden gelme, fakat bu ise irs yoluyla sahip bir kâhya (ki adına Fransızcada maire, İngilizcede reeue, almancada SchuUhess denilmekteydi), ürünü kaldırmak ve angaryaların yerine getirilmesine göz-kulak ol­makla görevliydi.

Köylüler efendi tarafından konulan nizamlara uymakla mükelleftiler ve bu nizamlar onları kira kargılığında efendinin değirmenini, )ekmek pişirmek için onun fırınını, onun üzüm ve zeytin gibi şeyleri ezmeğe mahsus presesini kullanmağa ve ha­sat yahut bağbozumu için onun emrini beklemeğe mecbur tu­tuyordu; (efendinin ban’ ı ile yürürlüğe konan bu mecburiyet­lerin adına boMcMtö» deniyordu). Köylüler derebeyinin bir kâh­ya (idare memuru), tarafmdan tevzi edilen "adalet” ine tâbi idiler, kâhya da bu yetkiyi köylülere para cezası ödetmek ya­hut maliarma mülklerine elkoymak için kullanıyordu. Bu yet­ki Fransa’da öldürme hakkına kadar varıyordu; bu hakkın alâ­meti de toprakta bir darağacına sahip bulunmaktı. Almanya’­da, İtalya’da, Ispanya’da bu hak, kraldan vekâlet almış büyük derebeylerine mahsustu; İngiltere’de ise yalnız krala aitti. Her memlekette avlanma hakkı efendiye aitti ve köylülerin av hay­vanlarını öldürmeleri yasaktı. Tarımın nizam altmai alınmamış olduğu Güney memleketlerinde uygulanan rejim (ki zaten bu­nun hakkında bilgi sahibi değiliz) de herhalde buna ben2ser, fakat daha intizamsız mükellefiyetleri ihtiva etmek gerekti.

Köylülerin yalayış tarzı daima çok geri ve çok çetin ola­rak kalmıştı ve köylüler bunu iyileştirme imkânına sahip de­ğildiler. Çok kötü gübrelenen toprak, düşük bir randıman ve­riyordu; beslenmek için yalnız otlaklara, kışın ise tabiî çayır, lardan biçilen kuru ota sahip bulunan hayvanlar, ilkbahara kadar güçlükle yaşıyabiliyorlardı (1). Yaşamak için köylülerin ürünlerinden başka şeyleri yoktu, bunun büyük kısmını da kiralarını ayniyat olarak ödemek, yahut para olarak ödenecek

m u k a y e s e l i TAR İH İ 133

i l j İnailtere’de ktS baslarken hayvanlarm bir kismı kesilerek salkJanmtak üzere tuıelann/o'Mu.

134 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

kirayı tedarik iğin satmak zorundaydılar; ürün az oldu mu köylüler de aç kalıyorlardı. Kara ekmek, lâpa ve sebzelerle ka­rın doyuruyorlar, seyrek olarak et yiyorlardı. Kaba kumaşlar­dan, çoğu zaman bezden urbaları vardı; çamagır giymiyorlar, hemen hep yeilınayak yürüyorlardı. Sazla örtülü, camsız pen­cereli, dövülmüş topraktan zeminli basık evlerde oturuyorlar­dı; eşyaları yok gibiydi, hattâ hemen daima yatakları bile yok­tu. Kendileri, k an lan ve kızlan derebeyinin yahut hattâ onun kâhyasmın keyfine tâbi İdiler; mukavemet için yahut hakla- n n ı aramak üzere hiçbir imkâna sahip değillerdi. Onun için köylü her memlekette hor görülen aşağı bir yaratık sayılmak­taydı; köylü kargılıgnı olan vilaAn sözünün sonradan Fransızca- da kaba, pis, kötü anlamını almış olması da bunu göstermekte­dir.

KSylülerim, durum undaki değişildik. —< XII. v© X III. yüz^ yıllarda köylülerin durumu, Avrupa’nın Batı ve Doğu bölgele­rinde biribirine zıt yönlerde olmak üzere, değişti. Batı mem. leketlerinde düzeldi. Fransa ve Almanya’da efendi, yedekte tuttuğu topraklan doğrudan doğruya işletmeğe son veferek bunlan kira kargılığında kiracılanna dağıttı; kiracılar da top­rağa irs yoluyla sahip hale geldiler. Böylelikle efendinin kendi toprağı için angaryaya ihtiyacı kalmamış olduğundan, angar­yaların yerine kirayı ikame etti. Parayla ödenen, sabit bir meb­lâğ halindeki, eski kiralar, para değerinin düşmesi ve nakdin gittikçe daha çoğalmaiiı yüzünden çok daha hafif bir hale gel. diler. Efendinin keyfine, arzusuna tâbi kiralarla angaryalar, törelerle tesbit ve tahdit edildi.

Toprak üzerindeki haklan tanmmamış olan köylüleri top­raktan çıkarmak daha güç bir hale geldi. İngiltere’de vHain'ler kanunen arazt fmanorı,! sahibinin keyfine tâbi olmakla bera­ber, copy-h old er, yani moâtor’nn defterleri üzerinde yazılı tö . reye dayanarak topraklanna sahip hale geldiler. Fransa’da efendinin iktidan, şehirlerde esasen kullanılmakta olan bir usulle sınırlandınidı. Aynı köyün kira^nlan aralannda anlaşıp efendiye büyük bir para ödediler, o da yazılı bir belge ile her türlü keyfi harekette bulunmaktan vazgeçti ve kiralan, haraç ve cizyeleri, angaryalan, para cezalannı sâbit bir miktarla sı­nırladı. Bu belge ile serf’ler framc (hür,' âzad) insanlar haline geliyorlardı. Doğu Avrupa’da ise ters yönde olarak, hür çiftçi­ler büyük arazi sahiplerinin hizmetinde hemen hemen serf du­rumunda kiracılar haline geliyorlardı. Almanlann hükmü al­

tındaki yerli îslâvlar haftanın yansında angaryaya tâ.bl tutul, dular. Polonya’da köylüler, adına İcmet denen aşağı bir duruma düştüler. Rus topraklannda da buna benzer bir değişiklik bağ­lamış gibi g-örönmektedir. Çiftçi olan hür insanlann Batı'da rX. yüzyılda vukua g-elmiş olan aşağılaşmış, Doğu Avrupa’da üç asıi" sonra başladı.

Asiller stnıfymn teşekkülü. — Köylüler bütün memleketler­de aşağı sınıf olarak kalırlarken, savaş adamlan her tarafta üst sınıfı teşkil ettiler. Bunlan ve bilhassa Fransa, Almanya ve Îngiltere’dekilerî,,köylülerden daha iyi biliyoruz. Bunlann fiil­leri vakanüvisler tarafından anlatılmış, hayatlan hattâ duygu­lan dasitanı şiirlerde ve romanlarda tasvir edilmiştir.

Savagçılann rütbelerinin yüksek oluşu, o zamanki savaşlar n n mahiyetinden ileri geliyordu. Avrupa’nın eski kavimleri sa­vaşı bütün kavim İçin müşterek bir iş addetmişlerdi, şef em­retti mi bütün hür insanlar silâhlanmış olarak gelmek zorun­daydılar. Bu kural İskandinav ülkeleriyle Doğu Avrupa’da (P o­lonya, Bohemya, Macaristan) muhafaza olunmuştu. Ispanya’­daki küçük krallar tarafından Müslümanlara karşı olan savaa için, Almanlann kralı tarafından Rom a’ya yapılan sefer için de uygulandı. Fakat garlman’m eski İmparatorluğunun her yar nında savaş artık yalnız krallarla prensler arasında değil, her ülkedeki bütün savaş adamlan arasında da yapılıyordu. Sa- vag, iki hasmın ailelerinin de sürüklendiği özel bir iş haline girmişti. Rühban sınıfının savaşı önlemek için yaptığı bütün teşebbüsler X I. yüzyılda akim kalmıştı.

Savaş artık yalnız at üstünde yapılıyordu, Lâtince mile« (savaşçı) adı artık sadece mızrakla savaşan atlıya verilmektey­di. Savaşçı silâhıyla teçhizatını kendisi tedarik ediyor, kendini mümkün olduğu kadar emniyet altına almağa çalışıyordu. X in . yüzyılın sonuna kadar vücudü baştan ayağa örtmekte olan ör­me zincirden bir zırh, başına bir m iğfer giyip uzun ve sivri bir kalkanla korunarak savaştı. A tı da bir zırhla korunmuştu, savaşçı atına ancak savaşırken biniyor ,yolda gitmek için baş­ka bir ata biniyordu. Onun için atlı bir silâh uşağına, yani si. lâhlara ihtiyacı vardı. Efendisinin kalkanını {¿cu ) taşıdığı için adma kalkancı (¿cuyer) denen bu uşak, onun aavaş atını da sevkediyor, savaşçmın ağır zırhını giymesi ve savaşmak üzere atma binmesi İçin kendisine yardım ediyordu. Bu pahalı teçhi­zatın gerektirdiği masrafı karşılamak için, köylüler tarafından ekilip biçilen büyüli bir araziye sahip olmak gerekti. Bu silâh-

MTJKATESELÎ TA R İH Î 135

136 A VRU PA M ÎLLETLERİNİN

lann kullanılması, uzun bir tâlim devresine ihtiyag göstermek­teydi. Savaş bir meslek, mesleklerin de en şereflisi haline gel­mişti.

Memleketlerin en zenginlerinde (Fransa, İtalya, Almanya) savaş şefleri çok geniş arazi sahibi derebeyleriydi; savaşçıların çoğunluğu da derebeyine hizmete borçlu ve onun tarafından kendilerine birer tımar verilmiş uyruklardı. Bu sava^şçılar bu tımar sayesinde geçinmek ve silâhlanmak için gerekli geliri elde ediyorlardı. Derebeyi hiçbir zaman tımar qlarak verdiği toprağın sahipliğinden çıkmadı ve tımar da her zaman için kaydı hayat şartiyle verildi. Uyruk ancak derebeyi önünde di­ze gelerek hommage denen töreni yerine getirdikten ve ona sadık kalacağına yemin ettikten sonra bu toprağa sahip olabi­liyordu.

Aralarında böylece meydana gelmiş olan bağ, sadece kişi­leri bağlamışı oluyordu ve herbirinin ölümünde yenilenmesi ge­rekmekteydi ; fakat uyruğun ölümünde mirasçısı bir bedel öde­yerek tım an yeniden almak hakkına sahipti; böylece de fiili­yatta tımarın sahipliği irsi bir hale gelmiş oluyordu.

Uyruğun bir takım taahhütleri vardı, bunlan yerine getir­mediği takdirde derebeyinin tım an geri almağa hakkı oluyor­du. Yavaş yavaş belirli hale gelen ve çok azalan bu ödevler, üç terimle ifade ediliyordu. - Hizm ei, uyruğu derebeyini sa­vaşta takibetmekle ödevli tutuyordu, fakat sonunda bu, belirli sayıda günlere (Fransa’da yılda 60 gün) ve sınırlı bir mesafeye indirildi. - YarcUm, âcil bir ihtiyaç anında uyruğu derebeyine para vermekle ödevli tutuyordu, ki töre gereğince bu para ver­me işi yalnız üç duruma münhasır tutulmuştu. - Adm a kurul (conseil) denen ödev ise ya işleri hakkında görüşmelerde bu­lunmak, yahut uyrukları arasındaki dâvaları görmek için de­rebeyinin divanında yer almak göreviydi.

Bu töreler topluluğu (ki adına “derebeylik rejimi” deni­yordu) kendilerini kralın uyruğu sayan ve rütbelerini ondan tımar halinde almış bulunan dük, kont, piskopos ve yüksek rüt­beli Jbapazlar gibi ekâbire uygulanmıştı. Fransa’da yaratılan bu rejim Avrupa’nın en büyük kısmında da taklid'edildi. İngil­tere’de kral bütün geniş araziyi, tımar olarak büyük derebey­lerine dağıtmış, bunun karşılığında da onlan, kendi uyruklan olan belirli sayıda şövalyelerin hizmetlerini kendisine tahsise mecbur tutmuştu ki, böylelikle kral en yüksek derebeyi ve bü­tün krallığın kanunî sahibi haline geldi. Iskoçya kralı da sonh

radan bu rejimi taklid etti ve cogru Fransız aslından olup İngil­tere’den gelmiş bulunan derebeylerine tımar olarak arazi ver. di. Norman aslından olan Sicilya krallan da bu rejimi Güney İtalya’da yerleştirdiler.

Almanya ile Kuzey İtalya’da İmparator dük, kont, marki (yani sınır kontu) gibi kamu görevlerini tımar olarak savaş­çılara; piskoposluk, yüksek rütbeli rahiplik gibi dini rütbeleri de din adamlarına verdi. Bunlar İmparatorun uyrukları, ordu­lar, memleketin büyük arazi sahipleriyle şövalyelerini de ken­dilerine uyruk yaptılar. Lâik’ler, yani din adamı olmayanlar kendi topraklarını oğullan arasmda payetmek âdetini edindi­ler; bunlann herbiri de babasının unvanını aldı, bu yüzden düklerin, kontların sayısı çoğaldı. Derebeylik rejimi daha son. ra Danimarka’ya da girdi. İspanya’da -Fransız rejimini muhar faza eden Katalonya hariç olmak üzere,- tımar genel bir âdet haline girmiş görünmemektedir, tımar hakkı çoğu zaman fes- hedilebilir halde kalmış, hommage töreni ise sadece el öpmek- Mtn ibaret bulunmuştu.

Derebeylik rejiminin ihdas edilmediği ülkelerde de yüksek sınıfı savaşan insanlar teşkil ettiler. - İsveç’te atlı hizmet, si­lâhlanacak kadar zengin olan toprak sahipleri tarafmdan ya­pılmaktaydı; Norveç’te bunların sayıları çok azdı ve ayaklanan hür köylülerle sık sık savaşmak zorunda kaldılar. - Polonya’da atlı savaşçılardan kimisi eski prenslerin torunlan olan büyük top ra k : sahipleri, kimisi de kraldan bir toprak almış olan hiz­metkârlardı; bunlar Litvanyalılara karşı Doğu sınırında bu­lundurulan çok sayıdaki szTachta’yı teşkil etmekteydiler.- Ru- rik’in soyundan gelme Rus prensleri arasında taksim edilmiş topraklarda da adma boyar denen birkaç büyük arazi sahibi vardı; her bir prensin hizmetinde de süvarilerden meydana gelme bir maiyet fdrujma) bulunmaktaydı. Bunlar prensin, hizmetlerine karşılık kendilerine verdiği toprağa yerleşmişlerdi.

Bilhassa yüksek sınıfı teşkil etmekte olan savaş adamları, Lâtince eski nobües adı altında toplandılar ve bu ad ba.şlan- gıgta hattâ Polonya’da dahi Lâtince metinlerce kullanıldı; sonra “roman” dillerine ve hattâ İngilizceye geçti (nobility); fakat bunu yalnız derebeylerine (lotct) mahsus münhasır kıl­dı; Almancaya da Adel sözüyle çevrildi. Asiller yahut zadegân sonunda ötekilerden öylesine belirli şekilde ayn bir irsî sınıf kurdular ki, başka sınıftan bir kimseyle evlenmek denk insan­lar arasında yapılmamış bir evlenme sayılarak hoş görülme­

M UKAYESELİ TAR İH İ 137

138 AVRU PA MÎLLBTL.ERÎNİN

mekteydi.Asaietm derecelei-i. — Hepsinin tek ve aynı oldukları duy

grusu oldukça kuvvetle yerleştiğinden bu, bütün asil aileler arar sında evlenmeye İmkân veriyordu ama, bunlar arasında kö- rev, unvan veya zenginlik bakımından yine de derin ayrılıklar mevcut kaldı.

İlk Bira Lâtlnceye rex (kral) sözü ile çevrilen unvana sa­hip taşanlara aitti ki, kamu iktidarından arta kalanla kavmin savag şefliği ödevini ve derebeylik rejimine tâbi ülkelerde de en büyük §ef fsuzeramj vasfını bu rex (kral) elinde tutmak- taydı. Kral daima bir savaş adamıydı; ödevi emirler vermekten ibaretti; itaat görm ek için de, silâhlı bir kuvvetle desteklenmiş olduğu halde, bizzat görünmek ihtiyacındaydı. İsveç ve N or­veç’te kral, ata binip memleketi bir baştan öbür başa aşarak saltanat sürmeğe başlıyordu ve bütün memleketlerde de kral­lar hayatlarının bir kısmını, maiyetlerinde savaşçılar da oldu­ğu halde, topraklarında dolaşmakla geçiriyorlardı.

Kamunun menfaatini ilorilendiren kararlar almak için kral­lar, kendilerine itaat etmekte o la n . savaş şefleriyle yüksek rütbeli papazları kurul halinde topluyorlardı. Adaleti çevrele­rinde bulunan ve adına Lâtinceden gelme coup denen şahıslar marifetiyle tevzi ettiriyorlaı-dı. Resmî evrak yazdırmak ve bunlan muteber hale sokan balmumundan mühürle mühürlet­mek için bir sansölyelikleri vardı. Bir de hâzineleri vardı kl para, mücevherler, arşivler burada saklanıyordu. Krallar çok büyük araziye sahiptiler, buralarda yetişen ve bilhassa ayniyat olarak alınan ürünler, çevrelerindeki insanları doyurmak için kullanılıyordu. Krallann çok değişik önemde olan nakdî resim­ler toplamağa hakları vardı. Bu gelirler özel memurlar tara­fından idare edilmekteydi ve bunların hesapları da kralın sara­yında gözden geçirilmekteydi.

Kralın unvanı kendi şahsına bağlıydı; ölünce, kendisinin yerine kimin geçeceğini kararlaştırmak gerekiyordu. Bu mese­le çeşitli şekillerde halledilmekteydi. Genel olarak babanın du- nımunu bir miras saymak âdet olduğundan, onun tabiî miras­çısını, yahut hiç değilse ailesinin bir ferdini kral olarak kabul etmek tabiî bir şeydi. Bu da kral hanecUmımn vücut bulması gibi bir sonuç doğuruyordu. Fakat irs yolu her zaman İçin kesin bir hal çaresi teşkil etmiyordu. Kral birkaç erkek evlât bıraktığı zaman, unvan bunlardan ya bir tekine geçetaliyor, yahut Ispanya’da olduğu gibi bunlar arasında taksim edilebili­

yordu (Rusya’da çocuklar prens adını alıyorlardı). Kral, savaş gefi olamıyacak kadar küçük yasta bir erkek evlât bırakmışsa ya ailenin reşit bir ferdi, ya da vasiye sahip çocuğru kendisine halef oluyordu. Kral sadece bir kız evlât bırakmışsa bu kızın, babasınm yerine geçip geçmiyeceğini kararlaştırmak, geçtiği takdirde de bu kıza bir koca seçmek yetkisine kimin sahip olar cağını tesbit etmek gerekiyordu.

Kralın soyu tükendi mi, halefini seçmek (Lâtincede eligere) gerekiyordu. Bu i§ bilhassa büyük şahsiyetler arasında, bazen savagçılar kalabalığı da hazır bulunduğu halde, yapılan bir tartışmadan ibaret oluyordu; çünkü seçmek vasfını haiz olan­ları tayin edecek hiçbir belirli kural ve nizam yoktu. Şüpheli hallerde tahta hak iddia eden birden fazla insanın herbiri ken­di taraflarıyla meydana çıkıyor, kralın yerine kimin geçeceği bir savaşla kararlaştırılıyordu. Tahta hak iddia edenler, kral­lığının büyük şahsiyetlerini kendi taraflarına çekebilmek için onlara bir takım vaidlerde bulunmak zorundaydılar ki bu, ye­ni kralın iktidarını azaltıyordu. Nitekim Ispanya’da, Bohem­ya’da, Polonya’da, sonraları Almanya ve Macaristan’da bu hal meydana çıktı. Bu yüzden de kralın gerçek iktidarı, kral hane­danındaki doğumların tesadüflerine bağlı kaldı.

Krallardan sonra eski bir hizmet unvanına sahip büyük şahsiyetler (dükler, kontlar, markiler), yahut da lâtince pri/n cep9 denen (prem ier yani “birinci’ anlamına ki Almancaya Fürst diye çevrilmiştir, prens) müphem bir unvanla gösteri­len kimseler geliyorlardı. Bunlann her biri, önce Fransa’da, sonra da İtalya ve Almanya’da, kendi topraklan üzerinde fiilen bağımsız hale gelmişlerdi. Çok büyük topraklara, birkaç tah. kimli şatoya, kalabalık bir hizmetkârlar ve kâhyalar zümresi­ne sahip bulunmaktaydılar. Bunların, bazen bir kralınkine ben­zeyen sarayları, oturduklan şehirdeydi ve gerektiği zaman uy­ruklardan meydana gelme küçük bir ordu tophyabilecek ka. biliyetteydiler.

Prenslerden bir derece aşağıda da resmî unvanlan olma­yan çok büyük arazi sahipleri vardı; fakat bunlar yine de biı^ çok uyruklan olan birer derebeyi idiler; Batı’da adlanna baron yahut sir (Almancada Herr), Ispanyolcada Tİcos hombres (zen­gin adamlar) denmekteydi. Kralm hiçbir bağımsız prensliğin kurulmasına izin vermediği İngiltere’de, Ispanya’nın çok kü. çük krallıklarında, hattâ dük ve kont unvanım haiz aynı şah­siyetleri, bu rütbenin içine sokmak mümkündür; nitekim Doğu

M UKAYESELİ TAR İH İ 189

140 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Avrupa'daki Rus boyar’lan, Macaristan ve Polonya’da adlanna Lıâtinceden gelme olarak magnats {magnus, yani büyük) de­nen derebeyleri de yine aynı kategoriye sokulabilir.

X II. yiizyılın sonuna kadar asiller zümresi bir derebeyinin uyruklar^ olan, silâh ve teçhizata sahip ve silâhtarlar tarafm ­dan hizmet edilen şövalyeler tarafından meydana gelmekteydi. Bunlar Lâtince miles gibi mütevazı bir ad taşımağa devam edi­yorlardı ama zenginliklerinin artmasıyla bir köye sahip mahal­lî şefler haline geldiler. Bu köyü, sahip ve efendi sıfatıyle idare ediyorlardı. A yn ca surla çevrili bir tahkimli şatolan da vardı ki, köylüleri için sığınak vazifesi görmekteydi. Hizmetkârları ve kiracılan bunlara “senyör” diye hitabediyorlardı, İspanya’da (Lâtince dommvyta.n gelme) don adını taşımaktaydılar. Bun­lann sayısını bilmek imkânına sahip değiliz; yalnız Ingiltere bundan hariçtir, zira burada 1170 te yapılan bir soruşturma bunların sayısını 5.000 ile 6.000 arasmda olarak tahmin etmek imkânını vermektedir. Bunlar Almanya ve bilhassa Ispanya’ya göre Fransa ve İtalya gibi zengin memleketlerde herhalde da­ha çok , sayıda idiler.

Son sınıfa da çeşitli sebeplerden aşağı rütbede olan savaş adamlarını yerleştirebiliriz. Birkaç belgenin tetkikinden anla­şıldığına göre o zamanlar at üzerinde mızrakla »savaşan, fakat ne koruyucu zırha, ne de silâhtara sahip olan savaşçılar vardı ve bunlar belki de tahkimli mevkileri savunmak için kullanı­lıyorlardı. Almanya’da yüksek rütbeli rahiplerle kralın hizme­tinde adlanna Dienstmannen (Lâtincede ministerkıles) denen şövalyeler kalmıştı ki eski serf’lerin soyundan gelmeydiler. Bunlar tımar sahibi değildiler, efendilerinin evlerinde oturu­yorlardı ve onu terketmeğe hakları yoktu. En az medenileşmiş memleketlerde, savaşçıların çoğu hafif atlara binmiş olduklan halde koruyucu bir zırh giymeksizin kılıçla savaşıyorlardı. Bunlar, Polonya’da szlachta savaşçıları, Macaristan’da “nefî- riâm” (toptan seferberlik) halinde hizmet eden süvarilerle Is­panya’daki hidalgo’\ardı, krala hizmet etmek ve adalet mec­lisinde hazır bulunmak ödevindeydiler.

Şövalyeler X II. yüzyıldan itibaren bir sınıf teşkil ettikleri duygusunu edinmişlerdi ki bunun adına şövalyelik deniyordu, sonra hemen bütün hristiyan memleketlerde bu, yayıldı. Şöval­yeliğe ancak bir şıövalye tarafından kabul edildikten sonra gi- rilebiliyordu. Bu vesile ile bir de tören yapılıyor, yeni girene şövalye silâhlarıyla alâmetleri veriliyordu. Yalnız şövalyelerin

oğullarını kabul etmek âdeti, gövalyeli&i irsi bir topluluk ha­line getirdi. Kabul töreni ise prensin sarayında kutlanan bir genlik; haline geldi: Bu vesile ile prens, birkaç kişiyi birden şö­valyeliğe kabul ediyordu.

XH I. yüzyıl boyunca asiller smıfı epiy genişledi. XI. yüzyıl­da sadece şövalyenin bir uşağı olan ¿cuyer (yani kalkan taşıyı. Ol) ye sonunda gentühomme (iyi aileden adam) adı verildi veo da asil sayıldı. Silâhlanmak ve bir şövalye gibi hayat sürmek için yeter derecede imkânlara sahip değildi ve bütün ömrünce ecuyer, İngilizcede squire, Almancada Edelknecht (asil ugak) olarak kalıyordu. Ne silâhtan, ne de şatosu vardı; fakat tı­mar olarak bir toprağa, tahkimli bir eve (Fransızcada manoir, İngilizcede manor) sahipti; ayrıca kiracıları da vardı ki ona kendi derebeyleri, efendileri gözüyle bakıyorlardı. B ir şövalye birkaç oğul bırakarak öldüğü zaman, mirası genel olarak eşit­siz bir halde pay edilmekteydi. Büyük oğul en büyük payı alı­yor, mirasçılar da bir şövalye için gerekli servete sahip olma- dıklanndan ¿cuj/er olarak kalıyorlardı.

Ecuyer diye vasıflandırılan gentilhomm e’Xwc daha aşağı rütbedeydiler ama öteki asillere göre çok daha yüksek sayıda olduklanndan, asil sınıfın büyük çoğunluğunu teşkil ettiler. Hemen hemen bütün yüksek ailelerin soyları tükenmiş oldu­ğundan, Avrupa’da eski aâaletiıi kalıntıları ecuyer’lerin torun­ları sayesinde muhafaza olunabilmiştir.

Asillerin hayatı. — Avrupa asilleri dünya tarihinde e§i gö- lülmemiş bir tarzda hayat sürüyorlardı ve öteki sınıfların da uydukları bir örnek vermig olduklanndan, bunlar zamanımıza kadar gelmiş olan bir takım âdetler ve hattâ duygular yarat­tılar. Kendilerinin ast’ları olan köylülerin ortasında, arazilerin­de yaşıyorlar, ancak ata binmeği ve silâh kullanmağı öğreni­yorlar, bilhassa avlanmakla, ufak-tefek savaşlar yapmakla va­kit geçiriyorlardı. Ne okuma, ne de yazma biliyorlardı; fakat rütbeleri ve kuvvetleri dolayısiyle kendilerini üstün görmeğe alışkındılar. Bunlar beden idmanlarını ve köy, kır hayatını ye­niden rağbet edilir hale soktular. Asilin evi olan sato, ki bir savunma ve hâkimiyet merkeziydi, saygıdeğer bir mesken mo­deli olarak kaldı. İngiltere’de kral, uyruklarına kendi aralann­da savaşmağı yasak etmişti, bunun üzerine de bu memleketin gentilhomme’lan şövalye sıfatiyle silâh kuşanmak isine son verdiler, hattâ savaş, silâhlan da taşımaz oldular. Fakat, ata binmek ve avlanmak gibi barış zamannım işlerinden ibaret ka­

M UKAYESELİ TA R İH İ 141

142 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lan şato hayatı lîngriltere’de imtiyazlıların hayatj olarak kaldı. Bu hayat tarzı şimdi daJıi Avrupa’mn bütün memleketlerinde asil sınıfın daimî vasfı olarak kalmaktadır.

Savag asiller tarafmdan bir felâket değil, bir zevk, hattâ bir zenginleşme vesilesi sayılmaktaydı: Savagta insan hasmının toprağını yağma etmek imkânını buluyor, yahut hasmını esir edip ondan bir fidye alıyordu. Bazen de aynı memleketin asil­leri arasında önceden tertiplenen bir vuruşma, savaşın yerini tutuyordu. Bu da toumoVnm eski şekli oldu, ki savaş silâhla­rıyla çarpışan iki taraf, yere yıktıkları kimseleri esir alıp bun­lara fidye ödetiyorlardı. Başka bir çarpışma şekli olan ve EVanklar tarafından bir adalet usulü olarak kullanılan düello da Avrupa’nın büyük bir kısmında âdet haline geldi. Düello yeni bir duygunun, şahsî şeref duygusunun etkisiyle yayıldı. Asil bir kimse şövalye ahlâkının nizamlarına, kurallanna uy­gun şekilde hareket etmeği kendine ödev biliyordu ama, kendi­sine şövalye muamelesi edilsin istiyordu. Cesaretinden veya dürüstlüğünden şüphe edildi mi, bunu bir "şeref meselesi” har line getiriyor; hakaret gördüğü, hattâ sadece yalancı çıkarıl, dığı zaman, kendisini tahkir eden kimseyi düelloya davet edi­yordu.

Terbhte v e nezaket. — Her memlekette prenslerin sarayla­rı, asillerin toplandıkları ve hal ve gidişlerine çeki-düzen ver­m ek İçin örnek aldıkları birer merkez haline gelmişti. Bu sar raylarda, savaşla hiç münasebeti olmayan bir âdet teşekkül et­ti. Saraya mahsus hal ve tavırlar, terbiye! ve îıezaket denen seyl meydana getirdi ve bu yüzden, savaş adamlarının kaba sa. ba halleri aşırı görülmeğe başlandı. Nezaket konuşma, giyin­me, toplumda davranış, eğleniş tarzlarını değiştirdi; hattâ duy­gular ve hal ve gidiş üzerinde bile etki yaptı. Fransa’da doğan moda,, Fransız edebî eserleriyle beraber, öteki Avrupa memle» ketlerinin saraylanna, sonra da asilleri araşma yayıldı.

Barbarlann gelişindenberi şefin ev hizmeti şerefli bir i§ haline girmişti ve asiller yeni yetişen oğullarını page yahut ¿cuver olarak yetişsinler diye prensin yahut eşi olan hanımının hizmetine yolluyorlardı.

Bu da, erkeğin kadına karşı olan tavrım değiştiren bir duygunun menşei oldu. Asya ile eski çağ Avrupası’nm bütün medeni kavimlerinde kadın, erkek tarafından aşağı, tâbi ve itaatkâr bir yaratık muamelesi görmüştü. Saraylarda ise tersi, ne olarak prensin eşi, evinin sahibesi olan, onun page^a.rm,B, ve

¿ctta/erlerine emir vermeğe alışık bulunan, rütbece ve yaşça kendilerine üstün ham'ima’a., bu delikanlılar saygı İle bakar ol­dular. Cinsiyetler arasındaki bu yeni münasebet şeklinden eski bir ad altında yeni bir duygu, “ nâzik, saraylara mahsus (cour- tols) a§k” doğdu ve bu ,ilkin Güneyli birkaç saz şairi, daha sonra da (XII. yüzyılın bitiminden önce) daha belirli bir şe­kilde Şampanya Kontesi’nin hizmetindeki bir şair tarafmdan ifade edildi. Sonra kurallar haline sokuldu ve (Breton devrin, deki) macera romanlarıyla moda haline geldi.

O zamana kadar erkek tarafmdan hissedilen aşk, sadece arzudan (Grekçe Eros, Lâtince Cupido sözlerinin anlamı budur) İbaret kalmıştı ve eski çağ yazarları şefkatli ve saygrılı bir aş­kı yalnız kadına mahsus bir şey gibi tasvir etmişlerdi. Nâzik (courtois) aşk, g'enç asilzadenin hanıma, kelimenin tam anlar mıyla metrese (maîtresse) karşı ifa ettiği saygı ve itaat dolu bir hizmet haline greldl (Sonradan bu metres = maîtresse sö­zünün anlamı tamamen değişmigttr). Bu da tıpkı uyruğun efendisi olan derebeyine gösterdiği vefa ve bağlılık örnek alı­narak ifade edilmekteydi ve itaatkâr fiillerle ispat edilmek ge­rekti. Almancada bunun adına Minne ve Frauenâienst (hanı­mın hizmeti) adı verildi. Bu hizmet kadına değil, hanıma hita-. bediyordu. Böylece de kadınlara üstün yaratıklar muamelesi yapan, onlan başköşeye oturtan veya öne geçirten, onlann eli­ni öpmeği lüzumlu kılan ve adına galanterle (zerafet, nezaket) denen saray âdeti doğmuş oldu.

Bu nezaket ve zerafet, saray hanımlanyla olan münasebet­lere nâzik, ince bir takım saygı seklileri soktu ki bunlar son­radan asillerin, peşinden de burjuazinin âdetleri arasına girdi. Nezaket, erkekleri hanımlara karşı çok belirli ihtimamlar gös­termeğe mecbur tutarak, kadının toplumdaki yerini yükseltti. Dinin bunda hiçbir rolü yoktu, çünkü erkeklerin ne Doğudaki hristiyan kadınlara, ne de Avrupa’daki halk kadınlanna kargı hal ve gidişlerinde bir değişiklik olmadı. OrtJaoağ asaletinin bıraktığı en devamlı miras, işte bu olmuştur.

M UKAYESELİ TA R İH İ 143

VIII

ŞEH İRLER, ZANAATLAR; TlC ARE T

Köylerde oturmakta olan asillerle köylüler arasmda. çok büyük bir seviye farkı vardı. Fakat X I ve X III. yüzyıllar ara­sında, geçmişte eşi görülmemiş yeni bir sınıf teşekkül etti: Bu sınıf köylülerden üstün, asillerden aşağı idi; onun etkisiyle Avrupa toplumu kendisini bütün öteki toplumlardan belirli şe­kilde ayırdeden hüviyeti edindi.

Şehirlervn kurulması. — X I. yüzyıla kadar Avrupa şehiı^ leri üzerinde hemen hemen hiçbir belgeye sahip değiliz ve bun­lann nasıl doğduklan bir tartışma konusu olarak kalmakta­dır. Rom a İmparatorluğunun şehirleri bir piskoposa sahip ol­mağa devam ettiklerine ve Rom a devrindegi adlarını (cité, cir vltâ, ciudad) muhafaza ettiklerine göre, aralıksız meskûn ol­mağa devam ettiler. Manastırların topraklarıyla büyük dere­beylerinin oturdukları yerler, nufus topluluklannın merkezleri haline geldiler. Hattâ Fransa'da toprağın adı neyse, bütün şe­hirlerin adlan da o olarak kalmıştır (Fransızcada “şehir” an­lamına olan “ville” sözünün aslı da Lâtincedeki bu villa keli­mesidir). Avrupa’nm geri kalan kısımlannda şehirler bir pis­koposun, bir rahibin ya da kudretli bir prensin m akarn olarak meydana getirildiler. Ingiltere ve Almanya’da bunlann çoğu, DanimarkalI veya Macar istilâcılara karşı koyabilmek için, birer garnizonu bulunan, tahkimli birer şehir halindeydiler. Şehirler her tarafta küçüktüler, çok dar bir surun içine top­lanmışlardı ve içinde de ancak orayı kendisine makar ittihaz etmiş olan büyük şahsiyetin hizmetkârlarıyla savaş adamlan oturmaktaydı. En kalabalık şehirler, Konstantinopolis ile mü­nasebet halinde olan birkaç Italyan şehri ve bilhassa Am alfi ile Venedik’ti. Venedik, istilâdan masun kalmak için göllerde ku­rulmuş 12 köyün birleşmesinden meydana gelmişti.

Belki de sâkinleri daha kalabalık ve daha az yoksul hale geldiklerinden, X I. yüzyılda şehirlerin durumlan değişmeğe başladı. İlerleme ilkin Fransa’nın Güneyindeki birkaç şehirle

İtalya’nın Piza, Cenova, Venedik gibi şehirlerinde görüldü. Bu sonuncular Bizanslı veya müslüman Doğu’nun çok daha büyük, çok daha zengin şehirleriyle ticaret yaparak zenginleşmlgler. dİ. Değişme X II. yüzyıldan itibaren Fransa’da, sonra Almanya ve İngiltere’de, daha sonra da Doğu Avrupa’da meydana gel­di. Sonunda şehirler birkaç üstünlüğe sahip oldular ve bu, on­ları köylerden ayırdetti.

Şehir, Cermence burg, borough ( “roman” dilinde de hourg, borgo) diye adlandırılan tahkimli bir duvar (sur) la çevriliydi. Şehir, sakinleri arasında çarpışmalar çıkmasını da önlüyordu, çünkü şehir için savaşmak yasaktı. Bu inanca, sur dışındaki bir fersanlık bir çevrenin içinde de şâmildi (“ kudret” anlamı­na ban, "fersah” anlamına li&ue kelimelerinin birleşmesiyle sur dışındaki bu alana banlieue (banliyö) denilmekteydi).

Şehir aynı zamanda bir pazaryeriydi. K öyler halkı buraya gelerek şehirlilerin beslenme, giyinme, ısınma için muhtaç ol. duklan maddeleri satıyorlar; kendileri de buradan sanayi ve ticaret eşyası alıyorlardı. Şehrin sahibinin bu alışverişte men­faati vardı, çünkü satışlar üzerinden resim almaktaydı. Kralın derebeyleri üzerinde bir iktidarı muhafaza etmig olduğu mem­leketlerde, bir pazar kurma haklcını sıncak kral veriyordu.

Şehirde aynı zamanda, kendi çevresindeki dâvaları gören bir mahkeme bulunmaktaydı. Kralın bir kamu otoritesini mu­hafaza ettiği İngiltere, Almanya, İspanya, Doğu Avrupa gibi memleketlerde kral adaleti kendi adma tevzi etme ödevini, geh. rin sahibi olan derebeyine bahşediyordu.

Şehir bir sığınaktı ve burada oturanlar, köylerde olduğu gibi, şehrin hâkiminin keyfî iktidarına tâbi değildiler. İlkin hür toprak sahiplerinin ve savaş adamlannın kalmış bulundukları İtalya ve Güney şehirlerinde bir töre teşekkül etti ve bu, dere­beyi ile olan münasebetleri tanzim etti.

Fransa’nın Kuzeyinde ihdas edilen yeni bir usul de, andla kurulan “yeminli kamun” oldu (Zaten o devirde bütün kamu münasebetleri yemine dayanmaktaydı); fakat bu, bir "ast” tar rafından girişilen taahhüt değil, birblrleriyle eşit olanların top­lu halde fconjuratioj, birbirlerini karşılıklı savunmak için yap­tıkları yemindi. En eski kamunlar bura sâkinlerinin, öteden- beri bir rahip olan, derebeyine kargı yapılan ayaklanmalar so­nucunda meydana gelmişlerdi. Sonraları bu usul, derebeyi ile yapılan bir anlaşma şeklini aldı kİ bu anlaşma, çoğu zaman

F .IO

M UKAYESELİ TAR İH İ 145

146 AVRU PA M İLLETLERİNİN

öteki sshirlerin fermanU imtIyaBİan (chart», Lâtince carta) ör­nek tutularak verilen, daha doğrusu satılan, bir fermanlı im. tiyaz seklinde yapıldı.

Daha sonra ve bilhassa X III. yüzyılda boş bir topra&a sa­hip bir kral yahut bir prens, burada bir gehir kurdu ve her* sâ- klîie tahkimli surun içinde ev yapmak için bir asla, şehir do- laylanhda ;da ekin İçin tarlalar vererek buraya ahali celbetti. Bir umumî plâna göre kurulmuş olan gehrin, dik açı şeklinde kesigen sıra sıra sokakları, ortasında da umumî bir meydanı vardı. Do&u Avrupa’nm şehirsiz bölgelerinde krallarla yük- sek rütbeli ruhaniler de gehirler kurdular ve bunlan, dışarıdan srelen kolon’lar, bilhassa Almanlarla iskân ettiler, onlar da dil­lerini ve törelerini muhafaza ettiler. Derebeyinin yetkisi gayet titiz bir seklide sınırlandırıldı; yahut da kendisinin, bazen zım­nî olan, m uvafakatiyle ortadan kaldırıldı. Bu iş imtiyazlı bir ferman (charte, carta) gekll altında yapıldı ki bunda, gehir hal­kının hak ve ödevleri birer birer sayılmıg bulunmaktaydı. Bu ferman, gehlr halkını en çok rahatsız eden ve onları şahıslan yahut mal-mülkleri bakımından derebeyinin yalıut kâhyalan. nm keyfine tâbi bırakan yetkileri daima sınırlıyordu. Bu fer­man para olarak ödenecek kiralarla yıllık tımar, yiyecek mad­delerine elkoyma yahut bunlan veresiye satınalma hakkını, satıglarla miraslar üzerinden alınacak harç ve resimleri gayet dakik bir gekilde tesbit etmekteydi. Ayrıca para cezalannı da tafsilâtlı bir tarife ile nizama bağlıyordu: Bu tarifede her tür­lü suç ve yara çeşitleri sayılmış ve malların müsaderesine yol açan suç ve cinayetler tesbit edilmigti. Keyfiliğe kargı olan ve adjna Ubert& — hün^yet denen, bu teminat, bütün hakların tö. reden gelmekte olduğu o devirdeki usulün tersine olarak, yazılı bir nizamla ihdas edilmiş bulunmaktaydı.

Şehirlerin idaresi. — Her gehirdeki rejim, bu gehrin sahi­bi, efendisi tarafından sakinlerine tanınmış olan hakka bağlı bulunmaktaydı; onun için bu rejim çok değişik oldu ve zaman­la aynı gehrin içinde değiştiği görüldü. Bu değigikliğin, gehrin önemiyle hiçbir ilgisi yoktu. X III. yüzyılda Avrupa’nm en bü­yük şehri olan Paris, yüzlerce kasabaya göre daha az haklara sahipti.

B3n bağımsız şehirler artık imparatorun hiçbir yetkiye sa­hip bulunmadığı im paratorluk ülkelerinde bulunmaktaydılar ki bunlar ilkin Kuzey İtalya, daha sonra da piskoposlarını kov- muş olan Almanya şehirleri oldu ve “ serbest şehirler” adım al­

dılar; ayn ca İmparatonın arazisi isinde bulunan ve adlanna "İmparatorluk şehirler" denilen şehirler de ba&ımsızdılar. D o­ğu Avrupa’daki Danzlg:, Rusya’daki Novgorod ve Pskov gibi birkaç ticaret §ehri de bağımsızlıktan yana ötekilerden agağı kalmadılar. Bunlar, tıpkı bir prens yahut yüksek rütbeli bir ruhanininki gibi yetkilerle sahip, egemen cumhuriyetler haline geldiler.

Şehirlerin çoğu İse böyle bir bağımsızlık derecesine erişe­mediler ve -kral, prens, yahut rahip olan,- eski efendilerine târ bi plarak kaldılar. Tıpkı uyruğun derebeyine kargı olduğu g i­bi, bu şehirlerde de sadakat yemini yapmağa, savaş hizmetinde ve para yardımında bulunmağa mecburdular. Fakat şehrin şeflerini seçmek, silâhlı bir milis kurmak, savaş yapmak, vergi toplamak, bütün dâvalan yargılamak gibi hakkı vardı. Kudre­tinin alâmeti olarak şehir bir mühüre, bir saraya, bir darağa- oına, hazînesi için de bir kasaya sahip bulunuyordu.

Daha a§ağı derecede İse, derebeyinin sâkinlerine kendile­rini İdare hakkını tanımaksızın ödevlerini nizamlamak hakkını tanımış olduğu şehir geliyordu. Onun için bu şehir derebeyinin (adına “vali” anlamına baUU veya p7-Ğvöt denen) bir memuru tarafından İdare ediliyordu kl bu, milise kumanda ediyor, zâ. bıta tedbirlerini alıyor ve adaleti tevzi ediyordu. Hemen hepsi kralla ait bulunan İngiliz sehlrleröıln ve Fransa’da da kralın arazisine dahil şehirlerin mutad rejimi bu oldu.

Kendilerini idare yetkisine sahip şehirler bu yetkiyi çeşit­li cinslerde şeflere icra ettiriyorlardı. Egemen cumhuriyetler Almanya’da adına Rath, İtalya’da ConsigUo, yahut da egemen­liği gösteren bir isimle Seigneurie denen bir “küçük kurul” a sahip bulunmaktaydılar. Bu kurul savaşı İdare ediyor, zâbı- ta tedbirlerini alıyordu. Yalnız Venedik’le Cenova doge (düka) unvanına sahip, fakat fiiliyatta kurulun hükmü altına girmig bulunan bir şefi muhafaza etmişlerdi. Müşterek işleri İçin İse en zengin ailelerin reislerinden teşekkül eden “büyük kurul” toplanıp karar veriyordu. Bütün halkın katılmasıyla meydana gelen genel kurul İse nâdiren ve bilhassa şeklen toplanıyordu. B ir derebeyine tâbi gehirler de buna benzer bir İdare şekil el. de etmlglerdi.

Milise kumanda etmek, toprağı ve gelirleri idare etmekle görevli şefler kısa bir zaman (genel| olarak bir yıl) İçin tâyin ediliyorlardı. İtalya ile Fransa’nın Güney’inde bunlara consuî (konsül) deniyordu; bunlar, 2 veya 3 ten 10 a kadar olmak üze-

MUKA.YESELÎ TAR İH İ 147

148 AVRU PA M İLLETLERİNİN

1’© deèleik sayıda idiler ve adaleti meslekten yetlgme yargıgla- nn yardımıyla tevzi ediyorlardı. Fransa İle Ingfiltere’de genel olarak tek olan gef, arazinin kâhyasına verilmiş olan major (Fransızcada maire) adını muhafaza ediyordu. Yardımcıları da (Almancada Schöffe, fransızcada échevins) kendisiyle! bir­likte "municipalité” yi (şimdiki anlamda: belediye) tegkil edi. yorlardı. Ispanya’da şehir, segim yoluyla iş başına gelen ve Arapça alcade (El Kadi, kadı), adını taşıyan tek bir şefle idare edilmekteydi.

Eşraf kurulu vergilerin alınması, savaş, nizamlar gibi ge­nel mahiyetteki işler hakkır^a karar veriyordu. Halk ise an­cak önemli ve vahim vesilelerle genel kurul toplantısına ça&ı- rılmaktaydı. Antik çağ sitelerindeki gibi üç organdan mürek­kep bu idare Almanlar tarafından Doğu Avrupa'nın yeni şehir­lerine götürüldü.

Şehirlerin sâhimleri. -— Şehirlerde menge ve durum bakı- mıîıdan değişik olan bir insanlar topluluğu meskûndu ki bunlar Lıâtincede burgenses, Fransızcada bourgeois (burjuva) diye ye­ni biri ad altında birleşmişlerdi.

İtalya’nın ve Güney’in en eski şehirlerinde daha XI. yüz­yılda, mAlites (şövalye) diye vasıflandırılan küçük bir savaş adam lan ve ev sahipleri; azınlığı vardı. Kuzey İtalya’daki şe­hirler kendi dolaylarındaki şatolara karşı seferler tertipliyerek asilleri de gelip şehirde yerleşmeğe zorlayınca, bunlann sayısı arttı. Bu asiller tahkimli evler inşa ettirdiler, Kamun’un, üye­leri oldular ve Kurul erkânı ,mllis şefi olarak da Kamun’u ida­re ettiler. XV. yüzyılda bir İtalyan, İtalya’da asiller şehirlerde, öbür memleketlerde ise köylerde oturduklarından, İtalya’daki şehirlerin daha zengin oldukları yolunda bir mütalea ileri sü­rüyordu.

Avrupa’nın geri kalan kısmında asiller, prensin yahut pis­koposun hizmetinde olarak şehirde yaşadıklan zamanlarda da­hi, buranın kamu hayatına yabancı kalıyorlardı. Fakat hemen her yerdeki şehirlerde ya köylerdeki topraklannm geliriyle, ya da şehirdeki arsalanna yaptırdıklan evleri için ödenen kira­larla, çalışmadan yaşayan birkaç imtiyazlı mevcut bulundu.

ıgehlr diye vasıflandırılan yerlerin çoğu, X III. yüzyılda da­hi ,eski köyler ya da yeni kurulmuş tesislerdi ve bunlann sâ­kinlerinin hemen hepsi, banliyödeki tarlalann ekiminden veya otlaklardan geçiniyorlardı. Bunlar, adlanna Fransa’da bourg, Almanya’da Landstadt denen bütün tahkimli yerlerin halkıydı

(ki Almanya’da bunlann sayısıjS75 ti). Hattâ en büyük şehir­lerde bile, XV. yüzyılın sonuna kadar birçok ahır ve samanlık kalmıg bulunmaktaydı ve resmî makamlar, İneklerle domuzla­rın sokaklarda dolagmalannı yasak etmlg bulunuyorlardı. Bur, juva diye vasıflandırılan insanlann çoğu rençberdi am a vilain’- lerden (köylülerden) ayn bir durumlan vardı.

Eski şehirleri daima ve bilhassa, gehrin hâkiminin, yani sa­hibinin hizmetinde bulunan ugaklar ve zanaatkârlarla iskân et­mek grerekmigti. XII. yüzyılda ortaya zanaatlcârlardan ve tâ- cirlerden meydana gelme yeni bir çegit nufus çıkmaktadır ki, bunun -menşei bir tartıgma konusu olarak kalmıştır. Bunlann, mallannı satmak için nerede müşteri bulduklannı bize hiçbir belge blldirmemektedir. Hemen hemen bütün zenginliği ver­mekte olan toprak, ancak ticarete elverişli olmayan, aynî ge­lirler sağlamaktaydı. X . yüzyılda çok nâdir olan paranın,XII. yüzyıldanberi daha bollagtığı şüphesiz görünmektedir (1). Toprağın yetiştirdiği maddeler de ondan sonra para kargılı- ğında satılabilir olmuşlardır; çok büyük araziye sahip prens­lerle yüksek rütbeli ruhaniler, müminlerden ondalık ve sadaka alan papazlar, öteberi satın almak imkânını edinmişlerdir. Bun­ların oturduklan şehir, köylerin muhtaç olduğu ürünlerini sa­tın alıyor ve para«ını, yine köylülerden topladığı her çeşit ver. gilerle ödüyordu; zanaatkârlar tarafmdan yapılan yahut tâcir­ler taı-afmdan^getirilen eşyanın bedelini ödemek için de bir pa­ra fazlası kalıyordu.

Fiiliyatta, birkaç büyük ticaret limanı hariç, bilhassa târ cirler ve zanaatkârlarla meskûn bütün şehirler, arazi bakımın­dan çok zengin olan (kral, dük, kont, rahip gibi) bir şahsiyetin m akam idiler v e gehrin büyüklüğü de, arazisinin büyüklüğüne veya verimliliğine bağlıydı. Başlıca gahirler Lombardiya’nm verimli ovalarında ve daha sonra da Flander’in iyi ekilip biçi­len köylük bölgelerinde meydana gelmişlerdir. Satıcılara, zar naatkârlara ve tâcirlere'geçim imkânını sağlıyanlar, gehrin sa­hibi ile çevresindeki insanlaı- olmuşlardır. Bazen tâcirler, dere, beyinin yagadığı surun yanma yerlegmiglerdir, ki adı “ köprü” demek olan Brugge’de bu, böyleydi; daha sonra da Rusya’da surun (gorod.) çevresine yerlegmiglerdlr.

MUKA-TESBLt T A B tH i 149

(1) Param IsTccmdinaAİ memUshetlerine £fötürm4lş olan Nor< mtm’Umn, ticaret yaparak bunu yeniden tedOMİUe koyduklarım ta^mM edenler bvl'm'mustur.

İBD AVRUPA MlLlıBSTLBRtNİN

Şehirlerde müşteriler bulmuş olan zanaatkârlar belki de kısmen derebeyinin hizanetinde olan kimselerin soyundan gel­meydiler vs kendi hesaplarına çalıgmağa başlamış bulunuyor­lardı. Fakat bunlar arasmda bilhassa dışarıdan gelenler de var­dı kl ya hür insanlar, ya da âzad edilmiş serf’lerdi; çünkü şe­hirde yerleşen her İnsan burada bir müddet (genel olarak bir yıl) oturduktan sonra hür oluyordu. Müşteri tabakası zengin­leştikse bu gelenlerin sayısı da arttı; çünkü müşteriler bilhas­sa lüks eşya, zırhlar, çuha kumaşlar, kürkler ve mücevherler İstihlâk ediyordu.

Zengin burjuvalar olan kıyı şehirlerinin armatörleri (gemi donatıcıları) hariç, tâcirler ilkin taşıt işleriyle meşgul zanaat­kârlar oldular ve mallarını gidip kendilerini alarak getirdiler: Onun için bunlar denizde veya nehirlerde sefer yapan gemi, eller, silâhlanmış ve kervan halinde gruplanmış olarak yol alan at veya katır sürücüleriydiler. Bunlar İlkin mallarını şehrin pazar yerlerine getirmekle işe başladılar; sonra aileleriyle bir­likte temelli olarak evlere yerleştiler. Nihayet de taşıt işini yaptırmak üzere hizmetlerine insanlar aldılar.

De&lşlk menşe ve durumları olan şehir halkı birkaç kuşak boyunca tek ve aynı surla çevrili şehrin i^*nde toplanarak so­nunda bir topluluk (zümre) meydana getirdiler. H er şehrin halkı menfaatlerin, hâtıraların, âdetlerin, konuşma tarzlarının ortaklaşa oluşu bakımından kendini birleşmiş hissediyordu; bu yüzden de, yabancılara karşı muhalefet halinde olan, bir da­yanışma doğuyordu.

Savunması kolay olsun diye dar olan surlar, şehir halkını çok sıkışık bir yere yığılmış olarak yaşamak zorunda bırak­maktaydı. Küçük olan evlerin içinde de ufak ve basık, loş ve nemli odalara ancak yer vardı; ev halkının bir kısmı tahıl am­barında, tavanarasında yahut merdiven altında yatıyordu. Üzerleri İleriye doğru çıkık cumbalarla örtülü dar, iğri-büğrü, kaldınmsız sokaklar rütübetll ve havasızdı; yağmur yağdı mı bımlan su basıyordu, İçleri her çeşit çöp ve pislikle doluydu, çünkü o zamanlar helâ, lâğım, sokak süpürmek diye bir gey yoktu. Geceleri hiçbir ışıklandırma tertibatı yoktu, herkes me­şalelerle sokağa çıkıyordu.

Hayat dar bir ufuk İçinde geçm ekte ve tehlikeli olarak kalmaktaydı. Kimse surlardan dışarıya çıkmıyordu, çünkü köy­lük bölgeler emin değildi; şehirde kalabalık, rutubet, pislik,

hayatı sa|:hèa çok aykın ha.1# sokuyordu; sık sık haggösteren haatahk »algrmlan, nufusun bir kısmını alıp götürüyordu. Yapı­lan taştan yapıp üstlerini kiremit kaplamak âdetinin baki ol- duğ:u Güney ülkeleri hariç, evl*r tahtadandı. Ateg yakmak güç olduğundan, geceleyin ateg küllenerek saklanıyordu; sık sık yangınlar çıkıyor ve tulumba olmadığından, yangın bütün bir mahalleyi harabediyordu.

Zcmaatler. — Zanaatk&rlarla tâcirler iki rejime göre teşki­lâtlanmışlar ve Avrupa da bunlar arasmdan ikiye bölünmüştü ; bu rejimlerden birisini tafsilâtıyla biliyoruz, öteki hakkmda ise hemen hemen hiçbir bilgiye sahip bulunmamaktayız. Bildi. İrimiz (ve her tarafta da yerleşmiş oldu&unu sandıg:ımız) re­jim Fransa’nın Kuzey-Doğusunda, Kuzey İtalya’da, İngiltere’­de ve Almanya’da meydana gelmiş ve Almanlar tarafından D o. ğru Avrupa ülkelerine de götürülmüştür.

Aynı zanaatla geçinen insanlar adına Fransızcada métier, Italyanda arte, İngilizcede ghUd, Almancada Zwnft denen ve üyelerin teşebbüsüyle kurulan bir birlik halinde toplanmışlar­dı; buraya girmek ilkin belki isteğe bağlıydı, fakat şehir idar resi tarafmdan tanınan bu birliğe girmek, sonradan zanaatın bütün insanlan için mecburi olmuştu. O zamanın insanlan, gü­nümüzün sendikası gibi, sınırlanmış bir amacı olan bir birliği pek anlamıyorlardı. Böyle bir birliğe, dem eğe kabul edilen in. san, buraya bütün hayatıyla giriyordu. “Corporation” (ki adı dahi bu duyguyu ifade etmektedir, çünkü "vücut, beden” an­lamına "corps” dan gelmektedir) yani lonca, aynı zamanda bir meslekî menfaatler birliği, - hastalara, dullara, yetimlere yar­dım etmek ve cenaze törenlerinde hazır bulunmak için bir kar. şılıklı yardım cemiyeti, -aynı zamanda da zanaatın koruyucusu olan azizin himayesi altmda bulunan dinî bir tarikattı ki, ge­çit törenlerinde o da kendi bayrağı ile geçmekteydi. Üyelerin bayramlar Ve ziyafetler için toplaîidıklan bir lokali vardı. Üye­lerin hal ve gidişiyle ilgili nlzamlan tanzim eden kurullan; za­naata bahşedilen Imtiyazlan kom m ak, üyeler arasmdaki an- lasmazlıklan yargılamak, aldat ve para cezalannı toplamak ve atelyelere giderek imalâtı denetlemekle görevli (adlanna i-ut- rés" yahut "gardiens” denen) şefler bulunmaktaydı.

Töre ile meydana gelen yahut kurul tarafından ihdas edi­len nizamlar, cemiyete girme, çalışma ve satış usullerini tesbit ediyorlardı. Prensip guydu: Hiç kimse bir zanaatı, bu zanaat, tan olan bir kimseden ö&renmedikçe icra edemiyecek, Ig kur­

&IUKArB}SELÎ TA R ÎH I 1^1

152 AVRU PA MÎLLETLERİNİN-

madan önce de bir patron hesabına çalışmış olacaktı. Çıraklık birkaç yıl, İngiltere’de yedi yıla kadar sürüyordu. Buna göre bir Zanaat üg çeşit insandan terekküp ediyordu: Çırak genç bir çocuktu, bir ustanın evinde barındırılıp doyuruluyordu, us­ta ona yalnız zanaatı öğretmekle de&il, hal ve gidişini denetle­mek ve o zamanın âdetince dayak atıp onu yola getirmekle de mükellefti; kalfa, ayn bir yerde oturuyor, ücret karşılığı usta 1I6 birlikte çalışayordu; usta İse atelyenin sahibiydi ve mamûl. lerl satarak kendisi kâr ediyordu.

Kurul yalnız ustalardan teşekkül etmekteydi. Hemen he­men bütün birlikler, zanaatkârlar tarafından kurulmuştu. Sar yılan çok daha az olan tâcirler çok ufak sayıda demekler, İn­giliz şehirlerinde İse adına "Tâcirler dem eği” denen bir tek kurumda toplanmışlardı.

Aynı zanaattan kimseler arasmda eşitliği konım a amacını grüden bu rejim, zanaatın insana - kendisini, içinde bulunduğu durum ve seviyeden çıkaracak sınırsız bir kazanç aramaksızın,- ailesiyle birlikte mesleğinin gerektirdiği tarzda hayat sürme İmkânını vermesi fikrine dayanıyordu. - Herkesi yaşatmakta olan müşteri topluluğu bir çeşit mülktü; onu teminat altına al­mak için, bir zanaatın ustalanna kendi aralannda rekabet yap­mak yasak ediliyor, yabancıların da kendi mamûllerinl şehrin İçinde satmalarına İzin verilmiyordu. - Müşteri kazanmak İçin zanaatkâr, ona yalnız örf ve âdete uygun, iyi mallar vererek kendisini memnun etmeğe mecbur tutuluyordu. Zanaatın ni­zamları sâbit kaliteli mamuller elde edilmesini sağlıyacak şe­kilde ham maddeleri, İş âletlerini, İmalât usullerini teferı-uatlı şekilde tesbit ediyorlardı. îşin daima denetlenmesini sağlamak üzere bu nizamlar, yalnız atelye İçinde ve gündüzleri çalışıl, masını mecburi kılmaktaydılar. Satışa arzedllmeden önce bütün mallann denetlenmiş olması gerekiyordu; reddedilen malları satmak yasaJctı.

İyice bilmemekte olduğumuz öteki rejim İse, Kuzey İtalya hariç, bütün Güney ülkeleri tarafından uygulanmıştır. Bu re­jimde zanaatkârlarla tâcirler mecburî birer dem ek halinde toplanmıg değillerdir. Bu, onlardan herbirinin canının istediği gibi çalışacağı anlamına gelmemektedir. Fakat bunlar ancak şehir idaresi yalıut ülkenin prenai tarafından ihdaa edilmiş olan nizamlara tâbidirler. Bu nizamlar zanaat erbabının geçim vasıtalannı teminat altına almaktan ziyade, nizamı muhafaza etmek yahut da idarenin gelirlerini arttırmak amacını güt-

inekteydiler; fiiliyatta da bunlar, zanaat erbabını daha serbest bırakmaktaydılar.

Şehirlerin değişmesi. — Nufus ve zenginlik arttıkça, bil­hassa X III. yüzyılda, şehirlerin rejim i daha çapraşık bir hal almıştır. Nufus sayısını ancak takribi olarak ve tahmin yo­luyla bilmekteyiz. X III. yüzyılın sonuna doğru nufusu 250.000 kişiyi bulmuşa benziyen Paris hariç olmak üzere, hattâ Vene­dik, Cenova, Floransa gibi büyük ticaret merkezleri dahil hiçbir şehrin nufusu 50.000 i geçmişe benzeme­mektedir. Almanyanın büyük şehirlerinde nufus galiba 10.000 ile 20.000 arasındaydı; Londra hariç, büyük İn­giliz şehirleri is© bu sayıların çok altında kalmışa ben­zemekteydiler. Rençberlerin meskûn bulunduğu küçük ka­sabaların nufusu 1.000 kişiyi bile bulmuyordu. Bununla be­raber şehirler halkının çok artmış olduğu da muhakkaktır, çünkü yeni yeni şehirler kurulmuş, eskileri de genişlemiş, so­nunda şehirleri çevreliyen surlar bunlan içlerine almağa j ’ et- memiş ve şehirler fauhourg’\a.va, (dış mahallelere) doğru taş­mışlardır. Aslı Almanca (Pfahlhurff) olup şekil değiştirmiş olan bu söz, şehrin kaza dairesine tâbi toprağı göstermekteydi.

Başlıca şehirlerde artış bilhassa zanaatkârlar arasında olmuş, daha büyük bir iş bölümüne yol açmıştır. Zanaatkârlar daha büyük sayıda özel mesleklere bölünmüşler, bu meslekle­rin birçoğu da aynı lonca İçinde birleşmiş olarak kalmışlardır. Paris’te 1291 de, vergiye tâbi böyle 350 çeşit meslek vardı.

Yemek pişirme, giyim-kuşam, ev ve eşya, kiliselerin inşa­sı ve süslenmesi islerinde lüksün artmasının da gösterdiği üzere, zenginlik geniş ölçüde artmıştır. Bu artıg zanaatkarlar­dan ziyade tâcirlerin işine yaramış, bunlar arasmda da bir du. rum eşitsizliği meydana gelmiş ve bu, vahimleşmeğe devam et­miştir. Alış flyatıyle satış fiyatı arasındaki farktan kâr eden armatör, kumaşçı, bakkal, iğne-iplik ve kurdele gibi şeyler satan tuhafiyeci, eczacı, kuyumcu, sarraf gibi zanaat erbabı çok zengin olmuşlar ve İtalya’da adına (zanaatkârlann küçük, aşağı, «anaanannın tersine olarak) adına üstün, büyük zana­atlar denen üst bir sınıf kurmuşlardır; İngiliz şehirlerinde Iso tftcir dem ekleri idareyi ele almağa bağlamışlardır.

Zanaatkârlar kendi mamûllerini tanıdıkları müşterilere Batarlarken, iki memlekette, Flander ve Floransa’daki kumag. çılar yabancı memleketlere ihracat yapıp tanımadıklan müş­terilere mal satmak için imalât yapmağa başlamışlardır. Bun­

M UKATESELt TA R İH İ 153

154 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

lar artık elişi yapmayan mütaahhitler haline geldiler; yünü toptan satm alarak eğirtmek üzere köylü kadmlara veriyorlar, sonra da bezzazlar, dokumacılar vasıtasiyle İpliği dokutuyorlar­dı; yün tarakçılarını, çırpıcılarını (yünü ayakla ezenleri), kır­kıcıları, boyacıları ücret kargılığı çalıştırarak, kumaşı kâr edip Batıyorlardı. Çalıgmalannm muhassalasını mügteriye doğru­dan doğruya teslim etmek hakkına aahip olmayan yapı işçi­leri de belki bir müteahhit tarafından bir araya toplanmışlar­dı ve paralarını ondan alıyorlardı.

İtalya’da köylülerle dahi yapılan yazılı sözleşmeleri noter­lere (kâtiplere) yazdırmak yolundaki Rom a âdeti baki kal­mıştı; birkaç okul (ki en önemlisi Pavia’daydı) evrak yaz­mak ve mahkemede dâva savunmak sanatını öğretiyorlardı. Bunlar, adlarma magistri veya doctores denen lâik kimseler tarafından idare ediliyor ve avukat, yargıç yahut gehir kuru­lu üyesi olm ak isteyen zengin aile çocuklarını kabul ediyor­lardı.

X II. yüzyılın ortasından önce Polonya’da toplanan en nam­lı öğretmenler. Rom a hukukunun genel külliyatı olan Diges- ta’yı (ki 1076 da zikri geçmiştir) okuyup öğrenmeğe başlar mıglar ve lâik bir medenî hukuk okulu kurmuşlardı, bu okula, şehirlerde yüksek görevler almağa namzet, reşid erkekler g i. diyorlardı. Bu öğrenciler iki “genel birlik” (Universitas sözü­nün anlamı budur)f kurmuşlardı; - bunlardan biri Italyanlar, öbürü başka memleketler öğrencileri içindi, - böylece, yaban­cısı olduklan bir gehirde birbirlerini desteklemek amacını gü­düyorlardı; bunlar, profesörlerinin geçimlerini kendi ceplerin­den sağlıyorlardı.

Bolonya bütün Avrupa’nın lâik hukuk öğrenim merkezi ha­line geldi. Ba^ka memleketlerdeki evrak ve belgeler Kilise adamlan tarafından yazılırken İtalya’da adına fransızcada légiste (kanunu bilen adam) denen bir meslek meydana g.,*ı- dl ki lâik yargıçlar, avukatlar, noterler bu mesleğin mensupla- n n ı tegkil ediyorlardı. îlkin İtalyan şehirlerinin İdarî makam- lan tarafmdan kullanılan bu meslek erbabı, X III. yüzyılın so. nundan önce Avrupa'daki krallara da adliye ve idare memur- lan sağladılar; Bunlar yeril töreye uyarak değil de, genel hu­kuk kurallan uygulıyarak ve yazılı olarak iş görüyorlardı.

Şehirlerdeki halk yığınından imtiyazlı bir burjuvalar sını­fı aynidı ki bu sınıf mülk sahiplerinden, kanun adam lann. dan, tacirlerden meydana gelmeydi. Bu sınıf halk kurulunu ve

jMinaatkâr topluluklarını idareden uzaklaştırdı vs sihrin bü­tün yetkilerini kendi eline aldı. Bu sınıf bir oligarşi (idareyi elde tutan birkaç kudretli aileden meydana gelme zümre) teş­kil ©diyor; belediye ile şehri idare eden kurulun üyeleri bu zümre içinden seçiliyordu. Görevlerinden ayrılan üyelerin yer­lerine aynı gJIeden başka insanlar geçirilmekteydi; böylece de ancak hısımlar birbirlerine hesap veriyorlardı. Bütün memleketlerde bu imtiyazlılar azınlığı halkla anlaşmazlık ha. llne girdi; bunlar, şehrin parasını cebe indirmek için kendi aralarında anlaşmak ve aşağı halk tabakasını ezmek için gö­revlerini kötüye kullanmakla suçlandırılıyordu.

Ticaretin değişmedi. — Paranın nadirliği ve taşıt araçla^ rmın zayıflığı yüzünden sınırlanmış olan ticaret, taşınması da- ha kolay ve zengin müşterilere mahsus olan nâdir ve hafif lüks mallar üzerinde bilhassa iş görmekteydi ki bu, çok büyük kârlar sağlanmasına imkân veriyordu. Bu malların çoğu de­niz yoluyla komşu ülkelerden gelmekteydi. İlkin büyük tica­ret yolu Akdeniz olmuştu; İtalyan denizcileri bu yoldan Kons­tantinopolis’e, daha sonraları Suriye limanlanyle İskenderiye'­ye giderek Doğu’nun Çin ipeklileri, Hrnd pamukluları, fildişi, kıymetli taşlar, inciler, cam eşya, kokular, günlük, tıbbî ilâç- 1ar, şap, yemek pişirmede makbul sayılan biber, tarçın, hind- cevizi, karanfil tanesi gibi mamûl ve mahsullerini topluyor- lardı. İtalyan limanlarına getirilen bu mallar biri Fransa’dan geçip gampanya’ya kadar ulaşan; öbürü de Brennero geçidi ve Tuna üzerinden Doğuya, yahut Rhein üzerinden Kuzeyde Flander'e kadar İnen iki büyük yolla Avrupa’nın içerilerine tevzi ediliyordu. XII. yüzyılın sonundan itibaren daha ağır maddelerle yapılan bir ticaret de gelişmeğe başladı; bilhassa Kuzey ve Baltık denizlerindeki Alman denizcileri, bu ticaret sayesinde (İskandinavya, Polonya, Rusya gibi) Kuzey ülkele­rinin inşaat kerestesi, katran, potas ve kürk v.s. mallarını ge­tiriyorlardı. X III. yüzyılda buna, İngiltere ile yapılan ticaret de eklendi: Yabancılar bu memleketten iyi kalitede yün ihraç ediyorlar, bu yünler de Flander ve Floransa’da lüks kumagla- n n dokunmasında kullanılıyordu.

Alımlar ve satımlar her yıl bir bayram dolayısiyle tertip­lenen fuar (panayır) 1ar dolayısiyle malianyle birlikte gelen tâcirler tarafından bizzat yapılıyordu. Bu fuara tâcirleri celp için ülkenin prensi bunlara, yolda kendilerine taarruz edilme­sini yasak eden bir "geçig tezkeresi” veriyordu. Tâcirler ara-

M UKATESBLÎ TAR İH Î 165

156 AVRU PA M İLLETLERİNİN

smdaki anlaşmazlıkları da çabuk usulle i§ gören bir mahke- meda yargılatıyordu kİ bu usul, yerli töreye göre ticaret işle­rine daha uygun düğmekteydi.

X III. yüzyılın sonuna kadar en büyük fuarlar Şampanya­da, türlü mal çeşitleri için birbiri ardısıra olmak üzere dört şehirde tertipleniyordu. Güneyden gelen İtalyan, Katalonyah, Provansaiı tâcirler burada Flander ve Almanya tâcirleriyle bu­luşmaktaydılar. Tâcirler yanlarında nakit para taşımamak için daha o zamandan, bizim şimdi takas odaları vasıtasiylo yaptığımız gibi, alışveriş tutarlarını birbirlerinuı alacaklarına yahut borçlarına yazıyorlardı.

İtalya ve Alnmnya'daki bağ'ımsız şehirlerin hükümetleri, dışarıdaki insanlann zaranna olarak bu şehirlerin sakinleri­ne menfaatler sağlamak üzere X III. yüzyıldan itibaren bir ta­kım tedbirler kullandılar. - Müstehliklerin köylerden gelen yiyecek maddeleriyle hammaddeleri en aşağı fiyata tedarik edebilmeleri için, köylüler bütün mallarını pazara getirmok zorundaydılar, azami satış fiyatı da burada tesbit ediliyordu. - Şehirlerdeki zanaatkârlarm mamullerini yüksek bir fiyata sa­tabilmelerini sağlamak için, köylülerin benzeri satış maddele­rini yapmaları yasaktı. - Ticaretin bütün kârını gehrin tâcir. lerlne sağlamak için, yabancı tâcirlerin gelip onlarla rekabet etmeleri yasaktı.

Ticari huluslar. — Ticaret muameleleri, hepsi de Italyan- 1ar tarafından icat edilen, bir takım yeni usuller yarattılar ve bunlara uymak bütün Avı-upa’da âdet hükmüne girdi. Tâcirler arasındaki, özel bilgilere ihtiyaç gösteren dâvalar İçin adma "tâcirler konsülü” denen özel yargıçlıklar ihdas edildi; son­radan “ ticaret mahkemesi” haline gelen “ticaret yargıcı”nın menşei budur. Bu adalet sistemiyle âdi mahkemelerinkine göre daha rasyonel kurallar ve daha çabuk bir yargılama usulü meydana geldi ki bu, “ticaret hukuku”nun menşeini teşkil et. ti. - Deniz adamlan, armatörler, kaptanlar, tayfalar, hamuleye nezaretle görevli memurlar arasındaki dâvalar için de bir töre meydana geldi ve bu, X III. yüzyıldan itibaren yazılı hale sokuldu kİ, “ deniz hukuku”nun mengei budur. - Bir İtalyan şehrinden olup yabancı bir şehrin bir mahalleainde yerleşmiş tftcirieri idare etmek için, ilkin Doğu’da, kcnsoloa^&r bulundu­ruldu: Bunlar hem kendi milletlerinden olanlan İdare, hem de onlan ülkenin hükümdan nezdinde temsil ediyorlardı ki “ konsolosluklar” ın mengei budur. Bunlar, Ortaçağdakinln ay­

nı olan görevlerini bugün de muhafaza etmişlerdir.Ticaret için kullanılan para, eikke darbı hakkma sahip

her prens veya derebeyinin emri üzerine imâl edilmekteydi. Sikkeler, her prens veya derebeyi için ayrı olan bir kabartma taşımak üzre darbedilmekteydiler. Bunlar hemen hemen yal­nız denarkis (dinar) halindeydiler ve diğer paralarla, Char­lemagne devrinde oldüğu gibi, aynı nisbeti muhafaza ediyor­lardı: Biri silinde 12, bir lirada da 240 dinar vardı (1). Dere­beyi parasını da arazisinin bir parçası gibi saymaktaydı ve bundan bir gelir elde ediyordu: Çoğru zaman (bazen de her yıl panayır dolayısiyle), içindeki gümüş miktarım azaltarak ye­ni sikkeler darbettiriyordu. Sikkeler kesilmiş maden parçalan olduklarından, bunlardan parçalar yontmak kolay bir işti; XVII. yüzyıla kadar sürmüş olan bu usul, paranın ağrırlığını azaltmaktaydı.

Yalnız çok sayıda çeşitli cinsten değil, değişik değerde pa­ralar da tedavül etmekteydi; bunlan bir ödeme karşılığı al­mak için, gerçek değerlerini ölçmeğe de ihtiyaç vardı. Bu güç iş, sarraflar tarafmdan yapılmaktaydı, bunlar pazaryerlerine yerleşerek her sikkenin ağırlığını ve içindeki gümüşün kaç ayar olduğunu denetliyorlardı. Paralarını emniyetli bir yerde saklamak isteyen kimseler, bunlan sarraflara yatırıyorlardı. Sarrafların Italyancada adı (bir bankonun, yanı sıranın üze­rinde iş gördüklerinden dolayı) bancKieri, yani bonker'Ai. Sarraflar banka ve banker adlannı muhafaza ederek, bu mev­duatı yeni muamelelerde kullandılar. X III. yüzyılda bilhassa Orta İtalya’da Papa, bütün ülkelerde Kilise arazisi için ko­nan vergi ve resimlerin para olarak tahsili işini bilhassa Orta İtalya’da, "banker” lere vermişti.

Para taşıma işini bertaraf etmek için, bankerler bunun alelâde bir yazı işiyle transfer (havale) edilmesi usulünü icad ettiler. Parasını bir banker nezdinde yatırmış olan müşteri bir mektup alıyor ve bunu, bu bankerin başka bir şehirdeki muha­birine ibraz ederek mektupta yazıh olan meblâğı tahsil edi­yordu; bu usul, havale mektubu, (poliçe) adını muhafaza et­miştir. - Bankanın bir müşterisinin başka bir müşterisine olan borcunu ödemek için, bu meblâğı bir hesaptan ötekine nakletm,ek kâfi geliyordu. - Deniz ticaretinde ise borç para

M UKAYESELİ TAR İH İ 167

d ) Lira sadece bir "hesap paras%”, bir hesaplama sekUy~ di, meselâ "bir liralık cti/narf’ deniyordu.

158 AVRU PA M İLLETLERİNİN

ver«n, »em inin armatörü yahut kaptanıyla ortak oluyordu; onunla kârı paylamıyor, zarara da ancak sınırlı bir meblâğ için igtirâk ediyordu ki, bunun adı da komandit sözlegmesiydi. - Bankerler rehin olarak mal alıp tâciıiere ödünç para veriyor, lardı; bu muamelenin adı, Almanya’da lombard olarak kalmış­tır (günkü o zaman bütün Italyan bankerlere Lombard’lar de­niyordu).

Sonraki yüzyıllarda daha da mükemmelleştirilen bu ye­nilikler, Avrupa’nın ekonomik medeniyetine İtalya’nın yaptığı başlıca yardımdır.

M edeniyet merkezleri, şehirler. — Antik Çağ’da olduğu gibi Ortaçağ’da da gehirler, maddî hayat şartlarını değiştiren teknik ioadların yapıldığı ve edebiyatla güzel sanatları yeni- legtiren eserlerin yaratıldığı merkezlerdi. Rönesans’tanberi Or- tagağ'a, hiçbir yeni şeyin icad edilmediği ve Avrupa’nın hiçbir ilerleme yapmamış olduğu bir atalet devresi olarak bakılmıştı. Şurası da doğrudur ki, ilerleme fikri o zamanın insanlarının kafasm a girmiyordu. Bununla beraber bu insanlar gerçekte, icadlar yapmağa devam ediyorlardı, çünkü yeni çalışma usul­leri kullanılmakta olduğunu görüyoruz.

H er icadjn hangi memlekette ne zaman yapıldığını bilmek için hiçbir imkâna sahip değiliz ama bu icatların neler olduk­larını sayabiliriz. Bunlar arasında örneğin, yeldeğirmeni var­dır ki belki Doğu’dan gelmiştir, demirci körüğü, demiri işle­m ek için gerekli sıcaklığı büyük ölçüde arttırmaktadır. - Bu arada bir çağlayanın sularıyla igleyen makineler, hızar makine­si, çırpıo dibeği, demir dövmek için çekiç de icad edildi. - Bal­mumundan yapılan mum yerine, daha iyi ışık veren, donyağm- dan mumlar yapıldı. - Kurgun çubuklardan çerçeveler içine yerleştirilen renkli camlarla kilise v.s. binalardaki büyük pen­cereler (.vitrail’lar) yapıldı. - Daha yüksek, daha geniş kilise­ler yapmağa imkân veren kemerli pencere bulundu. - Bir kum tabakası içine gömülen granit veya başka çegit taşlardan yapılma kaldırımlar şoseleri, eski sert Rom a yoluna göre daha elâstiki ve donla sıcağa karsı daha dayanıklı hale getirdi. - Geminin omurgasının arkasına, dalgaların vuruşunu hissetmi- yecek şekilde, demir menteşelerle tutturulan ve bir yeke ile idare edilen dümen de belki daha o zaman icad edildi.

Edebiyatta Avrupa sekiz yüzyıldanberi (Anglo-Sakson’lann Beovulf şiiri hariç) hiçbir orijinal eser yaratmamıştı. Bilgin­ler, yazarlar yalnız Lâtin diliyle yazıyorlar ve ancak Antik

M UKAYESELİ TAR İH İ 160Çağrın taklidi olan eserler veriyorlardı. X II. yücyılm baemdan itibaren Fransa’da, sairler, yeni bir usulle kendi ana dillerin­de mısralar söylemeğe bağladılar. Bunlann eserleri ya galrln duygıılannı ifadelendiren lirik gürler, ya da savasçılann basar n lannı veya hayalî kahramanların akla durgunluk veren ma­ceralarını anlatan epik, yani dasitanî şiirlerdi ( “kahramanlık türküleriydi” ). Bu fransız şiirleri, memleketin diline çevrile­rek yahut taklid edUerek, Avrupa’nın büyük kısmına girdiler. Böylece de millî dilde yazı yazma âdeti bağlamış oldu. “R o ­man” diliyle nesre çevrilen macera şiirleri de roman'yn doğmar sına yol açtılar ki bu, sonradan edebiyatın en popüler sekli ol- ' du.

Plâstik sanatlar konusunda Avnıpa, hattâ süsleme sanat­larında dahi, hiçbir orijinal eser vermiş değildi; çünkü Bar- barlann mücevherleri de, İrlanda elyazmalannın süsleri de, tıpkı X I. yüzyıla kadarki kiliseler ve heykeller gibi, ancak Do­ğu’nun taklitlerinden ibaretti. Orijinal eserter Fransa’da, XI. yüzyılın sonunda baglarmştır. Bunlann en yeni Ve en kudret­lileri, kiliseler olmuştur: İlkin, henüz Rom a kubbesi kullanı­larak “roman stili” ne göre inşa edilen kiliseler, sonralan, ya­ni X II. yüzyılın ortasından itibaren, o zaman adına fransız (francigenum ), sonra da İtalya’da gotik denen üslûba göre inşa edilmişlerdir. Bütün katolik memleketler tarafından be­nimsenen bu stil, oralarda Avrupa’nm vücude getirmiş olduğu en muhteşem, en canlı yapılan bırakmıştır. Mimari ile süsle, me sanatlan böyle bir seviyeye ulaşmamışlardır; fakat model­lerini doğrudan doğruya tabiatten alarak, Bevimli ve canlı eser^ ler yaratmışlardır.

158 AVRU PA M İLLETLERİNİN

ver«n, »em inin armatörü yahut kaptanıyla ortak oluyordu; onunla kârı paylamıyor, zarara da ancak sınırlı bir meblâğ için igtirâk ediyordu ki, bunun adı da komandit sözlegmesiydi. - Bankerler rehin olarak mal alıp tâciıiere ödünç para veriyor, lardı; bu muamelenin adı, Almanya’da lombard olarak kalmış­tır (günkü o zaman bütün Italyan bankerlere Lombard’lar de­niyordu).

Sonraki yüzyıllarda daha da mükemmelleştirilen bu ye­nilikler, Avrupa’nın ekonomik medeniyetine İtalya’nın yaptığı başlıca yardımdır.

M edeniyet merkezleri, şehirler. — Antik Çağ’da olduğu gibi Ortaçağ’da da gehirler, maddî hayat şartlarını değiştiren teknik ioadların yapıldığı ve edebiyatla güzel sanatları yeni- legtiren eserlerin yaratıldığı merkezlerdi. Rönesans’tanberi Or- tagağ'a, hiçbir yeni şeyin icad edilmediği ve Avrupa’nın hiçbir ilerleme yapmamış olduğu bir atalet devresi olarak bakılmıştı. Şurası da doğrudur ki, ilerleme fikri o zamanın insanlarının kafasm a girmiyordu. Bununla beraber bu insanlar gerçekte, icadlar yapmağa devam ediyorlardı, çünkü yeni çalışma usul­leri kullanılmakta olduğunu görüyoruz.

H er icadjn hangi memlekette ne zaman yapıldığını bilmek için hiçbir imkâna sahip değiliz ama bu icatların neler olduk­larını sayabiliriz. Bunlar arasında örneğin, yeldeğirmeni var­dır ki belki Doğu’dan gelmiştir, demirci körüğü, demiri işle­m ek için gerekli sıcaklığı büyük ölçüde arttırmaktadır. - Bu arada bir çağlayanın sularıyla igleyen makineler, hızar makine­si, çırpıo dibeği, demir dövmek için çekiç de icad edildi. - Bal­mumundan yapılan mum yerine, daha iyi ışık veren, donyağm- dan mumlar yapıldı. - Kurgun çubuklardan çerçeveler içine yerleştirilen renkli camlarla kilise v.s. binalardaki büyük pen­cereler (.vitrail’lar) yapıldı. - Daha yüksek, daha geniş kilise­ler yapmağa imkân veren kemerli pencere bulundu. - Bir kum tabakası içine gömülen granit veya başka çegit taşlardan yapılma kaldırımlar şoseleri, eski sert Rom a yoluna göre daha elâstiki ve donla sıcağa karsı daha dayanıklı hale getirdi. - Geminin omurgasının arkasına, dalgaların vuruşunu hissetmi- yecek şekilde, demir menteşelerle tutturulan ve bir yeke ile idare edilen dümen de belki daha o zaman icad edildi.

Edebiyatta Avrupa sekiz yüzyıldanberi (Anglo-Sakson’lann Beovulf şiiri hariç) hiçbir orijinal eser yaratmamıştı. Bilgin­ler, yazarlar yalnız Lâtin diliyle yazıyorlar ve ancak Antik

M UKAYESELİ TAR İH İ 160Çağrın taklidi olan eserler veriyorlardı. X II. yücyılm baemdan itibaren Fransa’da, sairler, yeni bir usulle kendi ana dillerin­de mısralar söylemeğe bağladılar. Bunlann eserleri ya galrln duygıılannı ifadelendiren lirik gürler, ya da savasçılann basar n lannı veya hayalî kahramanların akla durgunluk veren ma­ceralarını anlatan epik, yani dasitanî şiirlerdi ( “kahramanlık türküleriydi” ). Bu fransız şiirleri, memleketin diline çevrile­rek yahut taklid edUerek, Avrupa’nın büyük kısmına girdiler. Böylece de millî dilde yazı yazma âdeti bağlamış oldu. “R o ­man” diliyle nesre çevrilen macera şiirleri de roman'yn doğmar sına yol açtılar ki bu, sonradan edebiyatın en popüler sekli ol- ' du.

Plâstik sanatlar konusunda Avnıpa, hattâ süsleme sanat­larında dahi, hiçbir orijinal eser vermiş değildi; çünkü Bar- barlann mücevherleri de, İrlanda elyazmalannın süsleri de, tıpkı X I. yüzyıla kadarki kiliseler ve heykeller gibi, ancak Do­ğu’nun taklitlerinden ibaretti. Orijinal eserter Fransa’da, XI. yüzyılın sonunda baglarmştır. Bunlann en yeni Ve en kudret­lileri, kiliseler olmuştur: İlkin, henüz Rom a kubbesi kullanı­larak “roman stili” ne göre inşa edilen kiliseler, sonralan, ya­ni X II. yüzyılın ortasından itibaren, o zaman adına fransız (francigenum ), sonra da İtalya’da gotik denen üslûba göre inşa edilmişlerdir. Bütün katolik memleketler tarafından be­nimsenen bu stil, oralarda Avrupa’nm vücude getirmiş olduğu en muhteşem, en canlı yapılan bırakmıştır. Mimari ile süsle, me sanatlan böyle bir seviyeye ulaşmamışlardır; fakat model­lerini doğrudan doğruya tabiatten alarak, Bevimli ve canlı eser^ ler yaratmışlardır.

IX

RÜHBAN VE DİN

Rühban smtfymn derişmesi. — Rühban sınıfı hiç degrişmi- yen kurallara tâbi olmakla beraber, lâik toplumun İçinden dev. girilmekteydi ve onunla birlikte değişmekten geri kalamıyacağı âgikârdı. Nufusun ve zenginliğin çoğulması papazların sayısını da çoğ-altmış ve bunların hayat şartlarını İyileştirmişti. Cluny’- nin örneğine uyularak adına tarikat denen bir grup halinde ve tek bir reisin emri altında toplanan manastırlar açılmak sure­tiyle, kesişlerin sayısı çok artmıştı: X I. yüzyılda İtalya’daki OamaJdoli^er, ücra yerlere yerleşen Chartr&ax’ler, - X II. yüz­yılda rençberlik ve koyun yetiştiriciliği ile uğraşan Prém ontré’- 1er ve St. Bem ard tarafından ıslâh edilen Cisteroien’ler gibi.

Cismani, yani lâiklerle (halkla) temas halindeki rühban sınıfı, ayn ayn hayat süren iki papaz çeşidine ayrılmıştı. “Aşa­ğı tarikatler” in (yani diyakos yardımcısından daha aşağı olan derecenin) papa^zlan dinî bir görev ifa etmiyorlardı ve evlen­m ek hakkına sahiptiler; bunlann papaz oldukları ancak tepe­lerinin traşlı oluşundan belli oluyordu. Bunlar sözleşmeler ve dâvalar için yazı yazma işleriyle uğraşırlardı. Nitekim bunla­n n “elere” olan adlan bugün dahi Fransızcada aynı işi yap­makta olanlan, İngilizcede de tüccar kâtiplerini göstermek için kullanılmaktadır.

Âyini teganni ve muhtelif takdis işlerini icra yetkisini al­mış olan rahipler ise çeşitli görevler yapmaktaydılar. B ir n ı- hanî bölgrey© memur edilen rahip, müminlerin ruhlarıyla meş­gul olm ak (cura) işini üzerine aldığından, adına curé deniyor­du. Fakat çoğu zaman bu curé, kendi bölgesine bağlı toprağın gelirlerinden bir kısmını kendisine alarak kendi yerine bir yar­dımcı (vicaire) tâyin ediyordu. Bir mümin tarafmdan tesis edi­lip küçük bir geliri olan chapelle adlı küçük kiliseyi idareye memur papazlara chapelavtı adı veriliyordu. Bunların çoğu, bir derebeyinin şatosunun bu şekilde tesis olunmuş kilisesini idare ediyorlardı.

Bütün rahipler piskopos tarafından ödevlendirilip işe tâyin

edilirlerdi. Faliat bunlar, kilisenin kurucusunun vârisi veya ha­lefi olan patron (koruyucu) tarafmdan ve onun himaye ettiği insanlar arasmdan seçilerek inha olunurlardı. Demek ki fiili­yatta piskopos, kendisine inha edileni tâyin etmekteydi. Ayrıca rahibin Lâtince okumayı bildiğinden ve âyini teg:amıiye muk. tedir bulunduğundan emin olmakla da mükellefti; fakat o zar manlar ne öğretim, ne de teşkilâtlanmış bir sınav usulü var­dı; rahiplerin çoğu ne vaaz edecek, ne de dinî bir eğitim vere­cek durumdaydılar; bunlar olsa olsa dinî törenleri yerine geti. rebiliyorlardı. - Piskoposun bir “chanoine” lar kurulu tarafın­dan, rahibin ise manastırın keşişleri tarafından seçilmesi ge­rekti ama hemen her zaman, seçilecek olanı kral intihap edi­yor, seçim de bir formaliteden ibaret kalıyordu.

Rühban sınıfının zenginliği çeşitli şekillerde srHyor-'h' Müminler kiliselerle manastırlara bağışlar ve vasiyet yolayia hibelerde bulunmağa devam ediyorlardı. Kilise bunu mutlak bir ödev gibi zorlamıyordu ama, (resmî evrakta kullanılan bir formüle göre) “ ruhunun selâmeti için” mülklerinin bir kısmını vasiyet yoluyla dinî bir kuruma bırakması bir mülk sahibi için uyulması hemen hemen mecburî bir âdet hükmündeydi. Manas­tırlar böylelikle, bazen çok geniş bir alana yayılmış olan bü­yük sayıda topraklar elde etmek imkânını bulmuşla.rdı. Prens­lerin pek geniş araziye sahip oldukları Doğu Avrupa’nın az nu- fuBİu bölgelerinde de piskoposluklarla manastırlar çok genig arazi elde etmişlerdi. Memleket kalabalıklaşıp zenginleştikçe rühban sınıfına ait arazinin değeriyle geliri de artmıştı.

Her kilise office (görev) inin bir bénéfice (aidat) i vardı ve töre bir göreve sahip rahibin bu işi bir yardımcıya yaptı­rarak aidatın gelirinden intifa etmesine izin veriyordu; bu ise, kilise kurallanna aykın olarak, rahibe birkaç göreve birden sahip olmak imkânını vermekteydi. - Ghanoin&’ l&r (yani bir piskoposun ruhanî danışma kuruluna dahil rahipler) artık top­lu halde yaşamaz olmuşlardı; bir vakfiyenin sağladığı gelir de­mek olan prébende, ki yiyecek ve giyeceklerin aynî olarak tes­liminden ibaretti, her chanoine’a bahşedilen bir arazinin geliri haline girmişti.

İktidarın artması. — Rahiplerin sayısı ve zenginliği arttık­ça, rühban sınıfının lâikler üzerindeki iktidarı da kuvvetleni. yordu. Bütün hristiyan ülkelerce tanınmış nizam, lâiklere “ inanç ve ahlâk konularında” ı-ahiplerin otoritesine itaati em-

P. 11

M UKAYESELİ TAR ÎÎIÎ 161

162 AVRU PA M İLLETLERİNİN

reyllyordu, inanç ve ahlâkın icaplan neler olduğunu, müminin nelere inanmakla görevli bulunduğunu ve ne şekilde davran­ması gerektiğini kararlaştıran da, rühban sınıfı idi.

Mezhebin emirlerine aykırı her hareket (hérésie), ölümle cezalandırılıyordu ve XI. yüzyıldanberi mevcut olan bir âdet gereğince böyle hareket eden kimse (hérétique), diri diri ya­kılmak gerekmekteydi. - Kilisenin emrettiği ödevlerin her çiğ­nenişi günah sayılmaktaydı, mümin de bu günahtan, rahibin kendisine verdiği çileyi doldurmak suretiyle kurtuluyordu. Ağır bir suç işleyen papazların rütbeleri alınıyor ve kendileri (adı­na chartre denen) bir kilise hapishanesine kapatılıyorlardı. Lâiklerin rühban tarafından lâik otoriteye ihbar edildikleri de oluyordu; o zaman bu otorite onlara cismanî bir ceza vermek, hattâ onlan öldürmekle görevliydi ki bunun adına “suçluyu cismanî, dünyevi adalete teslim etmek” deniyordu. Kilisenin emirlerine karşı gelmekten yahut bir papaza kargı haksızlık işlemekten suçlu bir lâike karşı rühban, adına “ ruhanî silâhlar” denen afaroz’n kullanıyordu; tantanalı bir tören oian aforoz, müminlerin suçlu ile herhangi bir münasebette bulunmalannı yasak etmekteydi. Prensleri de uyrukları vasıtasıyle vurmak için. Kilise X I. yüzyıldanberi interdit (yasak), cezasını İhdas etmişti ki bununla, suçlunun arazisi üzerinde her türlü dinî tören ve âyin yapmak imkânsızlaşıyordu.

Rühban sınıfının kararlanna uyulmak daima mecburî idi, fakat bu sınıfın gerçek iktidan, kararlarını uygulatmak için sahip olduğu vasıtalara bağlıydı; X I. yüzyılda ise bu vasıtalar henüz yetersizdiler. XII. yüzyılda bu vasıta ve imkânlar arttı,X III. yüzyılın başından itibaren de çeşitli usullerle en büyük kuvvete ulaştı.

Kilise nizamlan ilkin eski ökümenik kurulların canon (ku­ral) la n ile, sonra da Papa’lann (adına irade, ferm an denen) kararlarıyle ihdas edilmişti ama bunlar dağınık ve öğrenilmele­ri grüç bir haldeydi. XII. yüzyılın ortasında Bolonyah bir ke­şiş olan Gratianus, Rom a hukuku külliyatını öm ek alarak, bu kararlan adına D ecretum denen bir külliyat halinde yazdı. Bu, resmî otoritesi olmaya^n bir kitaptı ama çok geçmeden kilise hukukunu uji^gulamakla görevli Kilise yargıçlan ve bu hukuku öğretmekte olan profesörler tarafından kullanılmağa başlandı. Sonradan papa’lar da bunu resmen tanıdılar ve yeni kararla­rını buna ilâve ettiler.

Her piskopos kendi ruhanî bölgesinde bir yargıç ( offidaUsJ

tarafından idare edilen ve Kilise adaletinin yetkisine giren dâ­vaları yargılamakla görevli (adına offlcialité denen), bir mah­keme ihdas etti. Bu mahkemenin yargıcına zabıt kâtipleri, sav. cılar, avukatlar da yardım etmekteydiler. Bu mahkemenin hu­kukunun smırları belirsizdi, o da sahasını genişlettikçe geniş­letti ve yetkisini Lâtince iki formülle tarif etmek imkânını bul­du:

1 — Şahıs dolayısiyle (ratione personae) rühban sınıfı, hat­tâ aşağı tarikatlere mensup olanlar da dahil, bütün papazları yargılamak hakkına sahip olduğunu iddia etti; başının tepesi traşlı her papaz için, ancak bir Kilise mahkemesince yargılan­mak imtiyazını talep ve iddia ediyordu. Yargılama hakkını, Ki- lise’nin koruduğu hacılar gibi, haçlılar gibi, hattâ dullar gibi bütün lâiklere teşmil ediyordu.

2 — Dâvanın mahiyetine göre {ratione rei), dine karşı işle­nen bir suçla, ahlâk ve mezhebe aykırı fiillerle, büyücülük ve zina ile. Kilise tarafından yasak edilen tefecilikle ve hattâ düel­lo ile suçlanan bütün kimseleri cinaî bakımdan yargılıyordu. Evlenme ve vücut ayrılığı, ölülerin gömülmesi ve vasiyetlerin tanzimi gibi, dinî işlemlerle ilgili bütün hukuk dâvalarını da kendisi görm ek iddlasındaydı.

Rühban sınıfının otoritesi çoğu zaman derebeylerinin ve lâik prenslerin otoritesi ile çatışıyordu; günkü bunlar, bilhassa adalet konusunda, iktidarlarının sınırlan üzerinde anlaşamı­yorlardı. Lâiklerin ellerinde kendi maddî kuvvetleri vardı ama, hristiyan olmak dolayısiyle rühbanm emrindeydiler. Kilisenin şefi sıfatıyla Papa kendinde kralları mahkûm ve ıskat etmek, uyruklarını krallarına yaptıkları sadakat yemininden azadet- mek ve bunları ayaklanmağa davet etmek kudretini görüyor­du. Bu gibi hallerde lâikler kendi krallarından ve Papa’dan bir­birlerini tutmayan emirler alıyorlardı, böyle hallerde de çok ağır cezalara çarpılmak tehlikesiyle karşılagmaksızın ne itaat, ne de mukavemet edebilecek durumdaydılar.

Mezhep aynhklanm n giderilmesi. — Doktrin bakımından Kilise’ye karşı olan ve adına mezhep ayrılığı (hérésie) denen mukavemetler XI. yüzyılın sonundanberi kesilmiş değildi; fa­kat biz bu ayrılık hareketlerini, ancak bunlara hasım olanla­rın anlattıklarından tanımaktayız. Bu mezhep ayrılıklarının en çok taraftar toplayanları Kuzey İtalya ve Güney Fransa gi­bi en medenî memleketlerde görülmüştür.

Bunların, D oğu’dan grelerek Bulgaristan’a, oradan da Av.

M UKAYESELİ TA R İH İ 163

164 AVRU PA M İLLETLERİNİN

rupa’ya geçen en kuvvetlisi, eslii Manicius meztıep ayrılığından doğmugtu ki bu, dünyayı biri Kötülük, öbürii de İyilik olmak üzere ik i tanrı arasmda paylagılamayan bir yer olarak tasav­vur etmekteydi. Beden Kötülük Tannaınm eseri olduğundan, ■ grerçek bir hristiyanın bütün ten zevklerinden vazgeçmesi lâ­zımdı. Bu riyazetkâr hayatı süren ve adlarma Grekçede Kat- haroi (temiz’ler) denen kimseler, alelâde dünyevi hayatı süren (ve adlarma inananlar denen) müminler yığınını idare ediyor­lardı. Bu mezhep ayrılığı X II. yüzyılın Oltasından itibaren Pramsa’nm Güney-Batısını kaplamış, sonra da Kuzey İtalya ile Almanya’ya yayılmıştı.

B ir başka mezhep ayrılığı da Valdo adında Lyon’lu bir zengin tâcir tarafından ortaya atılmıştı. Bu ada,m Incil’i halk diline çevirtmiş ve Hristos’un emriné boyun eğmiş olmak için bütün malını mülkünü dağıtmış, yoksul bir hayat sürmüg ve rühban sınıfının lüks hayatını ayıplamıgtı. Onun, Vaudoîs y^- hut “Lyon yoksulları” diye adlandırılan çömezleri de Havarile­rin örneğine uyup yoksullar gibi giyinerek karın doyuruyor­lar, İncirdeki ilkeleri yayıyorlar ve yoksulluğu göklere gıkaıı- yorlard-. Bu mezhep ayrılığı Rhône ve Aip bölgesiyle (ki bu­rada hâlâ bir “ Vaudois” topluluğu vardır) Kuzey İtalya’da ve bilhassa şehirlerdeki zanaatkarlar arasmda yayıldı.

Rühba;n sınıfı bu mezhep ayrılıklarım yoketmek için yeni yeni tenkil usulleri icad etti. Papa Güney’deki “Katharoi” lere kargı haçh seferi açılmasını emretti ve bunların üzerine Kuzeyli .şövalyelerden meydana gelme bir orduyu saldırttı. Bunlar, ay­rılıkçıları öldürerek mallarını, mülklerini kendileri aldılar. Sonra da Papa Roraa’da, Latran sarayında bir ökümenik kurul topladı ki bu, bütün hristiyan memleketler için uyulması m ec­burî bir takım kararlar aldı. H er prens veya derebeyine, ara­zisini teslim alırken, toprağındaki bütün aynlıkçıları öldürte- ceğine dair alenen yemin etmesi için emir verildi. - Kurul her lâike, kendi ruhanî bölgesinin papazına hiç olmazsa yılda bir defa günah çıkarttıımasm ı emretti, böylelikle bü lâik, bütün müminlerin düşüncelerini rühban sınıfına öğretmiş olacaktı.

Vaudois ayrılıkçıları yoksul bir hayat sürerek, şehirlerde vaazlar vererek lâikleri kendilerine çekmişlerdi. Onların öm e. ğine yeni çeşit iki keşiş tarikatinin kuı-ucuları da uydular. San Domingo adlı bir İspanyol, “vâiz kardeşler” tarikatini kurdu ki bunlara Domi/nicmn'ler adı verildi; San Francesco adında bir İtalyan da “aşağı rütbede kardeşler” tarikatini kurdu ve buna

Prançiscain’ler adı verildi. Öteki keşişler lâik âlemden uzağa, köylere çekilirlerken bir şehire yerleşen, alelâde bir evde- otu­ran bu yeni keşişler sadakalarla geçinerek lâikler arasında ya­şıyorlar ve vaazetmek, günah çıkarmak gibi işlerle uğraşıyor­lardı. Tarikat, adma general denen ve doğrudan doğruya Pa- pa’nm emrinde olan bir şef tarafından idare ediliyordu.

Bu keşişler geçinmek için bir arazi almağa muhtaç olma­dıklarından, bütün memleketlerde çabucak büyük sayıda evler kurmağa m uvaffak oldular ve üyelerinin sayısı da çok çabuk arttı. Hele', tıpkı yoksul insanlar gibi alelâde bir aba elbise, ayaklarına da sandallar giyip geçimlerini sağlamak için dile- ■ nen Franciscain’ler, şehirlerde bilhassa kadınlarla halktan in­sanlara kendilerini pek sevdirdiler. Hiçbir resmî otoriteleri ol­madığı halde, vâiz ve günah çıkarıcı olarak, kendilerinden da­ha az gayretli papazların yerlerini aldilar.

Mezhep aynlıkçılarm ı meydana çıkarmak için Pa^ıa (1231 de) adma “Mezhep Ayrılıklarının Kötülüklerini Soruşturma” adını taşıyan özel bir adalet mekanizması kurarak bu işi Do- minicain’lerden mürekkep bir komisyona havale etti. Kom is­yon, daha önce Norma’ndiya’da da kullanılmış olan yeni bir yargılama usulü kullandı ki bunun adma Lâtince inquisitio ("enhizisyon” yani “soruşturma” ) denildi. Bu söz de Ingiltere’-

. dé jürinin menşei oldu (inquest o f the country). O zamanın yargılama usulü gereğince bir suçlayan çıkmasını bekliyecek yerde (X . bölüme bk.), bu adalet sistemi görevine uygun ola­rak kendiliğinden harekete geçiyor, mezhep ayrılıkçısı olduğu­na dair hakkında ihbar yapılan, yahut kendisinin böyle oldu­ğundan şüphe ettiği herkesi tevkif ettiriyordu. Mahkeme sanı­ğa bir savunucu vermeksizin, gizli olarak çalışıyordu ve işken­ce kullanmak hakkına da sahipti. İtirazı gayrıkabil olmak üzere ya alenen tövbe ve istiğfarda bulunmak, ya karanlık bir zindanda müebbed hapis, yahut da diri diri yakılarak öldürül­mek ve malı mülkü müsadere edilmek gibi cezalar veriyordu. Enkizisyon’un, lâik makamlannkinden ayn olarak, kendi me­murları ve kendi hapishaneleri vardı.

Pa-pa’mn ototitesi. — XII. yüzyılda Papa, kendi m akam ı­nın mülkü olan St. Pierre arazisinin gelirlerine, “ St. Pierre ianesi” adı altmda bütün memleketler hristiyanlarınca ödenen bir bağışı ve sonradan, haçlı seferleri için Kilisenin bütün ara­zisi üzerine konan bir verginin tutarjnı da ilâve etmişti. Bu vergiyi Papa ilkin piskoposlar, sonra kendi temsilcileri (légats)

M UKAYESELİ TA R İH İ , 165

166 AVRU PA M İLLETLERİNİN

vasıtasıyle tahsil ettirdi; sonunda da bunu, Rom a Kiliseşi’nin masrafları için kullandı. Rom a’da koruduğu kimselere bütün katolik memleketlerde aidath, gelirli rütbeler yahut ruhanî daire grelirleri vermek gribi bir âdet de edindi.

Papa’nın kudreti gittikçe artıyordu. 1198 den 1216 ya kadar Papalık eden III. İnosan, iktidarını kazai kuralların sertliğiyle icra ediyordu (1). Papa kendisini bütün hristiyanlann, hattâ krallann dahi hükümdarı ilân etmigti. Sicilya, Aragon, Porte­kiz, hattâ Ingiltere krallan dahi onun uyruklan olduklarını kabul etmişlerdi. Papa, ruhanî kaza yetkisi gereğince kralları yargılamak, tahtlanndan indirmek ve yerlerine başkalannı ge­çirm ek hakkına sahip olduğu iddlasındaydı. “Hristos’un yani Hz. Isa’nın vekili” sıfatiyle “beden nasıl ruhla birleşmişse, krallıkla ruhahî reisliğin de kendi şahsında birleşmiş olduğunu” söylemekteydi. Papa’nin kudreti, bütün katolik Avrupa’daki piskoposlarla prenslerin temsilcilerinin geldikleri Latran top­lantısında belli oldu.

Rühbanm sahip olduğunu iddia ettiği iktidar iki formülle tarif edilmiştir:

1 — Hükümeti, gelirleri ve mahkemeleriyle Kilise, başka her türlü otoriteden bağımsız olan bir societas perfecta (tam toplum) dır. Papazlar lâik iktidara hiçbir hizmet yapmağa ve­ya vergi ödemeğe borçlu olmadıkları gibi hiçbir halde de lâik bir yargıcın huzurunda yargılanamazlar;

2 — Papa pastor universalis ecclesiae (evrensel Kilise’nin ruhanî başkanı) dir; krallar da dahil olmak üzere, bütün, mü­minler üzerinde kral sıfatiyle o hüküm sürer. XI. yüzyılda VII. Gregorius tarafından tasarlanıp III. İnosan tarafından sistem­leştirilen bu teori, VIII. Bonifacius tarafından son haddine ka­dar götürülmüştür; Fransa kralının hal ve gidisini takbih eden bir emirnamesinde VIII. Bonifacius “her insan yaratığının R o­ma’daki Papa’ya tâbi olduğunu” bildirmekteydi. Bu doktrin rühban sınıfının otoritesiyle lâik hükümdarlannki arasındaki münasebetler bakımından, Rom a Kilisesi’nin ülküsü olarak kalmıştır.

Dini inanç ve işlemler. — Rühban sınıfı lâiklere bizim bil-

(1) Bunnm için de “ Konstantin hağış%” iadl% bir belgeyi iîert sürüyordu. IX . yüsy%ldd tansım edilen, o sıralarda haleiM oldu­ğu ileri sürülen bu sahtö belge ile İmparator, sözd& bütün Bor- tı’yı ,Papa’ya bağışlamıştı.

mekte olduğumuz bir doktrini öğretiyordu ama lâiklerin ger­çek inanglannm neler olduğunu bilememekteyiz; çünkü bu konudaki bütün belgeler papazlarm eseridir. Askerlerin ne düşündüklerini öğrenmek için bunların subaylarma başvur­mak ne kadar boşsa, papazlarm yazdıkları bu belgelerde mü­minlerin ne düşündüklerini araştırmak da o kadar boşuna olur. Fakat şurası muhakkaktır ki lâiklerin kendilerini Kilise’nin sadık uyrukları sayıyorlardı ve mezhep ayrılıkçılarından deh­şetli korkmaktaydılar. Mümin olmayanlar ise ancak Güney memleketlerinde bulunmaktaydılar ki buralarda hristiyanlar, müslümanlar ve yahudilerle temas halinde yaşıyorlardı; nite­kim Musa, İsa ve Aluhammed’in üç yalancı peygamber olduk­ları hakkmdaki formül de o memleketlerden çıkmıştır.

O sıralarda hristiyan dini, Batı’daki müminlerin duygula­rına uyma işini tamamlamakla meşguldü. Doğu’lu kafalar ta­rafından yaratılan teolojik doktrin lâik âleme çok ilkel bir şe­kilde girmişti, günkü o zamanlar kimse dinî bir eğitim görm ü­yordu. Mümin çok kudretli ve her yerde hâzır-nâzır olup ken­di hal ve gidişini denetliyen bir Tanrı ile, yine daima hâzır-nâ- zır ve kendisine kötülük etmeğe uğraşan bir Şeytan’ın varlığı­na inanıyordu. Kendisine Cehennem’in ebedî azaplarından doğ­ma korkuyu aşılayan çok canlı tasvirler' yüzünden gayet duy­gulu bir hale geldiğinden, en çok da “kıyamet günü’’ nü düşü­nüyordu.

Bu sert ve korkunç anlayış, şeytana uymanın korkusu için­de yaşayan perhizkâr ve sofu keşişlerin fikri olarak kalmak-

. taydı; Batı kavimlerinin daha yumuşak olan hassaslıklarım tatmin edemezdi. Bu kavimler tapındıkları yaratıkları sevmek ihtiyacını duyuyorlar; onlarda da sevgi duygulan bulunduğunu farzederek, kendilerine yaklaştırma çarelerini araştınyorlardı. Hristiyanhk, halk adamlarına hitap ettiği ilk zamanlardan, sevgi dolu bir şefkat duygusu muhafaza etmişti ki bu, itaat ve fedakârlığa alışık olan kadınların yüreklerini yumuşatıyor­du. Onun için hristiyanhk kadınlar arasında en sofu müridle- rini bulurken, Barbar savaşçıların gurur duygularını da isyan ettirmişti.

Bilhassa XIII. yüzyılda Kilise adaml.arı ve hele, aşağı ta­bakadan insanların yaşayışlarına daha yakından kanşm ış olan Franciscain’lor, dini Avrupa hristiyanlannın hassaslığına uy­durma işini tamamlamışlardır. Incil’den alınma (gergek veya sahte) rivayetlerden, Hristos’un çocukluğuna ve Hz. Meryem’in

M UKAYESELİ TAR İH İ 167

168 AVRU PA M İLLETLERİNİN

hayatına ait tasvirler çıkarmışlar; bunları kendi çağlarının ya- gayışırida'n alınma tasvirlerle de tamamlayıp güzelleştirerek bu sayede Ortaçağ’ın halkça sevilen, safdil ve şefkatli hristiyan- hğ-ını meydana getirmişlerdir. Sert bir yargıç olarak kalan Tann arka plânda bırakılıyor, Çocuk-Tanrı ile Meryem Ana’- mn sevimli çehreleri de, sevgi haline gelen, bir tapınmaya ar- zediliyordu. Doğn hristiyanlannın duygularıyla tam bir zıtlık halinde olarak, kadm şeref mevkiine geçirilmiş bulunmaktay­dı; kadın (âdeta feodal denebilecek) Notre~Dame, Madonna, Our Lady, Liebe Frau gibi adlar altmda, tıpkı şövalyenin ha­nımına yaptığı hizmete benzeyen bir tapınmaya hedef olmak­taydı. Müminlerin şefkat dolu sofuluğu ayrıca, X III. yüzyılda bir Italyan’ın “Altun efsane” adı altmda topladığı, azizlerle il­gili efsanelerle de beslenmekteydi. Müminler bunda hem sevgi örnekleri, hem de sevilecek kimseler bulmaktaydılar. Bu yeni duygular dinî şarkılar ve halk noelleri için de ilham kaynağı olmaktaydı. Plâstik sanatların tasvirlerine. Doğu Bizans sa­natının katı, yeknasak ve asık suratlı şekilleriyle tam bir te- ?at halinde bulunan, değişil» ve canlı bir çehre veriyorlardı.

Aynı zamanda dini uygulama usulleri de Avrupa kavirnle- rinin arzularına uyuyorlardı. Âyinle yortular, rahiplerin elbi­selerinin zenginliği ile gözlere; İlâhilerin, şarkıların ağırbaşlı güzelliği ve orgun kudretli sesleriyle kulaklara hoş gelen bir manzara halini alıyorlardı. - Vaftiz, komünyon, can çekişenle­rin vücutlerinin belirli yerlerine okunmuş yağ sürülmesi gibi takdis törenleri tabiatüstü işlemler haline geliyorlar; bunlara hastalıktan koruyucu veya iyileştirici kudretler atfolunuyordu. Azizlerin mezarlarının ve emanetlerinin tabiatüstü bir kudret­leri vardı; bunların saklandığı tapmaklar, hastaların şifa ara­mak, kadınların çocuk edinmek için gittikleri birer ziyaretgâh olmuştu. Bu ziyaretgâhlar, hattâ uzak ülkelerden dahi gelen çok kalabalık halk yığınlarını kendilerine çekiyorlardı; erkek­lere bir tövbe ve istiğfarı yerine getirmek, kadınlara da yola

- çıkmak üzere evlerinden ayrılmak için tek fırsatı elde etmek imkânını sağlıyorlardı. - Dinî geçitler büyülü bir kudret edin­mişlerdi ; bir azizin emanetlerini, yadigârlarını ihtiva eden süs.

“ lü sandık memleketten kıtlığı, salgın hastalıkları, kuraklığı uzaklaştırmak için tantanalı bir şekilde sokaklarda dolaştırı­lıyordu.

Öğrenim isleri. — K afa çalışmaları, o zamanlar rahiplerin bir çeşidi olan kâtiplere (elere) mahsus bir geydi ve bunlar

yalnız Lâtince yazıyorlardı. Bütün hristiyan ülkeler kâtipleri arasında evrensel bir milletlerarası dil haline girmiş olan Lâ­tince, Avrupa’nın entelektüel bakımdan birliğini sağlıyordu. Fakat Lâtince milletin büyük çoğunluğunca anlaşılmayan ve onun duygularını ifade etmesine imkân vermeyen, ölü bir dil­di. Halkın anhyabileceği tek canlı edebiyat, halk diliyle yazı­lanı oldu.

Kilise adamlan düşüncelerinin konusunu hayatı izliyerek değil, Lâtinceye çevrilen Kutsal Kitap’tan ve Lâtin Kilisesi’nin Peder’Ieriyle ilâhiyat doktorlan tarafmdan yazılmış yorumlar­dan alıyorlardı. Bunlar Neo-Platonicien mistik ekolünün, Grek felsefesinin çöküşü sırasında ihdas ettiği bir metodu kullana­rak, metinleri şerheylemekteydiler. Bir metnin her ibaresinin harfiyen, manen ve mistik bakımdan olmak üzere üç ayn an­lamı vardı ve harfiyen olan anlam, asıl derin anlamın kabın­dan, zarfından ibaretti. Böylece de Kutsal Kitap’taki hikâyede Hz. Davud, Hz. İsa anlamına g'eliyor, Calût (Goliath) da Sey- tan’ı temsil ediyordu. Her yanda gizli bir anlam araştırmağa alışık olan Kilise yazarlan, lâiklerin anlamaktan âciz olduk­ları mecazlarla meramlarını anlatıyorlardı.

Kâtip papazlar lâiklerin zekâları üzerinde kesin bir 'stki yaptılarsa bu, onların öğrenen vo öğreten tek insanlar olmala­rından ileri gelmiştir. Okul adına anca.k bir piskoposun, ya da bir manastırın okulları kalmıştı, bunlar da Rom a İmparator­luğunun yıkılışından sonra ayakta kalan, “yedi serbest sanat” adı altmda toplanmış ve iki g’rupa bölünmüş bilgileri öğreti­yorlardı. Ouadrivmm (müzik, aritmetik, geometri, astronom i)' pek az ve sathî birkaç bilgiden ibaret kalmıştı.ı Fiilî öğretim ancak trivmm’n ihtiva ediyordu ki bu, bilhassa çöküş devri­nin birkaç yazanm izahtan ibaret olan gramer, nazım ve ne. sirle yazmak sanatı olan rctorih, ve Aristo’nun birkaç parça­sının çevrilmesinden ibaret olan lojik’ti. -

XII. yüzyılda, öğrenimde, menşei belli olmayan bir röne­sans başladı. Öğrenmeğe susamış olan insanlar, bilgili bir öğ­retmenin ders verdiğini duyunca onun bulunduğu şehire üşüşü­yorlardı. Paris’te Abelard, dinleyicilerini toplamağa yetecek büyüklükte bir salon bulamaz hale gelmişti. Hocalar da, öğren­ciler de bütün bilginin, eskilerin eserleri içinde bulunduğuna inanıyorlar, saf saf bunları okuyarak anlamağa çalışıyorjar- dı. Bunlar XII. yüzyılda bilhassa metafizik bir probleme el .at­tılar ve bu, iki ekol arasında bir polemik konusu olarak kaldı.

M UKAYESELİ T A R jH İ 169

Buna “evrenselcilerin kavgası” adı veriliyordu. Kavganın konu­su guydu: Cins, sadeceı bir ad mıdır, yoksa bir gerçek midir? Asnn sonunda Paris’te herkes Aristo’nun Grekçeden Arapçaya, Arapçadan Lâtlnceye çevrilen eserlerini; Müslüman ve Yahudi bilginlerin, İbn-i Rüşt ve İbn-i Sina’nın şerhlerini, tefsirlerini tanıyıp öğrendi. Aristo’nun doktrinini yeniden ele alan kâtip papaklar, çok geçmeden, mezhep ayrılıkçısı olarak mahkûm edildiler.

Okullar. — Öğretmenlerle öğrenciler piskoposun emri al­tında, Paris’te bir birlik halinde teşkilâtlandılar ve bu birliğe ilkin StudMmı generale, sonra Bolonya’dakinden çok ayn olan bir rejime sahip Universitas, yani “genel birlik” adı verildi. K â­tip papazlar tarafından idare edilmekte olan öğrenim bilhassa ilahiyat, kilise kanunları (dinî hukuk) ve felsefeyi içine al­maktaydı; fakat bütün kitaplar Lâtince olduklarından, bütün öğrencilerin de tahsile ilkin Lâtinceyi öğrenerek başlamaları gerekiyordu. Öğretmenlerin soğu, acemilere Lâtinceyi öğret­m ek işiyle meşgul oldu. Bunlar bir sınav geçirerek kabiliyetle­rini isbat edip piskoposun temsilcisinden öğretim İçin (adına Lıâtincede Ucentia denen) bir izin (lisans) almak zorundaydı­lar. Bunun üzerine lisansiye yahut, doctor unvanına eşit olan öğretmen fmagisteı') unvanını alıyorlardı. Nerede bir yer bu­lurlarsa orada ve çoğu zaman bir hanın geniş salonunda ders veriyorlar, öğrenciler de yere, bir hasırın üstüne oturuyorlardı.

Üniversite (yani genel birlik) hem öğretmenleri, hem öğ­rencileri içine almaktaydı ama birliği yalnız öğretmenler idare ediyorlardı. Bu birlik, öğretilen konulara göre, ilâhiyat, kilise hukuku, sanatlar gibi fakülte’lere bölünmüştü (ki burası hazır­layıcı bir bölümdü ve öğrenciler felsefe okumağa başlamadan önce burada Lâtince öğreniyorlardı). Daha sonra asılan Tıp fakültesiyle de dört rakamı dolmuş oldu. . Üniversite, üyeleri­nin menşe memleketleri itibariyle dört millete bölünmüştü ki bunlar Fransız ("roman” dili konuşan memleketler), İngiliz (İngiltere ve Almanya), Pikardiya (Hollanda ile beraber) ve Normandiya idi. Adına rek tör denen §ef, en kalabalık olan Sa­natlar Fakültesi’nin öğretmenleri tarafından sesümekteydi.

ö^ en cile rin soğu yoksuldu ve sefalet içinde yaşıyorlardı. Bazı hayır sahipleri, adlanna kolej denen misafirhaneler açtı­lar; öğrenciler burada doyurulup barındırılıyor ve manastırla- rınkine benzer bir disipline tâbi tutuluyordu. Dominicain ve Franciscain gibi yeni tarikatler bir kütüphanesi ve toplantı sa.

170 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lonları bulunan evler açtılar; buralarda da bu tarikatlerin li­sansı hamil kesişleri, öteki öğı etmenlerin muhalefetine rağ­men, ders vermeğe başladılar.

Öğretim, bir yazann kaleminden çıkm a metni okuyarak bunlan öğrencilere yazdırmaktan, sonra da bunu şerh ve tefsir etmekten ibaretti ki, şimdi Almanya’da hâlâ kullanılmakta olan Vorlesung (lecture, okuma) terimi buradan gelmektedir. Her yılın başında resmî makamlar kitapları öğretmenler arar sında taksim ediyordu; bir sınav konusunu muhtevi kitaplar alan öğretmenlerel ordinarms, ötekilere ise extraordmarms adı verilmekteydi. Öğrenciler (adlarına grade denen) birkaç dere­ceden geçiyorlardı; Lâtince öğreniminden sonra bachetier (ba- kalorea hâmili), öğretmen lisansı sınavını geçirdikten sonra da magister oluyorlardı. Sonradan kullanılmağa başlanan doktor derecesi, sadece bir kabul töreninden ibaret kalıyordu.

X III. yüzyılın başında Paris Üniversitesi, öğretmen ve öğ­renci bakımından en kalabalık topluluk oldu. Buraya her mem­leketten insanlar geliyordu; en ünlü öğretmenler, yabancılar­dı ; bunlar arasmda Aibrecht adlı bir Alman, Akinolu Tom a ad­lı bir İtalyan vardı. Paris Üniversitesi bütün memleketler tar ı-afmdan uyulan bir örnek halini aldı; yalnız İtalya bundan hariçti, çünkü bu memlekette hukukla tıp, para getirici birer meslek olarak, lâikler tarafmdan öğretilmekteydi. Böylece de Eski Çağın ve Müslüman memleketlerin okullarından bam­başka, yeni tip bir öğretim ihdas edilmiş oldu. Bu sistem Orta- çağ’dan kalan Üniversite, Fakülte, Kolej, exam en (sınav) tez, grade (derece), bakalorea, lisans, doktor gibi adlarla bugün dahi yaşamaktadır.

Öğretim, XIII. yüzyılm sonundan önce, adma skolastik (okul bilgisi) denen bir sistem haline girdi. Bu sistem Üniver- site’de yapılan iki tahsili bağdaştırmağa çalışıyordu. Bunlar­dan biri Vahiy’e dayanan ilâhiyat, öteki de Aristo’nun eserle­rinden çıkarılmış olan lojik ve metafizikti. Sistemin amacı, inancın üstün gerçeklerinin Tanrı tarafından keşif ve vahye, dildiğini, fakat insan aklı tarafmdan keşfedilen felsefî fikir­lere de uyduklarını isbat etmekti. Aziz Akinolu Toma “ Summa Théologica” adlı eserinde tahlil edilen bu doktrin. Rom a Kili- sesi’nin felsefe öğretimine esas olarak kalmıştır.

Rühbamn güzel saMatlar ü^ermdeki etkileri. — ' Papazlar yalnız Lâtince yazıyorlar, Üniversite’lerde de yalnız Lâtince konuşuyorlardı; bunlar canlı bir edebiyat yaratmağa muvaffak

M UKAYESELİ TAR İH İ 171

172 AVRU PA M İLLETLERİNİN

olamadılar. Fakat yine de güzel sanatlann meydana gelme- smde paylan oldu. Mimarlara ve heykelcilere bunlar binalann plânmı 've konuların seçilmesi işini ısmarlıyorlardı “Roman” ve Gotik bütün anıtlar kiliselerdi; heykeller, kabartmalar, süsleme sanatı eşyası hep kiliseler için yapılıyordu.

Rühban sıtııfı bilhassa müziğ-in ilerlemesi işinde çalıştı. Or­gun kullanılması sayesinde' müziğe daha asil ve daha kudretli ifadeye sahip bir çalgı vermiş oldu. Flaman menşeli olan, bö­lümler halindeki teganniyi vücude getirerek sesli müziği de­ğiştirdi. Notalar sistemini ve notalara bugün dahi taşıdıkları adları veren, Guido d’Arezzo adında bir İtalyan keşişi oldu. Dies i?la,e, Stabat mater gibi en tanınmış Kilise İlâhilerini beö- teliyenler, İtalya'n papazları oldular.

X

O RTAÇAĞ IN SONU (XIV. - XV. YÜ ZYILLAR)

Politik olaylar. — XII. ve X III. yüzyıllar, Avrupa’nm sos­yal, ekonomik, dinî ve entelektüel hayatının temellerini kuran' büyük buluşlar devresi olmuştu. “Crtaçağ’ın sonbaharı” diye adlandırılan XIV. ve XV. yüzyıllarda politik ve teknik yeni­likler bilhassa göze çarpmaktadır. Bu devre, anormal bir va­sıfla insanı hayrete düşürür: Bütün büyük Devletler, savaşlar veya iç kargaşalıklar yüzünden felce uğramışlardır; zenginlik­le aktif rol Venedik, Cenova ve Floransa, Katalonya ve Porte­kiz, Hollanda ve İsviçre Konfederasyonu, Danimarka ve Bo­hemya gibi küçük Devletlerin ellerindedir. X V . yüzyılın en zen­gin prensi, Hollanda’nın sahibi olan ve hattâ kral unvanını bile taşımayan Burgonya dükasıdır.

Politik olayların ancak sınırlı bir etkisi olmuştur. XIV. yüzyılda bu olaylar, belirli sonuçlar doğurmaksızın, küçük bir takım arazide cereyan etmişlerdir. Olaylar şunlardır: E'lander kontunun uyruğu olan şehirlerin, Fransa kralı tarafından bas­tırılan, dört ayaklanması, - gövalye-keşişlerin tarikatlerinden ikisi olan Ten,toniqu& tarikatı ile R iga ’daki Milites-Christi (K ı­lıç Taşıyıcılar) nin, (haçlı seferi yapmak üzere gelen şövalye­lerin de yardımıyla)' Baltık Denizi kıyılarındaki puta tapan kavimler üzerinde yaptıkları fetihler, ki bu fetihlerin sonucu (Prusya, Livonya, Estonya gibi) hristiyan memleketlerin vü­cude gelmesi olmuş ve bu memleketlerin yerlileri, Alman savaş adamlarının ve burjuvalarının hâkimiyeti altındaki köylüler mertebesine inmişlerdir. - Alplerdeki savaşçı köylülerin Avus­turya prenslerine karşı kazandıkları zaferler, ki İsviçre kav- minin meydana gelmesini hazırlamışlardır; - Fransa ve İngil­tere krallan arasındaki savaş (1339-1378), ki Fransız şövalye­lerinin İki yenilgisiyle başlamış, Fransa’nın istilâsıyle devam etmiş ve İngiliz ordularının çekilişleriyle sona ermiştir; - ve nihayet Paris’in, Flander şehirlerinin ve Güney İngiltere köy­lülerinin hemen hemen aynı anda vukua gelen ayaklanmaları.

XV. yüzyıldaki olaylar en gok Doğu Avrupa’yı karıştırdı.

174 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Olaylar şunlardır: Osmanh Türklerinin bütün Balkan yarım­adasını istilâ edip hükümleri altına almaları ve 1453 te de Konstantinopolis (İstanbul) i fethetmeleri; 1389 da kraliçenin Litvanya büyük prensiyle evlenmesi üzerine Litvanya ile bir­leşen Polonya’nın Teuton tarikatı şövalyelerine karşı kazan­dığı zaferle Aşağı Vistül bölgesine hâkim olması; - millî kah­ramanlan Jan Hus’un idamına kızan Bohemya Çeklerinin ayaklanmalan ve üzerlerine gönderilen haçlı ordusunu püskür­terek Almanya’yı istilâ edip KiHse’yi, Huss taraftarı mezhep ayrılıkçıları ile müzakerelere girişmek zorunda bırakmalan; - İngiltere ve Fransa kralları arasında savaşın yeniden başlama­sı (1415-1453), ki savaş fransız şövalyelerinin yenilmesiyle baş­lamış, Ingîlizlerin bütün Fransa’dan kovulmalarıyla sona er­miştir; - İsviçre konfedere’lerinin Burgonya dükasına karşı kazamdıklan zafer, ki İsviçre’lilere askerî bir devlet itibarı ka­zandırmıştır; - Kastilya tahtında hak iddia eden iki prensesin kocaları olan Portekiz kralıyla Aragon prensi arasmdaki kü­çük bir savaş, ki bu savaşın sonucu Merkez birliği (Kastilya ve Endülüs) nin Doğu (Aragon ve Katalonya) ile birleşmesi dolayısiyle Ispanya’nın birliğini sağlamak olmuş, beri yandan da Portekiz kesin olarak bir bağımsız devlet halini almıştır.

Ltâik otontenm değişmesi. — Avrupa’nın çeşitli bölgelerin­de otorite türlü yönlerde merkez değiştirmiş bulunmaktaydı. Bu otorite, “Kutsal Rom a Cermen İmparatorluğu” nun bütün arazisinde çok değişik büyüklükte topraklar üzerindeki küçük hâkimiyetler halinde parçalanmağa devam ediyordu; "Kutsal Rom a Cermen İmparatorluğu” aynı zamanda Rhein ile Elbe arasındaki eski Almanya’yı ve buna bağlı olan diğer ülkeleri (Hollanda, Loren, Franche-Comte, İsviçre), ve İslâvlarla mes­kûn olup Alman hâkimiyeti altına girerek sınır eyaletleri ha­linde teşkilâtlandırılan ülkeleri, yani (Karintiya, İstirya, ve ■Karniyolya adlı sınır eyaletleriyle birlikte) Avusturya arşidü- kahğım, adma Saks denen Meissen’i; Brandeburg sınır eyale­tini ve Cermenleşmiş İslâv ülkelerini (Meklemburg ve Pom e­ranya) içine almaktaydı.

Şeklen hükümdar kalan İmparator, 1346 da tanzim edilen kat’î bir anlaşma ile sayılan 7 ye indirilen en kudretli prens­ler tarafından seçilmekteydi ki bunlara “elektör” , yani "seçmen prensler” adı veriliyordu. Gerçek otorite prensler, yüksek rüt­beli rahipler ve şehir heyetleri tarafından icra olunuyordu; bunlann herbiri kendi toprağı üzerinde adaleti tevzi etmek, pa­

ra basmak, hattâ savaş açmak yetkisine sahipti. En kudreth- leri Doğru’da fethedilmiş ülkelerin (Avusturya, Saks, Brande- burg) prensleriydi, bunlar çok geniş araziye sahiptiler ve bütün halk kendilerine itaat ediyordu. Tersine olarak Batı’daki eski Almanya çok büyük sayıda şehirler ve çok küçük prensler arasında parçalanmıştı, ki İmparatorun uyru&u alelâde şöval­yelerin halefleri olan bunlar graf ı'kont) hattâ frei H err (Ba­ron) unvanlarını taşımaktaydılar. Şehirler kendi aralannda birkaç savunma birliği teşkil etmekten artık çıkmış bulunu­yorlardı. Devamlı tek birlik, savaşçı köylülerle birkaç şehir arasmda kurulan ebedî Konfederasyon oldu; bunu üyeleri ken­dilerine Eidgenossen (yeminle birleşmiş) admı vermişlerdi; XV. yüzyılda bunlar en eski konfedere’lerden birinin adı olan Schlwyz (İsviçre): diye anılmağra başlandı.

İtalya’da esasen parçalanmış olan egemen otorite, daha za­y ıf devletleri hükümleri altına almış olan daha kuvvetli dev­letlerin teşkil ettikleri büyük topraklarda merkezleşmeğe baş­lamıştı. Deniz ticareti veya endüstri ile zenginleşmiş Venedik, Cenova, Floransa gibi şehirler hâkimiyetlerini Venetia, Likür- ya, Toskana gibi bütün bir bölgeye teşmil etmişlerdi. Bunlar kendilerine yeni bir terim olan Stato (Etat, devlet) adını veri­yorlardı ki bu, bütün Avrupa dillerine yerleşti. Başka bölge­lerde bir derebeyi ya da alelâde bir sava§ şefi bir şehir yahut hattâ bir toprak üzerinde hâkimiyet kurmuştu. Bunlann en kudretlisi, -ki sonradan Milâno dükası admı aldı-, Lombar­diya’nm en büyük kısmına hâkim bulunmaktaydı.

A vm pa’nm geri kalan kısmında her memleket, irs yoluyla tahta çıkan ve derebeyleriyle-yüksek rütbeli rahipler tarafm ­dan da tanınmış bulunan bir kral hanedanına sahipti. Bu ül­kelerden çoğu, kralın oğlu olmazsa tahtın kızına kalmasını ka­bul ediyorlardı; bu da ülkenin idaresini yabancı bir prensin elin© verm ek gibi bir sonuç doğuruyordu. Fransa ise 1316 da Gol’ler tarafmdan ihdas edilen ve kadınları tahta çıkmak hak. kından yoksun bırakarak tahtı en yakın erkek hısıma tahsis eden bir emsale uymaktaydı.

Kral unvanı bölünmez bir hal almıştı; fakat eski taksim âdetinden, küçük oğulu mirassız bırakmağa karşı bir nefret kalmış bulunmaktaydı. Onun için Fransa’da küçük oğula “apanage” (yani irat) olarak bir eyalet tahsis etmek âdeti baki kalmıştı; o da buna kralın bir uyruğu sıfatiyle sahip ol­maktaydı. Kuzey ve Doğu Avrupa ülkelerinde krallar küçük

m u k a y e s e l i TA R İH İ 175

176 AVRU PA M İLLETLERİNİN

oğullan için böyle eyaletler tahsisine devam ediyorlardı.D evletler halinde bölünme. — Her kral ailesinin arazisine

krallık deniyordu, arazinin başkenti olan bir şehir vardı ki kral ötedenberi burada oturuyordu. Bu toprak, tek ve aynı aile­nin hükmü altındaki uyruklan birleştiren politik bir topluluğun çerçevesi haline geliyordu ve burada, bilhassa yabancılara karşı yapılan savaşların etkisi ile, millî bir duygu vücut bul­m ağa başlamaktaydı.

XV. yüzyılın sonundan itibaren Avrupa’nın büyük bir kıs­mında Devletler kurulmuştu. Batıda Portekiz krallığı; - küçük krallıklann meydana getirdikleri iki topluluğun (yani Kuzey­deki mülhakatı ve Endülüsteki fütuhatıyle “Kastilya tacı” , ve herbiri ayn idare altında teşkilâtlanmış üç devletten mürekkep “Aragon tacı” ) birleşmesiyle meydana gelen İspanyol Devleti; - İmparatorluğa tâbi memleketlerin ilhakı ile Güney-Doğuda ge­nişlemiş olan Fransa krallığı; - Ing-iltere (İrlanda ile beraber) ve Iskoçya krallıkları. Merkezde Sicilya ve Napoli krallıkları bulunmaktaydı. Kuzeyde, 1397 deki birleşme ile Danimarka kralına tâbi olan Danimarka, İsveç, Norveç krallıkları; Doğu­da Macaristan, Bohemya ve Polonya olmak üzere üç krallık bulunuyordu. Tatar hanlarının cizye ödemeğe devam eden Rus prenslerine ait topraklann hepsi XV. yüzyılın sonunda Moskova prensinin tek hâkimiyeti altında birleşmişti.

Çeşitti hüküm et şekilleri. — Muhtelif memleketlerde kra­lın otoritesi zıt yönlerde değişmiş bulunmaktaydı. İngiltere kralı en merkezleşmiş otoriteyi icraya devam ediyordu. Lon­dra’da, kendisinin yanında oturan çok az sayıda memurlara aylık vermekteydi ki bunlar, dâvaların görülmekte oldukları mahkemelere başkanlık etmek üzere, kralın memleket içinde dolaşmağa gönderdiği iki tane yargıçlar grupu; parayı almak ve hesapları denetlemek için bir maliye memurları grupu idi.

, Zâbıta ve idare görevleri her memlekette kral tarafından hem bir şeref, hem de bedelsiz bir mecburî ödev olmak üzere, zen­gin arazi sahiplerine tevcih edilmekteydi. Bunlar krallığın her yanma dağılmış bulunan “sulh yargıçları” idiler, mahallî bü­tün dâvalan hallederek kararlar veriyorlardı.

Fransa kralına krallığın her yanında itaat gösterilmemek­teydi. Bir prensin sahip bulunduğu eyaletler bağımsız bir Devlet gibi idare edilmeğe devam olunuyorlardı. Kral ancak kendi “kralî mülklerine” dahil ülkelerde, o araziye sahip prens sıfatiyle gerçek bir otorite icra edebiliyordu. Fakat bu arazi,

krallığın bütün eyaletlerini ve hattâ krallığın sınırları dışında, ki birkaç ülkeyi de içine alarak büyümüş bulunmaktaydı. XV. yüzyılın sonunda İngiltere krallığından daha büyük ve nufus- ça daha kalabalık bir saha üzerine yayılmış bulunuyordu. Kral burada savaşlara engel olmak iktidarını elde etmiş ve adale­tin egemen gefi haline gelmişti. Hükümet işlerini ya doğrudan doğruya kraldan, ya da relim ve harg adı altmda uyruklardan para alan daimî bir memurlar kadrosuna gördürüyordu. Çe­şitli işlerle görevli heyetler ‘‘Kral Meclisi”nden ayrılmışlardı ki. bunlar, âdi adalet için Parlâmento, arazinin hesapların^ denet­lemek için bir Sayıştay, daha sonra da vergiler konusunda çı­kacak dâvalar için bir Yardımlar Divanı idi. Krala uyan prens­lerin herbiri de kendi eyaletlerinde bunlara benzer kurullar, Divan’Iar teşkil ettiler.

Bu iki usul öteki krallar, prensler ve şehirler tarafmdan da uygulandı, fakat İngiliz rejiminden çok Fransız rejimi kul­lanıldı.

Hemen hemen bütün memleketlerde kralın büyük .şahsi, yetler üzerindeki iktidarı türlü tesadüfler sonucunda azaldı. Iskoçya’da iki asır boyunca tahta, hüküm sürmekten âciz altı tane küçük yaşta kral çıktı; İspanya’da tahta çıkmak yüzünden kral ailesinin muhtelif üyeleri arasmda kavgalar başladı; Na­poli’de de yabancı menşeli iki aile arasında aynı şey oldu; İs­veç’le Norveç’te ise kral ailelerinin soyu tükenmişti ve millet DanimarkalI bir krala< gönül rızasıyle itaat etmiyordu. Doğu Avrupa’nın üç krallığında yani Bohemya, Macatistan ve Polon­ya’da kral ailesinin soyu tükendiğinden, kral unvanı yarı se. çilir hale geldi ve yabancı rakipler arasmda kavga konusu ol­du. Bundan faydalanan büyük şahsiyetler yeni kralı tahta çık­madan önce kendi imtiyazlarını idame ettireceği, kendilerinden hiçbir vergi almıyacağı, kendilerine yargıçları seçme hakkını tanıyacağı ve arazilerindeki insanlar üzerinde adalet hakkına sahip olarak bırakacağı hususunda yemin etmeğe mecbur tut­tular.

Kilise otoritesinin değişmesi. — Rühban sınıfının otoritesi de zayıflamıştı. Avrupa kiliselerinin gittikçe çapraşık bir hal alan işlerini görmekte olan memurların aylıklarını ödiyebil- mek için, Papa’lar tam Kilise Devletlerindeki uyruk şehirlerin bu devletlere artık itaat etmez oldukları bir sırada, gittikçe artan bir para ihtiyacı ile karşılaştılar. Kilise görevlerine bağ-

F. 12

M UKAYESELİ TAR İH İ 177

178 AVRU PA M İLLETLERİNİN

h aidatlı rütbeler (bénéfice) üzerinden vergi almak için ruha­nî nufuslarmı kullandılar. Böyle aidatlı bir rütbeye tayin olu­nan her kilise adamından Papa, “bir yılın ortalama gelirine eşit bir vergi", - aidatlı bir rütbe münhal olunca buna tâyin yapm ak vaadi karşılığında başka bir vergi, - aidatlı birkaç rütbeye! birden sahip olabilmek içiB ayn bir vergi; - Rom a’daki yüksek mahkemede temyizen görülecek dâvalar için de adlî harç alıyordu. Ayrıca müminler tövbe ve istiğfarla bazı imsak­lerden bağışık tutulmak için, hısımlar arasındaki evlehmeler için, gvlenmelerin iptali için de harç ve vergi ödemekteydiler.

XIV. yüzyıldan itibaren Papa’lar Rom a’yı terkedip Fran­sa’daki Avignon şehrinde oturmağa başlamışlar, Papa da Gü­ney’deki Fransızlar arasından seçilmeğe başlanmıştı. İşte bu usuller de o sırada bir sistem halinde teşkilâtlanmıştı. Bundan edinilen kârlar Papa’nm çevresinde toplanmakta olduğundan, bu usuller rühbanı da, müminleri de kızdırmaktaydı. Papa’nın sarayından yoksun kaldıklarına memnun olmayan İtalyanlar, Papa’mn Avignon’da oturmasına “Bâbil esareti’ ’admı verdiler.

Papalığın zaten sarsılmış olan otoritesi, Papa’nm Rom a’ya dönüşünden sonra, yeni bir Papa’dan memnun kalmayan Fran. sız kardinallerinin başka bir Papa seçmeleri ve onun da ge­lip Avignon’da oturması üzerine, daha çok zayıfladı. Bu Pa- pa’lardan herbiri ötekini ve onun bütün taraftarlarını aforoz et­ti. Krallar da iki taraftan yana olarak ayrıldılar, hristiyan âle­mi “büyük şîa, ayrılık” ile ikiye bölündü. Bunun üzerine bü­tün hristiyanlar bir Papa tarafmdan aforoz edildiler - ve dola- yısiyle lânetlenip cehennemlik olmak tehdidiyle karşılaştılar, fakat bu Papa’nm hakikisi olup olmadığından emin değillerdi.

Bunun üzerine Avrupa’da Kilise’nin ıslâha, yani yeniden kurulmağa muhtaç olduğu hissi yavaş yavaş yeretmeğe başla­dı ve Üniversite profesörleri bu ıslâhatın (reform ) yapılmasını istediler. İk i Papa arasında bir anlaşma ile birliği yeniden kur­mak için yapılan, fakat sonuç vermeyen denemelerden sonra, büyük gîa yani ayrılığa bütün memleketler piskoposlarının iş- tirâkiyle kurulan Konstaîız ruhanî meclisi tarafından son ve­rildi. Ruhanî meclis her iki Papa’yı da azlederek yeni bir Pa­pa seçti; o da Rom a’da oturmağa başladı. Fakat yeni Papa reform yapmağı reddettiğinden, ilk defa olarak Üniversite pro­fesörlerinin de igtirâkiyle (bu sefer Basel’de) ikinci bir ru­hanî meclis toplandı ve reform ’u Papa’ya zorla yaptırmağa kalkıştı. Bu yüzden ortaya çıkan derin anlaşmazlık, ruhani

M UKAYESELİ TA R İH İ 179meclisin iktidarsızlığını meydana vurdu. Bu buhran ortada, Kilise’nın “gefinde ve üyelerinde” bir reform a muhtaç olduğu gibi bir intiba bıraktı. Yine bu buhrandan, Fransız ruhbanı ta­rafından yayılan bir de doktrin ortaya çıktı ki buna göre, ru­hanî meclis dinî inanç konusunda Papa’nmkinden daha üstün bir otoriteye sahip bulunmaktaydı.

Meclislerin kurulması. — Ortaçağ’ın sonu bilhassa politik alanda meydana gelen tesislerden yana verimli oldu ve tem­silciler meclisi, daimî ordu, vergiler, meslek yargıçlarından ku­rulu mahkeme gibi geyler olan bu tesisler, modern monarşile­rin yeni şartlarını hazırladılar. Daha X II. yüzyıldan itibaren bir kral, yalnız kendi alelâde meclisinin fikriyle yetinemiyecek kadar ciddî bir karar almağa mecbur kaldığı zaman sarayına (Fransızcada cour, İngilizcede courtj, kendi meclisiyle beraber, krallığın başlıca şahsiyetlerini de davet ederdi ki, Ispanya’da­ki cortés sözünün menşei budur.

İngiltere kralı X III. yüzyılın ortalanna doğru Fransızca Parlem ent (parlâmento) diye adlandırılan olağanüstü bir,m ec­lisi toplantıya çağırm ağa başladı. Bu meclise yalnız, kralm uy­rukları olan, yüksek rütbeli ruhanilerle derebeyleri (îorrf^lar) değil, kral tarafından tayin edilen her kontluğun ve şehirlerle kasabalardan herbirinin arazi sahiplerinden ikişer temsilci katılıyordu; onun için bu meclise “bütün İngiltere krallığı top­luluğu” adı verilmekteydi. _- İskoçya krah da bir parlâmento­yu toplantıya çağırarak bu örneğe uydu. - Papa ile mücadele halinde olan Fransa kralı, üg Etat’nın, yani rühban, asiller ve burjuvalardan meydana gelme üç imtiyazlı sınıfın kurdukları bir meclisi toplantıya çağırdı. - Ayrıca ileri gelen uyruklardan kurulu meclisler İspanya, İskandinav memleketleri, Doğu Av­rupa krallarıyle. Alman prensleri tarafmdan kendi toprakla­rında LoMdtag (memleket oturumu) adı altmda, toplantıya ça­ğırıldı. Meclisi olmayan tek memleket, İtalya idi.

Bu toplantılara önemli kişiler şahsen geliyorlardı; aşağı rütbeli asiller ile burjuvalar mecliste hazır bulunamıyacak ka­dar çok sayıda olduklarından, delegeler tarafından temsil olun- maUtatfdüar (1). Temsilciler her zaman seçilmig kimseler de-

(1) Bizim içim alışılmış bir hat olan, namevcutların baş­kalardı tarafından temsil olunması fikri eskiletisn zihinlerinde yeretm iş değildi. Lâtince Representans terim i bir hristiyan ycu- earca, eyalet ruhani meclisleri içini kullanılmışt-ı.

178 AVRU PA M İLLETLERİNİN

h aidatlı rütbeler (bénéfice) üzerinden vergi almak için ruha­nî nufuslarmı kullandılar. Böyle aidatlı bir rütbeye tayin olu­nan her kilise adamından Papa, “bir yılın ortalama gelirine eşit bir vergi", - aidatlı bir rütbe münhal olunca buna tâyin yapm ak vaadi karşılığında başka bir vergi, - aidatlı birkaç rütbeye! birden sahip olabilmek içiB ayn bir vergi; - Rom a’daki yüksek mahkemede temyizen görülecek dâvalar için de adlî harç alıyordu. Ayrıca müminler tövbe ve istiğfarla bazı imsak­lerden bağışık tutulmak için, hısımlar arasındaki evlehmeler için, gvlenmelerin iptali için de harç ve vergi ödemekteydiler.

XIV. yüzyıldan itibaren Papa’lar Rom a’yı terkedip Fran­sa’daki Avignon şehrinde oturmağa başlamışlar, Papa da Gü­ney’deki Fransızlar arasından seçilmeğe başlanmıştı. İşte bu usuller de o sırada bir sistem halinde teşkilâtlanmıştı. Bundan edinilen kârlar Papa’nm çevresinde toplanmakta olduğundan, bu usuller rühbanı da, müminleri de kızdırmaktaydı. Papa’nın sarayından yoksun kaldıklarına memnun olmayan İtalyanlar, Papa’mn Avignon’da oturmasına “Bâbil esareti’ ’admı verdiler.

Papalığın zaten sarsılmış olan otoritesi, Papa’nm Rom a’ya dönüşünden sonra, yeni bir Papa’dan memnun kalmayan Fran. sız kardinallerinin başka bir Papa seçmeleri ve onun da ge­lip Avignon’da oturması üzerine, daha çok zayıfladı. Bu Pa- pa’lardan herbiri ötekini ve onun bütün taraftarlarını aforoz et­ti. Krallar da iki taraftan yana olarak ayrıldılar, hristiyan âle­mi “büyük şîa, ayrılık” ile ikiye bölündü. Bunun üzerine bü­tün hristiyanlar bir Papa tarafmdan aforoz edildiler - ve dola- yısiyle lânetlenip cehennemlik olmak tehdidiyle karşılaştılar, fakat bu Papa’nm hakikisi olup olmadığından emin değillerdi.

Bunun üzerine Avrupa’da Kilise’nin ıslâha, yani yeniden kurulmağa muhtaç olduğu hissi yavaş yavaş yeretmeğe başla­dı ve Üniversite profesörleri bu ıslâhatın (reform ) yapılmasını istediler. İk i Papa arasında bir anlaşma ile birliği yeniden kur­mak için yapılan, fakat sonuç vermeyen denemelerden sonra, büyük gîa yani ayrılığa bütün memleketler piskoposlarının iş- tirâkiyle kurulan Konstaîız ruhanî meclisi tarafından son ve­rildi. Ruhanî meclis her iki Papa’yı da azlederek yeni bir Pa­pa seçti; o da Rom a’da oturmağa başladı. Fakat yeni Papa reform yapmağı reddettiğinden, ilk defa olarak Üniversite pro­fesörlerinin de igtirâkiyle (bu sefer Basel’de) ikinci bir ru­hanî meclis toplandı ve reform ’u Papa’ya zorla yaptırmağa kalkıştı. Bu yüzden ortaya çıkan derin anlaşmazlık, ruhani

M UKAYESELİ TA R İH İ 179meclisin iktidarsızlığını meydana vurdu. Bu buhran ortada, Kilise’nın “gefinde ve üyelerinde” bir reform a muhtaç olduğu gibi bir intiba bıraktı. Y ine bu buhrandan, Fransız ruhbanı ta­rafından yayılan bir de doktrin ortaya çıktı ki buna göre, ru­hanî meclis dinî inanç konusunda Papa’nmkinden daha üstün bir otoriteye sahip bulunmaktaydı.

Meclislerin kurulması. — Ortaçağ’ın sonu bilhassa politik alanda meydana gelen tesislerden yana verimli oldu ve tem­silciler meclisi, daimî ordu, vergiler, meslek yargıçlarından ku­rulu mahkeme gibi geyler olan bu tesisler, modern monarşile­rin yeni şartlarını hazırladılar. Daha X II. yüzyıldan itibaren bir kral, yalnız kendi alelâde meclisinin fikriyle yetinemiyecek kadar ciddî bir karar almağa mecbur kaldığı zaman sarayına (Fransızcada cour, İngilizcede courtj, kendi meclisiyle beraber, krallığın başlıca şahsiyetlerini de davet ederdi ki, Ispanya’da­ki cortés sözünün menşei budur.

İngiltere kralı X III. yüzyılın ortalanna doğru Fransızca Parlem ent (parlâmento) diye adlandırılan olağanüstü bir,m ec­lisi toplantıya çağırm ağa başladı. Bu meclise yalnız, kralm uy­rukları olan, yüksek rütbeli ruhanilerle derebeyleri (îorrf^lar) değil, kral tarafından tayin edilen her kontluğun ve şehirlerle kasabalardan herbirinin arazi sahiplerinden ikişer temsilci katılıyordu; onun için bu meclise “bütün İngiltere krallığı top­luluğu” adı verilmekteydi. _- İskoçya krah da bir parlâmento­yu toplantıya çağırarak bu örneğe uydu. - Papa ile mücadele halinde olan Fransa kralı, üg Etat’nın, yani rühban, asiller ve burjuvalardan meydana gelme üç imtiyazlı sınıfın kurdukları bir meclisi toplantıya çağırdı. - Ayrıca ileri gelen uyruklardan kurulu meclisler İspanya, İskandinav memleketleri, Doğu Av­rupa krallarıyle. Alman prensleri tarafmdan kendi toprakla­rında LoMdtag (memleket oturumu) adı altmda, toplantıya ça­ğırıldı. Meclisi olmayan tek memleket, İtalya idi.

Bu toplantılara önemli kişiler şahsen geliyorlardı; aşağı rütbeli asiller ile burjuvalar mecliste hazır bulunamıyacak ka­dar çok sayıda olduklarından, delegeler tarafından temsil olun- maUtatfdüar (1). Temsilciler her zaman seçilmig kimseler de-

(1) Bizim içim alışılmış bir hat olan, namevcutların baş­kalardı tarafından temsil olunması fikri eskiletisn zihinlerinde yeretm iş değildi. Lâtince Representans terim i bir hristiyan ycu- earca, eyalet ruhani meclisleri içini kullanılmışt-ı.

180 AVRU PA M İLLETLERİNİNğillerdi, bunlann bir şehrin memurları olduğu da vaki idi. K öy­lülerin arazi sahibi oldukları İsveç’le Tirol harig, köylü yığını hiçbir memlekette temsil edilmemekteydi.

Meclis, memleketlere göre değişik bir ad taşıdı, Lâtince de buna Dkıeta deniyordu. Fakat her yerde, ayn bir salonda ken­di başına çalışmakta olan şubelere bölündü ki, oda anlamına olan kamara (Fransızcada Ghambre, İngilizcede Chamber, Ital- yanoada Camera): sözü buradan geldi. Bunlann sayısı, grupla^ n kurmak için takibedilen prensipe göre değişmekteydi. İngil­tere ve İskoçya parlâmentolarında, Kastilya Costeslerinde (şe­hirlerin eşrafı, savctlan), Macaristan ve Polonya Diyetlerinde yalnız iki “kamara” vardı ki bunlardan biri derebeylerle yük­sek rütbeli ruhanilere, öteki de küçük rütbeli asillerle şehirle­rin temsilcilerine mahsustu.

Fransa’daki rühban’da.n, asiZer’den ve (“üçüncü” anlamına Tiers diye bir. sıra numarasıyla gösterilen) burjııva’\axAan

. meydana gelen E tat’la.r meclisinde üç kamara vardı. Bütün asil sınıfın derebeylerle (Almancada H erren) gentilhomme’lara bö­lünmüş olduğu ve şehirlerin de bir şube teşkil ettikleri (B o­hemya dahil) bütün Alman Devletleriyle Katalonya’da da bu, böyleydi. - Hem rühbanı, hem de ildye bölünmüş olarak asil­leri kabul eden Aragon krallığı ile, meclise asilleri, rühbanı, burjuvaları ve köylüleri alan İsveç’te de dört kamara mevcut oldu.

X IX . yüzyılda, İngiliz parlâmentosunu takliden, ikiye bö­lünme l.er devletin benimsediği rejim haline geldi ve meclis menşeinden itibaren günümüze kadar üç âdeti muhafaza etti: 1 — Kamaralar tek ve aynı şehirde toplanıyorlar ve oturum­larını aynı anda yapıyorlardı. 2 — Meclis ancak kralın irade­siyle mevcuttu ve kral onu istediği yerde, istediği anda top­lantıya çağırıyordu. Bu çağırılma keyfiyeti daima uyruklara verilen bir emir mahiyetinde olarak kaldı. Çağırılan kimse masrafını cebinden ödemek şartiyle gelmek ve prensin emret­tiği süre boyunca kalmak zorundaydı. Toplantıda hazır bulun­m ak bir hak olmaktan ziyade, bir ödevdi. 3 — Meclis hiçbir zaman kendi isteğiyle toplanamadığı gibi, ne belirli aralarla, ne de önceden tesbit edilmiş bir süre için toplantıya çağırıldı. Kral, zamanımıza kadar, canının istediği gibi, meclisi toplan­tıya çağırmak, toplantıyı geri bırakmak ve hattâ meclisi fes­hetmek hakkını muhafaza etti.

Meclislerin rolleri. — Meclis illcin, kralın töreye aykırı ola­rak verdiği istisnaî bir kararı onaylamaktan başka bir role sahip olmadı. Ayrıca, yazılı bir kural da ihdas edebilirdi ki İn- gilizler, töre anlamına common lav/a, zıt olarak buna statute adım veriyorlardı. Krallar tercihan daha sabuk bir usul kul­landılar, yeni kuralı bir emirname (ki buna fermMi da deni­yordu) bütün tebaaları için mecburî olarak, ihdas ediveriyor- lardı.

Fakat töre’nin tanımakta olduğu özel mülkiyet dokunulmaz olduğundan, bunun bir parçasını bir verg-i şekli altında almak için, hükümdarın mülk sahiplerinin kesin ve açık rızalarına ihtiyacı vardı. Onun için kanunî sahipler veya onların temsil­cilerinden meydana gelme meclise ya onlarm topraklarından, ya da kiracıları olan köylülerden vergi alma izni istiyordu. Meclis, istenen para miktarını tartışıyor ve çoğu zaman pek uzun süren bir pazarlıktan sonra, ödemeğe razı olduğu parayı tesbit ediyordu. Daha sonra verginin oya konulması şekline gi­ren bu rıza keyfiyeti, bütün meclislerin başlıca rolünü tegkil etti.

Bütün memleketlerde meclis, rızasını verirken karşılığın­da da, şikâyet şekli altmda, bazı tavizler elde etmeğe çalıştı. Kralın veya memurlarının fiillerinin töreye.veya hukuka aykı­rı olduğunu ilân ediyor ve bu gibi suiistimallerden vazgeçile­ceğine dair yazılı bir vaid almağa çalışıyordu. Meclis ancak İngiltere’de yeni bir kanun ihdas ettirmeğe muvaffak oldu, bu da bir dilekçe (pétition) şeklinde idi ki kral bunu kabul etti­ğini bildirince, kanun haline sokuluyordu. - Doğu Avrupa krallıklarında meclis kralı aridla.'jina (capitulatio) şeklinde bir taahhüt kabulüne zorladı: Kral bununla tebaasının imtiyazla­rına saygı göstermeği ve bilhassa, bütün görevleri memleketin asillerine hasretmeği taahhüt ediyordu.

Daimi ordu. — O zamana kadar savaş ya Baa-barların tö- i'esine uygun şekilde hür savaşçı insanlar toplanarak, ya da derebeylerinin hizmetinde olan ve kendi ceplerinden silâh ve teçhizat tedarikine mecbur bulunan uyruklar tarafından ya­pılırdı. Töre, memleketin istilâya uğraması takdirinde nefîr-i âm sistemini (almancada Landmehr) kısmış ve derebeyinin hizmetini de yılda az. sayıda günle sınırlamıştı. Adamlarını bu vâdenin daha ilerisi için de salıvermemek üzere, kral ilkin on­

M UKAYESELİ TAR İH İ 181

182 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lara para verm eğe başlamış, XII. yüzyılın sonundan itibaren de İngiltere ve Fransa kralları ulûfe yani ücretle CsoTdeJ meslek savaşsılan tutmuşlardı. XIV . yüzyılda, kendilerine bir solde (ücret, ulûfe) ödeyerek savaş adamlarını sınırsız bir müddet için hizmete almak âdeti genelleşti. Böylece de bir savaş adam­ları mesleği meydana çıktı ki bunlara, çeşitli dillerde, solde yani ücret, ulûfe olan menşelerini hatırlatan soldat, soldado, soudard, soldier, sotdner gibi adlar verildi. (Türkçesi; Asker)

Hükümet her askeri ayn ayn hizmete almıyordu; bir şefle görüşüp anlaşıyor, o da arkadaşlarını (com pagnon) alıp geti­riyordu. Bölük anlamına compagnie, şef anlamına capo yahut capUama (yani şimdiki yüzbaşı) adları buradan gelmedir. Üc­ret toptan olarak şefe verilmekte, o da bunu adamlarına da­ğıtmaktaydı; kıta mevcudunun tam olduğunu denetlemek için, bir komiser onu teftiş ediyordu, g e f arkadaşlarını nereden bulursa oradan tedarik etmekteydi ama tercihan asil silâh, tarlan seçiyordu, fakat her cinsten maceraseverlerl topladığı da oluyordu; önemli olan, soydan ziyade, değerdi. Çok eşitsiz büyüklüklerde olan bölükler, büyük bir şahsiyetin emri altın­da toplanıyorlardı.

Silâhlar ve taktik. — Savaş henüz bilhassa atlılar tara­fından yapılmaktaydı ki, bunlar eşitsiz iki cinstiler. Madeni bir zırhla korunmuş olan silâhşor (hom m es d’armesı) yine korun­muş bir ata biniyor ve mızrakla hücuma geçerek savaşıyor­du. X IV . yüzyılın başındanberi örme zincirden zırhın yerini, vücudün her yanını örten ve oynak yerleri bulunan demir par­çalarından yapılma bir zırh almıştı; baş, müteharrik bir si­perle kapanan bir miğferle korunmaktaydı. Bu hale “ tepeden tırnağa silâhlı’ ’adı veriliyordu.

Zırhsız bir ata binen, ok ve kılıçla savaşan atlı ise sadece meşinden, yahut içi pamuk, kıtık gibi şeylerle doldurulmuş zırhlar ve açık bir miğferle korunmaktaydı; bu atlı daha dü­şük bir ücret alıyordu. Polonya ve Macaristan’da ordular bil­hassa zırhsız olarak kılıçla savaşan hafif süvariden meydana gelmişlerdi.

Savaş sanatında bir ihtilâl başlıyordu. O zamana kadar hep hafif bir zırh giymiş, (bazen ucu kanca şeklinde biten) kargılarla savaşan piyadeler (Fransızcada setgent} kullanıl­mıştı; Bunlar ya ücret karşılığında hizmet eden halktan kim­seler, ya da bir şehrin milise yazılmış sâkinleriydi; fakat rol­leri pek önemli değildi. XIV. yüzyıldanberi hükümetler emir-

lerinde bir piyade kıtası bulundurdular ki bu, savaşta kesin bir rol oynadı. Bunlar XIV. yüzyılda kundaklı bir çeşit ok (arbalète) kullanan (genel olarak Cenevizli) okçularla, İngi­liz ve Gol okçularıydı ki, oklarının menzili uzundu ve vurduk­ları yeri kuvvetle deliyordu; XV. yüzyılda da sık taburlar ha­linde savagan ve kimisi uzun bir kargı, kimisi de bir mızrakla silâhlanmış İsviçreliler görüldü.

IX. yüzyıldanberi orduların başlıca kuvvetini teşkil eden ağır süvari, mızrağı ileride olduğu halde hücum ederek, ancak birkaç sıra halinde bir tabur teşkil ederek savaşmasını bili­yordu. Bu taktik, başka taburlara yahut kötü talim görmüş piyade milislerine kargı kâfi gelmekteydi. XIV. ve XV. yüz­yıllarda süvari orduları talimli bir piyade ile karşılaştıkları zaman tam bir bozguna uğradılar: Nitekim (Crécy ile Poiti- ers’de) bu piyadeler İngiliz okçularından ve attan inmiş şö­valyelerden mürekkepti; Osmanh sultanının yeniçerileri de (Niğbolu ve Varna’da) iyi talim görmüş piyadelerdi; Bohem , ya’daki orak ve gürzlerle silâhlanmış Hus taraftarları ve (Sempach, Granson ve Murten’de savaşan) İsviçrehler de öy­leydiler. Bu devrimin, 1331 den itibaren kullanılmağa başlanan ateşli silâhların (tüfek, tabanca, top) icadıyla hiçbir ilgisi yoktu; çünkü bu silâhlarla çok yavaş atış yapılabiliyordu, mer­mileri ise bir askerî kıtayı durduramıyacak kadar zayıftı; onun için henüz bütün savaşların sonuçları, kesici silâhlar sa­yesinde belli olmaktaydı.

Askerler sürekli şekilde hiçbir prense bağlı değillerdi; can­ları nerede isterse orada hizmete giriyorlar, bir taraftan çıkıp düşman tarafa geçiveriyorlardı (1). Ordu, her memleketten meslek askerlerini bir araya toplamaktaydı; kendilerine veri­len (İngiliz, Navarre’h, Fransız gibi) adlar, o anda hizmetine girmig bulundukları hükümdarın adıydı. Hükümdar bunlara canının istediği gibi yol veriyor, savaş bitince de hepsini yerli yerine gönderiyordu. Fransa krah bile ancak 1439 dan itiba. ren on beg bölük silâhlı askerden meydana gelme bir kıta bulundurmağa başladı. Yalnız Osmanh sultanı, adıniı Yeniçeri

. M UKAYESELİ TA R İH İ 183

(1) Hatta X IV . yüzy%lın ortasına doğru İtalya’da adma (grande compagnie, yani büyük bölük) denen bir k%ta da m ey­dana çıktı ki bu, hiçbir hüküm ete hizmet etmiyor, seçimle işbOr sına gelen bir şefin emrinde bulunuyordvi[ve masrafları için bi,r d>e kasaya saMpti,

184 AVRU PA M İLLETLERİNİN

denen piyadelerden müteşekkil daimî bir ordu bulundurdu; / yeniçeriler hristiyan ailelerinin çocuklan arasmdan zorla dev- giriliyorlardı.

Askerler ücretlerini (ulûfe) çok intizamsız bir şekilde alı­yorlardı ve ikmal debboylarına sahip değ-ildiler. Fakat*savaşı kâr getiren bir i§ saymağa ahşmışlardı; esir alıp sonra bunlar­dan fidye kopartıyorlar, kaleler zaptedip sonra bunları satışa çıkarıyorlar ve hele bulundukları memlekette, halkın sırtın, dan geçiniyorlardı. Tacirlerin yollarını kesip' bunları soyuyor­lar, hücum etmemek için şehirlerden haraç alıyorlardı. Hay­vanlarla mahsulü alıp götürüyorlar, paralarının nerede saklı olduğunu söyletmek için köylülere igkence ediyorlardı. Bu usuller aynı şekilde Fransa’da da XIV. yüzyılda "büyük bö­lükler” , XV. yüzyılda da (boğazkesen’ler diyebileceğimiz) “Ecorcheurs” adlı silâhlı çeteler tarafından uygulandı.

Vergiler. — Kralların muntazam geliri arazilerinin ürün­lerinden, meskûkât, pazar yerleri, ayakbastı paralan gibi şeylerden alman resim ve vergilerden; para cezalarından ve müsaderelerden ibaretti; krallar bunlara, uyruklan olan dere- beylerinden istedikleri yardım’ı da eklemişlerdi. Orduların üc­retini ödemek için kaynaklar yetişmiyordu. X III. yüzyılın so­nundan itibaren Fransa ve İngiltere Kralları yeni usuller kul. landılar. Bütün krallıktaki tebaalarından ayrı şekilde hesap­lanmış vergiler istediler ki bu vergiler bunlann menkul ser­vetlerinin, sahip oldukları gayrimenkullerin gelirinin bir kıs­mından ibaretti. Her iki kral da Yahudileri ülkelerinden kovup bunların mallannı, mülklerini müsadere ettiler. İngiltere kralı dışarıya ihraç edilen yünler ve deriler üzerinden çok ağır bir vergi aldı.

İki memleketteki tebaa bu para toplama usullerini adalet, siz buldular ve buna Lâtince male t olta (kötü toplama) diye bir ad taktılar. İngiltere kralı Edward "bütün krallığın müş­terek nza^ı olmadıkça” hiçbir para tahsil etmiyeceğine söz verdi, yani bu iş İçin Parlâmentonun rızasını şart koşuyor­du. Fransa kralları ise vergiyi ya bütün krallığın, yahut bir eyaletin “Etat’lar meclisinden” istediler, bunu yaparken de "krallığın ihtiyaçlan için” bir para yardım’ı İstemek yolun­daki, derebeylik devrinden kalma hakkı ileri sürdüler. Yavaş

, ^avaş vergi, değişik adlar altında (İngilizcede mf/hsidy, Ispan,

yolcada servicio, Almancada Steuer) bütün memleketlerin âdetleri araşma girdi.

Verginin konusu hakkmda hükümetler iki usul arasmda tereddüt ettiler, sonunda her iki usulü de kullandılar. Ana pa­ra ile gelir üzerinden sâbit bir nisbet almak amacı ile ilkinXIII. yüzyılın sonunda topraklarla evler üzerinde vasıtasız vergi ihdas edildi. Fakat hükümetler bunlara değer biçmekten âciz kaldıkları için daha kolay bir usule başvurdular: Her şe­hir veya köy tarafından ödenecek parayı tesbit ettiler ve bu­nun halka payedilmesi işini mahallî otoriteye bırakarak, öde­me iğinden onu sorumlu tuttular. “Taksim, tevzi sistemine da­yanan vergi”nin menşei budur. Asiller de verginin kendi şahsi ■ toprakları üzerinden değil de, kiracılarının toprakları üzerin­den tahsil edilmesine razı olmuşlardı; Macaristan ve Polon­ya’daki asiller kendilerini her türlü vergiden bağışık tutturdu­lar. *

Satışlar üzerine konan vasıtalı vergi, ilkin pazarda ya­pılan her satış üzerinden alındı ve Ispanya’da arapçadan gel­me alcavala adı altında, 1/10 nisbetiyle, devam etti. Fransa’da bu vergi yalnız çok sarfedilen rnallann ve bilhassa içkilerin satışlarına inhisar ettirildi ye bu vergiyi tahsil etmek hakkı mültezimlere verildi; kral tuzun satışı inhisarını da mülte­zimlere verdi ki bu, yine arapçadan gelme gabelle adını mu- hafa.za etti. Yabancı memleketlerle bütün ticaretini deniz yo­luyla yapmakta olan İngiltere ise daha rahat bir usule baş­vurarak ihraç edilen yünlerle deriler ve ithal edilen şaraplar­la diğer içkiler üzerine vergi koydu.

Töreye aykırı olan ve yalnız* geçici bir ihtiyaç için kabul edilen verginin, muvakkat olması gerekiyordu; prens m asraf­larını, arazisinin muntazam gelirleri ile karşılamak durumun­daydı. Bu prensip Fransa’da V. Charles tarafından kabul edil­di ve bu kral, verginin kendisinin ölümünden sonra (1380 de) kaldırılmasını emretti. Fakat Fransa kralının tebaası vergiyi o kadar muntazam bir şekilde ödemeğe alışmışlardı kl, vergi daimi bir hal aldı ve birkaç eyalet hariç, herhangi bir m ecli­sin rızası alınmadan tahsil edildi. Vergiyi rıza ile tahsil şek­li, yalnız bu iş için parlânıentonun toplanması icap eden İn­giltere’de değil, fakat hiç değilse zevahiri korumak bakımın­dan bütün Almanya ülkelerinde, İsveç’te ve Doğu Almanya’da baki kaldı.

Meclis, ordunun m aşraflan için vergi toplanmasına razı

M UKAYESELİ TA R İH İ 185

186 AVRU PA M İLLETLERİNİN

olduktan sonra, parayı toplamak ve askerin ücretlerini öde­mek için işiyle ödevli memurlar tayin ediyordu. Fransa’da çok çabuk terkedUen bu rejim, Alman ülkelerinde baki kaldı, i Böylece de yanyana iki kasa mevcut oldu ki bunlann biriy prensin arazisi, adına "savaş kasası” denen öteki de askeri^ masrafı içindi.

Adaletin değişmesi. —- Krallann ve prenslerin maddi kud­retleri vergiler ve ücretli kıtalarla artarken, bunlann adalet şefi sıfatıyle olan iktidarları da hukuk ve usul alanlarındaki bir değişiklikle kuvvetleniyordu. Krallarla prensler tebaaları­nı yargılayan eski mahkemeleri, rühbamn dinî mahkemeleri-

,ni, uyruklan olan derebeylerinin ve burjuaJann adlî meclisle­rini, derebeylik arazisinin kiracılanna mahsus özel mahkeme­leri kaldırmadılar ama, iki usulle bunlan zaafa düşürdüler. - En önemli dâvaları krallık mahkemesinde gördürüyorlardı. Bagka bir mahkeme taraiından verilen karan tem yiz yoluyla incelemek ve gerekirse bu kararı iptal etmek yetkisini kendi mahkemelerine vermişlerdi. Böylece, İngiltere hariç, bütün memleketlerde temyiz ve iki (veya daha fazla) “derece” li ada­let rejimi yerleşti ve bütün Avrupa kıtasındaj uygrulamr oldu. Adalet cihazı ayn ca (zâbüa, polis ismi altmda ayırdettiğimiz), adlan tehlikeliye çıkmış kimselerle hırsızları, serserileri veya dilencileri yakalatmak, tevkif ettirmek, hattâ "hiçbir dâvaya tâbi tutmaksızın” idam ettirmek iktidarına da sahipti.

Adalet, İtalya’da da olduğu gibi, hukuk öğrenimi yaptık­ları için adlanna légiste denen (Lâtince lex, yani “ kanun” sözünden, kanun adamı) denen, prensin hizmetinde bulunan ve hemen hepsi burjuva olan meslek yargıçları tarafından tevzi edilmekteydi. Her mahkemenin yambaşında da avukat, savcı, zabıt kâtibi, noter gibi kanun bilen, dâvalar veya söz. leşmeler için kullanılan ve mübaşir, çavuş gibi aşağı rütbeli kimselerden de yardım gören bir kadro teşekkül etmişti. Bun­lar bilhassa Fransa ve İtalya’da çok, İspanya, Almanya ve Doğu Avrupa’da ise daha az sayıda idiler.

Töre v e huhuk. ■— Avrupa iki rejim arasmda bölünmüş durumdaydı; İtalya, İspanya, Güney Fransa gibi Güney ülke­leri, Rom a hukuk’umı kullanmağa devam ediyorlardı. Bun­lar, X II. yüzyıldanberi Bolonya Üniversitesinde okunmakta olan hukuk kitaplarından çıkanim ış kural ve nizamlan uygu­lamağı kolayhkla kabul ettiler. Buralarda bir sistem vücude gelmişti ki bu, Eşki çağ’daki “kanunlar külliyatı” demek olan

Digesta’ya, değil de, (tefsir, yorum anlamına, Grekçedeki) glossa/ya, dayanıyordu: Yani bu sonuncu usulle metin, XII. veX III. yüzyıllarda tefsir edilmiş bulunmaktaydı. XIV . ve XV. yüzyılların hukukçuları bunu, lâik adlî meclislerin ve klişe kanunlarının ihdas ettikleri töre ile meydana çıkan tatbikatla bağda.ştırmağa çalışıyorlardı. - Avrupa’nın en büyük kısmı - yani Ingiltere ile Iskoçya, (Güney bölgesi hariç) Fransa, Al­man ve İskandinav ülkeleri. Doğu krallıkları, - töreyi muhafa­za ediyorlardı ki bu, emsale göre, yani hatırda kalan benzeri durumlar gözönüne ahnarak, yargılamak demekti (ki bunun adına İngilizcede case law denir).

XIV. yüzyıldan itibaren hukukla töre arasında savaş baş­ladı. Hükümetler ilkin Rom a hukukuna karşı koydular. Frsın- sa krah bu hukukun öğretimini yasak etti; Paris Parlâmento­su (yani adliyesi), Ingiliz ve Alinan mahkemeleri bu hukuku, yabancıdır diye reddettiler. Fakat bunun amelî bakımdan bü­yük bir takım faydaları vardı. Töre sözlü, müphem, belirsiz, değişebilen, yerine göre ayrı ayrı olan bir şeydi; öğretimin okumak ve yazılı bir metni yorumlamakla yapıldığı bir de­virde, töre’nin öğretimi güçtü. Rom a hukuku ise yazılı, sarih, belirli, tek şekilli idi ve öğretilmesi rahattı. Hukuk öğrenimi yapmak isteyen kimseler. Rom a hukuku öğrenmeği tercih edi­yorlardı; Üniversiteler de bu hukuku öğretmeği tercih etmek­teydiler. Hukuk tahsili yapmış olan yargıçlar Rom a hukukunu uygulamağı daha rahat buluyorlardı; zira üstelik bu hukuk, Kilise mahkemelerinde de yürürlükteydi. Almanya’da yargıçlar Üniversitelerin hukuk kitaplarını kulanmağı, hatta profesör­lere akıl danışmağı âdet edindiler; böylece Rom a hukuku her tarafa girmeğe başladı ve XV. yüzyılda kısmen töre’nin yeri­ne geçti. Almanya’da adına “Rom a hukukunun kabulü” denen bu değişiklik, Doğu Avrupa’nın katolik krallıklarına da yayıl­dı.

İngiltere’de ve İskandinav ülkelerinde ise töre mukave^ met etti. Paris Parlâmentosu (adliyesi) bunu Fransa’da şa­hıslarla ilgili dâvalar, karı - koca arasında mal ortaklığı, ço . cuklar arasında mirasın eşit olarak bölünmesi gibi hususlar­da muhafaza etti; fakat sözleşmeler ve vasiyet konusunda R o­ma hukukunu benimsemedi. . Töre yalnız resmi ve aleni ge­kilde yapılmış bir taahhüdü muteber sayarken hukuk, âkid ta­rafların ya yazılı olarak, ya da yeminli bir vaid şeklindeki niyef^erine dayanan sözleşmeyi ihdas etti. Hatta Rom a hu­

M UKAYESELİ TA R İH Î 187

188 AVRU PA M İLLETLERİNİN

kukunun beklenmedik bir etkisi de oldu, uyruk derebeyi aske­ri hizmette bulunmağa son verdiği zaman dahi onun tımardan intifamı devam ettirdi ki böylece intifai, daimi bir tasarruf hakkı haline sokmuş oldu.

Politik alanda hukukçular “prensin hoşuna giden şey ka­nun hükmündedir” diyen Rom a kuralını ileri sürerek, krala (çoğu zaman Lâtince edictum “emirname, ferman” sözüyle a- nılan), bütün tebaasınca itaat olunması mecburî yeni ka;nunlar çıkarma hakkını tanıdılar. Böylece kralın iktidarı, ülkenin töresinden üstün bir hale geliyordu.

Yargı usulü. — Rom a hukukunun kullanılışı, yargı usulü­nü de altüst etti. Töre, gözle görülmeyen mücerret bir kuralı anlamaktan âciz ve bir hukuk işlemini ancak gözle görülür fiillerle ifade edildiği zaman kavrayabilen, câhil kimseler tar rafından vücude getirilmişti. Aöylece, sembollerden meydana gelme bir yargı usulü vücut bulmuştu ki bu, ortada hiçbir ha­zırlık ve hiçbir yazılı evrak olmaksızın iki dâvâlı -yahut bir ci­nayet takdirinde suçlayanla sanık- arasındaki bir mücadele ha­linde, baştan başa mahkemede cereyan ediyordu. Bu yargı usu­lü tam tamına söylenmesi gereken sözlerden ve yapılması ge­reken sembolik hareketlerden ibaretti ki, bunlar olmadığı za­man dâva kaybediliyordu. Yargıcın “hükmü bulmakla” görev­li yardımcıları da vardı; bu "hükmü bulma” işi hem uygulana­cak nizamı, kuralı, hem de verilecek kararı' anlatmaktaydı. Cezalar ne hal ve şartlar, ne de failin kasdi gözönünde tutul­maksızın, sadece bir adla tarif edilen fiili cezalandırmaktay­dılar; öyle ki kasitsiz adam öldüren kimse de ölümle cezalanj- dın lıyor; adam öldürdüler diye bir at veya bir domuz idam ediliyordu. Cezaların (kırbaçlamak, sakatlamak, öldürmek gi­bi) cismani olanları bulunduğu gibi, para cezası, müsadere şek­linde olanları da vardı. Lâik otoritenin mahkûmları beslemek­te hiçbir menfaati yoktu; hapishane sadece, fidyeleri gelinci­ye kadar, harp esirlerini muhafaza etmeğe yarıyordu.

Töreye dayanan yargı usulü alenî, sözlü, sembolik, katı şe­killere bağh ve bir dâvacı yahut bir suçlayanın harekete getir­dikleri usuldü. Rom a hukuku bunun yerine gizli, yazılı, akİî, yumuşak bir yargı usulü koydu ki bu, hukuk dâvalarında ya­zılı evrakı inceliyor; ceza dâvalarında da suçlunun kasitlerini araştırıyordu. Yargıç artık ortaya bir suçlayanın çıkmasını beklemiyor; ex officio (yani görevine dayanarak) harekete ger çiyor; şüpheli §ahsı yakalatıp tevkif ettiriyor; hakikati bulmak

için bir soıniturm a (tahkikat) açıyordu. Gizli olarak i§ grörü- yor ve bir itirafı elde etmek için işkenceye başvurabiliyordu; bir kanaat edindiği zaman da kararım veriyordu.

O zamanın bütün yenilikleri, Kilise’nin otoritesi zayıflar­ken, lâik iktidarın otoritesini kuvvetlendirmeğe yardım edi­yorlardı.

M UKAYESELİ TAR İH İ 189

Nufus. — Avrupa nufusunun ne kadar olduğunu bilmiyor ruz. E n büyük nufus yoğunluğu Kuzey İtalya’da ve Fransa’da bulunmak gerekti. Kralın emriyle 1328 de Fransa’da yapılan bir soruşturma, köylerde X IX . yüzyıldaki kadar kesif bir nu­fus bulunduğu gösterecek mahiyetteydi. Fakat 1348 deki büyük veba salgını hemen hemen bütün Avrupa memleketlerindeki nufusun büyük kısmını (o devrin rivayetlerine inanılırsa üçte birini yahut yarısını) alıp götürmüştü ve XV. yüzyılın sonun­da Fransa, XIII. yüzyılın sonundakine göre nufusça daha ka-. labahk görünmemekteydi. İngiltere’nin nufusunu 3 milyondan eksik, Londra’nınkini de 1478 de 35.000 olarak oranlamağa kal­kışanlar bulunmuştur.

Yalnız İtalya ve Flander’de 40.000 ile 50.000 arasında nufu­su olan Milâno, Napoli, Venedik, Cenova, Floransa, Gand ve Brugge gibi şehirler bulmak kabildi. Almanya’nın en büyük şehirleri dahi, Nürenberg hariç, 20.000 lik bir nufusun üzerine çıkabilmiş değillerdi. Elbe’nin ötesindeki bütün Avnıpa’da nu­fus henüz pek azdı; X V . yüzyılın sonunda da Rusya, 2 milyon kilometre karelik bir yüzeyde, 2 milyondan fazla bir nufusa sahip olmuşa benzememektedir.

Birbirleriyle âdeta üstüste denecek kadar büyük bir yakın­lık içinde yaşayan sefil ailelerde doğumlar çok olmak gerekti. Fakat küçük çocuklar arasmdaki ölümlerin fazlalığı yüzünü den, doğumların ölümler üzerindeki fazlalığı geniş ölçüde azal­maktaydı. (1)

Teknikteki ilerlemeler. — Çalışma âletlerindeki ilerleyiş yüzünden, maddî hayatın şartları da değişmekteydi. Rendenin icadı bir tahta parçasını yassıltıp inceltmek, bunun üzerinde

(1) XV\. yüzyılda Almanya’nın birkaç şehrinde yapılan mı- fus sayımlan, birçok ailelerin' iki çocuğa sahip olduklarını gös- teriyorlardu. Bu da belki zanaat ustalarının geçim seviyelerini hrmhafaaa etm e kaygılarmdan ileri gelmekteydi.

190 AVRU PA M İLLETLERİNİN

çizgiler ve oymalar yapmak, tahtaların birbirlerine geçm eleri­ne imkân verecek oluklar ve çıkıntılarla kertikler imâl etmek imkânını yaratmıştı; böylece de ev eşyası ve kapılar için çok daha hafif tahta levhalar elde etmek kabil oluyordu. Bu, ma­rangozluk zanaatiyle mobilyacılık sanatının başlangıcını teşkil etti. - Rakkaslı ve çarklı saat XIV. yüzyılda İtalya’da icad e- dilmig ve XIV. yüzyılın sonundan önce 50 den fazla şehir tara­fından benimsenip kullanılmağa başlanmıştı. Rakkaslı saat, antik çağdan beri bilinen tek vakit ölçme âleti olan ve akarsu ile isleyen saatin yerini tuttu ve şehirler halkına zamanın öl­çüsünü daha doğru şekilde verdi.

Çin’de havaî fişekler için kullanılmakta olan bartıt, Av­rupa’da da XIII. yüzyıldanberi bilinmekteydi; fakat barutu patlayıcı kuvvete sahip taneler halinde, kolay ve pratik bir şe­kilde imâl çaresini bulmak ve mermileri atabilecek âletleri icat etmek için, iki asır gibi bir zaman boyunca araştırmalar, çar hşmalar yapmak lâzım geldi. Aynı zamanda da iki çeşit aygıt kullanıldı ki kısa bir boru olan birincisi fitilli tüfeğin ve taban­canın başlangıcı, uzun ve kalın bir boru olan İkincisi ise sonra­dan top dediğimiz silâh oldu.

Papirüs yerini tutan kâğıt, Çin’den İran yoluyla Müslü­manlarla münasebet halindeki ülkelere geldi. I ^ ğ ıt daha XII. yüzyılda İspanya’da, Valencia yakınındaki Xativa’da, XIII. yüzyılda da İtalya’daki Bolonya’da imâl edilmekteydi; İtalya’­da paçavraları ezip dövmek için madenî çekiçler kullanılarak ve bunlar jelâtinle yapıştırılarak, kâğıt imâli daha da geliş­tirildi. Fakat kâğıt çok gevrek ve dayanıksızdı, sonra bez pa­çavrası nadir bulunduğundan, kâğıt pahalıya da mal oluyor­du; bez gömleklerin kullanılması yayılıp paçavra bollaşınca, kâğıt da ancak XV. yüzyılda geniş ölgüde kullanılmağa başlan, dı.

Asya’da esasen bilinmekte olan matbaa ancak -bugün mahkûk kalıplar için olduğu gibi- bir tek sayfanın basılmasına imkân veriyordu. Avrupa’da ayn harfler yapılmasına başlandı ama tahtadan veya kurşundan yapılma bu harfler, baskıya iyi dayanamıyorlardı. Almanya’da sağlam harfler yapılmasına im­kân veren elverişli bir maden karışımı icat edildikten ve aynı zamanda kâğıt da çok ucuzladıktan sonradır ki matbaa, XV. yüzyılın ortasında kullanışlı bir hale gelebildi.

Kuzeye doğru dönen mıknatıslı iğne Asya ve Avrupa’daX III. yüzyıldanberi bilinmekteydi ama herkes buna meraklı,

acaip bir şey olarak bakıyordu; bu iğne ancak XV. yüzyılda, adına pusula denen bir kutunun içinde bir eksen üzerine yert- leştirildikten sonradır ki kullanışlı bir âlet haline geldi ve de­nizlerde, yıldızlan görmeksizin yolu bulabilmek imkânını sağ:- ladı. (1)

Eski çağın iği yerine çok daha çabuk iplik eğiren çıknk, - gemilerin kanallardan geçişini kolaylaştıran iki kapılı (ha­vuzlu) eklüz, - kamıştan çıkarılarak balın yerini tutan (ekimi Müslümanlardan gelme) ve şekerciliğin doğmasına yol açan şeker gibi öteki icatların menşeleri iyice bilinmemektedir. ,

E konom ik hayat. — Çalışma rejimi, bütün çalışma şartla­rını otoritenin (hükümdar, derebeyi yahut şehir kurullan) tes- bite yetkili olduğu yolundaki, zaten^eski olan, kurala dayan­maktaydı; otorite imale, satışa, taşımağa İzin veriyordu; aynı zamanda her türlü muameleyi yasak odebilmekte, herhangi bir malı yapma ve satma işini canının istediği yalnız bir tek kişiye verebilmekte (monopol, tekel) ve tutarını kendisinin tâyin et­tiği bir vergi veya resmi koyabilmekteydi. .Bu iktidar ancak töfe ile sımrlanabilmekteydi ve gelir kaynakları elde etmek için de bütün hükümetler buna başvuruyorlardı.

Kurullan tarafından idare edilmekte olan ticaret veya endüstri şehirleri, endüstrinin kârını kendi zanaatkârlarına, ti­caretin, kânnı da kendi tâcirlerine saklamak için hesaplı poli­tikalarını gütmeğe devam ediyorlardı (VIII. bölüme bk.). Bir yabancı, şehirden bir kimseye zarar verdiğinde, hükümet aynı şehrin bir başka sâkininin mallarına elkoyarak misilleme ya­pıyordu.

Daha geniş bir araziye hâkim bulunan hükümdarlar, çer şitli şehirlerden olan tebaaları arasındaki ticarete daha geniş bir alan bırakıyorlardı. Gerçek iktidarını krallığının her ya­nında icra etmekte olan İngiltere kralı, İngiliz şehirleri ara­sında misillemeyi yasak ederek hepsi için ortaklaşa nissamlar koydu, Magna Carta ve staiM-ie’lar nasıl bütün İngiltere için yürürlükte ise, bu yeni nizamlar da öyle oldu. Kral Ingilizleri, bütün krallığın uyruklannm kendi aralannda ticaret yapmak­

M UKAYESELİ TAR İH İ 191

t ı) Bohemya, Saks, Tir ol v e Macaristan dağlarındaki gil- m4is madenlerinin X III. yüsyü sonundan itibaren işletilmeğe balşlanmastm da teknik ilerlemeler arasına sokm ak mümkiln- dür. Bu sayede bir gümils bolluğu meydana geldi ki bu kı^ men, alışveriş için gerekli parayı imalde kullanıldı.

192 AVRU PA M İLLETLERİNİN

ta hür oldukları fikrine, alıştırdı. Lüks maddeleri ve asiller tar rafından kullanılan şarapları getirtmek için kral yabancı ta­cirlere muhtaç bulunduğundan, törelere ve fermanlarla verilen imtiyazlara, Londra halkının İtalyanlara ve Hansa Almanla- rına karşı ayaklanmalarına rağmen, kral yabancı tâcirlere İn­giltere’de serbestçe i§ görme , iznini verdi.

Üretim. — Tarım usulleri ü q yılda hir tarlayı nadasa bırak­mak âdeti ve ekim yapmak mecburiyeti ile tesbit edilmiş bu­lunmaktaydı (V. ^bölüme bk.) ki Alman usulleri örnek tutula^ rak bu. Doğu Avrupa’nın bütün bölgelerine yayıldı. Zaten köy­lülerde gerekli âletler, para ve yenilik fikri yoktu. İlerlemeler bilhassa bazı istisnaî şartlara mazhar olmuş birkaç ülkede gö­rüldü, - ki bunlar, bir yandan Güneydeki ekimlerin (dut, zey­tin, bağ) yapıldığı Lombardiya ile. Mağribilerin sulama kanal­ları kullanarak ekip biçtikleri İspanya memleketlerinde, - öbür yandan da Plander’de şehirlerin dolaylarında ve rençbeıiiğin nizamlarla güçleştirilmediği, denizden kazanılan alçak toprak­larda görülmekteydi.

. Endüstri yine zanaatlar Jıalinde teşkilâtlanmış olarak kal­maktaydı. Aynı zanaat kolunun, ötedenberi aynı sokakta top- lanmı.5 olan zanaatkârları, kendi yaptıkları mamûlleri satıyor­lardı. Zanaatkârlarm sayısı az değişmekteydi. Malların satıla­cağı yerler mahduttu ama normal zamanda memlekette yer­leşmiş ve töreye uygun olarak hep aynı mamulleri ısmarlama­ğa alışmış sâbit bir alıcı zümresi vardı.

Çalışma, çok sağlam bir gelenekle nizamlanmıştı ve bu gelenek, birkaç formülle ifade edilen bir ahlâk halini almıştı. Örneğin, şöyle deniyordu: Zanaat, onunla meşgul olan kimse­yi doyurmalı, ailesinin geçimine gerekli parayı ona sağlama­lıdır; bu kimsenin geçimini sağlayan çalışmaya, o kimsenin malı gözüyle bakılmaktaydı. - Herkes, bir mesiekdaşın müşteri­lerini almağa çalışmaksızın, kendi her zamanki müşterilerine mal satmak zorundadır. Birinin, kârını arttırarak ötekinin kâ­rini eksiltecek bir usul kullanmak namusa ve dürüstlüğe aykırı­dır. Alman şehirleri kadınları işsiz bırakan çıkrıkla birçok iş­çinin işini elinden alan çırpıcı dibeği kullanılmasını yasak et­mişlerdi. - Her mal kendi "tam değeri” karşılığında satılmak lâzımdı, bu da ham maddenin fiyatına çalışma zamanının f i ­yatı eklenerek hesaplanıyordu. Usta, işçisine “ tam ve doğru ücreti” ödemek; zorundaydı; bu ücret her şehirde her zanaat için töre ile tesbit olunmuştu, işçinin de daha fazlasını isteme-

ğ-e hakkı yoktu. - Ustanın gırağmı yalnız kendi yararına ola­rak kullanmağa hakkı yoktu, onâ mesleğin bütün sırlarını dü­rüst bir şekilde öğretmek ve haline, gidigine göz-kulak olmak zorundaydı - Zanaatkâr da sırf kazanç amacını gözönünde tu­tarak değil, fakat yalnız\ve yalnız “ dürüst” (yani iyi cins) bir mamûl vermek zorundaydı. Resmi makamlar mecburî fiyatlar tesbit ederek ve mamûllerin kalitesini denetleterek bu nizam­ları uygulatıyorlardı.

Uzaklarda satmak üzere mal imâl etmekte olan teşebbüs­ler XIV. yüzyıldan itibaren bilhassa iki geşit endüstri için çok daha'" önemli hale geldiler, - bunlar bir jrandan Milano Brescia zırhları, Toledo kılıçlan, Solingen bıçakları, Dinant bakırlan gibi madenî eşya; - öbür yandan da Floransa, Flander’deki Ypres ve Gand, İngiltere’deki Norwich çuhalan, Cambrai ve Malines’in ince bezleri, Milano ve Cenova’mn (dîbâ, saten, ka~ dife, altun ve gümüş isimli kumaşları gibi) ipekli dokumalar­dı. Bunlan imâl etmekte olan zanaatkarlar, başka bir ustanın ya da bir tâcirin hesabına çalışan işçiler haline geliyorlardı. Mütaahhit bunlara ham madde verip ücret ödüyor, elde ettiği mamulleri de kârı kendine ait olmak üzere satıyordu. Hattâ çu­hacılar birkaç ayn zanaatten hallaç, çulha, çırpıcı, boyacı gibi işçiler kullanıyorlardı. - Maden işleri, madenci zanaatkârlar­dan meydana gelme bir dernek tarafmdan yapılıyordu: Bunlar maden cevherini topraktan çıkarıp mütaahhitlere satıyorlardı.

Ticaret. — Ticaret en çok deniz yoluyla yapılıyordu. Bağ­lıca merkezler, deniz şehirleriydi. Bunlar: İtalya’da Venedik’le Cenova idi ki gemilerini Doğu’ya ve Karadeniz’in nihayetine kadar yolluyorlardı; - İspanya’da Barselona; - Flander’de Brugge, ki İtalya’dan gelen gemiler buraya da uğramaktaydı; İngiltere’de de Londra. Kuzey Denizi ile Baltık kıyılannda Hamburg, Lübeck, Danzig vardı; bunlar adına denen birbirliğin üyeleri idiler. Bu birlik Alman şehirleri tarafından ge­milerini savunmak ve ortaklaşa mal antrepolarına sahip olmak üzere kurulmuşta ki böylece bu şehirler Kuzey ülkelerinde ti. caret tekelini elde etmiş bulunmaktaydılar. İçerilere doğru, Venedik’ten başlayan yol Brenner geçidini aşıp Tuna nehrine ulaşıyor, orada da çeşitli kollara ayrılarak Prag’a, Pesth’e (Peşte’ye), Breslau’a, K rakovi’ye ve R iga ’ya kadar gidiyordu. Batı yönünde ise yol, Hollanda’ya kadar Rhein nehrini taki- betmekteydi.

F. 13

M UKAYESELİ TAR İH İ 193

194 AVRU PA M İLLETLERİNİN

XIV. yüzyılda törkedilen Şampanya fuarlarının yerine (İtalyanların Hanse tacirleriyle buluştukları) Brug-ge, Frank­furt, daha sonra da Lyon ve Cenevre fuarları geçmişti. Bu şe­hirler ticareti serbest bırakarak tâcirleri kendilerine çekiyor­lardı ; gehirler halkı da tâcirlere mağazalar kiralamak veya on­lar hesabına simsarlık etmek suretiyle kâr etmenin yolunu bur luyorlardı.

İşler yine Doğu’dan gelmekte olan (kumaşlar, kokular, ba­harat gibi) lüks eşyaya münhasır kalmakta devam ediyordu. Yapı kerestesi, buğday, kürk, katran gibi hammaddeler üzerin­de de iğler hararetlenmişti; Ha'nse birliğinin g-emileri Iskandi- navya’jsa, hattâ Rusya’ya kadar giderek bu gibi maddeleri alıp getiriyorlardı; ayrıca İngiltere’nin başlıca ihraç metaları olan koyun yünü ile derisi üzerinde de hararetli işler olmaktaydı.

Tâcirler hem toptan, hem perakende mal satıyorlardı. En zenginleri İtalya, bilhassa Venedik tâcirleriydi; bunlar daha büyük sermaye ile, daha zengin bir mügteri tabakasına mah. sus daha değerli mallar üzerinde iş görmekteydiler. Alman şe»- hirlerinin tâciri hâlâ mallarını ölçmek, tartmak, kaplara yer­leştirmek işiyle kendisi uğraşmaktaydı; bu malların ancak kü­çük bir miktarını satabilmekteydi. XV. yüzyılda Hamburg’un bir yıllık ticareti 4 milyon altun frank olarak hesaplanıyordu.

Yabancı ülkelerde iş gören ve buralarda desteklenmek ih­tiyacında olan İngiliz tâcirler XV. yüzyıldan itibaren “ krallık tâcirleri” adı altında bir birlik kurmuşlardı (XV. yüzyılda kral bunlara “ İngiltere Krallığımızın tâcirleri” adını veriyordu). Bu birlik hiçbir ticaret yapmıyordu; üyeleri her ticarî işlemi be­raber yapmak için aralarında anlaşıyorlar, her tâciı- do birliğe kendi mallarını değişik miktarlarda olmak üzere getir-iyordu. X V . yüzyılda ihracat ticareti için adlanna advonturer.s denen tâcirler bir birlik kurdular.

Kârlı işler yapanlar, artık yalnız tâcirler defrillordi; zengin ailelerle meınastırlar da faizle ödünç para vormo yasağını ki­taba uydurmak için bulunmuş çarelerle paralarını hazı işlere yatırmaktaydılar. Bunlar bir mülk sahibine ödünç para ver­dikleri zaman mülk sahibi mülkünün üzerinden alacaklısına ebedî bir geUr_ ödüyor, - yahut da bir hükümdara ödünç para verdikleri zaman o, arazisini tımara verecek yordo rehine ko­yuyordu. Bunlar aynca bir gemi dolusu yükü Batı» İçin gönde­ren bir tâcire ödiinç para verip kârı onunla paylaşarak, ko-ı mandit usulünü de kullanıyorlardı.

Bu muameleler henüz kapitalist bir rejim teşkil etmemek­teydiler; çünkü tâcirler çok küçük paralarla, ya da aym i§ üzerinde birkaç komanditerle birlikte iş görmekteydiler. Para- nm hemen hemen hepsi hükümdarlara, derebeylerine ya da şe­hirlere ödünç verilmekte ve para da savaş gibi, lüks gibi bir takım verimsiz işlere harcanmaktaydı; yani bu para, nemâ ge­tirecek bir sernMye haline giremiyordu. Spekülâsyon, henüz pek nâdir olmakla beraber, ayıplanmaktaydı; “hiç kimse ne avlanmamış ringa balığını, ne de henüz imâl olunmamış çuhar y ı satın almalıdır,” demek âdet hükmündeydi.

ttalyan yenilikleri!. — İtalya’da icad edilmiş olan ticaret usulleri (VIH. bölüme bk.) öteki kavimlerce kullanılmağa baş­lanıyor, İtalyanlar da yeni yeni usuller İcad ediyorlardı.

X n i . yüzyıhn ortasındanberi iki şehir, Doğu ile yaptıkları ticarette kullanmak üzere altun para baHtınyorlurdı kİ bunlar­dan Ploransa’da basılanına florin, Venedik’te basılanına dilka altunu deniyordu. Avrupa’da ise sadoce Kümüıj paralar tedavül etmekteydi ve bunlan basanlar da, paraya hllo karıştınyorlar- dı. Sarraflar paraların değerlerini oranlamak için lüzumlu ol­makta berdevamdılar. Fakat bunlar gittikçe daha fazla mevduat alarak banker haline geliyorlardı. X IV . yüzyılda İtalya’da po- Mçe çekm ek usulü icad edildi: Bir alacaklı bir banker ya da bir tâcir üzerine poliçe çekiyor, banka yahut tacir de poliçede ya­zılı parayı ödüyordu. Poliçe ödenmediği zaman da protento et­m ek usulü icad olundu.

XV. yüzyılda (İtalyanca monte di pietâ yani "merhamet bankası” sözünden gelme) “mont de piğte” Rehin sandığı usu­lü başladı, buralarda rehin üzerine düşük faizle para verili­yor, böylece halkın bir tefeciye başvurması önlenmiş oluyordu. - Umumî bankalann en eskisi olan San Giorgio bankası Cenova’- da, şehirden alacakları olanlar birliği tarafından kuruldu; bu banka, bir ikraz karşılığında, bazı kamu gelirlerini tahsil et­mek hakkım elde etmişti. H er ortağın bir hissesi vardı ve is­terse bunu satmak hakkına sahipti; bu, ticaret sahasına konan ve spekülâsyon yapmak imkânını veren menkul bir kıymetin ilk örneğidir. - Genel olarak aynı aileden birkaç tacirin birh leşip kurdukları “ ticaret şirketi” de üyelerinin ayn olduğu bir şirket örneğini vermeğe başlıyordu.

Y ine İtalya’da yeni yeni hesap ve muhasebe usulleri icad edildi. Avrupa’da yalnız Rom a rakamları kullanılıyor ve bun­lar her türlü çapraşık hesabı çok güç bir hale sokuyordu. He­

M UKAYESELİ TA R İH İ 195

196 AVRU PA M İLLETLERİNİN

saplar ya bilyelerden meydana gelme bir hesaplayıcj, ya da (Ingilterede olduğu gibi) damalı bir masa örtüsü üzerinde pul­larla yapılıyordu. Onun için Ortaçağ’daki hesaplarda çoğu za­man yanlışlar görülmekteydi. St/ır sayesinde çarpmaları ve toplamaları çabuklaştıran “arap rakamları” mn kullanılmasına XV. yüzyılın sonuna doğru birkaç gehirde başlandı ve ilkin bu, yasak edildi. Bu rakamların kullanılışı XV. yüzyılın sonuna ka­dar yalnız İtalya’da olmak üzere yavaş yavaş yayıldı; hesap yapma zanaatını öğreten okullar da İtalya’da açıldı; XVI. yüz­yılda Almanlar hâlâ Venedik’e, hesap öğrenmeğe gidiyorlardı.

Aynı zamanda bir hesap defteri tutma zanaatı da teşekkül ediyordu. İlkin bu, bir not defteri halindeydi, içine bütün alım- larla satımlar karma-karışık bir halde yazılıyordu; ortakların kasası hem bunların ticaret işleri, hem de şahsî masrafları için gerekli parayı vermekteydi. Ancak XV. yüzyılın sonunda, Ital^ ya’da, müzaaf usulle defter tutulmağa( başlandı.

Kö-ylüter. — Bütün ülkelerde aşağı sınıf, köylerde yaşa­makta olan rençberlerden meydana gelmekteydi (şehirlerde o- turanlar burjuva sayılıyordu). Bu rençberlerin durumu, Avru­pa’nın iki bölgesinde, birbirine zıt yönlerde değişmekteydi.

Genel olarak İtalya, Fransa (1), İngiltere, Batı Almanya gi­bi en kalabalık ülkelerde rençberler ödedikleri kiraları satın alarak yahut angaryaları kira haline sokarak durumlarını iyi­leştirmeğe devam ettiler. Fransa ve Almanya’da bir toprağa babadan oğula yerlermiş kiracılar derebeyine karşı ağır ol­maktan ziyade rahatsız olan mükellefiyetlerle bağlı sahipler haline geldiler. Serf’lerin çoğu hür insanlar haline geldiler. - îngilterede toprağa serbest olarak sahip bulunan (free hoMer) veya bunu uzun vadeli bir sözleşme ile işleyen insanlar, bağımı- sız hale geldiler. Bunların ' (adlarma veonıen denen) hali vakti en yerinde olanları, köylülerle gentlenıan’ler aiasm da mütavas. sıt bir sınıf meydana getirdiler. Topraklar üzerinde kesin bir haklan olmayan ve bunu sadece töreye dayanarak işgal etmek­te bulunan kimseler sadece toprağı terketmek hakkına sahip oldular, derebeyi de çoğu zaman bunlann ödedikleri kirayı

(1) Fransa’nın bir ftısminda bunlann durumu kralın koy­duğu vergiler ve savaş adamlannın vapUklan yağma ve tah. ripler\ yüzünden daha kötü hale geldi.

yükselterek kendi gelirini arttırmak çarelerini aragtırdı. (1)Bir toprağa sahip köylülerin altında, belki de sayısı art­

makta olan, bir yığın daha vardı ki bunlar, bilhassa mevsim iğleri için hizmet görmekte olan ücretli kol işçileri, yani gün­delikçilerdi. Büyük veba salgınından sonra bunların işçi k ı t r lığından faydalanmalarını önlemek için, İngiliz hükümeti bir azamî ücret tesbit etti.

Köylülerin yaşayış tarzı g'enel olarak çok çetin olmağa de­vam ediyordu. Bununla beraber bazıları paranın daha bollaşmış olmasından faydalanarak biraz refaha kavuşabiliyorlardı; Al- manya'da bunların kendi imkânlarının üstünde giyecek ve yi­yecek masrafları yapmaları hoş görülmemekteydi.

Doğu Avrupa ülkelerinde prensler tarafından çağırılan A ir man kolon’lan para olarak ödedikleri oldukça düşük bir vergi karşılığında ırsî olarak toprak sahibi olmuşlardı ve daha yük­sek bir hayat seviyesine sahiptiler. Fakat İslâv yahut Baltık dili konuşan yerli köylüler gittikçe daha fazla olarak, keyfî ki­ralara ve angaryalara tâbi tutuldular vo Alman derebeylerinin kaprislerine esir oldular. - Hattâ Polony.'i’da asiller krallardan, kendi toprakları üzerinde yaşayan köylüler (Km et’ler) üzerin­de tek yargıç olmak hakkım elde ettiler; köylüler de böylece toprağa bağlı ve keyfî kiralara tâbi serf’ler haline geldiler.- Toprağın büyük kısmının ormanlık ve bataklıklarla kaplı ol­duğu Rusya’da, köylüler ekilebilir topr,aklardan meydana gel­me dar bölge üzerine aynı aileden küçük guruplar halinde yer­leşmeğe başlamışlardı. Bunlar kanunen hürdüler; fakat prens­ler, Tatar hanlarına borglu oldukları cizyeyi ödemek için köylü­leri para olarak bir kira ödemeğe mecbur tutmuşlar; bu da on­lar için daimî bir yüküm haline gelmişti. Savaş adamları da topraklarım ekip biçmek için köleler kullanıyorlardı. Görünüşe göre bu köleler, bilhassa çok eskidenberi Moskova prensine tâ­bi olan merkez bölgesinde, harp esirlerinden meydana gelmişe benzemektedirler.

Şehirlerdeki insanlar. — Şehirlerde oturanlar ara bir sınıf teşkil etmekteydiler ki bu sınıf her zaman için sayıca çoğalmış, zenginleşmiş, itibar ve iktidar kazanmıştır. Küçük şehirlerle

M UKAYESELİ TAR İH İ 197

(!') 1382 de Güney IngiUeı-e’de, bir asır sonra( da BaU A%- manya’da köylülerin ayaklamnalarma sebep, bunların ödedik. Teri paraların keyfî bir şekilde arttırılmış olması gibi görün­mektedir.

198 AVRU PA M İLLETLERİNİN

kasabalarda bunların goğu, topraklarını canlarının istediği gi­bi kullanabilen hür rençberlerdi; hattâ bağcılar zanaat erbabı gibi teşkilâtlanmış bulunuyorlardı.

Rengber yahut zanaatkar gibi el işçileri yığını ile el işlerin­den m uaf tutulmuş olan azınlık arasındaki eşitsizlik boyuna artmaktaydı. Hattâ zanaatkârlarm loncaları içinde dahi ustar larla kalfalar arasmdaki eşitsizlik gittikçe vahim bir hal alıyor­du. Ustalar, yerlerini kendi oğullarına yahut damatlarına sak­lamak amacını güden nizamlar koymuşlardı; ustalığa kabul e- dilmek için giriş aidatı ödemek ve bir “şaheser” , yani tâliple- rih kendi elleriyle yapmış oldukları bir iş ibraz etmek mec­buriyetini ihdas etmişlerdi ki bazı iş kollarında bu, oldukça pa­halıya maloluyordu. Ustaların oğullan ise bu gibi mecburiyet­lerden muaftılar.

Böylece, artık usta olamıyan kalfalar ömürleri boyunca bir patronun hizmetinde ücretli işçiler olarak kalıyorlardı. Bunlar ustaları gündeliklerini yükseltmeğe yahut çalışma şartlarını iyileştirmeğe zorlamak için kendi aralarında birleşmeği dene­diler. Bir ustanın yanmda çalışmamak yahut hepsi birden aym anda çalışmayı durdurmak için aralarında anlaşıyorlardı (ki bu sonuncusuna Fransa’da “grev yapmak” adı verilmekteydi).XV. yüzyılda Fransa’da halfahk müessesesi kuruldu, bu müesı- sese bütün ülkelerdeki aynı zanaattan kalfaları bir araya ge­tirmekteydi; kalfalar gizli toplantılar tertipliyorlar, “Fransa turu yapmak için” şehirden şehire gidiyorlar, orada da iş bul­mak için kendilerine yardım eden meslekdaşları tarafmdan karşılanıyorlardı. Aynı usul Almanya’da da uygulanmaktaydı. İngiltere’de yeom en birlikleri de toplantılar yapıyorlar, grev ilân ediyorlardı. B ir mütaahhit hesabına çalışarak gündelikli işçi durumuna düşen ustalann bulundukları iş kollannda da buna benzer bir eşitsizlik meydana gelmekteydi.

İlkel anlamda burjuvalar yığınından nihayet imtiyazlı bir azınlık aynidı ki, yalnız bu, Fransa’da, burjuva adım muhafaza etti. Bu azınlığın içinde ev ve toprak sahipleri, (yargıç, avı kat, savcı, zabıt kâtibi, noter gibi) kanun adamlan ve başka her meslekten birçok insanlar vardı ki bu meslekler endüstri­den çok ticaret mahiyetinde olduklarından, zengin olmak için birçok imkânlar vermekteydiler: Bu insanlar da armatörler, bankerler, müteahhitler ve kumaş tâcirleriyle eczacılar, ku­yumcular, bakkallar ve (dikiş ve süs malzemesi, iğno|-iplik, kurdele gibi şeyler satan) tuhafiyecilerdi. En zengin aileler

İtalya, Flander ve Güney Almanya şehirlerinde bulunmaktay­dılar; bunlar oralarda deniz ticareti, bankacılık, kumaşçılık gi­bi işler yaparak servet sahibi olmuşlardı. Hattâ İtalya dışında da bunlann çoğu İtalyan asımdandılar; Fransa’nın en zengin burjuvası olan Jacques Coeur, Doğu ile ‘‘İtalyan usulü” ticaret yaparak zencin olmuştu.

Burjuvanın tutumu yaşayış tarzını burjuva törelerine uy­durmak, masrafım gelirine göre ayarlamak, gelirin fazlasını ta­sarruf olarak saklamaktan ibaretti. Böylelikle burjuva aileler zenginleşiyorlardı. Bunlar çoğu zaman İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da ticaretten çekiliyorlar, asillerden arazi satın alıp bun­larla kaynaşıyorlardı. Asillerin zengin aileleri kendi saflanna almağa yanaşmadıkları Almanya’da, bu aileler şehirlerde bir aristokrasi meydana getirmişlerdi ki bu topluluk kendisine, eski çağ’da olduğu gibi, patricien adını verdi.

İmtiyazlılarla halk yığını arasındaki çatışmalar, hele ha­sım taraflara hiçbir üstün otoritenin müdahale etmediği bağım sız, egemen şehirlerde, şiddetli bir hal aldı. - İtalya’da “üstün zanaatlar” la “aşağı zanaatlar” arasında bir savaştır başladı. Aşağı zanaatlar erbabı XIV . yüzyıldan itibaren bir şef tayin ve idareye iştirak hakkını elde ettiler. Almanya’da XV. yüzyıl­da Patricien ’lerle zanaatlar (Zünfte) arasında mücadele oldu, sonunda Zanaatlar iktidara geldiler.

Hattâ bazı iş kollarında kalfaların ustalara karşı ayaklan- dıklan da görüldü. Bunların en ünlüsü olan Floransalı kalfar lann ayaklanmasının (1328) başında bir hallaç işçisi vardı. Bu gibi ayaklanmalar Flander şehirlerinde, Ispanya’da Barselona ve Valencia’da da oldu. H er tarafta resmî makamlar ustaların yanını tuttular, işçi toplantılarını yasak ve azamî bir ücret tes. bit ettiler; grev, ihtilâlle bir tutuldu ve bazen ölümle dahi ce- zalandırıldı.

Asiller. .— Savaş adamlan henüz hattâ prenslerle krallan dahi içine almakta olan üstün sınıfı teşkil etmekteydiler. Bü­tün atlı silâhdarlarla Doğu Avrupa’daki at üstünde savaşan bü­tün savaşçılar bu sınıfa girmişlerdi. Fakat, kralm harp hiz. metini istemekten vazgeçmiş olduğu İngiltere’de, şövalyelerin kendileri de silâh sahibi değillerdi ve asil adı, kralın doğru­dan doğruya uyrukları olan îord’ lara mahsustu. Bütün öteki­ler squire yahut gentlemam, adı altında anılıyorlardı ve bu sı­fat artık doğuşa bağlı bir şey değildi; toprak ¿enginliği ve eğitimle de elde ediliyordu; örneğin toprakta serbest olarak ki­

M UKAYESELİ TAR İH İ 199

200 AVRU PA M İLLETLERİNİN

racı bulunan bir kimsenin (yeomam) oğlu da gentleman (centilmen) olabilmekteydi.

Başka ülkelerde geniühomm e’\av asil doğmamıg kimselere kâpah olan ve irs yolu ile geçen kanunî imtiyazlara sahip bir sm ıf teşkil ediyorlardı. Krallann saraylanna ve yüksek rütbe­lere ancak asiller almıyordu; bunlar, törenlerde özel bir itibar, adlî işlerde de imtiyazlı bir muamele görm ek hakkına sahip­tiler.

Derebeylik rejiminin girmemiş olduğu Doğu Avrupa ülke­lerinde, nefîr-i âm halinde toplanan ve atla hizmet eden savaş­çılar yığını, irsî bir aristokrasi haline gelmişti. Polonya’da, a- dma sslachta denen bu sınıfa mensup olmak için bir ata, silâh, lara ve serbestçe tasarruf edilebilen küçük bir arazi parçasına sahip olmak yetiyordu; bunlann en yoksullarına “yalınayak asîller” adı takıldı. Fakat kral bunların hepsine eşit olarak ver­gi muaflığı ile yargıçları ve temsilcileri seçen kurullara katıl­ma hakkını tanımıştı. - Litvanya Polonya ile birleştiği zaman, kralın o zamana kadar kendi emrinde hizmetkâılar muamelesi ettiği savaşçılar da PolonyalI asillerle bir tutuldular ve sonun*- da aynı imtiyazlardan faydalandılar. - Macaristan’da nefîr-i âm yoluyla toplanan savaşçılar, İdarî bölge kurullarında (comvta- tus) seçmendiler. - Rusya’da ilkin büyük arazi sahiplerinden (boifo.r’ la.T) ve prenslerin maiyetlerindekilerden meydana gelen savaşçılar sınıfı, prens buna serf aslından kimseleri de sokunca, çok daha kalabalıklaştı; prens de bu gibilere ömür boyunca, adma XV. yüzyıldan itibaren pom yestiye denen, bir arazi verdi (ki pom yestiç adı bu sözden gelmedir).

Zenginlik, yaşayış tarzı ve hal-tavır bakımmdan asiller git­tikçe daha fazla çeşitlere ayrılıyorlardı. Büyük çoğunluk köy­lerdeki bir şato veya bir manoir'da. yaşamağa, ata binmeğe, ava çıkmağa devam ediyordu. Özel savaşların devam etmekle olduğu ülkelerde ve bilhassa Almanya’da, haydut Şövalyeler (ROdibritter) tacirlerle şehirlileri soyup mallannı yağmaya de­vam ediyorlardı. Asker sıfatıyle hizmete giren asiller meslek savaşçıları haline geliyorlar, macera peşinde o memleketten bu memlekete gidiyorlardı.

En zengin asiller, İtalya’dakiler gibi, vakitlerinin bir kıs,- mını şehirde geçiriyorlar, o zaman adına (Fransızcada höteî, Almancada H of denen) konaklarda oturuyorlar, prensin sara, yına devam ediyorlardı. Zenginliklerini lüks bir hayat sürmek için kullanıyorlardı ki, İtalyan sarayları buna bir örnek teşkil

etmekteydi. Bu lüka cici-bicllerin, pahalı kumaşların, kürkle­rin, gümüş sofra takımlarının, süslü mobilyelerin bolluğu ile göze çarpmaktaydı. Saraylarda aşırı biçimlerde yeni yeni mo­dalar ortaya çıkıyor, vaizler bunlan öfkeli öfkeli ayıphyorlar*- dı. Bunlar arasında Polonya biçimi sivri uclu kunduralar, ha­nımların sivri ve yüksek baglıklanyle açık-saçık dekolteleri de vardı. Yine oı sıralarda dünyada ilk defa olarak - eski çağların grup halindeki dansları, Ortaçağ’ın elele tutuşulup halka olu­narak, garkı söylenilerek yapılan raksları yerine çift çift ya­pılan danslar türemeğe baglamıgtı: Bir “ kavalye” ile bir “dam” dan meydana gelen bu çift, elele tutuşarak, dansedenler toplu­luğundan ayrılıyordu.

Balolar, maskeli eğlenceler, şövalyelerin yaralamıyan silâh­larla döğüştükleri turnuvalar aldı yürüdü; turnuvalarda galip gelen, şövalyelik romanlarındaki modaya uygun olarak, “ödül” ünü bir hanımın elinden alıyordu. Yine o sıralarda muazzam ziyafetler 'veriliyor, bunlar arada bir kesilerek mecâzlı, rümuz- lu temaşalar seyrediliyor; bir prensin evlenmesi yahut şehire gelmesi dolayısiyle halk şenlikleri yapılıyor, bütün şehir halkı saray erkânının tören elbiseleriyle geçişini seyretmeğe çağın- lıyordu.

Asiller gelir kaynaklarına göre değil, rütbelerine göre mas­raf etmeği âdet hükmüne koymuşlardı ;bu yüzden meydana ge­len açıklan borç alarak yahut rastgele bir takım tedbirlere başvurarak kapatıyorlardı. Asillerin para getiren bir iş görme­leri namus ve şeref dolayısiyle yasak olduğundan, asil aileler borca girip yoksullaşılıyorlar; burjuvalar ise para biriktirerek ve rehin üzerine ödünç para vererek zenginleşiyorlardı.

XIV. yüzyıldanberi hükümdarlar bir kimseyi şövalye yap­mak, bir kimseye asalet unvanı vermek iktidarını kendi elle­rine almışlardı. Bu iktidarı da, kendilerine ödünç para veren yahut asillerin beceremedikleri adlî veya malî memuriyetleri görmekte olan burjuvaları mükâfatlandırmak için kullandı­lar. İmparator, krallar ve birkaç prens asalet unvanları bah­şetmeğe - hattâ satmağa - başladılar. Bu unvanları alarak “asilleşenler” ve bunların evlâtları, asillerin bütün imtiyazları­na sahip oluyorlardı. Asilzadeler artık, şehirlerdeki, yükselme çarelerini araştıran burjuvalar arasından seçilip toplanmağa başlanıyordu.

Rühhan. — Zenginliğin artmasından ınihban sınıfı da fay­dalanmıştı. Bilhassa şehirlerde papaz sayısı çoğalmıştı. Zira

M UKAYESELİ TA R İH İ 201

202 AVRU PA M İLLETLERİNİN

şehirlerde dinî kurumlar ve dilenerek geçinen tarikat erbabmm barmdıklan evler gittikçe artıyor, Üniversitelerle kolejlerde ders veren (elere) rahiplerle, yazı işlerinde kâtip gibi kulla­nılan aşağı tarikatlere mensup papazların sayısı da çoğalıyor­du.

Papazlann yaşayışı daha müreffeh bir hal almıştı. Değeri artmış olan aidatlı ruhanî rütbe ve unvan, çalışmadan yaşa­mak vasıtası haline gelmişti. “Chanoine” sözü, bolluk İçinde yangelip yaşayan adam anlamına gelmeğe başlamıştı. Pisko­posluk, rahiplik gibi daha yüksek rütbelerin hemen hepsi, dere- bey ailelerinin küçük oğTilları tarafından işgal edilmiş bulun­maktaydı. Hattâ iunların bazıları, kendilerini işbaşında bu­lunmaktan bağışık tutan izinler sayesinde, birkaç rütbeyi bir­den elde etmeğe m uvaffak olabiliyorlardı. Din gayreti yalnız köylerde yerleşmiş olan eski tarikatierin keşişlerinde değil, şer birlerdeki yeni tarikatlerde de zayıflamıştı. Halk Franciscain’le- ri bile sevmez olmuştu; müminlerin verdikleri sadakalarla bun­ların kendilerini besletip tembel ve sefih bir hayat geçirdikleri ileri sürülerek ayıplanıyordu.

Din. — Dinî sofuluk, bilhassa şehirlerde, yeni yeni biçim­ler altında meydana çıkmaktaydı. XIV . yüzyılın sonunda Tre guier’li aziz Yves, İsveçli azize Brigitte, Sienna’h azize Catheri. ne gibi yeni yeni azizler çıktı. Tann duygusu ne ibadette, ne doktrinde kendini tatmin imkânını bulabildiğinden kelimenin gerçek anlamıyla m isiistem 'yolunu tutuyor, ruhun Tanrı'ya ulaşmak için yaptığı bir hamle halini alıyordu. Rhein veya Hollanda şehirlerinde yasayan. Almanca veya Flamanca yazan din adamlan, “ mistik hayatın erkânı” haline geldiler. Bunlar XrV. yüzyılda Dominicain tarikatinden Eckhardt; (sonradan Luther’in tekrar bastırdığı^ Alman Teologyasv adlı eseri yazan ve İsa’nın sürdüğü yoksul hayatın taklid olunma, sını isteyen Tauler; kendisine “cezbeli doktor” adı verilen ve “ mistik birleşme” yi tavsiye eden Ruysbroeck, "Tanrı Dostları” Birliği, XV. yüzyılda Gerhard von Groote ile onun çömezi ve müminler üzerinde en derin etkiyi yaratan “İsa’yı Taklid” adlı Lâtince kitabın yazarı Thomas von Kempen oldular.

Bu mistik seyir ve tefekkürün yanısıra, “dindarca ve so­fuca bir hayat” meydana getirmek için, ibadetler ve hastalar­la yoksullar yaranna olarak yapılan hayır işleri de vrdı. Dinî bir faaliyette bulunmak ihtiyacı, dinî cemiyetler doğmasına yol açmıştı: Bunlardan birisi olan ve XIIL yüzyılın sonundan

itibaren Flander’de kurulan Begiiine’ler (rahibelik için andiç- mi§ olmamakla beraber manastıra benzeyen yerlerde yaşayan sofu kadm lar) küçük evlerde oturarak kendi el emekleriyle g-eçinitorlar, fakat çalışmak yahut hastalara bakmak için şeh­re gidiyorlardı; XV. yüzyıldaki “ Müşterek hayat kardeşleri” ise keşişlerle lâiklerden meydana gelme bir topluluktu; bun­lar vaiz veya ders veriyorlar, hayatlarını da çalışarak kazanı­yorlardı. Sofuluk, "Yoksulların Kitab-ı Mukaddes’i” vasıtasıyla şehirler halkı arasına da yayılıyordu. Bu, Kitab.ı Mukaddes’in sahnelerini temsil eden resimlerden, bu kitabın (Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Ispanyolcaya) yapılmış tercümelerin­den, dua kitaplarından ve halk dilinde dinî şarkılardan, İlâ­hilerden meydana gelme bir dergiydi.

Dinî duygu, yerleşmiş otoriteye karşı koyan mezhep ay­rılıklarıyla da kendini belli etmekteydi. C a th a re’\a.nn (temiz­lenmiş anlamına. Grekçeden gelen bir ad) ortaya çıkardıkla­rı eski mezhep ayrılığı, yapılan haçlı seferine rağmen, Bosna prensinin topraklannda. XV. yüzyıla kadar sürdü. XIV . yüz­yılın sonundan önce F7-aneiseain’\erde doğmuş olan mistik bir mezhep ayrılığı iso D eccal’ın çıkacağını ve bunun peşinden de Ruh-ül-Kudüs’ün saltanatı başlıyacağını haber verdi.

Sonuçları bakımından en önemli mezhep ayrılığı ise Ox­ford Üniversitesi’nde profesör olan W ycliff tarafından ortaya atılanı oldu. Bu adam aziz Paulus’un yazılarından, Tanrı’nın inayetiyle selâmete erişmek doktrinini çıkardı (ki sonradan iıu ther de bunu ele almıştır) ve bundan da, bir hristiyanm İsa’dan başka şefi olmadığı, papazların şefaatine muhtaç ol­madığı gibi bir sonuca vardı. Kitapta yeri olmayan Papa’nın ve rahiplerin otoriteleri, günah çıkarma, azizlere tapınma, günahların Kilise tarafından bağışlanması gibi bütün şeyleri red ve rühban sınıfının zenginliğini de mahkûm etti. Lâtince Kitab-ı Mukaddes’i İngilizceye çevirdi veı yoksul papazları halka vaazetmeğe, kendilerini örnek göstererek onu aydınlat­mağa gönderdi. Kilise tarafından mahkûm edilen doktirini Prag Üniversitesine getirildi ve Jan Huss adında bir Çek pro­fesörü tarafından öğretilmeğe başlandı. Alman rahiplerine kargı Çek halkının millî duyguları da Jan Huss’u destekle­mekteydi. Huss’un Konstanz’ta toplanan ruhani meclis tara, fından mahkûm edilmesi uzun bir savaşın başlamasına ve bir Çek millî Kilisesinin kurulmasına yol açtı.

Tahsil, edeHvat ve sanatlar^. — İtalya hariç olmak üzere

M UKAYESELİ TAR İH İ 203

204 AVRUPA M İLLETLERİNİN

bütün katolik memleketlerin resmi malîamlan Paris Üniver­sitesini öm ek alarak, papazlar tarafmdan idare edilen ve din­le felsefe öğreten Üniversiteler kurmağa başlamışlardı (1). Bunların hepsine, adlarına burslu öğrenci denen ve bir riıanas- tır disiplinine tâbi tutulan yoksul öğrencilere mahsus koleyiet ilâve edildi. XV. yüzyılda bilhassa Hollanda ile agağı Rhein şe­hirlerinde, münferit öğretmenlerin idare ettikleri bağımsız okullar da kuruldu.

Eski kitapların yorumlanması gibi bir çerçeve içine hap- solmug bulunan öğretim, zekânın serbestçe çalışmasına hiç yer bırakmıyordu. İlâhiyat ve sanatlar (felsefe) fakültelerinde tar­tışma (disputatio) oturumları tertipleniyor, burada basımlar kıyaslı mantık, delilleriyle testler savunuyorlardı. Hukuk fa­külteleri ancak. Rom a hukuku metninin XIII. yüzyıldanberi tesbit edilmiş yorumu olan Glossa’yı okutuyorlardı. Tıp fa­külteleri bütün bilgilerini Calinos hekimin Eski çağdan kalma eserlerinden çıkartmaktaydılar. Lâtince okulları, Rom a’nın çöküş devri yazarlarının gramerini öğretmekteydiler.

Fakat, papazlar tarafından yapılan öğretimin karşısında, bilhassa İtalya’da, prenslerin saraylarında Eskiçağ putperest eserlerinin tercümelerini ve fakat en çok aşk ve macera ro­manlarını okumak suretiyle de bir fik ir eğitimi başlamış bu­lunuyordu. Bu eğitim genç asiller, hanımlar ve zengin burju­valar gibi, Lâtince bilmeyen kimselere hitabetmekteydi. Bu yüzden de aristokraside bazen rühbanınkine aykırı bir ahlâk yer ediyordu; Çünkü bu ahlâk, nezaketi, şerefi, ve sevgiyi, ka­dın uğurunda fedakârlığı ve zerafeti göklere çıkarmaktaydı ve devrin haşin, kaba âdetlerinden çok uzak bir ülküyü ortaya atmış bulunuyordu. Hanımlarla konuşmak gibi yeni bir âdet ortaya çıkmıştı. Bu âdet dolayısiyle. Üniversitelerdeki ukalâ­ların, bilgiçlerin beceriksizliği ile zıt halde, kıvrak ve sevimli, yeni bir kültür şekli yayılmağa başlıyordu. Bu da X V L yüzyıl­dan itibaren İtalya’da, “ saray adamı” denen tipte en yüksek seviyesine ulaşmış olacaktı.

Edebiyat, ana dilin kullamimasiyle değişmiş bulunmak­taydı ve bu dil yazara nihayet duygularını içinden geldiği gibi ifade etme vasıtasını vermiş bulunuyordu. Bu usul Fransadan

('J'l Almanya’ da humılanların en esMsi, Lüksemburg Frans%s hanedamndan İmparator Charles’%n 1Sİ8 de kurduğu Prag Üniversitesi olmu-ştur*.

İtalya’ya, Ispanya’ya, İng-iltere’ye ve Almanya’ya da geçip yayılmıştı. XIV . yüzyıldan itibaren buralarda millî edebî diller teşekkül etmeğe başlıyor, Doğu Avrupa ise yalnız Lâtince yağ­mağa devam ediyordu. XIV . yüzyılda Floransa’da hemen he­men tekamüle erişmiş büyük, orijinal eserler yayınladı. Bun­lar, Ortagağm sonuna kadar ön plânda g-elmig olan iki yazı çeşidinde, lirik şiir ve mensur hikâye tarzında yazılmış bulun­maktaydılar ve dasitanî biçim altında lirizmden ilhamlanan Dante’nin şiiri ile Petrarca’nın şiirleri ve Boccacio’nun hikâye­leriydi. İngiltere’de ilk orijinal eser veren yazar, Chaucer adında bir hikayeci oldu; Fransızcadaki orijinal eserler, Hol­landa’daki hikâyeci-tarihçilerin “vekayinâme” leriyle Charles d’Orléans ve Villon’un lirik şiirleri oldu. Tiyatro da kutsal sahnelerin temsili halindeki M ystère (dinî piyes) lerde acemi bir şekilde başlamış bulunmaktaydı. Dasitanî şiirin yerini ne­sirle yazılan macera romanı almıştı ki bu tip romanların en çok tanınan ve sevileni Amadis oldu.

Güzelliği süslerin bolluğunda arayan mimari, Gotik üslû­bu değiştirdi ve bu stil, XIV . yüzyıldan itibaren, alev (flam ­me) i andıran motifler kullandığı için, "flamboyant” denen tar­za döküldü. XV. yüzyılın sonuna kadar en güzel eserler be­lediye daireleri, kuleler, büyük' derebeylerinin konaklan gibi sivil binalar oldu. )

Mezarların yeni yapılış tarzında heykelcilik, mimarlıktan ayrıldı. Bu tarz, Hollanda heykelcileri tarafmdan yaratılmış veXV. yüzyılın sonunda fransız sanatçıları tarafından tekâmül ettirilmişti.

XIII. yüzyılın sonundan itibaren Bizans geleneğinden kur­tulan resim, doğrudan doğr-uya hayatı tasvire haşladı. Kilise mihrabı tablosu şeklini alarak, süs olma rolünden çıktı. Fakat ancak XV. yüzyılın ortasında, yağlı boyanın icadı sayesinde­dir ki bijtün imkânlanna kavu,şabildi; yağlı boya hem Flan­der’de, hem İtalya’da kullanıldı ve onunla birlikte, Rönesans da bağlamış oldu.

M UKAYESELİ TA R İH İ 205

X I

YENİÇAĞ’IN BAŞLANGICI

X V . yüzyılın sonuna doğru, adma Yeni demenin âdet ol­duğu çağ başlamaktadır; bu çağ, birisi estetik ve sathi olan ve ancak küçük bir azınlığı ilgilendiren Rönesans, öteki ise dinî ve derin olan, bütün halk tabakalarını ilgilendiren R e­form olmak üzere, olağanüstü vasıfta iki krizle açılmış bu­lunmaktadır.

Rönesans. — 1830 danberi kullanılmakta olan Rönesans (diriliş) terimi, eski çağlardan beri ölmüş olan güzel sanatla­rın X VI. yüzyılda dirildikleri gibi yanlış bir düşünceden doğ­muş bulunmaktaydı. Güzel sanatların dirilmeğe İhtiyaçları ol­mamıştır, çünkü XII. yüzyıldanberi bunlar (eskilerinkine gö­re çok daha üstün olan müziği dahi hesaba katmaksızın) gü­zel ve orijinal eserler vermekten geri durmamışlardı. Ortar çağ’m insanları da Eskiçağ yazarlarını tanımaktan, bunlara hayranlık beslemekten geri kalmamışlardı. Rönesans’ın getir­diği yenilik, plâstik sanatlarda daha ustaca bir teknik kulla­nılması ve Eskiçağı yeni bir şekilde ele alması oldu. Ortaçağda eskilere bilimin ustaları gözüyle bakılıyor ve onlann bilgileı- rini elde etmek için eserlerinin muhteva’sı inceleniyordu. Rö- nesanstan itibaren antik eserlerde sanatın örnekleri görülmeğe başlandı ve bunların bilhassa biçim’i taklid edilmeğe çalışıldı. Bu çalışma, antik anıtlarla heykellerin incelenmesi ve Grek edebiyatının şaheserleri hakkında bilgi edinilmesiyle kolay­laşmış oldu.

Rönesans, her türlü güzel sanat çeşitlerinin en yüksek tekâmül derecesine ulaştıkları süre oldu. Bu hareket, memle­ketlerin birçoğunda ayrı ayrı zamanlarda vukua geldi; bütün Avrupa’da da XV. yüzyılın ortasından XVII. yüzyılın ortası­na kadar süren bir seyir takibetti.

Rönesans, İtalya’da Floransa ve Hollanda’da Brugge ol­mak üzere biribirinden ayrı iki merkezden başladı. Floransa’­da, Brugge de ticaret şehirleriydi ve güzel sanatlara meraklı zengin burjuvalar, sanatçılara yaşama imkânı veriyorlardı. -

Flander’de ressamlar ortaçağda olduğu gibi dinî konuları iş­lemeğe devam ediyorlardı; fakat yeni yağlı boya usulünü kul. lanarak ve eserlerdeki ayrıntılara safça bir mükemmellik ve­rerek sanatı yenileyorlardı. - İtalya’da sanatçılar, geleneği bir yana bırakarak, antik eserleri taklid ettiler. Mimarlar adma “gotik” (barbar) dedikleri Fransız sanatını küçümsiyerek ve Rom a sanatınm yekpare cephe, tak, kubbe, gömme yahut yassı sütunlar, düz çatılar gibi biçimlerini alarak bunlan sa­raylara, kiliselere uyguladılar. Heykelciler antik usullerle ko­nulan yeniden ele aldılar. “Perspektiv” bilgisi, insan anato. misinin öğrenilmesi ve çizgili resimle yenilenen ressamlık, XVI. yüzyılda aynı zamanda Milano’da, Floransa’da ve Rom a’da Leonardo da Vinci, MichelangeÎo ve Rafaello ile en yüksek mükemmelliğe ulaştı: Bunlar hâlâ dinî konulan işliyorlardı ama bunu, antik çağdan ilham alan biçimlerle yapmaktaydı­lar.

Almanya’da güzel sanatlardaki Rönesans bilhassa ^resimde meydana çıktı ve çok çabuk duruverdi. Fransa’ya, Italyan eserlerinin gelişiyle girdi ve Fransız sanatçılarının geleneğe bağlılıkları yüzünden mimaride, heykelcilikte, mobilya sana­tında yayılmak bakımından gecikti: Zira Fransız sanatçıları yanm asır boyunca eserlerinde daha kıvrak ve daha canlı olan gotik biçimlerin büyük bir kısmını kullanmağa devam ettiler.

Hiçbir antik örneğin etkisi altmda olmayan resim, güzel Sl^natlann en orijinal, en değişik ve en verimli kolu oldu; R ö­nesans en çok resimde uzun sürdü ve pek geniş bir alana yayıldı. XV. yüzyılın sonundan önce Venedik’te ('Tiziano ile), XVII. yüzyılın ilk yarısında Flander’de (Rübens’le), Ispanya’­da ^Velasquez’le) ve Fransa’da (Poussin’le), son olarak da Hollanda’da (Rembrandt ve Ruysdael ile) olmak üzere, her memlekette kendine mahsus bir hüviyet edindi. Antik çağ re. sim üzerinde mitolojik ve allegorik konulara gösterilen rağı- bet ve bilhassa çıplak vücut tasvirleri bakımından etki yaptı ki, bu sonuncusu Ortaçağda pek seyrek görülür olmuştu. Res­samlar portre ile, peyzajla ve devirlerinin hayatından sahne­lerle tabiatı incelemeğe daha fazla önem verir oldular.

Bdebipatta Rönesans. — Antik çağın edebiyat üzerindeki etkisi, biri adma huniMnizm denen, eski eserlerin incelenip öğ­renilmesi ve öteki de. Eskilerden ilham alınarak yeni orijinal eserler yaratılması olmak üzere, iki şekilde oldu.

Hümanizm XV. yüzyıldan itibaren İtalya’da başlamış, bu

M UKAYESELİ TA R İH İ 207

208 AVRU PA M İLLETLERİNİN

memlekette Antik çağa meraklı birkaç kigi Lâtin yazarların elyazmalarını büyük bir g-ayretle araştırmağa başlamıglardl. Sonradan bu cereyan, Grek yazarların eserlerine de yayılmış­tı. Bunların olyazmaları, kendi kiliselerini Rom a Kilisesi ile barıştırmak için Konstantinopolis’ten gelen Grekler tarafmdan İtalya’ya gretirilmig bulunmaktaydı. İtalyan hümanistleri Lâtin ve Grek yazarların eserlerini yayınlayıp tercüme ve tefsir et­mişler ve onları kendilerine örnek edinmişlerdi. Bunlar, Üni­versitelerde kullanılan “skola,stik” Lâtincoyl küçümsiyerek Eskilerden, bilhassa Ciccro’dnn tııklld olllkleri bir Lâtince ile şiirler, söylüvli'r vn hlkfıyeU’r vücudu Kotlı-mişlerdi. HümanizmX VI. yüzyılda Almanya’da, sonra da Fransa’da yayıldı ve Grekçe ile İbraniceye de uygulanarak geniş bir bilim halini aldı. Yazarların metinleri, on beş asır boyunca bunlan kopye eden hattatlann yanJıglarıyle bozulmuş olan asıllanna uygun gergek şekillerini verebilmek ve bunların doğru anlamını kav- rıyabilmek için, metodlu bir şekilde incelendi.

XV. yüzyılda kendilerini Lâtince yazmak modasına kaptır­mış olan İtalyanlar, Ortaçağ konuları üzerindeki dasitanî şiir­lerle yiné Italyancaya döndüler. - Fransa’da Ronsard ve “Pléiade” şairleri tarafmdan (destan, tragedya ve komedya gi­bi) antik nevileri Fransız diliyle işlemek için girişilen deneme tamamen akim kaldı. (Rabelais ile Montaigne tarafmdan ya­zılan) orijinal eserler Ortaçağ geleneğini. Antik çağdan derlen­miş düşüncelerle zenginleştirerek, devam ettirdiler. Rönesansın bu şekli Fransa’da Malherbe ve Corneille’e kadar uzandı. - In­giltere’de ise Rönesans Shakespeare’in tiyatro eserleri, Ispan­ya’da da Cervantes’le meydana geldi.

Kilise orgunun ilerlemesi ve XV. yüzyılda “ fugue” ve “ca­non” un icadiyle zaten yeni imkânlara sahip olmuş bulunan müzik, İtalya’da Palestrina ile, Fransa’da da birkaç kısımlık şarkılar besteliyen kompozitörlerle, X VI. yüzyılda bilimsel bir güzel sanat haline geldi. Fakat katolik kiliselerde âyin musi­kisi, Protestan kiliselerde de “choral” ve mezmur okunması şe­killeri altında, henüz hemen tamamiyle Kilise hizmetinde kal­mağa devam ediyordu.

Rönesans’ın etkileri. — Rönesans Avrupa’ya daha ustalık­lı bir teknik ve daha değişik ifade imkânlan verdi ; mimari ha­riç olmak üzere, kıyas kabul etmiyecek derecede daha mükem­mel ve daha kudretli eserler yarattı. Fakat bu mükemmellik, güzel sanatlarla edebiyatın hitabetmekte olduklan halkı ikiye

bölmek gibi bir etki yarattı. Her memlekette ince ve çapraşık bir sanatın meyvesi olan eserler yaratmağa muktedir, fakat yetişme tarzlan bakımından bilgili bir sanatın ürünlerinden zevk almağa hazırlanmış küçük bir sanatseverler azınlığına hi­tabeden ufak sanatçı ve yazar grupları meydana geldi. Artistik bir eğitimden yoksun kalmış olan büyük halk yığmı, kendi saf­dil zevkini muhafaza etti ve bu zevki tatmin için de, küçümser bir deyimle “popüler P= halka mahsus” diye adlandırılan bir sanatm eserlerinden başka şey bulamaz oldu; bunlar renkli heykeller ve en ince ayrıntılarına kadar işlenmiş resimler, e- debiyatta da yanık türküler, kaba komediler, hikâyeler ve şar­kılardı. Bu kültürsüz yığında yalnız halk tabakasından kimser ler yoktu, zenginlerin ve asillerin büyük çoğunluğu da buna dahil olagelmiştir.

Sanatçı veya sanat meraklısı olsun, bu işten anlıyanlar topluluğu güzel sanatlar vo edebiyat alanında, tabiatiyle, ken­di zevklerini, güzellik kuralları halinde ortaya koydular. Bun­dan böyle tek snygı gören zevk de, sanat esorlerinin değerini anlar diye adlan çıkmış olan saray adamları ve (İtalyancada diUetcmte denen) amatöi'ler, yani meraklılarla, Lâtinceyi öğ­renmiş kimselerin zevki oldu. Edebiyatçılarla sanatçıları da yalnız bu imtiyazlı topluluk için çalıştılar. Rörıesahstan itiba­ren de edebiyatla güzel sanatlar, küçük bir azınlığın edebiyatı ve güzel sanatlan olmaktan ileriye gitmedi.

R eform krizi. — “R eform ” , “Rönesans” gibi, m odem bir ad değildir. Ortaçağ’dan kalma olan bu ad (iyileştirme, ıslahat değil de) yenileştirme, yeniden kurma anlamına geliyordu. XV. yüzyılda Kilise’yi yeniden kurmak için ruhanî kurullar tarar fından yapılan teşebbüsler bir sonuç vermemişti. Bütün mem­leketlerde herkes, papazların ödevlerine aykırı bir hayat sür­dükleri ve onları kendi kurallarına boyun eğdirmek gerektiği düşüncesindeydi. Papazların ahlâk bakımından daha mı gev­şediklerini, yoksa bunların kötülüklerine karşı müminlerin da­ha mı hassas hale geldiklerini bilmek için hiçbir imkâna sahip değiliz (1). Fakat muhakkak olan şu ki papazlar daha zengin­leşmişler, dolayısiyle de kendilerini lüks ve rahat bir hayata

M UKAYESELİ TAR İH İ 209

( i j Belki de bu kurallar hiçbir zaman tam tamına uygu- larimamtşlardı, çünkü bunlar beser tabiatiyle bağdasamıyan bir feragat gösterm eği emrediyorlardı.

F. 14

210 AVRU PA M İLLETLERİNİN

daha kolay kaptıracak hale gelmişlerdi; toplum da daha az cahil hale gelmiş olduğundan, rühban sınıfı artık onu tatmin edemez durumdaydı. Asil ailelerden gelme insanlar olan pisko­poslarla rahipler derebeyleri gibi ömür sürdüklerinden emirle­ri altındaki papaz veya kegig gibi “ast” larla pek az meşgul oluyorlar, rahipleri yetiştirecek hiçbir müessese kurmuyorlar­dı. H içbir eğitim görmemiş olan köy papazları müminlere vaaz vermiyorlar, bunlara hiçbir şey öğretmiyorlardı.

Papazlar idare edilmediklerinden, hattâ mezhep ayrılıkla^ nyla İlgili kitapları dahi okuyarak, rastgele bilgi edinmeğe ça­lışıyorlar, bu yüzden de kendi mezheplerinin ilkelerine aykırı doktrinleri yaydıkları oluyordu. Kilisede mezhep ayrılığı teş­kilâtlı bir hale gelince, protestan papazların çoğu da köy par pazlan veya keşi-sler arasından çıktı. Din eğitimi görmeyen müminler, asıl gerçek doktrini. Kutsal kitabı okumakla bula­cakları umuduna kendilerini kaptırmış bulunmaktaydılar, ki matbaa sayesinde de bunun tercümesini kolayca elde edebili­yorlardı. Sonra müminler, Kilise makamlarının eskisi kadar sıkı kontrolü altında da değildiler. Krallar tarafmdan Ispanya’­ya sokulmuş olan Enkizisyon, Yahudilerle din değiştirmiş Müslümanlara karşı işliyordu. Papa tarafından Almanya’da (1484 te) kurulmuş olan özel komisyon, sadece sabbat denen toplantılarda geytan’a tapınmakla suçlandınlan “kadın büyü­cüler” hakkında kovuşturma yapmakla görevliydi. Fakat âdlî Kilise mahkemeleri mezhep ayrılıkçılarını araştırma işinde gev­şek davranıyorlardı.

Gidişattan memnun olmayanlar ayn çeşitten şikâyetlerde bulunuyorlardı. - Bunlar papazların yoksulluk, afiflik ve alçak­gönüllülükten ibaret ülkülerine aykırı olan tembel ve lüks bir hayat sürmelerinin, ahlâka aykırı işler yapmalarının ve kibir­li tavırlar takınmalarının aleyhindeydiler. - Kilisenin çok ge­niş araziye sahip oluşunu, haksız yere vergiden bağışık bulu­nuşunu, lâikler üzerinde çok şümullü olan kaza yetkisini, onun elindeki imtiyazların kötüye kullanılışı gibi görmekteydiler. - Papa ile çevresinde bulunanların bütün memleketlerdeki pa­pazlarla lâiklerden çok ağır vergiler almalarını ve aidatir rur- hani rütbeleri de tercihan İtalyanlara vermelerini hoş görm ü. yorlardı. Hoşnudsuzluk, kökünü üç duygudan almaktaydı ki, şunlardı; Rühbamn hal ve gidisine kargı hissedilen manevi öf­ke, lâik hükümetlerin iktidar rekabetine kargı yaptıkları po­litik muhalefet, yabancılar tarafından sömürülme keyfiyeti

kargısında galeyana gelen millî hisler (1). Fakat bir Reform yapmak için genel bir ruhanî meclis toplamak lâzımdı, Papa­lar ise böyle bir meclisi toplantıya çağırmıyorlardı. Onun için Reform, Papa’ya karşı bir ayaklanma ile başladı. Kökü ilâhi­yat konusunda bir anlaşmazlığa dayanan bu ayaklanma, siyasî bir ihtilâlle sonuçlandı.

Teoloji yani ilâhiyat, papazlara mahsus bir öğrenim kolvı olarak kalmaktaydı; fakat doktrinin bir noktası, bütün mü­minleri en ciddî şahsî menfaatleri bakımından ilgilendiriyor­du: Bu da, öldükten sonra Cehennem’in ebedî azaplarından kurtulmanın çaresiydi. Herkes Kilise’nin selâmet sağlıyacak tek kurum olduğunu kabul ve teslim etmekte müttefikti. Fa­kat Kilise birisi inanç (itikad), öteki de dinî ibadetler ve ha­yır işleri (ameller v e fiiller) olmak üzere iki vasıta ile iş g ö ­rüyordu. Mahşer gününde T ann ’dan, insanı Cehennem azabın­dan bağışık tutacak hükmü almak için gerçekten tesirli usul acaba hangisiydi? Yani teolojik terimleri kullanmak gerekir­se, insan kıyamet gününde kendisini inançla mı, yoksa işledi­ği hayırlar, aovapluıia mı temine çıkarabilirdi? Bu sorunun ce­vabı, bir niütod mcaelcaine bağlıydı. İsa’nın gerçek doktrini K i­lisenin yüzyıllar boyunca intikal ettirdiği gelenekte mi, yoksa doğrudan doğruya Vahy’i ifade eden kutsal kitaplarda mı şalc- lıydı? Bu iki noktada, yani temize çıkma ve metod konularında W ycliff ile Jan Huss zaten daha önce Kilise makamları tara­fmdan mahkûm edilmişlerdi.

Yazarların metinlerini doğrudan doğruya incelemeğe alı­şık olan humanist’ler, bu usulü Kutsal kitabın İhranice ve Grekçe metinlerine de uyguladılar ve bundan bir de dinî dok­trin çıkardılar. Bu bakımdan Reform , humanizm’den doğmuş oldu; onun doktrini ilkin ilâhiyatçıların âleminden ayrı olan hellenist’ler tarafından formülleştirildi. R eform da putperest Rönesans’ın ruhunun hâkim bulunduğu İtalya’da değil de, din duygularının en kuvvetli olduğu iki kavimde, yani Almanlarla Fransızlarda başladı.

Bilgili ve okumuş kişiler olan humanist’ler. Kilise makam-

MUKAYESELİ TA R İH İ 211

(1) Almanya’da en geniş araziye sahip olan Kilise, htı m em lekette en büyük kudrete de sahipti v e en çok da İtalyan- lar aida,th tuhanJİ rütbe v e makamlara sahip bulunmaktaydt-

Onun için, Kilise’den okm şikâyettesin en um n Kstesi bu m em lekette itapüm-işt^.

212 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lanyla bozuşmaksızm doktrini yenileştirmek iğini denediler. Nitekim, İngiltere’de ders vermig olan Erasmus adında bir HollandalI "ile, kralm kızkardegi tarafından korunan Lefebvre d’Etaples adındaki Fransız böyle hareket ettiler; doktrinleri de ufak bir çevreye münhasır kaldı.

B ir kavmin topluluğu iğine götürülen ve selâmet meselesi­ni ortaya atarak bütün bu kavmi derinden ilgilendiren teolojik bir satıgma, asıl krizin patlak vermesine yol açtı. Bir takım ilâhiyatçılar aziz Paulus’un metinlerinde ilk hristiyanlara öğ­retilmiş olan doktrini keşfettiler; bu doktrin, on be§ asır bo­yunca Kilisenin edindiği âdetlerle bağdaşamaz bir haldeydi; bunun üzerine de ilâhiyatçılar, Papa’ya kargı mücadeleye gi­riştiler. :

Bu, hiçbir bagarı ihtimali olmayan, ümidsizce bir hareketti. Rühban sınıfı, X III. yüzyıldanberi bir kontrol ve tenkil ciha­zına sahip bulunuyordu ki, mezhep ayrılığı ortaya atan hiçbir grup, bunun elinden kurtulamamıştı. Rom a Kilisesine muha­lif bir Kilise kurmak için yalnız Papa’ya meydan okumağa ka­rarlı bir ilâhiyatçının bulunması kâfi gelmiyordu; bu ilâhiyat­çıya kendi toprağı üzerinde mezhep ayrılığı grüden bir kilise kurma iznini vermeğe ve onu Rom a’ya sadık hükümetlere kar­şı savunmağa 'hazır lâik bir hükümetin bulunması da lâzımdı. İngiltere, Fransa, Ispanya’daki bütün kudretli kralların bir ayaklanmayı desteklemekte hiçbir menfaatleri yoktu; bu yüz­den hepsi de ilkin zaten var ve kurulu olan Kilisenin yanını tuttular. Onun için isyancıların hepsi kendi kiliselerini izafi olarak İmparatora bağlı olan, fakat gerçek iktidarın bağmışız bir mahallî hükümetin elinde bulunduğu bir memlekette, Lut- her Saks prensinin arazisinde, -i3wingli, egemen bir şehir plan Zürich’te, - Calvin de İsviçre’lilerin müttefiki bir şehir olan Ce­nevre’de kurdular.

Ayrı kiliselerin kurulmasından sonra bunlan ayakta tut­mak ve doktrinlerini başka ülkelerde yaymak için, birçok ola­ğanüstü hâdiselerin ve şartların bir araya gelmesi icabetti. Re- form ’u kurtarıp onun yayılmasına imkân veren, şu oldu: Re- form ’u ezebilecek kadar kudretli olan iki hükümdar, yani Im- parator’la Fransa kralı (1521 den 1559 a kadar) kırk yıl bor yunca Papa ile anlaşmazlık ve birbirleriyle harp halinde bu. lundular.

Ayahlanmalar. — Açıktan açığa ayaklanma hem doktrin bakımından bir inkıta şeklinde meydana geldi, ki bundan bu­

gün dahi mevcut bulunan ayn kiliseler doğdu; hem de bir halk ayaklanması şeklinde meydana geldi, fakat ezildi ve bun­dan da g-eriye ancak zayıf bir takım şeyler kaldı.

Teolojik reform, rühban sınıfından çıkma üç kişi tarafın­dan yapıldı. Bunlar bir alman keşiği olan Luther, bir İsviç­reli köy papazı olan Zwingli, bir Fransız rahibi olan Calvin’di. Hepsi de aynı metodla, yani aziz Paulus’un kutsal metinlerini inceliyerek hareket ediyorlardı ki bu, üçünü de Kilise gelene, ğini redde şevketti; fakat herbiri kendi kilisesini ayn bir şe­kil altmda teşkilâtladı.

Kabasaba tavırlı, yoksul bir halk adamı olan Luther keşig olmuş, sonra da Saks elektörü tarafından kurulan Wittenberg Üniversitesinde ilâhiyat profesörlüğü etmeğe başlamıştı. Pau­lus’un mektupları hakkındaki 1512 tarihli ders defterleri, Lut- her’in doktrininin. Kilisenin günahları affedebilme yetkisi yü­zünden çıkan meşhur kavgadan önce teşekkül ettiğini isbat etmektedir. Luther derslerinde bir hristiyanın kendi fiilleri ve dinî ibadetleri yüzünden değil, Tann’mn inayet ve rahmetiyle temine çxkt%ö%m, yoni ebedî selâmete eriştiğini, bunun ise an­cak inanç’a (fidcm') sahip, yani İsa’nın şefaatiyle kurtulaca- ğma itikad eden bir kimseye bahsedildiğini öğretmekteydi. İh­tiraslı bir kimse olan, sık sık melânkoli krizleri geçiren Luther, kendi şahsî selâmetine olan inancını mistik bir şekilde, doğru­dan doğruya Tanrı’dan gelen “ anî bir ilham” la edinmişti ve bu inanç da kendisine, doktrinini en aşırı akıbetlerine kadar götürmek kuvvetini verdi. Doktrinin ancak Kutsal Kitap ta­rafından açıklandığına inandığından, ananeden gelme ne var­sa hepsini putataparlık sayıp reddetti: Reddettiği şeyler ara­sında yalnız ibadet fiilleri değil, Papa’nın otoritesi de vardı, ki Luther ona “ deccal” diyordu. Ayrıca, vaftizle komünyon hariç, bütün takdis âyinlerini de reddetti (Komünyon’u ise, âyini haz­fedecek şekilde yorumladı).

Rom a’daki Papa’ya karşı yazdığı ve “Alman milletinden hristiyan asillere” hitabeden bir hicviye ile, Luther lâikleri de yardımına çağırdı; bu hicviye, yabancılara karşı Alman millî duysallarını galeyana getiriyordu. Papa tarafından aforoz edi­lince de Luther, aforoz emirnamesini öğrencilerinin önünde ya­karak açıkça isyana geçti.lm parator tarafından prensler ku. rulu huzuruna çağırıldı, fakat sözünü ve fiilini geri almağı reddetti; bunun üzerine İmparator, Luther’in yazılarının ya­kılmasını, taraftarlarının tevkifini emretti, Luther bütün me?-

M UKAYESELİ TAR İH İ 213

214 AV RU PA M İLLETLERİNİN

hep ayrıhkçılannm uğradıkları akıbetten, prensi tarafından kurtanldı, prens onu kaçırtarak bir şatoda saklattı.

İlkin Glaris’te, daha sonra Zürich’te papaz olan Zwingli’- nin humanizm’e eğilimi vardı, faziletli putatapanların da kur­tulabileceklerini kabul ediyordu. Luther’inkinden önce teşekkül etmiş olan doktrini ise yalnız Kutsal kitaba dayanmaktaydı ve gelenek gereğince yapılan bütün ibadet v.s. fiilleri, putatapar. İlk sayarak mahkûm etmekteydi.

Calvin, bir kilise mahkemesinde memur olan, hali vakti yerinde bir burjuvanın oğlu idi; hukuk ve Grekçe öğrendikten sonra Luther’in yazılarını okudu ve aynı metinler üzerinde, benzer bir doktrin kurdu ama bu doktrinine bir kaza sistemi­nin katıhğını verdi. Mezhep ayrılıkçısı sayılıp tevkif edilmek üzereyken memleket dıgına kaçarak ömrünün geri kalan kıs­mını da orada geçirdi. 1536 da Basel’de “Hristiyanhk Müessese- si” adlı kitabını yazdı, ki doktrini bunda tam bir şekilde açık ­lanmış bulunuyordu. Kurtuluşun ancak “Tanrı’nm inayet ve rahmetiyle” ve İsa’nın insanları kurtarmak için yaptığı fe ­dakârlığın tesırliliğine olan inançla mümkün olacağını kabul ediyordu. Fakat o, prédestination üzerinde Luther’den daha fazla İsrar etmekteydi: Yani Tann cennetlik’lerle cehennem lik­leri, arı (saf) bir inayet ve rahmet fiiliyle ezeldenberi seçmiş bulunuyordu ve bunda, cennetliklerin kendi liyakatleriniıj hiç­bir hissesi yoktu. Buna göre insanlann fiilleri, Tanrı’nın bu kararını hiçbir suretle değiştiremezdi. Görünüşe göre de, hal ve gidişinin kurtuluşu üzerinde hiçbir etkisi olmayacağına ina­nan hristiyan, bundan böyle hiçbir ahlâk kuralına aldırmaz olacaktı. Fakat Caivin’le çömezleri fiiliyatta bunun tâmtersi bir sonuca ulaştılar; bir insanın hal ve gidişinin kötü oluşu onlar ra, Tanrı’nm bu insanı cehennemlik yaptığının bir işareti gibi görünüyordu. Bir mümin, kurtuluşa erişmek üzere müsbet bir hak edinmek için değil, fakat hal ve gidişi kötü olursa ce. hennemlikler arasına gireceği yolundaki duygudan sıyrılabil- mek için iyi davranmak, kötülük yapmamak zorundaydı. Cal­vin Tanrı kelâmının ancak Kutsal Kitap’la vahyolunduğunu ileri sürüyor; Ortaçağda yerleşmiş bütün dinî doktrinler ve usulleri, hattâ piskoposlar da dahil, bütün rühban teşkilâtını reddediyordu.

T ann ’dan doğrudan doğruya ilham aldıkları gibi mistik bir duyguya dayanan başka rahiplerle keşişler de bir takım ayaklanma hareketlerinin başına geçtiler: Bu gibiler köylülerle

zanaatkârlara hitabediyorlar ve bunlan yalnız rühbanm değil, prenslerle derebeylerinin otoritelerine karşı da ayaklanmağa teşvik ediyorlardı. Kitap’ta yeri yok diye çocukları vaftiz et­meyip yetişkinleri vaftiz ettiklerinden, basımları bunları ana-> baptiste (vaftiz aleyhtarı) mügterek adı altında anmağa baş. ladılar. Kendilerine ise Baptiste (vaftiz taraftan) adım verdi­ler.

Protestan Kiliseleri. — İsyancıların hiçbiri ayn bir kilise kurmak istemiyor, hepsi yalnız kendilerini gerçek hristiyanlar sayıyor ve evrensel Kilisede reform, yani ıslahat yapmak İddia­sında bulunuyordu. Fakat resmî makamlar bunlarla mücadele ettiğinden, bunlar da ibadet, din öğretimi, disiplini ve lâik h ü-" kûmetle münasebetler bakımından yeni bir rejimi olan ayrı kiliseler kurmak zorunda kaldılar. Fakat ayrı gartlar altında faaliyette bulunduklarından, reform e (ıslah edilmiş) tek bir kilise kurma işini başaramadılar; biri ötekiyle savaş halinde olan, birkaç kiUae kurdular.

İhtilâlciler, dünyadan ayn ve lâik otorite kargısında bar- ğımsız cemaatler kurmağı denediler. Her kamun kendi papa­zını kendisi seçiyordu; o da cemaat mensuplarına “ insanların İçine hiçbir şey katmadıkları, an ve yalın İncil" i anlatıp öğ­retecekti. Mümin ciddî ve basit bir hayat sürmek, sade giyin­mek, andiçmeğl veya silâh kullanmağı reddetmek zorundaydı. Bir yandan kiliseler ve tasvirler tahrip edilirken, bu ihtilâl de 1525 ile 1535 arasında Güney Almanya köylüleri arasmda, İs­viçre ve Hollanda şehirlerinde, ta Vestfalya’ya kadar yayıldı. Luther ile Calvin bu ihtilâlin şiddetle aleyhinde bulundular, lâik prensler de bunu ezdiler. Bu hareketten ancak küçük ve barışçı bazı cemaatler kaldı ki bunlar, Hollanda’da bir kenara sığınarak zulüm ve hakaret altında yaşadılar; bu memleketten çıkan köylü kolonileri Almanya ile Rusya’da yerleştiler, yine bunlar tarafından kurulan baptiste kiliseleri de 1648 deki la - glltere Ihtilâli’nde rol oynadılar.

Luther Almanya’da, koruyucusu olan Saks elektör prensi­nin toprakları üzerinde ¿vamoĞttaue Kilise’yi teşkilâtladı. Mez­hebine yalnız İsa’ya gerçekten inanan müminleri kabul etmek istiyordu ama, .iadece ismen hristiyan olanları da müşterek bir disipline tâbi tutarak bu mezhebe kabul etmekle yetinmek zo­runda kaldı; sonradan da prens toprağındaki bütün uyruklan, bu disiplini kabule zorladı. Luther eski ibadet usullerinden kı­yafet, kiliselerdeki mihrab, vaftizde cinlerin, büyülerin def’i

M UKAYESELİ TA R İH İ 215

21« AVRU PA M tLLETLERÎNtN

içîn yapılan eosorcisme gibi şeyleri alıkoydu. Fakat Lâtince âyinle duaları kaldırdı, ibadeti de halk diliyle yapılan vaazlar­dan, okunan dualarla İlâhilerden ibaret bıraktı. Teşkilâtta ra­hipten bir derece yüksek bir rütbe bıraktı ki hu, piskoposun görevlerini yerine getirmekle vazifeliydi; fakat bütün keşişleri kaldırdı, papazların evlenmemeleri mecburiyetine de son ver­di.

Bu rejim Almanya’daki hemen bütün hükümetler tarafm­dan benimsendi; hükümetler bundan faydalanarak kilisenin topraklarına elkoydular, kilise mahkemelerini lâğvettiler ve papazı bir memur haline getirdiler. Fransa kralı ile Osmanh padişahına akrşı savaşa girdiği için başı dertde olan İmpara­tor, R eform ’u yapacak olan ruhanî meclisin toplanmasını bek- liyerek ilk zamanlarda her prensin şimdilik ibadet işlerini tan­zim etmesine ses çıkarmadı. Luther hakkındaki kararın infa­zını emrettiği zaman, birkaç prens protestoda bulundular; son­radan Rom a’ya muhalif bütün kiliselere verilen protestan adı­nın menşei budur. Sonra da prensler Augsburg’da İmparatora, tanzim ettikleri 28 maddelik “âmentü” yü takdim ettiler ve bu, ¿vwnaĞUque Kilise doktrininin resmî metni olarak kaldı (1530). Epiy çapraşık bir takım anlaşmazlıklardan sonra, 1526 daki geçici nizam, “Augsburg beyannamesi” ne katılmış olan bütün prensler ve şehirler için 1555 te kesinleştirildi. Lâik hü­kümete kendi başına uyruklarının dinini tanzim etme yetkisini veren bu rejim İsveç, Danimarka ve N orveç’e hükmetmekte olan iki kralla, Baltık denizinden Transilvanya’ya kadar Doğu Avrupa’ya yayılmış bulunan Alman kolonileri tarafmdan da kabul edildi.

Zwingli tarafından İsviçre’nin birkaç Alman şehrinde teş­kilâtlanan Kilise, dağlık bölge katolik kantonlarının zaferiyle felce uğradı ve sonunda da öteki protestan kiliseler içinde eri­yip gitti.

Calvin ise kendi Kilisesini Fransa dışında, Fransız dili ko­nuşan küçük bir şehir ve İsviçre ile müttefik bir Cumhuriyet olan Cenevre’de teşkilâtladı. Burada eski ibadet usulü, Bern hükümetinin de yardımıyla, Lefebvhe d’Etaples’ın çömezi olan Fransız mültecisi Farel tarafından kaldırılmıştı.

Calvin geleneğe dayanan bütün ibadet usullerine son ver­di; mihrabı, süsleri, tasvirleri kaldırdı. İbadet ancak ruha hi- tabetmeliydi ve bu. Kutsal Kitap okunarak, vaazlar ve dualar edilerek, mezmurlar teganni olunarak, “Tann kelâmı” nm

memleket diliyle yapılan bir öğretimi haline geliyordu; yalnız iki takdis şekli bırakılmıştı ki bunlar da gocuklara verilen v a f­tiz, bir de ekmek ve şarapla yapılan komünyon’dan ibaretti. Calvin rühban sınıfını rahipler (pasteur) ile diı/akos’lardan ibaret bıraktı, bütün meratip silsilesini kaldırarak papazların hepsini aynı rütbeye soktu. Kilisenin müminler üzerindeki ka­za hakkı muhafaza edilmişti ama bu hak, yalnız üçte biri pa­pazlardan, üçte ikisi de lâik erkân ve eşraf arasından seçilen "eski” lerden müteşekkil bir dinî meclis tarafından kullanılı­yordu; meclis, müminlerin inançlarıyla hal ve gidişlerine de göz.kulak olmakla görevliydi. Meclis müminleri yargılayarak tekdir, çile doldurma, hattâ mezhepten çıkarma cezaları veri­yor; aynca kendilerine maddî bir ceza da uygulansın diye bun­lan lâik makamlara ihbar ediyordu.

Beşer tabiatinin kötülüğe meyyal olduğuna inanmış bulu­nan Calvin bütün eğlenceleri, kumar gibi oyunlar, dansı, dini olmayan müziği, kadınların süslenmelerini yasak etmişti. Mü­minleri yalnız çalışma ve dinî ibadetlerle geçen eğlencesiz bir hayat sürmeğe zorluyordu.

Kilisenin bir Meclis karanyle ıslah olunması tasarısı kesin olarak suya düşmüş görününce, ‘ 'reform e” Kilise’nin inançları bilhassa şehirler halkı, sonra da asiller arasında çabucak ya- yıhverdi. Calvin Cenevre’de bir Akademi kurmuştu; buradan çıkan papazlar "reform ” un prensiplerini yabancı ülkelerde yaymağa gidiyorlardı. Katolik kalan İspanya ve Fransa ile Luther’in reformunu benimseyen Alman ve İskandinav ülkele­ri hariç olmak üzere, Calvin’in "reform ” ilkeleri bütün Avru­pa’da yayılıverdi. İskoçya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Polonya ve Macaristan da bu reformu benimsedi. Cenevre’de kurulan taeşkilât reform ’u bütün topraklara uydurmak için genişletil­di. Kaza hakkını haiz her dinî meclis bir kiliseler grupundan meydana gelme kurula delegeler gönderiyor, bu kurul da mem­leketin Kilise’sinin genel sinotî’unun temsilcilerini seçiyordu.

İngiltere’de olduğu gibi Almanya’da da Kilise rejimi hü­kümdarın şahsî iradesiyle tesbit edildi ve birbirini takibeden dört hükümdarın saltanat devrinde memleket dört rejimden geçti: VIII. Henry devrinde bu şîa (schisme, ayrılık), VI. Edp ■vvjard devrinde "reform e” Kilise, Mary devrinde ise katolik K i­lise oldu. Dördüncüsü olan ve Elizabeth tarafından kurulan re­jim ise, Anglikcun Kilisesi idi. Bu sonuncu rejim “reform e” Ki- lise’nln (azıcık değiştirilmiş olan) doktrinini ve İngiliz diliyle

MUKA.YESBLÎ T A R iH Î 217

218 AVRU PA M İLLETLERİNİN

ibadst, manastırların lâğvı, papazların evlenmesi gribi tarafla^ rmı kabul etti. Eski Kilise’den ise cismanî ruhbanın meratip silsilesini, pisjtoposun kaza hakkını, ondalığı (âşâr). Kilise ara. zisini, dinî törenleri yaptıran kimselerin kılıklarını ve mihra­bı muhafaza etti.

Papa’ya kargı ayaklanma üzerine kurulan bütün Kiliseler müşterek vasıflara sahip oldular. Çünkü bunlar, geleneğin zıd­dına olarak, Kutsal Kitap’ın havi olduğu Vahy’in doğrudan doğ­ruya yorumlajıması gibi bir temel üzerine kurulmuş olduklan iddiasmdaydılar. İznik ruhanî meclisinin kabul ettiği bütün doğmaları Hz. Adem ’in islediği aslî günah’ı, T ann ’nın insan şekline girişini (Incarnation), Teslis’i (Trinité), ebedî hayat’ı, Mahşer günü’nü ve dünyayı Şeytan’ın diyan sayan düalist gö­rüşü muhafaza ediyorlardı. Yalnız gerçekten hazır ve nâzır ol- ma’yı ve İsa’nın vücndünün hamursuz ekmekte bulunması yo­lundaki doğmayı reddediyorlardı ki, âyin de bundan neşet et­mekteydi. Fakat âyinleri Lâtince değil de halk diliyle yaparak, vaaza büyük önem vererek, çocukların vaftiz edilmesi usulünü muhafaza ile beraber Kilise’nin beş ana takdis törenini redde, derek, bütün ibadet usûllerini altüst etmekteydiler. Lâikler üze­rinde Kilise’nin kaza hakkını muhafaza ediyorlardı ama, Pa- pa’nın otoritesini red ve bütün nizami rühban sınıfını ilga ede. rek, rühban teşkilâtında da ihtilâl yapmaktaydılar.

Ajrnı zamanda, Kilise’nin lâik otorite ile olan münasebet, lerini de değiştirmişlerdi (1). Luther’le Calvin akıl için tatmin edici bir inanç aramıyorlar; doktrinlerini, kendilerine tek doğ. ru yol olarak görünen, Kutsal Kitap’m yorumu esası üzerine kuruyorlar ve bundan başkasını da kabul etmiyorlardı. Evren, sel Kilise’nin birliğini bozmak değil de, bütün hristiyanlarm tek gerçek Kilise olan kendi Kilise’lerine katılmaları suretiy­le onu “reform e” yani ıslah etmek amacını güdüyorlardı. Or tagağ’da olduğu gibi, onlar da herkesin kendi dinini seçmek bakımından hür olması (libre examen) ilkesini (2) kabul et.

W Ancak, bu konuda reformculann niyetlerini değil de Müerinin sonuçlarım göeönünde tutmak ve onlann kiliselerini, XIX. yüzyilda pirmiş oldukları durumdan ayırdetmeli gereli tir.

(2) “ Vicdan hürriyeti" terimi igadece, otoritenin gerçek hristiyanın vicdanım sorlamaması gerektiği anlamına geliyor­du,

miyorlardı. Kilise’nin müminler üzerindeki otoritesinin bir mahkemece icra edilmesi usulünü muhafaza ediyorlar ve lâik otoriteden, uyruklannı gerçek dini kabule zorlamasını istiyor­lardı. Değişik olan şey, müeyyidelerin vasıflan oldu: Rom a Ki­lisesi mezhep ayrılıkçılarını ölümle cezalandırmağa devam et­ti; “Reform e” Kiliseler ise, siyasî olduklan için mahkûm olan fiiller hariç olmak üzere hapis ve bilhassa sürgün usûllerini kullandılar. Fiiliyatta ise reformcular, doktrini metinlerin şa­hıslara göre değişen, yorumlanması usûlü üzerine kurarak, Ki­lise birliğini bozdular ve din hürriyetinin doğmasına yol açtı­lar.

Ondan sonra her hristiyan, - hepsi de yalnız kendilerinin meşru olduklarını iddia eden - Kilise’ier arasında bir seçim yapmak durumunda kaldı; böyle bir hristiyan kendisini Oe- hennem’den bir tek Kilise’nin kurtarabileceğinden emindi ama, bunun hangisi olduğunu bilmek imkânına sahip değildi. Ters yönde bir seçim yapmasını telkin eden kuvvetli sebepler var­dı; Yeni Kilise’ler “Tanrı Kelâmı” nı kendisine ana dilinde su­nuyorlardı. Eski kilise ise âyin ve tasvirler gibi, Meryem Ana’- ya tapınma gibi, dinî alay ve geçitler, hac ve ziyaretler gibi, onun din duygularına bağlı bütün amel ve ibadetleri muhafaza etmekteydi.

Kiliselerin birkaç taneye ayrılması lâik ve ruhanî otorite­ler arasmdaki münasebetleri altüst etti. Kilise tek olduğu süre­ce, otoritesini bütün lâiklere, hattâ hükümdarlara dahi kabul ettiriyordu; birkaç Kilise çıkıp rekabet haline girince, lâikler bunlar arasmda bir seçim yaptılar. Seçim de halk yığını tarar fından değil, krallar, prensler, derebeyleri, şehir meclisleri g i­bi otoriteyi elinde tutanlar tarafmdan yapıldı. H er memleketin dini, iktidarda bulunan lâik şahıslara, onlann inançlarına, poli­tikalarına, heveslerine, çevrelerindeki kimselere ve aileleri içindeki tesadüflere bağlı kaldı. Her mezhebin sâlikleri bir memleketten ötekine, aralarında dayanışma kurdular ve savaş­larda birbirlerine yardım ettiler. Ondan sonra da hınç artık ya­bancıya kargı değil de, ayn mezhepten olan vatandaşlar üze­rine çevrilmiş oldu.

Reformcular, her otorite Tanrı tarafından kurulmuş oldu­ğuna göre, müminin de buna boyun eğmek vazifesi olduğu il­kesini ileri sürüyorlardı. Calvin, bir hristiyanuı insanlara dft- ğil, Tanrı’ya itaate borçlu olduğunu söylerken, şayet böyle bir insan gerçek inanca aykırı bir emir alırsa buna pasif bir mu­

M UKAYESELİ TA R İH İ 219

220 AVRU PA M İLLETLERİNİN

kavemetle kargı koyması, din uğurunda hig isyan etmeksizin şehit olmağı göze alması gerektiğini anlatmak istiyordu. Fiili­yatta ise Luther’in Kilise’leri ancak prensler tarafından kurul­dular ve ancak onlarm rızasıyle varlıklarını idame ettirebilr- diler. Calvinistler şiddetli bir mukavemet gösterdiler ve kili, selerini meşru otoritenin rağmine olarak, hattâ ona kargı ayak­lanarak Iskoçya’da, Fransa’da, Hollanda’da, Bohemya’da, Po­lonya’da, Macaristan’da, hattâ daha sonra İngiltere’de teşki- lâtladılar.

Katolik reformu. — Evangélique kiliseler esasen yerleş­mişler, “reform e” kiliseler de yeni yeni kurulmağa bağlıyorlar­dı ki, Papa’ya sadık hristiyanlar disiplinin (yani Kilise’nin tâ­bi olduğu kanun ve nizamlar topluluğunun) yeniden kurulma­sı suretiyle, nihayet katolik reformu’nun da yapılmasını sağla­dılar. Bu reform, İtalya ve İspanya’da (Capucin’ler, Theatin’- 1er, Oratorio rahipleri gibi) dinî tarikatlerin ihdası veya ıslahı ile hazırlanmış bulunuyordu. En tesirli teşkilât da, bir savaş adamı olan Ingnacio de Loyola’nın eseri olmuştu. Bu adam, ha­yaller görmeğe kadar varan mistik bir duyguyu, hayat şartlar rımn pratik anlayışı ile birle-stirmesini bilmişti. Öteki manas, tır tarikatlerinden gok ayrı olan (ve Türkgede "İsa Cemiyeti” yahut “Cizvitler” diye anılan) tarikatini "İsa Bölüğü” (Com­pagnie de Jésus) gibi askerî bir ad altında kurmuştu. Arka­daşlarını tıpkı askerlerinkine benzettiği, ruhî ve fikrî "talim­ler” le hazırlıyor; onları teolojik anlaşmazlıkların dışında tu. tuyor ve kendilerini faal bir surette çalışmaktan alıkoyacak olan perhiz yapma, oruç tutma gibi fiillere zorlamıyordu.

Bütün keşişlerin içtikleri üçlü anda (yoksulluk,» afiflik, itaat) Loyola "Papa’nın hizmetinde olmak” gibi bir dördün­cüsünü daha ilâve etmiş ve sonunda da, bütün bir milletin dini hakkında yalnız imtiyazlı kimselerin karar verdikleri bir de­virde, müminleri itaate getirmek için en tesirli usulü bulmuş­tu. Cizvitler (1) prenslerin günahlarını çıkartmağa, idareci sı­nıfların eğitimi ile uğraşmağa başladılar; yatılı kolejler kura­rak ve buralarda humanist'lerin moa ettikleri öğretimi vere­rek, yani Lâtin yazarların eserlerini okutarak kolejlerine asil veya zengin ailelerin çocuklarını çekiyorlardı, öğrencile­rini sık sık ibadet etmeğe alıştırarak onları ruhbanın otorlte-

(1) "Cizvit” adını onlara halk vermiş, fakat kendileri bu adı hiçbiıf zaman almamışlardır.

sine itaate hazırlıyorlar; kolejlerine eğlenceler sokarak, o sıra­larda pek yaygın bir halde olan dayak cezasını gayet seyrek kullanarak öğrencileri tatlılıkla kendilerine bağlıyorlardı. . Ke­sişlerin pis kılıklarının, kaba-saba tavırlarının tersine olarak, rahip elbiseleri giyiyorlar ve asil insanlar gibi terbiyeli, nazik davranıyorlardı. İsa Cemiyeti çok geçmeden lâik iktidarlar üzerinde bir nufus edindi ve bunu da. Papalığın otoritesini ye­niden yerleştirmek için kullandı.

Kilise’de ıslahat yapılması igi, 1545 ten itibaren toplanıp iki defa yarıda kalan ve 1563 te sona eren Merano ruhanî mecr lisi tarafından emredildi. Geleneğin çok ategli taraftarları olan İtalya ve İspanya jjiskoposlarının igtirâkiyle yapılan ilk top­lantıda, doktrindeki ve dinî fiil ve amellerdeki bütün değişik­likler mahkûm edilmi.s bulunuyordu. Son toplantıda ise dört milletten, yani İtalyan, İspanyol, Fransız ve Alman piskopos­lar bir araya geldiler. Alınan tedbirler, sırf şekil bakımından, bütün piskoposlardan meydana gelen meclislerde oya konulup kabul ediliyordu. En kudretli üç hükümdar olan İmparatorla Fransa ve İspanya krallan ve Papa’nm elçileri arasında anlaş­ma yapılıncıya kadar hiçbir karar alınmadı. İmparatorla Fran­sa kralı milletlerini tatmin etmek iğin, ibadetin memleket di­liyle yapılmasını ve papazların evlenebilmelerini istemişlerdi ama, Papa’nın elçileri hiçbir tavizde bulunmamanın yolunu buldular.

Merano Ruhani Meclisinin eseri. — Ruhanî Meclis, dog­ma konusunda mezhep ayrılıkçılarının doktrinine karşı afo­roz, lânet fanatheme) şekli altında bir takım Kilise kanunla­r ı; teşkilât konusunda da rühbanm ve müminlerin disiplinini nizartıhyan kararnameler olmak üzere, iki çeşit karar aldı.

Doktrinin temeli olmak üzere Ruhanî Meclis ortaya Kutsal K itap’ı İbranice veya Grekçe metin halinde değil de, IV. yüz­yılda yapılan ve Vulaate adı altında anılan Lâtince tercümesi halinde koydu. “Havariler tarafından İsa’nın kendi ağzmdan alınan yahut Ruh-ül kudüs tarafından yine havarilere dikte edilmiş - dolayısiyle de, tâbir caizse, elden ele geçmiş - ve bize kadar intikal etmiş, yazılı olmayan gelenekleri” de bu metne ekledi. Buna dayanarak, ibadette Lâtinceden başka dil kulla- nılmıyacağı; İsa’nın bedeninin ve kanının hamursuz ekmekte (Hostia) gerçekten var olduğu; âyinde kullanılan garap kâse­sinin rahiplere mahsus olduğu; Kilise’nin icra ettiği “yedi tak­dis” in bizatihi tesirli oldukları; evlenmenin bozulamıyacağı;

M UKAYESELİ TA R İH İ 221

222 AVRU PA M İLLETLERİNİN

günah sıkarma ve affa uğramanın me§ru olduğu; mihrap ve papaz kılıklarını, tasvirleri, buhur ve haç gibi şeyleri kullan,- manın lüzumlu olduğu gibi. Ortaçağ boyunca yerlegmiş olan bütün doktrinlerle fiil ve amelleri muhafaza etti. Yine Ruhanî Meclis bir mecburiyet haline sokmamakla beraber, azizlere ve bunların yadigârlarına tapınmayı, dinî ziyaretler, geçitler yap. mağı, kiliselerde İsa, Meryem Ana ve azizler için dualar (Grek­çe "dua” anlamına “ litcmeia") okumağı, ölülerin ruhlarının is­tirahatı için âyin yapmağı (ki bu, Â raf’a olan inancı da mec:- büri hale sokmaktaydı) tavsiye ediyordu.

Disiplin konusunda Ruhanî Meclis lâikleri idare işine h iç­bir suretle karıştırmaksızın, ruhbanın bütün meratip silsilesi­ni olduğu gibi muhafaza etti. Adm a "Tanrı’nm vekili, evrensel Rahip” denen Papa, Ruhanî Meclis’ten üstündü; en yüksek ka­za mercii olarak gerekirse kilise mahkemelerinin kararlarını nakzetmek ve muafiyetler bahşetmek bakımından her türlü yetkile sahipti; kardinalleri yalnız o tâyin ediyordu. - Piskopo­sun ruhanî bölgesinin bütün rahipleri ve hattâ (doğrudan doğ­ruya Papa’nın emri altındaki tarikatlerinki hariç olmak üze­re) kegigler dahi onun emri altındaydı; kilise mahkemesi tara, fından verilen kararların uygulanmasına göz-kulak oluyordu. - (Papaz veya yardımcısı gibi) ruhanî bölge rühbanı müminler üzerindeki yetkilerini muhafaza ediyordu ve Ruhanî Meclis rühbanın kendi ruhanî bölgesinde oturmasını mecburî kılmak­la beraber, onun nasıl giyineceğini ve ne çeşit bir hayat süre­ceğini de tesbit ediyordu; papaz ayrıca pazar günleri vaazede- cek, çocuklara din dersleri verecekti. Papaz yetiştirmek için her piskoposa bir papaz okulu (Lâtince seminarium, seminer) kurması emredilmişti, papaz olacak genç çocuklar buralarda yetiştirilecekti. Bu, ufak çapta bir okuldu ve Ruhanî Meclis’in emri ancak pek yavaş yerine getirilebildi. Müminler oruç tut­mağa, perhiz yapmağa, yortu günlerinde çalışmamağa mecbur tutuluyordu.

Islahat işi, ibadetin bir örnek olması için alman tedbirler­le tamamlandı; bunun için de Rom a’nın Din bilgisi kitabı (Ca,. t4chisme) ; Rom a’nm Günlük dua kitabı (BreviviaireJ ve yine Rom a’nın Ayin kitabı (Missel) kullandırıldı. Mezhep ayrılığının okuma yoluyla yayılmasını önlemek için, "Yasak kitapların lis­tesi (In d ex )” ni yapma işi bir komisiyona havale edildi.

Ruhanî Meclis tarafmdan ıslah edilen Kilise, Ortasağdar kinden iki bakımdan ayrı oldu. Doktrin artık hiçbir tartışma­

M UKAYESELİ T A R iH Î 223

ya yer vermiyecek şekilde, sağlam bir tarzda açıklandı. - Kilise bir takım kurumlarla cihazlandı k i bunlar din eğitimini ve itaat alışkanlığını müminler yığınının derinliklerine kadar sok­tular. Rühban, R eform ’un yayılmasına pasif bir halde seyirci kalacak yerde, mezhep ayrılığına kargı faal bir savaşa gririgti. Kiliseler arasındaki savaş iki taraftan da aynı usuller, yani doktrin hakkında vaazlar, vâiz misyonları, hicviyeler ve ilâr hiyatçılar arasında şiddetli polemiklerle sevk ve idare edildi. Bu savag ilkin zulüm ve eziyetlerle birçok idamlara, sonra da birçok memleketlerde uzun süren sivil harplere yol açtı ki son. radan bunlar, devletler arasında yapılan harpler şeklini aldı. Rom a’ya sadık katolik Kilise, R eform ’a karşı biraz daha ze. min kazandı; Avrupa’nın en önemli parçasını, bütün Güney Devletlerini, Fransa, İrlanda, Avusturya ve Polonya’yı muha­faza etti; Almanya ve Hollanda’yı da protestan kiliseleriyle paylaştı.

X II

XVII. YÜZYILIN ORTASINA K AD AR DEĞİŞMESİ

POLİTİK HAYATIN

İtalya savaşları — ■ XV. yüzyılın sonundan iti­baren Avrupa’nın Batısında esasen üç büyült krallık kurulmuş bulunmaktaydı; Bunlar eski İng'iltere ve Fransa krallıklarıyle İspanya’da Kastilya ve Arag'on krallıklarının ve bunlara tâbi diğer krallıkların birleşmesinden meydana gelen yeni monar­şi idi (ki Granada’daki son Müslüman krallığının fethiyle, bu Ispanyol birliği tamamlanmış oluyordu). Sonra da Habsburg adlı bir Alman prensleri ailesi, ilkin Buı-gonya ailesinin miras­çısı prensesle yapılan evlenme sonunda Hollanda’nın 17 eyale­tini, - ikinci olarak İspanya tahtının mirasçısı prensesle yapı­lan evlenme sonunda da bütün Ispanya krallıklarını Avustur­ya’daki Alman topraklarıyle birleştirmiş oldu. Bu üç hanedanın mirasçısı olan Charles İmparator seçildi ve kendisine Şariken adı verildi. Yeni İmparator, en yüksek rütbenin unvanı ile birlikte, en geniş araziye de sahip oldu; bu arazi, Am erika’da uçsuz bucaksız bölgelerin fethiyle, çok geçmeden ölçüsüz bir şekilde büyüdü, garlken’in kendisine Habsburg’ların Alman arazisini terkettiği kardeşi Ferdinand da, bir evlenme dolayı- siyle Bohemya ve Macaristan kralı oldu.

Avusturya hanedanının bu muazzam araziyi ele geçirme işini tamamlamasından önce, Fransa kralları İtalya savaşla­rına girişerek Napoli krallığını, sonra da Milâno, bölgesini ele geçirmişlerdi ama, bunları muhafaza edemediler. Küçük İtal­yan Devletlerinin, Papa'nın ve İmparator’un müttefiki olan Aragon kralı, Fransa krallarının fethettikleri toprakları onla­rın elinden aldı.

Fransa ve İspanya kralları arasındaki harp, Şariken’ie, se­leflerinin fethettikleri yerleri geri almağa çalışan Fransa kra­lı I, François arasındaki şahsî rekabetten ötürü daha da çap­raşık bir hal aldı. Aynı zamanda d.a, Doğu Avrupa’da esasen bütün Balkan yarımadasına sahip olmuş bulunan OsmanlI Sul­tam, Macaristan’ın hemen hemen tamamını hükmü altına al-

mış bulunuyordu. İtalya’da yenilen I. François Osmanh Sultanı İle, sonra da mezhep ayrılıkçısı ve Luther taraftarı Alman prensleriyle gizlice ittifak yaptı. Birkaç defa kesilen harp, 1559 da İspanya kralının zaferiyle sona erdi ve kral, Napoli ile Milano bölgesini muhafaza etti. Kısmen yabancı bir krala boyun eğmiş olan İtalya parçalanmış, kudretsiz ve yıkılmış ola­rak kaldı, yalnız donanmasını ve Adriyatik üzerindeki toprak­larını muhafaza etmiş olan Venedik, bu durumdan hariçti. Fransa kralı yalnız Alman prensleriyle olan ittifakından fay­dalanarak Frajısız dili konuşan “Üç Piskoposluk” u (Verdun, Metz, Toul) ele geçirdi, Calais şehrini de Ingilizlerden geri al­dı.

Din -savasUm. — Calvinist asillerin katolik hükümdarlara isyan etmeleri üzerine sıra yeni savaşlar başladı ve bunlar, isyancıların tarafını tutan yabancı prenslerin de işe karışma- larlyle, daha çapra.'jık bir hal aldı. Reform ancak küçük İskan­dinav krallanylc Alman prensleri tarafmdan benimsenmişti. Bir tok kudretli hükümdar, İngiltere kraliçesi Elizabeth de Re­form ’u kabul otmok zorunda kalmıştı, çünkü uyrukları ken­disini krallığın niegm mh’asçısı olarak tanımağı reddediyorlar­dı. Bütün öteki krallar, Rom a’daki katolik Kilisesi’ne bağlı kal­maktaydılar,

Bu isyanların İlki alan, Iskoçya asillerinin naip ana krali­çe Mary’ye kargı ayaklanmalan, küçük bir İngiliz ordusu sa­yesinde m uvaffak oldu ve Iskoçya’da (Cenevre’deki örneğe uy­gun) Reform e bir “presbytérien” Kilise kurulmasıyla sonuç­landı; bu Kilise kraliçe İle, daha sonra onun oğlu Jack’le an­laşmazlık halinde kalmakla beraber, yavaş yavaş tutunup .sağ­lamlaşmak imkânını buldu.

Fransa’daki Calvinist asillerin isyanı ise krala değil, kra­liçeye rağmen onun küçük yaştaki oğlu (IX. Charles) adma iktidan ele almış olan Guise prenslerine kargıydı. Kralın şan­sını ellerinde tutan Guise’ler, onun adına hüküm sürdüler ve (Merano Ruhani Meclis’i tarafından ıslah edilen) katolik K ili­sesi, krallığın ve büyük halk yığınının resmi Kilisesi olarak kaldı. “Reform e” (yani Calvinist) Kilise ise azınlığın Kilisesi oldu ve ancak İngiltere kraliçesinden, sonra da protestan Al­man prenslerinden aldığı yardımlar sayesinde yokedilmekten kurtuldu. Fakat, muntazam kıtaların meslek askerlerinden mü- tegekkil bulunduğu o devirde, hiçbir hükümetin uzun zaman bir

F. 15

M UKAYESELİ TAR İH İ , 225

226 AVRU PA M İLLETLERİNİN

ordu bulundurmağa yetecek kadar parası yoktu. Kralî hükümet “ reform e" kiliseleri yoketme işini başaramadı ve (1563 ten 1598 e kadarki) savaşların herbiri, Calvinist uyruklarına istis­naî bir rejim tanıyan kralın fermam% şekli altında bir barışla durdu.

İT eyaletin herbirinin egemen hükümdarı, İspanya kralı idi; kral idareyi yabancıların eline vererek ve mezhep ayrılıkçıları­nın öldürülmesini emrederek uyruklan arasında hognudsuzluk yaratmıştı. Fakat ayaklanma ancak 1567 de, kiliselerdeki hey­kellere karşı bir isyan sekhnde başladı ve şehirden şehire ya­yıldı. Küçük bir ordu ile Ispanya’dan yollanan Alba dükü, beş yıl boyunca memleketi idare etti ve memleketin ileri gelen­lerinden birçoğunu idam ettirdi. Savaşa denizlerde, egemen Orange prensi olan Guillaume’un bayrağı altında faaliyette bulunan korsanlar tarafından başlandı. Sonra isyancılar, H ol­landa’ya hâkim oldular, sedleri yıkıp ovaları su altında bırar karak İspanyol ordusunu durdurdular.

İngiltere’de Papa kraliçeyi aforoz ettikten (1572) ve uyruk­larını da sadakat yemininden âzad ettikten sonra, katolikler Elizabeth’i ortadan kaldırıp onun yerine, İngiltere’de mahpus bulunan Mary Stuart’ı geçirmek için komplolar yapmağa baş­ladılar. Hükümet suikastçilerle yabancı memleketlerden gel­miş olan kilise adamlarını öldürttü. İrlanda’da Kelt dili k o­nuşan yerliler, Rom a Kilisesi’ne sadık kaldılar.

Din baskılarının ve sivil harplerin meydana getirdiği kar­gaşalık, politik sebeplerden katolikler arasmda çıkan anlaş­mazlık ve Almanya’da da Luther ve Calvin taraflısı prensler arasındaki çatışma yüzünden daha çapraşık bir hal aldı. Fran­sa’da Languedoc valisi “birleşmiş katolikler” den mürekkep bir parti kurdu ve bu parti, Calvinist’lerle birleşti. Bunun üze>- rine korkan kral, reformculara öyle elverişli bir ferman verdi ki, bu fermana karşı koymak için, gayretli katolikler bir “Kut­sal Birlik” kurdular, sonunda da bu birlik, krala itaati reddet­ti.

Hollanda’da artık ücret alamamakta olan İspanyol ordusu ayaklandı ve mahallî makamlar 1576 da bütün eyaletlerin ka- tılmasıyle bir Konfederasyon kurdular, bu Konfederasyon da kral adma, ayaklanan askerlerle savaşa tutuştu. Fakat din me­selesi ortaya çıkınca, eyaletler arasındaki anlaşma da bozuldu; Güney’de katolikler arasmda bir birlik kuruldu. Kuzey’de, Pro­testan’lar arasmda kurulan bir “Ebedî Birlik” de İspanya kra-

İmm tahttan indirilmiş olduğrunu ilân etti. Birleşik Eyaletler cumhuriyetini kurdu ve burada da “reform e” mezhep, Devle, tin resmî dini oldu. Yeniden kurulan İspanyol ordusu da bütün Güney eyaletlerine boyun eğdirdi ve bunlar katolik ve İspanya krahnın uyruğu olarak kaldılar. Belçika ile Hollanda’nın ayrıl­malarının mengei budur.

Aynı zamanda Portekiz krah da olan İspanya kralı Filip 1580 de Fransa’daki reformcuları yoketmek için kurulan Bir- lik’in şefleri olan Guise prensleriyle ittifak yaptı. Bunlar Fran­sa kralını esir etmek. Birleşik Eyaletleri geri almak ve Eliza. beth’i tahttan indirmek üzere İngiltere’ye bir ordu çıkartmak için anlaştılar. Fakat “Nâmağlup Armada” adı verilen İspan­yol donanmasının yokedilmesi üzerine, bu ittifak suya düştü.

İspanya krah tarafından tehdit edilen bütün protestanlar bir koalisyon kurdular vc buna İngiltere kraliçesiyle. Reform partialtıin sofi olan ve 1689 dn Frunsa krallığı tahtına çıkan Navarro kı nlı IUî lílrleiílU Eyaletler vc Alman prensleri de gir- dll»r. BUUİn kııynıdılnnnı tükotnıi.'j olan İspanya kralı Filip İn- KİIU (InnI/rlIiMİnlıı İMpıınyol llnuınlanna hücumlarını önliye. Itlftllft'l Kİlıl. IV, IhMul (!(' kolullni bütün Fransa’ya kral olarak kılbtıl nttlrt'iniHİl; lıi'rl yundun Hollanda ordusu da bütün Bir- Itıylk lOyıılttdm' lopralılııtıın kıutunp Güney Eyaletlerinin bir pııl'ÇiiHnıı (lıılıl zııııtiHİonuHU. Savuş, İspanya ile basımları ara- H i n d u k l bir barıij fusılaaı ile kesildi.

Aynı zamanda Almanya’da din savaşları sivil harp haline gelmeğe başlıyordu. Uyuruklan Luther’in mezhebine girmiş olan Bavyera ve Avusturya katolik prensleri, burjuvaları ka- tolikliği kabule zorluyorlar; Luther mezhebinden olan asillere hiç bir memurluk vermiyorlardı. İmparator Rodolf katolik K i­lisesini ıslah için teşebbüslere girişince bütün arazisindeki (Avusturya, Macaristan, Moravya, Bohemya) derebeylerini kaygıya düşürdü. Bunlar ayaklanarak kendi aralarında savunr ma ittifakları kurdular. Protestan prenslerle ittifak halinde ka­lan IV. Henri de tam Almanya’ya savaş açmağa hazırlanıyor­du ki, o sırada katledildi.

Politik harpler. — Din savaşlarının sonuncusu olan harp, Bohemya’da bir ayaklanma ile tekrar başladı ve çok geçmeden politik bir harp halini aldı. Avusturya hanedanının şefi ve çok koyu bir katolik olan Ferdinand İmparator seçilerek Bohemya kralı ilân edildi. Ferdinand’ın, katolikliğin yeniden kurulması tehdidi altında bulunan protestan dininden ve Cek milletinden

M UKAYESELİ TAR İH Î 227

228 AVRU PA M İLLETLERİNİN

uyrukları ayaklandılar ve aynı zamanSa protestan prensler arasındaki Birlikin bagı olan-Rhein Palatin prensini kral ol- ■ ması için davet ettiler. Böylece de “Otuz yıl savağı” bağlamış oldu. İmparatorla katolik prensler Birliğinin ordusu, isyancıla­rın ordusunu yoketti, Bohemya'yı iggral etti, burada mecburi din olarak katolikli&i tekrar yerleştirdi, kral için de mutlak bir iktidar kurdu. Çek asilleri idam edildiler veya sürgüne yol­landılar, yerlerine de İtalyan veya Alman yabancılar getirildi ki bunlar, Viyana sarayına itaate hazır bulunuyorlardı. Zorla katolik dinine döndürülen ve geflerinden yoksun kalan Çek kavmi, yabancı asillerin boyunduruğu altında kaldı; Çek dili de ancak agağı sınıflar tarafından konugulur oldu. Avusturya hanedanının bütün Alman eyaletleri de aynı şekilde katolik Ki­lisesinin ve prensin mutlak iktidarının hükmü altına girdiler. İmparatorun müttefiki olan İspanya kralı Palatin prensine, daha sonra da Birleşik Eyeletlere karşı savaşa girdi.

Hükümetler savaş için her memleketin maceracılarını top. luyorlardı; fakat Hollanda hariç hiçbir hükümetin, askerin aylıklarını ödeyecek, yiyecek ve malzeme depoları idame et­tirecek kadar parası yoktu. Protestan prensler Birliği’nin hizmetinde olan bir çete reisi, askerleri para vermeksizin top­lamak ve onlara memleket halkmm sırtından geçinmek imkâ­nını vermek suretiyle ortaya bir örnek koydu. Bu usul daha büyük ölçüde, Walenstein tarafmdan kullanıldı ve o, İmpara­torun hizmetinde kuvvetli bir ordu toplama işini başardı. Prenslerle şehirleri korkutup bunları İmparatorun mutlak ik­tidarını tanımağa zorlamak için, bu orduyu, savag vermeksi­zin. Almanya’nın her yanında dolaştırdı. Bunda da muvaffak olmuş göründü, bunun üzerine İmparator MeckIenburg pren­sinin topraklarını müsadere edip bunları Wallenstein’a verdi ve 1555 denberi Luther mezhebinden prenslerce mirî emlâk ara­sına sokulmug olan Kilise emlâkini geri aldı.

Fakat bu ameliye, sırf politik amaçlarla Almanya’nın iş­lerine karışan iki yabancı kral tarafından durduruldu. İmpa­ratorun ordusuyla donanmasının Baltık kıyıların yerleşmesini önlemek için, İsveç kralı savaşa girdi. Savaşa giren krala yar­dım etmek yolundaki eski ödevi ileri sürerek topladığı İsveç­li uyruklarından mürekkep bir orduyu da beraberinde getir­mişti. Süvariler en hali vakti yerinde arazi sahiplerinden mey­dana gelmeydi; piyade askerleri ise en yoksul köylüler ara­smdan toplanmıştı. İsveç kralı Almanya’yı baştan baga ge-

çerek İmparatorla Birlik’in ordularını bozguna uğrattı. Fakat kendisi de öldürüldü, bunun üzerine İmparatorun ordusu İs- veslilerle onların müttefikleri olan Alman prenslerinin ordu­larını yoketti.

Bunun üzerine Avusturya hanedanının başka devletler üze­rinde de hakimiyet kurmasını önlemek üzere Fransa kralı i§e karıştı. Bu da kardinal Richelieu’nün şahsi eseri oldu. Kendisi de Kilise erkânından olmasına rağmen kral ailesini, sarayı ve barış istemekte olan halkı dinlemiyerek, iki katolik hükümdara karsı ayrı mezhepten olan iki prensle ittifak yap­maktan çekinmedi. 1635 te bağlamış olan savaş, kendi arzuları hilâfına Kastilya kralının hükmü altına konulan kavimlerin - Batıca Portekizlilerin, Doğuda Katalonyahlarm - ayaklan­masıyla İspanyol hükümetinin felce uğradığı âna kadar sürük­lenip devam etti, ve ancak Richelieu’nün ölümünden sonra, Tuna’dan Kolen Fransız ordusu ilo Almanya *ve Bohemya’dan grelen İsveç ordusu aynı zamnnda Viyana’yı tehdide başlayın­ca Bona ordl.

Almtıhya İçin Biıvas, Vcstfalya Kongresi ile sona erdi. Bu knnırradc Avı-upa Dovlotlcrinin çoğunun temsilcileri toplandı ve koniiro, nılllotlornruHi toplantılar için emsal teşkil etti. Konırro İmparatorluğa has müesseselerden hiçbirini kaldırma­dı ,yalnız İmparatorun Almanya üzerinde gerçek bir otorite icra etmesine yarayacak bütün imkânları yoketti; bu memle­ket, fiiliyatta bağımsız olan çok sayıda araziye bölündü ki bunlardan herbirinin savaş açma ve ittifak yapma yetkisi vardı. İki yabancı kral da bu memlekette arazi kazançları el­de ettiler: İsveç kralı Baltık kıyılarında, Fransa kralı da Al- sas’ta bazı yerleri aldı. İspanya Birleşik Eyaletlerle barış yaptı ve Fransa ile savaşmağa devam etti.

XVI. yüzyıldaki ilk harpler serisi İtalya’yı mahvetmişti, ikinci harpler serisi İspanya ile Belçika’yı ,üçüncü harpler se­risi de Almanya’yı iflâsa sürükledi. O andan itibaren de en re­fahlı Devletler, harplerin dışında kalan İngiltere ile, Belçika’­nın ticaretine konan Birleşik-Eyaletler oldular.

Büyük Britanya ihtilâli. — İkinci harp sona ermezden ön­ce İngiltere ihtilâli patlak vermişti (Buna “Büyük Britanya ihtilâli” demek daha doğru olur). İskoçya kralı Jack Stuart’ın 1603 te İngiltere kralı sıfatiyle tahta çıkması, iki krallığı aynı hükümdarın iktidarı altında birleştirmişti, fakat memlekette biribirinden ayrı iki hükümet ve bilhassa - birisi anglikan,

MUKAYESELİ TAR İH İ 229

230 AVRU PA M İLLETLERİNİN

öteki presbytérien olmak üzere - iki ayn Devlet Kilisesi var­dı. Kralın İngiltere’de XVI. yüzyılda hemen hemen sınırsız olan iktidarı, Parlâmento tarafından tartışma konusu edildi; zira Jack şahsen kararsız bir adamdı ve az saygı görüyordu; bununla beraber, hemen hemen saltanatının devamınca Par­lâmentoyu toplamaksızm hüküm sürmenin yolunu buldu. Onun oğlu olan Charles, Parlâmento ile anlaşma çaresini birkaç defa araştırdıktan sonra on yıl müddetle Parlâmentoyu topla, madı ve mutlak bir hükümdar sıfatiyle saltanat sürdü. Uyruk­ları bu rejimden hoşnud değillerdi, fakat buna son vermek için de hiçbir fiilî çareye sahip bulunmuyorlardı; çünkü ordu ile yargıçlar kralın elindeydi ve grelirleri de barış zamanında kendisine yetiyordu.

Mutlak idareye son veren (sonradan sanıldığı gibi), Ingi- lizler tarafından vergi ödenmek istenmemesi değil; kralın İs- koçya’daki uyruklarına İngiltere Kilisesi usulünce ibadet et. melerini kabul ettirmek istemesi üzerine İskoçya’da başlayan dinî bir ayaklanma oldu. Kral, İskoçya isyancılarına karşı bir ordu toplamak için gerekli malî imkânları elde edebilmek üzere, İngiliz parlâmentosunu topladı, o da kralı, olağanüstü mahkemeyi lâğvederek mutlak iktidardan vazgeçmeğe zorladı. Sonradan, İrlanda katolikleri de ayaklandıkları zaman Parlâ­mento kralın emrine tâbi bir ordu bırakmaktan korkarak, ken­disi bir ordu toplayıp bunun şeflerini de tâyin etti. Derken an­laşmazlık kral ve Anglikan Kilisesi taraftarlanyle Parlâmen. tonun, Iskoçyalılann ve presbytérien Kilisesinin taraftarları arasında bir sivil harp şekline döküldü. Orduların zayıflıkları yüzünden sürüp gitti ve kralla Anglikan kilisesinin yenilmesi ile sona erdi. İngiltere bir Parlâmentonun iktidarında kaldı ki bunun çoğunluğu, Iskoçyalılann yardımını elde edebilmek üzere, İskoçya presbytérien Kilisesinin rejimini kabul etmiş bulunmaktaydı.

PoUtik rejimlerin değism-esi. — Avrupa’nın üç büyük böl­gesinde Devletlerin politik rejimleri çeşitli yönlerde değişmeğe devam ediyordu.

Batıdaki üç monarşide kral, saygı gören bir gelenek gere­ğince yerleşmiş bulunan eski iktidarları yani büyük derebey­lerini ,yüksek rütbeli ruhanileri ve şehir kurullarını kaldırma­mıştı; fakat kendi iktidarı da, şahsi iradesini'hepsine zorhya- cak şekilde, epiy kuvvetlenmişti. İspanya’da mutlak otorite XVI. yüzyılda ilkin Kastilya’da - ki burada Cortes’ler sadece

bir merasimden ibaret kaldı sonra da Aragon krallığında yerleşti. Portekiz krallığı da bağımsızlığını elde ettiği zaman burada kralm otoritesi mutlak bir hal aldı.

İngriltere’de XV. yüzyılın sonundan itibaren kral ailesinin iki rakip kolu arasmda patlak veren ve armalarında birer gül bulunduğu için adına “Çifte Güller Savaşı” denen sivil harp sonunda hemen hemen bütün derebey aileleri (lordular) yokolduğundan, kral fırsattan istifade ile bunların toprakları­na elkoymuş ve çok daha uysal olan yeni bir asiller sınıfı kurmuştu; sonra da manastırların lâğvmdan faydalanarak bunların malını, mülkünü müsadere etmişti. Bunun üzerine kral, Parlâmentoyu kaldırmaksızın hâkim bir şekilde hükü­met etmek yolunu buldu; Parlâmentoyu seyrek olarak toplu­yor, ona da kralî kararlara resmiyet vermekten başka bir iş bırakmıyordu. Stuart hanedanının kralları, daha az saygı grörmekle horabor, İstedikleri zaman Parlâmento olmaksızın da hUküm yürüttüler.

XVI. yUy.yıld.ı KrıuiBa kralı krallığın bütün prenslerinin topraklannı Uuııdl aııızl.slne katmak işini sona erdirdi. Artık (irimin hlvbir dıırnbeyl İktidarı kalmadı; adlarma “büyükler” ıİPlıtMi kİKİh'r mıdiico kralm hısımları (onunla aynı kandan olan ııri'liMUM ) yuhut da kralın lûtfu sayesinde rütbeleri yük- Moltllnıly büyük erkândı. Kral şahsen emir verdiği her seferin­de mutlak bir iktidar icra ediyordu. I. François “çünkü keyfi­miz böyle istemektedir” (irademiz bu merkezdedir) formülü ile son bulan bir ferman şekli altmda kanun yapmaktaydı. Kral ancak sözünü geçiremiyecek kadar küçük yaşta veya zayıf iradeli olduğu zamandır ki, büyükler ona karşı durabildiler. Fakat kralın istediği anda da otorite daima yeniden kuruldu.

Hükümdarların yaşayış tarzı değişiyordu. Krallar artık savaş şefi olmaktan çıkmışlar, ordularına şahsen kendileri ku­manda etmiyorlardı; krallıkları içinde gezip dolaşmıyorlar, bir sarayda yaşamağı âdet edinmeğe başlıyorlardı. İngiltere’de kral itaat görm ek için hiçbir zaman kendini göstermek ihtiyacın­da olmadığından, değişiklik burada tabii bir şekilde olup bit­mişti.

İ.'spanya’da II. Filip kendine aynı zamanda bir şato ve bir manastır olan, Escorial adlı bir saray yaptırdı ve memleketi, çalışma odasından idare etti: Yazılı raporları getirtip okutu­yor, bunların üzerlerine de kendi kararlarını kaydediyordu. Hattâ haleflei'i devlet idaresinden de vazgeçtiler ve işleri bir

M UKAYESELİ TA R İH İ 231

232 AVRU PA M İLLETLERİNİN

gözdelerine (prwado) bn-aktılar. Bu gözde alelâde bir asildi ama kralm lûtfu ile büyük derebeyi olmuştu ve onun adına bütün iktidarı kullanmaktaydı. Fransa’da ilkin kardinal R ic­helieu, sonra kardinal Mazarin bütün iktidan "birinci” veya “bas bakan” unvanı ile kullandılar. İngiltere’de I. Jack veI. Charles’in gözdeleri de kralın yerine hükümet sürmeği de­nediler.

Bu yeni âdet, otorite anlayışında derin bir değişiklik oldu, ğunu göstermekteydi. Artık otorite, bir savaş sefi tarafından verilmiş şahsi emir sayılmıyordu; bir Devletreisinin görevi­nin yetkisi haline gelmiş bulunmaktaydı. Bu bir mücerret ik. tidardı ki, devlet reisinin şahsından aynlabilir ve onun dilediği gibi seçeceği bir kimseye bahsedilebilirdi. Değişiklik sonra­dan yalnız Fransa’da oldu. Büyükler, yalnız kralm şahsına itaate borçlu olduklarını söyliyerek, kralın temsilcileri olan Richelieu ile Mazarin’e karşı koydular.

Bir tek şefin otoritesinin kaybolmuş bulunduğu Orta A v. rupa çok büyük sayıda otoriteler, yemi arazi prensleri yahut şehir hükümetleri arasında parçalanmış olarak kalmaktaydı. Almanya’da ise sadece görünürde müşterek bir hükümet, ya­ni prenslerle şehirlerin meclisleri olan Diyet, İmparatorluk mahkemesi ve “ İmparatorluk barışı” vardı. İspanya ile Hol­landa’daki Devletleri kendisine gerçek bir kudret verdiği' İçin, Charles Quint bir hükümdar gibi davranabilmişti; kendi adı­nı taşıyan bir Ceza Kanunu çıkardı ve bu, bütün İmparator, lukta uygulandı; fakat kendisinden sonra gelen halefleri söz­lerini ancak Avusturya hanedanının kendi topraklarında geçi­rebildiler. İtalya’da olduğu gibi Almanya’da da gerçek kamu otoritesi artık toprağın sahip ve hâkimine ait bulunmaktaydı. Bu küçük Devletlerden birkaçı, irs yoluyla iş başına gelen im­tiyazlılar topluluklarının idare ettikleri cumhuriyetlerdi. Her tarafta otorite sınırsızdı ve mutlak hale gelmek eğilimini gös. teriyordu.

İki cumhuriyet İmparatorluktan ayrılarak ebedi Konfe- derasyon’lar halinde teşkilâtlanmışlardı. Dağınık haldeki kü­çük egemen cumhuriyetlerle müttefiklerinden ve bunlann uy­ruklarından meydana gelme “13 Kanton” cumhuriyeti, yaban­cı krallara ücretle İsviçre piyade alayları verdiği için XV. yüz. yılm sonunda kudretli bir hal almıştı; fakat iki ayrı dine men­sup kantonlar arasındaki devamlı çekişme yüzünden, XVI. yüzyılın ortasından önce felce uğradı. - Birleşik Eyaletler

IJ' i

Konfederasyonu ise herbiri ayrı şekilde idare edilen 7 egemen eyaletten meydana gelmekteydi. Bunlann en kudretlisi olan Hollanda’nın kendfsi de başlıca burjuva aileler tarafından idare edilen 18 bağımsız şehirden müteşekkil bir federasyon­du. Her eyaletin, eski Stathouder (kral vekili) unvanını taşıyan valisi vardı; fakat bu vali, Orange - Nassau hanedanına menf- sup bir prensti ve 5, bazen 6 eyaleti aynı kim se idare etmek­teydi. Konfederasyon bütün eyaletlerin temsilcilerinin bulun­duğu genel bir meclisle bir de ordu başkumandanına sahip bulunmaktaydı.

XV. yüzyılda Danimarka kralının saltanatı altında birleş­miş olan İskandinav Devletleri, ayrılmışlardı. İsveç millî bir ayaklanma ile mahallî yeni bir hanedanın hükmü altında ba­ğımsız Devlet haline gelmiş (1521), bu Devlet Lutherci bir K i­lise kurarak rühbana alt topraklan müsadere etmişti. Kato­likliği kabul odip Polonya krah olan bir krala karşı başlayan Luthorol bir inyan da bu memleketi XVII. yüzyılda aristokra­tik bir ıt;onar(|i haline soktu ve burada iktidar, kralla Devletin yUkıınk oi'kfl.nından müteşekkil bir Senato ve asillerin hâkim bulundukları 4 Devletin meclisi arasında bölündü.

nofru Avrupa’daki üç krallıkta, Bohemya, Macaristan ve Polonya’da yabancı asıllı krallar asillerin iktidannı tanımak zorunda olduklarından, kralın otoritesi zayıf olarak kalmıştı. Bohemya’daki isyanın bastırılmasından Sonra bu iktidar yine mutlak hale geldi. - Macaristan’ın hemen tamamı Osmanlı Sultanının hükmü altındaydı: Sultan derebeylerine kendi top­raklarındaki insanları idare ve dinlerini seçme hakkını vermiş­ti. Kral burada ancak Avusturya’ya bitişik dar bir bölge ile Kuzeyde Slovakya, Güneyde Hırvatistan olmak üzere, Islâv- larla meskûn iki mülhakatı muhafaza ediyordu. O kadar âcizdi ki .memleketi kaydı hayat şartiyle tayin ettiği erkân ve rica­le idare ettiriyordu. - Polonya’da XVI. yüzyılda kralın seçimle tahta çıkmasını kabul zorunda kalmış olan kral, bu memle­kette daha da zayıftı; yalnız asillerin mebuslarından müte­şekkil meclisin ittifak halindeki rızasıyle vergi ve asker top- hyabiliyordu.

O sırada din farkı yüzünden Avrupa’dan ayrı olan Rusya, bir sıra krizler geçirmekteydi. Moskova büyük prensi, bütün öteki Rus prenslerinin topraklarını hükmü altına almak işini sona erdirmiş, Tatar banma karşı bağımsız hale gelmişti. Çok geniş, fakat pek az nüfuslu olan arazisi Kuzeyde Litvanyalı-

m u k a y e s e l i T A R iH l 233

234 AVRU PA M İLLETLERİNİN

iar, Doğuda Tatarlar olmak üzere, savaşçı komşulara karşı, korunulmak ihtiyacmdaydı. “Müthiş” adıyla anılan İvan 154İ den itibaren İmparator anlamına gelen Var unvanını aldı. Başka hiçbir Rus prensi kalmıyalıdanberi, İvan’m kudreti sı­nırsız hale gelmişti. Kendisine bütün topraklann hâkimi gö­züyle bakıyor ve köyleri, hizmetleri karşılığında savaşçılara veriyordu. Büyük arazi sahipleri olan Boyar’lara karşı müca­deleye g-irişti ve kendi taraftarlarım bir muhafız kıtası halin­de teşkilâtlıyarak bunu, ihanetinden şüphe ettiği öteki uyruk­lan öldürtmek için kullandı; böylece de Boyar’larm toprakla­rını müsadere imkânını elde etmiş oldu. Novgorod ve Pskov cumhuriyet-şehirlerinin hükümetini yokedip^bu şehirler halkını zorla kendi başkenti olan Moskova’ya götürdü.

Fakat Rurik prens hanedanının soyu kuruyunca iktidar, hak iddia eden birkaç kişi arasmda mücadele konusu oldu ve Rusya bir kargraşahk devresi geçirdi. Komşuları olan İsveç­lilerle PolonyalIlar da bundan faydalanarak ordulan ile işe müdahale ettiler. Kendilerine mezhep ayrılıkçısı gözüyle bakı­lan bu yabancıların hâkimiyeti, Rus ortodoks duygularının galeyanına sebep oldu. Moskova patriğinin idare ettiği erkân ve ricalden müteşekkil bir meclis, Çar olarak patriğin bir hısımını seçti, o da Rom anof imparatorluk hanedanını kurdu.XVII. yüzyılda iktidar. Devlet reisi olan Çar’la Kilise reisi olan patrik tarafından, bilhassa malî kaynaklar sağlamakla görevli büroların (prika:^) yardımıyla müştereken icra edildi. Çar’m, (adma ükaz denen) emirnameleri kanun hükmünü haizdi.

H üküm et usulleri. — Devletin idaresi için kralın resmi yardımcısı yine onun meclis’ i idi ve bu meclis, hükümdar tar rafından belirsiz bir kurala göre seçiliyordu; fakat töreye göre hükümdar meclise kral ailesi mensuplarıyle yüksek memuri­yetlerdeki şahsiyetleri de sokmak zorundaydı. Bu da İngilizle- rin “has meclis” (Privy Coımcil) ve Fransızların “K ıal M ec­lisi” Usulü idi ki İspanya’da çeşitli krallıkların meclisleri için ve Almanya ile İtalya’daki prenslerce de aynı usul takibedildi. Fakat büyük monarşilerde kral bu resmi meclise sırf şekil ha>- kımından danışmak temayülündeydi ve kararlarını vermek için, kendi güvendiği adamlara akıl danışmağı tercih ediyor­du. Bunlar bilhassa hükümetin gizli yazılarını yazmakta kul­lanılan adamlardı ki, görevleri dolayısiyle işlerin gidişinden daima haberli bulunuyorlardı. İlkin İspanya’da, sonra Fransa

ve İngiltere’de D evlet sekreteri adını aldılar ve bakanlar için bu unvan, daha sonra da muhafaza edildi. Daha az kuvvetli olan (İsveç, Polonya, Macaristan gibi) krallıklarda meclis sa­dece yüksek memuriyetlerin bağında bulunan şahsiyetlerden müteşekkil olarak kaldı; iktidarı kralla paylaştı ve kralın re*- şid olmadığı zamanlar bunu yalnız başına kullandı. Rusya’da dahi XVII. yüzyılda, büyük derebeylerinden müteşekkil bir meclis kuruldu ki buna, boyar’lar meclisi (Duma) adı verildi.

Uyruklar üzerindeki otorite ise bilhassa, henüz polisle bir­leşik halde bulunan, adalet cihazı tarafından icra olunmakta berdevamdı. Hukuk ve cinayet dâvalarına bakmakla görevli mahkemeler hemen hemen bütün Devletlerde, hukuk tahsili yapmış olması gereken meslek yargıçlarından müteşekkildi­ler. İngiltere, dâvaları, hiçbir öğrenim yapmaksızın ve ücretsiz olarak hizmet odcn erkân vo cfirafa gördürme âdetini muha. fa/.ayn dcvnnı ('diyordu. Bunlar (l)ütün İngiltere’de 1580 yı - hnılıı Miıyılıın I.7ÎIR olnıı) miV/i ıjıırpıçlıı.n İdi ki, “ sulh vç sükû­nu" yıiMİ (ntl/.nıııı l<lıını« İçlıv bütün tedbirleri almakla görev- llydlli'i-. Hlııılııi' (Iftvıılıııı (;ııbucıık görüyorlar, hattâ aşağı ta. Imknılıın lıiNiınInrı ölllmr dııhl nıatıkûm ediveriyorlardı. Mun- İM/Hlıı İlil' lıııyni mIIicm İMHimlnılıı ilgili dâvalar kralın gezici lılf yıti'MKMtıiM lıııtjknnlıA'iiKİııUi rikaı/et 'mahkemesinde görül- fi'Uloydl. liu ıııııhk(!iııcy(', İmli vakti yerinde olup olaylar hak­kında cevap vornıokle görevli on iki kişiden mürekkep bir jilri yardım ediyor, yargıç da kanuna göre hükmünü veriyor­du. Yalnız Polonya ve Macaristan’da yargıçlar bölgenin bü­tün asillerinden mürekkep meclisçe seçilmekteydiler.

Hükümet adalet mekanizmasını, siyasi basımlarından kur­tulmak için de kullanıyordu. Bu gibileri ,mahkûmiyeti kolay­laştıracak şekilde, nizami usullerin dışında iş gören olağan, üstü bir mahkemeye yargılatıyordu. İngiltere’de bu, “Yıldızlı oda”da toplanan hükümet Meclisi (Privy Council) idi. Fran­sa’da da bu işi hükümet tarafından bilhassa seçilen üyelerden müteşekkil özel komisyonlar gördüler. Ispanya’da ve Alman prenslerinin topraklarında da buna benzer bir usul kullanıl­maktaydı.

Ülkelerinin her yanmda emirlerini yerine getirtmek ve uyruklarının yapıp ettiklerinden bilgi sahibi olmak için. Or­taçağ hükümetleri daimî bir takım memuriyetler ihdas edip bunlann başında olanlara geniş yetki vermişlerdi (ki bu gibi, ler Lâtin kökünden gelme baiUi adı altında anılmaktaydılar).

M UKAYESELİ TARİH İ 235

238 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Bu ilkel usıfl İspanya’da corregridor (Islah ve tedip edici) adı altında ve aynca İskandinav krallıklarıyle Alman prenslerir nin arazisinde devam etmekteydi. Prensin memuru adalet işinde ya kanun adamlarından, ya da yerli halktan yardım grö- rüyordu. Hükümetler, yavag yavaş görevleri, vasıfları bakit- mından ayırmağa ve bunları ayrı ayrı memurlara vermeğe başladılar. Askerî kıtalara memur askerî "valilikler” , savaş adamları ile haydutlar tarafından işlenen cinayetler için özel yargıçlıklar, orduların ihtiyacına gözkulak olmak ve malî iş­lerle uğraşmak için de özel makamlar ihdas ettiler.

Hizmetlerin ayrılması işi en çok Fransa’da ileriye götü­rüldü; fakat bu, Avrupa’da tek olarak kalan bir rejime göre yapıldı. Kral memuriyetleri birer makam (o ffice) haline ge­tirdi, bunlan alenen satmağa başladı. Sonra para tedariki için yeni yeni makamlar ihdas edip bunlan da satışa çıkardı. Alı­cı, bu makamları ömrü boyunca muhafaza etmek hakkım da edinmiş bulunuyordu; sonradan onun bu makamı başkasına satması veya miras yoluyla bırakması da âdet oldu. Alıcılar memleketin burjuvaları idi ve memuriyetlerini, bulundukları yerlerde icra ediyorlardı. Hükümet artık emirlerini tamamen yerine getirmek bakımından olsun, memleket halkının hal ve gidişini haber vermek bakımından olsun, resmî memurlara gü­venemez olmuştu; zira bunlar kendilerini bağımsız hisset­mekteydiler. Bunun üzerine hükümet, yalnız istendiği zaman geri alınan bir yetki ile mücehhez memurluklar ihdas etmek zo­runda kaldı ki bunlar, öteki makamlann başında bulunanları gözetlemek, hattâ gerekirse onların yerini almakla vazifeliy­diler. Bunlar "adalet, zabıta ve maliye müfettişleri” idiler ve kral adına bütün yetkileri kullanıyorlardı.

Devletin boyuna artmakta olan masraflarını karşılamak için, hükümetler sonunda vergileri daimî hale soktular. Fakat memleketlerin çoğunda şekil bakımından bunlan yine meclis­lere kabul ettirdiler. XVI. yüzyıldan itibaren vergiler yetiş­mediğinden, hükümetler çok değişik usullere başvurdular; İn­giltere’de bazı eşyanın imâl veya satışı için tekeller kuruldu; FrEinsa’da ise geniş ölçüde makam ve memuriyet satışı yapıldı. Hükümetler bilhassa istikrazlar yapıp, kendilerine ödünç pa­ra verenlere garanti olarak Devletin bazı gelirlerini tahsil et­me hakkını bahşettiler. Fransa’da kral, belediyenin tahsilâtı üzerinden daimi gelirler ihdas etti k i bu, düyunu umumiyenin başlangıcı oldu. İmparatorla İspanya kralı Alman veya Cene-

vizll bankerlerden ödünç paralar aldılar ve sonunda bunları geri vermediler.

R eform ’dan sonra bütün Devletler kendi topraklarında Kilise teşkilâtını nizamlamak ihtiyacını hissettiler. Krallarla prensler Papa ile konkordatolar yaptılar ve bunlar gereğince Papa fiiliyatta onlara yüksek rütbeli ruhanileri seçme yetki­sini verdi ama onlara unvanlarını bahşetmek ve rühban üze­rinden bazı vergiler almak hakkını muhafaza etti. Protestan prensler ise ibadet ve disiplin işini canlarının istediği gibi nir zamladılar.

Yalnız bir tek dine müsaade edilen memleketlerde (Güney ülkelerinde katolik romen Kilisesi, İskandinav krallıklarında da evamgeliaue Kilise), bütün uyruklar. Ortaçağda olduğu gi­bi, krallanm nki ile aynı dinde olmak zorundaydılar. - Hükü­metin ayrı bir dini kabut ettiği veya buna müsamaha göster­d iğ i Dovlotlor yonl bir ıcjim k u ı ııiîik ihtiyacını duydular. İn- gUtero'tlo, İH koçya ’da, H irleıjlk - Eynliitlerde, Almanya’nın pro- tuNlıuı topraklarııulu yahuz Devlet liilisesinin aleni dinini uy- Kulaınui^u İzin vardı; fa k at, çoğu zaman resmi makamların da ItÜK yumınamyitı ,ylııo katolik dinini uygulayanlar bulundu. D«tv!tı( p o litik «ebeplor dolayısiyle, zaman zaman bil-ImMNiı k a to lik papazlarla cizvitlere karşı, baskı tedbirleri kul­lan ıyord u .

Birkaç dinin birden aleni olarak icrası keyfiyeti resmen Polonya’da 1572 den itibaren üç mezhep için (katolik, evan- gĞliqufe, reform cu) kabul edildi. Hükümdarın Osmanh Sultanı olduğu Macaristan’da, Macar derebeyleıl Calvinist, Alman ko­lonları Lütherci Kiliseler kurdular; hattâ İmparator - Kral, kendine tâbi olarak kalan kısımda aynı rejimin uygulanmasına göz yummak zorunda kaldı. Transilvanya dördüncü bir mez­hep bile kabul etti ki bu, {Teslis’i reddeden) Tekçi (vahdani) bir Kilise oldu; fakat bu mezhep, bütün Avrupa Devletlerinde şiddetle yasak edildi. Fransa olağanüstü bir rejim kurmuştu. Kral, Reform cu Kiliseye mensup uyruklarına “vicdan hürri­yeti” bahsetmişti ki bu, onların mezhep ayrılıkçısı olarak ko­vuşturmaya uğramalarını önlüyordu, ayrıca da kral bunlara sosyal durumlarına uygun bir din serbestisi vermişti ki bu da derebeyleri ,alelâde asiller ve halk yığını için başka başkaydı.

Ordu. — Ordu ateşli silâhların teknik terakkisinden zi­yade yeni bir teşkilâtla değişti; çünkü bütün savaşlar kesici silâhlarla »onuca bağlanmağa devam ediyorlardı. Mızrakla hü­

M UKAYESELİ TAR İH İ 237

238 AVRU PA M İLLETLERİNİN

cum eden eski tertip süvariler, XVII, yüzyılın ortasına kadar kaldılar; fakat XVI. yüzyılda bir de hafif süvari (Alman Reiteı-’leri) meydana çıkmıştı, kılıçla ve birkaç tabanca ile silâhlı olan bu sınıf, yalnız birkaç sıra üzerinde ve bölükler halinde savaşıyordu; bir de karabinaltlar vardı ki, bunlar ateşli bir silâhla mücehhezdiler.

X VI. yüzyılda piyade, İsviçre modeli üzerine teşkilâtlan­mış olarak kaldı ve bu. Alman Icmdsknechte’ieri tarafından taklid edildi. Piyade (kırk sıraya kadar varan) ve uzun m ı^ raklarla silâhlı bulunan çok derin bir yığın halinde teşkil- leniyordu, fakat ancak savaş meydanında iş görebilmekteydi. Bunlara ilkin çakmaklı tüfeklerle silâhlanmış ve kıtanın ka- nadlarında savaşan tüfekçilet-, sonra da fitilli tüfeklerle si­lâhlanmış ve silâhlarının (mousquet) fitilleri daima yanık du­ran silâhşorlar (mousquetaire) ilâve^ edildi; bunlar da mızrak­lıların arasına karışarak savaşıyorlardı.

Asıl kesin ilerleme o yüzyılın sonunda Hollanda ile Fries- land Stathouder’ leri tarafındçm gerçekleştirildi: Bunlar savaş sanatını Eskiçağ kitaplarında incelemişlerdi. Gerek mızrak, gerekse fitilli tüfek veya kılıçla silâhlanmış piyadeler daha küçük birliklere bölündüler. Bunlar arasında birkaç subayı (yüzbaşı, teğmen, bayraktar) ve kumandanlar daha çabuk yollanabiliyordu. Askerler şehirlerde veya karargâhlarda ba­rındırılıyorlar ve metodlu talimlerle yetiştirilerek düzgün yü­rümeği, hep birden hareketler yapmağı öğreniyorlardı. Öunlar, Romalıların örneğine uygun olarak, toprak kazmağa da alıştı­rıldılar (Oysşı ki o devrin askerleri, mesleklerine yakışmaz di­ye toprak kazmağı reddediyorlardı) ve tahkimli mevkileri ku­şatmağa elverişli hale geldiler (Hollanda ordularının başardık­ları başlıca hareket de bu idi). Hükümet bu askerlere silâh, teçhizat, yiyecek verdiğinden, bunlar artık bulundukları mem­leketin sırtından geçinmiyorlar ve yağma yapmak! için da­ğılmıyorlardı. O devirde askerin ücretini muntazam ödeyen tek hükümet olan Hollanda, askerlikten muntazam bir talim devresiyle muntazam bir hizmet istiyebilecek durumda olan tek Devletti.

Hükümdarlar, hattâ Fransa ve İspanya krallan dahi, ba­rış devrinde alay halinde teşkillenmiş mızraklı veya tüfekli piyadeler alıkoyuyorlardı. - Rusya Çarı da A vrupayı örnek alarak ateşli silâhlarla mücehhez meslek askerlerinden meyda­na gelme ve adına Strelüz (avcı askeri) denen bir piyade sı­

nıfı kurdu.Piyadelerin nisbeti Eizaldığı ölçüde, askerlik sanatı da Otuz

yıl savaşının son seneleriyle İngiltere sivil harbi sırasında ge­riledi. Memleketi yağma ederek daha kolay yiyecek bulma im­kânına sahip olduğundan ve atlı hizmet için daha kolay gö­nüllü bulunduğundan, süvari yine başlıca silâhlı sınıf haline geldi.

Diplomasi. — İtalya cumhuriyetleri (ilkin de Venedik’le Floransa) XV. yüzyılda başka hükümetlerle olan münasebet­lerle grörevli bir memur sınıfı ihdas etmişlerdi. Bu örnek XVI. yüzyılda en kuvvetli hükümdarlar olan İmparator, İngiltere kralı ve daha sonra Fransa kralı tarafmdan taklid edildi. Herbiri ötekinin sarayına derebeyi veya yüksek rütbeli bir ruhani olan, adına da İtalyancadan gelme olarak ambassai- deur (şimdiki büyükelçi, sefir) denen bir şahsiyet gönderdi: Resmi münasebetleri İdame ile görevli olan bu adamın vazife­si, baijlanKiçta koçİcI oldu. XVII. yüzyılda bunların sayısı art­tı vo hor lıükUındııi’, yabııııcı Devletlerin çoğunda daimî olarak oturan bir tıUyUkolçlyi^ sahip oldu. Diplomasi henüz bir meslek halino trdlnıi'iıılu olduğundan, bu memuriyette olanlar da mun- tnirıını bir ııylık ıılımyorlardı.

Ylno İtalyanlar örnek tutularak XVI. yüzyılda adına dip- lıımıtH (Imen, devletler arasındaki münasebet usulleri kurul­du; hükümetler elçiye şu veya bu konuda nasıl davranacağına dair talimat yolladılar; elçi de hükümetine siyasi tahrirat ve raporlar göndermeğe, yazdıklarını gizli tutmak için şifre kul- lanmağa başladı. İtalyanlar bu yeni çeşit münasebetlere İtal­yan terbiyesinin âdetlerini de soktular; diplomasi, hoşa gitr miyen gerçekleri dostane şekiller altında değiştirerek ya­bancı hükümetlerin onurlarını ve itibarlarını koruyan sanat haline geldi.

XVI. yüzyılda Machiavelli (Makyavel) adında bir İtalyan, devletler arasındaki münasebetler üzerinde, sonradan “Mak­yavelizm” adı altmda ün salan teorisini izah etmişti. Ortaçağ’- daki eğitim, prenslere birbirlerine karşı hristiyan ahlâkının kurallarını takibetmek emrini veriyordu. Devrinin usullerini inceliyen Makyavel, prenslerin başkalarıyle olan münasebet­lerinde kendi menfaatleri dışında hiçbir kural tanımadıkları­nı ve sadece bagkalarmın zararına zengin olmak, toprak ve şan, geref edinmek çarelerini araştırdıklarını gördü. Bundan da şöyle bir sonuca varıyordu: Başarıya götürmek şartiyle sa-

M UKAYESELİ TA R İH İ 239

240 M UKAYESELİ TAR İH İ

vag, gaddarlık, kurnazlık gribi bütün vasıtalar meşrudu. . Hü­kümdarın mutlak hakkı üzerine kurulmuş olan Makyavelizm böylece ,mutlakiyetin dış politikaya uygulanışını da gerçekleş- tirmiş bulunmaktaydı. Hükümetler nezdinde uzun zaman re­vaçta kaldı ve XVIII. yüzyıla kadar da diplomatların öteden- beri başvurdukları usul oldu.

V ■

X VI. YÜZYILDAN XVII. Y Ü Z Y I L I I nT ORTASINA K AD AR TOPI.UM

Nufus. — Doğu Avrupa’nın hemen hesmen ıssız bölgeleri hariç olmak üzere, bu devrede nufus pek fazla artmıga benze­memektedir. Ispanya’da X VI. yüzyılın sonunda, Almanya’da da XVII. yüzyılda, savaş sırasında, nufus yzaldı. Harpten ızh tırap çeken memleketler şehirleriyle zenginlikleri artan menı- leketlor #ohirlerl aniBindakl nl.sbet deft-iijti. Bu »on memleket- lordon biIhauHii Hollanda’da XVII. yüzyılda ijühirlerin nufusu, o zamanlar p#1 aürUlnKMiıl.'j olun 2/‘.i nisbetine çıktı. Parifi, Avıupa'nın on bilyUk si'l'i'i olarak kalmaktaydı.

Ketiflnrh» pikini. Avrupa’da hayat, Amerika’da ve Uzak- doftu'tlu yapıltın ktitjlflorin sonuçlarına tâbi oluyordu. Bu ke- Vlflıırl yııpmıij olan denizciler uzak diyarların (kıymetli taglar, Ipııklilor, blbor, tarçın gibi) ürünleriyle bilhassa (karanfil, hindcovizi, zencefil gibi) baharatı daha ucuz bir gekilde elde etme çarelerini araştırıyorlardı. Avrupa gemileri bu gibi şey­leri, çok pahalıya satılmakta oldukları Mısır’a gidip almak­taydılar.

Portekizliler A frika kıyısı boyunca ilerledikten sonra A f­rika’yı Güneyden dolaşarak Hindistan’a ulaşmağa çalışıyor­lardı. K ristof Koiomb adında bir Cenevizli, o sırada bir deniz Devleti olan Kastilya’nm kraliçesine, arz küre.sinin Batısından dolaşarak HindistaJi’a gitmeği teklif etti (1). Antil adalarım, sonra da Güney Amerikanın bir parçasını keşfetti ve ömrünün sonuna kadar burasını Hindistan sandı. Bu yüzden ora yerli­lerine verilen “Indiens - hintlilor” adı ile Amerika’ya verilen “ Batı Hindistanı” adı Öylece kaldı. Bu tesadüf yüzünden de, denizciliğe yabancı bir millet olan Kastilya’lılar Amerika'nm

XIII

(1) Koiomb, ars küresinin eb’aclı hakkında çok büyük bir yanhs yaparak luıg%rladıö% hu tasarıyı ilkin Portekiz kralına teklif etmiş, o da bunu hakh olarak rsddetm,vjti.

F. 16

242 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

en büyük kısmını fethedip sömürgeleştirdiler ve buranın dili de Kastilce olarak kaldı.

Hindistan’ın Afrika’nın Güneyinden geçmekte olan tabii yolu, Portekiz kralı hesabına yola gıkmış olan sefer heyeti tarafından kullanıldı. Kolom b’un keşfinden ancak sekiz yıl sonra, bir fırtına yüzünden yolunu şaşırıp Güney Amerika’ya kadar sürüklenen ikinci Portekiz sefer heyeti, 1500 de Brezil­yayı ele g-eçirdi; burası bir Portekiz sömürgesi oldu vo dili Portekizce olarak kaldı.

Bu keşifler AvrupalIlara arzın Avrupa’ya göre daha çok, daha geniş ve çok daha kalabalık olan parçalarını tanıttı ve onların arzın eb’adı ile kavimler arasındaki fark üzerindeki düşüncelerini altüst etti. -Yine bu keşifler büyük deniz yol­larının yer değiştirmesine sebep oldular ve bu yollar Akdeniz’­den Okyanus'a, İtalya’dan Portekiz’e, sonra da Hollanda’ya geçtiler. . Keşifler AvrupalIların ellerindeki altun ve gümüş miktarını g'eniş ölçüde arttırdılar.

Zirai ve stnai istihsal. — İstihsal hem teknik ilerlemele­rin, hem de Avrupa dışında yeni memleketlerin açılması dolar yısiyle, artıyordu.

Tarım, tarlaların üç yılda bir nadasla dinlendirilmesi ge­leneği yüzünden yerinde saymaktaydı. Bunun içindir ki XVI. yüzyılda, bilhassa merkezdeki birçok büyük İngiliz arazi sa­hipleri, hükümetten topraklarını çitlerle çevirip koyunlar iğin otlak haline sokmak üzere izin almışlardı, zira o sıralarda yün, en iyi satılan bir meta halindeydi. Nizamların dışında kalan ve sınaî ekimlerin başlamış bulunduğu İtalya, Belçika gibi hür memleketler, savaşlar yüzünden yoksul düşmüşlerdi. Asıl kesin ilerleme Hollanda’da meydana geldi ve bundan da mo­dern tarım doğdu. Deniz kıyılarındaki su basmış toprakları kurutmağa alışmış olan HollandalIlar, nemli toprakların su­yunu akıtıp bunları tarıma elverişli hale getirmek usulünü keşfettiler. Tarlaları dinlendirme usulünü de, yem bitkileri dikerek ,değiştirdiler, bu da nadas usulünün kaldırılmasını mümkün hale soktu (XIV. bölüme bk.). Ayrıca HollandalIlar meyve ağaçlarının hattâ çiçeklerin dahi metodlu bir şekilde dikilmesi bakımından herkese örnek oldular. Bu tarım şekli oldukça önem kazandı ve 1638 de bu yüzden, lâle soğanları üze­rinde bir spekülâsyon krizine dahi sebep oldu.

Am erika’dan gelen yeni bitkiler Avrupa’ya girmeğe baş­ladılar. Patates daha X VI. yüzyılın sonunda bilinmekteydi;

fakat çok yavaş olarak kullanılmağa başlandı. Adına Ameri­ka’da “Hind buğdayı” , Avrupa’da “Türk buğdayı” denen mısır, Güney-Doğunun yazları sıcak geçen memleketlerinde yetişti­rilmeğe bağlandı.

Endüstri de birçok memleketlerde ilerlemeler kaydediyor­du. X V L yüzyılda herkes kafasını isletip rasyonel araştırma usulleri ile gizli ilimleri, yıldızlar ilmini, büyücülüğü, simya ilmini karma-karıgık bir halde kullanarak tabiatın sırlarını keşfetmeğe çalıştı. Bu, hem şarlatan altun imalcilerinin, fa­kat aynı zamanda da suyun ve sıcaklığın kuvvetini kullana­rak elde edilen faydalı icatların yapıldığı devir oldu. Bir de­ğirmen çarkını döndüren çağlayan madeni işlemek, kesmek, parçalamak, delmek, dövmek, demir tel haline sokmak için kullanıldı. Çok yüksek sıcaklık neşreden yüksek fyrın’m icadı, demir cevherini dııha cıjlt bir şekilde eritmek imkânını verdi. Böyleco oldo odllon font (yuni oıiiihnl.'j demir) sayesinde, yo- ftunluA:u daha luuııtıı/ııın olan bli' ınudde meydana geldi ve de- Iillrclltıi' l)unu «Ivl, at nalı, nlât-cdcvııt yapmak, top imâlcileri du (jok İİM.İ1II hllylllt çapla toplar dökmek için kullandılar. - KlllıyH nlaıııiKİalıl bir luıiu.’j, yani cıvanın gümüşle birleştiril- mB»l, XVI. yüzyılın ()i'ta..sındıı< Peru ve Meksika’da bulunan uUınltH ıııadotılorInİM cevherlerini daha çabuk ve daha ucuz hir Uükllde lıjlenıek İmkânını verdi; tam o sıralarda da Alman, ya vo Macaristan’daki madenler tükenmeğe başlamış bulunu­yordu. Böylelikle hem alât ve edevat için kullanılan demir, hem de para için kullanılan gümüş çoğalıp bollaşmağa başla­mıştı. Pedallı çıkrık, örgü ören, kurdele ve çorap yapan tri­kotaj makineleri gibi başka buluşlarla Hindistan’dan gelmig olan koyu* mavi inAigo boyası da yün, keten ve ipek dokuma endüstrisine büyük hizmetler sağlıyorlardı.

Teknelerin inşasında, direklerin dikilecekleri yerleri, yel­kenlerin biçimlerini ve eb’atlarını tesbitte elde edilen ilerle­meler sayesinde denizcilik alanında daha büyük ve daha sağ­lam gemiler elde etmek mümkün olmuştu. Boylamların tesbi- ti için usturlapın icadı ve büyük coğrafyacı Mercator’un iz­düşümüne (projeksiyon) göre hazırlanan yeni deniz haritaları sayesinde denizciler yönlerini bulup daha büyük mesafeler a- şabiliyorlar, okyanuslar üzerinde "uzak sefer denizciliği” ya­pabiliyorlardı.

XVI. yüzyılın sonundan itibaren bilhassa lüks eşya en­düstrisinde icatlar yapıldı: Bunlar, şatolarla sarayların duvar-

MUKAYESELİ TAR İH İ 243

244 AVRU PA M İLLETLERİNİN

larmı süslemeğe mahsus tapisöri’ler (hahlar), Flander ve Ve­nedik’te aynı zamanda bulunan dantelâ, Venedik ve Milano kadifeleriyle altun ve gümüş tellerle dokunmuş ipek kumaş­lar, Venediklilerin bir sırrı olarak kalan cam el ve duvar ay­naları, Hollanda’da icat edilen gözlük ve dürbünler, rakkaslı saat, hangi tarafa meylederse etsin devrilmeyip daima dikey kalan Cardan tipi lâmba gibi şeylerdi. XVI. yüzyılda İcat edi­len zemberekli saat. Amerikan kakaosu ile Ispanya’da imâl edilen çikolata, o zamanlarda bir zenginlik alâmeti haline ge­len yaylı ve kapalı büyük arabalar, XVII. yüzyılda daha da geliştirildi.

Ticaret. — Ticaret yeni yeni metalara da uygulanmağa başladı ve okyanuslara doğru yönelerek yeni yollar takibetti. En faal deniz ticaret filoları, Atlantik üzerinde yerleşmiş mil­letlerin, yani ilkin Portekizlilerle Belçikalıların, sonra da İn­gilizlerle HollandalIların filoları oldular .Ticaretin ve hele ba­harat ticaretinin merkezleri XVI. yüzyılda Lizbon’la Anvers, asrın sonundan itibaren de Londra ve Amsterdam oldular.

Amerika’daki Tnadenlerden bol miktarda gümüşün gelişi tedavüldeki para miktarını birden çoğalttı ve bir fiyat buh. ram yarattı. Fiyatlar XV. yüzyılda inecek gibi bir gidiş al­mışlardı, fakat XVI. yüzyılın ortasından itibaren ilkin Ame- ka gümüşünün boşaltıldığı yer olan Endülüs’te, sonra da ye­ter miktarda buğday ve mamûl madde üretmediği için bun­ları yabancılardan satın alan Ispanya’da, eşi görülmemiş bir fiyat yükselişi oldu. Derken buhran Fransa’ya, daha sonra da daha hafif ölçüde olmak üzere İngiltere’ye geçti.

Kara yolu ile ticaret, XVI. yüzyılın sonundan önce ihdas edilen konaklar (postalar), sayesinde kolaylaştı. Hükümetler büyük yollar üzerinde konaklar kurdular. Bu konakları idare edenlere "postabaşı” adı veriliyor, hunlar yolculara at veri­yorlar, gelen mektupları dağıtıyorlardı. Avrupa’nın bütün bü­tün büyük şehirleri arasında her hafta yahut her ay bir servis işliyor, mektupların taşınma ücreti mesafeye göre değişiyordu.

X VI. yüzyılda ancak kitapları ve hicviyeleri yaymağa yarar mış olan matbaa, XVII. yüzyılda ticaret için de kullanılmağa başlandı. Özel kişiler, politik ve ticarî haberler veren mevku­teler yayınlamağa başladılar. Bunlar Almanya’da büyük pana­yırlar sırasında Zeitung adı altında 1609 dan, itibaren, sonra da İtalya’da Gazetta adı altında yayınlandı ve bu usul daha sonra Hollanda ve Fransa’da da benimsendi.

İtalya’da icad olunan usuller ilkin Anvers, sonra Londra ve Amsterdam gibi denizci şehirlerde gelişip ilerledi. Müzaaf usule göre arab rakamlariyle tutulan İtalyan muhasebe usulü,X VI. yüzyılda başka memleketler tarafmdan da benimsendi. Bankacılar müşterilerinden para mevduatı kabul ediyorlar ve havale mektubu yahut poliçe ile transferler yapıyorlardı; fa­kat müşterinin bizzat gelip parayı alması şarttı. XVII. yüzyı­lın başlangıcında ciro usulü yerle.şmeğe başladı: Bu usul sa­yesinde müşteri havale mektubunu bir vekile ciro ediyor, o da gidip onun yerine parayı alıyordu.

Cenova’da icad edilip Venedik’te taklid edilen umumî halk bankası tipi 1609 da Amsterdam’da kurulan Banka ile mükem­melleştirildi. Bu banka kaime çıkarmıyordu ve muvudatmm ye­kûnuna eşit bir meblâğı para olarak kasasında bulunduruyor­du. Kasa mevcudu kıymetli madenler satın alıp bunları iyi cins para haline getirmeğe yarıyor, böylcce de para birimi daimî olarak aynı »(îvlycdo tutuluyordu. Bu usul o kadar büyük ra. hatlık saftlunıaUtııydı ki tâciricr bankaya paralarını yar tınp İjlr hoHup uçtu lyorlar, bu hesabı da yapacakları ödeme­ler iyin kullıınıyorlıırdı. Bu usul Hamburg’da, daha sonra Is- VP(j’tn tnklld odlkll.

Ijyon, CeiKivrc', Leipzig ve Frankfurt’ta hâlâ panayırlar ku- rulnıuktuydı unuı bunların yerini bir gesit daimî panayır alma­ğa başlamıştı. Bütün memleketlerin tacirlerine açık olan bir bina,, alımları yapmak için tâcirlere buluşma yeri hizmetini görüyordu; satıştan sonra sözleşmeyi yapan taraflar gidip depolara yerleştirilmiş olan malı gözden geçiriyorlardı. Bu de­polardan ilki Anvers’te Borsa adı altında kurulmuştu, sonra­dan bu ad, Amsterdam’da açılan aynı cinsten bir müesseseye de verildi, Londra’daki ise Royal Exchange diye adlandırıldı. Yabancılarla olan münasebetleri için tâcirler adlanna simsar (Almancada Mahler) denen aracılar kullanıyorlardı. BunlarXVI. yüzyıldan itibaren resmî bir kurum halinde (Fransa’da “ kralî simsarlar” adı altmda) teşkilâtlandılar. Almanya’da, da­ha sonra Amsterdam’da malların fiyatlarının resmî bir listesi yapılıyordu. Gemilerin, gittikçe yayılmış olan, sigortalanması işi, İngiltere’de bir komisiyon, Hollanda’da ise bir "sigorta oda. sı” tarafmdan idare edilmekteydi.

B ir zanaat kolu gibi teşkilâtlanmış olan. Ortaçağdaki tâ­cirler birliği, üyelerini çıraklar arasından toplamış ve bunla­n n birbirleriyle rekabet yapmasını yasak etmi§ti. XVI. yüzf-

m u k a y e s e l i t a r i h i 245

246 AVRU PA M İLLETLERİNİN

yılda yeni bir birlik gekli ortaya gıktı. Genel olarak aynı aile, den birkaç kişinin ortaklaşa sahip oldukları "ticarethane” , or­taklardan herbirinin servetinden ayrı olarak, müşterek bir ma­la sahip kişi gibi ortaya sıkmağa başladı. Ticarethane, mücer­ret bir unvanla adlandırılan bir teşebbüs hizmetine verilmiş gayrışahsî sermaye şeklinde yeni bir fikri meydana getirmiş bulunuyordu. Bu unvana İtalyancada raoio, Fransızcada “ rai. son sociaîe” , Almancada firm a denmekteydi. Resmî otoritele­rin müdahalesi olmaksızın özel teşebbüs tarafmdan meydana getirilen bu hisseli ortaklık usulü, İngiltere’de partnership adı altmda yayıldı. Almanya’da da İstirya’daki bir madene uygu­landı.

Hindistan’la ticaret, malları satarak kârı elde etme zama­nını bekliyebilecek kadar kuvvetli bir sermayeye ve işin asıl mühim tarafı, tahkimli ticaret müesseseleri kurabilmek için gerekli muattal bir sermayeye ihtiyaç göstermekteydi (1).

X VI. yüzyılın ortasından itibaren İngiltere’de, saraya men­sup derebeyleriyle ortak tâcirler tarafından hükümetin hima­yesi altında bulunan yeni tip ticaret kumpanyaları kurulmağa başlandı. Kumpanya kraldan bir charte (fermanla verilen im­tiyaz) alarak daimî ve kanunî bir kişi haline geliyor ve belirli bir bölgede ticaret yapmak hakkına yalnız o sahip bulunuyor, du.'Kum panya malların miktarını ve fiyatını tesbit etmek, ge­milerin kalkışlarını kararlaştırmak, bunların korunması için tedbirler almak gibi müşterek işleri de kendisi yapıyordu» Bir giriş ücreti karşılığında, kumpanya her İngiliz tacirine açıktı, herkes de ticarî muamelelerini kendi hesabına yapıyordu.

Hollanda’da ise deniz ticareti için birbirleriyle rekabet ha­linde olan birgok özel ortaklık zaten mevcut bulunmaktaydı. Hükümet bunları ,bir "Doğu Hindistan Kumpanyası” halinde birleşme kararını vermeğe şevketti, Hindistan’la ticaret yap­ma tekelini de bu kumpanyaya verdi. Kumpanya herbiri di­rektörler (müdürler) tarafmdan idare edilen Oda’lara bölündü: Sermayenin en büyük kısmını koymuş olan bu müdürler, dağı­tılacak kâr hisselerini de tesbit etmekteydiler. H er üye tara­fından konan sermaye kendi mülkiyetinde kalıyordu ve on yıl

(1) Ispanva ve Portekiz’de ticarî muameleler masra-f krala ait olmak üzere yapılmaktaydı: Kjrti mallan, kân kendisine ait ylmak üzere sattm yor ve ticaret inhisarını kendi elinde tu- tu^ordıı.

Bonunda sermaye sahibinin bunu geri almağa hakkı vardı. Fiili­yatta ise hisseler açık arttırma ile satıldı ve Amsterdam bor. sasında spekülâsyon konusu oldu. Böylelikle sermaye şahıstan bağımsız bir hale gelerek ticarî teşebbüse daimî surette bağlı kalıyordu.

X VII. yüzyıldan itibaren, Ortaçağın zanaat kollarına her bakımdan aykırı olan bir çeşit birlik meydana gelmeğe başla, mıgtı. Mügterek sermayesi olmayan ve töre ile sınırlanmış bir kâr elde etmeğe çalışan, ahlâkî kurallara bağh bir takım şahısr lardan meydana gelme mahallî bir grup olmaktan çıkan tica. ret Kumpanyası, hiçbir ahlâkî sınırı olmıyan hudutsuz bir kâr elde etmek üzere daimî ve müşterek bir sermaye ile is gören gayrışahsî ve millî bir teşebbüs haline gelmiş bulunuyordu.

Deniz ticareti alanındaki muamelelerin bazen savag hare- kâtıyle birbirlerine karıştıkları da oluyordu. Birçok armatörler gemilerini korsanlık için kullanıyorlardı; hükümdarları bunla­ra kendisinin savaş halinde olduğu devletlerin gemilerini zap­tetmek müsaadesini de vermiş bulunmaktaydı. O sıralarda bu usul hemen hemen bütün milletlerce benimsenmişti; düşman bir devletin ele geçen h e r ' gemisi iyi bir av sayılıyordu. Fakat korsanlar çoğu zaman faaliyetlerini tarafsızlara da tegmil edi. yorlar ve bunları, haydutluk için korsanlık yapanlardan ayır^ detmek güçleşiyordu. Bilhassa İngiliz ve Fransız armatörleri A frika kıyılarındaki zenci kabîle reislerinden köle satın almak üzere gemiler gönderiyorlar, sonra bu köleleri Amerika’nın tro­pik bölgesindeki çiftliklere satıyorlardı Korsanlık da, köle ti-‘ careti de kısa zamanda hudutsuz kazançlar elde etmek arzu, sunda olanların pek işine geliyordu.

Hükümetlerin ekonom ik etkileri. — Kamu otoriteleri eko­nomik hayat üzerine çegltli usullerle etki yapmaktaydılar. Hü­kümetler bütün uyruklarını tek bir mezhep şeklini benimsemer ğe zorlıyarak, bu usule uymayanları memleketten göçm ek zo­runda bırakıyorlardı: Bu göçenlerin hemen hepsi “ reforme” dinden olan zanaatkârlarla tâcirler gibi, gehirler halkı idi. Bun­lar Fransa ve Belçika’dan İngiltere ve Hollanda’ya sığınarak zanaatlarını, ticarî münasebetlerini ve sermayelerini oralara götürdüler. Anvers’in ticareti ile endüstrisi Amsterdam’a geçti; kumaş endüstrisi Norlwich’e, sömürgelerden gelen erzak tica­reti de Hamburg’a tagındı. İnançlarına sadık kalmak için yurt­larını terketmek cesaretini göstermiş olan bu mezhep ayrılıkçı, lan iradeli ve ciddî kimselerdi; çalışmağa olan ahşkanlıklan

MUKAYESELİ TA R İH İ 247

I I248 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

vs teşebbüs fikirleri Hollanda ve Ingiltöre’nin refaha kavagma- , lanna yardım etti.

Büyük devletlerin hükümetleri İtalyan ticaret şehirlerinin ekonomik politikaiîina, bunu daha grenig bir arazi parçası üze­rine uygulıyarak, devam ettiler. Çalışmayı, ticareti, parayı, fi- yatleri ve gündelikleri ayarlamak bakımından sahip olduklan iktidan, Devlete en büyük kudret muhassalasını sağrlamak için kullandılar. Bunlar para halindeki zenginliğin artmasına çalı, .■sıyorlar, böylelikle ordunun ve sarayın masraflarım karşılamak imkânını elde etmiş oluyorlardı. Mümkün olan en fazla mik­tarda parayı ellerinde bulundurabilmek için değ-erli madenle­rin ve hammaddelerin, bilhassa memleketin kumaş ve gemi inşaatı için muhtaç olduğu yünle kerestenin ihracını (pek de başan elde eöemeksizin) yasak ediyorlar ve bedeli para ile ödenecek olan yaba.ncı mamûllerinin memlekete sokulma;sma engel oluyorlardı. Lüks endüstrilerde çalıgan zanaatkârlann yabancı memleketlere gidip rekabet yapmaları ihtimalini ön­lemek üzere bunların memleket dışına çıkm alanna izin verm i­yorlardı.

Beri yandan Devletler fnemleket sakinlerinin istihlâk ettik­leri sınaî mamûllerin imalâtını arttırmak çarelerini arastın- yorlardı; bunun, uyruklarına iş bulmak ve yoksullann sayısını azaltmak gibi bir faydası da vardı. Yük taşıyarak memlekete kâr sağlamak, aynca da savaş halinde el altında denizci buj- lundurmak için. Devletler bir donanmaya da sahip olmak ar- zusundaydılar. Onun için ya ödünç para, yahut prim vermek^ faka.t bilhassa bazı malları imâl veya satma hakkını inhisar şeklinde bahşetmek suretiyle sanayi ve gemi inşaatı teşebbüs­lerini teşvik ediyorlar; bunlann rakiplerini bertaraf etmek için yabancı mallarından veya gemilerinden çok yüksek giriş re­simleri alıyorlardı. Ticaret Kumpanyalarını ise, bir bölgede alışverişte bulunmak hakkını inhisar şeklinde bunlara vererek korumaktaydılar .

İngiliz hükümeti birbirine zıt iki maksattan ilham alarak krallığın bütün zanaatkâr ve tâcirlerine şâmil nizamlar koyf- mâktaydı; U ynıklannı refaha kavuşturmak amacıyle bunlara muntazam bir ig sağlamak, aynı zamanda da krallığın kudre. tini arttırmak üzere bunlardan mümkün olduğru kadar fazla para almak gayesini güdüyordu. Köylük bölgeler halkınnı daha yüksek bir seviyeye çıkmasını önlemek suretiyle bunlan tanm çalışmalarında tutma çarelerini araştırıyor; çıraklann ise yal-

nız hali vakti yerinde aileler içinden toplanmasına izin veriyor­du. Nitekim Parlâmentodan üq kanun çıkarttırdı. Bunlardan İbirisi bütün zanaatkârlarla tanm işçilerinin herbirini kendi zanaatlarında çalışmak mecburiyetinde tutuyor ve bir zanaata girmek için, yedi yıllık bir çıraklık devresini mecburî kılıyor­du. Bir başka kanun bütün dilencilerle serserileri çalışmağa zorlamak için bunlan tevkif ve ağır cezalara çarptırmak yet­kisini vermekteydi. Nihayet bir başka kanun da nıhanî bölge­lere çalışamıyacak durumda olan yoksullan besleyip doyurmak külfetini yüklüyordu. “ Sulh yargıçları” her yıl geçim için ge­rekli maddelerin fiyatlanna dayanarak gündelikleri tesbit et­mek üzere emir aldılar.

Fakat eski rejimi devam ettirmek için konan nizamlar tatbik olunamadı, çünkü sulh yargıçları bu nizamlan dinlet­mek için gerekli vasıtalara da, isteğe de sahip değildiler; za­ten mütaahhitler de mamûlleri, nizamların dışında kalmakta olan köylük bölgelerde imâl ettiriyorlardı.

Sonradan "mnroantilo” yani iirarî adı altında bir araya toplanan UHUllor (XIV. bölüme bk.) esasen kullanılmaktaydı. İngllİT! hükümeti hırdavat eşyasının, bıçak-çakı gibi şeylerin, nabunun ilhalini yıı.snk etti ve çok sayıda inhisarlar da verdi, fakııt yııi'KiÇİıır bunu, İngiliz uyruklarının bütün krallık içinde MurboHtçe ticarette bulunmak hakkına aykırı bir hareket say­dılar. - Fran.sa’da, XVI. yüzyılın sonunda, tâcirler yabancı en­düstrilerin mamûllerini ithali yasak eden bir ferman elde et­tiler, fakat bu ferman Lyon’un İtalya ile olan ticaretini köstek­lediğinden çok geçmeden iptal edildi ve kral, birkaç lüks eşya endüstrisine para yardımı yapmak veya inhisar şeklinde hak­lar vermekle yetindi- İspanya’da hükümet paranın dışarıya çıkarılmasını yasak etmeği denedi, fakat sınaî çalışmalara pek alışık insanlar olan Müslümanları ya imha, ya da sürgün etmiş olduğu için, hiçbir endüstri kuramadı.

Ekonomik hayatı idare iddiasında bulunabilecek hiçbir merkezî hükümete sahip olmayan HollandalIlar zengin olma çarelerini bilhassa ticaret alanında aradılar ve: “Ticaret, ce­henneme vanncaya kadar her yerde serbest olmalıdır,” şeklin­deki atasözlerine dayanarak, ticaretin serbestçe yaptırılmasını daha kârlı buldular.

Toplum,. — Toplum Batı ve Doğu bölgelerinde tersine bir tekâmül takibetti. Avrupa’nın hemen hemen bütün nufusunu ihtiva etmekte olau Batı ve Merkez bölgelerinde toplum, sınıf-

M UKAYESELİ TAR İH İ 249

250 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lara bölünmüg olarak kalmaktaydı; fakat bunların her birinin / içinde gitgide daha gerçek seviye ayrılıkları meydana geliyor-/ du. Toplum, hele Fransa’da, birbirinden ayrı bir sıra katla'rdaji ziyade "sosyal bir merdiven” e benziyordu; Bu merdivenin üze­rinde de bir kişi ya da bir aile, bir basamaktan ötekine yük^ selebilmekteydi. Yüksek sınıfın alâmeti olan eski toprak zen­ginliği, ticaret, endüstri ve bilhassa faizle para ödüng verme yollarıyle elde edilen yeni menkul servet zenginliğinin rekabe. tiyle karşılaşıyordu.

Asitler . — ■ Savaş adamlarının soyundan gelme olan asiller, yüksek sınıf olarak kalmaktaydılar, her zaman taşınmakta bu­lunan kılıç bu sınıfın ayırıcı silâhı olalıdanberi, bunlara “kılıçlı asiller” adı verilmekteydi. Yalnız asiller prenslerden eşit mua­melesi görmekte, hükümdarın sarayına kabul edilmekte, sara­yının şerefli memuriyetlerine ve ordunun yüksek rütbelerine tâyin edilmekteydiler. Doğu Avrupa hariç, asiller artık savaş için davet olunmuyorlardı ama ata binmeğe ve ava gitmeğe devam ediyorlardı. Bunların imtiyazları irs yoluyla intikale de­vam ediyordu ama zenginlikleri tehdit altındaydı, zira bu zen­ginlik ancak bunların topraklarından ibaretti, töre ise bunları, para getirecek hiçbir iş görmeksizin, “asil bir hayat sürmek’ zorunda tutuyordu; çalışmak bu kuralın dışına çıkmak, dola- yısiyle de asillik sıfatını kaybetmek demek oluyordu. §u halde asiller zenginliklerini arttırmak imkânına sahip değildiler, be­ri yandan da şerefleri bunları kendi rütbeleriyle mütenasip bir hayat sürmeğe mecbur bıraktığından, birçok asiller borca gi. riyorlar, yoksullaşıyorlardı.

Bunlar arasında hayat tarzı ayrılıkları artıyor ve bu, asil leri birkaç dereceye ayırıyordu. En üstte gok g'eniş topraklara sahip büyük derebeyleri ile, kralın ihsanlar veya yüksek me­muriyetler vererek saraya veya orduya aldığı gözdeler bulun­maktaydılar. Fransa’da kral, XVI. yüzyıldan itibaren bunlara soyları tükenmiş prens ailelerinin taşıdıkları (dük, marki, kont, baron) unvanlarını vermişti. Aynı unvanlar Ispanya’da - Kas- tilya’da yüz kadar aile teşkil eden -i ve geniş topraklara sahip bulunan büyükler’\e eski Fransız unvanlarına sahip İngiliz lord'lan tarafından da taşınmaktaydı. Fakat eski ailelerin çoğu sivil harp yüzünden yokolahberi bunlann çoğu son zamanlarda kraldan lord unvanını almış kimselerdi. XVI. yüzyılın yarısın­dan sonra İsveç derebeyleri de kraldan Fransız un'vanlan al­mışlardı. - Alman ülkelerinde (Herşog, Graf gibi) eski unvan,r-

lara sahip olup fiiliyatta hükümdarlığa yükselmiş şahsiyetlere prens (Fürsten) adı verilmekteydi; Macaristan’la Polonya’da ise büyük şahsiyetler (Lâtince büyük anlamma mastntis’tan gelme olan) magnat adıyla anılmaktaydılar.

Daha aşağıda şövalyelerin gelmesi lâzımdı; fakat artık şö­valye sıfatıyla silâhlanmak âdeti sona ermiş olduğundan, bu adın yerine Fransızcada seigneur, Almancada Heri', Ispanyol- cada doM sözü kullanılmaktaydı; İngiltere’de kral baronet un­vanını ihdas etti, ki bu unvana sahip olan Sir diye çağırılmağa hak kazanıyordu. - Asillerin büyük çoğunluğu alelâde "gentil­homme” lar olan écuyer’ler (silâhtarlar) den meydana gelmek­teydi ki İngilizcede bunlara squire, Almancada Ritter, Ispanr yolcada Hidalgo deniyordu.

Toprak sahibi olmak dolayısiyle, İtalya hariç, asiller her tarafta başlıca meskenlerine köylük bölgelerde sahip bulun­mağı âdet cdinnıi.'jloıdi. Derobeyleıinin evleri eski château (şa­to) adını muhafaza ('diyordu ama bir kale olmaktan çıkmıştı. Hüiulckloi' artık doldurulmuştu, burçlarla kuleler ise ancak süs va/.lfcMİ KoKiyordu; udin kendisi bile ancak büyük bir şahsi- y((Mıı ıiK'Hkenl anlamını muhafaza etmekteydi. Derebeyi aynca l)lr hjelılrd(i ve tercihan bir prensin oturduğu şehirde konak sar lılbl bulunmaktaydı, - Alelâde “gentilhomme” lar sadece tah. kimli bir eve sahiptiler ve bunların çoğu burada basit, hele aile­leri kalabalık olduğu zaman hemen hemen yoksul bir hayat sürüyorlardı. Çoğu büyük bir derebeyinin hizmetine girerek ona silâhlı maiyet vazifesi görüyorlar, başkaları da bir prensin ordusuna yazılıyorlardı. İtalya’da asiller şehirlerde oturmak­taydılar, köylük yerlerde bir de viUa’ları vardı ve yaz mevsimi, ni burada geçiriyorlardı (ki Fransızcada “yazlığa çıkmak” an­lamına olan “villégiature” sözü buradan gelmedir).

Zengin olan burjuvalar bir asilin topraklarım satın alıp burada “gentilhomme” hayatı sürerek asil sınıfa girmenin yo­lunu buluyorlardı; Squire’ m hiçbir kanunî imtiyaza sahip ol­madığı İngiltere’de bu, kolaydı. Burjuvalar asalet unvanlan satm alarak yahut asalet pâyesi veren bir memuriyet yaparak da asiller arasına giriyorlardı. Bu usul en çok, kralın rütbe ve mansıplar satmakta olduğu Fransa’da cârî idi. Bu şekilde asil, leşmiş olanlar asiller sınıfının, Fransa’da pek çok olan, son basamağını teşkil etmekteydiler. Bu sınıfta “silâhtar” unvanı­nı almaktaydılar ve bunların soylarından gelenler de sonradan

M UKAYESELİ TAR İH İ 251

252 AVRU PA M İLLETLERİNİN

art:k soyları tükenmiş olan “kılıçlı asiller” in yerlerine geçti­ler.

Burjuvalar. — Avrupa'da tek bir memleket, ayni artık hiç­bir asilin kalmamış olduğu HolIa;nda ve Zeeland eyaletleri, bur­juva olarak kalmış insanlardan meydana gelme yüksek bir sı­nıfa sahip bulunmaktaydı. Bunlar, hattâ çok zenginleştikten sonra dahi ne asiller gibi giyinmişler, ne de onlar gibi yaşar mıglardı; şehirde sade görünüşlü ve burjuva usulünce döşen­miş evlerde yaşamağa devam ediyorlardı.

İtalya, Fransa, Batı Almanya gibi şehirlerin çok sayıda ve zengin şehirlerin bulundukları memleketlerde şehirlerin yük­sek sınıfı bankerlerden, adliye veya maliye memurlarından, adı­na serbest denen meslekleri (avukatlar, hekimler, profesörler) icra eden kimselerden ve (armatör, kumaşçı, kuyumcu, eczacı gibi) en zengin tacirlerden meydana gelmeydi. Fransa’da bur­juva adı bu gibilere mahsustu. Ticaretle endüstrisinin gelişme­miş, memurların da az olduğu İspanya ile şehirlerin çok ufak olduğu İngiltere ve Doğu Almanya’da bu tip burjuvalar az sa­yıda idiler.

Ortaçağ’da silâhların kudreti zenginlik getirmişken, artık zenginlik kudret getirmeğe başlıyordu. İtalya’nın cumhuriyet şeklinde idare edilen şehirlerindeki zengin burjuvalar iktidarı asillerle paylaşmaktaydılar. Hollanda ve Almanya’da ise hü­kümeti onlar idare ediyorlardı. Fransa’da adlî ve malî makamr lan işgal etmekte olduklarından, kralın yetkilerinden çoğunu onlar kullanmaktaydılar. Maliyeci yahut mültezim diye adlan­dırılanlar para ödünç vererek veya ordu mütaahhitliği ederek Devletle çok büyük işler görüyorlar ve lüks konusunda en bü­yük derebeyleriyle rekabet halinde bulunuyorlardı. B ir mali­yecinin eşi olan Markiz de Rambouillet’nin salonu XVII. yüz­yılda Paris sosyetesine moda, âdetler, hal ve gidiş bakımından âdeta emir veriyordu. İngiltere’de bile Londra tâcirleri saray ve hükümetle muamelelerde bulunuyorlardı. Bu servetlerin kökleri iyice bilinememektedir; ticaret çok küçük miktarlar üzerinde iş görüyor, para biriktirme çok yavaş olduğundan bü. yük meblâğların toplanmasına imkân vermiyordu. Görünüşe göre bu servetler daha ziyade banka muameleleri, kambiyo üzerinden alınan aciyo, prenslere ödünç verilen paralar ve bil­hassa rehin mukabilinde çok yüksek faizlerle yapılan ikrazlar sayesinde teşekkül etmişe benzemektedir.

Kilise adamlan. — Kilise adamları sınıfı Reform dolayısiy-

le altüst olmuştu, Protestan olan memleketlerde bütün nizamî rahip sınıfı ortadan kaybolmuş, cismanî rahip sınıfının ise hap yat şartları değişmişti. Ancak Anglikan kilisesinde piskoposlar unvanlarını, nufuzlarını ve gelirlerini muhafaza edebilmişlerdi, Diyakoslar lâik olmuşlar, agağı derecedeki bütün tarikatler lâğrvedilmislerdi. Yalnız papazlar kalmıştı ama bunlar da ev­lenmişler, “ ministre” veya “ pasteur” adlarını almışlardı; giyi­niş ve yaşayış tarzları bakımından kendilerini lâiklerden iyice ayırdeden bir tarafları yoktu. Bunlar Üniversitelerde öğrenci sanılıyorlardı ve kanun adamlarını andırmaktaydılar, günkü kanun adamlan da cübbe giyiyorlardı, İngiltere’de ondalığın ve bir arazi parçasının gelirini almağa devam eden bu papazlar ffentîeman’lerle bir arada yşıyorlar, bazen “sulh yargıcı” da oluyorlardı. Hepsi kendi aralarında eşit olan “presbytérien” papazları iso <jok az gelire sahiptiler. Bu yüzden de müminleri daha ciddi bir hayat HÜnnoğu vc pazar günleri eğlenmemeğe dfthn. »ıkı bir ijuklldd zorluyorlardı. Her tarafta papazların çok çocuklun vardı ve bunların aileleri, toplumda yeni bir unsur tenkil «diyordu. Serbest meslek erbabının bir kısmı papazların uftullıın aruHindan çıkıyordu; papazların eşleriyle kızları çoğu /.uıııutı hayır islerinde eski rahibelerin oynadıkları rolü oynu­yorlardı.

Katolik memleketlerde evli papazlar yokolmus, İspanya ha­riç eski kegiş tarikatleri de sönmeğe başlamıştı. Artık şehir­lere yerleşmiş bulunan yeni yeni tarikatler kurulmuştu; İsa Cemiyeti (XI. bölüme bk.) kolejlerinde zengin ailelerin çocuk­larını yetiştiriyor ve prenslerin günahlarını çıkartan rahipler bunlar arasından ayrılıyordu. İsa Cemiyeti Reform ’a karşı başhyan hareketi idare etmiş; bu hareket Almanya’daki bütün katolik prenslerin uyruklarını tekrar Rom a kilisesine katmış; Fransa ve Polonya’da da hemen hemen bütün asilleri bu Kili­seye sokmuştu. XVII. yüzyılın ilk yarısında bilhassa Fransa’da “ Ursuline” 1er, “Vsitandine” 1er adı altında yeni yeni kadın tarikatleri kürulmuş ve bunlar sımsıkı kapalı manastırlarında zengin aile kızlarının eğitimi ile meşgul olmağa başlamışlardı; ayrıca hastalarla yoksullara hizmet için de bir takım hayır tarikatleri kurulmuştu ki, bunların en ünlüsü Saint-Vincent.de- Paul adı altında tanınmaktaydı. - Daha iyi denetlenen papazlar vaiz ve din bilgisi yolu ile yapmakta oldukları öğretim görev­lerini daha dikkatle yerine getiriyorlardı. Merano Ruhanî Meclisi tarafından kurulması emredilen papaz okulları çok ağır

M UKAYESELİ TAR İH İ 253

254 AVRU PA M İLLETLERİNİN

bir gekilde kurulmakla beraber, papazlarm yetiştirilmesine bağ­lanmış bulunuyordu.

Prenslerin iltiması ile asil aileler içinden devşirilmekte olan piskoposlara rahipler memuriyet mahallerinde oturmak­tan kendilerini bağışık tutturmağa ve büyük derebeyleri gribi ömür sürmeğe devam ediyorlardı. Fakat bunlardan bir takım­ları dindarlıkları ile seçkin bir duruma greçtiler; protestanhğa karşı savaşta önemli bir rol oynadılar, kilise mensuplarının gayretini ve müminlerin sofuluklarını yeniden canlandırma işi­ne yardım ettiler. Carlo Borromeo ve François de Sales, aziz­ler arasına sokuldular.

Halk. — Halkın köylülerden, zanaatkârlardan, dükkâncir lardan meydana gelen ' büyük çoğunluğu imtiyazlılara göre yaşayış tarzını çok daha az değiştirmişti. Töre ile tesbit edil­miş olan çalışma usulleri bu çoğunluğa ne zengin olmak, ne öğrenmek imkânını veriyordu; vergiler de artmış olduğundan, hayat şartları daha kötüye gitmişti. XVI. yüzyılda fiyatların yükselişi gündelikçiler için bir yük olmuştu, çünkü resmi ma­kamlar tarafından tesbit edilmiş olan gündelikler yükselmi­yordu. Tarımla endüstri, doğum fazlasını çalıştırmağa yetişmi­yor, serserilerle dilencilerin çoğalışından şikâyet ediliyor ve hükümetler bu insanlara cani muamelesi ediyorlardı.

Derebeyleri masraflarını arttırmış olduklarından, köylüler­den almakta oldukları kiraları da arttırmışlar, bunlaiın hay­vanlarını otlatmakta oldukları kamun arazisini de gasbetmiş- lerdi. Zanaatkârlar, büyük ölçüde istihsal yapan teşebbüslerin rekabetinden müteessir oluyorlardı. Artık usta olmak imkânına sahip bulunmıyan kalfalar, gündelikçi işçiler olarak kalıyor­lar, aralannda birleşmek hakkına sahip bulunmuyorlardı. XVI. yüzyılda grevler eksik olmadı ve bunlar, tıpkı cinayetler gibi bastırılıp önlendi. Kol işçilerinin büyük çoğunluğu - bir toprak veya bir zanaat gibi- geçim vasıtalarına sahip sınıfla, rastgele ödenen ücretler sayesinde zar-zor geçinen tarım gündelikçi­leri, kalfalar, evlerinde çalışan işçilerden mürekkep sefil bir kalabalıktan meydana gelmeydi.

Doğu Avrupa. — Toplum Doğu Avrupa’da zıt bir yönde değişmekteydi, zira burada şehirler yoktu ve çok seyrek olan nufus, bataklıklar ve ormanlarla kaplı çok geniş alanları ekip biçecek halde değildi. Küçük şehirlerin Alman kolon’larla meskûn bulunduğu Polonya’da krallar asillerin baskısı altında halkın haklarını daraltmışlar, bunları Polonya derebeylerine

idare ettiriyorlardı. Almanlar kayboldular, kala kala Alman yahudileri kaldı, fakat bunlar da dinleri dolayısiyle toplumun dışında tutuldular. Zanaatkârlık ve tâcirlik mesleklerini icra için hiçbir orta sınıf meydana gelemedi; deniz ticareti bağım­sız bir Alman şehri olan Danzig yolu ile yapılıyordu; memu­riyetler asillere mahsustu. At üzerinde hizmet gören bütün sa­vaşçılardan mürekkep szlachta Avrupa’nın her yanındaki asil­ler topluluğundan daha kalabalıktı ve çok yoksul aileleri de içine alıyordu. Asillerin toprakları üzerinde gündelikçi ya da çok pamuk ipliğine bağlı birer kiracı sıfatiyle çalışmakta olan köylüler (fcmeHer), köle durumuna düşmüşlerdi.

Rusya Avrupa’da benzeri olmayan bir durumda bulunuyor­du. Bu memlekette çok bol toprak vardı ama bu toprak ancak üzerinde çiftçiler, rençberlor bulunduğu zaman kıymet ifade ediyordu; XVT. yüzyıldanberi çar da toprak sanki kendi ma- lıymııj «İbl dnvrnnıyordu. Cizye vermek mecburiyeti dışında, köylülerin bl'ıyUk çoğunluğu belki hürdü. Bunlar memleketin iki uflundıı, yan) Kuzeydeki ormanlar bölgresi ile, sonradan çar lui'iırındıın zııptedllen Güneydeki ovalarda hür olarak kaldılar. M<'i'k«'Z böİKe.slnde savaşçılar hem harp esiri kölelere, hem de toprııklan üzerinde çalıştırmak için sözleşme ile tuttuklan hür köylülere sahip bulunuyorlardı. Rençberler yer değiştirmeğe meyilli olduklarından, toprağın değerini düşürmemek için bun­ların yer değiştirmelerini önleme çareleri araştırıldı. Fakat bu iş (uzun zaman sanılmış olduğu gibi) çarın bir emirnamesiyle değil, yavaş yavaş yapıldı; çünkü köylüler mülk sahibine kar. şı girdikleri borç dolayısiyle toprağı bırakıp gidemiyorlardı; topraktan ayrılmak hakkına artık sahip olmadıkları zaman ise, sonunda onlar da köleler gibi muamele görmeğe başladılar.

Üst sınıf, çoğunluğu atlı olarak hizmet eden ve adına pom yeçik’l&r denen savaşçılardan mürekkep olarak kaldı. Bu sınıf mensupları, çar tarafından, askerlik hizmeti karşılığında kendilerine ancak ömür boyunca verilen bir toprağa sahip bu­lunmaktaydılar; büyük arazı sahibi boyarlardan pek az kal­mış, hiçbir orta sınıf da teşekkül etmemişti. Tek gerçek şehir, çarın oturmakta olduğu Moskova idi, çar eskiden bağımsız olan ticaret şehirlerinin üst sınıflarını zorla bu şehire getirtip yerleştirmişti. Öteki şehirler ise bir valinin tahkimli konağın­dan ibaretti, kalenin çevresinde birkaç tâcir, dış mahallelerde de zanaatkârlar vardı.

İnançlar. — Rönesans’la Reform fik ir hayatım değiştirmiş

M UKAYESELİ TARİH İ 255

256 AV RU PA MtLLE2TLERİNtN

bulunuyorlardı. Bütün k ilis ''A e has olan inançlar, toplumun bütün sınıflarında canlı olarak kalmaktaydılar. Herkes Sey. tan’a, iblislere ve Cchonnem’e inanıyor, kilise adamlan büyü­lenmiş, afsunlanmış kimselerin büyülerini çözmeğe devam edi­yorlardı. Hristiyanhktan önceki inançlardan ise hortlaklara ve büyülere kargı beslenen korku, müneccimlik, falcılık ve kehar net -kl prenslerin saraylarında pek revaçtaydı- gibi geyler kal­mıştı. Almanya’da Papa tarafından başlanmış olan sihirbazh ların, büyücülerin takip ve tazyiki işi şimdi lâik yargıçlara geçmişti; büyücülere işkence ediliyor, sonunda da bunlar hemen daima diri diıi yakılarak idam olunuyordu. Protestan olsun katolik olsun bütün memleketlerdeki büyücülük dâva­larının en civcivli devri XVI. yüzyılın sonundan XVII. yü2yılm ortasına kadar sürdü.

Çocuklara öğretilen din bilgisi ile yetişkinlere verilen vaazlar lâiklerin zihnine dinle meşgul olma işini ve llâhiyatla ilgili formülleri yerleştiriyordu. Katolik memleketlerde din duygusunun dirilmesi dua, komünyon ve günah çıkartma gibi ibadet usullerini yeniden canlandırmıştı (Günah çıkartmak için, papazı günah çıkartandan ayıran, dolapla kürsü arası bir çeşit loca icad edilmişti). Din duygusunun dirilişi teşbih çek­mek, takdis edilmiş kumaş parçalan taşımak, hattâ çıplak ten üzerine sert kıldan kuşak sarmak ve nefsine eza için kendini dövmek veya dövdürmek gibi usulleri daha da sıklaştırmıştı. Ateşli bir ruha sahip kimseler uzun dualar ve niyazlar, cezbe­ye kadar varan dinî istihareler sayesinde tanrı ile mistik şe­kilde temasa giriyorlardı, llâhiyat, bilgili lâiklerin konuşmala­rına kadar girmiş bulunmaktaydı; ayrı dinden yahut ayn te­mayülden olan insanlar, hattâ sofrada bile, bilhassa iman sep lâmetiyle doğrudan doğruya ilgili olan rahmet ve gufran, ebe­dî mutluluğa önceden namzet bulunmak gibi meseleleri tartı­şıyorlardı. İyi davranıp hayır işlemekle iman selâmetine eriş­mek mümkün olacağına inanan “ irade-i cüz’iye” taraftarlan, İngiltere ve Hollanda’daki koyu Calvinist’ler tarafından geniş mezhepli diye vasıflandırılıyorlardı. Fransa’da Belçikalı bir piskopos tarafından formülleştirilen ve Calvinizm’e pek yakın olan Jansenizm doktrinine karşı, lâiklerin işliyecekleri günah­lar için hoşgörürlüğe mütemayil olan cizvitler mücadeleye gi­rişmişlerdi.

imtiyazlı sınıflann eğitimi işi iki şekilde yapılmağa devam

M UKAYESELİ TA R İH İ 257ediliyordu. Kolejler, Lâtin yazarların incelenmesi yolu ile öğ . retim yapmağa devam ediyorlardı; bu öğretim ukalâca şekiller ve hâlâ dayak kullanan sert bir disiplin altında yapılmaktaydı. Saray adamlarının ve hanımların eğitimi ise, örneği aziz Fran­çois de Sales tarafından verilmiş olan dinî kitaplar ve -Fran­sa, İtalya ve İspanya’da- XVI. yüzyılın sonundan itibaren ve bilhassa XVII. yüzyılda pek çoğalan aşk romanları ile olmak üzere, birbirine zıt iki ayrı yönde yapılmaktaydı. Bu eğitim, saZon’larda yüksek vasıflı insanlar ve edebiyat adamlan arar sında yapılan konuşmalarla sona eriyordu; bu salonların ilk örneği Fransa’da, annesi bir İtalyan olan Markiz de Ranıbouil- let adında bir hanımefendi tarafından kuruldu.

BiUmler ve sanatlar. — Bilimler, XVI. yüzyılda simya il­mine hâkim olan ve tabiati, tabiatüstü birtakım ruhlar ve kuv­vetlerin toplandığı yer sayan alışkanlıktan kurtulmağa başlar mıslardı. XVII. yüzyılda bilim alanında gerek matematik mu­hakeme, grorokse tabiat olaylarının izlenimi yoluyla çalışan tumııınen rasyonel bir metod beninusendi. Bu alandaki çalış­malar barometre İle, İtalya’dan gelme teleskop gibi yeni âlet­lerin icadı sayesinde mümkün hale girdi. Astronominin temel­leri bir Alman olan Kepler’le bir Üniversite profesörü olan İtal­yan Galile tarafından atıldı; Galile aynı zamanda fiziğin de te­mellerini attı. Descartes adında bir Fransız, çözümleme yoluy­la yeni bir matematik metodu icad etti.

Lâtince bilmeyen bir halka hitabettiği için eskileri körü körüne taklitten kurtulan edebiyat, yarattığı eserler antik bir adla amlsalar dahi, sanatın halkça benimsenmiş şekillerinden ilham almağa başladı. Ortaçağda doğmuş olan roman, Fransa’­da Astrâe ile, seçkin insanların en çok sevdikleri nevi halin» göldi. İspanya’da Cervantes, şövalyelerin maceralarını anlatan eski roman tipini, X VI. yüzyılda doğan ve aşağı tabakadan ser­serilerin yaşayışlarinı tasvir eden picaresqtı,e (Ispanyolcada pi- caro, serseri demektir) romanla mezcetti. - Tiyatro, halk tem­silleri, dinî piyesler ve gülünçlü oyunlarla başlamıştı. İngilte­re’de asillerle halk adamlarından meydana gelme karışık bir seyirci topluluğuna hitap ediyor; İspanya’da yalnız amatörler tarafından oynanıyor ve facia ile komediyi birbirine kanştın- yordu. Fransa’da tiyatro iki nev’e bölündü; Bunlardan' biri, Comeille tarafından yüksek sanat derecesine çıkarılan traged­ya, öteki de pahayırlarda oynanmakta olan gülünçlü oyunlar­dan çıkma olan komedya idi. Bütün edebî nevilerde esere çe-

F. 17

258 AVRU PA M İLLETLERİNİN

klciliğinl veren, aşktı; fakat aşk, Ortaçağ’da olduiru gibi, ha­nıma hitabedecek yerdo, ko" olarak iyi aileden genç kızı seç-- ti ama göavyelere has agkın Saygı dolu şekillerini de muhafaza etti. Aşk, bütün nevilere hattâ, konu gerektirmediği halde, komedyaya dahi, kendini kabul ettirdi.

Plâstik sanatlar Rönesans hareketini takibediyorlardı. R e ­sim, antik şekilden uzaklaşarak tabiate yaklaşıyordu. Mimarı İtalyan biçimlerini ve sıva kullanılmasını kiliselere ve sarayla­ra gittikçe daha fazla kabul ettiriyordu; düz çizgi zevki hattâ bahçelerdeki ağaçları bile hükmü altına almıştı.

Müziğin merkezi henüz İtalya’daydı ve bütün Avrupa sa­rayları için müzisyenler o memleketten getirtiliyordu. Yeni ne­viler orada XVII. yüzyılda yaratıldı ve İtalyanca adlarını mu­hafaza etti; Bunlar, dinî törenler için oratorio, amatörler için concerto, monden halk için opera idi; beri yandan da Fransa’­da halk şarkıları gelişiyor, Almanya ise âletli müzikten yana olan geleneğini pekiştiriyordu.

X IV

XVII. YÜZYILIN İKİNCİ YARISI

Avrupa’daki genel kriz. — Çok kısa süren, fakat derin olan bir kriz hemen hemen bütün Avrupa memleketlerinde aynı an­da (1648 den 1660 a kadar) ortaya gıktı.

Sonuçlan bakımından en önemlisi, Iskogya’da başlayıp İn­giltere’de sona eren Büyük Britanya ihtilâli oldu. Ingriliz Par­lâmentosu kralı yendikten sonra, kendi ordusuna ücret ver­medi ve Bağımsızlar diye adlandırılan, askerlerin soğu ile bun­lann çiftlik sahibi bir bey olan generalleri Cromm'well’in de girmig oldukları küçük mezhepleri yasak ederek, bu ordu ile anlaşmazlık haline girdi. Parlâmentonun “ presbytérien” çoğun,- luğru tarafından tehdit edilmekte olan ordu, bunu devirdi; son­ra kralı yargılattırıp idam ettirdi, krallığı ve Lordlar kamara­sını lâğvederek adına Cumhuriyet (common/wealth} denen ge­çici bir hükümet kurdu. Bu, Cumhuriyet gekli altında merke2i- leşen büyük bir Devletin ilk örneği oldu.

Yeni bir anayasa hazırlamak için askerler tarafından tem­silci olarak seçilen subaylar Avrupa'da ilk defa olarak radikal bir hükümet teorisini formüllegtirdiler: Meclis tarafından ka­bul edilen belgeye milletin hâkimiyetinin, kısa bir süre için seçilen temsilciler tarafından icra olunacağı ilkesini de sok­turdular. Yeni bir meclis seçilmesine yanaşmayan milJetvekH- leriyle anlaşmazlığa düşen Crommwell, bunlan kapıdıgan etti ve eski P rotector unvanını tekrar alarak monarşik bir rejim kurmağa çalıştı; bu rejim, hemen hemen bütün millete karşı, ordu tarafından desteklendi. Crommwell’in ölümünden sonra İskoçya sınınndaki ordu tekrar Londra’ya gelerek krallığı ye­niden kurdu. Fakat İngilizlerin içinde her türlü daimî orduya karşı bir korku yeretti ve bu da kralm, mutlak bir hükümeti zorla kabul ettirmek iğin en tesirli âlete sahip olmasını önledi.

Birlegik-Eyaletler Cumhuriyetinde altı eyaletin stathouder’i (valisi) olan Orange prensi, Hollanda hariç bütün eyaletlerin resmî makam lannca desteklenmekteydi; hattâ Hollanda’da bi­le askerler, denizciler, papazlar, halk yığınları ondan yana idi.

1

26Û AVRU PA M İLLETLERİNİN

Hollanda şehirlerini idare etmekte olan burjuvalara karşı g i­riştiği bir kuvvet darbesiyle iktidarı ele greçirdi. Fakat, ölümün, den sonra dünyaya gelen bir oğul bırakarak, birdenbire öldü. Hollanda burjuvaları partisi yine iktidarı ele aldı ve Konfede­rasyon hükümetine Fransa ile bir barış ve ittifak politikası gütmeği kabul ettirdi. İngiliz ve Hollanda tâcirleri arasındaki rekabet 1652 de İngiltere ile Birleşik-Eyaletler arasında ilk de­niz savağının çıkmasına sebep oldu.

Ispanya’ya kargı savaş halinde kalmış olan Fransa, Paris­lilerin başbakan Mazarin’e karşı (adına Fronde denen) ayak­lanması yüzünden kargaşa halindeydi: Mazarin, Devletle iş görerek büyük kârlar sağlayan maliyecilerin ortağı idi ve onr lan koruyordu. Paris’te 1648 de başlayan ayaklanmayı birkaç eyaletteki büyük derebeyleri de devam ettirdiler; sonunda za­feri kazanan Mazarin ayaklanmaya son verdi ve iktidarın mut­lak hâkimi olarak kaldı.

Ispanya hükümeti on iki yıldanberi ayaklanma halinde olan Katalobyalılara boyun eğdirebildi ama, Fransa’dan gönde­rilen takviye kıtalarından yardım gören Portekiz’in yine bağım­sız bir krallık olmasını önliyemedi. Sonunda İspanya, Artois ve Rousillon’u vererek Fransa ile barış yapmak zorunda kaldı.

Avrupa’nın öbür ucunda zaten Baltık kıyılarındaki memle­ketlere hâkim bulunan X . Karl-Gustav, Polonya’ya karşı sava­şa girişti ve arazisinin hemen hemen tamamını işgal etti. P o ­lonya asillerinin ayaklanması üzerine bu topraklardan püskür­tüldü ve Danimarka’yı fethetme işine girişti. Kopenhag’ı ku­şatma işini başaramadı; fakat, ölümünden sonra imzalanan ba­rış andlaşması gereğince, İskandinavya’nın Güneyindeki Dani­marka eyaletleri İsveç’e verildi ve İsveç toprakları da o gün­den sonra Sund boğazına kadar uzandı. Bu savaş, Polonya kralının uyruğu olan Brandenburg elektör-prensine kendini Prusya egemen dükası olarak tanıtmak imkânını verdi.

Avrupa’nın Güney-Doğu’sunda, Dinyester’le Ural arasında adına Ukrayna (sınır ülkesi) denen uçsuz bucaksız ova Rusça konuşan ve ortodoks dininden olan Kazak (gezginci) adlı göç­menler tarafından işgal edilmişti; Kazak'lar macera dolu bir hayat sürüp komşu memleketlerde yağmacılık yapan yarıköy- lü, atlı savaşçılardı. Bunların, alaylar halinde teşkilâtlanmış olan başlıca kıtası şefini (ataman) kendisi seçiyor, bu şef de kumandanlık alâmetlerini Polonya kralından alıyordu. Polon­ya hükümeti ancak defterlere yazılı Kazakları tanıyıp ötekile.

re köylü, muamelesi yapmağa karar verdiğinden, bunlar 1648 de ayaklanarak PolonyalI asillerle papazları kılıgtan geğirdiler. 1652 de ataman kendisini savağa devam edebilmek için pek zar yıf hissettiğinden, çarm uyrukluğunu kabul etti ve Ukrayna da Rus hükümetinin hâkimiyeti altma girdi.

Çok kısa bir zaman içine sıkıgan bu olaylar, Avrupa Dev­letleri arasmdaki kuvvet muvazenesinin yer değiştirmesine yol açtılar. Avusturya hanedanı bir buçuk asırdanberi elinde tut­tuğu hâkimiyeti kaybetti. İspanya kralı elindeki toprakları sa­vunacak kuvvete bile sahip değildi; Almanya’da İmparator’un artık gerçek bir iktidarı yoktu ve topraklan, Osmanh orduları­nın istilâsı tehdidi altındaydı. Şimdi üstünlük Avrupa’nın en zengin milleti haline gelmiş olan Birlegik-Eyaletlerle, ordusu sayesinde Baltık denizine hâkim olmuş bulunan İsveç’in müt­tefiki Fransa’nın eline pregmiş bulunuyordu. İngiltere deniz devleti olarak aktif bir rol oynamaktaydı. - Karadeniz’den uza- fta «UrUlmUıı olan Polonya, İHVoglilcrleı Rusların istilâsına açık bir haltloydi.

XIV, LouU'nitu f)isvbMI,nlcri. - 1660 dan 1715 e kadar süren VP ook dttha uzun olım sürodo az sayıda önemli olay bulunmak­ladır. Avi'up'i'nm merkezi (Almanya, İtalya, Hollanda) küçük dovlotlorlo parçalanmış haldeydi, ordular için bir savaş alanı ve Batıdaki büyük devletlerin diplomatları için bir entrika sa­hası haline gelmişti.

XIV. Louis şöhrete erişmek ve fetihler yapmak arzusunu beslediği halde Fransa’da idareyi eline aldı ve Mazarin’in bı­rakmış olduğu tecrübeli bakanlar kendisine hizmete başladılar. Müttefikleri olan HollandalIları, İsveç’i ve Fransa’nın eskiden korumakta olduğu Alman prenslerinden çoğunu muhafaza et­mekteydi; karşısında yalnız âciz basımlar vardı ki bunlar za­y ıf bir hükümete sahip olan iflâs halindeki Ispanya ile kendi, ni OsmanlIlara karşı korumağa çalışan İmparatordu. Osman­l I l a r 1664 te Istirya’ya kadar girmişler, 1683 te de Viyana’yı ku­şatmışlardı.

XIV. Louis politikasına başlıca amaç olarak “ Ispanya’nın mirasına konmayı” hedef tuttu, bu da II. Carlos’un 1664 te tah­ta çıkışmdanberi bekleniyordu: Hep ölmek üzere gibi olan II. Carlos, 1700 yılına kadar yaşadı. XIV. Louis bu mirası bir İs­panya prensesiyle evlenerek, sonra da AvusturyalI mirasçı ile bir bölüşme yaparak elde etmeği denedi; beri yandan 1668 de Hollanda’daki birkaç şehri, 1678 de de Franche-Comte’yi zapr

M UKAYESELİ TAR İH İ 261

262 AVRU PA M İLLETLERİNİN

tederek Ispanya’nın mirasından bazı parçalan ele geçirdi.Sonra İngiltere kralının yardımı ile Birlegik-Kyaletler’e

kargı savaşa girdi. Fransız ordusunun Hollanda’yı istilâ edişi bir iç ihtilâle sebep oldu, bu yüzden Fransa ile ittifak taraflısı olan parti iktidarı kaybetti ve Birleşik-Eyaletler’in idaresi genç Orange prensi Guillaume’a geçti. XIV . Louis’nin saldırgan po­litikası Fransa’ya Hollanda ile Alman prenslerinin İttifakını kaybettirmişti; bunlar da ilk defa olarak İmparatorla anlaşma halinde İmparatorluğa Fransa’ya karşı harp ilân ettiler ve Alsas’ı iigal ettiler. Fakat Guillaume tarafından Fransa’ya kar­şı kurulan koalisyon başlangıçta onu tamamen durdurmak için pek zayıftı ve 1678 de imzalanan barış, Ispanya’da zaptedilen toprakları Fransa’nın elinde bıraktı. X IV . Louis bundan fay­dalanarak barış devam ettiği halde Fransız mahkemeleri tara­fından kararlaştırılan bir takım ilhaklar yaptı; tehdit altındah ki Devletler bir savunma ittifakı için ancak 1686 da anlaşabil­diler.

İngiltere İhtilâli. — Avrupa politikası Büyük Britanya’daki ikinci bir ihtilâlle altüst oldu. 1660 da tekrar tahta çıkarılanII. Charles Anglikan partisinin milletvekillerinden mürekkep bir Parlâmento seçtirme işini başarmıştı ve bunu on sekiz yıl muhafaza etti. Bu Parlâmento Presbytérien’leri kamu haya­tından uzaklaştırmak için bir kanun kabul etmişti; buna göre bir kamu işi görmek, hattâ seçime katılmak için dahi, memle­kette yerleşmiş bulunan Kiliseye iltihak edildiğini gösteren bir yeminde bulunmak gerekiyordu. İngiliz “gentleman” leri mem­leketlerinde kendilerine nufus sağlıyan memuriyetleri muhafa­za edebilmek için ogün bugün Anglikan kilisesine mensup ol­mak zorunda kaldılar ve zamanımıza kadar da “muhalif” k i­liselere ancak “orta sınıflar” dan olan insanlar girdiler. Hat­tâ II. Charles hem katolikler!, hem muhalif kiliselerin mensup- lannı müsamaha ile karşılayarak İngiltere’nin kapılarını kato- likliğe açmağı bile denemişti. Fakat Parlâmento krala sadık olmakla beraber, onu daha önce presbytérien’lere karşı kullanı­lan usulle katolikleri uzaklaştırmak zorunda bırakmıştı: Bir memuriyetin başında olan herhangi bir kimse, “transsubstan­tiation” adlı (yani ekmek ile şarabın İsa’nın eti ile kanı haline girdiği yolundaki) katolik doktrinini reddettiğine dair yemin etmek zorundaydı. II. Charles’in yerine kimin geçeceği yüzün­den çıkan anlaşmazlık 1678 den 1681 e kadar süren ciddî bir buhrana yol açtı ve bu buhran esnasında kral üç Parlâmento­

yu feshetti. Bunun üzerine tng-ilizleri ikiye bölen iki parti meydana geldi: Bunlardan birisi kralm kardeşi olan Jack’le Anglikan kilisesinin partisiydi ve herkesin buna girmesi m ec­buri İdi (ki âdına tory dendi) ; - öteki ise Jack’i katolik sıfatiy- le uzak tutan ve Anglikan kilisesinin muhaliflerine müsamaha gösteren parti idi (ki adına W hig dendi). Charles Parlâmento­yu bağından defetti ve ölümüne kadar da mutlalı bir kral sı- fatiyle saltanat sürdü.

Charles’in kardeşi Jack kral olunca Rom a Kilisesini In­giltere’de yeniden kurma tasarısını tekrar ele aldı. Anglikan kilisesinin muhaliflerine müsamaha gösterilmesini kabul etti, kendisi de katolik mezhebine girdi ve kargı gelenlere zulüm yapmağa başladı. Böylelikle hattâ, hem krallık otoritesine ve hem de Anglikan Kilisesine bağlı olan torj/’leri bile kendine düşman etti. Jack’in yerine. Orange prensi Guillaume’la evli bulunan büyük kızı geçecekti. Fakat Jack’ın katolik olan ikin­ci kansı bir oSrIan çocuk doğurup bunun da kral olacağı anla- Hilmca, birlıirlne muhalif iki partinin şefleri anlaşarak Guillan, me'dan yardım istediler, o da bir Hollanda ordusu ile Ingilte­re’ye geldi. Bunun üzerine Jack Fransa’ya kaçtı.

1688 ihtilâli İngiliz Anayasasında hiçbir şey değiştirmedi ve bu anayasa, teamülî olarak kaldı, ihtilâlin yaptığı tek iş, Jack’ın yerine kızı ile damadını geçirmek ve her Ingiliz kralı­nın, memlekette yerleşmiş bulunan Kilise ile anlaşma hafinde olması gerektiğini kararlaştırmaktan ibaret kaldı. Parlâmento tarafmdan kabul edilen “Haklar Beyannamesi” higbir yeni prensip ilân etmedi. Bu beyanname Jack’in, Ingilizlerin anane­vi haklarına aykırı olan fiillerini saymak suretiyle, kralın ik ­tidarına konan sınırlan bir daha hatırlattı ; tek garanti olarak da “Parlâmentonun sık sık toplanması gerektiğini” tasrih edi­yordu. Aslında ise XIV. Louis’ye karşı savaş halinde olan Guil- laume’un çok paraya ihtiyacı vardı ve vergiler hakkındaki ka­nunları çıkarttırmak üzere Parlâmentoyu her yıl toplantıya ça­ğırm ak zorunda kaldı.

ihtilâl, İrlanda’ya karşı bir savaş açılmasına sebep oldu; Zira bir Fransız ordusu ile bu i memlekete gelen Jack, burada kral olarak tanınmıştı. Zaferi kazanan Ingilizler İrlanda’da olağanüstü bir rejim kurdular: Buna göre bütün iktidarla top­rakların mühim bir kısmı protestan Ingiliz mülk salaiplerine (Ulster’de de “presbytérien” Iskoçyalılara) veriliyordu; katolik İrlandalIlar aşağı bir sınıf haline sokuldu.

m u k a y e s e l i t a r i h i 263

204 AVRU PA M İLLETLERİNİN

XIV. Lomis’yıîn ba^ansızUliîan. — 1688 İhtilâli yüzünden İngiltere XIV. Louis’ye kargı kurulan koalisyona girdi. Savag donanmayı mahvetti ve Fransa’nın kaynaklarını tüketti; öyle ki, İtalya ve Hollanda’da üç yıl boyunca kazandığı zaferlere rağmen X IV . Louis zaptettiği yerlerden birkaçını geri vererek barış imzalamak zorunda kaldı.

I>oğu Avrupa’da 1683 de Viyana’yı kuşatmış olan Osmanlı ordusu İmparatorun, Alman prenslerinin ve Polonya kralının birlesen askerleri tarafmdan yenilmişti. İmparatorun orduları bütün Macar Krallığı ile Transilvanya topraklarını Sultandan geri aldılar. 16ı99 da imzalanan barışla Avusturya hanedanı X X . yüzyıla kadar elinde tuttuğu sınırları elde etti.

1700 de X IV . Louis nihayet İspanyol tahtını elde etti ama bunu Fransa için değil, kendi ailesinden olup İspanya kralı olan bir prens için yaptı. İngiltere ile Hollanda İmparator ve birkaç Alman prensi ile birlikte yeni bir koalisyon kurdulai. Orduları, kazandıkları bir sıra kesin zaferlerle Fransız ordui- larını Almanya, İtalya ve Hollanda’dan dışarıya attılar, sonun­da da Fransa’yı istilâ ettiler. XIV . Louis İngiltere’de tory par. tisinin iktidara gelmesi sayesinde kurtuldu; bu parti İngiltere hükümetinin ileri süreceği şartlarla Fransa’nın barış yapma­sını kabul etti. XIV. Louis’nin torunu İspanya kralı olarak kal­dı ama Ispanya’nın İtalya ve Hollanda’da sahip olduğu bütün topraklar Avusturya hanedanının eline geçti. - Koalisyon’la ittifak yapmış olan iki prens, savaştan kral unvanı ile çıktılar: Savua dükası Sardunya krah oldu; Brandenburg elektörü ise zaten hâkim bulunduğu Prusya’da kral unvanını aldı ki Prus­ya devletinin adının menşei de budur.

1707 de Iskoçya “Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Kral­lığı” adı ile tek bir Parlâmento ve Birlik’in tek bayrağı altmda İngiltere ile birleşmişti. Iskoçya kendi “presbytérien” Kilisesi ile İngiliz hukukundan ayrı olan hususî hukukunu muhafaza ediyordu.

Doğu Avrupa’da, o zamana kadar din yüzünden Avrupa’­dan ayrılmış olan Rusya, genç bir çann teşebbüsü ile Avrupa’­ya. birdenbire yaklaşıvermisti. Deli Petro, merasim dolu ve sofu bir dindarca hayata alışık olan Rus çarları gibi yetiş­tirilecek yerde, Moskova’nın dış mahallelerinden birinde yer­leşmiş olan yabancılarla düşüp kalkmıg ve Batı’nın maddî mer deniyetinden hoşlanmağa başlamıştı. İngilizleri örnek alarak bir donanma, Almanya’yı taklid ederek bir ordu kurdu; hattâ

uyruklarım Avrupa biçiminde giyinmeğe zorlamak teşebbüsün­de bulundu, Moskova adlı Rus şehrini terkederek Baltık yakı­nında, İsveç’ten zaptedilen yabancı bir memleket toprağında yeni bir başkent inşa ettirerek buna bir Alman adı olan Pe­tersburg ismini verdi. Milleti pasif bir şekilde itaate alışık q\r duğundan. Deli Petro hiçbir faal mukavemete rastlamıyordu. İsveç krah XII. Karl’a (Demirbaş garl) karşı harbe girişti. Savaşçı bir prens olan XII. Kari ilkin galip gelerek bütün Po­lonya’yı hükmü altına aldı; fakat ordusunu Ukrayna’ya ge­tirmiş olan Charles, buradaki kesin bir savaşta bu orduyu kay­betti. Galip gelen Petro ise Baltık kıyılarındaki İsveç eyaletle­rinin sahibi olarak kaldı.

A vnıpa Devtetlerm de m erkezi hükümet. — X V II. yüzyıl boyunca otoritenin değişmesi işi sona erdi. Bu otorite artık hükümdarın şahsına bağlı olarak kalmadı. Devletin gayrışahsî ve mücerret iktidarı haline girdi. Bu iktidar, hükümdarın ye­rine onun bir vekili tarafından da icra olunabiliyordu. Fakat İspanya v^ Portekiz’de yerleşmiş bulunan, bütün iktidarı bir tek adama verm ek usulü Fransa’da devam etmedi. Hemen he­men bütün Devletlerde hükümdarlar, uyruklarına doğrudan doğruya emirler vermek için, iktidarı bizzat kullanmağa (ya­hut kullanır görünmeğe) önem verdiler. Hükümdarın uyrukr lanyla olan tek münasebeti, törenlerde görünmek ve dilekçeleri kabul etmekten ibaret kaldı.

Önemli sayılan işler ve bilhassa başka Devletlerle olan münasebetler hakkmda hükümdar, güvendiği adamlara danış­tıktan sonra, kendisi karar veriyordu. Hükümdar kararlannı yerine getirtmek için gerekli teferruat kabilinden işlerle D ev. lete ait haberlerin kendisine bildirilmesi hususunu onlara bı­rakıyordu. Bu işler tahrirat, rapor, muhtıra şekli altında git­tikçe daha faala yazılı olarak yapılıyordu. - Alman memleket, leriyle İsveç’te hükümdann yardımcılan, herbiri bir çeşit işle görevlendirilmiş olan, birkaç meclis halinde gruplanmışlardı. - Fransa ile İngiltere’de kral artık resmî meclisleri kullanmaz olmuştu, işleri samimî bir hava içinde görüşmek üzere, kabime’- sinde (yani çalışma odasında) değişik unvanlara sahip birkaç güvendiği insanı topluyordu; bunlara artık minisire (yani ba. kan) unvanı verilmeğe başlanmış, herbiri de işleri çeşitlerine göre kendi aralarında paylaşmağa başlamışlardı.

Doğu Avrupa Devletlerinde istisnaî şartlar yüzünden hü­kümdann otoritesi birbirine zıt yönlerde değişmişti. İsveç’te,

M UKAYESELİ TAR İH İ 265

266 AVRU PA M İLLETLERİNİN

XI. Charles’in uzun süren çocukluk devresinde iktidar Devle­tin yüksek şahsiyetlerinden kurulu bir Naipler meclisi tarafınr dan icra olunmuştu; fakat Charles rüşde erince aristokratlara karşı Diyet’in öteki üç sınıfını (kilise adamlarını, burjuvaları, köylüleri) yardıma çağırdı ve mutlak iktidan yeniden kurdu. Onun halefi X II. Charles iktidan keyfinin istediği gibi kullan­dı. - Macaristan’da İmparator-kral, memleketi yeni baştan fet­hettikten sonra uyruklanndan birçoğunu id a m ' ettirerek mut­lak iktidan yeniden kurmak istedi, fakat Diyet’i muhafaza etmek zorunda kaldı, Diyet de asker veya para toplama işle­rine anack ' kralla pa^ıarhğa giriştikten sonra razı olmak yo­lundaki âdeti idame ettirdi. - Bütün asillerden kurulu bir m ec. lis tarafmdan kralın seçildiği Polonya’da Diyet’in rızası ol-

' madıkça hiçbir karar alınamıyordu ve k ararlann ' da milletve­killerinin ittifakı ile verilmesi gerekmekteydi. XVII. yüzyılın sonunda kral seçilen Saks elektör- prensi iktidan kuvetlendir- meği denedi ama İsveç krah tarafından tahtından indirildi ve kral onun yerine alelâde bir PolonyalI asili seçtirdi. - Rusya’da ise tersine olarak XVII. yüzyıl boyunca patrikle işbaşında bu­lunan çar, birlikte hareket ederek, bir çeşit hükümet meclisi kurmuşlardı ama, çar Petro’nun iradesi, tam mânasıyle mutlak iktidann yeniden kurulmasına kâfi geldi.

Krallık müessesesinin değişmesiyle beraber hükümdarın giyiniş ve yaşayışında da değişiklik oldu. Kral artık, emirlerini bizzat vermek zorunda olduğu zamanlardaki gibi, gezginci bir ömür' sürmez oldu. Bir saraya yerleşti, orada da hizmetlileri İle misafirleri kendisi için daimî bir “ saray halkı” teşkil ettiler. İsveç hariç, kral artık bir savaş elbisesi giymez oldu; kanun adamlannm modasına uyarak saray mensubu bir derebeyi gibi giyindi, XIV . Louis ve İmparator Leopold gibi perüka taktı, arabaya biner oldu.

Kralın zamanını nasıl kullanacağı, Burgronya dükü tarafın­dan XV. yüzyılda ihdas edilmiş olan teşrifat kurallarıyle ayar­landı ve bu, XVI. yüzyılda İspanya sarayına da girdi. Leopold, İspanyol modasına uygun siyah kostümle beraber, bu teşrifatı Viyana sarayına da soktu. XIV . Louis Versailles’de İtalyan ü s­lûbunda bir saray yaptırdıktan sonra, Fransa sarayının gele­neğine aykırı olan bu teşrifat usullerini koydurdu; Oysa ki Fransa sarayında hayat daima hür, neşeli, hattâ biraz da inti­zamsız olagelmişti. Kralın yataktan kalkışı, yemekleri, yatışı, yani gündelik hayatının bütün fiilleri saray mensuplarının ses.

sizce iıazır bulundukları bir teşrifat, bir tören haline sokuldu. Bu “etiket” başka saraylarda, bilhassa Alman prenalerinin sar raylarında da moda haline geldi. XIV . Louis gibi her prens de gehir dışında bir saraya, bir teşrifata, mabeyincilere, hattâ res­mî bir metrese sahip olmak isteğine kapıldı.

Kilise adamlannın otoritesi, — X VI. yüzyıldan itibaren hattâ katolik memleketlerde dahi, kilise adamlarının otoritesi hükümdarın iktidarından sonra geliyordu. İspanya ve Porte­kiz Enkizisyon’lan hariç, Kilise mahkemeleri, derece bakımın, dan hükümdarın lâik mahkemelerinden sonra gelmekteydiler. Bunlar artık cinayet dâvalarını yargılamıyorlardı, kaza yetki­leri hemen yalnız evlenme işlerine münhasır kalmış bulunmak­taydı. Papa artık kralları tahtlarından indirmek yetkisine sa­hip bulunduğunu iddia etmiyordu ve hükümdarların politika- lan üzerinde hiçbir nufusa sahip değildi.

Bununla beraber rahip sınıfı hattâ protestan memleketlerr de dahi, müminler üzerinde maddî bir otoriteyi muhafaza edi­yordu. Dinî ibadetler, âyinde hazır bulunma, din bilgisi öğre­timi, katolik memleketlerde günah çıkartma, komünyon, (he. nüz pek çok olan) yortu günlerinde çalışmamak ve et yememek mecburî olarak kalıyor; bunlara uymayanlar para, hattâ hapis cezasına çarptırılıyordu.

Devlet Kilisesinin dışındaki bir dinin ibadetini yapmak kar nunla yasak edilmişti, yalnız hükümdarın resmî bir emirname­siyle “ reform e” lere birkaç memlekette bahşedilmiş olan na­dir birkaç istisna, bunun dışındaydı. Bu istisnalar XVI. yüzyıl boyunca Polonya’da lâğvedilerek ancak Macaristan’da kalmıştı. Fransa’da XIV. Louis, Nantes fermanı ile “ reform e” uyrukla, rina bahşedilmiş hakların birçoklarını yavaş yavaş geri aldıkj- tan sonra, 1685 de bu fermanı iptal etti. Protestan papazlarını krallıktan dışarıya sürdü ve müminlerin krallık topraklarından dışarıya çıkmalarını yasak edip bunları kürek cezası vermekle tehdit ederek, mezheplerini değiştirmeğe kalkıştı. - İngiliz hükümeti ise Anglikan Kilisesinin dinî âyinlerinde hazır bu- lunmıyan öteki mezhepler mensuplarını cezalandırmak için özel kanunlar çıkartmıştı.

Aslında ise yasak mezhepler her zaman müsamaha görm e­mekle beraber, BirleşikrEyaletler ve hattâ İngiltere’de dahi, buhran zamanları hariç, adalet makamları tarafından sıkı bir gekilde takip edilmiyordu. 1688 ihtilâlinden itibaren protestan muhaliflere, çarptırıldıkları cezalardan özel kanunlarla bağı-

M UKAYESELİ TARİH İ 267

268 AVRU PA M İLLETLERİNİN

§ık tutulmak suretiyle, müsamaha gösterildi ve yılda bir defa âyinde hazır bulunmaları gartiyle kamu memuriyetlerini icra etmelerine de müsaade olundu. - Alman memleketlerinde XVII. yüzyıldan itibaren tenkil hareketi muhalifleri, menkul malları­nı götürmeğe ve mülklerini de satmağa izin vererek, krallık arazisinden sürmekten ibaret kalmış bulunuyordu. 1648 and- lagmaları ile hükümdar din değigtirse dahi, uynıklarmın ken­di dinlerini uygulamalarına izin vereceği kuralı konuldu.

Bütün devletlerde rühban sınıfı mezarlıkların zâbıtasım, okullarla hastanelerin denetlenmesini ve yoksullara yardım işi­ni elde tutuyordu. Vaftiz, evlenme, defin defterlerini o tutuyor, du ve kişilerin durumlarını tesbit için tek usul de bu idi (ki sonradan bu, “nufus kütüğü” haline geldi).

Kam u hayatvnvn işlemleri. — Âdetlere ve müktesep hakla­ra saygı göstermiş olmak için, hükümetler eski bağımsız oto­riteleri resmen ilgadan kaçınarak yeni yeni otoriteler kurmağı tercih ediyorlar; bunlar işleri kendilerine çekiyorlar, eski otori. telere ise hiçbir yetkisi olmayan bir takım şerefler bırakıyorlar­dı. Bu yüzden ortaya dağınık ve değişik usullerle iş gören bir cihaz çıkmıştı ki bu hal, bu rejimin mahiyetini tasvir işini çok güç bir hale sokmaktadır.

Hükümetin doğrudan doğruya memuru olan kimseler, za­ten tesbit edilmiş bulunan değişik usullerle devşirilmekteydi. Her memleketin eşrafı tarafından ücretsiz olarak idare edil­mekte olduğu İngiltere’de, köylük yerlerin “gentleman” leri ta. rafından idare edilen mahallî bir muhtar idare meydana gel­mişti (ki sonradan buna self ffovernment adı verildi). - Her memleketin zengin burjuvalarının, merkezî hükümetin emir­lerini harfi harfine dinlemeksizin memuriyetleri icra etmekte oldukları Fransa’da işler, şehirlerdeki burjuvaların idare et­mekte oldukları fiili bir muhtariyete doğru gidiyordu. Bu faz^ la bağımsız memur kadrosuna söz geçirebilmek için hükümet, yine bir makama sahip olanlar arasından seçtiği ve istediği zaman azledebileceği “komiserler” gönderiyordu ki bunlara ad­liye, zabıta, maliye “ intendant” lan (müfettişleri) adı veril­mekteydi. XIV . Louis’den itibaren her “généralité” de (malî eyalet bölgesi) bunlardan bir tanesi daimî olarak bulundurul, du, böylece bütün krallıkta bunlardan otuz tane kadar vardı.

Avrupa kıtasının öteki Devletlerinde çok daha az sayıda olan memurlar hükümdar tarafından tayin ediliyorlardı ve azr ledilmeleri mümkündü. Alman prenslerinin topraklan üzerinde

birisi prensin arazisiyle, öteki de savaş hâzinesiyle meşgul ol­mak üzere iki çeşit personel kadroşu bulunmaktaydı. Branden­burg elektörü, kıtalann ve tahkimli mevkilerin bakımı ile gö. revli “geniş yetkili savaş komiserlikleı-i” ihdas etti. Arazisini daire’lere böldü; bunların her birine geniş arazi sahibi asiller^ den olup askerî kıtalarla halk arasındaki münasebetleri tanzi­me memur bir handrath tayin etti; Prusya mahallî idaresinin temelini bu teşkil etti.

Adalet her memlekete mahsus şekillere göre kral adına tevzi edilmekteydi. Töreye bağlı olan İng-ilizler, memleketin eşrafından mürekkep Jüri’yi muhafaza etmişlerdi; jüriyi iş­kenceye başvurmaksızın, alenî olarak çalışan kralî bir yargıç idare ediyordu. Sanık ancak bir yargıcın emriyle tevkif edile­biliyor ve kefaletle serbest bırakılabiliyordu. - Öteki Devletler ceza hukuku alanında oi'^U lisul’ü benimsemişlerdi: Buna göre yargıç sanığı belirsiz bir süre boyunca hapiste tutabiliyor, iti­raf ettirmek için işkenccye başvurabiliyor, sanığı avukatsız ve alenî duruıjmasız -olarak mahkûm edebiliyordu.

Ortaçağ âdetloi'indon kırbaçlamak, sakatlamak, öldürtmek tribi usuller baki kalmıştı ve bunlara sık sık başvuruluyordu. Bazen mahkûma acı çektirerek ölüm cezasını daha da ağırlaş­tırmak için onun uzuvlarını kırdıktan sonra bir çarka takmak, dört beygire bağlayıp dört parçaya ayırmak gibi usullere de başvuruluyordu. Hazır bulunanları işkencenin manzarasıyla korkutma gayesi güdülüyordu (ki “ ibret vei'ici ceza” deyimi de buradan gelm edir); halkın daha iyi ibret alabilmesi için, idam yüksek bir darağacı üzerinde infaz olunuyordu. Pai'ça parça doğrayarak veya sokağa atarak cesedi de cezalandırmak usulü devam etmekteydi.

Maliye memurları töre ile esasen tesbit edilmiş usullere gö­re iş görmekteydiler. Vergiler Devletin başlıca gelir kaynağı haline gelmişti. Vasıtasız vergi tarım memleketlerinde (yani hfemen hemen bütün Avrupa’da) en önemli vergi olarak kat­maktaydı. Bu vergi bilhassa köyler halkına şâmildi ve mahallî sorumlu makamlar tarafından iki ayrı usulle - birinci usule göre topraklar arasmda sabit bir vergi şekli altında, - ikinci usule göre aileler arasında sahip oldukları farzedilen ve key­fî olarak teabit edilen servetleri miktarına göre alınmaktaydı (ki bu, fransız cizye usulü idi). Ticaretle meşgul memleketler tarafından kullanılan vasıtalı vergi istihlâk maddeleri ve bil­hassa yiyeceklerle içkiler üzerinden alınan resimler halindey­

M UKAYESELİ TA R İH İ 269

270 AVBU PA M İLLETLERİNİN

di, gehirler halkına şâmildi. Bunun örneğini de Hollanda’da­ki yiyecek ve isecek vergisi tegkil ediyordu.

Hükümetlerin çoğu, kaynaklarını gözönünde tutmakaızın, derebeyleri gibi para harcıyorlardı; onun için daimî surette açık vererek yaşamaktaydılar. Hollanda şehirlerindeki burjuva hü­kümet masraflarını gelirlerine uydurmasını biliyor ve (% 2 ye kadar varan) çok alçak bir faizle ödünç para almanın yolunu buluyordu. Askerî masraf yapmakta olan İngiliz hükümeti mur vazeneyi muhafaza etmişti; fakat X IV . Louis’ye kargı savaşlar onu Devlet’in kefilliği ile ödünç para almak zorunda bıraktı ve daimî borçların menşei de bu oldu. - Brandenburg’daki Al­man prensleri topraklarını düzgün idare, malî işlerini düzgün yürütmeğe m uvaffak oluyorlardı. Öteki hükümetler ise borca batmış durumdaydılar ve değişik usullere başvuruyorlardı. XIV . Louis’nın bıraktığı borç o kadar ağırdı ki bunu geri ver. mek mümkün olamadı.

Ordu ve diplomasi. — Devletlerin dıg politikası orduların harekâtı ve diplomatların görügmeleri ile tanzim edilmekteydi. Kıtaların yeni teşkilâtlanma şekli ve yeni savaş araçlarıyle, sa­vaş da değişiyordu. Kuvvetli Devletler savaşa giriş sırasında mütaahhitler tarafından toplanıp rastgele kuruluveren bir or­du usulünden vazgeçmişlerdi. Hattâ barış zamanında dahi dai­mî bir subay kadrosuna sahip daimî ordu bulunduruyorlardı. Prensip olarak bu ordu bir ücret karşılığı askere yazılmış her memleketin gönüllülerinden mürekkep olmağa devam ediyor­du; fakat, XVII. yüzyılın sonundan önce ordular o kadar kar labalıklaşmışlardı ki artık gönüllüler yetmiyordu. Bunları top­lamakla görevli subaylar kurnazlığa, hattâ zora başvuruyorlar­dı (1). Fransa’da 1690 dan itibaren kral, her ruhanî bölgede kur’a ile tesbit edilen insanlardan meydana gelme "eyalet mi­lisleri” ni ihdas etti; bunlara memleketin “gentilhomme” lan kumanda ediyorlardı. Milislerin bir yerde garnizon kurup otur­maları gerekmekteydi ama, bunlar savaşa gönderildiler. 1709 fla Prusya kralı mahallî otoritelerden işe yaramayan kimsele. rin "gürültüsüzce” toplanmasını istedi. Rusya’da Petro dere- beylerinden malikânelerindeki köylüleri vermelerini istedi ve

CIJ İngiltere’de ordu epiy küçük olduğundan gönüllü bu. lahiliyordu; fakat savaş donanması içiti bir takım çeteler, halk­tan bir takım adamları zorla kaçırıp götürerek denizci tedarik etm ekteydiler, ki bunum, adına presse deniyordu.

bunları ömürleri boyunca asker yazdırdı.Subaylar artık hükümdar tarafından bir berai’la tayın edi­

liyordu; fakat Fransa’da albaylarla yüzbaşıların beratlarını bir memuriyet gibi satmalarına yahut hizmet iğin yerlerine bir vekil tayin etmelerine izin verildi. Prensip olarak bütün mem­leketlerde askerlik meslegri kılıç taşıyan asillere mahsus bir i§ olmakta devam ediyordu; subayların hemen hepsi asildi. Su. baylar askerlerine ücretlerini ödemekle görevliydiler; zaman zaman komiserler gelerek kıta mevcudunun gerçekten hazır olup olmadığını görmek için kıtaları teftiş ediyorlardı. Fakat çoğu zaman subaylar teftiş günü namevcutların yerine uşaklar koyarak ya da bir savaştan sonra bu namevcutları kayıplar arasına sokarak ücretleri kendileri alıyorlardı.

Hükümet artık askerlere ve şeflerine teçhizatlarını, yiyecek­lerini ve bakımlarını kendileri sağlamak ödevini bırakmaz ol­du. Silâhlar için silâhhaneler, teçhizat, yiyecekler, yemler için debboylar, hattâ bazen kışlalar kurdu. Askerler artık memle­ketin sırtından geçinmeğe muhtaç olmadıkları gibi, otuz yıl savağında olduğu üzere, peşlerine arabalar, uşaklar ve kadın­lar takmak zorunda kalmadılar. Bununla beraber kışın çok seyrek olarak harekât yapma âdeti, olduğu gibi kaldı.

Tekniğin ileı-lemesi ateşli silâhları çok daha tesirli hale getirmişti. Bu silâhlara dayanamaz hale gelen demir zırh ter- kedildi; kala kala kılıçla yahut karabina ile savaşan atlılar kaldı ve Doğu Avrupa’dan Hırvat’lardan, hüsar’lardan mürek­kep, kılıç veya mızrakla silâhlanmış hafif süvariler toplandı. - Piyadede ise fitilli tüfeğin yerini, daha hafif olan çakmaklı tü­fek aldı; mızrağın yerine ise, ilkin tüfeğin namlusuna soku­lan, sonra da süngü deliğinin icadıyla namlunun çevresine tut­turulan alelâde bir süngü kullanılır oldu. Bir arada bulunan bir ateşli silâhla bir de kesici silâha sahip bulunan tüfekçi, hem tüfekli, hem de mızrakh askerin yerini tuttu. - Seçkin piyade­ler tarafından el humbaraJannm atılması usulü de yayılmağa başlıyor, bunlara humbaracı deniyordu.

Tahkim usulleri de değişmekteydi. Üzerinden aşılmasın di­ye ' çok yüksek olarak inşa edilen taş surlar, mükemmelleşen topların mermilerine artık dayanamıyorlardı. Bunlann yerine OsmanlI Sultanı’nın ve HollandalIların zaten kullanmağa baş­ladıkları ve Vauban’m mükemmelleştirdiği sıyırtma tahkim usulü kullanıldı. Hendeğin dibinden başlayan taş duvar, hende­ğin üst seviyesi hizasında aona ©riyor ve böylece hendeğin dış

M UKAYESELİ TA R ÎH İ 271

272 AV RU PA M İLLETLERİNİN

tarafı onu grizliyordu. A yn ca bu duvar bir toprak yığını ile ör­tülüydü ve mermiler bu yığının iğinde kaybolup gidiyordu.

Bir savas verm ek için Fransız piyadesine güvenemiyen X I V . 'Louis ile Louvois, Hollandalılann savaş usullerini benimr semişlerdi. Bu usulün amacı, tahkimli yerleri zaptetmekti; sa­vaşlar ya düşmanın bir kuşatmadan vazgeçmesine ya da tah­kimli yerin yardımına gelmiş olan orduyu püskürtmeğe yarı­yordu. Bu sistem kıtaların büyük kısmını garnizonlarda harer ketsiz hale sokuyor ve savaşı, basan kazanıldığı zaman dahi hiçbir kesin sonuç vermeyen, sınır harekâtı haline sokuyordu. Koalisyonun iki generali (Mariborough’la prens Eugène) ve İsveç kralı X II. Charles, kesin bir savaşla sonuçlanan istilâ harbi usulünü yeniden benimsediler.

Diplomasi, makyavelîzm zihniyetine uygun olarak esasen yerleşmiş âdetlere göre faaliyette bulunuyordu; bilhassa kü­çük hükümdarların saraylarında dalkavuklukla, hediyelerle ic­ra olunan çok ustalıklı bir sanat haline gelmişti. Bu sanatta usta olarak italyanlann yerini Fraîısızlar aldılar; bunların bü. yükelçilerine verdikleri talimat, bu konuda öm ek teşkil ede­cek çaptaydı. Fransızlar diplomasi dili olarak Lâtincenin ye­rine kendi dillerini bütün Avrupa’ya kabul ettirdiler. 1678 Kon­gresi zabıtlannı Lâtince yazdı ama görüşmelerini Fransızca olarak yaptı.

Maddi hayat şartlan. — Nufus ancak İngiltere ile Hollan­da’da biraz artmıştı, Almanya’da ise asrın sonuna doğru artı- mag görünmekteydi. T an m ancak Hollanda’da elle tutulur iler­lemeler kaydetmişe benziyordu ve bu memlekette uygulanan (yonca çeşitleri ye pancar gibi) yem bitkileri ekimi, tarlanın dinlendirilmek üzere bos bırakılması usulünü bertaraf ediyor; aynca hayvanları kışın besleyip semirtmek imkânını veriyor­du. Toprağın verimini çok arttıran bu usuller, İngilizceye çev. rilen Hollanda tarım kitapları sayesinde, İngiltere’ye de meğe başlıyordu.

Endüstri -çalışmaları bilhassa şehirlerdeki zanaatkârlarla köylerde yaşayıp evlerinde, kısmen de gündelikçi sıfatiyle tar­lalarla çalışan işçiler tarafından yapılmağa devam ediyordu. Bir fırın veya kuvvetli bir makine ile çalışan - madencilik, kâ­ğıtçılık, matbaacılık, porselen ve seramik işleri, aynacılık gi­bi - birkaç endüstri, aynı müessesede oldukça büyük sayıda ig- çi toplanmasına sebep oluyordu. Fakat bu endüstriler az sayıda insan çalıştırmaktaydılar; âletler, sermaye sahiplerini korku­

tan bir yatırım yapılmasını gerektiriyor, zanaatkârlar da atelr- yede çalışmaktan hoşlanmıyorlardı (1). İggilerin toplu halde bulundukları müesseselerin çoğu (öksüzler, dilenciler, yoksul­lar gibi) geçim vasıtalarına sahip olmayan insanları hapsedip zorla çalıştırmağa yarıyorlardı. Nitekim İngiltere’de de bu re­jim ihdas edilerek toorfc house denen işyerleri kurulmug va bunların masraflarını ruhanî bölgeler k^rgılamağa baglamıe- lardı.

Küçük çapta ticaret, şehirlerde henüz dükkâncılar, köyler­de ise kısmen yaya, bir eşekle veya bir katırla dolaşan seyyar satıcılar tarafından yapılıyordu. Toptan ticaret bankacılıktan Hollanda’da ve Londra’da daha yeni yeni ayrılmağa bağlamış­tı. Sermaye azdı, zengin olan bir tâcirin çocuklan onun işini bırakıp toprak satm almağı tercih ediyorlardı, böylesi zengin­liğin daha asil bir sekliydi. İngiltere’de ancak 1688 ihtilâlinden sonradır ki menkûl kıymetlerden meydana gelme servete sa­hip bir zümre tegekkül etti.

Asilsiz tek memleket olan ve iktidarı burjuvaların elde tut­makta oldukları Hollanda, zengin insanlann paralarını ticare­te veya bir Hollanda şehrinin rhattâ dışarıda yabancı bir D ev­letin- yaptığı istikraza yatırdıkları tek memleketti. Bu memle­ket sermayenin büyük pazarı haline gelmişti, sermaye o kadar boldu ki, borç için ödenen faizin nadiren % ö ya indiği ve he­men hemen bütün memleketlerde % 10 olarak kaldığı bir da- virde, Amsterdam şehri 1680 de borcunun faizini % 3 e indir­meğe m uvaffak oldu.

Daimî bir sermayeye ihtiyacı olan büyük teşebbüsler git­tikçe daha fazla olarak, Londra’da yeni bir kumpanya şekline giriyorlar; bu kumpanyanın ortaklan şahsî hiçbir taahhüde gi- rismeksizin sermayenin yalnız bir kısmını yatırıp kânn da bir kısmını alıyorlardı; “hudutlu sorumlu ortaklık” ın prensipi böy ­lece daha o zamandan doğmuş bulunmaktaydı. 1688 İhtilâlinden sonra, bankaların kurulmasıyla kredi bollaşıp mallarla hisse senetleri üzerinde spekülâsyonun daha faal bir hal aîmasıyle başlıyan 1720 paniğine kadar, bu usul İngiltere de çok sık gö-

M UKAYESELİ TA R İH İ 273

(1) Söylendiğme göre Abbeville’ deki Van Bobais İtendi ku- ma,s müessesesinde 3.000 işçiyi banndm p çaJ%sUrmaktayd% ama hu adam Holtandahydı ve omun verdiği örnek de Frayısa’da bir taneyâü.

' F. 18

274 AVRU PA M İLLETLERİNİN

rülür oldu. Bu sayede şirket, ortaklarının kişiliklerinden bağım­sız hale geliyor, bu da sermayenin Ortaklar arasmda paylaşıl, ması yüzünden şirketin dağılması tehlikesini önlüyor, hissedar­lara da hisselerini Londra Borsasında (Stock Exchange) sa­tarak sermayelerini daha kolaylıkla geri almak gibi bir imkân sağlıyordu. Borsada satış hiçbir muameleye lüzum kalmaksızın yapılabilmekteydi. Yine bu sayede bir Devlet istikraziJİı kar­şılamak için gerekli sermayeyi toplamak daha kolay hale gi­riyordu.

Bunun üzerine "Nizamlı kumpanya” usulü bırakıldı ve “Doğu Hindistan Kumpanyası” ile “ İngiltere Bankası” gibi iki büyük İngiliz teşebbüsü, yeni usule uygun olarak kuruldu. İngiltere Bankası 1694 te Devletin alacaklılarına verilen bir imtiyazla kurulup bunlara banknot çıkartmak hakkı da ve­rilmişti. Aynı usul sigorta kumpanyalan, bankaların çoğu, madencilik kumpanyaları ve hattâ bazı endüstri teşebbüsleri için de knllanıldı. Para sahiplerinin paralarını rütbeler, ma­kamlar satın almak için kullandıkları Fransa’da ise, tersine olarak, Hollanda taklidi ticaret kumpanyaları Colbert adlı bir bakanın isteği üzeıine kuruldu ve bakan, bir bölgede ticaret tekeli Bağlıyarak bu kumpanyaları desteklemek istedi ama başarı sağlıj'amadı.

Devletin ekonomik hayat üzerindeki etkisi. — İngiltere’de dahi hükümetler malların ne şekilde imal olunacağını nizam- lamağa, bazı makinelerin kullanılmasını yasak etmeğe, buğ­dayın ihracına izin vermemeğe devam ettiler. Fakat uyrukları­nın birbirine zıt menfaatleri arasında anlagmazlık çıktığı za­man saf değiştirdiler. Müstehlikler bütün tarım ve endüstri maddeleri için düşük fiyatler istiyorlardı; fabrikacılar ise yük­sek fiyatler ve rekabete karşı tedbirler istiyorlardı; tâcirler eşyaya ancak alınıp satılan bir meta olarak ilgi gösteriyorlar, düşük fiyatla mal alıp aradaki farktan en fazla kâr elde et. mek için pahalıya satmak istiyorlar, rakipleri bertaraf etmek arzusunu besliyorlardı.

Hükümetler eski tedbirleri yeni bir niyetle kullandılar; bu da onlan, bütün Devletlere mahsus prensipler üzerine kurul­muş bir sisteme götürdü. Savaş için gerekli eşya, silâhlar, kü- herçile, deniz inşaatında kullanılan kereste gibi şeyler hariç, artık Devletler bolluk olsun diye çırpınmıyorlardı. Daha çok para elde ederek nufuz sahibi olmağa çahşıyorlardı; para ise herşeyi, hatta askerleri bile satın almağa imkân sağlıyordu.*

Bir Fransız tarafından bulunan “ İktisat siyaseti” (Almanca­da "Millî İktisat” ) terimi, zenginlik yoluyla kudret sahibi ol. mak niyetini göstermektedir. Bu mesele XVI. yüzyıldanberi küçük bir takım kitaplarda, bilhassa pratik mesleklere men­sup Ingilizler tarafmdan tartışıldı ve 1660 da krallığın yeniden kuruluşundan sonra derinden derine incelendi. Fransa’da ise bunun üzerine pek az §ey yazıldı, çünkü bu memleketteki kültürlü burjuvalar, iktisat meselelerine ilgi göstermiyen hu­kukçulardı. Colbert, ki kanun adamı olmayan tek Fransız ba­kanıydı, ticarete ilgi gösteren tek insan oldu. Krala yolladığı muhtıralarda iktisat siyasetini nasıl anladığını izah etti ki buna "m erkantil teori” , İtalyanlar tarafından ise “ colbertis. nıe” adı verildi.

Me^‘kantü ekolü. — Colbert’in koyduğu prensip şuydu: Pa­ra bütün ba§ka şeyleri elde etmek kudretini verdiğine göre, "altun ve gümüş bolluğu. Devletin kudretini meydana getiren tek şeydi” , gu halde gaye. Devlete mümkün olduğu kadar faz­la gümüş bulmaktı. O zamanın insanları birbirine zıt iki ayn yöndeki örneği görerek hayrete düşüyorlardı. Gümüşü doğru­dan doğruya Amerika’daki madenlerden getirtmekte olan İs­panya yoksuldu; burada gümüş tıpkı "damdan akan su gibi” akıp gidiyordu. Hollanda ise hiçbir madene sahip değildi; fakat gümüşün, paranın en bol olduğu memleket de orasıydı; ayrıca yabancı memleketlerle en fazla alışveriş yapan da yine Hollanda idi. Gemileri bir memleketin mallarını başka bir memlekete taşıyordu, gu halde Devlet ticaretle zenginleşmiş bir millete sahip olacak yerde, madenlere sahip olduğu zaman daha az zengindi. Hattâ gümüşü önceden toplamanın dahi fay­dası yoktu, çünkü prenslerin muazzam hâzinelere sahip olduk­lan Asya ülkeleri çok yoksuldular. Devlet de paraya muhtaç olduğu zaman bunu vergiler koyarak yahut istikrazlar yapa­rak elde edecekti.

Yabancı memleketlerle yapılan ticaretten para elde etmek için onlara, satın alınandan daha fazla mal satmak yahut da gemileriyle yabancı memleketlere ait mallan taşımak lâzım­dı. Her Devlet, kendisini para sahibi olmak için başka dev­letlerle rekabet halinde olan bir ticaret evine benzetebilirdi. Colbert de buna “bir para savaşı” adını veriyordu. Ticaret bir teraziye benzemekteydi; alım ve satım toplamlan eşit olduk­ları zaman terazi muvazene halindeydi; ticaret para olarak bir fazlalık bıraktığı zaman lehteydi, yabancı memleketlerden alı­

M UKAYESELİ TAR İH İ 275

276 AVRU PA M İLLETLERİNİN

nan mallar satılan mallardan fazlaysa aleyhteydi. Devlet mal sattığı zaman zeng-lnleglyor; mal satın aldığı zaman ise yok­sullaşıyordu. ^

Satışı en fazla kârlı gibi görünen şeyler, endüstri madde­leriydi ki bunların değeri, memleketteki insanların çalışmasıy­la meydana geliyordu. Onun iğin mümkün olduğu kadar faz­la endüstri maddesi ve tercihan lüks madde imal etmeliydi; bu sayede, zengin insanların yabancı eşyası satın alarak harcıya- caklan parayı memleketin içinde tutmak mümkün olacaktı; ayrıca Devlet bu işte, gok fazla sayıda uyruklarını geçindir­mek gibi bir fayda da sağlamış oluyordu. Fakat yabancı mem­leketlere en düşük fiyatlarla mal arzedip bunları daha kolay satabilmek için, bu malları imâl etmek üzere de mümkün ol­duğu kadar az masraf yapmak lâzımdı; bu da işçilere en düşük ücretleri vermek gibi bir sonuç yaratıyordu.

Lüks eşya endüstrilerini kurmak için, Colbert Fransa’ya yabancı işçiler getirterek bunları Fransızlara iş öğretmekle gö­revlendirdi; mütaahhitlere primler, tekeller verdi, para yar. dımları yaptı, masrafı Devlete ait olmak üzere “kralî fabrika­lar” kurdu. Yabancı' memleketlere olan mal satışlarıyle gemi seferlerini ve lüks eşya endüstrisinin imalâtını arttırmak ça- ralerini arayarak hükümetler, tâcirlerle sanayicilerin lehinde, müstehliklerle işçilerin aleyhinde bir tavır takınmış oluyor­lardı. Ortaçağda olduğu gibi, artık memleket mallarının ihra. cim değil, fakat yabancı memleketlerden mal ithalini yasak ediyorlardı; ancak memleket endüstrisinin kullandığı ham maddelerin serbestçe girmesine izin yermekteydiler. Resimle­ri malların memleketten çıkısmda değil, yabancı malların içe­riye girişinde alıyorlardı; Gümrük’ü yalnız Devlet’e para te­dariki için değil, memleket endüstrisini yabancı memleketle, rin rekabetine karşı korumak için de kullanıyorlardı.

Devlet yabancı gemilerden yüksek resim, alarak yahut hatta bunlann gelişini yasak ederek deniz ticaretini koruyor­du. İngiliz “denizcilik nizamları” bir memleketin mallarını o memleketinden yahut bir İngiliz mürettebatın idaresindeki İn­giliz gemilerinden başkaları ile taşınmasını yasak etmekteydi. 1696 da özel bir komisyon (Board o f irade') gem i inşaatını ve ticaret işlemlerini kolaylaştırmak, İngiliz sömürgelerini İngi­liz endüstrisinin mamullerine açık tutmak için gerekli tedbir, leri araştırmakla görevlendirildi.

Bu usuller, ülküleri hep ahlâk ve din kurallarma saygı

gföatererek çalışanlara muntazam bir geçim vasıtası sağlamak olmug olan Ortaçağ otoritelerinin tutumlarını tesbit eden ku­ralları altüst etmekteydi. Tersine olarak Dev/let, para sahip­lerini, her vasıta ile sınırsız bir kazanç elde etmek için mua- ayarlamak bakımından hâkim durumda bırakıyordu. Hemen çilerin ihtiyaçlarını hesaba katmaksızın ücretleri indirmeğe sevkediyor ve onları, hatta beş yaşındaki çocukları çalıştırıp kendilerine kazanç imkânları verdiklerinden dolayı, tebrik edi­yordu. Korsanlığı, zenci alım-satımını ve sömürgelerde köleli­ği teşçi ediyordu. Kilisenin mahkûm ettiği faizle ödünç ver­meğe müsaade ediyor; yalnız bu faizin haddini sınırlamakla yetiniyordu. Mezhep bakımından muhalif olanlara endüstri ve ticarette faydalı bir şekilde çalıştıkları, yahudilere de sermaye getirdikleri için ,müsamaha gösteriyordu. En ticarî me;mleket olan Hollanda, din bakımından da en kayıtsız olanıydı; Hollan­dalI tâcirin kötü hristiyan yahut mezhep ayrılıkçısı, zındık diye adı çıkmıştı; efsanelerdeki lânetlenmiş denizci, bir Hollanda­lIydı.

Toplumdaki değişiklikler. — Toplum ancak yavaş yavaş değişiyordu. Zenginleşen aileler daha yüksek bir sınıfa geçi­yorlar, fakat sınıflar arasındaki orantı hiç değişmiyordu. H ol­landa hariç bütün memleketlerde nüfusun büyük çoğunluğu köylülerden, ‘küçük mülk sahiplerinden, babadan oğula top­rak kiracılarından ve mültezimlerinden, ortakçılardan ve en alt basamakta da ücretli gündelikçilerden (ki bunların sayı-' lan belki artmaktaydı) teşekkül etmekteydi. Görünüşe göre Avrupa kıtasındaki burjuvalarla İngiltere’deki gentleman’ lev gittikçe daha fazla miktarda toprak satın alıyorlar ve bunlar n yarıcılarla gündelikçilere işlettiriyorlardı. - Doğu Avrupa’­da, köylüler topraklarını ekip biçtikleri asillerin keyiflerine bağlı bir haldeydiler; Rusya’da bunlar arazi sahibinin keyfî iktidarına teslim olmuş durumdaydılar, kaçtıkları zaman zor­la geri getiriliyorlardı. - Doğu Avrupa’da hayat seviyesi sefa­let derecesinde, hatta Batı ülkelerinde büe çok aşağıdaydı. Meskenler bilhassa basık, döşemesi, camı olmayan, kötü ısı­nan, damları saz kaplı, isli ve dumanlı kulübelerden ibaretti.

Endüstrideki el işçilerinin durumlan da iyileşmişe benze­memektedir. Teşebbüslerin çoğalması, yaşamak için ancak ye­tersiz ve az bir ücret alan işçilerin nisbetini arttırmıştı; günkü bu ücret, teşebbüs sahibinin yaptığı çok gayrımuntazam sipar rişlere bağlı bulunuyordu. Resmî makamlar ancak işçilerin

M UKAYESELİ TAR İH Î 277

278 AVRU PA M İLLETLERİNİN

kendi aralarında anlaşmalarını önlemek igin müdahalede bu­lunuyor ve teşebbüs sahiplerini, çalışmanın bütün şartlarını ayarlamak bakımından hâkim durumda bırakıyordu. Hemen hemen bütün işçiler evlerinde ve çoğu da köylük yerlerde ça­lışıyorlardı; büyük müesseselerde toplanmış işçiler henüz na­dir bir istisna halindeydi.

Bütün halk tabakasından geçim şartlan en fazla düzelen­ler, zengin burjuvaların yahut büyük derebeylerinin yanında çalışan oda hizmetçisi, metrdotel, uşak, famdöşambr gibi hiz­metkâr takımıydı. Bunlar yemek, yatmak, giyinmek İçin hiçbir masraf ödemiyorlardı; efendileriyle olan sıkı münasebetleri ise kendilerine bazen önemli kârlar sağlamaktaydı. Bunlar para biriktirerek ufak ticaret işleri kurmak yahut tefecilik yapmak imkânını elde etmekteydiler.

Fra;nsızcadaki anlamıyla burjuvazi, meslekleri bakımından zenginleşmek yahut geniş bir refaha kavuşmak imkânına sa­hip olan ve çalışmaları meslekî bir ögrönimi ve yazı yazma­ğı gerektiren bütün insanları içinde toplamaktaydı; zaten asil­ler bu gibi işleri yapmağa hiç yanaşmıyorlardı. Burjuvalar sınai ve ticarî teşebbüs sahipleri, kanun adamları, hekimler ve asil olmayıp mülklerinin geliri ile geçinen toprak sahiple­riydi. Bilhassa Hollanda ile Londra’da ticaret yaparak zen­gin olduklarından bunların sayıları artmış, geçlıtt seviyeleri yükselmişti; hükümdarların memur sayısını arttırdıkları mem­leketlerde ve bilhassa Fransa’da da hal böyleydi. Doğu Avru­pa’da İse böyle bir mutavassıt sınıf yoktu.

Asiller bütün memleketlerde üstün sınıf olarak kalmak­taydılar; fakat köylerde yaşamağa devam eden alelâde “gentil- homme” lar sınıfı, zamanlarının bir kısmını hükümdarın sara­yı yakınında yaşayarak geçiren “saray asilleri” nden gittikçe daha fazla ayrılıyordu. Saraylarda yaşayan asiller yani dere­beyleri kurdelelerle, dantellerle süslü bir elbise giyiyorlardı; yola çıktıkları zaman yaylı arabalara, tahtıravanlara biniyor­lardı. Köylerde ise gatolannı İtalyan usulü villa’lar haline sok­muşlardı; bu villalar duvar biçiminde budanmış ağaçlar dikili, heykeller, fıskiyeli havuzlarla süslenmiş bahçelere bakmaktay­dı. Asil gençlerin öğrendikleri şeyler arasında aynca ata bin­me ve eskrim yapma da vardı ve eğitim işi genel olarak husu­si bir öğretmene veriliyordu.

İtalyan terbiyesi ile Fransız nezaketi saraylara ve öteki memleketlerin yüksek sosyetesine giriyordu. İtalya’dan gel-

mis olan konugma sanatı Fransa’da yerleşmiş ve edebiyat adamlan ile temas sayesinde daha mükemmelleşmişti; konuş­ma sanatı, bir Fransız âdeti olup Avrupa’da yayılmağa başlı- yan satomı’-an câzibesini teşkil ediyordu. Hanımefendiler bu salonlarda moda, rriyim-kuşam bakımından bir hava veriyor­lar; imtiyazlılar buralarda kadın-erkek arasındaki sosyete mü- nsebetlerine alışıyorlar; bu münasebetler de dünyanın geri kalan kısmındaki âdetlerle zıt bir halde olan Avrupa usulü ha yata orijinal bir mahiyet kazandırıyorlardı. Deli Petro bu ya­şayış tarzını Doğru usulü hayata alışmış olan Ruslara kabul ettirmek için boşyere uğraştı; kadın-erkek asillerin bulunma- lannı mecburi kıldığı "m eclis” lerde, kadmlar erkeklerden ayn olarak, sessiz ve hareketsiz oturuyorlardı.

Haller tavırlar daha zarif olmağa başlamıştı. Yüksek va­sıftaki insanlar sofrada artık ellerini yemek sahanına daldıra­rak yemek almıyorlardı. İtalya’da icad edilmiş olan çatalın,XVII. yüzyılın ortasında kullanılması âdet olmuştu. Fakat hattâ yüksek sınıflarda bile yaşayış, barbar bir tarafı mu­hafaza etmekteydi. Elbiselerin, mobilyenin ve atların, araba­ların lüksüne rağmen temizlik, belki .Hollanda’nın zengin bur­juvaları harig, hatta derebeyleri ve yüksek asillerle hanıme­fendiler tarafından dahi bilinmiyen bir şeydi; yıkanmağa mah­sus âletler çok ufak eb’attaydılar; banyo ise artık kullanılmaz olmuştu (1). Sokaklar dar, eğri-büğrü, kaldırımsızdı; bunlar öylesine kötü bir şekilde taşla döşenmişti ki, insan çamura ba­tıyordu; lâğım ve helâ bulunmadığından sokaklar pisliklerle doluydu. Sağlık tedbirleri almağı kimsenin aklından g-egirdiği yoktu; salgın hastalıklar ve bilhassa çiçek hastalığı pek sıktı ve ölümlere sebep oluyordu. Kan almayı ve perhizleri kötüyâ kullanan hekimlik, iyilik yaptığı kadar kötülük de yapıyordu.

Fikir hayatı. — Bütün hristiyan mezhepleri mügterek dinî inançları muhafaza etmekteydiler: geytan’ın kudreti düaliz- m e; insanın fesat tabiatı zahitlik ve riyazete; bir Kiliseye tâ­bi olmak dışında iman selâmetinin mümkün olmadığı İnancı da din bakımından müsamahasızlığa temel teşkil etmekteydiler. Bu İnançlar halk yığını içinde değil de, bazı insanlarda çok değişik sebeplerden ötürü sarsılmağa başlamışlardı. Bilhassa

M ÜKAYESELt TAR ÎH İ 279

(1) Saçlı seferleri sırasında şatolarla şehirlere giren Do~ ğu usuM sıcak hanvo kullanma usulü, Almanya’da XV. yüz-uı Un sonuna doğru kalcUntrmtU,

2S6 AVRU PA M İLLETLERİNİN /İtalya'da humanizma “ tabiata uyarak” yasamagrı tavsiye eden Grek filozoflarinın ajılayışı'nı benimsemişti.' - Müşahedeye da­yanan ilimlerin ilerleyişi, mucizelere zıt olarak, tabiat kanun­ları fikrini yaymağa başlıyordu. - Bilhassa Fransa’da, yerleş­miş fikirlerin, alışkanlıkların dışında ve üstünde yaşayan bü­yük derebeyleriyle birkaç edebiyat adamı ibadet, perhiz ve oruç, eğlence yasağı gribi şeylere aldınş etmiyorlardı. Bazılan, Spinoza tarafından bir sistem halinde formülleştirilen pan- teizm’e (kamutanrıcılığa) eğrilim gösteriyorlar; başkalan da işi Tanrı’yı inkâra kadar vardırıyorlardı. Cezaların sert oldu­ğu katolik memleketlerde din bakımından muhalefet grizli ka­lıyor, yahut belli belirsiz bir şüphecilik biçimine bürünüyordu. Fakat cinleri defedip büyüleri bozmak için yapılan dualarla büyücü kadınların dâvalarının azalması, geytan korkusunun zayıfladığını göstermekteydi.

Kesin sarsıntı hükümetin çeşitli mezheplere göre ibadet e- dilmesine izin verdiği iki memlekette, ilkin Hollanda’da, sonra da İngiltere’de, meydana geldi. Resmî Kilisenin men­suplan, kanuni otorite tarafmdan yasak edilen ibadetleri yap­maktan suçlu din muhaliflerinin suç işlemediklerini, fakat toplumun faydalı üyeleri olduklanm, hal ve gidişlerinin de hiç olmazsa asıl müminlerinki kadar iyi olduğunu müşahede ettiler; bundan da insanlann ayrı dinden olmakla beraber nar muslu olabileceği gibi bir sonuca vanidı. T ann ’nın faziletli bir insanı lânetliyebileceğini bu resmî Kilise mensuplarının a- kılları almadığından, bunlar böylelikle bir insanın bütün din­lerde iman selâmetini pekâlâ sağlıyabileceği hususunu kabul ediyorlardı; fakat' böyle bir hal koyu reformcular tarafından red, katolik Kilisesi tarafından ise mahkûm edilmekteydi.

1690 dan itibaren Locke “herkesin iman selâmetine eriş­mek için en tesirli sandığı şekilde Tann ’ya tapınmak hakkı­na sahip” olduğunu söylüyordu; onun için hükümet halka hiç­bir mezhep şeklini zorla kabul ettirmeğe kalkışmamalıydı. Fa­kat din hürriyeti inançların çeşitliliğine yol açıyor, bu da inanç birliğini bozuyordu; oysa ki bu birlik on iki asırdanberi hris­tiyan toplumunun temelini teşkil etmekteydi. Aynı zamanda, birkaç İngiliz ilâhiyatçısının dini akıl üzerine kurmak yolun­da yaptıkları teşebbüs deism'le (Tanrı’nın varlığına ve birliği­ne inanıp vahyi ve çeşitli dinleri inkâr eden inanç) sonuçlanı­yor, bu da XVIII, yüzyılın din ihtilâlini hazırlıyordu.

Rusya’da resmî Kilise Tatar istilâsı sırasır^da yerleşmiş

olan, ibadet şekillerindeki küçük ayrılıkları <1) kaldırdığından, eski şekillere bağlı olan köylü veya tâcir gibi halk adamları kendilerine “ eski rnüminler” adını vererek Kilise’den ayrıl, mışlardı. Bunlar, hükümetin takip ve tazyik ettiği dinî bir mijkhalefet meydana getirmişlerdi ve bu, yabancı memleketler­den gelen yeniliklere karşı Rus duygusunun itirazını ifade et­mekteydi.

Bilimler alanında araştırmalar (Hollanda’daki Leyde Üni­versitesi hariç) Üniversitelerde değil, münferit olarak çalışan bilginler tarafından yapılmaktaydı ve bunlar ancak küçük sa. yıda bir meraklı topluluğuna ulaşabiliyordu. İngiltere’de bil­ginler, fizik ve tabiat ilimlerine ilgilenen II. Charles’in koru­duğu bir “Kralî Cemiyet” halinde toplanmışlardı, Fransız Akademisi ise dil ve edebiyatla meşgul olmaktaydı. İlmin kesin ilerleyişleri asrın sonundan önce Kuzey memleketlerinde vu­kua geldi. Hollanda’da mikroskopun icad edilişi, hayatın göz­le görülmiyen olaylannın müşahedesi sayesinde, mukayeseli anatominin ve fizyolojinin ilkelerini koymak imkânını verdi. Harvoy adlı bir İngiliz kan dolanımının esasını, yine bir İn K iliz olan Newton, yıldızların çekiminin genel prensipini keş­fettiler. Leibnitz adlı bir Alman, matematikte Descartes’ın as­garî nâmütenahîler hesabı ile başladığı ihtilali tamamladı.

Edebiyat da asrın ortasındaki buhranın etkisi altında kal­mıştı. İngiltere’de, Milton’un dinî şiiri İhtilâlin bir kalıntısı ha/- lindeydi. Fransa’da XIV. Louis’nin gahsî saltanat devrine şan ve şeref kazandırmış olan (Molière, Boileau, Racine, La Fon­taine gibi) yazarlar, kardinal Mazarin zamanında yetişmişlerdi. Bunlar kendilerini eskilerin taklitçileri sandıklarından Röne- sansı devam ettiriyorlar ve eserlerine antik nevilerin (komed­ya, tragedya, epitr, satir, masal gibi) adlarını veriyorlardı ama duyguları moderndi ve Fransızdı. Birbirine zıt iki deyimle, “ tabiat” ve “akıl” ile ifade ettikleri ülküleri ise, yaşama zev­kini kurallara beslenen saygı ile mezcetmekteydi. O zamajım Fransız edebiyatı, bütün Avrupa’da taklit edilen bir örnek ol­du; Fransızca sarayların ve yüksek sosyetenin dili haline gel­di ve XVIII. yüzyılda da öyle kaldı.

Büyük modellerin taklidi ve kaidelerin istibdadı yüzünden felce uğramış olan plâstik sanatlar alanında, Hollanda hariç.

M UKAYESELİ TARİH İ 281

(1) Bunlar haç igaretnıi yapma ve İsa’mn adtm söylem e sekU gibi şeylerdi.

282 AVRU PA M İLLETLERİNİN

artık orijinal eserler verilmez olmuştu. Fransa’da Güzel Sa­natlar Akademisi, muhteşem şekiller ve şatafatlı bir üslûp kullanılmasını mecburi kılıyordu, ki bunlara verilen akademik adı, yerleşip kaldı.

Müzik, bir İtalyan sanatı olarak kalmaktaydı; en büşpk müzisyen, Fransa’nın hizmetinde bir İtalyan olan Lulll idi; Alman prensleri de tercihan İtalya’dan g-elen müzisyenleri kul­lanıyorlardı. Fakat Almanya’da Bach’ın büyük âletli müzik ekolu kurulmağa başlamış bulunmaktaydı.

XV.

XVIII. YÜZYIL (1)

XVIII. yüzyıl, yaşama şartlarının sâbit gibi gröründükleri, fakat yine de dinî, politik ve sosyal bakımdan derin bir ihtilâ­lin hazırlanmakta bulunduğu bir devre oldu.

Politik hayat. — Avrupa Devletleri, politik rejimlerindeki farklılığa göre, çok egitsiz büyüklükte dört grupa ayrılabilir­ler.

En küçük ve en ileri grup Büyük Britanya ile Birleşik- Eyâletler’den müteşekkil bulunmaktaydı. Bu iki Devlette men­şei dinî olan bir ihtilâl, hükümetle rühban sınıfının iktidarının en zayıflamış ve uyrukların hürriyetinin de en büyük olduğu rejimi yaratmak gibi bir sonuç vermişti. Tarım, endüstri, ti- carct ve kredi alanlarında en tesirli usulleri uygulıyan, yine bu iki Devletti.

Büyük Britanyanın politik rejimi bir sıra tesadüflerle de­ğişmekteydi. 1688 ihtilâli ne kralın iktidarına belirli bir sınır çizmiş, ne de - o zamanlar monarşinin normal şekli olan - mutlak iktidara dönüşe karşı pratik garantiler ihdas etmişti. İdareyi elde tutan sınıfların büyük çoğunluğu olan toprak sa­hibi "gentleman” Ierle Anglikan rahipler sınıfı tory partisini teşkil ediyorlardı ki bıf parti kralın, (adına prerogative, yani “ imtiyaz” denen) iktidarını çok geniş şekilde icra etmesine göz yummağa hazır bulunuyordu. Kralm iktidarını sınırlamak arzusunda olan •whig partisi ise birkaç lord, birçok küçük azın­lıklar ,din muhalifleri, “presbyterien” Iskoçyalılar, Devlet borcunun kalmasına taraftar Londralı iş adamlan tarafından idare edilen bir koalisyondan başka şey değildi.

Stuart’larm protestan dalı tükendiği sırada tory partisi iktidardaydı; fakat bu parti ikiye bölündü; partinin büyük

(1) Bu deyim kronolojik anlamda atmmıs değildit*; 171S te savaşların bitmesi ve hükümdarlarm değişmesiyle başlayıp 1789 da Fransız İhtilâli ile sona eren daha .kısa bir â,evrey\ yöstermektedii*.

284 AVRU PA M lLLE TliB R lN lN

kısrm tahttan indirilen krahn oğlu olup taht üzerinde hak id­dia eden katolik prense bağlı kalmakta, öteki kısım ise bir anglikandan başkasını istememekteydi. Alman Hannover ha­nedanından olan yeni hükümdar, kral iktidan lehinde olan tory partisine grüvenemediğinden, bakanlarını kral iktidannm aleyhinde olan whigr’ler arasından seçti. Yabancı olduğu, hat­ta İngilizce dahi bilmediği için, bakanların toplantısında hazır bulunmuyor ve devlet işlerini bu bakanların başlıcasının ara­cılığı ile takibediyordu ki, bu başbakan rolünü aldı. Gerçek hükümet de böylece Parlâmentonun içinden alınan bakanlar­dan kurulu Uahme’ne geçti; bu bakanlar kral karşısında ba­ğımsız ve ona karşı koyabilecek durumda yüksek şahsiyetler­di. Fakat bu henüz, meclislere bağh bakanlar tarafından ida­re edilen parlamenter bir rejim değildi; günkü kral bunları seçmek veya işbaşından uzaklaştırmak hakkına sahip bulunu­yordu; fakat krahn bu iktidarını kullanması gügtü; zira ba- kanlann Parlâmentodaki meslekdaşlannı sarayın ve ordunun masrafları için gerekli vergileri kabul etmelerine sevk bakı­mından, kral bu bakanlara mühtaç durumdaydı.

Kabine, henüz kanuni mahiyeti olmayan bir usul halindey­di; hatta Montesquieu İngiltere’deki hükümet şeklini tasvir ederken bundan bahis bile etmemişti. Kral III. George, bütün monarşilerin normal usulüne dönerek işleri şahsen idare et­mek İsteyince, kolayca uysal bakanlar seçmenin ve Parlâmen­to kendisine mukavemete kalkışmayı denemeksizin on iki yıl müddetle hükümet icra etmenin yolunu buldu, gahsi iktidara olan bu dönüş ancak Fransa’dan yardım gören Am erika ko- lonlarmm ayaklanmasıyla başarısızlığım uğradı ve bu, krah Kamara tarafından kabul edilen bakanlar seçmek zorunda bı­raktı. Zaten işbaşına da kralın iktidan lehinde olan tory par­tisi gereçerek yanm asır boyunca kaldı.

Mutlak bir hükümet şeklini idame için mahalli makam- lann iktidarının pek zayıf qlduğu Birleşik - Eyaletler cumhu­riyetinde ise, 1747 de Fransız ordusunun istilâsı üzerine pat­lak veren bir ihtilâl, işbaşına tek bir “stathouder” getirdi ve bunun, monarşi rejimini andıran, iktidarını kuvvetlendirdi.

Batı ve Orta Avrupa’nın bütün monarşik Devletleri İspan­ya ile Portekiz’de, Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da, D ani­marka’da babadan oğula geçen mutlak bir iktidara tâbi idi­ler ve bu iktidar, uzun bir itaat geleneği ile de sağlamlaşmış bulunmaktaydı. Hükümdar kendi arzusuna göre gözdeleri ve­

ya mem urlan arasından seçtiği yardımcıların desteği ile hür kûmeti idare ediyordu. Hükümdar bu iktidan keyfine göre başka başka şekillerde kullanıyor, meselâ (İspanya’da olduğu gibi) iğlerin kendi yerine idaresini gözdelerine veya memurla­rına bırakıyor; ya da bunları, işleri hazırlamak için memur gibi kullanıyordu. Bu memurlar XVII. yüzyılda ihdas edilmig olan iki sisteme göre teşkilâtlandırılmaktaydılar. Lâtin dili konuşan Devletlerde herbiri bir servisin işiyle uğraşan bakan­lar vardı. Alman Devletleri her servisi, müşterek bir bakan gibi çalışan bir kurulla idare ettirmekteydiler. Bu rejim bir ara Fransa’da da polysynoâie adıyla moda haline geldi.

İktidar hükümdar yahut bâ-kanlar tarafmdan icra edilsin, her tarafta mutlak ve gaynşahsiydi. - Hükümet uyruklarına danışmaksızın, fiilleri hakkında onlara hesap vermeksizin, hat­ta onları bu fiillerden haberdar bile etmeksizin, bütün işleri karara bağlıyor ve bütün emirleri veriyordu. Meclisler, eğer varsa, bir merasimden ibaret kalmaktaydılar. - Kamu İşlerin­den sözetmek ve bir sansür komisyonundan izi,n almaksızın herhangi bir yazıyı bastırmak yasakta ye bu yasağa uymayan­lar çok ağır cezalara çarptırılıyordu.

K eyfi ve gizli olan bu rejim, XVIII. yüzyıl boyunca kuvı- vetlendi ve hükümdarın hizmeti gittikçe daha fazla şekilde bir Devlet memurluğu ve muntazam bir meslek haline geldi. Me­murlar, hükümdarın aynı zamanda kendilerinin olan, iktida­rını arttırıp yaymağa çalışıyorlardı. Nizamların, emirlerin ya­hut yasakların sayısını arttırdıkça arttırıyorlardı; Uyrukları kendi iktidarlarına tâbi tutmak için gittikçe daha çapraşık tedbirler almaktaydılar (1). Bütün halkın özel hayatını kon­trol etmek, düşmanca niyetler hatta sadece bir bağımsızlık duygusu beslediğinden güphe edilen her insanı haber vermek için, çoğu gizli olan, ajanlar kullanıyorlardı. Bu usuller, ke­limenin yeni anlamıyla, polis’i teşkil etmekteydiler. Casuslar çalıştıran polis mektuplara elkoyuyordu, şüpheli şahısları tevkifle Devlet hapishanelerine tıkıyor ve bunlar orada yargı- lanmaksızın belirsiz bir müddet boyunca mevkuf kalıyorlar­dı.

- Hükümet iğleri bürolarda yazılar, raporlar, hizmet notları, genelgeler, memurların dosyaları ile yapılıyordu. Politikanın

MUKA-YESELt TAR İH İ 285

(1) Almanya’da, bu rejim e Polis D evleti (Polizeistaat) adı verihnditi.

286 AVRU PA M İLLETLERİNİN

genel yönetimi prensin çevresine, bakanları, mabeyincileri, dalkavukları, kadın gözdeleri arasındaki rekabetlere ve entri­kalara bağlı olan bir şeydi. Hükümdarın, gözdelerin ya da ba­kanların değişmeleri, kesin olaylardı.

Hükümetlerin faaliyet vasıtaları daha fiili bir kudret ka­zandı. Adalet cihazına daha kuvvetli bir polis hizmet etmeğe başladı. Zenginliğin artmasıyla beraber Devletin gelirleri art­tı, zaten mevcut vergiler imtiyazlılara dokunmıyacak şekilde bırakıldı ama hemen hemen bütün Devletlerde masraflar, ge­lirleri aşmağa devdm ediyorlardı. Sarayları fazla kalabalık olmayan ve topraklarını sıkı bir tasarrufla idare etmekte olan Prusya kralları, hemen bütün gelirlerini ordu beslemek için kullanıyorlardı; bu sayede de küçük krallıkları büyük birer devlet haline geldi.

Doğu Avnıpa. —: Doğu Avrupa krallıklarında hükümdarın iktidan, büyük arazi sahipleri olan derebeyleri aristokrasisi yüzünden felce uğrayordu. Bu derebeyleri yüksek memuri­yetlere değişmez bir gekilde sahip bulunmaktaydılar. Onun için bu rejim, bu krallıklarda pek yerleşemedi. Ayrıca bu memleketlerde ve meselâ Polonya’da, Macaristan’da memurla­rın devşirilmesine imkân verecek bir burjuvazi sınıfı da yok­tu. - Hatta İsveç’te bile bu böyleydi; Çünkü Almanya’dan gel­miş olan yeni bir yabancı hanedan, ancak asillerin bağımsız iktidarını tanımak şartiyle memlekete kabul edilmişti.

Çar Petro’nun şahsi iradesiyle Rusya birdenbire Avrupa’­ya yaklaşmıştı; Çar Rus geleneğini bir yana bırakarak bir Avrupa unvanı olan İmparator adını almış ve memlekete Av­rupa’daki hükümet idaresi usullerini sokmuştu. İsveç mode­line uyarak genel işler için bir Senato kurdu ve AvrupalI bir ad altında askeri kıtalarla meşgul olmakla görevli valilikler ihdas ederek İmparatorluğun topraklarını bunlar arasmda gubem iye^er valilikler halinde bölmeğe başladı. Rühban sı­nıfım idare için Luther modelini örnek alarak bir “ Sâint Syno- de” meclisi kurdu; bunun üyeleri piskoposlardı, fakat gerçek iktidar, lâik bir memur olan Saint-Synode procureur’üne ait bu­lunmaktaydı.

Memur ve subay bulmak için Petro bütün toprak sahip­lerini Avrupa asillerinin haline sokarak bunlan, kamu hizme­tinin bölünmüş olduğu üg kategoriden birinde, yani sarayda, orduda, mülkî memuriyetlerde hizmet etmek mecburiyetine tâ­bi tuttu. Bü üç kategoriden herbiri, aşağı rütbedeki ast’lardan

başlayıp en yüksek derecedeki şahsiyetlere kadar, on -dört de- receUk bir meratip silsilesi halinde teşkilâtlandı.

Petro mutlak iktidan herhangi bir hükümdardan çok ile­riye götürdü. Bütün monarşiler hükümdann iradesi digmda olan bir .sıra ile önceden ayarlanmış bir veraset şeklini kabul etmişlerken, Petro bütün veraset kurallarını kaldırdı, saltanat sürmekte olan çar ,kendi halefini kendisi tâyin etti. Hemen hemen bütün asır boyunca Rusya’da hükümdarlar, kısmen Al­man aslından olmak üzere, kadınlar oldular. Bunlar Avrupa usulünce yetiştirilmişlerdi, Fransızca yahut Almanca konuşu­yorlardı, çevrelerinde asiller de bulunduğu halde Petersburg’- da oturuyorlardı ve Avrupa monarşilerini taklide devam etti­ler. Petro’nun eserini tamamlıyan. Alman aslından olan Ka- terina oldu. Bütün İmparatorluğu gubeı-niye’lere (illere) ve ilçelere ayırdı ve bir Alman modeline uygun olarak “asiller meclisleri” nln, şehirlerin belediyelerini ve zanaatların lonca­larını teşkil etti.

Anla/uışh despotiam. — Asnn ikinci yansında birkaç hü­kümdar, o sıralarda moda olan "felsefî” fikirlerden, hatta bar zen yeni insani duygrulardan ilham alarak. Devlet şeflerinin rollerini yeni bir anlayış içinde kabule başladılar. Bunlar, mil­letlerinin yaşayış şartlarını düzeltip kendilerini kamunun iyi­liği için çalışmağa mecbur sayarak. Devletin hizmetkârları ol­duklarını ilân ettiler. Vergileri azaltmak yahut daha âdil bir şekilde taksim etmek, adalet usullerinde ıslahat yapmak ve cezaları hafifletmek, hatta hayır kurumlarını teşvik etmek ça­relerini araştırdılar. Din bakımından muhalif olanları tazyik etmeği reddettiler ve memlekette ayrı ayn dinlerin icrasına izin verdiler.

Rusya’da II. Frederik, Avusturya’da II. Josef, Toskana’da Leopold, birkaç Alman prensi ve hatta zaman zaman Rusya çariçesi Katerina da bu temayülde oldular. Bunlar milletin mutluluğuna yardım etmek arzusundaydılar ama uyruklanna hükümet idaresinde hiçbir hisse, politik bakımdan hiçbir hür­riyet vermek istemiyorlardı. Kilise makamlarının baskısını azaltıyorlar, iak at lâik hükümdarın mutlak iktidarını idame e- diyorlardı. Onların bu idare şekline “Anlayışlı despotizm” adı verildi.

Ordulann teşkilâtlanması. — Ordular prensip itibariyle her tarafta askeralma işiyle görevli suBaylar tarafından, kıs­men yabancılar arasında da olmak üzere, devşirilen gönüllü-

0

M UKAYESELİ TAKİH İ 287

288 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lerden müteşekkil olmağa devam ediyorlardı. Prusya’da mec­buri askeralma denemeleri ve Fransa’da eyalet milisi terkedil- di. Subayların hemen hepsi asildiler, prensip itibariyle hüküm­dar tarafmdan geri almabilecek bir beratla nasbediliyorlardı ama fiiliyatta olduklan yerde kalıyorlar, hatta bazen bunl- ra haleflerini tayin etme yetkisi de veriliyordu. Silâh ve teç­hizatla kullanılması umumi bir hal almış olan üniformayı Dev­let veriyordu; aynca cephane ile yiyecekler için debboylar bu­lunduruyor, bunlan taşımak için de araba katarlannı hazır tutuyordu. Süngü ile mücehhez çakmaklı tüfekle silâhlandı­rılmış olan piyade, başlıca silâhlı kuvvet haline gelmişti; az derin olan sıkı bir yığın halinde faaliyet gösteriyor, bu yığın aynı anda salvo ateşi yapıyordu; askerlere nişan almamalan emredilmişti.

Dıs politika. — Dış politika, askerî harekâtın mahiyetine bağlıydı. Masrafı Devlete ait olmak üzere toplanıp beslenen ordular, çok pahalıya maloluyorlardı; orduların yerine yenile, linin konulması güç olduğunu bilen hükümetler, bunlan ge­niş bir te-sebbüse atıp maceraya sokmaktan çekiniyorlardı. Depo ve ambarlarla muvasalalarını muhafaza kaygısında olan generaller, smırların yakınındaki mahdut arazide mahdut bir gaye ile ihtiyatlı ve yavaş gekilde harekât yapmaktaydılar. Or­dular düşman arazisini işgal edemiyecek kadar küçüktü. A- vusturya’da, daha sonra Prusya’da girişilen iki istilâ teşebbü­sü tam bir başarısızlıkla sona erdi. Hükümetlerin paralarını bitirip barış müzakerelerine girişme kararını verdikleri âna kadar, savaş hiçbir kesin sonuç vermeksizin sürüp gidiyordu.

Bang zamanında Devletler arasındaki münasebetleri ida­re etmekte olan diplomasi, XVII. yüzyılda tesbit edilen usul­lere göre çalışmağa devam ediyordu. Hükümetler arasındaki görüşmeler ve andlagmalar bakımından pek verimli bir devre olan XVIII. yüzyılda, diplomasi de büyük bir faaliyet göster­di. Fakat elde edilen sonuçlar zayıf oldu; toprakların sınır­lanması işi 1713 te Ispanya’nın mirasını paylaşan, sonra 1721 de Baltık memleketlerini İsveç’in elinden alan andlaşmalarla halledilmiş bulunuyordu; bu sınırlama, asrın «evam ınca az değişti. XIV. Louls’yi durdurmuş olan İngiltere, büyük devlet­ler arasında muvazeneyi idameye devam ediyordu. İspanya kraliçesinin iki oğluna birer Devlet elde etmek için çevirdiği entrikalar Avrupa hükümetlerini telâşlandırdıktan sonra, bu iki prense İtalya’da bir krallıkla bir prenslik tedarikinden baş-

M UKAYESELİ TA R İH İ 289ka sonuç vermedi. Bu vesile ile diplomatlar, memleket sakin­lerine danışmaksızın bir prensi bir memleketten ötekine nak­letmek usulünü benimsediler.

Küçük bir toprakla kuvvetli bir orduya sahip olan Prusya ve Sardunya’nın iki yeni kralı, Devletlerini büyültmeğe çalışı­yorlardı. Avrupa’nın mirasının paylaşılması dolayısiyle büyük Devletler arasında başgösteren münasebet kesilmesinden fay­dalanarak, Prusya kralı arazisini büyültme işini başardı. Bu yüzden de 1740 ile 1763 arasmda herbiri yedişer yıl süren iki savaş patlak verdi, bütün büyük Devletler de Avusturya’nın veya Prusya’nın müttefikleri olarak bu savaşlara katıldılar.

Savaşlar bittikten sonra, diplomasinin eseri oian tek önem­li iş, Polonya’nın üç komşu Devlet arasında paylaşılması oldu ama bu paylaşma işi henüz yalnız PolonyalIların oturmadıkla­rı memleketlere şâmildi. Paylaşma işi, “ tazmin” usulüne uy­gun olarak yapıldı. Zayıf bir Devletin zararına olarak geniş- liyen bir Devlet, öteki Devletlere de bu büyümeyi “eşit” m ik­tarda toprak elde etmek suretiyle "tazm in” etme hakkını ta­nıyordu.

İstihsal. — Tarım hemen her yerde töre, nadas usulleri ve köylülerin yoksullukları ile yerinde saymaktaydı. İstisnaî şart­lar sayesinde (XIV. bölüme bk.). HollandalIlar nadas için boş kalması gereken tarlalara yem bitkileri dikmek suretiyle ge­niş ölçüde modern tarımı ihdas etmiş bulunuyorlardı. Ayrıca damızlık hayvanları seçme usulü sayesinde mahsullerin veri­miyle elde edilen et ve süt miktarı da görülmemiş bir nisbette artmış bulunmaktaydı. İngiliz arazi sahipleri Parlâmentodan topraklarına parmaklık çevirme iznini elde ederek Hollanda­lI çiftçileri X V III. yüzyılda taklid ettiler. Fakat tarlaları XVI. yüzyılda olduğu gibi koyunlar için otlak haline getirecek yer­de, buralara yem bitkileri ekiyorlardı. Yeni usul daha sonra Fransa’nın daha verimli olan Kuzey bölgelerine ve Almanya’ya da girdi. Asrın ikinci yarısı devamınca yüksek Fransız sosye­tesinde tarım şirketleri kurmak moda haline geldi; fakat mo­da, rençberlerin çalışma usullerini değiştirmedi. Başlıca ye­nilik, XVI. yüzyıldanberi bilinen, fakat ilkin İngiltere’de, son­ra Almanya’da, daha sonra da Fransa’da yavaş yavaş kulla­nılmağa başlanan patatesin yayılması oldu.

Endüstrice işler hemen hemen her yerde uzun bir çırak­lık devresinden sonra hiç değişmiyen bir tekniğe alışan za­naatkarlar tarafından görülmeğe devam ediyordu.

F. 19

290 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Teşebbüsün, bir ücret kargılığında işgilere yapacak iş vermesinden ibaret olan usulü, X V III. yüzyılda modayı taki- betmek zorunda olan lüks endüstrilere de yayılmağa bağladı. Bu endüstri kolları ince ve iyi cins kumaşlarla bezler, ipekli­ler, danteller, kurdeleler, halılar, mücevherler, saatler, yaylı arabalar, kokular imâl ediyorlardı. Yine bu usul henüz odun kömürü ile ısıtılmakta olan dökme demir imaline de yarıyor­du; odun kömürü ise oduncu, arabacı, kömürcü gibi ücretli, ler kullanmak mecburiyetini ortaya çıkarmaktaydı. Belirsiz bir geleceği gözönünde bulundurarak sınırsız bir müşteri top­luluğu için uzun vade ile çalışmak zorunda olan teşebbüs sa­hibi, mal fiyatlarmın yükselişi veya inişi üzerinde spekülâsyon yapmak yoluna gidiyordu.

Son yıllarda kullanılan ve ustabaşılann nezaretindeki iş­çileri tek ve aynı müessesede toplamaktan ibaret bulunan ye­ni usul o zamanlar ancak yere tesbit edilmiş makinelerle çalı­şan endüstri kollarında uygulanmaktaydı. Bu usul XVIII. yüz­yılda sabun, mum, sülfürik asid, porselen, barut imal eden, şeker rafinajı yapan, alkol taktir eden, üniforma diken, son­ra da “ indienne” adı verilen ve Hind pamuklularının taklidi olan kumaşların basılmasıyla meggul olan birkaç yeni en­düstride kullanıldı.

Asrın son üçte birinde İngiltere’de tekniğin bir değişmesi başladı, ki buna bazen “ Endüstriyel ihtilâl” da denildi. Bu to­pu topu yanm asır boyunca uzayıp giden bir tekâmül oldu ve etkisi de Avrupa’da ancak X IX . yüzyılda hissedildi. Bu tekâ­mül, mekanik tecrübesine ve zevkine sahip insanlarca yapılan vs bilimle ilgisi olmayan birçok buluşların sonucu oldu; bun­lar W att’in madenlerin sulannı çekmeğe yarayaaı buhar ma­kinesi, dokuma tezgâhına daha çabuk iplik yetiştirmek için icad edilen iplik eğirme makinesi ve mekanik dokuma tezgâh­lan gibi şeylerdi. Bir çağlayanın altına yerleştirilen çarklar vasıtasıyle değirmenler gibi harekete geçen yeni makineler, işçileri büyük müesseselerde toplamak mecburiyetini ortaya çıkardılar. Maden kömüründen kok çıkarmak için icad edilen usul de aynı sonucu yarattı ve ogrün bugün, dökme demirin i- mâl edilmekte olduğu fın n ian ısıtmak için odun yerine kok kullanıldı.

O güne kadar endüstri bilhassa imtiyazlılara, asillere, yük­sek rütbeli rahiplere, zengin burjuvalara yüksek fiyatlı lüks mallar tedarik etmeğe yaramıştı. Daha düşük fiyatla daha

büyük miktarda istihsal yapan yeni teknik, endüstriye daha az ince ve iyi, fakat daha ucuza malolan ve halkın daha bü­yük bir kısmının alabileceği mallar yapmak imkânını verdi. Endüstri de daha ucuz fiyat ödeyen, fakat daha büyük mik­tarda mal satın alan büyük halk yığınının istihlâkini karşıla­mak için daha çok çalışır oldu.

Ticaret v e Kredi. — ' Ticaret çegitli vasıtalarla çok geliş­ti. Bilhassa Brezilya’dan ve Gine’den gelen ve bir liralık İn­giliz sikkesinin imâlinde kullanılan altun sayesinde, para da­ha da bollaştı. Bilhassa endüstri mamulleri ile ilgili fiyatlar yavaş yavaş yükseldi; henüz her memleketin rekoltesine bağ­lı olan buğday fiyatı ise 1 ile 10 arasmda bir fark gösterecek k adar, değişmekteydi. Yapılan yollar sayesinde iç ticaret hız­landı. Yollar Fransa’da “yollar ve köprüler” servisi tarafın­dan, İngiltere’de ise masraf toprak sahiplerine ait olmak üze^ re iuga olunuyor, bunlar da ödedikleri masrafı, yolu kullanan­lardan geçiş ücreti alarak çıkarıyorlardı. Hemen hemen bü­tün Avrupa’da teşkilâtlanma işini sona erdiren konak yerleri yolculara at ve araba tedarik ediyorlar, ücreti alacak olana ödetmek suretiyle mektupları taşıyorlardı.

Milletler arasındaki ticaretin hemen tamamı henüz deniz yoluyla ve gemilerle yapılmaktaydı; bunlar da prensip ola­rak sadece mal taşıyorlardı, onun için bu gemilere İngilizcede packetboat, Fransızcada da paqııebot denildi. Bunlann büyük­lüğü arttı ama yine de sınırlı olarak kaldı; çünkü limanlar derin değildi ve hemen hepsi rıhtımsızdı; ayrıca giriş geçitleri henüz pek nadir olan fenerler ve işaretlerle iyice gösterilemi- yordu.

Bilhassa Doğu Hindistan, So'nd adaları, Çin, Amerika va hele Antiller gibi uzak memleketlerle yapılan ticaret artmak­taydı. Her şeyden önce, “sömürge erzakı” diye adlandırılan ta­bii ürünlerle kamış şekeri, “ rhum” içkisi imalinde kullanılan melâs üzerine iş yapılıyordu; Kahve Arabistan’dan Cava’ya, oradan da Antilleçe ve Brezilya’ya yollanıyordu ve XVIII. yüzyılda Avrupa’da herkes tarafından kullanılmağa başlandı; Çin çayı bilhassa İngiltere’de istihlâk ediliyordu; Hollanda’da pipo ile içmek, başka yerlerde enfiye gibi çekmek için tütün kullanılması moda haline gelmişti; çikolata yapmak için kul­lanılan Amerika kakaosu İspanya yolu ile gelerek kullanılır oldu. - Afrika’da yerli şeflerden satın alınıp Amerika’da sa­tılan zencilerin ticareti, hatta Afrika’da fiyatlar yükseldikten

M UKAYESELİ TA R İH İ 291

292 AVRU PA M İLLETLERİNİN

sonra dahi, % 50 kadar tahmift edilen bir kâr bırakıyordu ve Liverpool’la Nantes şehirleri bu yüzden zengin oldular. Bütün bu muameleler büyük sermaye istiyorlardı, fakat armatörleri de zengin etmekteydiler; Bunlar okyanus limanlarında ve Amsterdam’da bir aristokrasi haline geldiler.

İç ticaret, alışkanlıklarla sınırlanmış bulunmaktaydı: B ir tâcirin, müşterilerin dikkatini çekm eğe çalışması ve bir mes- lekdaşına rekabet yapması henüz ahlâka aykırı görünmektey­di. Geleneğe İngiliz toptancı tacirleri aldırış etmez oldular; bunlar kendilerine reklâm yapmak için ilânlar dağıttırıyorlar, satılık malları teşhir için pencerelere koyuyorlar, mal teklif etmek için ellerine nümuneler vererek tâ Almanya’ya kadar gezginci satış memurları yolluyorlardı. Ayrıca gazetelere ti­carî ilânlar da vermeğe başladılar ve bu, basının başlıca ge­lir kaynağını teşkil etti. Bir çağdaş 1766 da şöyle diyordu: “ Birkaç yıl önceye kadar bu saygıdeğer insanlara yakışmıyan bir şey sayılırdı.”

Çok büyük ve muattal bir sermaye istiyen uzak memleket­lerle ticaret, XVII. yüzyıldan itibaren Devletten yardım gö­ren kumpanyalarca teşkilâtlandınlmıştı, ki bu usul X YIII. yüz­yılda Almanya prensleri tarafından da taklid edildi. Fakat modern zamanların anonim şirketinin menşei olan “ birleşik sermaye” fjoint stock) seklindeki kumpanya, İngiltere’de Gü­ney Denizleri Kumpanyasının meşhur iflâsı, Fransa’da da İn­giliz modeline uygun olarak Iskoçyalı Law tarafmdan kuru­lan kumpanyanın iflâsı üzerine gözden düştü. Bu gözden düş­me keyfiyeti de asrın sonuna kadar devam etti.

Büyük ölçüde ticaretle edinilen sermayenin toplandığı Hollanda, İngiltere, Basel ve Cenevre gibi hepsi protestan ve hür politik îejim li memleketlerde kredi, XVIII. yüzyılda da­ha faal hale geldi. Mevduat kabulü, para havaleleri, faizle ikrazat, ticarî senetlerin ıskonto edilmesi gibi kredi muame­leleri özel bankalar tarafmdan yapılmaktaydı. Bunlar hatta İngiltere’de dahi banknot çıkarıyorlardı. İngiltere Bankasına da aynı değerde olan ve ibrazında kargılığı hemen ödenen bank­notlar çıkarmak hakkı verilmişti. İngiliz modeline uygun ola­rak Law tarafından kurulan Bankanın iflâs etmesi, Fransa’da, bu usulün halk tarafından sevilmemesine yol açtı ve bu mem­lekette ancak 1755 te, banknot çıkarmağa hakkı olmayan bir comptoir d’escom pte ihdasına cesaret edilebildi. Amsterdam Bankası İngiltere’ye karşı açılan savaş sırasında Devlete ya­

pılan ikrazlar yüzünden iflâs etti. Öteki memleketler de ban­kalar hemen hemen mevduat kabul etmek ve bunları ödemek­ten başka iş görmüyorlardı; tâcirler senetlerini iskonto etti­rerek kredilerine zarar vermekten korkmaktaydılar.

Kredi kıymetleri artık birkaç büyük şehrin Borsalannda simsarlar (İngilizcede brofcerter) vasıtasiyie alınıp satılır ol­muştu. Bunlar büyük kumpanyaların, henüz nama yazılı olan, aksiyonları ile Devletlerin ve şehirlerin istikraz tahvilleri üze­rinde iş görüyorlardı. Büyük Devletler artık alacaklılarına gelirlerinden birisi üzerinden özel bir rehin vermemeğe başla­mışlardı; istikrazı Devletin umumi garantisi ile mukrizin ya­ni parayı ödünç verenin namına daimi veya kaydı hayat gar­tiyle sekli altında yapıyorlardı.

XVIII. yüzyılda büyük Devletler hemen daima “merkan- til ekolü”nün usullerini uyguluyorlardı ki buna göre Devletin kudreti bilhassa yabancı memleketlerle yapılan ticaret neti­cesinde elde edilen paraya dayanmaktaydı (XIV. bölüme bk.) Bunlar, XVII. yüzyıldakinin aynı olan usullerle, yani çok yük­sek gümrük resimleri alarak yahut yasaklar koyarak, bilhas­sa lüks endüstrilerine para yardımlarında bulunarak, masrafı Devlete ait olmak üzere müesseseler kurarak, ticaret inhisarla­rı ihdas ederek “ticaret muvazenesi”ni denkleştirmeğe çalışı­yorlardı. Bu sistem Batı memleketleri örnek alınarak, Orta ve Doğu Avrupa’daki daha az ilferi memleketlerin hükümdarları tarafından da benimsendi. İngiliz hükümeti bunu kendi sömür­gelerine de tatbik etmek istedi ve gümrük duvarları, bazı en­düstri kolları için yasaklar koyunca, Amerika’daki İngiliz ko­lonlarla kendi arasında bir anlaşmazlık gıktı. Bunun sonunda patlak veren ayaklanma, Birleşik Devletler bağımsız cumhu­riyetinin kurulmasına yol açtı.

Toplum,. — ' Avrupa’nın nufusu XVIII. yüzyılda (1) bilhassa Doğu Avrupa’nın hemen hemen ıssız memleketleriyle İngilte­re’de çoğaldı; zira pek az nufuslu olan Kuzey ve Batı bölge­lerinde yeni bir işçi nufusu meydana çıkmıştı ve buradaki eıv

m u k a y e s e l i TAR İH İ 293

(1<) Nufus hakkındaki rakam herhangi bir m em lekette ya^ pilmiş ‘ herhangi güvenilir bir nufus sayımı ile öğrenilmiş de­ğildir. • Tahminlere dayanan hesaplara göre 'nüfusun IIOO de ISO milyon, 1900 de 188 milyon kadar olduğu ' sanılmaktaydı; İngiltere’de nufus yoğunluğunun kilom etrekare başına 36 dan 63 kişiye çıkmış olduğu ileri sürülüyordu.

294 AVRU PA M İLLETLERİNİN

düstri de kömür ve demir madenleriyle çağlayanların yanına kurulmuş bulunmaktaydı.

Fransa henüz en fazla nufusa (1789 da nufus 26 milyon olarak tahmin edilmigti) ve nufusu 10.000 den yukan en çok gehire sahip Devlet olarak kalmaktaydı.

Asır boyunca toplumun şekillerinde hiç değişiklik olmadı; Bu şekiller ailenin, mülkiyetin, hatta vergilerle dahi hükümet­lerin sarsmağa cesaret edemedikleri otoritenin teşkilâtlanması suretiyle Mizamlanmışlardı. Sınıflara bölünme henüz her ta­rafta resmen tanınmaktaydı.

İşçi yığını her tarafta meşgaleleri, konuşması, hal ve ta­vırları bayağı göründüğü için her türlü kamu hayatından ve her türlü sosyete topluluğundan uzak tutulan, yoksul hayat sü­ren ve eğitim görmiyen, aşağı ve tâbi bir sınıf olarak kal­maktaydı.

Bütün Batı ve Orta Avrupa’da köylüler her türlü şahsi hik­metten sıyrılıp toprağı terketme hakkına sahip olarak huku­ken hür olma işini tamamlıyorlardı. Bunlann çoğu küçük iş­letmeler halinde çalışmaktaydı; her aile ayn olarak bir top­rağı ekip biçiyor ve bundan elde ettiği ürünlerle geçiniyordu. Topraklanna bihakkın sahip olanlar hemen her yerde az sa­yıda idiler; fakat toprağa çok eski zamandanberi kiracı sıfa- tiyle mâlik olanlar, kendilerini bu toprakların sahipleri sayı­yorlar, kanuni sahip olan derebeyine kargı ödedikleri mükel­lefiyetleri ise rahatsız edici bir takım yükler olarak hissedi­yorlardı. En iyi topraklann büyük bir kısmı asillere, rühban sınıfına ve sayılan gittikçe artan burjuvalara alt bulunuyor, bunlar da topraklan kısa bir süre için iki ayn şekilde köylür lere veriyorlardı. Bunlardan birisi (Hollanda, Kuzey Fransa, Batı Almanya gibi) zengin memleketlerde kira sözlegmeleri, - paranın kıt olduğu (Batı Fransa, İtalya, İrlanda gibi) memle­ketlerde kira bedelinin ayniyat olarak ödenmesiydi.

İngiltere’nin (Doğu ve Güney gibi) en kalabalık bölge­lerinde epiy büyük sayıda olan halleri vakitleri yerinde toprak sahiplerinin (j/eoman^er) hemen hepsi XVIII. yüzyılda orta­dan kayboldular: Bunlar belki de şehirlere gitmişler ve ora­larda endüstri patronlan olmuşlardı. Bunlann topraklarını “gentleman” ler satın aldılar, geçici kiracılan aradan çıkanp çok büyük araziye sahip oldular; bu araziyi ya kendileri işle­tiyorlar, ya da işi gündelikçilere gördüren mültezimlere (.Faı*~ mermer) kiraya veriyorlardı; böylece de Avrupa’daki anlamıy-

İe hemen hemen hiç köylü kalmadı.O sıralarda Avrupa’da birbirinden apayrı üç bölge vardı

ki! buralarda toprak, ücretliler tarafından ekilip biçilen büyük malikâneler halinde toplanmıştı. İngiltere’de “gentleman” lere ve rühban sınıfına, ait malikâneleri, mülk sahibine ait saz damlı kulübelere (cottage} yerleştirilmiş tarım işçileri olan “gündelikçi” ler ekip biçiyorlardı. Bunların nizamlarla tesbit edilen ve bir aileye yetişmez hale gelen ücretleri, yoksul sıfa- tiyle aldıkları bir ödenekle tamamlanmaktaydı ki bu sonuncu para, ruhanî bölgedeki mükelleflerin keselerinden çıkıyordu. - (Güney ve Orta İspanya, Güney İtalya ve Lombardiya gibi) Güney memleketlerinde büyük toprak sahipleri malikâneleri hür gündelikçilere ektirip biçtirmekteydiler: Bunlar köylerle küçük kasabalarda oturuyorlar, çok düşük bir gündelik alarak sefil bir hayat sürüyorlardı. - Doğu Avrupa’nın Prusya, Baltık eyaletleri, Macaristan, Polonya, hatta Bohemya gibi geniş böl­gelerinde köylülerin çofSru, mülke bağh “ tâbiler, uyruklar” (Almancada höHge) olarak kalmaktaydılar. En iyi durumda olanlan, ağır kiralar ödemek ve birçok angaryalar yapmak zo­runda olan kiracılar (İslavcada robot) dı; bunların çoğu çok kUcUk bir gündelik alan ve genel olarak saz damlı bir kulübe llo bir de toprak parçasında oturan gündelikçilerdi.

Rus çarlığında köylüler* ancak ormanlar bölgesi olan Ku­zeyde ve Kazakların memleketi olan Güneyde hür kalabilmiş­lerdi. Deli Petro - dilencilerle âzad edilmiş ve edilmemiş kö­leler dahil - bütün köylük bölgeler halkım vergi defterine yazdırırken sınıf farklarını kaldırmış ve köylülerin hepsini- bir asil sayılan - köy sahibinin keyfî iktidarına terketmişti. Daha sonra (1761 de) hükümet asillere hırsızlık, sarhoşluk, “utanmazca ve küstahça fiiller” yüzünden bir köylüyü Sibir­ya’ya göndermek hakkını tanıdı, 1767 de de köylülerin efendi­leri aleyhine mahkemeye şikâyette bulunmalarını yasak etti. Çar bir asilin bir köylüyü satmak için toprağından ayırması hakkını resmen tanımıyordu; fakat beri yandan da böyle satış­lar yapılıyor, mülk sahibi malikânenin adamlarını kendi hiz­metinde uşak gibi çalıştırıyor ve keyfi hareketlerine karşı hiç­bir savunma vasıtasına sahip olmayan bir sürü hizmetkâr kul­lanıyordu. Avrupa’daki serf’e benziyen Rus köylüsü, bir köle olmağa başlamaktaydı.

Endüstri işçileri teknik yenilikler dolayısiyle gittikçe da­ha fazla olarak iki kategoriye ayrılmaktaydılar. Zanaatkârlar

\ M UKAYESELİ TAR İH İ 295

296 AVRU PA M İLLETLERİNİN ^henüz büyük bir goğunluk halindeydiler; Rusya’da hükümet bunları, Avrupa’yı örnek alarak, guUde (birlik, lonca) lere ayy- dı. Fakat (İngiltere, Hollanda, Kuzey Fransa gibi) endüstri memleketlerinde evlerinde, ya da büyük müesseselerde toplu halde çalışan ücretli işçilerin sayısı hızla artıyordu. Bunlann ücretleri töre ile, hattâ bir nizamla sâbit olarak kalırken lü­zumlu maddelerin, bilhassa ekmeğin fiyatı pahahlaştığından, durumları da gittikçe kötüleşiyordu; içlerinden çoğu ancak sar daka ile, yahut yoksullara yardım ödeneği ile geçinebilmektey­diler.

Hükümet kalfalara karşı aldığı tedbirleri idame ederek te­şebbüs sahiplerini destekliyordu; işçilere birleşmek, hattâ pat­ronla tartışmak üzere aralannda anlaşmayı yasak ediyor ve grevi, ayaklanma ile bir tutuyordu. İşçiyi durmadan çalışmak zorunda bırakmak için ücretleri agağı seviyede tutmaktaydı. O zamanlar şöyle bir düşünce hâkimdi: gayet bir işçi en lüzum­lu ihtiyaçlarından daha yüksek bir ücret alırsa, elindeki bütün parayı harcamadan işinin başına dönmiyecekti. Turgot o za­manki usulleri “ücret, işçiyi yaşatmak için ucu ucuna lâzım olduğu seviyeye kadar inebilir” diyerek özetlemişti (ki Las- salle de buna “ücretin değişmez, sert kanunu” diyordu). Yeni makinelerin işi çabuk öğrenmek imkânını verdiği İngiltere’de, patron-lar çırak kullanacak yerde çıraklık devresi geçirmemiş işçiler kullanıyorlar ve bunu yaparken, müsaade edilen azamî rakamı geniş ölçüde aşıyorlardı; yardım gören yoksul ailelerin çocuklarını da 5 yaşından itibaren, bunlara hiçbir ücret öde­meksizin, işe; alıyorlardı.

El işçileri sınıfının üzerinde de, çok küçük sermayeye ve üstünkörü bilgiye ihtiyaç gösteren bir meslek yapıp şehirler­de yaşayan insanlar sınıfı gittikçe genişlemekteydi; fakat dük­kâncılardan, ticarethane kâtiplerinden, aşağı rütbeli memur­lardan mürekkep bu sınıfın yaşayış tarzıyle hal ve tavırları bunu toplumdan uzak tutmaktaydı.

En büyük deği-siklik, Fransa’da adına “burjuvazi” denen orta sınıfın yükselmesi oldu. Bu sınıfa artık protestan mem­leketlerde din adamları da girmekteydi: Bunlar evlenememek ve giyim şekli bakımından artık toplumdan ayrı değildiler ve yaptıkları öğrenim dolayısiyle de “serbest meslek erbabı” na yaklaşmaktaydılar. Ruhanî bölgelerin papazlarıyle şehirlerde yaşayan din adamları da meslekleri dolayısiyle aynı seviyeye yükselmiş bulunuyorlardı. - Refahı, giyinişi, konuşugu, hal ve

tavrı bakımından bu orta sınıf halktan gittikçe ayrıhyor ve asiller sınıfına daima daha fazla yaklaşıyordu: Zaten ancak ka‘ nunı imtiyazlar dolayısiyle bundan ayrı bulunmaktaydı. Mülk­lerinin gelirleriyle hiçbir i§ görmeksizin ya§ayan arazi sahip­leri, yaşayış tarzları bakımından asillerden farksızdılar; bun­lar uzun zamandanberi İngiltere’de “gentleman” 1ar gibi mua­mele görüyorlardı. Almanya’da ise bu sınıf daha az kalabalık­tı ve asiller sınıfmdan daha belirli bir şekilde ayrıydı; Do&u Avrupa’da ise henüz; böyle bir sınıf yoktu.

Asiller sınıfı, İngiltere hariç, her yerde, bilhassa vergi konusunda imtiyazlara sahip üstün sınıf olarak res­men tanınmaktaydı. Fakat kazanç sağlayan hiçbir meslek icra etmemek mecburiyeti değilse bile âdeti, asillerin zenginlikle­rini arttırmalarına, hattâ çoğu zaman bunu muhafaza etmele­rine engel oluyordu. Asiller gittikçe daha fazla olarak, zengin­leşmek imkânına sahip tek sınıf olan burjuvalar arasından se­çiliyordu. Burjuvalar bir mülk edinerek, bir makam satın ala­rak, kendilerine asalet unvanları verdirerek “gentilhomme” oluyorlardı.

Doğu Avrupa’da ve bilhassa Polonya ile Macaristan’da or­ta sınıf olmadığından asiller daha belirli bir üstünlükten fay­dalanıyorlar ve mütehakkim tavırlar takınıyorlardı. Rusya’da çar bir kamu hizmeti görmekte olan mülk sahiplerine asalet unvanları vermişti. 1762 de hizmet mecburiyeti kaldınİınca bunlar iş görmeksizin ömür süren taşra asilleri haline geldi­ler.

Tabiat dimi. — En derin değişiklik ise toplumun hal ve gidişini tanzim etmekte olan inançlarda vukua gelmekteydi. Tann ile insan arasındaki münasebetlerin hristiyanlık bakımın­dan anlayış KVH. yüzyıldanberi sarsılmış bulunmaktaydı; şimdi ise bu anlayış, İngiliz ilâhiyatçılarının eseri olan ve adı^ na esasen “tabiat dini” denilmekte bulunan yeni bir inançla altüst olmuştu. Ortodoks yani mütaassıp doktrin Tanrı’yı, ta­biatı dolayısiyle kötülüğe kaçan insanı mahkûm etmeğe hazır sert bir yargıç gibi tasvir etmekteydi; yeni inançı ise tersine olarak Tanrı’yı, yarattığı insanı seven ve onu mutlu görmek istiyen şefkatli bir baba gibi görmekteydi. Kötü olmaktan ve geytan’a tâbi bulunmaktan uzak olan tabiat, iyi bir Tanrı’nın eseridir ve o da onun gibi iyidir. Tanrı insanı idare için ona akıl vermiştir, tabiatın bir parçası olan akıl ise insana, ken­disiyle başkalarının mutluluğunu aramağa sevkeden tabiî eği­

M UKAYESELİ TA R İH İ 297

298 AVRU PA M İLLETLERİNİN

limi takibetmesini ve ancak makûl inançları kabul etmesini emreyler.

Bu doktrini ortaya atanlar hristiyanlığm yerine başka bir din koym ak istememişlerdi, onu “makûl” bir şekle koyarak kuvvetlendirmek istiyorlardı. Aslında ise hristiyanlığm temel­lerini yıkmaktaydılar: geytan’ı, iblisleri ve ebedî Cehennem azabını inkâr ve insan tabiatinin iyi olduğu gibi bir anlayışı kabul ederek düalizm’i, - “hayatın gayesi mutluluğu aramak­tır” diyerek perhiz ve riyazeti, -İsa’nın Tanrılığım tanımaya- rtık “teslis” ve “ temessül” ü reddediyorlardı. Vahy’i, dindeki sır ve hikmeti, mucizeleri Tanrı tarafmdan ihdas edilen de­ğişmez kanunlara aykırı sayarak İsa’nın her türlü insanüstü vasfını kaldırıyorlardı.

"Tabiat dini” , Doğu’dan gelme bütün hristiyan inançlarını lâğvedip Sokrates’in Grek çömezlerinin düşüncelerini muhafa­za etmekteydi ki bunlar, kâinatın âhongini izah için gerekli kaadir bir Tanrı ile ahlâkın muhafazası için gerekli olduğu ile­ri sürülen ruhun ölmezliği idi. Bu din, hal ve gidişe yeni bir yön veriyordu; ileriki hayatta iman selâmetini inanca altına almak için şimdiki hayatını tabiate karşı savaşmakta kulla­nacak yerde, insanın, şimdiki hayatta mutluluğu arayıp bul­mak için, tabiati takipten bagka şeye ihtiyacı yoktu, Bu anla­yışı benimseyen Ingrilizler, kendilerini makuliyete aykırı inanç­lardan kurtulmuş saydılar. Déistes yahut frcethinkers (yani serbest düşünenler) adını aldılar.

Rühban sınıfı ile lâik otorite tarafmdan mahkûm edilen bu düşünceler, ancak müsamahaya alışık memleketlerde ser­bestçe gelişmek imkânını buldular. Voltaire ve Montesquieu gi­bi Fransız filozofları, yetkileri sınırlı monarşinin gerçekleştir­diği politik hürriyet düşüncesiyle birlikte bu düşünceleri de In­giltere’den aldılar; tabiat dini, déisme, serbest dürünce adlarıy­la, déisme’in İngiliz sâlikleri tarafından bir taş yontucular lon­cası halinde ihdas edilen farmason locaîan buradan geldiler. Almanya’da yüksek asiller sınıfı ile okumuşlar arasında ya yılan bu fikirler, ^Fransızcaya “ ışıklar” sözü ile çevrilen Auf- klaerwng (yani aklın aydınlattığı düşünce) adı altında birleş­tirildi.

Tabiat dini akla hitabetmekle, geleneğe ve otoriteye itaat­ten ibaret olan ananevi hal ve gidiş kuralını reddedip onun ye­rine, "serbest inceleme” diye adlandırılan ferdî muhakemeyi ikame ediyordu. Bu din doğrudajı doğruya dogrnia’lann tenki­

dine ve dinde müsamahaya yol açmaktaydı; sonralan da bu, hükümet otoritesinin tenkidi ve politik hürriyetle sonuçlandı.

Düşüncelerdeki bu ihtilâl, geleneklere bağrh ve otoritelerin kontrolü altında bulunan halk yığınının içine giremiyordu; hattâ burjuvalarla küçük asiller dahi eski usulleri ve inançları muhafaza etmekteydiler. Fransa’da XVIH . yüzyıl hemen hemen bütün millet için, dini bir sofuluk devresi oldu. İngiltere’de "metodist” hareket yüksek rühban sınıfının gevsekliğine kar­sı itirazda bulunuyor ve “uyanışlar” diye adlandınlan halk toplantıları, Cehennem korkusunu yine canlandırıyordu. Al­manya’da da X V IIL jâi^yıl, mistik duygulara ve cezbeli bir dindarlığa sahip, Incil’in ahkâmııiı harfi harfine uygulamağa taraftar “piétiste” topluluklannın kurulduğu devir oldu.

Tabiat dini ancak çok dar bir büyük derebeyleri, prensler ve bakanlar, yazarlar ve bilginler azınlığına ulaşabildi; fakat bunlar hükümetleri idare eden ve kamu efkârı üzerinde etki yapan kimselerdi. İngiliz aristokrasisi tarafından moda haline getirilen tabiat dini farmason locaları yoluyla Avrupa yüksek sosyetesinde yayıldı, sonra Almanya’ya geçip prensleri ve ede­biyatçıları da içine aldı; farmasonlar, asillerle subaylar ara­sından devsiriliyordu. Rusya’da da bu din Alman hükümdar- lan tarafından yüksek asil sınıf arasına sokuldu.

Rühban sınıfının maddî bir otoriteye sahip ve müminlerin inançlarını kontrol etmekte olduğu katolik Devletlere bu yeni din anlayışı daha güçlükle girdi. Ispanya’da ve Portekiz’de En- kizisyon tarafından durduruldu; Fransa’da mahkemeler bu dinle savaştılar ve filozofların eserlerini yaktırdılar. Bu dinin esaslan alenen izah edilememekteydi ama bilhassa Fransa’da, Paris kahvelerindeki özel konuşmalarda, büyük şahsiyetlerin edebiyatçılarla buluştukları birkaç hanımefendinin salonlann- da, daha sonra da farmason localarında ve Ingilizler örnek alı­narak kurulan kulüp’lerde, gizli usullerle yayıldı. Ayrıca bu din, yabancı memleketlerden kaçak olarak sokulan, yahut sahte menseler gösterilerek memleket içinde gizlice basılan ya­sak kitaplar ve hicviyelerle de yayılıyordu.

Bizatihi inançlann tenkidi ise, bilhassa Fransa’da, ruhun varlığını inkâr eden ma.térkais-nw’e ve Tanrı’nın varlığını in­kâr eden athéisme’ & kadar vardırıldı; fakat bu asm sistem an­cak çok küçük bir bilginler ve edebiyatçılar çevresinde yayıl­dı. Yüksek sosyete ise tabiat dinini kabulle yetindi, hristiyan dininin ibadet usullerini küçümsemek moda halini aldı. Hattâ

MUKAYESELİ TA R İH İ 299

300 AVRU PA M İLLETLERİNİN

papazlar, burjuvaların dahi bayağı insanlarla bir tutulmamak için ibadet etmemeğe başlayışlarından gikâyet ediyorlardı.

Tabiat dininin etkileri. — İyicil bir Tanrı’nın eseri olan tabiat anlayışı, asrın ortasından itibaren ekonomik hayata da uygulandı. İktisatçılar doktrinlerini T ann ’nın tabiati insanın mutluluğu için nizamladığı prensipi üzerine kurdular; bunu phvsiocratie (tabiatin hâkimiyeti) diye adlandırıyorlardı. Hü­kümetlerden, ekonomik hayattaki tabiî kanunların gidişatını engelliyen bütün nizamları lâğvederek Tanrı tarafından ihdas edilen “tabiat kanunları” nm harekete geçmesine imkân ver­melerini istediler. Bunlar merkantil ekolün bütün usullerine düşmandılar ve tarımın, endüstrinin, ticaretin tam mânasıyle serbest olmasını istiyorlardı; fakat bunu, insanın hürriyete olan hakkı adına değil de - günkü kendileri hükümette mutla- kiyet taraftarı ve Çin’deki despotizmin hayranı idiler, - Tanrı’- nın istediği nizam yeniden kurulsun diye yapıyorlardı.

Kendisi de déiste olan Rousseau, sosyal şartların eşitsiz­liğini mahkûm etmek için insan tabiatinin iyiliğini ileri sürdü; hattâ monarşiyi reddedip ideal rejim olarak cumhuriyeti teklif edecek kadar ileri gitti. Aynı duygu, İngiltere’de moda haline gelen, tabiate hayranlık yoluyla da açığa vuruluyordu. Asrın son üçte birinde bu duygu, “hassaslık” kargısında duyulan şevk! ve heyecanı ilham etti; hassaslık ise aynı zamanda ince agk veya dostluk duygularmm ortaya dökülmesi ve şehvetin açıkça İzhar olunması şeklinde ifade olunuyordu.

Tabiat dini, esasında iyi olan bir Tanrı’nm insana yalnız kendisi için değil, başkaları için de mutluluğu aramasını em­rettiği gibi bir düşünceyi doğuruyordu. Ötedenberi sadaka ver­mekten ibaret olan hristiyan merhamet-’inin yerine, hayvr isle­meği ikame ediyordu. Bu da mutsuzların kaderlerini iyileştire­rek hayır işlemek anlamınaydı. Hayır işlemek (1) hastaneler, yaşlılar, sakatlar, körler, dilsizler için düşkünler evi, öksüzler ve terkedilmiş gocuklar için bakımevleri açmak ve hattâ fa­zilet mükâfatları ve halk genlikleri ihdas etmek şeklinde te­celli ediyordu. Hayır işleri hükümdarlarla bakanları ilgilendi­riyor ve anlayışlı despotizmin şekillerinden biri haline giriyor­du.

Hayır işleri bir Devletin sınırlarında durmuyordu. Hristi-

(1) Nitekim bıi deyim "hayır isteri” seklimde dilde katmış­tır.

yan merhameti gibi o da Tann ’nm kulları olarak bütün insan­ları kapsıyor ve bütün beger nev’ini içine alıyordu. O zamana kadar Avrupa’da pek nadir görülen bir duygu, yani insanse- verlik (humanité) haline geliyor ve bu, başkalarının acılarına karşı duyulması tabiî olan merhamet hissiyle de kuvvet bulu­yordu. Bu duygu örf ve âdetlerde derin bir ihtilâl hazırlıyor, işkence, gaddarca eziyetler, cismani cezalar, ast’lara karşı sert davranmak gibi “ insanlığa aykırı” diye vasıflandırılan bütün fiillere kargı nefret uyanmasına yol açıyordu.

T ann ’nm insana bahşettiği akla olan güven yalnız dini ve ahlâkı değ'il, hükümeti ve toplumu da aklın verdiği düşünce­lere uygun olarak nizamlamak arzusunu ilham ediyordu. Av­rupa’da töreye uygun olarak kurulan bütün eski rejim, bir hatalar ve adaletsizlikler yığını olarak görünüyordu; ananevî müesseseler ise birer yolsuzluk haline giriyordu. Onun için akıl, gelenek ve otorite üzerine kurulu olan bütün bu “ eski rejim ” in kaldırılmasını ve onun yerine bir akıl ve hürriyet rejimi ika­mesini emrediyordu. (Tabiat, akıl, hayır işleme, insanseverlik gibi) bütün bu düşünceler evrensel olduklarından aynı zaman­da bütün milletlere uygulanmaktaydılar; düşüncenin XVIII. yüzyıldaki “ kozmopolit” vasfı da buradan gelmekteydi.

Tabiat ve akıl dini sâliklerine, geçmi.sin hatalarından kur­tulmuş olmayı hissedip hakikatin ışığ’inda yaşamak gururunu ilham ediyordu. Onlara insan hayatının, Tanrı’nın niyetine uy­gun mutluluğa erişecek şekilde değişeceğini .çörmek umudunu veriyordu. Rasyonel yani aklî şekli altında dinî bir mahiyet taşıyan bu iyimser duygu, geleceğe karşı şevk ve heyecan do­lu bir güven beslemeği ilham ediyordu ki, Fransız İhtilâlinin hamlesi de bundan doğacaktı.

Bilimler, edebiyat ve güzel sanatlar. — ■ Bilimler bilhassa Kuzey memleketlerinde, münferit bilginlerin gayretleriyle ve termometre, elektrik makinesi, -optik âletler gibi buluşların yardımıyla ilerlemekteydi. Fizik ilmi yerçekimi, ses, ışık, sı­caklık, elektrik gibi olay nevilerini henüz ayrı ayrı olarak in­celemek suretiyle meydana gelmekteydi, - Ay^ı devrenin so­nuna doğrru Priestly ve bilhassa Lavoisier tarafından yapılan gazlerin tahlili ile ,kimya vücut bulmağa bağlıyordu. - Daha ön­ceki fer ’î .müşahedeleri sistem haline getiren tabiî bilimler, te­şekkül etmiş; botanik ilmi İsveçli Linne, zooloji de Fransız Buffon tarafından kurulmuştu (ki bu sonuncunun genel teo­rileri jeoloji ve antropolojiyi de hazırlam aktaydüar).,

M UKAYESELİ TARİH İ 301

302 AVRU PA M İLLETLERİNİN

X V III. yüzyıl edebiyatının bütün orijinal eserlerinin nesirle yazılmış olmak gibi İstisnaî bir vasıfları vardır: Swift’le İngi­liz romancıları, Voltaire, Montesquieu, Rousseau, Diderot ve hattâ başlangıçta Goethe dahi nesirle yazmışlardır. Bunlar, ço­ğu geleneğe karşıt yeni düşüncelerin ışığı altında yazılmış ro­manlar, politika kitapları, hiciv eserleri, , mektuplardır. ,Asnn sonuna doğru Almanya’da, romantiklerle beraber, lirik şiire dö­nüşün başladığını görüyoruz.

Orijinal yaratışları ancak Fransa ve İngiltere’de görülen plâstik sanatlar, bilhassa sevimli nevide (genre grâcieux) yağlı boya resimler vermeğe başladılar. Bunlar belki de süslem e, sa­natlarında ve mobilyede şaheserler yaratmış bulunuyorlardı.

Müzik ustalığında Almanya Bach’ın, Haendel’ln, Haydn ve Mozart’ın yarattıkları âletli müzik şaheserleriyle İtalya’nın yerine geçti; opera İse birer Alman olan Gluck, sonra Mozart tarafından yenileştirildi.

XVI

FRANSIZ İH TİLÂLİ VE İSTİLÂ SAVAŞLARI

HazirTayım buhran. — 1789 ile 1814 arasındaki çeyrek asır bütün Avrupa’nın bayatını altüst eden ihtilâller ve savaşlarla dolu geçti. Politik ve sosyal hayatın şartlan, bir ihtilâli çok güçleştiriyordu. Hükümetlerin emrinde daimî bir ordu ve ka­labalık bir memurlar zümresi vardı; aynca hükümetler kuv­vetli bir rühban sınıfından ve zenginliğe, saygıya, bilgiye sahip bir imtiyazlılar aristokrasisinden de yardım görüyorlardı. Hem silâhlı kuvvete sahip hükümet idarecilerinin, hem de durumun idamesinde menfaati olan imtiyazlıların desteklediği bir rejimi yıkmak için maddî kuvvet lâzımdı; fakat halk, başkentte bir ayaklanma çıkartmaktan başka kuvvete sahip değildi. Her iki­si de dinî birer ayaklanmanın sonucu olan Birleşik-Eyaletler’le Ingiltere’dekiler hariç, Avrupa’da hiçbir ihtilâl başarıyla bit­memişti.

Fransa’da İhtilâl, anormal şartlar dolayısiyle başladı. Buna sebep, halkın maddî yaşayışının daha zahmetli hale gelmiş ol­ması değildi; hattâ bu yaşayış, son yıllarda düzelmiş gibi gö­rünüyordu. XVI. Louis devrinde ne hükümetin baskısı, ne de imtiyazlıların halkı sömürmesi, bagka devirlerdekinden daha sert değildi. Yiyecek maddelerinin pahalılığından ve 1788 deki issizlikten doğan buhran, daha önceki buhranlardan vahim olmadı.

Fark şuradaydı: Kaçınılmaz sayıldıkları için o zamana ka­dar tevekkülle katlanılan usuller, ortadan kaldırılması müm­kün yolsuzluklar olarak görüldü. Akıl ve insanseverlik dini (XV. bölüme bk.) mutlak iktidan, mecburî dini, vergi bağışık- lıklannı, derebeylerinin ondalıklannı (âşar) ve haklannı, ma­kam ve memuriyetlerin alınıp satılabilir olmasını kaldırarak is­tibdada, müsamahasızlığa, eşitsizliğe son verme azim ve irade­sini ilham ediyordu. İnsan tabiatinin iyiliğine karşı akımsar bir güvenle dolu, fakat politik tecrübeden yoksun kültürlü kimseleri, işte böyle kökten bir reform arzusu harekete getir­mekteydi. Bunlar tıpkı antik çağlardaki efsanevî kanun koyu-

304 AV RU PA M İLLETLERİNİN

cular gibi, faziletli hükümet idarecilerinin iyi niyetiyle bir mil­letin rejiminin değişebileceğini ve mutlak iktidarla imtiyazları lâğvetmenin buna yeteceğini tasavvur ediyorlardı. Ülkülerini,1789 dan önceki bir formülle. Hürriyet, Müsavat’la özetliyorlar­dı ve olacağını umdukları rejim değişikliğine, XVIII. yüzyılın ortasından itibaren esasen kullanılmış olan, thtiMI adını veri­yorlardı.

İhtilâl taraftarları filozoflarca tasvir edilip pratik alanda da gerçekleştirilmiş örneklere, İngiltere’deki yetkileri sınırlı monarşiye ve din müsamahasına bakarak cesaretlenmekteydi­ler. Bunlar, ihtilâllerini yaparken tabiat dinini sarih terimler­le zikretmiş olan Amerika’daki İngiliz kolonların verdikleri örnek yüzünden daha da cesaretlendiler. Birleşik Devletlerin “Bağımsızlık Beyannamesi” , “tabiat kanunlarının ve tabiat Tanrısı’nın bir hak olarak bahşettikleri bağımsız durumu” ta­lep ediyor; “bütün insanların eşit yaratıldıkları, Yaradan tara­fından kendilerine - aralarında yaşama, hürriyet ve mutluluğu araştırma da bulunan - inkâr kabul etmez haklar bahsedildiği yolundaki gerçeklerin âşikâr olduğunu” neşir ve ilân ediyor­du. Virginia’nm yeni anayasasının.“Haklar Beyannamesi” , in­sanın en lüzumlu haklan arasında, “ mutluluğu araştırıp elde etme çareleri” ni de saymaktaydı. Bu belgeler Fransızcaya çev­rilmiş ve Amerika İhtilâli, Fransa halkı arasmda büyük sevgi ile karşılanmıştı.

Fransa’da çok sayıda ufak şehirler vardı ki buralardaki i- dareci sınıf burjuvalardan, bilhassa kanun adamlarından teşek­kül etmekteydi; bunlar geçim şartlan bakımından bağımsızlığa sahip bulunuyorlardı. Asiller, sınıflar arasındaki mesafeyi his­settirerek, bu burjuvaları tahkir ediyorlardı. Bunların çoğu ye­ni eşitlik düşüncelerini benimsemişler, imtiyazların lâğvını ar- zuluyorlardı. Köylük bölgelerdeki papazlar, kendileriyle yüksek rühban sınıfı arasında gelir bakımından olan çok büyük eşit­sizlikten memnun değildiler; babadan oğula kendi topraklan- nın mâliki bulunan köylüler ise “derebeylik hakları” na karşı öfke beslemekteydiler.

Fakat memnun olmayanların ellerinde mukavemet için hiçbir vasıta yoktu. Uyruklarına bir ihtilâl için gerekli âleti ve­ren, yine hükümetin kendisi oldu. Masraflarını ödünç aldığı paralarla karşılamış, artık kendisine ödünç verecek kimse bu­lamıyordu. Para bulmak üzere bütün mülklere şâmil vasıtasız bir vergi ihdas etmek isteyince, imtiyazlı asillerle şiddetli bir

anlaşmazlığa düştü. İki hasım tarafında kurulu rejimde men­faatleri vardı ama herbirinin menfaati başka yöndendi: Hükü­met mutlak iktidarın, imtiyazlılar ise vergi eşitsizliğinin deva­mını istiyorlardı. Herbiri de kendisini sıkan şeyi ortadan kal-® dırmak arzusundaydı: Hükümet vergi bağı-sılclığını lâğvetmek, imtiyazlılar ise kralın iktidarım sınırlamak çarelerini araştırı­yorlardı.

Para sıkıntısı çekmekte oian hükümet, 1614 denbcri terke- diiip unutulmuş olan “Etats Généraux” meclisini sonunda top­lantıya çağırdı. Fakat bu meclis, gelenekten çok başka olan bir sisteme göre, mahallî meclisler tarafından seçildi; bu mahalli meclislere ise şimdiye kadar hiç temsil edilmemiş iki uyruk çeşidi olan delegeler büyük çoğunluk halinde girdiler, ki bun­lar rühban meclislerinden ruhanî bölgelerin papazları, “Tiers Etat” meclislerinde ise köylülerdi. Böylelikle politika hayatına, daima bu hayattan uzak tutulan bir yığın insan girmiş oldu. Seçmenler tarafından yazılmış olan muhtırn’lann hepsinde bir Anayasa ile bir de temsilciler meclisi isteniyordu ki bu, politik bir ihtilâl yapma teklifinde bulunmak demekti. “Etats Géné­raux” meclisi de bıi arzuyu beslediği halde Versailles’da top­landı, fakat kral, bu m»eclisi kapatmak veya dağıtmak yetkisini muhafaza ediyordu.

Monarşik İhtilâl. — F'ransız İhtilâli, iki ihtilâlle vukua gel­di. 1789 da yapılan ilki, monarşiyi muhafaza ederek eski lejim i yıktı. Bu ihtilâl, kimisi meclis tarafından, kiırdsi de Paris'in dış mahalleleri halkı tarafından yapılan bir sıra “ İhtilâl gün­leri” ile başarıldı, ki şunlardır: 1 — “ Jeu de Paume” yemini ki bununla burjuvaların milletvekilleriyle birkaç papaz, kralın meclisi dağıtma hakkına aykırı olarak kanunsuz bir şekilde “millet meclisi’ ’halinde toplanıp, Anayasa yapılmadıkça birbir­lerinden ayrılmamağa karar verdiler; 2 — Hapishane olarak kullanılan Bastille kalesi komşu mahalle halkı tarafından zap- tedildi ve bu, istibdadın yıkılışının sembolü sayıldı; 3 — 4 Ağus­tos gecesi Meclis, bütün imtiyazların mülga olduğunu ilân et­ti; 4 — 5 ve 6 Ekim günlerinde Versailles’a giden bh- kalaba­lık, kralı alıp Paris’e getirdi ve hükümdar burada, halkm ne­zareti altında kaldı. Bütün bu işlerin yanısıra kargaşalıklar ve "aristokrat” diye adlandınlan imtiyazhlaıa karşı şiddet ha­reketleri oldu. İngiliz memleketleri örnek alınarak bütün Fran­sa’da, politik meseleleri tartışmakta olan kulüpler ve İhtilâlin

F. 20

M UKAYESELİ TA R İH İ 305

30 « AVRU PA M İLLETLERİNİN

hasımlannı gözetleyip tevkif eden kom ite’ ler kuruldu.Meclis Amerikalıları örnek tutarak tabiî hakka dayanan

bir “ İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi”, sonra da yazılı • bir Anayasa kabul etti. Bu Anayasa, Amerika’yı Ömek tutarak,

“kuvvetler ayrılığı” nı ihdas etti. Aynı zamanda İngiltere’de yerleşmiş olan, bakanları Parlâmento içinden tayin etmek usu­lünü reddetti. Krala “ icra yetkisi" ni bırakmakla beraber Bu yetkiyi bakanlarla ordu ve hariciye personelini tayine münha­sır kıldı; ayrıca ona teşrii Meclis’in kararlarını durdurma hak­kını verdi ki bu, Birleşik Devletlerde olduğu gibi, veto diye ad­landırıldı.

Meclis, arazinin yeknasak bir şekilde (iller, ilçeler, bucaklar, kamunlara) bölünmesi sistemini ihdas etti ve bunu yaparken şehirlerle köyler arasında fark gözetmedi; bu sistem adliye, maliye, idare, hattâ dinî ibadet gibi bütün kamu işlerine de uygulandı. Eşit ve nisbî olan ve adına tekâlif denen tek bir vasıtasız vergi sistemi kurdu. Memuriyetleri icra ile görevli personel, Birleşik Devletlerde olduğu gibi, çalışacak olduklan memleketin sakinleri tarafından seçilmekteydi. Bundan da se­çim bakmıından mahallî bir muhtariyet sistemi çıktı ki bu sa­yede her memleket kendi sakinleri, fiiliyatta da ileri gelen burjuvalar tarafından idare ediliyordu.

Meclis iller arasındaki gelenekten doğma ayrılıkları kaldır­mak ve bütün millete, rasyonel ilkeler üzerine kurulmuş ortak bir rejim vermek, halka da bunu uygulama yetkisini bırakmak istiyordu. Bu duygu 1790 da millî muhafızlar fedem syon ’u ta­rafından açığa vuruldu; Amerika’dan alınmış olan bu terim, miUet'in uzuvları arasında serbestçe anlaşma mânasına geli­yordu. Bundan böyle Fransız birliği aynı krala itaat esası üze­rine değil, tek ve aynı millete mensup olma duygusu üzerine kurulmuş bulunuyordu. Fransız birliği sembol olarak üç renk­li bayrağa sahip oldu ve birlik, milU sözünde ifadesini buldu. Patriote (vatansever) sözü, eski rejime taraftar a-ı-istokrat’la,- rın tersine olarak, yeni millî rejimin taraftarlarını göstermek için kullanıldı.

Meclis katolik dinine bağlıydı, fakat açığı kapatmak için piskoposluklar, rahiplikler ve manastırların sahip olduklan bü­tün mallan “milletin emrine vermeği” kararlaştırmıştı; bun­ları "millî emlâk” haline getirerek satışa çıkardı, bu mallan k-srgılık göstererek de asslgnats (kaimeler) çıkardı. Rühban sı­nıfını bir kamu memuriyeti icra eder görmeğe alışık olduğun­

dan, Meclis bu sınıfı da öteki memuriyetler gribi yeniden teg- kllâtlamak istedi; bir piskoposluk bölgesini bir ille eşit tuttu ve piskoposla papazların vatandaşlar tarafından seçilmesini ka­rarlaştırdı. Böylece Meclis cismanî rühban sınıfının hayatını altüst ediyor, nizamlı rühban sınıfını ise ortadan kaldırıyor­du. Papa bu tedbirleri tanımadı.

Direnmeler. — Millî Meclis barışçı bir ihtilâl yapmak iste­mişti, fakat töreye dayanan bütün müeaseselerle bütün hakla­rın birdenbire kaldırılıvermesi ilkin asilleri öfkelendirdi ve bunlar, 1789 dan itibaren memleketten göçm eğe başladılar; pis­koposlarla rahiplerin çoğu da bunlan taikibettiler. Papa tara­fından mahkûm edilen “Rühban Sınıfının Mülkî Teşkilâtı” na sadakat yemininde bulunmağı reddedenler, râfractaire (isyan­cı) sayılıp işlerinden çıkarıldılar; fakat, bilhassa Kuzeyde ve Batıda, halk tarafından desteklendiler. Bu anlaşmazlık Fran­sız halk yığınım ikiye ayırdı ve köylülerle kadınlann büyük ço­ğunluğunu İhtilâl aleyhine çevirdi.

Banşa bağlı olan Meclis: “Fransız milletinin fetihler yap­mak için herhangi bir savaşa„girişmekten vazgeçmiş olduğunu” karara bağladı. Fakat dışanda, İhtilâl hükjimdarları, rühban sınıfını ve aristokratlan kaygılandırıyordu; zira hükümdarın uyruklarına bütün insanlann müşterek malı olan tabiî bir hak adına sosyal rejim i altüst etmek gibi bir örnek vermekteydi; ayrıca İhtilâl, ayaklanmalar ve şiddet hareketleriyle de ken­dini şüpheli hale sokmuştu. Paris halkının mahpusu olan XVI. Louis, öteki hükümdarlardan yardım istemişti. Fransa’ya komşu memleketlere göçmüş olan asiller silâhlanıp geri gel­mek tehdidinde bulunuyorlardı ve kralın kardeşleri de İmpa- rator’la Prusya kralından bir “beyanname” elde ediyorlardı; bu beysınnameye Fransa’da bir savaş tehdidi gözüyle bakıldı. Paris’ten kaçan XVI. Louis zorla geri getirildi ve yabancılarla anlaşmaktan zan altında tutuldu.

17:91 de seçilen yeni meclisin büyük çoğunluğu krallık ta­raftan idi ama, göçmen asillerle muhalif papazlara karşı aldığı tedbirler X VI. Louis tarafından veto edildiğinden kralla an­laşmazlık haline düştü. Sonra da meclis, kralın bakanlarıyla an­laşma halinde Alman prensleriyle İmparatora karşı savaşa sü­rüklenmek zorunda kaldı. Fransa’ya karşı hükümdarlar koalis­yon halinde birleştiler; subaylann çoğu göçmüşlerdi; onların gidişiyle teşkilâtsız kalan Fransız ordusu, bozguna uğradı; ya­bancı ordular Fransa’ya istilâ edip Paris üzerine yürüdüler.

M UKAYESELİ TA R İH İ 307

308 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Cumhuriyetçi İhtilât. — İstilâ yüzünden çıkan buhran, ikin­ci bir ihtilâle sebep oldu. Bu ihtilâl, kralı bertaraf etmeğe ka­rar vermiş olan küçük bir azınlığın eseriydi ve isyancıların önce Paris Commune’üne, sonra krala ve nihayet Meclis’e kar­şı olmak üzere, kanunî otoritelere karşı giriştikleri bir kuvvet darbesiyle başladı. Hapishanelerde tutuklu olan şüpheli şahıs­ların sorgusuz sualsiz idam edilmesi ve bir yeni Anayasa yap­makla görevlendirilen, ara yerde de hükümet idaresini eline alan bir Conventiov/\m toplanmasıyle sona erdi. Convention Cumhuriyetin, kralî iktidarın yokoluşunun bir sonucu olduğunu kararlaştırdı. Fakat, henüz yeni bir rejim kurma işini başara- madan, Fransa’nın öteki Devletlerle olan münasebetlerini al­tüst etti.

Prusya ordusu çekilmiş olduğundan, Fransız orduları Fran­sa’ya komşu Savua ile Rhein nehrinin sol kıyısını, sonra Bel­çika’yı işgal ettiler. Oralarda generaller Fransa’ya düşman ida­re memurlarını değiştirdiler ve İhtilâl için propaganda yaptır­dılar. Bunun üzerine Convention “hürriyetlerine kavuşmak is- tiyen bütün milletlere kardeşçe yardımda bulunacağım” ilân ederek generallere ondalıklarla derebeyi cizye ve vergilerini kaldırıp “hürriyet ve müsavata sadakat” yemininde bulunacak olan geçici idareciler seçtirmeleri emretti. Bu ise Fransa’nın yeni hükümet ilke ve usullerini başka milletlere zorla kabul ettirerek İhtilâli silâh gücüyle dışarıya götürmek demekti.

Convention tarafından yargılanan XVI. Louis, yabancıla­rın suç ortağı sıfatı ile mahkûm edilip idam olundu. Krahn idam olunugunu öteki hükümdarlar bir meydan okuma saydı­lar; hepsi Cumhuriyete karşı kurulan bir koalisyona girdiler. Fransız orduları tarafından işgal edilmiş memleketlerdeki İh­tilâl taraftarlan kendilerini savunacak kudrette olmadıklannı anladılar; istekleri üzerine Convention bunların topraklarını,1790 da verilen söze aykırı olarak. Cumhuriyete ilhak etti.

Fransa’nın yabancı ordular tarafından işgali iç politikayı altüst etti. İlkin hükümet Convention’un çoğunluğu tarafından desteklenen eyalet temsilcileri tarafından idare edilmişti. Ge­nerali düşmana iltihak eden ordunun bozguna uğraması üze­rine bunlar gözden düştüler. Paris’te sevilip tutulan ve adına M ontagne denen ufak temsilciler grupu dış mahalleler halkının Paris Commune’üne ve Convention’a karşı giriştiği yeni bir kuvvet darbesiyle iktidan ele aldı.

İktidarın yeni sahipleri savaş ve tenkil bakımından daha

sert tedbirler almak istediklerinden, otoriteyi daha kuvvetlen­dirmek için bunu merkezleştirdiler. Convention tarafmdan se­çilen Genel Selâmet Komitesi hükümeti bir bakanlık gibi idare ediyor; emirlerini çok genig yetkilerle generallerin yanma ve eyaletlere gönderdiği “görevli temsilciler” eliyle icra ettiriyor­du. Bu rejim prensiplere aykırı olduğundan ve barışa kadar sa­dece geçici bir savag tedbiri olarak kurulduğundan, adma res­men İhtiTâl Hüküm eti denildi. Fakat bu durum yalnız (Ven- dée’liler ve Chouan’lar gibi) eski rejime bağlı kimselerin de­ğil, İhtilâlin kurduğu mahallî muhtariyete taraftar olup Fede­ralist diye adlandırılanların da, Fransa’nın büyük bir kısmın­da, silâhlı şekilde ayaklanmalarına yol açtı. Hükümet muka­vemetleri Terreur (terör, tethig) ile kırdı, şüphelileri bir “ İh­tilâl Mahkemesi” ne yargılattı; mahkeme gayet çabuk ig görü­yor, hükümlüler giyotin (guillotine) ile idam olunuyorlardı.

Hayat pahalılığı yüzünden öfkeli olan halk yığınlarını ya­tıştırmak için hükümet, yagamak için gerekli mallara azamî fi­yat koydu; kâğıt para haline srelen assignat’lara. cebri bir ra­yiç tesbit etti; savaş için gerekli e-syaya tekâlifi harbiye sure­tiyle elkonmasını emretti. Bütün bunlar, toplumun tegkilâtmı değiştirmeği hedef tutan yeni bir sistem değil, savağın deva<- mınca sürecek geçici tedbirlerdi. Göçmenlerin müsadere edilen malları rühbanmki gibi satıldı; fakat Convention, mülkiyet hakkına dokunmadı (1) ve bu hakkı zayıflatacak her tegebbü- sün aleyhinde olduğunu ilân etti.

Hükümetin paraya çok ihtiyacı vardı; vergileri toplamak­la görevli mahallî memurlar bunları tahsil için fiili hiçbir ik tidara sahip değildiler; vasıtasız vergiler kaldınlmıgtı. Millî emvâl iyi bir fiyatle satın alınmıştı ama bedelleri çok güçlük­le ödenmişti. Hükümet gümüş parayı kaldırmadı ama gittikçe artan miktarda asısignat (kaime) çıkarmak zorunda kaldı, bu­nun değeri de düşmeğe devam etti. A yn ca hükümet, orduların işgali altındaki memleketlerde de vergi topladı, tekâlifi har - biye olarak büyük miktarda eşyaya elkoydu. Bunlann yanısıra bir aıra tenkil tedbirleri de aldı ki, halk bu yüzden Fransa’ya düşman kesildi.

Ordunun değişmesi. — Prensip olarak gönüllülerden kurulu olan ordu, 1791 de, mavi üniforrnalarını muhafaza etmiş olan

M UKAYESELİ TAR İH İ 309

(1) Biszat R obespierre servetlerin çok büyük eşitsizliğine itiraz ediyor, fakat serveti sosyalistle^tirmek istemiyordu.

310 A V R U P 4 M İLLETLERİNİN

millî muhafızların da iltihakı ile büyümüştü ama, koalisyon ha­linde birleşen Devletlere karşı savaşı idameye yetmiyordu. HÜt kûmet orduya asker toplamak için yeni bir usule başvurdu: 1793 de, kamunlar arasmda pay edilmek şartiyle 300.000 asker toplanmasmı emretti; askere gridecekler genel kur’a ile seçil­di. Prensip olarak ihdas edilmiş bulunan mecburî hizmet, 1798 de 20 He 25 yaş arasındaki bütün erkeklere uygulanan consc^ip- tion (askere çağırm a) usulü ile nizam altma alındı. Subayların hemen hepsi yabancı memleketlere göçmüş olduklarından, bunların yerine assubaylar geçti; içlerinden birkaçı generalli­ğe yükselecek şakilde, çok çabuk ilerlediler. Ordunun çoğunlu­ğu da bundan böyle gönüllülerden ziyade mecburî hizmet gören erattan mürekkep oldu. O zamana kadar asillere ve zenginle­re mahsus olan subaylık sınıfı, çoK sert bir yasayıga alışbk halk adamlarıyla do-ldu.

Öteki Devletlerin meslek askerlerinden müteşekkil olan ordulan pahalıya malolduklarından az kalabalıktılar; bunların rahat bir hayata alışık olan subayları savaşa giderken yanla­rında bir sürü eşya da götürüyorlardı. Askerlerin ikmal ve iaşe­si için gerekli debboylarla ulaştırmalarını kesmemeğe itina gösteren yaşlı ve ihtiyatlı generallerin kumanda ettikleri bu or­dular, sınırlı bir alan üzerinde yavaş yavaş hareket edebiliyor­lardı. H içbir masrafa hacet kalmaksızın toplanan hudutsuz sa­yıda askere sahip Fransız ordular, sayıca üstün duruma geç­tiler. Bunlar, malzeme gelmesini beklemeksizin ilerliyorlardı; subaylar yanlarında eşya götürmüyorlardı, askerler geceyi açık ordugâhta yanan ateşlerin başında geçirebiliyorlar, bulunduk- lan memlekette elkonan öteberi ile yasıyorlardı. Ayrıca tama^ men kendiliklerinden, nizamlara aykın bir savaş usulü de kul­landılar: Avcı hattına yayılıyorlar ve nişan alarak ateş ediyor­lardı. Genç ve becerikli generallerin kumanda ettikleri ordu­lar sür’atle ilerlemekteydiler. Bu ordular Fransız topraklannı kurtardıktan sonra, banş istemeğe zorlamak için düşman memleketinin tâ içerilerine kadar ilerlediler.

İhtilâlin son buhram., — Savaş bitmeden önce, İhtilâlci hü­kümet şekli sona ermişti. En faal üyelerinin öldürülmesi dolar yisiyle zayıflamış olan Convention, 1793 de Çıkarılan Anayasa­dan vazgeçerek kuvvetlerin ayrılması teorisine dayanan yeni bir Anayasa çıkarmıştı. Bu Anayasa icra kuvvetini bes üyeden mürekkep bir “Directoire” (Direktuar) a veriyor ve segim yo­lu İle teşekkül eden iki meclisten kurulu bir de “ Teşriî organ”

İhdas ediyordu. Convention hem ihtilâlci rejime bağlı olan Pa­rts halkının ayaklanmalarına, hem de yabancı hükümetler ta­rafından desteklenen kralcıların isyanlarına karşı kendini sa­vunmak zorunda kaldı ve orduyu kendi basımlarına karşı kul­lanmağa başladı. Daha sonra, seçim sonunda iki meclise kral­lığı yeniden kurmak istediğinden şüphe edilen bir çoğunluk girince, Directoire muhaliflerinden kurtulmak için orduyu kul­landı, Para yokluğu ve memleketteki kargaşalıklar yüzünden felce uğramış bulunan rejim, ancak kanunsuz usulleı-le ayakta durabildi.

İhtilâl, bunu yapanların niyetlerinden bambaşka etkiler y a ­ratmıştı, İhtilâlciler, - 1793 te onlu sisteme uygun ölçüler bir­liği ile tamamlanan - yeknasak bir kamu hayatı vücude getir­meğe, hukuk ve vergi eşitliğini kurmağa m uvaffak olmuşlar­dı. Fakat monarşiyi ıslâh etmek isterken cumhuriyet ilân et­mişlerdi; maliye işlerini düzeltmek isterken açıklarla, iflâsla karşılaşmışlardı; Kiliseyi yeniden teşkilâtlamak isterken altüst etmişlerdi; gönüllü orduyu muhafaza etmek isterken mecburi askerliği ihdas etmişlerdi. - Fransa’ya mahallî muhtariyet ve siyasî hürriyet vermek isterken merkezleşmiş ve otoriter bir hükümet hazırlamışlardı. - Savaştan ve fetihlerden vazgeçmek istemişler, fakat Fransa’yı geniş fetihlerin takibettiği 'genel bir savaşa sürüklemişlerdi. - ö tek i milletlere bir rejim örneği vermek isterken bunlara kin duyguları aşılamışlardı.

îhtilâl kar<sıs%nda Avrupa. ■— A vnıpa’da yeni fikirlerden yana olanlar tarafından ilkin sempati ile karşılanan İhtilâl, kargaşalıklar ve Terreur'dolayısiyle çok geçmeden gözden düş­müştü, Bütün Devletler Fransa’ya savag ilân etmişlerdi. Hür­riyet üzerine kurulmuş bir ihtilâle karsı sempatilerini açıklı- yan birkaç grupun bulunduğu İngiltere’de dahi, kargaşalık çı­karanlar çok sert cezalara çarptırıldı ve Fransa’ya kargı açı­lan savag, aristokrasinin kudretini sağlamlagtırdı, - Polonya’­da, Devletin zaafından kaygılanan vatanseverler, Fransa'nın- kinin aynı olan ve krahn otorite*ini kuvvetlendiren bir Anaya­sayı meclise kabul ettirmi*l«rdi; Rusya ve Prusya bunu ba­hane ederek 1793 te Polonya’yı ikinci defa paylaştılar. Vatan­severler buna bir ayaklanma ile cevap verdiler, fakat bu da, memleketin geri kalan kısmının komşu üç memleket arasında paylaşılması gibi bir sonuç doğurdu.

Hükümet Fransız orduları tarafından iggal edilen memle­ketlerin durumunu nizamlamak işiyle karşılaştığı zaman biraü

M UKAYESELÎ TAR İH İ g l l

312 AV RU PA M İLLETLERİNİN

çekindikten sonra “tabiî sınırlar” (yani eski Gol memleketi sı-/ n ırlan) lehinde karar verdi ve Rhein’le Alp dağlarına kadar bütün topraklan Fransa’ya ilhak etti. Bu sınırlan aşan ordu­lar, 1795 te Hollanda’ya girdiler; Avusturya’yı bans yapmağa siorlamak için 1796 da Kuzey İtalya’yı, 1798 de İsviçre ile Güney İtalya’yı işg-al ettiler. Bütün bu memleketler antik adlar altın­da birer cumhuriyet haline sokuldu ve Fransa Cumhuriyeti re­jimine benzer birer rejime tâbi tutuldu. Buralarda hükümet, İhtilâlden yana olan küçük bir azınlığa Verildi ve Fransız or­dusunun desteklediği bu azınlık derebeylerinin haklarını on­dalığı (â§arı), rühban sınıfının nufuzunu ve çalışma nizamları­nı ilga etti. Orduları için gerekli parayı bulmak üzere Fransız hükümeti mal sandıklarına elkoydu, tekâlifi harbiye topladı, rühban sınıfı ile eski rejim taraftarlannm mallannı müsadere etti. Bu politika halk arasında İhtilâle karşı nefret uyandırdı.

Yeni cumhuriyetler uzun ömürlü olmadılar; fakat bu yüz­den İsviçre’de memleketler arasındaki eşitlik kaldı ve bunla­rın hepsi kantonlar haline geldi; İtalya’da üç renkli bayrak, İtalyan birliğinin ve Belçika’ya karşılık Avusturya’ya terkedi- len Venedik’in bu İmparatorluk tarafından ilhakının sembolü haline geldi. - İrlanda’daki İngiliz hâkimiyeti aleyhtarlarını ayaklandırmak için İrlanda’ya bir ordu çıkarılması tasarısı ba­şarısızlığa uğradı; fakat bu yüzden Britanya hükümeti 1800 tarihli Birleşme vesikasını meclisten çıkardı, böylece İrlanda Parlâmentosu ortadan kalkmış oldu.

Fransa’da mei'kezi rejim. — Partiler arasındaki şiddetli anlaşmazlık yüzünden zayıflamış olan Fransa’nın politik reji­mi, Directoire’m bir kısmı ve meclislerden biri tarafından öbür kısım ve öbür meclise karşı bir generalin yardımıyla yapılan son bir kuvvet darbesi neticesinde değişti. Bu hükümet darbe­siyle ortaya çıkan “geçici hükümet” üç Konsül’den mürekkep bulunuyordu: Bunlar “ milletin egemenliğine, hürriyete, eşitliğe ve temsilî rejime bağlılık” andında bulunmuşlardı; fakat Ge­neral Bonaparte (adma “ icraî” denen) iktidan kendisine ver­dirmeğe m uvaffak oldu. “Teşrii” kuvvet, herbiri sosyal bir gö­revle vazifeli dört meclis arasında bölüşüldü. Bu meclislerin üyeleri bir takım kombinezonlarla tesbit edilmekteydi. Bu da seçimin tehlikelerini bertaraf ederek eski meclislerin üyelerini işbaşına getirmek ve burjuvaziyi iktidarda tutmak imkânını sağlıyordu.

Yeni rejim Bonaparte’ın şahsî eseri gibi görünmemeHte-

dir; çünkü o sırada kendisi savaşlar ve dış iğlerle uğragmak- taydı ve 'Fransa’nın iç yaşayışı hakkında bilgi sahibi değildi. Tedbirleri alan yahut ilham eden ve memurları tayin eden, mülkî personel oldu, zira işlerin nasıl yürütüldüğünü o biliyor­du. Her memlekette işlerin idaresini seçilmiş ve muhtar kurul­lara veren “Constituante” Meclisinin aksine olarak, merkezî hükümet, eski rejimde olduğu gibi, bütün iktidarı kendi elinde tutuyor ve bunu icraya, vali veya belediye başkanı olmak üzere, tek bir memuru tevkil ediyordu. Özel bir hizmetle görevli bü­tün öteki memurlar da merkezî hükümet tarafmdan tayin edi­lip aylıklarını ondan almaktaydılar. Seçimle iş gören hiçbir ik­tidar kalmadı; işlerin yürütülmesinde milletin hiçbir payı ol­madı, vatandaşlar yine uyruklar haline gelmişlerdi. Eski re­jim e bu dönüş istinaf mahkemeleri, vasıtalı vergiler gibi eski müesseselerin tekrar kurulmasıyla da tamamlandı. İhtilâlin ihdas ettiklerinden yalnız vasıtasız vergiler, Yargıtay, sulh yar­gıçları ve jüri kaldı. Fransız milleti, monarşi devrine göre çok daha sıkı şekilde merkezleştirilmiş bir rejime tâbi tutuldu; çünkü memuriyetler hemen hemen bağımsız makam sahipleri­ne ait olacak yerde, hükümetin arzusuna göre işten çıkarıla- bilen ve çoğu çalıştıkları memleketin yabancısı olan memurlar tarafmdan işgal edildi.

İtalya’daki zaferinden sonra Bonaparte iç işlerin idaresine gittikçe daha fazla karışır oldu. Kendisinin ne müsbet bir di­ni, ne de tabiat dinine karşı eğilimi vardı; fakat: “ Millete bir din lâzımdır,” diyordu. Katolikleri kazanmak için, monarşinin kullandığı usule başvurup Papa ile bir Konkordato yaparak es­ki Kilise’yi yeniden kurdu. Fakat Konkordato eski dinî tari- katleri yeniden kurmadığı gibi rühban sınıfı da mallarını geri alamadı. Konkordato cismanî rühban smıfı üzerinde Papa’nm yetkisini tanyordu am a piskoposlarla başrahipleri hükümet seçmekteydi. - Bonaparte Convention tarafmdan hazırlanan bir Code Civil (Medenî Kanun) çıkarttırdı ve bu, bütün Fransa için tek bir özel hukuk ihdas etti. Bonaparte 1789 İhtilâlinin il­kelerine aykın olarak ve eski şövalye tarikatlerini taklid ede­rek antik bir ad altmda Légion d’Honnew>'’ü kurdu.'

Ayrıca kendisine “Ömür boyunca Konsül” , sonra da “Fran­sızların İmparatoru" unvanlarını verdirtti. Yüksek şahsiyetler­den mürekkep personelle saray kurup eski krallığın taklidi olan bir teşrifat, (dük, kont, baron gibi) eski unvanları taşı­yan bir de “İmparatorluk asil sınıfı” ihdas ederek monarşiyi

M UKAYESELİ TARİH İ 313

31^ AVRU PA M İLLETLERİNİN

tekrar karma Iglni tamamladı. Hattâ matbuaları sansür ko­misyonu, şüpheli şahısların yargılanmaksızm mahpus tutul­dukları Devlet hapishaneleri gibi, mutlak iktidarın, bazı usul­lerini dahi tekrar kullanır oldu.

Napoleon’un ordvMn. — Fransız ordusu silâh altında tUr tulan 20 ile 25 yaş arasındaki erattan mürekkep olmağra devam etti; fakat genç burjuvaları korumak için “ bedel-i şahsî” ka­bul ediliyordu ve 1812 ye kadar sınıflann ancak bir kısmı as­kere alındı. Askere alınanlar kışlalarda oturmuyorlar, askerce yetiştirmiyorlardı; acemiler ustalara bakarak silâh kullanma­ğı ve harekât yapmağı öğreniyorlardı. Askerler muntazam tar Timler yapmıyorlardı, disiplin pek gevşekti. Subaylar da erler arasından çıkmıştı, bunlann bilgili olmaları istenmiyordu ve kıdem esasına göre terfi ettirilmiyorlardı. Piyadenin üç daki­kada 4 mermi atan 200 metre menzilli çakmaklı tüfekleri, var­dı, topçu ise bilhassa 600 metreye gülle atan toplar kullanmak­taydı. Büyük kısmı hafif olan süvari, keşifler yahut hücumlar yaptırmağa yarıyordu.

1805 te ihdas edilmiş olan ordu hâzinesi, düşman memle­ketlerden toplanah harp tekâlifi ile beslenmekteydi. Bir sefere girişeceği zaman Napoleon müteahhitleri kendisine avans veı^ meğe mecbur tutuyordu. Sonra da generaller işgal ettikleri memleketlerde “kendi geçimlerine gerekli vasıtaları bulmak­la” görevliydiler; ordular o kadar çabuk ilerliyorlardı kl yiyer çekler bunlara yetişememekteydi. B ir askerin günde 25 santim ücretle tayın ekmeği alması lâzımdı; çoğu zaman kam ı açtı, yağmurdan sırılsıklamdı; ar uyuyor, .çok yol yürüyordu. Ateş yüzünden kayıplar hafifti ama tifüs, septisemi gibi hastalık­larla yaralıların kangren oluşu orduyu kırıp geçirmekteydi; aynca askerlerin çoğunun kaçması ve yağmaya dalması yüzün­den ordu, mevcudundan kaybediyordu.

Bu ihtilâlci ordu yeni bir strateji de tatbik etmekteydi. Napoleon harbin bir gaye değil, toprağını işgal ve ordusunu yokederek istenen şeyleri hasmına zorla kabul ettirmek için politikanın bir vasıtası olduğunu anlamıştı. Artık o, XVIII. yüzyılın generalleri gibi bir kuşatma ya da bir mevzi savaşı yapmıyordu; baskın şeklinde hareket ederek sür’atli bir istilâ ile i§ görüp igi, sayı üstünlüğünün kendisinde olduğu kesin bir savaşa vardınyordu. Muhtelif kolordulannı irtibat halinde tu­tuyor ve bunları, kuvvetleri henüz birbirlerinden ayn olan bir hasma karşı hemen toplıyacak şekilde hareket ediyordu. Onun

için kıtalarına çok hızlı yürüyüşler yaptırıyordu; bu ise her çe- git hava şartları altında yürüyebilecek çok dayanıklı askerler­le mümkündü. Sava§ alanındaki taktik ise İhtilâl ordularının kullandıklarının aynıydı: Savas, öncülerin bütün cephe boyun­ca aynı anda istedikleri gibi açtıkları ategle bağlıyor, arkadan kollar halinde hareket eden küllî kuvvetler savaşa devamla dügmanı kaçırtıyordu.

Para yokluğu yüzünden kısa olması icabeden bir harp için gerekli olan askerlerin talimi, teçhizatı, yürüyüşü, savaşması gibi her şey rastgele yapılmaktaydı. Bonaparte’m 1796 dan iti­baren İtalya gibi kaynaklan bol, iklimi sıcak ve kuru bir mem­lekette, dar bir harekât sahasında kullandığı bu sistem, hemen hemen ıssız birçok geniş sahalan olan yiyeceği kıt, iklimi çok soğuk Almanya, Prusya ve nihayet Rusya’da uygulanınca gi1> gide daha kötü işlemeğe başladı; mesafeler, savaşmak için ace­le eden ve yol boyunca erimekte olan bir ordunun yürümiye- ceği kadar uzundu. Yine bu sistem Ispanya’da, kesin bir hare­kât yapılmaksızın cereyan eden küçük bir harbin şartlanna pek kötü bir şekilde uydu; üstelik bu memleket yoksul da ol­duğundan askerleri, masrafı Fransa’ya ait olmak üzere besle­mek icabetti.

Napoleon’un Avrupa’ya hâkimiyeti. — İtalya’yı tekrar fet­hedip bütün Devletlerle barış yaptıktan sonra, Bonaparte bü­tün iktidan bir tek bagkanda toplayıp seçimsiz meclisleri ye­niden teşkilâthyarak cumhuriyetlerin rejimlerini değiştirdi. Eski kantonların mücadele halinde olduklan tek hükümetin bulunduğu İsviçre’de Bonaparte hakemlik yolu ile banşı tekrar kurdu: Bu sayede her kanton kendi egemen hükümetine tek­rar sahip oldu ama kendisine tâbi- olup kanton haline gelmig olan toprakları da geri verdi.

Almanya’da bazı topraklarını Fransa’ya bırakmış olan lâik prensler kanunî otorite olan Diyet’ten değil de, Fransız hükü­metiyle görügme yapmak suretiyle tazminat alabildiler. Bun­lar kilise ileri gelenlerinin, İmparatorluğun hemen bütün şe­hirlerinin ve İmparatorun doğrudan doğruya uyruğu olan bü­tün derebeylerinin topraklarını kendilerine verdirttller. Al­manya’nın en çok parçalanmış olan Qüney-Batı bölgesi, en bir­leşmiş bölge haline geldi, burada kala kala 4 prens kaldı ve bunlardan 2 si kral unvanını aldı. Prensler, sınırsız iktidarla­rını kullanarak (kiralar hariç) derebeylerinin bütün haklan- nı ilga ettiler ve rühban sınıfının mallarını aldılar. Din hürri­

MUKATE3SEL.1 TARİH İ 315

316 AV RU PA M İLLETLERİNİN

yeti ile çalışma ve ticaret hiürriyeti verdiler. Bir hukuk ve usul kurdular, hattâ Napoleon’un çıkarmış olduğu Medenî Kanun’u taklld ettiler. Topraklarını, herbiri bir memur tarafından idare edilen, yeknasak taksimata ayırdılar ve Napoleon’un müttefiki sıfatiyle, bir ordu kurmak zorunda kaldıkları zaman, bunu as­ker alma usulü ile topladılar. Napoleon, Fransa’nın komşusu olan cumhuriyetleri krallık haline soktu. Almanya’da prensle­ri, eski İmparatorluğu dağıtmak için kullandı ve bunları bir “Rhin Konfederasyonu” halinde toplayıp bir ittifakla bağlı­yarak kendisine asker vermeğe mecbur tuttu; bunun üzerine Alman İmparatoru, Avusturya İmparatoru unvanını aldı. Son­ra Napoleon Rusya’nın müttefiki olan Prusya’ya harp açtı, toprağının bir kısmını elinden aldı ve bu toprağı “Vestfalya krallığı” adıyla yeni bir krallık haüne sokup kardeşine verdi; Polonya’nın bir parçasını da yeni bir Devlet haline sokup ba­şına Saks kralını getirdi. Napoli krallığını, sonra İspanya kral­lığını ele greçirip buralara kral olarak kendi kardeşlerini yol­ladı.

Napoleon iki çeşit hasımla karşılaşmaktaydı; Bunlaidan biri (Avusturya, Prusya, Rusya gibi) kuvvetli ordulara sahip bulunan büyük Avrupa devletleri, öteki de denizlere hâkim olan İngiltere idi. Napoleon’un karada cereyan eden ve kısa süren istilâ harpleri, Büyük Britanya’ya karşı devamlı bir sa­vaşa paralel halde cereyan etti. Donanmasmın savunduğu İn­giltere’yi istilâden vazgeçmek zorunda kaldığı için, onu istedi; fakat bu, öteki Devletlerin de yardımlarını gerektiriyordu.

İngiltere bütün uyruklarına Fransız İmparatorluğu kıyıla­rında faaliyette bulunmalarını yasak etmiş; sonra da bütün ta­rafsız gemilere, yüklerini bir Britanya limanına boşaltıp Fran­sa ile ticaret yapmak için lisans alma emrini vermişti. Napo­leon buna “Kıta ablukası” ile kargılık verdi. İlkin İngiliz mal­larının, sonra bütün sömürge yiyeceklerinin ve bir Britanya limanına uğramış olan bütün tarafsız gemilerin müsaderesini emretti. Fakat para elde edebilmek için nakit karşılığı olmak şartiyle ticaret lisansları verdi, sonra da müsadere olunan mal­ların satılmasına müsaade etti.

Napoleon’a boyun eğmiş olan yabancı memleketler halkı kahve ile şekerden, pamuklu ve madenî eşya gibi İngiliz en­düstrisinin mamûllerinden vazgeçm eğe katlanamıyorlardı; bun­lann hükümetleri de kaçakçılığı önleme çarelerini araştırmı­yordu. Kaçakçılığa engel olmak için Napoleon Batı İtalya ile

Kuzey denizinin kıyılarını Fransa İmparatorluğuna ilhak etti. Hâkimiyeti aynca İtalya’yı, Ispanya’yı, Elbe’ye kadar Alman­ya’yı, hattâ Polonya’yı iğine alan, müttefik Devletlerden mey­dana gelme ve kendisinin “Büyük İmparatorluk” diye adlan­dırdığı bölgeye de şâmildi. K ıta ablukasına çarın da katılma­sını sağlamıştı. Hattâ bağımsız iki Devlet olan Avusturya ve Rusya’yı da kendisiyle ittifak yapmak zorunda bıraktı.

Napoleon’un hâhimiyetinin etkileri. — Napoleon’un hâki­miyeti hattâ kendisine kargı koyan memleketler üzerinde dahi bir etki yarattı. Prusya’da, 1806 bozgunundan sonra hükümet rejimini ıslah ihtiyacını duymuştu. Islahat kralın asiller ve memurlar gibi uyruklarına rağmen, Rusya’ya sığınan Alman­lar tarafından-yapıldı ve onlar bu ıslahatı krala, kendi iktida­rını arttırmak gayesini güden “ monarşik bir ihtilâl” gibi gös­terdiler. Islahat, Prusya’ya Fransa taklidi müesseseleri sok­maktan ibaret kaldı. Hükümet ilkin bir bakanlar kurulu ve seçilmiş üyelerden mürekkep belediye meclisleri kurmak ve köylülere hürriyet verilmesini emretmekle işe başladı; sonra cismanî cezaları kaldırıp askerlik hizmetini mecburî hale so­karak orduyu ıslah etti. Sonunda Kilisenin mallarına elkoydu, bir jandarma zâbıtası kurdu, patente (tüccarın ve esnafın yıl­lık tezkere vergisi) vergisini ihdas etti ki bu vergi dolayısiyle endüstri ve ticaretin hürriyetine yol açtı.

Fransa’da bulunmakta olan kralm yokluğu sırasmda Ispan­ya ’da ayaklanan vatanseverler her eyalette bir hükümet junte (kom ite) si, sonra da merkezi bir junte kurdular; bu da eski corHes adı altında bir kurucu meclisi toplantıya çağırdı. Mec­lis bilhassa merkezden uzak eyaletler tarafından seçildi ve (1791 Fransız Anayasasını örnek tutan) 1812 Anayasasını kabul etti, ki buna göre katoliklik mecburi din olarak muhafaza edi­liyor, fakat tek bir meclisle sınırlanan bir monarşi ihdas edili­yordu.

Hattâ Rusya’da dahi gar Aleksandr mutlakiyetçi rejime dokunmaksızın, Napoleon’u örnek alarak ıslahata girişti ve bir bakanlar kurulu ihdas etti.

Yabancı hâkimiyeti (1) milletleri öfkelendirmekteydi: Bun-

M UKAYESELİ TAR İH İ 317

(1) Napoleon: “ Bir milletle bir başkası arasmda çok az fark vardAr” diye yazıyor ve bundan da, Fransız rejimini, nef- retle^me aldırış etmeksizin, hepsine zorla kabul ettirebileceği sonucuna varıyotdu.

318 AVRU PA M İLLETLERİNİN

1ar askerlerin geçişlerinden, elkoymalardan, harp tekâlifinden, Fransız greneralleri ile memurlarının keyfi emirlerinden, asker toplamalarından, Kıta ablukasının yarattığı yoksunluklardan ıztırap çekiyorlardı. İmtiyazlılar ise bu halden bilhassa zarar görmekte olduklarını hissetmekteydiler: Rühban sınıfı malla­rının satılmasından, din hürriyetinden, medenî nikâh ve bo­şanmadan, - asiller köylüler üzerindeki haklarının ilgasından, - memurlar işten çıkarılıp emekli aylığına hak kazanamamak­tan, - burjuvalar ise devlet istikrazlarının getirdiği gelirin aza­lışından şikâyetçi idiler.

Yabancılara karşı beslenen öfke, milletler arasındaki ay­rılığı da hissettirdi: Milletlerden ziyade insanlığı düşünmeğe alışık olan XVIII. yüzyılın aydın insanları, bu farkı düşünme­mişlerdi. Yabancı hâkimiyeti yeni miUi duyguyu uyandırdı; bu duygu İspanya’da halk çoğunluğunun bir ayaklanması, Al­manya’da küçük vatansever birliklerinin kurulması ve roman­tik yazarlann eserleriyle kendini açığa vurdu.

Napoleon ise hâkimiyetini ve ablukasını daha da genişlet­mek için savaşmağa devam eti. Fakat orduları ilkin Alman­ya’da, sonra İspanya’da yıprandılar. - Bu orduların, yarı yan- ya yabancılardan müteşekkil olan en kalabalığı, sür’atli bir harp için çok elverişsiz şartlarla karşılaşmış olduğu Rusya’da mahvoldu. - 1811 deki bir işsizlik krizine rağmen ticaretinin biriktirdiği servete sahip olan İngiltere, büyük bir borca gire­rek savaşa devam ederken, Prusya ile Avusturya da Rusya ile birleştiler. Koalisyon halinde birleşen dört büyük devlet Na­poleon’un metodunu kullanıp bütün kuvvetlerini toplıyarak taari'uza geçtiler. 1813 de kesin bir savaş Almanya’nın boşal­tılmasına, Fransa’nın istilâsına ve İmparatorluğun yıkılmasına yol açtı.

Napoleon hâkimiyetinden hiçbir şey kalmadı, hattâ Fran­sa İhtilâl sırasında elde ettiği topraklan dahi kaybetti. Fakat Fransız orduları (Hollanda, İsviçre, Almanya, İtalya, İspanya gibi) Napoleon’a boyun eğmiş olan hemen bütün memleketlere İhtilâlin ilkelerine dayanan yeni bir rejim sokmuşlardı: Bu, se­çilmiş meclislerle icra olunan milletin eg-emenliği değil, mer­kezleşmiş bir iktidar altında özel hürriyet ve kanunî eşitlikti. Yalnız Avrupa’nm uclannda bulunan (Büyük Britanya, Porte­kiz, İsveç, Rusya gibi) memleketler bundan masun kalmışlar­dı.

Bunun genel olarak sonucu asillerin imtiyazlannı ve dere-

beylerin haklarını, ruhbanın maddî otoritesini, prenslikleri ve kilisenin mülklerini, hemen hemen bütün manastırları. Kilise mahkemelerini ve Enkizisyonu ilga etmek (yahut zayıflatmak), aynı zamanda da loncalarla tarım nizamlarını kaldırmak ol­du. Bu yıkılışlardan (din, evlenme, yerleşme, yer değiştirme, endüstri, ticaret bakımlarından) özel bir hürriyetler rejimi sık­tı kİ bu, aynı zamanda kanun ve (vergi, askerlik gibi) kamu mükellefiyetleri kargısındaki hukuk eşitliği ile de atbaşı bera­ber gidiyordu. - Politik iktidar mutlak olarak hükümdarlarla memurlarınm ellerinde kaldı; bunlar öteki iktidarların direnç­lerinden kurtulmuş olduklarından, Fransa’daki gibi, yeknasak bir arazi taksimatı yapmak ve meslekten yetişme bir memur­lar kadrosu kurmak, böylece de idare, adliye ve vergi bakırh- lanndan yeknasak bir rejim uygulamak imkânını buldular.

Bu değişiklik 1800 den önce ilhak edilmiş Belçika ve Rhein memleketleri gibi yerlerde daha tam, daha sürekli, - prensleri Napoleon tarafından korunmakta olan Kuzey İtalya ile Güney Almanya memleketlerinde ve Fransa’yı taklid etmig olan Prusya’da oldukça kuvvetli oldu; en zayıf değişiklik ise Po­lonya ile Fransız hâkimiyetinin kısa sürnıüg olduğu “ îllirya Eyaletleri” nde görüldü. Avrupa’nın politik hayatı bu buhran­dan, XVIII. yüzyılın “Anlayışlı despotizm” y&ıünde değişmiş olarak, yani başta uyruklarına özel hürriyeti veren rasyonel ve mutlak bir hükümet bulunduğu halde çıkıyordu.

Toplumun değişmesi. — İhtilâlin açtığı buhran, memleket­lerine göre az veya çok derin olarak, Avrupa’da toplumu de­ğiştirdi. İhtilâlin bütün imtiyazları lâğvetmiş olduğu Fransa'­da iki yüksek sınıf bu halin kurbanı oldular. Asiller yalnız üs­tünlüklerinden yoksun bırakılmakla kalmadılar; içlerinden ço­ğu idam edildi ya da göçmenliği sırasında öldü; ötekiler de göçmenlerin mallarına elkonulması dolayısiyle iflâs ettiler. Rühban sınıfı maddî otoritesini kaybetti, bütün mallan ve ge­lirleri, bütün m a n a stır ın elinden gitti; anayasa taraftarı ya­hut aleyhtarı papazlann çoğu işlerinden çıkarıldılar, tazyik ve takibedildiler, her türlü aylıktan mahrum bırakıldılar. Konkor­dato ile piskoposların ve papazların ancak bir kısmı tekrar işbaşına geldi, bunlara da çok az birer aylık ödendi.

İhtilâl en çok burjuvaların işine yaradı, bunların hemen hepsi kamu memuriyetlerini işgal ettiler, rühban sınıfından ve asillerden alınan millî emlâki satın alarak yahut borsadaki kıymetler ve orduya yapılan teslimat üzerinde spekülâsyonlara

M UKAYESELİ TAR İH Î 319

320 AV RU PA M İLLETLERİNİN

girişerek servetlerini arttırdılar. - İhtilâl köylülerin de duru­munu düzeltti: Bunlar ondalıktan (â§âr), derebeylerine ödedik­leri haklardan ev hattâ toprak sahibine verdikleri kiralardan kurtuldular. Millî emlâ.kin küçük bir kısmını satın aldılar ve “kaime” ler devrinden faydalanarak borçlarıyla kiralarını kâ­ğıt para ile ödeyip ürünlerini madenî para ile sattılar. - Zanaat nizamlarından kurtulan zanaatkârlar, mallarını istedikleri gi­bi yapıp satmak hakkına sahip oldular; evlerinde çalışan kal­falarla isçiler de gerekli imkânlara sahip oldukları zaman ken­di hesaplarına iş kurabildiler. Fakat işçi olsun, tanm gündelik­çisi olsun, ücret karşılığında çalışanlar yalnız fertlere bahşe­dilmiş olan bir çalışma hürriyetinden hiçbir gey kazanmıyor­lardı. 17i91 de çıkan bir kanun birleşmeği, koalisyon kurmayı, grev yapmağı yasak etmişti; çalışanlar arasındaki her anlaş­maya, lonca sistemine bir dönüş gözü ile bakılıyordu.

İmparatorluk rejimi burjuvalarla köylülere, İhtilâl sırasın­da edindikleı-i faydaları bıraktı. Yüksek memurlardan ve ge­nerallerden meydana gelen İmparatorluk asil smıfı eski asil­lerle kaynaşmağa gayret etti. Abluka İmparatorluk limanları armatörlerinin ve toptancı tâcirlerin büyük kayıplara uğra­malarına yol açtı; buna karşılık, bilhassa demir ve dokuma endüstrisinde, sanayi erbabı için bir himaye yerini tuttu. Bun­lar işçileri kendi keyiflerine tâbi tutan kanunlarla zâbıta ted­birlerinden de faydalandılar, ücretleri ve çalışma şartlarını tesbit için yegâne hâkim olarak kaldılar.

İngiltere’de, İhtilâle karşı bir tepki olarak, büyük toprak sahipleri ve rühban aristokrasisi iktidan zaten elde tuttuğun­dan, toplum üzerindeki hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Hemen he­men yirmi yıldanberi aralıksız olarak sürüp giden harp, eko­nomik bir krizin çıkmasına yol açtı ve bu kriz, tekniğin daha önce kaybetmiş olduğu ilerlemelerin yarattığı kargaşalık yü­zünden daha da çapraşık hale geldi. Kuzey ve Batı bölgelerin­deki sınaî teşebbüsler (bilhassa iplik ve demir sanayii gibi) büyük müesseselerde toplanan gittikçe fazla sayıda işçi çalış­tırmaktaydılar. İşverenler çıraklık devresi geçirtmeksizin ça­bucak yetişen vasıfsız işçiler, kadınlar ve çocuklar kullanarak masraflarını azaltmaktaydılar. Yabancı buğdayların rekabetine karşı toprak kıymetinin ve kiraların yüksekliğini muhafaza için Parlâmento 1791 de gümrük resmi ihdas etmiş, bu da ek­mek fiyatının artmasına yol açmıştı. Ücretliler hem gündelik­

M UKAYESELİ TA R İH İ ' 321

lerin düğüsünden, hem de yiyeceklerin pahalılığmdan ıztırap çekiyoriardı.

İşçiler çırak ve çıraklığm süresi hakkmdaki kanunun uy- gulanmasmı istedikleri zaman. Parlâmento kanunun uy;fulan- masını talik etti, sonra bunu kaldırdı; aynca işçilerin birleş­melerini yasak etti. - T an m isçileri için de 1795 te bir sulh yaıv gıçları toplantısıyla tasarlanmış olan çareye başvuruldu. Gün­deliklerin yetişmemekte olduğu her tarafta anlaşılmış olduğun­dan, ruhanî bölgre bunu, yarg'ıçlann ekmek fiyatını esaa tuta<- rak tesbit ettikleri bir yardımla tamamlamaktaydı.

Harbin yarattığı buhran yüzünden hükümet 1797 de Ban- ka’ya kaimelerin karşılıklarını ödememek iznini verdi. Ablu­kanın doğurduğu kriz öylesine bir işsizlik yarattı ki 1811 de çi­leden çıkan işçiler memleketi dolaşarak büyük endüstrinin makinelerini değil de, evde çahşanlann tezgâhlarını kırdılar.

Fransız hâkimiyeti altına ger;mig olan Orta Avrupa mem­leketlerinde toplum daha az ölçüde olmakla beraber Fransa’da­ki gribi burjuvalarla köylülerin yararına ve asillerle rühban sı- mfmın zararına olarak değişti; ücretlilerin durumlarında ise belirli bir ilerleme olmadı. - Doğu Avrupa’da toplum, büyük arazi sahibi asillerin hâkimiyeti altında kaldı; bunlar gehirler halkına yüksekten bakmağa ve köylüleri sömürmeğe, Rusyr,’' da da bunlara köle muamelesi yapmağa devam ettiler.

Fikir çalışmaları. — Bilimler bilhassa münferit bilginlerin yaptıkları araştırmalarla ilerlemeğe devam ediyorlardı. Bunun­la beraber Fransa’da, Convention tarafından kurulmuş olan Politeknik Okulu matematik ve mekanik çah.smaîarı için bir merkez haline geliyordu. Lavoisier tarafındaiı kuı-ulan inorga­nik kimya, cisimlerin metodlu bir terim listesine göre yapılan incelenmesiyle tamamlanıyordu.

Yabancı hâkimiyeti altında politik bakımdan pasif kaJan Almanya, fik ir çalışmaları bakımından Avrupa’da ilk defa ola/- rak ön plâna geçiyordu. Alman filozofları Kant ve imkânsız olan metafizik problemler üzerindeki teorileri tekrar ele alı­yorlar ve bu alanda Almanya’ya - X IX . yüzyılın ortasına kar- reddi imkânsız bir deha anlayışı yayılmağa başladı ki. Alman şiiri Goethe ve Schiller’le, ulaşabileceği en yüksek seviyeye vardı. XVIII.s yüzyıldaki insanseverlik fikrine aykııı olarak İnançlar, masallar, .şarkılarla açığa vuruleun her millete has ve reddi imkânsız bir deha anlayışı yayılmağa başldı ki, Alman

F. 21

322 AVBU PA M İLLETLERİNİN

romantikleri eserlerinin konularını bu kaynaklardan sağ-ladı- 1ar. Aynı zamanda, Almanya’nın hiçbir etkisi olmaksızın, ih­tilâle sempati besleyen İngiliz sairleri de romantik şekli be­nimsediler. Belli ba§h Fransız yazarlan, hattâ Chateaubriand dahi, X V in . yüzyılda olduğu gibi, nesir kullanıyorlardı ama hepsi de yabancıydılar yahut yabancı memleketlerle sıkı temas halindeydiler.

Almanya âletli müzikte de İlk safı işgal ediyor ve Viyana, tercihan operaya yönelmekte olan İtalya ile rekabet halinde, bu müziğin başhca merkezi haline geliyordu.

Orijinal verimi hemen tamamen Fransa’da toplanan plâstik sanatlar, David’in ekolünün ressamlan hariç, hiçbir önemli eser vermediler. Besim bir yandan mimariye hâkim olmağa devam etmekle beraber, akademik neviden kurtulmağa bağ­lıyordu.

XVII

X IX . YÜZYILIN İLK YARISI

Krallığ-ın yeniden kurulduğu tarih olan 1814 ile 1848 ihtilâl­leri arasmdaki otuz küsur yıl Devletler arasında bir bang, Av­rupa’nın maddî hayatında da bir ilerleyiş devre.si oldu ve bunun devamınca politik rejimin ve toplumun kesin olarak değişmesi işi hazırlandı.

Kralhğm yeniden kv.i'ulvsu. — Napoleon’a karşı ’’ ittiiak yapmış” olan dört büyük devlet, onu yendikten sonra, Fransa’­da İhtilâlden önceki durumu yeniden kurmağı denediler. Bu eski durumun yeniden kurulması işi Fransız lmpara,torluğun- dan ve Napoleon’un hâkimiyeti altındaki memleketlerden, ya­hut da onun müttefiki olarak kalmış Danimarka ve Saks kral­larından alınan toprakların dağıtılması işiyle başladı. Prensip olarak bunlann, oldukları ilân edilen hükümdarlarınag-eri verihneleri gerekiyordu ama, eski durumun yeniden ku­rulması işi tam olmadı.

Müttefikler cumhuriyetlerin hiçbirini yeniden kurmadılar; Venedik Cumhuriyeti Avusturya’ya kaldı, Cenova cumhuriyeti Sardunya kralına verildi, Birleşik-Eyaletler cumhuriyeti Bel­çika’yı da içine alarak büyüyen bir Hollanda krallığı haline sokuldu, kral olarak da başına eski stathouder’ierin varisi ge­tirildi. Papa’nm mülkü olan "Kilise Devletleri” hariç olmak üzere. Kilise devletlerinden hiçbiri yeniden kurulmadı. Alman­ya’nın eski serbest şehirlerinden ancak dört tanesi kaldı. - Ye­ni unvamîıı muhafaza etmig olan Avusturya İmparatoru Mi­lano bölgesini yeniden alıp “kral vekili” tarafından idare edi­len bir “krallık” halinde Venetia ile birleştirdi. İtalya’nın geri kalan kısmı eski prenslerine geri verildi. Danimarka, İsveç kralına verilen Norveç’i kaybetti. Saks kralı, topraklannm, Prusya’ya verilen bir kısmını kaybetti. 1795 de Polonya’nın Prusya tarafından alınmış olan hissesi küçük bir “ Polonya krallığı” haline getirildi ve çar kendisini buranın kralı ilân etti. Prusya ancak Posen’i (Poznan) aldı, geri kalan kısım için de eski Kilise prenslerinin Vestfalya ve Rhein nehrinin sol kı-

324 AV RU PA M İLLETLERİNİN

yısındaki topraklan tazminat olarak kendisine verildi.Bu değişikliğin gok önemli sonuçlan oldu. O zamana kadar

aristokratik, askerî, tarımcı, (Silezya hariç) Luther taraftan bir Doğu Avrupa Devleti olarak kalmış bulunan Pmsya, büyük endüstri için hazır bir madenler sahasına sahip ve Rhein neh­rini eski müttefiki Fransa’ya kargı savunmakla görevli, kıs­men katolik ve burjuva bir Batı Avrupa Alman Devleti haline geldi. Arazisi gimdi Almanya’nın iki ucuna kadar ulaşmaktay­dı ama arasına bagka Alman Devletlerinin girmiş bulunduk­ları iki parçaya bölünmüg haldeydi.

Yirmi kadar Devletten ibaret kalmıg olan Avrupa sade­leşmişti ama, gimdi ancak 38 üyesi bulunan bir Konfederasyon halinde toplanmış olan Almanya’nın kendisi, bu hesabın dışın­daydı.

Devletlerin ig rejimleri de eski duruma uygun şekilde ye­niden kuruldu ama bu, gok egitsiz bir şekilde yapıldı. Fran­sa’da bu iş, eski kral ailesini yeniden tahta çıkarmaktan ibaret kaldı; fakat bizzat müttefiklerin isteği üzerine “megru” kral, adına Charte constitutionnelle (Anayasa vesikası) denen resmî bir belge ile, hattâ Kilise mensuplarından ve göçmenlerden alı­nan mallara elkonulması da dahil, 1789 danberi yapılmış olan bütün yenilikleri muhafazayı kabul etti. İhtilâl devrinden kal­ma, burjuva yahut asker asıllı bütün hükümet personelini, hat­tâ Senato ile (Mebuslar Meclisi diye adlandınlan) Tegriî Mec- lis’i de yerinde bıraktı. Eski rejime dönüş ancak şekle ait bazı şeylerle (1), bilhassa beyaz bayrakla belli oldu.

Birleşik-Eyaletler konfederasyonunun yerine geçen Hol­landa I krallığı merkezlegmig ve birlikçi ( ımitaire), tek meclisli bir Devlet oldu. - İsviçre 1802 tarihli yeni Anayasasını, Avrupa tarafından inanca altına alınan bir tarafsızlıkla beraber muha­faza etti. - Bütün öteki Devletlerde hükümdar prensip olarak sınırsız iktidarına yeniden sahip oldu, fiiliyatta ise Fransız hâkimiyeti buralarda asillerle rühban sınıfının mukavemet kuvvetlerini ve eyaletlerin törelerini yoketmig olduğundan, bu iktidar daha da artmıg bulunmaktaydı.

Politik rejimler. — Bundan böyle her Devletin rejimi, “meşru” hükümdarın iradesine bağlı kalıyordu. Kendisine de

(1) Bu sekiUerm yarattığı derin etki 1815 te Napoleon'a, ondalık (â-şar) ta derebeyi hakJarmin yem den kurulmasını ön'- îem ek için getH geldiğini söylem ek fırsatını verdi.

meslekten yetişme bir memurlar kadrosu hizmet etmekteydi. Hükümdarlann çoğu mutlak ve kontrolsuz iktidarı muhafaza ettiler, Almanya’da Fransa’ya komşu prensler Fransız Anayasa vesikasının taklidi olan bir Anayasa kabul ettiler ki bu, ken­dilerinin yetkileriyle uyruklarının haklarım tarif ediyor ve bi­risi seçimle işbaşına gelen iki Meclis kuruyordu. - Hollanda kralı bir “temel kanun” ihdas etti ki bununla üç sınıftan mü­rekkep bir meclis meydana geliyordu. - İsveç 4 sınıftan müte­şekkil eski Diyet meclisini muhafaza etti. - İsveç’e ilhak edi­lişi üzerine ayaklanan Norveç de 1814 te, 1791 tarihli Fransız Anayasasının taklidi olan bir anayasaya sahip olmuştu: seçim­le işbaşına g'elen, fakat ancak üç yılda bir toplanan bu meclisin yerine iktidar fiilen İsveç kralı tarafından seçilen bakanların ellerinde bulunmaktaydı. - Ayrı bir krallık olarak kalan Maca­ristan, pek seyrek olarak toplantıya çağırılan aristokratlardan müteşekkil Diyet’ini muhafaza etmekteydi. - Polonya krallığı çardan bir Anayasa, bir de Diyet meclisi almıştı. - B ir mecli­sin bulunduğu bütün Devletlerde bu meclisin rolü, meclis dı­şından seçilip yalnız krala bağlı olan bakanların teklif ettikle­ri kanunlarla vergileri karara bağlamaktan ibaret kalıyordu. Crerçek iktidar böylece her tarafta hükümdara ve memurları­na ait bulunmaktaydı.

İngiltere’nin rejim i ise bütün ötekilerden başkaydı: Çünkü kral ötedenberi bakan olarak Parlâmento üyelerini seçip ken­disi bakanlar kurulunda hazır dahi bulunmaksızın işleri ohlann idaresine bırakıyordu. Fakat Bakanlar kurulunun ancak seçil­miş Meclis’in çoğunluğu ile anlaşma halinde hükümeti idare edebileceği yolundaki teori, o zaman iktidarda olan tory par­tisi tarafından açıkça kabul edilmiş değildi (bu, ancak 1834 te kabul edildi). Fransa’da kral bakanları seçme hakkına sahipti ama fiili durum belirsiz olarak kalıyordu ve bakanların çoğu, İngiltere’de olduğu gibi, Meclis’lerin içinden alınmaktaydı.

Bütün monarşiler için müşterek olan bir nizam gereğince, Fransız İhtilâli meclislerinin tersine olarak, seçilmiş milletve­killerine herhangi bir tazminat vermek yasaktı ,bu ise servet sahibi olmayan kimselerin meclislere girmesine imkân vermi­yordu. Seçim sistemi bagka başkaydı; fakat bütün Devletlerde seçme imtiyazı mülk sahiplerine mahsus bir hakti. Bûnların vasıfları infiliz rejiminde bir gayrımenkule sahip plmak, Fran­sız rejiminde ise yüksek bir vasıtasız vergi ödemek sayesinde teşbit ediliyordu. Seçim (Ortaçağ geleneğine uygun olarak) K m-

M UKAYESELİ TAR İH İ 325

326 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

zey memleketlerinde sözlü ve alenî idi, Fransa ile Fransız re­jimine uyan memleketlerde ise (rühban sınıf mm âdetine uygun olarak) yazılı ve gizliydi.

Bütün meşruti monarşiler memleketlerinde XVIII. yüeyl- Imkilerden çok ayn olan politik hayat usullerinin yerleşmesine müsaade ettiler Hükümet gazetelerin kamu işleri hakkmda ha­berler vermelerine ve politik meseleleri tartışmalarına ses çıkarmadı. Basını sansüre tâbi tutmaktan vazgeçti ve bir "ba­sın hürriyeti”ni kabul etmek zorunda kaldı, fakat bu hürriyet her meınlekete göre zâbıta tedbirleri ve mahkemeler önünde görülen dâvalarla çok eşitsiz bir şekilde sınırlanmış bulunu­yordu. Jüri ile yargılama şeklindeki İngiliz rejimi Fransa'da basın dâvalarına uygulandı. Uyruklar böylece hükümetin fiil­leri hakkmda bilci edinebilmek ve Meclis’lerde yapılan tenkid- leri öğrenebilmek imkânına sahip oldular. Devletin politikası üzerinde bir kamu efkân teşekkül etti.

Devletler ara.«ındaki münasebetler, Napoleon’un yenilme­sinden sonra Müttefikler tarafmdan yapılan beyanlardaki açık bir ilke üzerine dayanmış bulunuyordu ki şu idi: “Barışı,” Dev­letler arasmda “kuvvetlerin âdil bir taksimi” yahut “ devamlı bir muvazene sistemi üzerine kurmak.” Böylece bir Avrupa muvazenesi" kuruldu ve bu, "Avrupa birliği" yani “ büyük Dev­letler” ara.sındaki bir anlaşma ile idame ettirildi; bu Devletler ötekilere danışmaksızm, Avrupa işlerini kendi aralarında ka­vara bağlıyorlardı.

Viyana Kongresinde hükümetler Devletlere ancak toprak­larını olduğu gibi muhafaza için teminat vermişlerdi. Fakat 1815 te Napoleon’un geri gelişinden sonra, Fransa’nın iç rejimi üzerinde. Paris’teki elçileri arasmda toplanan bir konferansla kontrol kurdular ve barışın idamesi için gerekli tedbirleri in­celemek için toplantılar yapmak üzere anlaştılar ki bunlar, 1818 den 1822 ye kadar toplanan “ konferanslar” la K on çre ’ler oldu (1).

Muhalefetler ve kwnifi,Khkta.r. — 1814 te Kurulmuş olan rejim, çeşitli sebepler yüzünden bir gayrımemnunlar sınıfı

f l ) Napoleon’un dört hasmt, arasındaki bu anlaşma, çar Alek- sandr’m eseri olan ve İngiltere’nin girmeği reddettiği, Fran­sa’nın ise kabul edildiği asil "Mukaddes İttifak"' la hîan bir İca- nşm a neticesinde, yersiz olarak "Mukaddes İ tt ifa k ’ dipe ad­landırıldı,.

meydana g-etirmisti. B ir anayasa ile meclisler ve basın hürriye­ti isteyenler, mutlak iktidar karşısmda öfkeleniyorlardı. Top­rakların pay edilmesi, arkalarında bir millet bulunmıyali Dev­letler yaratrmgtı. Almanya, İtalya, Polonya birçok Devletler arasında bölüşülmüş durumdaydılar; tersine olarak Avusturya da birbirlerine yabancı olan Almanlar, Macarlar, Çekler, Po­lonyalIlar, Hırvatlar, Italyanlar gibi birçok milletleri tek bir Devlet halinde toplamaktaydı. Bu sistem, bütün milletlerini tek bir Devlet halinde toplamak istiyen milU birîih taraftarlarını ve tersine olarak da, yabancı hükümetlere tâbi olup kendi mil­letlerinden kimseler tarafından idare edilmeği arzulayan uy­rukları öfkelendiriyordu. Mutlak iktidara hasım olanlar libe­ral (ki bu terim, o sıralarda ortaya çıkmıştır) adını alıyorlar, toprakların bölünmesinden memnun olmayan kimseler de mil­lî muhalefeti tegkil ediyorlardı.

Genel olarak aynı şahıslar tarafından yapılmakta olan bu iki çeşit muhalefet, milletin büyük çoğunluğunu tegkil eden köylüler, zanaatkârlar, tâcirler, memurlar arasından çıkmıyor­du: Çünkü bunlar gazeteleri okumuyorlar ve hükümete kargı gelmeği düşünmüyorlardı. Muhaliflerin hemen hepsi avukat, hekim, edebiyatçı, öğrenci, genç subay gibi orta sınıfa mensup kimselerdi. Bunlann iş görm e imkânlan zayıftı; ilkin Ispan­ya ’da, Portekiz’de, İtalya’da, sonra Fransa ve Rusya’da ^izli cemiyetler halinde veya askerî ayaklanmalar yaparak iş gör­düler.

Bu ayaklanmalar Rusya, Avusturya, Prusya gibi büyük mutlakiyetçi Devletlere, yalnız topraklann bölünme şeklini mu­hafaza için değil, fakat meşru hükümdarlann mutlak iktida­rını yeniden kurmak için de silâhlı müdahaleye haklan olduğu hususunu ilân fırsatını verdi. Bu "müdahale prensipi” de İtal­ya ’da Avusturya kıtaları, Ispanya’da da Fransız ordusu tara- fmdan uygulandı. Bunun üzerine İngiltere hükümeti: “ İttifak dünyanın idaresine memur bir birlik ve öteki Devletlerin is­lerine tepeden inme kâhyalık etmek İçin kurulmuş bir teşki­lât değildir,” diyerek İtiraz etti.

İngiliz hükümetinin müdahale politikasına yaptığı İtiraz yüzünden sarsılan büyük Devletler arasındaki anlagma, Viyana Kongresinin nizamladığı işler arasında bulunmıyan iki bölge yüzünden tam ve kesin olarak dağıldı, - ki bu bölgelerden bi­risi, Ispanya’ya kao'gı ayaklanan ve İngiltere tarafından bağım­sız olarak tanman Am erika sömürgeleri, - öteki ise müslüman

M UKAYESELİ TAR İH Î 327

328 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Sultana karşı ayaklanan hristiyan Greklerin ilkin İngiltere, Bonra da Rusya tarafmdan desteklendiği Osmanh İmparatorlu- Sru idi:

Meşruti monarşilerde muhalefet ancak rejimin İşleyişi ile ilgilenmekteydi. Fransa’da “bağımsızlar” yahut “ liberaller” di­ye adlandırılan muhalifler, göçmenlerin mallarının geri veril­mesini ve rühban sınıfının iktidarının yeniden kurulmasını is­teyen vltra’ lax ile mücadele halindeydiler. Bunlar, seçimle ig- bagına gelen Meclis için iktidardan daha büyük bir pay istiyor­lardı; çoğunluğu teşkil etme işini başarınca bu çoğunluk, kra- hn bakanları dilediği gibi seçme hakkına itirazda bulundu. İn­giltere’de de - sonunda liberal adını alan - whig partisi, millet­vekillerinin çoğunluğunu çok ufak bir seçmen azınlığına ve­ren eski seçim sisteminin ıslahatını istiyordu. İşçiler tarafın­dan kurulan yeni bir radikal parti ise, tek dereceli seçimle “ ra­dikal” (yani kökten) ıslahat yapılmasını istemekteydi.

D evletler arasındaki zıddiyetler. — İki büyük Devletin ig rejimlerinde vukua gelen bir değişiklik yüzünden. Devletler arasındaki münasebetler 1830 dan itibaren altüst oldu.

Fransa’da kralla Meclisin liberal çoğunluğu arasındaki an­laşmazlıkla başlıyan 1830 ihtilâli, Bourbon’lara düşman olan Paris halkının ayaklanması üzerine üç renkli bayrakla yapıl­dı Bu ihtilâl. Anayasa vesikasını değiştirerek muhafaza et­ti; fakat asillerle rühban sınıfından mürekkep IĞgitimiste’ leri (yatıl Bourbon hanedanı taraftarlarını) hükümetten uzaklaştı­rarak liberal ve din bakımından serbest düşünceli olan zengin burjuvaları iktidara geçirdi. Kral da İngilizcede adına res- ponsable, (sorumlu), Fransızcada parimanter denen rejimin ye­ni prensipi gereğince hüküm sürmek zorunda kaldı. Bu pren- sipe göre bakanlar Meclis’ler önünde sorumlu idiler, yani se­çilmiş Meclisin çoğunluğu ile anlaşmazlık halinde iseler, istifa etmek zorunda idiler. Bu rejim bakan olarak çoğunluk parti­sinin şeflerini almak ve gerçek iktidarı, seçilmiş kimselerin eline vermek, gibi bir sonuç doğurdu.

İngiltere’de rejim, seçim sisteminin yanm asırdanberi is­tenen ıslahı ile değiştirildi. Seçilmiş Meclisin liberal azınlığı ile tory partisinin muhalif unsurlanndan meydana gelme bir koalisyon, ıslahatı kabul etti, fakat Lordlar Kamarası bunu reddetti. İşçiler yığın halinde gösteriler yapınca lordlar korka­rak sonunda ıslahatı kabul ettiler. Bu ıslahatın sonucu çoğun­luğu ve hükümet idaresini liberal partiye vermek oldu, parti

de her gehirde idare işleriyle görevli bir kurul teşkil etti.O günden itibaren büyük Avrupa devletleri birbirine zıt

iki politik rejim u y^ lıya n iki grupa ayrıldılar; Doğu ve Ort^ Avrupa’da mutlakiyetçi üg krallık, Batı’da da iki parimanter monarşi vardı. Bu grupun herbiri daha küçük Devletlerde ken- dininkine benziyen rejimi desteklemek eğilimindeydi ve 1830 dan itibaren bu Devletler silâhlı müdahelelerde de bulunmağa başladılar. - Liberal Devletler, Hollanda kralına karşı ayakla­nan Belçika’nın liberal anayasaya sahip bağımsız bir Belçika krallığı kurmasma yardım ettiler. - Ters yönde olarak Rusya çan PolonyalIların ayaklanmasını ezdi, bunlann anayasalannı ilga etti ve memleketlerini de kendi topraklanna ilhak etti. Avusturya küçük İtalya Devletlerindeki ayaklanmalara son verdi ve Prusya ile anlaşarak, Almanya’daki liberallerin çıkar^- dıklan kanşıkhklan bastırdı.

Portekiz ve Ispanya’da İki kraliçe henüz çocuk yaştaki kız- lannın yerine sahip sıfatiyle hüküm süıüyorlar ve iktidan ele geçirmek için kavga ediyorlardı; küçük yaştaki kraliçelerin mutlakıyet taraftan iki dayıları da taht üzerinde hak iddia edi­yorlar ve bu kavgaya karışmış bulunuyorlardı; İngiltere ve Fransa, daha sonra, bu iki krallıktaki duruma da müdahale et­tiler. Naip kraliçeler liberallerin yardımını kazanmak için bir Anayasa kabul ettiler ve mutlakiyetçi Devletlerden yardım gö­ren iki kişiye karşı İngiltere ile Fransa’dan silâhlı yardım elde ettiler. Kanun bakımından da İspanya ile Portekiz meşruti bi­rer krallık haline geldiler. Buralş-rda iktidar iki parti arasında mücadele konusu oldu ve fiiliyatta ise çok geçmeden yalnız ge­neraller tarafından icra edilir hale geldi.

Liberal rejimli Devletlerde politik hayat, Meclis’teki parti­ler arasında ve basında devamlı çekişmeler halini aldı. Toprak sahiplerinin seçim bakımından sahip olduklan imtiyaza kargı dem okratik bir muhalefet teşekkül etti. - İngiltere’de tek dere­celi seçim istemek için büyük yığınlar halinde toplanan işçiler, Chartise diye adlandırılan bir parti kurdular, bu parti muaaxam nümayişler tertipledi, temsilcilerden mürekkep bir “Conven­tion” topladı ve Avam Kamarasına üç defa kocEunan msuzbata- 1ar verdi ama hiçbir şey elde edemedi. - Fransa’da aynı hare­ket hükümeti devirmek için yapılan nümayişlerle başladı ama millî muhafızlann kısmî seçim “ ıslahat” ını istemek için giriş­tikleri bir kampanyadan ibaret kaldı. - İsviçre’de, 1830 da ku­rulan yeni radikal parti, iktidara geçmiş olduğu kantonlarda

M UKAYESELİ TA R İH İ 329

330 AVRUPA M İLLETLERİNİN

tek dereceli seçim usulünü ihdas etti ve bu seçim geklinin her tarafta yerleşmesini, federal hükümetin iktidannm da kuvvet­lenmesini sağlamak için Konfederasyonun ıslahmı istedi. Kar­gaşalık, ayn bir birlik halinde toplanmış olan katolik kanton­lara karşı girişilen bir sivil harbe yol açtı ve radikallerin zar feriyle sonuçlandı, onlar da 1848 de Konfederasyonu, müşterek bir egemen hükümete sahip federal bir Devlet haline soktular.

Mutlakiyetçi krallıklarda hükümetler, liberallere veya mil­liyetçilere ba^ı tavizler vermeğe başladılar. Prusya krah mil­liyetçi gösteriler yapılmasına ses çıkarmadı ve bir istikraz el­de edebilmek için krallığın bütün eyalet meclislerini millî bir meclis halinde topladı. - Avusturya hükümeti Macaristan Diye­tinin Macarcayı resmî dil olarak almasma izin verdi. İslâv di­linde çıkan gazeteler yüzünden Bohemya ve Hırvatistan’da mil­liyetçi duygular uyanmağa başladı. - İtalya’da birlik lehindeki hareket, hükümdarlardan birkaçının desteklemesiyle açıktan açığa kendini belli etmek imkânını bulabildi. İlkin Piemonte’de, İtalyan düşüncesinin 'risorgimento" (ayaklanma) su halini al-

, dı ve hükümdarlardan, liberal bir rejim kurulacağı vaadini ko­parmağa m uvaffak oldu. - Rusya’da ise tersine olarak çar Ni-

Ih kola siyasî bir polis ihdas edip mutlakiyetçi rejimi daha dakuvvetlendirdi; bu polis öğretimi, kitaplan, toplantılan, özel hayatı gayet sıkı şekilde kontrol ediyordu. Rus milletini Av­rupa’dan ayn tutacak şekilde, uyruklann Çarlık sınırlanndan dışanya çıkm alanna izin vermiyordu.

H er grupun üyeleri arasıtıdaki anlagma sona ererken, iki Devlet grupu arasındaki görüş ayrılığı da 1840 tan itibaren ha­fifledi. Mısır hıdivi yüzünden bir anlaşmazlık çıkıp da Fransa 1814 teki dört eski müttefik karşısında yalnız kaldığı zaman, Fransa ile İngiltere arasındaki anlaşma sarsıldı. İspanya me­selesi yüzünden ise anlaşma bozuldu ve Louis-Philippe mutla­kiyetçi monarşilere yakınlaşmağı denedi ama bunlar da artık kendi aralannda uyuşma halinde değillerdi.

İstihsaldeki ilerlemeler. — Başlıca geçim Vasıtası olarak ka­lan tarım, az istihsal karşılığı çok emek istiyen bir ig olmağa devam ediyordu. Kötü gübrelenen, çok kısa bir dinlendirme devresine tâbi tutulan toprak ancak küçük ölçüde mahsul ver^ mekteydi; fena seçilen ve iyi beslenmiyen hayvanlar az et ve az süt veriyorlardı. Ekimle hayvancılık ancak - tarlalara sıra ile buğday ve yem bitkileri dikmekten ibaret olan - Hollanda ve İngiltere usullerinin (XV. bölüme bk.) kullanıldığı yerlerde

önemli ilerlemeler, kaydettiler ki buraları Belçika, Inaltéré, Kuzey Fransa, Batı Almanya idi. Bu takdirde de mülk sahip­leri topraklarını köylülere verecekleri yerde, paralarım tanmS ve hayvan yetiştirmeğe harcıyarak, kendileri işletiyorlardı.

, Hattâ gübrenin daha iyi muhafaza edildiğri, sapanlarda da­ha genig bir uc demirinin kullanıldığı, hayvanların daha iyi beslenip barındırıldığı daha yüksek seviyedeki işletmelerde da­hi tanm işlerinde orak, tırpan, düven sopası gibi fazla sayıda işçi bulundurulmasını gerektiren eski âletler kullanılıyordu. - O zamanlar en çok para getiren ekimler bağ ve zeytin ağacı ile keten, kenevir, kolza, dut, kök. boya gibi “ sınaî” mahiyette­ki ekim işleriydi. Bu çeşit tftrım bilhassa (İtalya, İspanya, Gü­ney Fransa gibi) Akdeniz bölgeleriyle iyi cins şaraplan yetiş­tiren tepelik yerlerde yapılıyordu. Almanya’da şeker pancan- nın bulunarak kıta ablukası esnasında kullanıldığı. Kuzeydeki derin topraklarda şeker pancarı gibi yeni bir tarım şubesinin meydana çıkmasına yol açmıştı.

Tanm işleri nasıl henüz köylüler tarafından görülmektey­se, endüstriyel çalışma da bilhassa zanaatkârlar tarafından ya­pılmaktaydı ve geri memleketlerde hemen bütün iplik eğirme işlerini kadınlar yapıyorlardı. İngiltere’de XVIII. yüzyılda icad edilmiş olan yeni teknik, “endüstri ihtilâli” ni - bilhassa, İngi­liz kömür, demir ve çağlayanlar bölgesinde - ancak X IX . yüz­yılda yaratabilmişti. Kömür istihsali, font ve çelik imali, pa - muğrın ve daha sonra yünün makine ile eğirilmesi gibi işler ancak oralarda, aynı müessesede büyük sayıda işçiler toplu­yordu. Bu metod hırdavat eşyası, silâh, iğne, halı, sabun ve mum endüstrilerine de yayıldı.

Büyük.bir teşebbüs halinde merkezleşmiş endüstrilerin ço­ğu bıçakçılık, demir eşya, saatçilik, bronz işçiliği, oyuncak, ot ve saman eşya, örmecilik gibi iş kollarında zanaatkârlarm ye­rini tutan ve evlerinde çalışan işçiler kullanmağa devam edi­yorlardı. - Evde kumaş dokumacılığı artık makine ile mücar dele edemez hale geldiğinden, bilhassa bu kolda 1840 tan itiba­ren issizlik başladı; dokuma tezgâhlarının sayısı İngiltere’de olduğu gibi İskoçya, Belçika, Silezya ve Normandiya’da da azalmağa başladı. Fakat buhar makineleri henüz nâdirdi. (Bar zen kaçak olarak sokulan) İngiliz makineleri ve çoğu zaman İngiliz igçileriyledir ki iplik ve kokla çalışan demir sanayii, da­ha sonra da makineli dokumacılık Avrupa kıtasının Liège, Saint-Gall, Kuzey Fransa, Alsas, Rhein havalisi gibi en ileri

M UKAYESELİ TA R İH İ , 331

332 AVRU PA M İLLETLERİNİN

bölgelerinde yerleşmeğe başladı. 1850 de Fransa’daki 3, Alman- yadaki 1 milyona karşılık, İngiltere’de 14 1/2 milyon iğ: vardı.

Ticaret v& kredi. — Ticaret, bilhassa su yoluyla yapılan taşımalarda daha ekonomik hale gelen ulaştırma araçlarının ilerlemesinden faydalandı; taşıma işleri (İngiltere ile Belçi­ka’da) memleketin içlerinde mavnalarla ve nehir ve kanallar yoluyla, - denizde yandan çarklı ve buharlı gemilerle yapılı­yordu. - İskoçyalı bir mühendis olan Mac Adam’ın bulduğu kendi adını taşıyan yol inşa sistemi (makadam şose) sayesin’- de kara yolları da geniş ölçüde ıslah edildi; bu usulle yollar­daki ağır kaldırım taşlarının yerini, ufak parçalar halinde k ir rılıp sonra silindirle bastırılan bir taş tabakası aldı. Birer teşebbüs halinde teşkilâtlandırılmış olan araba nakliyatı, bü­yük sayıda; arabacıya iş sağlıyordu. Yolcular çabuk giden diti- gence’ larla, yapılan ve çok sayıdaki konaklarda at değiştirt­mek imkânına sahip olan yeni nakliye servislerini kullanıyor­lardı.

Demiryolu frail, vxıgon, tender gibi İngilizce terimlerden de anlaşılacağı üzere) İngiltere’de küçük bir mesafe üzerinde kullanılmağa başlandı; Belçika, Almanya, Fransa’da da taklid edildi.

İç ticaretin başlıca metaı henüz buğdaydı ve büyük şehir­ler için lüzumlu olan buğday su yolları veya arabalarla taşını­yordu; mahsulün azlığına veya çokluğuna göre fiyatlar henüz büyük ölçüde değişmekteydi. Yabancı memleketlerle denizden yapılan ticaret çok arttı. İngiltere artık her tarafta kullanıl­mağa başlanan sömürge yiyeceklerini, kahve, şeker ve tütünü, daha geniş ölçüde de kendi büyük dokuma ve madencilik en­düstrisinin mamûllerini ihraç etmekteydi. Buna karşılık ham­maddeler, kereste, pamuk, yün, bazen buğday ithal ediyordu.

Parayı memlekette tutmak ve yabancı endüstrilerin reka­betini önlemek üzere alınmış olan tedbirler henüz dış ticareti engellemekteydi. Fransız sanayicileri ve bilhassa demirhane sa­hipleriyle iplik ve kumaş imalcileri Meclislerden çok yüksek gümrük resimleri uygulanmasını ve hattâ bazı İngiliz ma- mûllerinin ithalinin yasak olunmasını elde ettiler. İngiltere da. ha 1815 te buğday üzerine gayet yüksek gümrük resimleri koy­muş, sonra bu resimleri iç piyasanın fiyatlerine göre değişen "müteharrik bir mikyas” a tâbi tutmuştu. Yavaş yavaş bu re­jim i gevşetti, gümrük resimlerini indirdi; ilkin yabancı gemi­lere koyduğu yasağı, sonra da ticaret kumpanyalarına verdiği

tekelleri kaldırdı. 1846 da İrlanda’da başgösteren kıtlıktan son- i'a, buğday üzerinden alman bütün resmi ve vergileri kaldırdı.

Yabancı memleketlerin rekabetinden korkuları kalmayan İngiliz sanayicileri, Devletler arasında ticaretin tamamen ser­best olması (serbest mübadele) için Manehester’de bir hare­kete giriştiler. Kaçakçılığı kolaylaştıran çok uzun bir sınır hattını kontrol zorunda olan Prusya hükümeti ,hemen hemen bütün küçük Alman Devletleriyle bir “Gümrük Birliği” kurdu ve bu birlik, ithalât resimlerini genig ölçüde indirdi.

Borsalarda muamele gören istikraz tahvili, hisse senedi gibi menkul kıymetlerin artmasıyle kredi gittikçe daha faal bir hale giriyordu. Banka muameleleri henüz özel bankalar tara­fmdan yapılmaktaydı, banknot çıkarmak ve ödemeleri üzerle­rine almak işleriyle bunlar uğranmağa devam ediyorlardı. İn­giltere ve Fransa’daki Devlet Bankaları henüz çok büyük ku­pürler halinde gayet az sayıda banknot çıkarmaktaydılar. Ceb­ri rayiç İngiltere’de 1821 de kaldırılmıştı ve Devlet bankası ta­lep miktarına göre Iskonto haddini yükseltip alçaltmağa baş­lıyordu. Kredi henüz bilhassa madenî paranın tedavülünü ko­laylaştırmak üzere bunun yerini tutmak ve sâbit vadelerde ödenmesi gereken senetler kargılığı kısa vadeli ikrazlar yap­mak için kullanılıyordu (1). Endüstri yahut gemicilik teşebbüs­lerine uzun vadeli kredi verenler, Iskoçya Bankaları oldular. Devlet istikraz tahvilleri çıkaran İsviçre firmalarında ve Rotschild a.ilesinin beş kardeşi beg Avrupa şehrinde yerleşmiş bulunan bankalarında kredi, milletlerarası bir hale geliyordu.

Toplumun değişmesi. — Bir yandan Doğu Avrupanın sey­rek nufuslu (Rusya, Avusturya, Doğu Almanya gibi) yerlerin­de, öbür yandan Büyük Britanya ve Belçika gibi endüstri mem­leketlerinde nufus eskisine göre daha çabuk artıyordu. Doğum­lar da çpk yüksekti, hattâ Fransa’da bile bu, binde 32 nisbe- tinde bir azamîye ulaştı. Nufusun büyük çoğunluğu henüz köy­ler halkından mürekkepti. Avrupa’da nufusu 100.000 den yukarı ancak 42 şehir vardı ki bunların nufus toplamı 12 1/2 milyonu buluyordu (2). '

M UKAYESELİ TA R İH Î 333

(1) Daha geniş bir kredimin ilk örneği 1822 de Hollanda’da "MUM Endüstriyi Oeîistirme Genel Şirketi’ nin ihdası suretiyle verilmişti.

(2J Mecmu nufus (biraz üstünkörü olarak) 1800 de 180 mik/on, 1850 de de 266 miilyon olarak tahmin edilmişti.

334 A VRU PA M İLLETLERİNİN

Batı ve Orta Avrupa’da İmtiyEizların kaldırılması sınıflar arasındaki eşitslzliğri azaltmış olduğundan, buralarda toplum değrigiyordu. Eski rejimin baki olduğu Doğu Avrupa memle­ketlerinde ise toplum, az değişmekteydi.

İngiltere hariç olmak üzere her tarafta henüz köylüler ço­ğunluğu teşkil etmekteydiler. Mülk sahibi, kiracı veya ortakçı olarak küçük işletmeler halinde çalıştıkları yerlerde bunlann hayat şartlan düzelmeğe devam ediyordu; fakat Güney İtalya ve bilhassa İrlanda gibi çok nufuslu memleketlerde köylüler sefalet içindeydiler: İrlanda’da köylülerin başlıca gıdası olan

, patatese musallat bir hastalık, 1846 kıtlığına yol açtı; bu yüz­den nufusun üçte biri ya öldü, ya da başka yerlere göçetti. İtal­ya, İspanya, İngiltere’deki büyük topraklarda çalıştırılmakta olan tanm gündelikçileri çok az ücret aldıklarından kötü dUr rumda bulunuyorlar, sefil bir tarzda beslenip banndınlıyorlar^ dı. Fakat evlere ödenek vermek şeklindeki İngiliz rejimi mü­kelleflere çok ağır bir yoksullar vergisi yüklediğinden, 1835 te kaldınidı ve ücretler yükseldi.

Doğu Avrupa’da (Avusturya, Macaristan, Polonya’da) köy­lü büyük topraklar üzerinde henüz ans-aryalara tâbi şekilde ya hut alelâde gündelikçi olarak kalıyor ve derebeyi onun üze­rinde kaza hakkına sahip bulunuyordu. Hattâ Prusya’da dahi, asillerin yaptıkları baskı yüzünden ancak 1815 te gerçekleştiri­lebilen, derebeyi haklannın ilgası işi, ancak bir ç ift öküze sa­hip ve babadan oğula kiracı, hali vakti yerinde köylülerin işi­ne yaradı; büyük çoğunluğu teşkil eden ötekilerin ise hür ol­dukları ilân edildi; fakat .bunlar topraktan mahrum bırakıldı ve toprak, derebeyinin malikânelerine ilhak edildi. Kol âletle­riyle çalışanlar ancak birer gündelikçi haline geldiler, çok dü­şük bir ücretle ve mülk sahibi tarafından verilen çok ufak bir toprak parçasıyle zarzor geçinir oldular. Polonya krallığında aynı usule göre 1814 ten önce âzad edilmiş bulunan köylüler, şahsî mükellefiyetlerden kurtuldular ama büyük mülkler üze­rinde gündelikçi olarak kaldılar.

Rus çarlığında köylüler toprağa bağlı olarak kaldılar ve müdafaasız bir halde asillerin keyfî iktidarına terkedildiler: Asiller bunlan evlerinde uşak gibi kullanıyorlar, yahut da ken­dilerinden bir haraç (ohrok) alarak bunlan uzak yerlerde za- naatkâr sıfatiyle çalışmağa gönderiyorlardı. Hattâ bazen bun­lan dışanya sattıkları da oluyordu. Kuzey bölgelerindeki daha hür kalmış köylüler ise I. Nikola’nın saltanat devrinde, Orta

Rusya’dakiler gibi, mir rejimine tâbi tutuldular ki bu, vergi- nin ödenmesi bakımmdan birbirlerine müteselsil kefil olan köy halkından meydana grelme topluluktu.

Henüz OsmanlI Sultanının hükmü altında yaşayan Bal­kan yarımadasındaki hristiyan köylüler ise çeşitli rejimler al­tında yaşamaktaydılar. Bulgaristan, herbiri müslüman bir sa­vaşçıya ait büyük mülklere CciftUklere) bölünmüştü ve bu­rada köylüler, efendilerinin yanında köle şartları altında ya­ğıyorlardı. - Müslümanlann ancak gramizonlara sahip bulun­dukları Sırbistan, Yunanistan gibi dağlık bölgelerde, köylüler, topraklanna sahip olarak kalmışlar, hattâ mahalli şeflerini de muhafaza etmişlerdi. Bunlar Yunanistan krallığının kurul­masından, Sırbistan’da da yeniçeri grarnizonlannm gidişle­rinden sonra hür oldular. - Rom anya’da ise hristiyan boyar’,- 1ar büyük mülklerini muhafaza etniişlerdi; köylüler de, Po­lonya’da olduğu gibi, büyük mülk sahiplerine tâbi bulunuyor­lar, sefil şartlar altında bai'indınlıp doyuruluyorlardı.

Endüstriyel tekniğin ilerlemesi zanaatkârlann nisbetini azaltıyor, büyük müesseselerde toplanmış işçi nisbetini yük­seltiyordu. Evlerinde çalışmakta olan işçilerin nisbeti ise (bilhassa dokumacılık gibi) makine kullanmanın yayılmakta olduğu endüstrilerde azalmaktaydı; bireı- teşebbüs halinde teşkilâtlanan zanaat kollannda ise bu nisbet, artıyordu.

Bununla beraber zanaatkârlar, endüstri işçilerinin büyük çoğunluğu olarak kalmaktaydılar. (Duvarcı, taş yontucu, dül­ger, dam İcaplayıcı gibi) yapı işçileri ile (arabacı, sürücü, de­nizci, tayfa gibi) nakliye personeli, ücret karşılığında çalış­makla beraber, zanaatkarların yaşayış tarzına ve hürriyet duygusuna sahiptiler ve zanaatlarının onurunu muhafaza ediyorlardı. Kalfalık da Fransa ve Almanya’da dayanışma ge­leneğini muhafaza etmekteydi.

Büyük endüstrinin gerek evlerinde, gerekse fabrikalarda çalışmakta olan ücretli işçileri erkek, kadın ve çocuklardan mürekkep insicamsız bir topluluk halindeydiler, bunlann çoğu köylerden gelmiş, muntazam bir çıraklık devresi geçir- memişti ve çalıştığı yere herhangi bir bağı yoktu; hepsi de rastgele aldıklan bir ücretle, işsiz kalma daimî tehdidi altın­da yasıyorlardı. Bunlar, zanaatkârlann durumlarını istikrar­lı kılan kendi aralarında birleşme, uzun bir çıraklık devresi, şahsi münasebetler, sürekli bir yerleşme, gelenek ve zanaatın verdiği gurur gibi her şeyden yoksundular. Koalisyon kur­

M UKAYESELİ TARİH İ

336 AV RU PA M İLLETLERİNİN

mak yahut grev yapmak gibi bütün müşterek hareketler ka nunen kendilerine yasak edilmişti. Hattâ kadmlar ve gocuk­lar için dahi patronun keyfine tâbi olan çalışma gününün sü­resi, sa&hk bakımmdan pek fazla uzundu. Büyük endüstri böl­gelerinde ve bilhassa İngiltere’de işçiler çok küçük, karanlık, pis, havasız meskenlerde üstüste yığılı olarak yaşıyorlardı; yetersiz yahut iyi pişmemiş gıdalar aldıklarından bu yüzden fazla miktarda içki kullanmağa başlıyorlardı. Çocuklar soluk benizli, cılız ve çoğu zaman eciş-bücüştüler.

Eski nizamların muhafazasını elde edemiyen İngiliz iş­çileri durumlarını düzeltmek için aynı şehirden ve aynı za­naat kolündaaı olan işçiler arasında “zanaat birlikleri” ftrade îi'/tion'lar) kurmağı düşündüler: Bu teşekküller yardımlaşma cemiyeti vazifesini görecekler ve işverenlerle ücret ve işin de­vamı gibi meseleleri tartışacaklardı. İşçiler bu çeşit b i r l i k ^ C T

kurmağa ve grev yapmağa izin veren bir kanunun çıkması­nı sağladılar, fakat koalisyonlar kurma yasağı olduğu gibi kaldı; anlaşmazlıklar yüzünden çıkan dâvalar ise işçiler ara­sındaki anlaşmalara düşman olan ve onları birer “ suikastçi” gibi mahkûm etmek temayülünde bulunan barış yargıçları ta rafından görülüyordu.

Tarım ve endüstrideki büyük sayıda kol işçileri yığınının üstünde, “ halk” la üst sınıflar arasında esnaftan, küçük me­murlardan, okul öğretmenlerinden meydana gelme mutavas­sıt bir sınıf vardı ve bazen büyük şehirlerdeki (kasap, sucuk­çu, pastacı gibi) yiyecek zanaatkârlarının da bu sınıfa katıl­dığı oluyordu. Bunlar giyinişleri, konuşuşlan, yaşayış tarzlan bakırmndan ayırdediliyorlardı ve gfenel olarak yazı yazmak, hesap tutmak için gerekli olan ilköğretimi görmüş bulunmak­taydılar; fakat burjuva sosyetesine kabul edilmiyorlardı, eş­leri “hanım” sayılmıyordu, kızlarının bir burjuva ile evlenme­si ise, denk olmayan bir evlenme sayılmaktaydı.

gehirler halkının Fransa’da adına burjuvazi denen kısmı zenginlik ve iktidar bakımından yükselmeğe devam edi­yordu. Bütün endüstri, ticaret ve bankacılık şefleri, bütün avukatlar, hekimler, profesörler ve memurlann hemen hepsi bu sınıftan çıkmakta olduklanndan, hem ekonomik çalışmayı, hem de fikir hayatını bu sınıf idare ediyordu. Nitekim tekni­ğin ilerlemesinden, zenginliğin artmasından, eğitimin okullar­la yayılmasından, kitaplardan, gazetelerden faydalanan da bu sm ıf oldu. Hali tavn, konuşuşu bakımından halktan gittik­

çe ayrılıyor ve çocukları, hattâ Ing-iltere ve Almanya’da dahi, Lâtincenin öğretilmekte olduğu kolejlerde okuyorlardı.

Bununla beraber asiller yine de üstün sm ıf olarak kal­maktaydılar; bunlar köklerinin eskiliğine dayanan sosyal bir üstünlük duygusunu muhafaza ediyorlardı ve bu duygu, bur­juva sınıfından kimselerle evlenmeği denk olmayan bir ev­lenme saymak âdeti dolayısiyle, devam edip gidiyordu. Fa­kat burjuva a s lm d ^ yeni aileler bu sınıfa gittikçe artan sa­yıda girmekteydi. İngiltere’de bu, bir malikâne satın alıp gentry ile kaynaşmak. Alman memleketlerinde prenslerin me­murlarına bahşetmekte olduklan bir asalet unvanını edinerek, Rusya’da ise asalet payesi veren memurluklardan birini icra ederek mümkün olmaktaydı. Kralın artık kimseye asalet un­vanı vermediği Fransa’da ise önünde “ de” edatı bulunan bir toprak adı alma âdeti yayıhyor ve bu, yersiz olarak, bir asil­lik nişanesi sayılıyordu. Asillik ancak burjuva sınıfının bulun­madığı Macaristan, Polonya, Rumanya, Baltık memlelcetleri gibi büyük mülklerin mevcut olduğu memleketlerde kapalı bir sınıf olarak kalmaktaydı.

Bütün Avrupa’daki asiller arasmda bir çeşit kardeşlik ve yakınlık duygusu baki kalmıştı ki bu, evlenmeleri mümkün kılıyor ve şahsi münasebetleri kolaylaştırıyordu. Bu sayede asaletin X V IIL yüzyılda da sahip bulunduğu, milletlerarası mahiyet muhafaza olunmaktaydı. Aradaki benzerlik saray dili olarak kalan. Fransızcanın kullanılması ve İngiliz âdetlerini taklid etmekten ibaret olup (adına anglomani denen) redingot ve silindir şapka giymek, at yanşlanna gidip müşterek ba­hislere katılmak, whist adlı kâğıt oyununu oynamak, aristok­ratik kulüplere gitmek gibi yeni bir moda İle de muhafassa olunmaktaydı.

Bütün protestan memleketlerde rahipler artık bir amıf teşkil etmekten çıkmışlardı; rahipler burjuvazi ile, İngiltere’­de de yüksek rütbeli ruhaniler aristokrasi ile kaynaşıyorlar­dı. Manastır tarikatlerinin kaldırılması ve Kilise mallannın (hattâ 1835 de Ispanya’da dahi) lâiklegtirilmesi yüzünden sa­yısı ve zenginliği azalan katolik rühban sınıfı mensuplan ar­tık asiller arasından değil, orta veya küçük, burjuvaziden, hattâ köylü aileleri içinden devşiriliyordu. Fransa’da krallığın tekrar kurulmasından itibaren bu sm ıf yeniden teşkilâtlanıp nufuzunu tekrar kurmak için hükümetle asil sınıfın lûtfundan

F . 22

MUKAYESELİ TAR İH İ 337

338 AV RU PA M İLLETLERİNİN

faydalandı. 1814 te Papa tarafından tekrar kurdurulan İsa Ce­miyeti her yanda kolejler açarak galıgmalanna yeniden bağ­ladı; asil veya zengin aileler oğullarını buralarda okuttular. Bu cemiyet Avusturya, İspanya ve küçük İtalyan Devletlerin­de sarayın ve hükümetin idaresini tekrar ele aldı ve Fransa’­da dahi, gallikan katoliklerinl telâşa dügüren bir nufuz elde etti. Nizamî rühban da bilhassa artık ebedi olarak rahibe ka­lacaklarına andigmşyen kadınlardan mürekkep, congrégation’ 1ar (birlikler, topluluklar) halinde yeniden kuruldu. Bu kadın­lar hastanelerdeki hastabakıcılık gibi işleri ve, a.sillerle buı^ juvalarm kızlarının yetiştirilmekte olduğu, öğretim yapılan manastırlarla halkm kızriannm eğitim gördüğü okulların ida­resini ele aldılar.

Yeni yasm/'ts sartlar%. — O sıralarda Avrupa’nın medeni­yetse en ileri bölgoleriyle toplumun en yüksek kısmının mad­dî hayatı, çoğu İngiltere’den gelme icatlar ve usullerle değiş­meğe başlıyordu. Bunları tarif etmek çok uzun olur, burada ancak bunları sınıflandırmağa çalıgarak saymak bahis ko­nusudur.

Hayatı daha rahat hale sokmak için tekniğin yaptığı icad­lar o zamandan kalmadır ve biz bunlara okadar alışığız kl, de­delerimizin bunlardan nasıl yoksun kalabilmiş olduklarını srüç tasavvur edebilmekteyiz.

Bunların listesi aşağıdadır:İlkin kükürtle, sonra fosforla yapılan kimyevi kibritler,

(ki çakmak çakıp bunun kıvılcımını kav üzerine alarak, bunu da yakılacak madde ile temasa geçirerek ateş yakmak gibi uzun V » güç bir isi bertaraf etmekteydiler) ; - yağı muntazam şekilde yukarıya çıkarmak için yaylı tertibatı olan yağ lâm­bası; donyağından yapılma mumun yerini alan ispermeçet mumu (ki donyağından yapılan mumun fitilini sık sık makas­la kesmek gerekiyordu) ; aydınlatma için kullanılan havaga^ zı (ki ilkin Londra’da sokakları ve mağazaları aydınlatmak için kullanıldı) ; maden kömürünün yakacak olarak ve daha sonra da şöminenin yerini almak üzere sobalarda kullanılma^ sı (ki sıcaklığı çok daha fazla ve daha devamlı olan soba, so­ğuk ve nemli mevsimlerde ısıtma işi için daha elverişliydi); - birkaç kata bölünmüş yüksek evlerin inşası (ki bu usul şe­hirlerde daima yer değiştiren burjuva halka mesken kirala^ mak imkânını veriyordu). - Giyimde grenel olarak külotla diz- bağlı çorapların yerine pantalonun; çizme yerine de fotinin

kullanılması. - geker pancarı (ki o zamana kadar yüksek fi­yatla satılan şeker, reçeller ve bonbonlar bu sayede artık herkesin alıp yiyebileceği hale g-eldi). - Çelik kalem ucunun, kaz tüyünden kalemin yerini alması (ki bu tüyü bir çakı ile yontup yarmak gerekiyordu). - İngiltere’de posta pulunun icadı (ki bu Sayede taşıma ücretini mektubu alacak kimse­den istemeğe hacet kalmıyordu).

Vücude gösterilen itinalarla sağlığa faydalı usuller bil­hassa İngiltere’den gelmekteydi. Bu, her şeyden önce vücudü- nü temiz tutma âdetiydi ki, bütün memleketlerde ve toplu­mun bütün sınıflarında genel olarak görülmekte olan pisliğin yerini almaktaydı; bu arada banyo odası ile Avrupa’ya çok yavaş girmiş olan sıcak banyo yapma usulü de vardı; eski “abdesthane” lerin yerini yine çok yavag olarak almış bulunan ve “W. C.” harfleriyle ifadelendirilen ıvater-closet de İngiltere’­den gelmeydi; deniz banyolarının kökünün İngiliz olduğunu ise kabine sözü göstermektedir. Alman hekimleri de iki yeni usul icad etmişlerdi ki bunlardan birisi soğuk su ile yapılan hidroterapi, öteki de bir yiyecek rejimiyle yapılan ve adına rejim (perhiz) denen koruyucu tedavi tarzıydı.

Yeni eğlenceler de hayatın zevkini arttırmağa yarıyorlar­dı. Bunlar, ingilizlerin moda haline soktukları, zevk için yapı­lan yolculuklarla turism’Ai (ki bu ad, bunun kökünün İsviçre veya Almanya olduğunu göstermektedir). Bu yolculuklar, hayranlıkla seyredilmesi moda haline gelen tabii güzellikle­rin bulunduğu deniz veya yüksek dağlara (bilhassa Alplere), yaJıut İtalya’nın aı-tistik güzelliklerinin veya klâsik hâtırala- nnm bulunduğu yerlerine yapılıyordu. - Ayrıca sosyete toplu­lukları ve bilhassa ya özel şahıslar tarafından, ya da (bilhassa Almanya’da) umumi bir salonda bilet satışı karşılığında verilen suareler ve balolar vardı. Bunlann çekici tarafını teşkil eden dans. Alman valsinin ve (polka, mazurka, redowa gibi) Po­lonya danslarının, İspanyol kadrilinin, İngiliz kontrdansının fcountry dance) ve Iskoçya scottish’inin benimsenmesiyle ye­ni bir hale giriyordu. Hemen hepsi de kadm-erkek çiftler har line geliyordu. İtalya’dan da şekli zaten eski olan maskeli ba­lo gelmişti. - XVIII. yüzyılda bilhassa saray mensuplarına ve subaylara mahsus olan tiyatrolar, artık daha kalabalık bir halkı çekiyorlar, temaşalar daha değişik hale geliyorlardı. K i­taplar, hattâ gazeteler birer lüks metal olarak kalmaktaydı; fakat okuma salonlan ve İngiltere’de kitapları köylere kadar

M UKAYESELİ TAR İH İ 339

340 A V RU PA M İLLETLERİNİN

ulaştıran “g-ezici kitaplıklar” ın kullanılmasıyla heı-kesin daha kolay tedarik edebileceği bir hale giriyorlardı.

Yaşayışı daha rahat, daha sıhhi yahut daha hog hale so­kan bu yeniliklerden en gok orta sınıflar faydalanıyor; burju­valarla asillerin ve zenginlerin yaşama şartlan bu yenilikler­le birbirlerine yaklaşıyordu. Bu yenilikler bilhassa Büyük Bri­tanya, Hollanda, Fransa, Kuzey İtalya, Batı Almanya gibi en zengin ve en medenî memleketlere giriyorlardı. K ol işçileri; dükkâncılar, memurlar gibi halk yığınları ise bunlardan pek az faydalanmaktaydılar; bunlarla imtiyazlı azınlık arasın­daki ayrılık bu yüzden artıyordu. - Büyük endüstri ile tarı­mın ücretli işçileri yaşayış tarzlarını iyileştirememişlerdi; hatta ücretleri, fiyatların yükselişini karşılayacak şekilde, her zaman yeter derecede de değildi ve henüz kararsız bir piya­sa için çalışmakta olan endüstrinin geçirdiği devrî krizler yü­zünden işsizliğe daha sık rastlanıyordu.

Halkın düsiincelerimn değişmesi. — Fikir hayatı halk yı- ğınlan arasına da girmekteydi ama bu giriş, henüz küçük bir azınlığa mahsus olan bilimler ve sanatlar yoluyla değil de, bü­yük bir halk kitlesini ilgilendirmekte olan din OTİhi, politika gibi, toplumun teşkilâtlanması gibi konular üzerindeki inanç­lar ve doktrinler şekli altında olmaktaydı.

En, eski inançlar her yerde ve bilhassa köylerde çok canlı olarak kalmaktaydılar. Bunlar ölülerin görünmesi, büyü, fal­cılık, rüya tâbiri, hastaların mucizevi şekilde iyileşmesi, tıl­sımlar, muskalar ve kötülüklerin, nazar değmesinin önlenme­si için yapılan hareketlerdi (1). Hristiyan dininin daha sonra getirdiği inançlar din bilgisi, vaazlar, dualar, İlâhiler, dinî ki­taplar ve protestan memleketlerinde de Kutsal Kitap’m çoğu zaman ailece yapılan dinî bir âyin halinde okunması sayesin­de, halk yığınlarının tâ içine kadar giren formüller halinde özetlenmiş bulunmaktaydılar.

Kâinatın tanınması bakımından kaydedilen İlmî ilerleme^ 1er ve Tann ile insan arasındaki münasebetler konusunda yereden yeni anlayış, yüksek sosyetenin bir kısmını hristiyan doktrininden uzaklaştırmıştı; fakat Fransız İhtilâli, ananevi dine karşı ayaklanmanın halkı kamu otoritesine ve sosyal re-

(1) Falcılığın 'bugün dahi çok kârlı bir m eslek oluşunun det i^bat ettiği üzere, bu inançlara hugiin bile bütün meml^^ ketlerde vö bütün sınıflarda rastlgmmMktadır.

jlme karşı da ayaklanmaya sevkettiği intibaını vererek, imti­yazlıların duygularını değiştirmişti. Onlar da bu hale bakarak halka bir din lâzım olduğu ve yüksek tabakadan insanların da halka örnek olması gerektiği sonucuna varıyoilardı. Hattâ or­todoks Rusya’da dahi, asil yahut zengin aileler hristiyan di­ninin âdab ve erkânını uygulamağa yeniden bağlamışlardı. Dini inkâr eden serbest düşünce tarzı, bütün memleketlerin yüksek sosyetesinde ho§ görülmiyen bir şey sayılıyordu. İngil­tere’de endüstri şehirleri halkı resmi Kilise’yi gok gevşek bu­larak, dinî inançlar bakımından muhalif olan küçük kilisele­rin âyinlerine gidiyorlardı.

İbadete dönüş, doktrine karşı olan ilgiyi canlandırmamıg- tı. Bu doktrin. Kilisenin müstakbel mensuplan için katolik papaz okullannda bir öğretim konusu olarak kalıyor ve aziz Toma’nın ilahiyat kurallarına göre öğretiliyordu, - protestan ilâhiyat fakültelerinde ise dogma’lann rasyonalist bir şekilde tenkidi ve tarih ışığında incelenmesi dolayısiyle, sarsılmış du­rumdaydı. Fakat müminler ebedi Cehennem azabına artık gerçekten inanmadıkları için bunun korkusundan kurtulmuş olduklarından, iman selâmeti konusuna eskisi kadar derin il­gi göstermiyorlardı; iyi bir hal ve gidiş onlara dinî inançtan daha önemli görünmekteydi.

Dinî doktrinlerden yüz çeviren fikir çalışmaları artık po­litikaya yönelmişti ve bu çalışmalar (Büyük Britanya, Fran­sa, İsveç, Belçika, İskandinavya ve birkaç küçük Alman Dev­leti gibi) liberal rejimli memleketlerde açıktan açığa; mutla­kiyetçi monarşi memleketlerinde ise gizli cemiyetlerle top­lantılar ve yasak kitapları okuma şekli altında yapılmaktay­dı, Dinde olduğu gibi politikada da orta zekâlı kimseler için erişilmesi mümkün olmayan doktrinler, duyguları ifade eden yahut harekete getiren formüller halinde özetleniyordu. Bun­lar, dinî doktrinlerden apayrı olan basın polemikleri, toplantı­larda yapılan tartışmalar, mebus adaylarının “ inançlarını açır ğa vurmları” , umumi toplantılar, politik şarkılar, nidâlar, bayraklar üzerine yazılan dövizler halinde yayılıyorlardı. Fa­kat, dinî formüller gibi tâ köylülere, kadınlara ve çocuklara kadar erişememekteydiler; ancak üst sınıfların insanlarıyla işçilerin ufak bir kısmına ulaşabiliyorlardı. Dinî doktrinler­den de bambaşka bir etki yaratmaktaydılar. Tek bir makam tarafından zorla kabul ettirilen din, inanç birliğini muhafaza ederken, her ferdin kendi şahsi duygusuna göre serbestçe seç-

MUKAYESELİ TA R İH İ 341

342 AV RU PA M İLLETLERİNİN

tiğ-i politik doktrinler halkı parti’lere, ayırıyor, bunlann her­biri de idare tarzı hakkmda ayn formüllerle ifadelendirilen ayn ülkülere bağlı olduklanm ilân ediyorlardı.

Gelenek taraftarlanyle yenilik taraftarlannı kökten bir anlaşmazlık birbirlerinden ayırmaktaydı; MuhafazakârMr’m ülküsü otorite üzerine kurulu rejimi muhafaza etmekti; libe­raller ise hürriyet (liberté) adma rejimde ıslahat yapılmasını istiyorlardı. Muhafazakârların formülleri töreye saygı, nizamı koruma, hanedana bağlılıktı, - liberallerin fonnülleri ise iler­leme, fert hürriyeti, milletin egemenliği idi. Politik hürriyet fiiliyatta, hükümete bundan zorla alıkonulmaksızm, muhale­fet etmek hakkına sahip olmak anlamına geliyordu. Fransa’­da politik hayatın ana problemi, söylevlerde pek sık kullanır lan “nizamı hürriyetle bağdaştırma” formülü ile ortaya kon­du.

Yenilik taraftarları muhafazakârlar kadar insicamlı bir parti tegkil etmiyorlardı; bunlar, rejimde yapılması gereken değişikliklerin sayısı bakımından olduğu kadar, bilhassa se­çim konusunda halk yığınına bahsedilmesi gereken politik haklar sayısı bakımından ayrılık halindeydiler. İste bu görüş ayrılığı üzerindedir ki İngiltere’de “radikal (kökten) ıslahat” partisi kurularak rudikal adını aldı, 1830 dan itibaren de bu, İsviçre ve Fransa’da taklid edildi.

Topu topu birkaç küçük Devletin uyruklarına biraz hürri­yet bahşettikleri Almanya’da politik doktrinler burjuvazi yı­ğınına ancak girebilmekteydi; bu doktrinler, birkaç Üniversi­te profesörünün ihtisası olarak kalmaktaydılar. Liberal Güney Almanları, Fransız liberallerinin formüllerini kabul ettiler. Kuzey Almanları ise politik hürriyeti geleneğe bağlsımak iste­diler. Bunlar, insan tabiatinden gelme hiçbir müşterek hakkı kabul etmedikleri gibi, her ferde mahsus bir hakkı da kabul etmiyorlardı. Bunlar her millete ancak kendine has dehâsı bulunan bir çeşit organizma şeklinde ifadelendirilen özel bir hak tanımaktaydılar. Bunu da o halkın eski törelerinde keş­fettiklerini iddia ediyorlardı. Binaenaleyh politik hürriyeti an­cak teşekkül etmiş zümrelerin, aristokrasiye hükümetin keyfi icraatına mukavemet hakkını veren, eski imtiyazı adına iste­mekteydiler. Bunu “tarihî hak” diye adlandırıyorlar ve “ in­san hakları” adını taşıyan ihtilâlci teorinin kargısma bunu çı- kanyorlardı.

Bütün bu ayn doktrinler, mülkiyeti insan tabiatine mah­

sus ve İnsan faaliyeti için elzem bir hak olarak tanımak nok­tasında birlegiyorlar; bunu geniglik ve süre bakımından sınır­sız olarak, dolayısiyle de miras yoluyla intikal eden ve dev- rolunabilen bir hak olarak kabul ediyorlardı. Ekonomik alan­da kültür, endüstri, iç ticaret hün-iyetleri bu haktan çıkıyor ve bu, fertleri. Devletin müdahalesi olmaksızın, kendi araların­da özel sözleşmelerle muamele yapmakta serbest bırakmak so­nucuna varıyordu. Yalnız milletlerarası ticaret nizamlara tâbi oluyordu, ki müstahsillerin menfaati de bunu gerektirmek­teydi; fakat yabancı piyasaya mal verdikleri için korunmağa muhtaç olmayan Ingiliz sanayicileri “ serbest mübadele”yi, yani milletlerarası ticaretin hür olmasını istiyorlardı.

Sosyal doktrinler. ■— Toplumun idaresiyle değil de te.gki- lâtlanmasıyla ilgili olan yeni bir doktrinler çevşidi de kendileri­ne sosyalist adını veren hayırseverler tarafından aynı zaman­da hem İngiltere’de, hem Fransa’da formülleştirildi. Bunlar toplumun ekonomik temelleri, endüstrinin rolü, ücretlerin se­fil durumu, rekabetin kötülükleri, mülkiyetin ve mirasın se­bepleri üzerinde düşünmüşlerdi; sosyal rejimin tenkidini yap­mışlar, ıslahat tasarıları hazırlamışlardı. 1830 dan önce ayn ayrı olarak (Owen, Şaint-Slmon, Fourier gibi) münferit ha­yırseverler tarafmdan yapılan bu çalışma, bir takım formül­ler ve taşanlarla sonuçlandı ve bunlar, 1830 dan sonra, işçiler âleminde yayıldı. Fransa’da bu doktrinin taraftarları ihtilâlin hâtıraları arasından, Babeuf’ün bir çömezi tarafından getiri­len, communiste adını tekrar ele aldılar; İngiltere’de do chat- tiste’Xsv bütün işçileri öteki sınıflarla mücadele halinde olan bir sm ıf halinde toplama çarelerini araştırdılar.

Fransızlarla Ingilizlerin eseri olan bu fik ir çalışması, daha 1848 den önce, toplumun bütün tenkidlerini, bütün propagan­da formüllerini ve sosyalizmin üzerinde yaşadığı bütün ısla­hat tasanlanm ortaya koymuştu. Fransızlar toplumun tenki­di, mülkiyet, miras, aile gibi, o zamana kadar medeni hayatın ço’ ı lü^rumlu temclîari sayılan genel filrirleri vcrm iş’ ord!. Klâ­sik iktisatçılann ekonomik hürriyet hakkındaki doktrinini reddetmişler, ticarî rekabeti “mübadele anarşisi” , ücrct akdi hüri’iyetini de insafsız bir sömürme diye, kötü saymışlardı: Zira sermayeye sahip olan işveren, ücreti tesbit bakımından hâkim durumdaydı; yaşamak için çalışmağa muhtaç olan işçi ise işverenin keyfi iktidanna tâbi idi. Sosyalist duygunun for­mülleri Fransa’dan geliyordu. Bunlar da çalışmanın teşkilât­

m u k a y e s e l i TA R ÎH İ 343

344 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lanması ve çalışma hakkı idi. "Herkese ihtiyacına göre” , pro­letaryanın hürriyete kavuşması ve diktatörlük kurması, - (Sosyal ihtilâl, komünizm, anargi g ibi) g-enel terimlerle sos­yalizmin alâmetleri, kızıl bayrak hep Fransa’da bulunmuş şeylerdi. - Ingilizler ise bilhassa kısmî ıslahat için pratik usuV ler bulmuşlardı ki bunlar; işçiler arasında hirtilt (sendika) kurma, işçi delegelerinin k<rngre>'iev\, kooperatif ortaklıklar, İşçiyi koruyan kanunlar, emekli sandıklan, kredi bankalan, mübadele bankalan, sekiz saatlik çalışma günü, umumî grev, tek dereceli seçim, işçi partisi gibi şeylerdi.

Bu harekete girmiş olan Almanlar birkaç mülteci ile Fransa’da yahut Rhen bölgesinde çalışan işçilerdi. Yabancı memleketlerde yaşayan Kari Marx adlı bir Alman yahudisi sosyalistlerin çalışmasını dogmatik bir sistem halinde özetli- yerek bunu 1848 de, İhtilâlden önce. Kom ünist Manifestosu’n~ da açıkladı ki bu manifesto, şu formülle sona ermekteydi. “Bütün m em leketler proleterleri, birleşinim.” Manc,*" Fransız İhtilâlinin geleneğine sadık kalıyordu; şu bakımdan ki, genel mutluluğu elde etmek için insan aklına dayanan evrensel bir teori ortaya atmaktaydı; fakat bunu Hegel’in Alman meta­fiziğinin diyalektik şekli içinde izah ediyordu.

Bitimler, edebiyat ve güzel sanatlar. — Bilim, hızlı ilerle­meler kaydediyordu. Almanya’da Üniversite öğretimine, Fran­sa’da da özel okullardaki öğretime bağlanan İlmî araştırma, muntazam bir meslek haline geliyordu. Sayılan gittikçe art­makta olan bilginler, buluşlarının pratik tatbikatına aldırış etmeksizin, her tarafta müşahede, tecrübe, muhakeme gibi ay­nı metodlara uyarak çalışıyorlardı. Bilginler fcaraun’lan, yani bir takım olaylara matematik hesabı uygulıyabilmek için bun­lann birbirlerini daimî olarak takip edişlerini, gittikçe daha dakik bir şekilde bulmağa çalışıyorlar, - bu işi de, ayn çe­şitlerden olup o zamana kadar ayrı ayn incelenmiş bulunan olayları kâinatın müşterek bir anlayışına irca için, gittikçe daha umumi bir tarzda yapıyorlardı. Bunun üzerine üçten faz­la buutlu geometrinin icadıyla matematikte, - kuvvetin muha­fazası ve (hareket, sıcaklık, elektrik, mıknatısiyet gibi) kuv­vetlerin muadilliği teorilerin ve ışıkların titreşimi teorisinin icadıyle fizikte, - organik sentezin başarılması ve atomik ağır­lıklar teorisi sayesinde kimyada, - duyucu ve hareket ettirici sinirlerin birbirlerinden ayrılmaları ve histoloji sayesinde fiz­yolojide, - paleontoloji ilminin kurulması, cinslerin değişimi

üzerinde gevrenin etkisi teorisi ve jeolojideki yavaş tekâmül fikriyle tabii ilimlerde ilerlemeler kaydedildi.

Dilin, dinin, törelerin, hukukun tarih yönünden incelenr mesiyle fikri bilimler de teşekkül etmeğe başlıyor ve bu, dilbi­lim, filoloji, arkeoloji için bir smıflama metodu vermiş olu­yordu. - Alman metafiziği dünyaya son orijinal eseri olan he- gellanizm’i veriyor ve bunun ucu, iki zıt yönde, Devletin mut­lak iktidarının haklılığına, ve sosyalist materyalizme varı­yordu.

Edebiyat bir meslek olmağa başlıyor ve halka bol ve ar­tan miktarda eserler veriyordu. Almanyada son eserlerin vermekte olan romantik hareketin etkisi altındaydı. İngilte­re'de ve bilhassa Fransa’da bu hareket, klâsik sanatın kural­lanna karşı gençlerin bir ayaklanması haline giriyor ve lirik mahiyette birçok yeni şiirlerin yazılmasına yol açıyordu: Bu şiirler çoğu zaman gelişi-güzel bir eda ile yazılıyorlar, şahsi bir takım duygularla dolu bulunuyorlardı. Tarihî roman, en çok rağbet gördüğü bir âna erişmiş bulunmaktaydı. Çağdaş örfleri, âdetleri tasvir eden ronıan ise aynı zamanda Fransa ve Ingiltere’de, Balzac ve Dickens’le, kudretinin en yüksek seviyesine ulaşmış bulunuyordu.

Rom antik hareket plâstik sanatlara da giriyordu; mima­ride Ortaçağ’m üslûplarına dönüşle, heykelcilikte hareket inti­baını vermek için yapılan çaba ile, resimde "akademik” eko­lün "doğru” resmine kargı “ renkçi” lerin ayaklanmasıyla ken­dini belli ediyordu.

Müzik, birbirlerinden gittikçe ayrılmakta olan iki temar yül arasında bölünmüş bulunuyordu; Bunlardan birisi İtalyan opera müziği idi ve bilhassa bir virtüoz’un teganni edeceği melodilerden ibaretti; öteki ise Alman müziği idi ki bunda bil­gili bir orkestrasyonla da desteklenen melodi, Schubert, We­ber ve Beethoven’in eserlerinde duyguyu, eşi görülmemiş bir kudretle ifade diyordu.

M UKAYESELİ TAR İH İ 345

XVIII

İH TİLÂ LLER VE RE FO R M LA R

ISJfS IhtiTâU. — 48 İhtilâli ile Alman İmparatorluğumun kuruluşu arasındaki çeyrek asır bir ihtilâller ve politik re­form lar devresi oldu; teknik ilerlemeler Avrupa’nın maddi yaşayış gartlannı değiştirirken, bunlar da kıtanın politik ve sosyal hayatını değiştirdiler.

İhtilâl beklenmedik bir gekilde bağladı. Bütün Devletlerde çok sayıda olan graynmemnunlar, bunlann hiçbirinde rejim değişikliğini zorla kabul ettirmeğe yetecek kuvvete sahip de­ğildiler. Fakat hükümetler mukavemet için pek fena hazır- lEinmıg durumdaydılar. Ancak zayıf bir polise sahip bulunu,- yorlar, başkentte de az sayıda asker bulunduruyorlardı; bun­lar, isyanoılann silâhlarına pek az üstün, yavaş ateş edebilen tüfeklerle silâhlandınlmışlardı; dar, cğri-büğrü sokaklann kaldırım taşlarından yapılma barikadlerle kolayca kapatıla- bildikleri o devirde bu askerler, bir sokak savaşı için yeter

’ derecede hazırlanmış değillerdi.Fransa’da İhtilâl, seçimde ıslahat elde etmek için patlak

vereli bir kargaşalıkla başladı ve Paris’in işçi mahallelerini ayaklandıran küçük bir cumhuriyetçileı^ grupu tarafından ya­pıldı. Bütün Orta Avrupa tarafmdan da taklid edildi; fakat Belçika, Hollanda, Danimarka krallıklannda sadece, rejimi da­ha temsilî hale getiren, Meclislerin ıslahı ile yetindi. Küçük bir kargaşalık hariç olmak üzere ne Büyük Britanya’ya ne Iber- ya yanmadası ve İskandinav memleketlerine, ne de Rus Çar­lığına yayıldı.

İhtilâl ancak Fransa’da tam şekilde oldu ve geçici hükü­met işçilerin zoruyla Cumhuriyeti ilân etmek, sonra da “çar ligma hakkı” , millî atelyeler, çalışma gününün kısaltılması g-i- bi birkaç sosyalist formülü kabul etmek zorunda kaldı; bu da burjuviiziyi rejime düşman etti. Hükümet idaresinde kralcı burjuvalann yerini cumhuriyetçi burjuvalar aldılar; ki bun­lar da, 1789 un insanları gibi, bir insanseverlik duygusu ila hareket ediyorlardı. Halkın durumunu düzeltmek istiyorlardı

ama, isçilerle gahsi münasebet halinde olmadıklarından, bunu nasıl yapacaklarım kendileri de bilmiyorlardı. Bunlar demokr ratik hareket için yeni usuller, halk gazeteleri, politik kulüp­ler kurulmasına, gösteriler yapılmasına izin verdiler ve işçileri millî muhafız teşkilâtına sokarak silâhlandırdılar. Politik re­jim i altüst ederek tek dereceli seçimi kabul ettiler; bu yüzr den seçmenlerin sayısı bir anda 240(.000 den 9 milyona çıktı. Seçim sonucu, çoğrunluğu köylü olan ve kamu, işlerinden hiçbir haberi olmayan halk yığınına bağriı hale geldi. Anayasa, tek dereceli seçimle kurulan bir millî meclis tarafından tanzim edildi, bu meclis çoğunluk bakımından insansever duygular beslemekteydi ama sosyalistlere düşmandı.

Fransa’nın verdiği örnek öteki Devletlerdeki muhalifleri de gösteriler j’-apmak bakımından cesaretlendirdi; bu göste­riler ilkin ayaklanma, sonra ihtilâl şekline döküldü. Hükü­metler, esrarlı bir kuvvet olduğunu sandıklan İhtilâlin kor­kusu ile felce uğrayarak hemen hiç mukavemette bulunma­dılar. Bakanlıklara liberalleri getirmeği kabul ederek uyruk- lanna politik hürriyetleri verdiler. Avusturya, Prusya, Alman Devletleri Konfederasyonu için tek dereceli seçimle üç meclis topladılar; bunlar da liberal ve demokratik anayasalar hazır­lamağa başladılar.

Her devletin içindeki millî toplulukların gayrımemnunlan sadece rejim değişikliği ile yetinmediler; ya birleşme, ya da muhtariyet istediler. Yabancılara kar.51 insiyaki bir nefretten meydana gelme olduğu için, belirli hiçbir fikre sahip olmak­sızın galeyan haline geliveren milliyetçi ihtiras, politik duy­gulara baskın çıkıverdi. Avusturya İmparatorluğunda bir ku­rucu meclis gibi çalışan Macaristan Diyet’i, İmparatorla an­cak şahsî bir birlik muhafaza eden bir rejim kurdu. Hiçbir hükümet organına sahip bulunmıyan Qek, Hırvat, Sırp, Rumen gibi öteki milletler de muhtariyet istemek için gösteriler yap­tılar. - İtalya’da ihtilâl bilhassa yabancı hâkimiyetini ortadan kaldırmak için yapıldı ve AvusturyalIlara karşı açılan savaş, İtalyan millî sembolü üç renkli (yeşil-beyaz-kırmızı) bayrağı yeniden benimsemiş olan Sardunya kralı tarafından idare edildi.

Geriye dönüş. — İhtilâl, hükümete karşı anlaşmış, fakat kendi aralarında anlaşmazhk halinde olan muhalifler arasınr da yapılmıştı; bunlar çok geçmeden çatışma haline geldiler. Fransa’da Meclis çoğunluğu sosyal rejimi idame etmekle be­

M UKAYESELİ TA R İH İ 347

348 AV RU PA M İLLETLERİNİN

raber bir "demokratik Cumhuriyet” kurmak istiyordu; fakat bir “demokratik ve sosyal Cumhuriyet” ve i§i;iler lehine ısla­hat isteyen azmlığrın mücadelesiyle karşılaştı. “Nizam partilef- ri” adı altında birleşmiş olan eski monarşist partiler, hükümet işsiz kalan işçileri g-eçindirmek için kurulan “ millî atelyeler” i kaldırmak istediği zaman, onu desteklediler.

Almanya’da Meclis, rejime verilecek şekil ve bilhassa ye­ni federal Devlete dahil olması gereken toprakların genişliği üzerinde fik ir ayrılığına dügtü. Avusturya İmparatorluğunda­ki anlaşmazlıklar, çeşitli milletler arasında bir sivil harple sonuçlandı.

İhtilâl ancak korkuya kapılan hükümetlere karşı baskın seklinde m uvaffak olmuştu; fakat idareci sınıfların büyük çoğunluğu bundan nefret ediyor, köylü yığını ise hareketsiz kalıyordu. Fransa hariç, hükümdar, saray, memurlar ve su­baylarla, monarşi baki kalmaktaydı. Bunlar geçirdikleri pa­nikten kurtulunca, hasımlarmın zaafını ve meclislerin kud­retsizliğini farkettiler; iktidarı tekrar elde edip eski rejimi yeniden kurmak için ordularını kullandılar. Fransa’da Mec­lis “ icra k u w eti”ni bir generale tevdi etti, o da ayaklanan Pa­ris İşçileri üzerine asker yolladı. - Avusturya hükümeti ordur lanndan birini İtalya’daki eyaletlerine boyun eğdirmek, öte­kini de Viyana’yı geri almak, daha sonra da hanedana karşı ayaklanan Macarlara taarruz için gönderdi. - Prusya kralı Meclisi dağıtmak, sonra Alman prenslerine karşı ayaklanan demokratlan ezmek için ordusunu kullandı. - İtalya’daki har rekât, gidip Rom a’yı kuşatan ve Rom a cumhuriyetini yıkan bir Fransız kolordusu tarafından sona erdirildi.

İhtilâl ordu tarafından yenildikçe, hükümet otoriter re­jim i yeniden kuruyordu. Burjuvazi de bu hareketi, sosyal ih­tilâlin tehdit ettiği maddi nizamın bir garantisi gibi görerek destekliyor ve halka itaat tavsiyesinde bulunan rühbsın sını­fına yaklaşıyordu. İktidara yeniden hâkim olan hükümetler ilk iş olarak meclisleri, anayasaları, basın ve toplantı hürri,»- yetlerini kaldırdılar. Sosyal ıslahat ve demokratik rejim fikir­lerinin yayılmasını önlemek için tedbirler aldılar. Siyasi polisi takviye ettiler, sosyalistlerle demokratlan tevkif ettirdiler ve hattâ liberallerle serbest düşüncelileri polis nezareti altına al­dılar. Toplantılarla halk cemiyetlerini yasak ettiler, gazeteleri sansüre yahut otoriteye bunları süreli veya süresiz olarak kapatmak yetkisini veren bir rejime tâbi tuttular; okulları

rühban sınıfının kontrolü altına koydular.Geriye dönüş Fransa’da merhalelerle oldu. 184:8 de Cum,-

hurbaskanı seçilen Louis Napoleon, otoriter bir kabine kur­du. 1849 da seçilen Meclis’teki monarşik bir çoğunluk, cum­huriyetçilere karşı tedbirler aldı. Cumhurbaşkanı askeri bir hükümet darbesiyle Meclis’i kapattı ve bütün iktidarı kendisi­ne veren bir Anayasş. yaptı. Sonunda da 1852 de monarşiyi İmparatorluh adı altmda tekrar kurdu.

Bununla beraber krallık tam mânasıyle kurulmadı; İhti­lâlden Fransa’da tek dereceli seçim, İtalya’da Sardunya kral­lığının liberal Anayasası, Prusya’da iki dereceli ve eşitsiz bir seçimle kurulan bir Meflis ihdas eden 1850 Anayasası, Avus­turya’da angaryaların, köylülerin borçlu oldukları kiraların ve derebeyinin zabıta yetkisinin ilgası gibi tedbirler baki kal­dı. Kargaşalığın millî mahiyette olduğu bütün memleketler­de mücadelenin hâtırası ve buna başarı ile yeniden başlama­nın umudu kaldı. Fransa’da, 1815 andlaşmalarıyla yasak edi­len, İmparatorluğun yeniden kurulması, Devletler arasındaki münasebetleri sarstı.

Harpler v e rejim ıslahatı. — İhtilâl ve irticanın arkasın­dan birbiri peşi sıra büyük devletler arasmda dört harp çıktı ve bunlar, iç rejimde ıslahat yapılmasına yol açtı. Bu ıslahar tın hepsi de köklerini ihtilâlin değiştirdiği üç krallığın birin­den, yani Fransız İmparatorluğundan, Sardunya ve Prusya krallıklarından aldılar. Bu konudaki teşebbüs, 1848 de akim kalan denemeyi gerçekleştirmek için ilkin Napoleon ve Ca- vour, sonra da Bismarck gibi hü’ıcûmet şefleri tarafından ya­pıldı.

Avrupa muvazenesini muhafaza etmek istiyen. diplomat­larla barışın idamesinden menfaati olan iş âlemi, büyük Dev­letler arasında çıkacak bir harpten çekiniyordu. Pı-usya hariç olmak üzere prensip bakımından hâlâ gönüllü yazma sure­tiyle (ki bu, fiiliyatta mecburi bir askeralma ile tamamlanı­yordu) toplanan ordular, harba iyi hazırlanmış değillerdi. Si­lâhlanma alanında az ilerleme olmuştu; çakmaklı tüfeğin ye­rine geçen horozlu tüfek, doldurulması güç ve menzili az olan bir silâhtı; hâlâ bir “tomar” la ağızdan doldunılmakta olan bronz toplar, yavaş dolduruluyor ve obüsten ziyade gülle ya­hut bomba atıyorlardı. Talimler hemen hemen silâh kullan­maktan ve talim meydanında yapılan harekâttan ibaret ol­duğundan, savag alanında yapılacak harekâtı iyi öğretmiyor-

M UKAYESELİ TAR İH İ 349

350 AV RU PA M İLLETLERİNİN

du. Askeri kıtalar yaya yürüyerek yer değiştiriyorlar, hâlâ çadırlarını da beraber götürüyorlardı. Fransa’da topçu ve i&- tihltâm sınıfları hariç olmak üzere, subaylar teknik bir eği­tim görmemişler, savaş tecrübesi edinmemiglerdi. Bunlann talim alanlarında geçirdikleri eğitim, nigan atmaktan, süvari hücumlanndan, piyade harekâtından ibaret kalmıştı.

Yalnız Prusya’nırv merkezî ateşli “iğnecikli tüfek” , kuy­ruktan dolma çelik top gibi mütekâmil silâhlara sahip, metod- la teşkilâtlanmış bir ordusu vardı. Bu ordu için mecburi hiz­met ve bedeli şahsî kabul edilmeksizin asker toplanıyordu; ayrıca orta öğretim görmüş delikanlılara da bir yıl için gö­nüllü yazılmak hakkı verilmekteydi.* Askerler, üç yıllık bir hizmetten sonra, tıpkı muvazzaf ordu gibi savasabilen (ve adına Landwehr denen) bir ihtiyat sınıfına geçiyorlardı. Su­baylar ise özel bir harp okulunda strateji egzersisleri yapa|- rak savaş fennini metodlu şekilde öğreniyorlardı. Ordunun şefleri Napoleon’un seferlerinin incelenmesiyle elde edilen bir doktrini (1 ) iyice kavramış bulunuyorlardı ki bu, harekâta elverişli bir alanı harple ele geçirmek değil, fakat hasma ga­libin isteğini zorla kabul ettirmek için onun silâhlı kuvvetini yoketmekten ibaretti. Buna göre, savaşı politikasının bir âleti

• gibi kullanmak isteyen hükümet, harekete geçmeğe karar ve­receği an İçin milletinin bütün kuvvetlerini hazır tutmak, ha­rekât plânını hazırlamak, bütün kıtalannı seri taşıt araçla- nyla çabucak seferber etmek, sefere katılan askerlerin ikma­lini harp telıâlifi yoluyla sağlamak ve onları çadırlarla yüklü hale koymaksızm mahfuz bir yerde banndınnak zorunday­dı. Fransız ihtilâlci huluslarını metodlar haline sokan Prusya, bu sayede bütün öteki Devletlerden ileri durumdaydı.

İlkin III. Napoleon’un teşebbüsüyle bir sıra harpler bağ­ladı. III. Napoleon, İngiltere’yi Osmanh İmparatorluğunu sa­vunmak için Rusya’ya karsı bir lıarbe sürüklemenin yolunu buldu, oysa ki kendisi bu İmparatorluğa ilsi duymuyordu. Bunda da şahsi bir başan kazanmak fırsatını elde etti; barışı tekrar kuran Kongre Paris’te toplandı ve buna Fransa baş­kanlık etti.

Rus ordularının yenilmesi, yeni çar Aleksandr’ı, çarlığının iç rejimini ıslah etmenin lüzumlu olduğuna inandırmıştı. Çar

(1) Bu doktrin 18S1 den itibaren bir harp fenni profesifrii oUm KUmsanoits! tai'afvndcm formüUestiriîmişti.

bütün serf’leri âzad etmekle i§e bağlıyarak, ekip biçmekte ol­dukları topraklann bir kısmını kendilerine bıraktı; fakat bu toprakları yıllık taksitlerle satın almalarını şart koştu; top­rakların öbür kısmı derebeyine kalıyordu. Asiller tarafmdan icra edilmekte olan zabıta kuvveti onların elinden alınarak (adma mir denen) köy cemaatine ve bir kanton mahkemesi­ne havale edildi. Aleksandr daha sonra Avrupa taklidi mües­seseler, meslek yargıçlan ve cinai bir jüri tarâfffldan tevzi edi­len adalet, Almanya’yı örnek alarak da Üniversiteler kurdu. Politik bir Meclis kurmağa yanaşmadı; fakat (asiller, şehirli­ler, köylüler olmak üzere) üç sınıf tarafından seçilen mahallî işlerle görevli meclisler kurdu.

İkinci savaş Sardunya kralının müttefiki olan Fransa ta­rafından, AvusturyalIları İtalya’dan kovm ak için Avusturya’­ya karşı yapıldı. Bu harple AvusturyalIlar ancak Lombardır ya’yı elden çıkardılar; fakat harp yüzünden prenslere karşı ayaklanmalar oldu, bunların Devletleri Sardunya krallığına il­hak edildi; Sardunya krallığı da liberal anayasasını muhafa­za ederek “ İtalya krallığı” haline ireldi. İtalyan birliği, Fran­sa model alınarak merkezleşmiş bir hükümet şekli altında gerçekleştirildi. Arazi valiler tarafmdan idare edilen (ve illere benzeyen) yeni eyaletlere ve belediye başkanlan tarafından idare edilen kamunlara taksim edildi; bunlann hepsi hükü­metçe tâyin edilmekteydi. Mecburi askeri hizmet usulünce kurulmuş olan ordu ,askere girenleri doğduklan yerden baş­ka bir bölgeye gönderecek tarzda teşkilâtlanmıştı. Venetla ile Rom a henüz İtalyan Birliğine dahil değildiler.

Harp, bunu yapmış olan iki büyük Devlete karsı da tetv- ki yarattı. Avusturya hükümeti artık ödünç para bulamıyoı> du; İmparator, kredisini düzeltmek için, mutlak iktidardan vazgeçti. Kendi hükümet meclisini, İmparatorluğun eyalet­lerinden herbirindeki mahalli bir meclis (Landtag) tarafından seçilen delegelerden meydana gelme bir temsilciler genel mecr lisi (Reichatrath} halin© koydu; L(mdtag>m. kendisi ise dört seçmen kategorisi tarafından seçilmekteydi. Avusturya İm­paratorluğu meşrutî bir monarşi halini alıyordu.

Fransa da III. Napoleon güttüğü dış politika dolayısiyle Papalığın, Devletlerinin büyük kısmmı elinden çıkarmasına sebep olduğu için katolikleri; İngiltere ile İngiliz mallannın girmesini kolaylaştıran bir ticaret andlaşması yaptığı için büyük sanayicileri gücendirmisti. Onlann muhalefetini telâfi

M UKATESELÎ TA R İH Î 351

352 AV RU PA M İLLETLERİNİN

etmek için, liberallere yanaştı; gazeteler üzerindeki baskıyj gevşetti ve seçimle i§ba§ma gelen Meclis’in iktidarmı arttır­dı. “Liberal İmparatorluk” diye adlandırılan bu yeni rejim yava§ yavaş politik hürriyeti yeniden kurdu ve eski partilere bir muhalefet meydana getirmek imkânını verdi.

Almanya’da milliyetçi karışıklıklar tekrar başladı ve so­nunda, İtalya’nın örneğine uyularak, bir “millî biriik” kurul­du ki bu, Prusya hükümetini Alman birliğini gerçekleştirme­ğe şevketti. Yeni Prusya kralı W ilhelm yeni bakanları iş ba­ğına getirerek herhangi bir tepkiyi esasen önlemiş bulunuyor­du. Fakat üç yıllık askeri hizmet artık uygulanmıyordu; W il­helme ise üç yıllık hizmeti yine mecburi hale getirerek orduyu kuvvetlendirmek istiyordu ve yeni alaylar kurmuştu. Sonun­da, seçimle işbaşına gelen Meclis (Landtag), bu usulsüz iş için gerekli ödenekleri vermeği reddetti. Çoğunlukla bakanlar ara­sındaki anlaşmazlık, kralla meclis arasında teorik bir iktidar çatışması haline geldi; tam o sırada başbakan oln Bi.smarck, vergileri kanunsuz olarak toplamak suretiyle hükümeti idare­yi kabul etti.

İkinci savaşlar serisi ise Prusya hükümetinin başı olan Bismarck’m teşebbüsü ile çıktı. Bismarck Avusturya’yı, Prus­ya ile birlik olarak, iki dükahk (Schleäwig-Holstein) yüzünr den Danimarka kralına harp açmağa ikna etti. Bu iki dükar lığın kimin olduğu nizah bir konu idi; Bismarck Danimarka’r yı bunları verm ek zorunda bıraktı. Avusturya ile Prusya bu­na ortaklaşa elkoydular; sonra bunların idare tarzı hakkın­da aralarında anlaşmazlık çıktı. Bismarck bunu bahane edip Avusturya’ya karşı İtalya ile ittifak yaparak harp açtı. Avusr turya ise Alman prenslerinin çoğu ile ittifak yapmıştı. Bu harp, Prusya metoduna uygun olarak, sür’atli bir istilâ ile sevk ve idare edilerek kesin bir savaşla sonuçlandı; bu da Avusturya’yı, galibin şartlarım kabul etmek zorunda bıraktı.

Almanya’yı yeniden teşkilâtlanm işinde hâkim durumda kalan Prusya, kendi arazisini ikiye bölmekte olan Alman Devletlerini ilhak etti ve Güneydeki dört Devlet hariç, bütün ötekileri bir Kuzey Almanya federasyonuna girmeğe zorladı. Başkan unvanını alan Prusya kralı (harp, dışişler, ticaret, gümrükler gribi) bütün dış münasebetleri kendi üzerine almış­tı; Devletlerin hükümetlerince gönderilen delegelerden müte­şekkil bir federal konsey ve bir şansölye vasıtasiyle, beri yanr dan da tek derece ile seçilen, fakat rolü kanunlarla yeni ver­

gileri karara bağlamaktan İbaret olan bir meclisle (Reiohstag) hükümeti idare ediyordu.

Fransa’da dış politikasmm başarısızlıkları, liberal ve cum­huriyetçi muhalefetin muvaffakiyetleri yüzünden cesaretsizlir ğe düşen III. Napoleon, liberal mahiyette tavizler vermeğe de­vam etti; hattâ sonunda çoğunluğun milletvekillerinden müte­şekkil sorumlu bir kabine kurulmasını da kabul etti.

Harplerin doğurduğu buhranların digmda kalan İngiltere, ekonomik bir refaha kavuştu ve bu, bir zanaat sendikaları fer derasyonu içinde toplanan işçilere. Parlâmentoyu seçim reji­mini ıslaha mecbur edecek kadar kuvvet verdi. Bir meskenin kiracısı olan işçilerin çoğuna seçim hakkı verildi, böylece da İngiliz işçileri kamu iktidan üzerinde etki yapmak imkânına kavuştular.

Generallerin, kraliçenin çevresiyle anlaşmazlık halinde bu- lunduklan Ispanya’da bir askerî ihtilâl kraliçenin kaçmasına eebep oldu. Bir anayasa hazırlamak için toplantıya çağınlan Meclis, monarşijâ muhafaza etti; fakat bunun yanısıra sorumr lu bir kabine ile tek dereceli olarak seçilen bir de meclis bulun­maktaydı.

İspanya tâcınm bir Prusya prensine teklif edilmesi Fransa ile Alman Devletlerinin müttefiki olan Prusya arasmda kesin bir savaşın çıkmasına vesile oldu. Çabuk sevk ve idare edilen harp, Fransa’nın istilâsına ve Fransız ordulannın esir düşmesi­ne yol açtı. Harbin sonuçlarr şunlar oldu: İlkin Paris’te çıkan bir ihtilâlle Cumhuriyet ilân ve bir “ Millî Savunma” geçici hü­kümeti teşkil edildi, - sonra İtalyan ordusu Rom a’yı zaptede- rek Papa’nın cismanî iktidarına son verdi, - onun peşinden Gü­ney Devletlerinin de katıldıklan bir “Alman İmparatorluğu” kuruldu, - nihayet yapılan banş sonunda, Loren’in bir kısmiyle Alsas doğrudan doğruya Berlin hükümetine tâbi “ İmparatorluk topraklan” haline sokuldular.

Politik doktrin ve rejimle)-. — Bu buhranlar olup biterken Avrupa’da bir takım siyasî müesseselerin, usullerin ve doktrin­lerin teşekkülü sona ermiş b'alunuyordu; bunların hepsi bir ör­nek olduklanndan, bütün Devletlerde aynı terimlerle ifadelen­diriliyorlardı: İngiltere ile Birleşik Am erika’nın teoriler haline sokulmuş politik âdetlerinden gelnıeydiler ve Fransa ile Bel­çika tarafından kabul edilmiş bulunuyorlardı. Genel olarak ter mel, Ano/uasa idi ama bu, İngiltere’de olduğu gibi artık teamü-

F. 23

MUKAYESELİ TARiHÎ 353

354 AVKU PA M İLLETLERİNİN

lî değ-ildi de resmî bir metin halinde yazıh bulunm.aktaydı; Anayasa hükümdarın iktidarını açık bir şekilde sınırlayıp uy­rukların haklarını inanca altma alıyordu (Metinlerin çoğunda bu haklar, aynı terimler kullanılarak sayılmış bulunmaktaydı).

İsviçre hariç bütün Avnıpa Devletleri merkezleşmiş monar­şilerdi. Veraset yolu ile tahta çıkan hükümdar, hukukçular ta­rafından "ic7-a kuvveti” diye adlandırılan ve tek pratik kuvvet olarak kalan hükümet tarzım muhafaza ediyordu (1). Hüküm­dar kurul halinde çahgan ve nazarî olarak kendisinin müşavir^ leri olan, aslında ise hükümetin gerçek şefleri haline g-elmig bulunan bakanlar vasıtasıyle hükümeti idare ediyordu. Bütün memurları tâyin eden, bütün zâbıta tedbirlerini alan, ihsanlan, lûtuflan, bağışıklıkları veren, nizamname ve kararları çıkaran, yabancı memleketlerle münasebetleri idare eden hep onlardı; hattâ kanun ve bütçe taşanlarını kaleme alarak “ teşriî” mua­meleleri dahi onlar hazırlıyorlardı.

Evvelî bir hakka dayanılarak kurulmuş olan hükümetin yanısıra. Anayasa, hukukçulaım “ tesrii kuvvet” diye adlandır­dıkları işlemi, iki Meclisten mürekkep bir gı-upa vermekteydi: Bu iki Meclis, İngiliz örneğ-ine uyg-un olarak, aynı an ve zar manda ve aynı -şehirde is görüyorlardı. Bunlardan hiç olmazsa birisi hükümete bağlı olmayan seçilmiş üyelerden mürekkep olmak gerekti ve hükümdar, seçilmiş meclisi kapatmak hak­kını muhafaza ediyordu. (Yalnız küçük Balkan milletleri bir tek meclise sahiptiler.) Meclislerin iktidarı kanun taşanlarını ve vergileri tartışmaktan, tadilden ve karara bağlamaktan ibaretti; vergiler genel olarak İngiliz üsulüne göre tesbitediliyor ve hükümete verilen ödeneklerin hangi giderlere har­canacağı nizam altına alınıyordu. Fransız rejimi Meclis'e hem gelirleri, hem giderleri içine alan “Maliye kanunu” nu kabul etmek yetkisini vermekteydi.

Meclis İngiliz örneğine dayanılarak ihdas edilmiş kuralla^- ra göre alenî oturumlar yapmaktaydı. Üyelere söz veren bir baskcm’ı, “gündem” den (2 ), müzakereden, tasarıların tadilin­den, oyalanmasından (reye konm,asından), önergelerden (takrir-

(1) Genel öl%rak “ hüküm ete geçm-ek” yahut “ iktidara geç- de denirse de ¡öîî iki terim avnı anlamda kvMamlmakta^

dır.(2\) Bu terim İngilizcedir ve gün içinde yapılması gereken

çalışmayı str'aya koyan nisam anlamına goUr.

lerden), ve “karar” lardan mürekkep bir “görüşme, müzakere usulü” vardı. Meclis, çalışmaları hazırlayıp tartışmalara esas teşkil edecek rapor’u sunmakla görevli komite'\&v Ckomisyon’ 1ar, encümen'lerr) tayin ediyordu,

Seçim rejimi iki ayrı metoda göre nizamlanmaktaydı. Dev­letlerin çoğu, oy vermenin belirli değerde gayrımenkule sahip olmak suretiyle kamu iyiliğinde menfaati olan kimselere mah­sus bir kamu görevi olduğ-u yolu-ndaki eski prensipi idame edi­yorlardı. Megnıti rejime yeni girmig Devletler ayrı çeşit men­faatlere ayn bir temsil şekli vermeği deneyerek seçmenleri ka­tegorilere ayırmışlardı; Avusturya’da ,. Macaristan’da, Ruman- ya’da ve mahallî meclisler için Rusya’da bu rejim vardı. Oy vermeyi vatandaşlık sıfatına mahsus bir hak sayan birkaç Devlet de, kökü ihtilâlden kalma olan, tek dereceli seçim usu­lünü ihdas etmişlerdi. Otoriter hükümetler bunu Fransa’da İm­paratorluğu meşrulaştırmak, Almanya’da ise particulariste’le- rin (yani birleşik tek bir Alman Devleti kurmakla beraber ken­di iç bağımsızlıklarını muhafaza eğiliminde olanlann) gelenek­lerine karşı Alman birliğini sağlamlaştırmak için kullanıyor^ lardı.

Böylece Avrupa’ya mahsus bir çeşit anayasa hukuku te­şekkül etmişti ki başlıca vasıfları sınırlı monarşi ve milletin politik hürriyeti idi; bunlar da kanunları ve bütçeyi karara bağlayıp hükümetin icraatını aleniyete döken iki meclisle inan­ca altına alınıyordu. Fakat rejimler, aynı resmî ■■jekiller altında olmakla beraber hükümdarla bakanların, bakanlarla ıneclisr lerin, meclislerle seçmenlerin aralarındaki gerçek münasebet­lere göre, fiiliyatta bambaşka şekillerde işlemekteydiler. - Hür kümdann seçtiği bakanların meclislere tâbi olmadıkları Dev­letler, gerçek iktidarı hükümdarın elde tuttuğu, sadece “meşr rutî” monarşiler olarak kalmaktaydılar. - Bakanlar meclis kar­şısında sorumlu, yani hükümeti meclisle anlaşma halinde idar reye mecbur oldukları zaman, rejim parlmanter (İngilizcede responsable, sorumlu) (1) hale geliyordu. - Milletvekilleri seç-

M UKAYESELİ TAR İH İ 355

(1) Hukukçular "kuvvetler ayrılığı" teorisini muhafaza edi/uorlardı arria burnun, bakanlann' meclis karsısındaki sorum- htluğu ile tesat halinde olduğunun farkında değillerdi; hükü­m etçe tayin edilen memurlardan başka kimseler olmayan ]yar gıçtara “adil kuvvet, kaza kuvveti" dem ek suretiyle de bu teoriyi uygulamağa devam ediyorlardı.

356 AVRU PA M İLLETLERİNİN

menlere yahut imtiyazh bir seçmen zümresine zayıf şekilde bağlı oldukları zaman, rejim aristokratik hale greliyordu; tek dereceli sesimle de demokratik hale gelmekteydi.

Bütün anayasalar uyrukların hürriyet hakkını tanıyorlar, kanunlar da bunların hangi şekiller altında tevkif olunup yaı> gılanacaklarmı açıklıyorlardı. Fakat Devlet iğin (savaş, ayak­lanma veya kargaşalık gribi) ciddî bir tehlike olduğu takdirde, hükümet gerek kendi yetkisini kullanarak, gerek Meclislerin muvafakatiyle, Anayasada yazılı (1 ) “ inancaları kaldırmak” ve rejimin normal işleyişini durduran mutlak bir iktidar icra et­mek hakkını muhafaza ediyordu. Bu takdirde hükümet mec­lisleri tatil ediyor, bütün toplantıları ve bütün gazetelerin çık­masını yasak ediyor, ölüm cezası vermeğe yetkili olağanüstü mahkemeler ve askerî yargıçlar vasıtasiyie tevkif ve yargıla­ma yetkisine sahip bulunuyordu. Bu olağanüstü rejim bilhassa Güney Devletlerinde, basımlarından kurtulmak yahut her tür­lü muhalefeti durdurmak iğin, gerçek bir tehlike olmadığı zar man > dahi, kötü niyetle kullanılmaktaydı.

Bütün Devletlerde kamu hayatının gittikçe daha çaprar şık hal alan işlemleri teferrüat kabilinden bilgilere sahip bur lunmayı, pratik bir tekniği ve daimî surette hazır ve mevcut olmayı gerektirmekteydi; hükümet bunu ancak meslekten ye­tişme daimî bir memur kadrosu ile elde edebilirdi. Hattâ mer­kezî hükümetin sadece maliye memurlarına sahip bulunduğu İngiltere’de bile, şehirlerde seçimle işbaşına gelen belediyelerin kurulması, mahallî makamların hizmetinde bir personel kad­rosu ihdas etmek mecburiyetini doğurmuştu.

Bütün işler yazılı şekilde yapılmaktaydı. Hükümete ha­berler raporlar ve dosyalarla; hükümetin emirleri de karar­nameler, nizamnameler, tamimler, memurlara yollanan talimat­larla veriliyordu. Sözlü muamele olarak sadece meclislerin söy­levleri ve politik dâvaların müdafaaları kalıyordu ki halk bun­lan yalnız gazetelerden öğreniyordu. İdare edenlerle edilenler arasında artık hiçbir şahsî münasebet kalmamıştı. Uyruklarla yalnız memurlar doğrudan doğruya temas halindeydiler ve Devleti rejiminin gerçek vasfı, onların alışkanlıklanna bağlı bir şey olarak kalıyordu. Politik hayatı zayıf olan (Güney ve Orta Avrupa Devletleri gibi) bütün memleketlerde memura

f l j Bu rejim e “ örfi idare” veya “sıkv yönetim ’ adi da vetr ritmekteydi. ‘

lar iğlerini görm ek ve bilhassa memuriyetlerinin nizamlarını uygulamak için para alıyorlardı.

Partiler. — Bütün Devletler için müşterek olan hareket noktası, hükümdarla memurlarının mutlak iktidarı olmugtu; bunlar arasmdaki anlaşmazlıklar gizli kalıyor ve daimî şekil­lere girmiyordu. İ^ler bir mecliste tartışılmağa başlanınca, bu meclisin üyeleri arasındaki anlaşmazlık, alenî ve daimî toplu­luklar olan partileri doğurdu. Milletvekilleriyle seçmenler bir tercihe göre gruplanmışlar ve bu tercih, bir doktrin şeklini a!lmı§tı. Bunların rejim ülküsü, bir duyguyu ifadelendiren bir­kaç formülde özetleniyordu. Anlaşmazlık ya hükümete bırakı­lan yetki miktarı, - ki uyruklara tanınan hakların miktarı bur na bağlıydı, - ya da seçme hakkma verilecek şümulle ilgiliydi,

Mutlakiyetçi veya muhafazakâr partiler iktidarın hüküm­dar, memurlar, aristokrasi, rühban sınıfı gibi eski otoritelerin elinde kalmasına önem veriyorlardı; formül olarak sosyal ni­zamı, otoriteyi, aileyi, dini benimsemişlerdi, - Liberal partiler eski iktidarları zayıflatmak ve uyrukların haklarıyla faaliyet imkânlarını arttırarak meclisin yetkisini de arttırmak arzur sundaydılar; seçilmiş %ıeclis karşısında “bakanların sorumlu­luğu" nu ve söz, basın, toplantı, birlik kurma gibi “siyasî hak­lar” ı istiyorlardı. - Radikaller demokratik eşitlik ve milletin egemenliği adına tek dereceli seçimi isteyerek liîierallerden ay­rılmışlardı. Bunlar ancak İsviçre’de iktidarda idiler; burası, fe­deral cumhuriyet halinde teşkilâtlanmış tek Avrupa Devleti idi ve gerçek iktidar (her) kantonda ve federal hükümetin için­de) konseyleri sadece delegeler olan, seçilmiş meclislere ait bulunuyordu. Radikaller orada referandum ve inisyatif gibi, kanunları kabul veya red (hattâ teklif) etmek için halkın o y ­una başvuran yeni yeni müesseseleri denemeğe başlıyorlardı. Bu doktrinlerle bu formüller artık yalnız burjuvaziye değil, zanaatkârlar, şehirlerdeki işçiler ve bazı köylüler arasına da girmekteydi.

İstihsalin a-rtm. — İstihsal gittikçe daha fazla olarak art­maktaydı. 1848 de Califomia, 1851 de Avusturalya altun ma­denlerinin bulunması altun istihsalini o zamana kadar görül­medik ölçüdei arttırmış, ortalama istihsal yılda 20 den 150 tona

■ çıkmıştı. Bu yüzden de (1820 denberi hemen hemen istikrarlı kalmış olan) fiyatlerde hızlı bir artış oluyor, bu İse her çeşit istihsali teşvik ediyordu.

Avrupa’nın en büyük kısmında tarım henüz hiçbir ilerleme

M UKAYESELİ TAK İH Î 807

358 AVRU PA M ÎLLBTLERİNtrî

kaydetmiş değildi. Verim ancak İngiliz asimdan yeni metodlar ra (XVII. bölüme bk.) -alışık memleketlerle, patates ekiminin alkol taktirhanelerine hammadde vermekte olduğu Prusya’nm genig arazisinde kuvvetle artmaktaydı. Tanm son zamanlarda Almanya’da icad edilmiş olan kimyevî grübrelerin kullanılma­sıyla, fakat daha ziyade demiryollarının kurulmasıyla yeni bir ilerlem.e kaydediyordu. Demiryolu (hayvan, sütlü maddeler, yumurta, tavuk, peynir gibi) çabuk bozulan maddeleri, istihlâ­ki sür’atle artmakta olan şehirlerde satmak imkânını yarafc- maktaydı. İstihsalin artması tanm tekniğinin iyileşmesinden ziyade, yeni mahreçlerin açılmasından ve fiyatlerin yükselme­sinden ileri g-elen bir şeydi. Buna karşılık o zamana kadar en emin kârları sağlamış olan endüstriyel bitkiler ekimi, bağlarla ipek böceklerine ârız olan hastalıklar yüzünden ve endüstriyel boyaların yaptıkları rekabet dolayısiyle değerlerinden kaybet­meğe başlıyorlardı.

Endüstri ise buhar makinesi, demir ve çelik sanayii, 1848 den önce çok yavaşken sonradan çok çabuk ücrliyen demiryol­ları inşaatıyla daha g'eniş ölçüde deği.^mekteydi. Birkaç yıl içinde Avrupa’yı, bütün memleketlerden %eçen ve bütün büyük şehirleri birbirlerine bağlayan büyük hatlar kaplamıştı. Demir­yolları tıpkı büyük sanayi gibi, disipline tâbi bir memur, ma­kinist vc ücretli işçi kadrosu ile teşkilâtlanmıştı. Treiiler bü­tün taşıt işlerini ve mektuplann gönderilmesini üzerlerin© alı­yorlardı, ki yeknasak fiyatli posta pulunun icadıyle bu, daha da kolaylaşmıştı. Aynı zamanda elektrikli telgraf bir mesa­jın kıtanın bir ucundan öbür ucuna ve denizaltı kablosunun döşenmesiyle de bir kıtadan öbürüne bir an içinde ulaştırılma­sını sağlıyordu.

Maden sanayii iki buluşla altüst olmuştu. Erimiş haldeki demirin içinden hav'a cereyanları geçirmekten ibaret olan Bes- semer usulü, demirin içindeki pislikleri bertaraf edip onu bir çeşit çelik haline sokuyor; sonra birtakım cevherler ilâve olu­narak bu çeliğe istenen kalite veriliyordu. Çok yüksek sıcakr lıklara ulaşan havagazı fırını daha saf ve daha eşit kalitede bir demir istihsalini sağlıyordu. K ok kömürü ile ısıtılan yüksek fırınlann kullanılması yayılmaktaydı. Maden sanayii raylar için gerekli demir ve çeliği, lokomotifleri, buhar makineterini, köprülerle büyük yapıların madenî iskeletlerini daha büjâik miktarda ve daha ucuza veriyordu.

Maden kömürünün ve demir cevherinin maden sanayii *9-

rafından istihlâkinin artması madenlerin istihsalini de a r tt ın - ' yordu. Yünün, pamuğun, İtetenin makine ile iplik haline sokur iup dokunmasında gittikse daha genig ölçüde kullanılmaktay­dı. Tagıt işleri ile madencilikteki bu ilerlemeler, endüstri ma- mûîlerinin bolluğrunu görülmedik bir çabuklukla arttırıyor ve bunları her memleketin içine çok daha kolaylıkla sokuyor­du. Bunlar bilhassa büyük sermaye isteyen geniş ölçüde âlet­ler ve teçhizatla i§ gören büyük sanayii daha faal hale getiri­yorlardı. Bu değişiklik henüz İngiltere’nin, Belçika’nın ve Fransa ile Almanya’nın küçük bir kısmındaki endüstri bölge­lerinde meydana gelmekteydi ve adlanna “ maşinizm” ve “ka­pitalizm” denen geyler buralarda yerleşiyordu.

Tica/ret ve kredi. — ■ Demiryolları ile pervaneli gemilerde taşıma fiyatının azalması yüzünden ticaret çok faal hale gel­mişti. Geniş ölçüde istihlâk edilen buğday, kereste, yün, pamuk ve madenlerle kahve, şeker, (ve İngiltere’de çok geniş ölçüde kullanılan) çay gibi “sömürge maddeleri” üzerinde toptan ig görüyordu. Aiımr-satımlar gittikçe daha fazlalaşan vadeli sa­tışlar halinde, ticaret borsalarmda yapılıyor ve bu çeşit satış­lar, mallann alınmasıyla satılması anındaki fiyat değişiklikle­rinin tehlikelerine krgı emniyette bulunmak imkânını sağlıyor­du.

İngiltere’nin örneğine uyan hükümetlerin politika değiş­tirmeleri sayesinde, yabancı memleketlerle olan ticaret de ko­laylaştı. Ingilizler tarafmdan genel bir teori olarak teklif edi­len serbest mübadele, “ liberal” ekolün iktisatçıları tarafmdan bütün ticaret kollarına uygulanan hürriyet fikrinin halk ta­rafından tutulmasından da faydalandı. III. Napoleon’un İngil­tere ile yaptığı ticaret anlaşması bütün yasakları kaldırdı ve gümrük resimlerini malın değerini % 25 ine kadar indirdi. Devletlerin çoğu arasında da buna benzer anlaşmalar yapıldı (1860 ile 1870 arasmda bunun gibi 120 anlaşma yapıldığı hesap­lanmıştı). On yıllık süre ila yürürlükte olan bu anlaşmalar, alı­cılara hesaplan için sâbit bir esa» vermekteydiler. “En ziyad« müsaadeye mazhar millet” şartı iayesinde, âkidlerden herbiri ötekin© karşı, diğer Devletlere uyguladığı asgari güm rük res­minden fazla resim almamak taahhüdüne giriyordu. Gümrük tarifelerini alçak tutmağa yarayan bu usul genel bir “ serbest mübadele” rejimi hazırlamak amacını güder gibi görünüyordu. Yine aynı zihniyet dairesinde hareket eden Devletler, yaban­cılara kendi sömürgeleriyle ticaret yapmak hakkını da bah-

M UKAYESELİ TAR İH İ S5Q

3Ö0 A V R U P 4 MÎLlUBTLEBÎNtN

getmekteydUer.Perakende ticaret İs®, tersine olarak, eski alışkanlıklarını

muhafaza ediyordu. Hayvan piyasasında hâlâ uygulanmakta olan usulü tatbik oderek, bir fiyat tesbit etmeden önce mügteri ile pazarlık yapmak suretiyle en fazla kâr etme çarelerini arat­tırıyordu; bu ise mallan uzun zaman mağazada saklamak gibi bir mecburiyet yaratmaktaydı. Bu ticaret kolu, alıcılara sınırsız sürelerle kredi açmağa da devam ediyordu. Siparişler peraken­deciler tarafından tacirlerin hizmetlerinde olan gezici satış me- murlanîia verilmekteydi.

California ve Avusturalya altununun birdenbire bol mik­tarda g-elmesi ve yeni maden çıkarma usulleri sayesinde gümü­şün fazla istihsali yüzünden kredi işleri altüst olmuştu; gümü­şün fazla istihsali, altunla gümüş arasında tahminen bin yıl- danberi muhafaza edilmiş olan değer nisbetini yoketmigti. K ıy­metli madenlerin bollaşması dolayısiyle tedavüle çıkarılan muazzam para miktarı, demiryollar ve büyük sanayi müesse­seleri için gerekli sermayeleri toplamağı mümkün kılıyordu. Y a tasarruftan, ya da endüstri ile ticaretin kârlarından mey­dana gelen paralar, kredi merkezleri haline gelen bankalarda toplanıyorlardı. İmtiyazlı Devlet bankaları tedavüle gittikçe artan miktarda banknot çıkarıyorlar ve banknotlar alışverişte para yerine geçiyordu. İngilizler, hattâ istihlâk maddeleri için dahi ödeme yerine çek kabulüne alışıyorlar, bu ise paraya ve banknota olan ihtiyacı azaltıp kredilerin kıymet hacmini arttı­rıyordu.

Bankalar para mevduatı, hesap havalesi, emtia üzerine ik­raz ve bilhassa ticarî senetlerin Iskontosu ile Devletlerin is­tikraz tahvillerinin emisyonu gibi, bütün memleketlerin âdetle­ri arasına girmekte olan, ananevi muameleleri daha büyük öl­çüde yapıyorlardı. Taşra şehirlerinde birçok özel bankalar kal­mıştı ve bunların oralardaki müşterilerle şahsî münasebetlerde bulunmak gibi bir üstünlükleri vardı. Fakat çok yüksek bir sermayeye muhtaç olan büyük kredi müesseseleri sermaye ba­kımından anonim şirketler halini alıyorlar ve başka şehirlerde şubeler açarak muamelelerini senişletiyorlardı. Bunlardan ba­zıları tskoçya’mn örneğine uyarak, müşterileri tarafından ya- tınlan paraları büyük sınaî teşebbüsler ve bilhassa demiryol Uıgaatiyle havagazı kumpanyaları için uzun vadeli ikrazlar şek­linde kullanmağa başlıyorlardı.

Maden işletmeleri, büyük maden sanayii, vapur kumpanya-

lan, demiryollan, kimya ve hattâ dokuma endüstrilen gribi faz­la sermayeye muhtaç olan işler, "mahdut mesullyetli” anonim şirketler halinde teşkilâtlanarak değişik bir temettü hissesine hak kazandıran aksıij/on’la.r, ya da sâbit bir faiz getiren ve belirli bir zamanda bedeli iade olunan obligasvon’\aT çıkanyor- lardı. Devletler m asraflanm karşılamak için sermayeye başvu­ruyorlardı. Bütçeleri açık vermekte olan Fransız İmparatorlu­ğu, borcunu 5 milyardan 13 milyara çıkarttı; Güney Devletleri ile Avusturya hep bütçe açığı ile yaşıyorlar ve istikraz yapmar ğa devam ediyorlardı. Bütün bu (istikraz tahvilleri, aksiyonlar, obligrasyonlar gribi) menkul kıymetlerin alım-satımının yapıl­makta olduğu Borsalar bunun üzerine vadeli büyük spekülâs- yonlann yapıldığı merkezler haline geldiler; buralarda utandı­rıcı bir gekilde büyük servetler meydana geliyor, yahut büyük servetler mahvoluyordu. Bu Borsaların en önemlileri milletler­arası para piyasası haline geldiler; yoksul memleketler bura­lara başvurup zengin memleketlerden ödünç para alıyorlardı. Dünyanın en büyük ticarî merkezi haline gelen Londra, aynı zamanda Devletlerin istikrazları ve yabancı memleketler te­şebbüsleri için en büyük sermaye hâzinesi vasfını edindi.

Nufus. — Avrupa’da nufus, bilhassa doğum fazlasıyla, art­maktaydı, çünkü doğuinlar hem tanm cı ve yoksül kalmış bu lunan Doğu Avrupa’da, hem de ücretli isçilerle meskûn biiyük endüstri bölgelerinde çok yüksek nisbetteydi. Fransa’da, o za­man anormal görünen bir istisna ile, zenginlik itiraz götürmez bir şekilde artarken, doğumlar hızla azalmağa başladı. İkti­satçılar, çocukların, bunlan besleme kolaylığı ile birlikte art- m alan gerektiğini öğretmişlerdi. Tersine olarak, en yüksek do­ğum nisbetinin Doğu Avrupa ile Güney memleketlerindeki se­fil halklar ve Büyük Britanya ile Fransadaki tanm gündelik­çiler ve dügük ücretli işçilerden mürekkep en yoksul aileler ara­sında bulunduğu müşahede edildi. En alçak nisbetteki doğum ise en hali vakti yerinde aileler arasında ve büyük şehirlerin en zengin mahallelerindeydi (1). Bundan da göyle bir sonuca vannak icap etti: Az sayıda doğumlar çocuklan beslemek kud­retsizliğinden değil, fakat hali vakti yerinde olmaktan ileri geliyordu; çünkü böylelikle çocuklan ana-babalannm sosyal

M l^ Y K S B L l TAR İH İ 301

( i ) Aımı fark Birledik Amerika, ve Avusturalya gibi Avrupa (h9%nda ohıp AvtupaU fıalkM meskûn mem leketlerde de oürill-m .

362 AVRU PA M ÎLLETLERİNİN

seviyesinde tutabilmek münakün oluyordu; doğrum azlığı, geçim imkânlarının m lktanyla münasebeti olmayan ihtiyarî bir sı­nırlamanın sonucu idi.

Şehirlerdeki nufus, bilhassa köylerdeki işçilerin g'öçetmele- riyle, çok daha çabuk artıyordu. 100.000 den fazla nufuslu şe­hirlerdeki artıg Avrupa’nm tümü için % 25, Batı Avrupa için %34 olarak hesaplanmıştı. Nufus köylerden şehirlere doğru yer değiştiriyor, Avrupa dışına taşmağa da başlıyordu. 1848 den itibaren (İrlanda dahil olmak üzere) bilhassa İngiltere ve Al­manya’dan Birleşik Devletlere göç, çok kuvvetlenmişti.

Toplum. — Hem politik hayatın değişmesi, hem teknikte ve ticaretteki İlerlemenin sonucu olan, maddî hayattaki deği­şiklik dolayısiyle toplum da değişmişti. Doğu Avrupa’daki ka­nunî eşitsizlik, nihayet kaldırılmış bulunuyordu; Avusturya ile Macaristan’da bu, derebeyi haklarının ilg-asıyla; Rusya’da da serf’liğin kaldırılmasıyla başarılmıştı. Prensip olarak yahudi- lere de eşitlik verildi, onlar da kamu haklarından faydalan­mağa başladılar. Eşitsizlik, gerçek hayatın şartlan olan zengin­lik, eğitim ve toplumda saygı görm ek gibi konularda baki kal­dı ; giyimde, konuşugta ve hal ve gidişte de belli olmağa devam

, etti.Büyük çoğunluk köylülerden mürekkep olmağa devam edi­

yordu. Doğu Avrupa’da bunlann durumları hukuken yüksel­mişti ama bu, onlann yaşayış tarzını pek fazla iyileştirmemlş- ti. Rusya’da, hürriyete kavuşan ve toprağın bir kısmına sahip olan serf’lerin sırtında ağır bir tazminat yükü vardı. Merkez bölgesinde ise bunlar ancak (ortalama olarak 4 hektardan ek­sik) yetersiz bir toprak parçası almışlardı ki bu, ailelerini gre- çindlrmeğe yetmiyordu. Onun için zanaatkâr veya işçi sıfatiy- le uzaklara, şehirlere gidip iş aramak zorundaydılar. - Polonya, Doğu Prusya ve Avusturya’da bunlann çoğu büyük bir mülk sahibinin toprağı üzerine yerleşmiş gründelikçiler olarak kalı­yorlardı.

Batı Avrupa’da köylüler tanm maddeleri fiyatlanm n yük­selişinden faydalanıyorlardı ama bütün kâr kendilerine kal­mıyordu; çünkü kiracılar toprak için daha yüksek kira ödür yorlar, toprak sahibi köylü ise yüksek faizli bir borç yükü al­tında eziliyor ve bunu ödemekte güçlük çekiyordu. Demokratik partiler tarafından istenen tarım kredisi bir türlü tegkilâtla- namıyordu. T an m işçilerinin ücretleri hayat pahalılığına g'öre daha yavaş yükseldiklerinden, gündelikçiler sefalet içindeydi­

ler. Bununla beraber kârların ve tasarrufun artmasıyla Avrupa kıtası memleketlerindeki köylerin yaşayışında bir iyileşme g'ö- rüldü ve en elverişli durumlarda bu, bir. lıali-vakti yerindelik şeklinde belirdi. Fakat Büyük Britanya’da buğrday ekimi artık yüksek gümrük ı-esimleriyle himaye edilmediğfinden bu ekim gittikçe terkedilmeğ-e başlandı ve tarımcı nufus azaldı.

Endüstri i.sçileri tekniğin ilerlemesinden çok eşitsiz bir tarzda faydalanmaktaydılar. Zanaatkârlar fiyatların yükseli­şinden ve bilhassa yiyecek, giyecek ve mamûl maddeleri teda­rikteki daha büyük kolaylıktan fayda gördüler. Daha büyük miktarda et ve (şarap, bira, rakı "eau-de-vie” gibi) alkollü iç kiler içmeğe başladılar ,ki bu her zaman için bir refah belirtisi sayıla-gelmişti. Evlerinde çalışmakta olan işçiler ise tersine olarak, makineyle görülen işin rekabeti yüzünden yenilmiş du­rumda olduklanndan, işsizlik krizlerinden ıztırap çekiyorlar ve bunlann sayısı azalıyordu.

Ingiltere’deki büyük endüstrilerin işçileri ve bilhassa za­naatta teci'übe istiyen kollardaki “ kalifiye” işçiler, işverenleri ücretleri, ig günlerinin süresini, ustabaşılarla olan münasebet­leri kendileriyle tartışmağa zorlamak için ımion (sendika) lar­dan faydalanarak yaşayış tarzlarını düzeltmeğe başlıyorlardı. Aynı zanaat kolunun sendikalan daimî federasyonlar kurmuş­lardı ve bunların en kuvvetlileri müşterek menfa,at© uygun te­şebbüsleri yapmakla görevli bir sekreter tutmağa yetecek ka­dar aidat topluyordu. Bütün federasyonların delegelerinden meydana gelen yıllık bir kongre, kamu makamlarına istekleri bildirmek için aralarında anlaşmak imkânım veriyordu. Bu teş­kilât işverenlerle şiddetli anlaşmazlıkların çıkmasına yol açtı; işverenler bir işçiyi işe almazdan önce bunlardan, hiçbir sen­dikaya mensup olmadığına dair yazıh bir beyan almağa baş­ladılar.

Grevleri tahrik etmekle suçlandırılan sendikalara kargı uzun zaman düşman olan kamu efkârı, bir hükümet komisyo­nu tarafından yapılan soruşturma neticesinde fik ir değiştirdi: Soruşturmadan anlaşıldığına göre sendikalar grevleri önleme­ğe çalışıyorlar, sadece ücretlerin seviyesini ve çalıgmanın sü­resini muhafaza çarelerini araştırıyorlardı. Çalışma şartlanmn bir nizamlayıcısı sayılan İngiliz rejimi, öteki memleketler İş­çileri için de bir teşkilâtlanma örneği haline geldi. İşçiler ta­rafından kurulan istihlâk “kooperatif şirketleri” toptan alımlar yapıp ekmeği, bakkaliye ve giyim eşyasını daha ucuz fiyate

M UKAYESELİ TAR İH İ S63

364 AV RU PA M ÎLLBTLBRÎNÎN

verecek kadar zeng-inlegmişlerdi.Hayat seviyeleri zanaatkârlarmkine göre biraz daha üstün

olarak kalan perakendecilerle küçük memurlar da kendi du- rum lanm biraz düzeltiyorlardı. Fakat yagayış tarzları hiç de- ğigmemekteydi; seyahate çıkmıyorlar, hemen hiç okumuyor­lardı. Eğrience olarak sadece düğün, karnaval, panayır tema­şaları, patronların tertipledikleri senlikler gibi şeylere sahip­tiler.

Endüstrinin, ticaretin ve bankacılığın kârlarından en büyük hisseyi “orta sınıf” alıyordu; çünkü patronlar, tâcirler, ban­kerler hep burjuva idiler. Avukat, hukukçu, hekim, edebiyatçı, profesör gibi “ serbest meslek” erbabı da bundan dolayısiyle fayda görüyorlardı; bunlar sayıca artıp zenginleşmekteydiler. Mülk sahibi burjuvalar, toprak kiralarının artmasından ve ara­zi değerinin yükselmesinden fayda görüyorlardı. Paraya yahut menkul kıymetlere sahip olanlar aksiyonlara yahut Devlet is­tikrazlarına para yatırarak gelirlerini arttırıyorlardı. Bunlar para faizinin yükselmesinden de kârlı çıkmıglardı (Fransa’da faiz nisbeti Devlet istikrazları için % 3 den 5 e çıkmıştı).

Bütün Doğu Avrupa memleketlerinde asiller üstün sınıf olarak kalmaktaydılar. Çok büyük mülklere sahip derebeyle- riyle küçük asiller arasındaki fark baki idi: Avusturya’da de­rebeylik haklarının, Rusya’da da. serfliğin kaldırılması dolayı- siyie bu sonuncuların önemi azalmıştı. Asiller henüz burjuva­ları kendilerinden uzak tutmaktaydılar ama bankerler yüksek sosyeteye sokulmanın yolunu buluyorlardı. - Doğu Avnıpa’da ve hattâ Avusturya’da asillerle zenginler arasındaki fark aza­lıyor; İngiltere’de ise zengin köylü de aynı hayatı sürmek şar­tiyle, asilden ayırdedilemiyordu. Avrupa kıtasında asiller ordu ve hariciye müstesna, bir meslek veya bir memuriyet icrasına ananevî şekilde nefret beslemeleri dolayısiyle öteki sınıflardan ayn duruyorlardı. Bunlar böylece umumî zenginleşmeye katıl­maktan vazgeçmiş durumdaydılar; yalnız yüksek asiller istis­na teşkil ediyorlardı: Bunlar burjuva ailelerden dolgun mirash kızlarla evlenerek zenginliklerini idame ettirmekteydiler.

Burjuvazi ve asiller için hayat daha ferah hale geliyordu. Bunlann lüks giyim eşyası, iyi cins çamaşır, mobilye, sanat eserleri gibi şeyleri istihlâkleri artıyordu. Matbaacılıkla hak- kâkhğm ilerlemesi kitapların, dergilerin, gazetelerin okunma­sını umumileştiriyordu. Son zamanlarda icad edilmiş olan fo­toğrafçılık, benzerliği tam olan portreleri bol miktarda verme-

İre başlıyordu. Mevsimi deniz banyolarında yahut kaplıca şe­hirlerinde geçirmek, eğlence için dağlara veya sanat şehirle­rine, hattâ yabancı memleketlere seyahatler yapmak âdeti ya­yılıyordu. “Balayı seyahati” yapmak modası umumileşmişti. Tiyfttro, konser, balo, suare gibi eğlenceler gittikçe daha deği­şik ve daha sık bir hal alıyorlardı; baht ve talih oyunları, gi­dilmesi moda olan şehirlerde umumî birer kumar oyunu halin­de teşkilâtlanmışlardı ve buralara bütün memleketlerden zi­yaretçiler geliyordu. Giyim erkekler için İngiliz, kadınlar için Fransız modasına tâbi idi; kadınlar bellerinde “krinolin” , baş­larında da takma saçlardan topuzlar taşıyorlardı.

Kadınlar erkeklerin otoritesine tâbi idiler; hukuken ve ik- tısaden babanın veya kocanın hükmü altında bulunuyorlardı. Zengin dullar hariç hiçbir kadın bağımsız yaşamak için hiçbir imkâna sahip değildi. Halk tabakasından olan ailelerde kadm evi idare ediyor ve çalışmaya katılıyordu; fakat işçi kadının yaptığı mamûller, hattâ aldığı gündelik dahi erkeğe aitti. Ev işlerinin hizmetçiler tarafından yapılmakta olduğu asil veya burjuva ailelerde kadının masrafını ana-babası, yahut kocası karşılıyordu ama kendisi hiçbir şeye, hattâ şahsî servetinin ge­lirine bile sahip değildi. Özel öğretmenlik yahut ev vekilharç- lığı hariç, kadın hiçbir mesleğe kabul edilmiyordu; bu sebep­ten kocasını seçmek bakımından ana-babasmın yapacakları baskıya karşı koymak, bir kız için güçtü.

Fikir haya,t%. — Fikir hayatı üzerindeki en derin etki, bi­limlerde görülen kesin ilerlemelerden doğdu; bu, bilimleri sırf kendi meslekleri haline getiren ve çoğu bir Üniversite yahut özel okulda profesör olan birkaç insanın eseriydi. Bunlar ilmi araştırmalar için müşterek metodlar kullanarak, fakat pratik tatbikata aldırış etmiyerek, ayrı ayrı çalışmaktaydılar. Aynı anda vukua gelen bu ilerlemeler fizikte (hareket, sıcaklık, elek­trik, ışık, mıknatısiyet gibi) kuvvetlerin muadilliği teorisi ve (Almanya’da icad edilip) kâinattaki bütün yıldızların teşekkü­lünün bir olduğunu gösteren spektral analiz metoduyla; - kim­yada atom teorisinin gelişmesi ve organik cisimlerin senteziy­le;- biyolojide hem organların işleyişini müşahede imkânını ve­ren “viviseksiyon” , hem de hayvan ve bitki hayatındaki olay­ların birliğini meydana çıkaran maya ve mikropların keşfiyle;- zoolojide verasetle tesbit edilen küçük bir takım değişiklikr lerin uzun zaman birbirini kovalaması neticesi, çeşitli cinslerin

M UKAYESELİ TAR İH Î 366

MUKATESELÎ TARİH İ 367

ilk okullara, hattâ (Alman g'inmazyum’ları, İngiliz orta okul­ları gibi) henüz humanist’lerin geleneğine tâbi olan, orta öğr retim kurumlarma hig giremiyordu. Buralarda öğretim hemen hemen Lâtince ile matematikten ibaretti; tabiî bilimler ve ta­rih buralara ancak fer’î konular ve geri kalmıg bilgiler halinde giriyordu. Öğretim ancak bilginlerin çalışmakta oldukları Üni­versitelerle özel okullarda hür bir hal almıştı; buralardaki, öğ­rencilerle şahsî münasebet halinde olan profesörler, geleneğe aykırı düşünceleri ifade imkânına sahiptiler. Bilim metodun­dan ve tarihî eleştirmeden doğan bu anlayışlar, yüksek öğretim âleminde kapalı kalıyordu. Fakat kalem tartışmaları, gazete­ler, konferanslar yoluyla, halk duygularına uygrun eski inanç­ların alelâde birer inkârı halinde ve tahrif edilmiş bir şekilde, şehirler halkının bir kısmı arasına girmekteydiler.

Bu kısa süre içinde estetik hayatın en belirli olayı, edebi­yattan çıkma bir formül olan ve plâstik sanatlara uygulanan realizm, oldu. Romantiklere karşı tepki halinde olan “realist” ler, realiteyi yani gerçeği tam tamına tasvir ettikleri iddiasm- daydılar; bunun da tercihan eza verici ve hoşa gitmeyen taraf­larını göstermek eğilimindeydiler. Lirik şiirin modası geçiyor, çağdaş örf ve âdetleri tasvir eden roman, en verimli edebî ne­vi haline geliyordu.

Resim, konularını gittikçe daha fazla peyzajdan yahut gün­delik hayattan alıyor, “akademik” geleneğe kargı savaş halin­de olan ekol kendine “ realist” adını veriyordu. - İtalya ile Al- raanya’mn etkileri arasında bocalamakta olan müzik bilhassa opera ve “opera-bouffe” için çalıgıyordu; W agner’in Alman­ya’da bile az tanınan ve çok itiraza uğrayan eserleri, henüz halka kadar erişemiyordu.

teşekkülünü izah eden tekâmül nazariyesiyle kaydedilmektey­di.

Çeşitli bilimler arasmdaki kıyaslamalar, bütün olayların sâ­bit ve aynı cinsten bir sıra ile vukua geldikleri düşüncesini il­ham ediyordu. Bütün bilimlerin tek bir hale gelir ve Auguste Comte'un tasnifine girer gibi bir halleri vardı; bu filozofun, adına “ pozitivizm” denen doktrini, her bilimi duyularımızın zaptedebildikleri olayların müşahedesiyle edinilen “ pozitif” bii- grilerden ibaret sayıyordu. Aşırı raddeye vardırılan bu eğilim, "materyalizm" e götürüyordu ki bu, ancak maddî olayların inr celenmesine cevaz vermekteydi; materyalizm 1860 dan sonra Almanya, Rusya ve Fransa’da hekimler arasmda gok moda ha­line geldi. Bir İngiliz pozitivisti olan Spencer, gerçeğin bir kıs­mının İlmî usuller dışında kaldığını tesbit ettiğinden, “biline^ mezlik” teorisini formüllestirdi, bu da "aernostik ~ bilinemez­ci” felsefenin doktrini haline geldi.

Bilimlerdoki ileıleme metafiziği gözden dügürdü ve filozof­ları bilimlerin mantığı ile doktrinlerin tarihine, daha sonra da psiko'ojiye yönelmeğe şevketti; filozoflar bunu “tecrübî = de­neysel” hale Sokmağa çalıştılar. Dil, din, hukuk, güzel sanatlaı gibi sosyal olayların incelenmesi, bilhassa Almanya’da, oreçıni- §in tarih metoduna, göre incelenmesine doğru yöneldi ve “özel” tarihler şeklini aldı. Yapılan kazılar ve bir takım metinlerin çözülmesi sayesinde tarihin alanı genişledi, Doğu’nun antik medeniyetleı-ini böylelikle öğrenmek mümkün oldu.

Tabiat bilimleri ve insanlık tarihi yolu ile müşahede edilen olaylar, Vahiy adma öğretilen dünyanın yaradılışı ve “kutsal taril}” le bağdaşamaz göründüler. İki metod arasındaki zıdhk, Din’le Bilim arasında “-avamî” bir anlaşmazlık halini aldı. Bu anlaşmazlık bilhassa insanın mengei hakkındaydı ama, bazen ruhun varlığı bakımından deist’lerle materyalist’ler arasında görülen anlaşmazlıkla karıştığı oldu.

Bu birbirine zıt anlayışlar ba§ka başka, şekillerle yayılıyor­lardı. Dinî doktrinler çocuklara din bilgisi vermek, yıkıcı dokr trinlere karşı vaazlarda bulunmak ve katolik, protestan yahut ortodoks olsun, bütün memleketlerin (ilk ve orta) okullarında m ecbuıî olarak kalan ibadet gibi eski usullerle yayılmaktaydı. Rühban sınıfı buna bilhassa katolik memleketlerde gazete, kon­ferans, kilise adamlan tarafından tertiplenen hac ziyaretleri gibi yeni usulleri de . ilâve etti.

Yeni fikirler, din adamlarının mürakabesi altında kalan

366 AVRU PA M İLLETLERİNİN

X IX

UZUN BARIŞ D EVRESİ VE Y A gA Y IglN DEÖlSM ESt

İç politika. — Savaşlann 1871 de sona ermesiyle 1914 dünya savaşı arasmda bulunan şüre, genel bir barış devresi oldu ve görülmedik şekilde uzun sürdü. Bütün yaşayış şartlarında Av- ı-upa’nın o zamana kadar görmediği en derin ihtilâl, bu dev­reye rastladı.

Birçok yeni şartlar, hükümetlerin her türlü ihtilâl teşeb­büsünü önlemek ve Devletlerin politik rejimlerini idame ettir­mek için yeter derecede maddî kuvvete sahip olmalarını sağ­ladı. Hükümetlerin elinde seri ateşli tüfek, ağır makineli tüfek gibi yeni silâhlar vardı, isyancılar ise bunlara sahip değildiler; hükümetler ordu ve polis mevcudunu geniş ölçüde arttırmışa lardı; telgraf ve telefon onlara bir an içinde bir taam ız teh­likesini haber veriyordu. Kuvvetlerin üstünlüğü o kadar gözle gör-ülür bir hal almıştı ki, Paris Commune’ünden sonra Avru­pa'da hiçbir ihtilâl olmadı.

Politik rejim meclislerin hükümet, seçmenlerin de meclis­ler üzerinde yaptıkları, partilerarası bir mücadele halini alan ve X X . yüzyılda hızlanan etki yüzünden, ancak barışçı bir de­ğişiklik geçirdi. O zamana kadar partiler ( “grup” yahut “ku­lüp” adı altmda) ancak meclisler içinde teşkilâtlanmışlardı. Birleşik Devletleri model olarak alan İngiliz Liberal partisi, seçmenlerin daimî bir teşkilât kurmaları bakımından öm ek ol­du. Mahallî komitelerin delegelerinden mürekkep bir merkez komitesi para toplamak, gazetelerle temas etmek, partinin - duygulan harekete getirecek formüller halinde özetlenen - proaıam ’ını yazmakla görevliydi. Gösteriler tertipliyor, üye kaydetmek, seçmenleri sandık başına toplamak için propagan­da yapıyordu. Bütün memleketlerde taklid edilen bu usul, par­tilerin politika üzerindeki etkisini daimî bir hale sokuyordu.

Teşekküllere verilen yahut partiler tarafmdan alınan ad­lar aynı olmakla beraber, gerçekteki tatbikat arasında derin bir ayrılık vardı. Hükümetin görünürde parlmanter bir rejim halini aldığı Güney memleketlerinde, kabineyi çoğunluk par-

tiai kuruyordu. Hattâ bunların bazılarında, - 1866 Anayasasın- danberi Rumanya'da, krallığ-m yeniden kuruluşundanberi İs- paSıya’da, Portekiz’de ve bir müddet için Sırbistan’la Bulgaris­tan’da, - kabineler, İngiltere’de olduğu gibi, sıra ile bir muha^ fazakârlar, bir liberaller tarafından kuruldu. İtalya ve Yuna­nistan’da meclis hemen daima birkaç topluluğ-a bölünmüş ola­rak kaldı; bu toplulukların herbiri birbirine rakip olup İktidarı ele geçirmeğe çalışan şeflere bağlı milletvekillerinden meydana gelmeydi.

Fakat bütün bu memleketlerde seçmenlerin yoksul, câhil, kamu işleriyle ılgrisiz olan büyük çoğunluğu, seçimlerin çoğu zaman hiyleli bir şekilde ve şiddet kullanılarak, hükümet bas­kısı altında yapılmasına aldırmıyordu. Hükümdarın, kabineyi kurmak için, âlet olarak kullanmak istediği partinin şefini ça­ğırması ve meclisi kapatması kâfi idi; seçimi yeni kabine ida­re ediyor ve çoğunluğu sağlıyordu. Meclisin - çoğu bir millet topluluğunu temsil eden - birçok partilere bölünmüş olduğu Avusturya'da, İmparator kendi seçtiği birini başbakan yapı­yor, sonra da daima kendisine iltihaka hazır büyük mülk sa­hiplerinin seçtirdikleri milletvekillerinden müteşekkil birkaç grupu bir araya toplayıp o başbakana çoğunluk sağlıyordu. Bü­tün bu Devletlerde parlmanter rejim, bir paravana halindeydi ki bunun arkasında hükümdar, kendi iktidarını idame ettiri­yordu. Yalnız Macaristan'da hükümdar, Macar asillerinin ço­ğunluk teşkil ettikleri seçilmis Meclis karsısında sorumlu bir kabine bulundurmağa mecburdu.

Halkın daha müreffeh, daha bilgili ve kamu- hayatına il­gilenmeğe daha alışık olduğu için seçimlerde daha faal bir rol çe daha demokratik bi rhal alarak parlmanter teoriye gittikçe çe daha demokratik bir hal alaark parlmanter teoriye gittikçe daha uygun hale geldi; bakanlar, seçilmiş Meclis'teki çoğunluk partisinin temsilcileri oldular. Fakat hukukçular tarafından teori haline getirilen İngiliz usulünde sadece iki parti vardı ve seçmenlerin, kendi isteklerine göre, çoğunluğu birine yahut ötekine .vermeleri halinde, bu iki partiden biri iktidara geli­yordu. Fakat politikacılar ikiden fazla partiye bölündükleri za­man, bu usulü uygulamak mümkün olamadı.

Bu da söyle oldu: Büyük Britanya’da ilkin muhtariyet istemek için kurulmuş olan yeni İrlanda partisi, iki İngiliz paı^ tisinden hiçbirinin iktidara gelememesini sağladı. - Daha sonra

F. 24

AVRU PA M İLLETLERİNİN 309

370 M UKAYESELİ TAR İH İ

bağımsız teşkilâtlı bir “ laci partisi” kurulunca aynı §ey oldu.- Belçika’da yeni “ İşçi partisi” hem katoliklere, hem liberallere muhalefet edince de bu partilerden hiçbiri iktidara gelemedi. - Fransa’da Millî Mecliste “Muhafazakârlar” adı altında birleş­miş olan gruplara muhalif üç grup “Cumhuriyetçi” partiyi kur­du; fakat bu parti, tek bir Meclis tarafmdan temsil edilen mil­letin egemenliği yolundaki ananevi ülküsünden vazgeçmek ve bir uzlaşmaya katılmak zorunda kaldı; buna göre de o zama­na kadar eşi görülmemiş bir parimanter rejim kuruldu ki bu, tek derece ile seçilen bir Meclis, bir Senato ve iki Meclisin Kongre halinde toplanıp yedi yıl İçin seçtikleri Cumhurbaşka­nından meydana gelme bir Cumhuriyetti. Bu parti çok geç­meden çoğunluğu ve iktidan elde etti. Sonra kendi içindeki muhaliflerin hizipleşmeleriyle parçalandı; bu hizipler tekrar “radikaller” adını aldılar ve Meclis, hiçbiri çoğunluğu sağlıya- mıyan üç partiye bölündü.

Bütün Devletlerdeki politikacılar sayılan gittikçe artan gruplara bölünmek temayülünü gösterdiler. Bu suretle hiçbir parti çoğunluğu sağlıyamjyor ve teoriye aykın olarak, hüküme­te geçecek çoğunluğu teşkil etmek için birkaç partinin birleşe mesi gerekiyordu. Fakat çeşitli birleşmeler yapmak mümkün olduğundan, ilkin bunlar arasmda bir seçim yapmak gerekiyor­du. Devlet Başkanı kabineyi kurmakla görevli şahsiyeti seçi­yor, Başbakan da bir çoğunluk vücude getirmek için gerekli gruplan bir araya topluyordu. Böylece bir grup birçok kom­binezonlara girebiliyor ve kabine düştükten sonra aynı şefi muhafaza ederek, fakat müttefiklerini değiştirerek tekrar ik­tidara gelebiliyordu; İtalya’da da taklid edilen bu Fransız usu­lü bir çeşit “ idarei maslahat” tı. Koalisyonların sağlani olduk­ları İngiltere hariç, bu koalisyonlar zayıf ve devamsız olduk­larından, kabinelerin ömürleri bazen çok kısa oluyordu.

Üç İskandinav Devlet partiler, öteki Devletlerdekinin ter­sine olarak kurulmaktaydı; Bunlarda muhafazakâr parti köy­lerde, basımları ise büyük şehirlerde üye topluyordu. İskandi­nav Devletlerinde ise Muhafazakârlar başkent halkı. Demok­ratlar köyler halkı tarafından seçilmekteydi. - Kopenhag gibi büyük bir şehrin bulunduğu Danimarka’da kral, seçilmiş Mec­lisin çoğunluğuna karşı uzun zaman kabineyi ayakta tutmağa m uvaffak oldu ama sonuîıda çoğunluğa boyun eğmek zorunda kaldı. - İsveç’te Meclis kralı, uzun bir direnmeden sonra, parl- manter rejimin yerleşmesine razı olmak zorunda bıraktı. - Bas-

kentin küçük olduğu, kralm da bulunmadığı Norveç’te 1882 den itibaren Meclisler bakanları itham ederek, kralı kabineyi ço- ğrunluk arasından kurdurmağa zorladılar; daha sonra, yabancı olan krala kargı millî bir ayaklanma ile Norveç İsveç’ten ayu n lm ak ve bağımsız bir krallık olarak teşkilâtlanmak işini ba­şardı.

İmparatorluklarda gerçek iktidar, memurlar ve asiller va- sıtasiyle hüküm süren hükümdarın elinde kaldı: Avusturya’da bu, görünürde parlmanter bir rejim altında; Almanya’da meş­rutî bir krallık şekli altında oluyordu: Burada hükümdar ta­rafından seçilmekte olan bakanlar, meclisler karşısında ba­ğımsızdılar ve görünürde demokratik olan meclisin, hükümet tarafından istenen kanunları ve yeni vergileri kabul etmekten başka bir yetkisi yoktu. Prusya ile Alman Devletlerinde de ay nı rejim vardı ve burada prensin memurları olan bakanlar, dar yetkili Meclislerle birlikte hükümeti idare ediyorlardı.

Rus çarlığı mutlak bir krallık olarak kalmaktaydı ve giz­li bir polisten yardım gören memurlar tarafından idare edili­yordu. Bu gizli polis sınırsız bir yetkiye sahipti, liberal düşün­celer beslediğinden şüphe edilen her uyruğu tevkif etmek ve Sibirya’ya göndermek, elindeydi. Sosyalist temayüllü demokra­tik muhalefet bu memlekette köylülerle işçiler arasında gizli bir propaganda şeklini aldı. Sonra, baskı tedbirlerine karşılık vermiş olmak için, bu parti suikastlerle iş gören tethişçi bir “savaş teşkilâtı” kurdu ki sonunda çar II. Aleksandr bu yüz­den böylece öldürüldü. Onun yerine geçen çar mutlakiyetçi re­jim i şiddetli tenkil tedbirleri, yabancı kitapların sansürü ve köylerde bir polis kadrosunun kurulmasıyla kuvvetlendirdi.

’ Milletlerarası partiler-, — Milletlerarası mahiyette partile­rin harekete geçmesiyle politik hayat çapraşık bir hal aldı. Ka- tolikler Kilisenin iktidarını yahut hükümet üzerindeki nufuzu­nu arttırmağa çalışıyorlardı. Bunlar İsviçre, Avusturya ve Al­manya’da ayrı birer parti kurmuşlardı. Birkaç memlekette de muhafazakâr partiye karışmış olduklan halde çalışıyorlardı. Bunlara, Kilisenin evrensel gefi olan Papa tarafından direk­tif verilmekteydi. IX . Pius tantanalı törenlerle ve bilhassa (mahkûm ettiği doktrinlerin özeti olan) Svltabîis’ la,, 1864 te, Devletlerin m odem rejimlerine karşı Kilisenin giriştiği mü­cadeleyi açmıştı; din ve basın hürriyetini, lâik öğretimi, me­deni nikâhı, “ m odem medeniyeti” mahkûm ediyor; rühban sı­n ıfı için Ortaçağ rejiminin uygulanmasını, yani müminler üze­

A V RU PA M İLLETLERİNİN 371

372 M UKAYESELİ TARİH İ

rinde onlann resmî otoriteye sahip olmalarını ve Devlete kar­gı tamamen bağımsız bulunmalarını istiyordu. İtalya, Avus­turya, Almanya hükümetlerinin fiillerini açık ve kesin olarak mahkûm etti. - Onun halefi de aynı doktrini muhafaza etmek­le beraber, hükümetlerle anlaşmağa çalıgtı: Rühban sınıfının nufuzunun artmasına kargılık, hükümetlere memleketlerindeki katolik partisinin desteğini Sağlamak gibi bir ümit veriyordu.

Çegitli memleketler sosyalistleri arasmdaki anlaşma, Lon­dra’da İngiliz igçileriyle mülteciler tarafından “ Milletlerarası Igçiler Birliği” nin kurulmasıyle 1864 te başlamış; fakat bu birlik birkaç tane milletlerarası kongre yaptıktan sonra dağıl­mıştı. Milletlerarası olduğunu söyliyen ilk parti Almanya’da ku­ruldu ve 1848 Fransasından sosyoM em okrat adını tekrar aldı. Program ı (Kari Marx’mki olan) doktrinin teorik bir izahını, “ sosyal ihtilâl” i hazırlamak için gerekli politik ıslahatın ve bunu başarmak için lüzumlu şartların listesini içine almıg bu­lunuyordu. Parti bu ihtilâli, bütün işçiler yığınını “ proleterler” haline sokacak olan şimdiki endüstri rejiminin geligmesinin kaçınılmaz bir sonucu gibi göstermekteydi. Doktrinini iktisad siyasetinin teorileri üzerine kurarak buna böylece İlmî bir pres­tij de veriyordu ki, igçilerin gözünde bu prestij zaten büyüktü.

“ Partinin programı ileride yapılacak işleri dört formül har linde özetlemekteydi: "Proletaryanın bir sınıf partisi halinde teşkilâtlanması” ve "burjuva” diye vasıflandırılan bütün öte­ki partilere kargı mücadeleye girişmesi, - bütün memleketler­deki proleteryalann milletlerarası anlaşma yapmaları, - ya ço­ğunluğu elde edip kanun yolu ile yahut “kapitalist” topluma kargı şiddetli bir ihtilâlle siyasî “ iktidarın fethedilmesi” , top­rak da dahil, “bütün istihsal araçlarının sosyalistlegtırilmesi” ki bu, mülkiyetin ve özel ticaretin kaldırılması anlamına geli­yordu. Kapitalist rejimin gelişme gekli dolayısiyle ihtilâlin ka­çınılmaz olduğunu bildirip tarihini açıklamıyarak bu doktrin, taraflanna hem bunun yapılacağı inancını, hem de yakında gerçeklegeceği ümidini veriyordu. Yani benzeri bir ihtilâl öbür dünyadaki hayata beslenen inancı ileri sürerek nasıl dinî duy­gulara hitap ediyorsa, bu doktrin de ümid duygusuna hitap et­mekteydi.

Sosyalist partisi, adaylarını propaganda vasıtası olarak ile­ri sürüp milletvekili seçtirmekten ziyade kendine taraftar top­lamak için politik mücadeleye atıldı. B ir komite tarafmdan idare olunan daimî bir teşkilât kurmuştu; aidat topluyor, bir

kasaya ve bir basın organına salıip bulunuyordu. Çok geçme­den bir model haline geldi ve hemen bütün Devletlerde bu mo­dele uyularak, aynı program, aynı propaganda usulleri ve ço­ğu zaman aynı teşkilâtla birer parti kuruldu.

Sosyalizmin 1848 den önce doğduğu ve formüllerini bulmuş olduğu İngiltere ile Fransa daha az disiplinli ve teorik doktri­ne daha az bağlı partiler kurdular. Büyük Britanya’da zanaat­lar union (sendika) lan Federasyonu tarafından kurulajı “ İş­çi partisi”, sosyal ihtilâle başvurulmaksızın amelî alanda kıs­mî ıslahat yapılmasını istedi. Fransa’da birbirine rakip, fakat sosyal rejimin değişmesinde müşterek bir am aca sahip birkaç grup teşekkül etti ve 1893 seçimleri için bir “Konfederasyon” halinde birlegti.

Belçika “ işçi partisi” nin isteği üzerine çeşitli Devletlerin sosyalistleri 1889 da iknici bir “ İşçiler Enternasyonali” halindö birleştiler ki, bu uzun aralarla milletlerarası bir delegeler kon­gresi halinde toplanıyor, “mügterek” kararları oya koyuyor ve daimî bir büro seçiyordu. Her parti bağımsız kalıyor ve tutu­munu kendi memleketinin politikasına göre kararlaştırıyordu. Fakat bütün Devletlerdeki partiler Entem asyonal’e girince 1904 Kongresi, Alrtıanlann teşebbüsü üzerine, bunlann hepsini “ İşçi Enternasyonali seksiyonu” haline gelmeğe mecbur tut­tu: Bu seksiyon bir “sınıf partisi” halinde teşekkül edecek, res­men sosyal ihtilâl için çalışacaktı; ayn ca Enternasyonal bun­lan, yeknasak bir taktik gütmeğe de zorladı; böylelikle sek­siyonların öteki “burjuva” partilerin herhangi biriyle ittifak yapmalan ve kendi Devletlerinin bütçeleri için oy vermeleri yasak edilmiş oluyordu.

KargaşaUlclar v e buhranlar. — ' Küçük milletlerin yabancı bir kavmin boyunduruğu altında bulunduklan İmparatorluklar­da, başka ırktan olanlar kendileriyle hükümetleri arasındaki duygu ve menfaat ayrılığını gittikçe daha fazla idrâk eder ol­dular; hükümetler de bunları dil değiştirmeğe zorlayarak “gay­rı millîleştirmek” için tedbirler aldılar. Böylece Kuzey Okya­nusundan Akdeniz’e kadar bütün Avrupa’da, zulüm altındaki gaynmemnun milletler topluluklarından meydana gelme bir bölge ortaya çıktı ki bunlar Rusya’ya tâbi olan Finliler, Esr tonyalılar, Letonyahlar, Litvanyalılar, PolonyalIlar,- Viyana ve Budapeşte hükümetlerine tâbi olan Çekler, Rütenler, Slovak­lar, Slovenler, Hırvatlar, Sırplar, - Ösmanh Sultanına tâbi olan Sırplar, Bulgarlar, Makidonyahlar, Yunanlılardı (A ynca Al­

M UKAYESELİ TA R İH İ 373

374 AVRU PA M İLLETLERİNİN

man İmparatorluğuna ilhak edilmiş olan PolonyalIlarla Dani­markalIlar da vardı). Hepsi kendi ana dilleriyle öğrenim, yap­mak imkânlanndan yoksun oldukları, hemen hemen bütün memuriyet ve iğlerden uzak tutuldukları için şikâyetçiydiler. Çoğu sadece muhtariyet ve bilhassa kendi dillerinde Kiliseler, ilkokullar ve öğretim kurumlan istiyorlardı; ki bu sayede ka­mu memuriyetlerine girmek için g-erekli diplomaları almak im­kânını bulacaklardı.

X X . yüzjalın baglangrıcmdan itibaren Devletlerin çoğunda politik anlaşmazlıklar bir buhran halini aldı. Büyük Britanya’­da üç parti (liberal, işçi ve İrianda partileri) arasında kurulan ve 1905 te hükümetin başına g-eçen koalisyon, birllkçi-muhafa- zakâr parti ile anlaşmazlığa düştü, vergilerde kökten ıslahat yaptı ve Lordlar Kamarasının elinden. Avam Kamarasının kar bul ettiği kanunları durdurmak yetkisini aldı. - Fransa’da sos­yalistlerle birleşen radikal parti, müsaade almaksızın kurulmuş olan dinî cemaat ve topluluklan (bu arada cizvitleri) memle­ketten kovdu, sonunda da Kilise ile Devleti birbirinden ayırdı. - Portekiz’de mutlakiyetçi bir diktatörlüğü desteklemiş olan kral öldürüldü, halefinin zamanında da askeri bir ayaklanma sonunda papazlara aleyhtar bir Cumhuriyet kuruldu. - Çek mil­lî partisinin yaptığı "obstrüksiyon” yüzünden Parlâmentonun uzun zaman iş göremediği Avusturya’da İmparator, milliyet partilerini zayıf düşürmek için, 1906 da tek dereceli seçimi (1) ihdas etti, bu da (sosyalistler ve katolikler gibi) halkçı par­tileri kuvvetlendirerek, partiler arasındaki muvazeneyi altüst etti. - Macaristan’da İslâv gaynmemnunlarla birleşen Milliyet­çi parti ordu yüzünden İmparator’la şiddetli bir anlaşmazlığa düştü ve ondan bakanlıklar kabul ettiği için kendi kendini hal­kın gözünden düşürdü.

Rusya’da Japonya’ya karşı savaşın yenilgi ile bitmesi, hü­kümeti zayıf düşürdü; öyle ki, kamu hizmetlerinde genel bir grev çıkmasından korkan çar, bütün çarlık için politik bir meclis kurulmasına izin verdi; bu meclis de bakanlarla şiddetli bir anlaşmazlığa düştü. İşçilerle köylülerin ayaklanmaları, baş­ka ırktan insanlarla meskûn memleketlerdeki kargaşalıklarla isyanlar bir ihtilâlin başladığı intibaını yarattı. Hükümet bü-

(1) Tek dereçeli seçim 1896 da ihdas edUmisU ama ancak küçük samda miUetvekiU seçebilen betimci bir zümre halmdeV- di.

tün muhalifleri ezdi, meclisi iki defa kapattıktan sonra, so­nunda çoğunluğu elde etmeğe m uvaffak oldu. Rus çarlığı yan mutlakiyetçi, fakat modern şekilde çalışan bir meclise sahip bir monarşi olarak kaldı.

Balkanlardaki küçük kavimlerde politik hayat kuvvet dar­beleriyle altüst oldu. Sırbistan’da subaylar, mutlakiyetçi hale gelen kralı öldürerek rakip bir hanedanın şefini tekrar geri çağırdılar, o da iktidarı Radikal-Nasyonalist partiye verdi. - Yunanistan’da kralın şahsî idare şekli “Subaylar Birliğini’ nin ayaklanmasıyla ilga edildi ve bu birlik işbaşına Giritli bir var tansever ve Liberal partinin şefi olan Venizelos’u getirerek re­jim i yeniden teşkilâtlama görevini ona verdi. - Bulgaristan'da prens birbirlerine rakip hizipler arasındaki anlaşmazlıklan körükledi ve kendini Osmanh Sultanı karşısında bağımsız çar ilân etti. - Makedonya’da Sultanın hükmü altında kalmış olan hristiyan halk, Bulgaristan’da iş gören bir Komite tarafından gönderilen silâhlı mültecilerin yardımıyla ayaklandı.

Rejimlenitn değişmesi. — Genel olarak Devletlerin politik rejimi liberal, parlmanter, demokratik yönde gelişmi.‘3ti. Hü­kümetler gazetelerde, toplantılarda ve umumî gösterilerde muhalifleri daha fazla serbest bırakmağa ahşmışlardı. Bakan­lar seçilmis Meclisin çoğunluğu tarafından g-österilen isteklere karşı daha uysal davranıyorlardı. Seçme hakkı çok genişle­miş, İspanya ile Belçika’da İskandinav Devletlerinde birdenbi­re tok dereceli, Balkan memleketlerind«; hemen hemen bütün küçük Alman Devletlerinde, Avusturya’da ve 1913 te İtalya’­da çok dereceli hale gelmişti. İsviçre, daha sonra Belçika, azın­lıkları temsilcisiz bırakmamak için tasavvur edilen teorik men­şeli bir sistemi denemişlerdi ki bu, "nlsbî temsil sistemi” idi ve seçmenlerin şahsî vekillerini bir partinin, komitesi tarafından seçilen, delegeleri haline sokuyordu.

İdarecilerin şahsî yetkileri Meclislerin ve seçmenlerin mu­kavemeti yüzünden zayıflarken. Devletin gaynşahsî iktidan da kuvvetlenmekteydi. Devlet, politik hayatlarında ve özel tutum­larında uyruklannı çok daha serbest bırakıyor; fakat 'bunların ekonomik hayatına daha fazla karışıyordu. Endüstriyel çalış­manın süresiyle şartlarını kanunlarla tesbit ediyor ve müesse­seleri müfettişler vasıtasiyle teftiş ettiriyordu. Hastalık, ihtiyar­lık, ig kazaları için Büyük Britanya’yı takibeden Almanya’yı misâl alarak sosyal sigortalar ihdas ediyordu. İhtiyarlarla yok­sullara yardım, hastaneler, ilkokullar, yollar ve şehirlerde umu­

M UKAYESELİ T A R iH t 375

376 AVRU PA M İLLETLERİNİN

mİ bahçeler, su getirtilmesi, aydmlatma ve sokalclann temiz­lenmesi, ucuz mesken inşaatı gibi halkın çoğunluğuna faydası dokunacak masrafların birçoğunu kendi üzerine alıyordu.

Bu masraflarla silâhlanma giderlerini karşılamak için Dev­let emlâk, veraset ve menkul kıymetler üzerindeki vergileri arttırarak özel mülkiyeti gittikçe daha vahim bir şekilde ihlâl ediyordu.. İngiltere’nin örneğine uyularak gittikçe daha geniş ölçüde altun esasına göre ayarlanan parayı “ tağşiş” etme işine son vermişti. Vergi yetmedi mi açığı, çoğru zaman yabancı memleketlerde aktedilen, bir istikrazla kapatıyordu. Bu konu­daki usuller çok değişikti. Büyük Britanya, Hollanda, Belçika, İsviçre ve İskandinav memleketleri bütçelerini denk tutuyor­lar, borçlarını az arttırıyorlar, hattâ bunları amortisman yo­luyla azaltıyorlardı. Ötekiler ise hemen daimî olarak bütçe açığı ile yaşıyorlar ve borçlarını gittikçe arttırıyorlardı. Bu borçların en büyüğü olan ve 1913 te 33 milyara çıkan Fransa’- nınkini, Fransızların tasarruf alışkanlığı da kolaylaştırmıştı.

Politik örf ve âdetler yumuşuyordu. Ancak Rusya ve Bal­kan memleketlerinde hükümetler basımlarını tevkif edip kötü muamele yapmak ve öldürmek âdetini muhafaza ediyorlar, siyasî mevkuflara polis memurları vasıtasiyie işkence yaptıra­rak bunların ağızlardan itiraflar koparmağa çalışıyorlardı. Is­panya’da anarşistlere karşı olanları hariç, öteki Devletlerde politik mahkûmların idamlarına son verilmişti; politik dâvalar nizamî şekillere uygun olarak yürütülüyor, basın dâvaları sey­rekleşiyordu. Hükümetin hasımlan rahatsız edilmeksizin yaşı­yorlar, yabancı memleketler siyasî mültecilerinin ikametine ve hattâ yerleşmesine izin veriliyor, ve bunların iadesi hemen dai­ma reddolunuyordu. Politik hayat daha İnsanî bir hal almıştı.

D%s politika. — Eski Osmanh İmparatorluğu hariç, Avru­pa’da artık hiçbir savag olmuyordu. Devletler arasındaki mü­nasebetler bilhassa' ekonomik konularla ilgili görüşmeler ve andlaşmalardan ibaret kalmıştı. Prusya’nın zaferlerinin bırak­tığı intiba milletlerin savaş hakkında akıllarında yer eden dü­şünceyi değiştirmişti. Meslek orduları arasmda sınır harekâtı yerine savag, silâhlı bir milletin- bir memleketi istilâsı ve böy­lece bütün milletin hayatım altüst etmesi haline giriyordu.

Seferberliğin çabucak ilânı ve - seri ateşli toplar, patlayı­cı obüsler, makineli tüfek, dumansız barut gibi - taarruz silâh- larmın ilerlemesi, ilk hazır olan orduya öyle ezici bir üstütılük veriyordu ki, hiçbir hükümet kuvvetlerini hazırlamak için ar­

tık savaşa grirmeği bekliyememekteydi. Malzemesiyle kıtaları­nı daima hazır bulundurmak zorundaydı ve büyük bir insan yığınına ihtiyacı vardı. Kendilerini tehdit altında g-örmeyen iki memleket, yani Ingriltere ile İspanya hariç, bütün Devletler Prusya’yı öm ek tutarak, orta okulların öğrencileri iğin daha kısa zamanlı olmak üzere, herkese mecburî askerlik hizmetini ihdas etmişlerdi ve muvazzaf orduya katılmağa hazır bir ihti- yat’ı da el altmda bulunduruyorlardı. Ordu savaşa hazırlık için bir okul haline grelmekteydi. Alet ve cihazların çabuk ilerleme­si çoğu zaman silâhları değiştirmek mecburiyetini yarattığın­dan, masraflar bang zamanında da, eskiden savaş zamanında olduğu kadar, yüksek bir hadde varıyordu. Adına "silâhlı bar rıg” denen bu rejim bangı, savaşın yükleriyle birlikte idame ediyordu. Silâhlan yalnız kendileri verecek durumda olan bü­yük maden sanayii müesseseleri, halk arasmda savaş korku­sunu idame etmek İçin gazeteleri kullanmağı işlerine uygun bulmaktaydılar.

Alman ordusunun üstün kuvveti Avrupa muvazenesini boz­muş ve Alman İmparatorluğunu üstün hale getirmişti; bu İm ­paratorluğun politikasını idare etmekte olan Bismarck, yeni topraklar ele g:eçirmeksizin bu üstünlüğü idame çarelerini araş­tırıyor ve öteki Devletlerin Almanya aleyhine bir koalisyon kurmalarını önlemeğe çalışıyordu. Fakat statü quo (statüko) yine de Balkanlarda bozuldu: Zira buradaki hristiyan milletler OsmanlI hâkimiyetinden kurtulmak istiyorlardı. Sultan’ın uy­rukları olan Sırplann bir ayaklanması ilkin ‘ Sırbistan’ı, sonra da Rusya’yı bir savaşa sürükledi, bunun sonucunda Osmanlı İmparatorluğu kısmî olarak parçalandıysa da, büjnik Devlet­lerin müdahalesiyle bu hal smırlandınldı. Rum anya ve Sırbls-

'tan prenslikleri bağımsız krallıklar haline geldiler; Bulgar ül­kesinin yalnız bir kısmı tâbi bir prenslik haline sokuldu. Bos­na’nın "idaresini” ele alan Avusturya bu yüzden faaliyetini Balkan yarımadasına da yaymağa heveslendi ve burası, büyük Devletler arasında bir rekabet sahası haline geldi.

Devletler arasında serbest mübadeleye doğru grelişmelçte olan ticaret münasebetleri, artık yalnız sanayicileri değil, Av­rupa dışındaki memleketlerin rekabetinden korkan çiftçileri de tatmin etmek için, himayeciliğe doğru yöneltildi. Hükümetler gerek ticaret anlaşmaları yapıp bunlara hemen bütün mem­leketler mamûl ve mahsullerini içeriye sokturmıyacak gekilde hesaplanmış hükümler koyarak; gerekse ticaret andlaşnaala-

MUKAYESELİ TA R İH İ 377

378 AVRU PA M İLLETLERİNİN

nnm sürelerinin dolmasını bekleyip gümrük resimlerini bir kiinunla ayarlıyarak, gittikçe daha yüksek gümrük tarifeleri ihdasına başladılar. Yalnız Büyük Britanya “serbest mübade­le” yi muhafaza etti ve bu liberal partinin doktrini haline gel­di.

Devletler arasmdaki münasebetler yavaş yavaş değişmeğe başladı. Almanya ilkin Avusturya ile, sonra da İtalya ile bir ittifak yaptı ama Rusya ile bozuşmadı. Üç İmparatorluk 1881 de imzalanan ve çok gizli tutulan bir andlaşma ile birbirlerine bağlı kaldılar.

OsmanlI imparatorluğu buhranından sonra Avrupa dışın­da yapılan harekât dolayısiyle münasebetler çapraşık bir hal aldılar. Birkaç Devlet, “emperyalizm” diye adlandırılan bir “genişleme, yayılma politikası” gütmeğe başladılar. Bir sıra görüşmeler ve genel bir plâna tâbi olmaksızın giriştikleri kü­çük seferlerle ya bir sömürge veya bir "protektora” kurarak, ya da başka Devletlerin kendilerine bir “nufus bölgesi” tanı­malarını Bağlıyarak Avrupa dışında birer İmparatorluk edin­menin yolunu buldular. Hemen hemen bütün Afrika, büyük Britanya ile Fransa arasmda paylaşıldı; Rusya hâkimiyetini bütün Kuzey Asya üzerine yaydı. Avrupa dışında rakip hale gelen üç “ emperyalist” Devlet, o sırada Orta Avrupa Devletle­ri arasmda kurulmuş olan Üçlü İttifak karşısında yalnız duru^ ma düşmüş göründüler.

Bismarck tarafından idame edilmiş olan bu müna.^ebetler sistemi, Rusya ile olan andlaşmayı yenilemek istemiyen II. Wilhelm’in şahsî politikası yüzünden bozuldu. Bundan mem­nun kalmıyan gar III. Aleksandr, Rus e’ndü.strisine gerekli is­tikrazlar için muhtaç bulunduğu Fransa’ya yakınlaştı. Sonun­da Fransız hükümeti ile bir savunma andlaşması yaptı ve bu, Fransa’ya artık yalnız olmadığı duygusunu verdi. - Almanya’­ya dünya politikasında faal bir rol vermek isteyen Wilhelm, İngilizleri telâşa düşüren bir savaş donanması kurmağa baş­ladı. Yeni çar II. Nikola’yı Uzakdoğu’da bir yayılma politikan sı gütmeğe teşvik etti; bu hal Japonya'yı telâşlandırdı ve Rus­ya’yı Balkan yarımadasından uzaklaştırdı ve buradaki hristi­yan Devletler üzerinde Avusturya nufuzunu arttırmağa baş­ladı,

Japonya’nın zaferiyle sona eren Rus-Japon savaşı, Rusj^a’- nm durumunu zayıflattı. Almanya’nın teşebbüslerinden kaygıla­nan Ingiliz hükümeti “ infirad” politikasından ayrılmağa ka­

rar verdi. İllcin İlci Devlet arasmdaki pürüzlü bütün meselele­ri halleden bir andlaşma yaparak Fransa’ya yaklaştı, sonra da Asya için aynı şekilde bir andlaşma yaparak Rusya’ya ya­kınlaştı. Böylelikle de. Üçlü İttfik ’a bir kaurşılık gibi görünen “Üçlü Andlaşma” nin yapılması igi sona ermiş oldu. Bu and- laşma Almanya’da, başka Devletler tarafından ‘çemberlendi- g1” intibaını uyandırdı; yanı zamanda da Balkan memleketleri konusunda Avusturya ile İtalya arasında çıkan bir anlaşmazlık yüzünden Üçlü İttifak zayıf düşmüştü. - Silahlanmayı sınıp- ijyarak bangı sağlamak için (189i9 ve 1907 de) iki defa yapı­lan ve bütün dünya Devletlerinin iştirakiyle bir Kongre top­lanması amacını güden teşebbüs, ancak bir takım dileklerin açıklanması ve ihtiyarî bir tahkim divanı kurulması gibi bir sonuç verdi.

Makedonya ordusunun Osmanh Sultanına karşı ayaklan­ması dolayısiyle Avrupa barışı bozuldu; Avusturya hükümeti bundan faydalanarak Bosna’yı ilha ketti, Burgar prensi de (1908 de) hükümdarlığını ilân etti. İç mücadeleler dolayısiy- le zayıf düşen Osmanh İmparatorluğunun, kendini savunamaz gibi bir hali vardı. İtalya Trablus’u fethetmek için ona savaş açtı; sonra da Balkanlardaki küçük Devletler hristiyanlarla meskûn memleketleri Osmanh İmparatorluğunun elinden al­mak için taarruza geçtiler ve onun Avrupa’daki hemen bütün topraklarını zaptettiler. Bu Devletlerin büyümelerini sınırla­mak için büyük Devletler işe karıştılar. Bu buhranların yarat­tığı sarsıntıdan da Avrupa için bir felâket çıkması mukadder^ di.

MOfCldl hayatın yem şarttan. — Hayatın maddî şartların­daki değişme o kadar çabuk ve o kadar derin oldu ki, bir ih­tilâl olduğu intibaını yarattı. Ekonomik hayatın bütün veçhe^ leri üzerinde etki yapan bu değişiklik, birincisi bilimlerin tek­niğe uygulanması, İkincisi de tabiatın biriktirdiği maddelerden işletilmesi olmak üzere, birbirinden ayrı iki sebebe atfedilebi­lir.

Tekniğin, o zamana kadar, “am pirik” buluşlarla meydana gelmiş olan, ilerlemesi bundan böyle, genel kanunlarla sonuç­lanan dakik ölçüler ve matematik hesaplarla çalışan bilimle­rin uygulanması sayesinde elde edildi. Her işlemden beklenen tesiri önceden doğru olarak gösteren bu metod, istenen tesiri yaratmak için kullanılması gerekli usulü önceden tasarlamak imkânım veriyordu. Teknik icat çalışmaları da artık ya olay-

m u k a y e s e l i TARÎH İ 379

TT380 AVRÜPA MİLLETLERİNİN

lann kanunlarını tayin gibi tamamen İlmî bir amagla bilim ve öğretim kurumlarmda yapılan teorik araştırmalar; yahut da büyük endüstri müesseselerine bağlı lâboratuvarlar ve tanm tecrübe tarlalarında teknik bir usul bulmak için girişilen de­neylerle hajzırlandı. - Bu araştırmalar endüstrinin hammadde­leri çıkarmak veya mamûlleri imâl veya nakletmek için kul­landığı fizik, şimik, hattâ biyolojik kuvvetlerin miktannı art­tırmak imkânını veriyordu. Hattâ bu araştırmalar belirli bir kullanış için gerekli elâstikiyet, suişlemezlik, pasa dayanıklı­lık, elektrik cereyanının geçmezliği gibi vasıflarla mücehhez su­nî-m addeler yaratmak imkânını dahi veriyorlardı.

İstihsalin artmasındaki çabukluk, bu iş için kullanılan maddelerdeki kökten bir değişiklik yüzünden de meydana gel­di. Bu maddelerin hemen hepsi daima gerek bitkilerin veya hayvanların yavaş yenilenen canlı özlerinden, gerekse (taş, balçık, kum, kireç, alçı, tuz, demir cevheri gibi) yerinde veya komşu bir memlekette tedarik edilen hudutsuz miktardaki ma­denî maddelerden çıkanlag-elmişlerdi. Taşıma işlerindeki ko­laylık ve ucuzluk Avrupa milletlerini Avrupa dışındaki o za­mana kadar ıssız olan yahut az ekilen büyük memleketlerin buğday, yün ve pamuk, et ve deri, kauçuk, kereste ve maden­ler gibi tabiî ürünlerini büyük miktarlarda getirtmeğe şevket­ti. Hammaddelerin en büyük kısmı bundan böyle, binlerce asırdanberi birikmiş olup Antik çağdan itibaren pek azı kul­lanılmış maden hâzinesinin işletilmesiyle elde edildi. Bu sa­yede endüstriye demir, bakır, kurşun, gümüş, cıva, nikel, manr ganez, alüminyum cevherleriyle (maden kömürü ve petrol gi­bi) yakıtlar, - tarıma da fosfat, nitrat, potas sağlamak müm­kün oldu.

Issız kalmış bölgelerin tabiî kaynaklan, bunları çabucak bitirecek tarzda işletildi. Kâğıt hamuru elde etmek için orman­lar kesildi. Rusya’da ve Amerika’da çayırlıkların çürümesiyle biriken humus toprağı buğday yetiştirmek için gübresiz olar ı-ak ekildi. Avrupa’nın bugün faydalanmakta olduğu zenginli­ğin büyük kısmı, bütün dünyanın hâzinelerinin eşi görülmedik bir israfıyle elde edilmiş bulunmaktadır. Bu işletme işinde al­tun, istisnaî bir yer tuttu. İstihsal Califom ia ve Avusturalya’- da azalmağa, Güney Afrika’daki madenlerin açılışından itiba­ren de artmağa başladı. Bütün dünyada 1850 de 12 milyar ola­rak tahmin edilen altun stoku, 1910 da dört misli artmış bur lunuyordu. 1873 ile 1895 arasmda görülen fiyat düşmeleriyle

buhran, altun istihsalinin durmasına; X X , yüzyıldaki fiyat aı^ tısları ise, bunları dügürmek temayülünü gösteren muazzam istihsal artışına rağmen, altun istihsalinin çoğalışına atfedil­mektedir.

Ta-nmdaki ihtilal. — Kim yevi gübreler toprağa verim art­t ı n « cevherler sokarak hububat, yem bitkileri, geker pancarı ve patatesin verimini görülmedik bir seviyeye ulaştırdılar. - Mayalann keşfi şarapların ve alkollerin imâli için bir metod; mikropların keşfi ise bitki ve hayvan hastahklannm tedavisi için usuller meydana çıkardı. - Irsiyetin ve çiftleşmelerin inr celenmesi, damızlıkların istifası yoluyla, ağırlık ve kalitece üstün yahut süt ve tereyağ verici hayvan çeşitleri elde etmeğe yaradı. - Tohumların istifası ve melezleştirilmesi yoluyla çalı­şan botanik deneyler, yeni bitki çeşitleri yarattı ve bunlar da­ha bol, yahut kötü havalara ve hastalıklara daha dayanıklı ürünler verdiler.

Maden endüstrisinin ilerlemesinden tanm da dolayısiyle faydalanarak eski tahta âletlerin yerine madenî âlet ve cıhaz- lan geçirdi ve (biçer-döver, harman, mibzer makineleri gibi) işi çok kısaltan ve el emeğine olan ihtiyacı da geniş ölçüde azaltan makineler edindi. Danimarka’da köylüler tarafından kurulan kooperatif şirketler, tereyağının imâli ve toptan satışı bakımından örnek oldular.

Taşıt araçlarının, şose ve demiryollarının çok büyük ölçü­de ilerlemesi, muhafazası güç olan et, sütlü maddeler, yum ur­ta, sebze, meyve, çiçek gibi ürünlerin büyük şehirler piyasa­larında satılmasını mümkün kıldı. Yünün uzak memleketlerden tedarikine başlanalıdanberi, hayvan yetiştiriciler koyun sayı­sını azaltıp büyük şehirlerin müstehlikleri için et ve sütlü mad­deler veren domuz, öküz, inek sayısını arttırdılar: Ticarete da­ha sıkı şekilde bağlı hale g'elen tarım, çiftçinin yahut mahallî pazarın istihlâki için çok daha az ölçüde; toptancı tüccar vası­tasıyla satış yapmak veya (değirmenler, alkol taktirhaneleri, geker fabrikaları, peyplr ve yağ imalâthaneleri, zeytinyağ ve konserve fabrikalan gibi) büyük endüstri müesseselertne mal satmak için daha büyük ölçüde istihsal yapmağa başladı. Müs­tahsil bilhassa toptan satış için çalışarak yalnız bir tek ekim veya hayvan yetiştirme Avrupa dışındaki memleketlerin reka­beti şarap ve zeytinyağ, yün ve deriler, keten, kenevir ve ipek, hattâ hayvan gibi başlıca tanm maddelerinin fiyatlerini düşür­dü. Bu rekabetin bilhassa ananevi buğday ekimine zararı do­

MUKAYESELİ TARİHÎ 3gl

rf382 AVRUPA MÎLLE3TLERÎNİN

kundu ve az masrafla ekilen topraklardan gelen buğrdaylann yaptıkları rekabet yüzünden, bu tanm kolu çok lıad bir buh­ran g-eçirdi. Bunun üzerine buğday ekiminin verimi arttınlar rak rekabetle savaşılmak istendi; fakat yiyecek maddelerinden birçoğunun ithalât yoluyla getirtildiği İngiltere’de, bu tanm kolu kalkınamadı. Başka Devletlerde çiftçiler yabancı tanm maddeleriyle hayvanlar üzerine gümrük resmi konulm am ı istediler ve elde ettiler.

EndüstrideKi ihtilâl. — İlmin tatbikatı sayesinde gerek malzemeyi çıkartmak, gerek öteki endüstrilerin çalışma âlet­lerini ve gerelcsei istihlâk eşyasını imâl bakımından, endüstri­nin istihsali daha fazla arttı. Mekaniğin, fiziğin, yahut kimya­nın tatbikiyle harekete geçen sınırsız kuvvetlerle çalışmakta olan “ağır” endüstrilerdeki değişme, çok köklü oldu. Maden cevherlerinin, yakıtların ve kimyevî gübre hammaddelerinin çıkarılması işi hidrolik basıncın, dinamitin ve (basınçlı hava, daha sonra da elektrikle işliyen) matkapların icadı sayesinde tamamen değişti. Font ve çelik istihsali için yüksek fınnlar kullanan büyük maden endüstrisi, fosforla karışık demir cev­heri kullanmak imkânını veren İngiliz (Thomas) usulü saye­sinde değişikliğe uğradı. Daha saf bir çelik imâl eden elektrik fırını ile içlerinde daha az miktarda nikel, manganez yahut tungstenin bulunduğu halitalann da bu değişiklikte rolleri ol­du.

Bu usullerle mükemmelleştirilen -maden lokomotiflerin, raylann, gemilerin, iplik eğirme ve dokuma makinelerinin, tür­binlerin, âlet vazifesi gören makinelerin, znh levhaların imâ­linde kullanıldı. Yine bu maden köprülerle büyük binaların, hattâ yeni betonarme usulünce inşa olunan evlerin iskeletleri için kullanılan madenî kirişlere gerekli hammaddeyi verdi. Elektrik, çağlayanların kuvvetini muazzam -mesafelere nakle- dilebilen bir elektrik enerjisine tahvil ederek tatbik olundu. Buharın yerini alabildi ve böylelikle madenlerde, maden sanar yünde, demiryolu taşımalarında kömür masrafının kaldınlma- sını mümkün kıldı. Elektrik ışığını ve elektrikle ısınmayı ya­rattı; hattâ soğukluk elde etmek için yeni bir usul dahi ortaya çıkardı. Elektrik fınn ı elektroliz usulü ile maden cevherleri­nin terkiplerini ayırmak imkânını sağladı.

Kimya, cisimlerin patlayıcı hassalannı uygulayarak ma­denlerde ve bayındırlık işlerinde kullanılan dinamiti, sonra sa­vaş silâhlarının kudretini arttıran bir sıra patlayıcı maddele­

ri keşfetti. - Yeni taktir usulleri, kullanılması umumileşen al­kolün daha büyük miktarda istihsalini sağladı. İlkin kok is­tihsalinde kullanılan maden kömürünün taktiri, zaten aydınr latmada kullanılalı havagazımn İmâline yarıyordu; bu gaz şe­hirlerin aydınlatılmasında ve evlerin ısıtılmasında büyük yer tuttu. Benzin, kreozot ve yeni boya ve parfüm serileri gibi “tâ­li maddeler” i çıkarmak için ke-gfedilen usullerle de yeni bir değer kazandı. - Petrolün taktiri, yağla aydınlatmayı hemen hemen yokeden yeni bir ışık kaynağı sağladı.

Tatbikî kimya sinematogrrafı, sentetik ilâçları ve gazetele­rin muazzam miktarlarda basılmasını sağlıyan kâğıt hamuru­nu yarattı. - Camcılık ve çanak - çömlekçilik, çamaşırcılık, şe ­ker, sabun, ispermeçet ve konserve imâlatında değişiklikler yaptı. - Margarin ve teksif edilmiş süt endüstrisini kurdu. - İlkin kimyevî bir usulle elde edilen soğuk-hava endüstrisi (et, balık, meyve gibi) çabuk bozulan yiyecekleri muhafaza ve uzun mesafelere taşımak imkânım sağladı.

Bu icadlar, istihlâk için çalışan endüstrilere maliyet fi­yatlarını indirerek fiyatlarını ucuzlatmak ve gok daha büyük bir alıcı tabakasına ulaşmak imkânını verdiler. İngiltere’de başlayan değişiklik, bütün memleketlere yayıldı. Büyük en­düstri zenginlerin lüksünden ziyade halk tabakasının istihlâki için çalıştı. Am erika’da icad edilen dikiş makinesi, çamaşır ve hazır elbisecilikte evde çalışma usulünün muhafaza edilebil­mesini mümkün hale koydu.

Patlamalı motorların icadı ile motorlu gemicilik meydana çıktı; kauçukla bir araya gelerek, motor, otom obili; uçan âlet­lerle bir araya gelerek de uçağı yarattı. Elektrikli telgraf, te­lefonun icadiyle tamamlandı. Hertz dalgalarının keşfinden tel­siz telgraf, daha sonra radyo doğru. - Denizaltı gemisinin icadı, insanlığın en cür’etli hayallerini gerçekleştirmek işini sonş. er­dirdi: Havalarda uçuluyor, suyun altından gidiliyor, karada büyük hızla dolaşılıyor, dünyanın bir ucundan öbür ucuyla ko- nuşulabiliyordu.

Maden sanayinin ilerlemeleriyle hızlanan nakliyat endüs­trisi ticarî eşya ve yolcular için halkın hizmetine gittikçe da­ha seri ve ekonomik taşıt araçları verdi: Bunlar karada de­miryolları; denizde, dünyanın bütün büyük limanları arasında ihdas olunan vapurculuk hatlanydı. Gittikçe daha sıklaşan bir demiryolu ve telgraf hattı şebekesi Avrupa’nın bir ucundan öbür ucuna, boyuna artan sayıda mektup, gazete ve telgraf

MUKAYESELİ TARİHİ 383

384 AVRUPA MİLLETLERİNİN

gönderilmesine imkân verdi.Ticaret. — ■ Endüstrinin ve nakliyatm ilerlemesiyle hızla­

nan ticaret, bilhassa deniz yolundan çok daha büyük ve hızlı gemilerle, en uzak memleketlerin artan miktardaki mallarını çok daha düşük fiyatlarla getirtebildi. Kalabalık nufuslu mem­leketlere büyük partiler halinde ithal olunan buğdayla maden cevherleri, madenler, kömür ve petrol, inşaatta ve marangoz­lukta kullanılan keresteler, yünler, pamuk, kenevir, deriler ve (madenî eşya, kumaş, kösele, çanak-çöm lek gibi) endüstri ma- mûlleriyle bilhassa kahve üzerine iş yapıyordu; bunların hepsi de hiç olmazsa şehirlerde, herkesin kullandığı maddeler haline gelmişti.

Perakende ticaret büyük şehirlerde büyük mağazaların ve pazarların açılmasıyle degrigmiş bulunuyordu: Buralarda o za­mana kadar ayrı ayrı dükkânlarda satılan malları bir arada bulmak mümkün olabiliyordu. Bu mağaza ve pazarlar ilkin iki kategoride kurulmuştu. - Birincisi bakkaliye mağazalarıydı ki bunlara yavaş yavaş bütün yiyecek maddeleri ilâve edildi, - İkincisi de hazır elbise mağazalarıydı ki bunlara bütün öbür mallar da ilâve edildi. Bu mağazalar ticarete, gok satmak için ufak bir kârla satış yapmak kuralına dayanan, yeni metodlar sokmaktaydılar; sermayelerini çabuk geri alıp yeni muamele­lerde kullanmak üzere, ancak peşin para ile satış yapmaktay­dılar. Mağazalara giriş serbestti ve müşterileri çekip onlarda istek uyandırmak için, mallar halkın gözleri önüne boydan bo­ya serilmişti. Pazarlıkla vakit kaybetmeği önlemek için, satış her malın üzerinde yazılı olan “maktu fiyat” üzerinden yapı­lıyordu. Fiyatleri gösteren resimli kataloglar memleketin her yanına gönderiliyor, mağaza siparişleri kabul edip mallan yol­lamak işini kendi üzerine alıyordu. Bu usuller halkı pazarlık etmeksizin parayı peşin ödemeğe alıştırdı; perakendecileri de fiyatı gizli tutmaktan vazgeçirip kendi fiyatlarını mağazala- rınkine yakın bir seviyeye indirmek zorunda bıraktı.

Kredi. — Bankalarca yapılan para ticaretiyle Borsalarca yapılan menkul kıymetler ticareti, kredinin çok daha geniş öl­çüde kullanılması üzerine altüst hale gelmiş bulunuyordu. Ban­ka muamelelerini muazzam sermayeli anonim şirketler halinde teşkilâtlanmış olup şube sayıları da boyuna çoğalmakta olan büyük müesseseler, gittikge daha fazla olarak yapmaktaydı­lar. Bunlar ticaret ve sanayi firmalarının o an için kullanıl- mıyan paralan ile özel şahıslann birikmiş paralarını mevduat

olarak kabul ediyorlar, sonra da bunlan ya (havale, ıskonto, tahvilât üzerine avans gribi) banka muameleleri, ya da büyük müesseselere yapılan ikrazat halinde kullanıyorlardı. »Aynca Devlet istikraz tahvillerini müşterilerine satarak ve bunlann faizlerini tahsil i§ini üzerlerine alarak, tahvil satışlarıyla da uğraşıyorlardı. Resmî Devlet bankalan gittikçe artan miktar- larda ve daha ufak kupürler halinde banknotlar çıkarıyorlar­dı: Bunlar bir altun ihtiyatı ile garanti edilmişlerdi ve ibrazın­da kargılıkları ödeniyordu. Banknotlar paıa yerini tutuyordu ve kasa mevcudu ise bonknot olarak çıkarılan meblâğın ancak bir kısmına ulaşıyordu. Böylelikle kâğıt para toplamı, gerçek para miktarını çok fazla aşmaktaydı. Bu miktar aynca, imza sahibinin bankadaki mevduatı ile garanti edilen çefc’lerin gittik­çe umumileşen kullanılışıyla da artmaktaydı, Bundan maada, İngilizlerin ' ‘clcaring house” lan örnek tutularak ihdas edilen "takas odaları” her bankanın müşterilerinin, öteki bankaların müşterilerine olan borçlarını kendi aralarında kıyaslıyarak, naktî tediye yapmaksızın borçların büyük bir kıamınm iptalini sağlıyorlardı,

Ingilizler çekle takası çok daha fazla kuîlanıyorlardı. Fran- sızlar ise daha çok banknot kullanmaktaydılar. Bu sonuncular muntazam şekilde, emin ve küçül:; bir gelir sağlayan yatırım- lan, bilhassa Fransız Devletinin tahvilleriyle yabancı Devlet­lerin istikraz tahvillerini tercih ediyorlardı. İngiltere ile Al­manya’da para sahipleri paralarını tehlikeli olmakla beraber fazla kazanç sağlayan teşebbüslere seve seve yatınyorlar; bun­lann bankalardaki mevduatı ise bilhassa endüstri ile ticarete döner sermaye tedarikine yarıyordu. Mevduatın bilhassa tasar­ruflardan müteşekkil olduğu Fransa’da para daha bol ve iskon­to haddi daha düşük olduğundan, bu memleket yabancı Devlet­lere daha büyük paralar ödünç veriyordu; İngiltere ile Alman­ya daha büyük kârlar getiren daha faal müesseselere sahip bu­lunmaktaydılar, İsviçre ile Hollanda gibi eski bankacılık mem­leketleri, kısmen yabancı memleketler tarafından verilen pa­ra ile yabancı memleketlerde büyük muameleler yapmağa de­vam ediyorlardı. Daha az zengin olan öteki Devletler, muhtaç oldukları sermayelerin büyük bir kısmını Batı Avrupa mem­leketlerinden ödünç alıyorlardı.

Nakliyat, endüstri ve ticaret müesseseleri gittikçe artan bir şekilde, muazzam sermayelere muhtaç durumdaydılar ve

F, 25

MUKAYESELİ TARİHİ 385

S86 AVRUPA MİLLETLERİNİN

bu sermayeler de ancak aksiyonerlerinin paralan ile i§ gören anonim şirketler tarafmdan toplanabllmekteydl. İngiliz şirket­lerinin sermayeleri 1885 te 475 milyon, 1913 te de 2.425 milyon sterlin olarak tahmin edilmigti. Aksiyon, obligasyon, istikraz tahvili g-ibi menkul kıymetler mevcudu ¡jittikçe daha çabuk ar­tıyor ve dünyanın altun ve gümüg mevcudunu daha fazla ağı­yordu. Bankalar kendi aksiyonerleri tarafından yatırılan ser­mayeden ziyade, mevduat sahiplerinin yatırdıkları paralarla i§ görüyorlardı. Bununla beraber tedavüldeki altun ve gümüg mevcudu kâfi geliyordu; çünkü para ihtiyacı ücret ve hiz­metlerin ödenmesinden, perakende alımlardan, köyler halkı ile yapılan hesaplaşmalardan ve çeşitli memleketler bankaları arasındaki hesapların farkından doğma bakiyelerden ibaret kalıyordu.

Bütün bu sistem ("gilven” anlamma gelen) kredi üzerine kurulmuştu: Yani banknotlar karsılıklannın ve istikrazlar faiz­lerinin daima ödeneceğine güveniliyordu. Tecrübe de bu güve­nin yerinde olduğunu meydana çıkarmıgtı: Gerçekten banknot­lar her zaman resmî değerleri üzerinden kabul ediliyordu; bu ise ekonomik haylıtlan normal olan bütün Devletler için aynı olarak kalmaktaydı, öyle ki, banknotların rayiçleri, çok ufak değişmeler hariç olmak üzere, hep basabaş olarak kalıyordu. Hattâ kredinin daha az emin olduğu (Rusya, Avusturya, İspan­ya gibi) memleketlerde, kur farklan hiçbir zaman dörtte biri geçmiyordu. Nadir istisnalarla Devletler ve gehirler, borçları­nın faizlerini ödüyorlardı. İstikraz tahvilleri genel olarak ihraç fiyatına eşit, hattâ üstün bir fiyatla; yalnız paraları düşük olan Devletler için daha alçak bir fiyatle satın alınıyordu. Anonim şirketler umumiyetle temettü hisselerini ve faizleri ödüyorlar, bunlann tahvilleri de değerlerini muhafaza ediyordu. Halk kâ­ğıt parada, döviz kurlarında ve menkul kıymetlerde istikrar görm eğe alışmış olduğundan, kredi de istikrarlı olarak kalı­yordu.

Kanunen her müessese sahipleri tarafından idare ediliyor ve her müessesenin öze l'b ir şahsa ait bulunduğu zamandaki gibi, başka herhangi bir müesseseden ayrı bulunuyordu. Fiili­yatta ise kanunî sahipler olan aksiyonerlerle kanunî alacaklılar olaa istikraz tahvili hamilleri artık gerçek hiçbir nufuza sahip değildiler; çünkü aksiyonlar ya büyük sayıda hamillere dar ğılmıg, ya da bankalara yatınlmıg durumdaydı. Aksiyonerlerin mecburî olan yıllık toplantısı bir merasim haline geliyör ve

bu toplantıda aksiyonerlerin ufak bir azınlığı hazır bulundu­ğundan, higbir gerçek kontrol icra edemiyordu. Kanunen şir­ketin ücretli memurları olan idare meclisi üj/elert", şirketin gerçek sahipleri haline gelmişlerdi; bütün kararları onlar alıyorlar, aksiyonerlere ise aslı esası olmayan hesaplar veri­yorlardı. Bunlardan bazıları aynı zamanda birkaç şirketi bir­den idare etmekte olduklarından, görünürde bağımsız birkaç müessesenin işlerini bir araya toplayıp birinin zararına, öteki­nin yararına muamele yapacak durumdaydılar.

Birçok müesseseler için müşterek idare, çeşitli usullerle merkezleştirilmişti. Alman asıllı olan ve aynı endüstri müesse­seleri arasında rekabeti önlemek için kurulmuş bulunan kar­tel, bir sözleşme şeklindeydi ki bununla müesseseler her za­man için belirli miktarda istihsal ve herkes için aynı olan yeknasak bir fiyatla satış yapmağı taahhüt ediyorlardı. - An- glo-Amerikan asıllı olan trust, piyasaya hâkim olmak ve fi­yatleri tesbit işini ellerinde bulundurmak için bütün müessese­leri genel müdürlük tarafından emredilen yönde idare etmek üzere çeşitli şirketler arasında yapılmış bir anlaşma idi. - İn­giliz asıllı olan holding ise ayrı mahiyette olup bir banka ta­rafından idare edilen müesseseleri bir araya getiriyordu. Bu merkezleştirme usulleri endüstri ve ticaret teşebbüslerini git­tikçe daha geniş ölçüde olmak üzere kredi müesseselerinin hâ­kimiyeti altına sokuyorlardı.

Değişikliklerin etkisi. — Bütün bu değişiklikler tabiat ta­rafından verilen kuvvetler toplamını arttırarak, makine idare­cisi haline gelmiş olan insanın maddî çabasını azalttılar. Ham ve mamûl maddelerin miktarını arttırdılar ve fiyatleri indire­rek bu maddeleri halkın daha büyük bir kısmının satın alabi­leceği hale getirdiler. Ulaştırma kolaylıkları milletler arasın­daki maddî ve fikri münasebetleri arttırdı. Bilim bütün insan­lar için aynı olduğundan, en ileri memleketlerde icad edilen metodlar bütün ötekiler tarafmdan kullanıldılar. Avrupa’nın bir başından öbür başına aynı makineler, aynı demiryollarla gemiler, aynı telgraf hatları, aynı tarım ve imâl usulleri, aynı mağazalar ve bankalarla iş görüldü. Tek ve aynı olan millet­lerarası bir medeniyetin etkisi, ekonomik hayatla maddî ha­yatı yeknasak hale getirdi. Fakat memleket esasen daha ileri olduğuna göre değişiklik de o nisbette çabuk olduğundan, memleketler arasında ekonomik faaliyet farkı da arttı. Avrupa gittikçe daha fazla ikiye bölündü: B ir yanda (Büyük Britanya,

MUKAYESELİ TARİHİ r 3g7

388 AVRUPA MÎLLETLERİNİN

Belçika, Hollanda, İsviçre, Kuzey-Doğu Fransa gibi) bir büyük sanayi bölgesi vardı ki, asnn sonunda buna İskandinav Dev­letleri, Almanya ve Kuzey İtalya da katıldılar; öbür yanda Avrupa’nın, üzerinde yer yer büyük sanayi adaları da bulunan, tanna bölgelerinden müteşekkil mütebaki kısmı vardı.

“Kapitalizm” diye adlandırılan rejime yalnız Avrupa’nm en ileri kısmı girdi; - zaten bu terim mübalağalıdır, zira eko­nomik faaliyetin çok büyük bir kısmı henüz bunun dışında kalmaktadır, - fakat hiç olmazsa şurası söylenebilir ki ekono­m ik faaliyet “kapitalist” bir metod kullanmaktadır. Yalnız kazanç elde etmek amacıyla bir teşebbüse tahsis edilen para, işle hiçbir gahsî bağları olmayan, meçhul sahipler tarafından verilmiş olduğundan, gayrışahsî bir sermaye teşkil etmektey­di. Müessesenin rekabete rağmen muamelelerinden kâr sağ­laması imkânı yalnız m akine,kullanmaktan ileri gelmiyordu; bu imkân aynı zamanda müessesenin - vakit kaybını ve israfı önleyen rasyonel bir şekilde teşkilâtlanması ile kabil oluyor ve igçilerie memurların sayısını azaltarak masrafları kısmak imkânını veriyordu. Bunun örneği işçinin bütün hareketlerini ayarhyan “Taylor” sistemi; her işçiye tek bir iş yaptıran “zin­cir halinde çalışma” tarzı ve her eşya çeşidini çok az sayıda yeknasak modeller haline sokan Amerikan "standardizasyon” usulü tarafından verildi. Bu metod da, bilim gibi, gaynşahsi- dir ve rasyoneldir ve mücerret bir gayeye yönelmişi bulunmak­tadır, - Müesseselerin bankanın idaresi altında toplanması, X V n , yüzyıldanberi “ticaretin ruhu” sayılan rekabeti kaldır­mağa başladı.

Toplumun değişmesi. — İstihsalin artması sayesinde nufus da çabucak artabildi ve 1910 da 450 milyona yaklaştı. Bu artış Doğu ve Güney Avrupa’nm geri memleketleriyle büyük sanayi bölgelerinde aynı anda çok kuvvetli; endüstri nufusunun art­mış olmasına rağmen Fransa’da çok zayıf oldu. Kilometre ka­re başm a nufus yoğunluğu İngiltere’de 239 u, Almanya’d a -120 yi, İtalya’da 121 i buldu, Fransa’da 74 olarak kaldı.

Köylerle şehirler arasmdaki nisbet çabuk değişti; 1860 ile 1900 arasmda Avrupa’nm tümü için şehirlerin nufusu % 25 den 36 ya. Batı Avrupa için % 34 ten 48 e çıktı, lOO'.OOO den fazla nufuslu şehirlerin sayısı, 12 1/2 milyon nufusla 42 den, 1913 te 66 milyon nufusla 183 © çıktı. Nisbet İngiltere'de % 19 dan 35 e, Almanya’da % 8 ^en 21 e, Fransa’da % 4,5 tan 14 e çıktı. Geçim imkânlarının artışı büyük endüstri memleketlerinde çok

daha kesif hale gelmiş olan nufusu beslemeğe, Fransa’da ise köyler halkını seyreltip ona daha kolay bir yaşayış sağlamağa yaradı. 1890 dan önce Alman memleketlerinde çok kuvvetli olan ve bir yılda azamî 350.000 e ulaşmış bulunan göç, X X . yüzyılda Büyük Britanya ve Almanya’da gok zayıf hale geldi. Yalnız Güney Italyalılar, Slovaklar, PolonyalIlar gibi çok yoksul rençber nufusla Rus yahudileri daha fazla sayıda göçer oldu­lar.

Gerek politik hayat, gerekse çok eşitsizlik tarzda bütün memleketlere ve nufusun çeşitli kısımlarına ulaşan maddî har yat şartlarında aynı anda vukua gelen değişiklikler yüzünden, toplum da değişti. İstihsalin büyük ölçüde artışı bir istihlâk maddeleri bolluğu yaratarak hayatı daha rahat, daha değişik hale getirdi. Maden ve kâğı\ paranın görülmedik şekildeki bol­luğu muazzam miktarda bir menkul kıymetler zenginliği ya­rattı ki bu artık, toprak veya menkul eşya gibi, maddî bir mülkiyet değildi; hattâ bu mülkiyet bir şahsın başka bir şa hıstan olan alacağı halinden çıkarak alınması ve satılması ko­lay, gaynşahsî bir "sıfat” , borçluyu tanımaksızın bir parayı almağa olan mücerret bir hak haline geldi. Paranın kendisi dahi bir Devlet bankasından olan alacaktan bagka şey değildi.

N ufus artışından daha hızlı olan bu zenginlik artışı, bir §eye sahip olma veya bir şeyi istihlâk etme bakımından bir imkânlar fazlası bırakmaktaydı; Ekonom ik faaliyet daha ge­niş olduğu nisbette, bu fazlalık da daha büyük ölçüde oluyor­du. Zenginlik bilhassa şehirlerde oturanlar tarafından yapılan endüstri, ticaret ve kredi muameleleri ile meydana geldiğin­den, en çabuk olarak şehirler nufusunun yaşama şartlan de­ğişiyordu; aynı zamanda en ileri memleketlerde politik hayat da demokratik bir rejime doğru daha çabuk gelişmekteydi.

Avrupa’da toplumun eşitsiz dereceli sınıflara bölünmesi iki sebepten yerleşmişti: Bunlann biri, zenginliğin toprağa şahsen sahip olmaktan ibaret bulunması, öteki de ötoritenin bütün uyrukları, babadan kalma şartlan ne ise onların içinde tutmasıydı. Zenginlik gaynşahsî “ sıfat” halinde parçalanarak her sınıftan muazzam sayıda insanlara bölüneliden ve hükü­met de rütbe ve derece farklarını ayırdedemez hale geleliden beri, toplum artık dayandığı temeli kaybetmiş bulunmaktaydı. Eski sınıfları ayırdeden işaretler siliniyordu. Toplumu artık ne birkaç katlı bir binaya, Îiattâ ne de birbirini takibeden basa- m aklan olan bir merdivene kıyaslamak mümkündü; gınjflan

MUKAYESELİ TARİHİ 389

390 AVRUPA MİLLETLERİNİN

birbirlerinden ayıran ara-şartlar o kadar goğalmıştı ki bunla­n n tümü insanda devamlı bir meyil intibaı uyandırıyordu. Bu­nunla beraber sınıfların eski adlan yine kullanılıyor ve Doğu Avrupa’nın geri memleketlerinde eskiden üstün sınıf olan asil­ler, kapalı bir âlem halinde kalıyordu. Bu âlem saraya kabul edilmiş büyük mülk sahiplerinin ailelerinden tegekkül etmek­teydi ve yüksek memurlarla subayların goğu, bunlar arasın­dan çıkıyordu. Asiller başka sınıftan insanları kendi sosyete­lerine hiç kabul etmiyorlar ve işsiz güçsüz bir hayat sürmeğe devam ediyorlardı. Yalnız bundan Doğu Prusya hariçti, çün­kü buradaki mülk sahiplerinin çoğu malikânelerini isletmek üzere çalışmaktaydılar.

Fski ailelerden çoğunun artık soylannın tükenmiş olduğu Batı ve Orta Avrupa’da, asiller k^ndi aralannda yasayıp ev­lenmeğe devam ettikleri halde dahi, eskisi gribi sıkı bir yığın teşkil etmez olmuşlardı. Ing:iliz gentry’si (küçük asiller sınıfı) bilhassa, zenginleşip bir mülk satın almıg ailelerden teşekkül ediyordu; nobiUty (yüksek asiller) sınıfı bile gittikçe daha faz- ia ölçüde, kendilerine yeni asalet unvanı verilmiş îorci'lardan meydana gelmeydi. Para getiren hiçbir meslek yapmamak âde­tini muhafaza etmiş olan asiller, menkul kıymetler halindeki büyük servetlere sahip burjuvalara göre çok daha az zengin­diler; yalnız denk bir izdivaç yapmamağı göze alıp Amerikalı veya yahudi, büyük servete vâris zengin genç kızlarla evlenen asiller bunun dışındaydılar. R ejim parlmanter hale geleliberi hattâ Ingiltere’de dahi artık bakanlar, asiller arasından seçit mez olmuştu. Fransa’da 1879 danberi yüzlerce bakan arasında ancak birkaç aşille asillikleri şüpheli küçük aSa,let mensupla- n na rastlanıyordu.

Burjuvazi üstün rütbesini mülk bakımından zenginlik, ka- mu memuriyetleri ve özel bir eğitime ihtiyaç gösteren meslek­ler yolu ile elde ettiği için sayı, zenginlik, politik nufuz ve so^ yal itibar bakımından kazançlı çıkan da o oldu. Onun içi» zenginliğin, öğrenimin y e memuriyetlerin öneminin a,rtmış ol­duğu Batı ve Kuzey Avrupa’da, Güney’e ve Doğu,va göre daha gok yükseldi. Fakat asilliğin suni bir icad, burjuvazinin İsa sadece resmî bir ad olduğu Rusya’da, adına intelligenzia, denen ve eğitimle teşekkül eden bir sınıf fikri meydana gelmişti.

Burjuvazi gittikçe artan ölçüde değişik seviyeli olan, fa­kat hiçbir kesin sınırla aynlm ıyan 'insanları ihtiva ediyordu; çünkü herkesin seviyesi zenginlik, meslek, eğitim ve memuri-

yXtler meratip silsilesindelti dereceden doğan çeşitli kombine­zonlardan meydana grelnaekteydi. XVI. yüzyıldanberi üst kade­mede büyük burjuvazi vardı, - bunun başında "yülcsek banker­ler” sınıfı bulunuyordu ki bunun kredi ve spekülâsyon üzerine kurulmuş olan zenginliği, sınırsızdı; - sonra toptancı tâcirler, büyük sanayiciler, yüksek rütbeli memurlar gelmekteydi. - Onun arkasından (hukuk ve tıp gibi) serbest meslekler men- suplanyle memurların. Kilise adamlarının, orta büyüklükte servete sahip sanayicilerle tâcirlerin, edebiyat ve sanat erbar bmm teşkil ettiği orta burjuvazi vardı.

A lt kademede bulunan ve küçük endüstri ile perakande ti­caret patronlarından, banka ve ticarethane memurlarından) aşağı rütbedeki Devlet memurlanndatı, okul öğretmenlerinden müteşekkil olan küçük burjuvazi, X X . yüzyılın sonundan iti­baren mamullerin bollaşmasından faydalanarak yan-lüks mad­deleri tedarik suretiyle yaşayış seviyesini yükseltti. Yaşayış tarzı ba;kımından sosyal seviyesi' orta burjuvazininkine yaklaS' tı (1), kadınların giyimi artık “hanımefendi” lerinkinden ayııv dedilmez oldu.

En alt kademede kol isçileri kalmaktaydılar. Ticaretin go- lişmesi dükkâncıların ve (evlere mal teslim edenler, garson va çıraklar, hamallar gibi) aşağn rütbedeki müstahdemlerin sayı* sını arttırmıştı; nitekim bu, nufus sayımlarında, “ticarî mes­lekler” yüzdesinin artmasıyla da belli olrnaktadır. - Büyük enr düstrinin gelişmesi de büyük müesseselerde toplanmış işçilerin sayısını çok arttırarak evde çalışanlar sayısını azaltmıştı ve bu gibi evde çalışan işçiler de (çamaşır dikimi, dantelâciık, işleme­cilik gibi kollarda) bilhassa kadınlardan teşekkül etmekteydi. Yine büyük endüstrinin gelişmesi yüzünden kendi hesaplanna çalışan değirmenci, kunduracı, şapkacı, saatçi, marangoz gibi birkaç çeşit zanaat erbabı da hemen hemen ortadan, kalktı. Bü­yük sayıda imâl edilen bu eşya, küçük tâcirler tarafmdan pe­rakende olarak satılmağa bağlandı. Bununla beraber bağımsıa zanaatkârlann nisbeti göz® çarpar şekilde azalmadı, kl bunlar arasında yapı iglçilerini de saymak yerinde olur.

Durmadan monoton bir seklide çalıştığı için şahsî bir ig yapmadığı gibi bir duyguya kapılan büyük endüstri isçisi, ken-

lUKAYESELÎ TARÎHİ 391

f l j X III. yüsıvitda sövahrelerm, ¡uşakhğim mpam. silâhtar^ tat' zümresi de asiUer sımîvna girdiği zaman, ituna &etf»er halkmma otmv tu.

AVRUPA MİLLETLERİNİ:362

dini bir makinenin digli garkı rolünü yapmağa mahkûm aibi hissediyordu. Kararsız şartlar içinde günü gününe yaşıyor ve -tıpkı mutlakiyetçi bir monarşideki uyruğun durumu gibi- müessese müdürlüğünün hükmü altmda bulunuyordu. Ne İşve­renin iktidarını sınırlamak, hattâ ne de ücretlileri tehlikelerine katlanmadıkları bir işin kârına ortak etmek için hiçbir amelî usul bulunmuş değildi.

Aynı müessesede toplanarak devamlı tema,s halinde bulu­nan işçiler, burjuva şeflere karşı muhalefette kendilerini da­yanışma halinde görüyorlardı; bu muhalefet de sosyalist dok­trinin iki sınıf arasında yarattığı mücadelenin sonucuydu. Bu anlaşmazlıkta mutad silâh, grev olarak kalmaktaydı; işçiler bunu iş sözleşmesinin hükümden kalkması gibi değil de, istek­lerini desteklemek için en tesirli baskı vasıtası olarak görü­yorlardı. Hattâ bunu, amelî bir sonucu olmamakla beraber, “tesanüt grevi” halinde, başka zanaat kollarının grevcilerini desteklemek için de kullanıyorlardı. En ateşlileri son çare ola­rak “genel grevi” görüyorlar ve bunu sosyal ihtilâl haline sok­mak ümidini besliyorlardı. Hattâ bazıları, tıpkı anarşistler gi­bi, işe “sabotaj” yaparak, yani makine ve malzemeyi tahrip ederek, çalışmağa devam eden işçilere karşı şiddet hareketle­rinde bulunarak “ doğrudan doğruya faaliyete” dahi girişiyor­lardı.

Büyük Britanya patronların çocuklar, kadınlar ve delikan­lılar gibi müdafaasfö yaratıkları sömürmelerini yasak ederek en vahim yolsuzluklara çare bulmuştu, ö tek i Devletleri de ya­vaş yavaş kendine uydurarak bu konuda örnek oluyor; çalış­ma saatleriyle şekillerini nizamlamak; işçilerin canlarını ve sağlıklarını korumak; hastalık, ihtiyarlık, iş kazalarına karşı sigortalar ihdsıs etmek için kanunlar çıkarıyor ve bunların uy­gulanmalarını sağlamak için bir müfettişler kadrosu kuru­yordu.

Sosyal ıslahat isteyen ve patronları geçimi aynı seviyede tutmağa, hattâ yükseltmeğe zorlayan İngiliz İşçilerinin "union” ve “ federasyon” lannı kısmen öteki memleketler işçileri de taklld ettiler. Fransa’da bunlar senUikalar ve (aynı şehrin iş­çileri arasmdaki) “ iş borsalan” halini aldılar; bu teşekküller de bir “ Çalışma Genel Konfederasyonu” halinde birleşmeği de­nediler. Almanya’da işçi birliklerinin çoğu sosyalist partisi ile anlaşma halinde faaliyette bulundular; İtalya’da fasci diye ad- Işndmlan birlikler büyük sayıda tarım işçisini bir araya top­

ladılar. - Aynı usul Fransa’da ticarethane memurları ve hattâ, aşağ-ı rütbedeki devlet memurları tarafmdan uygulandı; bun­lar da işçi konfederasyonuna katılacak sendikalar kurma hak­kını istediler.

Yaşayış tarzlan bakımından zanaatkarlara yaklaşan çi­çekçiler, bağcılar ve bostancılar hariç, köylerde oturan (küçük mülk sahipleri, çiftçileri, ortakçılar, ugaklar, gündelikçiler gibi> tarım işçileri köylü olarak kaldılar. Doğu Avrupa’daki g’eri memleketlerde, çeşitli kateg'oriler arasmdaki nisbet £iz değişi­yordu. Daha ileri memleketlerde ve bilhassa İngiltere’de Av­rupa dışmdaki memleketlerin rekabeti yüzünden çıkan ta n m krizindenberi gündelikçilerin sayısı çok azalmıştı. El emeğini faydasız hale getiren yeni tanm makineleri, gündelikçilerin ekmeklerini ellerinden alıyorlardı. Bunlar kendilerini köye bağlıyacak hiçbir menfaate sahip olmadıklanndan, şehirlere gidiyorlar, orada daha yüksek bir gündelik, daha zahmfetsiz b ir iş, daha az kaba-saba bir yiyecek ve daha fazla eğlence bulu­yorlardı; şehirlerde de uşaklık veya işçilik yapmağa bağladı­lar.

Yaşayış tarzmm değişmesi. — Milletlerin yaşayış tarzı çok eşitsiz olarak değişti; uzak memleketlerden gelen tanm ürün­lerinin ve endüstri mamullerinin bolluğu yüzünden istihlâkin artmış olduğu en ileri Memleketlerde bu değişme, büyük öl­çüde oldu. Etin, süt mamullerinin, şekerin, şarabın ve alko­lün, bilhassa buğdayla unun büyük miktarlarda gelmesi yü­zünden beslenme işi daha bol, daha çeşitli bir hal aldı. Buğday ve un bolluğu ekmek fiyatını ucuzlatıp istikrarlı hale soktu ve -Rusya hariç,- açlığı, hattâ kıtlığı ortadan kaldırdı. Ku­maşların, çamaşırın, tuhafiye eşyasının, hazır elbiselerin, ma­kineyle çivilenen kunduralann, şapka ve kasketlerin ucuz fi­yatleri yüzünden giyim, daha değişik hal aldı. - Altun veya gümüş taklidi ziynet eşyası, yalancı taglar, kaplama mücev­herler, sunî ipek yüzünden süslenme, harcıâlem bir hal aldı.- Madem ve betonarme inşaat, çiniler, pencere camları ve renk­li camlar, duvar kâğıtları, su geçirmez sıvalar, mutfak âletleri akarsu muslukları, alafranga helâlar sayesinde meskenler iyi­leşti. - Lâke madenden yaylı karyolalar, aynalar, İngiliz sıcak banyo usulünü yavaş yavaş yayan banyo küvetleri gibi makine­de imâl edilen mobilyeler sayesinde evlerin döşeniş tarzı de­ğişti. - Şöminelerle sobaların ilerleyişi, havagazı ve daha sonra çlektrik, sıca,k sulu radyatörler ve kalorifer sayesinde w tm a

M UKAYESELİ TARİH İ 393

394 AV RU PA MİLLE3TLERİNİN

iğinde ilerlemeler oldu. Aydmlatma İşi ilkin havagazı ve petrol lâmbası, daha sonra elektrik ışığrı ile ihtilâl geçirdi.

Hekimlik İlmî keşiflerle baştan aşağı değişti; kuduz, ve­ba, kolera, tifo, difteri, verem m ikroplan mikrobiyoloji saye­sinde tanındı ve antisepsi ile asepsinin doğmasına yol açtı ki bunlar, hastanelerde septisemiyi hemen hemen ortadan kal­dırdılar. - Asepsiye anesteziklerin keşfi de eklenince bu, cer­rahiyi yalnız yaralan değil, birçok hastalıklan da kolayca ameliyat edecek hale getirdi. - Dişleri tedavi ve muhafaza et­mek, çürük ve bozuklarının yerine yenilerini koym ak İmkânmı veren digçilik sanatı, acı çekme sebeplerini azalttı ve ihtiyar^ lığın eza verici sakatlıklanndan birine çare buldu. - Röntgren ısınlarının keşfi radyoskopiyi doğurdu, feu sayede bir ânzanın yerini tam tamına bularak emin bir teşhiste bulunmak müm­kün oldu. - Aşı ve seromlann keşfi birçok intanî hastalıklara kargı koruyucu mahiyette olmak üzere ası yapmak imkânını verdi. - Veba ve koleranın bulaşma, şekillerinin keşfi, resmî makamlara tesirli tedbirler almak imkânını verdi ve bunlar, birçok Avrupa şehirlerinde başgösteren bütün hastalık salgın- lannı daha başlangıçta durdurdular.

Bütün bu ilerlemeler (bilhassa çocuklar arasmda) ölüm nisbetini büyük ölçüde azaltmak ve- ortalama hayat süresini Avrupa’da ve bilhassa durumun iyileşmeğe başladığı İngilte­re, İsviçre, İskandinav memleketleri, Fransa gibi yerlerde o za­mana kadar hiç bilinmiyen bir seviyeye ulaştıran bir sonuç verdi.

Yeni yapılan veya mükemmelleştirilen fonograf ve sinema gibi icatlar sayesinde eğlencelerde değişiklikler oldu; ilkin her- Seyin resmini olduğu gibi çekip göstermek için kullanılan si­nema, tiyatronun halka mahsus şekli haline gelmeğe başladı. Eğlenceler, X IX . yüzyılın sonundan itibaren dansın daha ha­reketli şekiller altında yeniden dirilmesi ve İngiltere’den gelen spor’lar dolayısiyle de değiştiler; bu sayede insanlar boş va­kitlerini İskambil oynamak veya meyhanelerde içki içmekle geçirecek yerde daha sıhhî bir şekilde kullanmak imkânına kavuştular. Sayıları daha çoğalan ve daha parlak bir hal alan tiyatrolar, müzeler, her çeşit sergiler gittikçe kalabalıklaşan bir halk yığını için daimî bir temaşa haline geldiler. Çoğu za­man klişelerle resimlenen kitaplar, dergiler, gazeteler öylesine bol bir şekilde yayıldılar ki şehirler halkı arasına, hattâ köy­lere^ kadar sokuldular,

Hayat böylece süre, sağlık, değişiklik, eğlence ve aslı İn­gilizce olan bir deyimle konfor bakımından çok gey kazandı; fakat bu, bilhassa mamulleriyle kredilâirini dışarıya satan en zengrin memleketlerle, sınaî teşebbüsleri idare eden personelin çıkmakta olduğu burjuvazi içinde çok eşitsiz bir tarzda oldu. Küçük burjuvazi (Almanca Ersatz diye adlandırılan) yarı-lüks maddelerin yığın halinde imalinden faydalanıyordu; bunlar, fi- yatleri yüksek olduğu için o zamana kadar imtiyazlılara mah­sus kalan eski lüks maddelerin taklitleriydi. Bilhassa kadınlar ra burjuva hayatının dış görünüşlerini elde etmek imkânını veren bu ucuz mamûller insanda, halk yığınının üstüne çıkmış gibi bir duygu yaratmaktaydılar.

Zanaatkâr, yüksek ücretli işçi, hizmetçi ve uşak gibi kol emekçileri ilkin şehirlerde, daha sonra kasabalarda yavaş ya­vaş burjuvaların İstihlâk usullerini benimsiyorlar ve bunu da, lüksün İmtiyazlılardaki meydana gelişi sırasına göre yapıyor­lardı. Müreffeh hayatın sembolü olan et, şarap, bira gibi şeyle­ri İstihlâk ederek işe başlamışlardı; sonra bunlara tütün, alkol, kahve, likörler gibi keyif verici şeyleri eklemişlerdi; derken sıra giyime ve mutfak ve ev edevatına, nihayet mobilyeye ve eğlenceye gelmişti. Bunlar da gazeteleri ve halk romanlarını okumağa alışıyorlardı; hemen hemen burjuvalar gibi konu­şuyorlar, onlann bildiklerini (daha doğrusu kullandıkları usul­leri) benimsemeği başarıyorlardı. Sepme hakkını da alarak, böylece politik hayata atılabilecek hale geliyorlardı. - Büyük şehirlerde derin olan bu değişme, köylerde henüz en zengin köylülere kadar erişebilmekteydi. Bunlar yiyecek maddeleri fi- yatlerindeki artışlardan elde ettikleri kazançlardan faydalana­rak toprak satın alıyorlar yahut para biriktiriyorlar, fakat ya­şayış tarzlarını pek değiştirmiyorlardı.

Aynı çalışma usullerinin ve aynı istihlâk eşyasını kullan­manın bütün Avrupa milletlerine verdiği yeknasak dış görünüş altında hayat seviyesi o kadar eşitsiz bir şekilde yükseldi ki, Avrupa’nın geri yerlerindeki köylülerin sefil yaşayışıyla en İle­ri memleketlerdeki yüksek burjuvazinin aşırı zenginliği arar Bindaki fark bugün, her zamankinden daha büyük bir hal al­dı.

M ünasebetlerdeki değişiklik. — Maddi yaşayış ve politik hayat şartlarının değişmesi sınıflar ve şahıslar arasındaki mü­nasebetler üzerinde de etki yapıyor ve bu, ekonomik faaliyetle­riyle politik rejimleri bakımından en ileri olan memleketlerde

MUKAYESELİ TAR İH İ 395

II' > 396 AVRU PA M İLLETLERİNİN

daha kuvvetli gekilde oluyordu. Refahlı hayattan, eğlencelerden ve eğitimden tek basma faydalanmak için gerekli kaynaklara sahip olan imtiyazlı afeınlık, kendisini hâlâ halk yığınına çok üstün hissetmekteydi. Topraklarını ektirip biçtirmek için renç- berlerle gündelikçileri; evinin işlerini gördürmek için uşak, aş­çı gibi ‘‘hizmetçi tayfası’ nı bu sınıf hâlâ köylerdeki aileler ara- smdan almağa devam etmekteydi.

Fakat hayatın göze görünen taraflarındaki benzerlikler or­ta burjuvazi ile küçük burjuvazi ve hattâ refahtan az çok fay­dalanan “halk tabakası” arasmdaki mesafe intibaını azaltmak­taydı.

Denk bir evlenme yapamamak duygusu asillerle çok zen­gin burjuvalar arasmda pek zayıflamıştı, burjuvazide de azal­maktaydı. Burjuva bir ailenin oğlu ana^-babasıyla bozuşmaksı- zm k ü çü k ' burjuvaziden bir kızla evlenebiliyor, fakat bir işçi kızla evlenmesi daha güç oluyordu. Daha yüksek sosyal seviye­den olan şahsiyetler rütbelerinin yüksekliğini kibirli tavırlar ve uzak duran hallerle göstermeğe daha az önem veriyorlardı. Halk tabakasından olanlar, burjuvalarla asillere karşı hal ve tavırlarında, konuşuşlarmda artık eskisi kadar aşağıdan almı­yorlardı. Bununla beraber aristokrasinin hâkimiyeti altında kalmış olan Doğu Avrupa memleketlerinde eski zamanın duy­gularıyla hal ve tavırları hâlâ yaşamaktaydı.

Hükümetlerin uyruklarına karşı daha az müstellît şekilde kullandıkları otorite, ya kanunun müdahalesiyle, yahut daha ziyade örf ve âdetlerin yumuşamasıyle, şahıslar arasındaki özel münasebetlerde de yumuşuyordu. Aile reisinin dayak, hattâ bazen kırbaç gibi iptidaî usullere başvurarak otoritesini karısı, çocukları, hattâ hizmetçi ve uşakları üzerinde kulanması usulü- ki o'zam ana kadar pek yaygındı - Avrupa’nın en geri mem­leketlerinde ve genel olarak da halkın aşağı sınıflarında hâlâ devam ediyordu. Fakat ailede ve okullarda dayağa başvurul­ması usulü anormal görülmeğe, hattâ kanunla yasak edilmeğe başlanıyordu. Hattâ a:na-babalann çocuklarına karşı yaptıkları şiddet hareketlerini önlemek için, kamu otoritesinin işe karış­tığı dahi oluyordu.

Kadının tâbiliği kanunla ve daha ziyade örf ve âdetlerle hafiflem iş durumdaydı; İlkin İngiltere’de, sonra Batı ve Ku­zey memleketlerinde zengin kadınların tâbiliği, bunlann şahsî mülkleri bir kanunla kocanın yetkisinden çıkanim ak suretiy­le, haiifletilmigti. Bu memleketlerde kadınlar yavaş yavaş par

ra getiren çegitli işlere alınmağa bağladı; böylelikle bunlar öğr- ■ retmenlik, posta memurluğu, hekimlik, avukatlık, resmî daire­lerde kÜQÜk memurluk gibi İşler görerek bağımsız bir hayat sürme imkânına kavuştular. Muhasiplik, sekreterlik, daktilo­luk gibi işlerde gittikçe daha çok sayıda kullanılan kadmlar, geçinmek için artık evlenmek zorunda kalmadılar. Eskiden büyük bir suç olan kadının zina işlemesi, kanunlarda yine suç olarak kaldı j fakat bunun cezalan artık uygulanmadı yahut h afif bir para cezasından ibaret kaldı. Rühbanm evliliği bo­zulmaz bir akit olarak muhafaza ettirdiği Güneydeki katolik memleketler hariç, bedenî aynhk ve boşanma daha kolay ha­le geldi.

E n ileri memleketlerdeki kadınlar artık muhakkak çocuk doğurmak mecburiyetine katlanmadılar, ki doğumların azal­ması da bunu isbat etmektedir. Otoritenin gevşemesi, kızların tâbiliğini de azalttı; halbuki asil ve burjuva ailelerde kızlar büyük baskı altında tutuluyor; ne delikanlılarla düşüp kalk­malarına, ne de tek başlarına sokağa çıkmalarına izin verili­yordu (1). Bu kızlann müstakbel kocalarını da ana-babalan seçmekteydiler. Ayrı cinsiyetteki gençljr arasmdaki (Kuzey memleketlerinde zaten biraz serbest olan) münasebetler, Fransa’da da daha sık görülür hale girdi; kızlar yalnız olar rak sokağa çıkabildiler ve kocalarını kendileri geçmeğe baş­ladılar. - Evli kadm lann daha az hür olduklan Güney mem­leketlerinde örf ve âdetler daha az değişiyordu. Halk tabaka­sından kadınların tâbiliklerinin tam olduğu Rusya’da, mtellir- geneia çevresine mensup genç kızlar üniversite öğrencisi ola­rak hürriyetten faydalanmağa başlıyorlardı.

Herkese eşit muamele yapılması lehindeki hareket yahu­dilerin işine yaradı ve bunlar, Rusya hariç, bütün memleket­lerde yavaş yavaş hürriyetlerine kavuşmağa başladılar. Kanu­nî tahditlerden kurtularak bütün okullara ve kamu memu­riyetlerine kabul edildiler; İtalya, İspanya, Fransa, Büyük Britanya gibi sayıca az ve milletle kaynaşmış olduklan mem­leketlerde büyük mukavemetle karşılaşmadılar; hatta çok zengin bankerler yüksek sosyeteye bile girdiler. Fakat ya^

M UKAYESELİ TA R İH İ 397

{ l ) Ancak, f^U'.hayat şartları dola/yısiyle bit, tâbiKK, kı»- lartmn yaht/ıa başianna {sokağa çtkmalarma engel otarmycm hatk í e daha zkiode isçi smıfı arasında p ek o kadarj sıkı de­ğildi.

398 AVRU PA M İLLETLERİNİN

hudiler kanun karşısında eşitliği elde etmek bakımından daha büyük güçlüklerle karşılaştılar; ör f ve âdetlerini, İbranice ile karışık Almancadan meydana g-elme "lehçe” lerini muhafaza eden kesif kitleler teşkil ettikleri Doğu Avrupa memleketle­rinde, yine ayn tutulmağa devam ettiler.

Şahıslar arasındaki münasebetler daha insanca, kalaba­lıklar daha az haşin, şiddetli kavg-alar daha seyrek, kamu oto­riteleriyle özel otoriteler daha az müstebit hale greliyorlardı. ö r f ve âdetlerin böyle dünyada görülmedik şekilde yumuşa­ması, Avrupa’da o zamana kadar küçük bir imtiyazlılar azın­lığına boyun eğmiş durumdaki insanları büyük çoğunluğunun hürriyet ve eşitliğini arttırmak gibi bir sonuç doğuruyordu. Bu hal, yoksunluklarla kötü muamelelerin meydana getirdiği maddî ve tâbiliğin, hor görülmenin, adaletsizlik duygusunun yarattığı manevî iztıraplan büyük ölçüde azaltıyordu.

Fikir hayatı. — Fikir hayatı edebiyat ve güzel sanatlar nn etkisinden ziyade ilimlerin hızla ilerlemesi, eski inançla^ rin zayıflaması, düşüncelerin yeni usullerle propaganda edil­mesi yüzünden değişmekteydi.

İlmî araştırmalar, bundan bilhassa pratik tatbikat bek- llyen halkı ve hükümeti ilgilendirmeğe başlıyordu. Üniversi­telerin, Teknik Okulların, rasathanelerin, tecrübe tarlalarmm, kitaplıkların ve arşivlerin sayısını arttırmak için hükümetler gittikçe daha fazla paralar harcıyorlardı. A yn ca hem öğre­tim, hem araştırma ile meşgul olmak üzere sayılan gittikçe artmakta olan bir profesörler ve yardımcılar kadrosu kullan­maktaydılar. - İlmî yayınların, bilim kurumlarının, İlmî mü­şahede ve yayınlar için kurulan teşebbüslerin ve toplanan kongrelerin artmasıyle, bütün memleketlerin bilginleri ara­sındaki haberleşmeler daha sık hale geliyoVdu. Bilim gittikçe daha milletlerarası bir hal alıyor, Amerika da Avrupa ile iş­birliğine girişiyordu.

İlimlerdeki madde araştırması, kâinat anlayışını altüst edecek bir sonuç doğuruyordu. Astronomi alanında çok kuvvet­li teleskoplarla yapılan müşahedeler, ışınların hızı ve sapması üzerine yapılan matematik hesaplar, “izafîlik” teorisinin for- müllenmesine yol açıyordu. - Atomların incelenmesi ve radyo­aktivitenin keşfi, atomun baş döndürücü bir sür’atle hareket eden muazzam sayıda elektronlardan müteşekkil olduğu anla­yışını doğuruyor; madeninde, içinde güneşle yıldızlar arasın­daki mesafeyle kıyaslanabilecek fasılalarla ayrılmış eleman­

ların hareket ettikleri bir boşluk olduğu sonucunu veriyordu. Gerek nâmütenahi büyükte, gerek nâmütenahi küçükte olsun kâinat, insan zekâsının kavrıyabileceği hiçbir tasvirle canlan- dınlamaz bir halde ortaya çıkıyordu.

Anlayışlardaki bu ihtilâl, fizik kanunlarına yeni bir ma­hiyet veriyordu. Nâmütenahi küçük ölçüsünde, hareketler tesa­düfen meydana gelmiş gibi görünüyorlardı. Ancak pek çok sa­yıdaki olayların incelenmesiyledir ki “ istatistik” , yani tüm için sahih kanunları anlamak mümkün oluyordu.

Biyoloji ilkin mikropların incelenmesi, sonra da organiz­manın hâsıl ettiği toksinlerin keşfi ve tamamen ■ mekanik bir usul sayesinde elde edilen dölleme (ilkah) deneyleri ile altüst olmuş bulunmaktaydı. Yavaş tekâmül teorisi, bitkilerin ânî değişmelerinin kesfiyle ayakta duramaz hale gelmişti.

Filozoflar metafiziği terkederek ayrı yaş ve karakterde yaratıkların incelenmesi esasına dayanan bir "deneysel psi­koloji” ; ve bilhassa medenileşmemiş kavimlerdeki sosyal olay­ların müşahedesi esasına dayanan bir “sosyoloji” kurmağa ça­lışıyorlardı.

Fikrî ilimler dillerin, dinlerin, hukukun, ekonomik ve po­litik rejimlerin tarih yönünden incelenmesi ile teşekküle de­vam ediyorlardı. Bunlar bir yandan Asya ve Mısır’ın antik şe­hirlerinin bulundukları yerlerde yapılan ve çağımızdan itiba­ren elli asırdan fazla bir devre kadar ulasan kazılarla; öbür yandan Orta !ve yeni çağlarla ilgili elyazmalannm ve arşiv vesikalarının metodlu bir şekilde yayınlanmasıyla yeni bilgiler için malzeme topluyorlatdı. Bu araştırmaların sonuçları, Al­manların ilk örneklerini vermiş olduklan, İlmî kitaplarda özet­lenmekteydi.

İlim sayesinde edinilen bilgiler ancak inceleme ve öğretim­de ihtisas yapmış insanlardan mürekkep küçük bir zümreye doğrudan doğruya ulaşabiliyorlardı; bu bilgilerden, - okullar, ansiklopediler,'gazeteler yoluyla - halk arasına ancak şekil de­ğiştirmiş veya şifahî formüllerden ibaret parçalar ulaşabilmek­teydi. İnsanların çoğunluğunun hal ve gidisinde mürakabe edilmeksizin benimsenen inançlar, daima müessir olagelmişti. Fakat, Cehennem korkusundan i ibaret olan hristiyan inançları, temellerini kaybetmiş bulunuyorlardı; ibadetin iman selâme­ti için gerekli olduğunu, ancak rühban sınıfına itaat edeni mü­minler hissetmekteydiler, gimdi ilgi, mutluluğun aranması gibi bir amaç üzerine toplanmıştı; bu da Tanrı’ya olan müphem bir

MÜlCAYESELÎ TAR İH İ 399

4ÖÖ AVRU PA M İLLETLERİNİN

inanışa ve hayır işlerine dayanılarak yapılıyordu. îîayır işleri ise protestan memleketlerde bir “ sosyal hizmet" BPİclini almak­taydılar.

Rühban sınıfının az bir manevî nufuza sahip olduğu Doğu Avrupa’nın ortodoks memleketlerinde halk, millî bir jrolenek haline girmiş olan ibadet usullerine bağlı kalıyor, İnançlara karşı ise ilgisiz davranıyordu. Kültürlü ve mutekit birkaç ln.sa- nın etkisi altında, Rus köylerindeki inanç bilhassa canlı ola­rak kalmaktaydı. - Lütherci memleketlerdeki okullarda mec­burî olan din dogma’larının öğretimi, artık inancı ayakta tut­mağa yetmiyordu. İngiltere’deki yüksek resmî kilise” , din ve ibadet usullerine sadık kalmakla beraber, bilhassa ahlâkın temeli olarak saygı gören, tabiat dinine benzer bir İnancı muhar faza etmekteydi; fakat din konusunda muhalif kalmış olanla­rın küçük kiliselerinde ebedî mutluluğa' ve Seytan’a olan inan­cın arasıra canlandığı oluyordu; bu duygunun en son şekli, “Selâmet Ordusu’ nun kurulması oldu.

Katolik memleketlerde rühban sınıfı dogma’nın öğretimini değişmez bir şekil altında tesbit edilmiş olarak tutmaktaydı. Katolik doktrinini yeni düşünme alışkanlıkları ve hristiyan- lık hakkmdaki tarih çalışmalarının sonuçlan ile bağdaştırmak için XIX. yüzyılın sonundan itibaren Fransa, Almanya ve İtal­ya ’daki ilâhiyatçılar tarafından yapılan teşebbüs. Papa X. Pius tarafından modernizm adı altmda mahkûm edildi. - Müminle­rin zihninde inanç namına canlı olarak ne kaldığını anlamak için hiçbir çare yoktur. Esasen müminler ilahiyata az ilgileni­yorlar ve kendilerine kısaltılmış bir din bilgisi sekli altında öğretilmiş bulunan doktrini incelemeğe de uzun boylu aldırış etmiyorlardı. Gerçek inançlarının neler olduğunu keşfetniek İmkânsız olan rühban sınıfı mensupları ise müminleri yalnız din eğitimi, vaaz ve günah çıkartma ile değil, fakat - lâiklerden taklid edilme - dinî cemaat ilkokulları, dinî gazeteler, delikan­lıların hayır ve yardımlaşma kurumlan halinde toplanmaları gibi usullerle dine bağlı tutmağa çalışıyorlardı. İspanya, İtalya, Fransa gibi katolik memleketlerde Kiliseye karşı ayaklanan lâikler, papazlara aleyhtar duyguları en son raddeye vardır­maktaydılar.

Dinî inançların çöküşü ile zihinlerde boş kalan yeri, “ fel­sefî” adını alan inançlar doldurmaktaydı. Bu bilhassa bilimin gerçekleştirdiği üerleme’ye olan inançtı ki “pozitivist” ekolün doktrini hâline gelmişti. İngiltere’de “agnostisizm” doktrini

(XVIII. bölüme bk.), biı- dinin yerini alıyordu. İnsan sefaletine olan merhamet, hayatın gayesini bütün insanların mutluluğu sayan insanlığın yeni dini haline geliyordu.

Sosyalist doktrin halk yığını içine girerek “marksizm” gek­li altında faal bir inanç haline gelmişti. Bu doktrin belli olma­yan, fakat yakın olduğunu umdurduğu bir tarihte, - tıpkı eski­den dinin “ Gökler Ülkesi” ni tebşir edi§i gibi - bütün insanlar için mutlu bir istikbalin başlayacağını müjdeliyordu. Tıpkı hristiyan inancı gibi onun da dogma’ları, sembolleri, kurulları, aforozları vardı.

Aynı milletin fertleri arasındaki duygu ortaklığından do­ğan başka bir halk inancı da, yabancılara düşman olan n a sy » nalizm (milliyetçilik) şeklini alıyordu. Bu duygu Almanya’da, bir kavmin ırkı ile dili arasındaki iltibas üzerine dayanan (I. Bölüme bk.) ve bir kavmi (Kelt, Cermen, İslâv gibi) bir dil adıyla (1) gösteren gûya İlmî bir doktrinle sağlamlaştırılmıştı. Rom antik bir Fransız yazarının muhayyilesi de bu doktrine söyle bir fikir eklemişti: Cermen ırkı saf “ârî” olarak kalan ve aşağı cinsten ırklarla birleşme sonucunda meydana gelen bütün öteki aşağı ırklardan üstün tek ırktı.

Almanya’da yayılan bu duygu artık yahudilerin dinlerine değil de, “ sâmi” olan ırklarına yöneltilen anti^semitism- (Yahıv di aleyhtarlığı) halini aldı. Yahudi kavmine beslenen hıncı art­tırdı; Yahudilerin çok sayıda olduklan Doğu Avrupa memle­ketlerinde bir işkence ve şiddet hareketleri, - hattâ Rus çar­lığında yer yer katliâm- devresi açtı. Yahudiler de buna bir savunma nasyonalizmi olan sij/ontem.’i kurarak cevap verdiler ki bu, atalarının yurdu olan Yehuda ülkesine dönüsü hedef tutuyordu.

Bilgiler ve inançlar halk yığını içine kamu okullannın öğ­retimi ile girmekte idi. Lutherci memleketlerde dinî otorite ta­rafından esasen kurulmuş olan ilköğretim bilhassa Batı, Ku­zey ve Merkez memleketlerinde yavaş yavaş mecburî, sonra da parasız hale geliyordu; İngiltere’de bu, daha yavaş olmaktaydı. Güney ve bütün Doğu Avrupa memleketlerinde ise ilk öğretim çok eksik olarak kalmakta idi. - Hali vakti yerinde ailelerin

M UKAYESELİ TA R İH İ 401

(1) Iı‘k bakımmdan Orta Avrupa Devletlerinde yapılan mir fus sayımlan her ferdi OMcak dili bakmvmdan smıflandmuor-

F. 26

402 AVRU PA MİLLETLE3RİNİN

çocuklarına mahsus kolejlerin, Lâtince ve edebiyat üzerine kurulu olan, öğretimi yava§ yavaş kapısmı fizik ve tabiiye ilimlerine, tarihe ve yaşayan dillere açmaktaydı. Bu, grelenof:!! karşı uzun bir savacın sonucu oldu ve bütün Devletlerde aynı şekilde cereyan etti. - K ız okullarınm açılmasıyla orta öğretim yayıldı ve buralarda modern konuların öğretimine çok daha geniş bir yer verildi; katolik memleketlerde bu okullar, öğre­timle uğraşan tarikatler manastırlarıyle rekabet haline girdi­ler.

Bilgiler ve düşünceler yetişkinler arasında bilhassa gaze­telerle yayılmaktaydı. Odun hamurundan kâğıt, rotatif baskı, linotip dizgi makineleri gibi teknik ilerlemeler gazetelerin her gün milyonlarca,^ nüsha basılmalarına imkân veriyordu. Ticarî ilânlardan sağlanan gelir, her sayıyı maliyetin altında, çok dü­şük bir fiyatle satmak imkânını veriyordu, ve bir tek sayıda (politika, kaza ve cinayetler, temaşa haberleri, ticarî ve malî havadisler, spor, sanat ve edebiyat gibi) mahalle kadınlarına varıncıya kadar bütün halk tabakalarını çekecek mahiyette ve bir cilt kitabı dolduracak miktarda okunacak şey vardı.

Tiyatro, roman, gazete geçinmek, hattâ bazen zengin ol­mak imkânını vereliberi, yazarların sayısı çok daha artmıştı. Bunlann gittikçe artan miktarda verdikleri eserler, ticarî usul­lerle çok daha geniş bir halk yığını arasına giriyordu. Edebiyat ananevî manzum şekli gittikçe daha az kullanmağa başlamış bulunmaktaydı, gür, ince bir teknikle meyda:na getirilmiş kı­sa parçalarda ifadesini buluyor, fakat bu, halkı hemen hemen kayıtsız bırakıyordu. Halk, nesirle yazılmış iki nevi eserden bilhassa hoşlanmaktaydı; bunlarda da artık tarihî kahraman­ları değil de, kendi çağının yaşayışındaki duygulan ve fiilleri bulmaktaydı: Bu nevilerden birincisi, çağdaş örf ve âdetleri tasvir eden romandı ve kadınlar buna, kadınca duygunun doğ­rudan doğruya ifadesini sokmağa başlamışlardı; İkincisi de gündelik hayattan ilham alan ve daha ustalıklı bir teknik sar yesinde daha hareketli hale gelen komedi (yahut dram) idi. Orijinal eserler çeviri yoluyla bütün Avrupa’da yayılıyordu. Çoğu İngiltere ile Fransa’dan geliyordu ama çok kudretli b ir­kaç tanesi İskandinavya’da yahut Rusya’da doğmuştu.

İsteğin artışı ile teşvik gören plâstik sanatlar, tekniklerini yeniliyorlar ve gittikge daha değişik eserler veriyorlardı. Açık- havada, hattâ güneş altında yapılan çalışmalar ve renklerin yanyana konulması usulü sayesinde resim, yeni yeni sonuçlar

M UKAYESELİ TAR İH Î 403

elde ediyordu. - Mimarî madenî iskelet, çini ve betonarme gibi yeni malzeme kullanarak yeni biçimlerde ve daha büsaik bina­lar inşa ediyordu.

Daha metodlu bir öğretim ve halka verilen konserler sa­yesinde müzik, hayata daha derinden grirmeğe başlıyordu. Bes­teciler daha bilgili bir teknik ve daha değişik bir “enstrümEint- sasyon” la, yalnız ince zevkli dinleyicilerin anlıyabilecekleri yeni intibalar yaratma çarelerini araştırıyorlardı.

Bütün nevilerde, bilhassa uzmanların fikrine dikkat eden sanatçılar, hoş bir eser yaratıp halka hog görünmeğe aldırmı­yorlardı; bunlar halkın dikkatini hayret verici yeniliklerle zor­lamağı tercih ediyorlar; hattâ bazen onun zevkini incitmek için bu yenilikleri bile bile, hesaplı olarak yapıyorlardı.

Bu uzun barış devresinde politik, teknik, ekonomik, İlmî alandaki bütün faaliyet çegitlerl Avrupa’da hürriyet, eşitlik, insanseverlik, barm, mal bolluğu, hayatın hoşluğu ve rahatlığı bakımından egl görUlmodIk bir llorlemoyl Kcrçekleştirmeğe yar­dım etml*Iordl.

X X

BÜYÜK H A R P VE SONUÇLARI

Umumi harp. — Zenginliğin artması ve Devletlerin liberal ve demokratik, temsilî bir rejime doğru tekâmülleri gibi ayırı­cı bir yasfa sahip olan barış devresi, bir dünya savaşı ile ke­sildi ve bu savaş, milletlerin politik ve ekonomik yaşayışlarını altüst etti.

Bu savaşın vesilesi, harplerin devam ettikleri tek bölge­den, OsmanlI İmparatorluğunun eski topraklarından çıktı. Sır­bistan’a taarruz eden Avusturya hükümetinin teşebbüsü ile başladı. Avusturya savaşı “mevziileştirmek” niyetinde olduğu­nu söylemişti ama Rus hükümeti Sırbistan’ı terketmeğe ya­naşmadı ve İngiltere Dışişleri bakanlığının gayretlerine rağ­men, Avrupa ölçüsünde bir hal aldı. H içbir hükümetin bile bile umumî bir harbe sebep olmak istemediği bugün sâbit olmuş­tur. Fakat çar, genel seferberlik yapılması emrini vermişti, Almanya’da ise genelkurmay taarruza geçmesi için hükümeti baskı altında tutuyordu: Zira o zamanın askerî doktrinine gö­re taarruz, başarının ana şartıydı. İki cephede savaşmaktan kaçınmak için. Alman genelkurmayı Belçika topraklarını geçip çok çabuk bir hareket yaparak Fransız ordusunu yoketmeğe karar vermişti. Belçika’nın istilâsı üzerine İngiltere hükümeti de savaşa girmeğe karar verdi, İtalya tarafsızlığım ilân etti. Birbirine hasım iki koalisyon, savaşın devamınca kuvvetlendi­ler ama bu, çok eşitsiz oldu. Merkezî İmparatorluklar sadece OsmanlI İmparatorluğu ile Bulgaristan’ın ittifakını sağlıyabil- diler. Üçlü Anlaşma ise Avrupa’mn hemen hemen bütün öte­ki Devletlerini, hattâ Amerika ve Uzakdoğu’daki Devletleri bi­le kendinden yana çekti.

Savag, duyguların ne kadar İzafî bir kudrete sahip olduk­larını açığa vurdu. Din, bu savaşta hiçbir rol oynamadı; her iki safta da katolikler, protestanlar, ortodokslar ve müslüman­lar vardı; Papa görüşmeler yapılması için teşebbüse giriştiği zaman, savaşa katılanlardan hiçbiri kendisini desteklenaedi. - Milletlerarası Kongrelerinde savaşı genel grevle önlemeği ta-

şarlamış olan sosyalistler, savaş ödeneği için oy verdiler ve birbirine düşman ordulann saflarmda savaştılar. Yalnız Rus­ya ’daki sosyalist partinin holşevik hizbi “bozguncu” olduğunu, yani milletlerarası sosyal ihtilâli hazırlamak üzere bozguna yardıma hazır bulunduğunu ilân etti. - Fakat millî duygular baskın çıktı. Hattâ bu duygu bazı millet topluluklannda, hür kûmete karşı faaliyete girişme cesaretini gösterecek kadar kuvvetli dahi oldu; Avusturya İmparatorluğundan olan birçok Çek veya Yugoslav askerler Rus yahut Sırp ordularına geçti­ler, Polonya "lejyon” lan Rusya’ya karşı savaştılar.

Savaş, Devletlerin iç politikalannı altüst etti. Partiler ken­di aralarındaki didişmeye son verdiler ve bir genel selâmet re­jim i kurması için hükümete yardım ettiler: Bu rejim politik hürriyetleri kaldırdı ve basın üzerine askerî bir sansür koydu. Hattâ Ing-iltere’de bile hükümet bütün eli silâh tutan erkekle»- ri mecburî askerliğe tâbi tuttu; binalara, atlara, arabalara el­koydu. Alacaklarla kiralar için bir moratoryum ilân etti, bir­kaç İhtiyaç maddesi üzerine narh koydu, sonunda da bütün memleket halkını tayın usulüne tâbi tuttu.

Savağın gldlgatı bütün tahminleri yalancı çıkardı. Askeı> İlk fennî* süratli harekâtla karara bağlanan kısa bir savag olacağını haber veriyordu. Napoleon zamanmdanberi daima za­ferle sonuçlanan taarruz, makineli tüfek, seri ateşli top, ağır topçu, kudretli patlayıcı maddeleri havi obüsler gibi ateşli si­lâhların büyük ölçüde ilerleyişi sayesinde dayanılmaz bir hal almış gibi görünüyordu. - İktisatçılar büyük ordulann muaz­zam masraflarına vo ekonomik hayatın durmasına Devletlerin uzun zaman dayanabileceklerini sanmıyorlardı. Savaş dört yıl üç ay sürdü ve bir araya getirilebileceğini hiç kimsenin sana- mıyacağı paralara maloldu. - Taarruz, dikenli tel batlarıyla ko­runan derin siperlere, beton sığınaklara sahip bir savunma sis­temine çarptı: Hattâ bu savunma taktiği (seri ateşli top, ma­kineli tüfek gibi) taarruz silâhlan da kullanarak, “hareket harbi” nin açık arazide savag, piyade ve süvari hücum lan gibi bütün ananevî harekâtını engelledi. Avrupa’nın bütün cephe­leriyle Çanakkale’de yapılan bütün taarruzlar akım kaldı.

Nihaî sonuç, “yıpratma harbi” sayesinde elde edildi. Mer­kezî İmparatorluklar işe zaferlerle başlamışlardı ve ordulannı sonuna kadar (Fransa, Belçika, Rusya, İtalya gibi) düşman topraklarında tuttular. Fakat dünya ile olan ulaştırmalannı ancak dar iki denizle, Adriyatik ve Kuzey Denizi ile sağlıyor­

M UKAYESELİ TA R İH Î 405

406 AVRU PA M İLLETLERİNİN

lardı. Denizlere hâkim olan, hasımları ise abluka koymağa mu­vaffak olarak Merkezî İmparatorlukların harp malzemelerini yenilemelerine ve halkı beslemelerine engel oldular. Müttefik­ler askerden, malzemeden, para ve krediden yana çok daha ge­niş kaynaklardan faydalanıyorlardı; dünyanın her yanıyla de­niz yolundan ulaştırma halinde kalmışlardı; sonunda da Bir­leşik Devletlerin askerî yardımını elde ettiler. Zaferleri o za­mana kadar görülmemiş bir şekil aldı. Kendi toprakları isti­lâya uğramış, yanıp yıkılmıştı ama, milletinin bitkinleşmesi yüzünden kayıtsız şartsız barış istemek zorunda kalan, istilâ­cı oldu.

Uyruklarının ayaklanması yüzünden üç İmparatorlukta po­litik hayat altüst oldu. Hattâ Rus İmparatorluğunda bu ayak­lanma savaş sona ermeden önce başladı ve ayaklanan askerî kıtalar. Meclisi Cumhuriyet ilânına zorladılar. Geçici bir parl­manter hükümet savaşa devam etti ve bir kurucu meclisi top­lantıya çağırdı; fakat askerlere barış, köylülere de toprak mül­kiyeti vaadeden bolşevikler grupu bir kuvvet darbesiyle iktida­rı ele geçirdi. Onun kurduğu hükümet Almanya ile barış imr zaladı, M oskova'ya çekildi ve sosyal ihtilâle girişti. - Avustur- ya-Macaristan İmparatorluğu millî ihtilâller yüzünden parça­landı; Çeklerle Slovaklar tek bir Devlet halinde birleştiler; Güney Islâvlari Sırbistan krallığına, Transilvanya rumenleri de Rumanya krallığına katıldılar. Alman Avusturyasmda Vi­yana sosyalist partisi iktidarı ele aldı; Macaristan’ da liberal­lerle sosyalistlerin koalisyonu İle kurulan ihtilâl hükümeti, çok geçmeden yerini bir komünist hükümete bıraktı, o da Müttefik orduları tarafmdan işbaşından kovuldu. - Alman İmparatorlu­ğunda ihtilâl, cephe gerisindeki bahriyelilerle askerlerin isyanı üzerine başladı ve sosyalistlerin ayaklanmasıyla sona erdi, bun­lar da Berlin’de geçici bir hükümet kurdular.

Devletlerin değişmesi. — Birleşik Devletler Cumhurbaşkanı tarafından ileri sürülen "milletlerin kendi kaderlerini serbest­çe seçmeğe hakları olduğu” formülüne uygrun olarak, savaş Or­ta Avrupa haritasını allak bullak etti. Bu prensip Finlandiya^ lılar, Estonyalılar, Letonyalılar, Litvanyalılar gibi Rus çarlı­ğından kopan ve birer cumhuriyet halinde teşkilâtlanan ayrı ırktan dört kavimle, bir fütuhat sonucunda Prusya’ya ilhak edilen memleketlere kolayca tatbik edildi. Fakat yeniden ku­rulan Polonya, (Silezya ve Pomeranya’da) birkaç asırdanberi ayrılmış toprakları almakla kalmadı; Beyaz Rusya’nın bir par­

sasını ve Rütenlerle (UkraynalIlarla) meskûn bir memleketi de aldı; bu sonunculara da muhtariyet vaadedildi ama, veril­medi.

Bu prensip Avusturya İmparatorluğundaki, ayn milliyet­lerden olup birbirlerine kaynaşmış bulunan memleketler hal­kına tatbik edilemedikten başka, hattâ Bohemya gibi kuvvetli ekonomik ve coğrafî birliğe sahip bir memlekete de tatbik edi­lemedi. Böylece de bir milletin çoğunlukta olduğu, fakat baş­ka milletlerden halkın da kalmış bulunduğu topraklar mey­dâna geldi. Andlaşmalar hükümetleri “ millî azmhklar” ın ken­di milliyetlerini, yani kendi dillerini, dinlerini, okullarını, özel hukuklarını tanımağa zorladılar. Fakat, millî ihtiraslar besle­mekte olan hükümetler bu kurala daima saygı göstermediler.

6 büyük Devletten ancak 5 tane kaldı; Avusturya ile Maca­ristan küçük çapta birer Devlet haline geldiler; aynca orta kudrette 4 Devlet (Polonya, Çekoslovakya, Rumanya, Yugos­lavya) kuruldu, - böylece İspanya ile beraber orta kudrette Devlet sayiaı 5 e çıktı (Fakat bunların en büyüğü olan Polon­ya, büyük Devlet muamelesi görmeğe hak iddia etti). - Avrupa Devletlerinin sa.yısı (OsmanlI İmparatorluğu hesapdışı tutul­mak suretiyle) 20 don 27 ye yükseldi.

Rejimlerin değinmesi. — Harp felâketi milletlerin iç po­litikalarını da altüst etti. İT monarşi ile 3 Cumhuriyetin (ki bunlardan yalnız bir teki, yani Fransa büyük bir Devletti) ye­rine, 13 monarşi (ki bunlardan biri olan Macaristan, kralsız kaldı) ve üçü büyük Devlet olmak üzere 14 Cumhuriyet (1) meydana geldi. İki hükümet şekli arasındaki nisbet böylece değişmiş oldu. Avrupa topraklarının ve nufusunun en büyük kısmı monarşi şeklinden cumhuriyet şekline geçmiş oldu.

Rusya hariç, Cumhuriyetler Fransa’yı örnek tutarak, se­çilmiş bir Devlet başkanı (cumhurbaşkanı) ile demokratik bir meclise ve sorumlu bakanlara sahip birer merkezî hükümet kurmuşlardı. Cumhuriyet olsun monarşi olsun, bütün Devlet­ler tek dereceli seçimi; yeni Devletler de nisbî temsil ve ka-

’ dınlarm oy vermeleri gibi teorik asıllı son yenilikleri benimseı- mişlerdi. Kadınların oy sahibi olmaları savaş sonunda âni ola­rak Birleşik Devletler ve Büyük Britanya tarafından kabul edildi ve milliyet gruplarının plebisitleri için kullanıldı ise de.

M UKAYESELİ TA R İH İ 407

(1) Smradan rnionarşi haline gelen Arnavutluk) da bu he!' sabd dahildir.

40S AV RU PA M İLLETLERİNİN

Avrupa’nın Batısı ile Güneyindeki eski Devletler tarafından kabul edilmedi (Yalnız İspanya bunu 1931 İhtilâlinden itiba­ren soyallst parti programının bir parçası olarak kabul etti).

Harbin sonuglan bundan böyle bütün Devletlerin politik hayatına hâkim oldu. Harbin işitilmemiş derecede büyük mas­raflarını karşılamak iğin yapılan muazzam istikrazlar, yalnız faizi bile çok büyük para isteyen bir borç bırakmıştı ve Devlet gelirleri artık giderleri karşılamağa yetişmiyordu. Müzmin bir bütçe açığını yüklenmiş olan Devletlerin çoğu, tedavüle git­tikçe artan miktarda kâğıt para çıkardılar; paranın değeri bo­yuna düşmeğe başladı. İçlerinden (Rusya, Almanya, Polonya gibi) birkaçı enflâsyonu öyle bir noktaya vardırdılar ki, para^ larının hiçbir değeri kalmadı; başka Devletler de (Avusturya ve Macaristan yeni birer ad altında olmak üzere) paralarını, değeri ufak bir kesire indirilmiş olarak, muhafaza ettiler. Dev­letlerin başlıca görevi, hem para ile kambiyoyu, hem de ver­gilerle hâzineyi müteessir eden krizleri önlemek oldu.

Harbin aldığı yeni şekil bütün milletler üzerinde derin bir etki bırakmıştı. Harbi her zaman için câzip kılmış olan açık arazide harekât, saf halinde savaş, hücumlar, parlak kahrar manlık hareketleri, zafer sarhoşluğu gibi hiçbir şey artık kal­mamıştı. Harp denince savaşçıların hatırına siperlerin çamur­ları içinde geçirilen tehlikeli, iğrenç, yeknasak günler, korkunç yaralar, öldürücü gazlar, sürüp giden bir korku geliyordu. Halk yığını ise harbi kaygı, yoksunluklar, harabi seklinde tasavvur ediyordu. Herkesin mügterek duygusu, harbe karşı hissedilen dehşet ve onu bir daha görmemek için beslenen ihtiras dere­cesindeki arzu oldu. Hükümetler baskına uğramanın verdiği ölüm tehlikesi duygusunu muhafaza ettiler ve kudretli bir or­duyu her zaman hazır tutmanın ihtiyata uygun olduğuna inan­dılar. Fakat beri yandan da milletlerinin içine emniyet getir­mek için, öteki hükümetler nezdinde boyuna barışçı teşebbüs­ler yapmak zorunda kaldılar ve halk da bu teşebbüsleri kaygı içinde takibetti.

Böylece de o zamana kadar idarecilerin kaygıları arasm­da ve parti mücadelelerinde hemen hemen hiç yer tutmamış olan, para ve dış politika gibi iki çeşit ig, politik hayatın bası­lıca konusu haline geldi.

Milletler arasında kıyasıya bir dövüş haline gelmiş olan harp, istilâya uğrayan memleketlerde baskı ve şiddet hâtıra­ları bırakmıştı; mağlûpların sırtlarına binen ağır yükler, millî

hınçları çok kışkırtan bir öcalma ihtirasına ilham kaynağı olu­yordu. H er iki safta da küçük, fakat zorlu olan “miUiyetgl” gruplar, ban§ politikasına kargı ategli gösterilerle kampanyaya g-irigmişlerdi. Dört yıl boyunca silâh altında .yaşamak gibi sü­rekli bir mecburiyet, bilhassa Almanya’da, “milliyetçi” lere yi­ne silâh sahibi olm ak ve bir gefin kumandası altında ünifor­malı olarak toplanmak zevkini agılamıgtı.

Politik rejimler. — Hükümetlerin yalnız dış görünüşlerine bakılırsa parlmanter ve demokratik rejim. Cumhuriyetin ve tek dereceli seçimin radikal sekli altında, Avrupa’nın en bü­yük kısmına yayılrnıg görünmekteydi. Fakat fiilen uygulanan usuller. Devletler arasında çok derin şekilde değigik olmağa devam ediyordu.

Politik hürriyeti^ alıgmıg olan (Büyük Britanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsviçre, İskandinav krallıkları gibi) Batı ve Kuzey Devletlerinde rejim, değigmeksizin kalmıştı, - (Fransa ve İsviçre hariç) bir monargi gekli altında da cumhuriyet gibi i§ görm eğe devam ediyordu. (Sosyalistlere karşı sivil bir harp­ten sonra) Finlândiya ve Çekoslovakya gibi iki yeni Devlette, menfaat kaygısı gütmeyen iki gefin idaresi altında da bu re­jim, agağı yukarı iglemekteydi.

Fakat rejim artık iki parti arasındaki nöbetleşme şeklin­de igliyemez hale gelmigti. Hattâ çıktığı memleket olan Büyük Britanya’da dahi, muhafazakârlar, liberaller, işçiler arasında­ki “üçken biçimi’ mücadele, çoğunluğu tek bir parti ile m eyda­na kurma işine engel oluyordu. Belçika’da da durum aynıydı: Bu memlekette de tek dereceli seçim kabul edilelidenberi, kar tolik parti artık mutlak çoğunluğu toplıyamaz olmugtu. Fran­sa’daki, hiçbirinin çoğunluk sağlıyamadığı, grup’laxa bölünme keyfiyeti, sosyalist partisinin dört parçaya ayrılması, sağcı grupların da küçük parçalara bölünmesi yüzünden, gittikçe artmaktaydı.

Yeni Devletlerde ihdas edilmig olan “nisbî temsil” , seçen­lerle seçilenler arasındaki teması kesiyor ve milletvekillerini, bir parti idare heyetinin delegeleri haline sokuyordu. A y n ca programlar, yani ayrı ayrı formüller ve duygular üzerine ku­rulmuş küçük partiler halinde parçalanma iğini de hızlandırı­yordu. Ancak birbirine zıt birçok partinin birlegmesiyledir k i bir çoğunluk meydana gelebiliyordu.

Rus sosyal-demokrat partisinin bolşevik hizbi (Marx tara­fından 1848 de kullanılan) komünist adını tekrar alarak, M os­

M UKAYESELİ TAR İH Î 409

410 AVRU PA M İLLETLERİNİN

kova’daki bir Komite tarafmdan idare edilen bir III. Enter­nasyonal kurmuştu ki bu, II. Enternasyonalle şiddetli anlaş­mazhk halindeydi. Bu bolgevik hizip, elindeki kaynaklan bü­tün Devletlerde bir komünist partisi kurmak için harcıyordu; Böylece bu partiler, sosyal ihtilâlin başlana-ıcı olan, genel bir savaş: hazırlıyacaklardı. II. Enternasyonalin üyesi kalmış bu­lunan sosyalist partiler sınıf mücadelesi ihtilâlci taktiğrini ter- kederek, öteki “burjuva” partilerle anlaşma halinde hareket ediyorlar ve hattâ (Almanya’da katolik partisi ile ittifak ha­linde). kabinelere de giriyorlardı. Güdülecek taktik üzerindeki anlaşmazlık, yeni hiziplere bölünme gibi bir sonuç veriyordu. - Birçok Devletlerde “köylü” partisi ile milliyetçi bir parti ve milli azınlıkların partileri kurulmuştu. 1935 de Polonya’daki seçimlerde, birbirleriyle rekabet halinde 35 liste vardı.

Parlmanter rejime gerekli çoğunluk artık ancak birkaç parti arasmdaki koalisyonla meydana gelebiliyordu; bu koalis­yon da ayn ayrı kombinezonlarla kurulabildiğinden, her kom­binezon değişikliği ortaya yeni bir çoğunluk ve bakanlar ara­smda yeni bir değişme çıkarıyordu. H içbir kombinezon sonuç vermediği zaman da partiler dışından alman kimselerle kuru­lan bir "teknik kabine” çaresi kahyordu. Bazen de, vahim, bir malî krizden kurtulabilmek için, savaş sırasında olduğu gibi, biı< çeşit genel selâmet kabinesi kurulduğu oidu.

Meclislerde, partiler arasındaki mücadele yeni bir usulle hafifletilmişti; Bütün partilerin delegeleri komisyon halinde toplanıp bir metin hazırlıyorlar, tasarılar bu komisyonda tar­tışılıyor, sonra Mecliste oya konulup kabul ediliyordu. Çeşitli partilerin seçmenleri arasmdaki anlaşmazlık şiddetini muhafa­za etmekteydi. Eşit ve tek dereceli rey hakkı her seçuni halkın ihtiraslan yahut özel menfaatler arasında bir mücadele haline sokuyor; bu da hükümet idaresinin amelî icaplarım unutturu­yordu. Seçilenler kendilerini seçenleri memnun etmek kaygısı­na düştüklerinden, kamu parasım bütün istekleri yerine ge­tirmek için kullanarak hükümeti idare etme ça,re!erini araş­tırıyorlardı. Merkezleşmiş bir hükümetin mekanizmasını çoğu zaman bilemediklerinden, memurlanna ve alacakhianna mun­tazam ödemeler yapmak için, hükümetin oldukça dolu bir hâ­zineye muhtaç olduğu gibi bir noktayı ihmal ediyorlardı. Halk ise Devletin parasının ancak vergi mükelleflerinin yahut Dev­letin alacaklılannm parası olabileceğini düşünmüyordu. İhti­lâlci formüllere alışık olan sosyalist eğilimli partiler, mülk ve

gelir sahiplerini istimlâk yoluyla yurtlarından çıkarmaktan çe­kinmiyorlardı.

Halkın henüz politik hürriyete alışık olmadığı Orta ve Doğu Avrupa’nın bütün Devletlerinde, resmen kurulmuş olan rejim ancak kısa bir müddet işliyebildi. Beş büyük Devletin üçünde bu rejimin yerini, ona taban tabana zıt başka bir ren jim aldı.

Kom ünist diktatörlüğü. — İlk örnek de Rusya’dan geldi; Burada komünist partisi, “proletarya diktatörlüğü” adı altın­da, mutlak iktidara sahip bir hükümet kurmuştu. Bütün öteki partileri, bütün toplantıla:n ve parti grazetelerinden gayrı bü­tün gazeteleri yasak etmekle işe| başlamış, böylece de her türlü muhalefeti ortadan kaldırmıştı. “Mukabil ihtilâlin, spekülâsyo­nun ve sabotajın tenkili için Olağanüstü Komisiyon” adı al­tında (Ç. K. harfleriyle anılan), çarınkinden çok daha tesirli bir polis cihazı kurmuş, sonradan Çeka’nın yerini “polis idare­si (yani G.P.U.) almıştı. Bu teşkilât bir ihtilâl mahkemesi gi­bi, bir dâvanın kanunî şekilleri altında değil, itirazı kabil ol­mayan ve gizli olarak derhal yerine gretirilen kararlarla iş gö­rüyordu; gaye yargılamak değil, hasım oldukları sanılan kim­seleri yoketmekti.

Bu rejimin ayırıcı vasfı, o zamana kadar hiç eşi görülme­miş iki yenilikten İbaretti: 1 — Kendi toprağının adını taşıyan millî bir Devlet olarak değil, memleket adı taşımaksızın “ Sov­yet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği” (S.S.C.B.) diye ortaya çıkıyor; dünya komünist ihtilâlini yapmak için kurulmuş ve girmek isteğini gösterecek her millete açık bulunuyoıdu; 2 — Seçim, bütün öteki rejimlerdekine zıt yönde olmak üzere, sınn^ lanmıştı: Varlıklı kimseler değil, ancak “proleterler” , yani kol işıçUeri seçme hakkına sahipti; ücretli bir kimse çalıştıranlar yahut başka birinin çalışmasıyla geçinenler seçime katılamı- yorlârdı.

Rejim teorik olarak temsilî idi; iktidar. Birliğin bütün memleketlerinin delegelerinden mürekkep yıllık bir kongre’nhı temsil ettiği halka ait bulunuyordu; bu delegeler, bir köy hal­kının yahut bir knaî müessese işçilerinin kadınlı erkekli teşkil ettikleri (alâmeti orak-çekiç olan) bir ilk kademe sovyet’inâen (kurulundan) itibaren müteaddit dereceli olarak seçilmektey­di. Fiiliyatta ise iktidar, bakan vazifesi gören “Halk K om iser­leri 'Kurulu” tarafından kullanılmaktaydı; bu komiserler ku­rulu, komünist partisi Komitesiyle sıkı münasebet halindey­

M UKAYESELİ TARİH İ 411

412 AVRU PA M İLLETLERİNİN

di; sonunda da partinin sekreteri, iktidarın mutlak hâkimi ha­line geldi. Yabancı memleketlerde ihtilâli hsLZirlamakla görev­li III. Entem asyonal’ın Komitesine de gizli bir gekilde bağ­lıydı. En yüksek kademeli Kongre için delege seçimi el kal­dırılarak yapılıyordu: Partinin bir delegesi ancak komünistle­ri ve "partisizleri” aday göstererek (1) adları okuyor, reyler el kaldırılarak veriliyordu. Hükümet, hattâ Sosyalist olan, bü­tün hasımlannı yokettikten yahut yola getirdikten sonra, sos­yal ihtilâli komünist ülküsüne göre başarmağa çalıştı.

Otoriter rejimler. —■ İtalya’da, işçiler arasmdaki komünist kargaşahklardan korkan ordu şefleriyle büyük sanayiciler, kü­çük bir milliyetçi parti olan faşist partisini desteklediler; parti de Rom a üzerine bir yürüyüş yapıp iktidarı ele geçirdi. Par­tinin şefi D uce (şef) diye yeni bir unvan aldı ve kralı, hattâ ilkin Meclisleri de bertaraf etmeksizin, yavaş yavaşı mutlaki­yetçi bir diktatörlük kurup adma faşizm denen bir de doktrin ilân etti ki bu, liberal rejimin teorisiyle zıt haldeydi. Rejim hürriyet ilkelerinin, parlmanter idarenin, hattâ milletler arar smda barışçı politikanın aleyhinde olduğunu söylemekteydi. Ona göre millet, “hareket imkânları, tek yahut birleşmiş hal­deki, fertlerin hareket imkânlarına kudretçe ve sürece üstün olan bir organizm” idi. “Her şey Devlette mündemiçti ve Dev­letin gayesine hizmet etmesi gerekti.” öğretim insanı çocukluk çağından itibaren ele almalı, onu yetiştirmeli ve - şayet harp İtalyan milletine Rom a İmparatorluğunun prestijini iade için ' lâzımsa - harbe hazırlamalıydı. “Totaliter rejim ” teriminin an­lamı, işte budur.

Bu rejimi uygulamak için Devlet, bütün fertleri gözetliyen bir polis teşkilâtı' ve belirli kurallara uymaksızın yargılayan olağanüstü bir adalet cihazı kurdu; bütün gazeteleri yasak et­ti, yahut kendi idaresi altına aldı; birlikler kurulmasına, top­lantılar yapılmasına izin vermedi. Muhalifler hapse atıldılar, gözaltı edildiler, yahut küçük adalara sürüldüler. Meclis ilkin iktidarsız hale getirildi, sonra da seçmenlere yalnız hükümet tarafından gösterilen adayları tasvip hakkını bırakan bir âlet haline sokuldu. - Sonunda da Meclisin yerini, fiiliyatta “ faşist

(M) 1937 refonmu tek dei'eceli gizM seçim usulünü ihdas etmiştir ama seçm enler, oylarmı ancak hükümet tarafmdan gösterilen tek bir adaya verm eğe mecburdurlar. '

partisi konseyi” tarafmdan seçilen “korporatif” bir meclis al­dı.

İtalyan rejim i Almanya’da nasyonal-sosyalist (Nazi) parti­sinin şefi tarafından taklid edildi: Bu parti, üniforma gribi kof- yu renk gromlekler giyen bir milis halinde teşkilâtlanmıştı. Par­ti şefi, köylüler ve işçiler lehinde yapacağı sosyal reformlar üzerindeki bir program için şiddetli bir kampanyadan sonra -• "Alman ırkının” gururuna ve yahudilere beslenen hınca da hitabederek, - büyük sanayicilerin ve ordu şeflerinin yardımıy­la kendisini iktidara götüren bir çoğunluk elde etti. Bunun üze­rine, Italyancadan çevrilme Führer (önder) unvanını aldı ve bayrağın üzerine yahudi aleyhtarı işaret olan gamalı haçı koy­du. “Çalışmaksızın elde edilen gelirleri” ve faizle yapılan ödünç­leri lâğrvedeceğine, büyük arazi sahiplerini de mülklerinden çıkaracağına söz vermişti; fakat kendisini bu programı uygu­lamağa zorlamak isteyen aşağı derecedeki şefler, kendi emri üzerinde öldürüldü.

Parti şefi, “ totaliter Devlet” doktrinini benimsemişti ki buna göre fert. Alman ırkının kudretini kurmak için bir âlet haline geliyordu. O da faşizm gibi, bütün öteki partileri yasak etti, bütün politik hürriyetlere son verdi, seçimleri hükümetin kararlarını tasdikten ibai’et hale getirdi, meclisi süresiz olarak tatil etti, olağanüstü bir adalet cihazı ile bir del “gizli Devlet polisi” (Gestapo) kurûü. Alman olmağa kabiliyetleri olmadığı ilân edilen yahudiler, ârî ırkın temizliği adına memuriyetlerden çıkarıldılar ve toplumdan uzak tutuldular. Na.9yonal-sosyallst rejimi harbin faziletlerini göklere çıkarıyor; çocuklan "tota­liter” bir öğretimle, delikanlıları da askerî talimler ve nasyo­nalist geçitlerle buna hazırlıyordu. Tenkil hareketi “ toplama kampları’ ile ‘ tamamlanmıştı, tevkif edilip buralara sokulan muhaliflere işkence ediliyor, aşağılatıcı bir muamele yapılıyor­du.

Otoriter rejim, hükümetin mutlak iktidarının daha hafif­letilmiş bir gekli altmda yeni Devletlerin çoğunda kuruldu ama bu, geçici olarak yapılıyordu ve ortada bu hali haklı göstere­cek bir doktrin de yoktu: Nitekim Polonyada generalliğe yük­selen bir sosyalist. Devletin selâmeti adma şahsî diktatörlük kurdu; - Estonya ve Letonya’da bir müddet devam eden ni­zamî liberal rejimin yerini diktatörlük aldı; - Güney Avrupa’­daki Portekiz’de askerler bir profesörü iktidara getirdiler; Is­panya’da kralla anlaşan bir general diktatör oldu; Yugoslav-

M UKAYESELİ TAR İH İ 413

.414 AVRU PA M İLLETLERİNİN

ya’da Sırp ve Hırvat kavimleri arasındaki mücadeleyi durdur­mak bahanesiyle; Bulgaristan, Rumanya ve Yunanistan’da ko­münizm tehlikesi ileri sürülerek kraJm yardımıyla diktatörlük kuruldu.

Harp ortada millî .ve politik hınçlar ve insan hayatının hor görülmesi gibi bir duygu bıraktı; bunlar da Avrupa’nm büyük kısmında İnsanî duygulara ve örf ve âdetlerin yumuşamasına doğru ilerleyişi durdurdular. X X . yüzyılın başında politik ha­yattan çıkmış gibi görünen şiddet, gok vahimleşmiş olarak ye­niden ortaya gıktı. Eski sertliğe dönüş ilkin kendini Rusya’da, yığın halindeı yapılan öldürmelerle, Almanya’da da sık sık iş­lenen katil fiilleri ve nasyonalistlerle komünistler arasındaki kanlı kavga-dövüglerle kendini hissettirdi. Gittikçe de otoriter rejimli Devletlerin hepsine yayıldı; BuralaM a muzaffer parti artık sadece hasımlarmı iktidardan uzaklaştırmakla yetinme­di, tıpkı gecen asırlarda olduğu gibi, bunlara işkence ve kötü muamele etmekten, hattâ bazen bunları öldürmekten hoşlanır oldü.

Dış politika. — Birleşik Amerika Cumhurbaşkanının eseri olan ve (dinî kökten gelme) Covenant adı altında bütün barış andlaşmalarına konulmuş bulunan resmî bir belge, ortaya ye­ni bir ilke çıkarmıştı: Devletler areısındaki münasebetler, tıpkı fertler arasmda olduğu gibi, sözleşmelerle nizamlanacaktı. An­laşmazlıklarını barış yolu İİ6 halletmeği taahhüt eden Devlet­ler arasında bir “Milletler Cemiyeti” kuruluyordu. Merkezi Ce­nevre’de olan bu Cemiyet bir resmî organlar cihazı ile idare ediliyordu ki bunlar, bütün Devletlerin delegelerinden meydana gelme bir genel kurul, bütün büyük Devletlerle kurulun seçe­ceği başka birkaç delegeden meydana gelme bir icra konseyi, işleri hazırlamakla görevli bir de daimî bürodan ibaretti.

Devletler arasmda barışı korumak amacıyle huhuk ve söz­leşmelere saygı gösterilmesi adma çalışan Cemiyet, ilk defa olarak milletlerarası politik bir otoriteyi gerçekleştirmiş bu­lunuyordu. Avrupa birliğini yalnız başlarına teşkil edecekleri yerde, büyük Devletler bu Cemiyette azınlık halindeydiler. Daimî bir teşekkül olan Cemiyet geçici Kongrelerin yerini tu­tacak, savaşı yoketmek amacını güden milletlerarası bir hukuk kuracaktı. Fakat, kararlarını saydırmak için hiçbir m addî, kuvvete sahip bulunmuyordu; ekonomik zecrî tedbirler uygu­lamağa cesaret ettiyse de bunlar umumî olmadıklarından ve doğru dürüst de tatbik edilemediklerinden, yetersiz olduklan

anlaşıldı. Hattâ Devletler dahi kendi egemen iktidarlarını yok- edebilecek olan zorlayıcı bir iktidar, bir “üst Devlet” kurulma­sına yanaşmıyorlardı. Cemiyetten çekilme hakkını muhafaza ettiklerine göre, bunlar hattâ devamlı bir taahhütle bağli dahi değildiler. Buna göre Cemiyetin ancak manevî bir kuvveti var­dı; bu kuvveti de ancak bir milletlerarası umumî efkâr yarat­mak için kullanabilir ve ileride bu umumî efkârın, hükümetle­ri barışm korunmasına zorlıyacak kadar kuvvetleneceğini umabilirdi.

Devletler arasmdaki f i i l î ' münasebetler bilhassa ya barış andlagmalanm uygulatmak, ya da tersine olarak bunlann te­sirlerini ortadan kaldırmak için yapılan manevralardan ibaret kaldı. Hükümetler, barışı sağlamk için çeşitli usulleri denedi­ler: Silâhsızlanmayı gerçekleştirmekle görevli bir konferans toplandı, - bütün Devletler savaşı bir politika vasıtası olarak kullanmıyacaklannı lyjaln şekilde taahhüt ettiler, - her Devlet arasında ayrı ayn saldırmazlık andlaşmaları imzalandı, - bü­yük Devlotlor arasındaki "Avrupa Birlifcr'ne yeniden dönüldü. Fakat liberal Dovlotlerio otoriter Devletlerin ve İhtilâlci komü­nist Rusya'nın İç rejimleri artısındaki zıtlık yüzünden bütün tegebbüalor akinı kaldı; bu zıtlık )>Uyük Devletleri birbirlerine hasım gruplara bölüyor vo bUtün Avı-upa milletlerini Küvonsiz- llk içinde yalatıyordu.

Ekonom ik hayattaki krizler. — Politik hayat, harpten ön­cekine.^ göre daha sıkı şekilde, ekonomik hayata bağlıydı. Hü­kümetlerin yaptıkları işler istihsali, ticareti, parayı ve krediyi allak bullak ediyordu; buna karşı, hükümetlerin fiillerine kay­nakların yetersizliği hâkim bulunmaktaydı.

Harp, altunla hesaplanan sâbit değerli bir para üzerine kurulu ekonomik rejimi yoketmişti; halbuki bu para, hattâ yabancı memleketlerle dahi yapılan ahm-satımlarda hem bir âlet yerine geçiyor, hem de bütün değerlerin müşterek ölçüsü vazifesini göıniyordu. Altun yalnız bütün mallara değil gayrı- menkullere, çalışmaya, hizmetlere, menkul kıymetlere de paha biçmek imkânını veriyor; böylece herkesin servetinin daimî bir kıymet halinde rakamlandırılarak ifade edilmesi kabil olu­yordu. Fakat Avrupa Devletleri öyle muazzam bir borç altına girmişlerdi ki bunun artık altun olarak ödenmesi mümkün de­ğildi; sonra o kadar çok miktarda bonknot ve hazine bonosu çıkarmışlardı ki bunların altun stoku ile karşılanmasına imkân yoktu. Bu Devletlerin elinde ne milletlerarası bir mübadele

M UKAYESELİ TARİH İ -415

416 AV R U PA M İLLETLERİNİN

vasıtası, ne de kıymetlerin müşterek bir ölçüsü kalmıştı; kââ:ıt paralan artık sâbit bir kıymete sahip değildi. Bu kıymet, en­flâsyon büyüdükçe düşüyor ve paranın, halka ilham ettiği gü­vene bağlı olan râyici Devletlere ve zamanlara gröre değişiyor^ du; borsa kurları bir günden öbürüne değişmekteydi. Bu yüz­den de ortaya, tarafsız Devletlerle Büjmk Britanya hariç, o zamana kadar eşi görülmemiş şiddetle bir para krizi çıkmak­taydı. Sonunda nakit paranın kıymeti, nominal kıymetinin an­cak ufak bir kısmını teşkil etmeğe başladı, bazı Devletlerde ise bu kıymet hiçe indi. Altun tedavülden kayboldu ve birkaç memleketin bankalannda toplandı.

Devletlerin muazzam bir borç, açık bir bütçe, düşük bir para, boş bir hazine yüzünden geçirdikleri malî buhran, Av­rupa’nın ekonomik hayatım altüst etm işti: Çünkü bu ekonomik hayat, karşılıkları her zaman altun olarak iade edilebilecek banknotlarla tamamlanan, daimî değerli bir para üzerine ku­rulu bulunuyordu. Harpten sonra Avrupa milletleri değişik değerde bir kâğıt para kullanarak artan miktarda istihsal ve istihlâk yapmağa koyuldular. Ancak İzafî bir değeri olan kâğıt para bolluğu ücretleri, mamûllerin değerini ve menkul kıymet­leri yükseltiyordu. Fiyatlerin yükselmesi istihsali kamçılıyor ve bankalan, itibarı garantiler karşılığı hudutsuz krediler ver­meğe sevkediyordu; enflâsyon, müstehlikleri fazla miktarda masraf yapmağa teşvik etmekteydi. İşte bu hale “ refah devre­si” adı verildi. Hattâ bu hal iflâs yoluyla borcundan kurtulmuş bulunan ve dolar olarak ödünç aldığı paralarla iş gören Al­manya’ya bile yayıldı.

Beri yandan harp, Avrupa ile öteki kıtalar arasındaki mü­nasebetleri de altüst etmişti. Büyük endüstri, gemicilik ve kre­di müesseseleri Avrupa’ya yabancı milletlere çok satılan mal­ları sevketmek, ticaretin büyük kârlarım sağlamak ve dışarıya sermaye yatırmak imkânını vermişlerdi. Buna karşılık da Av­rupa, öteki kıtalardan kendi halkını beslemek için yiyecek ve endüstrisi için hammadde getirtiyordu. İhraç ettiği mallardan değerce daha üstün hammaddeler ithâl ediyor, bu yüzden de “ ticaret muvazenesi” açık veriyordu; fakat ödünç verdiği ser­mayelerin faizi olarak aldığı paralar, bankaları tarafından alı­nan komisyonlar, gemilerinin sağladığı navlunlar, Avrupa’da ya­bancılar (ve bilhassa Amerikalılar) tarafından yapılan mas­raflar, İthalât için harcanan paralan geçmekteydi. Böylece “he­sap muvazenesi” nde büyük bir fazlalık kalıyordu kİ Avrupa

bunu, yeni yatırımlar İçin kullanmaktaydı. Avrupa memleket­leri ithalâtçı ve alacaklı, ötekiler ise ihracatçı ve borçlu du- rumdaydıla:’. Bu mübadele sistemi, ancak mutedil gümrük re­simleriyle kayıtlanan, milletlerarası serbest bir ticarete ihti­yaç göstermekteydi. Şahıslar da tıpkı mallar gibi, bir Devlet­ten ötekine serbestçe geçiyorlardı; pasaport, Rusya hariç her tarafta kaldırılmıştı, Rusya’da ise aykın bir şey gibi görün­mekteydi.

Harp, rolleri değiştirdi. İstihsalini yavaşlatmak zorunda kalan Avrupa, dışarda ve bilhassa Am erika’da yapılan ma- mûlleri satın almağa başladı. Avrupa dışındaki memleketlerden birkaçı ig istihlâklerinde Avrupa mallannın yerine geçen, hat­tâ dünyada bu mallara rekabet eden imâlâtta bulunmak üzere endüstriler kurmak lüzumunu hissettiler. '

Harp sırasında şiddetle ihtiyaç duyulan yıkıcı silâhlan imâl için verilen yüksek ücretler, yıkıntılann onanlmaaı için de ödenmeğe devam edildi, İşçiler bundan faydalanarak yiye­cek ve lüks eşyası istihlâklerini arttırdılar; hammaddelerle en­düstri mamûllerinin fiyatleri birkaç yıl boyunca çok yüksek olarak kaldı. Bu fiyatler sayesinde elde edilen büyük kârlar dolayısiyle yeni müesseseler kuruldu, yeniden birçok topraklar ekildi. Bu ise bir teçhizat, istihsal, m asraf,'istihlâk fazlası ya­ratmak ve bsmkalan, Avrupa’nm imkân ve kaynaklannı aşan krediler açmağa sevketmek gibi bir sonuç doğurdu.

Aynı zamanda Birleşik Am erika’nın, Japonya’nın ve Hin­distan’ın sınaî mamûllerinin yaptıklan rekabet, Avrupa en­düstrilerine açık bulunan piyasaları da azaltıyordu. Hattâ Bir­leşik Devletler Avrupa memleketlerine otomobil, sinema ma­kineleri ve filmleri, radyo, gramofon, âletler, yazı makineleri, yazıhane levazımı gibi yeni malları da yollamağa başlamışlar­dı. Ticaret münasebeUerinin bu şekilde tersine dönmesi. Büyük Britanya hariç, ticaret muvazenesinin ve hesaplann da tersine dönmesine yol açtı. Harp ve onarım masraflanm ödeyebilmek için, Avrupa memleketleri kıta dışındaki memleketlerden olan alacaklannın büyük bir kısmını sattılar ve Birleşik Devletler­den ödünç ç,ldılar. Böylece de alacaklı durumdan borçlu duru­ma geçtiler. '

Çöküntü buhraim. — Harp sonrasını takibetmiş olan geniş faaliyet devresi, umumî bir ' ekonomik çöküntü ile sona erdi. Birleşik Devletlerde 1929 dan itibaren mevduatlarını geri ve-

F. 27

M UKA.YESEIİ TA R İH Î 417

418 AVRU PA M İLLETLERİNİN

remiyen bankalann genel bir iflâsı ile bağlayan bu ekonomik çöküntünün belirli vasfı, spekülâsyonun kurlarını' aşın derece­de yükselttiği bütün menkul kıymetlerin büyük ölgüde düşüşü oldu. Buhran 1930 dan itibaren Avrupa’ya da yayılarak bütün ekonomik hayatı allak bullak' etti. Harbin sonundanberi bütün muameleler, bütün mamûllerin iyi bir fiyata alıcı bulabilecek­leri düşüncesine dayanılarak yapılıyordu. Kredi eksilince iflâs eden yahut yoksul düşen müstehlikler birdenbire talebi azaltı­verdiler. Bu yüzden de bütün ham ve mamûl maddelerin fiyat- lerinde hızlı bir iniş başladı. Doğu Avrupa’nın tarımcı memle­ketleri para ihtiyaçlarını karşılamak için ürüplerini yeter bir fiyata satmak imkânını bulamadılar. Mallarına mahreç bula- mıyan sanayiciler işi azalttılar, ücretleri indirdiler, işçilerin bir kısmını çıkardılar. Endüstri, nakliyat, ticaret, bankacılık mües­seseler! dağıttıkları kâr hisselerini büyük ölçüde indirdiler, hattâ kâr dağıtmaz oldular. Aksiyonlar o zamana kadar görül­medik gekilde düştü. Menkul kıymetlere yapılan yatırımlara güvenemiyen para sahipleri, ödünç vermek gibi bir tehlikeye artık katlanamıyorlardı: müesseseler sermaye bulmak için çok zahmet çekmeğe bağladılar.

Devletin müdahalesi. —- Fiyatlerin inmesinden zarar gören müstahsiller, çok yüksek gümrük resimleri koyarak yabancı rekabetine karşı ‘ ‘himayeyi kuvvetlendirmelerini hükümetler­den istediler, l-ssizlik tehdidi altında bulunan işçiler, işverenle­ri daha fazla sayıda işçi kulİEinmağa zorlamak için iş saatleri­nin azaltılmasını; işsizler ise kendilerine ödenek verilmesini istediler. Fakat müstahsiller fiyatlerin ve ücretlerin düşmesini önlemek isterlerken, müstehlikler de “hayat pahalılığı” ndan sızlanıyorlardı.

Zaten kamu hizmetleri masraflarının, emekli aylıklarının, konsolide ve dalgalı borçların yükü altında ezilen hükümetler, buhranı durdurmak için birbirine zıt iki metodu denediler. Bunlardan birisi. Devletin masraflarını kısıp vergileri arttıra­rak yapılan deflâsyon’du, bütçeyi denkleştirmek ve parayı is­tikrarlı hale getirmek amacını güdüyordu, bu iki unsur da eko­nomik rejimin üzerine kurulu bulunduğu krediyi idame için gerekliydi. Öteki ise kâğıt para miktarını arttırarak elde edilen enflâsyon; yahut Devletin paradaki altun miktarını azaltarak zo .la kabul ettirdiği devalüasyon (para değerini düşürme) idi ve alacaklıların zararına olarak, Devletle borçluların yüklerini azaltıyordu. Sonunda devalüasyon hattâ Birleşik Devletler ve

Büyük Britanya’da dahi, - fakat öteki Devletlerdekine göre çok daha mutedil ölçüde olmak üzere, - baskın çıktı ve İng-iltere’de devalüasyonun yajıısıra denk bütçeye de dönüldü. Devalüasyon hemen bütün Devletleri, kıymetlerin milletlerarası ölçüsü olan altun esasını terke şevketti. Ondan sonra da Avrupa’da sadece istikrarsız değerde olan ve bir alışverişin tesirlerini doğru şe­kilde hesaplamak ImJtânını vermeyen, paralar bulundu.

Him aye politikası hükümetleri eski merkantil ekolün an­layışlarına döndürdü: Bunlar "ticaret muvazenesi” ni denk tutmak, yabancı sanayicilerin, hattâ işçilerin rekabetini berta­raf etmek ve iç piyasayı yerli müstahsillere tahsis etmek is­tediler. Yabancı memleketlerin, harp halinde düşman tarafın­dan durdurulabilecek olan, sevkıyatına bağlı kalmak korku­suyla, memleketin istihsalini kendine yetecek gekilde teşkilât- lamağa gayret ettiler ve bunun adına OMtarcie (otarşi = : kendi kendine yeterlik) dendi (1).

Bu politikayı uygulamak için hükümetler yeni usuller kul­lanmaktadırlar. Harp sırasında bir zâbıta tedbiri olarak ihdas edilmiş bulunan pasaport usulü, memleket işçilerine rekabet edebilecek kimselerin girmesini önlemek için yine idame edil­di. -i

A z çok müddetli andlaşmalarla gümrük resimleri tesbit edecek yerde, her Devlet, tarifesini her an değiştirmek hakkını mahfuz tuttu ve milletler arasında bir muamele eşitliği idame etmekte olan “ en çok müsaadeye mazhar millet” şartını orta­dan kaldırdı. Yabancı ithalâtını azaltmak için, her yabancı Devlete her yıl girmesine izin vereceği mallar İçin bir con^ tm aent (kontenjan) ayırdı. Ticaret muvazenesini denk tutmak için, herbir yabancı memleketin ithalâtının değerinin, o 'm em ­lekete yapılan ihracatın değerini aşmasını önledi. Bir hükü­met parasının değerini, mâliyet fiyatını indirecek şekilde dü­şürerek memleket müstahsilleri için ücret yükünü hafiflettiği zaman öteki Devletler onun bu üstünlüğünü karşılamak için gümrük resmine bir kambn/o munzam resm i ilâve etmekte, yar hut parasının değerini düşüren Devletle bir “ takas anlaşması” yapmaktadırlar. Bu tedbirlerin amacı, milletler arasındaki mü­badele serbestliğini kaldırarak milletlerarası ticareti engelle­mektir.

MUKA.YESELÎ TARiHt 419

(!'} Aşağ% yuhan "muhtariyet’ {amlamma gelen autarohie (otarşi) sözü, bu. bak'imdan yamkş olarahi kuMamhmstır.

420 AVRU PA M İLLETLERİNİN

Memleketlerin islerinde ise Devlet gelir ve veraset vergi- * lerini o zamana kadar görülmemiş nisbetlerde yükselterek mül­kiyet ve veraset haklarını çok vahim bir şekilde çiğnedi. Küçük Kuzey Devletleri ile Büyük Britanya hariç, bütün hükümetler giderlerini vergi veya geri verilecek istikrazlarla karşılamaktan ve bütçelerini denk tutmaktan vazgeçtiler. Açı|:ı kapatmak üzere ya paralarının değerim düşürerek, ya da banknotlar için cebrî bir kur ihdas ederek özel tasarrufa el attılar; bu da Dev­let tahvillerinin ve bütün özel alacakların defterlerini azalttı. Bazı Devletler de Devlet bankasının yahut tasarruf, emekli, si­gorta, mevduat ve emanet sandıklannm paralarına elkoydu- 1ar; hattâ bir istikraz yahut bin işsizlik fonu İçin herkesi “ ih­tiyarî” olarak para yatırmağa/ zorladılar.

Otoriter Devletler bütün uyruklarına fertlerin hürriyetle­rini yokeden bir ekonomik rejimi zorla kabul ettirdiler; Rus­ya ’da komünist hükümet. Devletin giriştiği bütün taahhütleri bozmakla, her türlü düyunu umumiyeyi ve kumpanyalara ve­rilen bütün imtiyazları lâğvetmekle ve bankalardaki bütün mevduata elkoymakla işe başladı. Sonra bütün endüstriyel te­şebbüsleri Devlet müesseseleri haline soktu; her türlü mülki­yet ve veraset hakkını ilga, her türlü ticaretin yapılmasını ve ücretli işçi çalıştırılmasını yasak etti. Memurlarla işçilere öde­meler, tayın halinde, ayniyat olarak yapılıyordu.

Adm a "harp komünizmi’ denen bu rejim tarım istihsalini bir kıtlık doğuracak derecede azalttığından, hükümet bunun yerine “yeni ekonomik politika” (N.E.P.) yı geçirdi. Yeni bir para ihdas ederek çiftçinin toprağa sahip olmasına, ücretli işçi kullanılmasına, (dış memleketlerle ticaret tekelini hükümete ayırmakla beraber) memleket içinde perakende ticaret yapıl­masına izin verdi. Adlanna KulaJc denen müreffeh köylüleri öldürüp yokederek öteki köylüleri de toprağı ortaklaşa ekmek için kooperatifler (Kolhozlar) kurmağa zorladı. Sonra kollek- tif çalışmanın verimi çok az olduğunu görerek, Kolhozlardaki köylülere bir miktar toprağa ve hayvana sahip olmak hakkını tamdı. Endüstride istihsali teşvik için, ücret eşitliğinden vaz­geçti ve işçiye, çalışması ile mütenasip bir ücret verdi. Böyle^ likle “Devletçi” bir rejim ortaya çıktı ve bu rejim, (ziraî veya sınaî) bütün istihsalin, mutlakiyetçi bir hükümet tarafmdan zorla kabul ettirilen bir genel plâna göre memurlarca idare edilen kollektif bir çalışma şekli almasinı mecburî kıldı.

İtalya’da faşist hükümet mülkiyeti ve sermayeyi lâğvet-

memekle beraber, patronlarla isçiler arasındaki münasebetleri otoriter kararlarla halletti. Serbest sendikaları ve grrevi yasak etti; ücretleri aşağı bir seviyede tesbit etti, igçiler bog kalmar sınlar diye patronları hattâ zararına da olsa çalışmağa zorladı ve Fagist partisi Konseyi tarafmdan idare edilen korporajsyonr 1ar kurdu. Bankalarla sigorta şirketlerini hükümetin kontrolü altına koydu ve onların paralarına dilediği gibi tasarruf etti.

Almanya’da nasyonal-sosyalist hükümet öteki partiler© ait paralan müsadere ile ige bağladı. Sonra bütün ekonomik haya­tı kendisine tâbi bir hale getirdi. Devlet müesseseleri kurmaı- dı, iğin idaresini müessese sahiplerine bıraktı, hattâ onlann işçiler üzerindeki yetkilerini arttırdı, fakat onlan kendisinin zorladığı ekonomik politikayı uygulamağa memur vekiller say­mağa başladı. İssiz kalan işçileri çalıştırmak için ağır endüstri müesseselerine bilhassa silâh ve harp malzemesi sipariş etti. - Garantiden mahrum bir parayı ayakta tutabilmek için, bir "Döviz Merkezi" kurdu. Bu merkez, yabancıların bir Alman İhracatçıya borçlu olduklan bütün paraları merkezleştirerek bunları yabancı memleketlere yapılacak ödemelerde kullansın­lar dlyo Alman ithalâtçılara vermeğe başladı. Ayrıca hükü­met bütün Almanlara, yabancı memleketlere yatırdıklan ser­mayeleri memlekete getirmelerini emretti ve son zamanda ölüm cezası tehdidi altında, Almanya’dan para çıkarılmasını yajsak etti.

Servetlerini hükümetlerin bu gibi tedbirlerinden korumak için, nakit para sahipleri banknotlarını al tuna çevirdiler; al- tunlan ile dövizlerini de bunlann servetlerinin emniyet altm ­da gibi göründüğü (İngiltere, Birleşik Devletler gibi) Dev­letlere gönderdiler. Tedavülden çekilen altun, birkaç memle­kette toplandı ve oralarda artık bunu kullanılacak yer bulunar mamağa başlandı.

Maddi ilerlemeler. — Kökü politik olan ekonomik felâket, tekniğin ilerlemesine engel olmadı. Avrupa’nm yaşayışını de­ğiştirmekte olan buluşlar, halk yığınlan üzerinde etki yapsr bilecek bir noktaya henüz erişmemişlerdi; harpten sonra bu buluşlar, gündelik hayata girecek şekilde geliştirildiler. - Mo­torların ve tekerlek lâstiklerinin ilerlemesiyle değişen ve ar­tık asfalt yollarda dolaşan otomobil, yalnız yolcular için değil, mallar için de çabuk ve muntazam bir tagıt aracı haline gel­di; binek ve yük arabalarının atlarla çekilmesi usulünü hemen Jienaen ortadan kaldırdı; evlerin önüne kadar şrelmek gibi bir

M UKAYESELİ T A R İH İ 421

422 AVRU PA M İLLETLERİNİN

üstünlüğü olduğu için, demiryollan ile rekabete, küçük tren hatlarını da faydasız hale getirmeğe başladı. - Uçakçılık yalnız korkunç bir savaş silâhı olarak değil, yolcuları ve mektupları uzun mesafelere çabucak götüren bir taşıt aracı olacak kadar değişiklik geçirdi. - Sesli hale gelen sinema kısmen tiyatronun yerini aldı ve temaşayı köylere kadar götürdü. Radyo da mü­ziğin, konuşmaların, haberlerin ve ticarî ilânların yâymlanmar- sı bakımından aynı rolü oynamağa bağladı. - Çağlayanlar kul­lanılmak suretiyle üretilen elektrik enerjisi trenleri yürütmek, evleri ısıtmak, sokakları, evleri, hattâ ahırları aydınlatmak İçin gittikçe daha fazla kullanılır oldu. - Gemicilikte vapurlan yürütmek, demiryolculukta vagonları çekmek için, maden kö­mürü, yerini kısmen mazota bıraktı.

Tekniğin ilerlemesi kadar âletlerin ve metodların yayılma­sı da, tanm la endüstrinin istihsalini ve taşınan eşyanın mik- tannı görülmedik nisbetlerde arttırdı. En geri memleketler en ileri olanları taklid ettiklerinden, buralarda çalışma şartlan birden değişti ve bu memleketlerdeki değişiklik, daha geniş öl­çüde oldu.

Nufus. — - Nufus, çok eşitsiz bir tarzda artmağa devam et­ti; Doğu Avrupa’nın yoksul ve az nufuslu yerlerinde ve bilhas­sa Rusya’da, bu artış daha hızlı oldu. En zengin ve en kalaba^- hk memleketlerdeki artış doğumların ölümlerden fazla olması dolayısiyle değil de, daha çok ölümlerin azalması yüzünden ol­du; günkü buralarda doğumlar geniş ölçüde azaldı. Hattâ do­ğum nisbeti bazı yerlerde (.% 17 olan) Fransa’nınkinin bile al­tına; İsviçre, Büyük Britanya ve Almanya’da yılda % 15 e ka^ dar düştü; İtalya’da, şehirlerde azaldı (1). Bu yüzden de ye­tişkinlerin nisbeti çok arttı.

Nufus, yer değiştirmeğe» devam etti; büyük şehirlerde hız­la artmağa, köylerde eksilmeğe başladı; Zaten tarım âletlerin^ deki ilerleme buralardaki işgücü ihtiyacını da azalttı. Otelci, garajcı, makine tamircisi sıfatiyle, oradan g«llp geçm ekte olan yabancıların hizmetinde çalışmak üzere, bir takım insanlann köylere yerleşmeleri, tarımcı nufustaki azalışı telâfi etmedi.

Toplumun derişmesi. — Harbin doğurduğu kriz bütün memleketlerde toplumu sarstı. Enflâsyon devrinde paranın de­ğerinin düşmesi önceden para olarak hesaplanmış bütün gey-

t'l) Ahnamya’da son yütarda evlenmelere verilen primlerle konuda bir yükselm e elde edildi.

lerin değerlerini, (istikraz grelirleri, tahvilât faizleri,,alacaklar, obligasyonlar gibi) menkul kıymetleri, kiralan, memur aylık­larım ve emekli maaşlannı azaltıyordu. Ters yönde olarak da bedelinin derhal ödenmesi gereken tanm maddeleri, endüstri mamûlleri, nakliye ve hizmet ücretleriyle gündeliklerin fiyat- lerini arttınyordu. Yine paranın kıymetten düşmesi gelir sa­hipleri, alacaklılar, gayrimenkul sahipleri, memurlar ve emekr liler gibi değişmez bir gelirle geçinen kimselerin imkânlannı azaltıyordu. Buna karşılık satılık bir malı, bir işi veya bir hiz­meti olan herkesin, endüstri ve ticaret patronlannın, arma­törlerin, bankerlerin, köylülerin, işçilerin, dükkâncılann, otel­cilerin, uşak ve hizmetçilerin, avukat ve hekimlerin imkânla- rjını çoğaltıyordu. Sonradan gelen fiyat düşmesi ise ters bir etki yarattı: Üreten, satan yahut çalışan herkesin kârlarını azalttı ve değişmez bir gelirle geçinen kimselere daha fazla miktarda eşya yahut hizmet edinmek imkânını verdi.

Bu birbirine zıt yönlerdeki âni değişiklikler, bütün halkın geçim imkânlarını ve hayat seviyesini istikrarsız hale soktu. Çalışmanın değerlendirilmesindeki âni v e ' büyük değişiklikler ve bilhassa spekülâsyonlarla elde edilen muazzam servetler, ücretin de kânn da bilhassa tesadüfe bağlı olduğu gibi bir duygu yarattı. Devletlerin taahütlerini yerine getirmiyerek verdikleri örnek, özel şahıslarda da verilen söze gösterilen say­gıyı sarstı. Servetlerin bir anda kurulup yıkıhverdiği bu buhran sırasında zenginliğin çabucak yer değiştirmesi, seviyeler aıa- sındaki farkın ana temelini allak Ijullak etti.

Bu felâket yıkılan üç İmparatorluğun mensubu bulunan Doğu ve Orta Avrupa memleketlerine en çok zarar verdi. Rus çarlığında, komünist partisi'eşi görülmedik bir sosyal ihtilâli gerçekleştirdi; yalnız asil sınıfı ve nufusun “ burjuvazi” diye ad- landınlan bütün kısımlarını yoketmekle kalmadı; arasıra gün­delikçiler kullanan biraz halleri vakitleri yerinde köylüleri d« yoketti. Yalnız doğrudan doğruya emekleriyi» geçinen ve “pro- teler” diye vasıflandırılan isçilerle köylüleri ve kollektif çalıg- m alan idare ile görevli mem urlan yasattı. Baltık memleket­lerindeki “ toprak reformu” ile, Estonya ve Letonya’daki Alman “baron” lannın ftıülkleri ellerinden alındı.

Bütün İmparatorluklann çökmesiyle saray asilliği de he­men hemen kayboldu ve memurlara asalet verilmesi yoluyla asilleştirme işi son buldu. Rus asillerinin bütünü ise ya öldü­rüldü, ya da yabancı memleketlere sığındı. - Avusturya’daki

M UKAYESELİ TARÎH İ 428

424 AV RU PA MİLI*ETLERÎNÎN

toprak sahibi aristokrasi, AvusturyarMacaristan İmparatorlu­ğunun parçalanmasıyle İslâv veya R om a memleketlerindeki büyük mülkleri elinden gidince yoksul düştü. - Prusya asilleri topraklarmın sahibi olarak kalmakla beraber, Almanya’nm If- lâsmdan zarar gördüler, borca girm ek zorunda kaldılar ve lm~ paratorla münasebet halinde olmanm verdiği itibarı kaybetti­ler. - Çekoslovakya ve Rumanya’daki toprak reformu, tek ve aynı sahibin malik olabileceği topraklann genişliğini sınırlar yarak bu memleketlerin asillerini yoksul dügürdü. - Rumen Boyar’ları topraklarının bir kısmını kaybettiler ve tek derece­li seçimin ihdası, bunlann politik nufuslannı yoketti. - Ancak Polonya ve Macaristan’da toprak aristokrasisi mülklerini, sos­yal rütbesini ve politik kudretini muhafaza etti.

Asillerin topraklarını kiraya vererek ve menkul kıymet­lerinin gelirini kullanarak para getiren bir i§ görmeksizin ya şamakta oldukları Batı Devletlerinde, bunlann im kânlan gelir ve veraset vergileriyle enflâsyon yüzünden eksildi. Hattâ İn­giliz oentry ’aı dahi çoğu zaman gatolarmdaki yaşayış seviye­sini idame edemez.hale geldi. Asiller her tarafta burjuvazinin seviyesine indiler ve onlardan sadece unvanlar, halrtavır ve birazcık itibar artığı ile ayırdedilir oldular.

Simdi artık hâkim azınlık menkul servetlerin sahiplerin­den, bilhassa bankerlerle kredi, nakliyat, sigorta, madencilik, demir-çelik sanayii gibi işler yapan anonim şirketlerin idare­cilerinden müteşekkil bulunmaktadır ve bunlar sermayenin sahibi olmamakla beraber, zenginlikten faydalanmaktadırlar. Şatolarla büyük malikâneleri satın alan; hususî ev sahalanna, yans atı ahırlarına, sanat eserleri kolleksiyonlarına sahip olan ve modayı idare edenler bunlardır. Kredinin kudretini bunlar ellerinde tutmaktadırlar; borsa kurlan, dövizler. Devletlerin kredileri üzerinde etki yapabilmekte, gazeteler satın alabilmek­te veya ilân verip bunlara hâkim olarak umumî efkân idare odebilmekte, hattâ hükümeti gu veya bu gekilda bir politika gütmeğe zorhyabilmektedirler.

Bilhassa değigmez gelirler yahut memuriyet aylıklarıyla geçinen orta burjuvazi para krizinden çok zarar görmüş, hat­tâ Almanya’da Devletin iflâsı yüzünden tamamen mahvolmuş­tur. Fiyatların yüksek devrinde spekülâsyonla, endüstri İle ve­ya ticaretle zengin olan insanlar, “yeni zenginler” haline gel­mişlerdir. Çöküntü krizindenberi burjuvazinin bütün meslekle­ri işsiz insanlarla dolup taşmış, öğrenim yapmış olan delikan­

lılar da geçim vasıtası bulamamanın kaygısı İçinde yaşamağa başlanuşlardır.

İşçiler ilkin işgücüne olan ihtiyaçtan faydalanarak - har­bin sonundan itibaren işsizliğin çok genişlediği İngiltere’nin endüstri bölgesi hariç olmak üzere - kolayca is bulabilmişler ve yüksek ücretler alabilmişlerdi. Bunlar köylüler gibi durum­larını para biriktirerek düzeltmek imkânına sahip olmadıklar nndan, ücretlerini bilhassa istihlâklerini arttm p hayat sevi­yelerini yükseltmek için kullandılar.

Endüstride çalışmayı nizam altına almak için teşebbüsler yapılmıştı. Cenevre’de kurulan ve patronlarla işçilerin eşit sa­yıda temsilcilerinden mürekkep olan “Milletlerarası Çalışma Bürosu” bütün memleketlere, sekiz saatlik çalışma günü pren­sipini kabul ettirmiş bulunmaktadır. - Bazı müesseselerde ücret ve çalışma sartlanyle ilgrili nizamlar, müessese şefiyle i§|çileri arasında aktedilen “kollektif iş akti” sayesinde basitleşmiş bulunmaktadır. - Sosyalist eğilimli federasyonlar halinde grup­lanan ve üyelerinin sayısı arttıkça kuvvetlenen meslek birlik­leri, çalıgma zamanını azaltıp ücretleri yükseltmek için göste­riler tertiplemişlerdir; hattâ İngiltere’de bir genel grev teşeb­büsü dahi yapılmıştır.

Büyük endüstri kısa bir ihtiyaç süresi için aşırı şekilde işgücü talebinde bulunarak çırak yetiştirmeğe de son vermiş bulunduğundan tecrübeli işçiler çok azalmış, alelâde işçiler ise pek artmış bulunuyordu. Çöküntü başlayınca iş bulunamaz ol­du ve işsizlik, bütün Avrupa memleketlerine yayıldı. İşsizler Devletlerle şehirlerin verdikleri ödenekler sayesinde bunlann sırtından geçindiler ve gittikçe çalışmağa daha kabiliyetsiz ha­le geldiler; hattâ İngiltere’de, ömürlerinde çalışmak fırsatını dahi bulamamış delikanlılar görüldü.

Doğu Avrupa köylüleri. Devletlere göre ayn ayrı kaderlere sahip oldular. Rusya’da bunlann topraklan ellerinden alındı; en müreffehleri öldürüldü, ötekiler de "kolhoz” larda müşte­reken calıgan “proleterler” haline getirildi. - Aristokratik kal­mış olan iki Devlette, yani Polonya ile Macaristan’da, köylüler büyük toprak sahiplerine tâbi olarak çok agağı bir hayat sevi­yesinde kaldılar. Bir toprak reformunun yapıldığı memleket­lerde bu, köylülerin büyük malikânelerden alınmış toprakları ellerine geçirmelerine yaradı; fakat gündelikçileri bir toprağı işletebilecek köylüler haline sokmak kolay olmadı ve elde edi­len sonuç, yerine göre bagka bagka oldu. Baltık «lemlekçtle-

MTJKA.YESBLÎ TA R İH İ 425

426 AVRU PA M İLLETLERİNİN

riyle Çekoslovakya’da istifade gerçek olmuşa benzemektedir; fakat Rumanya’daki sefil köylü para ve hayvan olmaksızın sar dece toprak aldığından, durumunu hiç düzeltememiştir.

Batı Avrupa’da Isçylüler para değerinin düşürülmesinden ve tarım maddeleri fiyatlerinin yükselmesinden faydalandılar. Borçlarını ödeyebildiler, hattâ kira ile ekip biçtikleri toprak­lan satın aldılar. İstihlâklerini arttınp yaşayışlarını o zamana kadar ulaşılmamış bir seviyeye çıkardılar. Sonradan çöküntü­nün yarattığı satışsızlık bu iyileşmenin etkilerini yoketmedi çünkü bunlann topraklan kendilerine aynı kârları getirme­mekle beraber, yine de kanniannı doyurmak imkânını ver­meğe devam etti.

Yasayıstalîi değİsikUlcler. — Buhran, Avrupa milletlerinin en eski ahşkanlıklannı sarstı. H iç olmazsa en ileri memleket­lerde kadınlann yaşayışı, bu buhrandan değişmiş olarak çıktı. Kadınlar harp sırasında tarlalardaki çalışmalarda ve endüstri­de erkeğin yerine geçtiler. İlkin daha yüksek ücretlerden, son­ra da artan işgücü ihtiyacından i faydalandılar. Karşılığı para ile ödenen çalışmaları, bunlara daha fazla bağımsızlık verdi. Kadınlar (giyecek, süs eşyası, kokular gibi) yarı-lüks eşya is­tihlâkini arttırdılar; bu da başka sosyal seviyeden olan kadın­lar arasındaki göze görünür aynlıklan ortadan kaldırdı.

O zamana kadar erkeklere mahsus olan mesleklerin hemen hepsi kadmlara da açıldı. Hattâ bu temessül işi Rusya’da tam mânasıyle oldu: Bu memlekette kadın bütün kamu hizmetle­riyle (gemicilik dahil) bütün meslekleri icra edebilmektedir. Değişikliğin çabuk olduğu Aimnaya’da, kadmlara bütün mes­lekleri kapayan nasyonalist hükümet tarafından bu değişiklik birdenbire durduruluverdi.

Elektrik süpürgesi, bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, e- lektrik ütüsü, buz dolabı, kalorifeV gibi ev âletlerindeki çabuk ilerleme, ev iğleri için gerekli zamanı geniş ölçüde azalttı; kadınlann boş zamanlannı çoğalttı ve burjuvazi sınıfının ka- dm lanna da evlerini bir hizmetçinin yardımı olmaksızın idare edebilmek imkânını verdi, gimdi kadın kendini daha bağım­sız, erkeğin iktidarına daha az tâbi hissetmektedir. Dünya yü­zünde yepyeni olan ,bu hürriyet, daha serbest tavırlar ve me­denî hayatın başlangıcındanberi iki cinsiyetin ayırıcı işaretleri onlara kalan iki âdetin değişmesiyle göze çarpmaktadır: Uzun elbisenin ve uzun saçlann yerini, kısa elbise ve kısa saçlar al­mıştır.

Çahgma süresinin azalmasjyle şehirlerdeki işçilere daha çok kalan bog zaman, yalnız ananevî eğlenceler için kullanıl­madı; burjuvazinin örneğini verdiği zevkler iğin de kullanıldı ki bunlar sinema, gram ofon sayesinde kolaylaman ve Am erika’­dan grelme danslar sayesinde değigmig olan danstı. Bütün mem­leketler (çoğu zaman İngilizce adlarını muhafaza etmig oian) spor’lan benimsediler: Bu da ya at yarışlarını, boks maçlarını ve her çeşit müsabakaları pasif bir şekilde seyrederek; ya da aktif feekilde futbol oynıyarak, yüzerek, bisiklet ve motosiklete binerek, kürek çekerek, yaya koşular yaparak oldu (1). Eğ­lenceler hayatta hiçbir zaman bu kadar geniş yer tutmamıştı.

Fikir hayat\ — ■ Harp süresince yavaşlamış olan bilim ça-> lışmalan, anlayışlarda belirli bir değişiklik olmaksızın aynı yollarda yeniden başladı. - Edebiyat aynı nevileri ve aynı fikri vermeğe devam etti: Bir yandan halkm hoşuna gitmek, öbür yandan da onu hayrete düşürmek gayesini güdüyordu. - Re­sim, ve heykelcilik seklilerin stllizasyonu ile, mimari düz çizgi­y i tercih ederek, müzik de beklenmedik orkestrasiyon “efe” le- rl araştırarak, güzel sanatlar yine tabiatten ayrılmağa devam ettiler.

Komünist rejimin Tann ’yı inkâr propagandasını teşvik et­tiği Rusya hariç, din sosyal itibarını ve manevî nufuzunu mu­hafaza etti. Cehennem korkusunun baki bulunduğu bütün halk tabakalarında din, bir hal ve gidiş kuralı ve ihtirasları fren­leyici bir unsur olarak kalmakta; hayatın çirkinliğinden usar nan ince ruhlu inssınlar için mistik bir sığınak olmaktadır. Fa­kat artık doktrini, zekâları ilgilendirmemektedir. Aktif şekil­deki inanç şimdi milletlerin bugünkü yaşayışlariyle ilgili olan politik rejim ve ekonomik teşkilâtlanma gibi, birbirlerine git­tikse daha fazla bağlı görünen şeylere yönelmiş bulunmakta­dır.

Politik ve ekonomik liberalizm artık XVIII. yüzyılın ta­biat dininden İlham almamakta; "hürriyeti, hayırsever bir Tanrı tarafından insanlığın mutluluk va huzurunu sağlamak için kurulmuş olan tabiat kanunlarına beslenen iyimser bir inanç adma istememektedir. Bu liberalizm, X IX . yüzyılın tec­rübesiyle haklı sıkmış bulunmaktadır: Zira politik hürriyet o

m u k a y e s e l i TAR İH İ 427

d j Tenis, otomobil, v yatc-ıhk ve son aamanMrda türeven patinaj, İskandinav kavağ% gibi " fm sporkm ” m ise xmcak ve

bmjuvatan'ifapttlar.

428 AVRU PA M İLLETLERİNİN

asır boyunca en müreffeh milletlerin rejim i olmuş; fertlerin serbestse çalışmaları ise ekonomik istihsali, o zamana kadar hiç erişemediği, en yüksek dereceye çıkarmıştır.

Avrupa’daki en medenî milletlerin tutumu, onlarm kendi işlerini idare etmeğe ve öbür milletlerle barış halinde yaşama­ğa muktedir olduklarını göstermiştir: İşte politikada libera­lizm, böyle bir temel üzerine kurulabilir. - Liberalizmin fik- rince, iktidan kötüye kullanmağa tabii olarak mütemayil bu­lunan hükümetler, mürakabe altında tutulmak ve hür bir mu­halefet tarafından İkaz edilmek ihtiyacmdadırlar; liberalizmin, hür bir memleket vatandaşlarının'akıllarına ve dürüstlüklerine güveni vardır. - Nasyonalist veya komünist otortarizm ise in­sanları hor görmek ve onların mutluluklarına aldırmamak (1) gibi iki şeyden ilham almakta, idarecilerin bilgeliklerine ve faziletlerine sınırsız bir güven beslemektedir. Hürriyet re­jimlerinde alenen ortaya dökülen rezaletlerden ve parti müca­delelerinden, bütün partileri kaldırıp tartışmalara 'son ver­mek için faydalanmıştır; böylelikle de liberal rejimde İmkân­sız bulunan, gizliliğin faydasını kendine sağlamış bulunmakta­dır. Milletleri zor kullanarak idare etmek ve aralarındaki mü­nasebetleri savaşla nizamlamak fikrindedir.

Ekonom ik alanda “ liberal” ekol, bir sanayici veya tacirin her türlü teşebbüsün gerektirdiği tehlikelere ancak kâr etmek ümidiyle ve hareketlerinde serbest bırakılmak şartiyle katla- nabileceğinl müşahede etmekte; Devlet memurlarını ise is­tihsale gerekli inisyatifleri alabilecek kabiliyette bulmamak­tadır. Bu liberalizmin düşmanları sadece, hükümete bütün eko­nomik muameleler üzerinde tabiatiyle mutlak bir iktidar ve­ren, otoriter rejim taraftarları değildir. PoUtik hürriyeti kal­dırmamakla beraber, istihsali ve ticareti çeşitli sebeplerle Devlet otoritesine tâbi kılmak isteyenler de liberalizmle aynca mücadele haJindedir.

Bazıları, krediye hâkim bankaların endüstri ve ticaret hür^ riyetinl boş lâf haline sokan, gizil kuvvetinin aleyhinde bulun­makta ve bunların kudretlerini kırmak için. Devlet tarafmdan "güdülen bir ekonomi” istemektedirler. Devletin vergi, para, gümrükler vasıtasiyle esasen İcra etmekte olduğu İdare, bun­lara yetersiz görünmektedir; bunlar bu İdare seklini bütün

(1) B-uı, MachiomelU’nin, (Makyavel) doktrinine ve Bis­marck’m "gerçekçi poMtika”svna, b ir '^ n ü f demektir.

muamelelere tegmil ederek tamamlamak arsıusundadırlar. - Başka bazıları ise mal bolluğunun tam sefalet ve işsizlik dev­resine rastlayışına kızarak kâr gayesiyle salıgan ve mamûl- lerlni ancak alıcılara satan bir ekonomik rejimi takbih etmek­tedirler. İstihsal artık tekniğin ilerlemeleri ile sağlandığına göre, yapılacak İs, mamulleri pay etmekten ibaret olmalıdır. Onun için bunlar, istihlâki arttırmak için ağın bolluktan fay­dalanıp bundan kâr etmek gayesini gütmelcsizin, “ ihtiyaçlan karşılamak üzere çalışan bir ekonomi” ileri sürmektedirler.

Arz ve taleple ayarlanan “liberal” iş akdi prensipi. Birle­şik Devletler işçi Birlikleri temsilcisi tarafından su sözlerle takbih edilmiştir: “Ne hukuken ne de fiilen, işgücü bir mal sayılmamalıdır.” Hele büyük endüstrideki işçiler çalışmaya bir istihsal aracı olarak ilgi göstermemektedirler; onlar için bu artık, tek geçim vasıtaları olan ücreti almak için bir ve- 'Bİleden ibarettir. Bu çalışmanın pek iğreti ve daima işsizlik tehdidi altında olduğunu bilmekten iztırap duymaktadırlar; bunun daim! yo tohllkoBİz, patrona karşı teminat altına alın­mış, bir memurun maaşı gibi garanti edilmiş olduğunu görmek arzusundadırlar. İşçllor, imalâtta ve hattâ satışta idarenin ro- lünUn de lüzumlu olduğunu idrâk edecek durumda değildirler. Ekonomik iğlerin idaresinin memurlara bırakılmasındaki teh­likeyi görememektedirler. Onlann ülküsü, Devlet hizmetine geçmekten ibaret gibi görünmektedir; fakat bu rejim ancak toplumun teşkilâtını altüst etmekle mümkün olabileceğinden, işçi kurumlannın şefleri taşanlarını “bünye ıslahatı” förmülü ile ifade etmektedirler.

Bütün bu sistemler istihsal, ticaret, kredi gibi bütün mu­ameleleri hükümetin insafına bırakmak gibi bir sonuca vara^ bilir; bu da iğin, otoriter rejimlerde o anın diktatörünün, libe­ral rejimlerde de o anda iktidarda olan partinin insafına ka­lacağı anlamına gelmektedir.

Herkesin kaderi, işlerin idaresi hakkmdaki anlayışlar ara­sında görülen ve giderilmesi imkânsız olan bu uyuşmazlığa bağlıdır. Para, maliye ve ekonomi buhranının daha da vahim- leştirdiği bu anlaşmazlık. Avrupa milletlerinin zihinlerinde yepyeni cinsten bir huzursuzluk yaratmaktadır.

M UKAYESELİ TAR İH İ 429

B İ T İ R İ R K E N

Tarihin bağladığı anda Avrupa’da, Akdeniz kıyılan hariç, çok seyrek olan ve zaten iptidai bir medeniyete sahip bulunan, beyaz ırktan bir halk oturmaktaydı. Bu halk tahıl ekimiyle beraber hayvan da yetiştirmekteydi; dokumacılığı, çanak - çömlekçiliği ve madenleri islemeği biliyordu. Çeşitli diller ko­nuşmaktaydı ama bunların hepsi müşterek bir dilden türe­meydi: bu tek dil meram anlatmağa ve düşünce nüanslarını ifadeye (ve telkine) elverişliydi. Bu halk 8.yrı ayn olmakla beraber her yerde Mribirine benzeyen - ölülerden ve habis ruhlardan korkmak, görünmez kuvvetlere inanmak gibi - an­layışlar üzerine kurulu türlü dinlere sâlik bulunmaktaydı ve tapınmanın usul ve erkânı da bu görünmez kuvvetlere hitabe- diyordu. Tek kadınla evliliği esas tutan ataerkil (pederşahi) bir rejime göre teşkilâtlanmıştı k i bu, erkeğe kadın, çocuklar ve hizmetkârlar üzerinde sınırsız bir iktidar vermekteydi.

Her bölge aynı dili konuşan ve aynı törelere bağlı olan, fa ­kat antropolojik anlamda ırk teşkil etmeyen bir halkla mes­kûndu: Çünkü bu halk, birçok çeşitli cinslere mensup fertler arasındaki çiftleşmelerden meydana gelmeydi.

Her grup çok sayıda, küçük ve bağımsız kavimlere bölün­müş durumdaydı; bunlar birbirleriyle savaşıyorlar ve Avru­pa’nın her yerinde aşağı yukarı birbirine benzeyen rejimlere göre idare olunuyordu.

Medeni hayat için gerekli zanaatların (Zanaatlar tekniği, ölçüler, para, yazı gibi) Doğu’da icad edilen usuller ilkin As­ya’ya en yakın olan ve Akdeniz kıyılanna yerleşmiş bulunan Grekler; ve IV. yüzyıldan itibaren de Büyük İskender’in İm­paratorluğunun parçalanışından doğan krallıkların helenleş- miş halkı tarafından benimsendi. Doğu’nun bilginleri ve sa natları üzerinde geleneğe balğlı olmayan bir metodla işleyen Grekler, yarattıkları bilimlerle sanatlan öteki kavimlere dev­rettiler; Avrupa’nın İlmî ve artistik hayatı da bunlar üzerin­de kuruldu.

Roma, Akdeniz ve Okyanus kıyılarındaki bütün kavimleri savaşla kendine tâbi ‘ hale getirdikten sonra bunlara tek bir

hâkimiyeti zorla kabul ettirdi k i bu, Grek kültürü üzerine ku­rulu tek bir medeniyetle beraber, politik ve sosyal rejim, dil ve hukuk birliğini ihdas etti. Toplum, lüksten ve fikrî kül­türden tek basma faydalanan gok küçük bir azmlıkla, efendi­nin keyfî iktidanna terkedilmiş sefil bir ple'bs’Aen ve köleler­den meydana gelen muazzam bir yığma bölündü.

İlkin ömürle mukayyet mutlak iktidara sahip bir İmpa­ratorla idare edilen Rom a İmparatorluğu, Doğu İmparator^ luklarını örnek tutarak babadan oğula geçen bir monarşi ha­line girdi; imtiyazlılar arasından seçilen memurların hizmet ettikleri bu monarşi, uyruklarını pasif bir itaate alıştırdı ve kamu iyiliğine karşı kayıtsız hale soktu. Doğu’daki Grek şe­hirlerinde meydana çıkmış olup daha önceki bütün dinlerden bambaşka olan bir dini onlara zorla kabul ettirdi; çünkü bu din yalnız vc sadece bir' takım tapınma usulleri koymakla kal­mıyor, dUallat ve pesimist bir dünya göıüşüne dayanan bir doktrinle hal vtı «Idis kuralları da ihdas ediyordu; ayrıca bu dinin '»ftllklorl rlinî vuzlfolorle görevleri bir kadronun (rühban sınıfının) mutlak otorltoBİne do tâbidiler; sonradan perhizkâr ve rlyazotkâ.1- bir ömür sürmek tgin birleşmiş bulunan keşiş cemaatleri do bu kadroya girdiler. Avrupa’nm Doğu’yu poli­tik ve din! bakınnlaıı örnek alarak böylece değişmesiyle. An­tik gafir sona örer.

Rom a hâkimiyeti ve medeniyeti dışında kalıp eski toprak­larını kısmen İslâv dili konuşan kavimlere bırakan ve fcermen dili konuşan Barbar kavimlerin Rom a İmparatorluğuna yer­leşmeğe m uvaffak oluşlarıyla da Ortaçağ başlar. Barbarların istilâsıyla sınır bölgesi nufussuz kalmıştı, sonra buraya isti­lâcılar yerleştiler. Bunlar şehirleri yakıp yıkarak, İmparator­luktaki medenî hayat- şartlarını da yokettiler. İstilâ Rom a İm­paratorluğunu, herbiri ayrı krala tâbi birgok hâkimiyetlere böldü; kral da hem kendi Barbar kavmini, hem Lâtin dili ko­nuşan uyruklarını idareye başladı. Sonunda iki kavim tek millet halinde kaynaştılar ve bu milletin toprağı kendi Barbar kralının adını muhafaza etti. - Aynı zamanda hristiyan dini yavaş yavaş köyler halkı arasına sokulmağa. Barbar kavim­lerin bir kısmı üzerine de yayılmağa başladı ve bunlar, Rom a’­daki Papa tarafından idare edilen dinî birliğe girdiler.

Frank kralının Gol ile Oermanya’nın bir kısmı ' üzerinde kurduğu, fakat sonradan iki asır boyunca zayıfhyan hâkimi­yet, yeni bir Frank şefleri ailesi tarafmdan tekrar teşkilâtlan-

M UKAYESELİ TA R İH İ 431

432 AVRU PA M İLLETLERİNİN

dirildi; Bir Frank kralı olan Şarlman (Carolus Magnus), Av­rupa’nın bir kısmını birleştirerek yeniden İmparator ünvanmı aldı. Orduya ' ve memuriyetlere yeni bir savag adamlan usulü uygulıyarak, kişiler arasındaki münasebetlere dayanan bir hükümet rejimi kurdu; buna göre savaş adamlan büyük bir toprak sahibine “derebeyi” sıfatiyle hizmeti taahhüt ediyor­lardı. Şarlman aynca büyük rütbe ve memuriyetler, ondalık (âşâr), lâik ve ruhanî iktidarlar arasmdaki işbirliği gribi usul­ler de kurdu ki bunlar, asırlar boyunca bütün hükümdarlar tarafından örnek olarak almdı. Lâtince öğreniminin yeniden canlanmasına önayak oldu; bu sayede de okunabilir bir yazı­nın ve doğru bir dilin tekrar kurulması ve Lâtin antikitesinin eserlerinin kurtanlması sağlandı.

Şai-lman’ın İmparatorluğu mirasçıları arasında parçala­nınca otorite küçük hâkimiyetlere bölündü, ordu da ufak sü­vari birlikleri halinde parçalandı. Savaş hizmetinde bulunan uyruğa (vassal) bir mülkün sahipliğini “ tımar” halinde verme usulü Fransa’da derebeylik (féodalité) rejiminin kurulmasıyla sonuçlandı ve bu rejim oradan yavaş yavaş birçok memleket­lere yayıldı. - Aynı zamanda (IX. yüzyıldan X I. yüzyıla ka­dar) hemen hemen ıssız, geniş bölgelerdeki İskandinav ve İs­lâv kavimleri, veraset yoluyla başa geçen savaş şeflerinin ida­resi altında milletler halinde toplanmağa ve bu şefler de ga­yet yavaş olarak hristiyan dinini kabule başladılar. Kuzey ve Merkez kavimleri Rom a Kilisesinin din ' birliğine grlrdiler; Ruslarla Güney Islâvlannın çoğu ise, Konstantinopolis’teki “ ortodoks” Kiliseye katıldılar. Hristiyan Avrupa böylece iki rakip mezhep arasında bölünmüş oldu.

Norman, Sarrazin ve Macar gibi puta tapan kavimlerin akın ve yağmalanyle daha da vahimleşen iki asırlık bir kar­gaşa devresi, X I. yüzyılda sona erdi: Çünkü o zaman toplum, Avrupa kavimlerinin politik, sosyal, ekonomik ve fikrî hayâ- tm m temellerini kurarak yeniden teşkilâtlanmış bulunuyor­du. Bu toplum, başka kökten olmakla beraber aynı anda iş gören otoriteler altında, töre ile ve mülkiyetin, iktidann, sos­yal durumun verasete bağlanmasıyle meydana geldi. Kral yi­ne kavmin resmî şefi olarak kalmaktaydı ama iktidarı çok zayıftı. - Mülkiyet rejimi (lâik veya Kilise mensubu olan) bü­yük toprak sahibinin, toprağının kiracısı olan köylü üzerindeki yetkileriyle, köylülerin ödevlerini tesbit ediyordu. - Derebey­lik rejimi derebeyi ile savaş adamı olan uyruğunun karşılıklı

hak ve ödevlerini nizamhyordu. Bu rejim, fetihle beraber İn­giltere’ye. oradan Iskoçya’ya, - Pransa’nm verdiği örnekle de Almanya, İtalya ve Ispanya’ya geçti.

Bütün memleketlerde ata binerek cenklegen savag adam­ları üst smıfı, yani asiUer sm ıfını teşkil etmekteydiler; top­rağa ve iktidara, tahkimli şatolarda yaşayan bu sınıf sahip bulunuyordu. X III. yüzyılda bir tımara sahip silâhtar’la.rı da içine alarak, bu sm ıf ölçüsüz şekilde büyüdü, ondan sonra silâhtarlara gentühom m e ünvanı verildi. Asillik, Avrupa’ya mahsus olarak kalacak olan yeni duygularla bir de ahlâk ya­rattı: Şahsî “geref” kuralları, kadının durumunu yükseltmeğe başlayan ("saraylara lâyik agk” anlamma) courtoisie yani sevgi ile karışık nezaket, saygı ile kangık kibarlık böylece meydana geldi.

Yaşayış tarzı dolayısiyle lâik toplumdan ayrı olan rühban sınıfı, asillerinkine eşit olaîı başka bir üstün sınıf tegkil et­mekteydi ve geniş mülklere sahip, kralın uyruğru ve maiyetle' rindeki savaşçıların da derebeyi ve efendisi olan (piskopos, rahip gibi) şeflerinin hemen hepsi asil sınıfın İçinden seçilip toplanmaktaydı. Manastırlardaki nizamları yenileyerek, pa­pazlann evlenmelerini yasak ederek ve Papa’yı lâik hüküm­darlardan bağımsız hale sokarak, rühban sınıfı “ kendi kendini ıslaha” bağlamıştı. - X II. ve X III. yüzyıllarda Kilise mahke- meSerinl, Enkizisyonu, şehirlerde müminlerle temas halinde yaşayan yeni keşig tarikatlerini kuran rühban smıfı, iktidannı geniş ölçüde arttırdı. - İm paratora karşı üç defa savağa giri­şecek kadar kuvvetlenmiş olan Papa, X III. yüzyılda rühban sınıfını "bağımsız bir toplum” haline sokm ağa kalkıgtı ve hattâ kralları tahtlarmdan indirmek hakkım bile istedi. - Rüh­ban sınıfı tarafmdan Lâtince o^ ra k yapılan öğretim, Paris’te Üniversite şekli altında teşkiiâftandm ldı; Üniversitede fakül­teler, kolejler, sınavlar ve diploma dereceleri ihdas edildi; bun­lar bütün Avrupa memleketlerine yerleşip kullanılır oldu.

Aynı zamanda kalabalıklaşan veyahat yemden kurulan şe­hirlerde, Antik âlemde benzeri olmayan ve adma burjuvazi de­nen bir sm ıf teşekkül ediyordu ki bu, asillerle köylüler ara­smda mutavassıt bir sınıftı. Zanaat loncaları halinde grup­lanmış z'anaatkârlarla tâcirleri, ev ve arsa sahiplerini, hattâ en zengin İtiyan ve Güney şehirlerinde civardaki asilleri de içine alıyordu. İtalya’da, daha sonra Almanya’da şehir, eşrafı

F. 28

M UKAYESELİ T A R İH İ 433

434 AV RU PA M ÎLLETLERİNİN

tarafmdan idare edilen egemen bir cumhuriyet haline gelirken, öteki memleketlerde hükümet gefleri şehrin derebeyine tâbi kalıyorlar, hattâ onun tarafından tâyin olunuyorlardı.

Banka, havale mektubu, komandit şirket, sigorta, ticaret ve deniz hukuku, daha sonra da muazzaf usulle muhasebe ve arap rakamlariyle hesap, - gibi usuller İtalyan ticaretgâh şe­hirlerinde icad olundu ve m odem ekonomik rejimin temeli o- larak kaldı. Rom a hukuku öğrenmiş “ hukukçular” ı yargıç ve memur olarak kullanmanın örneğini de İtalyan şehirleri ver­di. Bu örnek üzerinedir ki bütün memleketlerde bir “ kanun adamları” sınıfı ortaya çıkarak burjuvEiziyi genişletip nufu­zunu cok arttırdı.

Şehirlerde doğan yeni medeniyet, yeni bir sanat olan dinî mimariyi, millî dilde edebiyatı doğurdu ve endüstri istihsalini geniş ölçüde arttıran teknik icadlan meydana getirdi.

Batı ve Kuzey memleketlerinde kralın politik iktidarı mer­kezleşip kuvvetleniyordu: Buralarda irs yoluyla krallık yapan bir aile (Fransa, İngiltere, Iskoçya, İskandinavya kraHıklan, Portekiz, Kastilya ve Aragon krallıkları gibi) bütün bir böl­geyi tek bir hâkimiyet altında birleştirmiştir. - Orta Avrupa’­da İmparator olan Alman kralı. Papa ve İtalyan şehirleriyle şiddetli anlaşmazlık haline düşmüştü ve kendisine seçim yo­luyla verilen iktidan bu yüzden o kadar zayıflamıştı ki İtalya, daha sonra Almanya prensler arasında parçalanmış ve şehir­ler fiilen bağımsızlaşmıştı. - Doğu Avrupa’daki krallıklarda ya­bancı prensler arasmdaki miras kavgalan asillere, kralm İk­tidarını itibarî bir otorite haline indirmek imkânını vermiş­ti.

X IV . yüzyıla kadar kralm, nazarî olarak sınırsız olan ik­tidarı, hareket im kânlannm zayıflığı ve derebeylerle yüksek rütbeli ruhanîlerin iktidan arasındaki rekabet yüzünden, fiilen sınırlanmış bulunmaktaydı. Yalnız İngiltere’de, fetihtenberi kral, derebeylerini aralannda savaşmaktan alıkoyacak ve on­ları ferm anlanyle mahkemelerine itaat ettirecek kadar kuv­vetli bulunmaktaydı. X IV . ve XV. yüzyıllarda kral olsun prens olsun hükümdarlann otoritesi, çeşitli memleketlerde ortaya çıkan yeni harekete geçm e usulleri sayesinde kuvvetlendi. Bunlar: Ücret (solde = ulûfe) karşılığında sınırsız bir süre için hizmet gören savaş adamlanndan kurulan ordular, - il­kin mülk gelirlerinin karşılamağa yetmediği ordu masrafları için toplanan vergi’ler, - olağanüstü bir karan ve bilhassa

(hükümetin bağlıca gelir kaynağı haline gelen) verginin top­lanmasını tasvip ettirmek için hükümdar tarafmdan (dere­beyleri, asiller, rühban, burjuvalar g ibi) muteber şahısların iştirakiyle kurulan mecUs’ler, - kanun adamlarının yardımıyla adaleti tevzi eden yargıçlardan mürekkep yeni adalet teşkilâ­tı, - Ceza hukuku alanında hükümete güpheli gördüğü her­hangi bir kimseyi tevkif ve belirsiz süre için hapsetmek imkâr nnıı veren gizli ve otom atik usul gibi şeylerdi.

Ters yönde olarak, Papa’nm Avignon şehrine nakledilmesi ve daha geniş ölçüde de Bilyüh Şia (ayrılık ); Papalığım vergi usullerine kargı itirazlar ve nizamın gevşemesi; XV. yüzyılda da Kiliseyi ıslah etmek, yani rühban sınıfının disiplinini ye­niden kurmak için toplanan genel Kurul’ların akim kalması jTİzünden, rühban sınıfının otoritesi de zayıflamıştı.

Gündelik hayat çırpıcı dibeği, çıknk, rende, saat, barut, kâğıt ve matbaanın icadıyla değişmeğe başlıyordu. Endüstri müesseseleri zanaat ustalarına ücret ödeyip bunları i§çi gibi çalıştırmağa bağlamışlardı.

X V . yüzyılın sonuna doğru Amerika’nın kesfi ve Hindis­tan’la Uzakdoğu’ya giden yolun bulunması Avrupa’ya yeni bir dünya ile hristiyanlığa yabancı eski medeniyetleri tanıttı ve Yeniçağ, o asnn sonuna doğru başladı. Bu buluşlar büyük ti­caret yolunu değiştirdi ve geniş sömürge imparatorluklarının fethini hazırladı.

Aynı zamanda X IV . yüzyıldan itibaren Floransa’da edebi­yatta, XV. yüzyıldan itibaren İtalya ile Flander’de resimde başlayan Rönesans, bütün Batı ve Orta Avrupa memleketlerine yayıldı ve buralarda birbuçuk asır boyunca orijinal şaheserler yarattı; bu eserler bütün Avrupa’mı kültürlü halkı için ede­biyatın ve plâstik sanatların örnekleri olarak kaldı.

Antik yazarlann eserlerinin okunup incelenmesinden do­ğan ve Vahy’i araştırmak için kutsal metinlere uygulanan hu- manizma, ortaya bütün müminleri ilgilendiren bir mesele çı­kardı ki bu, iman selâmetinin nasıl elde edilebileceği idi. Bu duygudan doğan dinî “ R eform ” geleneğe ve Papa’nın otorite­sine karşı bir ayaklanma ile vukubuldu, sonunda da Papalığa sadık Kiliseye karşı mücadeleye gririgen Kiliseler doğmasına yol açtı. Rekabet halindeki Kiliselerden birini seçmek konu­sunda hâkim duruma gelen hükümetler, uyruklannın dinle­rinden yana kendi bildikleri gibi karar verdiler; bundan fay­dalanarak da o günden sonra rühban sınıfını kendi hüküm-

m u k a y e s e l i TA R İH İ 435

436 AV RU PA M İLLETLERİNİN

ieri altında tuttular."Protestan” adj altmda toplanan Kiliseler, her hükümdar

rm kendi toprağında verdiği kararla Alm'anya’da, İsviçre’de, İskandinav krallıklarında ve İngiltere’de, - daha sonra da uy­rukların ayaklanmasıyle Iskoçya’da, Fransa’da ve Hollanda’­da, - ayrı ayrı teşkilâtlandılar.

K atolik hükümdarlara karşı girişilen ayaklanmalar, pro­testan prenslerin isyancılara yaptıkları yardımla birleşerek, dinî sivil harplere yol agtılar; bunlann peşinden İspanya kra­lı hâkimiyet kurma teşebbüsüne geçti ama bu, onun kesin bir bozguna uğramasıyle sonuçlandı.

R om a Kilisesi geleneği muhafaza ederek ve rühban smı- fınm disiplinini yeniden kurarak reform yaptı ve Avrupa’nın en büyük kısmını, bütün Güney memleketlerini, Fransa, -İrlan­da, Avusturya, Polonya’yı elinde tuttu, Almanya ile Hollan- dayı’da protestan Kiliselerle paylaştı.

Hind ve Çin’le yapılan ticaret ve Am erika madenlerinin işletilmesi sayesinde ekonomik hayat değişti. Amerika’dan büyük miktarda gümüşün gelişi fiyatların yükselmesine yol açtı ve ticarî teşebbüslere daimî bir sermaye tedariki için ge­rekli paranın toplanlnasma imkân verdi. Bu alandaki faali­yet, ticaret Borsalan, mevduat bankaları ve bilhassa ticaret tekeline sahip kumpanyalar tarafından icra olundu. Bunun üzerine şeker, kahve, tütün gibi sömürge mallarının ticareti ve zenci köle alım-satımı başladı ki bunlar X VIH . yüzyılda deniz kıyısındaki şehirler için başlıca kâr kaynaklan haline geldi.

Eski toprak zenginliği ticaretin, bankacılığın ve hükümet­lerle iş yapan maliyecilerin bu muamelelerle edindiği yeni menkul zenginliğin rekabetini hissetmeğe başladı. Burjuvalar bu zenginliği toprak ve asalet unvanları, Fransa’da da rütbe ve makamlar satın almak için kullandılar; böylelikle onlann da asil sınıfa girmeleri mümkün oldu. Asiller artık savaş a- dam lan olmaktan çıktılar ve köylerde işsiz güçsüz bir hayat sürmeğe koyuldular; en zenginleri hükümdarlann saraylanna devam eder oldular. - Doğu Avrupa’da şehirler bulunmadığın­dan, bir burjuvazi meydana gelemedi.

Daha X VI. yüzyılda mutlakiyetçi olan monarşi XVII. yüz­yılda gayri şahsi hale geldi; öyle ki, kral bütün otoritesini, idareyi kendi adına yürüten bir bakana devreder oldu. Savaş şefi olmaktan çıkan kral, m em urlann hizmet ettikleri ve sa­

ray halkının çevresini aldıkları bir Devlet §efi oldu, saraydaki hayatı da bir teşrifatla ayarlanıp nizamlandı.

Yalnız iki hükümet (İsviçre Birliği ile Birleşik - Eyalet­ler), birbirlerine ebedi ittifakla bağlı ve çoğu en zengin bur- juvalarca idare olunan küçük cumhuriyetlerden müteşekkil, merkezî hükümeti olmayan konfederasyonlar olarak kjıldılar. Ticareti ve zenginliği sayesinde Hollanda, Birleşik - Eyalet- ler’in politik idaresini ve Avrupa’da büyük Devlet rolünü ele aldı.

Devletler arasındaki münasebetler, İtalyan egemen şehir­leri örnek tutularak “Makyavelizm” zihniyetine uygun suret­te, - yani bir kurnazlık ve şiddet politikasmı İtalyan terbiye ve nezaketi altında gizleyerek, - “ diplomasi” şeklinde teşkilât­landırıldı. Daimi hale gelen ordular artık hükümetler tarafın­dan teçhiz edilip beslenir oldu ve bunlara, hükümdarın me­muru olan meslek subayları kumanda etmeğe başladı. Süngülü tüfekle silâhlandınlan piyade, X V H L yüzyıl sonunda başlıca silâhlı kuvvet haline geldi. İmparatorun Alman prensleri üze­rinde mutlak bir iktidar kurma teşebbüsü İsveç ve Fransa krallarının işe kanşm alanyle durduruldu ve bu, Almanya’nın parçalanmasmı sağlamlaştırdı. - Fransa kralının hâkimiyetine, büyük Devletler arasındaki “Avrupa muvazenesi”ni kuran İn­giltere tarafından son verildi.

Ekonom ik hayat birkaç memlekette değişmeğe başlamak­taydı. Köylülerin yoksulluğu ve mecburî nadas usulü yüzün- dan tarım göreneğe saplanıp kalırken, Hollanda geniş ölçüde tarımın ve hayvan yetiştiriciliğinin örneğini veriyor, İngiltere de ona uyuyordu.

Gitgide teşebbüsler halinde merkezleşen kumaş ve maden endüstrisi, hemen hepsi evlerinde çalışan ve yoksul bir hayat süren ücretli işçiler kullanmağa başlıyordu. Deniz ticaretiyle bankacılık anonim şirketler halinde teşkilâtlanıyorlar ve ser­mayeleri, ortaklarının şahıslarından bağımsız hale geliyordu.

Hükümetler "merkantil ekoV’ün yasaklar, himaye, tekel­ler, para yardımları gibi usullerini kullanıp parayı memlekete çekerek ve elde tutarak nufuzlannı arttırmak için tedbirler alıyorlardı.

Antik çağdanberi duraklamış olan bilimler, münferit hal­de çalışan birkaç bilgin tarafından yine Herler hale konmuştu; bu bilginler matematikle ve yeni aletlerle yapılan müşahede ve rasatlarla çalışıyorlardı.

M UKAYESELİ TA R İH Î 437

438 AV RU PA MlLLETLERtNİISr

XVIII. yüzyılın başında Batı’nın maddî medeniyetine hay­ran olan bir Rus çarı, Rus halkına Avrupa tekniğinin usulle­rini ve mutlakiyetçi monarşilerin müesseselerini zorla kabul ettiriyordu. Toprak sahiplerine asalet vererek, köylüleri serf haline sokarak Rus toplumunu değiştiriyor ve kuvvetli bir or­duya sahip olan çarlığı, büyük Devletler arasmda yer ahyor- du. - Yeni Prusya krallığı bütün kaynaklarını ordusu için kul­lanarak, Avusturya ve Polonya’nın zararına genişliyen büyük Bir Devlet haline geliyordu. Bilimlerle teknik bilhassa asnn İkinci yansında ilerlemeğe devam ediyor ve maddî refah Av­rupa’nın her tarafm da artıyordu.

X V n . yüzyılda kralla uyniklan arasındaki dinî anlaşmaz­lıklardan çıkan, Büyük Britanya’nın iki ihtilâli, yabancı bir hanedanm tahta çıkışı üzerine İngiltere’de o zamana kadar görülmemiş bir rejimin doğmasma yol açtı: Bu rejim kralın iktidarmı memurlara değil, hükümet karşısında bağımsız olan imtiyazlı sınıfların temsilcilerine devretmekteydi.

Hollanda ve İngiltere’deki mezhebi muhaliflerin zımnî hoşgörürlüğü ile XVII. yüzyıldan itibaren hazırlanmış olan “ tabiat dini” , X V III. yüzyılda bir sistem halinde teşkilâtlandı. Cehennem korkusunu dağıttı, riyazetkârlığı reddetti ve hrls- tiyanlığm düalist ve pesimist (kötümser) doktrininin yerine, insana mutluluğunu arasın diye akıl’ı vermiş olan iyicil bir T an n ’ya optimist (iyimser) inancı greçirdi. Tabiat dini yazar­larla idareci sınıflar arasında yayılmağa başlıyarak dinî hoş­görürlüğü, insanseverliği ve tabiat kanunlarına olan güveni ilham etti; mutlakiyetçilikle birleşerek “Anlayışlı despotizm” ! kurdu. - Sonra farmason localarında “serbest düşünce” ve akıl dini haline girerek geleneğin kurduğu bütün politik ve sosyal rejim i bir yığın yolsuzluk saydırmak gribi bir soMuca vardı.

Bu duygulardan ilham alan Fransız İhtilâli ilkin, krallığı mııhafaza etmekle beraber, hükümet idaresini seçilmiş vekil­lerle temsil edilen millete devreden bir rejim kurarak işe ba^ ladt. Fakat asillerle rühhan sınıfının mukavemeti ve yabancı monarşilere karşı girişilen savaş sebebiyle çok geçmeden bir Cumhuriyet kuruldu. Birkaç yıllık İç mücadeleden sonra İh­tilâl, ilkin memurlann- hizmet ettikleri merkezleşmiş bir hü­kümet kurup seçimleri ve mahallî muhtariyeti lâğveden, - peşinden de monarşiyi askeri bir imparatorluk şekli altında yeniden kuran bir sonuç verdi.

Hemen kuruluveren Fransız orduiannm fetihleri, İhtilâli

Avrupa’nın bütün Merkez bölg'esiyle Güneyine kadar götür- ' dü. Napoleon’un hâkimiyeti buradaki sosyal imtiyazları yoket­ti ve Fransız örneğine uygun, merkezleşmiş hükümetler kur­du; bu hükümetler uyruklanna dinî hoşgörürlük ve özel hür­riyet bahşederek ülküsünü gerçekleştiriyorlardı. Politik ve sos­yal hercüm erc asillerle rühban sınıfını zayıf düşürerek bunla­nn sayısını ve iktidarını azaltıyor; zenginliğini ve nufuzunu arttırmak suretiyle de burjuvaziyi yükseltiyordu; ay n ca köy­lülerin ve biraz da zanaatkârlann durumlannı düzeltmekteydi. Bu hercümerc ne Büyük Britanya’daki, ne de Rusya’daki top- lumlara ulaştı. Fakat yabancı istilâsı birçok memleketlerde millî bir duygu uyandırmağa başlıyordu.

Napoleon’a karşı ittifak yapan büyük Devletlerin zaferi Avrupa muvazenesini tekrar kurdu ve eski sosyal rejim i yeni­den ihdas etmemekle beraber, eski hükümdarları yine tahta çıkardı. Fransız monarşisi İngiliz örneğine uyarak liberal bir meşrutî rejim kabul etti ve bu, 1830 Paris İhtilâlinden sonra, burjuvazi tarafından idare edilen parimanter bir rejim haline geldi. İki büyük liberal Devlet, Belçika’nın yeni rejimini ku- raa ihtilâli desteklediler; sonra da meşruti krallık şekillerinin İspanya ve Portekiz’e girmesine yardım ettiler. Avrupa’nm ge­ri kalan kısmına hâkim bulunan üç mutlakiyetçi monarşi, buralardaki ayaklanmalarla durumdan hoşnud olmayan libe­rallerin ve milliyetçilerin çıkardıklan kargaşalıklan bastırdı­lar.

İngiltere’de X V IIL yüzyılın son üçte birinde icad edilen ve Avrupa’nm endüstri bölgelerine de yerleşen yeni makineli endüstri tekniği, hayatı daha kolay hale sokan istihlâk mad­delerini bol miktarda istihsal ediyordu. Fakat bu teknik üc­retlileri büyük müesseselerde gittikçe artan sayıda bir araya toplayarak, bilhassa İngiltere’de, toplumda belirli yeri olma­yan bir işçi sınıfının doğuşuna yol açıyordu: Bu sınıf sık sık işsiz kalmak tehlikesine ve işverenlerin insafına maruz hal­deydi. Bunlann içinde bulunduklan sefil şartlar Fransa’da ve İngiltere’de sosyalist doktrin ve tasarılann doğmasına yol ar çıyordu kl bunlar sonradan bir "sınıf mücadelesi” ve "sosyal ihtilâl” sistemi halinde bir araya getirildi.

Fransa’da seçim ıslahatı yüzünden çıkan kargaşalığın so­nucu olan 1848 İhtilâli, bütijn Orta Avrupa Devletlerinde hem liberal, hem de dem okratik ve milliyetçi bir ayaklanmanııi doğmasına yol astı. Fakat bu ayaklanma çok geçmeden sosyal

MUKAYESELİ TARİHİ 439

440 AVRUPA MİLLETLERİNİN

ve askerî bir tepki ile durduruldu ve bu tepki, eski rejimi po­lis tedbirleriyle de sağlamlaştırarak, tekrar kurdu.

İhtilâlden hisse kapmış olan üç Devletin (yani Fransız İmparatorluğunun, Prusya ve Sardunya krallıklarının) hükü­metleri büyük Devletler arasında, İtalya ve Almanya’nın bir­liklerini gerçekleştirmeleriyle sonuçlanan, bir sıra harplerin çıkmasına sebep oldular; bu harpler hükümetleri, Rusya’da serf’lerin âzad edilmesi, Almanya ile Avusturya - Macaristan’da meşrutî İmparatorluğun teşkilâtlanması, Fransa’da liberal İm­paratorluğun, sonra da parlmanter bir cumhuriyetin kurul­ması gribi, iç ıslahat yapmak zorunda bıraktı. İngiltere, isçileri de politik hayata sokan bir seçim ıslahatı yapmağa karar ve­rirken, beri yandan "işçi birlikleri” federasyonu bunlara ça­lışma sartlarmm nizamlanması üzerinde harekete geçm ek için bir imkân hazırladı.

X IX . yüzyılın ortasından itibaren (Am erika ve Avustural- ya’dan) bol miktarda altun gelmesi ve demir-çelik sanayiinin, demiryollarının, anonim şirketlerin, kredi müesseselerinin hızla artması yüzünden maddi hayat gittikçe daha çabuk değişmeğe başladı. Bu ilerlemeler en çok burjuvEizinin işine yaradı: Men­suplarının sayısı ve zenginliği artan bu sınıf. Doğu Avrupa’da- kiler hariç, asillerle eşit hale geldi, ilimlerin bir sistem halin­de teşkilâtlanması sona erdi ve bu sistem, uzmanların dışında olarak zihinlerde yerleşmeğe, dinî anlayışları sarsmağa başla­dı.

Uzun bir banş devresi esnasında politik hayat (Rus çarlı­ğı hariç) bütün Devletlerde sağlamlaşarak uyrukların politik hak lan»! tanıyan ve meclislerle basında hükümete muhalefet yapılmasına izin veren meşrutî bir rejini haline geldi. En ileri Devletlerin örneğini verdikleri “ sorumlu” bakanlardan mey­dana gelme "parlmanter” usule uymağa temayül gösterdi. Her tarafta aynı adlar altmda ve benzer programlarla partiler ku­rulmağa başlandı; hatta sonunda çeşitli Devletlerin sosyalist partileri milletlerarası bir teşkilât halinde birleştiler ve bu teşkilât hepsini, aynı sosyal ihtilâl taktiğini kabule zorladı. Fakat, politik hürriyetlerin sağlam bir umumi efkârla destek­lendiği memleketlerle, halkın keyfî bir hükümete karşı koy­mağı henüz öğrenmediği memleketler arasmdaki gerçek re­jim farkı büyüktü. - Alman İmparatorluğunun üstünlüğü ve Üçlü İttifak yüzünden bozulan büyük Devletler arasındaki rnu- vazene, Üçlü Anlaşma ile yeniden kuruldu.

Bilimlerin tekniğe metodlu gekilde uygulanması, dünya yüzündeki ham madde yataklarının işletilmesi ve Avrupa dı­şındaki gok geniş toprakların AvrupalIlar tarafından sömürge­leştirilmesi veya isletilmesi sayesinde, maddi hayat altüst oldu. İstihsalin, ticaretin ve kredinin dünya tarihinde görülmemiş şekilde faal hale gelm esi halka durmadan artan miktarda ta­rım ve istihlâk maddeleri, ta^ıt kolaylıkları, öğretim imkânla­rı ve gündelik hayatta türlü rahatlıklar, her çeşit eğlenceler, sağlık tedbirleri sağladı; hayat daha değişik, daha rahat, daha hoş, daha sıhhi hale geldi.

Hayatın tadını çıkarma imkânları artık küçük bir imti- yazh azınlığa münhasır kalmadı. Yığın halinde istihsal, bu imkânları düşük fiyatlerle kol isçilerinin de edinebilecekleri hale getirdi ve işçi sınıfının yaşama seviyesi, burjuvazininkine yaklaştı.

Kredinin hayret verici seklide artışı büyük anonim şir­ketlerin idarecilerine yalnız endüstri ve ticaret üzerinde değil. Devlet ameliyesi ve hükümetlerin politikaları üzerinde de kud­retli bir etki yapmak imkânını verdi.

Sınıflar arasındaki resmî ayrılık azalmıştı; ayrı durumlar­dan olan insanlar, hattâ kadın - erkek münasebetleri eşitliğe doğru yol alıyorlardı; örf ve âdetler yumuşamıgtı. Fakat bu ilerlemelerden muhtelif milletler çok eşitsiz gekilde faydalan­mışlardı ve Batı ile Kuzey’in en İleri memleketleriyle Güney ve Doğu Avrupa’nın daha geri milifetleri arasmdaki fark, bü­yük olmağa devam ediyordu.

Umumî harbin doğurduğu felâket, bütün Avrupa’nın ha­yatını allak bullak etti. Bütün İmparatorluklan yıktı, küçük milletleri hürriyete kavuşturdu; bunlar egemen millî Devletler haline geldiler. Fakat en ileri Devletlerin örneğine uygun ola­rak bir an için bütün Devletlere giren parlmanter şekilli libe­ral rejim, ancak gerçekten politik hürriyete alıgık milletlerde tutunabildi. Hemen her tarafta bunun yerine eski despotizmi andıran, otoriter bir rejim geçti. Fakat bu otoriter rejim, uy­ruklarının yalnız canlarını değil, bütün ekonomik faaliyetleri­ni de hükümetin insafına bırakan, çok daha kuvvetli baskı vasıtalarına sahipti. Bütçe açığı, borç, enflâsyon, paraların iflâsı, borsa rayiçlerinin kararsızlığı, milletler arasındaki ti­caretin aleyhinde usullere dönüş, kamu mâliyesiyle özel ser­vetleri allak bullak efti. Bu hal zihinlerde bir huzursuzluk ya­

m u k a y e s e l i TARİHİ 441

442 AVRUPA MİLLETLERİNİN

rattı kl bu, agın partilerin taassubunda ve ekonomik teorile.rle taşanların bolluğunda liadesini bulmaktadır.

Avrupa milletlerinin şimdiki halini doğuran bu uzun deği­şiklikler silsilesinin grenel çizgilerini bir araya getirmek isten­diği zaman, bu silsile Itarşımıza şu şekilde çıkar: İnsanlar arasmdaki münasebetleri teşkilâtlayan otoritelerin hepsi, ya milletler arasmdaki harbin ya da toplum veya aile Içmdeki cezalann maddi kuvveti olm ak üzere, başlangıçta baskı yoluy­la, - yani ya kuvvet tehdidi, ya da görünmiyen tabiatüstü kuv­vetlerin korkusuyla kurulmuştur. Kuşaklar boyunca uzayıp giden baskı, uyruklan bunu kimsenin durdurmağı hatınndan geçiremiyeceğl bir tabiat kanunu gibi hissetmeğe alıştırmışr tır. Bu yüzden de emir verenlerle itaat edenler, şeflerle uyruk­lar, kadınla erkek, efendilerle uşaklar arasında gittikçe artan bir eşitsizlik meydana gelmiştir.

Tanm ın çok düşük olan verimi, bütün milletin yaşayışı için elzem maddeleri istihsal etmek üzere nüfusun hemen he­men tamamım köylerde alıkoymuş ve onu, yenilik yaratmağa kabiliyetsiz hale sokan bir hayat sürmeğe zorlamıştır. Ancak hükümetin ve ticaretin merkezleri olan şehirlerde ve teknik icatlar, İlmî keşifler - ve dinî ve politik otoritelerin telkin et­tikleri, - hal ve gidişi tanzim eden ahlâk! kurallar sayesinde medenî yaşayışın şartlan meydana gelmiştir.

Ekonomik, sosyal, politik, fikri hayat memleketlere göre ayn ayn devrelerde ve çok yavaş olarak teşkilâtlanmıştır: Doğu’ya yakın sıcak iklimli bölgelerde bu daha erken, uzun zaman ıssız kalmış olan Batı Avrupa’da ise çok sonra olmuş­tur. Fakat medenî yaşayış her tarafta birbirine benzeyen de ğişikllklerle ve - ya bütün milletler için müşterek şartlardan, ya da bilhassa aynı örneklerin taklid edilmesinden dolayı - aynı şekiller altında yerleşmiştir. İstisnaî şartlar sayesinde, bu her çeşitten yenilikler Atina ve Rom a gibi küçük sayıdaki merkezlerde, daha sonra da İtalya’nın, Fransa’nın, Hollanda’­nın, İngiltere ve Almanya’nın birkaç şehrinde yaratılmıştır.

Değişiklik İnsan faaliyetinin çeşitli alanlannda benzer bir yürüyüşle vukubulmuştur: Yani müşahhas, mahallî, çeşitli bir şahsî davranıştan bağlıyarak gayrışahsî, mücerret, umumi, yeknasak bir sisteme ulaşmıştır. - Politika gefin şahsi emrin­den başhyarak, - her yerde aynı şekilde teşkilâtlanmış olan - Devletin gaynşahşi ve anonim olarak idaresiyle sonuçlanmış­

MUKAYE3SELÎ TARÎHt 443

tır. D inde müminin mahallî b ir tanrısal kudretle gahsi müna­sebetinden bağlıyarak, tek Tanrısı olan mücerret ve evrensel dinle sonuçlanmıgtır; - bilimde şahsî düşünceden başlıyarak, aynı bir örnek metodlarla çalışan, gaynşahsî ve mücerret bi­limle sonuçlanmıştır. - Teknikte şahsi bir çıraklıkla öğrenilen ferdî zanaattan bavlıyarak, mücerret bir sermaye ile yeknasak bir tekniğe göre çalışan anonim şirkete ulaşmıştır. - Ekonomi konusunda eşyanın ferdî mübadelesinden başlıyarak, gaynşah- si ve ajıonlm kredinin yeknasak muamelelerine ulaşmıştır.

Son zamanlarda tanm tekniğinin ilerlemesi ve birçok mad­delerin öteki kıtalardan bol miktarda gelişi nufus nisbetlerini değiştirmiş; köylerde tanm la uğraşan nufusu pek azaltmış; şehirlerde ise endüstride, ticarette ve memurluklarda çalışan nufusu arttırmıştır.

Modern zamanlarda hal ve gidişin üzerine kurulu bulun­duğu anlayıglarm sarsılması dinî ve politik bir ihtilâl doğur­muş, bu da otoritenin hükümette, toplumda, ailede baskısını gevşetmesine yol açmıştır. Avrupa’nın bir kısmında otorite bir politik hüiTİyet ve ekonomik serbestlik rejim i kurmuştur kî bu, kişiler arasındaki münasebetlerde eşitliği arttırmak e- ğilimini gösteriyordu. Harbin doğurduğu felâket, politik tec­rübenin henüz yetersiz olduğu memleketlerde, baskı rejimle­rine doğru şiddetli bir gerileyis meydana getirmiştir.

Bununla beraber Avrupa’nm hayatî kuvvetlerinin azaldığı­nı gösteren hiçbir sey yoktur. Nufusun ve istihsalin ¿urmadan artışına şahit oluyoruz. İstihlâkin massedemediği her çeşit mamûllerin çok bol olusu, istihsalin artışı bakımından kaygı dahi yaratmaktadır, tcadlarm ve kesiflerin, dolaşma ve eğlen­ce vasıtalannın, edebiyat ve sanat eserlerinin çoğaldığına şa­hit oluyoruz. Fakat ilerleme o kadar çabuk olmuştur ki, millet­ler bu kadar çok yeni şarta uyabilmek için alışkanhklannı değiştirmeğe vakit bulamamışlardır.

S O N

İ Ç İ N D E K İ L E R

B A S L A R K E N ................................................................... 3I Ülke ve nufus. - A v r u p a ............................... 7II G ret Medeniyeti ve R om a Hâkimiyeti . . 28III Bizans İmparatorluğu ve Hristiyanlığın

Doğuşu ............................................................. 46IV Barbarların İmparatorluğa yerleşmesi ve

Hristiyanlığın g i r i ş i ..................................... . 61V Birliğin İmparatorluk ve Kilise tarafmdan

tekrar k u r u lm a s ı ...........................................81V I Derebeylik rejiminin menşeleri ve Millet­

lerin teşekkülü (IX . - X I. Yüzyıl) . . . 98V II Ortaçağda Avrupa (X I. - X III. yüzyıl) P o­

litik o l a y l a r ....................................................... 121VIII Şehirler, Zanaatlar, T i c a r e t .........................144IX Rühban ve D i n ...........................................160X Ortaçağ’ın sonu (XTV. - X V . yüzyıllar) . 173X I Yeniçağ’ın B a ş l a n g ı c ı ...............................206X II X V II. yüzyılın ortacına kadar politik ha­

yatın d e ğ i ş m e s i ...........................................224X III X V I. yüzyıldan XVII. yüzyılın ortasına ka­

dar toplum .................................................241X IV X V n . yüzyıhn İkinci Y a n s ı .........................259X V X V n i. yüzyıl ........................................... . 2 8 3X V I Fransız İhtilâli ve İstilâ Savaşları . . . 303X V II X IX . yüzyıhn İlk Y a r ı s ı ...............................323X V III İhtilâller ve R e f o r m la r ...............................346X IX Uzun Barış Devresi ve Yaşayışın Değişmesi 368X X Büyük Harp ve S o n u çla n ...............................404B İ T İ R İ R K E N ................................................................... 430

Charles Seignobos, Fransanın son yüz­yıl tarihçileri içinde en önde yer alan bir bilim adamıdır. Avrupa kavimlerinin tari­hini mukayeseli bir şekilde çağ çağ ele a- larak inceleyen bu eseri ise onun en çok SÖZÜ edilmiş, en büyük bir ilgi ile karşı­lanmış kitabıdır.

Tarih kültürümüzün zayıflığı yüzünden çok çekmiş bir millet olduğumuzdan bi­limsel metotla yazılımş tarihleri okumak ve üzerlerinde düşünmek bizim için her mUletten ziyade ihtiyaç olmuştur. İşte bu düşünce ile size bu önemli eserin dik­katle hazırlanmış bir çevirisini sunuyor ve lâyık olduğu ilgiyi göreceğinden emin bulunuyoruz.

8 lira