Upload
others
View
4
Download
0
Embed Size (px)
Citation preview
Pavel Florenski Tersten Perspektif 1882 Eflak doğumlu olan Florenski Moskova'da matematik, fizik, felsefe ve dinbilim okudu. Rus-Ortodoks kilisesi rahipliği yaptı, Rusya Elektrik Kurumu'nda çalı�tı, Rusya' nın elektriklendirilmesi projesine kabldı. 1921-24 yıllannda Moskova Güzel Sanatlar Akademisi'nde sanat yapıtlarında mekan çözümlemesi konulu dersler verdi. Sibirya'ya sürüldü, 30'lu yıllarda kayboldu; 1937'de Leningrad'da öldürüldüğü tahmin edilmektedir.
Metis Yayınlan ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519 e-posta: [email protected] www.metiskitap.com
Metis Sanatlar ve insan Tersten Perspektif Pavel Florenski
Almanca Basımı: Die umgekehrte Perspektive Matzhes & Seitz Verlag, 1989 © Metis Yayınlan, 2001 T ürkçe yayım haklan Metis Yayınlan'na aittir
ilk Basım: Kasım 2001 ikinci Basım: Nisan 2007
Yayıma Hazırlayan: Semih Sökmen
Kapak ve Grafik Tasanm: Emine Bora, Semih Sökmen
Kapak Fotoğrafı: Thomas Struth, Chicago Sanat Enstitüsü, 1990 (Duvardaki resim: Gustave Caillebotte, Yagmurlu Bir Günde Paris Sokagı, 1877, 212x276 cm., Worceater Koleksiyonu)
Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd. Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd. Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197-203 Topkapı, lstanbul Tel: 212 5678003
ISBN-13: 978-975-342-305-2
Pavel Florenski
Tersten Perspektif
Sunuş:
Zeynep Sayın
Çeviren: Yeşim Tükel
� metis
YAYIMCININ NOTU
Kitapta s. 47-50 ve s. 71-74'te yer alan resimler, bu kitaba temel aldığımız Almanca edisyonda da bulunmaktadır. Diğer bütün görsel malzeme tarafımızdan eklenmiştir ve bunların kitaptaki kullanımına ilişkin tasarım bu Metis edisyonuna özgüdür.
Yazarın kendi notları dışındaki, Almanca edisyondan gelen bazı açıklayıcı notlar ile bizim eklediğimiz editör ve çevirmen notları arasında fark gözetilmemiş, tümü (ç.n) ile belirtilmiştir.
iÇiNDEKiLER
Sunuş Zeynep Sayın 7
Tersten Perspektif 37
Sunuş
Zeynep Sayın
"Perspektif eğitimi, ehlileştirmeden
başka bir şey değildir."
Pavel Florenski
Tersten Perspektif isimli metnini Florenski, 1920 Rusyası'nda yazar.
Aynı yıl Breton Paris'te Philippe Soupault ile beraber hazırladığı 7 Manyetik Alanlar isimli kitabını yayımlar: Gerçeküstücüler farkında
değildir ama bu kitap, Doğu Kilisesi ikona geleneğinin rasdelka di-
ye tanımladığı elektriksel ya da manyetik alandaki çekim kuvvetle-
rini göstermekte kullanılan eğrilere benzer görünmez ikona çizgile-
rini hatırlatmaktadır. İki kitap arasındaki benzerlik, görmeye ve oku-
maya dair alışkanlıkların kırılmasından kaynaklanır; nasıl merkezi
perspektifin aksine tersten perspektif, resme bakan gözü tekil ve
sabit bir odak noktası olmaktan kurtarıyorsa, okuru farklı özne po
zisyonları almaya zorlayan ya da en azından bunu amaçlayan bir ki-
taptır Manyetik Alanlar. Florenski, gerçeküstü bir yenilik anlayışı
yerine gerçekdışı bir eskinin savunusunu yapıyor olsa da Yeniçağ'ı
belirleyen özne-merkezci anlayış, yirmili yıllarda yavaş yavaş kırıl-
maya başlamıştır. Yine aynı yıl Romen Tristan Tzara Zürih üzerinden
Fransa'ya gelir ve Paris'te Dadacılığın öncüsü olurken yüzyılın de-
hası diye nitelenen Duchamp, yüzyılların retinayı hedefleyen anlayı-
şını yıkmayı kendine görev bilir. Yine aynı yıllarda Freud'un, gözün
ardında yatan bilinçaltı katmanları araştırmaya girişmiş olması, ya
da Roger Caillois'in potansiyel enerji çizgileri misali görünmeyen çizgilere -ya da bu çizgileri barındıran mekanın kendine- öykünme
ye benzer bir kuram geliştirmiş olması da rastlantısal değildir. Bu
arada Rusya'da Florenski'nin saygıdeğer matematik hocası Buga
yev'in oğlu Boris'in, düzçizgisel tarih anlayışını mizaha aldığı romanı Petersburg'u yayımlamasının üzerinden henüz yalnızca birkaç yıl geçmiş, Florenski'nin yakın dostu olan yazar, Andrej Bely takma is
miyle dünya edebiyatına girmiştir. O dönemde Kıta Avrupasıyla, özellikle Fransa'yla yakın bir düşünsel ilişki içinde bulunan Rus
ya'da aynı yıl uzun bir sanat geleneğine, Doğu kilisesi ikonalarına ilişkin yayımlanan yazılar, 1 Tartu okulu göstergebiliminden (Yuriy
Lotman, vb.) dilbilime (Roman Jacobsen), geniş olduğu denli dağınık bir etkileşim zincirine uç verecektir.
Kaldı ki Tersten Perspektifin yazarı Florenski'nin kendisi, ol-
e dukça karmaşık bir etkileşim düğümüdür: 1882 senesinde yol mü
hendisi bir babanın oğlu olarak Eflak'ta doğan Florenski, Moskova'da matematik, fizik, felsefe ve dinbilim okur, hocaları Trubetskoy
ve Lopatin'dir; ortodoks bir tanrı savunucusu ve aynı savununun or
todoks yazarıdır, Rus-Ortodoks kilisesi rahibi olur, düşüncelerinden devrim sonrasında da vazgeçmez, Sibirya'ya sürülür, Mandelstam
ve diğerleri gibi otuzlu yıllarda izi kaybolur. 8 Aralık 1937 günü Le
ningrad'da vurulduğu tahmin edilmektedir. 1904 senesinde yazdığı doktora tezinin konusu 'Süreklilik Kesintisi Mekanı Olarak Düz Eğri
lerin Özellikleri Üzerine'dir ve 1920 yılında elektroteknik uzmanı ola
rak GOELRO'da (Rusya Elektrik Kurumu) çalışmaya başlar. lşığa duy
duğu ilgi ikonalarla ya da Plotinus'un sudur öğretisiyle sınırlı kalma
dığı için, Rusya'yı elektriğe kavuşturma projesine de katılır.
1921'den 1924'e Moskova Güzel Sanatlar Akademisi'nde sanat ya-
1. Geniş bir bibliyografya için bkz. Michael Silberer. 'Die Trinitatsidee von Pavel Florenski'. Östliches Christentum 36 içinde. Würzburg. 1984.
pıtlarında mekan çözümlemesi konulu dersler verir, 1920 ile 1927 yıl
ları arası "sanat yaşamdır' görüşünü savunan arkadaşlarıyla beraber Makovcy isimli bir edebiyat-sanat dergisi çıkarır. Derginin ya
zarları arasında Pasternak, Aseev ve Çeblinkov gibi isimler bulun
maktadır ve Florenski bu dergide Derian'ın, Picasso'nun, Vlamink'in çalışmalarına yer verse de, Mondrian'ın ve Klee'nin işlerini yayım
lamaktan ısrarla kaçınmıştır. Ona göre özellikle Mondrian, kötü bir
sanatın taklitçisidir. 1972 tarihinde yayımlanan, ikonalar üzerine yazdığı ve ruhbilimden dilbilime, sanat kuramından matematiğe
uzanan kitap, ortodoks teolojisi savunusuna adanmıştır: İkona yüze
yinde görünenle görünmeyenin birbirine dokunduğunu savladığı İkonastasis'tir kitabın adı.2 Ama ikinci basımı Tartu'da, Lotman'ın göstergebilim dergisinde gerçekleşecek olan Tersten Perspektifin etkisi Mandelstam'dan Vosolin'e uzanır - Maleviç yaptığı soyut resimlere çerçevelenmiş çıplak ikonalar adını verir; Tatlin ve Kandins-
ki ise, adını koysalar da koymasalar da ikona geleneğini sürdürme- 9 ye yeltenir. Ebediyat adına Rus simgecilerini ve herkesten önce Go-ethe'yi sever Florenski; Goethe gibi, goncada bitkinin tüm özelliği-
nin bulunduğunu düşünür, şiir yazar, karısını seven bir erkek ve beş çocuk babasıdır, Alexander Blok'un yakın arkadaşıdır.
Düşünsel amacı, arı ya da saf sanat dediği şeyi, yani görünmeyenin görünür kılındığı ve göründüğü an görünmezleşmesini betim
lemek, onu göz-merkezcil bir iktidardan azade kılarak, payeyi yeniden görünmeyenin kendine vermektir. Çünkü Florenski'ye göre Ortaçağ'ın bitiminden bu yana egemen olan anlayış, gözü dünyanın
efendisi konumuna getiren ve ona dünyanın ve bu dünyanın ardın
da yatan görünmezliğin temsilini bahşeden görüştür: gözü beden
den, retinayı dokunmadan koparan bir dünya algısıdır bu; Florenski'nin arzusu, yanılsama ve yanıltmaca sayesinde dünyaya egemen
olmak, onu bir imgede ele geçirmek (Benjamin) ve faydacı bir tem-
2. Pavel Florenski, Die lkonostase. Stuttgart. 1988.
sile dönüştürmek yerine, imgeye hak ettiği çokmerkezliliği ve kar
maşıklığı geri vermektir. Bu amacı, tümüyle ters bir yolla da olsa onu yirmili yılların Avrupası'na yakınlaştırır: görünene ve görünme
yene dair bilginin sorunsallaştığı, görünmeyenin benzeşime dayalı
imgeler sayesinde görünür kılındığı anın mercek altına alındığı yıl
lardır bunlar; Merleau-Ponty'nin daha sonra Algının Fenemolojisı'nin önsözünde başka bir bağlamda yazacağı gibi, eğer göz-mer
kezcilik eleştirisi Avrupa'ya yeni bir düşünce gibi değil de herkesin uzun zamandır beklediği ve hazırlıklı olduğu bir tavır gibi yayılıyorsa, bu, kimi beklentilerin artık uyanmış olmasından kaynaklanmıştır. Yeniçağ'a özgü görme ve düşünme biçimlerinin bir önceki yüzyılın ortalarından bu yana alttan alta sarsıldığı bir iklimdir bu. Ne var ki Yeniçağ'a özgü görme biçimi derken ilk aşamada kastedilen, kaçınılmaz olarak merkezi perspektiftir: resim mekanında neyin önde, neyin arkada ve neyin uzakta neyin yakında olduğunu belirleyen bu
10 sanatsal yöntem, kartezyen egemenliğin uzantısıdır: onun sayesin
de dünya ehlileştirilmekte, karşıdan bakılabilir ve denetlenebilir bir uzama dönüştürülmektedir. Ehlileştirilen bu uzama, gözün karşısında ve gözün nesnesi olarak konumlandırılan "beden' de dahildir.
Florenski'nin diyeceği gibi, 'canlı bir dokunuşla' resmin 'içinde yaşayarak ve hissederek' gerçekleşen bir ilişki değildir göz ile beden arasındaki ilişki; göz, resim mekanını onun karşısında duran bitmiş
bir beden olarak algılamaktadır. Florenski'ye göre yanılsama ve yanıltmaca üzerine kurulu An
tik Yunan tiyatrosundan soluklanan ve "izleyiciyi . . . tıpkı Platon cehennemindeki mahkumlar gibi ... sıralara zincirleyen', onu 'tek bir gözü varmış ve o da hareketsizmiş gibi' davranmaya zorlayan bir ta
vırdır bu ... Uzun Ortaçağ yılları boyunca egemenliğinden feragat et
miş ve kartezyen felsefeyle, merkezi perspektifle ve önce camera
obscura, sonra stereoskop ve panopticum'la yeniden dünyaya gel
miş bir tavırdır. Florenski'nin metninde birkaç yerde bu aletlerden
söz edilir ve göz-merkezci bakışla ilişkilendirilir.
Nitekim merkezi perspektifin yanı sıra Yeniçağ'a özgü görme
eylemini ve gözlemci ile dış dünya arasındaki ilişkiyi camera obscura kadar net simgeleyen ve üstelik daha 1650 yılında taşınabilir ha
le gelen başka bir cihaz yoktur. Küçük bir delikten karanlık ve yalı
tılmış, kutu gibi bir mekana düşen ışığın, deliğin karşısında yer alan duvarda tersten görünen bir imge yarattığı ikibin yıldır bilinmektedir.
Ama dışarıyı gözlemleyebilmek uğruna kişinin ancak on altıncı yüzyılın ortalarından itibaren küçük karanlık bir odada oturmaya ve dı
şarının imgelerini bir mercek yardımıyla düz olarak görmeye başlamış olması öylesine ilginç bir deneyimdir ki, örneğin La can camera obscura'nın çağdaşı Berkeley'in betimlediği imgeleri birer "özel
mülk betimi'3 olarak tanımlamıştır. İmgelerin satılabilir ve satın alınabilir birer meta değeri taşımaya başlaması, merkezi perspektifin yeniden keşfi ve camera obscura'nın icadıyla koşut gitmektedir. Özneyi nesneden, içeriyi dışarıdan ve gözü bedenden bu şekilde ayrış-
tıran ve aynı bağıntılar dizgesinde buluşturan bu alet, Descartes'a 1 1 göre dış dünyanın gerçek yani perspektifsel varoluşunun kanıtıdır: 'İnsanı tek bir delik hariç tümüyle kapatılmış bir odaya koyun ve de-liğin önüne bir mercek yerleştirin. Ondan belirli bir mesafe uzaklığa
... ışığın yansıyacağı . . . boş beyaz bir perde gerin. Delik, gözbebeği-ne dönüşür . .. ve . .. dışarıda varolan nesnelerin doğaya uygun, yani perspektifsel olarak . . . yeniden elde edildiğini görürsünüz."4 Dış
dünyayı bir yandan özel mülke ve tabloya (Foucault) dönüştüren ve gözü onun maliki ilan eden camera obscura, diğer yandan akıl için olduğu gibi, gözün yolunun da bir olduğunu vurgulamaktadır: Farklı
açılardan bakan ve devingen bir bakış değil, gözün öznellikten ve bedensellikten kurtulmuş genelliğidir önemli olan. Florenski bu ne-
denle Yeniçağ'a özgü bakışı -modernizmin kendi söyleminin tam
aksine- öznellikten ve kişisellikten uzak bir bakış olarak tanımlar.
3. Jacques Lacan. Die vier Grundbegriffe der Psychoanalyse, Freiburg i. Br.. 1980, s. 87.
4. Rene Descartes. Dioptrik, Meisenheim am Glan, 1954. s. 90.vd.
Aslında amaç görmek değil görmemek; kişisel bir bakışa sahip ol
mak değil, olmamaktır.
Aynı şekilde kullanımı on dokuzuncu yüzyılda doruğa ulaşan stereoskop, yine gözlemcinin hareket etmemesine ve bir mercekten
dünyaya bakmasına dayanan bir alettir: Üç boyutlu imgeler oluşturmaya yarayan bu yöntem, cihazın penceresinden seyredilen dün
yayı, düzenlenmiş bir 'üçlü katmanlar bütünü' olarak algılamaya ya
rar. Zamanında pornografik malzemeyi yeniden üretmekte kullanılan, bugün çocuk oyuncağı olarak hala rastlanabilen, üç boyutlulu
ğu birbirinden ayrılmış üç ayrı katmanda görmeye yarayan stereoskop da Florenski'ye göre aynen panopticum gibi merkezi perspekti·
tin sonuçlarından biridir. Jeremy Bentham'ın betimlediği panopticum ise Foucault'dan bu yana bir gözetim mekanizmasını ifade etmektedir. Yuvarlak bir bina ve merkezinde bulunan ve yuvarlağın iç
ten kenarını gözleyen bir kule ya da şehircilik tasarımında her yer-
12 den görünen ve her yeri gören iktidar merkezine açılan mimari dü
zende olduğu gibi akıl hastanesi, hapisane gibi mekanları da tanımlayan panopticum, yuvarlağın kenarında yer alan ve küçük birer se
yirlik mekana -Foucault'ya göre küçük birer tiyatroya- dönüşen hücreleri gözetlemek amacıyla örgütlenmiştir: Denetim mekanizmalarının merkezi olan göz, aynı anda her yerdedir. Görünürlük, gö
zetim mekanizmalarına yakalanmak amacıyla tasarlanan bir tuzağa
doğru evrim geçirmiştir.
İşte bu yüzdendir ki, bir önceki yüzyılın ortalarından bu yana
Ruskin'le ve Bergson'la, Cezanne'la ve izlenimcilerle, göze masu
miyetini ve vahşiliğini yeniden bahşetme, Ruskin'in deyimiyle, bir
den gözleri açılan bir kör gibi görme çabası, yirmili yılların kuramla
rında ve manifestolarında belirgin bir biçimde kendini gösterir. Ör
neğin, gözü yeniden ilksel görme biçimlerine geri götürmek gerektiğini yazar Breton; Sürrealizm ve Resim'de dünyanın tansıklarına
açık olan ve kendiyle bedenini birlikte algılayan bir tavra özlem du
yar. Otomatizme bağlı algısal bir dönüşüm sayesinde görünür kılı-
nan, Breton'un ritmik bütünlük dediği şeyin yaşantısıdır; bu türden
bir yaşantı, EKG ya da sismograf gibi, görünmeyenin ritmini resme
der. Bir anlamda Florenski de Freud'un okyanussal dalga dediği bu
şey' in peşindedir: Ne var ki bunun ne olduğunu anlatmak, ancak ne
olmadığını anlatmakla mümkün olabilmektedir. Florenski'ye göre, eski Yunan'ın Avrupa'nın merkezi ilan edildi
ği -daha doğrusu, merkezi olarak Avrupa'ya mal edildiği- ve Yeni
Çağ'ı belirlemiş olan Rönesans (Yeniden Doğuş) döneminde antik ti
yatroya geri dönmüştür yeni insan: nyatronun başlıca görevi, dünyanın perspektifle gerçekleştirilen bir temsil sayesinde sahnelen
mesidir. Görünmeyenin ritmiyle beraberce akmayı -diğer bir deyişle, varoluşun ritmine öykünmeyi- deneyeceğine, onu faydacılık ilkesine göre kendine çevirir Yeni çağ insanı. Üstelik bu türden bir temsilin -theater-, theoria'yla, salt görüyle ilgisi olduğunu, yani temsilin, kendi ötesinde olan şeyi temsil ettiğini düşünür. Bu yüzden
gözün egemenliğini sarsacak türden bir bakışa -tersten perspekti- 13 fe- dayalı bir dünya görüşünü daha yolun başından yadsıyacak, onu kendi geçmişinde kalmış bir emekleme aşaması -çocukluk-olarak kabul edecektir.
İşte Florenski, bu çocukluğun üstüne yürür: Daha Mısır'dan başlayarak merkezi perspektifin bilindiğini öne sürerken, kültürlerin yüzyıllar boyunca merkezi perspektifi kullanmama nedeninin ço
cukluk ya da beceriksizlik değil, Yeniçağ'ınkinden farklı bir varlıksal kaygı olduğunu vurgular: Amaç, görünmeyenle görüneni benzeşti
rerek onlar üzerinde hükümranlık kurmak değil, bir çocuk saflığıyla
görünmeyene hayran olmak ve teslimiyet duymak, onun benzeşim ilkesi sayesinde ele geçirilemeyeceğini teslim etmektir. Böyle ba
kınca içinde yetiştiği iklim, yirmili yılların Kıta Avrupası iklimiyle belirgin bir biçimde kesişir: Tersten perspektifi, tanrı savunusu olarak
konumlandıran Florenski, yalnızca geçmişin savunusuna girişme
miş, Kıta Avrupası'nda yirmili yıllarda ortaya atılan sorularla gele
cekteki algı biçimlerini de -örneğin Duchamp'ın Büyük Cam'ıyla
14
sonraları Merleau- Ponty'nin 'ten' diye nitelediği şeyi de- sezgisel
olarak kesiştirmiştir. Üstelik bunu, Ortaçağ'a ve Doğu kilisesine özgü tamamen farklı bir varlıksal kaygıyla gerçekleştirmiştir.
il
'Dünyanın imge olması,
varoluş içinde insanın özne olmasıyla
aynı eylemdir."
Martin Heidegger
İsa'dan sonra beşinci ya da altıncı yüzyılda, artık aslında yaşama
mış olduğu düşünülen ve kendini Paulus'un ardılı olarak niteleyen "sahte' Dionysius Aeropagita, özellikle dokuzuncu yüzyılın başların
dan sonra, ikonalar konusundaki Ortaçağ tahayyülünü belirlemiştir.
Ona göre imgelerden -eikones- söz ederken, -eikô, her ne kadar benzeşimi ifade ediyor olsa da-, iki tür imgeyi birbirinden ayırt etmemiz gerekir. Bunlardan ilki, temsil ettiği nesneyle benzeştiğini
varsayarken, diğeri, imgenin kurmaca içeriğini -Dionysius Aeropagita buna plattomenos der; bu, inşa etmeye ve plastik sanatlara ilişkin bir kurgudur- imkansızlık ve saçmalık aşamasına değin tırmandırır. Bu ikinci türden imge söz konusu olduğunda dissimiles, inconsequentes, inconvenientes, deformes, confusae ya da mixtae* gibi
nitelikler kullanır Dionysius; bütün bu sıfatlar, eikones'i benzeşim il
kesinden kopararak benzeşmeyen bir benzeşimi dile getirir. Bu türden benzeşmeyen bir imge, aslında şu demektir: madem
ki insan gözü, tanrısal ışığı -ya da tanrısal görüntüyü- görmeye ka
dir olmasa bile tanrısal ışık evrene -Plotin'e uygun hiyerarşik bir düzenle- zuhur ve sudur etmiştir, o zaman geleneksel ikona öğreti
sine göre tanrısal ışıkla insan gözü arasında yer alan kutsal figürler,
kiliseyi temsil etmektedirler. Onlar, insan gözünün görebileceği, ama yine de tanrısal ışıktan nasiplenmiş olan, başka bir terminolo
jiyle söyleyecek olursak, gayble zuhuru kesiştiren figürlerdir. Kilise
* Lat. benzeşmeyen. tutarsız. uygunsuz. biçimsiz. karmaşık. karışmış.
1 5
bu öğretiyi şöyle dile getirir: ecclesia in episcopo - 'kilise başpisko
postadır'. Nitekim ikonada temsil edilen Meryem Ana'ya bakılınca Oğul'un, İsa'ya bakılınca Baba'nın ve Kutsal Ruh'un görülmesinin
nedeni de adı geçen sudur öğretisidir: İkona tanrısal ışıktan pay almış olduğu içindir ki, bizler, tanrısal ışığın çizdiği yolun tersine bir
hareketle, ancak görüntüye bakma suretiyle onun ötesine uzanabilir, görüntünün ardında yatan aşkınlığa ancak onun yansısını seyre
derek dahil olabiliriz. Tanrısal ışık, gözden çıkarak ikonaya değil, ikonadan çıkarak göze yönelir. Onun için aslında amaç, ikona res
samının tanrıyı nasıl gördüğünü göze getirmek değil, ikona önünde duran kişinin tanrısal ışığa görünür kılınmasını gerçekleştirmektir. Arzulanan, tanrının insana duhulü değil, insanın tanrıya duhul etmesidir. İkonalarda kullanılan perspektif, bu yüzden tersten bir pers
pektiftir: Manyetik alan çizgilerini anıştıran görünmez çizgiler, bakan öznenin gözünden resme açılacaklarına -ve resmi göze açılan
ıs bir pencereye dönüştüreceklerine-, sonsuzluktan bakan merciin
gözüne doğru yansırlar; nitekim ikonanın karşısında duran kişi, figürlerin görünmeyen yanlarını da ancak bu şekilde görebilir. İkona, tanrısal ışığı retinada görünür kılacağına, ışığa bakan gözü ışığın içine alır, onu kendi içine çeker; kimi zaman tek değil, çoğul kaçış noktasına sahip olması da bu yüzdendir. İkonanın önünde hareket ettikçe değişen, gözü farklı konumlar almaya zorlayan noktalardır
bunlar; tanrısal arzu, tek bir noktada değil, her zaman her yerdedir. Ne var ki Dionysius Aeropagita'ya sorulacak olursa yine aynı
nedenle tanrıyı kiliseyle, kiliseyi ise örneğin piskoposla simgelemek, yani benzeşen bir benzeşim oluşturmak yerine tanrısal ışığın
sudurunu örneğin bir solucanla benzeştirmek çok daha yerindedir.
Akla tümüyle aykırı, biçimsiz ve canavarca bir imgedir bu; çünkü tanrısal ışık, bir yandan sudur ederken diğer yandan her türlü ben
zeşimin ötesindedir. Ancak tanrısal aşkınlığa bire bir işaret edece
ğine onu yalnızca ima eden figürler oluşturmak, tanrısal aşkınlığa
hürmettir: 'Akıldışı imgeler,' diye yazar Dionysius, 'nesnesine uygun
biçimde benzeşim gerçekleştiren imgelerden çok daha fazla yük
seltir ruhu.'5 Bu, imgenin tanrısal ışığı simgeleyeceğine -ya da onu ikame
edeceğine- yalnızca onun imgesine uygun gerçekleşmesi, diğer bir
deyişle onu anıştırması anlamına gelir. Bu türden bir anıştırma ise benzeşmeye değil, benzeşmemeye dayanır. Burada sözü edilen, ikonografinin artık ikonografiye meydan okuyan öteki yüzüdür: İko
naları savunmak uğruna, ikonaları yıkma sınırına gelinmiştir. Solucan imgesinin mantığı şudur: Ne ondan daha aşağı görülen bir hayvan vardır, ne de diğer anıştırmalar onun kadar bütünlükçü bir bi
çimsizlikten azadedir. Toprak altında, toz toprakla birlikte yaşayan bir hayvandır solucan, tozdur topraktır. Bu türden bir imge öneren kişi, tanrısal ışığın, figüratif biçimleri öteleyerek, figüratifin ardında aranmasını önermektedir. Bir bakıma görünenin ardında görünmeyenin, benzeşimin ardında benzeşmeyenin aranışıdır bu; tanrısal
ışığa kendini görünür kılmak isteyen insan bunu ancak aşkınlığı 17 kendiyle benzeştirmediği sürece gerçekleştirebilecektir.
Ne var ki Hıristiyan teolojisinde ciddi bir çelişki egemendir: İn
san bedeni tanrısal surettir ve yine aynı insan bedeni (Meryem
Ana), tanrısal aşkınlığı dünyaya getirmiştir. Dolayısıyla benzeşmeyen bir benzeşim nasıl gerçekleşecektir? Avrupa Ortaç ağı ve Doğu
Kilisesi, bu çelişkiyi dahiyane bir öneriyle çözmeyi dener: inconse
quentes, inconvenientes, deformes, confusae ya da mixtae gibi sıfatları Dionysius Aeropagita'dan ödünç alan on üçüncü yüzyıl düşü
nürü Aquinolu Aziz Thomas şöyle yazacaktır: "Bütün varlıklarda tan
rısal bir benzeşim gözlemlenebilecek olsa bile, diğer varlıklarda yal
nızca tanrısal benzeşimin izi sürülebilirken -similitudo per modum
vestigii- yalnızca akıl yetisine sahip olan insan imgesel bir benzeşim içerir -similitudo per modum imaginis- . . . Temsil edilen şeyin iz-
5. Dionysius Areopagita. Über die himmlische Hierarchie. Stuttgart: Anton Hiersemann. 1986. s. 32.
deki ve imgedeki farklılığı göz önünde bulundurulursa, bunun nede
ni anlaşılır. İmge, türsel bir benzeşime göre temsil eder. Oysa iz, nedenin yol açtığı sonucu öyle bir şekilde temsil eder ki, türsel bir ben
zeşime uzanamaz. İz, hayvanlara özgü hareketlerin bıraktığı izle
nimlerdir -impressiones-; külün, ateşin izi ya da harap olmuş bir toprak parçasının, düşman bir ordunun izi olduğu gibi."6
Yine de böyle bakınca insan bedeni gerek benzeşen bir benze
şim, gerekse benzeşmeyen bir benzeşimdir: Bir yandan tanrısal suret, diğer yandan tanrısal dokunuşun izini taşıyan bedendir. İsa, aynı anda hem tanrıdır hem değildir: Bir yandan yitmiş bir benzeşimin
izini sürerken diğer yandan hala tanrısallıkla benzeşmektedir. Bu yüzden İsa ikonu, kendi mekanında imago ile vestigium'u kesiştirir.
Hıristiyan Orta çağı, imge -imago-- kavramı ile vestigium kavramını ayrıştırma ihtiyacını bu nedenle hissetmiştir: İmgenin içinde ilksel benzeşimden geriye kalan tortudur vestigium; varlıksal aşkınlığın
ıe imgedeki izdüşümüdür; antik bir atıktır; tanrısal bir dokunuşa dayalı bir iz sayesinde insan bedenini aşkınlaştıran ve artık tanrıyla benzeşmeyen, yalnızca onun izini süren bir benzeşimdir.
Bu yüzden benzeşmeyen bir benzeşimi, Ortaçağ sonrası ve Rönesans denen zamanın yapmaya çalıştığı gibi benzeşen bir benzeşimle temsil etmeye çalışmak, aslında imgenin dokunuşa dayalı izi
ni ondan alarak imgeyi gerek gözden ve bedenden, gerekse imge
nin ardında yatan aşkınlıktan yoksun kılmak anlamına gelir. Ne var ki adı geçen yoksunluk, yalnızca tanrısal aşkınlığın temsili için değil, aynı zamanda varoluşun tümüne dair temsiller için de geçerlidir.
Yeniçağ'ın imago temsiline dayanan pratiği, geçmişte kalmış bir dokunuşun izi olarak herhangi bir görüntüye öykünmek yerine, onu bir
imgede ele geçirmeye çalışır. Florenski'nin tersten perspektif savu
nusu, buna karşı çıkan bir temel üzerinde şekillenir. Onun açtığı yolu sürdürerek şöyle diyebiliriz: İmgenin, benzeşmeyen bir benzeşimi
6. Aquinolu Thomas. Summa Theologica. la, 93, 6.
anıştırmak yerine benzeşimin kendi olduğunu iddia etmek, temsile dayalı bir büyüksenmedir ve sanki göz ile beden, dünya ile resim
arasındaki geçirgenliği dokunuşa dayalı imgeler -vestigiu� vası
tasıyla sağlamayı amaçlayacağına, onlar arasındaki ilişkiyi görmezden gelerek, tercihini insanın dış dünyadan yalıtılmış gözü ve onun egemenliği doğrultusunda kullanmaktadır.
Nitekim Florenski'nin de metninde alıntıladığı ve sonraları modernist Akademi'nin -Arti del Disegno-- kurucularından olan Vasa
ri, benzeşmeyen bir benzeşimin izini süren bütün imgeleri sanatın kapsamı dışında bırakır: Ona göre artık özgür sanata -artes libera
les- dahil edilemeyecek olan ve mekanik sanatın -artes mecanicae- izini süren imgelerdir bunlar; çünkü doğayı taklit etmeye da
yalı bir yaratıcılık -invenzione- yerine doğanın sürdüğü ize dayanmaktadır. Çünkü malumdur: İz, belirli bir maddeselliğin anıştırmasını taşır. Bu maddesellik, tanrısal bir dokunuşun maddeselliği bile ol-
sa, amaç, maddeselliğin izini sürmek değil, maddeselliğin sadece 19 biçimini tetnsil etmektir. Vasari'nin biçimi temsil etmeye verdiği ör-nek, Giotto'nun Dante Alighieri portresidir - bu yüzden Tersten
Perspektifte Florenski'nin Vasari ile Giotto'yu konu alan tartışması rastlantısal değildir: Vasari'ye göre o güne değin benzeşmeyen benzeşimlere bağlı kalmış olan Giotto, yaptığı Dante portresi ile
benzeşimin kendini gerçekleştirmiş, bu nedenle -sonraları Kelime-ler ve Şeyler'de Foucault'nun betimleyeceği üzere- moderno'ya (Vasari) özgü ve benzeşime dayalı bir halkalar zincirinin öncülü ol-muştur. Gerçekten de on altıncı yüzyılda moderno tasarısını dizge-
leştiren ve onu yeni bir estetiğin ve yeni kurulan tarihsel bir disipli-nin -sanat tarihinin- itici gücüne dönüştüren kişi Vasari'dir. Artık
imge söz konusu olduğunda daha önce söz ettiğimiz inconsequen-
tes, inconvenientes, deformes, confusae ya da mixtae değil, analo-
gia, aemulatio, convenientia, sympathia, simultucf geçerli olacak-
• Lat. analoji. duygusal karşılıklılık. uygunluk, uyumluluk, benzeşlik.
tır. Bunlar, bilindiği üzere bizi on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda ye
niden doğuşu kutlanan Antik Yunan'a geri götürmektedir. Nitekim ilk
sanat 'tarihi" kitabını yazan Vasari, tarihsel bir "gelişim" zincirinde
birini diğerine eklemlediği ve bir sonrakine bir öncekinden daha ye
tişkin bir değer bahşettiği sanatçılar listesinde, benzeşmeyen bir benzeşimi ve tersten perspektifi çocukluk olarak tanımlamakla kal
maz, aynı zamanda kitabın "Giotto'nun Yaşamı" isimli bölümünü, sanatın altın kuralına dair ünlü cümlesiyle başlatır: Sanatın birincil görevi, doğayı taklit etmektir.1
Doğayı taklit etmek ise, kaçınılmaz olarak doğayı temsil etmek
demektir. Ne var ki Yeniçağ'a özgü temsiliyet, Vasari'nin tanımladığı üzere disegno'ya özgü biçimle -maddenin ardında yatan- düşünceyi temsil etmek anlamına �elir. İmge, elin dokunuşuna bağlı bir benzeşimin izini süreceğine gözden aldığı komutları uygulayan elin çizdiği düşüncedir -espressa can le mani-; Vasari'ye göre doğayı tak-
20 lit ve temsil edebilmesi, bu yüzdendir. Nitekim aynı nedenle sanatçı, doğanın ötesinde mekana ve zamana bağlı olmayan doğal örneği yakaladığı zaman gerçek olgunluk düzeyine erişir. Vasari'ye soracak olursak, doğayı kusursuzca taklit ettiği için doğaya özgü biçim
sel bir örnekleme getirmeye kadir üstün sanatçı, Michelangelo'dur ve doğanın retina sayesirıde algılanışını gerçek bir pictura'ya dönüştürmeyi o gerçekleştirmiştir. Burada küçük parantezle Vasa
ri'nin çağdaşı Kepler' in, retina ile pictura ilişkisi ve onların eşleştirilmesi üzerinde ısrarla duran ilk kişi olduğunu belirtmekte fayda var.
Görmenin, resim yapmak olduğunu söyler Kepler -ut pictura, ita vi
sio-; tümüyle edilgen bir göz, doğa imgesini retinada -camera obscura misali- bileştirip bütünleyebildiği için ele hükmedebilmektedir.
Yeniçağ'a özgü ve on dokuzuncu yüzyılda ismi natüralizm ola
rak konan buyruk, on altıncı yüzyılda modernist estetik kuramın te-
7. Giorgio Vasari, 1550-1568. Leben der ausgezeichneten Maler, Bildhauer und Baumeister von Cimabue bis zum Jahr 1567, Worms. 1983, cilt 1. s. 134.
mel taşlarını koyan Vasari'den güç almıştır. İşte Vasari'yle başlayan
ve doğayı ve doğanın ardında yatan biçimi "olduğu gibi' temsil ettiğini iddia eden bu natüralizme savaş bayrağı açar Florenski: Merkezi perspektif sayesinde benzeşen bir benzeşimi temsil etmek ve
doğanın biçimini taklit etmek, ona göre yalnızca metafizik nedenler
den ötürü değil, aynı zamanda fiziksel ve matematiksel nedenlerden ötürü de olanaksızdır. Böyle bakınca Florenski'nin yapmaya çalıştı
ğı, bir anlamda çiviyi çiviyle sökmektir: Natüralizmin dayanağı olan matematiği ve fiziği, natüralizmin bir numaralı çürütücüsü haline getirir.
Florenski'nin hareket noktası şudur: Dördüncü boyut olarak zaman hiç göz önüne alınmasa bile, üç boyutlu bir gerçekliği iki boyutlu bir yüzeyde temsil etmek ne denli natüralisttir? Çünkü iki boyutlu bir temsil, aslında natüralizmin dayanağı olan uzam anlayışıyla çelişir. Çünkü natüralist sanat, dünya uzamının Öklid uzayı olduğu
inancında olduğu için, dünyaya dair temsilin de bu uzayın biçimsel 21 özelliklerini gösterdiğini, onun bir örneklemesi olduğunu, bakan göz ile bakılan nesnenin biçimsel olarak örtüştüğünü savunmak zorun-dadır. Böyle bakıldığında Florenski'nin sorusunun, belirgin bir bi-
çimde Duchamp'ın 'dördüncü boyut" dediği şeyi anıştırdığı fark edilecektir: Aynı yıllarda biri Moskova'da, diğeri Buenos Aires, Paris
ve New York'ta yaşayan, ama birbirinin ismini bile duymamış bu iki
"düşünür"ün sorunsalı ortaktır: Vasari'den, Descartes'tan ve Kcp-ler'den beri süregelen retina-merkezci ve modernist tavırdan ve bu tavrı belirleyen uzay anlayışından nasıl sıyrılınır ve iki boyutlu bir
yüzeyde -resim mekanında- üç boyutluluk nasıl sağlanır?
Duchamp, bu sorunun doğurduğu olasılıkları araştırmaya giri
şirken, Florenski'nin yanıtı açıktır: Böyle bir olasılık mevcut değildir.
Kendine karşı bile tarafsız kalan Duchamp'a kıyasla Florenski, elbette açık bir biçimde taraftır ve Öklid geometrisine ve uzayına kar
şı bir taraftır. O nedenle modern matematikten, Cantor'dan, Pa
leo'dan ve Hilbert'ten hareketle (bkz. Bölüm Xlll, XIV), bir cismin
herhangi bir düzlem üzerinde iki boyutlu temsil edilebileceğini, an
cak bunu, temsil edilen nesnenin biçimini koruyarak yapmanın
mümkün olmadığını kanıtlamaya girişir. Örneğin bir coğrafya haritası, atıfta bulunduğu mekanı tanımlasa bile, o mekanın biçimi değil
dir. Aynı şey, bir yumurtanın kağıt ya da tuval üzerindeki temsili için de geçerlidir. Natüralizmin ya da temsili sanatın imkansızlığı tam da bu noktadan kaynaklanır: Çünkü 'temsili sanatta önemli olan yalnız
ca biçimdir', ya da natüralist sanatın amacı, temsil edilen biçimin
temsil edilen şeyle örtüşmesidir. Florenski bu imkansızlıktan şu sonucu çıkarır: Benzeştirme sa
yesinde gerçekleşen herhangi bir imge mümkün değildir. Bu türden bir benzeşim, olsa olsa dört boyutlu bir gerçekliğin, üç boyutlu bir
mekanda temsili sayesinde -belki- gerçekleşebilir. Bunun içinse Öklidci ve Kantçı uzay anlayışının 'gerçek ve doğru uzay anlayışı' olduğu düşüncesinin kırılması lazımdır: Çünkü 'bu, her türlü eğrilik-
22 ten yoksun, her yerde aynı özellikleri gösteren, eştürden, sonsuz ve sınırsız, üç boyutlu bir uzaydır'. Kaldı ki bu uzayda mutlak ve merkezi olan tek bir nokta mevcuttur ve burası, dünyanın merkezidir. Böy
le bakınca natüralist ve merkezi perspektife dayalı bir resim, dünyayı kendi merkezi durma noktasından seyretmekle kalmamakta, kendini tek gözlü bir dev olarak ortaya koyarak varoluş bütününün ha
reketsiz ve tümüyle değişmez olduğunu varsaymakta; kendini arzın
merkezi zannederken aslında kendi edilgenliğini savunmaktadır. Oysa belki çokmerkezli ve değişken bir -tersten- perspektifler bü
tünü, gözü bedenle ve insanı varoluşla barıştırmaya kadir olacak,
onu dünyaya -ve içinde yer aldığı mekan:- açabilecektir.
Florenski, bir anlamda genç bir kaos kuramcısı olarak ortodoks
teolojiyi savunurken, aynı yıllarda Duchamp da benzer bir sorunsa
la odaklanmıştır: Yaptığı bir konuşmada, 'göze görünmeyen, dör
düncü bir boyutun yansılanma olasılığı hakkında düşündüm; der
Duchamp, 'nasıl güneş dünyada iki boyutlu yansılamalara yol açı
yorsa, üç boyutlu bir nesnenin gölgesinin de iki boyutlu biçimler
oluşturduğunu gördüm. Benzeşim ilkesine dayanarak buradan çı
kardığım sonuç, bizim böylesine kendiliğindenmişçesine baktığımız üç boyutlu nesnelerin bizim bilmediğimiz dört boyutlu biçimlerin
yansımaları olabileceğidir."8
Nitekim, nasıl Büyük Cam'daki bekarlar yalnızca iki boyutlu bir görüntü sergilerken, gelin, boyutu dörde katlanmış gibi gösterilmiş
se, yaptığı bütün işlerde -camın ardından bakar gibi farklı ortamlar
dan yansılandıkça, yansıla nan ortamın özellikleriyle beraber yansılanan nesnenin de biçim değiştirmesinden ve benzeri deneyimler
den hareketle- bakmayı ve görmeyi sorunsallaştıran Duchamp, araştırdığı yeni olasılıklarla moderno öncesi olasılıkları Florenski
misali kesiştirmiş olur. Bu türden Duchampvari bir kesişim, olası başka bir yazının konusu olsa da, vurgulamak istediğim, aynı yıllarda ve farklı koşullarda -Avrupa'da ve Rusya'da- benzer iklim koşul!arının geçerli görünmesidir. Bu nedenle Florenski'nin düşünsel da-
ğarcığını belirleyen yeni-Platoncu gelenekler, Duchamp'ın bir bakı- 23 ma yabancısı olsa da, ortaya çıkardıkları soruların aynı yıllarda so-runsal halini almış olması kanımca rastlantı değildir. Örneğin Flo
renski'nin düşünsel yapılanımını şekillendiren Albertus Magnus, on
üçüncü yüzyılda biçimleri, Öklid uzayında yer aldıklarından çok da-ha farklı bir anlayışla konumlandırmıştır. Ona göre biçimler bir me-kanda yer almazlar, mekanın koşullarına göre şekillenirler. Bir diğer
deyişle, biçimleri etkin bir şekilde üreten uzaydır mekan; onun sun-duğu olanaklardan bağımsız bir biçim olamayacağı gibi, farklı mekanlarda yer alan ya da farklı mekanlara uyarlanan biçimlerin, ken-
dilerine özgü biçimsel özelliklerini koruyarak aynı biçim olma halle-
rini -sabitliklerini ve hareketsizliklerini- sürdürmeleri, söz konusu
bile değildir. Mekan, der Albertus Magnus, varlıksal tasarımda be
lirleyicidir: locus igitur ad esse operatur.9
B. Marcel Duchamp; Pierre Cabanne, Gesprache mit Marce/ Duchamp içinde, Köln, 1967, s. 53.
9. Albertus Magnus. Liber de natura /ocorum, Opera Omnia içinde, Paris, 1890, 1,
24
Böyle bakınca moderno öncesi mekan anlayışıyla, moderno
sonrası mekan anlayışı, gerek Florenski'de, gerekse Duchamp'da
kesişmektedir. Konuyu uzatmadan, Tersten Perspektif başlıklı met
nin bugünün Türkiye coğrafyası ve bugünün Türkiye iklimi için, Bu
rada ve Şimdt'de yaşayan bizler için neden anlamlı olduğunu ve ne
anlama geldiğini tartışmadan önce son bir ayrıntıya daha değinmek
isterim: Ortaçağ'ın vestigium ile imago arasında getirdiği ayrımdan
ve dokunuşun izini süren imgelerden de hiç uzak değildir Duchamp;
yaptığı ve dokunuşun izini süren bir dizi döküm işine şu başlığı ve
rir: Lütfen Dokunun!
1, s. 529. Yaptıgı önermede. elbette Aristoteles'in tanımından hareket eder Albertus Magnus: 'Yer. yalnızca olan bir şey degil, aynı zamanda bir kuvvedir.' Aristoteles, Fizik. iV. 1. 208b; Saffet Babür' ün çevirisinde, sözünü ettigim cümle. şöyle geçiyor: ' ... yalnızca yer diye bir şeyin varoldugunu deQil, yerin belli bir güç. olanak taşıdıQını da gösteriyor.' Bkz. Fizik, lstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 1997. s. 135.
111
"Öykünmenin, taklidin klasik düşüncesinden
koparılarak sarsıcı bir öykünmecilik ışığında
yeniden düşünülmesi zorunludur."
Philippe Lacoue-Labarthe
Eğer theater, sahne sanatlarının Antik Yunan'dan devralınan temsi
li bir biçimini ve theoria, salt görüyü amaçlayan temsili düşünsel ku
ramları ifade ediyorsa, her ikisinin de bugün Türkiye Cumhuriyeti sı
nırları içinde yer alan kültürel coğrafyada ne Avrupa'daki gibi bir
Rönesans'a (Yeniden Doğuş) tabi kalmış, ne de bu coğrafyanın kül
türel iklimini belirlemiş olduğu söylenebilir. Temsili sahneleme sa
natı olarak tiyatronun -ve onun beraberinde getirdiği görme biçim-
lerinin- kültürel iklime eklemlenmesi, Cumhuriyet'in az öncesinde 25
başlayacak denli yenidir ve varlığın (göz-merkezci) temsili bilgisini
ne zaman ve nerede başlatmak -ya da başlatıp başlatmamak- ge-
rektiği, oldukça uzun bir tartışma gerektirir.
Kaldı ki yüzyıllar boyu yalnızca Doğu kilisesinin en önemli temel
taşının -Bizans'ın- izini sürmüş bir coğrafya değildir burası; aynı
zamanda İslami geleneklerin de izini sürmektedir. Malumdur; İslami
temsil biçimleri de bilinçli olarak merkezi perspektiften kaçınmıştır.
Modernist anlamda perspektif kullanan ressamların tarihçesi de yi
ne ancak Cumhuriyet'in az öncesine dayanacak denli yenidir. Ne
var ki İslami temsil biçimlerini tekeline aldığı düşünülen soyut ve
geometrik tezyinin yanı sıra 'doğal' nesnelerin ve varlıkların tasvir
leri de mevcuttur gelenekte. Bir diğer deyişle, buraya özgün gele
neksel tezyini "sanatlar" bir yana, hiç de iddia edildiği gibi İslami ya
sak nedeniyle, beden suretinden yoksun değildir Anadolu; tersine,
özellikle on üçüncü yüzyıldan sonra gelişen Anadolu yazı-resimle
rinden Osmanlı minyatürlerine, diğer üç boyutlu nesneler gibi be-
den de sürekli temsil edilmektedir. Üstelik, yüzü peçeli olmayan
peygamber tasvirlerine oldukça ender rastlansa da, özellikle İran
etkili ve Bektaşi kökenli kutsal figürler Anadolu temsil biçimlerini
neredeyse belirlemiştir. Gerçi ikonalar gibi duvara çerçevelenmek
üzere yapılan resimler değildir, örneğin Hazreti Ali'nin ya da Fazl-ı
Hurufi'nin yüzleri; ama dikkatli bakıldığında, ikonalarla ortak bir
özellik sergiledikleri görülmektedir: Resim yüzeyi, ona bakan gözü
egemen kılacak şekilde, yakınlığın ve uzaklığın, küçüklüğün ve bü
yüklüğün örgütlendiği bir yüzey olmadığı için, merkezi perspektife
özgü bir figür-arkaplan karşıtlığı söz konusu değildir. Tersine, yazı
resimlerde de minyatürlerde de bedenlerin merkezi bir perspektifle
görülemeyecek yerleri de göze gelir: yüzün yalnızca önü değil de
arkası, yalnızca boynu değil de ensesi, yalnızca önden görülen saç
perçemi değil de saçların ancak yukarıdan bakınca görünmesi ge
reken ayrığı. Ya da örneğin önden bakılan figürlerin burunları ancak
26 tepeden bakınca görülecek denli uzundur ve gözü tek bir odakta sa
bitlemeyen bir çokmerkezlilik egemendir bütün bu resimlerde. Diğer
bir deyişle, önden görünen görünmeyen bütün bedensel ayrıntılar
aynı resimde yer alabilmektedir. İkonalar için söz konusu olduğu gi
bi göz, tek bir merkezden hareketle resme bakacağı yerde, çokmer
kezli bir resim, göze doğru açılarak gözün bakış açısını sürekli dö
nüştürmektedir. Yazı resimlerin ve minyatürlerin ardında farklı yer
lerde odaklanan merkezler, göze farklı bir etkenlik bahşetmiştir.
Gerçi seçeneklerin sonsuz sayıda olduğu bir etkenlik değildir bu;
ama sunulan seçenekler doğrultusunda göz, farklı perspektifler
arasında gidip gelebilmektedir.
Avrupa Ortaçağı'ndan bir kavramı ödünç alarak yazı-resimlere
ve minyatürlere uygulamak istersek, bu türden resimlerde söz ko
nusu olan benzeşimin, benzeşmeyen bir benzeşim olduğu söylene
bilir. Göze görünen resim üzerinde egemenlik -ve doğruluk ve hak
lılık- iddia edilmemektedir. Tersine resim, bilinçli olarak gözü şaşırt
makta, yanıltmakta, onu farklı konumlar almaya kışkırtmakta, gözün
imge üzerinde kuracağı cumhuriyete engel olmaktadır. Kaldı ki be
den tasvirleri olsun olmasın bunlar, gerçek anlamda içinde yer al
dıkları mekanın koşullarına göre şekillenen figürlerdir. Örneğin min
yatürün biçimini, minyatürde tasvir edilen figürlerin içinde yer aldı
ğı mekan belirler: kitap. Minyatürler, kitap gibi okunmak üzere ör
gütlenmişlerdir; duvarda bir çerçeveye asılacaklarına kitabın içinde
yer alan figürlerle kendi çerçevelerini kendileri çizerler. Bedensel
figürler ve resim, içinde yer aldıkları mekanla süreklilik oluşturmak
üzere tasarlanmıştır; minyatür dışındaki dünyaya işaret ederek ki
tap ile dünyayı, okur ile gözü birbirine eklemlerler. Kanımca İslami
temsil biçimlerinde okumayla görmeyi bu şekilde eşitleyen tavır,
minyatürlerin, ya da -zaten harften figüre dönüşmüş olan- yazı-re
simlerin çok önemli iki varlıksal özelliğine işaret eder. İlkin okuma
ile görme aynı eylemdir ve aynı bedende gerçekleşir. Gözü beden
den, hikayeyi dünyadan ayıran bir mekan yerine göz ile beden, kitap
ile dünya kesintisiz bir ilişki içindedir. İkinci olarak aynı anda oku- 21
nan ve görülen figürü oluşturan iz, -bire bir yazı-resim şeklinde ger
çekleşmediğinde, yalnızca minyatür olarak kitap içinde yer aldığın-
da bile- harfin dokunuşunu taşımaktadır. Yani harfin izi, kitap meka-
nında okunmaktadır. Harflerin tanrısal dokunuşa dayalı bir iz olarak
kurgulanmasının nedeni, onların bir araya gelerek tanrının ismini
yazmasıdır. Elifbenin yirmisekiz harfi, tanrının kudret kalemi ile insa-
nın yüzüne yazdığı satırların izini sürdüğü içindir ki figüre dönüşen
zülfikarlar, çifte vavlar ve arslanlar huruf-i mukattaa'da izi düşen
dokunuşu imlerler. Bu türden bir dokunuşun, benzeşen bir benze-
şimle göze gelemeyeceği aşikardır. Böyle benzeşmeyen bir benze-
şim, ancak onu oluşturan mekanın koşulları tarafından şekillenir.
Çünkü bu, "her türlü eğrilikten yoksun, her yerde aynı özellikleri gös-
teren, eştürden, sonsuz ve sınırsız, üç boyutlu bir uzay" değil, göze
geldiği zaman bile ele geçirilemeyen büyük bir bilinmeyen'dir. Her
zaman her yerde istediği türden değişim gösterebilir. Kutsal gerilim
hatları ve güç çizgileri, göze gelmeyen bir yasallıkla eylemektedir. O
nedenle içinde yer aldığı mekana göre biçim değiştiren bir uzay an
layışı, farklı temsil biçimlerinde mekanla birlikte değişen farklılıkla
ra ihtiyaç duyacaktır. Osmanlı'da -onlara bugün- gösteri 'sanatı"
denen çeşitli sanatsal mekanların -Karagöz'ün hayal perdesinin,
şenliklerin düzeninin, vb.- gösteri sanatının mekanıyla birlikte deği
şen farklı okumalara yol açması da bu yüzdendir. Kullanılan malze
meyle beraber değişen biçim, sürekli farklılaşan, her an yeni baştan
var olan bir uzay anlayışının göstergesidir; uzayın, içinde yer aldığı
malzemeye -maddeye- göre eylemesinin nedeni, İslami mekan an
layışının, Yeniden Doğuş sonrası Avrupa'nın mekan anlayışından ol
dukça ayrı olmasından kaynaklanır: çünkü mekan, aynı zamanda bir
madde ve bir kuvvedir.
Nitekim bu nedenle yalnızca Albertus Magnus ya da on dör
düncü yüzyıl dinbilimcisi Giovanni di San Gimignano değil, on üçün
cü yüzyılda Mağrip'ten Anadolu'ya gelen İbn-i Arabi de mekanın
2e madde ve kuvve olma özelliğini; maddenin içinde yer aldığı mekana
göre geçirdiği biçimsel değişikliği dile getirir. Örneğin San Gimigna
no'ya soracak olursak, tanrı taşılları şu nedenle sevmektedir: için
de yer aldıkları mekana göre değişen, kimi zaman gazıllaşan kimi
zaman yanan maddelerdir taşıllar; edilgendirler; kendilerini içinde
bulundukları mekana teslim ederler.10 Onun için Albertus Magnus
da imago confusa, mixta ya da inconveniens dediği şeyin en iyi
cansız madde ile dile getirilebileceğini düşünür: çok renkli, kurma
ca bir mermerdir bu; Oionysius Aeropagita'nın benzeşmeyen ben
zeşim dediği ve dokunuşa dayalı bir iz bırakan ve o izi taşıyabildiği
gibi dönüştürebilen şeydir. Kanımca on üçüncü yüzyıl sonrası Ana
dolu'da yapılan yazı-resimlerin düşünsel temelini oluşturan İbn-i
Arabi de aynı görüştedir: 'Cemadattan -cansız nesnelerden- yüce
bir mahlukat yoktur. Ondan sonra da kadir ve kıymet dereceleri iti-
10. Giovanni di San Gimignano, Summa de exemplis et similitudinibus rerum. Ve· nedik: De Gregori. 1499.
bariyle bitkiler gelir. Bitkilerden sonra gelenler de his sahibi olanlar
dır - yani hayvanlardır."11 Bunun nedeni, cansız nesnenin içinde yer
aldığı mekana göre biçim değiştirmesi, gaz olup diğer maddelerin
içine geçebilmesi, buhar olup uçabilmesi ya da İbn-i Arabi termino
lojisiyle söyleyecek olursak, içinde yer aldığı mekana öykünmesidir.
"Yıldızlar ve ağaçlar secde ederler' ayeti de bu bağlamda okunabi
lir. Nitekim İbn-i Arabi'nin "cemadat' dediği cansız madde ile Gi
ovanni di San Gimignano'nun "edilgen taşıllar" dediği şey, aslında
her ikisinin de düşünsel kaynağını belirlemiş olan yeni-Platonculuk
tan soluk almaktadır. Çünkü cansız madde, Plotinus'a göre saf ve
boş bir edilgenlik halinde olduğu ve kendine özgü bir biçime sahip
olmadığından, içinde bulunduğu her mekanın biçimini alabilen irre
el nesnedir ve onun -tanrı sevgisi uğruna- kendine özgü bir dol
gunluğa sahip olmasından kaçınmak gerekir.
Burada, Ortaçağ ve Doğu kilisesi ikonaları ile Anadolu'da orta-
ya çıkan yazı-resimlerin ve Osmanlı minyatürlerinin yöndeş bir kay- 29
gı taşıdıkları anlaşılır: ortak özellikleri, göze getirdikleri nesneyi
temsil etmek değil, ona öykünerek onun içinde yitmek istemeleridir;
o nedenle Vasari sonrası moderno'nun sanat olarak tanımlayacağı
ve diğer alanlardan ayrıştıracağı eylemlerin her biri, aslında tanrı-
sal aşkınlığa öykünme biçimleridir.12 Bu nedenle ikonada olsun ya
zı-resimde olsun, perspektif, gözden çıkıp resme yöneleceğine re-
simden çıkıp göze yönelir. Amaç, resmedilen mekan içinde kendini
yitirmek, mekanın koordinatlarını alarak onun kendine dönüşmektir.
11. lbn-i Arabi, Füsusü'/ Hikem Tercüme ve Şerhi, Ahmed Avni Kovuk/ M. Tarhanlı, S. Eraydın. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı, 1989-1992, cilt il, s. 97, 99. Bu konuda bkz. Zeynep Sayın, Nafi me tangere: Bedenyazısı il, lstanbul: Kaknüs, 2000.
12. • Allah'a öykünmesi ... gerekir ki Allah onun işitmesi. görmesi ve diğer duyuları oluncaya kadar ... insan Allah'a itaat ve ibadet etsin ... ve . . . Allah'ı ... yine Allah'la bilsin ... Bizdeki öykünme, böyle bir öykünmedir. Hak Teala bizim işitmemiz ve bizim görmemiz olana dek bizim ilmimizi o öykünme üzerine bina etmiştir. Dolayısıyla. biz eşyayı Allah'la bildik ve bu açıklamaları. bu bölünmeleri de Allah'la tanıdık.' İbn-i Arabi, Marifet ve Hikmet. FütOMta'J- Mekkiye'den Seçmeler, İlimlerin Mertebeleri, lstanbul, 1997, s. 79 v.d. IÇeviride geçen 'taklit' sözcüğü yerine 'öykünme' kavramını kullanmayı tercih ettim.)
Ve yine aynı nedenle kutsal perspektif tekil değil, çoğul bir perspek
tiftir: tanrısal aşkınlık, her zaman her yerdedir. Bir yüzün önden, ar
kadan ve yandan görülebilmesi, Florenski'nin diyeceği gibi sanatın
merkezi perspektif öncesi emekleme aşamasını değil, imgenin sa
nat-öncesi halini(Hans Belting) göze getirmektedir.
Burada ne Avrupa Orta çağı ile Doğu kilisesinin varlık anlayışıy
la İslami varlık anlayışını -ya da varlık anlayışlarını- eşitlemek, ne
de birbirinden farklılık gösteren bu iki anlamsal uzamda imgenin sa
nat ön,cesi haliyle sanat sonrası konumunu ya da kanımca öykün
menin temsilden genel anlamıyla kesinlikle ayırt edilmesi gereken
farkını tartışmak istiyorum. Bu kavramlar ne denli önemliyse, Avru
pa Ortaçağı ile İslami uzamların birbirlerine oranla farklılıkları ka
dar, kendi içlerindeki değişimler ve kesintiler de kuşkusuz bir o ka
dar belirleyici. İslami varlık anlayışını açımlamak ve onu bu önsözün
sınırlarını aşacak bir bağlamda tartışmak ve başka bir anlam dizge-
30 siyle karşılaştırmak amacında değilim. Ne var ki Florenski'nin çok
önemli bulduğum bu metni, başka bir kültürel bağlamdan hareket
ederek, Türkiye sınırları çerçevesinde ıskalanan bir -ya da birçok
kör noktaya işaret ediyor. Benim bu önsözde tartışmaktan kaçına
cağım, ancak Florenski'nin Türkçe yayımlanmasıyla tartışma açma
olasılığını içinde barındıran noktalar bunlar. Çünkü Vasari'nin belir
lediği sanat tarihi kanonuyla Hegel'in tarih anlayışını -ileriyi ve ge
riyi ve Aufhebung'u- harmanlayan göz-merkezcil bakış, moderno
sonrası Avrupa tarihindekinden tümüyle farklı bir varlıksal kaygıdan
kaynaklanan görsel -ve düşünsel- temsil biçimlerini, bugünün Tür
kiyesi'nde göz-merkezcil -ve oryantalist- bir gelenekten gelerek
okuyor. Dolayısıyla merkezi perspektif yoksunluğunu imge yasağı
görüşüne bağladığı sürece -sanırım düşünsel ezberler, çoğu zaman
bakmaya ve okumaya engel oluyor-, gerek geçmiş yüzyıllara ilişkin
doğru bir okumayı, gerekse hala geçmiş yüzyılların kimi izlerini taşı
makla birlikte daha melezlenmiş yüzyılların görme -ve düşünme
biçimlerini temelden ıskalıyor. Bu yüzden Florenski'nin Tersten
Perspektif metni, farklı mecralardan akarak sorduğu ve sordurduğu
sorularla bu türden bir ıskalamanın sorgulanmasına dair bir iklim
yaratabilir ve kimi kavramın daha net tanımlanmasına, kimininse
üretilmesine yol açabilir.
Çünkü Tersten Perspektif metnini okuduktan sonra, lkimbilir
belki metnin mekanına öykünme sevdasıyla tersinden yaptığım bir
okumayla) burada geçmişin izini süren kesişim alanlarının, bugünün
Türkiyesi'ne uzanabileceğini ve yeni bir iklim yaratabileceğini umut
ediyorum. Merleau-Ponty'nin yazmış olduğu gibi henüz doyurulma
mış olsa da artık kimi beklentinin uyanmış olduğu bir iklimde yaşıyo
ruz. Yirmili yılların Fransası'nda öykünmeyi -mimesir, ihtilaçlı bir
tutkuya kapılarak, kişinin içinde yer aldığı mekana dönüşmesi ola
rak tanımlamış Caillois . Bu nedenle kanımca egemen olmaya ve im
gede ele geçirmeye dayalı bir temsil ile öykünmeyi birbirinden ay
rıştırmak ve öykünmeyi, 'taklidin klasik düşüncesinden" kopararak,
"sarsıcı bir öykünmecilik ışığında yeniden düşünmek"13 gerekiyor. 31
Ouchamp'la Florenski'yi, Albertus Magnus ile İbn-i Arabi'yi öykün-
meyle temsil arasında bir yerde kesiştiren tam da bu değil mi?
13. Phillippe Lacoue-Labarthe. Die Fiktion des Politischen. Stuttgart. 1990, s. 123. Mimesis kavramını benim öykünmeyle karşıladıQım alıntının özgün hali şöyle: 'Mimetizmin. imitatio'nun klasik düşüncesinden koparılarak sarsıcı bir mimetoloji ışıQında yeniden düşünülmesi gerekir."
Tahtta Oturan Meryem, Andreas Aiuos. 15. yüzyılın ikinci yarısı Ahşap üzerine tempera. 164 x 90 cm.
Heraklion/Girit. Patmos. Aziz Teolog Johannes Manastırı.
33
34
Kutsal Başmelek Mikael. A. Rublyov, 15. yüzyılın ikinci onyılı Ahşap üzerine tempera, 158 x 108 cm.
Moskova, Tretyakov Galerisi.
Donskaya Meryemi, Yunanlı Theofanes, 14. yüzyıl sonu, Ahşap üzerine tempera. 86 x 68 cm.
Kolomna, Moskova. Tretyakov Galerisi.
35
36
Notre-Dame-de-Grace. Cambrai. yaklaşık 1340 Katedral. Siena.
TERSTEN PERSPEKTİF
TARİHSEL GÖZLEMLER
1
14. , 1 5. , kısmen de 1 6. yüzyıl Rus ikonlarına ilk kez dikkatlice bakan bir kişi, alışılmadık perspektif oranları karşısında normal olarak şaşkınlığa düşecektir. Temsil edilen nesneler, örneğin binalar, masalar ve tahtlar gibi düz yüzeylere ve düzçizgisel kenarlara sahipse, özellikle kitaplar, daha doğr:.ısu Kurtarıcı ve azizlerle resmedilen İncil söz konusuysa, seyircinin şaşkınlığı daha da fazla olacaktır. Bu nesnelerdeki olağandışı perspektif oranları, doğrusal perspektif yasalarıyla son derece büyük bir karşıtlık içindedir ve yine doğrusal perspektif açısından bakıldığında bunlar olsa olsa kaba ve beceriksizce yapılmış çizimler olarak değerlendirilebilir.
Bu ikonlar daha dikkatli incelendiğinde, eğri yüzeylerle sınırlanan cisimlerin de kısaltmalarla temsil edildiğini fark etmek hiç de zor değildir; burada söz konusu kısaltmaların kullanılması perspektif yasaları açısından imkansızdır asL�da. İster eğri ister düz hatlara sahip olsunlar, cisimlerin normalde aynı anda görülemeyecek kısım ve yüzeylerinin gösterildiğine oldukça sık rastlanır ikonlarda. Oysa, temel perspektif kurallarının anlatıldığı bütün ders kitaplarında yazar bunların aynı anda görülmesinin mümkün olmadığı. Binalar, tam karşıdan yalnızca tek bir cephesine bakıldığı halde, her iki yan cephesiyle birlikte gösterilir. İncil'in aynı zamanda üç hatta dört yüzeyinin birden görüldüğüne bile rastlanır. Yüzler, önden bakıldığında saç çizgisi de görünecek şekilde, şakaklar ve kulaklar da öne doğru dönmüş, adeta düzlem üzerine yayılmış olarak çizilir. Bumun ise üstten ve uzunlamasına çizildiğine, yüzün görülmemesi gereken bölümlerinin gösterildiğine, ay-
39
40
rıca, aslında önden görülmesi gerektiği halde tersine çevrilmiş yüzeylere de rastlanabilir. Deesis* ikonlarında, kişilerin kambur, iki büklüm olması da ayırt edici özelliklerdendir. Aziz Prochor'un, (Aziz Johannes'in kılavuzluğunda İncil'i yazarken görüldüğü ikonlarda) aynı anda hem göğsü hem sırtı gösterilmiştir. Benzer şekilde, yüzün profilden ve önden görünüşünün, ön ve arka taraflarının, vb. farklı biçimlerde bir araya getirildiğine de rastlanabilir. Perspektif kuralları açısından görünmemesi gerektiği halde gösterilmiş bu kısımlarla bağlantılı olarak paralel ve ikon düzleminde ya da ikon düzlemine paralel bir düzlemde yer almayan çizgiler, perspektif yasaları açısından resmin ufkunda birleşmeleri gerekirken, ikonlarda tam aksine birbirinden ayrılarak başka yönlere gidecek şekilde çizilirler. Kısacası: İkonlarda resmedilen nesnelerin perspektif bütünlüğünün bu veya benzer şekilde bozulmuş olduğu o kadar bellidir ki, sözgelimi perspektif yasaları hakkında dolaylı olarak bilgi edinmiş ve öylesine bakan ortalama düzeyde bir öğrenci bile bunları kolaylıkla gösterebilecektir.
Ama ne tuhaftır ki, ikonlardaki "hemen fark edilebilen uyumsuzlukları" yakalamış olan -öyle görünüyor ki- herkeste büyük öfke uyandırması gereken bu "beceriksizce yapılmış" çizimler, tersine hiçbir şekilde öfkeye yol açmaz. Aksine bu uyumsuzlukların gerekli olduğu düşünülür, dahası bunlar insanların hoşuna bile gider. Üstelik bu kadarla da kalmaz: Aynı döneme ve a�ağı yukarı aynı okula ait iki ya da üç ikon yan yana getirilecek olsa, izleyici perspektif kurallarının en fazla bozulmuş olduğu ikonları sanatsal açıdan daha üstün bulacak, "daha doğru" bir çizimle yapılmış ikonlarsa daha soğuk, daha cansız ve temsil ettikleri gerçeklikle kurulabilmesi muhtemel daha yakın bir bağlantıyı yitirmiş gibi görüneceklerdir. Tarafsız bir sanat görüşü açısından bakıldığında çok daha orijinal olduğu düşünülen ikonlarda her zaman perspektif hataları vardır. Buna karşılık, perspektif öğretisinin gerekleri-
* Deesis (Yun.), Yakarış duası; bu türden ikonlarda, tahtına oturmuş, sağ eliyle takdis eden ve sol elinde İncil tutan İsa'nın sağ yanında Meryem durur; buna karşılık sol tarafında Vaftizci Johannes yer alır. (ç.n.)
ni daha fazla karşılayan ikonlar sıkıcı ve ruhsuz bir etki bırakır. İnsan, yalnızca bir kereliğine kendine perspektifin biçimsel beklentilerini unutma iznini verse, tarafsız bir sanat sezgisiyle, perspektif yasalarının bozulmuş olduğu ikonların üstünlüğünü kabul etmeye sürüklenecektir.
Şimdi bunun bir temsil tarzı olarak görüldüğü için değil de, sanatsal naiflik ve sadelik taşıdığı, sanatsal beceri açısından değerlendirildiğinde çocuksu ve kaygısız göründüğü için insanın hoşuna gittiği varsayımı ortaya atılabilir. İkonları çocuklara özgü sevimli saçmalıklar olarak göstermeye hazır ikon meraklıları vardır. Ama hayır, bu doğru değil: Sayıları belirgin biçimde fazla olan ikinci ve üçüncü düzeyden ressamların perspektif kurallarına daha az aykırı olan ikonlarıyla karşılaştırıldığında, o büyük ustaların elinden çıkmış olan ve kuralların fazlasıyla bozulduğu ikonların gücü, ikonların naifliği yargısının kendinin naif olup olmadığı düşüncesine götürmektedir insanı. Öte yandan perspektif yasalarının bu şekilde bozulmasına o kadar göze çarpıcı biçimde ve o kadar sık rastlanmaktadır, üstelik bunlar öylesine sistematik bir biçimde yapılmıştır ki, söz konusu düzensizliklerin raslantısal olmadığı, ikonlarda gerçekliğin özel bir temsil ve alımlama dizgesi içinde temsil edildiği düşüncesi neredeyse kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu düşünce bir kez ortaya çıktığında, ikonları seyreden kişi, perspektife aykırı hareket etmenin ikon ressamlığında bilinçli olarak uygulanmış bir yöntem olduğuna ve ister iyi ister kötü uygulanmış olsun, tamamen amaçlı ve bilinçli olarak kullanıldığına ikna olmaya başlayacak ve bu inancı adım adım güçlenecektir.
Sözü edilen bu farklı kısaltmaların öne çıkarılmasıyla, -bunlara ilişkin özel renk kompozisyonlarının oluşturulmasıyla ya da ikon ressamlarının söylediği gibi raskirişkalar'la*-,
* Raskirişka: Açan, belirginleştiren (Yun. anoigmata, anoigein - açmak, açıklamak). Raskirişkalar, ikonografide asıl çizimi ya da ikon yazısını gösterir. Örneğin bir yüz çiziminde raskirişkalar ağız, göz ya da burun çizgilerinden meydana gelir. (ç.n.)
41
42
kuralların söz ettiğimiz şekilde bilinçli olarak bozulduğu izlenimi daha da güçlendirilir. Burada (örneğin, nötr renklerin ya da belli başlı efektlerin kullanıldığı durumun aksine), bu kısaltmaların gözden kaçması önlenmekle kalmaz, üstelik belirginleştirilerek bunun tam tersi yapılmış olur! Raskirişkalar adeta çağrıda bulunarak, neredeyse çığlık atarak renklerin genel arka planından öne çıkarlar. Böylelikle, örneğin binaların normalde görünmeyen kısımları hiçbir zaman gölgede gizlenmez; aksine, çoğunlukla parlak, üstelik öncepheden farklılık gösteren bir renkle resmedilir.
Burada, ikonun merkezini oluşturmak amacıyla öne doğru çıkan bir başka nesne daha gösterir kendini - Kutsal Kitap! Kitabın genelde zincifre kırmızıyla renklendirilen kenarı ikonun en parlak yeridir, böylelikle aslında görülmemeleri gerektiği halde eklenmiş yüzeyler de olağandışı bir şekilde vurgulanarak öne çıkarılmış olurlar. Öne çıkarma yöntemlerine dair söyleyeceklerimiz şimdilik bu kadar.
Bu yöntemlerin, nesnelerin bilinen şekilde renklendirilişiyle karşıtlık oluşturacak biçimde ve bilinçli olarak uygulandığı, bu nedenle sıradan gerçekliğin doğaya uygun biçimde yapılmış taklitleri olarak açıklanamayacağı da ortaya çıkıyor. Çünkü İncil'in kenarı normalde zincifre kırmızısı değildir ve binaların yan duvarları da ön cephelerden farklı bir renge boyanmaz - öyleyse ikonlarda uygulanan kendine özgü renklendirme tekniğinin, aslında görülmesi perspektif açısından mümkün olmayan yüzeyleri öne çıkarma ve bu yüzeylerin doğrusal perspektiften bağımsız olduğunu vurgulama çabası taşımadığını söylemek mümkün değildir.
il.
Sözü edilen bu yöntemlerin ortak adı tersten ya da tersine çevrilmiş perspektiftir, kimi zaman bozulmuş ya da hatalı perspektif olarak da tanımlanır. Tersten perspektif kendine özgü çeşitli çizim teknikleriyle uğraşmaktan yorulmadığı gibi, ikonlardaki gölgelendirmelerde de belirleyicidir. Tersten perspektif yönteminin kullanılmasıyla ortaya çıkan en belirgin farklılık, temsillerin çokmerkezli olmasıdır. Çizim, gözün çeşitli kısımları izlerken durma noktasını değiştirdiği düşünülerek tasarlanır. Örneğin binanın çeşitli kısımları bilinen doğrusal perspektif yasalarına aşağı yukarı uygun olarak çizilmiş olsa da, bu kısımlardan her birinin kendine özgü durma noktası, yani perspektifin bütünü içinde özel bir merkezi, kimi zaman da kendine özgü ufku vardır (buna karşılık diğer kısımların çiziminde tersten perspektif kullanılmıştır). Perspektif kısaltmalarıyla yapılan bu karmaşık düzenleme yalnızca binalarda değil, beden çizimlerinde de görülür. Ancak burada kısaltmalar çoğunlukla ısrarcı bir tavırla değil de, daha ölçülü ve dikkat çekmeyecek şekilde uygulandığı için bunların birer çizim "hatası" olduğu bile düşünülebilir. Oysa başka durumlarda, öğrenilmiş tüm kurallar öyle gözüpek bir tavırla bir kenara bırakılır ve kurallara aykırı davranıldığı öyle güçlü bir biçimde vurgulanır, buna karşılık sözü edilen ikonlar kendilerini, sanatsal niteliklerini ve dolaysız yaratmanın hazzını o kadar açık bir biçimde ortaya koyarlar ki, resmin "hatalı" ve birbiriyle çelişik görünen ayrıntılarının karmaşık bir sanatsal plana işaret ettiği konusunda hiç şüphe kalmaz; kaldı ki bu plan olsa olsa yürekli bir plan olarak tanımlanabilir, ama kesinlikle naif olarak değil! Sözgelimi Lavra Manastırı'nın hazine odasındaki Kurtarıcı'nın başı sağa dönük olmasına rağmen bumun sol tarafına eklemlenmiş bir alanın kendini belli ettiği, bu arada bumun sol tarafındaki kısaltmanın da sağdakinden daha az olduğu İsa-Pantokrator* ikonu1 ve buna benzer diğer
• Pantokrator (Yun.) Her şeye hükmeden, İsa ikonu. Başlangıçta yal-
43
44
örnekler hakkında ne demeli? İsa'nın bumu öylesine belirgin bir şekilde yana dönmüş, başın iki yarısı ve şakaklar birbirinden o kadar ayrı gösterilmiştir ki, kolaylıkla, bu türden ikonların beceriksizce yapılmış olduğu söylenerek hepsi bir kenara atılabilir; tabii tüm "hatalarına" rağmen şaşırtıcı bir yoğunlukları ve ifade güçleri olmasaydı. Edindiğimiz bu izlenim, yine Lavra Manastırı'nda bulunan, çizim, kullanılan oranlar, motifler ve renk açısından benzer görünen bir başka ikona2 baktığımızda güçleniyor ve bir kesinlik halini alıyor. Bu son ikonda, perspektif yasalarından yukarıda bahsedilen türden sapmalar yoktur, aksine kurallara çok daha uygun olarak yazılmıştır.•
Bu son ikon, ilk ikonla karşılaştırıldığında anlamsız, ifadesiz, dümdüz ve cansız görünür; öyle ki, genel olarak diğeriyle şaşırtıcı bir benzerliği olmasına rağmen, perspektif yasalarına aykırı davranmanın, ikon ressamının hoş görülebilir güçsüzlüğünü değil, ressamın içinde yatan pozitif gücü gösterdiği konusunda hiç şüphe kalmaz. Bakılan ikonlardan ilkini ikincisinden -yani "hatalı olanı" "doğru olandan"- benzersiz bir şekilde daha değerli kılan tam da bu güçtür. Buradan ikon gölgelendirme tekniğine ve ışık-gölge kontrastı sorununa geçecek olursak, ikonlarda gölgelerin kendine özgü bir dağılımı olduğunu görürüz. Bu, ikon resminin natüralist resmin talepleriyle uyum içinde olmadığını daha da çok vurgulayıp
nızca kilise kubbesindeki ikonlar için kullanılırdı; daha sonralan ise sol elinde İncil tutan ve sağ eliyle takdis ederken önden görülen genel İsa figürü için de kullanılmıştır. (ç.n.)
* Yazı: İncil metinleri ya da liturjik metinler gibi ikonlar da "yazılır", dolayısıyla ikonografi teknikleri de yazı ya da yazma teknikleridir. (Yun. graphein, Rus. pisat hem yazmak hem resmetmek anlamına geliyor.) (ç.n.)
1. 23/328 no.'lu ikon, XV.-XVI. yüzyıl, boyutlar: 32 cm x 25.5 cm, 1919 yılında aslına uygun olarak onarılmıştır. Nikita Dmitrovitç Veljaminovs'un Olga Borisovna'ya armağanı, 1525. (Bkz: "Opis ikon Troize-Sergievoj Lavry", Sergiev Posad, l 920, Lavra'yı Koruma Komisyonu Yayınlan, s. 89-90).
2. 58/328 no.'lu ikon, XV.-XVI. yüzyıl, boyutlar: 3 1 .5 cm x 25.5 cm, Ivan Gregorjevitç Nagov'un armağanı, 1 691 (Bkz. "Opis ikon . . . ", (2), s. 102-103).
öne çıkaran bir özelliktir. Sabitlenmiş bir odak noktasının olmayışı, ikonun farklı kısımlarındaki ışık dağılımının birbirine karşıtlık oluşturması, aslında karanlıkta bırakılması gereken cisim ve kısımları öne çıkarma çabası - bunların tümü ile rastlantıdır ne de yeteneksiz bir sanatçının yaptığı hatalardır; aksine, bilinçli olarak yapılmışlardır ve sanatsal yetkinliğin en üst düzeye ulaşmasını sağlarlar.
İkon resmindeki benzer yöntemlere rasdelkalar'ı* da eklemek gerekiyor. Rasdelkalar, raskirişkalar'ın olduğu yerde onlardan farklı bir renkle yapılan çizgilerdir. En sık kullanılan altın varaktır, çok nadiren de olsa gümüş varak ya da altın rengi de kullanılır. Rasdelkalar'ın bu şekilde öne çıkarılmasıyla, ressamın bunlar üzerine bilinçli olarak dikkat çektiğini, bu çizgilerin herhangi bir fiziksel gerçeklikle, örneğin kıyafetler ya da tahtlar üzerindeki çizgisel sistemlerin hiçbiriyle ilişkisi olmadığı halde bunları özellikle vurguladığını söylemek istiyoruz. Çünkü bunlar, sırf potansiyel çizgilerden oluşan bir sistem oluşturur. Bu çizgiler, tıpkı elektrik enerjisi çizgileri ya da manyetik alandaki veya izoterm sistemlerindeki çizgiler ve benzer diğer sistemlerdeki eğri çizgiler gibi, söz konusu nesnelerin kuruluşuna ilişkin çizgilerdir. Öyleyse, nesneyi ve nesnenin dinamiğini nesnenin görünür çizgilerinden çok daha güçlü bir şekilde ifade edebilen, metafizik bir şema olan rasdelkalar, tümüyle görünmezdir. Bunları ikonlara sonradan ekleyen ikon ressamı, ikonu izleyen göze sunulmuş hareket çizgilerinin bütünlüğünü sağlamayı amaçlar. Bu çizgiler, izlenen nesnenin içsel kuruluş şemasını oluşturur ve dayandıkları fiziksel temelleri bulmak istersek, öncelikle kuvvetlerle ve gerilim alanlarıyla karşılaşırız. Başka bir deyişle, rasde/kalar bir gerilim sayesinde oluşmuş, daha doğrusu zaten görünür olan çizgilerden çok, sırf olabilirliklerden veya temsil edilendeki potansiyelden kaynaklanan çizgileri gösterir. Bunlar, örneğin giysileri katlayacak olsaydık, alacakları kıvrımlardır.
* Rasdelka: Ayırma (Yun. Chrysokondylis; fırçayla çekilmiş altın çizgiler). Bu teknikle ikon üzerine ince altın varak şeritler yapıştınlmaktadır. Çoğunlukla figürlerin giysilerinde kullanılır. (ç.n.)
45
46
İkonlarda perspektif açısından görülmemesi gereken, ama görünür kılınmış yüzeylere çizilen rasdelkalar, bu yüzeylerin yapısal özelliklerini açığa vurur ve yüzeylerin bütünle olan işlevsel ilişkisini kavramaya yönelik pasif bir izleyişte sınırlı kalınmamasını sağlar. Ayrıca rasde/kalar, özel bir vurguyla, benzer perspektif kısaltmalarının ve perspektifin taleplerinin boyunduruğu altında olunmadığının anlaşılmasına yardım eder.
Perspektif yasalarına tabi olunmadığını, dahası bu yasalara aykırı davranma bilinciyle hareket edildiğini vurgulamakta kullanılan diğer sayısız ve çok da önemli olmayan ikonografi yöntemlerinden bahsetmeyeceğiz burada. Yalnızca, çizimleri çerçevelendiren ve onların kendine özgü özelliklerinin altını olağandışı bir biçimde çizen kontür çizgilerine, açık renkli yerlere, figürlerin hareketlerini vurgulayan beyaz çizgilere ve çalışmanın son aşamasında eklenen, çıkıntılı yerleri öne çıkaran, dolayısıyla aslında görülmemesi gereken düzensiz yüzeylerin vb. vurgulanmasını sağlayan ince beyaz çizgilere dikkat çekmek istiyoruz. Diyebiliriz ki böylece, ikonları dikkatle incelemiş olan herkesin zaten sahip olduğu izlenimleri hatırlatmış ve ikonların paralel perspektife uygun düşmeyen yanlarının raslantısa/ olmadığını ve perspektif yasalarına bu şekilde aykırı davranılmasının estetik açıdan taşıdığı verimliliği gösterebilecek yeterince kanıt öne sünnüş oluyoruz.
47
Meryem ve Kutsal Başmelek Mikael, Deesis-İkonu detayı, Novgorod, 15. yüzyıl .
48
Tahtta lsa. Deesis-lkonundan bir bölüm. Navgarod. 15. yüzyıl.
49
Aıiz Kerametçi Nikola, Aıiz Sergiy ikonu. 14. yüzyıl başı.
50
Andrey Rublyov'un Kutsal Teslis İkonu, 15. yüzyıl başı.
III
Bunları anımsadığımıza göre şimdi, perspektif yasalarına aykırı davranmanın anlamı ve haklılığı sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Başka bir deyişle, konuyla yakından ilişkili olan bir başka sorunun, perspektifin (yani paralel ve merkezi perspektifin) nasıl bir anlam taşıdığı ve hangi sınırlar çerçevesinde uygulandığı sorusunun yanıtını aramamız gerekiyor. Perspektif, taraftarlarınca iddia edildiği üzere, gerçekten şeylerin doğasını mı ifade ediyor, ve bu yüzden her yerde ve her zaman sanatsal doğruluğun kesin bir önkoşulu olarak mı görülmesi gerekiyor? Yoksa yalnızca bir şema özelliği mi taşıyor, hatta kapsamlı bir dünya tasarımını karşılamayan birçok olası şemadan, belirli bir dünya görüşüne ve tanımlanmış bir algılama biçimine bağlı olarak ortaya çıkan pek çok dünya yorumundan biri mi sadece? Başka bir ifadeyle tekrarlarsak, perspektif, dünyanın perspektifle yapılan temsili, perspektifle yorumlanışı, dünyanın kendi gerçekliğinden kaynaklanan asıl sureti, hatta asıl doğru ifadesi mi? Ya da sırf farklı bir imla*, ortaya çıktıkları çağlara özgü dünya görüşlerinde karakteristik olarak kabul edilen sayısız konstrüksiyondan biri mi söz konusu yalnızca? Söz konusu olan böyle bir konstrüksiyonun perspektif yoluyla, farklı dünya görüşleri ve farklı çağlara özgü tarzlarla ilgili imlaları ve çeşitli transkripsiyon sistemlerini de içine katarak kendi tarzını dile getirmesi mi?
Öte yandan burada gerçeklikle çok daha sıkı bir bağ içinde olan transkripsiyonların söz konusu olduğu ve bir azizin mektubundaki dilbilgisi hataları, aktardığı deneyimlerinin doğruluğunu ne kadar az bozuyorsa, perspektif kurallarına aykırı davranmanın da bir temsilin sanatsal doğruluğunu ancak o kadar bozduğu düşünülebilir mi?
Bu sorulara yanıt bulabilmek için öncelikle bazı tarihsel bilgilerin verilmesi gerekiyor. Gelin şimdi tarihsel açıdan in-
* İmla diye karşıladığımız kelime ortografi: imla, yazım; (Yun.) orthos: doğru / graphein: yazmak (resmetmek) anlamına geliyor. (ç.n.)
51
52
celeyerek görsel temsilin ve perspektifin birbirinden nereye kadar ayrılmaz olduğunu somut olarak görelim.
Babil ve Mısır'a özgü alçak kabartmalar perspektife ilişkin hiçbir iz taşımaz; üstelik bunlarda tersten perspektifin kullanıldığına dair bir belirti de yoktur. Bilindiği üzere Mısır temsillerinde çokmerkezlilik yaygın olarak görülür. Söz konusu olan, Mısır sanatının kanonik biçimlerinden biridir: Mısır kabartmaları ve fresklerinin en belirgin özelliği yüz ve ayaklar profilden gösterilirken omuzların ve göğsün cepheden verilmesidir. Yine de bunlarda tam anlamıyla perspektif kullanıldığını söylemek mümkün değildir. 3 Oysa portrelerin ve gündelik yaşam sahnelerinin şaşırtıcı bir sahicilik taşıması Mısırlı sanatçıların olağanüstü gözlem yeteneğine işaret eder. Bu nedenle, taraftarlarının iddia ettiği gibi perspektif kurallarının gerçekten de dünyanın gerçekliğine özgü olduğunu doğru varsayarsak, böylesine keskin bir göze sahip Mısırlı ustaların niçin perspektifi fark etmediklerini anlamak ya da fark etmediklerini kabul etmek pek mümkün değildir. Öte yandan ünlü matematik tarih-
3. Yan yana durarak hiza oluşturmuş ve hiza çizgisine dikey doğrultuda ilerleyen asker ya da atlann temsilinin perspektifin başlangıcı olarak görülmesi gerektiğini düşünenler de vardır. Kuşkusuz burada askeri aksonometrik ya da başka türden bir projeksiyon söz konusudur ve bu, sonsuz genişlikteki bir merkezden yapılan bir projeksiyon olduğu için kendine özgü bir anlam taşır. Ancak bunu bir başlangıç aşaması olarak görmek, yani henüz tam olarak olgunlaşmamış bir perspektif anlayışı olduğunu düşünmek, bütün temsillerin doğaları gereği sonradan meydana getirilen karşılıklar olduğunu ve pek çok temsilin aslında projeksiyon niteliği taş ıdığını, buna rağmen perspektifsel olmadığını unutmak anlamına gelir. Aynı şekilde bunlar ne perspektifin başlangıcı sayılabilir ne de tersten "perspektif'in veya benzerlerinin. Bu konularla uğraşanlann sorunun matematiksel yanına yeterince dikkat etmediğini kabul etmek gerekiyor; çünkü temsillerde kullanılan tüm yöntemler -bunlar sayılamayacak kadar çoktur- matematiksel açıdan incelenerek doğru (yani perspektife uygun) ve yanlış (perspektife aykın) olarak sınıflandınlıyor. Eğer temsilin doğruluğunu ya da yanlışlığını perspektif tekniğinin kullanılıp kullanılmadığına göre değerlendirebileceğimiz düşüncesini bir kenara bırakırsak, Mısır temsil geleneğinin özel bir dikkat gerektirdiğini görürüz, zira burada dokunma duyusu görsel olana ağır basar. Mısırlılann temsil edilen ile temsildeki noktalar arasında nasıl bir eşleme yaptığı yanıtlanması hayli zor bir sorudur ve bugüne değin buna tatmin edici bir yanıt bulunamamıştır.
çisi Moritz Cantor'un da belirttiği gibi Mısırlılar, perspektifin kullanıldığı temsiller için gerekli olan basit geometri kurallarını daha o zamanlarda biliyordu. Özellikle de geometrik oranların bilgisine sahiptiler, dolayısıyla gerektiğinde ölçüyü küçültüp büyütebilecek kadar ileri düzeydeydiler.
"Bu durumda Mısırlıların bir adım ileri gidip perspektifin penceresini aralamamış olması şaşırtıcı değil mi? Bilindiği üzere Mısır resminde perspektife dair hiçbir iz yoktur. Buna ilişkin hangi dinsel ya da başka nedenler öne sürülürse sürülsün, Mısırlıların resmin yapıldığı yüzeyi izleyicinin gözü ile temsil edilen nesne arasında konumlanmış olarak algılamak ve çizgiler sayesinde bu yüzeyin kesişim noktasını söz konusu nesneye yönelmiş görme ışınlarıyla birleştirmek için hiçbir yönteme başvurmadığı geometrik olarak kanıtlanmış bir gerçektir."4
Moritz Cantor sadece kısaca değinip geçmiş olsa da, Mısırlılara özgü temsillerde perspektif kullanılmamasının dinsel temelleri üzerinde özellikle ve büyük bir dikkatle durulması gerekiyor. Mısır sanatı gerçekten de katı bir kanonik biçim kazandı ve binlerce yıllık süreçte kendine sarsılmaz kanonik formüller geliştirdi. Bu formüller taşıdıkları içsel anlama uygun olarak, metafiziksel bir temsile yakın duran hiyerogliflere benziyordu. Dolayısıyla, Mısır sanatının yeniliklere neredeyse hiç ihtiyacı yoktu ve zamanla kendi içine kapandı. Perspektif oranlarının -bunların farkına varılmış olsa bile- Mısır sanatının kendi içine kapalı döngüsel kanonuna dahil edilmesi mümkün değildi. Mısırlılarda ve (farklı bir anlamda da olsa) Çinlilerde perspektifin olmayışı, onların çocuksu bir deneyimsizliğe sahip olmasından çok, son derece eski sanatlarında ulaştıkları erken bir olgunlaşma aşamasına, hatta üstün bir olgunluk aşamasına işaret ediyordu.
Perspektiften bağımsızlaşma ya da onun iktidarını -biraz .sonra göreceğimiz gibi perspektifin böylesine bir iktidara sahip oluşu öznelciliğin ve illüzyonizmin ayırt edici özelliğidir-
4. Moritz Cantor, Vorlesungen über Geschichte der Matematik, c. 1 , Leipzig 1 907, 3 . basım, s. 108.
53
54
ilksel olarak reddetme tavrı, dinsel bir nesnellik ve kişilerüstü bir metafizik uğruna gerçekleşir. Aksi halde, dünyayı kavrayıştaki dinsel kararlılık ve bir halkın genel bilincine özgü kutsal metafizik tek tek kişilerin farklı bakış açılarına göre gerçekleşen salt bireysel gözlemlere ayrışırsa, perspektife özgü parçalanmış, ahenksiz bilinçle karşı karşıya kalırız.
Ama burada üzerinde durulması gereken asıl nokta, perspektifin , özünde az ya da çok metafizik özellikler taşıyan arı sanatta değil de, aksine gerçekliğin hakikati yerine görünüşün olabilirliğini kendine görev edinen kullanmalık sanatta dekoratif bir öğe olarak ortaya çıkmış olmasıdır.
Vitruvius'un• vaktiyle yaşayan tanrılar olarak görülen ay ve güneşi soğumuş taşlar olarak açıklamakla uğraşan ve tanrının yarattığı bir evren tasarımının yerine, gökcisimlerinin oluşmasını sağlayan merkezkaç bir girdabı koyan kişinin Anaksagoras olduğunu söylemesi, perspektifin kaşifi olarak tam da Anaksagoras'ı göstermesi, üstelik bu keşfi eskiler tarafından skenografı denilen alanda, yani boyanmış sahne dekoru alanında yaptığına işaret etmesi kayda değer bir başka konudur. Vitruvius'un yazdıklarından5 yola çıkacak olursak, Aiskhylos yaklaşık İÖ 470'te Atina'da tragedyalarını sahnelediğinde ve ünlü Agatharcus onun için sahne dekoru yaptığında (ve bunlara ilişkin risalesi Commentarius'u yazdığında), Anaksagoras ve Demokrit tam da bu nedenle sahne dekorunu bilimsel olarak temellendirmek istemişlerdi.
Yanıt aradıkları soru, bir düzlem üzerindeki çizgilerin, (belli bir merkez alındığında) bunlardan göze doğru yönelen ışınlarla, tam da o noktada bulunan bir gözden çıkarak bina-
"' Vitruvius, Pollio (İÖ 1 . yüzyıl) Romalı mimar; Antikçağın (bugün elimizde olan) en önemli mimarlık kuramı kitabı Mimarlık Üzerine On Kitap adlı eseri yazmıştır. (ç.n.)
5. Vitruvius Pollio, Mimarlık Üzerine On Kitap (Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, 1990/1993, çev. Dr. Suna Güven), Vll- 1 1 , s. 149. Aynısını Aiskhylos'un Viıa'sında da görüyoruz. Ancak Aristoteles'in Poetika' sında c. 4'te belirttiğine göre skenografınin ortaya çıkmasını sağlayan ilk kişi Sophokles'tir. Yine de bu durum bir karşıtlık oluşturmuyor, çünkü Sophokles Aiskhylos'ıan çok daha doğalcıydı ve bu nedenle sahne tasarımında yanıltıcı perspektif kullanmak için daha çok çaba harcamıştı belki de.
nın ilgili noktalarına yönelen ışınların örtüşebilmesi için nasıl konumlandırılacağıydı ki böylece -modern terimlerle ifade edersek-, asıl nesnenin ağtabakada oluşan sureti aynı nesneyi temsil eden dekorunkiyle aynı olmalıydı.
55
56
iV
Belli ki perspektif arı sanat içinde ortaya çıkmadı ve başlıca amacına uygun olarak gerçekliğin canlı ve sanatsal kavranışını dile getirmedi. Aksine perspektif kullanmalık sanat çerçevesinde, tiyatro teknikleri alanında tasarlanmıştı; bu amacı gerçekleştirmek için resmi kendi hizmetinde kullanmış ve ondan kendi hedefleri doğrultusunda yararlanmıştı. Öyleyse bu durumda perspektifin ödevlerinin arı sanatın ödevleriyle örtüşmesi mümkün müdür? Bu soru elbette ki bir yanıt gerektirmiyor! Zira resmin görevi gerçekliği kopyalamak değil, gerçekliğin mimarisine ve materyaline, aynı şekilde anlamına ilişkin daha derin bir kavrayışı sağlamaktır daha çok. Gerçekliğin anlamının, materyalinin ve tüm yapısının sanatçının gözlemleyen gözü tarafından kavranması gerçekliğin kendisine canlı bir dokunuşla, bu gerçekliğin içinde yaşayarak ve hissederek gerçekleşir. Sahne tasarımında amaçlanan ise aksine, gerçeklikle yanılsamanın yerini mümkün olduğunca değiştirmektir.
Bu yanılsamanın estetiği, ilkömeğe, sanatsal yöntem ve teknikler yardımıyla gerçekleştirilmiş suretle simgesel olarak işaret edilmesinde değil, kendi öğelerinin içsel tutarlılığında temellenir. Dekorasyon, doğası gereği yanıltmaca'dır, ama güzel bir yanıltmacadır. Arı sanat ise yaşamın yerine geçen değil, ona tüm gerçekliği simgesel olarak işaret eden yaşamsal hakikattır, en azından böyle olması için çabalar. Oysa dekorasyon, gerçekliğin ışığını gizleyen bir paravan gibidir - bunun aksine arı resim ardına kadar gerçekliğe açılmış bir pencereye benzer. Anaksagoras ve Demokrit gibi düşünürlerin gerçekçi anlayışına göre gerçekliğin simgesi olarak bir temsili sanat mümkün olamazdı ve olması da gerekli değildi. Tıpkı bütün "Gezginlerin"• düşündüğü gibi -izninizle burada Rusla-
"' Gezginler: P. Florenski burada 1 870 yılında kurulmuş ve Petersburg akademisi mezunu 14 kişinin oluşturduğu grup tarafından gerçekleştirilmiş olan "Gezginler Topluluğu Sergileri"ne işaret ediyor; bu grup 1863 yılında
rın yaşamına ilişkin bu önemsiz görünüşten tarihsel bir kategori oluşturmak istiyorum-, onlar da bilginin elverdiği ölçüde yaşamsal hakikate ulaşmaya çalışmak yerine, dışsal bir benzerlik arayışı içindeydi. Bu benzerliği, yaşamın kendisinin yaratıcı temelleri için değil, yaşamsal etkinlikler açısından yararlı olabilecek şeyler bulabilmek için arıyorlardı. Onlar için önemli olan yaşamın dış yüzeyinin taklit edilmesiydi.
O döneme değin Yunan tiyatro sahnesinde "resimler ve tuvaller"6 kullanılmışsa da artık yanılsamalar• yaratmanın gerekli olduğu hissediliyordu. İşe bakın ki, izleyicinin ya da sahne tasarımcısının tıpkı Platon'un cehennemindeki mahkumlar gibi tiyatrodaki sıralara zincirlenmiş olduğu, gerçeklikle aracısız ve canlı bir ilişki kurabilecek durumda olmadığı (ve aslında kurmaması da gerektiği) varsayılıyor, sanki camdan bir vitrinle sahnenin dışında bırakılmış, tek bir gözü varmış ve o da hareketsizmiş gibi davranılıyor, kötürüm iradesiyle canlı yaşamın içine giremeyeceği düşünülüyor ve kutsallıktan arındırılmış bir tiyatronun sahneyi zaten, "hakiki olmayan" ve "irade-dışı" bir şey olarak izlemeyi gerektirdiğine inanılıyordu. Tüm bu varsayımlardan yola çıkarak ben de, ilk perspektif kuramcılarının tiyatro izleyicilerini yanıltmacalarla karşı karşıya bırakmanın kurallarını belirlediğini iddia ediyorum.
Anaksagoras ve Demokrit yaşayan insanı adeta curare•• ile zehirlenmiş izleyiciyle değiştirdi ve onların aldanmasını sağlayacak kurallar üretti. Buna karşı çıkmıyoruz, ha