32
Siyaset Siyaset Aylık Siyasi Dergi - 2 TL Nisan 2014 / Sayı 13 Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin Seçimler yapıldı, beklenen oldu, AKP icraatlarına kal- dığı yerden devam edecek. Bizler de mücadelemize. Umudu gerçeğe çevirelim Newroz’dan, Rojava’dan, Gezi’den Özgürlüğe Ortak bir kadın emeği politikası Emperyal maça devam: Saha Suriye Halit Elçi s. 3 Mahir Sayın s. 11 Necla Akgökçe s. 16 Tülay Hatimoğulları s. 19 Seçimlerde HDP/BDP Türkiye çapında 4. Parti olarak ortaya çıktı ve ger- çek muhalefetin tek adresi olduğunu gösterdi. Her ateşkeste, her barış girişiminde hem Kürt halkı hem de tüm bölge halk- ları özgür ve demokratik gelecek adına irili ufaklı kazanımlar sağladılar. Rusya, Suriye hükümetinin her alanda sonuna kadar yanında olduğunu politik ve askeri desteğiyle fiilen gösteriyor. Bankaları, sanayi kompleksleri, orduları, medya kanal- ları, üniversiteleri, hapishaneleri vb ile yıkılmaz görünen ve ilelebet yaşayacakmış yalanını yayan sömürü düzeni kapitalizm çoktan tarihsel ömrünü tamamladı. İnsanlık kapitalizme; yani açlığa, işsizlik ve sefalete, savaş ve toplu kıyımlara, erkek egemenliğine, doğaya ve kendisine yabancılaşmaya mahkum değil. Yeter ki işçi sınıfı ile birlikte tüm emekçiler ve ezilenler ayağa kalksınlar ve sırtlarındaki zulüm küresini yere çalsınlar. Dünyanın bahtı bir şafak vakti değişir, “bir şafak vakti karanlığın kenarından / onlar ağır ellerini toprağa basıp / doğrul- dukları zaman.” Bizim Paramaz Pakrat Estukyan s. 24 Yeğeni elini öperken bile o küçük yeğeni Paramaz’la birlikte Hınçak marşları, fedai ağıtları söylemeyi sürdürüyordu. Umudun adı HDP Kapitalizm yalnızca işyerindeki işçiyi sömürmekle yetinmiyor; o bütün insanlığı, toplumsal yaşamın her zerresini, tüm doğayı, kentleri, insan bedenini ve zihnini ele geçirip sermaye çevrimle- rine katıyor. Milliyetleri ve inançları, cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimleri, sürekli daha fazla kâr ve bu düzeni sürdürebilmek için siyasal egemenlik uğruna eziyor, birbirine düşürüyor ve kötürümleştiriyor. İşte bu yüzden, bu topraklarda başta işçi ve emekçiler olmak üzere tüm halkların, kadınların, gençlerin, LGBTİ’lerin mücadele cephesini örmeye girişen HDK/HDP sömü- rü ve tahakküm düzenini ölümüne korkutuyor. İşte bu yüzden, umudun adı HDP. 1 Mayıs’ta alanlara Gün işçilerin günü GÜNDEM

Siyaset sayı 13

  • Upload
    siyaset

  • View
    275

  • Download
    11

Embed Size (px)

DESCRIPTION

Sosyalist Yeniden Kururluş için Siyaset Gazetesi Nisan 2014 sayısı

Citation preview

Page 1: Siyaset sayı 13

SiyasetSiyasetAylık Siyasi Dergi - 2 TL Nisan 2014 / Sayı 13

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin

Seçimler yapıldı, beklenen oldu, AKP icraatlarına kal-dığı yerden devam edecek. Bizler de mücadelemize.

Umudu gerçeğe çevirelim

Newroz’dan,Rojava’dan,Gezi’den Özgürlüğe

Ortak bir kadın emeği politikası

Emperyal maçadevam: Saha Suriye

Halit Elçi s. 3

Mahir Sayın s. 11

Necla Akgökçe s. 16

Tülay Hatimoğulları s. 19

Seçimlerde HDP/BDP Türkiye çapında 4. Parti olarak ortaya çıktı ve ger-çek muhalefetin tek adresi olduğunu gösterdi.

Her ateşkeste, her barış girişiminde hem Kürt halkı hem de tüm bölge halk-ları özgür ve demokratik gelecek adına irili ufaklı kazanımlar sağladılar.

Rusya, Suriye hükümetinin her alanda sonuna kadar yanında olduğunu politik ve askeri desteğiyle fiilen gösteriyor.

Bankaları, sanayi kompleksleri, orduları, medya kanal-ları, üniversiteleri, hapishaneleri vb ile yıkılmaz görünen ve ilelebet yaşayacakmış yalanını yayan sömürü düzeni kapitalizm çoktan tarihsel ömrünü tamamladı. İnsanlık kapitalizme; yani açlığa, işsizlik ve sefalete, savaş ve toplu kıyımlara, erkek egemenliğine, doğaya ve kendisine

yabancılaşmaya mahkum değil. Yeter ki işçi sınıfı ile birlikte tüm emekçiler ve ezilenler ayağa kalksınlar ve sırtlarındaki zulüm küresini yere çalsınlar. Dünyanın bahtı bir şafak vakti değişir, “bir şafak vakti karanlığın kenarından / onlar ağır ellerini toprağa basıp / doğrul-dukları zaman.”

Bizim Paramaz

Pakrat Estukyan s. 24

Yeğeni elini öperken bile o küçük yeğeni Paramaz’la birlikte Hınçak marşları, fedai ağıtları söylemeyi sürdürüyordu.

Umudun adı HDPKapitalizm yalnızca işyerindeki işçiyi sömürmekle yetinmiyor; o bütün insanlığı, toplumsal yaşamın her zerresini, tüm doğayı, kentleri, insan bedenini ve zihnini ele geçirip sermaye çevrimle-rine katıyor. Milliyetleri ve inançları, cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimleri, sürekli daha fazla kâr ve bu düzeni sürdürebilmek için siyasal egemenlik uğruna eziyor, birbirine düşürüyor ve kötürümleştiriyor. İşte bu yüzden, bu topraklarda başta işçi ve emekçiler olmak üzere tüm halkların, kadınların, gençlerin, LGBTİ’lerin mücadele cephesini örmeye girişen HDK/HDP sömü-rü ve tahakküm düzenini ölümüne korkutuyor. İşte bu yüzden, umudun adı HDP.

1 Mayıs’ta alanlaraGün işçilerin günü

GÜNDEM

Page 2: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 2

Siyaset, Türkiye’de rejimin içinde bulunduğu siyasal gerilim-ler ve yerel seçimlerin yoğun politik atmosferinin ardından geride kalanlara bir bakış atıyor. Devrimci demokratik seçeneğimiz HDP’yi ve onun gözünden seçimleri değerlendiriyor, Kürdistan coğrafyasındaki gelişme-lere göz atıyoruz. Suriye’de emperyalizmin desteğiyle başlatılan iç savaş ve “Öz-gür Suriye Ordusu” adı altında bir araya gelmiş cihatçı çetele-rin katliamları şiddetlenerek devam ediyor. Alevi katliamları gözümüzün önünde bir soykırıma doğru ilerliyor. Ermeniler ise “büyük felaket”ten neredeyse bir asır sonra yeniden ölüm, zulüm ve tehcirle yüz yüze.

Türkiye’nin bu çeteleri aktif bir biçimde desteklediği artık resmen kabul ediliyor. Suriye’ye NATO müdahalesinin önünü açmak için kimyasal silahların Türkiye tarafından sağlandığı bilgisi ise artık dünya kamuoyu tarafından açıkça tartışılıyor. Belgelerinin ortaya çıkması an meselesi.

Ve 1 Mayıs. Yolsuzluklar, yasaklar, seçimler ve savaş gün-deminin tozu dumanı arasında emekçilerin ve ezilenlerin mücadele çağrısı 1 Mayıs tüm görkemiyle yaklaşıyor. Dev-rimci demokratik halk güçlerinin rejimin kliklerinden birinin peşine takılmadan, bağımsız bir emekçiler ve ezilenler cephe-siyle sahne aldığında ortaya çıkacak politik gücü, bu 1 Mayıs alanlarında görmüş olacağız. Tüm okurlarımızı bu emekçi seçeneği güçlendirme perspektifiyle 1 Mayıs çalışmalarına omuz vermeye çağırıyoruz. Gazetemizin de bu çalışmalara katkı sunmasını umuyoruz.

Emek piyasasının vahşi yapısına karşı emekçiler tüm dağınık-lık ve parçalanmışlıklarına rağmen direnmeyi ve örgütlen-meyi sürdürüyorlar. Şu an sürmekte olan direnişlerden birisi olan Greif işçilerinin mücadelesini bir röportajla sayfalarımı-za taşırken, 1 Mayıs öncesi süre giden emek mücadelelerinin kısa bir panoramasını emek sayfalarımızda okuyucularımıza sunmaya çalıştık. Necla Akgökçe’nin kadın emeğine yöne-lik güncel politikalar ortaya koyan yazısı ile emek ve kadın sayfalarımızı birleştirdik.

Doğa talanını sürdüren kapitalist sistemin HES ve nükleer santral hedefleriyle en yoğun saldırıları planladığı Karadeniz bölgesinde, ortak bir mücadele programı inşaa etmek için çalışanlardan Sinop NKP sözcüsü Zeki Karataş ile söyleştik.

Erkek şiddetinin katlettiği kadınlardan iş cinayetlerine kadar “seri cinayet rejimi” olarak tanımlayabileceğimiz ülke gerçeği-ni sayfalarımızda haberleştirdik.

Bu toprakların kadim halklarından Ermenilere, Osmanlı/Türk devleti ve işbirlikçilerince yapılan soykırımın 99. yıldö-nümü (24 Nisan) yaklaşırken Ermeniler, aynı politikaların devamı olan ırkçı/dinci saldırılara bu kez Suriye’nin Kesab Kasabası’nda uğradılar. Kesab’da olan bitenlere iki yazıyla yer veriyoruz. Gazetemiz için çok değerli bir öykü kaleme alan Pakrat Ustaya bilhassa teşekkür ediyoruz.

Her zaman olduğu gibi, Siyaset için yazı, öneri ve eleştirileri-nizi bekliyoruz.

1 Mayıs birlik, mücadele ve dayanışma günümüz şimdiden kutlu olsun. Hep birlikte alanlarda özgürlük ve eşitlik slogan-larımızla buluşmak üzere.

İnternet sansür yasası, TİB, BTK derken önce Twitter

sonra Youtube yasaklandı. Ne-ler oluyor diye sorarken Türki-ye’nin, DNS ayarları denen site adreslerini kullanıcıların habe-ri olmadan istediği sunuculara yönlendirdiği ortaya çıktı. Son-ra mahkeme kararı ile Twitter açıldı. Ardından Youtube da açılacakken yaşanan bir tür mahkeme savaşları yoluyla en azından bu yazı yazılırken halen yasaklı halde kaldı.

AKP hükümetinin yaşamın her alanında gittikçe otori-terleşen yönetim yapısı kimi durumlarda sermayenin genel rasyonellerini de aşar hale geliyor. Yasaklara tepkiler sa-dece ezilenlerden değil bizatihi egemen kesimlerden geldi. Uluslararası finans kapital temsilcilerinden, emperyalist kurumların sözcülerine kadar internet yasakları tepkiyle karşılandı. Elbette bu tepkiler o kurumların özgürlük yanlısı olmasından kaynaklanmıyor-du. Sermaye birer şirket olan

bu sitelerin yasaklanmasını sadece piyasacı anlayışına sığ-madığı için eleştiriyor. AKP ise birer simge olarak bu siteleri kapatarak kendi kitle tabanı-na ben dünya devlerine kafa tutarım, dik duruyorum mesajı veriyor. Tabii dik duruşunun ne kadar sınırlı olduğu Ana-yasa Mahkemesi’nin kararını uygulamak zorunda kaldığında ortaya çıktı.

Aslında Twitter, Youtube vs; yaşam tarzları, kültürel iklim-leri, maddi olanakları açısın-dan ülkede emekçi sınıfların geniş kesimlerinin hayatına doğrudan temas bile etmiyor. Twitter’ın, Tayyip Erdoğan’ın mitinglerinde yuhalatılmasına Mekke’de şeytan taşlar gibi şevk ile katılan kitle için de bir şey ifade etmediği kesin.

Twitter ve Youtube yasakları burjuva siyasetin konusu ve malzemesi haline getirilirken arka planda ise toplumun haber alma ve iletişim özgür-lüğünün önüne büyük setler

çekiliyor. Yıllardır ana akım medyanın kuşatması altında bulunan toplum, internetin yarattığı görece imkanlar ile alternatif bilgilere ulaşabilme yolları da bulmuştu. Ancak in-ternet ağının tekeller ve devlet-ler eliyle tamamen bir denetim ve yönlendirme mekanizması haline gelmesi işten bile değil.

Farklı bir iletişimin kanallarını arayan, zorlayan farklı anti-ka-pitalist dinamikler sürekli yeni bilgileri, yasakları aşma tek-niklerini topluma sunuyorlar (Kızıl Hackerlar, Korsan Parti, Alternatif Bilişim derneği vs..). Ancak mesele sadece teknik ayarlarla geçiştirilecek kadar basit değil. İletişim özgürlüğü için mücadele önümüzdeki dönem AKP’ye karşı müca-delenin de, asıl olarak dünya çapında kapitalizme karşı mücadelenin de ana dinamik-lerinden birisini oluşturmak zorunda. Şimdi bunun yol-larını aramalı ve şiarlarımıza özgür internet talebimizi de eklemeliyiz.

Editörden

Sosyalist Yeniden Kuruluş İçin SİYASET Ye rel Sü re li Ya yın Sa hi bi ve Ya zı İş le ri Mü dü rü: Yiğithan Kavukçu Adres: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sk. No: 18 K. 4 Beyoğlu/İstanbul Tel.&Faks: (0212) 243 90 50 E-posta: [email protected] Bas kı: Ezgi Matbaacılık - Sanayi Cad. Altay Sok. No:14 Çobançeşme Yenibosna - İstanbul Tel:(0212) 452 23 02SİYASET Banka Hesapları: İş Bankası - Zincirlikuyu Şb. TL Hesabı: 1154-0434276 - Euro Hesabı: 1154 - 0480345 - CFR Hesabı 1154 - 0557589 İ. Halit Elçi - Mehmet Saltoğlu

Edit

örde

n

Özgürlük DNS ayarıyla gelir mi?

Page 3: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

3

Pol

itik

a

Umudu gerçeğe çevirelim

Geçtiğimiz ayın en önemli politik olayı, Yerel Yönetim Seçimleri

oldu. Kapitalist bir toplumda ser-maye sınıfının ekonomik ve politik egemenliği koşullarında asla “eşit koşullarda, adil ve demokratik” bir seçim olamayacağı gerçeğini hiç aklımızdan çıkarmaksızın, ama yine de “verili koşullar altında” toplumsal güçlerin eğilimlerini gösterdiğini dikkate alarak seçim sonuçlarını değerlendirmek, sınıf mücadelesinde önümüzü görmekte yarar sağlar.

AKP başarılı mı?

Seçim sonrasının medyada cevabı en çok aranan ve çok farklı cevaplar verilen sorusu bu. Önceki yerel seçimlerle değil de, seçim propagandası döneminde kullanılan motiflere ve AKP’nin “referan-dum” tanımlamasına uygun olarak önce-ki genel seçimlerle karşılaştırıldığında, AKP’nin oyları yüzde 49,9’dan (2011) yüzde 43,3’e, aldığı oy sayısı 21,5 milyon-dan 19,4 milyona düşmüştür (Belediye meclisleri ve il genel meclisleri oylarıyla). Düşüşün oranı yüzde 6,5; azalan oy sayısı 2 milyondur; iki seçimdeki oy sayılarının birbirine oranı bakımından ise yüzde 12,7 azalış söz konusudur. (Bkz. Sayfa 7’deki tablo.) Ayrıca ilk kez oy kullanan genç nü-fus içinde de AKP’ye oy verenlerin oranı diğer partilere göre oldukça düşüktür.

Oylarındaki bu sayısal ve oransal net düşüşe karşın, AKP politik psikoloji bakımından başarılı görünüyor. AKP tabanı da bu zafer duygusunu taşıyor. Peki neden?

Başta Erdoğan olmak üzere AKP yönetimi son yıllarda kendisini “iç ve dış düşmanların ortak saldırısı” altında hissediyordu. Bu, bir yanıyla gerçektir. AKP, yerel (TÜSİAD’çı) ve küresel ser-mayenin onayı ve arkasındaki Anadolu sermayesi ve halkın desteğiyle adım adım eski statükoyu/Kemalist rejimi tasfiye ettikten sonra; içeride, yönetim tekeli kur-maya yönelmesi, daha önce “terk ettik” dediği Milli Görüşçü muhafazakarlığa dönüş emareleri göstermesi ve dışarıda (bölgede) “kontrol dışı” hareketlere girişmesiyle birlikte, aynı büyük sermaye çevreleri tarafından kaygıyla izlenmeye başlamıştı. AKP, sermayenin rasyonelleri-ni zorluyordu. Sermayenin yeni rejimini kurmakta olan AKP’nin bu rejim içinde kendi iktidarını da uzun süre güvenceye alacak hamlelerinin görülmesi, finans-kapitalin güvenini kaybetmesinde pay sahibidir.

İşte tam bu dönemde, Gülen Cemaati ile AKP arasındaki ipler gerilmeye başladı. Önce Mavi Marmara çatlağı, ardından 9 Şubat Hakan Fidan olayı, derken Gezi İsyanına Cemaat’in hayırhah baktığı söylentisi eski müttefikleri çatışmaya sürükledi. Cemaat, AKP hükümetinin dershaneleri kapatmaya hazırlanmasını açık bir saldırı olarak gördü ve 17 Aralık’ta kapsamlı bir karşı saldırı başlattı. Erdoğan’ın ailesini ve bakanlarını hedef alan Yargı-Emniyet operasyonları, paralel olarak ardı ardına servis edilen yolsuzluk tapeleri… İpler tamamen koptu ve ölü-müne bir savaş başladı iki güç arasında. Kapitalist dünyanın merkezlerinden gelen ve giderek şiddetlenen AKP’ye yönelik eleştirel makaleler, raporlar, resmi uyarılar buna eşlik edince, CHP ve (kısmen) MHP aynı çizgi üzerinden mu-halefeti yükseltince Erdoğan, çevresi ve AKP tabanı kendilerini dört bir taraftan kuşatılmış hissetti.

Tayyip Erdoğan, özellikle Gezi İsyanı’ndan bu yana ortamı gerip kamplaşma yaratarak kendi tabanını etrafında toplama politikası yürütü-yordu. Bu politikayı 17 Aralık sonrasında iyice uçlara götürdü. İşte 30 Mart seçimlerinde AKP’nin aldığı oy, bu politikanın tuttuğunu gösteriyor. Daha önce AKP’ye oy vermiş ama “organik” bir ilişki kurmamış, kader birliği yapmamış kesim, yolsuzluk suçlamalarından etkile-nerek oy vermekten vazgeçmiş görünüy-or. Gülen Cemaati’nin kitle tabanının abartılacak boyutta olmadığı açığa çıksa da, bu oy düşüşünde birkaç puanlık paylarının olduğu varsayılmalıdır.

Neden AKP’ye oy verdiler?

12 yıldır yaklaşık 20 milyon insanın (unutmayalım, bu kitlenin çoğunluğunu yoksullar ve emekçiler oluşturuyor), istikrarlı biçimde AKP’ye oy vermesini basitçe “halkın aptallığı ve cehaleti” ile açıklayan elitist, “halk düşmanı” kesimleri onulmaz ön yargılarıyla bir yana bırakıp, “Gerçekte neden oy verdiler?” sorusuna cevap aranmalıdır. Hiç aklımızdan çıkartmamalıyız: Bugün AKP’ye oy veren dini duyguları güçlü emekçi ve yoksul kitlelerin en azından çoğunluğunu kazanmaksızın ne devrim, ne sosyalizm gerçekleşebilir. “Halk aptaldır” demek, “devrim ve sosyalizm imkansızdır” demekle özdeştir.

Bu belirleme, emekçi ve ezilen kitleler arasında gerici (siyasal anlamda), milliyetçi, ırkçı ve cinsiyetçi eğilimler olmadığı anlamına gelmez. Ama tam da bu eğilimlerle savaşmanın zorunlu olduğu, bu eğilimleri kırmayı becer-meden insanları özgürlükçü düşüncelere kazanmanın mümkün olmadığı anlamını ima eder. Şimdi yaygın olarak cevabı aranan soruyu soralım:

AKP kitlesi, AKP yöneticilerinin yolsuzlukları apaçık ortaya çıktığı halde neden oy verdi?

Önce bu sorudaki yanlışı düzelt-mekle başlayalım. AKP yöneticilerinin yolsuzluklarının “apaçık ortaya çıktığı” ve AKP tabanının bunu “apaçık” bildiği savı yanlıştır. Bu “inanç”, “okumuş”, beyaz yakalı emekçi veya küçük bur-

juva kesimler arasında yaygındır ve bu kesim insanlarının, herkesin kendileriyle aynı koşullarda yaşadığı, kendileri gibi düşündüğü yanılsamasına ve halktan kopukluk gerçeğine dayanır. Bu “orta sınıf” herkesin kendileri gibi günün 24 saati “online” kaldığını, herkesin You-tube ve Twitter kullanıcısı olduğunu sanır. Oysa bu ülkenin emekçilerinin ve yoksullarının büyük bir kısmının inter-netle bir ilişkisi yoktur ve internet kullan-an azınlığın da küçük bir kısmı yolsuzluk ses kayıtlarını izlemiştir. Ve izleyenlerin ancak bir bölümü bu kayıtların gerçek olduğuna inanmıştır.

Gerçi yolsuzluk tapeleri muhtemelen söylenti halinde dalga dalga, kulaktan kulağa herkese ulaşmıştır. Ancak o noktada başka etkenler insanların buna inanmasını engellemiştir. Ayrıca bazen gördüğüne, duyduğuna inanmamak bir psikolojik savunma mekanizması olarak ortaya çıkar.

AKP tabanının bu partiye ve liderine güvenmeye devam etmesi için kimi somut nedenler var.

AKP’li seçmen “dört bir yandan saldırıya uğrayan, ihanetle karşılaşan, ‘faiz lobisi ve İsrail’ tarafından devrilmeye çalışılan” liderine ve partisine “bu zor günde” sahip çıkmayı haysiyet sorunu olarak görmektedir. Erdoğan da bütün konuşmalarında bu temayı kullanarak seçmeninin duygularına hitap etti.

En önemlisi ise, özellikle AKP örgütü ile şu veya bu ölçüde ilişkide olan yoksul ve emekçi kitlelerin bir şekilde, sadaka/hamiyet yoluyla da olsa belirli bir geçim düzeyini korumasıdır. AKP, bir yandan en vahşi neo-liberal politikaları uygu-larken, diğer yandan dinsel/geleneksel dayanışma ve sosyal yardım ağlarıyla toplumun en altındakilerin açlıktan ölme seviyesine düşmesini önledi. Ayrıca hâlâ

Halit Elçi

Seçimlerde HDP/BDP Türkiye çapında 4. Parti olarak ortaya çıktı ve gerçek muhalefetin tek adresi olduğunu gösterdi. HDP ve BDP, eşbaşkanlık sistemi ve meclis listel-erindeki fermuar yöntemiyle kadınların özgürleşmesi ve politikaya aktif biçimde katılması konusunda özgürlük ve demokrasi mücadelesinde öncü bir misyon üstlendi.

GÜNDEM

Page 4: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 4

30 Mart seçimleri akşamı İpsos kamuoyu araştırma şirketi, 1383

seçmenle bir kamuoyu araştırması yaptı. Radikal Gazetesi’nde de yayımlanan kamuoyu araştırması anlamlı sonuçlar içeriyor. Araştırmanın sonuçları burjuva medyasında yapılan yorumların tam ter-sine, 17 Aralık ile birlikte başlayan sürecin AKP’nin gerilemesine yol açtığını gösteri-yor.

Araştırma sonuçlarına göre 30 Mart seçimlerinde AKP’ye oy veren seçmen-lerin sadece yüzde 3,4 – 4,6 arasındaki bir oranı 17 Aralık tarihinden önce AKP yerine başka bir partiye oy ver-meyi düşünüyormuş. CHP’ye oy veren seçmenlerde ise bu oran çok daha yüksek. Yüzde 11,4 ila 22,7 aralığında. MHP’de de hayli yüksek bir oran var.

MHP’ye oy veren seçmenlerde oran yüzde 18,7 ila 30,1 aralığında. Neredeyse CHP’ye oy veren 5 seçmenden biri, MHP’ye oy veren 4 seçmenden biri, 17 Aralık öncesinde bu partilere oy ver-meyi düşünmüyormuş ve 17 Aralık ile birlikte siyasal tercihlerini değiştirmişler. AKP’ye oy veren seçmenin oy tercihinde sadece çözüm sürecinin etkisi yüksek görünüyor. Bu oran yüzde 10,4. Ancak CHP ve MHP’de bu oranlar çok daha yüksek ve sırasıyla yüzde 20,1 ile 27,7. Kamuoyundan destek aldığı bütün kamuoyu yoklamalarında ortaya çıkan çözüm sürecinin bile AKP’yi tercih et-meye etkisi sınırlı olmuş görünüyor.

Araştırmaya göre, AKP’ye oy verenlerin yüzde 23’ü, CHP’ye oy verenlerin yüzde 30’u, MHP’ye oy verenlerin ise yüzde

52’si, 17 Aralıktan sonra partilerine oy verme kararını netleştirmişler. Bu veriler de 17 Aralık operasyonunun ardından yaşanan gelişmelerin AKP’nin oylarını olumsuz etkilediğini gösteriyor.

Araştırmanın en ilginç sonucu ise genç seçmenin adım adım AKP’den uzaklaştığını gösteriyor. İlk kez bu seçimlerde oy kullanan seçmenlerle ilgili sonuçlara göre, AKP’nin 100 seçmenin-den 6’sı, CHP’nin 100 seçmeninden 9’u, MHP’nin 100 seçmeninden 8’i yeni oy kullanan seçmen. Bu sonuç aynı zaman-da Gezi ayaklanmasının genç seçmen üzerindeki etkisini ortaya koyuyor.

Bu araştırma bütün tersine iddialara rağmen AKP’nin 17 Aralık sonrası gelişmelerden olumsuz etkilendiğini, yüzde 52-55 bandında olan oylarının düşüşe geçtiğini gösteriyor.

17 Aralık AKP’yi vurdu mu?

Pol

itik

a

devam eden görece ekonomik büyüme, yoksullaşmanın kontrol edilemez hale gelmesini engelle-di. Dünya ekonomik krizinin “şimdilik” yıkıcı dalgalarının Türkiye’ye ulaşmamış olması da önemli bir etken.

Başka nedenler de sayılabilir ama son ve önemli bir unsur üzerinde duralım: AKP, Sünni-Müslüman kitlelerin ruhuna seslenen mesajlarıyla, geniş bir yelpazeye hitap edebilen İslamcı-Türkçü ideolojisiyle, “dik duran”, “sağlam iradeli” karizmatik lideriyle bir asabiyet yarattı. Bu asabiyetle toplum içinde, özel-likle yoksul kitleler içinde kök salıyor. Popülist, yer yer İsrail ve (Pensilvanya dolayımıyla, ima yoluyla) ABD karşıtı, “faiz lobisi” koduyla TÜSİAD (Cumhuriyet) sermayesini düşmanlaştırıcı söylemleriyle Peronizmi andıran

bir çizgi izliyor. Belki de en tehlikelisi şu ki, sözkonusu asabiyet ve söylemler, paramili-ter bir yapılanmanın zeminini oluşturuyor. Lider Erdoğan da “Tayyip’in Askerleri”nin sırtını sıvazlayan bir dil tutturuyor.

Rejim krizi ve Erdoğan ile AKP’nin geleceği

Bundan daha iki yıl önce AKP için her şey güllük gülistanlık gibi görünüyordu: Dünyadaki krize rağmen (krizin sağladığı olanaklarla) ekonomik büyüme sürüyor; AKP eski rejimin temel direği Ordu’yu iyice geriletmiş; tüm temel devlet kurumları Parti çizgisine çekilmiş; Anayasa referandumunda yüzde 60’a yakın oyla istenen değişiklikler yapılmış; “komşularla sıfır so-run” politikası işler görünüyor;

neo-Osmanlıcı hamleler sürüy-or; Arap aleminde başlayan is-yanlar, “kardeş parti”leri iktidara taşıyor; Türkiye tüm bölgenin lideriymiş görüntüsü veriyor; ABD’nin politik desteği devam ediyor… (Burada, AKP’ye rüya-da olmadığını hatırlatan tek un-sur, Kürt halk hareketinin savaş ve barış hamleleri karşısında üst üste alınan yenilgiler ve emekçi-ler, kadınlar, gençler, Alevilerden yükselen tepkilerdi.)

AKP, işte bu “rüya”ya kapılıp gücünü abartarak, altından kalkamayacağı politikalar yürütmeye girişti; hem içte, hem bölgede. Finans kapitalin yeni rejimi kurmak için tanıdığı krediyi, “tek parti” hatta “tek adam” rejimi kurmaya yönelerek çar çur etti. (Sermaye, faşizmi gerektiren özel koşullar dışında, yedekli çalışmayı tercih eder; gerektiğinde kullanılacak siyasi alternatifleri olmalıdır iktidarın!) Eski statükoyu tasfiye ederken liberalleri kandırmak için kullandığı “özgürlükleri genişleten, demokrasiyi ilerleten Parti” söylemini terk etti ve Milli Görüşçü gömleğini yeniden elbise dolabından çıkarttı; yeni rejimi kurarken İslamiyet’i

de meşruiyet kaynağı olarak kullanacağının işaretlerini verdi. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere toplumun büyük bir bölümünün hayat tarzını tehdit etti. Neo-liberal politikaları ve emek düşmanlığını zaten hiç hız kesmeden sürdürmekteydi. Bütün bunlar, toplumun kendi sadık tabanı dışındaki her kesi-minden tepkilerin şiddetlenerek yükselmesine neden oldu.

İşte Gezi İsyanını Erdoğan ve AKP’nin giderek daha otoriterleşen, tek parti ve tek adam diktatörlüğüne yönelen bu uygulamaları yarattı. AKP, Gezi’den yükselen özgürlük, adalet, demokrasi çığlığını, nicedir kabusunu görmekte olduğu “uluslararası komplo-faiz lobisinin saldırısı-ihanet” tablosuna yerleştirerek hata üstüne hata yaptı.

Evet, Cemaat’le sürtüşmeler başlamıştı; evet, dışarıdan “ihtarlar” gelmeye başlamıştı; evet, içeride liberallerle ayrışma olmuştu; ama AKP’nin ide-olojik/politik hegemonyasının kırılma noktası, Gezi İsyanıydı; bir anda bütün birikmiş öfke-siyle sokaklara çıkan, alanları zapteden ve AKP’yi çaresiz bırakan emekçi ve ezilen-lerden oluşan milyonlardı. (Bu hegemonya kırılışının zeminini hazırlayan Kürt Halk Hareketinin muazzam başarılarının ve Ortadoğu’da “ılımlı İslam”ın inişe geçmesi-yle Irak, ama özellikle Suriye politikasındaki çakılmanın payını göz ardı edemeyiz.)

AKP’nin hegemonyası Haziran

Günlerinden bu yana düşüştedir. Nitekim Cemaat’e AKP’ye karşı açık saldırıya geçme cesaretini veren de, ABD’de kulaklarına fısıldananların yanı sıra, bu düşüş iklimidir.

AKP hâlâ rejim kurucusu mu?

AKP ve Tayyip Erdoğan, iktidar sarhoşluğuna kapılıp iplerin ki-min elinde olduğunu unutarak, kendisine olmayan güçler atfe-derek, kapitalist sistemin kırmızı çizgilerini ihlal etti. Finans-oligarşi ona tanıdığı krediyi geri çekti. Böyle bir durumda Erdoğan/AKP merkezli bir yeni rejimin kurulma, meşruiyetini sağlama olasılığı yoktur.

Peki, buna rağmen Erdoğan’ın mutlak liderliği altındaki AKP, Erdoğan’ın “tek adam”lığını esas alan bir rejim kurmayı zorla-yabilir mi? İktidar zehirlenme-sine uğrayarak giderek gerçek-likten kopma, kendi partisinin kadrolarına bile güvenini yitirme, kendisini ve ailesini öne çıkarma eğilimi belirginleşen bir Erdoğan’ın bunu denemesi olasıdır. Bu ise, politik ortamın daha da gerilmesi, iktidarın emekçilere ve ezilenlere yönelik saldırılarının artması anlamına gelir.

Her şeye rağmen Erdoğan liderliğindeki AKP “dört bir yandan gelen saldırılar altında” kitlesinin çok büyük bölümünü toparlayıp konso-lide edebilmiştir. Erdoğan’ın kişisel özellikleri ve psikolojik eğilimleri, onunla kader birliği etmiş parti kadroları ve entelek-tüel tabaka, çekirdek kitlesi ve karizmasının etkisi altındaki gençliğin talepleri, Erdoğan’ı “tek adam” rejimi hayalleriyle boğulacağı bir bataklığa doğru sürüklüyor.

Tayyip Erdoğan, “en iyi savunma saldırıdır” anlayışına uygun olarak hep daha fazla iktidar elde etmeye çalışıyor. Ama bunu yaparken, belirli bir kitle desteği dışında, altındaki toprağın kaydığını fark etmiyor; belki de daha doğrusu, bunun farkında lakin ayakta kalabilmek için tek çaresinin bu olduğunu hissedi-yor. Sonunun uluslararası mah-kemelerde veya “Yüce Divan”da bitmesini önlemeye çalışıyor.

Erdoğan’ın mutlak liderliği altındaki AKP, Erdoğan’ın “tek adam”lığını esas alan bir re-jim kurmayı zorlayabilir mi? İktidar zehirlen-mesine uğrayarak giderek gerçeklikten kopma, kendisini ve ailesini öne çıkarma eğilimi belirginleşen bir Erdoğan’ın bunu denemesi olasıdır.

Page 5: Siyaset sayı 13

Nis

an 2

014

5

Siy

ase

t

Bir genel seçim atmosferinde geçen 30 Mart yerel yönetim seçimlerini arkamızda bırakırken, seçim sonuçlarından

önümüzdeki dönemin mücadelesi için dersler çıkardık.

AKP ve Tayyip Erdoğan, ciddi oranda oy kaybetse de, tüm yolsuzluk suçlamalarına ve içerden ve dışardan gelen şiddetli eleştirilere, CHP-MHP-Cemaat örtülü ittifakına karşın seç-men kitlesini çok büyük ölçüde koruduğunu göstererek çıktı. Bu görece başarı, AKP’ye özellikle Gezi İsyanından sonra kaybettiği hegemonyayı geri getiremez ve düşüşte olduğu gerçeğini değiştirmez. Ama bu kitle desteğiyle daha yıllarca iktidarda kalma olasılığına işaret eder. Hele burjuva muhale-fetinin zavallı durumu göz önünde bulundurulursa…

CHP, rotasını demokratikleşme yerine sağa; Demirel, Cemaat, MHP çizgisine kırmakla seçim başarısı kazanamadığı gibi, iyice kimliksizleşerek egemen sınıflar nezdinde bile AKP’nin inandırıcı bir alternatifi olma olanağını da yitirdi. Oy oranını arttırsa da, arkaik faşist ideolojisiyle MHP’nin zaten böyle bir şansı hiç olmadı.

30 Mart seçimleri bir kez daha altını çizdi ki, bu ülkede gerçek muhalefet gücü, Kürt halkının özgürlük mücadelesine ve emekçilerin-ezilenlerin kurtuluş umuduna dayanan HDP/BDP’dir.

BDP, Kürdistan’da kazandığı belediyeleri arttırarak ve oyunu koruyarak AKP’yi bir kez daha yenilgiye uğratırken, HDP kısa süre önce kurulmuş olmasına rağmen 57 ilde seçime girip, oralarda özgürlük ve demokrasi bayrağını açmayı, Kürt oylarına yüzbinlerce yeni oy eklemeyi başardı.

AKP, halen koruduğu kitle gücüne rağmen inişteyken ve bur-juva muhalefeti halka umut veremez haldeyken, egemenlerin kanatlarından bağımsız, emekçilerin ve ezilenlerin 3. cephesi-ni yaratmaya girişen HDK/HDP, halk nezdinde umudun tek adresidir. Devrimci demokratik çizgide yeniden kurulacak ve güçlendirilecek bir HDK/HDP, Kürt sorununun demokratik çözümünden emekçilerin haklarının geliştirilmesine, kadınla-rın özgürleşmesinden ekolojik duyarlılıkların yaşama egemen olmasına kadar her alanda demokratikleşme ve özgürlük alanını genişletmede öncü bir rol oynamaya adaydır.

Demokrasi mücadelesi, ancak devrim ve sosyalizm pers-pektifiyle yürütüldüğünde gerçek ve kalıcı kazanımlar elde edilebilir. Bunun yolu ise, sosyalist düşünce ve eylem hattını güçlendirmekten geçer. Bir yandan olanca gücüyle HDK/HDP’ye omuz verirken, diğer yandan kendisini kurmakta olan Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nin (SYKP) başta işçi sınıfı olmak üzere tüm toplumsal dinamikler içinde Demok-ratik ve Sosyal Cumhuriyet programı doğrultusunda konum-lanmasını sağlamak, yaşamsal öneme sahiptir. Kızıl-mor-yeşil yıldızı yükseltmenin zamanıdır.

Dünya işçilerinin birlik, mücadele ve dayanışma günü yak-laşırken, 1 Mayıs’ı Parti’de sınıf çizgisini derinleştirmenin, Parti’yi sınıfın öncü gücü olarak kurmanın hazırlıklarını hız-landırmanın, bu doğrultuda gerekli iradeyi ve enerjiyi ortaya koymanın uyarıcısı olarak değerlendirelim.

SiyasetDemokrasi mücadelesindensosyalizme uzanan yol

Pol

itik

a

Şimdi Erdoğan cumhurbaşkanı olmayı, ardından oradan aldığı güçle bir tür başkanlık sistemini kurmayı ve elbette o koltuğa oturmayı hedefliyor. Böylece ulaşabileceği en üst makama ulaşmış, ayrıca dokunulmazlık kazanmış olacak. Erdoğan aynı zamanda Parti’nin iplerini de elinde tutmak istiyor.

Mevcut Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise, AKP içindeki “rasyoneller”i, Erdoğan’ın peşinden dolu dizgin uçuruma koşuşu engelleme umudu taşıyanları temsil ediyor. Bu yazının yazıldığı gün-lerde taraflar pazarlıklarını ve karşılıklı hamlelerini sürdürmekteydi…

Emekçiler ve ezilenlerin cephesinden seçim sonuçları ve sonrası

30 Mart seçimlerinde başta Kürt halkı olmak üzere emekçi ve ezilen kitleleri BDP ve HDP temsil etti. HDP/BDP dışındaki sosyalistleri ve Gezi kitlesini kapsayacak bir ortaklık yaratma doğrultusunda bi-zim cenahtan yeterli ve kararlı çabanın gösterildiği söylenemezse de, diğer kesimin en iri örgütlerinin (ÖDP, Halkevleri, TKP) başından itibaren zaten CHP’nin peşine takılmaya teşne oldukları da bir gerçektir.

AKP’nin yarattığı kamplaşma/kutuplaşma siya-setini kendisi için de yararlı gören CHP bir yandan Cemaat ve MHP ile örtülü bir ittifak kurar, merkez sağa yönelirken, diğer yandan, ittifak önerisini reddettiği HDP’ye “oyları bölüyorsunuz, AKP’ye hizmet ediyorsunuz” suçlamasında bulunmaktan geri durmadı. “AKP’yi devirmek temel görev; bunun için her yol mübah” pragmatizmine kapılmaya meyyal söz konusu örgütler de bu koroya katılmakta sakınca görmedi.

Bu noktada HDP/BDP’nin egemenlerin klikle-rinden bağımsız duruşu, son derece değerlidir; demokratikleşme ve özgürleşme hareketinin sancağını bu siyasal odak taşımaktadır.

HDP kuruluşundan kısa bir süre sonra seçime girmesine, ciddi saldırılara uğramasına, seçim-lerde usulsüzlük ve hileler yaşanmasına rağmen yüzde 2 oy oranı elde etti. HDP, 658 bin yeni oy aldı ve BDP oylarının üstüne oy ekledi.

BDP ve HDP toplam 2 milyon 947 bin oyla seç-menlerin yüzde 6,57’sinin desteğini kazandı. Böy-lece, 2011 genel seçimlerine göre oylar (toplam) yüzde 1,5 oranında arttırılmış oldu.

BDP’nin Kürdistan’ın birinci partisi olmasının ötesinde, BDP/HDP Türkiye çapında 4. Parti olarak ortaya çıktı ve gerçek muhalefetin tek adresi olduğunu gösterdi. HDP ve BDP, eşbaşkanlık sistemi ve meclis listelerindeki fermuar yöntemiyle kadınların özgürleşmesi ve politikaya fiilen, aktif biçimde katılması konusunda devrimci bir adım atarak, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde öncü bir misyonu üstlendi.

HDK/HDP’nin yeniden kuruluşu

Daha seçimler gelmeden önce HDK ve HDP’nin yeniden kuruluşu, bu iki örgüt formunun birbiri-yle ilişkilerinin yeniden tanımlanması, BDP ile HDK/HDP’nin ilişkilerinin niteliği ve biçimi vb konular tartışılmaya başlanmış, ama tartışma seçim sonrasına bırakılmıştı.

BDP’nin kendisini feshedip HDP’ye katılmasından, HDP’nin seksiyonu olarak varlığını sürdürmesine, organik partiden, çatı partisi olarak devama kadar çeşitli öneriler ve teklifler bulunu-yor. Şimdi bunları tartışacağız.

Ancak bugünden söylenecek sözler var: BDP’nin, ister kendisini feshederek, ister varlığını “ide-olojik parti” biçiminde koruyarak, ama bütün kitlesiyle HDP’ye katılması, bu olasılığın hayata geçirilmek istenmesi, niyetten bağımsız olarak HDP’yi BDP’ye çevirmek, HDK/HDP fikriyatına son vermek anlamına gelir. HDK/HDP’yi bugüne kadar çatlama/yarılma olmadan getiren, biraz da onu oluşturan bileşenlerin kendi bağımsız poli-tika yapma, örgütlenme serbestliğini korumuş olmalarıdır.

HDK/HDP, çok farklı ideolojik/politik çizgilere sahip sosyalist ve demokratik güçlerin ortak demokrasi mücadelesi verme zeminidir. Kaldı ki, demokrasi mücadelesinin içeriği dahi, devrimci demokrasiden radikal demokrasiye, hatta kimi uç örneklerde liberal demokrasiye kadar geniş ve muğlak bir yelpazeye yayılırken, komünist güçlerin tüm politika ve örgütlenme faaliyetinin bu alana sıkıştırılması kabul edilemez.

Öte yandan, HDK/HDP’yi niyet, umut ve öngörünün ötesinde somut olarak 3. Cephenin kendisi, hiç olmazsa öncü gücü haline getirecek-sek, kendi dışımızdaki sosyalist solu, demokratik güçleri ve toplumsal dinamikleri de (ısrarla ve yaratıcı, esnek bir kararlılıkla) 3. Cepheye çek-meyi hedefliyorsak, kendimizi (HDK/HDP) buna uygun biçimde yeniden kurmalıyız.

F

CHP bir yandan Cemaat ve MHP ile örtülü bir ittifak kurar, merkez sağa

yönelirken, diğer yandan, HDP’ye “oyları bölüyorsunuz” suçlamasında bulunmaktan geri durmadı. “AKP’yi

devirmek temel görev; bunun için her yol mübah” pragmatizmine

kapılmaya meyyal bazı sosyalistler de bu koroya katılmakta sakınca

görmedi.

Page 6: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 6

Pol

itik

a

Türkiye sosyalist hareketinin kimi sektörleri Kürt hare-ketiyle ittifak yapmaktan kaçınmak için deveye hendek

atlatırlar. Lakin deve hendekten bir türlü atlamaz. 30 Mart Yerel Seçimlerinde de aynı hikayeyle yüz yüze geldik. Yine bazı çevreler deveye hendek atlatmayı denediler. Lakin deve hende-ği atlamadığı gibi burun üstü hendeğin dibine çakıldı.

TKP, ÖDP, Halkevleri ve EHP’nin içinde yer aldığı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçim politikasından söz edi-yoruz. Bu çevrelerin gerçekleştirilmesi düşünülen sol seçeneğe itirazlarının nedeni HDP çatısının öneriliyor olmasıydı. Bu gerekçe inandırıcı mıydı? Sonuçlar böyle olmasaydı inandırıcı bulabilirdik. Ancak sonuçlar bu gerekçenin hiç de inandırıcı olmadığını, Kürt hareketiyle ittifak yapmamak için üretilen bahanelerin bir benzeriyle bir kez daha yüz yüze geldiğimizi ortaya koyuyor.

Kuşkusuz bir siyasal parti, seçmenlerinin bütün eğilimlerinden sorumlu tutulamaz. Ancak seçmenlerinin temel yönelimle-rinden sorumlu olmalıdır. Ne doğrarsanız tabağınıza, o gelir kaşığınıza. Seçmenlerinizi nasıl eğitiyorsanız ona uygun bir sonuç alırsınız. Seçmenlerini enternasyonalizm doğrultusun-da eğitmeyen siyasal çevrelerin alacakları sonuç da can sıkıcı olmaktan öteye gitmez. Sol gösterirken sağ vururlar. Mansur Yavaş’ın adaylığına itiraz ederken tabanları altlarından kayar, Mansur’a mührü vurur da haberdar olmazlar.

Ankara belediye meclisi seçimlerinde TKP 4913 oy aldı. ÖDP’nin oyu ise 3207. Halkevlerinin oyunun ne olduğunu bilmemiz kuşkusuz mümkün değil. Seçimlere bir siyasal parti ile girmediler. Ancak Ankara’daki yaygın ilişkileri bu çevre-nin etki alanının TKP ve ÖDP’den çok daha fazla olduğunu söylememize izin veriyor. EHP’nin etki alanı ise bu çevrelerle kıyaslanamaz. Bütün bu faktörleri yan yana getirdiğimizde, bu ittifakın TKP ile ÖDP’nin toplam 8120 olan belediye meclis oyundan çok daha fazla seçmen desteğine sahip olduğunu söylemek gerekir.

Peki bu siyasal çevrelerin Ankara Büyükşehir Belediyesi adayı kaç oy aldı? On beş bin mi, yoksa on bin mi, ya da beş bin mi? Hayır hiçbiri değil. Kaya Güvenç sadece 2527 oy aldı. Bu çevrelerin 15 bin seçmen desteğine sahip olduklarını varsayar-sak, 6 seçmenden beşi mührü Mansur Yavaş’a vurmuş. Hazin doğrusu…

Bu sonuçlar üzerine ciddiyetle düşünmeli. İzlemiş oldukları Kürt hareketinden uzak durma politikasının trajik sonucudur bu. Şu soruyu sormakta haksız mıyız? Ne doğradınız da taba-ğınıza, Mansur geldi kaşığınıza?

Erdal Kara

Ne doğradın tabağına da,Mansur geldi kaşığına?

Cumhuriyet Halk Parti-si önüne gelen müthiş

bir fırsatı değerlendiremedi. Uygulayıcısı olduğu 80 yıllık statüko AKP eliyle dönüştürü-lürken ileriye doğru bir sıçrayış yapabilir, en azından gerçek bir sosyal demokrat partiye doğru yakınlaşabilirdi. Bunun yerine toplumun AKP’den arda kalan en gerici unsurlarını topla-yan bir projenin liderliğine soyundu.

Peki kimler vardı bu “gerici” ittifakta? Ekonomik ayağında sermaye sınıfının en soygun-cu çıbanbaşı mali oligarşinin (finans kapitalin) en irileri olan Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Doğan Grubu ile tefeci-bezir-gân sermayenin en rezillerinin topluluğu olan Gülen Cemaa-ti’nin TUSKON’u vardı. Siyasi ayağında ise Kürt’ü, Ermeni’yi, Rum’u düşman bilen MHP’li-sinden tut, Alevi’yi sapık, ateisti şeytan gören AKP’li-sine kadar geniş bir yelpaze toplandı CHP’nin etrafına. Bu ittifakla ne emekçiye iş, ekmek, adalet; ne Kürt’e, Alevi’ye, kadına barış, özgürlük, eşitlik gelmeyeceği başından belliydi. Diktatörleşmekte olan AKP’nin

panzehiri, çorbalaşmakta olan CHP olamazdı, olamadı.Oysa, CHP’nin de müdahil olabileceği, memleketin önün-deki temel hak ve özgürlük meseleleri belliydi. Halkların, inançların eşit ve özgürce bira-radalığı savunulacak, cinsiyet-çi, heteroseksist, muhafazakar politikalara karşı durulacak, doğanın fütursuzca talan edili-şine, komşularla savaş siyaseti-ne dur denilecekti. Bu söyle-diklerimiz devrimci demokrasi falan değil. Bildiğiniz liberal burjuva demokrasisi!

Statüko kurucusu, sürdürücüsü olma zincirlerinden bir süre-liğine de olsa uzaklaşmış olan CHP, kendisini görece özgür-lükçü bir alanda yeniden inşa edebilirdi. Ama bir kez daha sermaye (küreseliyle, ulusa-lıyla) tarihsel “gerici” rolünü oynadı ve siyasal alandaki AKP alternatifini en gerici zeminde kurdurmak üzere sürece mü-dahil oldu. CHP’nin ittifaklar konusundaki tüm tercihleri aslında mali oligarşinin ter-cihleridir. İşte bu bloktan çıka çıka Mansur Yavaş, Lütfü Savaş, Mustafa Sarıgül çıktı!

İşte CHP’ye asıl yumruk halk tarafından bu sebeple indirildi. CHP’nin korkak, halkın gerçek sorunlarını çözmekten uzak,

kirli ittifaklar ve yöntemler (tape siyaseti) üzerine inşa edilmiş iktidar projesi, daha ilk etapta tarihin çöp sepetine atıldı. CHP kişiliksiz seçim stratejisiyle yerel seçimlerin kaybedeni oldu.

Şimdi CHP’ye, CHP’nin bütününe olmasa bile CHP içerisinde, tabanında olduğunu bildiğimiz gerçek demokratlara düşen, girilen bu bataklıktan demokrasinin ve özgürlük-lerin ipine sarılarak çıkma yolunu tercih etmeleridir. Bizim karşımıza bir kez daha “şundan kurtulalım, bundan kurtulalım” diye gelmeyin! Asıl kurtulmanız gereken CHP’de yapısal olan bu “gerici” zihni-yettir! Gelin baskıcı, sömürücü, cinsiyetçi, savaşçı, mezhepçi, emek düşmanı AKP karşısında gerçek bir alternatifi HDP’de birlikte büyütelim.

Son olarak bir soruyla nokta-layalım yazıyı: “Önce AKP’den kurtulalım da…” diyerek CHP’nin ulusalcı-ırkçı-ce-maatçi ittifakına kan taşıyan “sosyalistler”, sahiden içiniz rahat mı?Önümüzdeki süreçte sermaye-nin tüm tezahürlerinden ba-ğımsız bir seçeneği hep birlikte büyütmek umuduyla…

9.4.2014

CHP’ye inen yumruk!

Elbette kastettiğimiz geçtiğimiz günlerde Kılıçdaroğlu’na Meclis kori-dorunda yapılan alçakça saldırı değil. O saldırıyı gerçekleştiren akıl İstanbul’da Hrant Dink’e, Samsun’da Ahmet Türk’e, Bursa’da Akın Birdal’a, Ordu’da Ertuğrul Kürkçü’ye saldıranla aynı. Milliyetçi, mezhepçi, şovenist, tekçi, faşist bir anlayıştan besleniyor.

Tuncay Yılmaz

Page 7: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

7

Pol

itik

a

2014 Belediye Seçimleri ge-nel seçim atmosferi içinde

gerçekleşti. Bu gerçek, seçim sonuçlarının 2009 Belediye Seçimi sonuçları ile değil 2011 Milletvekili Seçimi sonuçları ile karşılaştırılmasını gerekti-riyor. AKP medyası, AKP’nin seçimlerden başarıyla çıktığını kanıtlayabilmek için, seçim sonuçlarını belediye başkanlığı oyları üzerinden hesaplayarak kamuoyuna servis ediyor. Oysa doğrusu, büyük şehir belediye seçimlerinin yapıldığı yerlerde belediye meclisi oyları, bü-yükşehir olmayan illerde de il genel meclisi oyları üzerinden seçim sonuçlarının hesaplan-masıdır. Biz aşağıdaki tabloda Radikal Gazetesi’nin esas aldığı yöntemi kullanarak belediye meclisi ile il genel meclisi oyları üzerinden oy miktar ve oranlarını hesapladık.

2011 Seçimleri ile karşılaştı-rıldığında 2014 seçimlerinde 1 milyon 896 bin 313 daha fazla geçerli oyun bulunduğu

görülmektedir. Siyasal par-tilerin 2011 seçimlerindeki oy oranlarını korumaları varsayımı altında beklenen oy miktarları ile gerçekleşen oy miktarları arasındaki farkı bularak seçmenin yönelimini ortaya çıkarmak mümkündür. Aşağıdaki tablo bunu gösteri-yor. Bu değerlendirmeye göre AKP’nin oyu yaklaşık olarak 2 milyon 800 bin düşmüştür. Bu düşüş, yüzde 12,7 oranına tekabül ediyor.

Bu sonuç, AKP’nin düşüş trendi içerisine girdiğini kanıt-lamaktadır. Toplam oy oranları üzerinden 2011 seçimleri ile yapılan kıyaslama da aynı sonucu veriyor. AKP’nin 49,95 olan oy oranı bu seçimlerde 43,31 oranına gerilemiştir.

CHP’nin beklenen oy oranı ile aldığı arasında kayda değer bir fark yoktur. CHP bütün tatava-sına rağmen yerinde saymak-tadır. MHP seçmeni, özellikle

Ankara gibi büyükşehirlerde CHP belediye başkan adayları-nı tercih etse de belediye mec-lisi ve il genel meclisi oylarının toplamı, MHP’nin ciddi bir yükseliş içinde olduğunu gös-teriyor. Bu oyların büyük bir kısmı AKP’den kayan oylardır. SP ve BBP’nin oy oranlarındaki artış ise oldukça yüksektir. Bu-nun nedeni 2011 seçimlerinde AKP’ye oy veren bu partilerin seçmenlerinin tekrar kendi partilerini tercih etme yöneli-mine girmiş olmalarıdır.

BDP-HDP’de de bir miktar artış gözlemlenmektedir. Beklenen oylarına göre yüzde 14,7’lik bir artış söz konusu-dur. Bu yaklaşık 400 bin oya tekabül etmektedir. Aşağıdaki tablo, havuz medyasının bütün şatafatlı laflarına rağmen AKP’nin, 2011 seçimleriyle karşılaştırıl-dığında oylarının, hem oran, hem mutlak olarak düştüğünü ortaya koymaktadır.

AKP başarılı mı?

21.466.356 (% 49.95)

11.147.736 (% 25.94)

5.575.993 (% 12.98)

(*) 2.478.978 (% 5.74)

535.599 (% 1.25)

315.997 (% 0.74)

22.241.356

11.639.639

5.822.134

2.587.826

559.302

330.029

19.433.218 (% 43.31)

11.661.172 (% 25.99)

7.910.589 (%17.63)

2.970.397 (% 6.62)

1.242.900 (% 2.77)

708.946 (% 1.58)

-2.808.138

21.533

2.088.455

382.571

683.598

378.917

% 12,7 azalış

% 0.2 artış

% 35,8 artış

% 14,7 artış

% 122,2 artış

% 114.8 artış

Seçim, Cemaat,Robin Hood ve HırsızTekin Yılmaz

AKP iktidarını, Cemaat’le yapısal bir ortaklık oluştur-du. Bunun iktisadi boyutu TUSKON’a sağlanan

kolaylıklarda, siyasi boyutu da yasama, yürütme ve yargıda Ce-maat’e tanınan özel imkanlarda görüldü. Cemaat’in “altın nesil” yetiştirme politikalarının sonucu olarak Emniyet ve yargıdaki kadrolaşması, ona ortaklıkta özel bir konum sağladı.

Gülen, kitleselleşmeye yönelik kurumlar yerine, elit kadrolar yetiştirerek devleti içerden fethetmenin imkanlarını aramak-taydı. Bu amaçla, dünya çapında muazzam bir eğitim şebekesi ortaya çıkardı. Böyle iddialı bir yapının sürdürülebilir olması için simbiyotik varoluş yollarını aradı. Ulusal düzeyde bunu, 12 Eylül cuntasından başlayıp muhtelif partilere “yapışmak”la sağlarken, uluslararası düzeyde, kendisini ABD’nin kullanımına sunarak onun himayesini kazandı.

Cemaat-AKP koalisyonunun bozulmasında iki faktör temel bir rol oynadı: Bunlardan biri ABD’nin ılımlı İslam projesinden vazgeçerken RTE ile ilişkilerinin kötüleşmesi iken; diğeri de RTE’nin, iktidara tek başına hakim olma stratejisi ve ilerlettiği yeni burjuvazinin açgözlülüğüdür. Bu durum Cemaat’i, iktidar-dan dışlarken, sermaye birikimi açısından da devlet imkanla-rından yararlanamaz duruma getirdi.

İki faktörün örtüşmesi RTE’yi iktidardan uzaklaştırma girişim-lerini kaçınılmaz hale getirirken, Gezi Direnişiyle ortaya çıkan iktidarı sarsıcı durum da bunu mümkün duruma getirdi.İhalelerdeki ayrımcılığa TUSKON’dan gelen itirazlar, Cema-at’in elindeki Emniyet istihbaratının onlardan alınıp MİT’e devredilirken Askeriye ile özel bir anlaşmaya girilmesi, Mavi Marmara olayında Gülen’in İsrail’e destek vermesi, Gül’ün başkanlığını engelleyen yasa ve bunun Anayasa Mahkeme-si’nce bozulması, MİT Müsteşarını tutuklama girişimi, Gezi Direnişine Cemaat’in destek verdiği yönündeki suçlamalar, dershanelerin kapatılması ve nihayet Cemaat’in buna 17 Ara-lık yolsuzluk soruşturmalarıyla yanıt vermesiyle Hükümet’in tam bir tasfiyeye girişmesi geri dönülmez bir savaşa yol açtı.

Bu durumun seçimlere etkisinin ağır olacağı beklenirken AKP’nin yüzde 45 oy alması sanki bunların bir etkisi olmamış gibi bir manzara yarattı. Ancak hakikat bu değildir. Cemaat’in kitlesel etkinliğinin yüzde 5’i bulmayacağı daha önceleri de dile getiriliyordu. Aslında bundan daha büyük bir etki ortaya çıkmış bulunmaktadır. Gezi Direnişinin hemen öncesinde AKP oylarının yüzde 53’ü bulmuş olduğu ve Gezi-nin yarattığı gerilemenin Ekim’den beri barış politikalarının katkısıyla da dengelendiği hatırlanırsa, Cemaat’in vuruşları-nın, AKP’nin yukarıya gidişine son verirken düşüşe geçmesine de ciddi bir katkısının olduğunu kabul etmek gerekir.

Hükümet’in yarattığı kemikleşme, ekonomik sıkıntıları rezerv-leri kullanarak ertelemesi, yolsuzluğun zekat toplayıp dağıtmak olduğu konusunda yaptığı propaganda ve pratikler muhale-fetin acziyetiyle birleşince bu darbeler frenlenmektedir. Ama önümüzdeki süreç RTE’nin zenginden alıp fakire veren Robin Hood değil de kendi kesesini dolduran adi bir hırsız olduğunu ortaya çıkardığında, bu darbelerin ağırlığı, gelişen krizle birlikte asıl o zaman görülecektir.(*) 2011 Milletvekili seçimlerinin sonuçlarında bütün bağımsız adayların oy toplamı verildiği için BDP’li bağımsız

adayların aldığı sonuçlar yüksek görünmektedir.

Partiler 2011 oyu Beklenen oy 2014 oyu Fark Farkın yüzdesi

AKP

CHP

MHP

BDP/HDP

SP

BBP

Page 8: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 8

Pol

itik

a

Sürdürülen propaganda, oluşan siyasi atmosfer ve yarattığı sonuçlarla hiç de alışık olunmayan

bir seçim sürecini geride bıraktık. Hemen herkes seçimlerin yerel olmaktan öte genel bir seçim hava-sında geçtiği, hatta AKP hükümeti ve Erdoğan için referandum niteliğine büründüğü konusunda ortak düşünüyordu.

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) batıda alacağı sonuçlar bu partinin geleceği açısından çok önemliydi. HDP 55 il ve ilçedeki pusulalarda yer alarak seçimlere girmişti. Örgütsüzlüğüne, aday belirlemede karşılaştığı eksiklere, zaaflara, yaygın medyada neredeyse filtre uygulanmasına ve İstan-bul eşbaşkan adayı S. Süreyya Önder dışında HDP başkan ve sözcülerinin medyada yer bulamamaları-na, bir anlamda yok sayılmasına, görülmek istenme-mesine rağmen seçim çalışmasını sürdürdü. Seçim araçları, büroları taşlandı; seçim çalışması yapma-sına engel olundu. Ne var ki, tüm bu olumsuzluk-lara karşın alınan sonuçların başarısızlık olduğunu kimse söyleyemez.

Sistem güçlerinin siyasal kamplaşması ekseninde yaratılan kutuplaşma ile, “AKP gitsin de kim gelirse gelsin” anlayışıyla oluşturulan apolitik siyasal tür-bülansa, HDP’nin hitap alanında olan birçok kişi de kapıldı. Kutuplaşma siyaseti, AKP-CHP ekseninin dışında, kendisini onlara karşı kuran HDP’ye alan açan ve “üçüncü cephe siyaseti”ne imkan tanıyan bir durum yaratıyordu ama HDP’nin bunu tam anla-mıyla kullandığını söyleyemeyiz. HDP, CHP taba-nına dönük ayrıştırıcı bir mücadele içinde olamadı. Önümüzdeki süreçte HDP, hitap alanında olan ama değişik faktörlerin etkisiyle kendisine mesafeli duran bu kesime ilişkin, onları kazanmaya dönük politikalar geliştirmek zorundadır.

Program ve seçim bildirgesinde ifadesini bulan, ezilen toplumsal kesimlerin her bir bileşeninin kendisini özne olarak içinde bulabileceği ve süreci sahipleneceği bir siyaset tarzının olgunlaştırılamaması da HDP’nin etki gücünü sınırlayan önemli bir etkendi. Batıda alı-nan yüzde 2 oy oranı, kimilerinin kendi siyasetlerinin binde küsurlarla ifade edilen oy oranlarına bakmak-sızın giriştikleri küçümseme çabalarına rağmen, oldukça kıymetlidir. Bu sonuç, HDP’nin devrimci demokrasi perspektifi ile sistemi karşısına alan bir mücadele eksenini genişletip güçlendirerek üzerinden ileriye doğru yürünebilecek bir zemin ve imkan olma durumunu daha da görünür hale getirmiştir.

Cumhurbaşkanlığı, arkasından gelecek parlamento seçimleriyle kesintisiz bir seçim sürecinin içine giren HDP, saptadığı eksik ve zaaflarını gidermek sorum-luluğuyla karşı karşıyadır. Özellikle bileşenlerinin yapacağı değerlendirmeler, HDP’nin önündeki zor-lukları aşmak ve siyaset sahnesindeki pozisyonunu güçlendirmek konusunda belirleyici önemde olacak-tır. HDP’nin bugüne kadarki başarısı, bileşenlerinin ötesinde bağımsız varlığını ve sözünü koruması idi. Bütün bileşenlerinin sözlerini optimum bir noktada ortaklaştırması idi.

Şimdi HDP, 30 Mart seçimlerinden aldığı güçle örgütsel yapısını reorganize ederek, sokakta ve par-lamentoda daha görünür olarak kendisine yönelik sistemli dezenformasyonları ve saldırıları boşa çıkar-tacak ve geleceğin tek demokratik seçeneği olduğunu gösterecektir.

Kadir Akın

HDP: Demokratik seçenek

Partimiz parlamenter hayalleri olan bir parti değildir. Kapitalist bir

düzende parlamenter yarışın eşitsiz bir yarış olduğunun bilincindedir.  Öte yandan, seçim dönemlerinde kitlelerin siyasi duyarlıklarının yükseldiğini, partilere kulaklarını kabarttıklarını, söylenenleri ve yazılanları çok daha dikkatle dinlediklerini biliriz. Bu ilgi elbette değerlendirilmelidir. Parti örgütlerimiz ve tüm yoldaşlarımızda bu noktada en küçük bir bilinç bulanıklığı yoktur. Seçimlere örgütlü olduğumuz her yörede bu bilinçle katıldık.

“SYKP’nin büyümesi HDP’nin büyüme-sidir, HDP’nin büyümesi SYKP’nin büyümesidir” anlayışıyla ve HDK/HDP’yi sermayenin kanatlarından bağımsız bir siyasal alternatif olarak inşa etme hedefiyle yürüttüğümüz bir seçim sürecini geride bıraktık. Partimizin yetkili organlarında belirlediğimiz üzere SYKP’nin örgütlü, dost, sempatizan tüm potansiyelini seçim çalışmalarına katmaya çabaladık. Şüphesiz bu süreçte eksiklerimiz, zaaflarımız oldu ancak SYKP olarak HDP’nin siyasi alandaki konumlanışıyla uyumlu bir katılım gösterdik.

Seçim sath-ı mailine girdiğimiz süreçte yaptığımız tüm parti toplantılarının ana gündemi seçimler oldu. Bu toplantılarda parti örgütlerimizi grupçu reflekslerden ve küçük hesap-lardan uzak durmaya, HDP’nin seçim-lerden başarı ile çıkabilmesi için aktif olarak çalışmaya çağırdık, bu yönde teşvik ettik. Nitekim, örgütlerimiz aday belirleme sürecinde aday yarışına, listelerde ön kapma vb. tartışmalara katılmadı. Diğer bileşenlere mensup ya da bağımsız olsun en uygun adayların arayışı içinde oldular. Belediye eş başkan ve Meclis üyeliklerinde yer alan yoldaşlarımızın hemen tümü diğer bileşenlerin önerisiyle, bir başka ifade ile görev bilinciyle listelerde yer aldılar. 

HDP’nin seçime girdiği toplam 54 ilden 27’sinde gücümüz doğrultusunda çalışmaların bileşeni olduk.

BDP’nin örgütlü olmadığı Samsun-Artvin hattında seçim çalışmaları büyük ölçüde parti örgütlerimiz üzeri-nden yürütüldü ya da çalışmanın en aktif taşıyıcı güçlerinden biri olduk.

Karadeniz’de olduğu gibi Antalya, Mersin, Adana, Hatay ve Antep’te de seçim çalışmalarında aktif rol aldık, çalışmaların taşıyıcısı olduk. An-talya Muratpaşa, Hatay Samandağ, Defne ve Antakya’da yoldaşlarımız eşbaşkan adayıydı. Seçimlere BDP’yle katıldığımız Mersin–Akdeniz beledi-

yesinde Canan Yüce yoldaşımız ve HDP Adana Büyükşehir Beledi-yesi Eşbaşkan adayı olan Leyla Uyar yoldaşımız belediye meclisine seçilmişlerdir.

İstanbul Fatih, GOP ve Beşiktaş’ta SYKP’li yoldaşlarımız eşbaşkan adaylarıydı. Samsun, Ordu, Yalova ve Balıkesir’de il belediye başkan adayları yoldaşlarımızdı. İzmir-Narlıdere, Bursa-İnegöl, Tekirdağ-Çorlu, Muğla-Kavaklıdere, Adana-Kazan, Aydın-Söke, Amasya-Merzifon ilçeler-inde yoldaşlarımız belediye eşbaşkan adaylığı görevini üstlendiler. Ankara, Konya, Çanakkale, Edirne, Kırklareli, Kocaeli, Eskişehir, Manisa, Sinop, Artvin, Trabzon, Giresun’da HDP’yle seçim çalışmalarının içerisindeydik. Toplamda 200’e yakın yoldaşımız belediye meclislerine aday oldular.

SYKP olarak eksiklerimizin farkındayız. Yapacağımız değerlendirme toplantılarında bu eksikliklerle cesaretle yüzleşeceğiz. Bütün eksikliklerimize rağmen yaşadığımız seçim sürecini değerlendirdiğimizde partimizin üzeri-ne düşen sorumluluğu büyük oranda yerine getirdiğini ve üçüncü cephenin büyümesi için imkanlarını ve enerji-sini önemli ölçüde sevk edebildiğini söyleyebiliriz.

*SYKP MYK Örgüt Büro Koordinatörü

Seçimlerde SYKPMehmet Yücel*

Page 9: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

9

AKP hükümetinin Suriye’de savaşan İslamcı çetelere

verdiği desteğe karşı iç muhalefetten yükselen seslere dünya kamuoyu da katıldı. Sınırda kurulan kampların mahiyeti ve sınır kentlerinde İslamcı militanların giderek görünür olmasıyla başlayan tartışmaların peşi sıra ortaya çıkan belge, kayıt ve olaylar malumu ilan etti. Reyhanlı bombalamasına dair jandarma istihbarat raporu, on En-Nusra Cephesi üyesinin Adana’da iki kilo sarin kimyasalıyla yakalanması ve liderleri de içinde olmak üzere beşinin

serbest bırakılması, tır savaşları, AGİT Türkiye Daimi Temsilcisi’nin Reyhan-lı itirafı, Dışişleri Bakanlığı dinleme kayıtları derken Seymour Hersh’in “London Review of Books” dergisinde yayımlanan makalesinde yer verdiği id-dialarla, Türkiye’nin Suriye iç savaşında üstlendiği rol, Suriye’ye askeri müdaha-le konusundaki ısrarı ve çeşitli çevre-lerde farklı saiklerle büyüyen kaygılar büsbütün görünür oldu.

“Red Line and Rat Line” isimli maka-lenin üzerine kurulduğu temel iddialar

aslında başlığında son derece ironik bir biçimde ortaya konulmuş. Başlığını “Kırmızı Çizgi ve Sıçan Hattı/Gizli Hat” olarak Türkçeleştirebileceğimiz makale, ABD’nin 2013 sonbaharındaki saldırı planını askıya alması ve ardın-dan iptal etmesinin ardındaki geliş-meler üzerinden, Amerikalı istihbarat yetkililerine ve Ağustos 2013 tarihli bir Amerikan istihbarat raporuna dayan-dırılan kimi iddiaları gündeme taşıyor.

Bu iddialara göre, ABD’nin Suriye konusunda Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ile yaptığı işbirliği sonucu CIA, MI6’nın da desteğiyle gizli hat (sıçan hattı) üzerinden Libya’daki silah ve mühimmatın Türkiye kana-lıyla Suriye’ye sevkini temin ediyordu. Ancak Bingazi’deki Amerikan Konso-losluğuna yapılan saldırının ardından, hat üzerindeki kontrolünü yitirdiğini düşünen ABD, sevkiyattan çekildi ama sıçan hattı varlığını korudu. Dahası Amerikan istihbarat servislerinin 2012 sonunda muhaliflerin savaşı kaybettiği kanaatine varması üzerine ABD’nin değişen Suriye politikası, AKP hükü-metinin askeri ve siyasi olarak yalnız kalmasına neden oldu. Suriye üzerin-deki stratejik amaçlarının gerçekleş-memesi, sarf ettiği finansal kaynaklar bir yana, kendi topraklarında binlerce silahlı İslamcı militanla baş başa kalma riskiyle yüzleşen Türkiye hükümeti, Obama’nın 2012 başında kırmızıçizgi olarak belirlediği kimyasal silah kulla-nımı tezi üzerinden, ABD’yi yeniden savaşa çekmek için, MİT ve jandarma kuvvetleri üzerinden En-Nusra Cep-hesinin sarin kimyasallarını temin etmesini sağlamanın yanı sıra üretim ve kullanımı konusunda eğitim de vererek saldırının alt yapısını hazırladı.

İddialar, ABD ve Türkiye hükümeti ta-rafından yalanlanırken, pek çok gazete-ci, yazar ve araştırmacı, hem ABD hem de AKP hükümetini çok zor durumda bırakacağından aksinin beklenemeye-ceğini dile getirdi ve geçmişte yaşanmış benzer durumlar ile Hersh’in saygın geçmişine atıfta bulundu. Kaynak göstermemesi ile ilgili eleştirilere yanıt

veren Hersh, bilgilerin 30 yıldır tanı-dığı sağlam kaynaklara ve Amerikan istihbarat raporuna dayandığına dikkat çekti. Hatta söz konusu raporun elinde olduğunu belirtti. Söz konusu belge ve bilgilerin (doğruluk payı ne olursa olsun) neden sızdırıldığına ve zamanla-masına dair tartışmada ise ABD içinde Suriye’ye askeri bir müdahaleden yana olmayan asker ve istihbaratçılarca sızdırılmış olabileceği veya Türkiye hükümetiyle Suriye politikası konusun-da yollarını ayıran ABD’nin bunların bilinmesini isteyebileceği ihtimalleri üzerinde durulurken, dezenformasyon olasılığı da değerlendirmeler arasında yer aldı.

Sıçan deliğine su döküldüDeniz Gemici

Pol

itik

a

Seymour Hersh “London Review of Books” dergisinde yayımlanan“Red Line and Rat Line” isimli makalesinde, 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Guta bölgesine yapılan sarin gazı saldırısında Türkiye istihbarat teşkilatı ve jandarma kuvvetlerinin rolüne ilişkin çarpıcı iddialara yer verdi.

Page 10: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 10

Yerel yönetim seçimleri, genel yol-suzluk kervanına bir de seçim yol-

suzluğu ve hileleri eklenerek tamam-landı. Sonuçlar üzerinden herkes başarı ve ya başarısızlık analizleri yaparak, kendi durduğu yerden bazı çıkarsama-larda bulunuyor. Her yapılan analiz ve çıkarsamada kimi doğruların bulun-ması, o analiz ve çıkarsamaların bü-tünsel olarak doğru sonuçlara ulaştığı anlamına gelmez. Her şeyden önce ba-şarı ve başarısızlığın bir ölçütü olmalı ki, sonuçlar o ölçüt üzerinden objektif bir değerlendirmeye tabi tutulabilsin. ABD’nin politika değişikliği sonucu “ılımlı İslam” modelinden vazgeçmesi ve Türkiye’nin bölgede rol model olma pozisyonunu kaybetmesiyle bağlantılı bir biçimde, İktidar koalisyonu içinde-ki çelişkilerin tırmanarak, seçim öncesi adeta bir savaşa dönüşmesi nedeniyle seçimlerin yerel seçim olmaktan öte bir muhteva kazandığı herkesin malumu.

Yine de söz konusu olan yerel seçimler olduğuna göre, bizim seçim öncesi genel anlamda başarı ölçütümüz, bu seçimlerde asgari olarak elde etmek is-tediğimiz sonuç ve elde edilen sonuçlar üzerinden ulaşmak istediğimiz amaç neydi ona bir bakalım. Birincisi; 2011 seçimlerinde blok olarak toplamda alınan oy sayısını ve oranını HDP-BDP olarak artırmak. İkincisi; 2009 seçim-

Ancak, yüzde 43-45 bandında bir oy oranı bu kadar yıpranmışlığa karşın AKP için bir başarıdır. Zayıflayarak elde edilen bu başarı, iktidarın sür-dürülebilmesine ve Suriye’ye yönelik savaş macerasına yönelimle birlikte, içeride otoriterleşme eğilimlerinin devam ettirilmesine de zemin yarattı. Seçim öncesi oluşan siyasal atmosfer içinde Cumhurbaşkanlığı sevdasından vazgeçme eğilimi taşıyan Erdoğan’ın, seçim sonuçlarıyla birlikte yeniden Cumhurbaşkanı olmak için harekete geçmesi de muhtemeldir.

HDP-BDP’nin yerel seçimlerde sistem partilerinden farkının esasını oluşturan ve amacı belirleyen temel yönelimi ise, kazanılan yerel yönetimlerde demokra-tik özerklik perspektifi doğrultusunda temsili demokrasi ile uyumlu doğru-dan demokrasi işleyişinin uygulamaya konulmasıydı. Yerel demokrasinin fii-liyat kazanmadığı durumda ortaya çı-kacak olan şey, halkın yerellerde kendi yaşamına dair karar verici olmaktan

uzak tutulduğu “belediyecilikten” farklı bir şey olmayacaktır. Özgür şehirler ve bölgeler ancak kazanımların amaca uy-gun değerlendirilmesi ile yaratılabilir.

Rojava’da bu temelde oluşan özerk kantonlar, yerel yönetim ve demokrasi deneyimleri olarak Mezopotamya’da ve Anadolu’da kazanılan yerel yönetimlere ilham olmalıdır. AKP hükümeti ve TC devleti, kendi yönetim ve iktidar anla-yışlarına karşı bu yöndeki gelişmeleri bir tehdit olarak gördükleri için Rojava’yı boğma amaçlı sinsi planlar yapmaktadır.

Rojava’dan Mezopotamya’ya, Mezopo-tamya’dan Anadolu’ya bir köprü kuru-larak, bu coğrafyada yerel yönetimlere dayalı demokrasi adasının büyütülmesi ve ezilenlerin bölge düzeyinde sistem-den kurtuluş mücadelesinin imkanları, seçimlerde elde edilen kazanımlarla artık daha da artmıştır. Bu imkanı de-ğerlendirmek, sisteme karşı mücadeleyi büyütmek isteyen herkesin görevidir.

Özgür kentlere doğrubir adım daha

Mustafa Kahya

Pol

itik

a

Rojava’dan Mezopotamya’ya, Mezopotamya’dan Anadolu’ya bir köprü kurularak, bu coğrafyada yerel yönetimlere dayalı demokrasi adasının büyü-tülmesinin ve ezilenlerin bölge düzeyinde sistemden kurtuluş mücadelesinin imkanları, seçimlerde elde edilen kazanımlarla artık daha da artmıştır.

lerinde kazanılan belediye sayısını çoğaltmak. Üçüncüsü; iktidar koalis-yonunun her iki kanadının da seçim sürecinden zayıflayarak çıkması. Dördüncüsü; kazanılan yerel yöne-timlerde, demokratik özerklik ve yerel demokrasinin fiilen geliştirilmesiyle özgür şehirlerden sosyalizme giden süreci bir ileri düzeye sıçratmak.

Seçim sonuçları ilk üç hedefimiz yönünden değerlendirildiğinde başarılıdır. Alınan toplam oylar ve oy oranı 2011 seçimlerine göre artmıştır. Kazanılan belediye sayısı ise 2009’a göre artarak 103’e çıkmış, 2009’da 8 olan il belediye sayısı 2014’te 11 olmuştur. BDP’nin Kürdistan’da birkaç ilde oy oranında düşüş olmuş, diğer yerler-de ise alınan oylarda ve oy oranında yükseliş sağlanarak AKP bölgede zayıflatılmıştır. Oy oranında düşüş olan il ve ilçelerin, daha çok belediyelerin garanti olarak alınacağı yerler olması, ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durumdur.

Sistemin politik aktörleri yönünden ise verili denklemde bir değişiklik ol-madı. İktidar koalisyonunu oluşturan güçlerden birisi olan Cemaat kanadı, seçimlerden tam bir yenilgi ile çıktı ve toplumsal etki gücünün sanılan kadar

HDP-BDP’nin yerel seçimlerde sistem partile-rinden farkının esasını oluşturan ve amacı belirleyen temel yönelimi, kazanılan yerel

yönetimlerde demokratik özerklik perspektifi doğrultusunda temsili demokrasi ile uyumlu

doğrudan demokrasi işleyişininuygulamaya konulmasıydı.

Page 11: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

11

2013 Nevroz’unda Abdullah Öcalan’ın mesajından sadece

ateşkes haberini değil, gerillanın TC sınırları dışına çıkacağı, Hükümet’in barışın sağlanması için yasal düzen-lemeler yapacağı ve ardından da sorunun kökten çözümü anlamına gelecek “normalleşme” dönemine geçeceğimizin müjdesini almıştık. RTE’nin 2004’den beri sorunu çözme üzerine söylediği yalanlardan bir dağ oluştuğu için buna inanmak zordu, ama güzel şeyler umut etmeye de-vam etmenin, realist kalmaya engel oluşturmayacağı da bir hakikattir.

Elbette mesele, RTE’nin hayal ticare-tine inanma basitliğine indirgenemez. Abdullah Öcalan’ın 1993’ten beri, kendisine yönelen tüm “teslimiyet” suçlamalarına rağmen, sorunun askeri değil siyasi yollardan çözümü için en küçük bir fırsatı dahi kaçırmadığını kabul etmek gerekir.

Sonuçsuz kalmış gibi görünse de her ateşkeste, her barış girişiminde hem Kürt halkı hem de tüm bölge halkları özgür ve demokratik gelecek adına irili ufaklı kazanımlar sağladılar.

Bu kez de, Hükümet yalancı adımlarla barış sürecini seçim mal-zemesi olarak kullanmaya çalışsa da, Özgürlük Hareketi dünya çapındaki meşruiyetini Öcalan’ın Time dergisine kapak olmasıyla perçinlemiş oldu. O kadarla da kalmadı, Rojava devrimi bu

sayede ayakları üzerine dikildi. Yine, çatışmaların kesilmesi, asker cenaze-lerinin son bulması, azgın şoven havaya bir fren yaptırırken Türkiye halklarının öz sorunlarında daha berrak bir bakış kazanmaları ve nihayetinde AKP hükümetinin on yıldır oynadığı oyunu bütün çıplaklığıyla görüp ona karşı isyana yönelmeleri sonucunu da getirdi. Gezi direnişi, neoliberalizmin üzerine ölü toprağı serpmiş olduğu Türkiye toplumu için zamanın ruhunu değiştirdi: Sosyalizmin 30-40 yıl geride kalmış şanlı direniş ruhu geriye geldi. Bu gelişimin en önemli bileşenlerinden biri “barış sürecidir”.

Barış olmasa da, Öcalan’ın doğru zamanda ortaya koyduğu bir inisi-yatifle başlayan sürecin bu kazanımları bile kendi başına yeterlidir. Öcalan’ın mesajında işaret ettiği, adım adım haki-kate dönüşüyor:

“Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna şahitlik etmektedir. Savaşlardan, çatışmalardan, bölünmelerden yorgun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri üzerinden yeniden doğmak, omuz omu-za ağaya kalkmak istiyor.” Bu, Gezi’nin de müjdesiydi işte.

2013 Newroz’u mesajının üzerinden bir yıl geçtikten sonra Türkiye ve Kürdistan yeni bir Newroz’u Türkiye ve Ortadoğu’nun yeni koşullarında kutladı.

RTE Şam’daki Emeviye Camii’nde Cuma namazı kılacağını ilan etmişken, seccadesinin ayaklarının altından çekildiği, Gezi Direnişiyle başkanlık hayallerinin ufkun ardında kaybolduğu,

Türkiye’yi talan etmede suç ortaklığı ettiği Cemaat’le kavgaya tutuşup nasıl bir soygun koalisyonu olduğunun dinleme kasetleri ve soruşturma dosyalarıyla ortaya serildiği, Cenevre görüşmelerine katılmaya mecbur kaldığı ve Rojava’da kantonların ilan edildiği bir dönemde geldi Öcalan’ın yeni Newroz mesajı. Öcalan, Hükümet’in verdiği sözlerden hiç birini yerine getirmemiş ve “bağlayıcılığı olmayan diyalog”dan öteye geçilememiş olmasının yarattığı boşluğa “sorumlu bir dil ve üslup”la işaret ederken tarihsel doğrultunun ne olduğunun altını çiziyordu:“Bizim direnişimiz, kardeş halklara karşı değil; hegemonik karakterli, yok sayan, imha eden, inkar eden zulüm düzenine karşı olmuştur. Dolayısıyla barışımız da hükümetler ya da devletler için değil; bu toprakların binlerce yıllık kadim değerlerini özümseyen, dünya kültürel mirasının eşsiz hazırlayıcısı olan Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya halkları içindir.”

Mesajda, bu muazzam direnişin, Gezi Direnişiyle kurduğu içsel bağların katkısıyla, on yıldır herkesi barışa esir etmeye çalışan Hükümet’in sahte yüzünün ortaya çıkmasına nasıl katkısı olduğuna, talan düzenini yürütürken ortak olanların ganimet paylaşırken birbirlerine düşmelerinin olmayan

“paralel devletin bir darbesi” değil, tersine yığınların siyasi gerçekleri kavraması ve devrimci dinamiklerin gelişmesi açısından yarattığı muazzam potansiyele işaret etmeden geçilmesi, sürdürülen diyalogu zedelememeye yönelik bir niyete dayanıyordu. An-cak bunun, aktüel politika açısından, halklarımızın birleşik mücadelesinin yürütücüsü HDP’nin temsil ettiği çizginin algılanmasında “AKP’ye dolaylı destek vermek” gibi temelsiz iftiralara zahiri malzeme oluşturduğunu da görmemezlikten gelemeyiz.

Elbette gerek HDP’nin ve gerekse BDP ve Kandil’in “soyguncularla gerçekleştirilecek bir barışın olmadığı” doğrultusundaki açıklamaları, gerçeği müfterilerin suratına bir şamar gibi çarpmıştır.

Her şeye karşın, Öcalan’ın dediği gibi meselemiz; “birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusudur. Son Newroz’dan bugüne yaşadığımız güncel somut durum tam da çatallaşmaya başlayan bu yol ayrımını ifade etmektedir.” Bu çatallaşan yolun ilerisinde artık AKP’ye yer yok. Onlar, suç ortaklarıyla birlikte tarihin çöp sepetindeki yer-lerini çoktan ayırttılar.

Newroz’dan, Rojava’dan, Gezi’den özgürlüğeMahir Sayın

“Bölge halkları yeni şafakların doğuşuna

şahitlik etmekte-dir. Savaşlardan,

çatışmalardan, bölünmelerden yor-

gun düşen Ortadoğu halkları artık kökleri

üzerinden yeniden doğmak, omuz omu-

za ayağa kalkmak istiyor.” Bu, Gezi’nin

de müjdesiydi işte.

Sonuçsuz kalmış gibi görünse de her ateşkeste, her barış girişiminde hem Kürt halkı hem de tüm bölge halkları özgür ve demokratik gelecek adına irili ufaklı kazanımlar sağladılar.

Pol

itik

a

Page 12: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 12 Greif’te taşeron vekadrolu ortak direnişteABD merkezli Greif-Sunjüt şirke-tinin Hadımköy’de kurulu fabri-kasında, toplu sözleşme görüşme-lerinde işçilerin taleplerinin kabul edilmemesi üzerine 11 Şubat’ta başlayan direniş sürüyor. Onlarca taşeron şirketin bulunduğu fabri-kada taşeron ve kadrolu işçiler or-tak örgütlenme ve ortak hedefler etrafında kenetlenmiş haldeler. İki ay boyunca Hadımköy’deki fab-rikada işgal eylemlerini sürdüren işçilerin direnişi 10 Nisan sabahı

polis saldırısı ile karşılaştı. On-larca işçi yaralandı ve gözaltına alındı. 11 işçi fabrikanın çatısında direnişi sürdürürken gözaltından çıkan işçiler yeniden fabrika önü-ne geldiler. 11 Nisan’da çatıdaki işçiler de gözaltına alındılar. Fab-rika önünde kurulan çadırlara polis yeniden saldırdı. İşgal sona ermiş olsa da Greif işçileri saldırı-lara rağmen direnişi sürdürmek konusunda ısrarlı olduklarını belirtiyorlar.

Röportaj: Nesrin Özaydın

Emek

İşgal eyleminde son du-rum nedir? Dayanışma için ne yapılmalı?

135 arkadaşımızın tazmi-natsız işten çıkarılması bizi içten bölmeye yönelik bir müdahaleydi. Biz direni-şimizin ilk gününden bu yana işverenin bu tarz tehditlerine, saldırıları-na boyun eğmedik. Haklı taleplerimizin karşılanması için mücadelemizi sürdü-receğiz. İşverenin masaya oturup hazırladığımız taslağı imzalamaktan başka şansı yok. Mücadelemizi kararlı bir şekilde, kazanana kadar devam ettireceğiz.

Burada taşeron işçilerin kadroya alınmasını istiyo-ruz. Bize, haklarını verelim kadroya almayalım dediler. Biz bunu kabul etmiyoruz.

Bu direnişten hepimiz eşit haklarla çıkacağız.Buradaki işçiler kendi payla-rına düşen haklı mücadeleyi hakkıyla yerine getiriyorlar. Bu bir bütün olarak işçi sınıfının mücadelesidir. Sınıftan, emekten yana tüm yapılara sesleniyoruz: buraya sahip çıkın. Bu işçi sınıfının kazanımı olacaktır, bun-dan dolayı da bu mücadele sahiplenilmeli ve güçlü eylemler örgütlenmeli. 

Engin Yılgın(DİSK Tekstil Esenyurt Bölge Temsilcisi)Siyaset: Greif’te örgüt-

lenme sürecini anlatır mısın?

Fabrikayı 2010 yılında ABD’lilerin devralmasıy-la birlikte, ciddi sıkıntılar başladı. Ucuz iş gücü ve ucuz maliyet hesabıyla burayı devir alıp, işgücünü daha da ucuz hale getirmeye çalıştılar. Ciddi sosyal ve ekonomik ka-yıplara uğradık. Bize de kendi örgütlülüğümüzü yaratmak düştü. Önce fabrikalarımızda bölüm komitelerimizi kur-duk. Sonrasında da fabrika komitesini oluşturarak DİSK Tekstil-İş Sendikası’nda ör-gütlendik. Örgütlenmemizle birlikte işten atıldım. Hem Dudullu’da hem Hadımköy’de “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” diye bir karar almıştık. Arkadaşlarımız ken-di inisiyatiflerini kullanarak, beni işe yeniden aldırdılar. Sonrasında toplu sözleşme sürecine girdik. Bu süreçte taşeron olarak çalışan arka-

daşları üye yaptık. Çünkü onlar bu fabrikada üvey evlat durumundaydı.

Kadrolu olanlar erzak alabi-lirken, taşeronda çalışanlar erzak alamıyordu. Ücretler ve çalışma koşulları daha kötüydü. Birisi kadrolu bi-çimde eziliyor öteki kadrosuz biçimde eziliyor. Böl, parçala, yönet sistemini bu fabrikada en üst düzeyde uyguluyor-lardı.

İşgale nasıl karar verdi-niz?

Toplu sözleşme sürecinde en yakıcı taleplerimiz olan ekonomik ve sosyal taleple-rimizi içeren ve kendimizin oluşturduğu taslağı hem işverene hem de sendikaya götürdük. Sendikanın bizim önümüze koyduğu bir taslak değil, bizim onların önü-ne koyduğumuz bir taslak olmuştu. Altıncı görüşmede işveren temsilcisi “Bizim verdiğimiz hakları kabul ediyorsanız edin, etmiyor-sanız kapının önüne koya-rım. İsteyen defolup gitsin başka iş bulsun” dedi. Fabrika komitesi içinde, yasal grevi mi bekleyelim yoksa işgal mi edelim tartışması söz konu-suydu. Fabrikayı işgal etme kararı çıktı. Çünkü yasal grevi beklersek içeriye insan-ları doldurup tekrar çalıştı-racakları apaçık ortadaydı. Hatta önceki işyerlerinde de

yasal grevlere çıkıp, kapının önünde çadır kurup bekle-yen ağabeyler vardı, onlar da “ben kapının önüne çıkmam, çadırda yokum ama fabrikayı işgal edeceksek buradayım” diyorlardı. Sınıf kendi kara-rını kendisi verdi sonuçta. Yani söz, yetki, karar sınıfın kendisinindir. İşveren fabri-kayı işgal edenlere yönelik bir saldırı düzenlemek istedi ama o da boşa çıkartıldı.

İşgal süreci nasıl yürü-yor? Sendikanın eylemi-niz karşısındaki tutumu ne oldu?

Fabrikada 800 işçi var. Hepsi direnişte değil. 620 üye-miz var, üye olmayanlar da dışarıda, bize dönük saldırıya gelenler. Bunlar da taşeron sahipleri, akrabaları, çevresi ve çeperi. O gün saldırıya gelenler arasında bizimle birlikte burada çalışan arka-daşlarımız da vardı. Başka şirketlerde çalışanlar ve kendi mahallelerindeki madde bağımlısı insanlar da vardı. Para karşılığında buraya getirildikleri belliydi. Kimi-lerine “Anlaşma sağlandı, bugün gidip makinaları açıp çalışıyoruz” demişler.

Kitle örgütlerinden ve emek dostlarından epey dayanışma görüyoruz. Dostlarımız ne ge-rekiyorsa yapmaya çalışıyor-lar. Eleştirilmesi gerekenler, destek vermeyenler de var.

Ferhat Alsaç(İşçi Temsilcisi)

İşgaliniz hakkında neler söylemek istersin?

İşveren ve sendika bize çeşitli oyunlar oynuyor. Dışarıda olan arkadaşlarımızla oylama yapılacak, çoğunlukta hangi karar çıkacaksa ona uyulacaktı. Asıl amaçlarının bizi buradan dışa-rı atıp dışarıdaki arkadaşlarla üretime devam etmek oldu-ğunu gördük. Biz bu provokasyona gelmedik. Her ne olursa olsun burası bizim ekmek teknemiz, her ne olursa olsun burayı kapattırmayacağız ve bu işi zaferle bitirip üretimimize devam edeceğiz.Kendi fabrikamızda çalışan arkadaşlarımızı tanımazken, di-renişle birlikte bütün bölümlerden arkadaşlarımızla dayanış-ma ve kaynaşma yaşadık. Bunlar dayanışma adına, sesimizin dışarıya yansıması adına, işçi sınıfının bilinçlenmesi adına çok büyük başarılar.

Ahmet (İşçi)

Page 13: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

13

Emek

KESK’e bağlı sendikaların şube genel kurul-ları yapıldı. Sırada ise genel merkezlerin

ve KESK’in Genel Kurulu var. Türkiye’nin en büyük sendikalarından birinin genel kurullar sürecinde emek gündemine kısaca bakmakta yarar var:

Emeğin gündemi

- Taşeron aracılığı ile çalıştırılanların çalışan nüfus içindeki artışı görmezden gelinemez bir noktada. Esnek, enformel çalışma biçimleri işçi sınıfının tüm bileşenlerine dayatılmakta. İşsiz işçilerin çalışan işçilere, sigortasız çalışanların sigortalı taşeron çalışanlara, taşeron çalıştırılan-ların kadrolu işçilere, kadrolu işçilerin sendikalı olabilenlere karşı “kıskanç” bakışı, sınıf daya-nışmasının önünü de tıkamakta. Aynı iş yerinde farklı statüde çalıştırılanların birbirine karşı konum alıyor oluşu sınıf bilincinin yarılması anlamına gelmekte, eylem birliğinin ortadan kalkmasına neden olmakta.

- 12 Eylül ürünü olan antidemokratik Anayasa, sendikal örgütlenme de dahil, emek düşmanı içeriği ile halen yürürlükte.

- İşçi sınıfı gençleşmiş ve feminize olmuş du-rumda. Sınıfın genç bileşenleri kendilerinden daha yaşlı olan işçilerin mücadele birikimlerin-den yararlanamamakta. Sendikalar bu devam-lılığı sağlayamamış görünmekte. Sendikaların genç nüfusun ve özelde kadınların sorunlarını gündemlerine almaları, sendikal mücadelenin içinde her iki gruba da öncelikler tanımaları gerekmekte.

- İş cinayetleri hız kesmeksizin devam etmekte.

- İstihdam büroları sermayenin saldırı günde-minin bir parçası olarak karşımızda durmakta. KESK kongreleri

Kamu işyerlerinde “memur” statüsü ile çalışan-lar, işçi-emekçi olduklarının bilinci ile on yıllar-dır mücadele ediyorlar. Bir yandan baskılar, bir yandan devlet eliyle beslenen kontra sendikalar KESK’i başından itibaren çetin bir görevle karşı karşıya bıraktı. Ancak dişe diş bir mücadelenin sonucunda kurulan KESK açısından işler son yıllarda iyiye gitmiyor.

Türkiye sendikaları, özelde de KESK, bugün iktidardan demokrasi talep edemez hale gelmiş ise bu biraz da kendi içindeki antidemokratik uygulamalarla ilgilidir. Kendisi demokratik olmayan bir işleyişin başkasından demokrasi talep etmesi ham hayal olarak karşımızda dur-

maktadır. Çoğu sendika yıllardır aynı isimler veya gruplar aracılığı ile yönetilmekte, deyim yerindeyse “tren sallanmaktadır.” Sınıfın bütü-nünü ilgilendiren mücadele programları yerini, isimlerin veya grupların egemen olma mücade-lesine bırakmıştır. Sendikaların demokratikleş-tirilmesi, seçim sisteminin yeniden ele alınması, nisbi oranda temsiliyetin hayata geçirilmesi gerekmekte iken, KESK içinde bulunan siyasal çevrelerin koalisyon hükümetleri gibi hareket ettikleri seçimler ve kulisler anlayışı benim-senmiştir. Özellikle solun hastalıklı hale gelmiş rekabetçi, küçük olsun benim olsuncu tavırla-rına sınıf pusulasından bihaberlik de eklenince emekçilere en büyük kötülük yapılmış oldu. Türkiye siyasetinin genelini içeren “sandıkçı demokrasi, baraj demokrasisi” anlayışı maalesef sendikalarda da hakim oldu.

Mücadele çizgisi olarak gittikçe diğer sendika-lara benzemeye başlayan KESK, emekçiler için bir çekim merkezi olma durumunu bu haliyle yitirmiş görünüyor.

Ortada emekçilerin güvenini kazanabilecek bir sendikal mücadele hattının örülmesi görevi durmakta. Emeğin gündemi ile KESK’in ve ona bağlı sendikaların genel kurullardaki gündemle-ri birbiri ile örtüşmüyor. Her siyasi yapının ken-di gündemini dayatmaya çalıştığı ve buradan bir koalisyon yaratılmaya çalışılarak geçiştirilen genel kurullar, ne emeğin gündemine sahip çıkmayı ne de Gezi İsyanının bizlere işaret ettiği yeni anlayışı içermekte.

KESK’i yıllardır bu hale adım adım taşıyan siyasal anlayışlarla bundan sonrasının karşılana-mayacağı çok açık. Yeni bir işçi kuşağı, öncelikle tabanda genç işçiler arasında kurulacak bağlar, yerel inisiyatif ve girişimler üzerinden yük-selecektir. Şimdi bu küçük adımları atmanın zamanı.

Kamu emekçilerihareketi nereye?Ebru Yıldırım

Seri cinayet rejimi sürüyorİşçiler ölmeye devam ediyor

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi Mart ayı iş cinayetleri raporunu açıkladı. Rapora göre, Mart ayında 112 iş cina-

yeti yaşandı. 2014’ün ilk 3 ayında en az 276 emekçi yaşamını yitirdi.

Mart ayında iş cinayetleri en çok inşaat, metal, ticaret/büro/eğitim ve tarım sektörlerinde yaşandı.

İnşaat sektöründe 14’ü düşme ve 6’sı ezilme/göçük nede-niyle 25 işçi yaşamını yitirdi. Raporda, “Sektörde yaşanan iş cinayetleri çocuk, göçmen ve yaşlı emeğini; çalıştırma biçimi olarak mühendisten taşerona uzanan bir yelpazeyi kapsarken coğrafyamızın dört bir yanında yaygınlık gösterdi” denildi. Raporda, inşaatlarda yaşanan işçi ölümlerinin gizlendiğine de dikkat çekilirken, 17 Şubat’ta Atatürk Orman Çiftliği’nde yapılan Başbakanlık Hizmet Binası inşaatında, Kontur Sel Alüminyum isimli taşeron firmada çalışan 27 yaşındaki Savaş Oğuz’un yaşamını yitirmesinin ancak yakın zamanda ortaya çıktığı belirtildi.

Rapora göre metal sektöründe ise 20 işçi yaşamını yitirdi. Bu sektörde bir işçi katliamı yaşandığı kaydedilen raporda, şöyle denildi: “Mersin’in Akdeniz İlçesi’nde bulunan Acar Maki-na Sanayi Fabrikası işçilerini taşıyan minibüse hemzemin geçitte bariyerlerin zamanında kapatılmaması sonucu Mer-sin-Adana seferini yapan yolcu treni çarptı. KESK Birleşik Taşımacılık Sendikası ve TMMOB Mersin İKK’nın yaptığı açıklamalarda hemzemin yerine alt-üst geçit yapılmasının daha güvenli olduğunu belirtilirken özelleştirme süreciyle hemzemin geçitte çalıştırılan bekçilerin de hizmet alım yolu ile çalıştırıldığı, demiryolu personeli olmadığı ve bu yüzden işin önemi ve tehlike boyutunun TCDD’nin uyarılmasına rağmen gözardı edildiği belirtildi.”

Ticaret/büro/eğitim/sinema sektöründe 18 emekçi, tarım/orman sektöründe biri orman işçisi, ikisi balıkçı ve 12’si çiftçi olmak üzere 15 emekçi yaşamını yitirdi.

Raporda, silikozis hastalığı sonucu 58. işçinin hayatını kay-bettiği de belirtildi.

Rapora göre, biri 14 yaş ve altı, ikisi 15-17 yaş aralığında olmak üzere 3 çocuk emekçi can verdi. 51 yaş ve üstünde ise 25 emekçi can verdi. Mart’ta ölen işçilerden 8’i ise kadın işçi.

İşçi ölümleri en çok Mersin, İstanbul, Kars ve İzmir’de yaşan-dı.

Mart ayı raporları açıklanırken Nisan ayının daha ilk hafta-sında ölen işçi sayısı 20’yi yaralanan ise 100’ü geçmişti.

Page 14: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 14 Emek sermayeye boyun eğmiyor

1 Mayıs’a yürüyor

Emek

* Erciş Belediyesi’nde çalışan 100’e yakın taşeron işçi, 85 lira olması gereken günlük yevmiyelerinin 65 lira olarak ödenmesine karşı belediye binasını işgal etti.

* İzmit’te kurulu Crown Bevcan fabrikası işçileri Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atma saldırısıyla karşılaştılar. Fabrika önünde direnişlerini sürdürüyorlar.

* Mardin Midyat Devlet Hastanesi’nde çalışan 11 taşeron işçi işten atıldı. Bunun üzerine, hastane hekimleri, hemşireler ve diğer sağlık çalışanları işçilerin işten atılmasını protesto ettiler ve sağlık hizmeti vermeyeceklerini açıkladılar.

* Çerkezköy’de kurulu, İsviçreli ortağı bulunan GF-Hakan Plastik’in işçileri sendikaya üye oldukları için işten atılınca fabrika önünde direniş başlattılar. İşçilerle dayanışmak için Ankara’da İsviçre Konsolosluğu önünde eylem yapıldı.

* Sendikalaştıkları için işten atılan Migros Depo işçilerinin eylemleri devam edi-yor. Migros’un Kadıköy’deki mağazaları önünde eylem yapan Dgd-Sen üyesi işçiler işlerine geri dönmek için mücadele ediyor.

* İskenderun, Payas, Dörtyol, Erzin ve Belen ilçelerinde TEDAŞ’a bağlı taşeron şirket bünyesinde çalışan 200 işçi işten çıkarıldı. İşçiler işlerine geri dönmek için eyleme geçti.

* Büyükşehir belediyelerinin sınırlarının genişletilmesini içeren kanun kapsamında kapanan İl Özel İdarelerinde çalışan binlerce taşeron işçisi işten çıkarıldı. İzmir İl Özel İdare’de çalışan 360 işçi, kendilerine bir iş bulunması için Valilik önünde eylemdeler.

* İzmir Tepecik Hastanesi’ndeki sağlık emekçileri, hastanedeki döner sermaye uygulamasının düzeltilmesi talebiyle eylem yaptılar.

* Diyarbakır’da DEDAŞ’a bağlı 130 arıza onarım bakım işçisi kötü çalışma şartlarına karşı Enerji-Sen Sendikası öncülüğünde iş bıraktı.

* İstanbul Başakşehir’de bulunan TOKİ’ye ait Emlak Konut işçileri 4 aylık maaş alacakları ödenmeyince şantiyeyi işgal ettiler. İnşaat İşçileri Sendika Girişimi’nce örgütlenen eylemde şantiyeye tüm araç giriş çıkışlarını denetleyen işçiler, maaşlarının tamamını almadan eylemi bitirmeyeceklerini dile getiriyor.

* Greif Direnişiyle Dayanışma Komitesi Greif işçilerinin sesini duyurmak için Kabataş’tan Fındıklı’daki SGK İl Müdürlüğü’ne yürüdü.

* Adana İsmail Kulak Lisesi’nde Berkin Elvan eylemi yapan öğrencilerine sahip çıkan Faruk Ağaçe isimli öğretmen sürgün edildi. Eğitim-Sen, Faruk öğretmene destek için eylem yaptı.

* Patronu İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş olan Saray Muhallebicisi işçileri haklarını aradıkları için işten çıkartıldılar. İşten çıkarılınca Dev Turizm-İş Sendikası’na üye olan işçiler “Hak Yiyenin Muhallebisi Yenmez” sloganı ile bir dizi eylem gerçekleştiriyorlar. Beyoğlu, Osmanbey ve Teşvikiye’de bulunan Saray Muhal-lebicileri önünde eylem yapan işçiler işe dönene kadar tüm şubelerin önünde eylem yapmayı sürdürecekler.

* Nakliyat İş Sendikası’nda örgütlenmeye başlayan PTT taşeron işçileri, İstanbul Sirkeci PTT Merkez Müdürlüğü önünde eylem yaparak tüm taşeron işçileri sendi-kaya davet ettiler.

* İzmir’de kurulu bulunan Luna Elektronik’te hakları için Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye olunca işten çıkartılan işçilerin direnişi sürüyor.

* Tazminatlarını ve alacaklarını alamadan işsiz kalan ve direnişte 200 günü geride bırakan FENİŞ Alüminyum işçileri, kendilerinden desteğini çekeceğini açıklayan Çelik İş önünde 6 gün boyunca nöbet tuttu, Çalışma Bakanlığı ve TBMM önünde de eylemler gerçekleştirdi.

* Nevşehir’in Kozaklı ilçesinde bulunan Kattre Thermal Deluxe Hotel’in çalışanları ücretleri ödenmediği için iş bıraktı.

* İstanbul Ambarlı’da bulunan Kumport Limanı’nda çalışan işçiler sendikalaştıkları için işten atılmışlardı. Liman İş’te örgütlenen işçilerin direnişi devam ediyor.

* İstanbul Zeytinburnu’nda bulunan Punto Deri’de sendika hakları için direnen işçilerin mücadelesi kararlılıkla devam ediyor.

* Düzce’de faaliyet gösteren 120 işçinin çalıştığı Çokyaşar Halat Makine Tel Galva-nizleme işletmesi işçileri Birleşik Metal Sendikası’nda örgütlendiler.

* İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’nda çalışan emekçilere, yemek şirketinin “abonman sistemine geçiş” dayatması karşısında başlatılan yemek boykotu sonuç verdi. Hak kaybı yaşatan uygulamadan geri adım atıldı.

* İzmir Kemalpaşa’da, Ege Doğaltaş madeninde Genel Maden-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atılan 35 işçi Basmane Fuar kapısı önünde basın açıklaması yaparak halka bildiri bağıttı. İşçilerin mücadelesi sürüyor.

* 3. Köprü inşaatında yaşanan iş cinayetinde 3 işçinin yaşamını yitirmesini pro-testo eden İnşat İşçileri Sendikası Girişimi üyeleri Boğaz Köprüsü’nde bir eylem gerçekleştirdiler.

Sermayenin kâr hırsı için Türkiye’nin her ye-rinde işçiler ya işten atılıyor ya da ücretlerin-de kesintiler yapılıyor. Sağlıksız koşullarda çalıştırılıyor, iş cinayetlerine kurban gidiyor-lar. Bunca saldırı cevapsız da kalmıyor. İşçi sınıfımızın örgütlülüğü dağınık, parçalı ve güçsüz olsa da saldırıları püskürtmeye çalı-şıyor. Görünmeyen, duyulmayan bu direniş-leri görünür, duyulur yapmak, birleştirmek ve büyütmek ise sermayenin çanına ot tıka-manın en önemli yolu.

* 2014’ün ilk üç ayında en az 276 emekçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Mart ayında 112, Nisan’ın ilk 6 gününde ise tespit edilebilen 26 emekçi yaşamını yitirdi. Yaralıların sayısı ise binlerle ifade ediliyor.

Page 15: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

15

Bir seçim süreci daha yaşandı. HDP-BDP bu seçimde kısmen başarılı

oldu. Yapısal sorunları anlamak ve sistem karşıtı siyasetin kök salmasını sağlamak bazen güncel ihtiyaçlara yetişmek kaygısıyla ikinci plana itiliyor. Özellikle Batı’da kaç oy alındığı ve seçim ittifakları veya itilafları tartışması bizleri içine çekiyor. Kaset siyaseti, Cemaat kavgası gündemi belirler hale geliyor.

Ama bir bakıyorsunuz seçmen, ne yolsuzluktan etkilenmiş ne yasaklar-dan/baskılardan. Orta sınıfın ve yeni yüksek burjuvazinin Hükümet’ten beklentileri ve çıkarı henüz devam ediyor ve daha da edecektir. Asıl çarpıcı olan en yoksulların (geçici işçilerin, işsizlerin, mülksüzlerin) iktidardan beklentilerinin tüken-memesi. Yeşil kartlı sağlık olanağı ve sadaka-yardımlar bile, seçmenin diğer düzen partilerini tercih etme macerasına atılmasına engel oluyor. Düzen partileri arasında fark yokken AKP’nin görünür ekonomi politikası onay almaya devam ediyor şimdilik. En yoksullar, CHP veya MHP’nin mev-cut yoksulluklarını sürdürebileceğine bile emin olamıyorlar. Diğer taraftan, halkın “yolsuzluk yapmayan mı oldu?” dememesi icin hiçbir neden bulunmu-yor. Ülkeyi yöneten hangi parti yolsuz-luk yapmamış ki? Düzen yolsuzluk, sömürü düzeni; AKP bundan azade değil elbet. Halk yolsuzluğu şimdilik görmezden gelmiştir, hepsi bu.

Yapısal sorunlar

Ülkenin yapısal sorunlarına gelirsek: Başta Kürt halkı olmak üzere halklar barış, demokrasi ve özgürlük isti-yor. Yerinden yönetim, mümkünse doğrudan demokrasi istiyor. Bu seçim; sistemin, ulus-devletin bu yapısal sorunu için köklü bir dönüşüm olanağı, gerçek bir alternatif/ana muhalefeti ortaya çıkardı. BDP belediyelerinden önümüzdeki dönem beklentiler daha yüksek. Yeni bir düzen, yeni bir siyaset, yeni bir hayat seçeneği sunmaları hepi-mizin ortak umudu.

Ülkenin yapısal diğer sorunu da kapi-talist sömürü ve yoksulluk düzenidir. Kapitalizm mülksüzleşme, işçileşme, işsizleşme ve daha da yoksullaşma düzeninin adıdır.

AKP iktidarı döneminde neo-liberal politikaların kök saldığını tespit etmek mümkündür. Finans kapitalin ve uluslararası ticaret ağlarının serbestlik talepleri daha fazla karşılanmıştır. Dış finansmana ve hizmet (kısmen

Büyüyen ekonomi emekçinin sırtından büyüyor. Emekçi, mevcut halini bile koruyamıyor. Emeğin toplam olarak millî gelirden aldığı pay 1999’da yüzde

53 iken 2012’de yüzde 30’a gerilemiştir.

Yolsuzluk-yoksulluk düzeninde emekçiler

Ekonomik yapı, dünyada-ki büyük durgunluğa ve üretken olmayan ekono-milere özgü kırılganlığa rağmen henüz yıkılma-mıştır. Önümüzdeki bir-kaç yıl, gidişatın tersine döneceği yıllar olacaktır. Bunun ilk ciddi işareti 2013 Aralık ayında döviz fiyatları ile görülmüştür.

de inşaat) sektörlerine dayalı ekonomik yapı, dünyadaki büyük durgunluğa ve üretken olmayan ekonomilere özgü kırılganlığa rağmen henüz yıkılmamıştır. Önümüzdeki birkaç yıl, gidişatın tersine döneceği yıllar olacaktır. Bunun ilk ciddi işareti 2013 Aralık ayında döviz fiyatları ile görülmüştür.

Kayıt dışı ve güvencesiz çalış(tır)ma artıyor

Son yıllarda mülksüzleşme, işçileşme artmıştır; ama asıl olarak güvencesiz ve kayıt dışı çalış(tır)ma ve işsizlik artmıştır. İşsizlik oranı, 2009 yılında en yüksek seviyesine, yani yüzde 15’e ulaşmıştır. Tarım dışı sektörlerde işsizliğin 2009’da yüzde 18,4 olduğunu görürüz. Gençler arasında ise işsizlik yüzde 27,6 gibi felaket bir seviyede-dir. 2013 yılı sonuna gelindiğinde ise, 2009’a göre gerileme olsa bile hâlâ çok yüksek seviyelerdedir. Genel işsizlik oranı yüzde 10 olmuştur; 2,8 milyon insan resmî verilere göre işsiz

durumdadır. Tarım dışı işsizlik 12,1 ve genç işsizliği 18,7 oranlarındadır. Bu işsizlik sayılarına umudunu kaybedip iş aramayanları da dâhil ettiğimizde çoğu kadın, 4,9 milyon kişiye ulaşırız.Diğer taraftan kayıt dışı ve güven-cesiz çalış(tır)ma da artıyor. Kadın çalışanların yarısından fazlası, erkek çalışanların da yüzde 30’u kayıt dışıdır. Tam zamanlı ve güvenceli çalışma yerine; esnek, yarı zamanlı, parça başı, güvencesiz çalışma biçim-leri yaygınlaşmaktadır. 2002 yılında 387 bin olan taşeron işçi sayısı 2011 yılında 1,6 milyonu geçmiştir. Özel-likle sağlık sektöründe ve belediyelerde taşeron çalış(tır)ma yerleşmiştir. Yeni başlayan bir sağlık memuru, 2050-2300 TL; bir hizmetli ise 1680-1940 TL arası ücret almaktadır. Oysa taşeron çalıştırınca 846 TL asgarî ücret verirsin ve tüm güvenceli hakların külfetin-den kurtulursun. Bugün belediye-lerde çalışanların yarısı güvencesiz çalışmaktadır. Bu oran, büyükşehir belediyelerinde yüzde 73’tür.

Emekçi mevcut halini koruyamıyor

Asgarî ücret ile çalışan emekçi, millî gelirdeki artıştan payını tam olarak alsaydı aylık geliri 2013 yılı sonunda 804 TL değil, 1634 TL olmalıydı. Düşünün, bir de kayıt dışı çalışan bir emekçi, asgarî ücretin bile altında kazanıyor. Büyüyen ekonomi emek-çinin sırtından büyüyor. Emekçi, mev-cut halini bile koruyamıyor. Emeğin toplam olarak millî gelirden aldığı pay 1999’da yüzde 53 iken 2012’de yüzde 30’a gerilemiştir.

Asgarî ücretin satın alma gücü ger-iliyor. 2010 yılında 300 kg ekmeğe denk gelen ücret, şimdi 201 kg’a düştü. DİSK’in araştırmasına göre asgari ücretlinin temel gıda harcamalarına aile bütçesinden ayırdığı pay 2003’te yüzde 40 iken 2012’de yüzde 29’a gerilemiştir. Bu verileri sürdürmek mümkün. Yoksulluğu sayılara, sözlere dökmek için sayfalar yetmez. Yolsuzluğun büyüğü burada, emekçinin alın terin-den damlıyor kutulara, kasalara…

Emek

Erkin Başer

Page 16: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 16

Kadın

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) her 8 Mart öncesi kadın istatistik-

leri yayımlar, işte bu istatistiklerden hareketle DİSK’in hazırladığı kadın ra-porunda, kadınlar için Türkiye genelin-de 2013 ekim ayında işgücüne katılım yüzde 30.7 civarında gözüküyor.

Genelde kadınların işgücüne katılımı geçen yılın aynı dönemine göre bu yıl yüzde 0.1 puan azalmış. Kentlerde ka-dınların işgücüne katılım oranı yüzde 27,8 ile genel seviyenin altında seyredi-yor. İstihdam edilen kadınların oranı, işgücüne katılan kadınların oranından daha fazla azalmış. Söz konusu oran yüzde 27,2’den yüzde 26,7’ye gerilemiş. Yani bir miktar kadın iş talep ediyor, ama ekonomi bu kadınlara yönelik istihdam yaratamıyor. Yine aynı dönemlerde işgücüne katılan kadın sayısı 88 bin kişi ile sınırlı bir düzeyde artarken, istihdam edilenlerin sayısı 19 bin kişi azalmış bunun sonu-cunda işsiz kadın sayısı ise 107 bin kişi artmış. Yani lafın özü kadın işsizliği kadın istihdamına göre daha hızlı artıyor. Başınızı ağrıtmamak için iş bulmaktan umudunu kestiğinden iş aramayanların sayısını vermeyeceğim, ama bunlar arasında da kadınlar daha fazla. Bir de kayıt dışı çalışanlara bakalım: kayıt dışı çalışanların toplam çalışan kadın sayısına oranı yüzde 52 iken, bu oran erkeklerde yüzde 30.

Evet, kadınlar arasında işsizlik bu kadar yoğun olduğu için, yaşamını idame ettiremeyen yoksul kadınlar, kayıtsız, güvencesiz, düşük ücretli işleri kabul etmek zorunda kalıyorlar. Şu veya bu biçimde düzenli iş bulan kadınların büyük bir bölümü ise asgari ücretle ve kötü koşullarda çalışıyorlar.

Gerçek durum bu iken, geçtiğimiz yılın sonlarında hükümet kadınlara müjde(!) sloganıyla; doğum izni artırılıyor ve doğum yapmış kadınlara yarım za-manlı çalışma hakkı geliyor, diye kadın istihdamı paketini gündeme getirdi.

İstihdam paketinin bir müjde olmadığı, paketin ayrıntıları tartışılmaya baş-landıktan sonra ortaya çıktı. “Müjde” denilen paketin ana eksenlerinden

birini oluşturan maddenin son hali bile bu konuda ne kadar büyük bir yalana maruz kaldığımızın açık göstergesi olarak karşımızda duruyor.

Bu neyin müjdesi?

Neydi bize müjde diye sunulan; “Do-ğum izni artırılacak, doğum izni sonra-sı annelere yarı zamanlı çalışma hakkı geliyor, kadın yarı zamanlı çalışıp, tam zamanlı ücret alacak, bunu da devlet ödeyecek…” Paketten önce doğum izni 24 haftaya çıkarılacak denilmişti. İşverenler istemedi, “Yok bu durumda kadın çalıştırmayız” dedikleri için izin süresi bir iki gün içinde düzeltilerek 18 haftaya indirildi. Ama gazetelerde müjdeli haberlerin ardı arkası kesil-

medi. Sonra devletin işsizlik sigortası fonundan alıp da işverenlere destek olsun diye ödeyeceği yarı zamanın ücretinden de vazgeçildi. Ekonomi bunu kaldıramaz, dendi. Üç çocuklu asgari ücretliye vergi indirimi denil-di, onun da asgari geçim indirimi- şu anda da devam eden- olduğu, yani 15 TL olduğu anlaşıldı. Bu maddenin son hali ise, yine malum gazetelerde bu sefer küçücük bir haber olarak yer aldı. Doğum izninin ekonomimize ek yük getireceği gerekçesiyle, 16 hafta olarak kalacağı ve anneye de 300 TL’lik bir yardım yapılacağı yazıldı. Bu yardımı kim verecek, ne kadar süreyle olacak? Bu konuda bilgi verilmedi. Araya seçim girdi ya, masraflar falan derken muhte-melen o da kaldırılır.

Kadın istihdamı yasa tasarısının müj-deli yanı böylece buhar olurken; kadın emeğini daha ucuza nasıl sömürürüz, uluslararası işbölümü çerçevesinde emek maliyetlerini daha da aşağı çek-mede kadın emeğini nasıl kullanabi-liriz bölümleri kaldı. Zaten “Müjde… Müjde…” ile kapatılmak istenen de buydu.

Emek ve beden üzerinde denetim

Hepimizin bildiği gibi neoliberal eko-nominin temel dayanaklarından biri ticaretin serbestleştirilerek, dünya ölçü-sünde sermayenin ve metanın sınırsız dolaşım hakkına sahip olmasıdır. Bu kadın-erkek işgücü üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyor.

Ortak bir kadın emeği politikasıNecla Akgökçe

Seçim atmosferinde unutu-lan, emeğin ve kadınların

ellerinde kalan kırpıntı dü-zeydeki hakları da ellerin-den alacak olan istihdam yasaları; kadın istihdamı yasa tasarısı, kürtaj ya-

sası birer ikişer önümüze gelecek. Klasik olacak belki

ama güçlerimizi birleştir-mekten başka çaremiz yok.

Page 17: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

17

Kadın

Özellikle bizim gibi ihracata dayalı emek yoğun sektörlerin ağırlıklı olduğu ülkelerde, üretim maliyetlerini daha da aşağı çekme, en ucuz işgücüne ulaşma baskısı; işsizliğe, güvencesiz ve yarı zamanlı işlere yönelimi arttırıyor ve dü-şük ücretli işlerin feminizasyonunu, ka-dınlaşmasını doğuruyor. Düşük ücretli güvencesiz işler ise kadınların erkeklere olan bağımlılığını pekiştiriyor. Diğer yandan da devletin kamu hizmetlerinden, eğitimden, sağlıktan, bakım hizmetlerinden elini çekmesi de kadınlar üzerindeki ev içi emek yükünü ağırlaştırırken, kürtaj yasakları aracı-lığıyla da onların bedenleri üzerindeki erkek denetimini artırıyor.

Evet, işçiler, büyük, küçük fabrikalarda, atölyelerde, taşeron şirketlerde kadın ve erkek işçiler olarak çalışıyorlar. Kadın olmaları, yani toplumsal cinsiyetleri; onların aldıkları ücretten, işyerinde karşılaştıkları risklere, cinsel tacizden ev içinde yapmış oldukları işlerin işyerin-deki konumlarını etkileyiş biçimlerine, taşeronda mı yarım zamanlı mı çalış-tıklarına kadar her şeylerini farklılaş-tırıyor. Bu tür sorunlar genel bir sınıf analizi ile açıklanamayacağı gibi, çok genel cinsiyetsiz( böyle olunca da haliyle erkek olan) sendikal politikalarla da bu sorunların üstesinden gelmek, kadınları aktif özneler olarak sendikal politikala-rın içine çekmek pek kolay görünmüyor.

Gerek sendikalar ve gerekse de sınıf politikası yapanlar açısından toplumsal cinsiyet temelli farklılıklar, bu farklı-lıklar temelinde kadın işçilere yönelik farklı politikaları gerekli kılıyor. Pratik-te geçerliliği olan kadın emeği politika-larını geliştirmek açısından çok iyi durumda olduğumuz söylenemez.

Yolsuzlukların, rüşvetin, talanın, yalanların gölgesinde yapılan yerel seçimler sona erdi. Beklenen oldu, AKP ic-raatlarına kaldığı yerden devam edecek. Bizler de müca-delemize.

Kadın istihdamı yasa tasarısının temel hedefi, erkek ağır-lıklı sendikaların, erkek işgücünün kolay kabul etmeyece-ği - etmemesi de gerektiği- özel istihdam bürolarını, emek piyasalarının en kırılgan işgücü üzerinden, kadın emeği, kadın emeği içinde de daha da kırılgan bir emek olan yeni doğum yapmış kadın emeği üzerinden yerleştirmeye çalışma gayretiydi. Esasında, TİSK, TÜSİAD, TOBB gibi işveren kuruluşlarının 8 Mart bildirilerini okuduğunuzda bile, kadın istihdamını artırma yolu olarak kadınlar için Hollanda örneği verilerek yarı zamanlı, esnek, çağrıya

bağlı işlerin çok uzun süredir önerildiğini, programların oluşturulduğunu görürsünüz.

Bir işte iki kadını çalıştırarak, kadın istihdamını artırmış gibi görünecekler. Kadınlar özel istihdam bürolarının kiralık işçileri olacak, o fabrikadan bu fabrikaya kirala-nacaklar. Asgari ücret almak için bile bir iki işte birden çalışmak zorunda kalacaklar.

Bu; esasında kadın işçilere, prim esasına dayalı bir emek-lilik sisteminin olduğu Türkiye’de kadınların hiçbir zaman emekli olamayacağı, sağlık, haklarından, sosyal haklar-dan yararlanamayacağı, kocaya bağımlılığın artacağı bir yaşam biçimi önermek anlamına geliyor. Kadının değil ailenin güçlendirilmesi de bu yollarla oluyor zaten.

Özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisi kurma

Oysa kamuya ait kreşlerin birer ikişer kapatıldığı, hasta ve yaşlı bakım hizmetlerinin üç kuruş para karşılığı ailenin kadınlarına yüklenildiği; kadın-ların örgütlenmelerinin, kolektif bilinç oluşturmanın çok güç olduğu, geçici sözleşmelerle, çağrıya bağlı işlerde, taşeron işyerlerinde güvencesiz ucuz işgücü olarak çalıştırıldığı bir dönem-de buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

1 Mayıs’ta kadın emekçiler kadın istihdamı yasa tasarısıyla kamusal ve özel alandaki emeklerinin değersizleş-tirilmesine karşı mücadele ederken, kürtaj yasaklarıyla bedenleri üzerinde kurulmak istenilen patriyarkal dene-time de karşı çıkmalılar. Bunun için sendikalarda çalışan kadınların, femi-nistlerin, sol siyasi partilerin içinde kadın politikası ile uğraşanların, ortak bir kadın emeği politikası oluşturmala-rı gerekiyor.

Şiddet mağduru kadınlar oy kullanamadı

Erkekler bu yılın Mart ayında 24 kadını öldürdü; iki kadına teca-vüz etti; 54 kadına şiddet uyguladı / yaraladı; iki kadını taciz etti.

2014’ün ilk üç ayında erkekler 60 kadını öldürdü; 13 kadına tecavüz etti; 145 kadına şiddet uyguladı; 12 kadını taciz etti. Mart ayında şiddete uğ-rayan kadınlardan bazıları devlet koruması (!) altında bulunan kadınlar-dı. Sandıktan yine erkeklerin çıktığı bu yerel seçimlerin ardından kadın cinayetlerinin hız kesmeden devam edeceğini tahmin etmek zor değil.

Tesadüf değil erkek şiddeti

Erkek şiddeti nedeniyle can güvenliği tehlikeye giren ve adresleri gizli tutulan sığınma ve konuk evinde kalan yaklaşık bin 617 kadın,

adreslerinin ifşa olmaması amacıyla oy kullanamadı. Konuyla ilgili açık-lama yapan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, “Herhangi bir sandığa kayıtlarının yapılması yerlerinin ifşa edilmesi anlamına geleceği için onları ne yazık ki herhangi bir sandığa kaydettiremiyoruz. Ne yazık ki bu seçimde oy kullanamayacaklar” dedi. Bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi sığınma ve konukevleri, burada yaşayan kadınlar için cezaevinden farklı değil. Sığınma evlerinde yaşayan kadınların güvenlik içinde nasıl oy kullanacağına dair çeşitli yöntemler bulunabilecekken; evlere sandık koyma, kadınları geçici olarak bir merkeze kayıt etme vb, oy verme hakları lüks olarak görülüyor. Öyle ya canlarını kurtarmışlar işte, fazlasına ne gerek var!

Page 18: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 18

Dün

ya

Yaşadığımız coğrafyanın her tarafında birbirinden

bağımsızmış gibi görünen ama aslında birbirini tetik-leyen süreçleri içeren bir alt üst oluş yaşanıyor. Kitlesel hareketlerin gücü kullanılarak gerçekleştirilen bu patlama-lar devrimci mücadelenin en temel sorunsallarından birini açığa çıkarıyor: örgütlü mü-cadelenin gerekliliği. İşsizlik, yoksulluk, baskıcı rejimlerin yarattığı bıkkınlık ve öfke kullanılarak harekete geçirilen kitleler belki kendi çıkarları için değil ama küresel sermaye grupları için esaslı hamlelere imza atıyor. Ukrayna’da Kasım 2013 yılında başlayıp halen sonuçlanmayan olaylar dizisi tam da böylesi bir süreci ifade etmektedir.

Ukrayna 1991 yılında bağım-sızlığını ilan etmiş 26 özerk bölgeden oluşan 46 milyonluk bir ülkedir. 2004 yılında ger-çekleşen “Turuncu Devrim”e kadar Ukrayna Rusya’nın gölgesinde hareket etti. Bu dönemde milli gelir yüzde 60 oranında düşmüş, enflasyon beş haneli rakamları bulmuş, ülke ekonomisi tam anlamıyla bir çöküş yaşamıştı. Kapitaliz-me geçiş; geniş halk kitlelerini sefalete sürüklerken bir avuç zengin için küresel emperya-list sistemle entegrasyon fırsatı olarak görülmüş, yolsuzluk ve baskı politikaları geniş halk kitlelerinde derin hoşnutsuz-luk yaratmıştı.

2004 yılında yapılan başkanlık seçimleri Batı yanlısı burjuvazi için, geniş halk kitlelerinin hoşnutsuzluğunu kullana-rak iktidara gelmek için bir fırsat yarattı. Viktor Yuşçen-ko’yu aday göstererek seçime girdiler. Ancak az bir farkla kaybettikleri seçimler onları daha da hırslandırdı. Seçimleri kazanan Rusya yanlısı Vik-tor Yanukoviç’in hile yaptığı iddiası sokakları ateşledi. Sokak hareketlerinin baskısı,

Yüksek Mahkeme’den seçim-lerin tekrarlanması kararının çıkmasını sağladı. Tekrarlanan seçimler sokağın da rüzgâ-rıyla Batı yanlısı Yuşçenko’yu başkan yaparken Yuliya Timoşenko da başbakan oldu. Seçim sürecinde Yuşçenko ve taraftarlarının turuncu rengi kullanmasından dolayı bu halk hareketine “Turuncu Devrim” dendi.

Turuncu Devrim sonrası Ukrayna

ABD ve AB’nin müdahale-siyle gerçekleşen “Turuncu Devrim” sonrası işler iktidar açısından planlandığı gibi yürümedi. İktidar Batı yanlısı olsa da Rusya yanlısı burjuvazi ekonomide ve siyasette etkili olmaya devam etti. Ayrıca, Batı yanlısı burjuvazi hem Rusya’yla hem de AB’yle aynı anda iş görmeye devam etti, Rusya’yla geçmişe dayanan bağları korudu. En önemlisi de enerji ihtiyacının tamamı Rusya’dan karşılanıyordu.

Ukrayna askeri açıdan hem Rusya’ya bağımlı hem de onun

gölgesindedir. Bu nedenle Rusya ile Batı arasında dengeli bir politika yürütüldü. 2008 yılında Ukrayna’nın NATO üyeliğinin gündeme gelmesi hem iç çelişkileri hem de Rus-ya’nın baskısını arttırdı. Rusya Ukrayna’ya verdiği doğalgazı kesti ve AB’yi de gazı kesmekle tehdit etti. 2008’deki küresel krizin de etkisiyle dibe vuran ülke ekonomisi dış borca bağımlı hale geldi. Ne AB ne de Rusya Ukrayna’nın ihtiyaç duyduğu krediyi, ağır şartlar olmaksızın vermeye yanaş-madı. Yaşanan bu gelişmeler Rusya yanlısı Yanukoviç’i 2010 yılında yeniden başkan yaptı. Böylece Ukrayna’nın NATO üyeliği suya düştü, AB üyeliği süreci ise düşük yoğunluklu bir seviyede devam etti. Ta ki 2013 Kasım ayına gelene kadar.

Yeniden Yanukoviç

Rusya’nın baskısı ve AB’nin ağır şartları Yanukoviç’i AB ile ortaklık anlaşmasını imzala-maktan son anda vazgeçirdi. Bunun üzerine cezaevinde bulunan Timoşenko’nun çağrısıyla kitleler sokaklara

döküldü. Başkent Kiev’de hükümeti istifaya çağıran 500 bin kişi hükümet güçleriyle çatışarak devlet binalarını ele geçirdi. Sonrasında bir türlü bitmeyen çatışmalar, Yanu-koviç’in Rusya’ya sığınması, Rusya’nın Kırım’ı işgal etmesi ve 16 Mart’ta Kırım’da yapı-lan referandumda sandıktan yüzde 93’le Rusya’ya bağlanma kararı çıkmasıyla Kırım Rusya toprağı oldu.

Hegemonya mücadelesinde son durum

Putin her şeyden önce kendi hinterlandını kontrol etmek, eski Sovyetler Birliği’nin sınırlarına ulaşmak istiyor. Bu yüzden Ukrayna Rusya için son derece stratejik bir öneme sahiptir, ayrıca Rusya’nın Ka-radeniz’e ve oradan Akdeniz’e açılan kapısıdır. Rusya’nın 300 savaş gemisi ve 30 bin askeri Kırım limanlarında bulun-maktadır.

Ayrıca Ukrayna enerji nakil hatlarının üzerine oturmakta-dır. AB için son derece önemli olan enerji ihtiyacının karşı-

lanmasında ve enerji taşınma güvenliği bakımından Ukray-na’ya önemli bir rol biçmek-tedirler. Özellikle Almanya’ya gelen doğalgazın yaklaşık olarak yüzde 40’ının Ukrayna üzerinden geldiği düşünül-düğünde jeo-stratejik değeri daha net anlaşılacaktır.

Ukrayna, Rusya’nın hinter-landında ABD ve AB’nin yeniden inisiyatif kazanma ve Rusya’yı sıkıştırma hamlesidir. ABD’nin, küresel hegemonya yarışında Suriye’de Rusya’ya kaptırdığı bölgesel inisiyatifi yeniden kazanma çabasıdır. Ama Rusya burada da geri adım atmadı ve Kırım’ı işgal ederek süreci bir meydan oku-maya dönüştürdü. Görünen o ki ABD ve AB’nin kısa vadede tüm ekonomik ve politik yap-tırım kararları ve girişimlerine rağmen süreci kabullenmekten başka çareleri gözükmüyor. Hegemonya mücadelesinde ikinci raund da Rusya’nın. Olan Ukrayna halkına olmuş, iradeleri küresel güçlerce pa-çavraya dönüştürülmüştür.

6.4.2014

Küresel hegemonya mücadelesindeII. raund: UkraynaM. Ramazan

Putin her şeyden önce kendi hinterlandını kontrol etmek, eski Sovyetler Birliği’nin sınırlarına ulaşmak istiyor. Bu yüzden Ukrayna Rusya için son de-rece stratejik bir öneme sahip.

İşsizlik, yoksulluk ve baskıcı rejimlerin yarattığı öfke kullanılarak harekete geçirilen

kitleler belki kendi çıkarları için değil ama küresel sermaye grupları için esaslı

hamlelere imza atıyor.

Page 19: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

19

Ortadoğ

u

Tarih tekerrür ediyor:Alevilere katliam, Ermenilere sürgün

Kesab’da yaşayan Ermeniler’in büyük çoğunluğu Lazkiye’ye göç etti. Tarih say-faları bu topraklarda bir Ermeni göçüne daha tanıklık etti. Dünya Ermenilerinin tepkisi nedeniyle Ermenilere dönük bir toplu katliam en azından şimdilik ger-çekleşmedi. Esad ile uğraşırken, taktik olarak Ermeni katliamı yapmak uygun değildi. Suriye’de yaşayan Aleviler bu kadar şanslı değil. Militanlarını “Alevi katlederek cennete gidecekleri” şeklinde ikna eden cihatçılar, ellerine geçen her Alevi’yi işkence ederek katlediyorlar. Arap kanallarına konuşan muhalifler, Hatay’da yaşayan Alevilere de tehditler savurmayı ihmal etmiyor.    Rusya-ABD-Suriye

Bu süreçte Suriye dışında önemli gelişmeler yaşandı. Kırım’ın Rusya’ya bağlanması ve akabinde Ukrayna’daki gelişmeler… Şu an Ukrayna’nın do-ğusunda üç büyük şehirde Rus yanlısı ayaklanmalar başlamış durumda. Ayak-lanmanın lokal amacı Rusya’ya bağlan-ma hususunda referandum yapılması. Çatışmaların yoğunlaştığı Ukrayna’ya Rus askerleri geçiş yaptı. Ukrayna’nın kaderi Suriye ile kimi noktalarda para-

lellik arz ediyor. Ukrayna; AB ülkeleri, özellikle Almanya için enerji koridoru olma açısından stratejik öneme sahip. Rusya tarihsel gücüne ulaşmak için bu bölgedeki (Moldova, Ermenistan, Azer-baycan dâhil) etkisini kurumsallaştır-mak istiyor. ABD istemediği bir ilerleyiş gösteren Rusya’ya karşı bütün kartları oynuyor. Bunlardan biri ve en revaçta olanı Suriye kartıdır. Bu karta karşılık Rusya, Suriye hükümetinin her alanda sonuna kadar yanında olduğunu politik ve askeri desteğiyle fiilen gösteriyor.

III. Cenevre hazırlığı

I. ve II. Cenevre Konferanslarından bir sonuç alınamadan çıkılmıştı. Özellikle II. Cenevre sürecinde belirleyici olan Rusya-ABD görüşmeleriydi. Kapalı kapılar ardında yürütülen bu görüşme-lerin önemli parçası İran’dı. Ve temel konu enerji stratejisiydi. Anlaşmaya varamayan ülkeler “Suriye’de savaşa devam” dedi.

Derinleşen sorunlar küresel serma-yenin çıkarlarını tehdit eder boyuta gelebilir. Emperyalist güçlerin planla-

masıyla ilerleyen gelişmeleri, halkların direnişi tersine çevirebilir. Emperyal güçler yoğunluğu düşük ve kontrollü bir savaş yöntemiyle amaçlarına ulaş-mak istiyor. Bu çizgilerin dışına çıkıl-maması için Cenevre tarzı girişimlerde bulunuyorlar. Yani esas amacın bölgesel barış olmadığı gerçeği her defasında karşımıza çıkıyor.

III. Cenevre zemini hazırlanırken Rusya’nın ön şartı, “Suriye’de şiddet ve terörizm bitmeli. Suriye hüküme-ti ve muhaliflerden oluşan bir geçiş hükümeti kurulmalı ve sonra seçime gidilmeli. Rejim değişikliğine dair ön şart kabul edilemez” şeklindedir. Muhaliflerin liderlerinden Ahmet Tuma muhalefetin birleşmesini talep ediyor. Sahada savaşan tarafların katılı-mıyla daha önce Antalya’da yapılan ve ÖSO Genel Kurmayı’nın oluşturulduğu toplantının benzerinin organize edil-mesini istiyor. 60 kişilik dar ama karar alıcı bir Antalya toplantısıyla silahlı güçlerin yeniden organize edilmesini tek çıkar yol görüyor. Çünkü Suriye’de rejim karşıtı güçler sık sık birbirleriyle de savaşıyor. ABD genel gelişmelere

bakarak Cenevre kartını oynayacağa benziyor. Çin ise Suriye’ye açık deste-ğini yakın zamanda Şam Büyükelçisi aracılığıyla Suriye Başbakanı’na iletti. Çin; ekonomik ve ticari ilişkileri, siyasal ilişkiler düzeyine yükseltme mesajıyla tavrını göstermiş oldu. Suriye ise Çin, Rusya başta olmak üzere bu bloktan gelen ve artan açık destekten memnun. Sahada şiddetlenen savaşta başarılı olma zorunluluğunun da bilinciyle mu-haliflere karşı bütün gücüyle savaşıyor. Aynı zamanda halk desteğini almaya dönük politikalarını da sürdürüyor.

Türkiye’nin konumu değişiyor

AKP’nin ılımlı İslam projesinin aktörü olma rolü zayıflıyor. Bunda birçok sebep var. ABD’nin müttefikleri olan İsrail, Mısır, Suudi Arabistan, Katar ile gerginlik yaşaması istenmeyen bir durumdur. Yeni Osmanlıcılık idealiyle Müslüman Kardeşler’e ve El Kaide’ye gereğinden fazla destek vermesi ve böl-gede önemli güç olma hayali rahatsızlık yaratıyor. Bir de küresel sermayenin vazgeçemeyeceği İstanbul sermayesi ile tehditkâr bir ilişki kurması, Tayyip Erdoğan’ın ayağını kaydırmaya yeterli sebepler olarak görülebiliyor.

Seçim öncesi iç çatışmalarla zayıflatıl-maya çalışılan AKP’ye sert darbe vur-mak yerine, zamana yayılan bir taktikle gidilecek gibi. Zayıflatma hamlelerinde dış politika zaafları ve savaş suçu olarak değerlendirilebilecek konular kullanıla-cak. Dinlemelere takılan füze provokas-yonu planı, Türkiye’nin savaş kışkırtıcı-lığının açık belgesidir. ABD’li gazeteci Seymour Hersh’in “21 Ağustos 2013’te Şam’ın Doğu Guta bölgesinde kimyasal silah kullanılmıştı. Suriye’nin kullandığı iddia edilen kimyasal silahın Türkiye desteği ile kullanıldığı ortaya çıktı.” ifadesi bilinenin teyididir. ABD’nin isteği üzerine şu sıralar Birleşik Arap Emirlikleri ve Arabistan, Türkiye ile ilgili Ermeni soykırımı iddiasına destek verdi. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Büyükelçisi Reyhanlı katliamı-nı El Kaide’nin gerçekleştirdiğini ifade etti. Bunlar AKP için ciddi darbelerdir.

Tülay Hatimoğulları

ABD istemediği bir ilerleyiş gösteren Rusya’ya karşı bütün kartları oynuyor. Bunlardan biri ve en revaç-ta olanı Suriye kartıdır. Bu karta karşılık Rusya, Suri-ye hükümetinin her alan-da sonuna kadar yanında olduğunu politik ve askeri desteğiyle fiilen gösteriyor.

Emperyal maça devam: Saha Suriye

Seçim öncesi iç çatışmalarla zayıflatılmaya çalışılan AKP’ye sert darbe vurmak yerine, zamana yayılan bir taktikle gidilecek gibi. Zayıflatma hamlelerinde dış poli-tika zaafları ve savaş suçu olarak değerlendirilebilecek konular kullanılacak.

Page 20: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 20

Ortadoğ

u

“One minute” ile başlayan, Gazze’ye giden Mavi Marma-

ra konvoyuna saldırı ile devam eden “soğuk savaş” görüntüsünde değişiklik olacağının sinyallerini 30 Mart yerel seçimlerinden önce vermeye başla-yan İsrail ile Türkiye, seçim sonrası-nın görece sakin ortamında yeni bir işbirliğine hazırlanıyor. Kısaca “gaz kardeşliği” olarak tanımlayabileceğimiz ve Ortadoğu’nun kaderinde çok büyük bir rol oynamaya aday gelişme bugün “Akdeniz havzasında barışın anahtarı” olarak tanımlanmakla birlikte aslında içinde yeni gerilimlerin de tohumlarını taşıyor.

Gaz kardeşliği, dayanağını, İsrail, Fi-listin ve Kıbrıs’ın karasularında rezerv olarak yatan gazdan alıyor. İsrail’in artık üretime geçtiği Tamar ile 2015’te üretime geçilmesi planlanan Leviathan bölgelerinde toplam 30 trilyon met-reküplük gaz rezervine sahip olduğu tahmin ediliyor. Bu rezervin yüzde 40’ını ihraç etmeyi planlayan İsrail’in önümüzdeki 20 yılda yaklaşık 50 mil-yar dolar gelir elde etmesi bekleniyor. Ancak Tel Aviv yönetiminin gazı para-ya dönüştürmesi ancak dünya piyasala-rına ulaştırmasıyla mümkün.

Bugün üzerinde konuşulan en az maliyetli, dolayısıyla gerçekleşme ihti-mali en yüksek seçenek ise gazı Doğu Akdeniz’in altından geçecek boru hattı ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya ak-tarmak. Bu hattın maliyetinin yaklaşık 2-3 milyar dolar olacağı öngörülüyor. Bir diğer seçenek ise Kıbrıs’ın güneyine bağlanmak ki, böyle bir proje, maliyeti 12 milyar doları bulacak tesis kurulma-sı gerekliliğini de beraberinde getiriyor. Uluslararası çevrelere göre, Mavi Mar-mara krizinin, Netanyahu’nun telefon-da özür dilediğinin deklare edilmesin-den sonra İsrail’in tazminat ödemeyi kabul etmesiyle çözüldüğü yönündeki iki taraftan gelen haberler, Ankara ile Tel Aviv arasındaki gaz anlaşmasının da habercisi.

İşbirliği zemininin ikinci ayağını ise statüsü hâlâ net bir çerçeveye oturtula-mamış olan Kıbrıs’ın güneyindeki kay-naklar oluşturuyor. Bölgede İsrail ve ABD’li şirketlerin ortaklığında yürü-

tülen çalışmalarda ciddi yol kat edildi. Ancak Ada’da Rum tarafının inisiyati-finde yürüyen arama faaliyetleri, Türk tarafının da bölgede pay sahibi olduğu-nu öne süren Türkiye’nin kendi arama gemileri ve refakatçi savaş gemilerini göndermesiyle ciddi bir krize dönüş-tü. Tarafları sıcak çatışmanın eşiğine getiren kriz, Batılı arabulucuların ülti-matomu ile bir süreliğine buzdolabına kaldırıldı. İşte, 2014’ün Kıbrıs’ta artık çözüm yılı olması gerektiği konusunda Türkiye ve Yunanistan ile birlikte ABD, BM, AB’den yükselen seslerde ve bu kapsamda son dönemde atılan somut adımlarda da bu “gazın” etkisi büyük. Anlaşmak, bugün artık tüm taraflara eskisinden çok daha “kârlı” ve bu ne-denle “kaçınılmaz” görünüyor. İsrail’in Tamar ve Leviathan bölgelerinin hemen güneyinde yer alan ve (İsrail’in işga-linden arta kalan) Gazze açıklarında bulunan bölgedeki gaz rezervi ise Kıbrıs gibi sınırları henüz çizilmemiş Filistin’i de denkleme dahil ederken, ekonomik çıkarların Ada’dakine benzer kaynaştı-rıcı bir etki yapması olasılığı İsrail-Filis-tin savaşı için de dillendiriliyor.

Akdeniz’in doğusunda Gazze’den Türkiye sınırlarına kadar olan böl-genin toplam rezervinin 122 trilyon metreküp olduğu tahmin ediliyor ki bu rakam Irak’ın gaz zenginliği ile karşılaştırılabilir bir oran. Akdeniz’de kaynak var, Batı ve Doğu’nun devleri-nin ise enerjiye ihtiyacı. On yıllardır Rusya gazına bağımlılıktan kurtulmaya çalışan Batı’nın Kırım krizinden sonra düştüğü durum düşünüldüğünde, dün-ya üzerindeki her kaynağın özellikle Avrupa ülkeleri açısından ne anlam taşıdığı daha iyi anlaşılabilir. İşte böyle-si bir açlık içindeki Batı’nın yerel

Hakan Deniz

Akdeniz’in gazıneyin anahtarı?

Kıbrıs’ta ‘çapraz’ diplomasiKıbrıs sorununun çözümü için Ba-tı’nın baskısı artarken, Ada’daki süreç “Çapraz görüşmeler” adı verilen ziyaretlerle yeni bir aşamaya girdi. Bu kapsamda Türkiye ve Yunanistan Dışişleri arasında varılan mutabakat-la yıllar sonra ilk kez Rum tarafın-dan bir yetkili Ankara’yı, KKTC’den bir temsilci de Atina’yı ziyaret etti. “Müsteşar” düzeyinde gerçekleştiri-len ziyaretler, müzakerelerde kritik bir aşamanın geçildiği anlamına geliyor. Türk tarafından Yunanis-tan’a son resmi ziyaret 1962’de, Rum tarafından Türkiye’ye ise 1959’da gerçekleştirilmişti. Kıbrıs’ta bugüne kadar yönetim, mülkiyet, toprak, AB ile ilişkiler, ekonomi ve garantiler

başlığı altında sürdürülen görüş-melerde, “dikkate değer” ilerleme kaydedildiği belirtiliyor. Ankara’dan, son dönemde yapılan açıklamalarda, sorunun çözümünün 2014 sonunu bulmayacağı yönünde güçlü işaret-lerin olduğu sık sık dile getirildi. Kıbrıs’ta yeniden başlayan görüşme süreci AB ve ABD tarafından da ya-kından takip ediliyor, “gelişmelerden duyulan memnuniyet” yapılan açık-lamalarla gösteriliyor. ABD sözcüsü son yaptığı açıklamada taraflara, fırsatı kaçırmamaları ve Ada’yı iki bölgeli, iki toplumlu federasyon ola-rak yeniden birleştirecek anlaşmaya yönelik somut ilerleme sağlamaları çağrısında bulundu.

Batılı ülkeler Akdeniz’de Türkiye, İsrail, Filistin ve

Kıbrıs ekseninde,merkezinde doğalgaz

kaynaklarının olduğu bir barış havası estiriyor.

Bu zenginlik, bölgehalklarının şansı mı

olacak yoksa laneti mi?

krizler ve anlaşmazlıklar nedeniyle enerji kaynaklarına ulaşmada yaşana-cak aksaklıklara karşı tahammülü de azalıyor. Batı, Akdeniz gazının açığa çıkması için barış istiyor.

Zemini ve dayanağı ne olursa olsun, halkların barışı her zaman ve herkesten

önce halkların talebi olarak çıkar karşı-mıza. Ancak önümüzde, enerji bakı-mından zengin toprakların her zaman çatışma ve savaşların ana vatanı olduğu tarihsel gerçekliği de duruyor. Dolayı-sıyla Akdeniz ısınıyor, ancak dostluğun sıcaklığıyla değil, bir kez daha paylaşım savaşının gerilimleriyle.

Mavi Marmara krizinin, Netanyahu’nun telefonda özür dilediğinin deklare edilmesinden sonra İsrail’in tazmi-nat ödemeyi kabul etmesiyle çözüldüğü yönündeki iki

taraftan gelen haberler, Ankara ile Tel Aviv arasındaki gaz anlaşmasının da habercisi.

Page 21: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

21

Dün

ya

Avrupa depreminin öncüsü Fransa’danFransa, Mart ortasında, kendi sandığının kavga

gürültüsünde Türkiye gündeminde pek yer bu-lamayan ama Avrupa Birliği (AB) açısından oldukça kritik bir seçim dönemi geçirdi. İki turlu olarak gerçekleştirilen yerel seçimler için sandık başına giden Fransızlar, AB’ye de, birliğin geleceği açısından kritik bir sinyal gönderdi. Türkiye’de olduğu gibi, iktidardaki Sosyalist Parti için bir güven oylamasına dönüşen seçimlerde sol ciddi şekilde kan kaybetti, muhafazakâr merkez sağ ile milliyetçiler sandıktan ciddi bir kazanımla çıktı. Sonuçların açıklanmasıyla solun 150’den fazla il ve ilçeyi sağ partilere kaptırdığı ortaya çıkarken, yenilgi sonrası Başbakan Jean-Marc Ayrault hükümeti istifa etmek zorunda kaldı. Cum-hurbaşkanı François Hollande’ın yeni hükümeti kurmakla görevlendirdiği İçişleri Bakanı Manuel Valles Sosyalist Parti içinde liberal kanadın temsilcisi olarak tanınıyor. Fransa’yı da etkileyen kriz sürecinde uyguladığı büyüme öncelikli politika ve yüksek vergi oranları nedeniyle uzunca bir süredir Fransızların tepkisini çeken Ayrault’un aksine Valles’in popülist bir ekonomi politikası izlemesi ve öncelikli olarak vergileri düşürmesi bekleniyor.

Seçimin AB’yi yakından ilgilendiren en önemli so-nucu ise Le Pen’in milliyetçi Ulusal Cephe’sinin (FN) yükselişini sürdürerek 11 ilde belediye başkanlığını elde etmesi oldu. Bu rakam partinin kendi tarihinde bir rekora işaret ediyor. Kazanılan başkanlıklar, ağır-lıklı olarak yabancı düşmanlığının daha yoğun his-sedildiği güney bölgelerde bulunmakla birlikte, FN, krizin olumsuz etkilerinden kurtulamayan kuzeyde de varlığını belirginleştirdi.

FN’nin başarı grafiğindeki yükseliş, Avrupa gene-linde bir süredir bu yönde yaşanan eğilimde yeni bir halkayı oluşturdu. Krizin vurduğu ve “acı reçetenin”

dayatıldığı Yunanistan’da Altın Şafak’ın son genel seçimlerde elde ettiği yüzde 7’lik oy oranı ve buna paralel olarak artan paramiliter çetelerin sokaktaki şiddeti zaten Avrupa’nın geleceği açısından alarm çanlarının daha yüksek perdeden çalmasına yol açmıştı. İngiltere’de, İtalya’da ırkçı paramiliter gruplar son yollarda sokaklarda daha fazla görülüyor ve daha organize hareket ediyor. Ancak sadece sokaklarda değil, parlamentolarda da milliyetçi partilerin sözü artık daha fazla geçiyor. Fransa’daki seçim bunun bir göstergesi oldu.

Şimdi gözler Mayıs ayında yapılacak Avrupa Par-lamentosu seçimlerine çevrilmiş durumda. Geçen senenin ortalarından bu yana FN’nin bu seçimlere AB’ye üye ülkelerdeki milliyetçi partilerle ittifak için-de girme yönünde çabaları var ve bu yolda önemli bir yol da kat etti. Seçimler sonucunda AB politikalarına yön verecek parlamentoda milliyetçilerin önemli bir temsil hakkı elde etmesi bekleniyor. Bunun Avrupa için iki anlamı var: Pek yakında yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtı politikalar birliğin ajandasında daha önlerde yer alacak. Ve AB’nin yönetiminde AB’ye karşı bir grup da söz sahibi olacak.

ABD istihbaratı NSA’nın (Ulu-

sal Güvenlik Ajansı) dünya genelindeki bütün elektronik postaları izlediği, liderlerin cep telefonlarını ve gizlilik unsuru taşıyan yazışmalarını internet üzerinden takip ettiğinin orta-ya çıkmasından sonra Avru-pa’da ABD’den bağımsız bir internet altyapısı için girişim-ler başladı. Söz konusu gelişme sonrası Alman teknoloji şir-ketleri, e-mailleri sadece ülke içindeki sunucularda tutarak olası Atlantik ötesi “casusluk” girişimlerini önlemeye yönelik bir sistem geliştirdi. Alman-ya’nın bir sonraki adımı ise

Avrupa genelinde internet ağı-nı ABD’den bağımsızlaştırarak kıta merkezli bir ağ kurmak. Bu kapsamdaki girişimler de yine Almanya merkezli olarak başladı. Deutsche Telekom, ilk etapta kapsamı Almanya ile sınırlı olacak ağın altyapısını oluşturmak için görüşmeleri sürdürüyor.

Tüm mesaj trafiğinin NSA tarafından takip edildiği orta-ya çıkan Almanya Başbakanı Angela Merkel, konuyu Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ile görüşmesinde de gündeme getirdi. Verilerin ABD üzerin-den akmasının önüne geçecek

yerel bir ağın gerekli olduğunu belirten Merkel bu konuda Avrupalı tüm liderlere görev düştüğünü söyledi.

Ancak Merkel’in devlet sırları için gösterdiği hassasiyet, yurttaşların özel hayatı söz konusu olduğunda geçerli-liğini yitiriyor. Zira internet ve mesaj alışverişi üzerinden kişisel verilerin izlenmesi istisnasız tüm ülkelerin gü-venlik birimlerinin kullandığı bir yöntem ve Avrupa mer-kezli internet ağı projesi bu noktada bir istisnanın önünü açmayacak.

Merkel interneti ABD’den kaçıracak

Fransa’da ırkçı parti yerelseçimlerde büyük bir başarı elde etti.

AB’de yabancı düşmanı partilerin başarı grafiği, Mayıs ayındaki

Avrupa Parlamento seçimleri için de kötü işaretler veriyor.

Page 22: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 22

Ortadoğ

u İsrail’de, “Filistin topraklarının işgali-ne karşı” olmalarını gerekçe gösteren

gençler askerlik çağrısını reddediyor.

Ultra-Ortodokslar ve Filistin vatan-daşları dışında, erkekler için üç yıl, kadınlar için iki yıl askerlik hizmetinin zorunlu olduğu İsrail’de, yaşları 16 ile 19 arasında değişen yaklaşık 50 İsrailli genç, Başbakan Netanyahu’ya İsrail Savunma Kuvvetleri’ne katılmayacağını açıkça belirten bir mektup gönderdi.

Gönderdikleri mektupla, Batı Şeria’nın işgalini protesto eden gençler, Filis-tin’de insan haklarının ihlâl edildiğini ve uluslararası hukuk tarafından savaş suçu kabul edilebilecek hareketlerin her gün yapıldığını belirttiler. İşga-lin, İsrail toplumuna olumsuz etkileri olduğunu, kendi iş gücü fırsatlarını ve eğitim sistemini şekillendirdiğini; özellikle ırkçılık, şiddet, etnik, ulusal ve cinsiyet temelli ayrımcılığı, “erkek egemenliğini” ve ordu içinde baskıcı cinsiyetçi yapıları teşvik ettiğini vurgu-ladılar.

Kibbutz Tuval’dan 18 yaşındaki Segal, mektubu imzalamasının sebebinin, İsrail toplumunda giderek artan sağa doğru eğilimle ilgili olduğunu söyledi. Segal, “Benim başka insanların top-rağını işgal eden ve İsrail toplumunu daha şiddetli ve duygusuz yapan bir orduda yerim yok” dedi.

Mektubu imzalayan 17 yaşındaki Elza Bugnet ise, sadece askerliğe karşı olma-dığını, amaçlarının işgali tartıştırmak olduğunu belirtti. Tel Aviv’den gelen Bugnet, arkadaşlarının ve ailesinin kendisini desteklediğini söyledi. Bug-net, “Benim için başka bir kişinin bu mektubu okuyup fikrini değiştirdiğini bilmek yeterli. Onlar beni zorla askere almaya karar verirse hapse gireceğim. Biz sonucun sorunlu olabileceğini bi-liyoruz ama işgalci bir ordunun parçası olamayız” dedi.

İsrail yasalarına göre vicdani ret, kendi vatandaşlarına bir hak olarak tanınmı-yor. Zorunlu askerlik görevini yap-mayı reddeden gençler, toplum dışına itilmekten hapis cezasına kadar çeşitli

zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Askeri mahkemede yargılanan vicdani retçile-rin çoğu birkaç günden birkaç haftaya kadar uzayan ve tekrar etmesi olası hapis cezasına çarptırılıyorlar. Hapse giren vicdani retçilerin bazıları ise şartların neredeyse dayanılmaz olduğu tek kişilik hücrelerde kalıyor.

Kadınlar arasında da vicdani ret yaygınlaşıyor

Kadınların iki yıl askerlik hizmeti yap-masının zorunlu olduğu İsrail’de pek çok İsrailli kadın, Savunma Kuvvetle-ri’ne katılmayı ya da en azından Filistin topraklarını işgal eden bir ülkeye hizmet etmeyi istemiyor.

İsrail’in yeni jenerasyon vicdani retçile-rinden Noam Gur (19), tıbbi ya da dini gerekçeler göstererek askerlik görevini yapmaktan kaçınmak yerine vicdani reddini açıklıyor. Gur’un bu açıklama-sının sonucu ise iki kere askeri hapisha-neye girmek oluyor. “Daha 12 yaşım-dayken kendime ne yapmak istediğimi sormaya başladım. Askerlik hizmeti beni bekliyordu. 16 yaşıma geldiğimde askerlik yapmayacağımı biliyordum ve bunun için yalan da söylemeyecektim” diyor, herkes için barış isteyen Gur. Hapishanede kendisine verilen aske-ri üniformayı giymeyi reddettiğinde içerisinde uyuyacağı bir şiltenin bile

bulunmadığı tek kişilik hücreye yollanıyor. 10 günün ardından hapisten çıkan Gur, daha üzerin-den iki hafta geçmeden tekrar 10 gün hapis ceza-sına çarptırılıyor. Genç vicdani retçi, “Ne zaman sona ereceğini bilmiyorsun. Bu yüzden ben de toplum hizmeti yapmaya karar verdim. İşkence Karşıtı Komite’de toplum hizmetine başladım. Ne kadar ironik” diyor.

Vicdani retçileri destekleyen New Profi-le (Yeni Profil) grubunun kurucuların-dan Ruth L. Hiller İsrailli kadın vicdani retçilerin, erkek vicdani retçiler kadar dikkate alınmadığını söylüyor. “Kadın-ların vicdani redleri, askeri hizmetlerin-de olduğu gibi daha değersiz görülüyor” diyor ve ekliyor: “Kadın vicdani retçiler bastırılıyorlar. Bence bütün vicdani retçileri görünür kılmak eşit derecede önemli. Askeriyenin içinde cinsiyet eşitliği olduğunu söyleyemeyiz.”

Bir diğer vicdani retçi Noor Efrat (21), diğerleri gibi hapis cezasına çarptı-rılmasa da birçok toplumsal baskıya maruz kalıyor. Efrat, lise yıllarında askerlik yapmayacağını söylediğin-de birçok zorbalığa maruz kalıyor. “Ordu, İsrail toplumundaki en önemli değerlerden biri. Askere gitmediğin zaman onların ahlâki normlarına zarar

verdiğini düşünüyorlar. Militarist bir kültürden bahsediyoruz. Askere gitmezsen, İsrailli değil, vatan hainisin” diyen Efrat, birçok hakaretle karşılaştı-ğını söylüyor.

İşgali ve militarizmi normalleştirmeyi reddeden kadınlar, aynı zamanda aske-riye içinde kendilerine kimlik bulmayı da reddetmiş oluyor. Fakat bu durum, kadın vicdani retçilerin sivil ve askeri sınıfın birbirine geçmiş olduğu İsrail toplumunda farklılaştırılmalarına ve dışlanmalarına neden oluyor.

Ultra Ortodokslar da askere alınacak

Sekiz milyon nüfuslu İsrail’de nüfusun yüzde 8’ini oluşturan ultra Ortodoks Yahudiler dini eğitimlerine devam edebilmeleri için askerlikten muaf tutuluyor. Yahudi din okullarındaki öğ-rencilerin askerden muaf tutulmasına son veren yeni yasa tasarısının parla-mentodan geçmesi ultra Ortodoksların protestolarına neden oldu. Tasarıya karşı çıkan yaklaşık 300 bin Ortodoks Yahudi bir araya gelerek eylem yaptı.

İsrailli gençler:

“İşgalin parçası olmayacağız!” “Benim başka insanların toprağını işgal eden ve toplumu daha şiddetli ve duygusuz yapan bir ordu-da yerim yok.”

“Benim için başka bir ki-şinin bu mektubu okuyup fikrini değiştirdiğini bilmek yeterli. Sonucun sorunlu olabileceğini biliyoruz ama işgalci bir ordunun parçası olamayız.”

Varduhi Balyan

Page 23: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

23

Halklar-İnançlar

Kesab’ınkısa tarihi vebugünkü acısı…

Suriye’nin Kesab kasabası, Antakya’nın 60 km güne-

yinde, Akdeniz kıyısında, de-niz seviyesinden takriben 1800 m yükseklikte bulunan “Cebel Aka” yani Aka Dağı’nın ete-ğinde yerleşmiş bir kasabadır. Cebel Aka’nın güney doğusun-da, takriben 1250 m yükseklik-te ‘’Ballum’’ veya ‘’Barlum’’adı verilen bir adak yeri bulunur. Buranın Roma İmparatorluğu zamanından kalan bir katedra-lin yıkıntısı olduğu sanılır. Bazı tarihçilere göre, bu katedralin Hıristiyanlık öncesi dönemler-de eski bir “Zeus” tapınağının yıkıntısı üstüne inşa edildiğine inanılır.

Kesab kuzeyden ve doğudan Türkiye’ye, güneyden Türkmen köylerine, batıdan ise Akde-niz’e komşudur. Bölgenin eski zamanlarda Ermeni Prensi Büyük Dikran ve Roma İmparatorluğu dö-nemlerinde geliştiği düşünülür. Kesab’ın ilk kuruluş tarihi hakkında elde sağlıklı veriler olmamasına rağmen, bölge hakkında ilk defa Haçlı Sefer-

leri tarihinde bahsedildiğini görürüz. Çoğu Ermeni tarihçi-ler Kesab kasabasının Ermeni Kilikya Prensliği döneminden beri yerleşim bölgesi olduğunu iddia eder.

Kesab kasabasının adını, “Kas-bis” veya “Cassa-Bella” (Güzel Ev) sözcüklerinden aldığı söylenir.

13-14. yüzyıl Memluk ve Osmanlı istilası sonucunda Antakya ve çevresi yıkıma uğrar, bölge halkı göçe zorla-nır, bölgede yaşayan Ermeniler kendilerini bu afetten koru-mak umuduyla dağlara, Kesab kasabasına ve Musa Dağı’na sığınırlar.

Kesab ve çevresinin gelişmesi 16-19. yüzyıllar arasına rastlar. 19. yy ortalarına doğru Kesab, Halep vilayetine bağlı Antakya valisinin yönetimi altındadır. Valiyi Sultan atamaktadır.

1922’de Fransızlar bu yönetim şeklini ve idari yapıyı değiştirir, Kesab bağımsız yerel yönetime kavuşur, yönetimin başına da, bölge nüfusunun çoğunluğunu teşkil eden Ermenilerden biri atanır.

19. yüzyılın ikinci yarısında ticaret ve alışverişin gelişme-siyle birlikte ticaretle uğraşan ağalar ve tüccarlar çoğalmaya başlar, feodalizm gelişir. 1850 yılında bölgeye misyonerlerin gelmesiyle cemaat hayatı hız kazanır. Katolik, Protestan, Latin cemaatlerinin kurulması, beraberinde cemaatler arasın-da sorunların doğmasına da yol açar. Ancak bölgede mis-yonerlerin olumlu faaliyetleri de görülür. Örneğin, özellikle eğitim ve öğrenim alanında, eğitim ve kültür merkezleri ku-rulur. Hatta Kesab ilk üniver-sitesini 1908’de misyonerlerin finansmanına borçludur.

Ermenilerin bölgede ilk siyasi faaliyetleri 1890 yılında başlar ve Ermeni partileri kurulur. 1910’da Kesab’da “Eğitim ve Öğrenim Severler” derneği, bölgenin sosyal, kültürel yaşa-mını zenginleştirir.

Kesab’ın 1900’lü yıllarda tahmi-nen 6 bin kişilik nüfusu, 20’den fazla okulu vardır. İlk nüfus sayımı 1911’de Ermeni ruhani önder Rahip Movses Vosgeriç-yan tarafından yapılır ve nüfus 6115 kişidir. 1909 büyük Adana katliamları sırasında Kesab’a da

saldırılması ve kentin bomba-lanması, bunun yol açtığı eko-nomik sorunlar ve yoksulluk sonucunda Kesab’dan büyük bir dış göç başlar.

1915’de Kesab, 5000 canını kay-beder. Kalanlar memleketlerini terk eder. 1919’da yapılan sayım sonucunda Ermeni nüfusu 2000 kişi, 1955’te 1932, 1955’te 1632, 1993’te 1277 kişi olarak tesbit edilir. Bugün ise Kesab’da 5000’i Ermeni olmak üzere takriben 6000-6500 kişi yaşa-maktadır. Ayrıca Kesab’dan Beyrut’a, ABD’ye, Kanada’ya ve Arap ülkelerine göç etmiş, buralarda yaşayan binlerce Kesab’lı Ermeni vardır.

Kesab asırlar boyunca binler-ce Ermeni’nin vatanı, yurdu olmuştur. Kesab’lı Ermeni ilk acıyı, felaketi 1909’da Ada-na katliamında yaşamıştır. Binlerce saldırgan, gözlerini kan bürümüş vaziyette Kesab’a saldırarak 161 Ermeniyi öldür-müş, Ermeni mal ve mülklerini talan ve yağma etmiş, Ermeni evlerini yakmış, kasabayı yık-mış, sağ kalan Ermenileri yurt-larından etmiştir. Bu yaşanan-lar daha da geniş kapsamıyla 1915’te tekrarlanmış, insanlar katledilmiş, tehcir edilmiş,

Der Zor çöllerine sürülmüş, 5000’den fazla Kesablı Ermeni öldürülmüştür. Bu insanlık dışı felaket ve faciaya Suriye “dur” demiş, hayatta kalan Erme-nileri koruması altına almış, onların tekrar yaşama bağlan-ması için, insanlık adına şefkat kucağını açmıştır.

Kilikya Ermeni Krallığının var olduğu zamanlardan beri yüzlerce yıldır Ermenilerin yaşadığı Kesab kasabası 21 Mart 2014 günü aşırı uç radikal İslamcı, tecavüzcü suç grupla-rının canice saldırısına maruz kalmıştır. Haber ajanslarından ve basından elde edilen bilgile-re göre bölgede askeri tesisler bulunmamaktadır. Yine aynı verilere göre saldırılarda 100’e yakın sivil hayatını kaybetmiş, şans eseri kurtulan, evsiz ve barksız kalan 800’e yakın Er-meni ailesi kasabayı terk etmek zorunda kalmıştır. Saldırıya uğ-rayan Kesab halkının tek suçu, ülkenin kanunlarına ve Suriye Arap Cumhuriyeti’ne sadık olmalarıydı. Şu anda kasaba halkının çoğunluğu komşu kasaba Latkiye’deki akrabaları-na ve kiliselere sığınmış, evsiz, barksız, aç ve susuz durumda-lar.

* Tıp Doktoru / Hessen, Almanya

Sarkis Adam*

Kesab kasabası 21 Mart 2014 günü aşırı uç radikal İslamcı, tecavüzcü suç gruplarının

canice saldırısına maruz kalmıştır. Yine aynı verilere göre saldırılarda 100’e yakın sivil ha-yatını kaybetmiş, şans eseri kurtulan, evsiz ve barksız kalan 800’e yakın Ermeni ailesi

kasabayı terk etmek zorunda kalmıştır.

Page 24: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 24

Şafağın ilk ışığı henüz taş evin camsız penceresinden

içeri girmemişti Hagop yata-ğında doğrulduğunda. Çıplak ayaklarıyla yoklaya yoklaya terliklerini buldu. Özenle örttü karısının üstünü. Aynı özenle de ayakucunda uyuyan oğlunu dürttü. Fısıltılı bir sesle –Kalk, dedi, -Kalk ve atı eyerle. Evin kapısını da aynı özenle açtı, uyuyan çocukları gıcırtıdan uyanmasın diye kapının ağırlı-ğını tarttı, meşin menteşeye iş bırakmadı. Kendisi ayakyoluna giderken oğlu kıratın yuları-nı bağlamış, eğerin kolanını sıkmaktaydı. Testideki buz gibi suyla yüzünü, çapaklı gözleri-ni, dirseklerine kadar sıvadığı kollarını yıkadı. Sabahın ayazında soğuk suyla ancak uyanmıştı. Uyanmıştı ama gözlerini açmamıştı. Yüzünü Kel Dağ’a dönüp derin bir ne-fes çekti. Bir nefes daha, işte bu ikinci nefeste dağ kekiklerinin ve portakal çiçeklerinin ko-kusunu duyumsadı. Gözlerini açtığında şafağın ilk ışıkları Kel Dağ’ın ya da fellahların deyimiyle Cebel Akra’nın do-ruklarına ulaşmıştı bile.

Bir kez daha hatıralar canlandı gözlerinin önünde. Sevdikleri-ni anımsadı, halasını, eniştesi-ni, sonra onların kızlarını. Bu onları görmediği dokuzuncu kışın sonu. Yılda bir, bile-medin iki kez ta yakınlarına, Yayladağı’na kadar varıyor da, şu olmayan sınırı bir türlü

geçemiyordu. Üstelik bu bölge Türkiye ile Suriye arasında mayın döşeli olmayan nadir alanlardan biri. O yüzden de kaçakçılık buranın günlük ticareti gibidir. Hagop buralara kadar ya tütünü bitince gelirdi, ya da sürek avına çıktıkların-da.

Bu hayallerle gerisin geriye eve girdi. Karısı uyanmış, ateşi tutuşturmakla uğraşıyordu. İçliğin üzerine mintanını, iç donunun üzerine de Antakya çarşısında terzi Simon’un

diktiği şalvarını giyindi. Ardından yumuşak derili çizmelerini de ayağına geçirin-ce, yola çıkmaya hazırdı artık. Oğlu da anasının akşamdan hazırladığı giysileri kuşanmış, yaşından büyük bir adama dönmüştü. Kapı arkasına koy-duğu, içinde çarşıdaki mani-faturacıdan aldığı basmaların ve pazenlerin, Dapne’deki dokumacıdan aldığı gömleklik ham ipeğin, 12 habbeli fişekle-rin, yine Suveydiye çarşısından aldığı el aynasının ve daha

bir yığın hediyenin olduğu heybeyi eyerin tokacına astı, beri yana da ufak azık çıkınını yerleştirerek yola koyuldu. Musa Dağın yamaçlarından yukarı köylere doğru yüksel-dikçe gün ağarıyor, Keldağ’ın dorukları mavi mor harelerle menevişleniyordu.

Bu yamaçlarda her taşın, her ağacın, her kuytunun ayrı bir anısı var Hagop’un hafızasında. O yüzden de kimi zaman bir çalı demetinin önünde atını durduruyor, derin hatıralara dalıyordu. Köylerini, evlerini terk edip dağa çıktıklarında yeni nişanlanmıştı henüz. Kırk günlük direniş esnasında bu yamaçlarda ayak basmadığı yer kalmamıştı. Henüz sava-şın ilk günlerinde vurdukları askerlerden birinin mavzerini almış, Port Said’de Fransız zabitleri elinden alıncaya kadar da yanından ayırmamıştı. Bu çalı kümesinin ardında pusuya yatmış, on bir kişilik avcı kolunu iki arkadaşıyla buradan açtıkları ateşle öldürmüşlerdi. Peş peşe gelen mermilerden sağ kurtulan iki askeri de dere içine kadar kovalamış, orada indirmişlerdi. Tüfek de onlardan birinindi zaten. Henüz ölmemişti elindeki tüfeği çekip aldığında. Daha bıyığı terlememiş bir delikanlı.

Kurşun ciğerini parçalamıştı. Kesik kesik soluyor, nefes ala-mıyordu. Dipçiği var gücüyle kafasına indirdi iki-üç kez. Anımsayınca içi acıdı. Ölmek üzereydi, hiç takati kalmamıştı. Direnemedi, kımıldamadı bile garip, ıhh deyip olduğu yerde ölüverdi. Şimdi içi acıdı ya, o an nasıl da mutlu olmuştu o çocuğu hakladığında. Muzaffer bir şekilde ganimet tüfeği ka-pıp siper aldıkları çalılığa koş-muştu. Belki de tüm bu anılara duyduğu özlemdi yolunu Musa Dağa yönelten. Aslında dağ, gideceği istikametin tam ter-sinde kalıyordu. Normal olarak Süveydiye’ye inecek, kısa köp-rüyü geçtikten az sonra da sağa giden yola sapacaktı. Ama bu oğluyla çıktığı ilk yolculuktu. Buraları görmesini arzulamış, hatta Port Said dönüşü dağda inşa ettikleri gemi kiliseye götürmek istemişti oğlunu. 1939-dan bu yana o kilise de sahipsiz kalmış, senede bir gün yapılan hac ziyaretleri de ahalinin göçünden sonra Vakıflı köydeki küçük kilise-de yapılır olmuştu. Oğlunun sesiyle daldığı kötü anılardan sıyrıldı. –Baba çişim geldi, diye seslenmişti oğlu. Attan inmesine yardım etti, ardından da -Git şu taşın arkasına işe, destur demeyi unutma, diye tembihledi.

Güneş iyiden iyiye yükselmiş, ortalığı kuş cıvıltıları sarmıştı. Kekliğin bol olduğu zamandı ama oyalanacak gün değildi. Daha yol vardı önlerinde. En az bir bu kadar daha gitmeliy-diler Kesab’a ulaşmak için. Atın yönünü bu kez Simon dağı ta-raflarına çevirdi. Asi nehrinin yatağı boyunca ilerlediler bir süre de. Musa Dağı arkalarında kalmıştı şimdi. Ormanlık vadi içindeki yoldan güneye doğru sürdükçe, o bildiği, savaştığı yerlerden uzaklaşmış, gençli-ğinde sadece birkaç kez sürek için geldiği yaban bir yere varmıştı. At aniden huysuzlaş-tı. Durdu, ön ayaklarını yere vurup şahlanıverdi. Hagop bir eliyle yulara asılmışken diğer eliyle de terkisindeki oğlunun belini kavradı düşmesin diye. Uzun, upuzun bir yılan atın ayakları önünden akıp gitti, otların arasında kayboldu. Yükseklerde, çok yükseklerde ise bir kartal kanatlarını açmış, süzülmekteydi. Önündeki düzlüğe doğru topukladı atını,

Halka

r-İnançlar Bizim ParamazPakrat Estukyan

Page 25: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

25

Halka

r-İnançlar

oraya vardıklarında da cebin-den çıkardığı mendille alnında birken terleri sildi. Soğuk soğuk terlemişti. Kendi nefesi de öldürdüğü o asker gibi tıkanıvermişti. Oğlunu indirdi önce, ardından da kendi indi atından. Cebindeki şişeye uzandı eli. Ufak bir şişeydi bu, ilaç şişesi gibi bir şey. Şişeyi başına dikip birkaç yudum rakı içti. Sonra da azık çıkınının il-meğini çözdü eyerden. –Sen de acıktın mı? diye sordu oğluna. Çocuk mutluydu bu gün. Babası belki de ilk kez ona her hangi bir şey sormuştu. –Acıktın mı? diye sormuştu. Oysa acıktığına da onun karar vermesine, ne zaman yiyeceği-ni, ne kadar yiyeceğini baba-sının söylemesine alışmıştı. O yüzden de cevap bile veremedi babasının sorusuna. Hoş onun da cevap beklediği yoktu zaten. Yere çömelmiş, çıkından çıkardığı birkaç haşlanmış yu-murtayı, “surki” diye bildikleri baharatlı çökeleği, bostandan kopardığı domatesi, hıyarı, iki baş soğanı, bir tutam tuzu, ekmeği mendilin üzerine yay-mıştı bile. Çocuk sevinçle yere çömelmeye hazırlanıyorken babasının ensesinde patlayan tokadıyla dengesini kaybetti, yere düştü. –Git atın gemini çöz önce, hayvan da otlasın, bir kendini düşünme, diye tersledi oğlunu. O an lanet etti çocuk deminki sevincine. Babasının hoyratlığı hiç değişmemişti. Bir kez daha ümidini ileriki yıllara, adam sayılacağı yaşlara erteledi. Ağabeyi Panos’un haline bakınca bu da uzak bir ihtimal gibi göründü gözüne.

Az ilerde Yayladağı’nın evleri tek tük seçilir olmuşlardı bile. Kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra atını bahçelere doğru sürdü. Köyün içinden geçip de köylülere selam vermeden geçmek yakışık almayacak-tı. Artık bir an önce varmak istiyordu Kesab’a. Tam da hesap ettiği gibi olmuş, sınırı geçtikten sonra yolu çok kısa sürmüştü. Yolda rastladığı birkaç yabancı ile “Ehlen u sehlen” diyerek selamlaşmış, ardından da “Parev tsez”, “Ha-zar Pari” faslı başlamıştı. İyi de sınır nerede başlamış, nerede bitmişti. Bir köyden diğerine gider gibi rahat geçmişti bir ülkeden diğerine. Kasabanın sokaklarında gördüğü insan-lardan çoğunun siması tanıdık geliyordu Hagop’a. Kapısının önünü süpürmekte olan bir kocakarıya Mardirlerin evini sordu. Kadın cevap vereceğine karşı eve doğru –Arşoo, kız Arşooo diye seslendi.

Birkaç dakika sonra genişçe bir iç avluda yankılanan Arşo’nun sesiydi, -Hoo, gelin hoo, Hagop dayımız gelmiş, küçük Paramaz’ı da getirmiş, koşun, gelin hoo. Sevincinden yerinde duramıyordu Arşo kız. Daha yeni onbeşine girmişti. Hagop atını bağlayacak zaman bile bulamadı. Hısım, akraba, hala çocukları çevrelediler etrafını. Her biriyle hasretle kucaklaş-tı tek tek. Akrabaları geride bıraktıkları her şeyin, hısım-larının, evlerinin, köylerinin, ahırlarının, kümeslerinin, evin önündeki malta eriği ağacının, hatta babalarının analarının mezar taşlarının bile hasretini Hagop’un yol yorgunu bede-ninden, terinin kokusundan almaya çalışıyorlardı. Avluda-ki sedire doğru sürüklediler Hagop’u. Çardağın altına oturttular. Daha şaşkınlığını üstünden atamadan buz gibi turunç şurupları ikram edildi. Hagop bir kez daha davrandı cebindeki küçük şişeye. Birkaç yudum boğma rakı içtikten sonra turunç şerbeti daha da bir hoşuna gitti sanki. Çar-dağın altındaki sedir, sedirin önündeki masa, etrafındaki mutluluk haresi ve yüksek sesli konuşmalar, kıkırdamalar, kahkahaların dışında küçük Paramaz atı uygun bir yere bağlamakla meşguldü. O sıra duyduğu “hışşt” sesine doğru baktı. Yaşlıca bir kadın içeri gelmesini söylüyordu. Bu kadı-nı da, avludaki diğer insanları da ilk kez görüyordu. Bir an ne yapacağını bilemeden öylece kalakaldı. Sonra yaşlı kadın bir kez daha içeri gelmesi-ni söylediğinde çaresiz evin kapısına yöneldi. Ayağındaki lastikleri eşikte çıkararak beyaz

yün çoraplarıyla içeri girdi. Bu kez kucaklanma, kokusuyla hasret giderilme sırası küçük Paramaz’a gelmişti. Yaşlı kadın önce kendisini tanıttı –Ben babanın halasıyım, diyerek. Ardından da soran gözlerle –Sen de Paramaz olmalısın diye sordu. Küçük Paramaz mah-cup bir edayla susmaktaydı. Ama hala onla paylaşacak çok şey biriktirmişti yüreğinde. Ye-ğeninin küçük oğlunun habe-rini aldığında en çok da adıyla gurur duymuştu. Ve belki de o andan beri bu buluşmayı hayal etmişti. İşte şimdi o an geldi, yeğeninin küçük oğlu Paramaz karşısında ve ona adının ilham kaynağı olan Paramaz’ı kendisi anlatacak.

Küçük Paramaz tüm çe-kingenliğine, utangaçlığına rağmen çok özel bir çekicilik hissediyor babasının halasına karşı. Bir yandan annesinin öğrettiği tüm görgü kural-larını anımsamaya, yanlış bir hareketle anne-babasını mahcup etmemeye çalışır-ken, bir yandan da halanın o hoş otoritesine biat etmekte sakınca görmüyor. İşte hala oturduğu yerden kalktı, küçük yeğeninin elinden tuttu ve odanın diğer tarafına götürdü. –Tanıyor musun? diye sordu duvardaki resmi işaret ederek. İlk kez yüzünü yukarı çevirdi ve resme baktı. Ardından da başıyla onayladı. Hala şaşırdı, bunu beklemiyordu. Hayır diyecek, kendisi de önceden aklında kurguladığı cümlelerle Ermeni halkının en önemli devrimcilerinden Paramaz’ın yiğitliklerini anlatacak, so-nunda da kendi isminin de bu büyük devrimciden esinlene-rek konduğunu anlatacaktı. Ama Paramaz buna fırsat ver-

memiş, üstelik –Bu resimden bizim evde de var. Annem her zaman anlatır, tabii ki tanı-yorum Paramaz’ı. Büyüyünce ben de onun gibi öğretmen olacağım, demişti bir solukta. Yaşlı hala karmakarışık duy-gular içindeydi şimdi. O kadar tasarladığı cümleleri söyleye-memenin tasası, küçük yeğen Paramaz’ın yaşından büyük bir ciddiyetle söylediklerinden kaynaklanan sevinci şaşkına çevirmişti. Son bir hamleyle, -Peki sen bizim marşları da bi-liyor musun? diyerek olası bir açık bulmayı denedi. Küçük Paramaz şu kısacık sürede öz-güvenini bulmuş, utangaçlığı-nı yenmişti. –Ben bizim marş-ları biliyorum, diye cevapladı halasını. “Bizim” vurgusu bir anlık tereddüt yaratmıştı. Her

ikisi de aynı şeye mi “bizim” demekteydiler, yoksa bu göç beraberinde ayrışma da getir-miş herkesin “bizim” dediği ayrıklaşmış mıydı? Yolu açan yine hala oldu. İlk o başladı bildiği marşları mırıldanmaya, ardından Paramaz tamamladı halasının söylediklerini. İkisi de rahatlamışlardı şimdi. Me-sele yok, aynı şeylere “bizim” diyorlar.

Hagop karşılamadaki o taş-kaladan nice sonra kurtuldu, halasını sordu kuzenlerine. İçerde olduğunu duyunca hemen toparlandı. Osmanlı kadınıydı hala, en yakınları da olsa hiyerarşik üstünlüğünden taviz vermez, kendisi Hagop’u karşılamaya yeltenmez, yeğe-ninin yanına gelmesini bek-lerdi. O da öyle yaptı, yanına varıp elini öptü halasının. Ama yeğeni elini öperken bile o kü-çük yeğeni Paramaz’la birlikte Hınçak marşları, fedai ağıtları söylemeyi sürdürüyordu.

Page 26: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 26

Gençlik Bugün AKP, dün başkaları… Hakim sınıf burjuvazinin

hangi temsilcisi iktidara gelse, eğitim sistemine el atıyor. Çünkü sistemi sürdürmenin en önemli ve en geçerli yolu, yetişmekte olan gençleri kendi ideolojisine kazanmak, gençlerin sorgulamasını, düşünmesini engelleyecek tedbir-leri öncelikle eğitim sistemi aracılığıyla uygulamak. Böyle-ce sistemin geleceğini de garanti altına almak.

Ama bu plan her zaman tutmuyor. Her türlü ideolojik saldırılarına, eğitim aracının yanına medyayı ve hayatın hemen her alanındaki araçları eklemelerine rağmen genç-ler özgürce düşünebiliyor, okuyor, araştırıyor. Bu gençler onurlarıyla, güçlü sesleriyle, cesaretleriyle, umutlarıyla geliyorlar.

İstanbul’un Sultangazi ve Beyoğlu ilçelerinde lisede oku-yan 6 genç arkadaşımıza sorduk: “Kendinizi sınıfsal olarak nerede tanımlıyorsunuz?” ve “Sizce Türkiye’de yaşanan en büyük sorun nedir ve buna sizin çözüm öneri-leriniz nelerdir?”

Liseliler konuşuyor

Demet Gürsoy: Aslında kendimi sınıfsız bir toplumda görmek isterdim de maalesef bu şimdilik mümkün gibi görünmüyor. Sınıflara ayrılmış bu toplumda kendimi işçi sınıfı içinde görüyorum. Büyük bir çoğunluğu-muz öyle. Bu yazıyı okuyan sizler de öylesiniz. Tepemizde ezen bir grup var, bizler de ezilenler. Emeğimizi satıyoruz her gün doymak bilme-

yenlere… Size sorarım bu düzende özgürlükten söz edilebilir mi? Her şeyin yasaklandığı veya kısıtlandığı şeylerle karşı karşıyayız. Ülke olarak en büyük sorunumuz bu “özgürleşe-memek” ve bu duruma boyun eğmek. Her gün istemediğimiz şeyler yaparak burası özgür bir ülke denilemez. Ölümleri ezilmeleri izliyoruz mesela. Onlar haklarımızı savunurken ölüyor ve eziliyor. Sen, ben, hepimiz izliyo-ruz ve hareket etmiyoruz. Onların yanında yer almıyoruz. Onlar gibi olmaktan mı korkuyoruz? O zaman size kötü bir haberim var; biz hep on-lardık, onların sınıfındaydık. Susarak belki onlar gibi ölmesek de onların boyun eğmediği hayatı yaşayacağız. Nazım Hikmet’in de dediği gibi bazen dünyanın en tuhaf mahlûku olmayı başarıyoruz.

Ersin Özdamur: Zincirlerinden baş-ka kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan-lardanım. Sınıfsal konum bir tercih ya da seçim değildir. Her insan bir toplumsal sınıfın üyesi olarak doğar

ve yaşar, ancak sınıf bilincine sahip insanların azınlıkta kalması sınıfının çıkarları için mücadele edenler için büyük bir sorundur. Bu bilinçten ve sorgulama yetisinden yoksun insan yığınları Türkiye’nin en büyük soru-nudur. Sorunun çözümü kalabalık yığınların arasında kalmış bir avuç bi-linçli insanın örgütlü mücadelesinden geçer. 30 Mart seçimlerinin de bize gösterdiği gibi sandık; ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, azınlıkların kur-tarıcısı olmamıştır ve hiçbir zaman olmayacaktır. Çare sokaktadır.

“Türkiye’nin en büyük sorunu toplumun bireylerini kendi içerisinde eritmesidir. İnsanların özgürlüklerini kısıtlayarak

onların bağımsız bireyler olmasını engeller.”

“Tüm liselilerin bu düzene ve eğitim sistemine karşı eylem-lerle, boykotlarla “Eğitim Sisteminde Bizim de Sözümüz Geçsin!” diyebilmesi için biz liselilerin bir arada örgütlü durmamız gerekir.”

Ayçe İdil Top: Kendimi sınıfsal olarak ezilen toplumun içinde buluyorum, çalışıp çabalamama rağmen hâlâ bulunduğum maddi konumda bir değişiklik olmuyor. Haklarımı kul-lanamıyorum. Mevcut hükümetten dolayı maddi olarak bir adım ileriye gidilmiyor. Eskiden sadece babalar çalışıp aileyi geçindirirken şimdi aile fertlerinden birçok kişi çalışıyor ve buna rağmen geçim sağlanamıyor. Kadınların çalıştığı birçok yerde kadı-nın yoksulluğunu kullananlar taciz-lerde bulunuyor, bu da kadınların her zaman ikinci planda tutulup her konu-da ezildiğini gösteriyor. İşte bu yüzden bence ülkemizdeki en büyük sorun kadın haklarının hiçe sayılmasıdır. Ülkemizde kadın haklarından bahse-dilince ‘’insan hakları’’ deniliyor fakat bu haklardan kadınlar yeterince fay-dalanabiliyor mu, bu düşünülmüyor. Mesela şiddet gören bir kadın, oku-

tulmayan kız çocukları, küçük yaşta evlendirilen kız çocukları… Bunlarla ilgili birçok haber yapılmasına rağmen harekete geçilmiyor. Geçmek isteyen-ler de durduruluyor. Eylemlerine izin verilmiyor. Şiddet kadının “hak ettiği” bir davranış gibi görülürken bu konu hakkında harekete geçilmesi elbette ki gereklidir. Kadınlar hakkını savunmak için elinden geleni yapmalıdır, koca dayağına, eğitim sınırlamasına boyun eğmemelidir. Hükümet kadınlara sa-hip çıkmalıdır. Kadına şiddete hayır!

Pınar Nilifırka: Günümüzde Sultan-gazi’yi ele alacak olursak çok fazla göç almıştır ve bünyesinde proleter kesimi ve küçük burjuva sınıfını oldukça fazla oranda barındırmakta-dır. İnsanların sosyal statüsüne paralel olarak seçtikleri yerler daha çabuk uyum sağlayabilmeyi ve var olabil-meyi sağlamaktadır. Örneğin ailemin

emekçiler grubuna dahil olması onların Sultangazi bölgesine yerleşme eğilimlerini arttırmıştır. Çünkü bura-da yaşayan kesim ile olan sınıfsal ben-zerlik kendimizi onlardan biri olarak hissettirmiştir ve arada asimile olmak ya da yok olmak gibi bir olasılığı aza indirmiştir. Türkiye’nin en büyük sorunu top-lumun bireylerini kendi içerisinde eritmesidir. Toplum insanların özgür-lüklerini kısıtlayarak onların bağımsız bireyler olmasını engelliyor. Çoğun-luğun azınlığa, ailelerin fertlerine, devletin bireylere uygulamış olduğu baskı kimlik kaybına, kimlik karma-şasına ve bireylerin yalnızlaşmasına neden olur.

Bu düzende özgürlükten söz edilebilir mi?

Baskılar bireyleri yalnızlaştırıyor

Kadınlar hakkını savunmak için elinden geleni yapmalı

Sandık bizi kurtarmaz, çare sokakta

Page 27: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

27

Halklar-İnançlar

“Tepemizde ezen bir grup var, bizler de ezilenler. Emeğimizi satıyoruz her gün doymak bilmeyen-lere… Size sorarım bu düzende özgürlükten söz

edilebilir mi?”

“Türkiye ve hatta dünya şartlarındaki toplum-sal eşitsizlik ve sınıfsal farklılıklar, istenilen-lerin yapılamaması sizin kendinizi tanımlamanızı engeller nitelikte. İstediklerimizi, sevdiğimiz şeyleri yapamıyoruz.”

Egemen Yıldıran: Kendimi dini ve siyasi görüş açısından ötekileştirilmiş görüyorum ama yakın çevremi beni öte-kileştirdikleri için yadırgamı-yorum; çünkü onlar çevrele-rinde diğer dinlerden ve farklı siyasi görüşten arkadaşları olmadığından, “milliyetçi” tutum ile yetiştirildiklerinden böyle davranıyor. Sivas’ta ay-dınları yakanların yetiştirdiği çocuklar, bugün büyüdü ve li-selerde arkadaşlarını dışlıyor-lar. Bu zihniyetle yetişen birey aynı sıralarda, aynı koridor-larda birlikte okuduğu insanı kendine düşman görebiliyor ve tek gerekçesi karşısındaki-nin dini, mezhebi, ırkı, siyasi tutumu olabiliyor. Bu çürü-

müş zihniyet, onları yetişti-ren ebeveynlerinin suçudur. Onlara öteki olanı, azınlık olanı “öcü” gibi gösteren anne ve babalarının suçudur.Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu eğitim sistemidir. Eğitimde 4+4+4 sistemi ve dershane konusunda AKP ve Cemaat çatışmasından dolayı milyonlarca liseli “denek” olarak kullanılıyor. Eğitimin merkeziyetçi ve bürokratik yapısının temeli ise ülke-mizde geçmişten günümüze gelen oligarşik düzendir. En belirgin özelliği ise eğitimde 4+4+4 sistemiyle lise öğrenci-lerini tek tipleştirip rant için devletin emek sömürüsünü kat be kat arttırmasıdır. Tüm liselilerin bu düzene ve eğitim sistemine karşı eylemlerle, boykotlarla “Eğitim Siste-minde Bizim de Sözümüz Geçsin!” diyebilmesi için biz liselilerin bir arada örgütlü durmamız gerekir.

Fatih Sapçı: Bu ülkede yaşıyorsan, başkalarının seni nerede tanımladığından çok, kendini nerede tanımladığına dikkat etmek gerekir. Çünkü Türkiye ve hatta dünya şartla-rındaki toplumsal eşitsizlik ve sınıfsal farklılıklar, istenilen-lerin yapılamaması sizin ken-dinizi tanımlamanızı engeller nitelikte. İstediklerimizi, sevdi-ğimiz şeyleri yapamıyoruz. Hep hayallerimizle yaşatılıp hayallerimizde bırakılan istek-lerimizi gerçekleştiremeyip de hep başkalarının büyük proje hayallerine malzeme oluyoruz. Dışı pamuk şekerle içiyse küflü bir marmelatla kaplı dünya ve ülke şartlarında yaşadığımızı ya da yaşamaya çalıştığımı-zı, varlığımızı sürdürmeye çalıştığımızı düşündüğümüzde karamsar olmamak zor.Gözlemlediğim kadarıyla diyebilirim ki; Türkiye’nin en

temel sorunu genel anlamda altyapı eksikliği. Spor ala-nında da eğitim anlamında da, öğrenmekten çok, çabuk sonuç almak gibi bir sorunu var genel anlamda insanların. İnsanların cehaletin kurbanı olduğu kanısındayım. İnsan-ların biraz araştırmacı ruha sahip olmaları ve günübirlik düşüncelerden, günü kurtar-manın peşinde olmaktan çok hep ileriyi hedeflemeleri gerek. Elmasın çok değerli bir ma-deni taş olduğunu herkes bilir değil mi? Ama elmasın kö-mürden oluştuğunu fakat öyle birkaç yıl içerisinde oluşmadı-ğının bilinmesi de gerekir.

Sevdiğimiz şeyleri, istediklerimizi yapamıyoruz

Eğitim Sisteminde Bizim de Sözümüz Geçsin

Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği’nin hazırladığı

Alevilere yönelik hak ihlalleri izleme raporu, geçmiş yıllarda olduğu gibi 2013 yılında da hak ihlallerinin önüne geçil-mediğini, uluslararası yargı kararları ve sözleşme hüküm-lerinin uygulanmadığını açık biçimde gösteriyor. Alevilere yönelik ayrımcı tutum, nefret söylemi, uygulama ve yasal olarak yok saymalar devam etti, önceki hükümetlerden devreden yasaklar ve yok saymalar AKP hükümetinin 11 yıllık iktidarı döneminde sürdü. Aşağıda rapordan bilgi ve değerlendirmeler Alevilerin yaşadıklarını açık biçimde gösteriyor.

2013 yılında tüm bu ayrımcı tutumlar, nefret söylemleri, inkar, tahrif ve asimilasyon politikalarının bazı örnekleri şunlar: ∙ Alevilerin sistematik olarak güvenlik eksenli bir fişlemeye tabi tutulmasına devam edildi.∙ Alevilere yönelik yaşamın tüm alanlarında (Okul, askeri-ye, iş yeri, mezarlıklar, medya organları vb) hakaretler, inkar, tahrif ve asimilasyoncu uygu-lamalar devam etti.∙ Alevi inanç öğelerine yönelik TV’lerde sansür uygulandı. ∙ Cemevi yapımına sorunlar çıkartıldı, kimi Cemevi yöneti-cileri yargılandı. ∙ Alevilerin evleri işaretlendi ve/veya tehdit içeren bildiriler bırakıldı. ∙ Demokratikleşme paketlerin-de Alevilere yer verilmezken, Alevileri eşit yurttaş olarak göremeyen rencide edici uygu-lamalar yapıldı.

∙ TBMM’de kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda 2013 yılında Alevilerle ilgili sunulan hiçbir öneride uzlaşma sağla-namadı. ∙ İstanbul Boğazı’na yapılmak-ta olan 3. Köprüye Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim’in adı verileceği açıklandı.∙ Askeriyede Alevilere asker intiharları devam etti. ∙ Alevilerin işten çıkartılmaları ve sürgün cezalarına uğratıl-maları devam etti.∙ Cemevleri’nin ibadethane olmadığı, hatta “Ergenekon planı” olarak ortaya çıktığı iddia edildi.∙ Maraş katliamının Maraş’ta anılması engellendi, katliam-da yaşamını yitiren canların kayıp mezarlarının bulunması konusunda adım atılmadı.∙ Suriye’den El Nusra katlia-mından kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyeli Türkmen Aleviler sahipsiz bırakılıp sokaklara terk edildi. Gezi direnişi sırasındaöldürülen 6 genç Alevi idi

28 Mayıs tarihinde İstanbul Taksim Gezi parkında bulunan ağaçların kesilmesine tepki olarak başlayan, iktidarın yo-ğun güç kullanımı neticesinde tepki hareketine ve sonrasında yurdun her tarafında dire-nişe dönüşen “Gezi direnişi” süresince Aleviler, yaşadıkları tüm mağduriyetlerin, haka-retlerin, baskıların, tehditlerin ve yaşam alanlarına müda-halenin sonucu olarak hak arayışı için alanlara çıktılar. Gezi Direnişi süresince polisin şiddetiyle yaşamını yitiren altı genç de Alevi idi. Bunun

yanı sıra yaralanıp hastanelere sevk edilenlerin yine büyük bir çoğunluğu Alevi idi. Bu süreçte polis Alevi mahallerini abluka altına alarak aşırı güç kullanımında bulundu. Bu güç kullanımı çoğunlukla ev içleri-ne kadar yapıldı. Alevi mahal-lelerinde müdahaleler göste-riyi dağıtmaya yönelik değil, göstericileri bizzat hedef alarak yapıldı. Göstericilere atılan gaz fişekleri ve plastik mermiler çoğunlukla ölüm ve yaralan-malardan da görüldüğü üzere göstericilerin kafa kısımlarına hedef alınarak yapılmıştır.

Sonuç bölümünden dikkat çeken değerlendirmeler

∙ Türkiye Cumhuriyeti hü-kümetinin Suriye’ye yönelik yürüttüğü politikalar doğrul-tusunda muhaliflere verdiği destek ve sınırın muhalifler için kalbura çevrilmesi netice-sinde başta Hatay olmak üzere sınır illerinde yaşayan Alevi vatandaşlar kendilerini tehdit altında hissetmektedirler. ∙ Suriye’den Türkiye’ye ge-len ve günü birlik giriş çıkış yapan savaşçılar bu bölgelerde yaşayan Alevi halka yönelik tehditkar tutumlarını ve sözlü saldırılarını sürdürmekteler.∙ Nefret söylemlerinin yasa kapsamında suç sayılmaması, egemen inancın dışında kalan tüm inançlara yönelik her tür-lü hakaretin cezasız kalması, atılan iftiraların ve bir algı yaratmaya yönelik düzmece haberlerin aslının soruşturul-madan itibar görmesi Alevi toplumuna yönelik ayrımcı tutum, hakaret ve nefret söy-lemlerini meşrulaştırmaktadır.

Alevilere yönelik hak ihlalleri izleme raporu:

Alevilerikinci sınıf vatandaş

Page 28: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 28

Ekol

oji

Sinop’u nükleer ve kirli enerji san-tralleriyle “kapitalizmin kalorifer

dairesi” haline getirmek isteyenlere karşı yerelde nükleer karşıtı bir müca-dele yürütülüyor. Sinop Nükleer Karşıtı Platform Dönem Sözcüsü Zeki Karataş ile bu mücadeleye dair söyleştik.

Sinop Nükleer Karşıtı Platform (Si-nop NKP) olarak bölgenizde kurul-mak istenen nükleer santrala neden karşı olduğunuzu açıklar mısınız? Bu sürecin başlangıcı ve süre giden nükleer karşıtı mücadele hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

Türkiye nükleer sevdasıyla 1956 yılında tanıştı. Bu tarihte Başbakanlığa bağlı “Atom Enerjisi Komisyonu” kuruldu. 1957 de Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) üye olundu. 1972’de TEK’e bağlı Nükleer Enerji Dairesi ku-ruldu. 1976’da Akkuyu, Nükleer santral kuruluş yeri olarak belirlendi. 1980’de de Sinop İnceburun Nükleer santral kuruluş yeri olarak belirlendi. 1982’de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu kurul-du. 12 Mayıs 2010’da Akkuyu NGS için TC Hükümeti ile Rusya Federasyonu arasında anlaşma imzalandı. 29 Ekim 2013’de Sinop NGS için TC Hüküme-ti ile Japonya hükümeti arasında ön anlaşma imzalandı.

Nükleer karşıtı çıkışımızı 1986 Çerno-bil kazasının sonrasında nükleer san-tralların olumsuz etkilerinin özellikle Karadeniz ve özelde Sinop üzerinde görülmeye başlamasıyla birlikte, 1994 yılında “Ölüler Elektrik Kullanmaz”

şiarıyla başlattık. Bu süreci Sinop Çevre Dostları Derneği öncülüğünde yürütü-yorduk. Sinop NKP’yi 2006’da Sinop’ta faaliyetini sürdüren 55 DKÖ, sendi-ka ve siyasi partiler bir araya gelerek oluşturduk. 29 Nisan 2006’da Çerno-bil’in 20. yılında büyük bir miting ve 17-23 Temmuz 2006 tarihleri arasında Sinop’ta “Nükleersiz Yaşam Şenliği” dü-zenledik. Ne yazık ki Soner Balta, Öner Balta ve Güneş Korkmaz’ı bu şenlik sırasında denize verdik. Bu gençlerimi-zin adlarının ölümsüzleştirilmesi için bir sokağa adlarının verilmesiyle ilgili çalışmalarımız da sürüyor.

Sinop’ta yürüttüğünüz nükleer kar-şıtı mücadelede halkın olumlu/olum-suz tepkisi nasıl? Halktan güçlü bir destek alabiliyor musunuz?

Sinop halkı zaman zaman yükselen, za-man zaman da yavaşlayan bir düzeyde desteğini sürdürüyor. Ama Sinop halkı olmadan bu mücadeleyi sürdürme-nin imkansız olduğunu da biliyoruz. Sinop’ta insanların çoğunluğu nükleer santral istemiyor. Elbette siyasi bağlan-tıları nedeniyle nükleer santral isteyen-ler de vardır. Ama bu tür insanlarımı-zın oranı çok düşüktür. Sinop’ta NKP olarak bizim yaptığımız bir araştırmaya göre Sinop halkının yüzde 80’i nükleer santral istemiyor.

Sinop’a nükleer santral kurulma-sı için son hazırlıkların yapıldığı günlerde Japonya’da deprem ve tsunaminin tetiklediği Fukuşima nükleer kazası oldu. Bu durum nük-

leer karşıtı görüşleri güçlendirdi mi? Hükümet’in tutumu ne oldu?

Japonya gibi yüksek teknolojiye sahip bir ülkede yaşanan bu kaza, tüm geliş-miş ülkelerin nükleer enerji politika-larını yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Almanya, İsviçre, İtalya gibi ülkeler nükleer enerjiden vazgeçme kararı almıştır. Ülkemiz-de ise; Hükümet tarafından Rusya ve Japonya ile nükleer enerji üretimi konusunda yürütülen süreç, ne yazık ki tüm bunlar yaşanmamış gibi devam et-mektedir. Önce Akkuyu için Ruslarla ve şimdi de Sinop için Japonlarla anlaşma yapılmıştır. İhale açılmadan devletle-rarası anlaşma yapılması, hukukun yok sayılması anlamına gelmektedir.

Hükümet cephesi, nükleer karşıtı mücadeleye karşın, nükleer santral-lerin gerekliliği ve yararı konusunda kendinden son derecede emin ve ka-rarlı. Diğer düzen partilerinin de ilke olarak nükleer santrallere bir itirazı yok. Peki, düzen partilerinin sağlam ve kararlı bir nükleer karşıtı pozisyo-na sahip olması mümkün mü?

Yaşanan kazalarla ve özellikle Fukuşima kazasından sonra nükleer enerji inan-

dırıcılığını kaybetti. Ancak değişmeyen tek şey siyasi iktidarların ve nükleer lobilerinin rant ve kâr hırsı! Özel-likle Başbakan ve yatırımcı bakanlar Türkiye’de nükleer santral yapılmasını teknolojik ilerleme ve medeni dünyaya entegre olmak olarak sunuyorlar. CHP sistem olarak nükleer teknolojiye karşı olmadığını söylüyor. Zaten tüzüklerin-de de nükleer enerji var.

Nükleere karşı verilen mücadeleyi emperyalizme ve kapitalizme verilen mücadeleden ayrı tutmamak gerekir. NKP, Nükleer lobilere karşı başarılı bir muhalefet uygulamaya çalışıyor. Geliş-miş ülkeler kendi ülkelerinde üretme-dikleri teknolojiyi bizim gibi gelişmekte olan ülkelere tesis ederek ülkemizi AB ve ABD’nin kalorifer dairesi haline getirmektedirler.

Son söz yerine: Nükleer santralin artan enerji ihtiyacı nedeniyle zorunlu oldu-ğunu ifade eden siyasi iktidara bura-dan sesleniyoruz. Ülkemizde “Enerji Krizi” yoktur. “Enerji Yönetimi Krizi” vardır. Tüm çevre/ekoloji mücadelesi veren dostlarımızı birlikte mücadeleye çağırıyorum.

Röportajın tamamını siyasihaber.org sitesinde okuyabilirsiniz.

Röportaj: Özlem Bayat

Özellikle Başbakan ve yatırımcı bakanlar Türkiye’de nükleer santral yapılmasını teknolojik ilerleme ve medeni

dünyaya entegre olmak olarak sunuyorlar. CHP ise sistem olarak nükleer teknolojiye karşı olmadığını söylüyor. Zaten

tüzüklerinde de nükleer enerji var.

Yaşanan kazalarla ve özellikle Fukuşima kazasından son-ra nükleer en-erji inandırıcılığını kaybetti. Ancak değişmeyen tek şey siyasi iktidarların ve nükleer lobilerinin rant ve kâr hırsı!

Nükleere inat, yaşasın Sinop!

Page 29: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

29

Ken

t

Gezi Direnişinin ardından yeni bir mücadele ve örgütlenme tarzı ile

karşı karşıyayız. İşgal evleri, bostanları ve fabrika deneyimlerine tanıklık edi-yoruz. Kent içerisinde gerçekleşen işgal mekanlarının kent ve kent hakkı üzeri-ne söz söyleme ve pratik bir müdaha-lede bulunma uygulamasını içerdiğini söylemek mümkün.

Bu yazı Kadıköy’de Gezi sonrası oluşan Yeldeğirmeni ve Caferağa Dayanış-malarının/forumlarının ürünü olan Türkiye’nin ilk işgal mekanı deneyim-leri üzerinden, bu işgallerin özgünlüğü nedir, sorusuna cevap aramayı amaç-lamaktadır. Fabrika işgalleri, üretim süreci üzerinde gerçekleştirilmesinden kaynaklı ayrıca değerlendirilmeye ih-tiyaç duymaktadır, bu nedenle bu yazı içerisinde yer almamaktadır. Üsküdar Doğancılar Forumu’nun bostan işgali ile başlayan Kadıköy dahil farklı yerlere de yayılan bostan işgalleri de, işgal evleri deneyimleri ile birçok benzerlik içermektedir ve değerlendirmelere dahildir. Ancak kent ve kır arasındaki kapitalist ayrışma dayatması karşısın-da kent üzerinden önemli bir ekolojik müdahale olması açısından ayrıca değerlendirilmeyi de gerektirmektedir. Forumlar tarafından gerçekleştirilen işgal deneyimlerinin ardından bireysel ve kolektif düzeyde farklı tarzlarda işgal denemeleri olmaktadır. Bu deneyimle-rin de incelenmesi gerekir.

Kent içindeki işgal mekanları ne amaçlamaktadır?

İşgaller kente ve mülkiyet ilişkilerine yönelik bir müdahaleyi içermektedir. Değişim değerinin hakim olduğu bir toplumda, kullanım değerinin esas alındığı ilişkilerin geçerli olduğu mekanlar yaratma ihtiyacının ürünü-

dür. İşgal etme ve dönüştürme süreci; Gezi Direnişinin ardından kent üzerine düşünmenin ve fiili müdahalede bulun-manın bir yolu olmuştur.

Yaşanan işgal mekanlarının özgünlükleri nelerdir?

• Yaşanan ilk iki deneyim de Gezi Direnişinin ardından oluşan mahalle dayanışmalarından çıkmıştır. İşgalle-rin oluşmasında ve yaşamasında Gezi Direnişinin etkisi belirleyicidir. İşgal mekanları yerellerden çıkmış ancak yerelle sınırlı kalmamıştır; Gezi’nin mikro ölçekli yaşayan mekanları olmuş, İstanbul, Türkiye ve dünya çapında sahiplenilmiştir.

• Her iki deneyim de forumlardan alınan kararlarla hayata geçirilmiştir. Türkiye’de kolektif düzeyde gerçekle-şen ilk işgal mekanı deneyimlerinin forumlarla olan ilişkisi önemli bir özgünlüktür. Gezi forumları, doğrudan demokrasinin hayata geçirilmeye çalışıl-dığı özyönetim denemeleridir. Paris Ko-

münü’nden itibaren dünyada yaşanan işgal deneyimlerine baktığımızda işgal ve özyönetim tartışmalarının birlikte yürüdüğünü görmek mümkündür. Forumların Gezi Direnişinin tüm dina-miklerini içerisinde barındırmaya açık, çok sesli, çok renkli, esnek, yatay ve ka-tılımcılığı sağlamaya uygun yapılanması işgal tartışmasını ve pratiğini mümkün kılmıştır. Özlenen demokratik işleyişi yaşatabilen forumlar işgal tartışmasını da hayata geçirebilmişlerdir. İşgallerin forumlarla ilişkisi devam etmektedir.

• Yaşanan her iki deneyim de kent mer-kezlidir. Rantın en yüksek düzeylerde olduğu kent merkezinde, kullanılmayan boş mekanların kolektif kullanıma da-hil edilmesi isteği işgallerin oluşmasın-da itici güç olmuştur. İşgaller, müşterek alanlara olan ihtiyaçların sonucu olarak kent içinde müşterek alan yaratma çabası olarak görülebilir, dünyadaki benzer örneklerinden farklı olarak barınma amaçlı oluşmamışlardır. Daha çok dünyadaki sosyal merkez örnekle-rine benzemektedir.

• Yaşanan deneyimler işgal üzerine uzun teorik ve politik tartışma süre-cinin sonucunda gerçekleşmemiştir. Yaşarken öğrenme ve tartışma süreci söz konusudur. Gelinen süreçte forum-lar kent ve işgal üzerine pratik müda-halenin yanında teorik bir yaklaşıma ihtiyaç duymakta ve bu konuda çabalar oluşmaktadır.

• Forumları ve işgalleri gerçekleştiren-lere baktığımızda kadınların ağırlıklı

katılımını görmek mümkündür. Gezi Direnişinde kadınların katılımındaki sayısal yükseklik, forumlar ve işgallerde devam etmiştir. Forumların hiyerarşik olmayan, yatay ve yaratıcılığa açık yapı-sının kadınların kendini ifade etmesini kolaylaştırıcı olması olasıdır.

• Sınıfsal bileşimine baktığımızda ise Gezi Direnişine benzer şekilde, fo-rumlarda ve işgal mekanlarında beyaz yakalı işçi sınıfının ağırlıklı olduğunu görmekteyiz. Üniversite gençliğinin forumlara ve işgal sürecine katılımı beyaz yakalı işçi sınıfına göre oldukça az sayıdadır.

• İşgal süreçlerinde mekanların tarihi, önemli bir tartışmayı oluşturmakta-dır. Mekanların işgal öncesi tarihini unutmamak, kullanılmayan kamusal alanlara kamusal özelliği yeniden kazandırılarak müşterek alan haline getirmek amacı önemlidir.

Gezi Direnişinin ortaya çıkardığı işgal mekanlarının yayılması, mekanların yaşaması açısından önemlidir. İşgallerin sürdürülebilirliği ve nasıl yaşatılacağı ise önümüzdeki en önemli tartışma konusudur.

İşgaller ve kent üzerine düşünmek

Eser Sandıkçı

İşgaller kente ve mülki-yet ilişkilerine yönelik bir müdahaleyi içermektedir. Değişim değerinin ha-kim olduğu bir toplumda, kullanım değerinin esas alındığı ilişkilerin geçerli olduğu mekanlar yaratma ihtiyacının ürünüdür.

İşgal etme ve dönüştürme süreci; Gezi Direnişinin ardından kent üzerine

düşünmenin ve fiilimüdahalede bulunmanın

bir yolu olmuştur.

Page 30: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4 30

Kül

tür

San

at

Sergideki resimlerde çocuk-anne izleği sık-ça karşımıza çıkıyor. Neden bu izlek resimle-rinizin metnini oluştu-ruyor? Bu sergi benim üçüncü kişisel sergim. Hiçbir izleğe önceden karar vererek başlamasam da, bazen başka insanların yaşa-mından yola çıkarak kendi ya-şamımı, bazen de kendimden yola çıkarak geneli anlamaya çalıştım. En samimi olduğum resimler bu kültürün bir kadın olarak bana neler yaşattığını sergileyen resimler oldu. Bü-yük bir sorunla karşı karşı-yaydım. Sıkışmıştım. Bundan dolayı ilk iki sergiye verdiğim isim “İnsana Uzak”tır. İnsana biraz olsun yaklaştım, ama hala sınırdayım. Üretmek isti-yordum. Düşünmek ve karar verebilmek istiyordum. Sağlıklı düşünebilmek için öğrenmek istiyordum. Oysa bilindiği gibi geleneksel kadın rollerinde bunlara gerek yok. Bu kültürün içinde büyütülmüştüm. Her şeyden önce kendime karşı çok dikkatli olmam gerekiyordu. Kafam çabucak karışıyordu.

Resim yaparken önceden bazı eskizler yaptığım olur. Orada burada, bir sohbet esnasında, bir toplantıda karalarım. Sonra onun üzerine çalışırım. Bu şekilde ortaya çıkan resimleri-me de, şu izlekte çalışayım diye bir kararla başlamazdım. Her şey bir bilinç akışıyla kendi-liğinden, otomatize olmuş şekilde dökülürdü. Bu bir tür sağaltımmış aslında. Çünkü sa-natta sezginin yerine de inanan biri olarak, sorunlarımı dışa vuruyordum. Resimlerin hepsi birbirinden farklıydı. Hiçbir kurala ya da teknik ortaklığa bağlı değildi. Kompozisyon başarılıydı. Sembollerin bir

araya gelişiyle oluşan düşünce paylaşılabiliyordu.

Anne-çocuk izleği böyle ortaya çıktı. Bu bir yakınlığı, sevgiyi, şefkati çağrıştırabilir. Koru-mayı ve devamında çocukta özgüveni çağrıştırabilir. Ne yazık ki öyle değil! Çocuk bir dünyaya doğuyor. Hazır bir kurallar bütününe doğuyor. Annelerden çocuklarını almak ne kadar acıysa, çocukluğumu-zun her gün yok edilmesi de o kadar acı! Resimlerim çoğun-lukla bu kasveti taşıyor.

Göç vurgusu ile resim-lerin neredeyse tama-mında karşımıza çıkan evlerin, apartmanların hangi bağlamda buluş-tuğuna ilişkin okuyucu-larımıza neler söylersin? Resimlerimdeki göç; küresel ekonomik değişimler karşısın-da doğup büyüdükleri yerde üretip yaşamını devam ettire-meyen insanların, zorunlu ola-rak gittikleri yerde yaşadıkları yalnızlık ve çatışmaya değinir. Onları Artvin’de köyde çizdim.

Feodal üretim araçları ile kapi-talist üretimin merkezi kentler bir araya geldi. Neden hepimiz İstanbul’a geliyoruz? Ayrıca burada çok iyi koşullarda mı yaşıyoruz? Göç ile kurulan ya-şam, köyü kente taşımaktır. Bu insanların gittikleri yere uyum sağlaması oldukça zor. Aslında İstanbul’a gelemediler ve köye de dönemezler. Üç resminizde kimi ki-taplara gönderme var. Raskolnikov, Yaşamın Kıyısında, ve Tutu-namayan adlı resim-lerinizden hareketle sanatınızın edebiyatla bağına dikkat çekelim isterseniz.

Her sanat dalı bir diğerine hi-kayesini sunar. Etkilenmemek elde değil. Edebiyatın resim sanatına tek olumsuz etkisi anlatma kaygısının resimdeki plastik etkiyi yormasıdır, denir. Yani slogana kaptırma kendini, biraz estetik ol diyorlar. Bazen ben de resimlerimde kararsız kaldım. Nasıl söylediğim değil

ne söylediğim önemli diyor-dum.

Raskolnikov’un sürekli gözler üzerindedir. Diğer iki kitapla ilgili özellikle bir göndermem olmadı. Okumadım henüz. Ya-şamın Kıyısında ve Tutunama-yan adlı resimler yine kültürel çatışmalar ve roller yüzünden biri kendini yaşamdan uzak tutan, diğeri ise yaşama dalan, onu sürdürmek isteyen ama başaramayanla ilgili.

Resimlerinizdeki kadın figürleri üzerine neler diyebilirsiniz? Akla he-men Frida Kahlo geli-yor. Bu durum da sergi-deki ziyaretçi defterinde yinelenmiş. Frida’nın sanat yaşamınızdaki yeri nedir?

Frida beni sanat yaşamımda da yaşamın başka alanlarında da etkiledi. Onun direnci ölçüsüz. Bazı benzer yanlar var resimle-rimizde. Kompozisyon üzerine yoğunlaşma ve sembolist bir sürreallik gibi. Ne derler, benim daha kırk fırın ekmek yemem lazım.

Resimlerimdeki kadınlara gelince; tanrıçadan kendine ya-bancılaşmaya kadar bir çizgiyi izlerler. Çaresiz, sıkışmış ve sınırda kalmış kadınlardır.

İmzanızı değişik şekil-lerde atmışsınız, kimi resimlerde. Bazen bir usb üzerinde bazen de bir binanın üzerinde gö-rüyoruz. Özel bir nedeni var mı? Aslında tekrarı sevmiyorum. Farklılığı ve yaratıcılığı seviyo-rum. Başka bir nedeni yok.

Sınırdaki figür: Çiğdem İstanbullu

Röportaj: İskender Ünal

Ressam Çiğdem İstanbullu 3. Kişisel sergisini “Sınırdaki Figür” başlığıyla 15 Mart-4 Nisan ara-sında İstanbul Çem-berlitaş Basın Müze-si’nde gerçekleştirdi. Yazarımız İskender Ünal, İstanbullu ile sergisi ve resim anla-yışı üzerine konuştu.

“Resimlerim-deki kadınlar tanrıçadan kendine yabancılaşmaya ka-dar bir çizgiyi izler-ler. Çaresiz, sıkışmış ve sınırda kalmış kadınlardır.”

“Çocuk bir dünyaya doğuyor. Hazır bir kurallar bütününe doğuyor. Annelerden çocuklarını almak ne kadar acıysa, çocukluğumuzun

her gün yok edilmesi de o kadar acı!Resimlerim çoğunlukla bu kasveti taşıyor.”

Page 31: Siyaset sayı 13

Siy

ase

tN

isan

201

4

31

Hab

erle

r

19 yıl önce Hatay, Sutaşı Beldesinde evlerinin

önünde katledilen Samandağ Halkevi Kurucusu ve Saman-dağ DEP İlçe Başkanı Mehmet Latifeci ve Babası Yahya Latife-ci 6 Nisan Pazar günü yoğun bir katılımla mezarları başında anıldılar.

Sutaşı mezarlığında gerçek-leşen anmaya, Samandağ Halkevi, HDP (Samandağ), SYKP, BDP ÖDP, ESP, EMEP, SODAP, Partizan, SDP, Akde-niz K. D. Derneği temsilci ve üyeleri, Mehmet Latifeci’nin dava arkadaşlarıyla çok sayıda kişi katıldı. Anmada konuşan BDP Parti Meclisi üyesi Zeki Koç “O; Arapların, Kürtlerin, Türkle-

rin, tüm kimlik ve inançların ortak simgesiydi. O; bugün HDP’de ifadesini bulan Gezi Direnişi ruhunun, halkların kardeşliğinin, özgür ve eşit yaşamanın, sömürüye karşı mücadelenin Hatay’daki öncü-süydü” şeklinde konuştu.

Akdeniz Kültür ve Dayanış-ma Derneği yönetim kurulu üyesi Mahmut Baykuş yaptığı konuşmada “Latifeci, Arap halkının, Kürt halkının ve tüm halkların özgürlüğü için mü-cadele etti. Latifeci’lerin yolları yolumuz olacaktır” dedi. HDP İl Eşbaşkanı Peri Çiftçi ise “95’te Susurluk uzantısı çete devredeydi. Hatay’da yaşayan Arap halkının uyanışı için emek veren örgütlülüğü-

müzün önemli neferlerinden biri olan Mehmet Latifeci bu çetenin uzantıları tarafından katledildi” diye konuştu.

Çiftçi, konuşmasında “Gördü-ğünüz gibi Latifeciler müca-delemizin her yerinde yaşıyor. Tıpkı Mahir Çayanlar, tıpkı Seyit, İbrahim Ethem ve Neca-tiler gibi, tıpkı Mahsum Kork-mazlar gibi” diyerek sözlerini şöyle tamamladı: “Ortadoğu’da halklar özgürleşene kadar, bu topraklara barış ve kardeşlik gelene kadar mücadele ede-ceğiz. Yoksulluğa, yolsuzluğa, sömürüye, eşitsizliğe, ötekileş-tirilmeye, yok sayılmaya karşı; barışa, kardeşliğe, adalete, eşitliğe, özgürlüğe kavuşunca-ya kadar devrim ve sosyalizm bayrağını dalgalandıracağız.”

Latifeci mezarı başında anıldı

Bir süredir yaşadığı İsviçre’de 11 Mart’ta hayatını kaybe-den SYKP üyesi Ali Solmaz için Mersin’de gömülmeden önce tabutu başında bir tören yapıldı. Törende önce SYKP Mersin İl Başkanı Mustafa Göğüş bir konuşma yaparak Ali Solmaz’ın 12 Mart ve 12 Eylül faşizmine direndiğini vurgu-ladı ve “Yarını bugünden kurma mücadelesine katılan Ali yoldaşımızı mücadelemizde yaşatacağız” dedi.

Daha sonra söz alan, Solmaz’la gençliğinden bu yana mü-cadele yoldaşlığı yapan Sebahattin Ünlü de, yaşamı hakkın-da bilgi verdi. Ünlü, Ali Solmaz’ın Adıyaman Gölbaşı’nda doğduğunu, burada okuduğunu ve ardından çeşitli illerde öğretmenlik yaptığını anlattı. 1970’li yılların başında bölgede faaliyet yürüten ve şehit olan Sinan Cemgil ve arkadaşlarının mücadelesinden etkilenen Solmaz’ın 12 Mart sonrası THKO/Mücadele Birliği içinde yer aldığını, sonrasında Emeğin Birliği, Birlik Yolu ve Türkiye Komü-nist Emek Partisi (TKEP) içinde mücadelesini sürdürdü-ğünü söyledi. Ünlü, Ali Solmaz’ın 12 Eylül döneminde ağır işkenceler, tutuklamalar ve baskılarla karşılaştığını, buna rağmen komünist kişiliğinden ödün vermediğini anlattı. Devlet güçlerinden gördüğü baskılar sonucunda yaşamı-nın son döneminde İsviçre’de yaşamak zorunda kaldığını bildirdi.

Ünlü sözlerini şöyle sürdürdü: “Ali yoldaş bundan son-raki yaşamında çeşitli siyasal araçlar ve kurumlarda ve son olarak da ölümsüzlüğe uğradığımız bu güne kadarki süreçte SYKP’nin aktif bir üyesi, Avrupa’daki örgütümüzün kuruluşunda emeği geçen yoldaşlardan biri olarak siyasi mücadelesini sürdürmüştür.”

Ali Solmaz Basel’de anıldı

İsviçre’deki yoldaşları da Basel’de yaptıkları ve 150 kişinin katılımıyla gerçekleştirdikleri bir toplantıyla Ali Solmaz’ı andılar. Sebahattin Ünlü ve yeğeni Özgür Şeker’in Ali’nin yaşamına ilişkin anlatımlarının ardından onun yaşamı-nı sergileyen bir slayt gösterisi yapıldı. Daha sonra Ali Solmaz’ın devrimci mücadelede ve işkencehanelerde hayatı paylaştığı arkadaşları ortak anılarını paylaştılar.

Ali Solmaz:Bir kavga neferi

Mart ayında hayatını kaybeden devrimciler SYKP Kocaeli örgütü tarafından 29 Mart’ta düzenlenen bir etkinlikle anıldı.

SYKP Kocaeli İl Temsilciliği’nde yapılan et-kinlikte, Kızıldere’de hayatını kaybeden Mahir Çayan ve arkadaşları, 13 Mart’ta idam edilen 3 komünist işçi, 30 Mart 1995’de Samandağ’da öldürülen DEP İlçe Başkanı Mehmet Latifeci, 16 Mart 1978’de Beyazıt Meydanı’ndaki faşist saldırıda hayatını kaybedenler, Halepçe Kat-liamı’nda topluca öldürülenler, Gezi Direnişi sırasında başına polisin attığı gaz bombasıyla vurulan ve 11 Mart’ta hayatını kaybeden Berkin Elvan anıldı. Anmada Mart ayı şehitlerine iliş-kin sinevizyon ve belgesel gösterimi yapıldı.

Açılış konuşmasını SYKP İl Temsilciliği adına Çetin Ak yaptı. Ak konuşmasında: “Gelenekten geleceğe, tüm devrimci irade ve gücümüzle birlikteliğimizi Gezi Direnişine, Gezi Direnişin-den Newroz’a taşıdık. Önümüzdeki sorumluluk da Newroz’da yaktığımız isyan ateşini 1 Mayıs

alanlarına taşımaktır” dedi.  Hayatını kaybe-denler için yapılan saygı duruşunun ardın-dan, hazırlanan sinevizyon gösterimi izlendi. Etkinlik Gezi Direnişi’nde başından vurulup, Mart ayında hayatını kaybeden Berkin Elvan’a adanan “Artık Yeter” belgeselinin gösterimi ile sona erdi.

13 Mart şehitleri İzmir’de anıldı

SYKP İzmir İl Örgütü, 13 Mart 1982’de 12 Eylül rejimi tarafından İzmir Buca Cezaevi’nde idam edilen işçi önderleri ve TKEP militanları Seyit Konuk, Necati Vardar ve Ethem Coşkun’u me-zarları başında andı.

3 komünist işçinin mezarları başında konuş-malar yapılarak, anılarının SYKP’nin mücade-lesinde yaşatılacağı söylendi. Konuk, Vardar ve Coşkun’un mezarlarına karanfiller bırakıldı. Ardından aynı mezarlıkta yatan bir başka devrimci İlyas Has’ın mezarına da karanfiller bırakıldı.

Mart şehitleri Kocaeli’nde anıldı

Page 32: Siyaset sayı 13

Ekonomide durgunluk ve işsizlik, her gün gelen iş

cinayeti haberleri, egemenler arası it dalaşının çalkantıları, Suriye’den esen savaş rüzgarları arasında bir seçim süreci daha geride kaldı. Türkiyeli emek-çilerin, halkların umutları ve beklentileri, rejimin klikle-rinden ya birini, ya diğerini seçme cenderesine sokulmak istendi. Sandıktan, Kürt illerini saymazsak kimi yerlerde AKP kimi yerlerde CHP ve MHP çıktı. Büyük tabloya baktığı-mız zaman sermaye sınıfının temsilcisi olan partilerin aldığı oyların toplamı yüzde 90’ı geçiyor. Halklardan, demok-rasiden ve emekten yana olan partiler ise yüzde 10 oranında bir oy bile alabilmiş değil.

Oysa sermaye sınıfı ve ondan beslenenler, siyasal gericilik-ten rant sağlayanlar, asalaklar, sömürücüler ve her türlü halk düşmanını topladığımız zaman yüzde 10 bile etmez. Öyleyse toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçiler, emekçiler, tüm ezilen halklar ve inançlar nasıl oluyor da sermaye parti-lerinin peşinde sürükleniyor? İşte bu tabloyu ortaya çıkartan tek neden, devrimci demokra-tik güçlerin örgütsüzlüğü. Kar-şımızdaki sermaye sınıfı, dev-letin tepesinden muhtarlıklara, polisinden ordusuna, eğitim sisteminden medyasına kadar

örgütlü. Kendi aralarındaki çıkar çatışmalarına rağmen halka karşı tek parça durabi-liyorlar. Oysa ülkedeki bütün zenginlikleri yaratan, hayatı emekleri ile var eden milyon-larca emekçi örgütlü mü? Tabii ki değil. Örgütsüzlüğümüzün farkındaysak, ne yapmamız gerektiğini de biliriz.

İnsanca yaşayacak ücretler ve çalışma koşulları için, cinsiyet

eşitliğinin sağlanması için, doğanın talanının durdurulup ekolojik bir yaşam kurulması için, sağlığı, kültürü, eğitimi sermayenin elinden kurtarmak için, halkı bölen ve birbirine düşürmeye çalışan asimilas-yon, inkar ve imha siyasetle-rine karşı kardeşliği ve daya-nışmayı kurmak için, bir avuç sömürücünün değil halkın kendisini yönetmesi için, ya-saksız ve demokratik bir ülke

için örgütlenmeliyiz. İşyerlerimizde, mahalleleri-mizde, okullarımızda, mey-danlarımızda, nerede yaşıyor nerede üretiyorsak orada örgütlenmeliyiz. Sendikalarda örgütlenmeliyiz. Sendika yok mu, komitelerde, dernekler-de örgütlenmeliyiz. Sendika yönetimi işçilerde değil mi, işçiler yönetsin diye örgüt-lenmeliyiz. Mahallelerimizde meclisler, forumlar, dernekler

ne şekilde örgütlenebiliyorsak örgütlenmeliyiz. Liselerimizde, üniversitelerimizde örgütlen-meliyiz. Yaşamın her alanında örgütlenelim ki kendi gücümü-zü ortaya koyalım. Yarattığımız örgütlülükleri birleştirelim ve yeni bir yaşam kuralım.

Önümüzde işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs var. 1 Mayıs’ta bizleri yöneten ve sömüren azınlığın karşısına ne kadar çok olduğu-muzu göstermek için çıkma-lıyız. Sadece düşmanımıza göstermek için değil, kendi-mizin de birleşince nasıl güçlü olduğumuzu görmemiz için çıkmalıyız. Ülke tarihimizde en son Gezi İsyanında gör-dük bunu, birleşince nasıl da güçlü oluyoruz! Kürt halkının yıllardır verdiği mücadelede gördük. Kürt halkı birlik ol-duğu için AKP ya da başka bir sermaye partisi oralarda ne oy alabiliyor ne de at koşturabi-liyor. Kürt halkının bölgedeki örgütlülüğünden örnek almalı, batıda ise Kürt halkı ile daya-nışmamızı, örgütlülüğümüzü birleştirmeliyiz. Gezi’de açığa çıkan isyanın gücüyle, Kürt halkının mücadelesini, irili ufaklı hareket halindeki işçi eylemliliklerini, gençliğin dev-rimci enerjisini birleştirdiğimiz zaman ortaya çıkacak gücün karşısında kimse duramayacak.

Bu uzak bir hayal değil. Önce 1 Mayıs alanlarında eşitliğin, özgürlüğün ve emeğin bayrağı altında birleşelim. Bu birlik ile demokratik ve sosyal bir cum-huriyet için yürüyelim.

Haydi1 Mayıs’a

Kerem Emre Berk